Hz. Ebu-Bekir'e «Sıddık» Lâkabı Ne Zaman Verildi?
«İsra Hadisesi» Hangi Yılda Ve Nerede Oldu?
Îsrâ Uyku Halinde Mi Olmuştur?
Miraçta
Rasûlvllah'ın Binekleri
Alimlerin İsra Ve Miraç Hakkındaki Görüşleri
Miraç Hakkındaki Bazı Görüşler
Müşrik Çocukları Azap Görürler Mi?
Müslüman Çocukları Cennette Midirler?
Genel Olarak Allah'ın Kulları İki Kısımdır
Amel Hangi Şartlarda Yarar Sağlar?
Ana Ve Babaya Karşı Nasıl Davranmalı?
Kimlere Yardım Etmek Gerekiyor?
Bu Bölüm Île İlgili Genel Değerlendirmeler
Evlâdın, Ölümlerinden Sonra Ana Ve Babasına Rahmet
Okuması Vacip Midir?
Babanın, Evlâdının Malı Üzerindeki Hakkı
Büyük Günahlar Ve Ana - Babaya Karşı Gelmenin Büyük
Günahlar Arasındaki Yeri
Ana Ve Babanın İzni Olmadan Sefere Çıkılır Mı?
Valideynin Emriyle Hanımı Boşamak Gerekli Midir?
Cimrilik Yapanın Hali Nasıldır?
Üslub Değişikliğinin Nedenleri
Bütün Kainat Allah'ın Nezahetine Şahitlik Eder Mi?
Kurbağayı Öldürmek Yasaktır, Çünkü O Allah'ı Teşbih Eder
Rasûlullah Okurken Müşrikler Onu Göremezlerdi
Mümin Daima Yumuşak Konuşmalıdır
Peygamberler Birbirlerinden Üstün Olur Mü?
Acaba Rasûlullah'ın Rüyası Nedir?
Beni-Umeyye İle Rüyanın Îlgîsi Nedir?
Muayyen Bir Kimseye Lanet Caiz Değildir
Şeytan Allah'ın Rahmetini Umar Mı?
Allah'ın Araz Ve Cevher Zikretmeksizîn İspatı
Amel Defterleri Nasıl Dağıtılır?
Müşrikler İman Etmek İçin Neler İstediler?
Rasûllullah'ı Sabit Kılan Sebep
İlk Kılınan Namaz Hangi Namazdır?
Niçin Sabah Namazına Kur'an Denmiştir?
Hangi Melekler Sabah Namazında Biraraya Gelirler?
Yeryüzündeki Devletlerin Peygamber'e Vadedilmesi
Hz. Peygamber Putlara Hangi Ayeti Okuyup İşaret Etti?
Herkes Mizacına Göre Mi Amel Eder?
Her Çocuk İslâm Fıtratı Üzerinde Doğar
Hz. Peygamberin Ruh Hakkındaki Bilgisi
Ruh Hakkında Neler Sorulabilir?
Kür'an Kalplerden Silinecek Mi?
Müşriklerin Akıl Almaz Teklifleri
Mekkeli Kafirlerin Uz. Muhammed'e Söyledikleri
Kafirlerin Vadedilen Azabı Acelece İstemeleri
Rasûlullah'ın Allah Tarafından Delil. Getirmeye İrşad
Edilmesi
Însanlar Haşrda Kaç Grup Olacaktır?
Kıyamette İade Edilen Parçalar
Hz. Musa'ya Verilen Dokuz Mucize
Kur'an Cebrail'e Ne Kadar Zamanda İndi?
Kur'an, Hiç Kimsenin Kendisine İman Etmesine Muhtaç
Değildir
En Güzel İsimler Allah'ındır. Biri Diğerinden Üstün
Olabilir
Doksan Dokuz İsmin En Büyüğü Allah'dır
Geceleyin De Sesli Okumak Gerekir Mi?
Hastalık Ve Fakirliği Kaldıran Dua
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
1- Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye
bir gece kulunu Mescid-i Haranızdan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah, her eksiklikten münezzeh- | tir! O gerçekten işitendir, görendir.
2- Biz Musa'ya Kitab (Tevrat) ı verdik ve onu İsrailoğul-Ian'na; «Benden başkasını vekil edinmeyin» diye hidayet rehberi kıldık.
3- Ey Nuh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin soyu! Kuşkusuz ki o (Nuh) çok şükreden bir kuldu.
4- Kitapta İsrailoğulları'na şu hükmü verdik: «Muhakkak ki siz yeryüzünde iki kez fesat çıkaracaksınız ve büyük bir kibirle kibirleneceksiniz!»
5- Onlardan ilkinin zamanı geldiğinde üzerinize oldukça kuvvetli olan kullarımızı gönderdik. Onlar evlerin arasında (sokaklarda) dolaşarak sizleri aradılar. Bu, yerine getirilmiş bir va'd idi.
6- Sonra onlara karşı size tekrar galibiyet verdik. Servet ve oğullarla gücünüzü artırdık. Sayıca sizi daha çok kıldık.
7- İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük ederseniz yine kendinize kötülük etmiş olursunuz. Artık sonuncu va'd (cezalandırma) geldiğinde yüzlerinizi kara etsinler,
daha Önce girdikleri gibi, yine mescide (Kudüs'e) girsinler ve ele geçirdikleri her şeyi tahrip etsinler diye (başınıza öyle kullan musallat edeceğiz).[1]
Bu sureye aynı zamanda, «Beni İsrail» veya «Sübhan» Suresi de denilmektedir. İbn Merduveyh'in İbn Abbas'tan ve İbn Ztibeyr' den rivayet ettiğine göre, Mekke döneminde nazil olmuştur. Surenin tüm ayetlerinin Mekkî olduğu görüşü cumhura aittir. «Gun-yan»m sahibi bu hususta iGma olduğunu söylemiştir.
Bazı alimler, (26, 32, 33, 57, 73 ve 80.) ayetlerin Medine döneminde nazil olduğunu söylemişlerdir. Surenin ayetleri cumhura göre 110, Kufelilere göre ise 111 ayettir. İmam Ahmet ile Tirmizi'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiklerine göre, Hz. Peygamber bu sure ile Zümer Suresi'ni her gece okurdu.
İbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: «İsra, Kehf, Meryem, Taha ve Enbiya sureleri ilk inen şerefli surelerdendir. Onlar benim öğrendiğim ilk surelerdendirler. Aynı zamanda bu surelerin peşpeşe gelmesinin nedeni de budur». (Buhari, İbn Durays, İbn Merduveyh)
Celâleddin Suyutî, îsra Suresi ile Nahl Suresi arasındaki münasebeti açıklarken şunları söylüyor: «Bu sure ile Nahl Suresi arasındaki münasebet şudur: Cenab-ı Hak, Nahl Suresi'nin son ayetinde şöyle buyurmaktadır: «Ancak Cumartesi, onun hakkında ihtilâfa düşenlere farz kılındı». Bu surede ise Cenab-ı Hak, Cumartesi ehline Tevrat'ta göstermiş olduğu düzeni zikretmektedir».
îbn Cerir, îbn Abbas'tan şunları rivayet etmektedir:
«Tevrat'ın tamamı, İsra Suresi'nin onbeş ayetindedir. Cenab-ı Hak Tevrat'ta İsrailoğulları'nm isyanını, fesad çıkarmalarını, mescidlerinin tahrib edilmiş olduğunu ve insanları Hz. Muham-med'in aleyhine kışkırttıklarını, onü Medine'den çıkarmaya teşebbüs ettiklerini ve ondan ruhun mahiyetini sorduklarını zikretmektedir. Sonra Cenab-ı Hak İsra Suresi'rii Hz. Musa'nın dokuz mucizesi ve Firavun'a olan hitabıyla sonuçlandırmaktadır. Yine Cenab-ı Hak, Firavun'un İsrailoğullan'nı Mısır'dan çıkarmak istediğini, fakat bu isteği sonucunda helak olduğunu, bunun ardından da İsrailoğulları'nm, Firavun'un servetine mirasçı olduklarını haber vermektedir. Bu bir tarizdir ki, Firavun'a isabet eden şey, Hz. Muhammet'e (s.a) karşı gelen bu yahudüere de isabet edecektir. Yani Firavun, Hz. Afusa ve yandaşlarının başına ne getirmek istediyse, Medine ve civarındaki yahudiler de Hz. Muhanımed'in (s.a) başıha aynı şeyleri getirmek istiyorlardı. Bu surenin başında Mes-cid-i Aksa'nm tahrip kıssası olduğundan dolayı, sure Rasûl-ü Ekrem'in, gecenin çok küçük bir bölümünde, Allah'ın izniyle Mes-cid-i Haram'dan etrafı mübarek kılınmış olan Mescid-i Aksa'ya götürülmesi (İsra) hadisesinden söz edilerek başlamaktadır. Ki böylece Kudüs'ün,- Rasûl-ü Ekrem'in oraya ayak basmasıyla birlikte yeniden şereflendirildiği ve daha önceleri yapılmış olan tahribatın da tamir edildiği belirtilmiş olsun».
Bu surenin kelimeleri 1533'tür. Harfleri Hazin'e göre 6460, Tenvir'ul Mikbas'a göre 6400'dür.[2]
(1) «Kendisine ayetlerimizden bir kısmım...»Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet, İsra hadisesini ortaya koyan tek ayettir.
«Subhan» kelimesi isimdir veya «Sebbeha» fiilinin masdandır ve «Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih et!» anlamındadır.
«İsra» kelimesi gece yürüyüşü demektir. Leys, gecenin ilk sa-t atlerinde yürümek ile ilgili olarak Esra fiilinin kullanıldığını, gecenin sonunda yürümek ile ilgili olarak da sera fiilinin kullanıldı-ğını söylemektedir. İsm-i faili cumhura göre umum ifade eder ve ne geceye ne de gündüze tahsisi yoktur.
Ayette Hz. Peygamber hakkında, «Abd» (Kuİ) kelimesi kullanılmıştır. Çünkü onun Allah'a yaptığı ibadetler katışıksızdı. Bu hususta kâmildi. Ubudiyet, ariflerin de dedikleri gibi vasıfların en şereflisi, mertebelerin en yücesidir. Mahluklar bu mertebe ile iftihar ederler. Meselâ bir şair şöyle demiştir:
«Bana sadece» «Leylâ'nın kulu» de!
Çünkü bu isim benim için isimlerin en yücesidir».
Ebu'l-Kasım Süleyman el-Ensarî şöyle der:
«Hz. Peygamber yüce derecelere, yüksek mertebelere çıktığında, Allah ona; «Ey Muhammedi Seni neyle şereflendireyim?» dedi. O da, «Beni ubudiyetle zatına nisbet etmekle şereflendir» deyince, Allah Teâlâ bu ayeti nazil etti».
Bir hadiste, «Bana Allah'ın kulu ve rasûlü deyin» diye buyu-rulmuştur.
Bazı müfessirler burada «abd» (kul) kelimesinin kullanılıp, «Habib» (sevgili) kelimesinin kullanılmamasını müslümanlann Hz. Peygamber hakkında _ aşırılığa başlamamaları nedeniyle açıklamışlardır. Nitekim hıristiyanlar Hz. İsa hakkında aşırılığa kaçmışlardı.
Bazı müfessirler Allah Teâlâ'ya işaret eden gaib zamirinin Hz. Peygamber'den başka hiç kimseye isnad edilmediğini söylemişlerdir.
«El-Mescid'uLHaram», Kabe'nin etrafında ve avamın havassı tarafından görülen mesciddir. Çünkü Hz. Peygamber gece yolculuğuna çıkartıldığında Mescid-i Haram'ın odalarından birinde bulunuyordu.
Buharı, Müslim, Tirmizi ve Neseî, Enes b. Malik kanalıyla Hz. Peygamber'den şöyle rivayet etmektedir:
«Ben Hicr'de (başka bir rivayette hatimde) uyku ile uyanıklık arasında iken, bana bir zat geldi. Şuramı (gırtlağının altındaki göğüs başına işaret etti) şurama kadar (göbeğine işaret etti) yar-- di. Kalbimi çıkardı, yıkadı, yerine koydu. Sonra bana katırdan küçük, merkepten büyük bir binek getirildi. Bembeyazdı. İsmi Bu-rak'tı, Ona bindim». .
Bazı rivayetlerde ise şöyle bildirilmektedir:
«Hz. Peygamber'e Cebrail ile Mikâil beraber gelmişlerdi. Peygamber (s.a), onlar geldiğinde amcası Hamza ile Cafer'in arasında, Hicr-i İsmail'de uzanmış yatıyordu. Melekler onu alarak, Zemzem kuyusuna vardılar. Onu sırtüstü yatırdıktan sonra Cebrail, göğsünü başından sonuna kadar alet olmaksızın açtı. Kan akmıyordu. Hz. Peygamber, bir acı duymuyordu. Sonra Cebrail, Mikâil'e: «Bana Zemzem suyundan bir leğen doldur, getir» dedi. Mikâil de o suyu getirdi. Cebrail Hz. Peygamber'in kalbini çıkardı, üç kez yıkadı. Sonra yerine koydu. îman ve hikmetle doldurmuştu. Üzerine kudret mührünü vurdu. Sonra onu mescidin kapışma götürdü ki Burak orada durmaktaydı. Eğerliydi, gemliydi. Hz. Peygamber ona bindi.
Bu rivayete göre Hz. Peygamber'in «İsra»ya. giderken, «Hicr» de olduğu rivayetiyle, «Zemzem ile makam arasında» bulunduğu rivayeti çelişmemektedir.
Bazılarına göre, Mescid-i Haram ile Mekke'nin sınırlan (yani Mekke'nin 20 - 30 km"Iik çevresi) kastedilmektedir. Çünkü bu sınırlar haram topraklar olarak kabul edilmektedir. Bu sınırlara, Mescid-i Haram da denilmiştir. Çünkü Mescid-i Haram da bu sınırların içindedir. Haram'o. Mescid-i Haram denilmesinin nedeni, oranın her yerinde secde edilebilir olması Ve her noktasının mahremiyet mânâsı arzetmesidir.[3]
Bu olay, bütün hadis kitaplarında ayrıntılarıyla anlatılmış, îs-lâm'ın ulaştığı her yerde sahabiîerden rivayet edilmiştir. Bu noktadan, bu olay mütevatir bir mahiyet arzeder.
Nakkaş, Miraç hadisim rivayet eden yirmi sahabi adı saymıştır.
Sahih-i Buhari'de Enes b. Malik'ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Bana uzun boylu, merkepten büyük, katırdan alçak olan bir binek getirildi. Gözün görebildiği en son noktaya kadar atım atabilecek evsaftaydı. Ona Beyt'uUMakdis'e gelinceye kadar bindim. Onu peygamberlerin bineklerini bağladıkları halkaya bağladım ve sonra mescide girdim. Orada iki rekât namaz kıldıktan sonra, mes-cidden çıktım. Cebrail bana iki kab getirdi. Biri şarap diğeriyse süt doluydu. Ben sütü seçtim. Cebrail bana, «Sen fıtratı seçtin» dedi. Sonra beni göğe götürdü». (Bu hadisin devamı Buhari ve Müslim'de vardır).
Buhari ve Müslim'de olmayıp, Acurî ve Semerkandi tarafından rivayet edilen hadislerden biri de Ebu Said el-Hudri'den gelmektedir.
Mezkûr ayeti okuduktan sonra Ebu Said el-Hudri Hz. Peygamber'in yolculuğa çıkartıldığı geceden kendilerine bahsederek, şöyle dediğini söyledi:
«Bana bir binek getirildi. Binekten daha çok katıra benziyordu. Daima sallanan iki kulağı vardı. O peygamberlerin binmiş olduğu Burak'tı. Ona bindim ve yola çıktım. Ayakları gözlerin görebildiği en son noktaya kadar uzanıyordu. Sağımda, «Ey Muhammedi Biraz durur musun? Sana bazı sualler sorayım» diye bir ses duydum. Ben yola devam ettim, ona yönelmedim. Bu sefer solumdan gelen bir ses, «Ey Muhammedi Biraz durur musun?» dedi. Ben yine yoluma devam ettim, ona yönelmedim. Sonra Önüme, dünyanın ziynetlerini takınmış ve ellerini havaya kaldırmış bir kadin çıktı ve bana, «Biraz bekler misin? Sana bir şeyler soracağım» dedi. Ona da yönelmedim. Sonunda Beyt'ul-Makdis'e geldim. Hayvandan indim. Onu peygamberlerin bineklerini bağladıkları kulpa bağladım. Sonra mescide girerek, orada iki rekât namaz kıldım. Cebrail bana; «Ey Muhammedi Ne işittin?» diye sordu. Dedim ki sağımdan, «Ey Muhammedi Biraz durur musun? Sana bazı sualler sorayım» diye bir ses işittim. Ama ben yoluma devam ettim ve ona yönelmedim. Cebrail, «O, yahudilerin münadisiydi. Eğer 'durmuş olsaydın, ümmetin de yahudileşirdi» dedi. Hz. Peygamber, sol tarafından da aynı sesi işittiğini söyleyince, Cebrail, «O da hıristi* yanların münadisiydi. Eğer dursaydm, senden sonra senin ümmetin de hıristiyanlaşırdı» dedi. Hz. Peygamber daha sonra önüne çıkan kadmdan bahsetti ve ona da yönelmediğini söyledi. Cebrail, «O dünyadır. Eğer dursaydm dünyayı ahirete tercih etmiş olur. dun» dedi. (Hz. Peygamber devamla şöyle anlatıyor:)
Sonra bana iki kap getirildi. Birinde süt, diğerinde şarap vardı. Bana denildi ki; «Al bunlardan birini iç! Hangisini istiyorsun?» Ben sütü aldım ve içtim. Cebrail bana; «Sen fıtratı seçtin. Eğer şarabı seçmiş olsaydın, ümmetin senden sonra sapıtacaktı» dedi. Sonra insanoğullarınm ruhları kendisinde yücelen bir miracı bana getirdiler. Öyle ki gördüklerimin hepsinden daha iyiydi. Bakmaz mısınız, insan sekeratta iken gözünü dikip ona bakar? Böylece o bizi yücelere doğru götürdü. Birinci göğün kapışma vardığımızda Cebrail, «Kapıyı açın» dedi. «Sen kimsin?» diye sordular. O, «Ben Cebrail'im» deyince onlar, «Yanındaki kim?» diye sordular. Cebrail; «Yanımda Muhammed var» deyince onlar, «Muhammed peygamber olarak gönderildi mi?» dediler. Cebrail; «Evet, gönderildi» deyince, kapı açıldı ve bana selâm verdiler. Orada göğsü koruyan meleği gördüm. îsmi İsmail'di. Beraberinde yetmişbin melek vardı. Her birinin yanındaysa yüzbin daha vardı.
Hz. Peygamber (s.a) bunları söyledikten sonra, «Rabbinin askerterini ondan başkası bilemez» ayetini okudu. (Daha sonra Hz. Peygamber şöyle devam etmiştir:)
Sonra beşinci göğe vardım. Baktım ki îmran'ın oğlu Harun oradadır. Kavmi tarafından sevilen Harun... Onun etrafında ümmetinden birçok kimseler gördüm. (Hz. Peygamber bu meyanda Harun'un özelliklerim şöyle belirtti):
«Sakalı çok uzundu. Neredeyse göbeğine varıyordu.
Sonra orada Hz. Musa'yı gördüm. Bana selâm verdi ve sevindi.
Hz. Peygamber, Hz. İsa'yı da gördüğünü söyleyerek onu şöyle tasvir etmiştir: «Çok gür saçlı biriydi. Eğer onun sırtında iki gömlek olsaydı, yine de Jcıîlan dışarı çıkardı». »
Bir rivayette, Mirac'a çıktığı zaman Hz. Peygamber'in Ebu Talib'in kızı Fahite veya Hind Ümmühani'nin evinde bulunduğu kayıtlıdır.
Neseî, îbn Abbas'tan, Ebu Ya'la Müsned'inde, Tabarani, Mu'-cem'ul-Kebir'inde Ümmühani hadisini şöyle rivayet etmektedir.
«Hz. Peygamber yatsı vaktinden sonra Ümmühani'nin evinde uyuyordu. Oradan Mirac'a çıkarıldı. Aynı gece dönüş yaptı. Ümmühani'ye hadiseyi anlatarak şöyle dedi: «Bana peygamberler göründü. Onların önünde namaz kıldım».
Daha sonra Hz. Peygamber, Mecsid-i Haram'a gitti ve bu olayı Kureyşlilere anlattı. Kureyşlüerden bazıları hadiseyi çok mübalâğalı gördükleri için el çırpıyorlardı. Bazıları da elini başına koyup, inkâr ediyordu. Nitekim bazı müminler bu yüzden irtidaf.
etmişlerdi. Bazı kimseler Hz. Ebubekir'e giderek onu bu hadiseden haberdar ettiler, Hz. Ebubekir ise, «Eğer Muhammed söyle-misse, doğrudur» dedi. Onlar, «Yani sen onu bu hususta da mt tasdik ediyorsun?» dediklerinde Hz. Ebubekir «Ben onun bundan daha uzak görünen şeylerini bile kabul ediyorum. Ben onun sabah-akşam göklerden getirdiği haberleri tasdik ediyorum» diye cevap verdi. [4]
İşte bu olaydan sonra Hz. Ebubekir'e «Sıddık» lâkabı verilmiştir.
Kureyşlüerin içinde, Beyt'ul-Makdis'i (Kudüs'ü) bilenler vardı. «Peki» dediler: «Madem ki sen Kudüs'e gittin. O halde bize Kudüs'ün Özelliklerini anlat», Kudüs Hz. Peygamber'in gözlerinin önüne getirildi, Hz. Peygamber de Kudüs'e bakarak onlara Kudüs'ün özelliklerini, kapı ve pencerelerini, duvarlarım, mihrabını. tavan ve tabanım, her şeyini bir bir anlattı. Onlar «Muhammed bu hususta isabet etti» dedikten sonra, «Bizce mühim olan deve kervanımızdan bize haber ver. Peki onları da gördün mü?» diye sordular. Hz. Peygamber şöyle dedi:
«Evet, ben filan kabileye ait kervanın yanından geçtim. Kervan er-Ravga denilen yerdeydi ve hatta develerini kaybetmişler, onu arıyorlardı. Onların yüklerinin arasında su dolu bir çanak vardı. Ben de susamıştım. Onu alarak suyu içtim ve olduğu gibi tekrar yerine koydum. Döndükleri zaman kervandakilere sorun acaba, su çanakta mıydı?»
Kureyşliler, «Bu bir alâmettir» dediler.
Hz. Peygamber şöyle devam etti:
«Ben filan kabilenin kervanının yanından da geçtim. Falan, falan kimseler vardı. Onların bindikleri develer benden ürktüler. O ikisine bu durumu sorun!»
Kureyş, «Bu da bir alâmettir» dedi ve sonra Hz. Peygamber'e kervandaki azık ve yüklerin mahiyetlerini sordular. Kervan, Hz. Peygamber'in gözünün önüne getirildi. O da onlara tüm bunların cevabım verdi:
«Kervan filan gün güneşin doğusuyla birlikte gelecektir. İçinde su şu adamlar vardır. Kervanın önünde kül renkli bir deve var-dır. Sırtında ise dikilmiş iki çuval bulunmaktadır».
Kureyşliler, «Bu da başka bir alâmettir» diyerek o gün kervanı karşılamak üzere es-Seniyye denilen yere çıktılar. Güneşin doğuş zamanım beklediler. Güneş doğduktan sonra kervan gelmezse, peygamberi yalanlayacaklardı. İçlerinden biri, «İşte güneş doğdu» dedi. Başka biri de, «İşte kervan da geldi. Kül renkli deve önde, aralarında Muhammed'in sözünü ettiği kimseler de vam dedi. Ancak onlar buna rağmen iman etmeyerek, «Bu apaçık bir sihir-dir» dediler. Allah onlara lanet etsin, ne zaman anlayacaklar?
Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre, Ümmühani şöyle demiştir: «Hz. Peygamber'in yatakta olmadığını görünce meraklandım. Oysa benim yanımda uyuyordu. Kureyşlilerden bazılarının onu alıp götürmüş olacaklarından korktum».
Deniliyor ki; o gece Abdulmuttalib oğullan Hz. Peygamber'! aramak üzere yola çıktılar. Hz. Abbas, Zi Tuva denilen yere kadar gitti ve «Ya Mukammed, ya Muhammedi» diye bağırdı. Hz. Peygamber (s.a) ona cevap verdi. Abbas, «Neredesin ey yeğenim! Kavmini yorgun düşürdün» dedi. Hz. Peygamber (s.a), Beyt'ul-Makdis'e gittiğini söyleyince, Abbas «Bu gece mi?» diye sordu. Hz. Peygamber,«Evet, bu gece» dedi. Abbas: «Oğlum! Sana hayrdan başka bir şey isabet etti mi?» diye sorunca (Delirdin mi? demek istiyor), Hz. Peygamber, «Bana hayrdan başka bir şey isabet etmedi» dedi. [5]
İsra'nın Ümmühani'nin evinden mi, Mescid-i Haram'dan mı başladığı ve İsra'nın hangi yılda olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.
Nevevî, İsra olayının nübüvetten 10 yıl 3 ay sonra vuku bulduğunu söylemektedir.
El-Feteva'da, nübüvvetin 5 veya 6. yılında vuku bulduğu belirtilmektedir.
Şifa'nın şerhinde, İsra olayının nübüvvetin 12. yılında meydana geldiği kesin bir şekilde tesbit edilmiştir.
İbn Hazm, bu hususta icma olduğunu söyleyerek, Fetava'daki görüşü kabul etmiştir. Şöyle ki:
«Hz. Hatice beş vakit namaz kılmadı ve hicretten 3 yıl önce vefat etti».
Bazılarına göre İsra, hicretten bir yıl beş ay önce vaki olmuştur. Bazıları ise bir yıl üç ay Önce demişlerdir.
Şerik Ebi Nemire, «İsra Hz. Peygamber'e vahiy gelmezden önce olmuştur» demişse de, birçok alim, Şerik'in hatalı olduğunu söyleyerek onu tenkid etmişlerdir.
Hafız Abdullah, «eUCem' beyne's-Sahiheyn» adlı eserinde Şerik'in bu hususla ilgili hadisini uzun uzun naklettikten sonra; «Bu hadis, bu lafızla Şerik'in Enes'ten gelen rivayetidir. Onda bilinmeyen fazlalıklar vardır. Bu lafızlar sadece bu hadiste vaki olmuştur» der.
Bazı muhaddisler, İsra hadisini Enes'ten rivayet etmişlerdir. Nitekim İbn Şihab, Sabit el-Bunanî, Katade gibi meşhur imamlar da bunların arasındadır. Ancak bunların hiçbirinde, Şerik'in rivayetinde sözü edilen şeyler mevcut değildir. Zaten Şerik aynı zamanda hadis hafızı da değildir.
İsra'nın hangi ay ve hangi gecede vuku bulduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Nevevî, «Fetava» da İsra'nın «Rebiulevvel» ayında vaki olduğunu söylerken, Müslim şerhinde Kadı İyaz'a uyarak, İsra'nın «Rebiulahir» ayında vuku bulduğunu söylemiştir. Re-ceb ayında vuku bulduğu da öne sürülmüştür.
Bazıları «Ramazan» bazıları «Şevval» ayında vuku bulduğunu söylemişlerdir.
İbn Mulakkin'in Vakidi'nin rivayetinden naklettiğine göre, İsra cumartesi günü, ayın 27. gecesinde vuku bulmuştur.
Bazıları ise cuma gecesi vuku bulduğunu; zira cumanın da, İsra'nın da faziletli olduğunu söylemişlerdir. Ancak Cebrail, Hz. Peygamber'e İsra gecesini takip eden ilk günde Öğle namazını Öğretmek için kıldırmıştır. Eğer İsra cuma gecesi vuku bulsaydı, onun farzı öğle namazı değil cuma namazı olurdu. Bu görüşü Mu-hammed b. Ömer es-Sefirî öne sürmüşse de bunda nazar vardır. El-Umerî Zatuşşifa şerhinde «Cuma ve cenaze namazları beş vakit namazdan sonra farz oldun demiştir.
en sahih görüş, İsra'nın pazartesi gecesi olmasıdır». îbn'ul Münzir de bu görüşe katılmıştır.
Bazı kimselere göre, İsra Rebiülevvel ayının yedinci gecesinde vuku bulmuştur. Hz. Peygamber (s.a) o zaman 51 yaşında (51 yıl, 9 ay, 28 gün) idi (el-Bahr'dan naklen).
El-Minhac şerhinde Allame Ibn Hacer el-Mekkî şöyle demektedir:
«Cuma namazı Mekke döneminde farz oldu. Fakat adet tam olmadığından veya cuma ancak açık olarak kılınabileceğinden Mekke'de cuma namazı kılınmamıştır. Hz. Peygamber (s.a) Mekke'de iken, Medine'de cumayı ilk kıldıran kimse Esad b. Zürare' dir. O; «Medine'den bir mil uzakta bulunan bir köyde ilk cuma namazını kıldık» demiştir.
Ed-Dumeyrî, İbn'ul-Esir'den şöyle rivayet etmektedir: «Bence
El-Cürmî(den nakledildiğine göre, îsra Rebiülahir ayının 27' sinde vuku bulmuştur.
Es-Sefirî'nin cumhurdan rivayet ettiğine göre, îsra gecesi gecelerin en efdalidir. Hatta bazı alimlere göre bu gece, Kadir gecesinden bile üstündür. Bazı alimler Kadir gecesinin ümmete nispeten, İsra gecesinin ise Hz. Peygamber'e (s.a) nisbeten efdal olduğunu söylemişlerdir.
Ancak bu görüş reddedilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber'e nispeten efdal olan, ümmetine nispeten de efdaldir. Bu bakımdan bu gece (îsra gecesi) en efdal gecedir. Ne var ki, İsra gecesinde bir ibadet teşrii kılınmış değildir. Oysa Kadir gecesinde Kıyamet'e değin ibadet esası vardır. [6]
îsra olayının Hz. Peygamber (s.a) uyku halinde iken mi, yoksa uyanıkken mi vuku bulduğu hususunda ihtilaf edümiştir.
Hasan Basri'ye göre İsra olayı Hz. Peygamber uyku halindeyken vuku bulmuştur. Nitekim Hz. Aişe ile Muaviye b. Ebi Süf-yan da aynı görüştedirler. Ancak Bahr'do, yer aldığına göre bu görüşün Hz. Aişe'ye isnadı sahih değildir. Çünkü Hz. Aişe İsra olayı vuku bulduğu dönemde küçük bir kızdı ve Hz. Peygamber'in ha-nımı da değildi. Muaviye ise o dönemde iman etmemiş olup, kâfirdi.
İsra'nın uyku halinde vuku bulduğuna dair delil, şu ayettir: «Sana gösterdiğimiz o rüyayı insanları'denemek için yaptık». (İsra: 60)
«Rüya» kelimesi Uyku'ya, mahsus bir durumdur. Şerik'in rivayet ettiği hadiste de bunu destekleyen rivayetler vardır. Ancak cumhur-u ulema İsra'nm ruh ve bedenle uyanıklık halinde iken meydana geldiği görüşündedir. Çünkü «Rüya» kelimesi «uyanıkken görmek» anlamında da kullanılmıştır.
Vahidî, bu ayetteki rüyanın uyanıklık halindeki bir rüya olduğunu söylemiştir. Şerik'in rivayet ettiği hadise ise güvenile-mezîmam Nevevî, Şerik'in rivayetindeki, «Hz. Peygamber uyku halinde iken İsra vuku bulmuştur» şeklindeki sözü hakkında şöyle demektedir:
«Şerik'in rivayetinin bir yerinde, «Ben uyku ile uyanıklık arasında iken Kabe'nin yanında bulunuyordum» denilmiş olması nedeniyle bazı kimseler, bunu «îsra, uyku halindeki rüyadır» görüşüne delil almışlardır. Fakat burada delile mesned olabilecek bir şey yoktur. Belki bu, meleğin Hz. Peygamber'in yanma geldiği ilk dakikalarda idi. Nitekim hadiste, olayın rüya halinde olduğuna delâlet eden bir şey yoktur. Cumhura göre bu olay ruh ve bedenle uyanıklık halinde iken vuku bulmuştur. Zaten bu olay uyku halinde gerçekleşmiş olsaydı, Kureyş kâfirleri bu olay karşısında şaşkınlığa düşüp, bunu muhal saymazlardı. Çünkü bir insan uyku halindeyken kendini göklerde görebilir, doğudan batıya gidebilir. Hiç kimse de bunun muhal olduğunu öne sürmez. Üstelik «Abd» (kul) kelimesi ruh ile bedeni birlikte içeren bir kelimedir. Nitekim ayette «Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir» buyurulmaktadır.
Kadı Ebubekir ile Begavi'nin de içinde bulunduğu bir grup, İs-ra'nın uyku halinde vuku bulduğunu söyleyen alimleri tasdik etmektedirler. Ancak onlar karşı görüşte olanları da (yani uyanıkken vuku bulduğunu söyleyenleri de) tasdik ederler. Her iki görüşü de tasdik (tashih) etmelerinin nedeni, İsra'nm iki kez vuku bulduğuna (Biri peygamberlikten önce, diğeri de sonra) inanmış olmalarıdır. İsra, Hz. Peygamber'in (s.a) ruhunu beşer gücünün tahammül edemeyeceği bir olaya alıştırmak, ona bu hadiseyi kolaylaştırmak için geceleyin vuku bulmuştur. Nitekim îsra Sure-si'nin 60. ayeti de buna işaret etmektedir. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) nübüvveti akabinde ruh ve bedeniyle İsra'ya gitmiştir. El-Keşte «îşte hak budur. Ancak bu şekilde rivayetlerin arası telif olunabilir» demektedir.
El-Mazerî, Müslim şerhinde dördüncü bir görüş öne sürmek-te ve bununla zahirde birbiriyle çelişen rivayetleri telif etmeye çalışmaktadır. O, şöyle demektedir:
«Hz. Peygamber'in İsra olayı, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar uyanıklık (yakaza) halinde iken vuku bulmuştur. Bu, gözüyle gördüğü bir rüyadır. Daha sonra-Hz. Peygamber'in şerefli ruhunun Mescid-i. Aksa'dan yücelere çıkışı, kalbî nazarla olmuştur. Bu yüzden kâfirler ilk kısma itirazda bulunmuşlarsa da ikinci kısma itirazda bulunmamışlardır. Yani kâfirler îsra'ya itiraz etmişler ve fakat Mirac'a itira2 etmemişlerdir.
Ekseri ulemaya göre, Miraç da İsra gibi ruh ve bedenle olmuştur. Buna, gökleri yırtmak ve yırtılan yeri tekrar perçinlemek gerekir tarzında muhaldir denilemez. Çünkü onların bu muhali-yet için öne sürdükleri delil, örümcek ağından daha çürüktür. Ayette Hz, Peygamber'in İsra olayında herhangi bir şeye bindiğinden bahsedilmemektedir. Ancak rivayetlerde Hz. Peygamber'in îsra'ya Burak üzerinde gittiği sabittir.
«Mescid-i Aksa» ile Beyt'ul-Makdis kastedilmektedir. Bu mescide «Aksa» (uzak) denilmesinin nedeni Hicaz'a nisbeten uzak olmasıdır. O en uzak mesciddi. Ziyaret edilen Mescid-i Haram'a nisbeten de en uzak olan mesciddir. Çünkü Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa arasında 40 gecelik bir mesafe vardır.
Bazı alimlere göre, onun arkasında daha başka bir ibadet yeri olmadığı için en uzak mescid denilmiştir.
îbn Atiyye, el-Aksa ile isnı-i tafdil sığasının değil de sadece uzaklık anlamının kastedilebileceğini söylemiştir. Zira Beyt'ul-Makdis haddizatında ziyaretçilere de uzaktı.
Bazıları ise el-Aksa ile, kir ve habis şeylerden en çok uzak bulunan yer anlamının kastedildiğini iddia etmişlerdir. [7]
Cebrail'in Hz. Peygamber'i (s.a) İsra'ya götürürken Rasûlul-lah'in Burak'a binip binmediği hususunda da ihtilaf edilmiştir.
Bazı kimselere göre, Cebrail Hz. Peygamberin terkisine binmiştir. Ancak sahih görüş binmediği, belki onun rikâbını tuttuğu, Mikâü'in de Burak'ın başım çektiği şeklindedir.
Hz. Peygamber'in göklere Burak ile çıkıp-çıkmadığı ihtilaf konusu olmuştur.
Bazı müfessirlere göre, Hz. Peygamber Burak ile göklere çıkmıştır. Ancak sahih olan görüş, Hz. Peygamber'in önüne Mirac'ın konulduğu ve onun da böylece Mirac'a çıktığıdır.
Bu mesele ile ilgili olarak uydurulan en meşhur yalanlardan biri de şudur:
«Hz. Peygamber (s.a) Beyt'ul-Makdis'teki taşın üzerine çıkıp, semaya yükselmek istediği zaman, Burak'a bindi. Taş Hz. Pey-gamber'e yönelip ona yetişebilmek için göğe doğru yükseldi. Fakat melekler taşı tuttular. Taşın bir tarafında, Hz. Peygamber'in mübarek ayağının izi vardır. Bir tarafmda ise meleklerin parmak izleri. Bu taş boşlukta durmaktadır. Onun, gökleri her taraftan tutan Allah'tan başka tutanı da yoktur».
Bu yalan, halen cahil kimselere göre, adeta olmuşcasma kabul görmektedir. Nitekim hac farizasını ifa etmek üzere gittiğimizde, Mescid-i Aksa'yı da ziyaret etmiştik. Bize oyulmuş bir taş göstererek onun o boşlukta duran taş olduğunu söylediler. Oysa taşın altında duvar ve toprak vardı. [8]
El-Alâî, tefsirinde şöyle demektedir:
«Hz. Peygamber'in (s.a) îsra gecesinde beş bineği vardı. Birincisi Burak'tı ve Hz. Peygamber ona Beyt'ul-Makdis'e kadar binmişti. İkincisi Mirac'tı onunla birinci semaya kadar yolculuk yapmıştı. ÜçÜTicüsü yedinci semaya kadar yolculuk yaptığı meleklerin kanatlan dördüncüsü yedinci semadan Sidret'ul-Munteha'ya kadar yolculuk yaptığı Cebrail'in kanadı, beşincisi ise, Sidret'ul-Münteha' dan Kab-ı Kavseyni'ye kadar yolculuk yaptığı Refref'lerdir.
Muhtemelen, «Binmek»teki hikmet, Hz. Peygamber'in (s.a) kerametini izhardır. Aksi takdirde Allah Teâlâ, onu dilediği yere göz açıp kapamaktan daha az bir sürede bineksiz götürmeye muktedirdir.
Bazı müfessirlere göre, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadarki mesafede sadece Burak vardı. Mescid-i Aksa'dan Allah'ın izin verdiği yere kadarki mesafe için de Miraç vardı.
Hz. Peygamber'in çıkılacak on noktası vardı. Yedisi gökler, sekizincisi Sidret'ul-Munteha, dokuzuncusu kalemlerin seslerinin işitildiği Musteva, onuncusu ise Arş'tı. En doğrusunu Allah bilir.
Bu konudaki garip rivayetlerden biri de el-Keşfiyye taifesinden şu işittiğimdir. Mesuliyet ravinin boynuna olsun!
«Ruhun iki cesedi vardır. Biri, gayb âlemindeclir ve lâtiftir.
Unsurların orada bir etkisi yoktur. Diğeri, şehadet âlemindedir ve kesiftir. Elementlerden müteşekkildir. Hz. Peygamber (s.a) Mi-rac'a gittiği zaman unsurlardan oluşan cesedinin tüm elementlerini yeryüzüne bıraktı. Kamer feleğine vanncaya kadar tüm unsurları atmıştır. Beraberinde kalan sadece lâtif cesediydi. İşte Hz. Peygamber bu lâtif cesedle Allah'ın dilediği yere kadar gitmiştir. Sonra Hz. Peygamber geri geldiğinde yeryüzünde bıraktıklarının tümü kendisine döndü. Yine biraraya gelmiş ve hiçbir unsur kendisinden ayrılmamış oldu.»
Hayatım adına yemin ederim ki bu söz bir hurafeden başka bir şey değildir, ne şer'an ne de aklen hiçbir mesnedi de yoktur.[9]
Zahire göre Hz. Peygamber'in gidip-geîmede katettiği mesafe normal uzunluğunda kalmıştır. Sa'lebî, tefsirinde, Burak'ın özellikleri bölümünde, bunu şöyle açıklamaktadır: «O bir vadiye geldiğinde ön ayakları uzar, arka ayakları kısalırdı, bir gediğe geldiğinde ise arka ayaklan uzar, ön ayakları kısalırdı. Mesafe oldukça uzaktı».
Hakaik'ui-Hakaik'te nakledildiğine göre, Mekke ile Allah'ın Hz. Peygamber'e vahyettiği yer arasındaki mesafe 300.000 senelikti. Bazıları bu mesafenin 50.000 sene olduğunu söylerken, bazıları da daha değişik rakamlar vermektedirler.
İsra meselesinde bazı fakih ve sûfilerin velilerin kerameti olarak tesbit ettikleri gibi, «Tayy-i Mekân» sözkonusu değildir. Hanefi alimler bunu tesbit ettiklerini iddia eden kimselerin cahil olduklarım söylemişlerdir. Bazı alimler ise bunu tesbit edeni tekti) fir etmişlerdir. Ancak tekfir için açık bir delil yoktur. Bu, Hz. Peygamber'in gece yolculuğuna çıkarılmasına gösterilen aşın ihtimamdan mütevellittir. Çünkü gece halvet ve hassaslaşma zamanıdır. Nitekim bir kral geceleyin huzuruna, sadece en yakınım çağırır. Nitekim Allah Teâlâ peygamberlerinin çoğunu geceleyin çeşitli mucizelerle şereflendirmiştir. Gece adeta gündüzün aslı gibidir.
İbn'ul-Cevzi şöyle der:
«Hz. Peygamber bir lâmba gibidir ve lâmba da ancak geceleyin yakılır. Yine o bir dolunaydır. Dolunay da geceleyin doğar.»
Mezkûr ayette Hz. Peygamber'in Mescid-i Aksa'nm içine girdiğine dair herhangi bir nass yoktur. Bu konudaki bilgileri sahih rivayetler getirmektedir.
Üstad Ahmed Mustafa el-Meraği, tefsirinde İsra ve Miraç ile ilgili olarak şunları.söylemektedir:
«Bu ayette zikredilen sadece İsra olayıdır. Miraç olayı ise burada sözkonusu edilmemektedir. Bunun açıklaması Necm Sure-si'nde verilecektir.» [10]
îsra olayının yeri, zamanı, ruh ve cesedle birlikte mi yoksa sadece ruhla mı vuku bulduğu hususlarında ihtilaf edilmiştir:
1. Bir grup alime göre, İsra Mescid-i Haram'da vuku bulmuştur. Diğer bir gruba göre, Ümmühani'nin evinde başlamıştır.
2. Alimlerin çoğuna göre İsra, ruh ve bedenle ve uyanıklık halinde vuku bulmuştur. Bu alimlerin delilleri şunlardır:
a) Ayetteki teşbih ve taaccüb ancak önemli durumlarda olur. Şayet İsra olayı uykuda vuku bulsaydı bu o kadar önemli bir durum sayılmazdı.
b) Eğer İsra uyku halinde gerçekleşseydi, Kureyşliler Hz. Peygamber'i yalanlamaya yeltenmezler, müslümanîardan bir grup da irtidat etmezdi. Nitekim Hz. Peygamber'e Ümmühani; «Bunu halka söyleme! Seni yalanlarlar» demez, Hz. Ebubekir de bunu tasdik ederek ortaya çıkmazdı. Çünkü Ebu Hureyre'den gelen bir hadiste, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu bildirilmektedir: «Kendimi Hîcr-i İsmail'de gördüm. Kureyş benden îsra'yı soruyordu. Beyt'ul-Makdis ile ilgili bazı şeyler sordular ki ben hepsini tam anlamıyla görmemiştim. Orada hiçbir zaman çekmediğim bir üzüntü içine girdim. Allah Teâlâ, Beyt'ul-Makdis'i kaldırıp gözlerimin önüne getirdi. Onların bana sorduklarına ,ona bakarak cevap veriyordum».
c) «Kulunu» ifadesi, İsra'nm ruh ve cesedîe olduğuna delâlet eder.
d İbn Abbas, îsra Suresi'nin 60. ayetindeki rüyayı Hz. Peygamber'e İsra gecesi gösterilen göz rüyası şeklinde yorumlamıştır.
e) Bu süratli bir şekilde cereyan eden olay, haddi zatında mümkündür. Nitekim Kur'an rüzgârların Hz. Süleyman'ı kısa zamanda çok uzak yerlere götürdüğünü bildirmektedir. Ayrıca Kur'an Hz. Süleyman'ın vezirlerinden Kitab'tan bir ilmin sahibinin Belkıs'ın Yemen'in en uzak noktasında bulunan tahtını Şam'ın en uzak yerine getirdiğini bildirmektedir. Öyle ki bu olay göz açıp kapayıncaya kadar olmuştur. Madem ki insanların bir kısmı için bu tür olaylar mümkün olabilmektedir, o halde hepsi için de mümkün olabilir.
3. îsra'nm ruhen vuku bulduğunu söyleyen alimlerin delilleri ise şunlardır:
a) Muaviye b. Ebi Süfyan'a İsra olayı sorulduğunda o İsra için, «Sabit bir rüya idi» demiştir.
(Ancak bu görüş, daha önce de belirttiğimiz gibi Muaviye'nin o zamanlar iman etmediği ve kâfir olduğu dikkate alınacak olursa zayıf düşer. Çünkü Muaviye'den böyle bir haber gelirse kabul edilmez).
b) Hz. Ebubekir'in ailesinden olan biri, Aişe'nin şöyle dediğini nakletmektedir: «Hz. Peygamber'in bedeni kaybolmuş değildir. Onun sadece ruhu götürüldü».
(Fakat bu görüş, Hz. Aişe'nin o dönemde küçük bir çocuk olduğu, Hz. Peygamber'in ise hanımı olmadığı düşünülecek olursa, geçerliliğini yitirir.)
C Hasan Basrî, İsra Suresi'nin 60. ayetinde geçen «Rüya» tabirini, «O uyku halinde görülmüş bir rüyadır» şeklinde yorumlamıştır. Nitekim İbn Abbas da rüya kelimesinin uyku halinde iken görülen rüyalara mahsusen kullanıldığını söylemiştir.
Ebu Cafer et-Taberî, şöyle demektedir:
«Bizim katımızda doğru olan görüş şudur: Allah Teâlâ, kulu Muhammed'i (s.a) Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kullarına nasıl haber vermişse öyle götürmüştür. Nitekim bu husustaki rivayetler, birbirlerini teyid etmektedir. Yani Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'i «Burak'a bindirerek onu Mescid-i Aksa'ya götürdü. Hz. Peygamber orada nebi ve rasullerin imamı olarak namaz kıldı. Allah Teâlâ ona ayetlerinden göstereceklerini gösterdi.
Hz. Peygamber'in bu yolculuğu bedeniyle değil, ruhuyla yaptığını iddia eden kimselerin bu sözüne bir anlam vermek mümkün değildir. Çünkü böyle olsaydı onun risaletine ilişkin delil olacak bir husus bu rüyada görülmez ve bu rüya onun risaletine hüccet de olmazdı. Üstelik müşrikler de bunu yalanlamaya kalkışmazlardı. Çünkü herkes rüya görebilir. Ayrıca Allah Teâlâ ayetinde, «Kulunu» tabirini kullanmaktadır, «Kulunun ruhunu» değil. Hiç kimseye Allah'ın sözlerini aşma yetkisi verilmemiştir. Ayrıca Hz. Peygamber'den rivayet edilen açık deliller, ardısıra gelen haberler, onun Burak adlı bineğe bindiğine delâlet ederler. Eğer İsra ruh ile olsaydı, Burak'a binmenin ne anlamı olabilirdi? Zira binekler sadece bedenleri taşır, ruhları değil!»
Kısaca özetlemek gerekirse cumhur-u ulemaya göre, Hz. Peygamber Mekke'den Kudüs'e ruh ve bedeniyle birlikte, Burak'a binerek gitmiştir. Mescid'in kapısına vardığında bineğini bağlamış, mescide girmiş ve onun kıblesinde «Tahiyyat'uLMescid» namazı olarak iki rekât namaz kılmıştır. Miraç olayından sonra, yine Burak'a binerek henüz gece iken Mekke'ye dönmüştür. [11]
Bazı alimler, Hz. Peygamber'in yedi kat göğe uyanıklık halinde, ruh ve bedeniyle birlikte çıktığını söyleyerek, şu iki delili öne sürmüşlerdir:
a) Isra ayeti bu konuda bir delildir. Çünkü ayette «kulunu» tabiri kullanılmaktadır. Bu tabir ise, ruh ve bedenin birlikteliğine delâlet eder. Bu bakımdan Isra'nın ruh ve bedenle birlikte vuku bulması gerekir.
b) Buharı, Müslim vb. Muhaddislerin sahih eserlerinde naklettikleri hadisler, Hz. Peygamber'in (s.a) Mekke'den Kudüs'e gittikten sonra oradan yüce göklere seyahat ettiğine, sonra Musteva' ya ulaşarak orada kalemlerin gıcırtısını işittiğine delâlet eder.
Bazı alimler ise, İsra'nın ruh ve bedenle olduğunu kabul ettikleri halde, Mirac'ın sadece ruhla olduğunu iddia etmişlerdir. Delilleri şunlardır:
1. Bu sınıra ulaşacak bir hız, aklen kabul edilemez.
2. Eğer bu sahih ise, mucizelerin en büyüğü sayılır. Fakat bu takdirde, mezkûr mucizenin insanlar toplanmışken vuku bulması gerekirdi ki herkes nübüvvet iddiasının doğru olduğuna açıkça kanaat getirebilsin. Hiç kimsenin göremeyeceği bir zamanda bu mucizenin vuku buluşu hikmet sahibi Allah'ın hikmetine uygun düşmediği gibi, bir anlamı da yoktur.
3. Bedenle ulvî âleme çıkmak, belirli tabakların üstüne varmak muhaldir. Çünkü orada, yani atmosferin dışında hava yoktur. Dolayısıyla canlı bir bedenin orada yaşaması, nefes alması mümkün değildir.
4. Miraç olayı aklen oldukça uzak birtakım unsurları muhtevidir. Meselâ:
a) Karnın yarılıp zemzemle yıkanması. Oysa su ile yıkanan şeyler maddi necaset mahiyetindedir. Kalpteki fasid inançlar, düşük ahlâk gibi manevî (mücerred) şeylerin temizliğinde bunun tesiri olmaz.
b) Burak'a binilmesi. Oysa bineğe gerek yoktur. Çünkü ulvî âlem bu tür vasıtalardan münezzehtir.
c) Allah'ın elli vakit namazı farz kılması ve Hz. Peygamber* in durmadan Allah ile Hz. Musa arasında gidip gelmesi. Bunun Hz. Musa'nın şefkatinden dolayı olduğu Öne sürülmektedir ki bu caiz değildir. Nitekim Kadı Ebübekir Bakıllanî, bunun caiz olmadığını ve amel edilmezden önce hükmün neshini iktiza ettiğini, bunun da Allah için muhal olan beda'yı (bilgisizliği) gerektirdiğini ifade etmiştir.
d) Hiçbir müslüman, peygamberlerin ulvî âlemde bedenleriyle diri olduğunu söylemiş değildir. Ulvî âlemdeki hayat ruhî bir hayattır, bedenî değil. Onlarla konuşmak, onlara hitap etmek, onların önünde namaz kıldırmak bedenî olaylar değil, ruhî olaylardır. Bundan başkasını aklen kabul etmek mümkün değildir.
Sonuç itibarıyla, Miraç olayının bedenen değil, ruhen olduğu isbat edilmiştir.
Burada aklen uzak sayılan itirazları cevaplandırmak mümkündür. Şöyle ki;
«Bu bir mucizedir. Allah Teâlâ ise sünnetini başka bir sünnet ile değiştirmeye muktedirdir. Bu, diğer peygamberlerin mucizeleri gibidir. Meselâ Hz. Musa'nın asası yılana dönüşebilmiştir. Sonra kısa bir süre içinde eskiden olduğu gibi, tekrar asa haline kavuşmuştur.
Hadisin durumuna gelince, nübübbeti tasdik hususunda hiçbir fonksiyonu olmayan bazı garip hadiseleri kapsaması nedeniyle, (namazların elli vakitten beş vakite düşmesi hususundaki karşılıklı konuşma gibi) bu hadisin reddini gerektirir. Nitekim Kadı Ebübekir Bakıllanî, bu görüştedir. Ancak hadis hafızları, bu hadisin senet itibarıyla sahih olduğunu tesbit etmişlerdir. [12]
Bu iki önemli olayın (İsra ve Miraç) üzerinde biraz durup, konunun Özünü teşkil eden bazı maddeleri tesbit edelim.
1. Bu iki seyahat (İsra ve.Miraç) hicretten bir yıl önce vuku bulmuştur. Allah Teâlâ burada, müminleri mümin olmayanlardan, doğruyu sahtelerden ayırmayı dilemiştir. Bu noktada mümin olan, doğru olan zatı hicret yurduna yapılacak seyahatta, sohbetine layık görmüştür. Onu büyük yükleri, zor teklifleri göğüslemeye namzet bulmuştur. Cihad sırasında en tembel kimseleri bile peşinden sürükleyecek olan rasûlünü, yüce davette hizmetkâr kılmaya uygun görmüştür. Doğu ile batıyı yutacak olan bir devletin inşasında, onu bu göreve layık kılmıştır.
2. Allah Teâlâ, peygamberine fiili bir ders olsun diye, göklerde veya yerlerdeki azamet ve celaline onu vakıf kılmıştır. Çünkü görmek suretiyle yapılan eğitim, eğitimin en faydalısıdır. Hz. Muhammed her ne kadar medreseye gitmemiş, herhangi bir muallimin önünde diz çökmemiş, uzak ülkelere seyahat etmemiş, ilmi vasıtalarla göğe çıkmamış ise de, Rabbi en büyük ayetlerde ona gösterdiği şeylerde onu buna muvaffak kılmıştır. Bizim zihnimizin, hakikatine ancak hayal ve vehm suretiyle varabileceği o yüce âlemlere onu muttali kılarak, bunu telafi etmiştir. Biz Hz. Pey-gamber'in Mirac'a vardığı noktalara nasıl ulaşabiliriz. Oysa ilmin çoğu bizden saklıdır. Biz sadece az bir ilme sahip olmuşuz. Nitekim bir ayette, «Sise ilimden çok as şey verilmiştir» diye buyurul-muştur.
3. Her gün ortaya çıkan değişik icatlar ve onlar vasıtasıyla uzun mesafelerin katedilmesi, uçaklar sayesinde okyanusların birkaç saatte geçilmesi, bir kıtadan başka bir kıtaya kısa bir sürede gidilmesi, bizi bu iki seyahat hakkındaki rivayetlere inanmaya mecbur bırakmaktadır. Muhal olmayan işler, meydana gelmesi ko* lay olan durumları tasdike zorlamaktadır.
4. Peygamberlerin ruhaniyeti, bedenlerinin kesafetine galebe çalar. Bizim hayalimizle sabit olan amelî mâniler, hava boşluğundan dolayı en yüce cemaate varmak, göklerin yüce tabakalarına yükselmenin muhal görülmesi, işte tüm bunlar cürümler ve his âleminde görülen cisimlere göredir. Fakat peygamber ve meleklerin ruhları için, beşer akimin smırlayamadığı bazı hususlar vardır. Onların durumları bizim idrâk alanımızın dışındadır. Bize en uygun olan, bu husustaki araştırmaları uzatmamak, tesirlerinin sayılmasına, derinleştirilmesine gitmemektir.
5. Hadislerde Hz. Peygamber'in diğer peygamberlere gökler âleminde imam olup namaz kıldırdığı bildirilmektedir. Bu, Hz. Muhammed'in şeriatlerin sonuncusu olan bir şeriatle geldiğine delâlet eder. Diğer şeriatlerin sahipleri, riyaseti Hz. Muhammed'e verip, ona tabi olmuşlardır.
6. Burada üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken ince bir nokta vardır ki o da şudur: Tüm peygamberler kendilerini peygamber olarak gönderen Rablerinin yakınında Melekut'u âlâ âleminde ittifak halindedirler. Acaba o peygamberlerin ümmetlerine, peygamberlerinin izinden gitmek düşmez mi? Onların en son gelen şeriata uymaları ve onu tatbik etmeleri gerekmez mi? Nitekim beşer yönünden de en son yapılan kanunlar, Öncekileri meriyetten kaldırmıştır. Bütün kanunları, önceki ilahî kanunları meri-yetten kaldıran en son ilahî sisteme uymak gerekmiyor mu? [13]
Sıddık Hasan Han (öl. 1307), «Feth'uUBeyan» adlı tefsirinde, îsra hakkında şunları söylemektedir:
«Hz. Peygamber'in İsra'ya gitmesi bedenen ve uyanıklık halinde iken olmuştur. Daha önce uyku halinde de vuku bulmuştu. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) uyku halinde Mekke fethini H. 6. yılda görmüş, 8. yılda da fiilen fethetmiştir.
Hz. Peygamber'i önce Beyt'ul-Makdis'e götürüp, oradan yüce gökleri gezdirmenin ve doğrudan Mekke'den götürmemenin hikmeti şudur. Beyt'ul-Makdis tüm mahlûkatm toplanma yeridir. Hz. Peygamber (s.a) Kıyamet Günü'nde ümmetine kolaylık olsun ve mübarek izinin bereketiyle orada haşre dursunlar diye, oraya ayağını basmıştır. Beyt'ul-Makdis peygamberlerin de toplandığı bir yerdir. Hz. Peygamber orayı ziyaret etmekle onları şereflendirmek istemiştir. Beyt'ul-Makdis'teki alâmetleri söyleyip, Mekke müşriklerine risaletini tasdikletmek istemiştir. Bu son sebep daha zahirdir. Allah gerçeği en iyi bilendir.
Seleften ve Haleften alimlerin çoğu, İsra'nın ruh ve bedenle birlikte gerçekleştiğini kaydetmektedirler. Bazı alimler buna mukabil, yukarıda da naklettiğimiz üzere İsra'nın sadece ruhla olduğunu söylemişlerdir. Hz. Aişe, Muaviye, Hasan Basri, İbn İs-hak ve Huzeyfe b. Yeman ki Taberî nakleder bu görüştedir. Sahih hadisler ise diğer görüşü doğrulamaktadır. Kur'an'ı tevil etmeye, benzeri hadislerin lâfızlarım muhalif mânâya çekmeye ge-rek yoktur. Böyle bir yorumu, Allah hakkında muhalin olmadığını kavramaktan aciz kimseler öne sürebilirler ancak. Şayet bu olay sadece bir rüyadan ibaret olsaydı ki nitekim ruhla olmuştur diyenler, onun mücerred bir rüya olduğunu ifade etmektedirler İsra'dan bahsettiğinde kâfirler Hz. Peygamber'i yalanlamazlardı. Çünkü insan uykuda daha uzakları da görebilir.
Müfessirlerden Suyuti, İbn Kesir gibi alimler, îsra hakkındaki bütün hadisleri değişik lâfizlarıyla birlikte— zikretmişler, dir. Alimler bu hususta ne demişlerdir? Miraç'tan sonra Hz. Pey-gamber'in doğruluğuna delâlet eden ayetleri şerh etmişlerdir. Ancak biz bunda fazla bir yarar görmediğimiz için ve zaten onlar hadis kitaplarında bulunduğundan dolayı burada onları tekrarlamaya gerek görmedik. Mescid-i Haram'ın, Mescid-i Aksa'nın fazileti hakkında da hadisler rivayet edilmiştir. Ne var ki tefsir kitaplarında hedef Kur'an lâfızlarıyla ilgili tefsiri nakletmektir. Nüzul sebeplerini nakletmek ve ayetlerden istinbat edilen şer'i meseleleri ortaya koymak tefsirde esastır. Bundan ötesi ihtiyacın gereği değildir.[14]
îsra hadislerinden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber (s.a) birinci gökte Hz. Adem'i, ikinci gökte, Hz. İsa ile Hz. Yahya'yı, üçüncü gökte Hz. Yusuf'u, dördüncü gökte Hz. Harun'u, beşinci gökte Hz. İdris'i altıncı gökte Hz. Musa'yı, yedinci gökte Hz. İbrahim'i görmüştür. Yedinci gökten sonra, Sidret'ul-Münteha'ya vardığı, orada bir sis içine girdiği, secdeye kapandığı ve kendisine şöyle denildiği kaydedilmektedir:
«Gökleri ve yeri yarattığım günde sana ve ümmetine 50 vakit namazı farz kıldım! Sen ve ümmetin bu elli vakit namazla meş-gul olun».
Hz. Peygamber, Hz. Musa'nın yanına vardığında o kendisine, «Rabbin sana ne kadar namaz farz kıldı?» diye sorar ve Hz. Peygamber de «50 vakit» der. Hz. Musa ise şöyle der:
«Ne senin ne de ümmetinin bunu yerine getirmeye gücü yetmez. Sen Allah'a müracaat et de bu emri hafifletsin».
Hz. Peygamber, Rabbine müracaat ettiğini, O'nun her müracaatta on tanesini kaldırdığını ve Hz. Musa ile Allah arasında vakitler beşe inene kadar gidip geldiğini söyler. Hz. Musa bunun üzerine kendisine şöyle der:
«Git, daha hafifini iste! Çünkü İsraüoğulları'na iki vakit namaz farz olmuştu onu bile yerine getiremediler».
Hz. Peygamber, yine Rabbine müracaat ederek «Tahfif et ya Rabbi!» der. Allah Teâlâ ise şöyle cevap verir:
«Gökleri ve yeri yarattığım gün sana ve ümmetine beş vakit namazı farz kıldım. Bu beşin her birisi on ettiğinde elli vakit olur. Sen ve ümmetin bu farzı yerine getirmelisin!»
Hz. Peygamber şöyle diyor: «Anladım ki bu Allah'ın farz kıldığıdır. Bunun üzerine Musa'nın yanına döndüm. O. bana yine gitmemi söylediyse de, anladım ki bu Allah'ın farz kıldığıdır ve ben de gitmedim».
Bu rivayetler İsra hadislerinde bildirilmektedir. Nitekim bir hadiste, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle dediği nakledilmektedir:
«Cebrail ile Kudüs'e doğru yola çıktığımızda, yolda bir mevkide, «İn ve namaz kıl» dendi. Ben de inip namaz kıldım. Cebrail, nerede namaz kıldığımı bilip bilmediğimi sordu. Ben bilmediğimi söyleyince, o bana Medine'de namaz kıldığımı ve hicretimin buraya olacağını söyledi. Sonra bir ara bana, «İn ve namaz kıl» dedi. İndim ve namaz kıldım. Bana nerede namaz kıldığımı bilip bilmediğimi sordu ve ardından bana Allah'ın Musa ile konuştuğu, Tur-i Sina'da namaz kılmış olduğumu söyledi. Sonra yine bir ara bana, «İn ve namaz kıl» dedi. İndim ve namaz kıldım. Nerede na~ maz kıldığımı bilip bilmediğimi sordu. Sonra da Hz. İsa'nın doğum yeri olan «Beyt'ul-Lahm»da namaz kıldığımı söyledi. En sonunda Beyt'ul-Makdis'e vardım. Peygamberlerin hepsi toplanmıştı. Cebrail beni öne geçirdi. Onlara İmam oldum».
Bazı rivayetlerde bildirildiğine göre, Hz. Peygamber Cebrail'e şöyle sorar:
«Ben hangi göğe varırsam sevinip, yüzüme gülerler? Ben bir kişi gördüm. Selâm verdim. Selâmımı aldı. O kimdir?»
Cebrail de şöyle cevap verir:
«O cehennem hâzini olan Malik'tir. Yaratıldığı günden beri hiç gülmemiştir. Eğer bir kimsenin yüzüne gülecek olsaydı, o kişi yine sen olurdun».
Bazı rivayetlerde de Hz. Peygamber'in şöyle dediği bildirilmektedir;
«Altıncı kata varıp Musa'yı gördüğümde ona selâm verdim. Selâmımı aldı, sevindi. Bana «Salih kardeşe, salih peygambere merhaba» dedi ve onu geçtikten sonra ağladı. Niçin ağladığını sorduğumda; «Benden sonra bir genç, peygamber olmuş, onun ümmetinden cennete girenler, benim ümmetimden cennete girenlerden daha çok, onun için ağlıyorum» dedi.
Bazı rivayetlerde, Hz. Peygamber'in Sidret'ul-Munteha'nm yanında dört nehir gördüğü, ikisinin batınî, ikisinin zahirî nehirler olduklarını, Cebrail'e bunların ne olduğunu sorduğu, Cebrail'in de batını nehirlerin cennetteki iki nehir, zahirî nehirlerin ise Nil ile Fırat olduğunu söylediği bildirilmektedir.
Bazı rivayetlerde ise şöyle anlatılmıştır:
«Birinci gökte Adem'i gördüm. Onun sağında ve solunda birer karartı vardı. Sağma baktığında gülüyor, soluna baktığında ağlıyordu. Ben onun kim olduğunu ve niçin böyle yaptığını Cebrail'e sordum. Cebrail, onun Adem, sağ ve soldakilerin ise evlâtları olduğunu, sağdakilerin cennetlikler, soldakilerin cehennimlik-ierden teşekkül ettiğini, sağına baktığında sevincinden güldüğünü, soluna baktığında üzüntüsünden ağladığını söyledi».
Bazı rivayetlerde Ebu Zer'in Hz. Peygamber'e «Sen Rabbini gördün mü?» diye sorduğu, Hz. Peygamber'in de «O bir nurdur. Ben onu nasıl görebilirim ki?» diye cevap verdiği bildirilmektedir. (Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber'in cevabı, «Benim gördüğüm bir nurdu» şeklindedir.)
Said b. Müseyyeb'ten gelen rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) Beyt'ul- Makdis'e vardığında orada, Hz. İbrahim'i, Hz. Musa'yı ve Hz. İsa'yı görmüştür. Kendisine süt ve şarap dolu iki bardak getirilir. O süt dolu bardağı aldığında Cebrail kendisine şöyle der: «Sen fıtratı seçmiş oldun. Şayet sen şarabı seçmiş olsaydın, üm metin senden sonra dalâlete düşerdin.
Bazı rivayetlerde Hz. Peygamberin şöyle dediği bildirilmektedir:
«Ben altıncı gökte İbrahim'i (a.s> gördüm. Sırtını el-Beyt'ul-Mamur'a dayamıştı. Çok güzel bir zattı. Onun kim olduğunu sorduğumda, «Atan Halil'ur-Rahrnan'dır» denildi. Kavminden birkaç kişiyle birlikteydi. Selâm Verdim, selâmımı aldı. Ümmetimin iki grup olduğunu gördüm. Bir grubun üzerinde bembeyaz elbiseler vardı. Adeta beyaz kâğıt gibiydiler. Bir grubun üzerinde ise kül rengi elbiseler vardı. Ben Beyt'ul-Mamur'a girdim, beyaz elbiseliler de benimle birlikte içeri girdiler, fakat diğerleri giremediler. Onlar da hayr üzerindedirler. Ben ve beraberindekiler Beyt'ul-Mamur'da namaz kıldık. Sonra çıktık. Beyt'ul - Mamur'da her gün yetmiş bin melek namaz kılıyor ama Kıyamet Gü-nü'ne kadar bir daha orada namaz kılma fırsatı bulamıyorlardı. Sonra Sidret'ul-Münteha'ya vardık. Orada Seîsebil diye bir çeşme gördüm. Ondan biri kevser ,diğeri rahmet olmak üzere iki nehir akıyordu. Rahmet nehrinde yıkandım ve Allah geçmiş ve gelecek günahlarımın hepsini affetti. (Bazı rivayetlerde, Hz. Peygamber'in Mirac'tan sonra Beyt'ul-Makdis'e indiği, onunla birlikte peygamberlerin de geldiği, Hz. Peygamber'in onlara imam olduğu kayıtlıdır).[15]
Hafız Ebu'l-Hattab Ömer b. Dahiyye, «et-Tenvir fi mevlidi Si-rac'uUMünir» adlı kitabında Enes kanalıyla İsra hadisini zikrederek onun üzerinde güzel ve yararlı bir konuşma yapmıştır:
«îsra hadisindeki
rivayetler .şu sahabîlerden gelmiştir.
1. Ömer b. Hattab
2. Hz. Ali
3. İbn Mesud
4. Ebu Zer
5. Malik b. Sa'saa
6. Ebu Hureyre
7. Ebu Said el-Hudri
8. İbn Abbas
9. Şeddad b. Evs
10. Ubey b. KaT)
11. Abdurrahman b. Kurt
12. Ebu Habbe el-Ensari
13. Ebu Leyla el-Ensari
14. Abdullah b. Amr b. el-As
15. Cabir b. Abdullah
16. Huzeyfe el-Yemani
17. Bureyde
18. Ebu Eyyub el-Ensari
19. Ebu TJmame
20. Samure b. Cündüb
21. Ebu'l-Hamra
22. Kusay b. Rumî
23. Ümmühanî
24. Hz. Aişe
25. Hz. Esma
Bu sahabilerin bazısı hadiseyi kısa olarak, bazısı da uzun olarak rivayet etmişlerdir. Bazılarının rivayetleri sahih hadisin şartlarına uygun değilse de müslümanlar İsra olayı üzerinde icma etmişlerdir. Bundan ancak zındıklar ve mülhidler yüz çevirmişlerdir. «Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Fakat Allah, kâfirler istemese de nurunu tamamlayacaktır». [16]
îsra ve Miraç olayının anlatımında, İbn Kesir'deki hadislerden seçmeler yaptık.
Mescid-i Aksa'nm çevresinin mübarek kılınması, onun peygamberlerin kıblesi, mabedi olmasıdır. Çevresindeki nehir ve ağaçların çok olması da oranın bereketli bir yer olduğu şeklinde anlaşılabilir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: «Allah Teâlâ, el-Arif'ten Fırat'a kadar olan arazileri bereketli kilmiş, Filistin topraklarım ise takdis etmiştir».
Bazı alimlere göre, oranın bereketli olması yeryüzünün tüm nehirlerinin peygamberlerin bineği diye anılan oradaki bir taşın altından çıkması nedeniyledir. Bunun doğru olup olmadığını en iyi Allah bilir. Fakat bizce bu rivayet zayıf ve mesnedsizdir.
Mescid-i Aksa Hz. Peygamber'in ziyaret edilmesini teşvik ettiği üç mescidden, Deccal'in giremediği dört mescidden birisidir.
Deccal bütün yeryüzünü gezecektir. Ancak şu dört mescide giremeyecektir: Medine Mescidi, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa, Tur Mescidi (Müsned-i Ahmed).
Mescid-i Aksa'da bir rekât namaz kılmak, kişiye birkaç rekât namaz sevabı kazandırır. Nitekim rivayet olunduğuna göre, cariyesi Meymune Hz. Peygamber'den, Beyt'ul-Makdis toprakları hakkında bügi istediğinde, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Orası mahşer topraklarıdır. Oraya gidin ve orada namaz ki-lın. Çünkü orada kılınan bir rekât namaz bin rekât namaza tekabül eder». (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, îbn Mace)
Yani, orada kılman bir rekât namazın, başka bir yerde (me-| selâ Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi hariç) kılman bin rekât namaz kadar sevabı vardır. îmam Ahmed'in Hz. Peygamber'in hanımlarından birinden
naklettiği bir rivayette Meymune (veya o eşi) Hz. Peygamber'e «Ya Rasûlallah! Bizden biri oraya gitme gücüne sahip değilse ne yapmalıdır^ diye sorar. Hz. Peygamber ise şöyle cevap verir:
«Herhangi biriniz oraya gitme gücüne sahip değilse, oraya bir yağ göndersin ki o yağ çıralara konarak orada yakılsın. Oraya yakmak üzere yağ gönderen kimse orada namaz kılmış gibidir». (Bu hadisin bir kısmını Ebu Davud da rivayet etmiştir.)
Mescid-i Aksa yeryüzünde inşa edilen ikinci mesciddir. Nitekim Ebu Zer, Hz. Peygamber'e yeryüzünde ilk kurulan mescidin hangisi olduğunu sorduğunda, onunla Hz. Peygamber arasında şöyle bir konuşma geçer.
Hz. Peygamber:
— İlk mescid Mescid-i Haram'dır.
Ebu Zer:
— Sonra hangisidir? Hz. Peygamber:
— Mescid-i Aksa'dır. Ebu Zer:
— İkisi arasında inşa bakımından ne kadarlik bir süre bulunmaktadır?
Hz. Peygamber:
— Kırk senelik bir süre vardır. Nerede namaz vakti girerse, orada namaz kıl. Çünkü fazilet ondadır.
Hz. Yakub, Mescid-i Aksa'yı Hz. İbrahim'in Kabe'yi inşasından 40 yıl sonra yapmıştır. Daha sonra Hz. Süleyman Mescid-i Ak-sa'yı yenileyerek, atasının yaptığı işi tamamlamıştır.
«Ona ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye» cümlesi îs-ra olayının sebebini teşkil etmektedir. Yani Hz. Muhammed'i göklere yükseltip götürmemizin sebebi ona ayetlerimizden bir kısmı-m göstermek içindir. O, bu semavi seyahat sırasında birçok harikuladelikler görmüştür. Çünkü o Beyt'ul-Makdis'te bulunan taşın üzerinden semaya çıkmıştır. Her gökte bir peygamber ile biraraya gelerek onlarla görüşmüştür. Cennet ve cehennemin hallerine muttali olmuştur. Sayılarını ancak Allah'ın bilebileceği miktarda melekler görmüştür.
îbn Abbas'tan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber Miraç Ge-cesi'nde, Allah'ın memleketinde alaca atlara binmiş ve erkekler suretinde silahlarını kuşanmış uzunluğu bin yıllık bir mesafe kadar olan atının üzerinde, aynı şekilde olan bir diğerinin arkasına takılmış, başı - sonu görülmeyen mahlûklara rastladı. Cebrail'e onların kim olduklarını sorunca, Cebrail; «Sen Rabbinin ordularını, O'ndan başkası bilemez ayetini okumadın mı?» der. Hz. Peygamber ise, «Onları inij3-çıkarken görüyorum. Onlar geçip-gidiyor. Fakat ben nereden geldiklerini ve nereye gideceklerini bilmiyorum» der.
Hz. Peygamber, Beyt'ul-Makdis'de peygamberlerin önünde, onlara namaz kaldırmıştır.
«El-Akaik» adlı kitapta şöyle denilmektedir:
«Hz. Peygamber onlara iki rekât namaz kıldırdı. İlk rekâtta Kâfirun, ikinci rekâtta ise İhlas surelerini okudu».
Bazılarına göre Hz. Peygamber onlara namazda değil, duada imam olmuştur. Zikredildiğine göre, peygamberler yedi saf teşkil ettiler. Üç saf sadece rasûllerden (diğerleri nebilerden) müteşekkildi. Melekler de onlarla beraber Hz. Peygamber'in arkasında namaza durdular. Bu Hz. Peygamber'in bir özelliğiydi. Nitekim Kadı Zekeriyya Eavda şerhinde bu hususu böyle ifade etmiştir. Bunun hikmeti ve sebebi şudur: Böylelikle Hz. Muhammed'in tüm varlıkların imamı ve önderi olduğu bilinsin!
Hz. Peygamber'in (s.a) peygamberlerin ruhlarına mı, yoksa ruhlanyla birlikte bedenleri de mevcutken mi onlara imam olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber'in onlara bu namazı, Mirac'a çıkmazdan önce mi, sonra mı kıldırdığı hususunda da ihtilaf edilmiştir.
Ibn Kesir, daha önce de belirttiğimiz gibi imamlığın Mirac'tan sonra olduğunu söylemiştir. Kadı İyaz ve diğer siyer alimleri imamlığın Mirac'tan önce olduğunu söylemişlerdir.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber her gökte iki rekât namaz kılmış ve orada bulunan melekler de onun arkasında namaza durmuşlardır.
Hz. Peygamber'in gidiş-gelişinin vasıta ne olursa olsun ne kadar zamanda vuku bulduğu tayin edilebilmiş değildir. Ancak nasıl olursa olsun, o gecede olan olaylar, kâinatın en acaip ve en garip hadiselerindendı.
Bazı rivayetlerde Hz, Peygamber'in İsra'dan yatağına döndüğünde yatağını henüz soğumamış olarak bulduğu kayıtlıdır. Bazılarına göre Hz. Peygamber'in imamesinde bir ağaç dalcığı vardı ve döndüğünde o dalcık sanki yeni takılmışcasına sallanıyordu. Yani gidip-gelmesi o kadar kısa bir an içinde olmuştu.
Bazı alimler İsra'nın, Mirac'tan ayrı olduğunu söylemişlerdir. Ancak ayetin zahirinden ikisinin de aynı gecede olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber'in önce Beyt'ul-Makdis'e, oradan da göklere gitmesinin nedeni şu olabilir: Onun şerefli makamlara tedricen varması hedef edinilmişti. Çünkü Beyt'ul-Makdis'in şerefi onun Mirac'ta vardığı huzurun şerefinden azdı. Hz. Peygamber'in (s.a) sakinleşmesi maksadıyla da böyle olması muhtemeldir. Çünkü Mirac'ta olan harikuladelikler İsra'da yoktu. Mahşer topraklan onun gidip-gelmesiyle şereflensin diye de götürülmüş olabilir.
Bazılarına göre önce Beyt'ul-Makdis'e götürülmesi meleklerin çıkış yaptıkları gök kapısının Beyt'ul-Makdis'teki taşın karşısında olması nedeniyledir.
Ancak bu görüş çok zayıftır.
KaT>'ul-Ahbar'dan şöyle rivayet edilmektedir:
«Allah Teâlâ'mn birinci gökten Beyt'ul-Makdis'e açılan bir kapısı vardır. O kapıdan her gün 70.000 melek iner ve Beyt'ul-Makdis'e gelerek orada namaz kılanlar için af talebinde bulunurlar. İşte Hz. Peygamber bu nedenle oraya götürülmüş ve oradan gök-lere çıkarılmıştır ki onun çıkışı istiva üzerinde olsun».
Başka bir rivayete göre mescidin direkleri şöyle demişlerdir:
«Ey Rabbimiz! Her peygamberden bir nasibimiz oldu. Bizim Hz. Muhammed'e iştiyakımız vardır. Onunla buluşmayı bize nasip eyle».
îşte bu nedenle Beyt'ul-Makdis'e doğru îsra olayı vuku bulmuştur. Daha sonra da oradan göklere çıkılmıştır.
Bu konuda daha birçok görüşler vardır. Ancak bunların zayıf ve mesnedsiz oldukları bilinmelidir.
«Ayetlerimizden» tabiriyle Allah'ın tüm ayetlerinin Hz. Pey-gamber'e gösterilmediği anlaşılmaktadır. Çünkü Allah'ın ayetleri sonsuzdur. Şayet «Ayetlerimizi» tabiri kullanılmış olsaydı, o zaman tüm ayetlerin gösterildiği anlaşılırdı.
Bu noktada bir itiraz öne sürülmüştür:
«Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtu gösterilmişken, nasıl olur da Hz. Peygamber ayetlerin sadece bir kısmını görebilir?» Nitekim Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunun gösterildiği En'am Suresi'nin 65. ayetinde ifade edilmektedir.
Oysa, «Habib» ile «Halil» arasında fark vardır.
Cevap olarak denilmiştir ki:
«Allah Teâlâ'ya izafe edilen ayetlerin bir kısmı, göklerin ve yerin melekûtundan daha şerefli ve daha büyüktür. Nitekim Kur'-an'da «Andolsun ki o Rabbimin en büyük ayetlerini gördü» buyu-rulmuştur.»
El-Haffacî'ye göre böyle bir sual varid olamaz. Çünkü Hz. İbrahim'in gördükleri delil ve hüccetleri içeriyordu. Bu hiçbir zaman Mirac'a denk olamaz.
îbn Atiyye, ayetin muhtemelen şöyle anlaşılabileceğini söyler: «Biz Muhammed'i ayetlerimizden bir ayet olarak insanlara gösterelim diye İsra'ya götürdük»; yani Hz. Muhammed, Allah' m bir insana bu şekilde lütufta bulunabileceği hususunda bir ayet, bir mucize olsun diye böyle yaptık.
Bu yorumla daha önceki sual ortadan kaldırılmış olur. Ne var ki bu yorum da gayet uzaktır. Üstelik, ayette Hz. Peygamberin İs-ra Gecesi'nde Rabbini gördüğüne dair bir işaret yoktur. Ayrıca Allah için «ayetlerinden bir ayetti» tabiri kullanılamaz. Allah'ın bir ayet olduğu da söylenemez. [17]
Rüyetullah'ı ispata çalışan alimler başka deliller getirmişlerdir. Bu husus niyetle ilgili ayetlerde tafsilatıyla anlatılacaktır.
Mezkûr ayet (îsra: 1), Miraç hususunda delil değildir. Sadece îsra hususunda delildir. Çünkü, «Ayetlerimizden bir kısmım» ibaresini sadece îsra sırasında vuku bulan mucizelere hamledebiliriz. Hatta bazı müfessirler, ayetlerde Hz. Muhammed'in Rabbini gördüğüne dair, mutlak bir nassm olmadığını söylemişlerdir. İşte bu noktadan hareketle şöyle denilmiştir:
«Beyt'ul-Makdis'e kadarki gece yolculuğu (İsra) kesindir. Ki-tab'la sabittir. Bunu inkâr eden kâfir olur. Fakat Miraç böyle değildir. Onu inkâr eden kâfir değil bid'atçi olur. Adeta Allah Teâlâ, Mirac'ı, İsra gibi açıkça belirtmemekle kusurlu anlayışa sahip olan kimselere merhamet etmiştir».
Hazin tefsirinde şöyle denilmektedir:
«Ayette Mescid-i Aksa'ya gidişin zikredilip, Mirac'ın zikredil-memesinin faydası şudur: Şayet Hz. Peygamber'in. göklere yükseltildiği zikredilseydi, onlar daha çok inkâr edeceklerdi. Ancak Allah Teâlâ en önce Rasûlünü Mescid-i Haram'dan Mescid-i Ak-sa'ya geceleyin götürdüğünü haber vermiştir. Böylelikle Hz. Pey-gamber'in Mescid'i Aksa'ya gitmiş olmasının doğruluğu ortaya çıktı. Çünkü Hz. Peygamber Mekkelilerin istedikleri alâmetleri onlara haber vermiştir. Onlar bunu tasdik ettikten sonra, Miraç ortaya kondu. Böylece İsra, Mirac'ın bir mukaddimesi olmuş oldu.
Bu husus rivayetlerde apaçık görülüyorsa da, ayette buna delâlet eden bir şey yoktur. Çünkü Allah Teâlâ, ayetinde Miraç hadi-sesini zikretmemiş, sadece İsra hadisesini zikretmiştir.»
Bazılarına göre, açıklamadan sonra işaret etmek yeterlidir.
Ayet-i kerimede «Esra» fiili gaib sigası olarak getirilmiş, daha sonra «Bâreknâ» fiili nefs-i mütekellim mea'1-gayr olarak zikredilmiştir. Bu bereketlerin ve ayetlerin tazimi içindir. Çünkü ayette zamir raci olduğu noktanın büyüklüğüne delâlet ettiği gibi, ona izafe edilenin büyüklüğüne de delâlet eder. Nitekim «Büyüğü büyük yapar» denilmiştir.
Bazı müfessirler bu farklı tabirler için özel bir hususu öne sürmüşlerdir. «Kulunu geceleyin götürdü» tabiri Hz. Peygamber' in şehadet âleminden, gayb âlemine götürülmesine delâlet eder. Bunu gayb tabiriyle ifade etmek en münasibidir. «Çevresini bereketli kıldığımız...» ibaresi, bereketlerin indirilmesine delâlet eder ve böylece de indirenin azametine uygun düşer. Azameti ifade eden zamir bu hususu ortaya koymada yeterlidir.
«O gerçekten işitendir, görendir» cümlesindeki zamirin Allah'a raci olması durumunda —ki zahir olan budur ve çoğu müfessir bu kanaattedir— «Bi abdihi» ifadesindeki gaib zamirine mutabık olsun diye böyle yapıldığı anlaşılır. Çünkü ayetin anlamı; «Onu yaklaştırdı, ona bu ikramı ona mahsusen yaptı. Allah onun durumlarına muttalidir, onu bu makama müstehak bilmektedir» şeklindedir.
Ebu'l-Beka'nın nakline göre, eğer bu zamir Hz. Peygamber'e raci ise, ayetin anlamı «Muhammed bizim kelâmımızı dinlemekte, bizim zatımızı görmektedir» şeklinde olur.
Çelebi'ye göre bu ihtimal uzak değildir. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: «Bu şerefle şereflendirdiğim kulum ancak buna lâyıktır. O emir ve yasaklarımı dinler ve onlarla amel ederdi. İbret nazarıyla mahlûkata bakar, ibret alır, kendisine gösterdiğimiz ayetlerimizi görücüdür». Nitekim bir ayette, «O göz kaymadı ve hududunu da aşmadı» buyurulmuştur.
Bazı müfessirlere göre, «Abdihi» kelimesindeki zamir, «Lmu-riyehu» fiilinin sonundaki Hz. Peygamber'e raci olduğundan, onun da Hz. Peygamber'e raci olması uygundur. Bu, mutabakatın hasıl olması içindir.
Bazılarına göre nimetlerin ve yaklaşmanın Hz. Peygamber'in Özelliklerine işaret etmesi için zamirin de ona raci olması gerekir.
Es-Semî ve el*Basir sıfatlarının Allah'ın dışındakilere atfen kullanılması memnu değildir.
Tayyibî'ye göre bu zamirin böyle iki mânâya muhtemel bir şekilde getirilmesi, Hz. Peygamber'in Rabbini gördüğüne ve onun Kelâmını işittiğine delâlet eder. Nitekim bir hadis-i kudside «Be nimle işitir, benimle görür» buyurulmuştur.
İbn Atiyye'ye göre son cümle, Hz. Feygamber'i yalanladıkları için kâfirlere bir tehdid-i ilâhidir. Yani «Ey peygamberi yalanlayan sizler! Allah, ne söylediklerinizi işitmekte, ne yaptıklarınızı da görmektedir. İşte O buna göre sizlere ceza verecektir».
(2) «Biz Musa'ya Kitab verdik ve onu...» Bu Ayetin Tefsiri
«Kitab» ile kastedilen Tevrat'tır. Bunun İsra olayının anlatımı sonrasında getirilmesi, Kur'an bahsine bir mukaddime gibidir., Kur'an ile Tevrat arasındaki ortak noktalar şunlardır:
Tevrat Hz. Musa'ya Tur'a giderken verilmiştir. Tur'a gitmek Hz. Musa'nın miracı yerindedir. Çünkü orada kendisine Allah Te-âlâ ile konuşma şerefi bahşedilmiştir. Hz. Musa orada el-Kelim sıfatıyla müşerref oldu ve orada Allah'ın cemalini görmek istedi.
İşte Kur'an ile Tevrat ve bu iki kitabın indiği peygamberler arasındaki farklılık bunlardır. İstenildiği takdirde, «Kulunu geceleyin götürdü» ibaresiyle, «Musa'ya Kitab'ı verdik» veya «İsrail-oğvlları'na hidayet olsun diye» cümlesiyle, «Daha kuvvetli olana hidayet eder» cümlesi arasında karşılaştırmalar yapılabilir.
«Vekil» kelimesi kefil anlamındadır. Yani «benden başka işlerinizi kendilerine havale edeceğiniz rabler edinmeyin!».
İbn'ul-Cevzi'ye göre, Allah için «Vekil» sıfatının kullanılmasının nedeni, kullarının işlerini O'nun idare ediyor olmasıdır.
(3) «Ey Nuh ile birlikte (gemide) taşıdığımız...» Bu Ayetin Tefsiri
«Ziirriyet» kelimesi ya mukadder bir fiilin mefulüdür veya nidadır. Yani, «Ya zürrıyete men hametna mea Nuh».
Bazı alimlere göre, «Zürrıyete» kelimesi «Vekilen» kelimesinin bedelidir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: «Beni bırakıp ta Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın zürriyetini Rab edinmeyin». Yani «Üzeyr'i, Hz. İsa'yı ve benzerlerini ilâhlar edinmeyin!»
Zürriyet tabirinde nehyin sebebine üç yönden işaret vardır:
1. Ecdadının kurtulmasındaki nimeti hatırlatmak
2. Kendi acizliklerini ve taşınmaya muhtaç olduklarını vurgulamak
3. Onların atalarından daha aciz olduklarını; zira onlardan doğup meydana geldiklerini belirtmek.
«Kuşkusuz ki o çok şükreden bir kuldu»; yani Hz. Nuh çok şükreden bir kuldu.
Selman-ı Farisî'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Nuh bir elbise giydiğinde veya bir yemek yediğinde Allah'a hamdederdi. İşte bundan dolayı kendisine, «Çokça şükreden kul» denilmiştir. (İbn Cerir, İbn'ul-Münzir, Beyhaki, Hakim. Ayrıca Hakim bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.)
Abdullah b. Ahmed, «Zevaût-i Zühd» adlı eserinde İbrahim kanalıyla şunu rivayet etmektedir: «Hz. Nuh'un şükrü, yemeğin başında besmele getirmesi, yemeğini bitirdikten sonra da «Elhamdülillah» demesidir».
Muaz b. Enes'ten rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Allah'ın Nuh'a «şükreden kul» demesinin nedeni şuydu: Nuh sabahladığı ve akşamladığı zaman; «Subhanallahi hiyne tumsune ve hiyne tusbihune ve lehu eUhamdu fissemevati vel'ard ve aşiy-yen ve hiyne tuzhirun» (Rum: 16-17) derdi.» (İbn Merduveyh)
Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Hz. Nuh heladan her çıkışında; «Yemeklerin lezzetini bana tattıran, onlardaki menfaati içimde bıraktıran, onun eziyet ve tortusunu beden çıkartan Allah'a hamdolsun» diye dua ederdi» (Beyhaki). Bu zikir Hz. Nuh'un şükrünün cümlesindendi. Bu cümlede Hz. Nuh üe beraber kurtulmuş olanların kurtulma sebebi Hz. Nuh'un şükretmiş olmasıdır. Yine aynı cümle Hz. Nuh'un soyundan gelen insanlığı şükretmek hususunda ataları Nuh'a uymaya teşvik etmektedir. Ayrıca küfrün en büyük mertebelerinden olan şirkten ^açınmalarının gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Bazı müfessirlere göre ayetin sonundaki «innehu»6a3sX zamir Hz. Musa'ya racidir. Yani şükreden kul, Musa'dır. Bu takdirde cümle sebep 'bildirmektedir. Ya Kitab'ın verilmesinin sebebi, dir —yani Kitab'ın Hz. Musa'ya verilmesi onun çok şükreden bir kul olmasındandır—, ya da Hz. Musa'nın hidayet vesilesi oluşu çok şlikretmesindendi. Bu ise «Cealnahu»&aki zamirin Hz. Musa ve Rab edinme hadisesine nehye raci olursa böyledir. Fakat burada düşünme sonucunda uzaklık olduğu görülecektir.
2. ve 3. ayetlerden şu hulâsa çıkmaktadır:
«Ey Nuh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin soyu! Benden başkasını kendisine güvenilen ve dayanılan bir Rab edinmeyin! Gerçekten Nuh çok şükreden bir kuldun.
(4) «Kitab'ta İsrailoğulları'na şu hükmü,..» Bu Ayetin Tefsiri
«Kadaynam fiili İbn Cerir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, «Bildirdik)) anlamındadır.
Ragıp el-İsfehanî, Müfredat adlı eserinde, «Kitap'ta îsrailoğul-ları'na şü hükmü verdik» ibaresi ile ilgili olarak, «Onlara bildirdik, onlara kesin bir vahy vahyettik» anlamını vermektedir.
Birçok müfessir, «Kada» masdannda vahy mânâsının muta-zammm olduğunu söylemektedir. Onlara vahyetmekle onlara haber vermek kastedilmektedir.
Bazılarına göre ayetteki «İlâ» harf-i çeri «Alâ» anlamındadır. Bu görüş İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Yani, «Onların üzerine hükmettik».
«Kitab» ile ya Tevrat ya da Kitab'ın cinsi kastedilmiştir. Nitekim kıraat alimlerinden Ebu'l-Aliye «elKitab» yerine çoğul olarak «eLKutub» kelimesini kullanmıştır. Bu takdirde birincisi Tevrat'a ikincisi Levh-i Mahfuz'a raci olmuş olur.
İbn Münzir ile Hakim, Tavus'tan şöyle naklederler:
«Ben İbn Abbas'ın yanındaydım. Yanımızda Kaderiyye'den bir kişi bulunuyordu. İbn Abbas'a, bazı kimselerin kaderin olmadığını söylediklerini nakletti. İbn Abbas, topluluğun içinde böyle birinin bulunup bulunmadığım sordu. Ben de ona, «Bulunduğu takdirde ona ne yapacaksın?» dedim. İbn Abbas, «Eğer onlardan biri topluluğun içinde varsa onun basını keserim» dedi ve mezkûr ayeti okudu.
îsrailoğulları'nm fesad çıkaracakları «arz» ile ya yeryüzü ya da Şam ile Beyt'ul-Makdis kastedilmektedir. Bu iki görüş de mü-fessirler tarafından öne sürülmüştür.
«Letufsidunne» fiili malûm okunursa, İsrailoğullan'nın yeryüzünde iki fesad çıkaracakları, mecrur okunursa onların aleyhinde iki fitnenin meydana geleceği anlaşılır. Süddi'nin kendi hocalarından naklettiğine göre, bu fesadlardan biri Hz. Zekeriyya'nın öldürülmesidir. Bu görüş, İbn Abbas ile İbn Mesud'dan da rivayet edilmiştir.
«İsrailoğullan kralları öldüğünde tahtı ele geçirmek için mücadele ettiler. Bir kısmı, diğer bir kısmını kılıçtan geçirdi. Hz. Zekeriyya'yı dinlemediler. Allah Teâlâ ona, «Kavminin arasına gir. Senin dilinden onlara vahyedeceğim» dedi. Bunun üzerine Hz. Ze-keriyya kendisine vahyedilenleri tebliğ ettiğinde, onu öldürmek için üzerine saldırdılar. Hz. Zekeriyya ellerinden kaçıp, kurtuldu. Bir ağaç açıldı, içine girdi. Şeytan yetişip elbisesinden bir parçayı dışarıda bıraktırdı ve o parçayı göstererek, İsrailoğulları'na, «İşte Zekeriyya buradadır» dedi. Onlar da ağacın ortasına hızar koyup Hz. Zekeriyya'yı ortadan biçtiler.»
Bazılarına göre Hz. Zekeriyya'nm öldürülmesinin nedeni, onların Hz. Meryem'i itham etmeleriydi.
Bazılarına göre, Hz. Meryem bakire kaldığında onlar, ((Efendimizin kızını Zekeriyya zayi etti. Onu zina edecek hale soktu» dediler ve sonra ağacın içinde saklanmışken Hz. Zekeriyya'yı hızarla biçtiler.
İbn îshak'a göre, birinci fesad, Hz. Şaya'nm (a.s) öldürülmesidir. Bu zat Hz. Musa'dan sonra peygamber olarak gönderilmiştir. Onlara vahyi tebliğ ettiğinde kendisini öldürmek istemişlerdi. O kaçtı fakat sonra yakalanarak öldürüldü. Yani aslında ağacın içinde öldürülen Hz. Zekeriyya değil, Hz. Şaya'dır. Çünkü o öldürülmedi, eceliyle vefat etti.
Zemahşeri, Keşşaf adlı tefsirinde şöyle der:
«Fesadlarm ilki Hz. Zekeriyya'nm öldürülmesi, Ermiya'nın hapsolunmasıdır. İkincisi ise, Hz. Yahya'nın öldürülmesi ve Hz. İsa'nın da öldürülmeye teşebbüs edilmesidir.
Bu yorum, Hz. Zekeriyya'mn Hz. Yahya'dan önce öldürülmesi durumunda geçerlilik kazanır. Bu İbn Asakir tarafından «Şam Ta-rihumde, Hz. Ali'den nakledilen bir rivayettir. Buna Ermiya'nın hapsedilmesinin de aynı zamanda vuku bulduğu ibaresini eklemek doğru değildir. Çünkü Ermiya Buhtunnasr döneminde yaşamıştır ve onunla Hz. Zekeriyya. arasında 200 yıllık bir süre vardır.
Bazılarına göre, ilk fesad Tevrat'ın tağyir ve tahrif edilerek, onunla amel edilmemesi, Hz. Ermiya'nın hapsedilmesi ve yaralan-masıdır. Çünkü Hz, Ermiya onlara va'zederek, Hz. Muhammed'in (s.a) geleceğini müjdelemiştir. Hz. Ermiya, Tevrat'ın müjdesinden sonra, Hz. Muhammedi (s.a) ilk olarak müjdeleyen kimsedir.
İkinci fesad ise Hz. Zekeriyya ile Hz. Yahya'nın öldürülmesidir. Hz. Zekeriyya'mn normal olarak eceliyle yatağında öldüğünü söyleyen bir kimse, ikinci fesadın Hz. Yahya'nm öldürülmesi olduğunu kabul etmiş demektir. Hz. Yahya'nın öldürülmesinin sebepleriyle ilgili olarak değişik görüşler ortaya atılmıştır.»
îbn Abbas'tan şöyle nakledilir:
«Hz. Yahya'nın öldürülmesinin nedeni, kralın nikâh düşmeyen bir kadınla evlenmek istediğinde, Hz. Yahya'nın onu bu işten vazgeçirmeye çalışmasıdır. Kral evlenmek istediği kadına, ne istiyorsa onu kendisine bayramda vereceğini va'detmişti. Kadının annesi ona, bayramda Hz. Yahya'nın kanını istemesini söyledi. O da kraldan Hz. Yahya'nm kanını istedi. Kral bunu kabul etmeye yanaşmadı. Kadın diretince o da bir leğen istedi ve Hz. Yahya'yı orada boğazlattı. Kanından bir damla yere düştü. O kan onun içinde 70.000 kişi Öldürülünceye değin durmadan kaynadı».
Rebi b. Enes şöyle anlatır: «Hz. Yahya (a.s) çok güzel bir kimseydi. Kralın hanımı kendisine zina teklifinde bulundu. O da Allah'ın peygamberi olduğundan bu tekliften uzak durdu. Kadın da kızına, «babandan Yahya'nın başını iste» dedi. Kız da bunu isteyince Kral, Hz. Yahya'nın başını kendisine verdi».
Cübbai şöyle demiştir: «Allah Teâlâ İsrailoğulları'nın yeryüzünde İH fesad çıkaracaklarını Kur'an'da beyan etmiştir. Ancak bunun zamanı ve şekli bildirilmediğinden bu hususta kesin bir yorum öne sürmek sözkonusu olamaz».
(5) «Onlardan ilkinin zamanı geldiğinde...»Bu Ayetin Tefsiri
O fesadlardan ilkinin zamanının gelmesiyle, ona karşılık azap vermenin zamanının gelmesi kastedilmektedir.
îsrailoğulları'nı birinci feşadlan sebebiyle mahv-u perişan eden şiddet sahibi o kavmin hangisi olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.
îbn Abbas ve Katade'den gelen bir rivayete göre, bu Cezireli Talût ve ordusudur.
îbn Cübeyr ve İbn İshak'm rivayetlerine göreyse onlar Babil Kralı Sencarib ve ordusudur.
Bazı müfessirlere göre bu kavim Amalika kavmiydi.
Süheyli, «el-A'lam» adlı eserinde, onların Buhtunnasr ve ordusu olduğunu söylemiştir. Buhtunnasr, o donemde Kiyanî krallarından Herasif'in genel valisiydi. İsrailoğulları Ermiya'yı yalanlayıp, yaraladıkları ve onu hapse attıkları zaman, Allah işte bunları İsrailoğullan'na musallat etmişti. Onlar îsrailoğulları'nı yakalamak için şehri sokak sokak dolaşıp araştırmışlardı.
Ragıb el-İsfehanî, «Câsu» fiilinin ülkenin içlerine girerek her tarafı kontrol etmek anlamına geldiğini söylemiştir.
«Hilâl» kelimesi ise, Ebussuud Efendi'ye göre, «Helâhnn çoğuludur. Tıpkı Cebel'in çoğulunun Cibal şeklinde gelmesi gibi.
Kadı Beyzavî, «Hilâl» kelimesinin müfred isim olduğunu söylemiştir.
Cumhur'a göre, İsrailoğullan'na musallat olan bu ordu, Beyt' ul-Makdis'i yıkmış ve korkunç bir katliam yaparak, İsrailoğulla-n'ndan geri kalanlarını esir almış, Tevrat'ı da yakmışlardır.
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bunlann hiçbirisi vuku bulmamıştır. Ancak ordular ülkenin her tarafını taramış ve herhangi bir karşı koyma görmeden, savaş olmaksızın çekilip gitmişlerdir.
Bu ordu, Tevrat'ı yakıp, Mescid-i Aksa'yı yıktıktan sonra îs-railoğullan arasında bulunan alimleri öldürmüşlerdir. Onların İs-railoğulları'ndan 70.000 esir aldıklarına dair rivayetler de vardır.
(6) «Sonra onlara karşı size tekrar...» Bu Ayetin Tefsiri
«Kerre» kelimesi galebe anlamındadır. Bu kelime aslında dönüş ve şefkat anlamını ifade ediyorsa da, mecazen galebe çalmak mânâsında kullanılmıştır.
Bazı müfessirlere göre İsrailoğulları 'nın galibiyetleri ile mağlûbiyetleri arasında 100 yıllık bir süre vardır. Onlar mağlûp olduktan sonra tevbe ettiler. Ve daha önce işledikleri günahları ter-kettiler. Allah Teâlâ da onlara yüz yıl sonra galibiyet ihsan etti.
Bunun nedenleri hususunda ihtilaf edilmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Erdeşir Behmen b. İsfendiyar b. Keştasaf b. Behra-sef kral olduğu zaman tahtı dedesinden aldı. Allah onun kalbine îsrailoğullan'na karşı bir şefkat ihsan etmiştir. Onların Buhtun-nasr tarafından Babil'e getirilmiş olan esirlerini, tekrar Beyt'ul-Makdis'e gönderdi. Danyal'ı onlara kral tayin etti. Şam topraklarındaki Buhtunnasr'm adamlarına galebe çalarak, oraya yerleştiler.
Bazıları, bu galebenin eserlerinden ilkini onların Buhtunnasr'ı öldürmüş olmaları olarak gösteriyorlarsa da, bu rivayet sabit değildir.
Buhtunnasr daha önce İsrailoğullan'ndan Tevrat'ı okuyan 40.000 kişi öldürmüştü. Onların bir kısmını da Babil'e götürmüştü. Bu kral Buhtunnasr'm yerine geçtikten sonra, îsrailoğulları'n-dan bir kadınla evlendi. Bu kadın, kraldan İsrailoğullan'nı ülkelerine iade etmesini istedi. O da hanımının sözünü tuttu. Onlar Şam topraklarına geri döndüklerinden bir süre sonra, kendilerine peygamberler gönderildi.
Bazı müfessirler, bu galebenin tekrar verilmesini, Hz. Davud' un Calut'a musallat kılınarak, onun öldürülmesi olarak yorumlamışlardır, Ancak «Mescid'e girsinler» cümlesi bu yorumu çürütmektedir. Çünkü «Mescid» ile Beyt'ulMakdis kastedilmiştir. Ca lut'u Öldürüp, kendisine peygamberlik verildikten sonra Hz. Davut Beyt'ul-Makdis'i inşa etmeye başlamıştır. Ne var ki o inşaatı tamamlayamamış ve bu işi oğlu Hz. Süleyman ikmal etmiştir. Bu bakımdan Hz. Davud'dan önce bir mescid olmadığı için onların mescide girmeleri mümkün değildir.
Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: «Burada «mescid» ile tedilen, bina değil, onun arazisidir». Ayrıca «Girdiler» fiilindeki zamir Hz. Davud'a değil, îsrailoğullan'na racidir. Gerçek şu ki, sözkonusu mescid Hz. Davud'dan önce de vardı.
«Nefiran» kelimesi ile, Ebu Müslim'in dediğine göre, kişinin onunla beraber savaşa giden aşireti, aile efradı kastedilmektedir.
Zeccac Nefir kelimesinin Nefer kelimesinin çoğulu olabileceğini söylemiştir. Bu takdirde mânâ; «Toplanıp düşmana karşı çıkmak isteyen askerler»dir. Süheyli'ye göre Nefir kelimesi çoğul isimdir.
(7) «İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ bu ayette insanları, ihsana teşvik etmekte ve onları kötülükten alıkoymak maksadıyla tehdit etmektedir.
Hz. Ali'nin «Ben kimseye ihsan da etmedim, kötülük de yapmadım» dedikten sonra bu ayeti okuduğu rivayet edilmiştir. Yani «Başkasına yaptığım iyilikler de, kötülükler de sonunda bana geri gelir» demek istemiştir.
«Fe leha» ibaresindeki «Lâm» harfinin, «alâ» anlamında olduğunu söyleyenler de olmuştur. Yani işlediğiniz kötülük kendi aleyhinizedir.
Bazılarına göre bu harf istihkak anlamındadır. Yani kötülük yaptığınız takdirde, nefsiniz ona müstehak olur.
Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde «lâm» harfinin ihtisas için olduğunu söylemiştir. Yani kötülük yaparsanız, bu nefsinizin bir özelliğidir. Ancak bu yorum kişinin kötülüğünün günahkâr olmayana da sirayet ettiğine dair gelen rivayetlere ters düşmektedir. Buna şöyle cevap verilebilir: «İsrailoğulları'ndan olan bu kimselerin kötülükleri başkalarına sirayet etmemiştir».
Fakat bu zorlama bir yorumdur. Bu yorumun yapılmasına da gerek yoktur. Çünkü sevap ve ikab burada uhrevîdir ve hiç kimseye de sirayet etmezler.
Bazılarına göre, buradaki «lâm» harfi menfaat içindir. Yani eğer kötülük yaparsanız, bu nefsinizin menfaatinedir.
İyilik ile kötülüğün genel bir anlamda ele alınması bazı mü-dekkik alimler tarafından desteklenmiştir. Bu alimlere göre iyilik, kişi ve başkaları için güzel sayılan durum, kötülük ise bunun tersidir. Gerçekten de bu yorum en uygun ve en mükemmel yorumdur. Buna göre, ihsan (iyilik) kelimesinin ayette tekrarlanmasına karşın, isaet, (kötülük) kelimesinin tekrarlanmaması, iyilik tarafının galip olduğuna işaret eder. Çünkü iyilik işlendiğinde tekrarlanması uygun olur. Ama aksi uygun değildir.
«Artık sonuncu va'd (cezalandırma) geldiğinde, yüzlerinizi kara etsinler diye»; yani sizi mahzun etsinler, yüzlerinizden kötülüğün belirtileri okunsun diye.
Onların ikinci kez fesad çıkarmalarından maksat, Hz. İsa'yı öldürmeye kalkışmalarıdır. Allah Hz. İsa'yı onlardan kurtarmıştır. Onlar Hz. Zekeriyya ile Hz. Yahya'yı öldürünce, Allah onlara İran ve Bizans ordulannı musallat kıldı. Onlar da İsrailoğulları' m esir ettiler, öldürdüler.
«Mescid'e girsinler» ibaresiyle Beyt'ul-Makdis'e ve etrafına girmeleri kastedilmektedir. Tıpkı ilk fesadı çıkardıkları zaman girmiş oldukları gibi.
Ayrıca onlar İsrailoğulları 'nın ülkesinde galebe çaldıkları her şeyi helak etsinler diye gönderilmiştir. [18]
8- Hatibiniz size merhamet eder. Fakat siz dönerseniz eğer, biz de (sizi cezalandırmaya) döneriz. Biz cehennemi kâfirleri kuşatan bir yer yaptık.
9- Kuşkusuz bu Kur'an en doğru yola iletir. Salih amellerde bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.
10- Ahirete iman etmeyenlere gelince, onlara elem verici bir azabı (müjdeler).
11- İnsan hayr(ı elde etmek) için dua ettiği gibi, şerri de (istediğinde) dua eder. İnsan pek acelecidir.
12- Biz geceyi ve gündüzü birer ayet (delil ve alâmet) kıldık. Rabbinizin nimetlerini araştırmanız ve aynca yılların sayısını ve hesabım bilmeniz için gece ayetini silip, yerine aydınlatıcı olarak gündüzün ayetini getirdik. Biz her şeyi apaçık anlattık.
13- Her insanın amelini boynuna doladık. Kıyamet Günü'n-de onun için açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız.
14- «Kitabını oku. Bugün hesap sorucu olarak nefsin sana yeter» (deriz).
15- Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendisi için seçmiş olur. Kim de doğruluktan saparsa kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz bir peygamber göndermedikçe (hiçbir kavme) azap edecek değiliz.
16- Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin (zenginlik sebebiyle şımarmış) elebaşılarına emrederiz. Böylece onlar orada kötülük işlerler. Artık o ülke helake müstehak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz.
17- Nuh'tan sonra nice nesilleri helak ettik. Kullarının günahlarım bilici ve görücü olarak Rabbin yeter! [19]
Dirayt ve Rivayet Tefsiri
(8) «Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder...» Bu Ayetin Tefsiri
«Hasiran» kelimesi İbn Abbas'm rivayetine göre, hapishane anlamındadır. Kuşatan yer anlamına da gelir.
Ayetteki hitap İsrailoğulları'nadır. Allah Teâlâ, ikinci fitneden sonra tevbe edip günahlardan uzaklaşmaları halinde onları affedebileceğini beyan etmektedir. Allah Teâlâ onlara vermiş olduğu va'di yerine getirmiş, ikinci mağlubiyetten sonra sayılarını çoğaltarak, zillet ertesi kendilerine izzet bağışlamıştır. Onlara kendi aralarından hükümdar ve peygamberler göndermiştir. Yani; «Ey İsrailoğullan! Eğer bana karşı gelir ,emrimin aksini yapar ve peygamberlerimi öldürmeye yellenirseniz, biz de kullarımızı üzerinize musallat ederek sizi öldürür, esir eder, üzerinize zillet damgasını vururuz!»
İsraüoğullan Allah'a karşı gelmişler, emrinin aksini yapmışlardır. Allah Teâlâ da onlara bu yaptıklarının cezasım vermiştir. Nitekim onlar Hz. Peygamberi yalanlayınca, hatta onu Öldürmeye bile yeltenince, Allah Hz. Muhammed'i (s.a) onlara galip getirdi. Beni Kureyza tamamen öldürülmüş, Beni Nadir ise sürülmüştür. Gçri kalanlar da haraca bağlanmıştır. Zelil oldukları halde haraç vermektedirler. Artık Arabistan'da hiçbir güçleri kalmamıştır.
«Biz cehennemi kâfirleri kuşatan bir yer yaptık» cümlesindeki «Haşir» kelimesi Hasan Basri'ye göre, yere yayüan sergi demektir. Çünkü Araplar küçük yer sergilerine haşir diyorlardı. Yani Allah Teâlâ, cehennemi kâfirler için kuşatıcı bir yer, hapishane yapmıştır. Nitekim bir ayette, ((Onlar için cehennemde yastıklar, üzerlerinde de örtüler vardır» diye buyurulmuştur.
İbn Abbas ve bazı alimlere göre mânâ şöyledir: «Cehennemi onlara bir hapishane yaptık ki o onları ihata etmiştir ve onların oradan kurtuluş imkânları yoktur». Kısacası Allah onlara kendi' lerine dünyada iken bildirdiği azabı verecek ve o azap onları Ahi-ret'te kuşatacaktır. Onlar o azaptan ebediyyen kurtulamayacaklardır.
(9-10) «Kuskusuz bu Kur'an en doğru yola...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Allah Teâlâ, Hz. Muhammed'i (s.a) İsra ve Miraç ile, Hz. Musa'yı Tevrat ile şereflendirdiğini, Tevrat'ı îsraüoğullan'na rehber kıldığını beyan ettikten sonra onların Tevrat ile amel etmediklerini açıklamış, sonra da onların dünya ve Ahiret azabına çarptırıldıklarını bildirmiştir. Şimdi de ikinci defa Kur'an'ı övmüştür. Kur'an'ın en doğru yola üettiğini beyan ettikten sonra, Hz. Mu-hammed'e, «Salih kullarıma büyük sevap ve ecri, kâfir kullanma da elem verici azabı müjdele» diye emretmiştir.
Allah Teâlâ bu ayette, Kur'an'ın üç özelliğini vurgulamaktadır: [20]
1. Kur'an'ı kendisine rehber edinen kimseyi, Kur'an onu yolların en doğrusuna, en sağlamına iletir. Bu yol tüm dinleri silen İslâm'dır. Bu dinin esaslarından biri de sadece Allah'a kulluk etmek, O'na tevekkül etmek, O'nun ehad olduğunu bilerek, O'na ortak koşmamak, O'nun mülkün ve melekûtun sahibi olduğunu ikrar etmektir. O vahiddir, diri olandır. Doğurmamıştır, doğurulmamış-tır. Hiç kimseye ihtiyacı yoktur, ama herkes ona muhtaçtır.
2. Kur'an, Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden, salih amellerde bulunan, Allah'ın emrini yerine getiren, yasaklarından kaçınan mümin kullarına Kıyamet Günü'nde büyük bir mükâfatı ve kendileri için önceden göndermiş oldukları salih amellerin yeterli olduğunu müjdelemektedir.
3. Allah Teâlâ; hasrı inkâr eden, dünyada sevap ve ikabın olmadığını söyleyen, günah işlemekten çekinmeyen kullarım da elem verici azapla müjdelemiştir. Bu azap onların inkârından ve günahlardan nefislerine çirkinlikler bulaşmalarından ötürüdür. Bu kimselere ehli kitap da dahildir. Çünkü onların bir kısmı bedenî azabı ve sevabı inkâr etmektedirler. Bazıları ise, ateşin kendilerine sayılı birkaç gün dokunacağını söylemişlerdir. Azabı müjdelemek tehekkum kabilindendir. Yani Allah Teâlâ bu tabiri onlarla alay edercesine- kullanmaktadır. Nitekim başka bir ayette, «Onlara elem verici bir azabı müjdele» diye buyurulmuştur.
(11) «İnsan hayr(ı elde etmek) için...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani insanoğlu çoğu zaman kendisi, çocuğu veya malı aleyhinde şerr duası yapar. «Ya Rabbi beni kahret, Ya Rabbi bana lanet et» der. Allah Teâlâ'dan nasıl afiyet, selâmet istiyorsa, aynı şekilde öfkelendiği zaman da şerri için dua eder. Oysa Allah hayr duasını kabul ettiği gibi şerr duasını da kabul etse, helak olacaktır. Ancak Allah fazlı ve ihsanı nedeniyle insanın şerr için yaptığı duayı kabul etmez. Nitekim bir ayette (Yunus: İl) Allah Teâlâ insanların hayra ulaşmak için acele ettikleri gibi, kendisinin de onları şerre ulaştırmakta acele etmesi halinde, hemen ecellerine hüküm verileceğini büdirmiştir.
Sahih bir hadiste şöyle buyurulmuştur: «Sakın kendiniz ve mallarınız aleyhinde bedduada bulunmayın. Şayet Allah'ın duaları kabul ettiği bir ana rastlarsanız, helak için yaptığınız duayı da kabul eder».
Mezkûr ayetin sebeb-i nüzulü ile ilgili olarak şöyle rivayet bildirilmiştir:
«Hz. Peygamber (s.a) hanımı Hz. Sevde'ye bir esir vermişti. Bu esir geceleri inliyordu. Ona acıyan Hz. Şevde, niçin inlediğini sordu. O da ellerine ve boynuna takılan ipin canını acıttığını, bu yüzden inlediğini söyledi. Hz. Şevde bağlı olduğu ipleri biraz gevşetti. Ancak Hz. Şevde yatarken, esir kaçıp gitti. Sabah olunca Hz. Peygamber onu huzuruna çağırdı ve mesele Hz. Peygamber'e anlatılınca, Hz. Peygamber (s.a); «7a Rabbi! Sevde'nin elini kes» diye bedduada bulundu. Bunun üzerine Hz. Şevde ellerini kaldırdı. ve Allah'ın ellerini keseceğini bekleyip durdu. Daha sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: «Ben Rabbimden, azaba müstehak olmayan aile efradım hakkındaki duamı rahmete çevirmesini istedim. Çünkü ben bir beşerim. Her beşerin öfkelendiği gibi Öfkelenirim. Şevde elini indirsin».»
Ayetin anlamı şöyle de anlaşılabilir. İnsanoğlu bir şeyde hayr olduğu inancıyla elini kaldırıp, onu ısrarla isteyip durur. Oysa o şeyin gerçek mahiyetine vakıf değildir. O belki de kendisi için belâ ve şerr nedeni olacaktır. Bu şekilde hareket etmesinin sebebi insanın aceleci bir yapıya sahip oluşu, eşyanın zahirine bakarak onların aldatıcı özelliğine dikkat etmemesidir. Bu onun eşyanın, hakikat ve esrarını tam manâsıyla araştırmamasından kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı Allah Teâlâ ayetin sonunda insanın aceleci olduğunu vurgulamıştır. Öyle ki insan kalbine geleni hemen ister. Gelecek zararın karşısında kör gibidir.
Bu ayet Kur'an'm insanları en doğru yola çağırmasına mukabil, insanların en eğri en çıkmaz yollara dalıp durdukları gerçeğine işaret etmektedir. Bu ayet insanoğlunun önemli bir psikolojik hususiyetine dikkatleri çekmektedir. Gerçekten de biz insanlar sıkıldığımız, öfkelendiğimiz veya bir güçlükle karşılaştığımızda hemen beddua ederiz. Güçlüklerden sabırla ve metanetle kurtulmak için çaba göstereceğimiz yerde, aceleci davranır, bir an önce kurtulmak isteriz. Bu isteğimiz olmayınca da ümitsiz ve kötümser bir ruh haleti içerisinde, «Allah'ım canımı al da beni bu sıkıntıdan kurtar» diye bedduada bulunuruz. İşte Kur'an mezkûr ayette bu davranışın yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.
(12) «Biz geceyi ve gündüzü birer ayet...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani biz gece ile gündüzü dünya ile Ahiret'in elverişli amelleri hususunda iki delil kılmışızdır. Onların dinde delil oluşlarına gelince, biri diğerinin tam tersidir. Yani biri kapkaranlık, diğeri aydınlıktır. Birbirlerini peşisira takip etmektedirler. İşte bu husus gece ile gündüzü tedvir eden, onları güzel bir Ölçüyle takdir eden bir Fail-i Muhtar'm varlığına dair kuvvetli bir delildir.
Onların dünyada insanlar için elverişli olmalarına gelince, insanoğlunun hiçbir maslahatı onlar olmaksızın gerçekleşemez. Şayet gece olmasa insan sükunet ve rahatı bulamaz. Yine eğer gündüz olmazsa insanoğlu çalışamaz, kazanamaz, kısacası hiçbir şeyi doğru dürüst yapamaz.
«Gecenin ayetini sildik» cümlesindeki «ayet» kelimesinin gece kelimesine izafesi, beyan içindir. Yani geceden ibaret olan ayeti alâmeti südik. Geceyi karanlık kıldık. Silinmiş bir levhada bir şeyin apaçık görünmemesi gibi, onu da bir şey açık olmayacak şekilde karanlık kıldık.
Bazılarına göre gecenin ayetinin silinmesi onun ışıkla karanlığının silinmesidir. Bu yorum tercih edilebilir niteliktedir. Çünkü «Mahv» (silmek) kelimesi hakiki anlamına hamledilmiş olmaktadır ki o da sabit olan bir şeyi silmek, kazımak demektir. Hakiki mânâyı zaruret olmaksızın terketmek uygun değildir. Ancak burada ilk yorumun kuvvetli oluşuna da delil vardır. Bu delil, «Gündüzün ayetini aydınlatıcı kıldık» cümlesidir.
Bazılarına göre zulmet (karanlık) asıldır, nur (ışık) ise ondan peydan olmuştur. Buna göre, gece ışıktan hali olarak yaratılmıştır. Kastedilen şudur: Allah Teâlâ zamanı kapkaranlık bir gece olarak yaratmış, sonra onun bir kısmını ayette zikredilen faydadan ötürü gündüz kılmıştır. Bu bakımdan gecenin süinmiş, gündüzün ise aydınlatıcı kılınmış olmasını, birbirlerine zıddiyetleri nedeniyle mecaza hamletmek gerekmez. Çünkü zamanın bir kısmı karanlık bırakılmış, bir kısmı da aydınlatıcı luhnmıştır.
Alusî, bunları naklettikten sonra, bu yorumun zorlama olup, konum itibariyle münasip düşmediğini ve güvenilir yorumun Ze-mahşerî'nin Keşşaf adlı tefsirinden nakledilenin olduğunu söylemektedir.
«Yerine aydınlatıcı olarak gündüzün ayetini getirdik»; yani gündüzleyin insanlar etraflarını görürler. Veya gündüzü görmeyi kolaylaştırıcı kıldık. Bu takdirde görmenin gündüze nispet edilmesi mecazidir. Çünkü adi sebebe isnad edilmiştir. Hakiki fail Allah Teâlâ'dır.
Gecenin ayetinin (ayın) silinmesi yaratılmış olduğu günde kendisine verilen nurun ondan alınmasıdır. Nitekim İbn Cerir ile îbn Münzir bu ayet ile ilgili olarak, îbn Abbas'tan şunu rivayet etmektedirler: «Ay güneş gibi parlaktı ve gecenin ayetiydi. Sonra ondan silindi. Ayda görülen siyahlık, o silintinin izidir».
Abd b. Humeyd ve bazı alimler, İkrime'den şöyle rivayet etmektedirler:
«Allah Teâlâ güneşin nurunu 70, ayın nurunu da 70 parça kıldı. Ayın nurundan 69 parçayı silerek, onu güneşin nuruna ekledi. Böylece güneş 139 parçaya, ay ise 1 tek parçaya sahiptir».
İbn Ebi Hatim'in, Muhammed b. Ka'b el-Kurzî'den rivayet ettiğine göre, Allah Teâlâ gecede bir güneş, gündüzde bir güneş yarattı. Sonra gecenin güneşini sildi. İşte ayda görülen leke bun-dandır.
Said el-Makberî'den rivayet olunduğuna göre, Abdullah b. Selâm Hz. Peygamber'e ayda görülen siyah lekelerin nedenini sordu. Hz. Peygamber de cevap olarak, mezkûr ayeti okumuş ve görülen siyahlığın o silinmeden mütevellit olduğunu söylemiştir. (Beyhan ki: DelaiTun-Nübüvve, İbn Asakir)
Zayıf bir senetle İbn Abbas'tan nakledilen bir rivayette şu cümleler yer almaktadır: «Allah arşının nurundan iki güneş yarattı. Cebrail'i gönderdi. Cebrail ayın yüzünde kanadını gezdirdi. Ay o zaman güneş halindeydi. Bu silinti üç kez tekrarlandı. Böylece aydan ışık giderildi ve onda bir nur kaldı. İşte «Biz gece ile gündüzü birer ayet kıldık» diye başlayan ayet bunu anlatmaktadır». (İbn Merduveyh, İbn Ebi Hatim)
Bu hususta daha birçok rivayetler nakledilmişse de zayıf görüldüklerinden buraya almadık. Bu tür rivayetleri tafsilatıyla görmek isteyenler, Suyuti'nin Durr'ul-Mensur (4. cilt) ve İbn Kesir'in «Tefs ir 'ul-Kur'an'il- Azim »inin yedi ciltlik baskısının 4. cildine bakabilirler.
İmam Fahruddin Razi, ayın silinmesi hakkında iki görüşün olduğunu söylemektedir:
1. Onun ışığı kayboluncaya kadar peyderpey eksilir.
2. Onda esas bir leke vardır.
Birinci vecih daha uygundur. Çünkü her iki fiilin de başında bulunan lâm harfi, sildik ve kıldık fiillerine racidir. Gece ayetinin silinmesi, ancak Allah'ın fazlından istemeye tesir eder. Eğer biz ayın silinmesini ayın ışığının artma ve eksilmesine hamledersek mesele böyle anlaşılır. Çünkü bu ayetin oluş sebebi, ayın oluşunun değişik durumlarına bağlı olarak değişiktir. Tecrübe ehli şu noktayı tesbit etmişlerdir. Nurun miktarlarında ayın ahvalinin değişikliği, bu ahval ve maslahatında büyük tesir yapar. Tıpkı med-cezir olayında denizlerin hali gibi.
Ayrıca ayın nurunun artma ve eksümesiyle aylar meydana gelir. Aylar vasıtasıyla yıllar meydana gelir ki arabî yıllar ayın görülmesine dayandırılmıştır. Nitekim ayette de yılların sayı ve hesabının bilinmesi için böyle olduğu beyan edilmiştir.
Anıidî, Ebkâr'ul-Efkâr adlı eserinde, ayda görülen lekelerden Ötürü birtakım sözleri naklederek, bunları reddetmektedir. MeşeIâ, ayda görülen lekelerin hakiki değil hayal olduğunu söyleyenlerin bu görüşünü, «Eğer hayal olsaydı, aya bakanlar değişik ha-yaler görürlerdi» diyerek reddetmiştir. Yine, ayda bulunan siyahlığın güneş tarafında olmayan yönde bulunduğunu söyleyenlerin sözünü Amidî şöyle reddetmiştir:
«Eğer siyahlık gerçekten güneşe karşı olan tarafta değil de öbür tarafta olsaydı, bu siyahlık ayın değişik taraflarında görülmezdi. Oysa siyahlık ayın değişik yerlerinde görülmektedir m
Siyahlığın ayın yüzü olduğunu; zira ayın insan, yüzünün suretiyle tasvir edildiğini, iki gözü, iki kaşı, burnu ve ağzı olduğunu söyleyenlere ise Amidî şöyle cevap vermiştir:
«Bu uzak bir iddia olmakla birlikte, tabiat fiilinin faydadan muattal oluşunu da gerektirmektedir. Çünkü kaşların yararı, gözleri akan terden korumaktır. Burun koklamaya, ağız ise gıdaları mideye göndermeye yarar. Ay için ise böyle bir şey sözkonusu değildir».
Rivayet ehlinden bazıları ayın yüzünde kelime-i tevhidin, bazıları da Cemil kelimesinin yazılı olduğunu, bazıları da görülen siyahlığın nedeninin bu yazıdan kaynaklandığını iddia etmişlerdir. Ancak bu .iddiaların hiçbiri sağlam delillere dayanmamaktadır. Nitekim sadece ayda değil her şeyde manen kelime-i tevhid yazılıdır. Yine her yerde manen «Cemil» kelimesi yazılıdır. Fakat bu bizim bildiğimiz yazı stiliyle değil, manen yazılıdır.
Astronomlara göre ayda da tıpkı dünyada olduğu gibi, dağlar, tepeler, ağaçlar, denizler vardır. Bu rasathanelerde görülmektedir. Aynı lekesiz yerleri denizler, lekeli yerleri ise, engebeli, dağlı, tepeli arazilerdir. Ayrıca şu iddiayı öne sürmüşlerdir: «Aya giden bir kimse yerküresine baktığı zaman, biz ayı nasıl görüyorsak o da dünyayı öyle görür». Bu noktadan hareketle ayın da dünya gibi canlılarla mamur olması ihtimalinin uzak olmadığını, hatta çok uzakta oldukları için görülmemelerine rağmen tüm yıldızların da aynı şekilde olabileceklerini söylemişlerdir. Çünkü küçük olması-' na rağmen yeryüzü canlılarla mamur edilirken, kocaman yıldızlarda canlılar yaratmamak Allah'ın hikmetine uygun düşmez.
Eski tefsirlerde bu türden birçok bilgiler yer almaktadır. Bizim bu tefsiri yazdığımız tarih olan H. 1406/M. 1987'den önce hem Amerikan hem de Sovyet kozmonotları aya çıkmışlardır. Bu kozmonotlar aya gidip, onun yerküresi gibi toprak olduğunu bizzat müşahade etmişler ve modern iletişim araçlarıyla aya ayak basışları tüm dünyaya gösterilmiştir. Böylece ayda canlı olmadığı hatta orada yaşama imkânı bulunmadığı ortaya konmuştur. Ayın ışığı güneşten gelmedir. Çünkü o da dünya gibi güneşin uydularından biridir.
Mevlâmız trilyonlarca para harcayıp ay ve diğer yıldızlara sunî uydular gönderen insanlara, bu parayı yeryüzünde açlık ve kıtlıktan dolayı kınlan insanların refahına harcamayı nasip etsin. Bu tefsirin yazıldığı yıllarda, Yıldızlar savaşı diye bir mesele gündeme getirilmiştir. Şayet bu savaş vuku bulursa, yeryüzünde yaşayan insanoğlunun hiçbir ferdi sağlam kalmayacaktır. Belki de böyle bir savaş ayet ve hadislerde zikredilen Kıyamet'in kopması demek olacaktır. Allah Teâlâ imanımızı muhafaza eylesin, iz'an nasip etsin. İnsanlığı Önce cahiliyet, imansızlık ve mutlak ilhad-dan, sonra da gelişmiş çağdaş teknolojinin aleyhte kullanılmasından korusun.
«Allah'ın nimetini araştırmanız için»; yani Rabbinizden nzık ısteyesiniz diye. Çünkü rızkın aranması gece olmaz. Burada nzık yerine afazi», kesb yerine «îbtiga» kelimeleri kullanılmıştır. Ve ar-dısıra kişinin normal sebepleri talep etmekten başka rızkın kazanılmasmda bir fonksiyonunun olmadığı bilinsin diye Allah'ın Ru-bubiyet sıfatı zikredilmektedir.
«Ve ayrıca yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için»; yani gece ayetinin silinmesinin nedeni yılların sayısını ve hesabını bil-menizdir. Allah Teâlâ, gece ayetini silmiş ve gündüz ayetini de parlak ve gösterişli kılmıştır ki dinî ve dünyevî maksatların temel noktasını teşkil eden yılların sayısı, ayların, gece ve gündüzün hesabı bilinsin. Bunlara bağlı olarak diğer menfaatler kavranılsın. Çünkü eğer zamanın tümü meselâ hep gece olsaydı veya hep gündüz olsaydı bunların hiçbiri bilinmezdi. Nitekim bu husus Kasaş Suresi'nin 72 ve 73. ayetleri ile Yunus Suresi'nin 5. ayetinde açıkça beyan edilmektedir.
Elmalüı Hamdı Yazır, tefsirinde bu ayetle ilgili şöyle demektedir:
«Litebtegu hitabının muhatapları beşeriyyet cinsi ise, bundan anlaşılır ki kürre-i arz üzerinde insan cinsi ayın silinmesinden sonra vücuda gelmiş ve gece ile gündüzün ayrılması beşer hayatının feyzinin sebeplerinden birisi olmuştur.
Bu yoruma göre mânâ şu olur. Bunların böyle yapılması şu hikmetler içindir:
Siz hayata mazhar olup göz ve kalp gözü sahibi insanlar olasınız da bunları yapan ve sizi yetiştiren Rabbinizin büyüklüğünü anlayarak çalışasınız. Fakat şerr ve noksan için değil, O'nun lütf-u kereminden hayırlı kâr ve terakki istemek için çalışasınız. Ve senelerin sayışım ve hesabım bilesiniz. Geceleriyle, gündüzleriyle, aylarıyla yıllarıyla zamanı ölçerek, Önünüzü, sonunuzu ve Ahiret'i hesap edesiniz de sonra olacak şeyleri aceleyle istemeyesiniz. Ve dünyaya güvenip Ahıret'teki hesabı unutmayasınız diye bunları böyle yaptık. Ve her şeyi tafsil ettik de ettik. Yani tekvin âleminde her şeyi ayırdedip gündüz ayetiyle gösterdiğimiz gibi Kur'an'da da din ve dünyanıza hayr ve şerrinize bağlı bir şeyi ayetlerle beyan ettik. Bu suretle Kur'an ayeti gündüz ayeti gibidir. Bunun karşısında geçmiş kitaplar ise, silinmiş ay veya gece ayeti gibi nes-hedilmişlerdir.» [21]
«Hesab» ile kiralama, alışveriş gibi muamelelerde cari olan
hesabın cinsi kastedilmektedir. Bazılarına göre, zahir ve uygun
oıan gece ile senelerin sayısının ve hesabının bilinmesidir. Çünkü şer'i yıllar ile şer'i hesab mutlaka gece veya ay ile bilinmektedir. Nıteıam bu husus Bakara Suresi 189. ayette beyan edilmiştir.
Bilindiği üzere yıllar ya güneşe ya da aya göre hesaplanır. Ki bunlara şemsî veya kamerî yıllar denmektedir. Bu iki hesaplama biçimiyle amel edilir. Şayet ayetlerin birinin sene-i şemsiyyeyi di-ğennın de sene-i kamerıyyeyi açıkladığı öne sürülecek olursa, bunda hiçbir mahzur yoktur. Şer'i ahvalin sadece kamerî aylara dayanması bir zarar vermez. Hesab kelimesinden önce, aded kelimesini takdim. etmek, ilk noktadan hesabın bağlı bulunduğu yerin senelerin içinde bulunan vakitlerden ibaret olmasıdır. Yahut senelerin sayısına bağlı olan ilmin icmali kısmıdır. Çünkü senelerin sayısına bağlı olan bilgi, hesabın tafsüatlı olarak bağlı-bulunduğu bilginin icmalidir. Ya da birinci ilmin bağlı bulunduğu nokta mertebelerin en yükseğidir. Veya sayı hesapta hasrın mürekkebe nisbe-ten bulunduğu noktaya inmektedir. Çünkü hesap misallerin tekrar edilmesiyle ayrı olan kemiyet sahibi bir şeyin sayımıdır. Onların belli bir grubuyla muayyen bir sınır meydana gelir. Onun özel bir ismi ve bağımsız bir hükmü olur. Sayı ise sadece misallerin tek-rarıyla saymak demektir. Onda herhangi belli bir sınır meydana gelmediği gibi, buna özel bir isim de verilmez.
«Biz her şeyi açık açık anlattık» cümlesindeki «Killin kelimesi mukadder bir fiilin mefulüdür. Yani gece ile gündüzü ayet kılmamızdan ve onların eklerinden olan dünyevî ve dinî yararlardan başka gerek dünyanızda gerekse ahiretinizde muhtaç olduğunuz her şeyi Kur'an'da açıkça beyan ettik.
Bazı müfessirlere göre «Küll» kelimesi «eUHisab» kelimesi üzerine atıftır. Yani sizler yılların sayısını, hesabını ve her şeyi büesiniz diye gece ayetini sildik gündüz ayetini de aydınlatıcı kıldık.
Bu takdirde «Fassalnahu tafsilan» ifadesi «Şeyvln. sıfatı olur. Ancak bu yorum manâ bakımından uzaktır. Bu ayet, her şeyin Kur'an'da açıkça anlatıldığını ortaya koymaktadır. Nitekim Nahl Suresi'nin 69. ayeti bu hususta bir delil teşkil eder. Böylece Kur' an'ın en doğru yola ilettiği gerçeği de apaçık ortaya çıkmış olmaktadır.
(13) «Her insanın amelini,..aBu Ayetin Tefsiri
«Her insamy ile mükellef olan her insan kastedilmektedir. «Tayr» (Nasip), kişinin kendisinden sadır olan hayr ve şerrden meydana gelen davranışlardır. Sanki o amel gayb/kader yuvasından uçup kula gelmiştir.
Zemahşeri Keşşaf adlı tefsirinde şöyle demektedir:
«Cahüiyye döneminde halk kuşlarla fal açar ve buna «zecr» derdi. Sefere çıktıklarında veya bir kuş gördüklerinde, onu uçurtmaya çalışırlardı. Şayet kuş sol taraftan sağa doğru uçarsa bunun bereketli olduğuna, sağ taraftan sol tarafa uçarsa bunun uğursuz olduğuna inanırlardı. Bu nedenle Araplar bu olaya tetay-yur adını vermişlerdir. İşte Araplar hayr ve şerri kuşa nisbet ettiklerinden dolayı Allah Teâlâ burada istiare (mecaz) yoluyla Tayr kelimesini kullanmıştır. Nitekim Araplarda «Allah'ın tayrı, senin taynn değildir» diye meşhur bir söz vardır. Yani, hayr ve şerrin meydana gelmesinde Allah'ın takdiri sözkonusudur, yoksa uğurlu veya uğursuz sayılan kuş değil.
Cahiliyye döneminde bu olay o kadar yaygındır ki sadece kuşlar değil, geyik ve diğer hayvanlar da bereket ve uğursuzluk hususlarında istimal edilirlerdi».
Baziları ayeti, «tayr»6axı kastedilenin ezelî takdirde kulun payına düşen şeklinde olduğunu söyleyerek yorumlamışlardır. Yani her insana ezelde taksim ettiğimiz pay ve nasibi onun için ayrılmaz kılarız.
«Unuk» (Boyun) kelimesi betahsis zikredilmiştir: Çünkü onun üzerinde, gerdanlıkta bulunan süs te, bukağılar gibi felaket aleti de apaçık ortadadır. Ayrıca boyun, insan azalarının arasında açıkta duran bir azadır Üzerinde ne varsa ortaya çıkar. Yücelik ve şe. ref ona nispet edilir. Boyun anlamındaki «Unuk» kelimesi bazen bir toplumun önderi anlamında da kullanılır. Yani her mükellef insanın bukağısını ondan ayrılmayacak şekilde onun boynuna geçirmiştir.
Huzeyfe b. Esid'ten rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«İnsanın kendisinden yaratıldığı meni damlası kadının içinde kırk gün kırk gece uçup durur. İnsanın hiçbir kılı, derisi> damarı, kemiği yoktur ki oraya girmesin. Hatta tırnak ile et arasına bile girer. Kırk gün ve gece geçtikten sonra Allah onu kadının rahmine indirir. Kırk gün ve kırk gece kadının rahminde durur. Sonra kırk gün ve gece çiğnemlik et haline gelir. Dört ay tamamlandığı zaman Allah onun yanma rahimler meleğini gönderir. Rahimler meleği eli üzerinde onun etini, kanım, kıllarını, derisini yapar. Sonra Allah ona suret verir. Melek şöyle der: «Ey Rabbim! Onun suretini nasıl yapayım? Fazla mı, eksik mi, erkek mi, dişi mi, güzel mi, çirkin mi? Sağlan düz mü kıvırcık mı, boyu kısa mı uzun mu, teni beyaz mı, esmer mi, sırtı düzgün mü eğri mi olsun?» Melek daha sonra Allah'ın emrettiğini yazar ve der ki, «Ey Rabbim! Said mi, şaki mi?» Eğer said ise, melek ecelinin sonunda ona saadeti üfler. Şaki ise, ecelinin sonunda ona şekaveti üt'ıer. Sonra Allah Teâlâ onun eserini, rızkını, musibetini, taat ve ma-siyetle olan amelini yazmasını emreder. Melek de Allah'ın bu hususta verdiği emri yazar. Sonra melek, «Ey Rabbim! Bu yazılan Kitab'ı ne yapayım?» diye sorar. Allah da cevaben, «Onu, üzerinde hükmedeceğim vakte kadar onun boynuna tak» der. işte mezkûr ayet bu olaya işarettir». (İbn Merduveyh)
Mücahid'den rivayet edilen şu hadis de bunu teyid etmektedir: «Doğup dünyaya gelmiş hiçbir çocuk yoktur ki, onun boynunda said ve şaki olduğuna dair yazılı bir kâğıt asılı olmasın». (Ebu Davud: Kitab'ul-Kader, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim).
Ayetin son kısmı insan ile kastedilenin mükellef olan insan olduğunu ortaya koymaktadır. Kıyamet Günü'nde hesaba çekilmek için hasrolunan insanın kitabı çıkarılır ki kastedilen amellerinin yazılı olduğu sayfalardır.
Ebu Ubeyde ile İbn Münzir'in Harun'dan rivayet ettiklerine göre, mânâ şöyledir: «Her insanın amelini boynuna geçiririz. O Kıyamet Günü'nde bir kitab okur, O kitab inşam (veya o insan kitabı) açık olarak bulur ki onu okuyabilsin». Bu cümle bunun unutulmamış ve hazırlanmış bir durum olduğuna işaret eder.
Hasan Basri'den rivayet olunduğuna göre, o şöyle buyurmuştur:
«Ey Ademoğlu! Senin için bir sahife yayıldı. Sana iki melek, koruyucu olarak verildi. Biri sağında, diğeri solundadır. Ölünceye kadar onlar seninle beraberdirler, Öldükten sonra defterin dü-rülür ve kabirde boynuna asılır. Ta Kıyamet'e kadar! Kıyamet gelince de sana gösterilir». (İbn Cerir)
(14) «Kitabını oku. Bugün hesap sorucu...» Bu Ayetin Tefsiri
«Nefs» ile kastedilen insanoğlunun azalandır. Çünkü başka ayetlerde de varid olduğuna göre insanoğlu dünyada iken yaptıklarını inkâr ettiğinde onu azaları (eli, ayağı, gözü, kulağı, burnu v.s.) kendi aleyhine şahitlik yaparlar. Mukatil'den rivayet edilen bu yorum, ayetin zahiriyle çelişmektedir.
Hasan Basri'den gelen bir rivayete göre, o bu ayeti okuduğunda; «Ey Ademoğlu! Vallahi seni nefsinin hasibi kılan, gayet insaf" h bir harekette bulunmuştur» demiştir.
Ayetin zahirine bakılırsa, Kıyamet Günü'nde mümine de kâfire de şu söz söylenir: «Kitabını oku. Bugün nefsin senin aleyhinde şahit olarak yeter de artar».
îbn Ebi Hatim'in Süddi'den rivayet ettiğine göre, Kıyamet Günü'nde kâfir için bir kitap çıkarılır. Kâfir der ki: «Rabbim! Sen kullara zulmedici olmadığına dair hüküm verdin. Bu yüzden beni kendi hesabımı kendimin bulacağı bir şekilde kil». O zaman ona; «Kitabını oku. Nefsin hesap görücü olarak yeter» denir. Ancak bu rivayet bu durumun sadece kafirlere mahsus olduğu art lamına gelmez. Kıyamet Günü'nde okur yazar olmayan kimse de kitabını okuyabilecektir.
Rivayet olunduğuna göre, mümin önce günahlarını okur. Onun iyilik ve sevapları kâğıdın arka kısmındadır. Mahşer ehli onu görür. Fakat mümin günahlarını okurken, kâğıdın arkasında yazılı iyiliklerini göremez. Mahşer ehli ona bakar ve günahlarını tamamen okuduktan sonra helak olacağını zanneder. O bir de görür ki sahifenin altında; «Senin bu günahlarını sana affettik» yazılıdır. O zaman yüzü güler, sevinci artar. Sonra iyiliklerini okur, nuru fazlalaşır. Aile efradına dönerek «Alın kitabımı okuyun! Çünkü ben gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmıştım» (Hakka: 19-20) der. Kâfire gelince, o önce iyiliklerini okur. Onun günahları kitabın arkasında yazılıdır. Mahşer ehli onu görmektedir. O günahlardan Allah'a sığınırlar. Kâfir hasenatını tamamen okuduktan sonra, kitabın sonunda, «Senin bu iyiliklerinin hepsini sana reddettik» denüir. Nitekim «Onların yapmakta oldukları her işin önüne geçtik. Böylece onu savrulmuş toz zerreleri kıldık» (Furkan: 23) bu-yurulmuştur. Onun yüzü simsiyah kesilir. Üzüntüsü artar. Sonra günahlarını okur, belâ üzerine belâ eklenir. Mahrumiyetinin artışı ve şekavetin kabarmasıyla dönerek şöyle der: «Kitabı sol eline verilen kimse, «keşke bana kitabım verilmeseydi» (Hakka: 25)
Bu ayetin nazmının keyfiyeti hakkında îmam Fahruddin Razi üç vecih olduğunu söylemektedir:
1. «Biz her şeyi apaçık anlattık» ibaresi şu mânâları içerir. İnsanoğlunun muhtaç olduğu tevhid, nübüvvet ve hasra ilişkin deliller açıklanmıştır. Her şey zikrolunduğuna göre, mazeretler de ortadan kalkmış demektir. Nitekim Kıyamet'te herkesin amel defteri mutlaka boynunda asılı olacaktır.
2. Allah Teâlâ onların din ve dünyaları için yararlı olan her şeyi verdiğini açıklamakla, nimetlerin her çeşidiyle onlara in'amda bulunduğunu ihsas ettirmektedir. Bu da onların Allah'a hizmet ve taatle meşgul olmalarını gerektirir. Kıyamet Günü herkes söz ve davranışlarından hesap verecektir.
3. Allah Teâlâ mahlûkatı sadece kendisine kulluk etmeleri için yarattığını beyan etmiştir. Güneşin, ayın, gecenin ve gündüzün ahvalini beyan etmekle, bu şeylerin de insanların kendilerinden yararlanarak Allah'a ibadet edebilmeleri için olduğunu göstermektedir. İşte bu nedenle Allah Teâlâ Kıyamet'te herkese isyan mı, itaat mı ettiğini soracaktır.
(15) «Kim hidayet yolunu seçerse bunu...» Bu Ayetin Tefsiri
İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu ayet, Velid b. Muğira hakkında nazil olmuştur. Çünkü Velid, Mekkeli müşriklere «Muhammedi inkâr edin, yalanlayın. Günahınız benim boynuma olsun» demiştir.
Bu ayet, Nisa Suresi'nin 85. ve Nahl Suresi'nin 25, ayetlerine ters düşmemektedir. Bu ayette hiçbir günahkârın başkasının günah yükünü taşımayacağı bildirilirken, diğer iki ayetten de insanoğlunun başkasının iyiliğinden yararlanabileceği ve kötülüğünden de zarar göreceği vurgulanmaktadır. Fakat bu mânâlar birbirine ters değildir. İki ayette (Nisa: 85, Nahl: 25) kişinin gerçekte kendi iyiliğiyle yarar, kendi günahı sebebiyle de zarar gördüğü bü-dirilmektedir. Kişinin işlediği iyilik ile kötülüğün cezası yine kendisine döner. Ona yardımcı olana, iyilik veya kötülüğün aslı değil, yardımcı olmasından ötürü cezası varmaktadır. Dalâlet de boyledir. İnsanları sapıtanlarm günahı sapıklığın değil, sapıtmanın günahıdır.
Bu ayet-i kerimeye dayanarak Hz. Aişe, İbn Ömer'in rivayet ettiği şu hadisin sıhhatini tenkid etmiştir. «Ölü, ailesinin kendisine ağlaması nedeniyle azap görür». Görüleceği üzere İbn Ömer' den gelen bu rivayet kişinin başkasının suçu nedeniyle azap görebileceğini vurgulamaktadır. Oysa mezkûr ayet bunun tam tersine delâlet etmektedir.
Buna şöyle bir cevap verilmiştir: «Bu hadiste bildirilen hüküm ,Ölünün, ailesine kendisinden sonra ağlamalarım vasiyet etmesi halinde geçerlidir. Bu takdirde o azap, saptırmanın karşılığı kabilinden olur».
Bazıları İbn Ömer'in rivayet ettiği, hadiste geçen «ölü» tabirini «Ölmek halindeki kişi» olarak yorumlamışlardır. Azap ile kastedilen de dünyevî azaptır. Yani sekerat haline giren bir kişi, kendisi için ağlayan yakınlarının bu davranışından elem duyar. Bu nedenle onların ağlamaması gerekir.
Hz. Aişe, yine bu ayete dayanarak, diyet-i akile hususunda fa-kihlerin görüşüne de şiddetle karşı çıkmıştır. Cevap olarak, bunun başlangıç yolu üzerinde vaki olan bir teklif olduğu, aksi takdirde yamlan kişi fiilinden dolayı muaheze edilemezken, başkasının nasıl muaheze edilebileceği söylenmiştir. [22]
Cübbaî bu ayeti, müşrik çocuklarının azap görmeyeceklerine dair delil göstermektedir. Çünkü müşrik çocuklarının azap görecekleri iddia edildiği takdirde, onlar ataları yüzünden muaheze edilmiş olacaklardır ki bu da ayetin zahirine ters düşmektedir.
Bazı alimler, bu ayetin müşrik çocukları hakkında nazil olduğunu söylüyorlarsa da bu doğru değildir. Nitekim İbn Abdilberr Temhid adlı eserinde Hz. Aişe'den zayıf bir rivayet nakletmektedir: Hz. Hatice, Hz. Peygamber'e müşriklerin çocuklarının durumunu sorduğunda, o «onlar babalarındandır» (Yani babalarıyla birlikte cehenneme gideceklerdir) diye cevap verir. Bir zaman sonra Hz. Hatice aynı soruyu Hz. Peygamber'e bir kez daha sorar. Hz. Peygamber; «Allah onların ergenlik çağına geldiklerinde neler yapacaklarını daha iyi bilir» der. İslâmiyet iyice yerleştikten sonra Hz. Hatice tekrar aynı soruyu sorar ve mezkûr ayet nazil olur. Bunun üzerine Hz. Peygamber, «Onlar fıtrat üzerindedirle/» (veya «Onlar cennettedirler») diye buyurur.
Bu mesele ihtilaflıdır ve birçok görüşler öne sürülmüştür. Bazı alimlere göre müşriklerin çocukları babalarına tabi olarak ateştedirler. Bu alimler, Hakim Tirmizi'nin, «Nevadır'ul-Usul» adlı ki-... tabmda Hz. Aişe'den naklettiği bir hadisle istidlal etmektedirler.
Hz. Aişe Hz. Peygamber'e müslümanların çocuklarının durumunu ve nerede olacaklarını sorar. Hz. Peygamber (s.a) «Cennettedir-II Zer» diye cevap verir. Daha sonra müşriklerin çocuklarının duru-|| munu sorar ve Hz. Peygamber «Ateştedirler» der. Hz. Aişe; «Ey Allah'ın Rasulü! Onlar henüz amel işleyecek zamana ulaşmadılar. Kalemler onların aleyhinde henüz yazı yazmadı ki» deyince Hz. Peygamber (s.a), «Rabbin onların ne yapacaklarını daha iyi bilir.
Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim kL istersen sana onların ateşteki çığlıklarını bile dinletebilirim» der.
îbn Abdilberr bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir. Zayıf bir hadis ise delil değildir. Yani bir hüküm zayıf hadise bina edilemez. Daha Önce zikredilen hadiste, Hz. Peygamber (s.a) müşrikti terin çocukları hakkında, «Allah onların neler yapacağını daha iyi bilir» demiştir. Ancak bu sözde onların cehennemde olacaklarına dair bir açıklık yoktur. Çünkü Allah'ın onların neler yapacağım daha iyi bilmesi Baliğ oldukları takdirde neler yapacaklarını daha iyi bildiği anlamındadır. Oysa onlar Baliğ olmadan ölmüşler ve sorumluluk çağma henüz ulaşmamışlardır. Ceza ise ergenlik çağma gelenler içindir.
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Sa'd b. Cesame Hz. Pey-gamber'e «Ey Allah'ın Rasûlü! Biz gece-gündüz müşriklerin bazı çocuklarını telef ediyoruz» der ve Hz. Peygamber de «O çocuklar da müşriklerdendir» diye buyurur. (Buhari, Müslim)
Bu görüşün tersini savunanlar bu hadisi, «Köle edinmek türünden dünyevî hükümlerde onlardandırlar» şeklinde tevil etmişlerdir.
Ebu Hanife'nin de dahil olduğu bir grup alim ise müşriklerin çocuklarının akibeti meselesinde tevakkuf ederek, onların cennetlik mi cehennemlik mi oldukları hususunda susmuşlardır.
Bazıları onlardan bazılarının cennete, bazılarının d s», cehenneme gireceğini öne sürerek, Hakim Tirmizi'nin Nevadir'ul-Usu\ ad* lı eserindeki şu hadisle istidlal etmişlerdir.
Abdullah b. Şeyda'dan rivayet olunduğuna göre, bir kişi Hz. Peygamber'e gelerek müşriklerin küçükken ölmüş olan çocuklarının durumunu sorar. Hz. Peygamber bir süre başım eğerek düşündükten sonra «Soru soran nerededir?» der. O da, «İşte buladayım ya Rasûllullah!» deyince Hz. Peygamber, «Allah cennet ve cehennemlikler arasında hüküm verdiği zaman, geriye müşriklerin çocuklarından başkası kalmadı. Bu çocuklar feryad edip, «Ey Rab. bimiz! Bize elçilerin gelmedi ve biz de bir şey bilmiyorduk» dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onların ne işleyeceğini bildiğinden onlara vazifeli bir melek gönderir. Melek, «Ben Rabbinizin elçisiyim, size geldim» der. Onlar da meleğin peşine takılarak ateşe kadar onun arkasından giderler. Melek, «Rabbiniz bu ateşe girmenizi emrediyor» der. Bir kısmı ateşe girer ve gerideki arkadaşlarının görmedikleri bir yerden çıkarlar. Sonra da Allah'ın der-gâhına yakın olan bir zümreye katılırlar. Melek tekrar geride kalanlara gider ve «Rabbiniz bu ateşe girmenizi emrediyor» der. Yine bir grup ateşe girer ve geride kalanların görmedikleri bir yerden çıkarak, diğer arkadaşlarının yanma konulurlar. Sonra melek yine gelir ve onlara «Rabbiniz ateşe girmenizi emrediyor» der. Onlar «Ey Rabbimiz! Senin azabına bizim gücümüz yetmez» deyince, Al lah emreder, elleri ve ayaklan bağlanarak ateşe atılırlar».
Bazı müdekkikler, müşriklerin küçükken ölmüş çocuklarının cennet ehlinden olduğunu ve bu görüşün şahinliğine kanaat getirdiklerini söyleyerek şu delilleri öne sürmüşlerdir:
a) Bu ayet, daha önce Cübbai'den de nakledildiği gibi— onların cennetlik olduğuna delâlet eder.
b) Hz. İbrahim hadisi bunun doğruluğuna delâlet eder. Çünkü Hz. Peygamber, «ibrahim'i cennette gördüm. Çevresinde çocuklar vardı» dediğinde, kendisine «Müşriklerin çocukları da var mıydı?» diye sorulur, o da, «Onlar da vardı» diye cevap verir. (Buhari.)
c) Hakim Tirmizi'nin «Nevadır'uLUsul» ünde ve İbn Abdil-berr Enes'ten şöyle rivayet eder: «Hz. Peygamber'e müşriklerin küçükken ölen çocuklarının durumunu sorduğumda bana, «Onlar cennet ehlinin hizmetçileridir» dedi.»
d) Mezkûr ayet te (İsra: 15) onların cennetlik olduğuna delâlet eder. Çünkü ayet, sorumluluk öncesi azaba duçar olunmayacağını ifade etmektedir. Çocuk sorumluluk taşımadığından, Hz,
Feygamber'in, «Onlar cennet ehlinin hizmetçileridir» sözü baliğ olana kadar onları iltizam etmektedir. [23]
Müslüman çocuklarının cennette olduğu hususunda ihtilaf yoktur. Bazı güvenilir olmayan kimseler bu hususta tevakkuf et-mişlsrdir. Delilleri ise Hz. Aişe'den gelen şu hadistir:
«Ensar'dan bir çocuk ölmüştü. Ben, «Cennet onun olsun. O cennetin serçelerinden biridir. Çünkü kötülük işlememiş ve kötülük çağına ulaşmamıştır» dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber; «Ey Aişe! Yoksa bundan başkası mı olacaktı? Allah cennet için bir halk yaratmıştır, onlar daha babalarının sulbünde iken, Allah onları cennet için yaratmıştır. Yine cehennem için bir halk yaratmıştır, onlar daha babalarının sulbünde iken Allah onları cehennem için yaratmıştım.
Bazı alimler bu hadise cevap olarak şunu söylemişlerdir: «Hz. Peygamber, Hz. Aişe'yi kesin delil olmaksızın mutlak şekilde hüküm vermekten men etmiştir. Tıpkı, «Ben onu mümin olarak görüyorum» diyen Sa'd b. Ebi Vakkas'ın sözünü, «Yoksa o müslim miydi?» diyerek reddetmiş olduğu gibi».
Hz. Peygamber'in bu sözünü, «müslümanların çocukları cennettedir» hükmünü bilmediği bir zamanda söylemiş olması muhtemeldir. Bildikten sonra onların durumunu şu hadisiyle açıklamıştır: «Bulûğ çağına gelmeden üç çocuğu Ölen hiçbir müslüman yoktur ki Allah çocuklarına olan fazlı ve rahmetiyle onu cennete sokmasın».
Kadı Beyzavî mezkûr ayet ile ilgili olarak şöyle demiştir:
«Bu ayet günahın, Allah'ın fiilinden olmadığına delâlet eder. Şayet öyle olsaydı, kullan günahtan dolayı cezaya çarptırılması. sözkonusu olmazdı. Tıpkı başkasının günahından dolayı, kimseyi muaheze etmediği gibi onları da muaheze etmezdi. Ayrıca günahın tamamen kaldırılması gerekirdi. Çünkü günahkâra «günahkâr» elemek, sakınma imkânı olduğu halde kendi isteğiyle günah işlemesinden ileri gelmektedir. Bu yüzden çocuklara «günahkârdır» denilemez.»
Kadı Beyzavi'nin bu görüşü, cebr ve tefvizin olmadığım söyleyenlere değil, cebriyyeciler aleyhinedir.
«Biz peygamber göndermedikçe (bir kavme) azap edecek değiliz»; yani hakka ileten, sapıklıktan alıkoyan, delilleri tebliğ eden bir peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap etmeyiz. Böyle bir azabm bizden sadır olması sahih ve müstakim değildir. Hatta bizim baliğ hikmetler üzere bina edilen adetimize göre bu şekilde azap vermek muhaldir.
Bu ayet, akıl sahibi olmaları dolayısıyla peygamber gönderilmeyen kimselerin de sorumlu tutulacaklarını Öne süren Mutezile' yi susturmaktadır. Çünkü bu ayet, risalet Öncesi mutlak azabı kaldırmaktadır. Yani «İnsanlar akılları dolayısıyla nübüvvet öncesi de sorumludurlar, vacipleri terkettiklerinden dolayı, nübüvvet öncesi davranışlarından dolayı da azaba duçar olmaları gerekir» diyenlerin bu görüşünü mezkur ayet iptal etmektedir.
îsfehanî, «Mahsul» şerhinde, nübüvvet öncesi «vücub-u aklî» nin yokluğuna bu ayetle delil getirenlerin aleyhine bazı itirazlar serdetmiştir.
1- Rasul'den maksad akıldır.
2- Eğer biz «Rasul»den maksadın gönderilen peygamber ol duğunu kabul etsek bile ayette risalet öncesi yapılan kötülüklerin azabı nefyolunduğundan, burada mutlaka azabın nefyi gerekmez.
3- Biz bunu kabul ediyoruz. Ancak ayette nübüvvet Öncesi tüm günahların azabının nefyine delâlet edecek yine bir karine yoktur.
4- Delâlet olduğunu kabul etsek bile, muahezenin yokluğu, istihkakın yokluğunu gerektirmez. Çünkü muahezenin zikredilme-yişi mağfiret sebebiyle de olabilir.
İsfehani bu itirazlara sırasıyla şöyle cevap vermiştir:
1- «Rasül» tabirinin gerçek anlamı «Gönderileni) ve «Allah' tan haber veren peygamber»dir. Kelâmda asıl olan gerçek mânâya almaktır.
2- Şanı yüce olan zât, mübaşeretin yokluğu ile mutlak azap vermenin yokluğunu ifade etmiştir.
3- Kelâmın takdiri şudur: «Biz hiç kimseyi azaba duçar edici değiliz, ta ki peygamber göndermedikçe».
Bundan her insanın azaba duçar edilmesinin yokluğu gerekiyor. Matlub olan da budur. Çünkü hasım bunu savunmaktadır.
4- Ayet, nübüvvet öncesi azabın olmadığına delâlet etmektedir. Bu da zahirde nübüvvet öncesi vücubun olmadığına delâlet eder. Vücubun nübüvvet öncesi olduğu, günahkârlara olan azabın da mağfiretle giderildiği iddia edilecek olursa, açıklama yapılmalıdır.
Bu ayetle sadece Mutezile'nin istidlal etmediği bilinmektedir. Bu hususta Hanefiler'den bir grup da Mutezile'ye katılmıştır. Bu grup, Maturîdîler ile Semerkand'm alimleridir. Maturîdîler her ne kadar Mutezile gibi «Husn-Kubh» meselesinde akıl hakimdir demi-yorlarsa da, akim «Husn-Kubh»u bilmekte bir araç olduğunu söylemektedirler. Onlar Allah'a iman ve tazimin aklen vacip olduğunu söylemişler ve yine akla göre şen'i bir şeyi Allah'a nispet etmeyi haram kılmışlardır. Ebu Hanife'den rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: ({Allah Teâlâ peygamber göndermedeydi yine de Allah'ı bilmek insanların boynuna vacip olurdu».
Hanefi alimlerden çoğu, aklın Allah'ın delillerinden olduğunu ve şeriat gelmezden önce akılla istidlalin vacip olduğunu söyleyerek, Hz. İbrahim'le ilgili ayetleri delil olarak öne sürmektedirler. Nitekim Hz. İbrahim, babasına ve kavmine, onları apaçık bir delâlette gördüğünü söylemiştir. Hz. İbrahim burada kendisine vah-yedildiğinden bahsetmemektedir. Aynca Hz. İbrahim, yıldızlarla delil getirerek, Allah'ın varlığını bununla ispata çalışmış ve bunu kavmine delil olarak göstermiştir. Peygamberlerin tamamı böyledir. -Kavimlerine akli delillerle karşı koyarak, mücadele etmişlerdir. Nitekim bir ayette cehennem ehli, «Eğer biz söz dinleseydik, akletseydik cehennem ehlinden olmazdık» demektedirler. Yani onlar söz dinlemedikleri ve akıllarını kullanmadıkları için cehenneme girmişlerdir. Şayet onlar Yaratîcı'nm bilinmesi hususunda akıllarını kullanmış olsaydılar, —Şeriat gelmezden Önce— cehennemlik olmazlardı. İşitmek yoluyla elde edilen (sem'î) bilgiler delil olmazlar, ancak akli isdidlâlle delil olabilirler. Nübüvvet iddiasından sonra, mucize ancak akli bir delil ile sabit olur. İçte ve dıştaki [enfüsî-afakî] mevcut deliller, Yaratıcı'nın varlığına, mucizenin Allah'tan olduğuna delâletinden daha fazla delâlet ederler. Mucizenin bilinmesinde akıl kâfi bir delil olduğuna göre, Allah'ın varlığının bilinmesinde daha da kâfi bir delildir. Aynca kâfirleri İslâm'a çağırmak tüm ümmete vaciptir. Allah'ı inkâr edenlere karşi, ayet ve hadislerin delil getirilemeyeceği herkesin malûmudur. (Çünkü onlar zaten Allah'a inanmıyorlar ki ayet ve hadisleri delil kabul etsinler.) Bu nedenle onları ikna için sadece akli deliller öne sürülmelidir. O zaman onlara denilir ki; «Eğer insanlara peygamber gelmezden önce, Allah'ı bilmek ve Allah'a iman etmek vacip olsaydı, o zaman peygamber gelmezden önce kâfirlerin azaba duçar olmaları gerekirdi. Çünkü Allah şirki affetmeyeceğini açıkça bildirmiştir. Dolayısıyla zaruri vücub sözkonusu değildir». s
Fahruddin Bazi, bu ayet yoluyla getirilen delillerin zayıf olduğunu açıkladıktan sonra, «Vücub-u akluyi ispat etmiş ve iki vecih ortaya koymuştur.
a) Rasûl kelimesini akıl ile tefsir etmek,
b) Umumu tahsis etmek. Yani peygamber göndermezden önce azap verilmesinin anlamı, şeriatle vücubiyeti bilinen amellerdir. Çünkü bu ameller şeriat gelmezden önce bilinmezler.
Fahruddin Razî sonunda kendi görüşünün şöyle olduğunu söylemektedir: «Mücerred akıl, iyinin işlenmesine kötünün terkedü-mesine sebeptir. Ancak mücerred akılla Allah Teâlâ üzerine bir şeyin gerekliliğine hükmetmek memnudur».[24]
Ebu Mansur Maturîdî ve takipçileri, bu ayeti dünyada helakin ve azabın yokluğuna hamletmişlerdir. Onlara göre, iman ve tevhidi terkettiklerinden dolayı fetret ehli [25] de azap göreceklerdir.
İmam Nevevi bu görüşü benimseyerek, Müslim şerhinde şöyle demiştir: «Arapların bulunduğu putperestlik üzerinde iken, Fetret devrinde gelen kimse ateştedir».
Bu, çağrı ulaşmadan önce azaba duçar etmek değildir. Çünkü fetret ehline, Hz. İbrahim'in ve diğer peygamberlerin çağrısı ulaşmıştır.
Anlaşıldığına göre İmam Nevevî, Önceki peygamberlerin çağrısını işiten kimseye, ona gönderilmiş olmasa büe, o peygamberlere iman etmesinin vacip olduğunu söylemek istemiştir. Bu bakımdan İmam Nevevi'nin onların fetret ehli olduğunu söylemesiyle, çağrının onlara ulaştığı hükmü arasında bir tenakuz sözkonusu değildir. Şayet daha Önceki peygamberlerin onlara da gönderildiğini söyleseydi o zaman iki görüş arasında tenakuz olurdu ki o bunu söylememiştir.
Onların mutlaka azap göreceklerini savunan bazı kimseler, Muaz b. Cebel'den rivayet edilen şu hadise dayanmışlardır:
«Kıyamet Günü'nde; deli olduğu halde, fetret döneminde iken veya çocuk olduğu halde ölen kimseler getirilir. Deli; «Ey Rabbim! Eğer bana akil verseydin, akıl verdiklerinin arasında hiç kimse aklıyla benden daha mesut olamazdı» der. Fetret döneminde ölen kişi; «Ey Rabbim! Eğer bana bir peygamber gönderseydin, peygamber gönderdiğin kimseler arasında hiç kimse bu hususta benden daha mesut olamazdı» der. Küçük çocukken ölen kimse ise, «Ey Rabbim! Eğer bana bir ömür verseydin, ömür verdiğin kimseler arasında hiç kimse benden daha mesut olamazdı» der. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara, «Gidin cehenneme girin» der. Şayet cehenneme girseydiler hiçbir zararları olmazdı. Onlar cehenneme doğru giderken ateşten kıvılcımlar çıkıyordu. Onlar bu kıvılcımların Allah'ın yaratmış olduğu her şeyi yok edeceğini sandılar ve süratle dönüp, «Ey Rabbimiz! İzzetin adına yemin ederiz ki cehenneme gitmek istedik ama üzerimize ateşten kıvılcımlar sıçradı. O kıvılcımların her şeyi helak edeceğini sandık» derler. Allah onlara yine, «Gidin cehenneme girin» der ve onlar dönerler. Ancak her defasında da aynı olay olur. Sonunda Allah Teâlâ, «Sizi ilmim üzere yarattım ve sizi ilmime göndereceğim. Ey ateş onları tut» der ve ateş onları tutar. (Hakim Tirmizi: Nevadir'ul-Usul, Taba-rani, Ebu Nuaym.)
Bazı rivayetler ise onların bir kısmının azaba duçar olacağını, bir kısmının ise olmayacağım Ortaya koymaktadır/Meselâ, Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Kıyamet Günü'nde dört sınıf kimse masum oldukları hususunda delil getireceklerdir.
1. Sağırlar
2. Deliler
3. İhtiyarlar
4. Fetret döneminde ölenler
Sağır kimse: «Ey RabUm! İslâm geldi ama ben hiçbir şey işitmiyordum. Onun için tabi olmadım» der.
Deli; «Ey Rabbim! İslâm geldi ama çocuklar bana fışkı atıp duruyordu (yani aklım yoktu)» der.
İhtiyar; «Ey Rabbimiz! İslâm geldi ama ben ihtiyarlık dolayısıyla hiçbir şeye akü erdiremeyecek hale gelmiştim» der.
Fetret devrinde ölen: «Ey Rabbim! Senin bana rasûlün gelmedi ki» der.
Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlardan kendisine itaat edeceklerine dair söz alır ve kendilerine elçi gönderir. Elçi onlara «ateşe girin» der. Kim ateşe girdiyse ona kuvvetli bir serinlik gelir. Girmeyenler ise ateşe doğru çekilirler». (İmam Ahmed, İbn Raheveyh, İbn Merduveyh, Beyhaki.)
Enes b. Malik'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber s şöyle buyurmuştur:
«Kıyamet Günü'nde dört sınıf insan getirilir: Çocuk, deli, fetret döneminde vefat eden kimse ve ihtiyar. Onların hepsi de hüccetlerini getirirler. Allah Teâlâ, cehennem boynuzlarından birine; | «Çık ortaya» diye emreder. Onlara da, «Ben kullanma yine kullarımdan olan peygamberler gönderiyor dura. Ben ise bugün size gönderilmiş elçiyim» der. Allah Teâlâ bunun üzerine onlara, «şu boynuza girin» diye emreder. Onlardan üzerinde şekavet yazılı olan; «Ey Rabbim! Bizi buraya mı sokuyorsun? Oysa biz bundan kaçıyorduk» der. Kendisi için saadet yazılı olan ise, gider ve boynuza girer. Allah Teâlâ; «Siz beni gördüğünüz halde bana isyan ettiniz. Demek ki peygamberlerimi yalanlama hususunda daha da şiddetli olacaktınız der. Böylece bunlar cennete, isyan edenler de cehenneme girerler.» (Kasım b. Esbah, Bezzar, Ebu Ya'la ve İbn Abdilberr: Temhid adlı kitabında.)
Bu türden birçok rivayetler vardır. Müşrik çocuklarının hatta müminlerin çocuklarının bir kısmının cennette, bir kısmının da cehennemde olduğunu söyleyenler bu rivayetlere dayanmışlardır. Ancak bu rivayetlerin sahih olup-olmadığı hususunda düşünmek gerekir. Nitekim Alusî, bu tür rivayetlere yer verdikten sonra şöyle demektedir:
«Kalbin meylettiği husus şudur: Allah'ın marifetinde, vahdaniyetinde, çocuktan münezzeh olduğunda akıl hüccettir. Elbette, şeriat varid olmazdan önce, peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi Allah'ın bir rahmetidir. Bunlar akılla kavrana-mayacak noktaları açıklamak içindir. Meselâ ibadetlerin, cezaların öyle çeşitleri vardır ki, akıllar onları çözemez. Bu yüzden nakil gelmiştir. Şayet akıl tek başına yeterli (hüccet) olsaydı Allah Te-âlâ peygamberlerini göndermezdi. Bu bakımdan akıl yeterlidir şeklinde bir itiraza mahal yoktur.
Fetret döneminde yaşayıp, akıllı olan, delil getirmeye gücü yeten bir kimsenin, Rabbini tanımaması hususunda herhangi bir özrü olamaz. Çünkü peygamberlerden birinin çağrısı mutlaka ona yetişmiştir. Nitekim peygamberlerin çağrısını işitmeyen bir kimse dünyada yoktur. Ancak peygamberlerimize iman, çağrının kendilerine yetişmediği kimseler için vacip değildir. Çünkü akıl bu hususta herhangi bir mecal sahibi değildir».
İmam Gazali bu hususta şöyle demektedir:
«Hz. Peygamber'in bi'setinden sonra insanlar birkaç sınıfa ayrıldılar. Bir sınıf vardır ki peygamberlerin çağrısı onlara ulaşmamıştır. Bu yüzden nübüvvetten haberdar değillerdir. Onlar kesinlikle cennet ehlitiirler. Diğer bir grup vardır ki, Hz. Peygamber' in çağrısı onlara ulaşmıştır. Mucizenin onun elinde zuhur ettiğine şahit olmuşlardır. Onun ahlâkından, yüce sıfatlarından haberdardırlar. Ne var ki Hz. Peygamber'e yine de iman etmemişlerdir. Tıpkı aramızdaki kâfirler gibi. Onların cehenneme girecekleri kesindir. Üçüncü bir grup vardır ki, Hz. Peygamber'in çağrısı kendilerine ulaşmış, ondan haberdar olmuşlardır. Fakat bu herhangi birimizin Deccal'i işitmesi gibidir. Biz Hz. Peygamber'in kadrini böyle bir şeyden tenzih ederiz. Ben bu kimseler için cenneti uma-
rım. Çünkü onların kulağına, iman etmeleri hususunda teşvik edici herhangi bir söz gelmemiştir».
Gazali'nin birinci sınıf hakkında, cennet olduğunu söylemesi ve sonuncu sınıf için de cenneti umduğunu ifade etmesi, onların iman etmeleri halindedir. Eğer bunlar iman etmemiş kimselerse, akıbetleri hakkında ihtilaf edilmiştir. Geniş bilgi için Alusî'nin «Ruh'ul-Meani» (cild: 15, sh: 40-43) adlı tefsirine bakılabilir.
(16) «Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimizde...» Bu Ayetin Tefsiri
«Mutrefiha» ile o ülkenin önderleri, zenginlik içinde yüzen küstahları kastedilmektedir.
«Onlara emrederiz»; yani onlara taatte bulunmalarını emrederiz. Bu görüşü Taberi, İbn Abbas'tan ve Said b. Cübeyr'den nak-letmiştir. Yani onlara gönderilen peygamberler vasıtasıyla kendilerine taati emrederiz.
Allah Teâlâ mutref olanlarına emrettiğini söylüyorsa da emir hepsine racidir. Çünkü Mütrefin fısk ve delâlet hususunda onların önderleri ve rehberleridir. Diğer insanlardan sadır olan günahları, işte bunlara tabi olmalarındandır.
Ebu Hatim, Ebu Zeyd'den şöyle hikâye etmektedir: «Kur'an1-da geçen «Emerna», «onları çoğaltırız» anlamındadır». El-Farisî de bu yorumu tercih etmiştir. Ebu Ubeyde, bu yorumun sıhhatli olduğuna, şu hadisle delil getirmiştir: «Malın en hayırlısı helâl para ile çokça doğuran kısraktır». (İmam Ahmed, İbn Ebi Şeybe, Tabaranî.)
îbn Abbas, Ebu Osman en-Nehdi, Süddî, Zeyd b. Ali ve Ebu Aliye, «Emerna» lâfzını «Emmerna» şeklinde okumuşlardır. Yani «biz bir ülkeyi harab etmek istediğimizde, o ülkenin şımarmış olan ileri gelenlerine ülkenin başına geçmelerini emrederiz, onları emir kılarız».
«Kavi» kelimesi azap anlamındadır. Yani azap onlar üzerinde vaki oldu. Veya isyanlarından ötürü azaba duçar oldular.
«Tedmir» bir şeyi eserleriyle, etkileriyle beraber yok etmek demektir. Binaları yıkmak, izlerini silmek suretiyle yok etmektir.
Bu ayet, o ülke halkının tamamen helak olduğuna işaret etmektedir. Hepsinin tümden helak edilmelerinin nedeni fışkın hepsinden çıkmış olmasıdır. Halk, önderlerin (Mütrefin) peşinden gitmiştir. Hele bu önderler bir de kötü alimlerden olursa.
Yani; «Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman onların ileri gelenlerine emrederiz de onlar orada fısk yaparlar. Diğerleri de onlara tabi olur ve böylece hepsi birden azaba duçar olurlar.»
Bazıları, hepsinin helak olmasının onların ileri gelenlerinin arkasından gitmelerinden kaynaklanmayabileceğin!, zira başka bir ayette; Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere isabet etmez» buyurulduğunu söylemişlerdir.
Hz. Zeynep binti Cahş'tan şöyle bir sahih hadis nakledilmiştir:
«Hz. Peygamber (s.a) bir gün kuşkulu olarak odama girdi. «Lâ ilahe illallah» diyordu. «Yaklaşan bir serden vay Arapların haline! Bugün Ye'cüc ve Me'cüc'ün surundan şu kadar bir delik açıldı.» Hz. Peygamber bu sözleri söylerken şahadet parmağını baş parmağına bitiştirmişti ve aradaki halkayı gösteriyordu. Hz. Zeynep; «Ey Allah'ın Rasûlü! İçimizde salih kimseler olduğu halde mi helak olacağız?» diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a); «Evet, habaset çoğaldığı zaman öyle olacaktır» buyurdu.» [26]
(17) «Nuh'tan sonra nice nesilleri helak...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Nuh'tan sonra birçok kavmi helak ettik. «Kam», Ragıp el-İsfehanî'nin dediğine göre, aynı donemde yaşayan insanlardır. Abdullah b. Ebi Evfa bir «Karmnn 120 yıl olduğunu söylemiştir. Muhammed b. Kasım Müzeni, bu sürenin 100 yıl olduğunu mer-fuen rivayet etmiştir.
Bir rivayette Hz. Peygamber'in bir kimseye bir «Karna kadar yaşaması için dua ettiği, o kimsenin de 100 yıl yaşadığı bildirilmektedir. Böylece «Karmnn 100 yıl demek olduğu anlaşılmaktadır.
Kelbî bir «Karn»m 80 yıl, îbn Şirin ise 40 yıl olduğunu söylemiştir.
Yani Nuh'un döneminden sonra nice kavimleri (Ad, Semud vb.) helak ettik. Onların ardından gelen ve Kur'an'da söz edilen veya edilmeyen kavimler gibi...
Özellikle Hz. Nuh'un adı bildirilmiş ve «Adem'den sonra...» denilmemiştir. Çünkü Hz. Nuh, kavminden eziyet gören ilk peygamberdir. Azap onun kavmini mahvetti. İşte bunda müşrikler için bir tehdit vardır. Hz. Nuh kavminin hali apaçık ortada olduğundan, helak olmuş kavimler bahsinde Kur'an onlardan bahsetmemiştir. Hz. Nuh'u zikretmesi, onun kavminin zikrine de işarettir:
«Kullanmn günahlarım bilici ve görücü olarak Rabbin yeter»; yani Allah'ın bilgisi onların zahirlerini de batınlarını da kapsamaktadır ve bundan dolayı onlara azap verecektir.
Önce «Habir» ve sonra
«Basir» sıfatı zikredilmiştir. Çünkü ilmin bağlama noktası zahir amellerin
başlangıcı olan niyet ve iti-kadlardır. Bu da varlık bakımından zahir
amellerden öncedir. îti» bar, kalpte olanadır. Nitekim, «Allah sizin
suretlerinize ve ameU terinize değil, kalplerinize ve niyetlerinize bakar»
buyurulmuştur. Ayrıca amellerin meydana gelmesi ve tamamlanması niyete bağlıdır.
Müminin niyetinin amelinden daha hayırlı olduğuna dair rivayetler de vardır.
Veya «ilim» anlamındaki «Habir» gözle görülmeyen şeylere bağlanmak için
«görmek» anlamındaki «Basir»<Xen önce zikredilmiştir.
[27]
18- Kim bu çarçabuk geçeni (dünyayı) dilerse, dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadannı orada hemen veririz. Sonra ona cehennemi (yurt) kılarız. Onu kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak cehenneme sokarız.
19- Kim de Ahiret'i diler ve bir mümin olarak kendine yaraşır bir çaba ile (Ahiret için) çalışırsa, onlann çabalan makbuldür.
20- Hepsine, onlara da bunlara da (dünyayı isteyenlere de Ahiret'i isteyenlere de) Rabbinin ihsanından (ayird etmeksizin) veririz. Rabbinin ihsanı kesilmiş değildir.
21- Bak! Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kıl-mışızdır. El bette ki Ahiret dereceler ve üstünlük bakımından daha büyüktür.
22- Allah ile birlikte başka ilâh edinme! Aksi takdirde kınanmış ve kendi başına terkedilmiş olarak oturup kalırsın.
23- Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi, anaya-baba-ya iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya her ikisi de senin yanında yaşlanırsa, onlara «öf» bile deme. Onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle!
24- Acıma dolayısıyla onlann üzerine alçak gönüllülük kanadım ger ve de ki: «Ey Rabbinı! Onlar küçüklüğümde beni nasıl yetiştirmişlerse, sen de onlan esirge!»
25- Rabbiniz kalplerinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız muhakkak ki Allah, (kötülükten yüz çevirip) tevbe edenleri çok bağışlayandır!
26- Akrabaya, yoksula ve yolcuya haklarını ver. İsraf ederek saçıp savurma!
27- Zira saçıp savuranlar şeytanların dostları olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. [28]
(18) «Kim bu çarçabuk geçeni...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, kim bu ameliyle sadece dünyayı isterse veya sadece hemen geçip-giden hayatı arzu ederse, biz o acele giden dünya nimetlerinden hemen vermek istediğimizi veririz. Ancak onun tüm isteklerini değil, bizim istediğimiz kadarını veririz. Bu da bizim dilediğimizin hemen verilmesini isteyen kmselere mahsustur.
Ebu İshak el-Fezarî'ye göre mânâ şöyledir: «Bu da helak etmek istediğimiz kimse içindir». Ancak bu yorum, Kur'an'ın ibaresine muvafık değildir.
Kıraat alimlerinden Nâfi' «Neşau» kelimesini «Yeşau» olarak okumuştur. Bu takdirde zamir Allah'a racidir. Her iki kıraatte mutabık olur. Bazıları «Yeşau» daki zamirin «Men»e raci olduğunu söylemiştir. Bu takdirde Allah'ın dünyada hemen istediklerini verdiği kimseler, Firavun ve Nemrud gibilerdir. Allah Teâlâ, bunlara istediklerini istidrac maksadıyla hemen vermiştir.
«Sonra ona cehennemi (yurt) kılarız»; yani cehennemi onun yerine geçiririz. O cehennemin sıcaklığını tadar. Veya cehenneme girer. Çünkü ayetteki «Yesla» fiili ya cehennemin sıcaklığını çekmek ya da cehenneme girmek mânâsmdadır. Ayetin sonundaki «Mezmum» kelimesi Yesla'mn failine hâl olur. Yani cehenneme yerilmiş olduğu halde girecektir. «Medhur» kelimesi kovulmuş, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış demektir. Yani kovulduğu Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldığı halde cehenneme girecektir. [29]
Görüldüğü üzere Allah Teâlâ kullarını iki kısma ayırmaktadır:
1. Dünyayı arzu edenler
2. Ahiret'i arzu edenler
Dünyayı arzu edenler 18. ayette, Ahiret'i arzu edenlerse 19. ayette sözkonusu edilmektedirler.
Bu ayetin öz olarak anlatmak istediği şudur: Kim dünyayı ister ve dünya için çalışırsa, kim Ahiret'e inanmaz, herhangi bir sevabı ummazsa, kim amellerinden ötürü Rabbinin azabından kork-mazsa, Allah ona dünyada dilediği kadar rızık verir. Geniş bir maişet bahşeder. Ancak sonra Ahiret'te Rabbinin huzuruna çıktığında, Rabbi onu yerilmiş ve kovulmuş olarak cehenneme sokar.
Bu ceza üç maddeyi içerir:
1. Bu ceza süreklidir. Buna, «Sonra ona cehennemi (yurt) "kılarız. Onu kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak cehenneme sokarız» ifadesi işaret eder.
2. İhanet dolayısıyla onu tahkir sözkonusudur. Buna «Mezmum» kelimesi işaret eder.
3. Allah'ın rahmetinden sürekli bir şeküde uzaklaştırılma, mahrum olma sözkonusudur. Arada ona bir rahat olmadığı gibi sonunda bir kurtuluş da yoktur. Buna da «Medhur» kelimesi işaret eder.
«Limen nuridu»; yani dünyayı elde etmek her kâfire de müyesser olmaz. Nice kâfirler vardır ki dünya için, dinden yüzçevi-rirler, sonra dinden de dünyadan da yoksun ve mahrum kalırlar.
Mezkûr ayet, kâfirler için ilâhi bir tehdid niteliği taşımaktadır. Çünkü onlar dini çoğu kez dünya uğruna terkederler ve dünya da çoğu kez ellerinden kaçar. [30]
(19) «Kim de Ahiret'i diler ve bir...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ burada Ahiret hayatım isteyen ve Ahiret için çalışan kişinin, Allah'a itaat etmiş, O'nun rızasını aramış, O'nun se-vabını ve büyük mükâfatını tasdik etmiş olduğunu vurgulamak-tadır. Allah böyle bir kimseye çalışmasının karşılığını ve sevabın en güzelini verir. Bu, kişinin huzur-u ilâhî'ye takdim ettiği salih amelin karşılığıdır. Allah onun günahlarını affederek, onu Fir-devs cennetlerine koymuştur.
Görüldüğü gibi mükâfat için de üç emir şart koşulmaktadır:
1. Kişi ameliyle Ahiret sevabını ve nimetini talep edecektir. Şayet bu niyet yoksa, o kişi amelinden hiçbir yarar görmez. Nitekim bir ayette «Kişiye ancak çalıştığının karşılığı vardır» buyurulmuştur. Ayrıca bir hadiste «Ameller niyetlere göredir...» Duyurulmuştur. Bu da kalbin Allah'ın marifetiyle nurlandınlmasının ancak amel eden kişinin ameliyle Rabbinin taatini kastetmesi halinde mümkün olabileceğini gösterir.
2. Kişi kendisini Ahiret'te sevap elde etmeye ulaştıracak bir amel işlemelidir. Bu da ancak kulu Allah'a yaklaştıran ibadet ve taatleri yapmakla hasıl olur. Yoksa putlara, yıldız ve meleklere tapmak gibi bâtıl amellerle olmaz.
3. Bu ameli işlerken mümin olmak şarttır. Çünkü salih ameller, iman varsa sevabı gerektirir.
Amelleriyle Ahiret yurdunu isteyen, Ahiret yurdundaki daimi nimetleri talep eden ve aynı zamanda Ahiret'e uygun şekilde çalışan, yani Allah'ın emirlerini yapıp, nehiylerinden kaçınan kimsenin çalışması ancak sevab gerektirir. Bu kayıtla, kâfirler arasından birtakım fikirleri din gibi ortaya çıkarıp, bu fikirler doğrultusunda kulluk yapmaya çalışan kimseler dışta tutulmuş oluyor. Yani amelde niyet ve ihlasa itibar edilir. Kişi sahih bir imanla bu amelleri yaparsa eğer, onun çalışması kendisine Allah katından ecir getirir. [31]
Ayette, hâl cümlesiyle amellerde imanın bulunmasının gerekliliği ortaya konmaktadır. Bu nedenle imansız bir irade ve amelin bir yaran yoktur. Gerçek şudur ki, Ahiret yurdunun istenmesi, onun için çalışılması ve sevabın hasıl olması, ancak imandan neş'et eder.
Mütekaddiminden bazı alimler şöyle demişlerdir; «Kimin beraberinde şu üç haslet yoksa onun ameli kendisine bir yarar sağlamaz.
1. Sabit iman
2. Sadık niyet
3. Sağlam amel»
«Ulaike» lâfzı, Ahiret için güzelce çalışan ve mümin olan topluluklara işaret etmektedir.
«Meşkûr» kelimesi onun Allah katında makbul olduğu anlamındadır.
Bazı müfessirler, «Say» lâfzının «Yaptı» ile tabir edilen her fiili, her ameli kapsadığını söylemişlerdir. Böylece önce geçenlerin hepsini kapsamaktadır.
Ayetin sonundaki «Say», daha önce geçmiş olan «Saa» fiilinden anlaşılan «Sayından başkadır. Bazıları ise aynı olduklarını söylemiştir.
«Say» Eagıb el-İsfehanî'nin de dediği gibi aslında koşmak üe yavaş yavaş yürümek arasındaki yürüyüştür. Ancak hayr veya şerr cinsinden her hususta ciddiyet mânâsında say kelimesi kullanılmaktadır. Fakat bu kelime daha çok hayırlı fullerde kullanılır.
(20) «Hepsine, onlara da, bunlara da...»Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teala her İki grubun da durumunu açıkladıktan sonra dünyevî rızkın bu gruplardan sadece birine mahsus olmadığını, mezkûr ayetle beyan etmiştir. Yani Allah, dünyayı da Ahiret'i de isteyen bu grupların her ikisine de nzık verir ve rızıklannı genişletir. Çokça çocuk verir, dünya ziyneti bağışlar. Allah'ın vereceği rızık tükenmez. Mümin veya kâfir tüm kullar bu rızıktan nasiplerine düşeni alırlar. Hepsi de O'nun mahlûkudur ve amel yur-dundadırlar. Bu ömrün izalesini illetin kaldırılmasını ve dünya metajnın onlara salâhlarının gerektirdiği miktarda varmasını iltizam eder. Sonra o iki grubun ahvali değişir. Dünyayı isteyen grup cehenneme, Ahiret'i isteyen grup ise altlarından ırmaklar akan cennetlere gider.
«Külten» kelimesi «Numiddu» füliniri mefulüdür. Yani dünyayı isteyenlere de, Ahiret'i isteyenlere de verdiklerimizi artırırız ve onlara kesintisiz bu nzıklar ulaşır.
{(Haulaî ve Haulaî» ibaresi, ayetin başında geçen «Kullen» kelimesinin bedelidir. Adeta şöyle derülmek isteniyor: «Kâfirlere de, müminlere de, isyan edenlere de, itaat edenlere de miktarını veririz. İsyan edenin günahı rızkının kesilmesinde "bir fonksiyon icra etmez».
«Rabbinin ayetlerinden» ifadesi, rızkın sadece ve sadece Allah'ın lütuf ve ihsanı olduğuna iş? ret etmektedir. Bu ihsandan hiç kimse menedilmemiştir. «Mahzuren» kelimesi memnu (men edilmiş) anlamındadır.
«Rabbinin atiyelerinden» ifadesiyle nzk ve dünyevî mertebeler gibi dünyada verilen ihsanlar kastolunmuştur. Çünkü Ahiret'te kâfirlerin hiçbir nasibi yoktur.
Zeccac, Allah'ın verdiği atiye üe O'nun müslüman veya kâfir tüm kullarına nzık vermesinin kastedildiğini söylerken, Hasan Basri, Allah'ın günahkârlara dünyada nzık verdiğini söylemiştir.
İbn Abbas ise «Atiyye»iûn anlamının, dünyayı isteyene de, Ahiret'i isteyene de Allah'ın nzık vermesi olduğunu söylemiştir,
(21) «Bak! Biz insanların kimini kiminden.,.» Bu Ayetin Tefsiri
Yani dünyada her iki gruba da verdiklerimize bir bak! Nasıl bir kısmını diğerinden üstün kılmışız. Bir mümine rızkımızdan çok gönderirken, diğerini bundan aUkoymuşuzdur. Yine bir kâfire rızkımızdan çokça verirken ,diğerine vermemişizdir. Bunun elbette hikmetleri vardır.
Bunun hikmetlerini Allah Teâlâ En'am Suresi'nin 165. ve Zuhruf Suresi'nin de 32. ayetlerinde izah etmiştir,
«Bak» emrindeki hitap ya Hz. Muhammed'edir, ya da düşünen ve öğüt alan herkesedir. Bu cümle, daha önce sözü edilen ilahî bağışın takrir ve tavzihidir. Yani, «dikkat et! biz ihsanlarımızda kullardan bazısını diğerinden üstün tutarız. Kimisi zengin, ki-misi fakirdir. Kimisi kuvvetli, kimisi zayıftır. Bazısı sağlam, bazısı hastalıklıdır. Bazısı akün, bazısı ahmaktır».
Tüm bunlar üahî hikmetin doruktadır ve insan aklı bunları kavramaktan acizdir.
«Ve le'UAhiretu» ibaresindeki ulam» harfi ya ibtida, ya da kasem harfidir. Yani Ahiret derece olarak da, üstünlük olarak da dünyadan daha büyüktür. Bunun nedeni Ahiret derecelerindeki üstünlüğün dünya derecelerindeki üstünlüğe nispet edilmesinin, Ahiret'in dünyaya nisbet edilmesi gibi oluşundandır. Dünya Ahi-ret'e nispet edüdiği noktada, herhangi bir miktan sözkonusu büe değildir. Bu bakımdan Ahiret, dereceler ve fazilet yönünden daha büyüktür.
Bazı müfessirlere göre kastedilen, müminlerin cennete, kâfirlerin ise cehenneme gitmesidir. Böylece müminlerin kâfirlerden üstün olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kısacası Ahiret'teki üstünlük ve dereceler dünyadakilerden çok daha büyüktür.
Rivayet olunduğuna göre yüce derecelerin ehli; «Biz göğün ufkunda bir yıldızı gördüğümüz gibi illiyyin ehli de o şekilde görülür» demiştir. Yani illiyyin ehlinin dereceleri daha yüksek ve âlidir. (Buhari, Müslim.)
Gerek dünya, gerekse Ahiret nimetleri, Allah'ın lütfunun sonsuzluğunu göstermektedirler. Servet, mevki, makam, sağlık ve hayat güzelliği bakımından insanlar arasındaki farkların ilahî takdirin bir tecellisi olması, dünyada mutlak eşitliğin imkânsızlığını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte mezkûr ayetten anlaşıldığına göre insanlar Ahiret'te de eşit durumda olmayacaklardır. Aksine dünyadaki amellerine göre Ahiret'te de derece derece olacaklardır. Ancak 18. ayetten de anlaşılacağı üzere servet ve mevki gibi dünyevî imkânlar Allah nezdinde mutlak bir değer ifade etmediği için dünya hayatını sırf bunların peşinden koşarak geçirenler Ahiret'te üstün derecelere ulaşma hakkını kaybedeceklerdir. [32]
(22) «Allah ile birlikte başka ilâh edinme...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başındaki hitap Hz. Peygamber'e olmakla birlikte asıl kastedilen onun ümmetidir. Bu hitabın, düşünmeye, ibret almaya müsait her mükellef kimseye yapılmış olması da mümkündür.
Bazı müfessirler ayete şöyle mânâ vermişlerdir: «Her mükellef kimseye de ki: Allah ile birlikte başka ilâh edinme!»; yani «böyle bir çirkin davranışta bulunma ki kınanmış olarak oturup kalmayasm».
«Oturmak» burada «Olmak» anlamında kullanılmıştır. Bu anlamı Ferra da, Zemahşeri de ifade etmişlerdir.
Bazılarına göre oturmak,, hayırların kassam imasına güç yeti-rememekten kinayedir. Çünkü kişi ayakta olmakla kesbeder, oturmakla bundan aciz kalır.
Bazı müfessirlere göre de, kınanmış ve terkedilmiş herkesin durumu, pişman olarak ve düşünerek kendisinden sadır olan ifrat ve tefritleri dikkate alarak oturmaktır. Eğer bu yorum doğru kabul edilirse Ku'ud hakiki anlamında kullanılmış olur. Nitekim Ebu Hayyan, tefsirinde bunu mümkün görmektedir. Yani Allah'tan gelen mahrumiyet ve meleklerden, müminlerden veya akıl sahiplerinden terkedilmekle sen oturmuş olursun. Çünkü sen muhtaç olanı üâh edinmişsin, ona uygun olmayan vazifeleri ona nispet etmişsin ve onu Allah'a ortak koşmuşsun! Oysa seni yaratan sana rızık veren, sana in'amda bulunan Allah Teâlâ'dır.
(23-24) «Rabbin yalnız kendisine kulluk...» Bu Ayetlerin Tefsiri îbn Cerir ile tbn Münzir, Ali b. Ebi Talha kanalıyla, «Kada» fiilinin «emretti» anlamuia geldiğini İbn Abbas'tan rivayet etmektedirler. Şayet «Koda» fiili kaderin benzeri olan ilahî kader anlamına gelirse «hulf» lâzım gelir. Çünkü o takdirde Allah'ın takdirinin zıddı ortaya çıkmış olur. Oysa Allah'ın kaza ve kaderi neyse o olur.
Bazı müfessirler, «Kadaanm burada nesh ihtimali taşımayan kesin, emir mânâsını ifade ettiğini söylemişlerdir.
Ancak bu müfessirlere, Allah'ın bütün emirlerinin O'nun kaza ve kaderiyle olduğu ve tahsise gerek bulunmadığı söylenerek itiraz edilmiştir. Yani kazadan kaderin benzeri olan kaza kastedilir-se eğer bu böyledir .Yok eğer «Kada» ile lugavî anlam kas-tediliyorsa (kesinlik ve kat'üik gibi) o takdirde bu itiraz irad edilemez.
Allah'tan başka bir kimseye ibadet edilmeyeceğinin mutlak oluşu fikri Ibn Abbas'a aittir. Çünkü kaza ile ilgili tafsilat yapılmaksızın rivayet edilen menkulat içerisinde bu görüş vardır. Mesela İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre; «Allah Teâlâ, «Rabbin ondan başkasına ibadet etmemenizi tavsiye etti» ayetini Hz. Pey-gamber'in dili üzerine indirmiştir. «Vesa» fiilinin başında vav harfi vardır. Ancak o vav'don önce bir ikinci vav daha bulunmaktadır. Varlardan biri sad harfine bitişmiş ve insanlar «Ve vesa» yerine ((Ve kada» okumuşlardır. Şayet ayet Kada üzerinde inzal edilseydi hiç kimse Allah'a şirk koşmazdı». (Ebu Ubeyde, İbn'ul-Meni, İbn Münzir, İbn Merduveyh). Bu rivayetin benzerini bir grup Said b. Cübeyr kanalıyla, İbn Ebi Hatim de Hatim kanalıyla rivayet etmiştir.
«Ve kada» ibaresi İbn Mesud'dan «Ve vesa» kıraati şeklinde rivayet edilmiş, Ubey b. Kala da bu kıraati söylemiştir. Şayet bu rivayet doğru ise, İbn Abbas'tan gelen rivayet çok acaip olur.
Çünkü Kada fülini emr üzere hamletmekle mahzur ortadan kalkar.
Bazıları Kada'mn. emir üzere hamledilmesinin mecazi olduğunu, bazıları ise hakiki olduğunu öne sürmüşlerdir. Ragıb el-İs-fehanî, ister fiil isterse söz olsun Kada fiilinin bir emrin uygulaması demek olduğunu söylemiştir. Bunlar ilahî de, beşeri de olabilir. Yani Kada fiili ilahî emirlerde de, beşerî emirlerde de (beşere atfen) kullanılabilir.
Bazı müfessirlere göre bu emir sadece mutlak talep anlamındadır ki böylelikle Allah'tan başkasına ibadeti terketme talebini de kapsamış olsun. Allah Teâlâ bu ayette kendisinden başkasına kulluk yapılmamasını emretmiştir. Zira ibadet tazimin doruk noktasıdır. İbadet ise azametin doruk noktasında bulunan, insanlara büyük nimetler veren zata lâyıktır. Allah'tan başka hiç kimse bu sıfatları haiz değildir.
Bu ve benzeri ayetler Ahiret için çalışmanın tafsilatını, güzel amelleri bildirmektedir. [33]
«Allah anaya-babaya iyi davranmanızı emretti» ki bu sayede Allah da sizinle beraber olsun. Nitekim bir ayette, «Allah sakınanlarla ve muhsinlerle beraberdir» buyurulmuştur.
Allah Teâlâ, anaya-babaya iyi davranmayı şu nedenlerle emretmiştir:
1. Ana-baba çocukları üzerinde şefkatlidir. Çocuklarına iyi Ukleri uîaştınnak için çırpınıp-dururlar. Onlardan zararlan uzak-laştirmak için uğraşırlar. İşte bu nedenle çocukları da onlara iyilik etmek, şükretmek zorundadırlar.
2. Çocuk, ana-babasının bir parçasıdır. Nitekim Hz. Peygamber, «Fatma benden bir parçadır» buyurmuştur.
3. Ana-baba çocukları henüz zayıf, aciz iken onlara in'amda bulunurlar. Çocuklarının da onlara yaşlılıkları zamanında teşekkür ederek nimetlerine karşılık vermeleri gerekir. Nitekim şair, yaşlılığında kendisine karşı gelen çocuğu hakkında şöyle demiştir:
«Sana küçükken yiyecek verdim Sen delikanlı iken senin geçimini ben sağladım Sana verdiğimle içerdin
Gece seni hastalıkla daralttığında, uykusuz ve sağa sola kıvranarak o geceyi geçirdin, O gece sanki sen değil de bendim hasta olan, İki gözüm iki çeşme ağladım, Öyle ki neredeyse öleceğim sandım.
Oysa ölümün tayin edilmiş bir zamanı olduğunu biliyordum. Sen baliğ olduğun, hakkında bir şeyler umduğun zaman, İşte o zaman sen, mükâfatımı kabalık ve sertlik olarak verdin. Sanki sen bana in'amda bulunmuşsun, Sanki sen bana ihsanda bulunmuşsun, ben değil. Benim babalık hakkımı gözetmediğin zaman, Bari bana bir komşu kadar davransaydın!»
Kısacası Allah Teâlâ hariç, kişi üzerinde onun ana-babasının hakkından daha büyük hak olmaz. Bu nedenle Allah Teâlâ önce kendi nimetine, sonra da ana ve babanın nimetlerine şükretmeyi emretmiştir. Daha sonra da ana-babaya yapılacak iyiliği şöyle açıklamıştır:
«Onlardan biri veya her ikisi de senin yanında yaşlanırsa, onlara «öf» bile deme! Onları azarlama! İkisine de güzel söz söyle!» yani «anan ile baban senin himayende iken yaşlılık dönemlerine ulaşırlarsa, veya yaşlılık dönemlerinde senin himayene girerlerse —ki sen de Ömrünün başında onların himayesinde idin— onlara şefkat göstermen gerekir. Onlara kendisine in'amda bulunan kimseye şükreden kişinin yaptığı gibi davranmalısın. Bu da ştı beş hususta onlarla beraber olman şeklinde tecelli eder:
1. Onlardan biri veya her ikisi de eziyet içinde bulunduklarında, onlara sırtını çevirmemeli, aksine sabırlı davranmalısın. Bu davranışından ecir ummalısın. Çünkü onlar da küçükken sana sabır göstermişlerdi.
2. Onlara kırıcı sözler söyleyerek, yaptığın iyilikleri başlarına kakmamalısın. Onları terslemek veya sözlerini reddetmek şeklinde, onlara karşı çıkmamalısın. Usandığım az da olsa onlara belli etmemelisin.
3. Onlara güzel sözler söylemelisin. Hürmet ve tazim içinde onlarla konuşmalısın. Güzel edep neyi gerektiriyorsa o şekilde davranmalı, iyi ahlâkın öğrettiği şekilde onlara söz söylemelisin. «Anacığım, babacığım» demeli, isimleri ile onları çağırmamalısm. Onların huzurunda sesini yükseltmemen, yüzlerine dikkatli bir şekilde bakmanıahsın ki rahatsız olmasınlar.
Ebu Heddac bir gün Said b. Müseyyeb'e şöyle der: «Kur'an'da emredilen anaya-babaya yapılacak iyiliğin hepsini anladım ve fakat «Onlara güzel söz söyle» emrinin anlamını kavrayamadım. Buradaki güzel söz nedir?» Said b. Müseyyeb; «O, günahkâr bir köîenin sert efendisine söyleyebileceği bir sözdür» dedi. Yani ana ile babayı sert bir efendi, kendini de günahkâr bir köle yerine koymalı ve o şekilde konuşmalısın.
4. Onlara karşı alçakgönüllü davranmalısın. Allah'a karşı gelmedikleri noktalarda onlara itaat etmelisin. Bu da senden gelen bir merhamet ve şefkatin sonucudur. Çünkü onlar kendilerince insanların en fakiri, en acizi olan bir kimseye, yani sana muhtaç olmuşlardır ki bu da acziyetin en son noktasıdır.
«Acıma dolayısıyla»; yani anaya-babaya göstereceğin alçakgönüllülük onlara duyduğun şefkat ve merhamet hislerinden ötürü olmalıdır. Sadece görevini yapmak için ve insanların seni kınamasından çekindiğin için böyle davranmamalısın. Kendi kendine onların sana daha Önce yaptıkları iyilikleri hatırlamalı ve sadece şefkat ve merhamet hisleriyle hareket etmelisin!
Allah Teâlâ ayette, anaya-babaya saygılı davranan evlâdın halini yavrusunu kanatları altına alan bir kuşun haline benzetmiştir. Çünkü kuşlar kanatlarını yavrusunun üzerine gerer. Allah Teâlâ da adeta «Onlar sen küçükken seni nasıl bağırlarına basmışlar-sa sen de onları bağrına bas» demek istemiştir.
5. Allah'a onlara bakî rahmetiyle rahmet etmesi için dua ve niyazda bulunmalısın. Bu da onların sen küçükken sana olan rahmet ve şefkatleri nedeniyle olmalıdır».
Kısacası Allah Teâlâ, evlâda, ana-babası ile ilgili olarak çeşit-li tavsiyelerde bulunmuştur. Allah'ın tevhid ile birlikte onlara yapılan iyiliği zikretmesi, ana-babanın fazileti için yeterlidir. Öyle ki ikisini aynı kaza ve kader ipine geçirmiştir.
Ana-babaya iyilik hususunda birçok hadis rivayet edilmiştir. Burada birkaç tanesini zikredeceğiz.
Bir kimse Hz. Peygamber'e gelerek, beraber cihada gidebilmek için izin istediğinde, Hz. Peygamber ona ana-babasının sağ olup olmadığını sordu. O da sağ olduğunu söyleyince, Hz. Peygamber «Onlar hakkında cihad et» (yani git onlara hizmet et) dedi.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Hiçbir evlât babasının hakkını ödeyemez. Ancak babasını köle olarak görür de satın alıp azad ederse, o zaman babasının hakkını ödemiş olur». (Müslim)
İbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'e «Allah ve Rasûlü'nün katında hangi amel daha sevimlidir?» diye sorulduğunda, şöyle buyurdu: «Vaktinde kılınan namaz». «Sonra hangisi?» diye sorulduğunda «Ana-babaya itaat etmek» dedi. Yine «sonra hangisi?» diye sorulduğunda, «Allah yolunda cihad etmek» dedi.
Ana hakkı, baba hakkından önce gelir. Nitekim rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'e insanlar arasında güzel sohbete kimin daha lâyık olduğu sorulduğunda, «Ananın» dedi. «Sonra hangisi?» diye sorulduğunda, Hz. Peygamber yine, «Ananın» dedi. Sonra tekrar sorulduğunda, Hz. Peygamber yine «Ananın» dedi. Soran kişi, sorusunu dördüncü kez tekrarladığında Hz. Peygamber «Babanın» diye cevap verdi. (Buhari, Müslim)
Ana ile babanın hakkı, onlara karşı saygı sadece hayatta oldukları zamana mahsus değildir. Nitekim rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'e «Anam ile babamın iyiliğinden benim boynumda bir şey kaldı mı ki, ölümlerinden sonra onu yerine getireyim?» diye sorulur ve Hz. Peygamber şöyle cevap verir:
«Evet dört şey kalmıştır:
Onlar için dua etmek,
Onlar için mağfiret dilemek,
Onların verdiği sözler varsa, onları yerine getirmek,
Onların hayattaki dostlarına ikramda bulunmak, akrabaları na sıla4 rahim yapmak.
İşte onların ölümlerinden sonra senin üzerindeki haklan bunlardır.» (İbnMace)
Özet olarak söylemek gerekirse, Allah Teâlâ, ana-babaya karşı gelen insanları dehşete düşürecek şiddette tavsiyelerde bulunmuştur. Bu tavsiyeler, ana ve babalarına karşı gelen kimselere adeta şuurlarını kaybettirir. Çünkü Allah Teâlâ, önce tevhidi, kendisine ibadeti, sonra ana-babaya iyiliği emretmiştir. Daha sonra ise, onların durumlarım gözetmek hususundaki emrin sınırlarını daraltarak, ana-babaya «öf» bile denmemesini emretmiştir. Üçüncü olarak, ana-babaya alçak gönüllü davranmayı ve adeta onların ayakları altına serilmeyi emir buyurmuştur. En sonunda da ana-babaya dua etmemizi, rahmet dilememizi tavsiye ederek meseleyi hitama erdirmiştir.
Tüm bunlar Allah Teâlâ'mn, ana-babaya olan rahmetinin vahdaniyetinin bir sonucudur. Ana-babaya iyi davranmak hususunda gevşeklik gösterilmesi yasaklanarak, aşağıdaki ayet inzal edilmiştir: [34]
(25) «Rabbiniz kaîplerinizdekini daha iyi bilir...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani «ey insanlar! Rabbiniz içinizde olanı daha iyi bilir. Ana-babanıza hürmet edip etmediğinizi, onlara şefkat ve merhamet gösterip göstermediğinizi, onların emrine itaat edip etmediğinizi Allah sizlerden daha iyi bilir. Onların üzerinizdeki haklarım hafife alıp almadığınızı, onlara karşı gelip gelmediğinizi sizden çok iyi bilir. Bu yaptıklarınıza göre size mükâfat veya ceza verecektir. Kalbinizde ana-babanıza karşı sakın kötü duygular beslemeyin. İçinizde onlara karşı gelmek gibi bir niyet olmasın. Siz niyetlerinizi İslah eder, onlara itaat etmek, gönüllerini almak niyetinde olursanız, Rabbinizin size emrettiği itaati yerine getirmiş olursunuz. Niyetinizin iyi olmasına rağmen, istemeden bir hata yaparsanız, Allah niyetinizin güzelliğine bakarak sizi affeder. Çünkü Allah günahından tevbe eden kişiyi çokça affedici, günahtan taate dönen kimseden ise razıdır».
Bu ayet-i kerime ana-babası hakkında güzel duygular besleyen kimseler için ilâhî bir müjde niteliğindedir. Yine aym şekilde onlara karşı gelmeyi düşünen, haklarını niyetinin bir tezahürü olarak çiğneyen kimseler içinse ilâhî bir tehdittir. Allah Teâlâ ana-babaya iyilik yapılmasını emrettikten sonra, kendilerine iyilik yapılacak olan üç sınıf kimseyi de aşağıdaki ayette zikretmiştir. [35]
(26) «Akrabaya, yoksula ve yolcuya...» Bu Ayetin Tefsiri
İnsanın akrabası baba veya ana tarafından, veya evlenmek suretiyle tesis edilen dünürlük müessesesindeki kayınpeder, kayınvalide, kayınbirader ve baldız gibi yakınlardır. Onların hakkı, kendilerine sıla-i rahim yapmak, onlara sevgi göstermek, onları zaman zaman ziyaret edip, kendileriyle iyi geçinmeye gayret etmektir. Akrabalar içinde, nafakası kişinin boynuna farz. olanları ve olmayanları vardır.
«Miskin» (yoksul) ise ihtiyaç sahibi kişi demektir.
«Yolcu» ile de dinî bir gayeyle yola çıkmış, seferi olan kimseler kastedilmektedir. Yolcunun da, yoksulun da ihtiyaçlarının görülmesi, onlara yardım edilmesi gerekir. Yolcuya, yolunun sonuna gidebilecek kadar, yoksula da ihtiyacının karşılanacağı kadar yardım edilmelidir.
Allah Teâlâ bu üç sınıf insana yardım edilmesi hususunda kullarını teşvik ettikten sonra bu yardımda takip edilecek yolu da belirtmiştir. «İsraf ederek, saçıp-savurma»; yani «ey insanoğlu! Allah'ın sana vermiş olduğu malı, ona isyan yolunda harcama, malı ona lâyık olmayan kimselere verme! O malı ancak ona müs-tehak olan kimselere ver!» Nitekim müminlerin bu husustaki tavırları Kur'an'da şöyle belirtilmiştir: «Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar. Harcamaları ikisi arasında orta bir yoldur». (Furkan: 67)
Bazılarına göre bu ayet muhtaç olan yakınların nafakasının karşılanmasının vacip olduğuna delâlet etmektedir. Akrabalar her ne kadar ana baba gibi asıl veya çocuk gibi fer değillerse de, burada kelâm tahsisten sonra tamim kabilindedir. Çünkü «Akrabalar» lügat yönünden ana-babayı da kapsamaktadır. Ancak burada örfen ana-baba akrabalar arasına girmez. Bu nedenle örfe göre yapılan vasiyette eğer akrabalar sözkonusu ediliyorlarsa, ana-baba buna dahil değildir denmiştir.
Bazılarına göre burada «Akrabalar» ile Hz, Peygamberin akrabaları kastedilmektedir. Nitekim Süddi'den böyle rivayet edil-mistir.
İbn Cerir'in rivayet ettiğine göre Ali b. Hüseyin Şamlı birine şöyle demiştir;
— Sen Kur'an'ı okudun mu?
O şöyle cevap verir:
— Evet.
— Peki İsra Suresi'nde «Akrabaya hakkını ver» ayetini okudun mu?
Şamlı şöyle der:
— Allah'ın haklarının verilmesini emrettiği akrabalar sizler misiniz?
Ali Zeynelabidin b. Hüseyin şöyle cevap verir:
— Evet, kastedilen biziz.
Şii muhadislerin Cafer-i Sadık'tan rivayet ettiklerine göre, Hz. Peygamber'in akrabalarının hakkı, onları tazim etmek ve onlara humustan vermektir.
Bu ayette tahsisi destekleyen mutlak bir karine yoktur. Her ne kadar bazıları Hz. Peygamber'e hitap edilmesinin bir karine olduğunu söylemişlerse de bu tartışma götürür bir iddiadır. Yine Ebu Said el - Hudri'nin bu ayet nazil olduğunda Hz. Peygamber'in (s.a) Hz. Fatıma'yı çağırarak, ona Fedek arazisini verdiğini bildiren rivayeti (Bezzar, Ebu Ya'Ia, İbn Ebi Hatim, İbn Merduveyh) hitabın sadece Hz. Peygamber'e tahsis edilmesine delâlet etmez. Ayrıca bu rivayet şüphelidir. Çünkü bu sure Mekke'de nazil olmuştur. Fedek hadisesi ise Medine'de cereyan etmiştir. Hatta Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Fatima, Fedek arazisinin babasının mirası olarak kendisine verilmesini Ha. Ebu Bekir'den istemiş ama halife olan Hz. Ebubekir: «Biz peygamberlerin mirasçıları yoktur. Bizim bıraktığımız tüm ümmetin malıdır» hadisiy-le istidlal ederek Fedek arazisini Hz. Fatıma'ya vermemiştir. [36]
«İsraf ederek saçıp savurma» cümlesi, malı, ona müstehak olmayanlara vermeyi yasaklamaktadır. Çünkü «tebzir», malı hakkı olmayan yere harcamaktır. (İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, Tabaranî, Hakim ve Beyhaki.) Hakim bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
Ragıb el-İsfehani «Müfredat» adlı eserinde, tebzirin lügat anlamının tohum ekmek olduğunu, sonra malın zayi edilmesi anlamında istiare olarak kullanıldığını söylemektedir,
Maverdî, tebzir ile israf arasında fark bulunduğunu söylemiştir. Çünkü israf kemiyet bakımından sınırı aşmak, bu hakların miktarını bilmemek iken, tebzir hak bakımından sınırı aşmak, keyfiyeti-bilmemek, onun ölçüsünü kaçırmak demektir. Bu iki durum da dinen verilmiştir. Fakat ikincisi (tebzir) daha çok tenkid edilmiştir.
Zemahşerî ise, tebzirin bu ayette «malı uygun olmayan yere sarfetmek» anlamına geldiğini söylemiştir,
(27) «Zira saçtp-savuranlar şeytanların...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet daha önce yasaklanan tebzirin illetini ortaya koymaktadır. Çünkü tebzir yapanlar, israf edenler, şeytanların dostlarıdır.
«İhvan» kelimesi «Ahimin çoğuludur. Burada ana-baba bir kardeş değil, isyan bakımından birbirine benzeyen kardeşler kastedilmiştir. Bu kimseler kötülük bakımından ki tebzir de bunlardan biridir şeytanların benzerleridir.
«Kardeş» kelimesi burada dost, tâbi anlamında mecazen kullanılmıştır. Yani tebzir/israf yapanlar şeytanların dostları ve et-baıdırlar. Gerek tebzir, gerekse günaha girmek hususunda onların ardından giderler. Çünkü cahiliyye döneminde müşrikler deveyi keserler ve onun üzerine kumar oynarlardı. Mallarını gösteriş olsun diye günah ve eğlencelere harcarlardı.
«Kardeş» burada karın mânâsında da olabilir. Yani onlar şeytanlarla birlikte birbirlerine bağlıdırlar. Bu mânâya göre, ayet tehdit ifade etmektedir.
«Kefûren» kelimesi mübalağa ifade eden bir sigadır. Yani şeytan Allah'ın nimeti konusunda son derece nankördür. Oysa Allah kuvvet ve kudreti mahlûkata, ibadetlere, helâl yerlere sarfet-meleri için vermiştir. Şeytan ise onları birçok günaha, yeryüzünde fesad çıkarmaya, insanları dalâlete götürmeye uğraşmaktadır, insanları küfre teşvik etmekte ve onlara verilen nimetleri inkâr etmelerine yardımcı olmaktadır..
Bu cümle aym zamanda yukarıda sözü edilen illetin tamamlayıcısıdır. Yani niçin mal saçip-savurulmamalıdır? Çünkü saçıp-savuranlar şeytanların dostlandır da ondan! Dahası, Şeytan da Rabbine çok nankörlük yapmış ve ona karşı gelmiş bir mahlûktur. [37]
24. ayette sözü edilen anaya-babaya rahmet ile dua içerisin deki rahmetin kastedildiğini söyleyenler olduğu gibi, bu rahmetin sadece müslüman ana-babaya mahsus olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Bazılarına göre bu ayet umumiyet ifade eder ve fakat sonradan, «kâfirler için af talebinde bulunma» ayetiyle nesh edilmiştir.
Bazıları ise bu ayetin yine umumiyet ifade ettiğini söylemişler ama neshin bulunmadığım öne sürmüşlerdir. Çünkü ayetteki istiğfar ölümden sonrası için bir yasak getirmektedir. Yani, «Ana ile baban kâfir olarak Ölmüşlerse, artık onlar için af talebinde bulunma». Ancak bu ayette sözü edilen rahmet ölümden öncedir, Allah'ın anaya-babaya olan rahmetlerinden biri de onlara hidayet vermesidir. Bu bakımdan onlara dua etmek, onları imana iletmeyi gerektirir. Ayetin neshi meselesine gelince; bunu Buharı (el-Edeb'ul-Müfred), Ebu Davud, İbn Cerir ve İbn Münzir birçok kanaldan İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir. [38]
Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre, evlâdın ana ve babasın rahmet okuması vaciptir. Emir tekrarı ifade etmediğinden, kişinin hayatında bir kez rahmet okuması vücubiyeti kaldırır.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Allah'ın rızası, ana-babanın rızasındadır». (îbn Abbas, Hakim.) Yani ana-baba razı olursa Allah da razı olur. Allah'ın öfkesi, gazabı ana-babanın gazabmdadır. Yani onlar evlâda öfkelenir, gazaba gelirlerse, Allah Teâlâ da o evlâda aynı şekilde öfkelenir.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Eğer Allah Teâlâ, öf kelimesinden daha küçük bir şey olsaydı, onu da ana-babaya yapmayın diye emrederdi».
Bu bakımdan ana-babaya karşı gelen bir evlât, istediği kadar ibadet etsin onlardan helâllik dilemedikçe ve helâlliklerini almadıkça cennete giremez. Ana-babaya şefkat gösteren, onlara karşı gelmeyen evlât da ne kadar kötü amel işlerse işlesin —Allah dilemedikçe— küfre girmedikçe cehenneme sokulmaz.
İbn Ömer, annesini omuzlarına almış olduğu halde Kabe'yi ziyaret ve tavaf eden bir kimseyi görür ve o kimse kendisine; «Böyle yapmakla annemin hakkını ödemiş olur muyum?» dîye sorar. İbn Ömer ise, «Hayır» der: «Sen böyle yapmakla, onun seni doğururken çektiği sıkıntının, acının bir tanesinin bile karşılığını ödemiş sayılmazsın. Ancak sen iyilik yapıyorsun, Allah da senin bu küçük iyiliğine karşılık çok sevap verecektir».[39]
Ravisi meçhul olan bir senedle Cabir'den nakledilen bir rivayete göre adamın biri Hz. Peygamber'e gelerek, «Ey Allah'ın Rasulü! Babam malımı haksız yere aldı» der. Hz. Peygamber de «Git, babanı getir» buyurur. Bu esnada Cebrail gelir ve «Ey Muhammedi» der: «Allah'ın sana selâmı var. Buyuruyor ki, ihtiyar sana geldiğinde, kalbinde söylediği ama kulakların işitmediği bir şeyi kendisine sor». İhtiyar Hz. Peygamber'in huzuruna gelince, Hz. Peygamber; «Oğlun niçin seni şikâyet ediyor? Sen onun malını almak istiyor muşsun» dedi. İhtiyar «Ey Allah'ın Rasûlü! Ona sor. bakalım ben onun malını hala ve teyzelerinden veya kendi nefsimden başka bir yere sarfetmiş miyim?» dedi. Hz. Peygamber, «Güzel de sen bunları bırak; bana kalbinin söyleyip kulakların işitmediği şeyi haber ver» dedi. İhtiyar, «Ey Allah'ın Rasulû! Allah seni bize yakın ve iman bakımından sürekli ikram etmektedir. Ben nefsimde bir şey söyledim ki kulaklar onu işitmemiştir. «Ama sen bunu nereden duydun?» diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, «Söyle de dinleyeyim» dedi. İhtiyar ise, (daha önce zikrettiğimiz) «Sana küçükken yiyecek verdim» mısraıyla başlayan şiiri okudu. Şiir sona erince Hz. Peygamber, çocuğun yakasına yapışarak ona, «Sen ve malın babana aitsiniz» dedi.» (Beyhaki: De-lail'un-Nübüvve, Tabarani: Mu'cem'Ul-Evsat ve Mu'cem'us-Sağir.)
Beyhaki'nin Enes'ten rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Kulun anne veya babası ölür. O onlara karşı gelen biriydi. Fakat onların ölümünden sonra durmadan dua ediyor, onlar için af talebinde bulunuyordu. Sonunda öyle bir raddeye geldi ki Allah onu anasına-babasına itaatkâr bir evlât olarak yazdı». Yani daha önce de belirttiğimiz gibi ana-babaya itaat sadece onların hayatta olmalarına bağlı değildir. Bu onların ölümlerinden sonra da geçerlidir. (Daha önce İbn Mace'den nakledilen hadis hatırlanmalıdır.)
Evzai şöyle rivayet etmiştir:
«İşittiğime göre, hayatlarında ana-babasına karşı gelen bir kimse onların ölümlerinden sonra onların bir borçlarını öder, onlara istiğfarda bulunur ve onlara küfrettirmezse, defterine o kimsenin ana-babasına itaatkâr olduğu yazılır. Kim ana ve babasına onlar hayatta iken itaat eder ama onlar öldükten sonra onların borçlarını ödemez, onlara istiğfar etmez ve onlara küfredilmesine sebep olursa, defterine o kimsenin ana-babasına isyan eden bir kimse olduğu yazılır».
Evzai ile İbn Ebi Dünya'nın, Muhammed b. Numan kanalıyla rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Her cuma gününde ölmüş ana-babasının kabirlerini ziyaret eden kimsenin günahları affedilir ve o ana-babasına itaatkâr bir kul olarak yazılır».
Müslim'in rivayet ettiğine göre, İbn Ömer Mekke yolunda birine rastlar ve ona selâm vererek kendisini merkebine bindirir. Sonra da başındaki sangı onun basma koyar. İbn Dinar, îbn Ömer'e «Allah seni İslah eylesin! Bunlar bedevidir. Az bir şeye de razı olurlar. Niçin bu kadar ikramda bulundun?» diye sorar. îbn Ömer: «Bu İçişinin babası, babamın (Hz. Ömer'in) dostuydu. Ben Hz. Peygamber'in şöyle dediğini işittim; İiaatkârlığın en büyüğü, çocuğun babasının sevdiklerini sevmesi onları ziyaret etmesidir» diye cevap verir.
İbn Hibban, Ebi Bürde'den şöyle rivayet etmektedir:
«Medine'ye vardım. Yanıma İbn Ömei geldi ve niçin geldiğini bilip bilmediğimi sordu. Ben «Hayır» deyince, Hz. Peygam-ber'den «Babasını kabrinde ziyaret etmek isteyen kimse, onun arkadaşlarını ziyaret etsin» hadisini işittiğini söyleyerek, şöyle dedi: «Babamla senin baban arasında kardeşlik ve sevgi vardı. İşte bundan dolayı sıla-i rahim yapmak istedim».[40]
Ana-babaya karşı gelmenin büyük günahlardan olduğu, üzerinde ittifak edilen bir husustur. Ekseri ulemaya göre kâfir veya mümin ana-babaya karşı gelmek büyük bir günahtır.
Rivayet edilen Hasen bir hadiste, Hz. Peygamber'e büyük günahlar sorulur ve o şöyle buyurur:
«Allah'a şirk koşmak,
Bir mümini haksız yere öldürmek,
Savaştan kaçmak,
İffetli kadına zina isnad etmek,
Büyü yapmak,
Yetim malı ve faiz yemek,
Müslüman anaya-babaya karşı gelmek».
Burada ana-babanm müslüman olduğunun vurgulanması, bunun daha çirkin bir davranış olmasından ötürüdür. Yoksa kâfir olan ana-babaya karşı gelmenin büyük günahlardan olmadığını söylemek için değildir. Veyahut hadis galib olana göre varid olmuştur. Yani Hz. Peygamber bu hadisi söylediği zaman müslü-manlann ana-babalarının çoğu müslümandı.
El-Huleymî'ye göre, ana-babaya karşı gelmek büyük bir günahtır. Bununla birlikte sövmek gibi haller de varsa bu çok daha çirkin bir durum olur. Eğer karşı gelmek, onlara itaat etmekle birlikte durumlarından hoşlanmamak, sürekli susarak onlarla konuşmamak şeklinde ise, bu küçük günahlardandır. Şayet bu durumlar ana-babasını rahatsız ediyor ve onlar da emir ve nehiy-leri terkediyorlarsa, bu yüzden de kendilerine büyük zararlar dokunuyorsa bu büyük günahlardan olur.
El-Huleymî'nin bu tafsilatı zayıf bir görüşe dayanmaktadır.
Bir kimsenin hangi durumlarda ana-babaya karşı gelmiş olacağı hususunda, alimler arasında ihtilaf vardır. Nitekim Alusî bunun sınırım tesbit maksadıyla el-Belkinî'den uzun uzadıya nakiller yapmaktadır. Biz özet olarak şöyle diyebiliriz:
Ana-babaya karşı gelmek, onlara eziyet etmektir. Öyle ki bu bir başkasına yapılmış olsa, haram kabul edilir ve küçük günahlardan sayılır. Ancak ana-babaya karşı yapılmış olduğundan, bu büyük günahlardandır. [41]
Babaya ağır gelen bir yolculuğa çıkmak hususunda babaya karşı gelmek de böyledir. Bu yolculuk aynı zamanda evlâda farz da değildir. Çünkü uzun bir zaman kaybolmak hususunda babasına karşı gelmiştir. Bu kaybolma yararlı bir ilim veya helâl bir ticaret için de değildir. Evlât ana-babasma söver veya söver ve vurur. Eğer bu suçu başkalarına karşı işlerse, büyük bir günah işlemiş sayılmaz, ama ana-babaya karşı işlediği için büyük günahlardan birini işlemiş olur. Böyle bir evlât babasına karşı gelmiş demektir.
Evlâdın ana-babasmdan alacağını istemesi ana-babaya karşı gelmek demek değildir. Ancak başkasına karşı yapıldığı takdirde haram olan şeyler ana-babaya karşı yapılırsa büyük günaha dönüşür. Fakat kişinin başkasından alacağım istemesi haram olmadığından, bunu ana-babasından istemesi de onlara karşı gelmek demek değildir.
Ana-babasından şikayet etmesi veya caiz bir talepte bulunması, evlâdı ana-babasma karşı gelen kimseler sınıfına sokmaz. Çünkü bazı sahabe çocukları babalarını Hz. Peygamber'e şikayet etmişlerdir ve Hz. Peygamber de onlara «Ana-babanızı şikayet etmeyin» dememiştir. Şayet böyle bir şikâyet haram olsaydı, Hz. Peygamber onları bu haramı işlemekten alıkoyardı.
Ana-babaya sözle karşılık vermek de büyük bir günahtır. Şayet bu başkalarına karşı yapılsaydı sadece haram olurdu. Şayet başkalarına yapıldığında haram sayılmıyorsa —ki «öf» kelimesi böyledir— bu gibi davranışlar küçük günahlardandır.
«Onlara «Öf» bile demen ifadesi, bunun büyük günahlardan olmasını gerektirmez. Çocuğun Ölmesine veya azalarından birinin telef olmasına sebep olan cihad gibi seferlere ana-babanın izni olmaksızın çıkılması halinde günah işlenmiş olur. Nitekim Abdullah b. Amr b. el-As Hz. Feygamber'den şöyle rivayet etmektedir.
«Bir kimse gelerek Hz. Peygamber'den cihad için izin istedi. Hz. Peygamber ona ana-babasının sağ olup olmadığını sordu. O sağ olduklarını söyleyince, «Öyleyse sen onlara hizmetle cihad et» diye buyurdu». (Başka bir rivayette «Sen onların yanına git. Senin cihadın onlara hizmet etmektir» denilmiştir.)
«Bir kimse Hz. Peygamber'e «Hicret hususunda sana biata geldim. Ağlayan ana ve babamı geride bıraktım» der. Hz. Peygamber de; «O halde git ağlattığın gibi onları güldür» diye buyurur.
Ebu Said el-Hudri'nin rivayet ettiğine göre, bir kimse hicret ederek Hz. Feygamber'in yanına gelir ve Hz. Peygamber ona Ye-men'de annesinin veya herhangi bir yakınının bulunup bulunmadığını sorar. O kimse ana ve babasının olduğunu söyleyince, Hz. Peygamber, «Onlar sana izin verdi mi?» diye sorar. O «Hayır» deyince, Hz. Peygamber; «O halde git onlardan izin iste. Eğer sana izin verirlerse cihada çık. Aksi takdirde onlara itaat et» der. (Ebu Davud) Ancak bu hadisin senedinde sika olup olmadığı tartışılan bir ravi vardır.
Baba kâfir olduğu takdirde cihad ve benzeri seferlerde onun iznine ihtiyaç yoktur. Babanın hür ve köle olması farketmez. Ancak evlâdın nafile hac hususunda izin istemesi ve alması şarttır. Farz olan hac hususunda, eğer deniz yolculuğu varsa ve o yolculukta mutlak bir tehlike sözkonusu değilse, fıkhın zahirinden anlaşılan, bu konularda ana ve babadan izin almak vacip değil-
Öğrenilmesi vacip olan ilim veya farz-ı kifaye olan bilgi için yolculuğa çıkmaya gelince, bunda herhangi bir yasak yoktur. Ana ve babanın bu hususlarda çocuğunu menetmesi sözkonusu değildir. Velev ki aynı beldede ilim tahsil etmek mümkün olsa bile. Çünkü yolculukta kalbin daha saflaşması, gitmek istediği hocanın daha bilgin olma ihtimali vb. durumlar sözkonusu olabilir. Şayet bunlardan hiçbiri sözkonusu değilse o takdirde çocuğun izin istemesi gerekir.
Babanın geçimi çocuğa ait ise ve onun sefere çıkması durumunda bu geçimin zayii sözkonusu ise, babası evlâdının sefere çıkmasına mani olabilir.
Babanın sadece irşad maksadıyla söylemiş olduğu bir söze muhalefet etmesi, evlâdı asi durumuna sokmaz. Ancak muhalefet etmemesi evladır.
Bazı müdekkikler, ana-babaya karşı gelmenin tarifini şöyle yapmışlardır: «Anneye veya babaya örfen kolay olmayan bir eziyete sebebiyet veren davranış».[42]
Babanın aklen eksik olmasına rağmen bazı emir ve yasaklarda bulunması halinde, evlât bunlara karşı gelirse bu asilik değildir. Buna binaen evlât sevdiği bir kadınla evliyse ve babası da onu boşamasını emrederse, (namus meselesi olmayıp, durup dururken böyle bir istekte bulunursa) ve evlâdı da onun bu dediğini yapmazsa günahkâr olmaz. Ancak efdal olanı babanın emrine im-tisalen boşanmaktır. Nitekim İbn Hibban, «Sahih»in.de şöyle rivayet etmektedir.
«Bir kimse Ebu Derda'ya gelir ve der ki «Babam durmadan beni bir kadınla evlenmeye teşvik etti. Şimdi de boşanmamı istiyor. Ne yapayım?» Ebu Derda ise şöyle cevap verir. «Sana anne-ne-babana isyan etmeni emredemem. Hanımını boşamanı da söyleyemem. Ama istersen sana Hz. Peygamber'den dinlediğimi söyleyeyim: «Baba cennet kapılarının en ortasıdır». İstersen bunu hıfzet, istersen bırak!».»
Rivayet olunduğuna göre İbn Ömer şöyle demiştir:
«Nikâhımın altında bir kadın vardı ve babam Ömer ondan hoşlanmıyordu. Benden onu boşamamı istedi. Fakat ben onu dinlemedim ve gidip meseleyi Hz. Peygamber'e anlattım. Hz. Peygamber bana «Onu boşa» dedi.» (Tirmizi, İbn Mace, Neseî, Ebu Davud, İbn Hibban)
Akli dengesinin zayıflığı ve zayıf görüşlülüğü nedeniyle babadan gelen emirlerin kabul edilmemesi evlâdı günahkâr yapmaz. Yani bu emirler akıllı kimselere arzedildiğinde onlar bu emirlerin yanlış olduğunu ve bunlara karşı çıkmakta ana-babaya eziyetin rimadığmı söylerlerse bu gibi hususlarda ana-babasma karşı gem evlât suç işlemiş olmaz.
Anne ile babaya tazimin emredilmesinin nedeni, kişinin onlar sayesinde vücuda gelmesidir. Onların çocuklarına olan nimet kadar hiçbir nimet çocuğa gelmez. Bu bakımdan, «Aslında anne ile baba kendi zevkleri için çocuk edindiler. Böylelikle o çocuğun afet ve korkular âlemine ayak basmasına neden oldular. Onların çocuğun üzerinde ne nimetleri olabilir?» diye itirazda bulunulamaz.
Anlatıldığına göre felsefe ile zehirlenen bir kimse, babasını döver ve der ki; «Beni bu fesad âlemine sokan, ölüme, fakirliğe ve kötülüğe maruz bırakan odur».
Ebu'1-Ûlâ el-Maarrî'ye —ki çocuğu yoktu— şöyle sorarlar: «Kabrinin üzerine ne yazalım?» O da şöyle yazılmasını ister: «Bu babamın benim aleyhimde işlemiş olduğu bir cinayettir. Ben t>u cinayeti hiç kimse için işlemedim».
İskender'e «Senin üzerinde hocanın mı, babanın mı hakkı daha çoktur?» diye sorarlar. O da şöyle cevap verir: «Hocamın hakkı daha çoktur . Çünkü o beni eğitirken, her türlü şiddet ve zahmete katlandı. Babama gelince, o cinsi ilişkinin lezzetini aradı ve beni kevn ve fesad âlemine çıkardı».
Bu tür iddialar, itiraz olarak öne sürülemez. Çünkü farzede-lim ki baba ilk başta cinsi ilişkinin lezzetini aramış olsun. Ancak çocuğun dünyaya geldiği andan itibaren baliğ oluncaya kadar, babası tüm himmetini ona ulaştırmak, ona tüm iyilikleri vermek ve kötülükleri ondan uzaklaştırmak için çırpınıp durur.
Şöyle de denilmektedir:
«Eğer bu fesad ve kevn âlemine sokmak, keder ve üzüntülere maruz bırakmak, ana-baba hakkını siliyorsa, o zaman Allah'ın insan üzerindeki hakları da silinmelidir. Çünkü gerçek fail Allah'tır. Nitekim denilebilir ki, Allah insanı bu fesad ve kevn âlemine getirdi, onu ölüme maruz bıraktı, fakir oldu, çeşitli hastalıklara yakalandı. O halde Allah'ın kullan üzerinde hakkı yoktur. Takdir edilecektir ki böyle bir itiraz yapılamaz».[43]
28- Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti (rızkı) beklemek için onlardan yüz çeviriyorsan, bari kendilerine gönül alıcı bir söz söyle!
29- Elini boynuna bağlanmış kılma. Büsbütün de açma. Sonra kınanır (pişmanlıktan) hasret çekekalırsm.
30- Muhakkak ki Rabbin rızkı dilediğine yayar (dilediğine de) az verir. Kuşkusuz o kullarından haberdardır ve onları görür.
31- Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızın canına kıymayın. Biz onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bîr suçtur.
32- Sakın zinaya yaklaşmayın. Çünkü o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.
33- Allah'ın haram kıldığı bir cana haksızca kıymayın. Zulmen öldürülen kimsenin velisine yetki verdik. O (veli) kısasta ileri gitmesin. Muhakkak ki kendisine yardım edilmiştir.
34- Yetimin malına yaklaşmayın! Ancak rüşdüne erene kadar, en güzel şekilde (onu koruyun). Sözü yerine getirin. Muhakkak ki verilen söz sorumluluğu gerektirir.
35- Bir şeyi ölçtüğünüzde tam ölçün ve doğru bir terazi ile tartın. Bu hem daha iyidir hem de sonuç bakımından daha güzeldir.
36- Hakkında bilginin bulunmadığı şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül onların hepsi ondan sorumludur.
37- Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma.
Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara erişebilirsin!
38- Tüm bunlar hepsi kötü olan ve Rabbinin nezdinde hoş karşılanmayan şeylerdir. [44]
(28) «Eğer Rabbinden umduğun bir...» Bu Ayetin. Tefsiri
İbn Zeyd'e göre bu ayetin nüzul sebebi şudur: Bazı kimseler durmadan Hz. Peygamber'den kendilerine bir şey vermesini istiyorlardı. Ancak Hz. Peygamber onlara bir şey vermek istemiyordu. Çünkü onların o malı boş yere sarfettiklerini biliyor ve ecir almak için onlardan sürekli yüz çeviriyordu. Onlara fesada yardımcı olmamak için bir şey vermiyordu. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Ata el-Horasanî bu ayetin ana-baba konusuyla alakasının olmadığını söyleyerek, Muzeyne kabilesinden bazı kimselerin Hz. Peygamber'e geldiklerini, Hz. Peygamber'in «Yanımda sizi bindirecek bir şey yok» dediğini, onların bu yüzden gözlerinin yaşlarla dolduğunu ve bu ayetin nazil olduğunu bildirmiştir. Sonra da, ayetteki rahmet kelimesinin ganimet anlamında kullanıldığını açıklamıştır.[45]
«Onlardan» zamiri bazı kimselere göre, yakınlara, yoksullara ve yolcularadır. Bazı müfessirlere göre ise, kim olursa olsun Hz. Peygamber'den yardım isteyen herkese racidir.
«Turidanne» fiili a-r-d kökünden gelir ve aslında yüz çevirmek mânâsmdadır. Çünkü Hz. Peygamber, yanında olmayan bir şeyin kendisinden istenmesi halinde mübarek yüzünü çevirir ve susardı. İşte bu ayet te böyle bir durumda nazil olmuştur.
«Rabbin» ifadesindeki hitap zamiri hem Hz. Peygamber'e hem de ümmetine racidir.
îbn Abbas, Mücahid ve İkrime'den rivayet olunduğuna göre,. ayetteki «Rahmet» kelimesi «rızk» anlamındadır. (İbn Cerir)
Zemahşeri'nin Keşşafta izah ettiğine göre, Hz. Peygamber'in «yüz çevirmesi», onlara yiyecek temin edebilmek maksadıyladır.
«îbtiğâ» kelimesi, «intizar» (beklemek) şeklinde yorumlanmıştır.
Ayetteki «Vraz»m onların istediklerini vermemekten kinaye olması da mümkündür. Nitekim Ata el-Horasanî'den rivayet olunduğuna göre, Huzeyme kabilesinden bazı kimseler binek istemek üzere Hz. Peygamber'e geldiklerinde, Hz. Peygamber onlara, «Sizi bindirecek bir bineğim yoktur» diye buyurur. Onlar da gözyaşları içinde oradan ayrılırlar. Hz. Peygamber'in kendilerine öfkelendiği için binek vermediğini sanırlar. İşte bunun üzerine bu ayet nazil olur. (Said b. Mensur, İbn'ul-Munzir.)
Ancak bu yorum zahir ve vazıh değildir. Çünkü bu sure Hicret'ten Önce nazil olmuştur. Yani Mekki'dir. Bu ayet te Mekke döneminde nazil olmayan ayetler içine dahil değildir.
«Meysur» kolaylık anlamına gelir ve ism-i mefuldür. Yani, «onlara yumuşak ve kolay bir söz söyle, kendilerine güzel va'dlerde bulun!»
Hasan Basri'ye göre ayetin anlamı, «Elbette, hay hay vereceğim. Bugün yanımızda bir şey yok. Ama gelirse sizin hakkınızı saklayacağım de» şeklinde yorumlanmıştır. Yani «kolaylıkla duayı kapsayan bir söz söyle. «Allah sizi zengin etsin, Allah size kolaylıklar versin» gibi.»
tbn Zeyd'e göre bunun anlamı, «Allah bize de, size de rızık ihsan etsin, bize de size de bereket versin» demektir.
Bu ayetten anlaşıldığına göre, dilencilere bir şey verilmese bile dua etmekten geri kalmamak gerekir. Ancak îmam Malik'ten nakledilen bir rivayete göre, dilenciye bir şey verilmediği takdirde, dua da edilmemesi gerekir. Çünkü bu dilenciye ağır gelir ve o bunu işitmek istemez. Aynı şekilde kulakları olmayan bir kimseye Allah'ın ismini zikretmek de uygun değildir.
Alusî, İmam Malik'in bu görüşünü «Hayatım üzerine yemin-ederim ki, bu uzak bir yorumdur» diyerek reddetmiştir.
Bazı müfessirlere göre, bu ayette ilk mânâ dolayısıyla, isteyen kimseden i'raz etmenin yasak olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ayetin anlamı şöyledir: «Eğer onlardan yüzçevirmek istiyorsan, (hiç değilse) kendilerine güzel bir söz söyle».
Bazı rivayetlerde Bilâl, Süheyb, Mehca ve Habbab gibi sahabi-lerin Hz. Peygamber'in yardımlarıyla geçindikleri, Hz. Peygamber'in onlara verecek bir şeyi olmadığı zaman mahcubiyetinden dolayı, söyleyecek bir şey bulamadığı, yüzünü başka bir tarafa çevirdiği bildirilmektedir. Hz. Peygamber onların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için durmadan Allah'a dua ederdi.
İşte bu ayet Hz. Peygamber'e (s.a), bu tür kimselere bir şeyler veremiyorsa da, «Allah bize de size de bol rızık versin. Allah sisleri mesut ve müreffeh kılsın» şeklinde sözler söyleyerek onların gönüllerini alması hatırlatılmaktadır.[46]
(29) «Elini boynuna bağlanmış kılma...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayette cimrilik ile savurganlık, temsili bir anlatımla ifade edilmektedir. Allah Teâlâ ifrat ve tefritten vazgeçilmesini isteyerek orta yolun en güzel, en hayırlı yol olduğunu vurgulamaktadır.
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Normal yürüyen; yani ne israfa ne de cimriliğe sapmadan hareket eden kimse fakir olmaz». (İmam Ahmed)
îbn Ömer'in Hz. Peygamber'den rivayet ettiğine göre; «Nafakada orta yolu tutmak, hayatın yarısıdır». (Beyhakî)
Enes merfu olarak Hz. Peygamber'den şöyle rivayet etmektedir: «Tedbir hayatın yarısı, sevgi aklın yarısı, üzüntü ihtiyarlığın yarısıdır. Çoluk çocuğun azlığı ise iki zenginlikten biridir».
Denildiğine göre, «iffetle beraber olan güzel tedbir, israfla beraber olan zenginlikten daha güzeldir»,
«Sonra kınanır, (pişmanlıktan) hasret çekekalırsın» cümlesi israfın ne kadar kötü bir şey olduğunu ortaya koymaktadır. İkinci nehiyden anlaşılan israfın ne kadar çirkin bir şey olduğunu bu cümle gözler önüne sermektedir. Yani Allah hakkında kınanır, pişman olur, üzülürsün. Veya öyle bir hale gelirsin ki yanında hiç-bir şey kalmaz! Nitekim İbn Cerir ile İbn Ebi Hatim'in tbn Ab* bas'tan naklettikleri rivayet de bu mânâdadır.
Bazı müdekkiklere göre, bu son cümle hem israfın hem de cimriliğin ne kadar kötü olduğunu ortaya koymaktadır. Yani ne-hiy her ikisine de aittir.
«Kınanırsın»; yani cimrilikle kınanırsın. Çünkü cimri bir kimse her yerde kınanır.
«Hasret çekekalırsın»; yani israf ettiğin için sonunda pişman olursun.
Zemahşeri, Keşşaf adlı tefsirinde şöyle bir hadis nakletmektedir:
«Hz. Peygamber (s.a) otururken yanına bir çocuk gelerek, «Ey Allah'ın Rasûlü! Annem senden bir giyecek istiyor» der. Hz. Peygamber, çocuğa sonra gelmesini söyler. Çocuk da annesine giderek, Hz. Peygamber'in sözlerini nakleder. Kadın çocuğuna, «Git, Hz. Peygamber'e de ki: Annem sırtındaki elbiseyi istiyor» diye söyler. Çocuk da gidip bunu Hz. Peygamber'e iletir. Hz. Peygamber eve girer, sırtındaki elbiseyi çıkarır ve çocuğa verir. Böylelikle Hz. Peygamber çıplak kalır. Hz. Bilâl ezan okuduktan sonra cemaat Hz. Peygamber'i bekler. Ama Hz. Peygamber namaza gelemez. İşte bunun üzerine mezkûr ayet nazil olur.
Bu rivayetin nüzul sebebi olmasına, ayetin Mekki olması mânidir. Üstelik bu ayet, Mekke döneminde değil de, Medine'de nazil olup, istisna edilen ayetlerden de değildir. Bu hadisin sabit olmaması da muhtemeldir. Çünkü Veliyyuddin Irakî, bu hadisi, hadis eserlerinden hiçbirinde görmediğini ifade etmektedir. Yani hadis bu lâfızla bulunamamıştır. Muhtemelen başka lâfızlarla rivayet edilmiş olmalıdır [47].
İbn Ebi hatim, bu hadisin bir benzerini el-Münhal b. Amr'dan rivayet ediyorsa da, ne bu hadiste ne de diğer hadislerde Hz. Bi-lâl'in ezan okuduğu, Hz. Peygamber'in evden çıkamadığı ve ayetin bunun üzerine nazil olduğu hususları varid olmamıştır.
Denildiğine göre, Hz. Peygamber Akra' b. Habis'e yüz deve, Uyeyne b. Hasın'il-Fezarî'ye de yüz deve verir. Bunun üzerine Ab-bas b. Murdas adlı bir kişi gelerek şu şiiri okur.
«Benim ganimetim, kölelerin ganimeti Uyeyne ile Akra' arasında mı paylaşılacaktır?
Ne Uyeyne'nin babası Hasın, ne de Akra'nın babası Habis, benim babam Murdas'a hiçbir toplantıda üstün olamamıştır. Ben bu iki kişiden az değilim, Bugün parçalanan artık hiçbir saman yükselemez!»
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ebubekir'e «Buna yüz deve ver de, dilini benden kes» diye emreder. Bu kimseler kalbi İslâm'a ısındırılmak istenen kimselerdi, Bunun üzerine mezkûr ayet nazil olur.
Ancak bu surenin Mekke döneminde nazil olması ve bu ayetin istisna edilen ayetlerden olmaması, bu rivayetin zayıf olduğunu ortaya koymaktadır.
Ebu'l-Hakem'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'e Araf'tan metrelik bir bez gelir. Hz. Peygamber cömert bir insan olduğundan onu insanlar arasında taksim eder. Bedevilere Hz. Peygamber'in kumaş paylaştırdığı haberi ulaşınca, onlar da Hz. Peygamber'e gidip, ondan birşeyler istemeye karar verdiler. Fakat gittiklerinde, kumaşın bitmiş olduğunu gördüler. İşte bu ayet, bu olay üzerine nazil olmuştur. (Said b. Mensur, İbn'ul-Munzir, Ata b. Yesar)
(30) «Muhakkak ki Rabbin rızkı dilediğine...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet, önceki ayetin sebebidir. Hz. Peygamber'e (s.a) adetâ şöyle denilmektedir:
«Şayet yanında yiyecek olmadığı için onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan, o takdirde kendilerine güzel söz söyle ve bu yüzden de kendini üzme! Çünkü bu, senin Allah katında bir değerinin olmayışından değildir! Rızkın anahtarları Allah'ın yed-i kudretin-dedir. O, rızkı dilediğine genişletir, dilediğine de daraltır. Dilemesi, hikmeti neyi gerektiriyorsa öyle yapar. Başından geçen bazı sıkıntılı anlar, seni bazı zamanlar onlardan yüz çevirmeye itebilir. Bu sadece senin iyiliğin içindir».
«Kuşkusuz O, kullarından haberdardır ve onları görür»; yani nzkın geniş olmasının hangi kulu ıslah, hangi kulu ifsad ettiğini çok iyi bilir. Yine O, fakirliğin hangi kulu ıslah, hangi kulu ifsad edeceğini de iyi bilir. O, kullarının tedbir ve siyasetlerini görmektedir. Biz senden de, tüm mahlûkattan da daha çok kullarımızın maslahatını bilir, tedbirlerini görürüz.
(31) «Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızın...»Bu Ayetin Tefsiri
«îmlak», İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, fakirlik demektir. Yani çocuklarınızı fakirlikten dolayı öldürmeyin!
Allah Teâlâ bu ayetinde, ister erkek olsun, isterse kız, fakirlikten dolayı çocukların öldürülmesini yasaklamaktadır. Nitekim rivayetlere göre bazı Araplar, cahiliyye döneminde geçimlerini temin edemeyecekleri korkusuyla, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Ayet aslında bu davranışı yasaklamaktadır. Nitekim rivayet edildiğine göre «Evlât» kelimesi sadece kız çocuklarını içermektedir. «ÖZü?rz»le de onların diri diri toprağa gömülmeleri kastolunmaktadır.
«Haşye» kelimesi tazim ile karışık olan korkudur. Yani kişi haşyet etmekle hem korkar, hem de tazimde bulunur.
Rağıb el-İsfehanî, Müfredat'm&a, bunun kişinin korktuğu şey ile birlikte olan ilimden kinaye olduğunu söylemiştir. Bu kelime çoğu kez böyle kullanılır.
Şii bir müfessir bu ayetin, «Allah'tan başkasına sakın kul-luk yapmayın» ayetine atıf olduğunu söylemiştir.
«Biz onların da sizin de rızkınızı veririz» cümlesi Allah Teâlâ tarafından kullarına verilmiş ilâhi bir va'd, ilâhî bir teminattır. Bu ayetten anlaşıldığı gibi, nzıklar teminat altına alınmıştır. Onların, «onların rızkını biz veriyoruz» şeklindeki iddiaları da böylece çürütülmüş olmaktadır. Allah Teâlâ adeta şöyle demek istiyor: «Size rızkı ben veriyorum, onlar değil. O halde fakirlikten korkmayın».
Mezkûr ayet-i kerimede şöyle bir incelik vardır: «Çocuklara raci olan zamir, muhatapların zamirinden önce zikredilmiştir». Böylelikle bu ayet En'am Suresi'ndeki benzer ayetin tam aksini ilân ederek, rızkın gelmesinde esas sebebin çocuklar olduğunu ortaya koymaktadır. En'am Suresi'nde çocukların zamiri daha sonra getirilmiştir. Çünkü oradan muhataplara ait zamirin daha önce getirilmesini gerektiren ayetler vardır.
Bazı müfessirlere göre, orada kişileri çocuklarını öldürmeye iten unsur, kesin olarak fakirliktir. Burada ise fakirlik endişesidir. (Yani fakirlik kesin olarak vuku bulmuş değildir). Bu yüzden orada muhatap zamiri çocuklara raci olandan önce, burada çocukların zamiri muhatap zamirinden Önce zikredilmiştir.
«Onları öldürmek gerçekten büyük bir.suçtur» cümlesi diğer bir sebebi bildirmektedir. Allah Teâlâ bu cümle ile yasaklanan durumun aslında büyük bir tehlike, çirkin.bir davranış olduğunu beyan etmektedir. Çünkü yapılan işlemde insan neslinin kesilmesi, beşer nev'inin ortadan kaldırılması sözkonusudur. [48]
(32) «Sakın zinaya yaklaşmayın. Çünkü o...»Bu Ayetin Tefsiri
Zinaya yaklaşmak, zinaya sebebiyet verebilecek yakın veya uzak başlangıçlarını fiilen yapmaktır. Meselâ kişi göz kırpar, konuşur, el sıkışır, öper... işte"bunları yapmak suretiyle dahi zinaya yaklaşmayın!
Rağıb el-İsfehanî'ye göre zina, şer'î bir akid (nikâh) olmaksızın kadınla yapılan cinsî münasebettir. Çocukların Öldürülmesiyle, haram kılınan kişiyi öldürmek ifadeleri arasında «Sakın zinaya yaklaşmayın» denilmesinin nedeni, Fahreddin Râzi'nin de dediği gibi, zinanın çocukların öldürülmesi itibarıyla vuku bulrnasmdan-dır. Çünkü zina, neslin zayi edilmesi demektir. Nesli kesilen (yani belli olmayan) kimse ölü hükmündedir.
2ina, çirkinliği açık olan bir cürümdür. O ne kötü bir yoldur. Çünkü zina ile soylar birbirine karışır. Zina nedeniyle fitneler çoğalır, iyi münasebetler kopar.
Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber; «Kişi mümin olduğu halde zina etmez» buyurmuştur. (Buhari, Müslim.)
Başka bir rivayette, «Kişi zina ettiğinde, iman ondan çıkar. Başının üstünde bir gölgelik gibi durur. Eğer tevbe ederse ona geri döner» buyurulmuştur.
Tüm alimler, zinanın en büyük günahlardan biri olduğunda, kesin bir kötülük ve fuhuş sayılacağı hususunda ittifak etmişler, dir. Nitekim sahih bir hadiste «Kişinin komşusunun hanımıyla zina etmesi en büyük günahlardandır» diye buyurulmuştur.
Huleymi'ye göre zina, komşunun hanımıyla, nikâh düşmeyen bir akrabayla, ramazan ayında yabancı bir kadınla veya Harem-i Şerifin sınırları içerisinde yapılırsa fuhuş ve büyük günah sayılır. Aynı şekilde üvey anne ile, gelinle veya yabancı bir kadınla zoraki yapılırsa, zina yine büyük bir günahtır. Ancak haddi gerektirmeyen bir şekilde vuku bulmuşsa küçük günahlardandır.
Huleymi'nin bu tasnifi zayıf bir delile dayanmaktadır ve reddedilmiştir. Çünkü ayet zinayı mutlak olarak fahiş bir fiil olarak nitelemektedir. Ancak onun en fahiş şekli komşunun hanımıyla ve kişinin kendisine mahrem olan yakınıyla olanıdır. Nitekim Hakim Nisâburî, sahih olduğunu söyleyerek Hz. Peygamber'den şöyle bir hadis nakletmektedir: «Mahremlerinden biriyle zina yapan kimseyi öldürün». Bu hadis mahremle yapılan zinanın ne kadar galiz bir fiil olduğunu ortaya koymaktadır.
Evli bir kimseyle yapılan zina, bakireye göre daha çirkindir. Çünkü cezaları farklıdır. Yaşlı bir insanın zinası yine aynı şekilde genç bir insanın zinasından daha çirkindir. Çünkü yaşlının aklı kemâle ermiştir. Hür ve alim bir kimsenin zinası, o kemâlde olduğundan köle ve cariyenin zinasından daha çirkindir. [49]
Zinanın livatadan daha çirkin olup olmadığı hususunda ihtilaf edilmiştir. Nitekim İmam Gazali, İhyau Ülum'İddin adlı eserinde «Zina livatadan daha çirkindir. Çünkü zina şehveti, o kişiyi iki taraftan da zinaya davet etmektedir» demiştir. Bu yüzden zina çoğaldıkça zararı daha da çoğalır. Öyle ki nesepler zina nedeniyle birbirine karışır.
Bazılarına göre zina çirkinlik bakımından şirkin hemen ardından gelir. Ancak sahih olan görüş, şirkin ardından katlin, onun ardından da zinanın geldiği şeklindeki görüştür.
Gıybetin, İslâm'da yapılan otuz zinadan daha şiddetli olduğunu bildiren hadisler, İbn Hacer Heytemi'nin de dediği gibi, asılsızdır.
Nitekim rivayet olunduğuna göre; «Gıybet zinadan daha şiddetlidir». (Tabaranî, Beyhaki) Ancak bu hadisi açıklayanlar davardır. îbn Ebi Dünya ile Ebu Şeyh, Cabir ve Ebu Said'den şöyle rivayet etmektedirler: «Gıybetten sakın. Çünkü gıybet zinadan daha şiddetlidir. Kişi zina eder ve tevbe eder. Ancak gıybet sahibi, gıybet edilen onu affetmedikçe affolunmaz». Bundan da anlaşılıyor ki, gıybetin zinadan şiddetli oiuşu mutlak değildir. Pişmanlık, fiili terketmek, bir daha o fiile dönmeme azmini içeren tevbe, kişi henüz ölüm haline gelmemişse, güneş batıdan doğmamış-sa, bu tevbe zinanın günahını tek başına siler, götürür. Ancak gıybetin günahı böyle değildir. Kişi tevbe etse bile, o tevbe Üe birlikte hakkında gıybet edilen kimsenin onu affetmesi gerekir. İşte gıybet bu yönüyle zinadan daha şiddetlidir fakat mutlak değildir.
Bu rivayetten anlaşıldığına göre, zinadan tevjse edebilmek için zina edilen kadından hel&llik alınması gerekmez. Alimlerin çoğu bu görüştedir. Bununla beraber zina insanoğlunun haklarıyla ilgilidir. Çünkü o* namus ve nesiller ?üzerinde işlenmiş bir cinayettir.
Alimlerin, «zina ile Ademoğlu'nun bir hakkı bağlı değildir» şeklindeki sözleri mal bakımındandır. Gidip zina edilenden helâllik istenmesinin şart olmaması onun insanoğluyla ilgisi mutlak olmayan haklardan olmasına delâlet etmez. Ancak helâllik istememek, helâlliğin üzerine terettüp eden daha fazla utanma ve fitnelerden dolayıdır. Çünkü kadının kocası veya bir yalanı, kadının zina ettiğini işittiğinde zanî erkeği veya kadım yahut her ikisin, de hemen öldürmeye kalkışabilir. Bu yüzden zinada kocanın ve yakınların helâlliğinin alınması nasıl şart koşulabilir? Oysa Hüc-cet'ul-İslâm İmam Gazâlî, «Minhac'ul-Abidin» adlı eserinde bir tafsilat münasebetiyle şöyle der:
«Bu şekilde şart koşulmaması gayet güzel ve tetkik edilmiş bir durumdur. Haramda olan günaha gelince; eğer kişinin ailesi hakkında kendisine hainlik yapılmışsa, ondan helâllik istemenin hiçbir makûl yönü yoktur. Olayı açığa vurmak doğru değildir. Çünkü böylesine bir açıklama fitneye sebebiyet verir. Kendisiyle Allah arasında kalmak suretiyle, kişinin Allah'a yalvarması daha doğrudur ki böylece Allah onu o kişiden razı kılsın, bu hıyaneti karşısında kişiye çok hayr versin. Eğer fitne ve heyecandan enıinsen ki bu da çok nadir olur o zaman kendisinden helâllik istersin».[50]
Rivayetlerden anlaşıldığına göre, zinanın sonuçlan çok çirkindir. Şöyle ki;
1. Kişiyi ateşe ve şiddetli azaba götürür.
2. Kişiye fakirlik verir, yüzündeki nuru söndürür, ömrünü kısaltır.
3. Zina eden kişinin zürriyetinden, onun benzeri öç alır. (Yani yaptığı, soyuna yayılır). Nitekim denildiğine göre; «Zina ede' nin soyundan en az birisinden öç alınır» diye krallardan birisine bir söz söylenir, o da bunu kızıyla denemek ister. Kızı da gayet güzeldir. Kızını bir gün bir kadınla beraber dışarıya gönderir ve kadına, kızma ilişmek isteyen biri olursa, mâni olmamasını emreder.. Kızma da yüzünü açmasını söyler. Kadın da kralın kızını çarşı pazar dolaştırır. Ancak kimin yanından geçseler, kimse hayasından ötürü dönüp de kıza bakmaz. Şehri tamamen dolaşırlar ama yine de kıza bakan olmaz. Bunun üzerine saraya dönmek isterler ve saraya girecekleri sıra bir kişi kızı kolundan tutar, sonra da bırakıp gider. Kadın, kızı kralın huzuruna getirir ve olduğu gibi başlarından geçeni anlatır. Kral şükür secdesine kapanarak şöyle der: «Allah'a hamdolsun ki ömrümde sadece bir kadini öptüm. Bu da benden kısas olarak alındı. Allah'tan soy ve sopumuzu korumasını dileriz».
îbn Merduveyh'in rivayetine göre, Ubey b. Ka*b mezkûr ayeti şöyle okumuştur: «Sakın zinaya yaklaşmayın. Çünkü o bir hayasızlıktır. Allah'ın azabını gerektirir, kötü bir yoldur. Ancak bundan tevbe eden müstesnadır. Muhakkak ki Allah çok bağışlayan ve çokça merhamet edendir». Hz. Ömer'e Ubey b. KaTa'ın bu ayeti böyle okuduğu söylenildiğinde, o Ubey'in yanma gider ve bunun nedenini sorar. Ubey, «Ben bu ayeti Hz. "Peygamber'den işittiğimde, sen Mekke'de henüz alışveriş yapıyordun» dedi. Şayet bu riva-yet sahih kabul edilecek olursa, Ubey'in bu kıraati Hz. Peygamber ile Cebrail arasında Kur'an'm yapılan son müzakeresinden öncedir. [51]
(33) «Allah'ın haram kıldığı bir cana.,,» Bu Ayetin Tefsiri
Yani müslüman olduğu veya müslümanların Öldürülmeyeceğine söz verdikleri için, öldürülmesi haram olan bir nefsi haksızca öldüremezsiniz.
«Bi'l-Hakkı» ibaresi İbn Mesud'dan rivayet edilen şu hadisle tefsir edilmiştir: «Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadet eden bir kimsenin kanını akıtmak helâl değildir. Bu ancak üç şeyle helâl olur. Bir kimseyi Öl-dürmüşse, evli ya da dulla zina yapmışsa veya irtidat etmişse...» (Buharı, Müslim)
Hadisteki sınırlama, şu şekilde bozulmaktadır: Bir kimse nefsi müdafaa sebebiyle kendisine saldıran kimseyi öldürürse, o kişi öldürülmez. Nitekim hadis sarihleri, hadiste cinayet işleyen kimsenin kastedildiğini söylemişlerdir. Burada söylenen olayda ise herhangi bir kasıt yoktur.
Doğru olan, hadisteki hasrın, hakiki hasr olmadığıdır. Nitekim Şafiiler, tembellik sebebiyle namazı terkeden kimsenin katlinin mubah olduğunu söylemişlerdir. Tüm imamlara göre, livata yapan kimselerin katli mubahtır.
«Haksız yere öldürülenin velisi» ile ya varisi ya da varisi yoksa devlet başkanı (İmam) kastolunmaktadır. Bazı müfessirlerin «Velisi sadece varisidir» şeklindeki ifadesi, galibe göredir. Çünkü çoğunlukla herkesin bir varisi vardır. Ancak nadiren rastlanıldığı gibi varis yoksa, İmam varisin yerine kâim olur.
«Sultanen» kelimesi tasallut, istilâ etmek anlamındadır. Yani varis (veli) katili ya kısas ederek öldürür ya da diyet alır. Ölüme yanlışlıkla sebebiyet verilmişse, sadece diyet alınır. Yanlışlıkla öldürülen kimse de haksızca öldürülmüş olur. «Ümmetimden hatanın sorumluluğu kaldırılmıştır» hadisi yanlışlıkla bir kimseyi öldürenin günahkâr olmadığını ortaya koyuyorsa da, daha Önceki anlam ile yanlışlıkla öldürülenin haksızca öldürülmüş sayılacağına işaret edilmiştir.
Yanlışlıkla vuku bulan öldürmede, keffaretin gerekliliği tam tesbit edilemediğinden ve başkasının ölümüne sirayet eden durumlardan sakınılmaması nedeniyledir. «VeZz»yi varis ile açıklarsak, o vakit kadının da kısasta rolü olabilir. Yani Öldürülen adamın varisi, kızı veya kızkardeşi ya da annesi olursa, kısası o tatbik ettirebilir.
Kadı İsmail'e göre, «Veli» kelimesi müzekker olduğundan dolayı kadınlar bu hükme dahil değildir.
Veli, kati (kısas) meselesinde aşın gidemez. Yani meşru hududun dışına çıkmaz. Meselâ katil bir kişiyse, bir yerine iki kişi Öldürülemez. Cahüiyye döneminde olduğu gibi, bir kişi yerine birkaç kişi öldürülemez. Çünkü cahüiyye döneminde bir kişi öldürüldüğünde, o kabile onun katilini öldürmekle kalmaz, onunla birlikte başkalarını da katlederlerdi. (Bu yorum îbn Cübeyr'e aittir.)
Îbn*ul-Munzir aynı yorumu Ebu Salih kanalıyla İbn Abbas' tan nakletmekte ve ayrıca şunu eklemektedir: «Sadece katili ÖU dürmeyip, başkalarını da öldürmek suretiyle aşın gitmesin».
Bu görüş Zeyd b. Eslem'den de rivayet edilmiştir. Nitekim Beyhaki'nin «Sünen»inde Zeyd b. Eslem'den rivayet ettiğine göre, cahiliye döneminde insanlar; soylu veya lider olmayan (sıradan) bir kimse, soylu olan bir kimseyi öldürdüğünde, onu değil, o kişinin kabilesinden soylu birini öldürürlerdi. İşte Allah Teâlâ bu adeti yasaklamaktadır.
«Veli kısasta ileri gitmesin» cümlesinden, onun öldürmekten öteye gitmemesi (Öldürdükten sonra bedenine işkence yapmaması, azalarım kesmemesi) de kastedilebilir.
Taberi'nin bir rivayetine göre, öldürmekte ileri gitmemek ile, katili öldürdükten sonra cenazesini tahrip etmemesi kastolunmak-tadır.
Bazılarına göre, ifade diyetin meşru olduğu yerde katili öldürmekte aşırı gitmesin, anlamındadır.
İbn Ebi Hatîm'in Katade'den rivayet ettiğine göre, o şöyle demiştir: «Demirle öldüren kimse, demirle, ağaçla öldüren kimse ağaçla, taşla öldüren taşla öldürülür ve öldürenden başkası da öldürülmez». Ancak bu görüş, üzerinde ittifak edilmiş bir görüş değildir. Ayrıca sadece ağır ve kesici bir aletle öldürmek kısası gerektirir.
«Muhakkak ki kendisine yardım edilmiştir» cümlesi daha önce geçen yasaklamanın sebebidir. Zamir ise veliye racidir. Yani veli Allah tarafından yardıma mazhar olmuştur. Allah Teâlâ onun için kısas ve diyeti vacip kılmış ve hakimlere de hakkını alması için ona yardım etmelerini emretmiştir. Bu bakımdan o hakkının ötesini talep edemez. Kendisine yardım edenin emrinin dairesinden çıkamaz.
Mücahid'den rivayet olunduğuna göre zamir, maktule racidir. (İbn Cerir, İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim). Bu takdirde ayetin anlamı şöyledir: «Allah veliye dünyada kısas ve diyet suretiyle, Ahiret'te de sevapla yardım etmiştir. O halde veli de aşırı gitmesin».
Zamirin velinin aşırı gitme fiiline de raci olması mümkündür. Yani Allah Teâlâ kısası, tazir cezasını, günahı onun şanında aşırı gidene yüklemiştir.
Bazı müfessirlere göre, «Yusrifu» fiilinin zamiri katile racidir. Yani birini Öldürecek olan, katide aşırı gitmesin. Çünkü biz veliye katili katletme veya diyet alma yetkisini vermişizdir.
Dahhak'tan rivayet olunduğuna göre bu ayet, kati hususunda inen ilk ayettir. Daha önce katlin şirkten sonra en büyük günah olduğu bildirilmişti. Kasten yapılan katlin, büyük günahlardan olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Yanlışlıkla ölüme sebebiyet vermek ise, büyük günahlardan olması bir' yana, günah bile değil-dir! [52]
(34) «Yetimin malına yaklaşmayın! Ancak.,.Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet, yetimin malım korumak, çoğaltmak yollarıyla yetim malına yaklaşılabileceğini ortaya koymaktadır.
«Eşuddenmn tekili «Şedd»ĞXv. Şedd ise kuvvet demektir. Ayrıca genç bir insanın kuvvetinin yerleştiği çağa da denir.
Bazılarına göre, «Eşudde», «Şiddet»in çoğuludur. Basra alimlerinden bazıları «Elank» (kalay) kelimesi gibi bunun da tekili ve çoğulu olmadığım söylemişlerdir.
Yetimin ergenlik çağının en kuvvetli noktasına gelmesi demek, akıl ve rüşd nedeniyle, artık malının maslahatlarım gözetebilir çağa gelmesi demektir. Yetimin malını durup dururken yemek büyük günahlardandır.
İbn Abdisselâm, «eUKavaid» adlı eserinde şöyle demektedir:
«Şar'i, yalancı şahitliğin ve yetim malı yemenin büyük günahlardan olduğunu kesin bir hükümle bildirmiştir. Eğer çok mal sözkonusu ise, bunun büyük günahlardan olduğu açıktır. Yok eğer bir üzüm, bir hurma gibi kıymetli olmayan mallar sözkonusu ise onun yine büyük günahlardan olduğunu söylemek gerekir ki insanlar bu mefsedetin her çeşidinden sakınsınlar. Bu mesele, şarabin bir damlası gibidir. Her ne kadar bir damla ile mefsedet tahakkuk etmiyorsa da bu açıdan şarabın bir damlası bile haram kılınmıştır.
Yetimden yenilen malın, dinarın dörtte birine tekabül etmesi halinde büyük günahlara dahil olacağı söylenerek bir kural da konabilir. Doğrusu şudur: Ayetler ve bu hususta gelen hadisler mutlak olarak varid olmuşlardır. Azının da, çoğunun da günah olduğu hiç kuşkusuz ortadadır. Yani azı da çoğu da büyük günahlar kapsamına girer. Bunu tahsis etmek ise ancak sem'i bir delille mümkün olabilir. Böyle bir delil yoksa eğer, tahsis makbul değildir. Görünen odur ki, azının da, çoğunun da —büyük günah olması hasebiyle— yenilmesi arasında bir fark yoktur. Bunu yapan kimse şiddetli bir tehdidi hakeder. Adet bakımından yenilmesine müsamaha edilen bir miktarın yenilmesinin büyük günahlardan sayılmaması uzak bir ihtimal değildir. [53]
«Ahid» ile Allah'ın emirlerini yerine getirmek üzere O'na vermiş olduğumuz ve kullara verdiğimiz sözler kastolunmaktadır. «Ahid» tabirine tüm akidler de girer. «Ahid» ile sadece Allah'ın bizi sorumlu tuttuğu vazifelerin kastedilmiş olması da mümkündür. «Ahdi ifa etmek», onun gereğini yerine getirmek, getirdikten sonra bunu korumak, bozmamaktır.
«Mes'ulen» kelimesi, «ahidden sorulacaktır» veya «ahdin sahibinden sorulacaktır» anlamına gelir. Bu kelimenin «Matlub» anlamına gelmesi de mümkündür. Ahdin bu mânâya gelmesi ise mecazidir. Çünkü matlub olan ahid değil, onu bozmamaktır. Ahdi yerine getirmemek de sahih hadislerin ifadesine göre büyük günahlardandır. Nitekim Hz. Ali'den gelen bir rivayete göre ahdi ifa etmemek büyük günah sayılmıştır.
Şeyhülislâm el-Alai'ye göre, Hz. Peygamber ahdi yerine getir-memeyi büyük günah olarak nitelemiştir.
Öazı müdekkiklere göre, ahdi ihlâlin büyük günah sayılması şüphelidir. Çünkü ahd şer'i bir sorumluluktur. Bu sorumlulukların bir kısmı büyük, bir kısmı ise küçük günahlardandır. Bu hususta mükellefin haline bakılır. Ahdi ihlâlin büyük günah olduğunu söyleyen kimsenin kasdı, ahdi imama biat ile yorumlamak olabilir. Bunu ihlâl ise biati bozmaktır. İmama karşı şüphe, tevil ve gerekli bir durum olmaksızın ona karşı çıkmaktır ki bu da büyük günahtır. Ancak bu yorum, uzak bir ihtimal olarak görülmektedir! [54]
(35) «Bir şeyi ölçtüğünüzde tam ölçün ve...»
Bu Ayetin Tefsiri
«Kıstas» kelimesi, Dahhak'tan gelen bir rivayete göre «Kapana anlamına gelmektedir.
Zeccac göre, küçük ya da büyük her mizana kıstas denir.
Leys, «kıstas»m en doğru mizan demek olduğunu söylerken, îbn Ebi Hatim, Katade'den «Kıstas» ile kastedilenin adalet olduğunu rivayet etmektedir. Hasan Basri'den gelen rivayete göre kıstas, demir terazi anlamına gelmektedir.
İbn Dureyd'e göre bu kelimenin aslı Rumcadır ve daha sonraları Arapçalaşmıştır. Çünkü kelimenin maddesi, Arapçada yoktur.
Bazıları bu kelimenin Arapça kökenli olduğunu öne sürerlerken, bazıları da, (İbn Cerir'in nakline göre) bu kelimenin Arap-çalaştırıldığmı ve Rumcada mizan anlamına geldiğini söylemişlerdir.
Bazılarına göre «Kıstas» iki kelimeden mürekkeptir.
a) Kist, (adalet)
b) Tas, (terazi kefesi)
Burada «t» harflerinden biri hazfolunmuştur. Çünkü terkib tahrif yeridir. Yani aslı, «Kısttas» iken, «Kıstas» olmuştur. Ne var ki bu yorum zorlamadır.
Bu kelimenin Rumca olduğunu savunanların görüşü, Kur'an'-m Arapça olarak indirildiğini beyan eden ayetlere ters düşmez. Çünkü bu kelime Arapçalaştırıldıktan ve fasih bir kelime olarak kullanıldıktan sonra artık Arapça olarak addedilir. Bu bakımdan kelimenin Arapçalaştırılmasmı inkâr etmenin veya tağlibi iddia etmenin ya da maksadın Arapça üslub olduğunu söylemenin hiçbir gereği yoktur.
Müstakim kelimesi adil, doğru, düz anlamına gelir. Ayette, «Tarttığınız zaman müstakim bir teraziyle tartın» denilmeyerek sadece, «Müstakim bir teraziyle tartın» denilmiştir. Çünkü terazi müstakim olduktan sonra, artık kesin olarak eksik tartı düşünülemez. Ancak ölçek öyle değildir. Ölçekte çoğu kez hile yapılır.
Ölçeği tam anlamıyla kullanmak ve doğru bir teraziyle tartmak, bu dünyada hayırlıdır. Çünkü insanların böyle kimselerden alışveriş yapmaları teşvik edilmekte ve bu kimselerin övülmelerine sebebiyet vermektedir. Sonuç bakımından daha güzeldir. Çünkü Ahiret'te bunun sevabı vardır.
«Tevilen» kelimesi tef'ü babından gelir ve bir şeyi (ilmin) aslına irca etmek demektir. Nitekim, «Onun tevilini Allah'tan başkası bilemez» ayetinde tevil kelimesi bu anlamda kullanılmıştır. Veya bu kelime, bir şeyi fiilen aslına irca etmek anlamına da gelebilir. Nitekim «Onun tevili geldiği gün» ayetinde kelime bu anlamda kullanılmıştır.
Bazı müfessirlere göre ayetin anlamı şöyledir:
«Böyle (doğru olarak) tartmak ve ölçmek haddi zatında hayırlıdır. Çünkü emanettir. Kemal sıfatı olur ve dünyada da sonuç bakımından hayırlıdır. Çünkü insanları böyle kimselerle alışveriş yapmaya teşvik etmekte bu tür esnafların övülmesini sağlamaktadır. Bu da kişiyi dünyada zenginliğe, Ahiret'te felaha, sevaba götürür».
Bazı kimselere göre tevil kelimesi mânâ ve tercüme demektir. Yani bu, mânâ ve tercüme bakımından daha güzeldir.
Ölçü ve tartıyı doğru tutmak, tüm ümmetin icmaıyla farzdır. Onu eksik yapmak büyük günahlardandır. Nitekim bu hileyi yapan kimseler hakkında birçok ayet ve hadis varid olmuştur. Bunun azıyla çoğu arasında hiçbir fark yoktur.
Metre de, ölçek ve terazi gibidir. Bu hususta hile yapmak, diğerlerinde hile yapıldığı takdirde neyi gerektiriyorsa onu gerekti-[55]
(36) «Hakkında bilginin bulunmadığı şeyin...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani söz ya da fiil hakkında bilginin olmadığı şeylerin ardına düşme. Yani bilmediğin hususlarda hüküm vermekten kaçın.
Bu ayet hakkında müfessirler birçok görüşler belirtmişlerdir.
Bazı alimler, «burada Allah tarafından insanların atalarını taklid ederek veya neva ve hevese takılarak Allah ve peygamberlerle ilgili konularda konuşmamaları, hüküm vermemeleri gerektiği beyan olunmaktadır» demişlerdir.
İbn Cerir ile İbn'ul-Munzir'in Muhammed bin el-Hanefiyye' den rivayet ettiğine göre, burada yalancı şahitlik yasaklanmaktadır.
Bazı müfessirlere göreyse burada, iftira etmek, namuslu erkek ve kadınlara çamur atmak kastedilmektedir. Nitekim, Muaz b. Enes'ten rivayet olunduğuna göre, şöyle buyurulmuştur: «Bir mümin hakkında onda olmayan şeyi arkasından söyleyen ve bununla onu kötülemek isteyen kimseyi Allah cehennem üzerindeki bir köprüde, söylediklerinin sorumluluğunu tamamen çıkarıncaya kadar durdurur». (Beyhaki: «Şu'ab'uLİman» Ebu Nuaym «Hü-yet'ul-Evliya».)
Bazı müfessirler burada yalarım kastedildiğini söylemişlerdir. Delilleri İbn Cerir'in Katade'den rivayet ettiği şu sözdür: a İşitme' diğin halde «işittim», görmediğin halde «gördüm» deme».
Fahruddin Razi, bu ayette genel anlamın kastedilmesinin daha uygun olduğunu; zira lâfzın da genel bir anlam ifade ederek, tüm bu mânâları kapsadığını, dolayısıyla nefsi kayıtlamanın anlamının olmadığını söylemiştir. [56]
Kıyasın olmadığı görüşünde olanlar bu ayeti delil göstermişlerdir. Çünkü onlara göre kıyas zarının ardına takılmak, zanla hüküm vermek demektir.
Hanefî alimler ise bu görüşte olanlara şöyle cevap vermişlerdir:
«Selef birçok yerde zanla hükmetmek ve amel etmek hususunda ittifak etmiştir. Meselâ cenaze namazı bunlardandır. Kişiyi müslüman kabrine gömmek, müslümanı ona varis kabul etmek gibi şeylerin hepsi zan üzeredir. Çünkü onun kesin olarak müslüman olduğunu bilemeyiz. Namazda kıbleye yönelmek de, zandan başka bir anlam ifade etmeyen işaretlerle olmaktadır. Müslüman kesmiştir diye kesilen eti yemeye yine zanla hükmedilir. Çünkü kesenin müslüman olduğunu kesinlikle bilemeyiz. Şahitlerin dinlenmesine dayanarak, telef edilen eşyanın veya işlenen cinayetin üzerinde hüküm vermek de zannîdir. Kısaca insanoğlu şöyle bir baksa, sefere çıkmanın, kâr talebinde bulunmanın, muamelatı özel vakitlerde yapmanın, dostlara güvenmenin, düşmanın düşmanlığı-nı bilmenin, kısaca dünyada muteber olan bütün amellerin zannî olduğunu görür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Biz zahire göre hükmederiz. Allah gizliliklerin velisidir» buyurmuştur. Binaenaleyh kesin bir ilim olmaksızın bir şeyin ardından gitmemek, inançlar manzumesine dahildir. Bazen zanna da ilim denilebilir. Nitekim bir ayette, «Mümin kadınlar sise hicret edip geldiklerinde onları imtihan edin. Allah onların imanını daha iyi bilir» (Mümtehine: 60) diye buyurulmuştur. Yani o kadınların mümine olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. O kadınların mümine olup olmadıkları sadece kendi şahadetleriyle bilinebilir ki bu da zan ifade eder».
Kıyası isbata çalışan kimseler, şöyle de demişlerdir:
«Deliller kıyasla amel etmenin gerekli olduğunu gösterdikleri gibi şu delil de aynı sonuca delâlet eder: «Allah'ın herhangi bir meseledeki hükmü nass yerindeki hükmüne eşit olduğu şeklinde bir zan hasıl olursa, o zanna göre amel etmekle kişi mükelleftir. İşte burada zan, hüküm yerine vaki olmuştur, O hüküm ise malûm ve mutlaktım.»[57]
«Çünkü kulak, göz ve gönül, onların hepsi ondan sorumludur»; yani bu azaların her biri, kendisinden sorulur. Şöyle ki; «Sahibin seni Allah tarafından yaratıldığın yerde mi yoksa başka yerlerde mi kullandı?» Bu soru, azalar hitaba uygun hale getirildikten sonra onlara yöneltilir.
İmam Razi bu ayet ile ilgili olarak iki bahsin olduğunu söyler:
Birincisi: Bilgi ya duyular ya da akıl yoluyla elde edilir. Duyular yoluyla elde edilen ilme, kulak, göz ve akıl ile işaret edilmiştir. Çünkü insan işittiği, gördüğü bir şeyi haber verir.
İkincisi: Akıl yoluyla elde edilen bilgi bedihi ve kesbi olmak üzere ikiye ayrılır, işte akli ilimlere de gönül anlamına gelen «Fuad» kelimesiyle işaret edilmiştir.
İkinci bahis ayetin zahirinin bu azaların sorumluluğuna delâlet ettiğini gösterir. Burada da birçok vecihler vardır.
1. Burada kulağın, gözün ve gönlün sahibi kastolunmakta-dır. Soru ona sorulur. Çünkü soru ancak akü sahibine sorulabilir. Azalar ise akıllı değildir. Aksine akıl sahibi olan ve anlayan in-sanoğludur. Burada muzaf mukadderdir. Yani kulağın, gözün ve gönlün sahibinden sorulacaktır. «Niçin helâl olmayanı dinledin? Niçin bakılması haram olana baktın? Niçin helâl olmayan şeye azmettin?» diye...
2. O toplulukların hepsi kulaklarından, gözlerinden ve gönüllerinden sorulacaklardır. Onlara, «Kulağınızı taatte mi, masiyeU te mi kullandınız?» diye sorulacaktır. Diğer azalar için de aynı soru sorulacaktır. Onların bu azalar hususunda sorguya çekilmelerinin nedeni bu duyuların nefsin bir ayeti olmasıdır. Nefis onların amiridir. Yani onları kendi maslahatları üzere çalıştıran nefistir. Eğer nefis onları hayırda çalıştırmış ise, sevap alır. Günah üzere çalıştırmışsa azabı hakeder.
3. Allah Teâlâ'nın azalara hayat vereceği Kur'an'la sabittir. Onlar insanın aleyhinde şahitlik yaparlar. Nitekim, «O gün onların dilleri, elleri, ayakları onların işlemiş oldukları, onların aleyhinde şahitlik ederler» diye buyurulmuştur. Bu nedenle Allah'ın azalarda hayat, akıl ve konuşmayı yaratması hiç te uzak bir ihtimal değildir.[58]
Kurtubi bu ayet hususunda özetle şöyle demektedir:
«Bu ayet-i kerime yalancı şahitliği, iftirayı ve benzeri yalan ve düşük sözlerin söylenmesini yasaklamaktadır. Ayrıca bu ayet (İbn Huveyzî Mendad'ın dediği gibi) uzmanlık ile hükmetmeyi de içermektedir. Çünkü «Hakkında bilginin bulunmadığı şeyin ardına düşme» ifadesinden anlaşıldığına göre kişi, hakkında bilgisi olduğu şeyin ardına düşebilir. İnsanın bildiği veya galib zanla keşfettiği ile hükmetmesi caizdir. Çünkü uzmanlık zann-ı galibin bir çeşididir. Bazen mecazen ona ilim de denilir. Uzman (kâif, eksper) bir çocuğu aralarında benzerliğe dayanarak babasına ilhak edebilir. Tıpkı bir fakihin fer'i meseleleri asli meselelere benzetme yoluyla ilhak ettiği gibi. Nitekim Hz. Aişe'den gelen sahih bir hadiste şöyle denmiştir:
«Allah Rasûlü sevinçli bir halde odama geldi ve bana dedi ki; «Görmüyor musun bir mücezziz, Zeyd b. Harise ile Üsame b. Zeyd' in başlan bir kürk ile kapatıldığı halde onların ayaklarına bakarak, «bu ayaklar birbirindendir» dedi.»
Yunus b .Yezdi'nin hadisindeki «Mücezziz», kaif yani eksper/ uzmandır.
İmam Ebu Abdullah el-Mazerî'nin dediğine göre, cahiliye döneminde insanlar Usame'nin nesebine dil uzatıyorlardı. Çünkü Usame çok esmerdi. Babası Zeyd ise pamuktan daha beyazdı. (Ebu Davud bu hadisi, Ahmet b. Salih'ten rivayet etmiştir,)
Kadı îyaz şöyle diyor:«Ahmed'in ifadesine göre, Zeyd b. Hari-se'nin rengi bembeyazdı. Üsame ise çok esmerdi. Zeyd b. Harise aynı zamanda Beni Kelb'ten gelen saf bir Araptı».
Cumhur-u Ulema, çocuğun nesli hususunda ihtilaf olduğunda Uzman'a. başvurulacağını söylemiştir. Çünkü Hz. Peygamber sözü edilen hadiste mücezzizin sözüne sevinmiştir. Eğer bu bâtıl olsaydı Rasûlullah sevinmezdi. Batıl onun hoşuna gitmezdi.
Ebu Hanife, îshak b. Rahevye, Sevri ve talebeleri bu hadisi delil olarak getirmemişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber Lian hadisinde bu benzetmeyi ilga etmiştir.
Uzmanın sözüne itibar edileceği görüşünde olanlar, bunun hem hür hem de cariye kadınlar hakkında mı, yoksa sadece cariyelerin çocukları hakkında mı olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafii ilk görüşü savunmuştur. îbn Vehb'e göre, îmam Malik de aynı görüştedir. Ancak Maliki mezhebinin meşhur olan görüşüne göre bu husus sadece cariyeler hakkındadır. Ancak İbn Vehb'in rivayeti daha sahihtir. İmam Şafii de bunu söylemiştir. Çünkü bu babta aslolan hadis ancak hürler hakkında varid olmuştur. Nitekim Usame de, babası Zeyd de hür idiler.
Bu alimler bir uzmanın sözüyle yetinilip yetinilmeyeceği veya bir ikinci uzmana daha ihtiyaç olup olmayacağı hususunda da ib-tilaf etmişlerdir.
Bazılarına göre/ iki uzman gerekir; zira bu bir tür şahitliktir. Bazıları ise sadece bir uzmanın yeterli olduğunu söylemişlerdir. İmam Malik ile İmam Şafii'ye göre, iki uzman gereklidir.
(37-38) «Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Kurtubî bu iki ayette beş mesele olduğunu söyler:
Birinci Mesele: «Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma» cümlesi, insanı kibir ve gururdan menetmekte, tevazuyu emretmektedir.
«Merah» kelimesi çok sevinmek demektir. Bazılarına göre bu kelime kibirli kibirli yürümek demektir. Bazıları insanın haddi aşması anlamına geldiğini söylemişlerdir. Katade kibirli yürümek demiştir. Bazılarına göre, saldırganlık ve haddi tecavüzdür. Bazıları mutlak sevinç, hareketlilik demişlerdir. Ancak bu yorumların hepsi birbirine yakın yorumlardır. Ne var ki bu yorumlar, biri Zemin, biri de Medh bildirmek üzere ikiye ayrılırlar. Kibir, haddi tecavüz, böbürlenmek ve aşırılık, verilmiştir. Sevinmek, enerji dolu olmak ise övülmüştür. İşte Allah kendisini bunlardan biriyle nitelemiştir.
Tembellik şer'an kınanmış bir haldir. Çalışkanlık ise yine şer'an övülmüştür. Nitekim Allah'ın düşmanlarına ve zalimlere karşı olan kibir de övülmüştür.
İbn Cabir b. Atik'ten rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
«Gayretin bir kısmı vardır ki Allah'ı gazaba getirir, bir kısmı da vardır ki, Allah onu sever. Yine Allah'ın sevdiği kibir vardır, sevmediği kibir vardır. Allah'ın sevdiği gayret, din hususun, daki gayrettir. Allah'ın hoşlanmadığı gayret ise, din dışında gösterilen gayrettir. Allah'ın sevdiği böbürlenme, kişinin savaş ederken, sadaka verirken böbürlenmesidir. Allah'ın hoşlanmadığı böbürlenme ise, bâtıl böbürlenmedir». (İbn Hibban, EbuDavud)
İkinci mesele: İnsanoğlunun ihtiyacı olmadığı halde sırf eğlence için av hayvanlarını öldürmesi meselesi de bu ayete dahü-dir. Çünkü böyle bir avlanmada hayvana boşu boşuna anlamsız yere azap etmek sözkonusudur. Kişinin soğuk bir günde dinlenmesi, eğer bu dinlenme ilim tahsil etmek, namaz kılmak gibi sebeplerle yorgunluğu atmak, rahatlamak içinse (yani tembellikten ötürü değilse) bu ayetin kapsamına dahil değildir.
Üçüncü mesele: «Çünkü sen ne yeri yaratabilir, ne de boyca dağlara erişebilirsin»; yani ne.toprağın (arzın) içine girerek ora-da ne olduğunu bilebilir ne de uzunluk bakımından dağlara erişebilirsin.
«Tahrika» «hark» kökünden gelir ve yerin en dibi demektir. Yani azamet ve kibirle yürümekle yeri delemez, azametinle dağlara erişemezsin. Kendi kuvvet ve kudretinle bu mertebeye ulaşamazsın. Aksine sen aciz bir kulsun. Üstünden ve altından Allah tarafından kuşatılmış birisin. Her tarafından kuşatılan bir şey ise zayıf demektir ki bu halde iken gurur sana yakışmaz.
«Yerin delinmesi» ile mesafeyle onu katetmek değil, onu delmek kastolunmuştur. El-Ezherî, «Sen yeryüzünü katedemezsin» şeklinde ayete mânâ vermiş ve en-Nuhas, Ezheri'nin bu yorumunun daha zahir olduğunu ifade ederek, fiilin geniş sahra demek olan Hark'tan alındığım söylemiştir. Nitekim «filan falandan daha ahraktır» demek sefer ve izzet yönünden ondan daha çok ve geniş demektir.
Rivayete göre, Yemen Kralı Sebe, askerleriyle yeryüzünün doğusunu, batısını, dağlarını, yaylalarını çiğnemiş, başka kralları Öl dürmüş, esir etmiş ve bundan dolayı kendisine «Sebe» adı verilmiştir. Tüm insanlar ona itaat etmek zorunda kalmıştır. Kimsenin elde edemediği bu zaferi kazanınca bu nimete şükretmeyi uygun buldu ve doğduğu zaman güneşe secde etmekten daha etkilisini göremedi. Çevresindekilere «Sizler de güneşe secde edin» diye emretti. İşte güneşe tapmak ilk olarak böyle başladı. Kibir, gurur budur. Allah bizi ondan korusun!
Dördüncü mesele; «Tüm bunlar hepsi kötü olan ve Rabbinin nezdinde hoş karşılanmayan şeylerdir» (İsra Suresi, ayet: 38) ayetindeki «Zaüke» daha önce sözü edilen, yani Allah'ın emrettiği ve nehyettiği konulara işaret etmektedir. Çünkü bu kelime tekile de, çoğula da, erkeğe de, dişiye de kullanılır.
«Seyyie» ile mekruh olan, Allah'ın emretmediği, razı olmadığı şeyler kastolunmaktadır. Nitekim,«i2abbm kendisinden başkasına kulluk yapmamanızı emretti» diye başlayan ve bu ayete kadar olan kısımda Allah Teâlâ, bazı emir ve nehiyleri zikretmektedir. O halde tüm bunların hepsine, emredilenlerin de yasak kapsamına girmemesi için «Seyyie» denilemez.
Ebu Amr bu kelimeyi «Seyyieten» şeklinde okumuştur. Yani Allah'ın ve Rasûlü'nün yasakladığı şeyler mekruhtur. Bu kıraate göre kelâm, «O sonuç bakımından daha güzeldir» tabirinin yanında belirmiş, sonra «Bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme» denilmiş ve en sonunda da tüm bunların birer kötülük olduğu bildirilmiştir.
Bazı müfessirlere göre, «Sakın çocuklarınızı Öldürmeyin» cümlesinden buraya kadar olan tüm durumlar kötülük kapsamına girer. Bu alimler «Kullen» kelimesini sadece yasaklar anlamına alarak, bunlarda hiç iyilik olmadığını söylemişlerdir. Bu takdir-de «Mekruhenn kelimesi «Se7/?/ie»nin sıfatı değil, bedelidir. Yani, tüm bunlar hem günah hem de mekruhturlar.
Bazılarına göre, ayetin sonundaki «Mekruhen» kelimesi «Kâ~ ?ze»nin ikinci haberidir ve «Kullesmn lâfzına hamledilmiştir. «Seyyie» ise tüm bu zikredilen şeylerdeki mânâya hamledilmiştir.
Bazıları «Mekruhen» kelimesinin «Seyyie» kelimesinin sıfatı olduğunu söylemişlerdir. Yani, «Se2/t/ie»nin müennes oluşu madem mecazendir, o halde müzekker bir kelime ile vasıf landırılma-sı caizdir. Ne var ki Ebu Ali el-Fansî bu görüşü zayıf bulmuştur. [59]
Beşinci mesele: Alimler "bu ayetle (37) raksın ayıplanarak, kötülenmesine hükmetmişlerdir. Ebu'1-Vefa b. Akil, Kur'an'ın raksın yasak olduğunu nassen bildirdiğini ve «Sakın yeryüzünde bö. bürlenerek dolaşma» diye buyurduğunu söylemektedir. Burada kibir ve gurura kapılanlar yerilmektedir. Raks ise kibir bakımından daha şiddetli olduğundan, o da bu yasağın kapsamına girmiştir. [60]
39- Bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmettendir. Allah ile beraber başka ilâh edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.
40- Rabbiniz erkek çocukları sizin için seçti de, kendisi meleklerden dişiler (kız çocukları) mı edindi? Gerçekten siz büyük bir söz söylüyorsunuz!
41- Andolsun ki biz, düşünüp öğüt alsınlar diye bu Kuranda '(ikaz ve ihtarları) türlü türlü şekillerde anlattık. Fakat bu onlara daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir yarar sağlamıyor.
42- De ki: «Eğer onların söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar olmuş olsaydı, o takdirde arşın sahibine (Allah'a ulaşmak için) bir yol ararlardı.»
43- O onların söyledikleri şeylerden münezzehtir, çok yüce bir ululukla uludur.
44- Yedi gök, yer ve onlarda bulunanlar, onu teşbih ederler. Onu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların teşbihlerini anlayamazsınız. O çok halimdir ve çok bağışlayandır.
45- Kur'an okuduğun zaman, seninle Ahiret'e inanmayanlar arasına gizli bir perde çekeriz.
46- Onu anlamamaları için kalplerine kabuklar ve kulaklarına ağırlıklar koyduk. Sen Kur'an'da yalnız Rabbini yadetti-ğinde, onlar canlan sıkılmış bir vaziyette geri dönüp giderler.
47 - Onlann seni dinlerken neye kulak verdiklerini ve kendi aralannda fısıldaşırlarken o zalimlerin; «Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz» dediklerini biz çok iyi biliriz.
48- Senin için ne türlü benzetmeler yaptıklarına bir bak. Bu yüzden saptılar. Artık bir yol bulmaya da güç yetiremezler.
49- Dediler ki: «Biz bir kemik yığını ve ufalanmış bir toprak olduktan sonra mı, gerçekten biz yepyeni bir hilkatte mi diriltileceğiz?» [61]
(39) «Bunlar Rabbînin sana vahyettiği...» Bu Ayetin Tefsiri
«Bunlar» ifadesiyle bu sûrede sözü edilen sorumluluklar kastedilmektedir. Yani bu sorumluluklar Rabbinin sana hikmetten vahyettiğinin bir kısmıdır veya o türdendir.
«Hikmet» ilâhi nizamın ilimleri veya Allah Teâlâ'nm bizatihi bilinmesi demektir. Yani Allah sana bunları, amel edebilesin diye haber veriyor. [62]
«Hikmet» ile, fesadın bulaşmadığı kuvvetli hükümler de kas-tolunabilir. Nitekim Zemahşeri tefsirinde, «Zalike» (bunlar) kelimesinin 22 ve 39 arasındaki ayetlerin hepsine raci olduğunu söylemiştir. Allah Teâlâ bunlara hikmet demiştir. Çünkü bunlar fesadın hiçbir şekilde bulaşmadığı kuvvetli bir kelâmdır.
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu 18 ayet Hz. Musa'nın levhalarında da vardı ve onların başı «Allah ile başka bir ilâh edinme» ayetiydi. Allah Teâlâ Kur'an'da, «Biz Kur'an'da her şeyden mev'ize yazdık» ifadesi, Tevrat'taki 10 emre işaret eder. Ayet-lerin başında da sonunda da şirkten kaçınılması emredilmiştir. Çünkü tevhid, hikmetin başı ve özüdür. Tevhidi kaybeden kimseye hikmetin de ilmin de bir yararı olmaz. Velev ki allame-i cihan olsa, velev ki başı göklere değse! Nitekim filozofların hikmet dolu kitapları onlara hiçbir zenginlik getirmemiştir. Onlar Allah'ın dininde, hayvanlardan daha sapık durumdadırlar. [63]
îbn Cerir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Tevrat'ın tamamı İsra Suresi'nin 15 ayetinden ibaretti. Daha sonra İbn Abbas İsra Suresi'ni 22. ayetten 39. ayete kadar okudu. (Suyuti, ed-Durr' ul-Mensur.) Bu rivayet Kur'an'a medih olmak üzere, Keşşafta zikredilenden daha üstündür.
«Sakın Allah ile başka ilâh edinme» cümlesi daha önce geçen 22. ayetteki cümlenin nazilidir. Allah Teâlâ'nm bu ayetlerin başında ve sonunda bu cümleyi getirmesinin nedeni —Zemahşeri' nin de dediği gibi tevhidin hikmetin başı ve sonu olmasıdır. Bu cümle önce 22. ayette getirilmiştir. Şirkin dünyadaki sonuçlarından olan kınanmış ve mahrum bırakılmış olmak ise ayetin sonunda zikredilmiştir. Nitekim 39. ayette de, «Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın» diye buyurulmuştur. [64]
Bu 18 ayette hitaplar bazen çoğul, bazen de tekil olarak getirilmiştir. Ehli tahkikten birisi, bunun nedeni ile ilgili olarak şunları yazmaktadır:
mektedir.
«Bu üslub değişikliği hakkında benim hatırıma 9 vecih gel1Bu değişiklik ilâhî teklifin üç kısma ayrıldığına işaret etmektedir:.
a) En mühim kısımdır. Bu kısımla ümmete iki kez hitap edilmiştir. Bir defasında kendilerine açıkça, ikincisinde peygamberlerine yapılmış, fakat yine onlar kastedilmiştir.
b) Tevhid cidden en mühim kısımdır. Fakat mertebesi birinci kısımdan daha azdır. Allah Teâlâ burada da açıkça ümmete hitap etmektedir. Bu da yedi emri içerir.
• Anaya-babaya mutlak ihsan etmek. Çünkü onlara ihsan et-memek, anaya-babaya karşı gelmenin en şiddetli mertebesidir.
• Evlâtları öldürmemek
• Zinaya yaklaşmamak
• Haksız yere bir kimsenin canına kıymamak
• En güzeli müstesna, yetimin malını kullanmayı terketmek
• Verilen sözü (ahdi) yerine getirmek
• Doğru ölçmek ve tartmak.
c) Bu kısım, birinci ve ikinci kısımlardan mertebe olarak daha aşağıdadır. Allah Teâlâ burada da dolaylı olarak ümmete hitap etmektedir.
Bu da onbir hususu içerir.
• Anaya-babaya «öf» bile dememek
• Onlara şiddetle davranmayı terketmek. Çünkü onlara «ö/» bile demek, onlara şiddetli davranmak, anaya-babaya karşı gelmenin en hafif mertebesidir. Onlara mutlak ihsanda bulunmak ise bunun hilafınadır.
• Onlara yumuşak söz söylemek
• Rahmet kanadını üzerlerine germek
• Onlara rahmet duası etmek. Bu son üç kısmın terkedil-mesi, mutlak ihsanı terketmek gibi değildir.
• Yakınlara, yoksullara ve yolda kalmışlara hakkını vermeyi terketmemek. Açıkça görülüyor ki bu üç sınıfın hakkını vermemek, önce zikredilen ikinci kısımdaki emirleri terketmekten daha hafiftir.
• İsrafı terketmek
• En kolay (güzel) sözü söylemek
• İnfakta adaleti terketmemek
• Bilinmeyen hususların ardına düşmemek
• Yeryüzünde böbürlenerek yürümemek.
Bu son beş hususa riayet etmemek, ikinci kısımda zikredilen emirlerin terk edilmesi gibi olmaz.
2. Tehlikeli günahların yasaklanmasında ümmet ile Peygam-ber'e birden hitap edilmiştir. Tehlike yönünden daha küçük olanlarda hitap değiştirilmiş, günahların, günahı işleyenin büyüklüğüne göre değiştiği ima edilmiştir. Nitekim «JUbrar'ın haseneleri, mukarreblerin seyyieleridir ve mukarrebler de büyük bir tehlike üzerindedir» diye meşhur bir söz vardır. Fakat şirkten nehyeder-ken bu nokta gözetilmemiştir. Bu da şirkin en büyük günah olduğuna işaret eder. Yani şirkin büyüklüğü hususunda artış ve değişiklik tasavvur edilmemektedir.
3. Bazı günahlar yasaklanırken, bazı emirler verilirken hitabın güzelleştirilmiş olması, o günahların işlenmesinden ve taat-lerin terkedilmesinden doğan fitnenin sadece zulmedenlere mahsus olmadığına işaret eder.
4. Gerek emirlerde, gerekse yasaklarda hitabın genelleştirilmesi, her mükellefin o yasaklardan kaçınmasının gerekli olduğu gibi, başkalarını da ondan men etmesinin gerekli olduğuna işaret eder. Eğer gücü yettiği halde men etmezse, kendisi de o suçu işlemiş gibi olur. Emredilenlerin her ferde vacip olması gibi, terke-deni icbar da her ferde vaciptir. Şayet kişi gücü olduğu halde icbarı terkederse, kendisi de vacibi terketmiş gibi olur. Hitabın tahsis edildiği yerler vardır. Buradaki tahsis, bunun önceki emirlere kadar önemli olmadığını gösterir. Çünkü özel hitap ile gelen sorumlulukların bir kısmında icbar vacip ise de, bu vacibin terke-dilmesi halinde, bunun terkinin büyük günahlardan olmaması umulur.
5. Hitabın tahsis edildiği yerlerde, bu tahsis taatin sadece bazı fertlerde olabileceğini gösterir. Çünkü onun hakkını gereği gibi yerine getirmek ancak salih ve muttakiler tarafından yapılabilir —ki bu tür kimselerin sayısı da azdır .
6. Ümmeti kastedildiği halde Peygamber'e hitab eden sorumlulukları, ancak Peygamber'in (s.a) hakkıyla yerine getirebileceği anlaşılır. Veya Peygamber'in ışığından yürüyen, izini takib eden, sünnetine tâbi olan, ahlakıyla ahlâklanan kimseler de bu emirleri hakkıyla yerine getirebilirler. Bunun dışında açıkça ümmete yapılan hitaplar bu mesabede değildirler. Çünkü ümmetin çoğu bu tür emirleri yerine getirebilir.
7. Çocukların öldürülmesi, zinaya yaklaşılması, haram bir nefsin öldürülmesi, yetim malının haksızca kullanılması türünden fullerde getirilen yasaklamalarla ilgili hitap Hz. Peygamber'e (s.a) yönelik değildir. Bu da gösterir ki, Hz. Peygamber bu ahlâk dışı fiiller hakkuıda kendisine «yapma» diye emir gelmese bile, o filleri işlemez. Çünkü onun fıtratı, ahlâkı, karakteri kendisini bu tür fulleri işlemekten alıkoymaya kâfidir. Anaya-babaya ihsanda bulunmak, Ölçüyü-tartıyı doğru yapmak hususunda Hz. Peygamber'e hitab edilmemiştir. Bu da, emrolunmasa büe Hz. Peygam-ber'in bunu kendüiğinden yapacağına işaret eder. Çünkü anne ve babası Hz. Peygamber'in yanında yaşlılık dönemlerine erişseydi-ler, Hz. Peygamber onlara ihsan ederdi. Çünkü ihsanı terketmek katı kalplilikten ve merhametsizlikten ileri gelir. Hz. Peygamber' in karakteri ise böyle şeylerden imtina eder. Ölçü-tartıda hile yapmak da böyledir. Hz, Peygamber'in ahlâkı zaten böyle şeyler yapmasına engeldi. Fakat şirk hususunda Hz. Peygamber de hitaba dahildir. Çünkü karakter ve ahlâkın tevhid-şirk hususunda bir dahli yoktur.
8. Allah Teâlâ, tazim maksadıyla rasûlüne çocuk öldürmek, haksız yere cana kıymak gibi fahiş davranışlardan nehyedici tarzda bir hitapda bulunmamıştır ki, nehyden önce Hz. Peygamber (s.a) acaba bunları yapıyor muydu şeklinde bir vehme yer kalmasın. Yine, «Verdiğin sözü yerine getir ve ölçüyü-tartıyı doğru tut» şeklinde Hz. Peygamber'e hitab edilmemiştir ki, Hz. Peygamber'in daha önce bunları terkedip-terketmediği hususunda bir zan oluşmasın. Şirkten nehy hususunda Hz. Peygamber'e hitap edilmişse de, bunda böyle bir zan yoktur. Çünkü Rasûlullah'ın gece gündüz tüm vakitlerde insanları Allah'ın birliğine davet ettiği herkesin malûmuydu.
9. «Bilmediğinin ardına düşme!», «Yeryüzünde böbürlenerek yürüme!» gibi Hz. Peygamber'e (s.a) yapılan hitapların sadece Rasûlullah'a gelen dinde bulunması muhtemeldir. Diğer dinlerde varsa da, bu meselenin açıkça belirtilmediği "ve nassla ortaya konmadığı da düşünülebilir. Ancak bu hususlar Kur'anî nassla ortaya konularak, bu durumun onun dininin özelliklerinden olduğunun bilinmesi için veya bu tür durumları nassla ortaya koymanın onun kitabının özelliklerinden olduğunun ortaya çıkması için hitap sadece Hz. Peygamber'e yapılmıştır. Nitekim bu hususu, bu maddenin başında zikredilen ifadelerden sonra «Bun* îar sana vahyettiğimiz hikmetlerdendim cümlesi açıkça ortaya koymaktadır. [65]
(40) «Rabbiniz erkek çocukları sizin için...»Bu Âyetin Tefsiri
Bu hitap, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söyleyen kimselere yöneliktir. Ayetin başındaki hemze, istifham-ı înkarî'dir. Ya-ni «acaba Allah sizi kendisinden daha üstün mü kılmıştır ki, iddianıza göre üstün evlât sayılan erkekleri size tahsis etmiş de, yine iddianıza göre düşük ve hasis sayılan kızları kendisine ayırmış?»
Dikkat edilecek olursa ayette, «Kızlar» anlamındaki «Benat» yerine, «ZHşiler» anlamındaki «İnas» tabiri kullanılmıştır. Bu, on-lann iddialarına göre dişilerdeki düşüklüğü izhar içindir.
Şeyhülislâm Ebussımd Efendi, tefsirinde şöyle demektedir:
«Allah Teâlâ melekleri zikrettikten sonra, ikinci bir küfürlerine işaret etmek için «Benat» yerine «İnas» tabirini kullanmıştır. Bu ikinci küfürleri, canlılarda en düşük sıfat sayılan dişilikle melekleri vasfetmeleridir. Nitekim başka bir ayette, «Rahman'ın kullan olan melekleri dişiler kıldılar» diye buyurulmuştur. Ey siz meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söyleyenler! Bâtıl yolunuz nedeniyle günah hususunda ve akıllar kaziyesini yıkmakta ulaşılmaz, büyük bir söz söylediniz. Böyle bir sözü, zerre kadar aklı olan kimse söylemez. Siz Allah'ı süratle zail olan ve çeşidinin baki kalmasından ötürü doğurmaya ve doğurulmaya muhtaç olan varlıklar kabilinden kılmış oldunuz. Oysa Allah'ın benzeri hiçbir şey yoktur. O Vahid ve Kahhar'dır. Zatıyla bakidir. Allah'a hoşunuza git meyen ve evlâtların en düşüğü gördüğünüz kız çocuklarını nisbet ediyorsunuz. Kendinize erkek çocuklarını nisbet etmekle de, kendinizi O'ndan üstün tutuyorsunuz. Üstelik O'nun kulu olan melekleri dişilikle vasıflandırıyorsunuz! Acaba bu sözünüzden daha korkunç, daha dehşet verici bir söz düşünülebilir mi?
Kısaca ayetin özü şudur: Müşrikler meleklerin Allah'ın kullan olduklarına inanıyor ve erkek çocuklarının kendilerine verildiğini iddia ederek, bundan dolayı gururlanıyorlardı. İşte bu ayeti celile onların bu düşüncesini reddetmekle kalmamakta, ayrıca çocuklar arasında cinsiyetlerine göre bir ayırım yapılmasını da kabul etmemektedir.»
(41) «Andolsun ki biz düşünüp-ö'ğüt alsınlar diye...» Bu Ayetin Tefsiri
«Sarrafna», tasrif kökünden alınmadır ve bir şeyi bir halden liğerine evirip-çevirmek demektir. Bu fiüin mefulü —bilindiği için— hazfolunmuştur. Yani, biz bu mânâ; ı, bu ikaz ve ihtarı, meleklerin Allah'ın kızları olmadığını birçok şekilde anlattık.
«EUKur'an» ile ya Kur'an'ın tamamı ya da meleklerin Allah'ın kızları olduğu iddiasını iptal eden kısımları kapsayan bölümler kastolunmaktadır.
Bunu Allah, onlar Öğüt alsın, kalpleri mutmain olsun diye tekrar etmiştir. Çünkü tekrar dikkati celbeder ve kişiyi mutmain kılar. Fakat bu tekrar onları haktan uzaklaştırmaya daha çok sebebiyet verdi. Yani bir aksulamel (tepki) meydana geldi. Normalde nefsin itminanı, dikkatin çekilmesini gerektiren bu üslûb, onlarda tersine tesir meydana getirdi.
(42-43) «De ki: Eğer onların söyledikleri...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayet, onların «Melekler Allah'ın kızlarıdır» şeklindeki iddialarının bâtıl olduğunu başka bir şekilde izah etmek hususunda gelmiştir. Ayetin sonundaki, «O takdirde arşın sahibine bir yol ararlardı» cümlesi iki şekilde mânâlandırılmıştır.
1. O takdirde (yani Allah ile başka ilâhlar olduğu takdirde)
Arş'ın sahibi olan Allah'a galip gelmek için bir arayış içinde bulunurlardı.
2. O takdirde o ilâhlar yüceliğini ve kudretini bildikleri Ars m sahibi Allah'a yakınlaşmak ve itaat etmek için çareler arayıp duracaklardı.
Birinci görüş Said b. Cubeyr'e aittir ve bunu kendisinden tbn Ebi Hatim rivayet etmiştir. İkinci görüş ise Katade'ye aittir.
Bu ayet tıpkı, «Eğer yer ile göklerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, mutlaka yer ile gök fesada uğrardı» ayeti gibidir. Bu ayet-te kelâm ve mantık ilminde kullanılan Burhan-ı Tamme varid olmuştur.
Daha zahir olduğu için muhakkikler ilk yorumu tercih etmişlerdir. Nitekim bir sonraki ayet (43) ile bu yorum muvafık olmaktadır.
(44) «Yedi gök, yer ve onlarda bulunanlar...» Bu Ayetin Tefsiri
«Teşbih» ile lisan-i hâle işaret edilmektedir. Yani yedi gök, yer ve onlarda bulunanlar her şeyin mümkün olmasıyla, sonradan meydana gelmekte, Allah'ın varlığına, birliğine, kudretine ve imkânın tüm ihtiyaçlardan yüce olduğuna delâlet eder. Tıpkı eserin müessire, izin yolcuya delâlet ittiği gibi. [66]
«Ne var ki siz onların tespihlerini anlayamazsınız.» cümlesindeki hitap kâfir ve müşriklere yöneliktir, tüm insanlara değil. Binaenaleyh akıl sahibi birçok kimsenin eserlere bakarak Allah'ı bildiği söylenerek itiraz edilemez. Çünkü kâfirlerin kötülükleri daha önce ortaya konmuştu. Bundan sonra bütün kâinatın Allah'ın ne-zahetine şehadet ettiği belirtilmiştir. Eğer bu hitap kâfirlerden başkasını da kapsamış olsaydı, o zaman kelam birbirini tutmaz, nizamdan çıkmış olurdu.
«O çok halimdir ve çok bağışlayıcıdır» cümlesi beliğ bir şekilde yapılan reddiyeyi tamamlamaktadır. Yani Allah Teâlâ halim olduğu için, sizi onun birliğine vardıran sahih nazarı terketme-nize rağmen, sizi hemen cezalandırmaz. Şayet tevbe eder, dikkatlice kâinatın ayetlerine bakarsanız, o sizden sadır olan kusurları affeder. Çünkü o çok bağışlayıcıdır.
Îbn'ul-Münir bu zeylin, yukarıdaki ifadenin müşriklere mahsus olduğuna mâni olduğu kanaatine kapılarak şöyle demiştir: «Allah Teâlâ müşrikleri affetmez. Onların cehalet ve şirklerinden vazgeçmez». Bu takdirde hitap sadece müminleredir. Müminlerin cemadatm teşbihini anlamamaları —Allah daha iyi bilir— onun gereğiyle amel etmemelerindendir. Çünkü insanoğlu hakkıyla çevresine bakar, iç âlemini bununla kaplarsa, bu anlayış onu değil fuzulî şeyler yapmaktan, konuşmaktan, içmekten bile ahkoyar.
Günümüzde çokça yapılan gıybete devam eden bir kimse, gıybet yaparken Allah'ın öfkesinde kullanmakta olduğu dilin her zerresinin Allah'ı takdis ve teşbihle, O'nun azabından korkmakla meşgul olduğunu görse, ağlayacak hale gelir.
Îbn'ul-Münir'in bu tevil ve tetkiki pek uygun değildir. Çünkü buna göre kelâm nizamdan çıkmış oluyor. [67]
«Tesbih»in burada mutlak şekilde Allah'ın imkânın levazimin-den münezzeh, hudusun tabilerinden yüce olduğuna delâlet etmesi de mümkündür. Bu delâletin sözlü ya da hâli olması farketmez. Yani kelime hakiki mânâ ile mecazi mânâyı birarada ifade eden Umum'ul-Mecaz'dan olabilir. Bazılarının teşbihi sözle, bazılarının ki de halledir.
Ancak bu yorum, «Siz anlayamazsınız» hitabına uygun değildir. Çünkü bu tür teşbihlerin bir kısmını müşrikler de, başkaları da anlamaktadırlar.
Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: Müşrikler onu düşünmediklerinden, istifade etmediklerinden dolay: anlamaları adeta anlayamamaları şeklinde ifade edilmiştir. Veya bir kısmını anlayamadıkları için hepsini anlayamamış sayılmışlardır.
Zahirilerden bazılarına göre, teşbih ile hakiki mânâ kastedilmektedir ve cemadat dahil her varlık Allah'ı lisanen (sözlü olarak) teşbih etmektedir. Nitekim Ragıb el-İsfehanî, «Müfredat» adlı ese-rinde bu görüşü benimsemiş ve Hazin ise bu görüşün en sahih olduğunu söylemiştir.
Ancak îmam Razi bu görüşe karşı çıkarak, teşbihin ilimle olacağını ve ilim de camid bir şeyde tasavvur edilemeyeceğini; zira akli bir şart olan hayatın onda olmadığını söylemiştir. Eğer bu. hayat akli şart değilse, o zaman Allah'ın diri olduğuna dair ilim kapısı kapanmış olur. [68]
Ayrıca «O çok halimdir ve çok bağışlayıcıdır» cümlesi buna mânidir. Çünkü bu, zikredilen teşbihin mânâsını anlamamanın suç olduğuna delâlet eder. Şüphe yok ki cemâdâtm teşbihin lâfzını anlamamaları suç teşkil etmez. Çünkü suç, gafletten dolayı onların delâlet ettiğini anlamamaktır. Hadisleri ve rivayetleri tetkik eden kimse, Zahirîler'in görüşüne delil olabilecek birçok şey görür. Öyle ki kuvvet bakımından tevil kabul etmeyecek derecededir. Nitekim Hz. Peygamber'in elindeki taşın teşbihini duyması kesinlikle sıhhat bulmuştur.
Ebu Şeyh'in Enes'ten rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber'e tirit yemeği getirilir ve Hz. Peygamber «Bu yemek teşbih ediyor» • der. Sahabe «Ey Allah'ın Rasûlü! Sen onun teşbihini anlıyor musun?» diye sorar. «Evet» diyen Hz. Peygamber, oradan birine «Bu çanağı şu kimseye yaklaştır» diye emreder. O da yaklaştırınca o kimse yemeğin teşbih ettiğini söyler. Başkasına yaklastınlmasını söyler, o kişi de aynı sözleri söyler. Sonra Hz. Peygamber «Onu geri ver» deyince, orada bulunanlardan biri, «Ya Rasûlallah! Sen bu yemeği burada oturanların hepsine yaklaştırmaydın olmaz mıydı?» der. Hz. Peygamber «Hayır, olmazdı. Eğer bir kişi «onun teşbihini işitmiyorum» deseydi, diğerleri «Bu onun günahmdandır» derlerdi» diye buyurdu.
îbn Merduveyh'in rivayet ettiğine göre, İbn Mesud şöyle anlatmaktadır:
«Biz (Hz. Muhammed'in ashabı) bu ayetleri bereket olarak kabul ederdik. Oysa siz onları korkutucu buluyorsunuz. Biz bir defasında Hz. Peygamber ile beraberdik. Yanımızda su yoktu, Hz. Peygamber; «Arayın, kimin yanında fazla su varsa getirin» dedi. Böylece Hz. Peygamber'e su getirildi. Onu bir kaba koydu. Sonra elini kaba soktu. Su elinin parmaklarından çıkmaya başladıktan sonra şöyle buyurdu: «Haydi bakalım, mübarek temizleyiciye, Allah'tan gelen berekete (suya) gelin». Biz de gidip o sudan içtik. Abdullah b. Mesud, «İçilirken biz suyun sesini ve teşbihini işitiyorduk» demiştir.»
Dikkat edilecek olursa bu iki hadiste de suyun ve yemeğin teşbihinin işitildiği rivayet edilmektedir.
İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Nuh vefat edeceği zaman iki oğluna da şöyle der: «İkiniz de «Subhanallahi ve bi~ hamdihi» deyin. Çünkü bu söz her şeyin başıdır. Bu sözden ötürü Allah Teâlâ, her şeye rızkını verir», (İmam Ahmed, İbn Merdu-veyh)
Muaz b. Enes'ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) hayvanlarının ve bineklerinin yanında duran bir topluluğun yanından geçerken onlara, «Bu hayvanlara sağlamken binin, onları sağ. lamken bırakın. Onları yollarda, çarşılarda sohbet kürsüsü yapmayın. Nice nimet vardır ki biniciden daha hayırlıdır ve biniciden daha fazla Allah'ı zikretmektedir» diye buyurur. (İmam Ahmed)
Bu iki hadisten anlaşıldığına göre, hayvanlar ve hatta tesbi-hatlar bile Allah'ı teşbih etmektedir. [69]
İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber kurbağaların öldürülmesini yasaklamış ve «Onun bağırması, teşbihidir» demiştir. (Neseî, Ebu Şeyh, İbn Merduv'eyh)
Enes b. Malik'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Davud, kendi kendine hiç kimsenin onun yaradanım övdüğü gibi övmediği zan-nına kapılmıştı. O sırada bir melek indi. Hz. Davud mihrabta oturuyordu ve yanında da göl vardı. Melek «Ey Davud! Kurbağanın bağırmasına onu anlayacak şekilde dikkat et» dedi. Hz. Davud susup kurbağayı dinledi. Baktı ki kurbağa öyle bir sena ile Allah'ı medh-u sena etmektedir ki, kendisi bile öyle senada bulunmamıştır. Melek Hz. Davud'a; «Onun ne dediğini anladın mı?» diye sorunca Hz. Davud anladığını söyler. Melek onun ne dediğini sorunca, Hz. Davud onun ne dediğini şöyle nakleder: «Ya Rabbi! Sen her ortaktan münezzehsin. Bunu hamdinle ikrar ederiz. Seni ilmi-nin kapsadığı her yere kadar hamdederiz». Daha sonra Hz. Davud şöyle der: «Beni peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ı bu tarzda övmüş değilim». (îbn Ebi Dünya, îbn Ebi Hatim)
İmam Ahmed, «Kitab*u&Zühd»tinde naklettiği uzun bir hadîsin bir parçasında şunları rivayet etmektedir:
«Hz. Davud'a bir kurbağa şöyle der: «Ey Davud! Sen kendi kendine «Ben bir saatte Allah'ı öyle zikrettim ki, benden başkası bu bir saatte benim gibi Allah'ı zikredemez» diyorsun. Oysa ben 70.000 kurbağa ile beraber bir ayak üzerinde durur ve Allah'ı teşbih, takdis ederim».
Bu hadîslerden anlaşılıyor kî insanın dışındaki varlıklar da Allah'ı teşbih etmektedirler.
Kur'an'ın bu mucizesini tabiat ilmindeki ilerlemeler de artık daha iyi açıklamaktadır. Çünkü önceleri cansız ve hareketsiz olduğu sanılan varlıklar da dahil olmak üzere bütün cisimlerin atomlardan meydana geldiği anlaşılmıştır. Atom çekirdeğinin etrafındaki elektronlar hiç durmadan ve düzenli bir şekilde hareket etmektedirler. İşte bu dönüşleri ve düzenlî hareketleri, ilâhî kanu-|1 na en ufak bir sapma göstermeksizin boyun eğmeleri, Kur'an tarafından Allah'ı teşbih olarak nitelendirilmiştir de denebilir.
Nitekim bazı rivayetlerde, kuşların ötmesinin Allah'ı teşbih etil mek demek olduğu bildirilmiştir.
Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: «Hz. Pey-gamber'den işittim: Kuş sabahladığı zaman Allah'ı teşbih eder. O günün yiyeceğini Rabbin'den ister».
Zühri kanalıyla Hz. Ebubekir'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Ebubekir'e kanatları gür bir karga getirilir ve o da şöyle der: «Ben Rasûlullah'dan şöyle işittim, herhangi bir hayvan avlandığı zaman .herhangi bir ot veya bitki dişlendiği zaman, herhangi bir ip koptuğu zaman bu mutlaka onun teşbihinin aslığından olmuştur.» [70]
Ebu Şeyh'in, Ebu Derda'dan, İbn Merduveyh'in İbn Mesud'dan tbn Ebi Hatim'in de Lut b. Ebi Lut'tan rivayet ettiklerine göre, göklerin teşbihleri şunlardır:
Birinci göğün teşbihi; «Subhane Rabbiye'UÂlâ» İkinci göğün teşbihi; «Subhanehu ve Teâlâ» Üçüncü göğün teşbihi; «Subhanehu ve bihamdihi»
Dördüncü göğün teşbihi; «Subhanallah, la havle ve la kuvvete Ula bihi»
Beşinci göğün teşbihi; «Subhane nuhyi'l-Mevta ve huve ala külli şey'in Kadir»
Altıncı göğün teşbihi; «Subhane eimelik'uLKuddüs»
Yedinci göğün teşbihi; «Subhanellezi mele semavati seb'i ve'U Aradinis-sebi' izzeten ve vekara»
Bu tür rivayetler sayılamayacak kadar çoktur. Bunlar toplam olarak güçlü bir mânâ meydana getirirler ve teşbihin Iisanen olduğunu ispat ederler. Nitekim şeriata bağlı sufilerin görüşleri de sbu noktadadır. Onların görüşlerine göre, saük bazı makamlara vardığında, eşyanın teşbihini çeşitli dillerle işitmeye başlarlar. Hakikat ve gerçek ancak Allah'a malûmdur.
Suddi'den gelen bir rivayete göre, bir şey ilk kökü üzerinde oldukça/ölmedikçe, Rabbini teşbih etmektedir. Yani esasından ko-panlrhacukça, çıkarılmadıkça ölmemiş sayılır ve Allah'ı teşbih eder.
Katade bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: «Gerek ağaçlar, gerekse hayvanlar olsun, kendisinde ruh bulunan her şey Allah'ı teşbih eder. Ağacın ruhu olması, ağaç kuruduğu- zaman, insanların ağaç öldü demesindendir. (Abdurrezzak, İbn Cerir, İbn'ul-Mün-zir)
Bazı müfessirlere göre her şeye hayat ve ilim verilmiştir. Ancak onun hakikatini Allah'tan başkası bilemez. Binaenaleyh bu âlemde her şey diridir, âlimdir. Fakat ilim ve hayat mertebeleri farklıdır.
Şarânî şeyhinden şöyle rivayet etmektedir: «Her cemadat. hitabı anlar, elem de duyar».
Şeyh Muhyiddin Arâbî şöyle demektedir:
«Bize göre cemadat ve bitki diye adlandırılan varlıkların ruhları vardır. Fakat keşfi idrakinden başka idraklere gizlidirler. Bizim nezdimizde hepsi diridir ve konuşmaktadır.»
Yani, madem ki her şey teşbih ediyor, madem ki teşbih diri, akıllı, alim ve arif kimselerden sadır oluyor, o halde her şeyin kendisine göre hayatı, aklı ve ilmi vardır. Çünkü müezzinin sesi nereye kadar varırsa o saha içerisindeki toprak, tas, yaş ve kuru ne varsa hepsi şahittik eder. Şahitlik eden bir şeyin dili, aklı ve ilmi olması gerekir. Kısacası gökten gelen ilâhî nizam ve nübüvvet bu kabilden izahlarla doludur.
Bazı kimseler, «Her şey Allah'ı teşbih edem ayeti ile ilgili olarak Hz. Peygamber'in sıtma için yapmış olduğu duadaki şu cümlelerle istidlal ederler: «Ey sıtma! Sen eğer Allah'a iman etmişsen eti yeme, balı içme, ağızdan feveran etme! Bizi bırak Allah ile beraber ilâh olduğunu söyleyenlere intikal et. Onlara git Çünkü ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur. O tektir, orta. ğı yoktur. Şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve rasutü-dür».
Meşhurdur ki Hz Ömer, Mısır Nil'ine bir mektup yazmış vfc akıllı insanlara yapılan hitapla Nil nehrine seslenmiştir. Zelzele olduğu bir zamanda Hz. Ömer, kamçısıyla toprağa vurarak «Ben senin üzerinde adalet icra ediyorum» demiştir.
Bu da yerküresinin (toprağın) hitabı anlayabileceğine delâr let eder. Yoksa Hz. Ömer gibi Hz. Peygamber'in yanında yetişmiş ve ikinci halife olmuş bir zat fuzulî konuşmaz.
Allah'ın kudretinin yüceliğini bilen, hiçbir şeyin Allah'ı acze düşüremeyeceğine inanan kimse, Hz. Peygamber'den gelenler her ne kadar zahirde onun bilgisine ters düşüyorsa da kusurun kendisinde olduğunu teslim eder. Çünkü insanın kabul ettiği o kadar çok fikir vardır ki aslında oyundan başka bir şey değildir.
(45) «Kutan okuduğun zaman, seninle...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani teşbih ve tenzihi içeren Kur'an'ı okuduğunda ondaki ahkâmı uygulamaya insanları çağırdığında, biz kudretimizle, seninle Ahiret'e inanmayanlar arasına perde gereriz.
«MdreVe inanmayanlar» ile daha önce sözü edilen müşrikler kastolunmaktaclır. Çünkü müşrikler Allah'ın varlığına inanıyorlar ve fakat ölümden sonra dirilmeye, haşre, hesaba inanmıyorlardı.
Bu perde onların, senin nübüvvetini görmelerine mâni olmaktadır. Senin kadrinin Allah katında ne kadar yüce olduğunu göremiyorlar, îşte bu yüzden «Siz sihirlenmiş birine uyuyorsunuz» "dediler.
«Mesturen» ism-i mefuldur ve fakat ism-i fail anlamına gelmektedir. Yani «Perdelenmiş» değil, «Perdeleyen» demektir. îsm-i meful olarak da anlaşılabilir. Yani insanın hissinden, gölgesinden ^perdelenmiştir. Veyahut o perdenin de kendisine mahsus bir perdesi vardır. Onun da perdesi vardır, ötekinin de... Böylece perdeler çoğalır. Ya da o perdenin perde olması muğlaktır. Onlar bilmediklerini bilmiyorlar. Yani onlarda cehl-i mürekkep vardır. İşte o perde ile Hz. Peygamber örtülmektedir.
(46) «Onu anlamamaları için kalplerine...» Bu Ayetin Tefsiri
«Ekinne», «kina»nm. çoğuludur ve «perdeler, kabuklar» demektir. Yani onların kalplerinin üzerine birçok perdeler gerer, kabuklar koyarız. Çünkü onların bu işin künhüne vakıf olmalarını hoş görmüyoruz. Bu işin Allah katından geldiğini bilmesinler diye böyle yapıyoruz. Yani okuduğun Kur'an'ın mânasını anlamaktan onları menediyor, onun künhüne vakıf olmalarını engelliyoruz. Onların kulaklarına, işitmelerine engel ağırlıklar koyuyoruz.
Çünkü onlar Rasûlullah (s.a)'ın okuduklarını dinlerler ama onu düşünmezlerdi.
Bazı müdekkiklere göre bunlar onların cehaletin son noktasında olduklarını gösteren birtakım misallerdir. Onlar Hz. Peygamber hakkında cehaletin son noktasındalar di. Kur'an'ı anlamak hususunda kalpleri çok katıydı. Onu dinlemek adeta kulaklarını tırmalıyordu. Çünkü onlar onun ne dediğini tam anlamıyla bilmiyorlardı.
Bazı müfessirlere göre «hicap» (perde), kişiyi okunanı anlamaktan geri bırakan şeydir. Nitekim İbn Zübeyr ile İbn Ebi Hatim Katade'den şöyle rivayet etmektedirler: «Ayetin metnindeki setredici hicap, onların kalpleri üzerinde setredici perdeler şeklindedir. Onlar Kur'an'ın ne dediğini tam olarak anlayamaz, ondan yararlanamazlar.»
Cübbai'den gelen bir rivayete göre «perde» ile, onları Hz. Pey-gamber'e eziyet vermekten men eden şey kastolunmaktadır. Çünkü onlar, Hz. Pygamber Kur'an okuduğu zaman ona eziyet vermeye kalkışıyorlardı. Böylece Allah Teâlâ peygamberini onların şerrinden emin kıldı ve peygamberine şöyle dedi: «Kur'an okuduğun zaman seninle onların arasına perde koyarız ve böylelikle onlar sana ulaşamazlar. Seni göremez ve sana eziyet edemezler». Cübbai, «perde ile Peygamber'e eziyet vermelerine mâni olan durum kastedilmiştir» demektedir. Çünkü onlar Peygamber'e eziyet etmek istiyorlardı. Allah Peygamberi'ni onların tasallutundan emin kıldı. Peygamber Kur'an okuduğunda Allah onlarla Rasûlü arasına bir perde koyuyor ve onlar da Peygamber'e ulaşarak ona eziyet etmeye muvaffak olamıyorlardı. Alusi, Cübbai'nin bu yorumunun kendi nazarında zararsız bir yorum olduğunu söyleyerek onun yorumunu desteklemiştir. [71]
Bazı kimselere göre perde ile onların Rasûlullah'ı görmelerinin engellenmesi kastedilmektedir. Nitekim Hz. Ebubekir'in kızı Esma'dan rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir.
«Tebbet Suresi indiğinde Ebu Leheb'in hanımı elinde bir balta olduğu halde bize yönelerek feryad ediyor ve şu şiiri okuyordu:
«Bizi kınayanın davetinden uzaklaştık. Onun dinine buğzettik, isyan ettik».
Yanında Hz. Ebubekir olan Rasûlullah, o sırada oturuyordu. Hz. Ebubekir Rasûlullah'a kadının kendilerine doğru geldiğini söyledi. Hz. Peygamber; «O beni göremez» dedi, O sırada Ümmü Cemil geldi, Hz. Ebubekir'in yanında durdu ve fakat Hz. Peygarru ber'i göremedi. Sonra Hz. Ebubekir'e; «Ey Ebubekir kulağıma geldiğine göre arkadaşın bana küfretmiş» dedi. Hz. Ebubekir; «Hayır, Kabe'nin sahibine yemin ederim ki o sana küfretmedi» dedi. Ümmü Cemil geri dönüp «Kureyş, benim efendilerinin kızı olduğumu bilir» dedi». (Ebu Ya'la, İbn Ebi Hatim, Hakim, İbn Merduveyh ve Beyhaki)
Başka bir rivayette olayın devamı şöyledir.
«Hz. Ebubekir, Ümmü Cemil gittikten sonra, «Ey Allah'ın Rasûlü! O seni göremedi» der. Hz. Peygamber (s.a), «Onunla benim arama Cebrail girdi» diye buyurur».
îmam Fahruddin Razi bu ayet hakkında şöyle der:
«Hz. Peygamber Kur'an okumak istediği zaman, ondan önce üç ayet okurdu. Birincisi Kehf Suresi'nin; «Onların kalbine perdeler gerdik» ayeti, ikincisi Nahl Suresi'nin; «Onlar o kimselerdir kî Allah kalplerini mühürlemiştir» ayeti, üçüncüsü Casiye Suresi' nin «Şu heva ve hevesini ilâh edineni görmedin mi?» ayetidir. Bu ayetlerin bereketiyle Allah onu müşriklerin gözlerinden saklardı, îşte buradaki ayetten kastedilen budur»,
Bazılarına göre Hz. Peygamber hazır, kâfirlerin duyulan da sağlam olduğu halde, onlar Hz. Peygamber'i göremezlerdi. Allah Teâlâ bunu, aralarına perde koymak suretiyle yaptığını söylüyor. Çünkü onların gözlerinde yaratılmış ve görmelerine mâni olan bir mânâdan başka «örtülü perde» anlaşılamaz.
Bazı müdekik müfessirler «perde»yi Hz. Esma'dan gelen rivayetteki gibi anlamayı, zevk-i selime uygun kabul etmemektedirler. Üstelik Kur'an'ın nazmı da buna izin vermez. Yani onlar ayette sözü edilen perdeyi bu tarzda görmeye mâni olan bir perdeye hamletmeyi kastediyorlar. Nitekim Cebrail'in perde olduğu şeklindeki rivayetle, Darekutni'nin İbn Abbas'tan naklettiği bir hadis, onların görememelerinin nedeninin, onların gözlerinde görmelerine engel olacak herhangi bir şey olması demek olmadığını göstermektedir. Görmemelerinin nedeni Cebrail veya öteki melek de olabilir.
Zemahşerî Keşşaf adlı tefsirinde şöyle demektedir.
«Bahsi geçen ayetler onların; «Bizim kalplerimiz senin çağırdığına kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık vardır, bizimle senin aranda perde bulunuyor» şeklindeki sözlerine binaendir. Bu takdirde ayetin anlamı şu şekilde olur: «Biz sizin iddianıza göre Peygamber Kur'an okuduğunda onunla sizin aranıza perde koyarız».
Fakat Şeyhülislâm bu görüşü benimsemeyerek şöyle demiş-
«Bundan maksat onların Peygamber ve Kur'an hakkındaki ce-halet ve noksanlıklarından ileri gelen inançlarıdır. Hz. Peygam» ber'i doğrulamaya mâni olan sıfatları ona yakıştırırlar. Onlar Kur'an'a «sihir», «şiir», «geçmişlerin masalları» demek suretiyle onu inkâr etmişlerdir».
«Vahdehu» kelimesi Zemahşeri'ye göre üç harfli (sülasi) bir fiilin masdandır. Bu Vahade, Yehidu, Vahden ve Hiddeten maddesinden gelmektedir. Hâlin yerine geçmiştir.
Bazılarına göre bu kelime Evhade, Yuhidu babından gelen bir masdardır. Sibeveyh ise «Bu masdar değil, masdarın yerine konulmuş isimdir» demektedir.
«Onlar canları sıkılmış vaziyette geri dönüp giderler» cümlesindeki «onlar» zamiri Ahiret'e inanmayan müşriklere racidir.
İbn Cerir, İbn Abbas'tan bu zamirin şeytanlara raci olduğunu nakletmektedir. Bu yorumun İbn Abbas'tan gelmesi ancak tevil yoluyla olabilir.
(47 «Onların seni dinlerken neye kulak...»Bu Ayetin Tefsiri
Kâfirler Hz. Peygamber Kur'an okuduğu zaman, onu kendisiyle alay etmek, onu ve Kur'an'i hafife almak suretiyle dinlerlerdi.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber Kur'an okurken sağında ve solunda Abduddâr kabilesinden ikişer kişi durur ve onunla alay etmek için el çırpar, ıslık öttürürlerdi. Şiirle Kur'an'ı karıştırmaya çalışırlardı.
«İz» edatı, daha önce geçen «a'lemu» fiilinin zarfıdır. Şeyhül-islâm'm dediği gibi Allah Teâlâ bunu haber vermek suretiyle onları tekiden tehdit etmektedir. Diğer «İz» edatı, yine daha önce geçen fiilin zarfıdır. Yani, «içinde hayr olmayanlardan olan onların dinlediklerini senin dinlediğinden daha iyi biliriz. Onların aralarında fzsıldaşarak ne söylediklerini daha iyi biliriz».
İlk «İz» edatırun birinci «Yestemiune» fiilinin zarfı, ikinci «İz» edatının ise «Yetenacevne» fiilinin zarfı olması mümkündür. Yani onlar dinledikleri zaman, neyi dinlediklerini geçirmeksizin biliriz. Fisıldaştıkları zaman neyi fısıldaştıklarını da iyi biliriz.
Ancak ilk yorum daha zahir ve daha uygundur.
Müşrikler Hz. Peygamber'e mecnun derlerdi. Bu balamdan ona «büyülenmiş» demektedirler.
Bazılarına göre «Meşhur» kelimesi «sihirlenmiş» değil, «sihir yapan» demektir. Yani fail mânâsını ifade etmektedir.
Ebu Ubeyde'ye göre «meşhur», «Ona sihir verilmiştir» veya «O sihirbazdır» demektir. Böyle demekle onlar; «O bir beşerdir, yiyor, içiyor. Bizden farklı bir imtiyazı da yok ki ona tabi olalım» demek istiyorlardı.
Ancak Ebu Ubeyde'nin bu yorumunda uzaklık vardır. İbn Ku-teybe, «Ebu Ubeyde'yi böylesine çirkin bir yoruma iteleyen nedir, bilemiyorum. Oysa selef bu ayeti zahir bir şekilde yorumlamıştır»
demektedir. İbn Atiyye de bu yorumun bir sonraki ayete muvafık olmadığını söylemiştir.
(48) «Senin için ne tür benzetmeler...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, seni nelere benzettiklerine, senin için ne tür benzetmeler yaptıklarına bir bak! Eazen «şairdir», bazen «sihirbazdır», bazen de «mecnundur» diyorlar. Oysa bildikleri bu sözlerinin tam tersidir. Böyle söylemekle apaçık yoldan saptılar. Artık doğru yolu da bulamazlar. Yani herhangi bir insanın bile kabul edemeyeceği eksiklikleri Kur'an'a ve Peygamber'e nispet ettiler. Böylece de helak oldular. Bâtıl olduğundan kimsenin şüphe etmeyeceği şeyleri iftira ediyorlar.
Yani onlar hak yoluna, doğru yola varamazlar. Bu ayet ile Rasûlullah'm (s.a) teselli edilmesi, onun düşmanlarının ise tehdit edilmesi hedeflenmiştir.
(49) «Dediler ki: Biz bir kemik yığını...» Bu Ayetin Tefsin
El-Keşfte buradaki üç sözün, «Senin için ne türlü misaller getirdiler» ayetinin açıklaması olduğu kayıtlıdır.
«ham» kemik anlamına gelen «Azm»m çoğuludur. «Rufat»
«İzam» kemik anlamına gelen «Azm'ın çoğuludur. «Rufat» bir şeyin kırılmış ve çürümüşüne denir.
İbn Cerir'in Mücahid'den rivayet ettiğine göre «Rufat» toprak demektir. Bu aynı zamanda Ferra'nın da görüşüdür.
Îbn'ul-Münzir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre «Rufat», «gubar» (toz) çlemektir.
EI-Müberrid Rufat'ın dövülmek suretiyle parçalanmış her şeye dendiğini söylemiştir.
Ancak bu yorumların hepsi de birbirine yaklaşık mânâlardır.
Ayetin başındaki hemze, istifham-i inkâri harfidir. Yani onların hasrı inkâr etmek hususunda en üst noktaya çıktıkları belirtilmek isteniyor. Cahillikleri nedeniyle ayrılmış iki şeyin, beden ile ruhun, veya bedenin uzuvlarının, kurumuş/çürümüş iken birleşmelerini muhal görüyorlardı. Bu ayet onların ne denli cahil olduklarını ve nasıl saptıklarını açıkça ortaya koymaktadır. [72]
50- De ki: «ister taş olun, ister demir».
51- «İsterse gönlünüzde büyüyen bir yaratık olun! (Bu yeniden diriltilmenizi güçleştirmez). Diyecekler ki: «Bizi tekrar kim (hayata) döndürecek?» De ki: «Sizi ilk defa yaratan». Bunun üzerine sana alaylı alaylı başlarını sallayacak ve «Ne zamanmiş o?» diyecekler. De ki: «Yakın olması umulur».
52- Sizi çağıracağı gün, kendisine hamdederek, çağrısına uyarsınız ve çok az kaldığınızı sanırsınız.
53- Kullanma, sözün en güzelini konuşmalarını söyle. Kuşkusuz ki şeytan aralarını bozar; zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır.
54- Rabbiniz sizi(n hâlinizi) en iyi bilendir. Dilerse size merhamet eder, dilerse size azap eder. Biz seni onlann üzerine vekil göndermedik.
55- Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. And olsun biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik.
56- De ki: «Allah'ı bırakıp da (ilâh olduklarını) iddia ettiklerinizi çağırın. Onlar ne sizden bir zararı uzaklaştırabilirler ne de onu değiştirebilirler».
57- Onların o yalvardı ki an da Rablerine yakın olmak için vesile ararlar. O'nun rahmetini umarlar, O'nun azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.
58- Hiçbir ülke yoktur ki biz onu Kıyamet Günü'nden önce helak edecek veya en çetin bir şekilde azaplandıracak olmayalım. Bu Kitap'ta yazılıdır. [73]
Müşrikler, insan azalarının .kuruduktan, dağıldıktan ve âlemdeki diğer parçalara karıştıktan sonra onun sudan gelen kısımlarının dünyadaki sulara, toprak kısımlarının toprağa, havai kısımlarının havaya karışmasından sonra, tekrar biraraya getirilebileceğini tasavvur bile edemiyorlardı. Bunlara hayatın tekrar verilmesinin düşünülemeyeceğini söyleyerek itirazlarda bulunuyorlardı. Allah Teâlâ ise şöyle buyurdu: «Bu itirazınız Allah'ın ilim ve kudretinin kemâlinden şüphe duyduğunuz takdirde geçerli olabilir. Eğer O'nun ilminin sonsuz, kudretinin ise sınırsız olduğunu kabul ederseniz, Allah'ın onları biraraya getirmeye, onlara can vermeye kadir olduğunu da bilirsiniz. Allah'ın kudreti onlara akü yerleştirmeye yeterlidir».
Allah Teâlâ bu cevaba, adeta ikinci bir cevap daha ekleyerek şöyle buyurmuştur:
«Ey Muhammed! Onlara de ki: «Değil çürümüş kemikler, isterseniz kupkuru taş hatta daha sert olan demir ya da tasavvur edebildiğiniz, çok güçlü sandığınız daha başka bir varlık olun, Rabbiniz sizi tekrar biraraya getirir, azalarınızı birleştirir ve onlara can verir.»
(50) «De ki: İster taş olun...»Bu Ayetin Tefsin
Buradaki emir, ilzamî değildir. Yani «muhakkak böyle olur» anlamında değildir. Aksine bu emir ile kastedilen şudur: «Eğer siz taş veya demir ya da çok daha kuvvetli bir şey olsanız bile, Allah' %n sizi yeniden diriltmesine, azalarınızı birleştirmesine ve onlara hayat vermesine mâni olamazsınız.» Bu kişinin tıpkı, «Sen benden mı almak istiyorsun? Oysa ben filânım» demesine karşılık, karşısındakinin; «Kim olursan ol. İstersen halifenin oğlu ol, ben senden yine de hakkımı isterim» demesine benzer.
İbn Abbas, Mücahid, îkrime ve çoğu müfessirden gelen rivayete göre, insanoğlunun kalbinde/aklında büyüttüğü şey ölümdür. Yani insanoğlunun aklında ölümden daha korkunç, daha dehşetli bir şey yoktur. İsterseniz ölüm olun! Allah sizi yine de öldürür ve tekrar diriltip haşre gönderir.
Bazı müfessirlere göre, bu «şey» ile gökler, yerler, dağlar kastedilmektedir. Çünkü bunlar mahlûkatm en büyükleridir.
«Onlar, «Eğer biz taş, demir veya ölüm, dağ veya gök olsak, o zaman bizi kim haşre gönderecektir?» diye alaylarını sürdüreceklerdir. Fakat sen onlara de ki; «Sizi ilk kez yaratan, sizi yeniden diriltecektir. Siz hiçbir şey değilken, bir vücuda sahip bulun-muyorken sizi yoktan O varetti. Yine sizi kudretiyle diriltecek olan O'dur. Sizi ilk kez yaratırken nasıl aciz kalmadıysa, sizi yeniden diriltmek hususunda da aciz kalmayacaktır.» [74]
Onlar alaylı-alaylı; «iddia ettiğiniz şey ne zaman?» derler. De ki: «Yakın olması umulur!» Çünkü gelmesi muhakkak olan bir şey yakın demektir.
Allah Teâlâ bu ayette mahşerin (dirilişin) zamanım tayin etmemiştir. Çünkü yeniden dirilişin zamanı Allah'tan başkası tarafından bilinmesi mümkün olmayan gaybî bir husustur.
Bazı müfessirlere göre, onun yakın oluşu şu noktadan ileri gelmektedir; «Dünya zamanından geçen daha fazladır, geri kalan ise daha azdır». Yani onun yakın olması beklenir.
îbn Cerir et-Taberî, bu ayet münasebetiyle şu hadisi zikretmektedir.
«Ölüm, Kıyamet Günü getirilir, adeta beyaz bir koç gibidir. Cennet ile cehennem arasında durdurulur ve denir ki: «Ey cennet ehli! Siz bunu tanıyor musunuz?» Cennet ehli, «Evet, tanıyoruz» derler. Sonra, «Ey cehennem ehli! Siz bunu tanıyor musunuz? denilir. Onlar da tanıdıklarını söyleyince, ölüm cennet ile cehennem arasında boğazlanır. Sonra da şöyle nida edilir: «Ey cennet ve cehennem ehli! Ölümsüz bir ebediyet vardır».
Said Havva, «el-Esas Fi't-Tefsi-n> adlı eserinde bu hadis ile mezkur ayet arasındaki münasebetin pek açık olmadığım, sadece ölümün mahlûk olması bakımından bir ilişkinin kurulabileceğini söylemektedir. Yani bu hadis ile ayetteki büyüyen, ölümle yorumlanmıştır.
(52) «Sizi çağıracağı gün, kendisine hamdederek...» Bu Ayetin Tefsiri
«Yevm» kelimesi mukadder bir fiilin mefulüdür. Yani; «Sizi çağıracağı günü hatırlayın».
Bu kelimenin bir önceki ayette (51) geçen «Kariben» kelimesinin bedeli olması da mümkündür.
«Yed'ukum» fiili burada hasrolunmaktan kinayedir. Yani, «sizi haşre göndereceği günü düşünün ki o gün haşrolunacakşımz.» Burada çağırmak — icabet etmek hakiki anlamda değildir. Bu tıpkı; «Ol deriz, o da oluverir» ayeti gibidir. Burada ne hitap ne de muhatap vardır. Yukarıdaki ayette de sürate ve kolaylığa delâlet etmesi için dua ve isticabe kelimeleri .kullanılmıştır. Çünkü, «Ey Falan! Kalkh denildiğinde, bu süratli ve gecikmesiz bir emir olur. Dua ve isticabe, insanları hesap ve ceza için hazır etmeye delâlet eder. Nitekim efendi, kölesini kendisine hizmet veya onu teftiş etmesi için çağırır. Kıyamet Günü'nde artık hizmet yoktur. Zira sorumluluk kalkmıştır. Çağrı onların durumlarını tetkik içindir.
Ebu Hayyan'a göre mânâ şöyledir: «O sizi kulaklarınızın işiteceği şekilde çağırır» ki bu da sûra son üfürülüştür. Nitekim başka bir ayette, «O gün münadi yakın bir yerden çağırır» denilmiştir.
Rivayet olunduğuna göre, İsrafil (a.s) (başka bir rivayete göre Cebrail (a.s) ) Beyt'ul-Makdis'in binek taşına çıkarak şöyle der: «Ey çürümüş cisimler, azalar! Önceki halinize dönün!»
Ebu Derda'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Kıyamet Günü'nde sizler, kendi isimleriniz ve atalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. Bu yüzden güzel isimler edinin». (Ebu Davud, İbn Hibban)
Hadiste sözü edilen çağırmanın, kabirlerden çıkartılıp, haşro-lunduktan sonra hesap için çağırma olması muhtemeldir.
«Bihamdihi» ifadesi kâfirlere raci olan muhatap zamirinin halidir. Yani Allah'ın kemâl-i kudretinden dolayı, O'na hamdeder olduğunuz halde, O'na icabet edersiniz. (Veya, nimetler karşısında Allah'a hamdetmenin gerekli olduğunu itiraf ettiğiniz halde, O'na icabet edersiniz.) Bunu Kıyamet'te inkâr etmek mümkün değildir. Çünkü orada bilgiler zaruridir.
Rivayet olunduğuna göre, kâfirler kabirlerinden «Sübhanekel-la Humme ve bihamdike» dedikleri halde çıkarlar. (Abd b. Hu-meyd, İbn Cerir) Kıyamet Günü'nde kâfirlerin böyle demesi hiç te garip değildir. Ne var ki bu söz onlara hiçbir yarar sağlamaz.
Zemahşerî'ye göre burada mecaz vardır. Yani onların Allah'a hamdederek icabet etmeleri, haşre boyun eğmelerinin mübalağalı bir şekilde olmasından kinayedir. Meselâ, kendisine zor gelen bir işi yapmaktan kaçınan kimseye, «sen o işi hamd ve şükür edip yapacaksın» denilmesi de böyledir. Yani sen bu işe zorlanacaksın. Öyle ki sen bu işi, seve seve yapan bir kimse gibi yapmak zorunda kalacaksın. Dolayısıyla kâfirlere adeta şöyle denilmek istenmiştir: «Sizler Allah'a hamdedenlerin haşre gelmek hususunda itaat ettikleri gibi, itaat ederek geleceksiniz*.
İbn Cerir Taberî, «Bihamdihi» ibaresinin, birbirlerine atfedilen iki şeyin ortasında gelen bir kayd-ı itirazı olduğunu söylemiştir. Bu tıpkı, bir kimsenin tartıştığı kimseye, «Allah adına, ben yanıldım» demesi gibidir. İşte Rasülullah da adeta onlara şöyle demiştir: «O hasrın yakın olması umulur. Siz o zaman bugün inandığınızın tam tersiyle kalkacaksınız. Bu da Allah'ın hamdıyla benim haberimin doğruluğuna delâlet eder». Yani, bu haşr sizin itikadınızın tam tersi olacak. Hamd Allah'a mahsustur.
Alusî, bu tür yorumların zorlama olduğunu, Kur'an nazmından bu mânâların anlaşılmasının mümkün olamayacağını söylemiştir.
Bazı kimselere göre, buradaki hitap müminleredir. Kâfirlere hitap ise 51. ayetin son kelimesinde sona ermiştir. Müminler Allah'ın kendilerine yapmış olduğu ihsana hamd ederek, davete icabet ederler.
îbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Lâ ilahe illallah'ın ehli üzerinde, kabirlerinde, mahşerlerinde, herhangi bir korku yoktur.» (Tirmizi, Tabarani). Yani Lâ ilahe illallah ehli kabirlerden çıkıp, başlarından toprağı silker ve «Bizden hüznü gideren Allah'a hamdolsun» derler.
Said b. Cübeyr'den rivayet edilen bir yoruma göre, ayetteki hitap hem kâfirlere hem müminleredir. Kâfirler de, müminler de kabirlerden çıkarlarken Allah'a hamd ederler.
Ayetin metninde geçen, «Tezunnune» (Zannedersiniz ki) ibaresi ya asıl anlamı üzerindedir ya da «yakın» mânâsında kullanılmıştır. Onlar sanırlar ki kabirlerinde (veya dünyada) az bir zaman kalmışlardır.
Müfessirlerin Katade ve îbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre, onlar ölüm ile diriliş nefhaları arasında durdukları süreyi az görürler. Çünkü o sırada azap kendilerinden uzaklaşır ve bunun için de «Bizi kim mezarlarımızdan haşre gönderdi?» derler.
Bazılarına göre, onlar haşr meydanında az durduklarını sanırlar. Çünkü onların durumları ve akibetleri cehenneme girmek olacaktır. Cehenneme girmemek için haşr meydanında daha çok kalmak isterler.
Fakat bu son yorum asıl mânâdan çok uzaktır. [75]
(53) «Kullarıma, sözün en güzelini konuşmalarım..mBu Ayetin Tefsiri
«Kullar» ile kastedilen müminlerdir. İzafetin kullanılması müminlere şeref vermek içindir. Onlar müşriklerle konuştukları zaman en güzel kelimeyi, en güzel sözleri kullansınlar. Onlara karşı sert ifadeler kullanmasınlar.
Bu ayet, tıpkı şu ayet gibidir: «Kitap ehline karşı en güzel kelimeyle tartışın». Yani «Ey Muhammedi Onlara de ki; «en güzel kelimeyi kullanın!»
«Elletî» kelimesi ile kelime kastedilirse, kelime, kelâm mânâsında kullanılmış olur. Tıpkı şehadet kelimesi denildiğinde olduğu gibi. Çünkü şehadet tek kelime değildir, kelâmdır. Yani; «kullarıma söyle en güzel kelâmı (en güzel ifadeleri) kullansınlar! Aksi takdirde şeytan aralarını bozar, kışkırtmada bulunur.»
«Onlar» zamiri ile müminler ve müşrikler kastedilmektedir. Yani eğer müminler, müşriklere karşı sert sözler sarfederlerse, şeytan bu fırsatı değerlendirir ve bunu onların inatlaşmalarına, daha çok bozgunculuk yapmalarına yol açacak şekilde kullanır.
«Çünkü şeytan aralarına girer.,.»
Bu cümle önceki hususun illetidir. Yani, müminler niçin en güzel kelimeyi kullanacaklar? Çünkü şeytan sert sözleri aralarında fesadın ve şerrin yayılmasına vesile kılar.
«Zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır» cümlesi de bir öncekinin illetidir. Yani şeytan niçin onların arasında fesat çıkarır? Çünkü şeytanın insanlara karşı düşmanlığı çok eskiden beri vardır ve apaçıktır. [76]
İbn Ebi Hatim'in, İbn Sirin'den rivayet ettiğine göre, en güzel kelime «Lâ ilahe illallahntiT.
İbn Cüreyc'e göre en güzel kelime, «O, günahtan affeder» demeleridir (İbn Cerir, İbn'ul-Münzir).
Hasan Basrî, en güzel kelimenin, «Allah sana merhamet etsin, Allah seni affetsin» demeleri olduğunu söylemiştir (İbn Cerir).
îbn Hatim'in Katade'den rivayet ettiğine göre şeytanın «Nez'i», onun kışkırtması demektir. Şeytan muhakkak kışkırtır. Zira o insanoğlunun ezeli düşmanıdır. [77]
(54) «Rabbiniz sizifn halinizi) en iyi...»Bu Ayetin Tefsiri
Alusi'ye göre bu ayet, «en güzel kelime»rûn tefsiridir. Bu ayet ile nen güzel kelime» arasındaki iki cümle ara cümlesidir.
Hitap müşrikleredir. Yani, «Ey Müminler! Bu kelimeyi (veya benzerini) müşriklere söyleyin. Onların durumunu Allah'ın dilemesine bırakın. Onlara cehennem ehlinden olduklarım açıkça soylemeyin. Çünkü böyle söylemek, onları daha büyük kötülüğe iter. Bununla beraber sonuç, hepinizin meçhulüdür ve Allah'tan başka kimse, sonucu bilemez. Umulur ki Allah onları ileride imana iletebilir».
«Ev» (veya) edatı, hakiki bir infisal (ayrılık) anlamını ifade eder. Yani muhakkak ki Allah, sizi imana muvaffak kılmakla size merhamet edecektir veya küfür üzerindeyken sizin canınızı alarak sizi azaba duçar edecektir.
Îbn'ul-Enbarî'ye göre, «Ev» (veya) kelimesi iki durumun da genişliği içindir. Yani Allah katında bu iki durum da geniştir. Allah hangisini dilerse onu yapar.
«Biz seni onların üzerine vekil göndermedik»; yani sana onları İslâm'a zorla sokma görevi vermedik. Seni sadece uyarıcı ve müjdeci olarak gönderdik. Onlarla iyi geçin, ashabına da söyle, onlarla iyi geçinsinler. Onların eziyetlerine tahammül etsinler, onlara karşı sert davranmasmlar.
Bu ayette tavsiye edilen davranış biçimi, savaş iznini veren ayetin inmesinden öncedir. Savaş emri indikten sonra bu durum tabii olarak ortadan kalkmıştır.
Bazı müfessirlere göre ayetin anlamı şöyledir: «Eğer Allah dilerse sizi Mekke'lilerin ellerinden kurtarır. Yine eğer Allah dilerse onları size musallat kılarak, size uzabı tattırır.»
Daha önce de ifade edildiği gibi, bu ayetin «kılıç ayeti» ile nesholunduğunu söyleyenler de vardır.
Bu ayetin nüzul sebebi olarak şu olay anlatılır. Müşrikler müslümanlara şiddetli eziyetler vermeye başlayınca, müslümanla bu hususu Hz. Peygamber'e iletirler. Yani müşriklere karşılık ver. mek için izin isterler. Bunun üzerine de mezkur ayet nazil olur.
Bazı rivayetlere göre de, müşriklerden biri Hz. Ömer'e söver, Hz. Ömer de onu öldürmeye kalkışır. Bu ayetin inmesiyle, Allah Teâlâ Hz. Ömer'den o kâfiri affetmesini istemiş oldu.
Ayetin özü şudur: «Biz kâfirleri imana zorlama vazifesini sa* na havale etmedik. Seni sadece Allah'ın rahmetini müjdeleyici, azabından sakındıncı olarak gönderdik. Bu yüzden kâfirlere hoşgörülü davran, ashabına da şöyle onlar da hoşgörülü davransınlar».
(55) «Rabbin göklerde ve yerde olanları...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, Allah göklerde ve yerde olanların zahirî ve batınî durumlarını herkesten daha iyi bilmektedir. O dilediği kimseyi onların arasından risalet, velayet için seçer. Onun hikmeti, bu işe ehil gördüğünün risalet, velayet ve salih kulluk için seçilmesini gerektirir.
Bu ayet Mekkeli müşriklerin şu sözlerine bir reddiyedir: «Ebu Talîb'in yetiminin peygamber olması, Suheyb, Bilâl, Habbab gibi fakirlerin, ayak takımının onun ashabı olması ve peygamberliğin zenginlerden ve ileri gelenlerden birine verilmemesi, olmayacak bir şeydir».
Onların; «niçin bize melekler gönderilmedi?» şeklindeki itirazlarım, Allah Teâlâ «göklerde olanı en iyi Rabbin bilim demek; «niçin bu Kur'an Mekke veya Taif'ten ileri gelen birine indirilmedi?» itirazlarını da, «yerde olanı en iyi Rabbin bilir» demek suretiyle reddetmiştir. [78]
«Andolsun biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık»; yani nefsani faziletlerde, kudsi meziyetlerde üstün kıldık. Semavî kitapların İndirilmesi sebebiyle bir kısmını diğerinden üstün kıldık, mal ve etbaın çokluğundan değil. Meselâ bir peygamber vardır ki (Hz. Süleyman gibi) zenginlik bakımından çok üstündür. Ancak diğer hususlarda ondan üstün peygamberler de vardır. Hz. îbrahim, Hz. Musa, Hz. îsa, Hz. Muhammed gibi. Meselâ Hz. İsa'nın etbaı Hz. Muhammed'in etbaından daha fazla olabilir. Fakat Hz. Muhammed, Hz. İsa'dan daha üstündür. [79]
«Davud'a da Zebur'u verdik» cümlesi Hz. Davud'un niçin üstün kılındığını beyan etmektedir. Yani «biz Davud'u, ona krallık, saltanat vermekle değil, Zebur'u vermekle üstün kıldık».
Bu ayet, Zebur'da Hz. Muhammed'in en son peygamber, ümmetinin de en hayırlı ümmet olarak yer almasından ötürü, onun en üstün peygamber olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Zebur' daki bu işaret Kur'an'da açıklanmıştır: «Andolsun ki biz Zebur'da yeryüzünde salih kulları varis kıldığımızı zikrettik».
Bazılarına göre bu ayet, telmih kabüindendir. Zebur kelimesi aslında Halil veya Kabul kelimeleri gibi ism-i meful veya mas-dardır. Zebur'da ahkâmdan bir şey yoktur.
Enes'ten rivayet olunduğuna göre, Zebur Allah'ın zikrinden, dua ve teşbihten ibarettir (İbn Ebi Hatim).
îbn Cerir, Katade'den şöyle rivayet ediyor:
«Biz aramızda Zebur'un bir dua olduğunu, Allah'ın onu Davud'a öğrettiğini, hamd ve teşbihleri muhtevi olup, onun helâl, haram, farzlar, hudud gibi bahisleri içermediğini konuşmuştuk. Ben de durumun Katade ve Rebii'nin dediği gibi olduğunu söyledim. Çünkü biz Zebur'u gördük. Baktık ki Hz. Davud'un okuduğu hutbelerdir. Onlarla Mescid'de Rabbine hitap ederdi. Tamamı 150 hutbeden ibaretti. Onların her birine.«Mezmur» denilmektedir. O hutbelerin bazılarında Hz. Davud düşmanlarını Rabbine şikâyet eder. O'ndan yardım ister, bazılarında da kendisini galip getirir, düşmanlarına karşı ona yardım ettiği için Rabbine hamd eder, onu teşbih eder.»
İmam Suyuti, ed-Durr'ul-Mensur adlı tefsirinde seleften bir cemaatten bize rivayetler nakletmektedir. Onlar Zebur'da gördükleri birtakım lâfızları zikrediyorlarsa da, onları nakletmenin bir yararı olmadığı için, buraya almadık. Çünkü Kur'an, içerdiği öğütlerle bizi Zebur ve diğer kitaplardan müstağni kılmıştır.[80]
Alusî, bazı rivayetlerin Zebur'da birtakım emir ve yasakların bulunduğuna delâlet ettiğini söylemektedir.
İbn Ebi Şeybe, Zebur'dan şöyle bir metin nakletmektedir:
«Muhakkak ki ben Allah'ım, benden başka Uâh yoktur. Hükümdarların hükümdarıyım ben... Hükümdarların kalpleri benim yed-i kudretimdedir. Hangi kavim benim taatim üzerinde olursa, Hükümdarlarım onların üzerine merhametli kılarım. Hangi kavim kötülük üzerinde olursa, Hükümdarlarını onların üzerine aza > vesilesi kılarım. Kendinizi hükümdarlara sövmekle 7, ,eşgul etmeyin. Onlara değil bana tevbe edin. Ki onların kalblerini size karşı şefkatte doldurayım.»
Emir ve yasakları muhtevi mezmurlar, Zebur'da oldukça çoktur. Nitekim Zebur'da gören bir kimseye bu durum apaçık görünür.
Zebur ve Tevrat arasındaki farklılıklar da açıktır. Bazı ayetlerin elif-lâm ile (marife) getirilmesi, aslına işaret etmek içindir. Özel isim olan bu kelimenin başına elif-lâm getirilmesinin bir sakıncası yoktur. Nitekim el-Abbas, el-Fadl kelimelerinin başında da elif-lâm vardır.
Bazı müfesirlere göre, «Kullarım» ifadesiyle kâfirler kastedilmektedir. Çünkü ayetlerin maksadı onları hakka davet etmektir. Allah Teâlâ onların kalplerini eezbetmek için bu kelimeyi kullanmıştır. Yani Allah Teâlâ adeta şöyle demek istemiştir:
«Ey Muhammed! Benim kullarım olduklarını ikrar eden o kimselere de ki: En güzel kelimeyi, hak ve tevhide en çok delâlet eden Lâ ilahe illallah kelimesini söylesinler.»
Allah Teâlâ böylece, onların bâtıl bir yolda atalarını körü körüne taklid ederek yürümemeleri gerektiğini bildirmiştir. Çünkü böylesine bir taassub şeytandan gelmedir. Şeytan ise insanoğlu için apaçık bir düşmandır. Onun söküne iltifat etmemek gerekir.
«En güzel kelimeyi söylemek», ona böyle inanmak demektir.
«Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir»; yani rab-biniz sizi daha iyi bilir. Dilerse hidayet etmek suretiyle size merhamet eder. Dilerse küfür üzerinde iken canınızı almak suretiyle sizi azaba duçar kılar. Allah'ın dilemesi sizin için gaybtır. O halde hak dini aramak için çalışın. Bâtıl üzerinde ısrar etmeyin ki ebedî saadetten ve daimi hayırlardan mahrum kalmayasmız.
Daha sonra Allah, kendi rasûlüne hitaben; «Biz seni onların üzerine vekil göndermedik. Durumu onlar aleyhine şiddetlendir' me. Onlara sert ve kaba sözlerle hitap etme!» diye emreder. Tüm bunlardan maksat yumuşaklık ve merhameti izhar etmektir. Yani davet amnda merhametli/yumuşak davranmak gerekir. Çün-kü hedefe varmak için bu en yakın yoldur.
İbn Sirin'e göre, «Kullarım» ile tüm mahlûkat kastedilmektedir. Çünkü hepsi kelime-i tevhide davet edilmektedirler.
(56) «De ki Allah'ı bırakıp da...» Bu Ayetin Tefsiri
İbn Cerir'in rivayet ettiğine göre bu ayet, şu nedenle nazil ol-muştur:
«Araplardan bazı kabileler, meleklere tapıyorlar ve onlara «Allah'ın hızlan» diyorlardı. Bu ayet o zaman nazil olmuştur. Onlar Allah'a, Hz. İsa'yı, annesini, Hz. Uzeyr'i, güneşi, ayı, yıldızları ortak koşarlardı. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
«Allah'tan başka ilâh edindiğiniz tüm bu mahlûkları çağırın. Ancak onlar kendi başlarına hiçbir şey yapamazlar. Sizden hastalıkları, fakirliği, kıtlığı vs. uzaklaştıramazlar. Sizden bunları alıp kendilerine tapmayanlara iletemezler. Veya onları götürüp, başkalarını getiremezler. İşte buna güç yetiremeyen kimseler ibadete müstahak olamazlar. Çünkü ibadete müstahak olmanın şartı, kâmil kuvvettir ki zararları uzaklaştırabilsin, yararları getirebilsin. Kendisine ibadet edilen, bu kuvveti başkasından alıyorsa o kâmil bir kuvvete sahip sayılmaz!»
«Zaemtum» fiili, zanna yakın bilgi demektir. Bazen şüpheli söz yerine, bazen yalan mânâsına kullanılır. Nitekim İbn Abbas Zaeme fiilinin Kur'an'ın her tarafında yalan anlamını ifade ettiğini söylemiştir. Bu fiil kesin ve doğru söz anlamında ela kullanılır.
Enes'ten rivayet olunduğuna göre, Demam b. Salebe adında biri çölden gelerek Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle der:.« Muham-med« Senin elçin bize gelerek senin, seni'Allah'ın gönderdiğini iddia ettiğini (tez'amu) iddia etti (zaeme)». Hz. Peygamber de «Doğru söylemiş» dedi (Müslim).
Bu hadiste, Hz. Peygamber bedevinin iddia (zaeme) diye nitelediği haberi, tasdik etmektedir. Böylece anlaşılmaktadır ki «zae-me»yi doğru söz anlamında kullanmıştır.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) «Cebrail şunu za'metti», yani «doğru söyledi» demiştir.
Arap dilinde imam kabul edilen Sibeveyh, kitabında Za'eme'l-Halil, Za'eme Ebu Hatab gibi ifadeleri «doğru söyledi» anlamında kullanmıştır. Bunu ayrıca lügat alimlerinden bir grup ta böyle nakletmiştir.
Ayetin zahirine bakılırsa, «Ellezîyne» ile, Allah'tan başka kendilerine tapılan akıllı varlıklar kastedilmektedir. Fakat Ebu Hay-yan, burada akıllı varlıkların, akılsız varlıklar üzerine tağlib edildiğini söylemiştir. Yani burada, akıllı-akılsız kendisine tapılan putlar, heykeller, güneş, ay ve yıldızların hepsi kastedilmiştir.
Ebu Hayyan'ın bu görüşüne, «Onların o yalvardıkları da Rab-terine yakın olmak için vesile ararlar» ayeti gölge düşürmektedir. Çünkü rahmeti ummak, azaptan korkmak ancak akıl sahipleri için bir anlam ifade eder. Meselâ Hz. İsa, Hz. Uzeyr gibi.
«Madem ki putlar cansız /akılsız idiler, o halde onlar da el-leziyne tabirinin şümuluna girmektedir» demek ayetin zahirinin hilafinadır.
«Dua» kelimesi bazen nida gibi çağrı anlamında da kullanılır. Bazılarına göre, «ya» veya «eya» harflerine isim eklenmediği takdirde nidadır. Fakat dua ise, mutlaka ismin eklenmesi gerekir. Mesela dua edileceği zaman «ya filan» denir. Duanın nida, nidanın da dua yerine kullanıldığı zamanlar çoktur.
Yani, «menfaatin celbinden daha evla olan zararın kaldırılması için o taptıklarınızı çağırın!»
Kalpler zararı kaldırana, menfaati getirenden daha çok meyleder. Dolayısıyla göreceksiniz ki onların bu işi yapmaya güçleri yoktur. Onların kudretinin olmaması kemal-i kudretlerinin olmamasıdır. Bâtıl mabudlara ait kuvvetin Allah'tan geldiğini kâfirler de kabul ederlerdi. Çünkü onlar Allah'ı ve putların da Allah'ın mahlûku olduğunu inkâr etmiyorlardı. Bütün sıfatların Allah'tan geldiğini ve Allah'ın sıfat bakımından onlardan daha kuvvetli, daha mükemmel olduğunu da inkâr etmezlerdi.
Şöyle bir itiraz öne sürülemez: «Biz kâfirleri putlarına yalvarıp dururken görüyoruz ve istediklerinin hiçbiri yerine gelmiyor. İşte bundan dolayı onların bir kuvveti yoktur denilmiştir.» Çünkü aynı şekilde, biz müslümanlann Allah'a yalvarıp durduklarını görüyoruz. Buna rağmen duaları kabul olunmuyor da denilemistir. Öyle ki o kıtlık zamanında köpek etlerini ve leşleri yemeyebilir. Bu kabul olunmayış -hâşa- Allah'ın kudret ve kuvvetinin olmadığı mânâsına alınamaz.
Eivayet tefsirleri de, ayetin metnindeki «sarar», «kıtlık» mânâsına alınmıştır. Çünkü müşriklere şiddetli bir kıtlık isabet etbaşlanuşlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber'e gelerek kendileri için dua etmesini talep etmişler ve bu talep üzerine yukarıdaki ayet nazil olmuştur.
Ancak bu yorum ayetin mutlaka o duruma mahsus olmasını gerektirmez. Ayetin sebebi nüzulü da bu kapsama girebilir.
Bu rivayetle, onların mabudlannın mutlak güçlerinin olmadı-
ğı, o devirde yaşayan müşriklerce de teslim edilmiştir. Aksi tak-. tirde onlar mabudlanm bırakıp da Hz. Peygamber'den yardım is-1 temezlerdi. Ancak bu görüş üzerinde tartışma vardır. [81]
(57) «Onların o yatvardıkları da Rablerine...»Bu Ayetin Tefsiri
Abdullah b. Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, müşrikler bir grup cirme tapıyorlardı. Fakat o cinler müslüman olunca, Allah Teâlâ bu ayeti gönderdi (Buhari).
Başka bir rivayetle, Katade kanalıyla yine İbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, bu ayet bir grup cinne tapan Araplardan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. O taptıkları cinler müşlüman olmuşlardı. Onlara tapan insanlar ise, onların müslüman olduklarım anlayamamışlardı. Bunun üzerine mezkûr ayet indi.
îbn Mesud'dan gelen bir başka rivayete göre, müşrikler kendilerine cin denilen bir gruba tapıyorlardı. Onlar müslüman oldular. Fakat müşrikler hâlâ onlara ibadet etmeye devam ediyorlardı. Bunun üzerine mezkûr ayet indi.
Süddî, Ebu Salih'ten o da İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir: «Bu ayette tapılması sözkonusu edilen Hazret-i İsa, annesi Meryem ve Hz. Üzeyr'dir. Yani hıristiyan ve yahudilerden bazılarının taptığı bu kimselerin ikisi peygamber, biri de sidıkadır. Allah'a iman etmişlerdir. En yakın yolu arayıp durmaktadırlar».
Muğira'nın İbrahim'den rivayet ettiğine göre, İbn Abbas bu ayet hakkında, «Onlar Hz. İsa, Üzeyr, güneş ve aydır» diyordu.
Mücahid, «Hazreti İsa, Üzeyr ve meleklerdir» demiştir.
İbn Cerir Taberi, İbn Mesud'un görüşünü benimsemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, «Rablerine yakın olmak için vesile ararlar » buyurmuştur. «Yebtegune» (Ararlar) füli mazi halini ifade etmediğinden Hz. İsa Uzeyr ve melekler buna dahil değillerdir.
İbn Cerir, «Vesife»nin yaklaşmak olduğunu söylemiştir. Kata-de de aynı görüştedir.
«O'nun rahmetini umarlar, O'nun azabından korkarlar» ibaresi, ibadetin korku ve ümid hallerini beraberinde taşıdığı zaman tamam olacağına delâlet eder. Çünkü insan korku vasıtasıyla haramlardan kaçınır, ümitle de daha çok ibadet eder. «Rabbinin azabı korkunçtur» ifadesi, bu azaptan korkmanın uygun olduğuna,
onun meydana gelmesinden çekinmenin gerekliliğine delâlet eder.[82]
(58) «Hiçbir ülke yoktur ki biz onu...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, burada Levh-i Mahfuz'da yazmış olduğu hükmü beyan etmektedir. O hüküm hiçbir ülke, köy veya kasaba olmasın ki Allah onun ehlini helak etmesin veya onlara şiddetli azap tattırmasın hükmüdür. Bu ya şiddetli azap ya kılıçtan geçirmek ya da Allah'ın dilediği belâlara onları maruz bırakması ile olur. Bu onların günahları sebebiyledir. Çünkü Allah, «Biz onlara zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler»; başka bir ayette, «O durumunun sonucunu tattı. Onun halinin sonu hüsrandır»; başka bir ayette, «Nice ülkeler vardır ki Rabbinin ve peygamberlerinin emrine isyan ettilem diye buyurmuştur.
«Helak» ile en kuvvetli görüşe göre normal ölüm kastedilmiştir. «Azab» ise öldürülmek veya musibetlere maruz kalmak suretiyle ölmektir.
Bazılarına göre, helak lâfzı salihler, azab lâfzı ise asiler için kullanılmıştır.
Mukatü'den gelen bir rivayette şöyle denilmektedir:
«Ben Dahhak b. Muzahim'in kitaplarında bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak şunu gördüm:
Mekke'ye gelince, onu Hazeşliler yıkacaklardır. Medine'yi açlık, Asra'yı tufan mahvedecektir. Küfe Türklerin eliyle, dağlar yıldırımlarla yıkılacaktır. Horasan'ın azabı ise çeşitlidir. Her şehrin adını veren Dahhak b. Muzahim, onun harap olma nedenini de zikretmektedir.» [83]
59- Bizi ayetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey önceki ümmetlerin (onlan) yalanlamış olmasıdır. Nitekim Se-mud (kavmin) e açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve verdik. Onlar ise ona (deveye) zulmedip (boğazladılar). Oysa biz ayetleri korkutmak için göndeririz.
60- (Hatırla o zamanı) ki biz sana, «Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır» demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı ve Kur* an'da lanetlenen ağacı insanları denemek için meydana getirdik. Biz onları korkutuyoruz. Ama bu (korku), onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şeyi artırmıyor.
61- Hani biz meleklere, «Adem'e secde edin» demiştik de İblisin dışında hepsi secde etmişlerdi, İblis; «Ben çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim?» dedi.
62- «Şu benden üstün kıldığına bir bak: Yemin olsun ki eğer, beni Kıyamet'e kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun zür-riyetini kendime bağlayacağım» dedi.
63- (Allah): «Git» Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilsin ki cehennem hepinizin cezasıdır. Tam bir ceza!...» dedi.
64- «Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle sars (şaşırt). Süvarilerinle, yayalarınla onlan yaygaraya boğ! Mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine va'dlerde bulun». Şeytan insanlara aldatmadan başka bir şey va'detmez.
65 - «Benim kullarım üzerinde senin hiç bir ağırlığın (hakimiyetin) yoktur». Vekil (savunucu) olarak Rabbin yeter!
66- Rabbiniz, fazlından aramanız için denizlerde gemileri sizin için yüzdürendir. Doğrusu o sizin için pek merhametlidir.[84]
(59) «Bizi ayetler (mucizeler) göndermekten...» Bu Ayetin Tefsiri
«Ayetler» ifadesiyle Kureyş'in Hz. Peygamber'den getirmesini istediği mucizeler kastolunmaktadır.
îbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Mekkeliler Hz. Pey. gamber'den (s.a) Safa Tepesi'ni altın yapmasını ve Mekke'nin etrafındaki dağları kaldırmasını, buraların ova haline getirilip, zira-ate elverişli kılınmasını istemişlerdi. Bu isteğe karşı, Hz. Peygamber Allah'tan bu mucizeleri istemeye meylettiğinden dolayı şöyle buyuruldu: «Onları kendi haline bırak. Dileyen iman etsin, dileyen istediği şekilde hareket etsin. İstersen onların taleplerini kendilerine verelim. Ancak buna rağmen küfre devam ederlerse, daha önceki ümmetlerin' bu durumda geçirdikleri felaketi onların başına getirir, zürriyetlerini yeryüzünden sileriz». Bunun üzerine Hz. Peygamber; «Hayır, ben onların kendi hallerinde bırakılmalarını isterim» deyince, bu ayet nazil oldu (İmam Ahmed, Neseî, Hâkim, Tabaranî).
Yani bu ayette ilk ümmetlerin istediği mucizeler geldiği halde iman etmediklerine işaret edilmiştir. Yalanlacuklan içindir ki onların istekleri yerine getirilmemiştir.
«Afenaa» fiili başkasını alıkoymak (menetmek), onu yapmak istediğinden cebren caydırmak anlamındaki «men'i» kökünden | gelmektedir. Böyle bir durum, Allah hakkında muhal olduğundan, müfessirler fiilin burada sarf/çevirmek anlamında olduğunu söylemişlerdir. Yani, «bizi onların istedikleri mucizeleri göndermekten çeviren şey, önceki ümmetlerin istedikleri mucizeler geldiği halde, onları yalanlamaları ve kökünden silinip gitmeleridir. Bu durum onların da başına gelecektir». Azabın tehir edilmesindeki hikmet ya Hz. Peygamber'in şerefinin artmasının izharıdır, ya da müşriklerden doğup gelen müminlerin şanına önem vermek ve bunların içinde ileride iman edeceklerin durumunu nazarı itibara almaktır. Yahut bizim bilmediğimiz başka hikmetler söz konusudur.
Bazı müfessirlere göre ayetin mânâsı şudur:
«Biz, o müşriklerin senden istedikleri mucizeleri göndermeye ceğiz. Çünkü biz onların o mucizeler geldiğinde iman etmeyeceklerini biliyoruz. Nitekim senden önceki peygamberlerden de ümmetleri aynı şeyleri istediler ve o mucizeler geldiğinde iman etmediler. Bu yüzden onlara mucize göndermenin bir anlamı yoktur. Hikmet sahibi olan Allah'ın böyle faydasız şeyler yapması müm-kün değildir».
Bu yoruma şu şekilde itiraz edilmiştir: «Eğer bu geçerli bir sebep olsaydı, Allah Teâlâ Önceki ümmetlere de mucize gönder- g mezdi. Ayrıca ayetin nüzul sebebi, ilk yorumun daha doğru olduğunu ortaya koymaktadır».
«Nitekim Semud (kavmin)e açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve verdik»; zira onlar Hz. Salih'ten, taştan böyle bir deve çıkarılmasını istemişlerdi. Bu mucizeyi gördükleri takdirde iman edeceklerine söz verdikleri halde iman etmemişlerdir.
«Mubsiraten» kelimesi ism-i faildir ve devenin hâlini ifade etmektedir. Yani «apaçık gören bir deveydi». Katade bu kelimeyi nMebsere» şeklinde okumuştur ki bu takdirde anlam, o devenin ibret yeri, görünecek yer olduğuna delâlet eder. Zeyd b. Ali ise bu kelimeyi «Mubsiratun» olarak okumuştur. Yani o deve görücüydü. [85]
Semud kelimesi, yabancı bir dildendir. Ancak bazı müfessirler Arapça olduğunu söylemiştir. Semud, bir kabile ismidir. Yani, «o kabileye peygamberlerinden istedikleri mucizeyi verdik. Ancak onlar zulmederek, o mucizeyi inkâr ettiler. Onun Allah katından geldiğini veya Hz. Salih'in tasdik edilmesi için verilen o mucizenin gerçek oluşunu reddettiler. Ya da zalim olduklarından dolayı, onu inkâra kalkıştılar. Onun Allah katından olduğunu söyleyeceklerine, onu kestiler. Veya nefislerine zulmettiler. Deveyi kesmekle, kendilerini helâka maruz bıraktılar».
Allah Teâlâ'nın burada özellikle Semud kavmini zikredip, mucizeler geldiği halde iman etmeyen diğer kavimlerin zikretmeme-sinin nedeni, Mekkelilerin de Semud kavmi gibi Arap soyundan gelmiş olmalarıdır. Mekkeliler Semud kavmini tanıyorlardı. Çünkü memleketlerine yakın bir bölgede yaşamışlardı. Mekkeliler ticarî seferlerinde gidip gelirken, onların harabeleri yanından geçerlerdi. [86]
Deve canlı olarak taştan çıktığı ve «ister taş olun ister demir» ayetinin gerçekliğine açık bir delil teşkil ettiği için, Allah Teâlâ böyle bir ifade kullanmıştır. Ancak ilk yorum Kur'an'ın nazmına daha yakındır.
«Oysa biz ayetleri korkutmak için gÖTideririz»; yani bu Allah', in bir sünnetidir. O, mucize istedikten sonra inanmayanların kökünü silip süpürür.
Bu mucizelerin dışındaki Kur'an'ın diğer ayetleri, kendiliğinden meydana gelen mucizelerde (meselâ ayın ikiye bölünmesi gibi) Ahiret azabiyla korkutma varsa da, dünya azabıyla korkutma yoktur.
İbn Cerir'in Katade'den rivayet ettiğine göre, Allah ayetlerinden dilediği ile insanları korkutur. Dolayısıyla da insanlar, Öğüt alır ve dönerler.
İbn Atiyye, Allah Teâlâ'nın ibret verici ayetlerinin üç kısma ayrıldığını söyler:
1- Her şeyde geneldir. Nitekim şair, «Her şeyde onun için bir ayet vardır. O'nun bir olduğuna delâlet eder» demiştir. Burada alimlerin fikri sözkonusudur.
2- Mutad olan kısım. Şimşek çakması, ay ve güneşin tutulması gibi. Burada da cahillerin fikri sözkonusudur.
3- Adetleri yırtan (mucize) kısım. Peygamberliğin son bulmasıyla bu kısım da son bulmuştur. Fakat bu zamanda ancak onun mislini vehim etmek muteberdir.
Alusi, bu sözde kerametin unutulduğunu söylemektedir. Çünkü ehli sünnet, her asırda veli olan kimse için kerameti ispat etmiştir.[87]
Kısacası bu ayet ile kastedilen, kâfirlerin keyiflerince gösterilmesini istedikleri mucizelerdir. Nitekim İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'den Safa Te-pesi'ni altın yapmasını istemişlerdi.
Ayetten anlaşıldığına göre, daha Önce de bu tür mucizeler isteyen kavimler olmuştu ve onlann asıl maksatları da inanmak değildi. Allah Teâlâ onlann, kendi peygamberlerinden istedikleri mucizeleri verdi, fakat iman etmedikleri için de onları helak etti. Bu Allah'ın bir kanunudur. Eğer Hz. Peygamber de müşriklerin istedikleri mucizeleri göstermiş olsaydı, onlar yine inanmayacaklardı. O takdirde önceki kavimler gibi onlar da helak olacaklardı. Nitekim yukarıdaki ayette Hz. Salih'in kavmi olan Semud'un isyankâr tutumuna değinilmekte ve mucizeden maksadın korkutmak olduğu tasrih edilmektedir. Ki bu takdirde mucize imana vesile olabilir ve beklenen faydayı sağlayabilir. [88]
(60 «(Hatırla o zamanı) ki biz sana...»
Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ'nın insanları ilmen ihata etmiş olması, ilminin onları ihata etmesidir. Kimin ne yaptığı, ne düşündüğü, nasıl hareket ettiği gibi konuların hepsinin bilgisi Allah'ın yanındadır. Bu yorum, birçok müfessir tarafından, îbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
İnsanların ahvali, fiilleri, geçmişleri, gelecekleri, küfürleri, yalanlamaları, imanları, Allah'a gizli değildir. [89]
Bu ayette bahsi geçen rüyadan maksad, Rasûl-ü Ekrem'in İs-ra gecesi görmüş olduğu yer ve gökteki harikuladeliklerdir (Bu-hari, Tirmizi, Nesei bu görüşü İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir).
«Rüya» kelimesi birçok alimin görüşüne göre, ister uykuda olsun ister yakazada mutlak görme mânâsındadır. Bazıları «uyJcu halinde veya geceleyin yakaza halinde görmek mânâsına geliyor» demişlerdir. Meşhur olan görüşe göre rüya kelimesi, uyku halinde görülen düş anlamındadır. «Rasûl-ü Ekrem'in İsra'sı uyku halinde olmuştur» şeklinde iddiada bulunanlar da bu noktaya dayanmışlardır. Fakat ayette onların bu fikirlerini reddeden noktalar vardır.
îsra'nın bedenen olduğunu savunan en sahih görüşe göre, İs-ra'ya burada «rüya» denilmiştir. Çünkü İsra'ya karşı çıkanlar ona rüya demişlerdir. Yani onların iddialarına binaen Cenab-ı Hak bu tabiri kullanmıştır. Tıpkı «Alihe (mabud)» dediklerinden dolayı Cenab-ı Hakk'm aynı tabiri kullanması gibi. Nitekim bir rivayete göre İsra haberini veren Rasûl-ü Ekrem'e onlardan birisi: «Belki bunu uykuda görmüşsündür» demişti. Bu tabirin İsra konusunda rüyaya benzeme noktasından ileri gelmesi de mümkündür. Çünkü îsra'da da acaiplikler vardır, tıpkı düşlerde olduğu gibi. Veya İsra olayı geceleyin cereyan ettiği veya kısa bir zamanda gerçekleşmiş olduğu için bu tabir kullanılmıştır. Ayetin mânâsı, bu takdirde şöyle olur: «Sana ayan beyan gösterdiğimiz o rüya büyük bir mucize olmasına ve onun doğruluğuna dair burhan ve delillerin senin elinde bulunmasına rağmen onu bir deneme yaptık. Böylece insanlar onunla fitneye düştüler. Hatta müslüman olan bazı kişiler de dinlerinden döndüler».[90]
Kur'an'da lanetlenen ağaçtan maksat nedir? Buhari'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre bu, zakkum ağacıdır. Lanetlenme1 sinden maksat, bunu yiyen kafirlerin lânetlenmesidir (Bu görüş îbn Abbas'tan rivayet edilmiştir).
Cenab-ı Hak ağaca «lanetlenmiş» vasfını vermekle onu yiyen kâfirleri kastetmiştir. Veya onun kendisini lânetlemiştir. Bu takdirde lanet kelimesi ile lûgavî mânâ kastedilmiş olur. O da uzaklık demektir. Bu ağaç rahmetin en uzak bir mekânında bulunduğu, cehennemin temelinde olduğu için hakikaten lanetlenmiş, uzak kılınmıştır.
İbn'ul-Munzir, îbn Abbas'tan rivayet ediyor ki: «Bu ağacın lanetle vasıflanmasının nedeni, başındaki dalların şeytan başına benzemesinden ileri gelmektedir. Şeytanlar lanetlenmişlerdir.»
«Onun insanlar için fitne oluşu» hakkında şu rivayet gelmiştir: Bu ağacın bahsi Saffat ve diğer surelerde nazil olunduğunda, Ebu Cehil ve diğer müşrikler: «Baksanıza, Muhammed sizi taşları yakacak bir ateşle tehdit ediyor ve sonra da o ateşte ağaç bittiğini söylüyor. Halbuki zakkum bizim katımızda hurma ile kaymak demektir» dediler. Bundan sonra Ebu Cehil bir cariyesine emrederek hurma ile kaymak getirtti. Ebu Cehil arkadaşlarına «gelin
zakkum yeyin» dedi ve bu sözüyle bazı zayıf imanlıları da şüpheye düşürmüş oldu. Bunlar akıllarının kaziyesine karşı mükabere yaptılar. Zira onlar gözleriyle görürlerdi ki neama adlı kuş ateşin korlarını yutuyor ve kıpkızıl kesilmiş demir parçalarını yiyordu. Bunlar kendisine hiçbir zarar da vermiyordu. Bir de semender denilen hayvanın tüyünden mendiller ediniyorlardı. Bu mendiller kirlendikleri zaman ateşe atıldığında kirleri gidiyor fakat kendileri sapasağlam kalıyordu. Ayrıca onların darb-ı meselleri arasında || «her ağaçta ateş vardır» şeklinde bazı ifadeler vardı. Merh ve İfar adı verilen ağaçların dallan birbirlerine sürtüldüğünde, bu sür-tünme sonucunda bir su çıkar ve o su, tıpkı bir gaz gibi ateşin yanmasına sebep olurdu. İbn Abbas; «bu ağaçtan maksud, işte || şu ayette zikredilen ağaçtır» demiştir. İbn Abbas'm işaret ettiği » ayet ise şöyledir: «Kötü (murdar) bir kelimenin örneği, kötü (murdar) bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden koparılmış, yerinde durma imkânı kalmamıştır». (İbrahim :26) O ağacın Kur'-an'da lanetlenmesine gelince, bu kötü (murdar) şeklinde vasıflan-dırılmasmdan kinayedir. Bu ağaçtan gelen fitnenin nedeni, onlar bu ayeti dinlediklerinde, «Bu bitkilere ne oluyor ki (bu bitkilerin özellikleri nedir ki) Kur'an'da zikrediliyorlar?» demek suretiyle alay etmeleridir. Muhtemeldir ki ayetteki «kuşatma» ve «kapsa-maksat, kudretle kuşatma ve kapsamadır. Bu takdirde bu ayet, Rasûlullah'ı teselli etmek için gelmiştir. Yani Rasulullah' in bunların istedikleri mucizeleri Cenab-ı Hak niye vermiyor diye düşünüp üzülmemesini sağlamak için bu ayet nazil olmuştur.
Aynca bunun bir diğer nedeni, kâfirlerin «Eğer sen hak peygamber olsaydın, senden önceki peygamberlerin istenilen mucizeleri getirmeleri gibi, sen de mucizeleri getirirdin» demeleridir. Ce- 1 nab-ı Hak Rasûlü'ne adeta şöyle demektedir: «Biz sana Rabbin g hakkında; lâtiftir, insanları kapsamış ve kuşatmıştır. İnsanlar Allah'ın kudret kabzasındadır. Onun meşiyetinden çıkamazlar. Allah | seni onlardan korur. Binaenaleyh, onlara önem verme! Allah'ın sana emrettiklerini tebliğe devam et. Görmez misin sana gösterdiğimiz o rüyayı insanlar için bir fitne (deneme) kıldık. O, şüpheleri uyandırdı. Halbuki bu senin durumunda herhangi bir zayıflık, herhangi bir gevşeklik meydana getirmemiştir.»
Bazıları (daha önce söylediğimiz gibi) «ihata (kapsamak kuşatmak) burada ilmendir» bazıları «insanları kuşatmanın mânâsı, onları helak etmektir» demişlerdir. Bu takdirde «insanlar» Ku-reyş'ten kinaye olurlar. Bu helakin zamanı da Bedir Günü'ydü. Cenab-ı Hak, «helak etmiştir» tabirini kullanmıştır. Çünkü mutlaka olacak bir şey, sanki olmuş gibi takdim edilmektedir.
Bazıları, «rüya kelimesi, Rasûlullah'ın Beö^'de kâfirlerin öldürülecekleri noktaları rüya âleminde görmesinden kinayedir» demişlerdir. Nitekim bazı rivayetlerde bu husus açıkça belirtilmiştir. Ve sahih bir hadise göre Rasûl-ü Ekrem, Bedr kuyularına var. dıkları zaman şöyle buyurmuşlardı: «Allah'a yemin ederim, ben şu anda kavmin vurulup düşeceği noktaları görüyorum». Bununla beraber elini sözkonusu yerde bulunan muhtelif noktalara koyarak; «îşte bu filanın yeridir Burası da falanın düşeceği yerdir» diyordu. İşte bu açıkça göstermektedir ki Hz. Peygamber bu «rü-ya»yı uyku halinde görmüştü.
Rivayete göre Kureyşliler Bedr kuyusunda Peygamber'e gelen vahyi duyup işittiklerinde ve Peygamber'e Bedr'de onların düşüp ölecekleri yerlerin uyku halinde gösterildiğini duyduklarında güler ve alay ederlerdi. İşte fitneden maksat budur.
Bu müfessirler Hz. Peygamber'in rüyasını şöyle tevil ediyorlar: «Peygamber, rüyasında Mekke'ye gireceğini gördü. Bu rüyayı ashabına söyledi. Böylece Mekke'ye girmek üzere gitti. Fakat müşrikler Mekke'ye girmesine mani oldular. Bu hadise Hudeybiye senesinde cereyan etti».
Bu görüşü Ebu Müslim'le Cübbai desteklemektedir. Fakat bu durum, surenin Mekke Dönemi'nde nazil olması halinde mümkündür ki onların Bedr'de helak edileceklerine dair vahy ve bu rüya Mekke Dönemi'nde vaki olmuş olsun. Fakat bu tevil, zahirin hila-fmadır. [91]
İbn Cerir, Seni bin Sa'd'dan şöyle rivayet ediyor: «Allah'ın Rasûlü rüya âleminde Beni Umeyye'nin, maymunların sıçraması gibi minbere sıçradığım görmüştür. Bu rüya Rasûlullah'ın hoşuna gitmedi. Ve Peygamber bu rüyadan sonra Ölünceye kadar gülünü semedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.»
İbn Ebi Hatim, İbn Merduveyh, Beyhaki «DelâiUde ve İbn Asakir, Said Bin Musseyeb'den şöyle rivayet ediyorlar: Allah'ın Rasûlü Beni Umeyye'yi rüya âleminde minberler üzerinde gördü. Bu rüya Peygamber'in hoşuna gitmedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak {(Onlara verilen ancak dünyadır» seklinde kendisine vahyetti. Ve Rasûlullah sevindi».
İbn Ebi Hatim, Ya'la bin Mürre'den şöyle rivayet ediyor: «Allah'ın Rasûlü: «Rüya âleminde Beni Umeyye'nin minberler üzerinde olduklarım gördüm. Onlar yeryüzünü mülklerine geçireceklerdir. Onları kötülük erbabı olarak göreceksiniz» buyurmuş ve bu sözleri söylediği için üzülmüştür. Allah ta bu ayeti teselli olsun diye o zaman indirmiştir.
İbn Ömer'in rivayet ettiğine göre, Rasûl-ü Ekrem şöyle buyurdular: «Hakem Ebu'l As'ın çocuklarını minberler üzerinde gördüm. Sanki maymun gibiydiler». Cenab-ı Hak bu sözlerden sonra yukarıdaki ayeti indirdi.Bu ayette «lanetlenmiş ağaç»tan maksat, hakem üe çocuklarıdır. Bazı tefsir alimlerinin ibarelerinde «lanetlenmiş ağaç»tan maksat, «Beni Umeuye'dir» şeklinde geçmektedir.
İbn Merduveyh'in, Aişe validemizden rivayet ettiğine göre, Hz. Aişe Mervan Bin Hakem'e şöyle dedi:
«Rasûlullah'tan dinledim. Senin baban ve dedene; «kesinlikle siz Kur'an'da lanetlenmiş ağaçsınız» dedi».
Bu ayete binaen «Allah'ın insanları kuşatmasumm mânâsı, kaderleriyle onlan çepeçevre sarması demektir. Bu takdirde bunun insanlar için fitne kılınmasının mânâsı onlan belâ ve deneme kılması demektir (îbn Museyyib böyle tefsir etmiştir).
Bu, Beni Umeyye halifelerine nisbetle böyledir. Onlar ki işlediklerini işlediler, hakkın sünnetlerinden inhiraf ettiler, adaleti yerine getirmediler. Bunun arkası ise onların katında iş gören, habislikleri işleyen veya onlar ne durumda olurlarsa olsunlar, yardımcıları olanlara nisbetendir. Ayetin muhtemel mânâsı «onların halifeliğini ve onların nefislerini ancak fitne olarak kıldık» demektir. Böylece en şiddetli bir şekilde yerilmiş olurlar.
Buna binaen «Nuhavvifuhum» kelimesindeki zamir ya bütün müşriklere, ya da Beni Umeyye müşriklerine racidir. Masum kanı akıtmalan, masum ırz ve namuslan ayaklar altına almalan, kendileri için helâl olmayan mallan almalan, haklan sahiplerinden alı-koymalan ve ahkâmı tebliğ ve Allah'ın peygamberine gönderdiğinin aksiyle hükmetmeleri, onların lanete uğramasına sebep olmuştur.
Evet, onlardan öyle büyük kabahatler, Öyle büyük rezaletler sadır olmuştur ki gece ve gündüzün devam ettiği müddetçe bunlar unutulamaz. Onların lanetlenmeleri ya Şia'nın iddia ettiği gibi özel olarak Kur'an'da belirtilmiştir, veya bizim dediğimiz gibi genel olarak açıklanmıştır. Zira Cenab-ı Hak: «Gerçek şu ki Allah'a ve Rasûlüne eziyet edenlere, Allah dünyada da Ahiret'te de lanet etmiş ve onlar için aşağilaUcı bir azap hazırlamıştır» (Aiızab, 57) diye buyurmuştur.
«İşte bunlar... Allah onları lanetlemiş, böylece kulaklarını sa-ğırtaştırmış ve basiret gözlerini de kör etmiştir.» (Muhammed 23)
Evet, daha nice ayetler vardır. Onların bu genel lanetlemenin kapsamına girmeleri neredeyse lânetleyenler listesinin birinci basamağını teşkil etmektedir. Evet, onlardan bir kişiyi Özel olarak lanetlemek caiz değildir. Zira sünnet ve cemaat ehli açıkça şunu belirtmişlerdir: «Firavun ve Nemrud gibi küfür üzerinde öldükleri kesin olarak sabit olmayan kâfirlere özel olarak lanet edilmezken acaba kâfir olmayan bir kişiye nasıl lanet edilecektir?» [92]
Es-Sirac el-Belkınî «Muayyen bir asiye lanet etmek caizdir» diye iddia etmiştir. Ve bu iddiasını da Müslim ve Buhari'de geçen şu hadisle desteklemiştir: «Kişi hanımını yatağına davet ettiği zaman hanım gelmekten çekinirse ve kişi kendisine öfkeli olarak yatarsa, sabaha kadar melekler o hanıma lanet ederler».
Cevap olarak denilmiştir ki: «Meleklerin laneti geneldir. Yani melekler «kim kocasının yatağını terkederek gecelerse Allah ona lanet eder» demişlerdir». Eğer Sirac Belkınî, Müslim'in; «RasûU lullah, yüzüne dağ vurulmuş bir merkebin yanından geçtiğinde: «Kim böyle yaparsa Allah ona lanet etmiştir» şeklindeki hadisiyle delil getirseydi daha açık olurdu. Çünkü bu hadiste muayyen bir kimseye açıkça lanet edilebileceğine işaret vardır. Sirac Belkinî'ye uyan bazı kimseler de şu sahih hadisi delil getirmişlerdir: «Yarat, Rail, Zekvan ve Esiye adlı kabilelere lanet et. Onlar Allah'a ve Ra-sûlü'ne isyan ettiler.» Dikkat edilecek olursa bu hadiste, belli kavimlere lanet okunmuştur.
Fakat buna da cevap olarak denilmiştir ki: «RasûUı Ekrem onların hepsinin veya çoğunun küfür üzerinde öleceklerini bildiği için lanet etmiştim.
Öyleyse ancak küfür üzerinde Ölenlere lanet edilebiliyor. Bu da zoraki bir cevaptır. Gizli değildir ki ayeti Beni Umeyye ile tefsir etmek ayetin siyakına uygun değildir. Hadislerin sıhhatini ise Allah daha iyi bilir.
Bazı müfessirler, «Lanetlenmiş ağaçtan maksat Ebu Cehil'dir. Zira o lânetlikür. Müslümanlar için bir fitne ve belâ idi» dediler.
Bazılarına göre lanetlenmiş ağaçtan maksat Rasûlullah'ın aleyhine kışkırtmalarda bulunan yahudilerdir. Onlar Kur'an'da apaçık lanetlenmiştir. Onların fitneleri şuydu: Onlar peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Peygamber geldikten sonra ise onu inkâra kalkıştılar ve «Bizim beklediğimiz bu değildir» dediler ve bu sözleriyle birçok kimsenin İslâm'a girmesine engel teşkil ettiler. [93]
Beni Umeyye'yi genel olarak lanetlemek, Alusî'nin de işaret ettiği gibi, ehli sünnetin çoğuna ters düşen bir durumdur. Belki de bu tür hadisler ehli sünnet katında sahih görülmemişlerdir. Beni Umeyye arasında Ömer bin Abdülaziz gibi bütün ehli sünnetin, hatta Şia'nın bile kabul ettiği bazı kimseler vardır. Ehli SünnetBu Ayetin Tefsiri
katında en muteber tefsir olan Beyzavi'de «Bu ağaç, Ebu Cehille, Hakem bin Ebu'l-As'la, şeytanla tevil edilmiştir» denilmektedir. Yani bütün Beni Umeyye değil de onlardan Hakem bin Ebu'l-As tahsis edilmiştir. Beni Umeyye arasında Hz. Osman ve daha nice sahabeler bulunmaktadır.
İbn Kesir «Lanetlenmiş ağaçtan maksad Beni Umeyye'dir de. nilmişse de bu hadis garip ve zayıftır» diyor. Ve daha önce naklettiğimiz hadislerin çoğunun senedi için îbn Kesir «cidden zayıftır» kaydını koymaktadır.
Zayıf olduklarından dolayı İbn Cerir, «Bu rüyadan maksat İsra gecesi, «lanetlenmiş ağaç» ise Zakkumudur. Çünkü ehli tevilin hücceti derlenmiş ve bu hususta icma haline gelmiştir» diyor. [94]
Ayetin sebebi nüzulü bahsinde gelen rivayetler birbirleriyle muaraza etmektedirler. Aralarım bulmak da mümkün değildir, Öyleyse en kuvvetlisi sıhhat bakmamdan hangisi ise onu nazarı iti bara almak gerekir. O da bu ayetin îsra olayı hakkında nazil olduğuna dair serdedilen görüştür.
İbn Kesir, «Bu noktada ehli tevilin hüccet birliği vardır» der ve ağaç tefsirinde de, «Zakkum ağacı bahsinde hüccet birliği vardır ve binaenaleyh bu tefsirlerden başka yorumlara itibar edıU mez» demiştir.
(61) «Hani biz meleklere...»
Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber'in kavminden ötürü büyük bir tehlike ve deneme içinde bulunduğunu beyan ettikten sonra bütün peygamberlerin de bu durumda olduğunu açıklamaya geçti. Bu eski bir adettir ve bunu İblis icad etmiştir. Yani ilk peygambere karşı çıkan odur. Bu kıssa (yani meleklerin Hz. Adem'e secde etmesi, İblis'in etmemesi Kur'an'm yedi suresinde tekrar edilmektedir: 1 — Bakara, 2 — A'raf, 3 — Hicr, 4 — İsra, 5 — Kehf, 6 — Tâhâ, 7 — Sad.
(Bu ayetin tefsiri Bakara ile A'raf Suresi'nde geçmişti. Oraya bakılabilir.)
(62) «Şu benden üstün kıldığına...» Bu Ayetin Tefsiri
İblis'in iki sözü arasında fiili Cenab-ı Hak kullandı. İkinci sözün birincisiyle bitişik olmadığını sezdirmek o sözün oradaki nedenin üzerine değil de başka bir şey üzerine bina edildiğini ilân etmek içindir. Yani Cenab-ı Hak, İblis'i en yüce makamdan tar-dettikten, ona lanet ettikten, İblis Allah'tan mühlet istedikten ve Allah tarafından kendisine mühlet verildikten sonra bu sözü söyledi.
«Eraeyteke» fiilinin sonundaki kâf hitab harfidir. Aynı fiildeki ta harfinin tekididir. Yani, «şu benden daha üstün kıldığın zatı niçin benden daha üstün kıldığını —ki ben ondan daha üstünüm— bana haber verir misin?»
Perra'ya göre bu fiilin sonundaki kâf harfi zamirdir ve fülin mefulu olur. Yani, nefsini gördün mü? Bu tıpkı ben şöyle yapacağım diye emrinin sonunu düşündün mü?>sözü gibidir. Bu takdirde «Hazâ» kelimesi mübteda, «ellezi» kelimesi onun haberidir ve istifham harfi hazmedilmiştir. Yani «Benden üstün kıldığın şu Adem midir?»
Bazı müfessirler bu yorumu kabul etmekle beraber «kâf, te-kid için getirilen hitab harfidir» dediler. Yani «Bana haber ver, benden üstün kıldığın bu mudur?»
Tekrim kökünden gelen ({keremle» fiili «tafdil» (üstünlük) mânâsını ifade eder. Bu mânâların hangisi irade edilirse edilsin bu ayetteki ismi işaret, tahkir içindir. Yani Hz. Adem'i önemsemeyerek «Şu mudur benden üstün kıldığın?» denilmek istenmiştir.
«Andolsun beni Kıyamet'e kadar geciktirirsen, (bana mühlet verirsen) kesinlikle onun zürriyetini istilâmın altına alacağım» ifa-desindeki «geciktirmek»ten maksad diri bırakmak veya ölümünü geciktirmek demektir. Ayetin metnindeki «Ehtenikenne» füli, onları kuvvetli bir şekilde istilâ edeceğim demektir. (İbn Cerir ve başka müfessirler bu rivayeti İbn Abbas'tan naklederler. Perra da buna kail olmuştur.)
Bu fiilin mânâsı «onların temelini kazıyacağım», «kışkırtmak suretiyle onları helak edeceğim» anlamına da gelebilir. Bu takdirde fiil, helak mânâsına gelen «Henk» kökünden alınmış olur. Veya ağzın burun tarafındaki en yüksek tavanı mânâsmdadır. (Teberi Cübbai ve bir cemaat bu tevili benimsemişlerdir.)
İbn Ebi Hatim İbn Zeyd'in, «ibare; «Onları kesinlikle dalâlete götüreceğim» mânâsını ifade ediyor» dediğini nakletmektedir. Zannederim ki İbn Zeyd'den gelen bu mânâ, ayetin mânâsının bir özetidir.
Buradaki ayet tıpkı şeytanın «Andclsun, onlar için yeryüzünde her şeyi süslü püslü göstereceğim ve andolsun onların hepsini dalâlete götüreceğim» sözü gibidir. «Onlardan az bir kimse müs-tesnadır» sözünde kastedilenler de başka bir ayette istisna edilen halis kullardır. (Allah bizi onlardan kılsın.)
Ayetten anlaşılıyor ki lanettik İblis, ya meleklerden işiterek veya levhi mahfuzu görerek veya meleklerin «Sen yeryüzünde ifsat edecek, kanlar akıtacak bir kimse mi kılıyorsun?» sözünden istinbat ederek veya kendi ferasetiyle bu durumu sezdiği için, te-kidli bir şekilde bunu istemiştir. Bu «02 fcimse»lerin «istisna ediU mesi» ferasetiyle de olabilir. Sanki o kendisiyle Hz. Adem arasında bir müşterek noktayı bu «a2»ın istila edilmemesinde görüyor. Onun için ilk evvela bunu söylüyor.
Hasan Basri'den gelen bir rivayete göre «O bunu zannetmiştir.» Çünkü Adem'e vesvese yaptı ve onu aldattı. Ve olan da böylece olmuş oldu. Böylece Ademoğulları'nı Adem'e kıyas ederek bunu söyledi. Hasan Basri'nin bu görüşünde işkal vardır.
(63) «Allah: Git! Onlardan kim sana uyarsa...» Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki «gitmek»ten maksad «gelme»rân tersi olan gitmek değildir. Belki Cenab-ı Hak, İblis'i, nefsinden gelen kuruntularla başbaşa bırakıyor, tıpkı sana muhalefet eden bir kimseye «istediğini yap» demen gibi ona bu sözü söylüyor.
Bazı müfessirler, «izheb» emrinin «gelmek» fiilinin tersi olan «gitmek» mânâsını ifade ettiğini söylemişlerdir. O zaman ayetin mânâsı tıpkı şu ayetin mânâsı gibi olur: «Oradan çık! Kesinlikle sen tardedilmiş, uzaklaştırılmışsın».
Bazı tefsirciler de «Bu «gitmek»ten maksat onu kovmaktır.»
demişlerdir. Fakat «£reZme»nin tersi olan «gitme»rûn burada kas-tedilmediğinin delili bunun arkasından gelen ilâhi tehdittir.»
«Onlardan kimyana tabi olursa, hakkı bırakırsa kesinlikle cehennem senin de onların da cezasıdır».
Görüldüğü gibi burada muhatap gaib olanlara galip gelmiştir. Çünkü gaib olanlar onun tabileridir. O da kendisine tabi olunandır. Tabi olunanın hakkı gözetilmiştir.
Zemahşeri «Hitab burada İblis'e değil ona tabi olanlaradır» demiştir. İbn Hişam, «Zemahşeri'nin bu görüşü fasittir. Çünkü cevap veya haber bağlaçtan o zaman hali olur. Zira hitap zamiri bağlaç olamaz» der. Fakat Zemahşeri tarafından İbn Hişam'a şu cevap verilmiştir:
«Bu ayet «Feyukalu Lehum» (olanlara denir) kelimesinin tak* diriyle tevil edilmiştir. Yani onlara denir ki: Cehennem sizin ceza-nızdır.»
Fakat bu cevaba şu şekilde itiraz da edilmiştir: «Eğer 'onlara denir' fiili takdir edilirse o vakit gaibten hitaba çıkmış oluyor.»
Ayetin sonundaki «Mevfuren» kelimesi «tastamam», «hiçbir ferdi geri kalmaksızın» demektir. Yani eksiksiz bir ceza ile cezalandırılacaksınız.
(64) «Onlardan gücünün...» Bu Ayetin Tefsiri
«Şaşırtmakla hafife almak» mânâsını ifade eden «istefziz» emri tehdid içindir. Bundan sonra gelen emirler de böyledir. Çünkü bu emirlerden hakikat kastedilemez. Zira Cenab-ı Hak fahişi, çirkini, uygunsuzu emretmez. Yani «kandırabüeceğin kimseleri kandır» demektir. «Sesinle» yani «Allah'ın masiyetine çağırmanla, vesvesenle kandırabildiğin kimseleri kandır!»
İbn'ul-Munzir ve îbn Cerir Mücahid'den şöyle rivayet etmişlerdir:
«Ses, teganni, çalgı aletlerinin çalmak, lehiv (yani mânâsız konuşma ve hareketler) bâtıl sözler ve kıpırdanmalardır». Yani «ses» in mesabesinde olan bu vasıtalarla kandırabüeceğin kimseleri kandırabilirsin.
«Eclib» fiili celb kökünden gelir ve «bağırmak» mânâsını taşımaktadır. Bu görüş Ebu Ubeyde'ye aittir. Zeccac'a göre «eclib», «derlemek», «düşmana karşı askeri derli toplu hale getirmek» mânâsına gelir.
îbn Arabi «Kişiyi tehdid etmek ve aleyhinde derleme yakmak manasınadır» diyor.
Ayetin metninde geçmekte olan «Hayl» kelimesi esasında «at» demektir. Fakat burada atlılar/süvariler kastedilmiştir.
Metindeki «Recilike» kelimesi de yayalar demektir. Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki lânetli şeytanın, atlı ve yayaları (yani askerleri) vardır.
Bazıları «Bu askerler dnlerden»y bazıları da «Cin ve insanlardandım dediler. (İbn Abbas'tan gelen rivayet, sonuncusudur.)
Mücahid ve Katade «Onun atlıları ve yayaları, cinler ve insanlardan oluşur» demiştir. Binaenaleyh Allah'ın masiyetinde savaşan her süvari, îblis'in süvarileridir. Allah'ın masiyetinde savaşan her yaya da onun piyadeleridir.
Başka alimler de «Şeytanın ne süvarisi ne de piyadesi vardır» derler. Bu tabirler düşünmeksizin şeytana yardımcı olup peşine takılan kimselerden kinayedir.
Bazıları «Sesiyle oritan aldatmak, süvari ve piyadeleriyle onlara hücum etmek, onların üzerindeki tasallutuna birer örnektir» demiştir.
«Onların mallarında onlara ortak ol», yani onlan, serveti uygun olmayan kaynaklar edinmeye şevket.ve Allah'a isyana götürmek suretiyle mallarına ortak ol.
Bazıları «mallarını zinaya sarfetmek hususunda onları teşvik etmek suretiyle onlara ortak ol demektir» dediler.
Dahhak «Onları bâtıl mabudlara kurbanlar kesmeye itmek suretiyle onların mallarına ortak ol demektir» dedi.
Katade «Sam, Bahire, ve Ham gibi fiilleri onlara işletmek suretiyle onlara ortak ol demektir» dedi.
«Evlâtlarında onlara
ortak ol» demek, onları haram sebeb-lerle evlât edinmeye teşvik suretiyle olur.
Bazıları «çocukları
savaşa teşvik etmek, fuhşiyatı kapsayan şeyleri öğrenmeye zorlamak, pis
sanatları edinmek hususunda onlan teşvik etmek şeklinde onlara ortak olur
demektim dediler.
«Şeytan onlara
ancak gururu va'deder» cümlesi, şeytanın va'dlerinin hâlini açıklamak ve onun durumunu
insanların gözlerinin önüne sermek için getirilmiş itirazı bir cümledir.
[95]
Ayetin metninde
geçmekte olan «Gurur» kelimesi «sevabı var» emrini vermek için yanlışı süslü
püslü göstermek demektir. Yani karşıdaki insanın gafletinden istifade ederek
onu şaşırtmaktır.
Ragıb el-îsfehanî
Müfredatında bunun bir şeyden olan açık etki mânâsına gelen «gar» kökünden
geldiğini söylemiştir. Yani şeytan onlara ancak aldatmanın ta kendisi olan bir
sözle, va'd ve-riyor!
îmam Fahreddin Bazi'ye göre şeytanın va'dinin gurur olmasının sebebi şudur: Şeytan insanı üç şeye çağırır: Şehveti yerine getirmeye, öfkeyi geçerli kılmaya, riyaset ve yükseklik talebinde bulunmaya... Hiçbir zaman şeytan insanları Allah'ın marifetine, hizmetine çağırmaz. İşte bu üç şey de hakikatte lezzet değildirler, belki elemlerin bertaraf edilmesidirler. Lezzet olarak kabul edilen şeyler dahi hasis lezzetlerdir. Orada eksik ve kâmil kişi, hatta insan ile köpek bile ortaktır. Bununla beraber onlar zevalin avlarıdır. Ancak çok zahmetler, büyük meşakkatlerle oluşur. lar. Arkalarında ölüm, ihtiyarlık gelmektedir. Onlar ortadan gideceklerdir diye kalp daima bu korku ile meşgul edilmektedir. Kalpte, onun elden kaçırılmaması ihtirası vardır. Onu süslü göstermek ancak iki zıddm biraraya gelme iddiasından daha yalan olan bir tarzda mümlöin olabilir ki o da gururdur.
(65) «Benim kullarım üzerinde senin...» Bu Ayetin Tefsiri
«Benim kullanm»dsiki izafet, tazim içindir ve bu sözlerle ih-lasli kulların kastedildiğine delâlet eder. Nitekim başka bir ayette ihlaslı kullar tabiri geçmektedir. Allah'ın onlara vekil olması, onları şeytanın şerrinden koruması, onların Allah'a mahsus kullar olduğuna, şerefli mahlûk olduklarına delildir. Bir şeyin sevgisi birisine galip gelirse «o onun kuludur» denilir. Meselâ servet sevgisi galib olan kişiye «altın ve gümüşün kulu» denir. İşkembesine düşkün olan kişiye de «işkembe doldurma kölesidir» veya, «karnının kötesidir» denilir. İşte şeytana tabi olana da «şeytanın kölesi/kulu» denilebileceğine işaret eden bir mânâ anlaşılmaktadır. Allah'a itaat eden de «Allah'ın kulu» olur.
«Benim kullarım» tabiri «senin onlar üzerinde herhangi bir tasallutun, hükmün yoktur» hükmünün nedenini teşkil etmektedir. Hasım olan şeytan Allah'ın halis kullarına söz geçiremeyeceği-ni ikrar ettiği halde Cenab-ı Hak burada aynı mânâyı tekraren te-kid için gündeme getiriyor.
«Vekil olarak Rabbin yeter»; onlar için vekil olarak Rabbin yeter. Onlar Allah'a tevekkül ederler ve ondan yardım isterler. Şeytanın vesveselerinden kurtulmak hususunda yardımını talep ederler, o da onları korur.
«Rabbin» tabirindeki hitap bir görüşe göre şeytanadır. Nitekim daha önceki cümlelerde de hitap şeytanaydı. Bu ayette «Rab» tabirinin, şeytana izafe edilen cümlede kullanılması işar ediyor ki şeytandan o kullan korumak hususunda Allah kâfidir. Yani Cenab-ı Hak onun onları idlâl etme gücünü selbetmiş oluyor.
Bazı tefsircilere göre bu hitap Basûl-ü Ekrem'e veya mutlak anlamda insanadır. Sanki Cenab-ı Hak şeytanın durumu hakkında açıkladıklarını açıklayınca bu kalblerde bir korku oluşmasına sebep oldu. Bu sebeple Cenab-ı Hak «Ey Peygamber» veya «Ey insanoğlu, vekil olarak Rabbin kâfidir. Şeytanın hilesini defeder ve sizi ondan korur» demek suretiyle onlara teselli verdi. Bu ayet «masum ancak Allah'ın koruduğu kimsedir, însan bizzat kendisini sapıklıktan koruyamaz. Aksi takdirde ayette «insan kendi mf-sine kâfidir» denilecekti» hükmüne delâlet eder.
Bu ayette iki sual vardır:
1- Acaba İblis kendisiyle bu tehditleri konuşanın âlemlerin rabbi olan Allah olduğunu biliyor muydu, bilmiyor muydu? Eğer biliyorsa Cenab-ı Hakk'm «Kesinlikle cehennem sizin cezanızdır ve siz eksiksiz bir cezaya çarptırılacaksınız» ayetryle isyandan neden vazgeçmemiştir? Oysa bunu vasıtasız olarak Cenab-ı Hak'tan dinlemişti. Eğer «bilmiyordu» dersen «bana haber ver, şu benden üstün kıldığın bu mudur?» sözünü şeytan nasıl söyledi? Her kısımda kalbine (zannına binaen) ne gelirse onu söyledi. Fakat gerçek şudur ki şeytan kesinlikle konuşmakta olduğu zatın âlemlerin rabbi olduğunu biliyordu. Ancak şekavet ona galebe çaldı, böylece ilâhî tehdit onu isyandan menedemedi. Bunun için de onun yok olmasına, helak olmasına, tuzaklar kurulduğunda, azabı gördü-günde ve yeryüzü geniş olduğu halde ona dar geldiğinde kendisine şöyle deniliyordu: «Bugün Adem'e secde et, kurtulacaksın». Fakat buna rağmen yine de secde etmiyor ve «Ben diri iken ona secde etmedim. Ölüyken nasıl secde ederim» diye karşılık veriyor. Nitekim bu durum bazı rivayetlerde varid olmuştur. Şeytanın bu durumu Kıyamet Günü'nde azabın en şedidi ile azap gören kâfirlerin durumundan daha garip değildir. Çünkü onlar iman etmek için geri gönderilmelerini istiyorlar. Cenab-ı Hak da «onlar geri gönderilseler de yasaklanan noktalara yeniden dönüş yapacaklar' dır» diyor. [96]
Deniliyor ki: Bu ilâhi tehdidie beraber, lanetlenmiş olan şeytanın kurtuluş ümidi vardır. Çünkü hikâye ediliyor ki, Mevlânâ Abdullah Et-Tusteri: Cenab-i Hak'tan îblis'i kendisine göstermesini istedi ve İblis'i gördü.
îblis'e:
«Allah'ın rahmetini umuyor musun?» diye sordu. îblis de:
«Nasıl ummam! Cenab-ı Hak «Benim rahmetim her şeyi kapsar» buyurmuştur ve ben de eşyadan bir şeyim» der. Tusteri:
«Azap olasıca! Cenab-ı Hak ayetin sonunda kayıt getirmiştir» dedi. îblis:
«Rahmet olasıca! Amma da cahilmişsin. Bu kayıt senin içindir, onun değildir» diye cevap verdi.
Umulur ki Tusteri, mutlak olarak tehdidi getiren ayetler- meşi-yetle kayıtlıdır demek istiyor. Her ne kadar ayet sonunda bu kayıt yoksa da. Nitekim bazı Eş'ariler asi müminler için tehdit ayetlerinde böyle söylemişlerdir.
2- Acaba Cenab-ı Hak, îblis'i niçin Kıyamet'e kadar diri bıraktı ve vesvese yapma imkânını ona verdi? Halbuki hakim, bir emri irade ettiğinde ve o emrin oluşuna engel olacak bir maninin oluşunu bildiğinde o maninin oluşu istikametinde çalışamaz.
Cevap olarak şöyle denir: Bu Ehli Sünnet mezhebine göre açıktır. Mutezile'ye göre Cübbai dedi ki: «Cenab-i Hak bildi ki, İb-lis'in vesvesesi ile kâfir olanlar, o olmasaydı da kâfir olacaklardı. Evet, durum böyle olunca tblis'in varlığında fazla bir mefsedet bahis konusu değildir».
Ebu Haşim, «îblis'in varlığında fazla bir mefsedet oluşu uzak bir ihtimal değildir. Ancak Cenab-ı Hak, halk üzerinde teklifi şiddetlendirmek için îblis'i bırakmıştır. Ta H onlar bu şiddetli tekliften ötürü fazla sevaba nail olsunlar» demiştir.
Bunu nakleden Alusî şöyle der: «Ben de derim ki, îblis, Ce-nab-t Hakkın irade ettiğine mâni olamaz. Allah neyi dilerse o olur> neyi dilemezse o olmaz. Allah mahlûkatı ilmine göre yaratmıştır. Haddi zatında nefsinde hakikat neyin üzerinde ise onu o şekilde bilmiştir. Allah hakikati daha iyi bilir». [97]
(66) «Rabbimiz fazlından...» Bu Ayetin Tefsiri
«Yuzci» fiili bir halden başka bir hale sevketmek mânâsına gelen «izca» kökünden alınmıştır. Burada icra kastedilmektedir. Yani, Rabbiniz, denizde sizin için gemileri yürütendir demek oluyor. ttîcra» tabiri yerine «izca» tabirinin kullanılmasının hikmeti şu olabilir: îzca, cebren yürütmeye daha fazla delâlet eder. Ve nimet verme anlamına da en uygunu budur Yani Cenab-ı Hak sizin menfaatiniz için uygun rüzgârlarla ve aletlerle denizlerde gemileri sev-kedendir. Bu da onun rızkından taleb etmeniz için böyle yapılmıştır.
Bu ayet tevhidin delillerinden bir kısmını hatırlatmaktadır. Ve kendilerine bir zarar dokunduğu zaman Allah'ı birlemelerinin zikredilmesine bir mukaddimedir. Cenab-ı Hak ezel ve ebetlde sizin için rahim idi. Muhtaç olduklarınızı her şeyiyle size yaratmak suretiyle onların başlangıçlarından zor olanları size kolaylaştırmak tarzıyla size merhamet edendir.
Ayetin bu cümlesi daha Önceki hükümlerin nedenini taşıyan bir zeyldir. Ebussuud Efendi'nin tefsirinde denildiği gibi «rahim» kelimesi buradaki rahmetin dünya rahmeti olduğunun anlaşılmasını sağlamak amacıyla getirilmiştir. Nimetin hakir nimetlere taksim edilen, acelece verilen nimet olduğunu bildirmek için getirilmiştir.
Bu görüşte Rahim'in anlamı, sadece dünyaya mahsus olduğu noktasına bina edilmiştir. Nitekim bu meşhur görüşe göre «Ey dünya ve Ahiret rahmanı ve dünya rahimi» denilmiştir.
Bazıları «rahmin dünya ve Ahiret'e tahsis edilmesi bahis konusu değildir. O vakit «ey dünya ve ahiret rahmanı ve her ikisinin rahimi» rivayeti buna bina edilmektedir» demişlerdir. [98]
67- Size denizde bir musibet dokunduğunda, O'ndan başka tüm çağırdıklarınız kaybolup gider. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkardığında yine yüz çevirirsiniz. İnsanoğlu zaten nankördür.
68- Karada da sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden veya başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil de bulamazsınız.
69- Ya da sizi bir kez daha denize gönderip, üzerinize bir kasırga yollayarak inkar etmenizden ötürü sizi (denizde) boğmayacağından emin misiniz? Sonra (bunlardan dolayı intikamınızı almak için) bizi arayıp-bulacak bir kimseyi de kendinize bulamazsınız.
70- Andolsun ki biz Ademoğullan'nı şan ve şeref sahibi kıldık. Onlan (çeşitli vasıtalarla) karada ve denizde taşıdık. Kendilerine temiz rızıklardan verdik. Onlan yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.
71- (Hatırlat) o günü ki her insan topluluğunu önderleriyle çağıracağız. Kimlerin amel defterleri sağından verilirse, işte onlar kıl kadar bir haksızlığa uğramaksızm amel defterlerini okurlar.
72- Bu dünyada (kalbi) kör olan kimse, Ahiret'te de kördür. Ve yol bakımından da iyice şaşırmıştır.
73- Onlar (müşrikler) sana vahyettiğimizden başkasını yalan yere bize isnad etmen için neredeyse seni saptıracaklardı. İşte o takdirde seni dost edinirlerdi.
74- Eğer seni sebatkar kılmasaydık, andolsun ki onlara birazcık meyledecektin.
75- İşte o zaman, sana hayatında, ölümünde kat kat (sıkıntılarım) tattırır dik. Sonra bize karşı (seni savunan) bir yardımcı da bulamazdın! [99]
(67) «Size denizde...» Bu Ayetin Tefsiri
«Durr» kelimesi rüzgârın şiddetinden ve dalgaların korkunçluğundan ötürü meydana gelen boğulma korkusu demektir. Yani çağırdığınız, yararını umduğunuz her şey o anda sizin hatırlarınızdan silinir. Onları hatırlamazsınız. Ancak Cenab-ı Hak kalır. Onu hatırlarsınız. Ondan başkası silinir. O sadece zararı sizden uzaklaştırmaya muktedir olduğu için hatırınıza gelir.
Allah'tan başka çağırılanların kaybolup gitmelerinden maksat, o anda insanın fikrinden kaybolup gitmeleri demektir. Onlar insanın nazarından ve hissinden kaybolmazlar, fakat fikrinden kaybolurlar.
Bu ayetteki «dua» gerçek mânâsını ifade eder ve istisna da muttasil istisna olur. Bu takdirde dua ettikleri Cenab-ı Hak da dahil bütün çağırdıklarından ibaret olur. Zira onlar hadiseler başlarına geldiğinde hem Allah'ı hem de putlarını çağırıyorlardı. Yok eğer çağırdıkları sadece bâtıl mabudlanndan ibaretse —ki onlar genellikle sadece o bâtıl mabudları çağırırlardı— bu takdirde is. tisna munkati olur, dua da ibadet ve iltica mânâsına yorumlanır. Nitekim ibarenin zahiri de buna delâlet eder.
Ebu Hayyan şöyle demektedir:
«Ayetin zahirinden istisnanın munkati olduğu anlaşılmakta-dır. Çünkü Allah Teâlâ onların çağırdıklarının içine girmez. Yani kaybolup giden onların kendi mabudlandır. Onlar Allah'a ibadet etmedikleri için onların da fikrinde Allah kaybolup gitmez».
Fakat Ebu Hayyan'ın bu görüşü şu şekilde tenkid edilmiştir:
«Onların müşrik olmaları, Allah'a da tapmış olmalarını iktiza etmektedir. Fakat bu şirk koşma şeklindedir. Hatta onların «bu putlara bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz» şeklindeki sözleri Allah Teâlâ'nm onlar nezdinde de gerçek mabud olduğunu iktiza eder»,
Ebu Hayyan bu itiraza karşı şöyle demiştir:
«Allah Teâlâ bu tür ibadeti nazar-ı itibar derecesinden düşürmüştür. Binaenaleyh onlar sefan Allah'tan başkasına ibadet eder. ler. Hatta şöyle de denilmiştir: «Onlar lügat bakımından da başkasına ibadet edicidirler». Çünkü ibadet lügatte eğilmek, zillet göstermek demektir. Bu da Allah'a ortak koşmakla beraber tahakkuk etmez. Onların iddia ettiği tarzda olsa dahi».
Zemahşeri ayeti «çağırdığınız bâtıl mabudlannız sizi dalga, îardan kurtarmaya güç yetişemediler. Fakat o durumda, kurtulmayı sadece Allah'tan bekliyordunuz» şeklinde yorumlamıştır.
Bazılarına göre Zemahşeri'nin böyle yorumlaması, çağıranların sadece mabudlar oluşu noktasından ileri, gelmektedir. El Keşf'te, bu şekildeki bir yorumun nedeninin şöyle de olabileceği belirtilmiştir: Onlar Allah'ı, ibadet ve sığınmak suretiyle çağırıyorlardı. Genişlik zamanlarında ise sadece bâtıl mabudlannı çağırıyorlardı.
Tetkik ve tahkik şudur ki bu mânâdan dalâl kelimesi, Cenab-i Hakk'ı kapsamamaktadır. Çünkü ayetin mânâsı «Çağıranlar yok oldular, sizi kurtarmaya güç yetiremediler» demektir. Onların kaybolup Allah'ın hazır olduğu kastediliyor değildir. Belki onlar Allah'ın kendilerini kurtarmasını umdular.
Onların zannına göre bâtıl mabudları çağırmaları, Allah'ın onları mahrum bırakmasına sebeb olamaz. [100]
Rivayete göre, bir kimse mudekkik imamlardan birisine şöyle sorar:
«Araz ve cevherleri zikretmeksizin Allah'ın varlığını bana ispat eder misin?»
Bunun üzerine o imam;
«Acaba sen hiç deniz yolculuğu yaptın mı?» der.
O da;
«Evet yaptım» deyince imam:
«Acaba şiddetli bir rüzgâr esti mi?» diye sorar.
O, «Evet, esti» diye cevap verir. İmam yemden;
«Gemi neredeyse batacak bir duruma geldi mi?» diye sorar.
Oda,
«Evet geldi» deyince imam tekrar;
«Acaba bu durumda «Ne gemide bulunan arkadaşlarımın ne de diğer mahlûkatın bana hiçbir faydası yok, beni bu durumdan onlar kurtaramaz» diye düşündün mü?» diye sorar.
O,
«Evet, böyle oldu» der. İmam yine sorar;
«Bunlardan başka kalbinin bağlandığı bir varlık kaldı im?»
O kimse,
«Evet, kaldı» deyince imam:
«Vşte o kalan nokta Cenaba Hak'tır» der ve o kişi de bunun üzerine teşekkür eder.
«Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkardığında yine yüzçevirirsi-niz»; yani biraz önce sadece anmakta olduğunuz Allah'ı anmaktan yüzçevirirsiniz. Veya Allah'ı birlemekten ya da Allah'ı birlemek suretiyle O'na teşekkür etmekten yüzçevirirsiniz.
«E'raddum» fiili uzunluğun karşıtı olan «ard» kökünden gelir ve nimeti inkâr etmeye daldıkça daldınız demek olur. Yani, nankörlükte ileri gittikçe gittiniz.
Ayetin sonundaki «kefuran» kelimesi mübalağa ifade eden bir sığadır. Yani insan çokça nankördür! Bu daha önceki yüzçe-,virmenin nedenidir. Niçin yüzçevirdiniz? Çünkü insan çokça nankördür. İnsandan maksat ya mutlak insandır insan cinsidir veya kâfir olan insanlardır. Yani «Bütün insanlar çok nankördüm denildiğinde kâfirlerin ve bu ayette muhatab olanların hâli anlaşılır.
(68) «Kara tarafında sizi yerin dibine...» Bu Âyetin Tefsiri
Ayetin başındaki hemze inkâr bildirir. Yani böyle bir emniyet uygun değildir! «Kara tarc/2»ndan.maksat, insanoğlunun emin olduğu yeryüzüdür. Cenab-ı Haklan sizi yerin derinliklerine batı-rıp götürmeyeceğinden emin misiniz? Yani emin olmamanız gerekir.
«Kamus» yazarına göre «Yehsifu» yere dalıp veya yere daldırıp kaybetmek mânâsına gelen hasf kökünden gelmektedir. Ayetin zahirine dikkat edilirse bu, lâfzın lügat mânâsıdır.
«Kara tarafı» tabiri delâlet eder ki onlar sahile vardıklarında yüzçevirmişlerdir. Veya bu, bütün tarafların ve cihetlerin Allah'a nisbetle onun kahr ve saltanatına uğramada bir olduklarına dikkat çekmek içindir. İster deniz ister kara olsun, her tarafta helak edici sebeblerden olan bir sebeb mevcuttur. Sadece deniz tarafı boğulmaya mahsus değildir. Eğer deniz tarafında boğulmak varsa kesinlikle bunun benzeri kara tarafında da vardır. O da yere batırmaktır. Çünkü biri su altına, diğeri de toprak altına daldırmaktır. Akıllı bir kimsenin bütün taraflarda, nerede olursa olsun Allah'tan korkması gerekir.
«Hâsiben» kelimesi taş demektir. Nitekim İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, «Hâsib» taş yağmurudur. Yani size öyle bir yağmur gönderecektir ki o yağmur size küçük taşlar atacaktır. (İbn'ul-Münzir).
Katade'den rivayet edildiğine göre «Hâsib» taş demektir. «Sizin üzerinize taş göndermeyeceğinden emin misiniz?» demek, içinde taşlar olan yağmur göndermeyeceğinden emin misiniz? demektir (îbn Cerir, Ebi Hatim).
Ferra bu kelimeyi «taşları kaldırıp fırlatan rüzgâr», Zeccac ise «içinde taş olan toprak» şeklinde tarif etmişlerdir. Aynı zamanda bu kelime, kar ve dolunun serpintileri mânâsına da, kar ve dolu yağdıran bulut mânâsına da gelmektedir.
Zemahşeri, Ferra'nın tarifini tercih etmiştir. Zira bu tefsire göre, ayette herhangi bir mecazi mânâ bahis konusu olmaz. Bu takdirde ayetin mânâsı, eğer sizi yeri yarıp da oraya batırmak suretiyle helak etmezse, içinde sizi recmetmek için taşlar bulunan rüzgârın esmesiyle helak edecektir demektir ki bu tür bir helak, denizde boğulmaktan daha şiddetlidir.
El Haffacî, «Taş atan rüzgâr, şiddetli esen rüzgâr demektir» dedi. Allah Teâlâ'nm burada rüzgârı zikretmesi onların denizdeyken rüzgârın kendilerini helak etmesinden korktuklarına ve karaya çıktıktan sonra da unutuverdiklerine işaret eder. Cenab-ı Hak isterse aynı rüzgârı karada da sizi helak etmek için estirebi-lir.
Ayetin sonunda gelen «vekilen» kelimesi «kefil» mânâsında-dır. Yani işlerinizi teslim edeceğiniz ve sizi koruyacak herhangi bir kefil de bulamazsınız.
(69) «Ya da sizi bir kez...» Bu Âyetin Tefsiri
Ayetin metninde geçmekte olan «Tarc» kelimesi «Bir defa» mânâsına gelir. Çoğulu Tarat ve Tiyer'dir. Bazen sonundaki «tan harfi atılarak «tare» şeklinde okunur.
Burada «geri dönmeyi» Cenab-ı Hak zâtına nisbet etmektedir. Halbuki geri dönüş onların ihtiyaçlanyladır. Ve onlara nisbet edilmesi gerekir. İnsanların diğer fiilleri gibi geri dönmeleri de her ne kadar Allah'ın mahluku ise de seçiş kendilerine aittir. Aslında «Sizin ikinci bir kez denize dönmeniz» şeklinde tabir edilmeliydi denilirse cevap olarak deriz ki; Cenab-ı Hak onlarda kendilerini dönüşe zorlayıcı istek ve arzular halketmiş ve bu sebeple de «Allah onları geri gönderdi» denilmiştir. Ve bu tabir işaret eder ki, onların birinci defada karşılaştıkları azap o kadar şiddet-lidir ki Allah onları ikinci kez denize göndermezse kendi istekleriyle dönemezler.
«Kaşif» kelimesi şiddetle esen ve önünde bulunan ağaç ve benzerlerini deviren, şiddetli gürültüsü olan rüzgâr demektir. Nitekim İbn Cerir ve İbn'ul-Münzir îbn Abbas'tan «Kaşif, boğduru-cu rüzgâr demektir» şeklinde rivayet etmişlerdir.
Bazı müfessirlere göre, karada insan ve diğer varlıkları yok eden rüzgâra hâsib, denizde yok edici rüzgârlara kaşif veya asif denilmektedir.
îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, O «kaşif» kelimesini «asifale tefsir etmiştir. Bu takdirde ikisi de aynı mânâyı ifade etmiş olmaktadır.
«İnkâr etmenizden ötürü»; yani birinci defa denizden kurtulduktan sonra yüzçevirmeniz sebebiyle veya daima âdetiniz olan nankörlükten ötürü Allah'ın sizi geminize isabet eden şiddetli bir rüzgâr sebebiyle denizde boğdurmayacağından emin misiniz?
Ayetin sonunda gelen «Tebian» kelimesi İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre «yardımcı» demektir. «Bihi» edatındaki zamir ya göndermeye veya boğdurmaya veya ikisine birden racidir. Sanki onlara şöyle denilmiştir: «Sizden intikam alacağız ve yardımu niza da hiç kimse gelmeyecektin.
(70) «Andolsun ki biz Ademoğulları'nı...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani bütün insanları (znüslümanlan da kâfirleri de) şeref sahibi kılmışız ve onlara birçok özellikler vermişiz ki saymakla bitmez!
İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre; «Allah insanları akılla şereflendirmiştir». Başka bir rivayette ise «yemeği elleriyle ye. mekle, diğer hayvanlar gibi ağızlarıyla yemekten farklı kılarak onları şereflendirmiştir» denilmiştir.
Dahhak bu ibareyi «konuşmakla onları şereflendirdik», Ata ise, «Onları endamlı yapmakla şereflendirdik» şeklinde tefsir etmiştir. Zeyd b. Eşlem «yemek ve lezzetlerle onlan şereflendirdik» demiştir. Yeman'^an gelen rivayet «suretlerinin güzelliğiyle onları şereflendirdik» şeklindedir. îbn Cerir ise «onları başka mahlûklara musallat kılmakla ve başka mahlûkları onlara müsahhar etmekle, Allah onları şereflendirmiştir» demektedir,
Muhammed b. Kâb'dan gelen rivayete göre, «Hz. Muhammed'i onlardan kılmak suretiyle Allah onları şereflendirmiştir.» Başka bir görüşe göre ise de «Cenaba Hak onların babası Hz. Adem'i kudret eliyle yaratmak suretiyle onlan şereflendirmiştir».
Bir rivayette «Maişetlerini ve Ahiretleri'ni tedbir etmekle Ai~ lah onları müşerref kılmıştır» denilmektedir. Bazı görüşlere göre' «yazı yazmakla», bazılarına göre «erkekleri sakalla, kadmlart saç örgüleriyle» şereflendirmiştir.
İbn Atiyye'nin yaptığı gibi «Onları şereflendirmek ancak akılla olmuştur» tarzında bu şereflendirmenin sebebini hasr altına almak yalnız bir iddiadır ve sarih akla ve na*de muhalefet et-mektir. Bunun için İmam Şafii bu ayetle «Ölümle Ademoğlu necis olrnaz» diye istidlal etmiştir. [101]
Hulâsa olarak deriz ki: Allah Teâlâ Ademoğlu'na lütuf ve ikramını bu ayette özetlemekte ve bu âlemdeki özel yerine işaret etmektedir. Belirttiğimiz gibi tefsircilere göre, insanın şan ve şerefi ve diğer varlıklardan üstünlüğü Allah'ın ona verdiği beden güzelliği, el, göz, kulak gibi organlarını daha becerikli bir şekilde kullanabilmesi, konuşabilmesi, gülüp ağlaması, okuyup yazması, başka birtakım mahlûkları kendi hizmetinde kullanabilmesi, aletler icad etmesi, olaylar arasındaki sebep ve sonuç alâkasının bağlantısını görmesi ve bu sayede geleceğe yönelik plan ve program yapabilmesi, iyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı, güzeli, çirkini bilmesi, kısaca maddî ve bedenî, ahlâkî ve ruhî meziyetleri haiz olmasıdır.
«Onlan karada ve denizde taşıdık» ifadesiyle kastedilen ya bildiğimiz gibi hayvanlara ve araçlara binmek suretiyle yolculuk yapmalarıdır, veya «Onlan iki kıtada durdurduk. Yerin onları yut. mayacağı, denizin de onları boğmayacağı bir şekilde yarattık» demektir. Fakat birinci tefsir daha uygundur. Zira taşımak insandan başka diğer hayvanlara sabit olmaz. Ama ikinci tefsirde hayvanlar da diğer canlılar da insanlarla ortaktırlar.
«Tayyibat» kelimesinden maksat, nimetlerin çeşitleridir. İster insanın sanatıyla isterse başkasının sanatıyla olsun, yiyecekler, giyecekler, sergiler ve diğer mefruşatın hepsi bu tabire girer.
İnsanları büyük bir üstünlük ve bu şereflendirme ile diğer yaratıkların çoğundan üstün kıldık. Yani bu üstün kılmak sadece onlara mahsustur. Onların dışında kalan birçok mahlûk, onların şereflendiği gibi şereflenmemiştir.
Ayetteki «çok»tan maksat, melekler dışında kalan mahlûklardır. Tabii bu birçok müfessire göre böyledir ki onların arasında Zemahşeri de vardır. Zemahşeri'nin iddiasına göre ayet «meleğin insandan üstün olduğunun açıkça ifade etmektedir. Fakat gerçek şudur ki bu ayet meleklerin insanoğlundan üstün olduklarına delil olamaz. Nitekim El Keşf'te; «Ayetin siyakında görülen şudur ki Cendb-ı Hak insanları şükre teşvik etmekte, Allah'a ortak koşma-maya teşvik etmektedir» denilmektedir. Allah Teâlâ karada ve denizde insana yaptığı güzel sanatını belirtiyor ve burada insanları gemi yapımına ve bunun üzerine terettüp eden faydalan elde etmeye ilettiğini beyan ediyor. Yani Cenab-i Hak, diğer neviler arasında insan nevini insana mahsus olan birtakım sanatlarla üstün kıldığını ifade ediyor. Cenab-ı Hak böylece onları karada-denizde taşıdığını, temiz şeylerden kendilerine nzık verdiğini, mahlukların çoğundan üstün kıldığını beyan ediyor. Fakat bu üstünlükten Allah'a daha fazla yakınlık veya derecenin büyüklüğü kastedilme-mektedir. Meleğin mi insanın mı üstün olduğu hususunda yapılan münakaşa onlardan hangisinin Allah'a yakın olduğu ve hangisinin derecesinin daha üstün olduğu noktasından ileri gelmektedir. Çünkü buradaki hüküm sadece iman ehline değü, insan nevinedir. Yani insan, insan olmak hasebiyle şerefli kılınmıştır. Cenab-ı Hak bunun şerefli kılınmasının nedenlerini salihlerini de günahkârlarını da içerisine alacak şekilde zikretmiştir. Melekler isterse bunun içine girsin isterse girmesin, bu ayet Allah'a yakınlık konusunda herhangi birinin üstünlüğüne delâlet etmez. Binaenaleyh ihtilaf eden iki grubun da delili olamaz. Üstün kılmak Allah'a daha yakın olmak mânâsına alınsa bile, yine bu ayet meleğin beşerden üstün olduğuna delâlet etmez. Ancak mefhum itibariyle delâlet eder. Mefhumun hüccet olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. Mesela Ebu Hanife«/ıw-cce£ olmaz» demiştir. Üstelik bu ayet birçok hususlarda insanın üstün olduğu gerçeğini belirtir. Fakat bu çokların karşılığı ya insanla eşit veya insandan daha üstündür ihtimalini taşıyor ki böylece Zemahşeri'nin düşüncesine kesin bir delil olamaz.
Meleklerin insanlardan üstün oluşu meselesine gelince, ehli sünnet burada ihtilaf etmiştir. Bazıları «Melekler daha üstündür» demişlerdir ki bu İbn Abbas'ın görüşüdür. Zeccac da Vahidi'nin «ELBasit» adlı eserinde rivayet ettiğine göre, bu görüşü benimsemiştir.
Bazıları tafsilat yaparak şöyle demişlerdir: «Beşerden olan rasûller mutlaka üstündür. Sonra da meleklerden olan rasûller diğer beşer ve rasûllerden üstündürler. Sonra meleklerin umumu beşerin umumundan üstündür». İşte Hanefîler bu görüştedirler ve Şafii ile Eş'arilerin çoğu da bu fikre katılmaktadırlar.
Bazıları da umunıüeştirerek şöyle dediler: «İnsanların kail fertleri ,ister nebi ister veli olsun, üstündürler».
Bazıları da «Meleklerden Mukarrebun taifesi mutlaka üstündür. Sonra beşerden gelen peygamberler, sonra beşerden gelen kâmiller, sonra meleklerin umumu beşerin umumundan üstündür» demiştir. Nitekim İmam Razi bu görüştedir. Gazali'nin de kitaplarından birçok yerdeki sözleri bu görüşü iş'ar etmektedir.
îşte bundan anlaşılıyor ki «Ehli sünnet beşeri meleklerden üstün görüyor» şeklinde genel hüküm vermek doğru değildir.
(71) «Hatırlat o günü ki her insan topluluğunu...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-ı Hak beşerin dünyadaki durumunu açıkladıktan sonra şöyle buyurdu: «Hatırlat o günü ki her insan topluluğunu Önderleriyle çağıracağız».
«Yevmn kelimesi mukadder bir fiilin mefhumudur Bazı tef-sircüere göre daha önce bahsi geçen «Faddalna» fiilinin mefulü de olabilir. Beşerin Kıyamet Günü'nde diğer hayvanlardan üstünlüğü apaçıktır. Nahiv alimlerinden bazıları da böyle demişlerdir. Ancak onlar «beşeri sevabla üstün kıldık» kaydını koymuşlardır. Fakat bu görüş tartışmalıdır. Zira beşerden olan kâfirler o gün her şeyden daha aşağılıktırlar. Ancak denilebilir ki «Beşerin bazı fert' terinin üstünlüğü nev'in üstünlüğünde kafidir.» Mesela, «Görmez misin, erkekler kadınlardan üstündür» denildiğinde söz doğrudur. Halbuki kadınlardan bazı fertler vardır ki bazı erkeklerden mertebece daha üstündür, «üstünlük sevapladır» demek de yerinde de-ğüdir. Zira melekleri bu genel hükümden çıkarmak doğru değildir. Çünkü beşer cinsi sevap alır, melekler almazlar. Nitekim bu ortaya konmuştur. Sonra sevapta cinler insanlarla ortaktırlar. «Cinlerin müminleri de sevap alırlar» diyenler vardır. Bazıları, «cinlerin sevapları beşerin sevaplarından daha azdır, çünkü onlar cennette «Allah görünür» diyenlere göre Allah'ı göremezler» demişlerdir. Bu cevap da beşerin sevap konusunda onlardan daha üstün olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir. [102]
«İmam» kelimesi ile kastedilen akıllı olsun, olmasın insanların kendisine tâbi olduğu varlıktır. Yani Ademoğullan'ndan her grubu, kime uymuşsa (uydukları ister bir peygamber, ister dinde önder bir kişi olsun, ister bir kitap veya din olsun) onunla beraber onları çağırırız! «Ey filanın tabileri, ey falan dinin ehli veya ey falan kitabın bağlıları, gelin» diye onlan çağırırız.
İbn Merduveyh'in Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre Allah'ın Rasûlü bu ayet hakkında şöyle demiştir: «Her kavm zamanındaki imam.ıyla çağrılır. Rablerinin kitabı, peygamberlerinin sünnetiy-le çağrılırlar».
İbn Ebi Şeybe ve İbn'ul-Munzir, İbn Abbas'tan şöyle rivayete etmişlerdir: «İmam geneldir. İster hidayet isterse dalâlette imam olsun».
İbn Cerir, El-Ufi tarikiyle İbn Abbas'tan şunu rivayet ediyor: «İmamlarından maksat, amellerinin yazıldığı kitaplardır. Onlara: «Ey hayr kitabının ehli! Ey şer kitabının ehli! Gelin!» denir.» (Bu yorum aynı zamanda Ebu'l-Aliye, er-Rebî ve Hasan Basri'den de rivayet edilmiştir).
I
Bazı kıraatlarda «İmamihim» kelimesi yerine «Bikitabihim» kelimesi yer almaktadır. Kitabın onlara «imam» olması, onlar hakkında o kitapta ister cennetle isterse ateşle hüküm verilsin, ona tâbi oluşları sebebiyledir.
Dahhak ve İbn Zeyd «Onların imamları, üzerlerine inen kitaplardır» demişlerdir.
îbn Ebi Hatim, îbn Merduveyh ve Hatib Bağdadî «Tarih»m-de Enes'ten şöyle rivayet ediyorlar: «Onların imamı, onlara Allah tarafından gönderilen peygamberleri demektir».
îbn Atiyye rivayetlerdeki bazı noktaları nazarı itibara alarak «İmam burada umumidir» demiştir. Bazıları «İmamdan maksat, onları akidelerine, fiillerine iteleyen kuvvetleridir. Düşünsel, yapısal kuvvet. Öfke kuvveti, şehvet kuvveti gibi. Bu şehvet ister para şehveti, ister emlâk şehveti, ister riyaset şehveti olsun...» denıiş^ lerdir. Onlar buna tâbi olduklarından dolayı ona «imam» ismi ve-rilmiştir. Fakat bu görüş, herhangi bir rivayette gelmemiş olmak-la beraber, cidden uzak bir yorumdur.
Allame Zemahşeri «Keşşaf»ta şöyle demiştir: «İmam kelime, sinin, «ümm» kelimesinin cem'i olduğunu ve halkın Kıyamet Gü-nü'nde annelerinin ismiyle çağırılacağını, bu çağrıdaki hikmetin Hz. İsa'nın hakkına riayet edilmesi, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in şerefinin izhar edilmesi ve zinadan gelen evlâdlann rezil edilmemesi olduğunu söyleyen tefsir, tefsirlerin en gariblerindendir. Keşke 'bilseydim, onun lâfzının sıhhati mi en garıbtir veya hikmetinin parlaklığı mı?» [103]
Zemahşeri'nin, bu tefsiri kabul etmeyişinin nedenleri şöyle sıralanabilir:
«Umm» kelimesinin çoğulu «imam» kelimesi değil de «umme-hat» kelimesi olarak bilinmektedir. Şayi olan budur. Hz. İsa'nın hakkını gözetmek meselesine gelince, Hz. îsa'yı babasız yarat-mak zaten kendisi için bir şereftir. Orada herhangi bir eksiklik yoktur ki halk ona uyularak annelerine nisbetle çağınlsin da o eksiklik cebredilsin. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in şerefinin izhar edilmesi, annelerinin ismiyle değil babalarının ismiyle çağırılırlarsa daha kâmildir. Çünkü babalan annelerinden daha hayırlıdır. Ayrıca ehli beyt bir halka gibidir. Hangi tarafının daha hayırlı olduğu bilinmemektedir. Zinadan gelen evlatların rezil olmalarına gelince; bir kere bu onlar için bir rezalet değildir, ancak anneleri için rezalet sözkonusu olabilir. İsterse anneleriyle isterse babalarıyla çağınlsınlar bu rezalet onların anneleri için bahis konusudur. Kendilerinin bu konuda herhangi bir günahları yoktur ki rezil olsunlar.
Zemahşeri'nin birinci nedeni açıktır ve o burada haklıdır. Çünkü «ümm»ün cemi «ummehat»tır ve asla «imam» değildir. Fakat Hz. îsa meselesindeki görüşü şu itiraza maruz kalabilir:
Eğer bütün insanlar babalarının adıyla çağırılırlar, Hz. îsa da annesinin adıyla çağınlırsa, bu belki bir eksikliği sezdirebilir diye onun tazimi gözetilmiştir. Bu balamdan insanlar annelerinin ismiyle çağınlabilirler. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in de tazimi gözetilmiştir. Çünkü annelerinin ismiyle çağınlmaları Rasûlullah'in soyundan olduklarını açıklamaktadır. Eğer babalarına nisbet edi-lirlerse bu husus doğrudan olarak anlaşılmayacaktır. Annelerinin ismiyle çağırmak zinadan gelen insanlar için de bir örtüdür. Çünkü halk babalarının adıyla, onlar da annelerinin adıyla çağnhr-larsa mesele anlaşılacaktır. Çünkü onların dünyada nisbet edildikleri babalarıyla aralarında bir karabet yoktur. Böylece onlar teşhir edilmiş olurlar. Ama şer'an nisbet edilmedikleri ve dünyada babaları bilinmeyen kişilerin adıyla çağırılırlarsa yine de teşhir bahis konusu olur. Böylece Zemahşeri'nin itirazı birçok noktada yerinde değildir.
Onları çağıran ya Cenab-ı Hak'tır veya rivayetlerden anlaşıldığı gibi meleklerdir. Bu takdirde çağırma fiilinin Allah'a isnadı mecazî olur. Mücahid «Ned'u» yerine «Yed'u» kelimesini getirmiştir. Yani Allah veya melek çağırır. Hasan Basri de «Ned'u» yerine «Yud'a» ve ondan sonra ge\en«Kullu» kelimesini de ötreli okumuştur. «Ned'u»nun sonundaki vav, cemi zamiri ve cem'an alâmeti de değildir. Kelimenin kendisinde olan bir harftir. Esasen «elif» iken, sonra «vav»a kalbedildi. Meşhur'a göre buradaki vasi, vakf yerine icra edilmiştir.
Müminlerin amel defterleri, kıymetli olduğundan, sahipleri şerefli ve içeriklerinin müjdeyi gerektirmesinden ötürü sağlarından verilir. Bu ayetin bu cümlesi iş'ar eder ki mahşere gelenler kitapları topluca verildiği için, kitaplarını teker teker değil, topluca okurlar. Bu hususta gelen haberlerin çoğu kitapların verilmesinin hali ne ise okumanın halinin de o olduğunu belirtmektedir. Nitekim Hz. Aişe'den şu rivayet gelmiştir:
«Kulun kitabı sağından verilir. O kendisine taraf olan yüzünde gütuûüarım okur. Arkada da halk bakarak onun iyiliklerini okur. Sonra şahifeyi çevirir, Cenabı Hak da yazıyı çevirir. Yine halk arkada hasenatlarım, sevaplarını okur ve «bu kulun hiçbir günahı yoktur» derler».
Muhtemeldir ki ayetin mânâsı, kitabı sağından verilen herkes tek basma kitabı okuduktan sonra arkadaşına verir ve «İşte benim kitabım. Onu okuyun» der. Bunun üzerine toplanırlar, o kitabı onlar da okurlar. O da onlarla beraber zevk duymak için kitabını tekrar okur. (Fakat bu tefsiri destekleyecek herhangi bir rivayet yoktur.)
«Fetüen» kelimesi, hurmanın çekirdeğinin yangında bulunan kabuk demektir. Buna fetil denilmesinin sebebi adeta eğirilmiş ip şeklinde olmasındandır. Bazılarına göre fetil, parmakların ara-sında durmadan evirip çevirilen ip demektir. Bu tabir hakir ve kıymetsiz şeyler için misal olarak verilir. İnsanın zihnine şunlar geliyor: Kitabı sağından veren melekler said bir kimseye, haşre çağrıldıktan sonra varırlar. Onun kitabını sağından verirler. O, kitabım okur. Ve az bir hesap ile hesaba tutulur, sevinerek aile efradına dönüş yapar. [104]
Ukayli'nin Enes kanalıyla Rasûlullah'tan rivayet ettiğine göre, «Kitapların tamamı arşın altındadır. Kıyamet Günü'nde Cenab-ı Hak bir rüzgâr gönderir, böylece o kitaplar insanların sağ ve sol silerine uçup giderler. O kitaplardaki ilk yazı şudur: «Kitabını oku! Bugün senin üzerinde hesap görücü olarak nefsin yeter».
Bu hadis, kitapları sağından verenin melek olmadığını ortaya koyuyor. Ancak bu hadis araştırılmaya muhtaçtır. Çünkü sıhhatli olup olmadığı hususunda şüphem vardır.[105]
Alusi devamla îmam Ahmed'in Hz. Aişe'den rivayet ettiği şu hadisi getirir:
«Ben; «Ey Allah'ın Rasûlü, Kıyamet Günü'nde dost dostunu hatırlayacak mıdır?» diye sordum. Hz. Peygamber: «Üç şey esnasında hatırlama yoktur» buyurdu. Bunları saydı ve sonunda: «Ki' taplann uçuştuğu anda dost dostu hatırlamaz» dedi.»
Bu rivayet zahiri ile bahis konusu Ukayli'nin rivayetini desteklemektedir.
Bu ayette, amel defterleri sağından verilenlerin durumundan bahsedildiği halde solundan verilenlere değinilmemiştir. Bu konu da Kadı Beyzavi şöyle demiştir:
«Yukarıdaki ayet göstermektedir ki amel defterleri solundan verilenler onun muhtevasına muttali olduklarında kendilerini utanç ve hayret bürür. O kadar ki dillerinde defterlerini okuyacak mecalleri kalmaz. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu gelen ayeti buyurdu»:
(72) «Bu dünyada...» Bu Ayetin Tefsiri[106]
Yani o çağıranlardan şu çeşitli nimet ve çeşitli ikramların yeri olan dünyada kimin kalbi kör ise, kurtuluş yolunu bulmaya bir türlü yönelmiyorsa, Allah'ın hukukuna riayet etmiyorsa, ona şükürde bulunmuyorsa, Allah'ın şanına yakışır şekilde inanıp amel etmiyorsa, o Ahiret'te daha kördür. O kendisini kurtaracak hiçbir noktaya varamaz. Ona yarar sağlayacak hiçbir noktayı elde edemez.
Ayetin metninde iki kez geçmekte olan «A'Tna» kelimesi birincisinde fiü, ikincisinde ismi tafdil olabilir. Çünkü basiretin körlüğünden geldiği için bâtını ayıplardan olur ve bâtınî ayıplardan da ismi tafdil gelebilir. Meselâ ahmak veya ebleh gibi. Ve dünyada yolunu şaşırtmaktan daha fazla Ahiret'te yolunu şaşırtır. Çünkü artık kabiliyet yoktur. Kaçırılan fırsatlar artık elde edilemez. İşte bu sıfatlara sahip olan kişi kitabı solundan verilmiş kişidir.
Ebu Müslim'den gelen bir rivayete göre ikinci «A'ma» kelimesi hakiki körlük mânâsını ifade etmektedir. O kelimede herhangi bir mecazi mânâ yoktur. Yani kimin dünyada kalbi korse o Ahiret'te du hakikaten kördür ve kör olarak haşrolunur. Bu da onun dünyadaki sapıklığının karşılığıdır. Tıpkı Cenab-ı Hakk'ın «Onu Kıyamet Günü'nde kör olarak hasredeceğiz» ayetinde olduğu gibi.
Ebu Müslim'den gelen diğer bir rivayete göre, körlük ona isabet eden korkunç üzüntüden ibaret olabilir. Sanki ayette şöyle denilmektedir: «Kim bu dünyada sapık ise, o Ahiret'te cidden üzüntülüdür. Çünkü sadece kendisini üzüntüye garkeden şeylerden başka bir şey görmeyen bir kişi ile kör eşittir». Fakat Ebu Müslim'in bu rivayetinde uzaklık vardır. Düşünüldükten sonra bu husus görülmektedir.
Bazılarına göre ayetin tevili şudur: «Kim bu dünyada ilâhî nimetleri görmez, onların haklarını gözetmezse (halbuki gözüyle görür), o kimse Ahir et hakkında daha kör ve yol bakımından daha sapıktır.»
Bu yorum el-Firyabi üe İbn Ebi Hatim'in îkrinıe'den rivayet ettikleri şu habere dayanmaktadır:
«Yemen ahalisinden bazı kimseler İbn Abbas'a geldiler. Onlardan birisi İbn Abbas'a: «Kim bu dünyada kör ise, o Ahiret'te de kördür» ayetinin mânâsını sordu. İbn Abbas: «Meseleye varamadım (66. ayetten 70. ayete kadar olan bölümü okuduktan sonra ilave etti). İşte bu nimetlerden (yani gözüyle gördüğü, müşahede ettiği bu nimetlerden) kör olan bir kimse Ahiret gözü ile görmediği emri hakkında daha kör ve yol bakımından daha sa-piktir» dedi.»
İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh'in, Dahhak tarikiyle rivayet ettikleri başka bir yorumda İbn Abbas şunları söylüyor:
«Yer, gök, dağ, deniz, insan, hayvan ve benzerlerinden yaratmış olduğum kudretimi gördüğü halde bunlardan kör olan bir kimse, onun için Ahiret'te nitelendirdiğim, sıfatlandırdığım şeyleri görmekte daha kör ve yol bakımından daha sapıktır».
Ebu Şeyh, Katade'den bunun benzerini rivayet ediyor. Fakat bu iki tevil de cidden uzak tevillerdir. Fakat ikincisi birincisinden daha yakındır. Alusi «İbn Abbas'm böyle bir yorum yaptığını zannetmiyorum» diyor.[107]
(73) «Onlar, (müşrikler) sana vahyettiğimizden...» Bu Ayetin Tefsin
Bazı kimselere göre bu ayet Beni Sakif kabilesi hakkında nazil olmuştur. Onlar Hz. Peygamber'e: «Sen Araplara karşı iftihar edeceğimiz bazı hasletleri bize vermedikçe senin dinine girmeyiz. Bizden 1/10 alınmayacak, savaşa çağrılmayacağız, namazda rükû ve secde etmeyeceğiz, hakkımız olan riba ve faizi alacağız. Bizim üzerimizde başkasına ait olan riba ve faiz ise, bize bağışlanacaktır. Ve bir sene Lat adlı putun adaklarından istifade edeceğiz. Mekke'yi Harem sahibi kıldığın gibi bizim, «Vec» adlı vadimizi de haram ilan ^edeceksin. Eğer Araplar sana: «Niçin bunu yaptın?» diye sorarlarsa onlara: «Allah bana bunu yapmamı emretti» diyeceksin» -dediler.
Sa'lebi bu hadisi îbn Abbas'tan rivayet etmiş ve fakat senedini zikretmemiştir. El-Irakî «Bu hadisi hadis kitaplarında göremedik» diyor. Zemahşeri de bu hadisi şu eklerle nakletmektedir: «Biz Lat adlı putu ellerimizle kırmayacağız ve bizim vadimiz olan «Vec» Vadisi'ne herhangi bir kimsenin kastetmesini menedecek-sin. Onun ağaçları da kesilmeyecektir».
Ve Rasûlullah'a kitaplarını getirdiler. Hz. Peygamber şöyle yazdı: «Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum. Bu, Allah'ın Rasûlü Muhammed'den Sakif Kabilesi'ne bir emirnamedir. Onlardan öşür alınmayacaktır. Onlar derlenip askere gönderilmeyeceklerdir». Onlar: «Buraya, rükû ve secde etmeyeceklerdir ibaresini de yaz» dedilerse de Rasûlullah sükût etti. Sonra kâtibe: «Sen yaz, bunlar rükû ve secde yapmayacaklardır» dedi. Kâtip Rasûlullah'a baktı. Bu esnada Hz. Ömer ayağa kalkarak kılıcını çekti:
«Peygamberimizin kalbini yaktınız ey Sakif Kabilesi! Allah sizin kalbinizi ateşle yaksın» dedi. Onlar Hz. Ömer'e: «Seninle değil sadece Muhammed'le konuşuyoruz» dediler.
Rivayete göre Kureyşliler Hz. Muhammed'e: «Rahmet ayetini azap ayeti, azap ayetini de rahmet ayeti yap ki sana iman edelim» dediler. Bu teklif üzerine bu ayet nazil oldu. [108]
Onlar Rasûl-ü
Ekrem'den üç şey istediler:
1- Namazda rükû ve secde yapmamak,
2- putlarını kendi elleriyle kırmamak,
3- Lat denilen puta tapmaksızın bir sene müddetle ona gelen adak ve hediyelerden istifade etmek.
Hz. Peygamber: «İçinde rükû ve secde olmayan bir dinde hayır yok. Putlarınızı elinizle kırmaya gelince; o size verilmiştir. Lat adlı puta verilecek hediyelerden bir yıl istifade etmenizi ise mene-diyorum» dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: «Size ne oluyor ki Al lah'ın Rasûlü'ne eziyet veriyorsunuz? Kesinlikle o Arap topraklarında putları bırakmayacaktır» dedi. Onlar «bu hususta durmadan Rasûlullah'a müracaat ettiler. Sonunda bu ayet indi» dediler.
İbn îshak ve İbn Merduveyh, îbn Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir:
«Ümeyye Bin Halef, Ebu Cehil ve Kureyş'ten bazı kimseler Rasûlullah'a gelerek: «Gel, bizim putlarımıza elini sür. Biz de seninle beraber dinine girelim» dediler. Hz. Peygamber de kavminin kendisinden ayrılmasını çok ağır bir şey olarak telakki ediyordu. Onların müslüman olmalarını istiyordu. Böylece onlar hakkında şefkata geldi. Cenab-ı Hak derhal bu ayetin «Nasiran» kelimesine kadar olan bölümünün indirdi». (İbn Merduveyh, El Kelbi tarikiyle Bazan'dan, o da Cabir b. Abdullah'dan bunun benzerini rivayet etmiştir) .
İbn Ebi Hatim, Cübeyr bin Nufeyr'den şöyle rivayet eder:
«Kureyşliler Rasûlullah'a gelerek: «Eğer sen peygamber olarak bize gönderilmiş sen, sana iman eden düşük insanları yanından uzaklaştır. Köleleri uzaklaştır ki biz senin arkadaşların olalım» teklifinde bulundular. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.»
Bazı rivayetlerde «Onlar Cenab-ı Peygamber'e: «Rahmet ayetini bize azap ayeti yap. Bir azap ayetini de rahmet ayeti yap ki sana iman edelim» diye teklifte bulundular. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu» denilmektedir.
Bu ayetin sebebi nüzulü konusunda daha birçok rivayet gelmiştir. Bazılarında Rasûlullah'a nisbeti doğru olmayan durumlar vardır. Tevil edilmeyecek kadar çirkin sözler bulunmaktadır. Bunlar o rivayetlerin uydurma olduğuna delâlet eder. Tefsir ise bu tip rivayetler üzerine bina edilmez.
Durum ne olursa olsun buradaki cemi zamiri kâfirlere raci-dir. Onlar ya Sakif veya Kureyş kâfirleridir. Yâni, bize/bizim adımıza iftira uyduran kimsenin yerine girmeni senden istiyoruz. Çünkü sen onların neva ve heveslerine tabi olursan bunu bizim vahyimize dayanarak yaptığın samlacaktır. Çünkü sen bizim pey-gamberimizsin. O zaman iftira edici bir kimse gibi olursun. Eğer bunu yaparsan onlar arasında bir dostluk ve sadakat olacaktır. Halbuki onlar Allah'ın düşmanlarıdır. Onların dostluğunu edinmen, Allah'ın dostluğundan ayrılmanın alâmetidir.[109]
(74-75) «Eğer
seni sebatkâr kıîmasaydık...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani üzerinde bulunduğun hak noktasında seni sabit kılma-saydık, verdiğimiz ismetle seni orada sebatkâr etmeseydik, kesinlikle onlara az bir şekilde de olsa meyledebilirdin. Bizim sana yapmış olduğumuz bu sebatkârhk olmasaydı, onlara az bir şekilde meyletmeye yaklaşabilirdin. Çünkü onların aldatmaları çak kuvvetli, hüeieri pek şiddetlidir. Lâkin bizim ismet sıfatımız sana yetişti ve seni az bir şekilde dahi olsa onlara yaklaşmaktan me-rietti. Onlara meyletmen hiçbir şekilde bahis konusu değildir.
Bu ayet açıkça Hz. Peygamber'in Allah'a" icabet edip de onların sözlerine hiç kanmadığına delildir. Böylece «Peygamber onlara icabet etmek istedi, fakat ayetin nüzulü onu bundan caydırdı» diyenlerin iddiaları çürütülmüş oluyor. Bu iddiada bulunan kişiler, muhtemelen bize kadar gelen birtakım rivayetlerin zahirlerine bakarak aldanmışlardır. Meselâ İbn İshak ve beraberinde bulunan-lann İbn Abbas'tan naklettikleri bir rivayette «Rasûlullah'ın kalbi inceldi» gibi tabirlerin zahirine bakarak aldandılar. Oysa Cenab-ı Hak «onların icabetine neredeyse meyledecektin» demiyor. «Onlara neredeyse meyledecektin» diyor. Bu tabirde Hz. Peygamber'in onlara icabet etmekten fersahlarca uzak olduğuna en kuvvetli de-Uller bulunmaktadır.
Bu ayet Rasûlullah'ın ismetinin Allah'ın tevfik ve inayetiyle olduğuna delâlet eder.
Katade, İbn îshak ve İbn'ul-Mesref «Terkenu» lâfzını «Ter-kuntta şeklinde okumuşlardır. Cumhur'un kıraatına göre «Rekine» fiilinin diğerlerine göre «Rakene»rûn muzarisidir. Yani birinci bab-tan gelmektedir. Bu takdirde mânâ şu olur: «Onlara azıcık da olsa meyletmeye yaklaşsaydın sana hayatın ve ölümün katmerleşmiş azabım tattır ocaktık».
«Hayat»tan maksad dünyadır. Zira hayat lâfzından insanın zihnine ilk olarak bu gelir. «Memat»tan maksat ise kabir azabı ile haşrden sonraki azaptır. Bazı müfessirlere göre «hayat»tan maksat Ahiret hayatıdır. Ölüm azabından maksat ise kabirde olan azabtır. Yani, «Sen onların dediklerine meyletseydin kesinlikle senin için kabir azabını katmerli kılacaktık. Kıyamet Günü'nde de asiler için hazırlanan azabı katmerli kılacaktır».
Bu şartlı cümlede Allah Rasûlü'nün mertebesinin yüceliği ifade edilmektedir ve Allah'a en yakın olan bir insanın tehlike bakımından en şiddetli bir noktada bulunduğuna da dikkati çekmektedir. Çünkü Rasûlullah'a (dikkat edilirse) eğer onlara azıcık meylederse azabın katmerlisi vazedilmektedir. Fakat fiilimiz kalbi meylimizi tasdik etmedikten sonra kalbî meyilden ötürü bize azabın tatbik edilmesi kaldırılmıştır. Bunun bir vecihten benzeri Ra-sûlullah'ın hanımları hakkında gelen şu ayettir: «Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir kötülük yaparsa ona azap katmer-leşecektir».
Böyle bir azabın nedeni, gözde insanların, numune olabilecek kişilerin bir kötülük irtikâb etmeleri halinde başkalarının da kendilerine bakarak bu fiilleri işleyecekleri ve onları delil gösterecekleri keyfiyetidir. Sanki onlar kötülük yolunu açmış oluyorlar. Nitekim Hz. Peygamber; «Kim bir kötü yol (bir çığır) açarsa, o çığırın günahı onun boynunda olduğu gibi Kıyamet'e kadar o yolda gidenlerin günahı da yine ona aittir» diye buyurmuştur. İşte buna binaen yüce insanların azabı, hatalarından ötürü katmerleşmektedir.
Bazı müfessirlere göre, «Dif» kelimesi azabın isimlerindendir. Yani sen onlara azıcık meyletseydin sana hayat ve mematın azabını tattıracaktık.
«Lezaknake» ibaresinin başındaki «lam» kasem harfidir. Yani, «Andolsun sana tattırırdık ve sonra azabı senden uzaklaştıracak veya kaldıracak bir kimseyi de bize karşı bulamazdın».
Katade'den rivayet edildiğine göre 73. ve 74. ayetler indikleri zaman Hz. Peygamber şöyle dua etmiştir: «Ey Allahım, Ur gözü açıp kapatacak kadar beni nefsime havale etme!».
Her mümin için bu ayetleri okuduğu zaman diz üstüne çöküp bunu dikkatle izlemek ve korkmak, din hususunda daha fazla dikkat göstermek ve Rasûlullah'm söylediği gibi dua etmek uygun, dur. [110]
76- Neredeyse seni o yerden (yurdundan) çıkarmak için zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından kendileri de fazla kalamazlardı.
77- Bu, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimizin de adetidir. Bizim adetimizde hiçbir değişiklik bulamazsın.
78- Güneşin ..(batıya) dönüp, gecenin karanlığı bastırmca-ya kadar, (muayyen vakitlerde) namaz kıl. Fecr Kur'an'ım da! Çünkü Fecr Kuran'ı meşhud (görülür)dur.
79- Gecenin bir kısmında kalk ve sana mahsus bir fazla-lık olmak üzere onunla (Kur'an'la) namaz kıl. Rabbinin seni övgüye değer bir makama göndermesi umulur.
80- De ki: «Ey Rabbim! Beni (girdireceğin) yere doğrulukla girdir, beni çıkaracağın yerden doğrulukla çıkar. Bana tarafından yardım edici bir kuvvet ver!»
81- De ki: «Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Kuşkusuz ki bâtıl yıkılmaya mahkûmdur».
82- Biz Kur'an'da, müminlere şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Fakat (bu Kuran), zalimlerin sadece hüsranlarını artırır.
83- İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer, ona bir zarar dokununca da karamsarlığa düşer.
84- De ki: «Herkes kendi mizacına uygun iş yapar. Ama kimin daha doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.
85- Sana ruh hakkında sorarlar: De ki: «Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir!»
86- Andolsun ki dilersek, sana vahyettiğimizi gerçekten ortadan kaldırırız. Sonra bu durumda bize karşı kendin için bir vekil (koruyucu) de bulamazsın! [111]
(76) «Neredeyse seni o yerden...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki «Onlar» zamiri Mekkeliler'e racidir. İbn Abbas, Ka-tade ve bazı müfessirlerden böyle rivayet edilmiştir. Ayetin metnindeki «Yestefizzûneke» fiilî, «seni korkutup, düşmanlık ve hilelerle tehdid edip Mekke arazisinden çıkarmak istiyorlar» demektir.
«El-Arz» kelimesi, Basûlullah'm bu ayet indiği zaman içinde bulunduğu Mekke arazisidir diyenler tefsircilerin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Yani onlar seni sıkıştırıyorlar ki oradan çıkarsınlar. [112]
Bu «sıkıştırma» Hz. Peygamber'in akrabalarıyla beraber ŞiTj-i Ebi Talib'de üç seneye yakın muhasara edilmelerinden kinayedir. Bu hadise (El-Bahr'da yer aldığı gibi) ayetin inişinden sonra olmuştur ve Rasûlullah'm muhacir olarak Mekke'den çıkmasına da sebep olmuştur. «Onlar eğer seni böyle sıkıştırırlar ve sen de çı-karsan kendileri de senden sonra orada kalmayacaklardır».
Bu ayet, onların tamamen helak edileceğine dair ilâhî bir tehş| dittir. Rasûlullah'ın hicretinden az bir zaman sonra onların bir kısmım Bedir'de yok etmek suretiyle bu hadise tahakkuk etmiştir. Bedir'de öldürülenler onların ileri gelen reisleri idi. Malûmdur ki bir şeyin en çoğu, onun hepsinin yerine kâim olur.
İbn Ebi Hatim'in Süddi'den rivayet ettiğine göre, bu «az zaman» onsekiz aydı. Buradaki «çıkartmaktan maksat, çıkmaya zorlamak mânâsına da gelebilir. Böylece Cenab-i Hak onlarm her birisinin helak olacağını tehdiden beyan buyurmuştur. Yani, eğer seni bulunduğun yerden çıkarırlarsa hepsi helak olacaklardır!
Fakat onlar Rasûlullah'ı fülen çıkarmadıkları ve Rasûlullah i| Allah'ın emriyle hicret ettiği için onların hepsi helak olmamıştır. Bu tefsir Mücahid'den rivayet edilmiştir. Zira Mücahid diyor ki: «Kureyşliler, böyle yapmak istediler ama yapamadılar. Çünkü Ce-nab-ı Hak onların hepsinin helak olmasını, temelden silinip gitmelerini istemiyordu ki aralarında sonradan müslüman olanlar bulunsun. Onların zürriyetinden de müslümanlar yetişsin. Böylece Cenab-n- Hak onlar çıkartmazdan önce Rasûlü'ne «hicret emri» verdi. Rasûlullah da Kureyş'in zorlamasıyla değil Allah'ın izniyle Mekke'den çıkmış oldu».
Varaka'nm Hz. Peygamber'e «Keşke ben, kavmin seni hicrete zorladığı zaman genç olsaydım» sözü de aynı mânâya hamledilir.
Zeccac'a göre «Onların Rasûlullah'ı tehdid etmeleri, Dar'un- Nedve'de Rasûlullah'ı öldürmek için toplanmalarından ibarettir». Bu tevile göre «eUArz» ile kastedilen mutlak yeryüzüdür. Sadece Mekke değildir.
Ebu Hayyan «Bu dünyanın üzerinde olanlardan seni çıkarırlar» şeklinde yorum getirmiştir. Bazı tefsir alimleri de gerek bu ayetteki «onlar» zamirinin gerekse bundan sonra gelen zamirlerin yahudilere raci olduğunu söylerler. Yani yahudiler seni bulunduğun yerden (yani Medine'den) çıkarmak isterlerdi. İbn Ebi Hatim, Beyhaki, İbn Asakir, Abdurrahman b. Ganem'den rivayet ederler ki, yahudiler Hz. Peygamber'e gelerek; «Eğer sen peygamber isen Şam'a git. Çünkü o mahşer arazisidir, peygamberlerin yurdudur» dediler. Rasûlullah da onların sözlerini doğruladı ve Te-bük gs.zvesine çıktı. Maksadı Şam'a gitmekti. Tebük'e geldiğinde Cenab-i Hak bu ayeti indirdi. Medine'ye dönmesini emretti ve «Medine'de dirilip Medine'de ölecek ve oradan haşre gönderile, çeksin» dedi.
Başka bir rivayete göre yahudiler, Hz. Peygamber'e: «Ey Eb'el-Kasım! Şam mukaddes bir arazidir. O peygamberlerin arazisidir. Eğer oraya gidersen kesinlikle sana iman ederiz. Biz biliyoruz ki sen Rum ordularından korkuyorsun. Eğer peygambersen, hodri meydan! Şam'a git. Kesinlikle Allah seni diğer peygamberleri koruduğu gibi koruyacaktır» dediler.
Bu şekildeki kışkırtmalar üzerine Hz. Peygamber, Tebük Sa-vaşı'na çıktı. Zü'1-Huleyfe denilen yerde ordu kurdu. Ashabının -tamamen toplanmasını beklerken bu ayet indi ve Rasûlullah tekrar Medine'ye döndü. Yahudilerden Beni Kurayza kabilesini tamamen kılıçtan geçirdi ve az bir zaman sonra da Beni Nadr kabilesini sürgüne mecbur bıraktı.
Fakat bu rivayet zayıftır. Zira ne bir siyer kitabında, ne de güvenilir başka bir rivayette varid olmuştur. Zü'1-Huleyfe denilen yer ise Şam yolunda değildir. Medine ile Cidde arasındadır.
Durum ne olursa olsun bu tevile binaen«ara;sz»den maksat Medine'dir. Bazıları «Arap Yarımadası'dır» demiştir.
«Bu ayet hicretten sonraki dönemde nazil olmuştum diyen bir kimse de herhalde bu tür rivayetlere dayanmaktadır. El-Haffa-cî, bu mezhebin makbul olmadığını açıkça belirtmiştir.
Sonuç olarak şu bilgi ortaya çıkıyor: Hz. Muhammed'i (s.a) Mekke'den çıkmaya mecbur bırakmak için çalışan müşrikler daha sonra müslümanlarla yaptıkları savaşlarda bir hayli yıpranmışlardı. Nihayet Mekke'nin müsiümanlar tarafından fethedilmesi üzerine orada da hakimiyetleri son bulmuştur. Ve böylece KurV an'ın verdiği bu mucizevî haber de tahakkuk etmiştir. [113]
(77) «Bu, senden önce gönderdiğimiz...»Bu Ayetin Tefsiri
«Sünnete» kelimesi mukadder bir fiilin mefuludur. Yani «Biz bir sünneti böylece icra ettik (veya bir sünneti böylece sünnet ola. rak ortaya koyduk) ki peygamberini tehdid eden bir ümmeti onu aralarından çıkardıktan sonra helak edeceğiz». Buradaki «sünnet», Allah'ın Sünneti'dir. Fakat peygamberlere izafe edilmiştir. Çünkü Allah bu sünneti peygamberler için icra etmiştir. «Sünnet»in Allah'a ait olduğuna «Allah'ın sünnetinde değişiklik bulamazsın» cümlesi de delâlet etmektedir.
Ferra, «Ayetin başındaki «sünnete» kelimesi harf-i cenin haz-fen düşürülmesiyle üstün okunmuştur» der.
Ebu'1-Beka «Mukadder bir fiilin mefulunbihi olabilir» demektedir. Yani senden önce gönderdiklerimizin sünnetine tabi ol.
Ayetin sonundaki «Tahvilen» kelimesi tağyir/değiştirme demektir. Yani adeti icra ettiğimiz bu kanunda herhangi bir bozulma bulamazsın, bunu herhangi bir kimse bozamaz.
«Allah'ın âdetini değiştirenin bulunmadığımın delili güneşten daha açık bir şekilde görülmektedir. Cenab-i Hak, peygamberine yapılan kâfir hilesini ve peygamberine verdiği teselliyi zikrettikten sonra ona «Rabbinin ibadetine yönel» diye emretti. Ve «Kalbini onlarla değil sadece Rabbiyle meşgul etmesini» ferman buyurdu. Tabii bu da evvelâ ilahiyatla ilgili, haşrle, peygamberlikle ilgili hususları açıkladıktan sonra oldu. Ve böylece «imandan sonra ibadetlerin en şereflisi olan namaz»ı emrederek şöyle buyurdu:
(78) «Güneşin batıya dönüp...» Bu Ayetin Tefsiri[114]
Tefsir alimlerine göre bu ayet beş vakit namazı ifade etmektedir. Şöyle ki: Güneşin batıya dönmesi (yani zeval vaktinden az sonra ve batıncaya kadar) öğle ile ikindi namazı, güneşin batma-, smdan sonra akşam ve yatsı namazları vardır. Sabah namazı ise ayrıca zikredilmiştir. Ve bu namazın şahidi olduğu belirtilmiştir. Çünkü tefsircilerin açıklamasına göre —ki bu açıklama ileride gelecektir— gece melekleriyle gündüz melekleri sabah namazında buluşup hep birlikte bu namazın kılındığına şahid olduktan sonra gündüz melekleri kalır,, gece melekleri ise semaya yükselip giderler. Burada kılınması emredilen namazdan maksat farz namazlardır. Ayetin metnindeki «Düluk» kelimesi gündüzün yan dairesinden kaymaktır. Bu görüş, Hz. Ömer'den, oğlu Abdullah'tan ve bir rivayete göre İbn Abbas'tan, Enes'ten, Ebi Burze el-Eslemi' den, Hasan, Sabi, Ata ve Mücahid'den de rivayet edilmiştir. İmanüler (yani Şiiler) bu görüşü Ebu Cafer, Ebu Abdullah ve başka imamlarından da rivayet etmişlerdir.
İbn Cerir, İshak bin" Rahuviye «Müsned»inde, İbn Merduveyh de «Tefsir»inde, Beyhaki «El-Marifet»inde İbn Mesud ve Ukbe b. Amr'den rivayet ettiklerine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Cebrail bana tam gündüzün ortasında, güneşin batıya yöneldiği bir anda geldi. Öğle namazım önümde kıldı».
Bazı kimseler de İbn Ebi Şeybe, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim'den geldiğine göre «Duluk kelimesi, güneşin batışıdır» de-mislerdir. Bu Hanefîler'e göre Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir.
İbn Merduveyh, Tabarani, Hakim ve İbn'ul Munzir bu yorumu İbn Mesut'tan rivayet etmişlerdir. Aynı zamanda Zeyd bin Es-lem'den, Nehai'den, Dahhak ve Süddi'cien de rivayet edilmiştir. Perra ve İbn Kuteybe de bu mânâyı desteklemiş ve Zu'r Rumme adlı bir şairin şiiriyle de Duluk'un, güneşin batışı mânâsına geldi, ğine delil getirmişlerdir. [115]
Zevalde gündüz yan dairesinden batıya doğru intikal vardır. Batışta ise ufuk dairesinden ufkun altına doğru intikal vardır. Hatta «olmak» mânâsına gelen «delk» kelimesinde de elin bir yerden diğer bir yere intikali mânâsı vardır. Genel kaide olarak başlangıcı «dal» ve «lam» harfleri olan her kelime sonu ne olursa olsun intikal mânâsına delâlet eder. Mesela «Dulc» veya «Dulce», geceleyin yürümek demektir. «Delk», ağır ağır yürümek, dilini çıkarmak, ayağı kayıtlı olan kişinin yürüyüşü gibi yürümek mânâlarına gelir. «Delk», midedeki maddelerin dışan atılmasıdır. «Velh», aklın gitmesidir. Onlarda da manevi bir intikal vardır.
«Buluk» kelimesinde ilk tercih edilecek durum, İsra gecesini takip eden günde ilk kıldığı namazın Öğle namazı olmasıdır. Sahih bir hadiste sabit olmuştur ki Cebrail, Rasûlullah'ı Öğle namazında eğitmeye başlamış ve namazın keyfiyetini iki günde kendisine göstermiştir.
El-Muberrid «Güneşin âuluku zevat anından başlayıp batışına kadarki samandır» diyor. «Güneşin dulukundan itibaren namaz kil» emri öğle ile ikindi namazım getirir.
Ayetin metnindeki «Liduluki»TÛn başındaki lam vakti belirtmek içindir. Yani «duluk vaktinde namaza başla» demek olur.
Aynı «lam», «sonra» mânâsını ifade eden«ba'de» mânâsına da gelir. Ve aynı «lam», yanında/katında mânâsını ifade eden «inde» mânâsına da gelir. El Vahidi «Bu lam tatil içindir» diyor. Yani namazın kılmış sebebi, vaktin girişidir ve vaktin girişi namazm va-rid olmasının sebebidir.
Ayetin metnindeki «Gassak» kelimesi «şiddetli karanlık» demektir ki yatsı namazı zamanına işarettir.
İbn'ul-Enbari «EUVakt» adlı eserinde İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor:
«Naf'i bin Ezrak, İbn Abbas'a:
«Gassak nedir? Bana söyler misiniz?» diye sordu. O da:
«Gecenin zulmetiyle girmesi demektir» dedi ve buna dair Zü-heyr bin Ebi Sulman'm bir şiirini okudu».
Nadr bin Şumeyl «Gecenin gassakı ilk zamanıdır» dedi ve şairin bir şiirini delil olarak getirdi. Gecenin ilk zamanı Nadr'ın katında akşam namazının vaktidir. Bu, aynı zamanda Mücahid'den de rivayet edilmiştir.
Bazıları da «Gecenin gassakından maksat akşam ile yatsı nomazını kapsayan ve fecre kadar uzayan zamandır» dediler. Tıpkı güneşin dulukundan maksadın Öğle ile ikindi vaktini., kapsayan müddet olması gibi
Bu ayette beş vakit namaza işaret vardır. Şia'dan bir grup da bu fikre katılmıştır. Onlar hatta bu ayetle «Öğle zamanı güneşin batışına kadar geniştir, akşam zamanı da gece yarısına kadar geniştir» şeklindeki görüşlerine de delil getirmişlerdir. Bu, özürsüz olarak hazarda namazları cemetmenin delillerinden birisidir. Şia 1$ bu görüştedir ve bu görüşlerini El Ayyaşi'nin Ebu Ubeyde'den, Zü-rare'nin Ebu Abdullah'tan naklettikleri şu rivayete dayandırmak, tadırlar:
«Allah dört vakit namazı farz kılmıştır. Vaktin evveli güneşin tam göğün ortasından batıya doğru kaydığı andadır. Ve gece yansına kadar devam eder. O dört namazdan ikisi, güneşin kaymasından batışa kadar vakti olan namazlardır. Yalnız Öğle, ikindiden Önce olur. O dört namazın ikisinin de vakti güneşin batışından gece yarısına kadardır. Ancak akşam yatsıdan öncedir. Bu El-Mur-teza'nın da namaz vakitleri hakkında benimsediği bir görüştür.»
Fakat müfessirlerin çoğuna göre, güvenilir olan şudur: Güneşin batıya kayışı öğle vaktidir. Karanlığın çöküşü yatsı vaktidir. Bu iki vaktin arasında daimi bir şekilde namaz kılınsın diye em-redilmemiştir. Belki her namaz Hz. Cebrail'in açıklamasıyla sabit olan vaktinde kılınır ki bu da sahih rivayetlerle sabit olmuştur. Nitekim namazların rekâtlarının adedi de Hz. Cebrail'in beyanıyla belirtilmiştir. Umulur ki Cenab-ı Hak namaz vakitlerinin başlangıcı ile sonucunu belirtmekle ifctifa etmiştir. Çünkü bu iki vakit arasında insan daima uyanıktır. Bu vakitlerin bir parçası diğerine bitişiktir. Yatsı ile sabah namazı bunun hilafınadır. Çünkü insanoğlu orada, onların ikisi arasında uyku ile meşguldür. Böylece onlar birbirlerinden ayrılmış olmaktadırlar. Ve bunun için de Cenab-ı Hak sabah namazının vaktini diğer namazların vaktinden ayırmıştır. [116]
Evet, bu ayet şülerin iddia ettikleri gibi onların icraatının yani öğle ile ikindi namazını akşam ile yatsıyı birarada kılmalarının delili olamaz. Ancak bu ayete haber ve hadislerden delil getirilebilirse, olabilir. Hadis delil getirilmediği takdirde bu ayet iki namazın birarada kılınmasına değil, belki dört namazın bir arada kılınmasına delil getirilebilir ki, böyle bir nokta için bu ayeti delil göstermenin de ne denli makbul olduğu ortadadır. Bunun için de Şia'dan Ebu Cafer, hazerde namazları cemetmeye razı olmamıştır. Ancak şiileri destekleyen birtakım sahih hadislerin zahirleri vardır. Meselâ İbn Abbas'ın Müslim'de yer alan şu hadisi gibi: «Allah'ın Rasûlü öğle ile ikindiyi Medine'de cemederek birarada kıldı».
Başka bir rivayette bildirilir ki Hz. Peygamber «Sekiz veya yedi namazı cemederek kıldı. Ne bir korku ne de sefer vardı». Lakin yorumlarında ihtilaf edilmiştir: Bazı alimlere göre Rasû-lullah yağmurdan ötürü onları birarada kılmıştır. Yağmurdan dolayı iki namazı takdim veya tehir ederek kılmak İmam Şafü' nin kavli kadimidir. Kavli cedidinde ise sadece takdim olarak birarada kılınabileceği ifade edilmiştir. O da Şafii fıkıh kitaplarında belirtilen şartlar tahakkuk ederse böyledir. İmam Malik «Yağmurdan ötürü sadece akşam ile yatsı cemedilebilir» demiştir. Bu tevil mutekaddimin büyüklerinden bir cemaatin de meşhur bir yorumudur. Fakat bu İbn Abbas'tan gelen ve yine Müslim'de yer alan bir hadise göre, zayıftır. Zira o hadiste, Rasûlul-lah öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı herhangi bir korku, herhangi bir yağmur bahis konusu olmadığı halde Medine'de cemet-ti» denümektedir.
«Yağmurdan maksat, çok yağmurdur» şeklindeki tevil pek makbul değildir. Bazıları da «Bu bulutlu bir günde olmuş, Hz. Peygamber evvela Öğleyi kılmış, sonra bulut ortadan çekilince ikindinin de ilk vaktinin girdiğini, görmüştür. Böylece ikindiyi de kılmıştır» demişlerdir. Fakat bu yorum da tartışmalıdır. Zira her ne kadar öğle ile ikindi hakkında bu şekilde az bir ihtimal bahis konusu ise de akşam ile yatsı hakkında böyle bir ihtimal bahis konusu değüdir.
Bazıları da derler ki: «Hz. Peygamber öğleyi ve akşamı en son kılınacak noktalara kadar tehir etmiş, onları kıldıktan sonra ikinci namazların (yani ikindi ile yatsı namazlarının) vakti gelmiş ve onları da böylece kılmış, sureten cem'i yapmış oluyor. Hakikaten yapmamıştır».
Fakat bu yorum da tartışmalıdır. Zira bu da tahammül edilmeyecek şekilde zahire muhalefettir.
Ayrıca Abdullah b. Şakik'ten sahih bir şekilde rivayet edilen haber bu yorumu reddetmektedir:
«İbn Abbas bir gün bize ikindiden sonra bir konuşma yaptı. Konuşması, ta güneş batıncaya ve yıldızlar görününceye kadar devam etti. Halk zaman zaman «namaz, namaz» diye bağırıyordu. Beni Temim kabilesinden bir kişi geldi ve durmadan «namaz, namaz» diye bağırdı. Bunun üzerine İbn Abbas:
«Annen olmasın, sen bana sünneti mi öğretiyorsun? Ben Ra-sûlullah'î gördüm ki öğle ile ikindiyi, akşamla yatsı arasım cem-etti» dedi.
Abdullah bin Şakik der ki: «İbn Abbas'ın bu sözü kalbimde vesvese meydana getirdi. Bunun üzerine Ebu Hureyre'ye gittim. Ve sordum. O da îbn Abbas'ın sözünü tasdik eyledi.»
Bazıları «Bu hadis hastalık ve benzeri özürler konusunda yapılan cemilere yorumlanmaktadır» demişlerdir. (Bu, İmam Ah-med'in de görüşüdür). Şafiüer'den Kadı Hüseyin de bu fikre katılmıştır. Yine Şafiüer'den EI-Hitabi, El-Mutevelli, El-Rüyani de bu görüşü savunmuşlardır. Nevevi «Bu tevil de seçilmiş bir pö-rüştür» demiştir.
İmamlardan bir cemaatin mezhebi; ((İhtiyaçtan dolayı âdet edinmeyecek bir kimse için cem caizdir» şeklindedir. Bu aynı zamanda İbn Sirin'in, İmam Malik'in talebelerinden Eşheb'in de görüşüdür. El-Hattabi, İmam Şafii'nin arkadaşlarından olan büyük Kaffali Şaşi'den aynı görüşü hikâye etmektedir. Bu durum Ebu îshak El-Muruzi'den, hadis alimlerinden bir cemaatten de rivayet edilmiş ve İbn'ul-Munzir de bu görüşü tercih etmiştir. İbn Ab-bas'tan gelenin zahiri de bu görüşü desteklemektedir. Müslim rivayet ediyor ki îbn Abbas: «Allah'ın Rasûlü Öğle, ikindi, akşam ve yatsıyı Medine'de korkusuz ve yağmursuz bir vakitte cemetti» dediğinde kendisinden şu soruldu: «Niçin bunu yaptı?» îbn Abbas cevap olarak: «Ümmetimden herhangi bir kimseyi zorluğa sokmamak için» dedi ve fakat hastalık ile benzeri nedenleri saymadı.
Tüm bunlardan anlaşılıyor ki Tirmizi'nin kitabının sonunda «Benim kitabımda ümmetin kendisiyle amel etmeyi ittifakla ter-kettikleri bir hadis yoktur. Ancak İbn Abbas'ın «Medine'de Rasû-lullah korku olmaksızın ve yağmursuz bir vakitte namazı cemetti»
hadisiyle «Dördüncü defada içki içeni öldürdü» hadisi vardır» de-miş olması, onun konuyu dağıtmamasından ileri gelmektedir. Tir-mizi'nin ikinci hadis hakkında söyledikleri doğrudur. Çünkü hadis alimleri mensuh olduğunu açıkça söylemişlerdir». [117]
«Ve Kur'an'eLFecri» ibaresi meftun (üstünlü) okunmuş ,da~ ha önce geçen «salat» kelimesi üzerine atfedilmiştir. Yani «Sabah namazını da kıl». Bu yorum Ferra tarafından yapılmıştır. Zeccac'a göre «sabah namazının kılınmasına dikkat et» demektir.
Bu ayette şayan-ı dikkat bir nokta vardır. Cenab-ı Hak «sabah namazı» yerine Kur'an kelimesini kullanmıştır. Başka namazlar için bu tabir kullanılmamıştır. Çünkü sabah namazının en büyük kısmım Kur'an teşkil etmektedir. Zira sabah namazındaki okuma hem açık hem de uzundur. Nitekim bu durum meşhur ve malûmdur. Medine ehli sabah namazında imamın arkasındaki insanlara zarar vermeyecek kadar okumayı uzatıyordu. Mufassal sureler denilen surelerden iki tanesini sabah namazında okurlardı. Bu şekildeki okuma hususunda sabah namazını takip eden namazla öğle ile cuma namazlarıdır. Akşam namazında az okumak, ikindi ve yatsıda ise orta bir uzunlukta okumak gerekir. Bazı alimlere göre ikindide de akşam namazı gibi kısaltıp hafifletmek daha evladır.
Sahih-i Müslim ve diğer hadis kitaplarında hafif okunması sünnet olan namazlarda uzun okumak, uzun okunması sünnet olan namazlarda da hafif okumak gibi yer alan rivayetler vardır. Meselâ, Hz. Peygamber sabah namazında «felâk» ve «nas» surelerini okumuştur. Akşam namazında ise A'raf, Murselât, Tur surelerini okumuştur. Bunlar uzun uzun devam edilmiş şeyler değildir. Hz. Peygamber bunlarla amel etmeyi terketmiş-tir.
Hz. Peygamber, yatsı namazında kavminin önünde imam olup birinci rekâtta Bakara Suresi'ni açık okuyan Muaz Hazretleri'ne «Niçin böyle yaptın?» diye taanda bulunmuştur. Ayrıca Hz. Peygamber, imam olacak kimselere «Cemaatin önünde hafif kıldırınız» emrini vermiştir.[118]
Bir hadiste «Ey insanlar! Sizin içinizde ürkütücüler vardır. Sizden hanginiz imam olursa hafif namaz kıldırsın. Muhakkak ki cemaatin içinde küçükler, yaşlılar, hastalar, sakatlar, zayıflar, ihtiyaç sahipleri vardır!» buyurulmuştur. Başka bir hadiste «Herhangi biriniz tek başına namaz kılarsa dilediği kadar namazı uzatabilir» buyurulmuştur. Bütün bunlar sahih hadislerde varid olmuşlardır. [119]
Kur'an-ı Kerim'in «ve Kur'an'el-Fecri» (sabah namazını da kıl) tabiri delâlet eder ki kıraatsız hiçbir namaz olmaz. Nitekim dikkat edilirse burada «namaz»a, Cenab-ı Hak «Kur'an» demiştir. Ayetin sonundaki «çünkü h namazı şahitlidir» cümlesine gelince, Tirmizi, Ebu Hureyre'den, o da Allah'ın Rasûlü'nden bu ayet hak. kında şunu nakletmektedir: «Gece ile gündüz melekleri orada o namazı seyreder». Bu hadis «hasen ve sahihtin> denüdi. (Ali b. Mısır, A'meşten, o da Ebu Salih'ten, o da Ebu Hureyre'den, o da Ebu Said'den, o da Rasûlullah'tan bunu rivayet etmişlerdir).
Buhari, Ebu Hureyre tarikiyle Rasûlullah'tan şu hadisi rivayet eder: «Cemaatla kılınan namazın fazileti tek kılınandan yirmi-beş derece daha üstündür. Gece ile gündüz melekleri sabah namazında biraraya gelirler». Ebu Hureyre bu hadisi naklettikten sonra «Fecr Kur'an'ını da lal. Kesinlikle Fecr Kur'an'ı şahitlidir» ayetini okudu. Bunun için sabah namazı erken kılınır. Sabah namazını erken kılmayan bir kimsenin namazında sadece meleklerin bir grubu bulunur. Ve bu mânâdan ötürü İmam Malik ve İmam Şafii; «Sabah namazında alaca ışık daha efdaldir» demişlerdir. Ebu Ha-nife «En efdali, alaca ışık zamanından başlayıp, ortalık iyice ağa-rıncaya kadar devam etmektir» diyor. Eğer alaca ışık vaktine erişilmez ise o vakit ortalığın iyice aydınlanması tağlisten (sabah namazını, ortalık karanlık iken kılmak) daha evladır. Fakat bu Rasûlü Ekrem'in tağlis üzerinde devam etmesine aykırı düşmektedir. Ayrıca gece melekleri böyle bir sabah namazında bulunmazlar.
Bazı alimler Rasûlullah'm «Gece ile gündüz melekleri sabah namazında buluşurlar» sözüyle sabah namazının ne gece ne de gündüz namazlarından olmadığına dair delil getirmişlerdir. Ben derim ki: Bu tür delile binaen ikindi namazı da o vakit ne gece, ne de gündüz namazından sayılır. Çünkü Rasûlullah'tan gelen ve Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen sahih bir hadiste: «Melekler sizin hakkınızda sıra ile birbirlerini takip ederler. Bir kısmı gece, bir kısmı da gündüz melekleridir. İkindi ile sabah namazlarında biraraya gelirler» buyurulmuştur. Halbuki ikindi namazının gündüz namazlarından olması kesindir. Sabahın da geceden olması böylece kesindir, demişlerdir. Fakat bu görüş yanlıştır. Sabah namazı da ikindi namazı gibi gündüzden sayılır. Çünkü sabah namazında, oruçlu bir insan sahur yiyemez ve «sabahta işlemeyeceğim» diye yemin eden bir kimse işi orada işlerse keffaret gere kir. Bu açık bir durumdur. [120]
Alusi tefsirinde şöyle demektedir: «Madem bu ayet sabah na mazında okumanın vacib olduğuna nassen delâlet ediyor, o haldi başka namazlarda okumanın sabit olması da kıyasen vardım Alu si bu meseleyi görüşünü müdafaa etmek sadedinde uzattıkça uzat mış ve sahih haberlerin sabah namazında isfann (sabah namazı nm ortalık aydınlanırken kılınması) sünnet olduğuna delâlet et tiğini söylemiştir. Tıpkı Tirnıizi'nin şu «hasen ve sahihtir» dedi ği hadis gibi:
«Sabah namazını aydınlık zamanında kılınız. Çünkü o em için daha büyüktür)). Ve devamla sahih bir senedle İbrahim'den rivayet edilmiştir ki Rasûlullah'ın ashabı sabah namazının aydın, lık zamanında kılınması hususunda biraraya gelmeleri gibi hiçbir şey için biraraya gelmemişlerdir. Rasûlullah'ın yaptığının hilâfına hareket etmek, onların yüce şanına aykırı düşer.
Sahiheyn'de İbn Mesud'tan şöyle rivayet ediliyor: «Rasûlullafı-m hiçbir namazı vaktinde kıldığını görmedim. Ancak akşam ve yatsıyı cem ile kıldı ve o gün sabah namazını da vaktinden evvel kıldı, .Halbuki bu kıldığı vakit fecirden sonraydı». Nitekim Buha-ri'nin lâfzı bunu ifade etmektedir. O halde «vaktinden önce kıldı» ifadesinden maksat, yani sabah namazını âdet ederek kıldığı vakitten evvel kıldı demektir. Gerçek şudur ki Hz. Peygamber tağ-lisi âdet edinmemiştir. Ancak o gün vakfeyi uzatmak için tağlisi işledi. Biz de cemi sabahında tağlisin sünnet olduğunu söylüyoruz. Cemi sabahından herhalde Muzdelife sabahı kastedilmektedir. Çünkü Muzdelife'de akşam ve yatsının vaktinde namaz cem-u tehirle kılınır.
Alusi, «Hz. Aişe'nin; «Rasûl-ü Ekrem sabah namazını tağlis zamanında kılar, kadınlar da başörtülerini başlarına ve sırtlarına attıkları halde Rasûlullah'ın namazına katılırlar, sonra evlerine dönerlerdi. Hiç kimse karanlıktan Ötürü onları tanımazdın şeklindeki rivayetini bazı arkadaşlarımız cami içindeki karanlığa yorumlamıştır. Fakat bu yorum mümkün değildir. Zira cami içindeki karanlıktan Ötürü yolda hiç kimsenin onları tanımaması mânâsız bir şey olur» diyor. [121]
Alusi'ye göre, sabah namazında biraraya gelen melekler kete-be ve hafaza melekleridir. Yani insanoğlunun yaptıklarını yazan ve onu koruyan meleklerdir. Gündüz melekleri iniyorlar, gece melekleri de göklere çıkıyorlar. İki grup sabah vaktinde biraraya gelirler. Bunun tam tersine bir de ikindi vaktinde biraraya gelirler. Nitekim bu durum rivayetlerde varid olmuştur. Acaba bugün de, yarın da aynı taife mi biraraya geliyor, yoksa her gün ayn taifeler mi? Ki bu taife bir defa yeryüzüne gelir, artık bir daha da gelmez. Bu husus alimler arasında ihtüaf konusudur.
Bazıları «Sabah namazının şahitli oluşundan maksat, namaz kılanların çoğu âdet olarak sabah namazında biraraya gelirler» demektir» demişlerdir. «Sabah namazında cemaatin çok olması gereklidir» veya «orada kudretin delilleri kazır bulunur; meselâ karanlığın yerini ziya, uykunun yerini uyanıklık alır» diyenler de Olmuştur. İmam Fahreddin Razi bu tevilleri ortaya attıktan sonra, «İşte Cenab-ı Hakk'ın «Kesinlikle sabah namazı şahitlidir» ayetinin maksadı budur.» diyor.[122]
«Muhakkak ki sabah namazı şahitlidir» cümlesi sabah namazı emrini tergib ve teşvik eden bir cümledir. Çünkü kul o zaman bazı melekleri uğurlamakta ve bazılarını da karşılamaktadır. Öyleyse en güzel halde olması gerekir. Gidenler ondan o hal ile bahsetsinler, gelenler de sevinsinler.[123]
(79) «Gecenin bir kısmında...»Bu Ayetin Tefsiri
Görüldüğü gibi bu ayette iki konu işlenmektedir. Birincisi, gecenin teheccüd isimli namazı, ikincisi efe Makam-ı Mahmud... Yani gecenin bir kısmında kalk ve Kur'an ile teheccüd namazını kıl. Cenab-ı Hak bu ayette kulunu daha önce de ifade ettiğimiz gibi gece namazına teşvik ediyor. Yani gece namazını sakın kaçırma demek istiyor. Ayetin metnindeki «Tehecced» fiili hem uyku mânâsım hem de uyanıklık mânâsım ifade eden «H-c-d» kökünden gelmektedir. Burada teheccüdden maksat uykudan sonra uyanmak demektir. Bu vakitte kılınan namaza teheccüd ismi verilmesi, insanın bu namaz için uyanmasıdır. Öyleyse bu ayette teheccüdden maksat, uykudan namaz için kalkmak demektir. El-Esved, Alka-me, Abdurrahman b. Esved ve diğerleri böyle demişlerdir.
İsmail b. İshak, El-Kadı, El-Haccac b. Anır adlı sahabenin hadisinden rivayet ediyor ki bu zat: «Herhangi biriniz akşamdan kalkıp da sabaha kadar namaz kılarsa teheccüd namazını kıldığım mı sanıyor? Teheccüd uykudan kalkıp namaz kılmak, sonra uykudan sonra namaz kılmak, sonra uykudan sonra namaz kıt maktır. Allah'ın Rasûlü de böyle yapardı» demiştir.
Mücahid «Bu ayetin metnindeki «Nafiletenleke» tabiri senin için bir keramet demektir» dedi.
Alimler Rasûlü Ekrem'e bu namazın tahsis edilmesi hususunda değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Bazı görüşlere göre, gece namazı Rasûlullah'a farz idi. Çünkü Cenab-ı Hak «Senin için bir nafiledir» buyuruyor. Yani senin için beş vakit farzdan fazla bir farzdır buyurmaktadır, dediler. Fakat bu tevil iki noktadan ötürü uzak bir tevüdir:
a) Farza nafile denilmez. Böyle denildiği takdirde o kelimenin hakiki değil mecazî mânâsı kastedilmiş olur. Oysa hakikate imkânı olduğu takdirde mecaza gitmek iyi değildir.
b) Hz. Peygamberin «Beş vakit namazdır, Allah onları kullan üzerine farz kılmıştır» sözü buna mânidir. Çünkü Rasûlü Ekrem de kullardan birisidir ve O'na da beş vakit namaz farz kılınmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber'in «Onlar beştir. Fakat elli yerine geçer. Benim katımda söz değiştirilmez» hadisi vardır. Bu hadis beş vakitten fazla namaz olmadığını kesinlikle ifade etmektedir. Öyleyse nasıl beş vakit namazdan fazla Rasûlullah'a farzedilmiş bir namazdır denilebilir? Her ne kadar Cenab-ı Peygamber: «Üç şey vardır ki bana farzdır, ümmetim için nafiledir: Gece ibadeti, vitr namazı ve misvak kullanmak» buyurmuşsa da bu hadisin tevilinde «gece namazı» başlangıçta bütün müslümanlara vacib idi. Sonra vaciblik/farzlik sıfatı kaldırıldı. Gece ibadeti farzdan sonra nafileye dönüştürüldü denilmektedir. Nitekim Aişe validemiz bunu beyan buyurmuştur. (Bu bahis inşaallah El-Muzemmil Su-resi'nde mufassal olarak anlatılacaktır.)
Bu ikinci yoruma göre nafileyi emretmek nedbî bir emirdir. Hitab Hz. Peygamber'edir. Çünkü Hz. Peygamber için geçmiş ve gelecek zellelerin hepsi affolunmuştur. Öyleyse Rasûl-u Ekrem farz olmayan bir şey yaparsa bu onun derecelerinin artmhşi, ümmet yaparsa bu onların günahlarının keffareti ve farzdaki eksikliklerinin kapatılması demektir.
Evet, bu yorumu Mücahid ve .seleften (tabiinden) olan diğer tefsir alimleri yapmışlardır.
Bazıları da «Ayetteki nafile kelimesi atiyye ,Allah'ın vergisi, ikramı mânâsmdadır» dedüer. Çünkü kul, Cenab-ı Hakk'm kendisini ibadet etmeye muvaffak kılmasından daha üstün bir nimete mazhar olmamıştır. [124]
«Makam-ı Mahmud» hususunda dört görüş belirtilmiştir:
1- Bu, en sahih görüştür. Makarn-ı Mahmud'dan maksat Kıyamet Günü'nde insanlara şefaat etme makamıdır. Bunu Huzeyfe b. Yeman adlı ve Rasûlullah'ın sırlarına vakıf olan sahabi naklet-miştir.
Sahih-i Buhari'de İbn Ömer'den şu nakledilmektedir:
«Halk Kıyamet Günü'nde grup grup olur. Her grup peygamberinin arkasına takılır ve: «Ey peygamberimiz, bize şefaat et» der. Böylece bu dilek hiç kimse tarafından yerine getirilmez, ta ki Hz. Muhammed Mustafa'ya mesele intikal ettirilinceye kadar. İşte o günde Cenab-ı Hak onu Mahmud Makamı'na gönderim.
Tirmizi, Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyor:
«Bu ayet hakkında Cenab-ı Peygamberce, «Makam-ı Mahmud ne demektir?» diye soruldu. Hz. Peygamber de; «Şefaattir» buyurdu. [125]
Nakkaş, «Hz. Peygamber'in üç şefaati vardır:
1- Genel şefaattir.
2- Cennete girebilmek için gerekli olan şefaattir.
3- Büyük günah sahipleri için olan> şefaattir» demiştir.
İbn Atiyye şöyle demiştir: «Meşhur olan şudur fci Rasûlullah' in sadece iki şefaati vardır: Birincisi genel şefaattir. İkincisi de günahkâr müminleri cehennemden çıkarmak için olan şefaattir. Bu ikinci şefaat diğer peygamberler tarafından da yapılır. Hatta alimler de bu şefaati yaparlar».
Kadı Ebu'1-Fadl îyad ise şöyle söylemiştir: «Bizim peygamberimizin Kıyamet Günü'nde beş şefaati vardır:
a) Genel Şefaat.
b) Bir kavmi hesaba çekümeksizin cennete göndermek için edilen şefaat.
c) Günahlarından ötürü cehenneme mustehak olmuş bu ümmetin ehli tevhidden olan bir kavmi için edilen şefaattir. Peygamber onlar için şefaat edecektir ve Cenab-ı Hakk'ın dilediği kimselere de şefaat edecek ve onlar cennete gideceklerdir. İşte bid'at-çı, Haricî ve Mutezile'nin inkâr ettiği şefaat budur. Bu şefaati tansin (beğenmek) ve takbih (beğenmemek) üzerine bina edilmiş aklî istihkaktan ibaret olan fasık asılları üzerine bunu bina etmiş, menetmişlerdir.
d) Rasûlullah'in cehenneme giren günahkârlara şefaat etmesidir. Evet, Rasûlullah'm, diğer peygamberlerin, melek ve diğer müminlerin şefaat etmesiyle günahkârlar cehennemden çıkarılır.
e) Cennette cennet ehlinin derecelerinin artırılması için edilen şefaattir. İşte bu beşinci şefaati Mutezile ilk şefaati inkâr et medikleri gibi inkâr etmiyor.
Kadı İyad, «Selef Cenab-ı Hak'tan Peygamber'in şefaatini çokça ister ve istemesi için de halkı teşvik ederdi» demiştir. Binaenaleyh, «Allah'tan peygamberin şefaati istenilmez. Çünkü o ancak günahkârlar içindir» diyenin sözüne bakılamaz, buna iltifat edilmez. Çünkü o daha önce dediğimiz gibi sadece azabı hafifletmek ve dereceleri artırmak içindir. Her akıl sahibinin kusurlu ve Allah'ın affına muhtaç olduğu hususu ise gerçek bir durumdur. Amelinin önemsenmemesi de muhtemeldir. Helak olanlardan olmasından da korkar. Şefaati istemeyi kerih görene mağfiret ve rahmeti istememek de gerekir. Çünkü mağfiret ve rahmet de günah sahipleri içindir. Bütün bunlar selef ve halefin duasından anlaşılan duruma ters düşmektedir. Zira Buhari, Cabir bin Abdullah' tan rivayet ediyor ki Rasûl-ü Ekrem:
«Kim o ezanı işittiği zaman: «Ey bu tam davetin sahibi, kılınan namazın sahibi Muhammed'e vesileyi ihsan eyle. O'nu va'det-tiğin Makam-ı Mahmud'a gönder» derse onun için şefaatim gerekli olum buyurmuştur..
2- Makam-ı Mahmud'dan maksat Rasûlullah'a Kıyamet Gü-nü'nde hamd bayrağının veya sancağının verilmesi demektir. Bu
ikinci görüşle birincisi arasında terslik yoktur. Çünkü Rasûlul-lah'ın elinde hamd sancağı olduğu halde şefaat edebilir. Tirmizi, Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ediyor: Hz. Peygamber; «Ben Ademoğlu'nun Kıyamet Günü'nde efendisiyım .Bununla böbürlenil meni. Benim elimdedir hamd sancağı, onunla böbürlenmem. O gün Adem dahil hiçbir peygamber yoktur ki benim bayrağımın altında olmasın» buyurmuştur.
3- Bu görüşü Taberi bir gruptan nakletmiştir. O grubun içinde büyük tefsir alimi Mücahid de vardır. Bu grup der ki: «Makam-ı Mahmud ,Cenab-ı Hakk'tn, Muhammed'i kürsi üzerinde oturtmasıdîr».
Bu grup ayrıca bir de hadis nakletmektedir.
Taberi bunun mümkün olabileceği hususunun uzak olduğunu tesbite çalışmaktadır. Fakat onun bu tesbiti gayet uzaktır. Fakat bununla beraber rivayet edilmesi münker değildir. Çünkü ölüm onu tevil etmektedir.
Nakkaş, Ebu Davud es-Sicistani'den bu zatın şöyle dediğini nakletmektedir: «Bu hadisi kim tıkar ederse, o bizim katımızda itham edilmiştir. Ve bu hadisi tevili mümkün olduğu halde inkâr edeni ilim ehli bu ithamla zikredegelmişlerdir.»
Ebu Amr der ki: «Bu grubun içinde bulunan büyük tefsir alimi Mücahid her ne kadar Kur'an'ı tevil edecek imamlardan birisi ise de onun ilim ehli katında terkedilmiş iki görüşü vardır. Birisi budur, ikincisi de Cenab-ı Hakk'in «O günde bazı yüzler pırıl pırıl parlıyorlar, Rablerine bakıyorlar» ayetinin tevilini ihtiva eden görüşüdür. Zira bu zat, ayetteki «Naziretun» kelimesinin «bakış» mânâsına gelen «Nazar» kökünden değil, «belki onlar sevabı bekterler» yani «tefteamdandır, demiştir. Onun bu görüşü de terkedilmiştir.» [126]
4- Rasûl-ü Ekrem'in şefaatiyle kişileri ateşten çıkarmaktır. Cabir bin Abdullah bunu söylemiş ve Müslim de sahihinde zikretmiştir.
Alimler «gece namazı, yani tehecciidün Makam-ı Mahmud'a sebep olmadığı hususunda» iki görüş ileri sürmüşlerdir:
a) Cenab-ı Hak onun fiilinden dilediğini faziletine sebep kılar. Bazen hikmetini bildirir, bazen de bildirmez.
b) Gece ibadetinde Allah ile halvet olmak, halkla değil Allah ile münacaat yapmak mânâsı vardır. İşte bu halvet ile münacaat, Rasûlullah'a verilen Makam-ı Mahmud'dur. Halk bu makamda, dereceleri itibariyle, değişik mertebelerdedir. Onların en yüce derecelisi Hz. Muhammed'dir. Çünkü ona verilen, hiçbir kimseye verilmez. Hiç kimsenin şefaat etmediği noktada o şefaat eder.
Ayette «umulur» mânâsına gelen «Asa» kelimesi Cenab-ı Hak' tan gelirse vücub mânâsını ifade eder. «Umulur ki Rabbin seni Makam-ı Mahmud'a gönderir,» yani «kesinlikle gönderecektir» demektir.
Taberi, Ebu Hureyre'den şunu rivayet ediyor:
«Allah'ın Rasûlü; «Makam-ı Mahmud ümmetim için şefaat ettiğim makamdır» buyurmuştur. Binaenaleyh ayetteki «Makam» kelimesi «insanın büyük işler görmek için bulunduğu yer» demektir. Tıpkı padişahların huzurundaki makamlar gibi.
(80) «De ki: Ey Rabbim, beni.,.» Bu Ayetin Tefsiri
Said Havva «EUEsas fi't Tefsir» adlı eserinde «Rasûlullah'a hicret emri verildiği zaman bu ayet nazil oldu» der. Yani bütün durumlarında ,her giriş ve çıkışında, her emrinde ve her zaman beni girdireceğin yere doğruluk girişi ile girdir, beni doğruluk çıkışıyla çıkar, demektir.
Bu ayetin tefsirinde şu görüşler ileri sürülmüştür:
1- Beni doğru bir ölümle öldür. Kıyamet Günü'nde doğru bir haşirle haşreyle.
2- Beni emredilenlere girdir. Yasaklardan çıkar.
3- Beni müşrikler arasından çıkar, emniyet yerine girdir. (Yani müşriklerin o andaki merkezi olan Mekke'den çıkar, ensa-nn yeri olan Medine'ye gönder).
4- Beni şereflendirdiğin peygamberlik emrine doğrulukla girdir. Ondan beni doğruluk çıkarmasıyla öldürdüğün zaman çıkar.
5- Beni doğru bir girişle, öldürdüğün zaman kabre girou", Haşre gönderdiğin zaman da doğru bir çıkışla çıkar.
6- Beni nereye girdirirsen doğrulukla girdir ve aynı yerden doğrulukla çıkar.. (Yani girerken bir yüzle, çıkarken başka bir yüzle beni çıkarma. Çünkü ikiyüzlü kişinin senin katında kıymeti yoktur).
7- Bütün seferlerimde, amellerimde ve kaderlerimde beni doğrulukla girdir ve doğrulukla çıkar.
8- Hz. Peygamber'in burada Hira Mağarası'na girmesi ve çıkması kastedilmektedir.
9- Cennete girmesi ile Mekke'den çıkarılması kastedilmektedir.
10- Namaza girmesiyle ondan çıkması kastedilmektedir.
11- Tevhidin denizlerine dalması ve tevhidin marifetine yararlı delillerle çıkarılması kastedilmektedir.
12- Eserlere girmesi ve biricik Allah'ın marifetinde düşüncelere dalması kastediliyor.
Bu hususta başka görüşler de vardır. Bütün bu görüşler birtakım rivayetlere dayanmaktadır. Meselâ üçüncü tefsir Tirmizi' nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadise dayanmaktadır :<cAZZaft'in Râsulü Mekke'deydi. Hicret etmesi emri verildi ve bu ayet nazil oldu». (Bu hadisin hasen ve sahih olduğunu da Tirmizi söylemektedir.)
Dahhak, «Bu ayet, Rasûlullah'ın Mekke'den çıkması ve Fetih Günü'nde emniyet içerisinde yine oraya girmesi mânâsını ifade ediyor» demiştir.
Ebu Said, «Rasül-ü Ekrem, Tebük'ten döndüğü zaman münafıklar: (İbn Übey); «Kesinlikle en aziz olanınız Medine'den en zelil olanınızı çıkaracaktır» dediler. Bunun üzerine bu ayet geldi. Yani «Beni aziz olarak Medine'ye sok ve aziz olarak Mekke'yi fethetmeye gönder» demektir.
Ayetin metninde geçmekte olan «Mudhal» ile «Muhrec» mimli mastarlardır, ithal ve ihraç (sokmak ve çıkarmak) mânâsını ifade ederler.
Hasan Basri, Ebu'l-Aliye ve Nasr bin Asım, «Medhal» ve «Mahreç» tarzında okumuşlardır ki bu da girmek ve çıkmak mânâsını ifade eder. Yani birisi dört harfli, diğeri de üç harfli fiildendir. Mânâ ise aynıdır.
Ayetin sonunda gelen «Sultan» ile «Naşir» kelimeleri Eş-Şa*bi ve İkrime'ye göre sabit olan hüccet demektir. Yani «Sultan»; «hüccet» ve «delil», «Naşir» ise «sabit olmuş» demektir.
Hasan Basri, «bu terimlerden, aziz olmak, yardıma kavuşmak ve dininin bütün dinlere galib gelmesi kastedilmektedir» demiştir. [127]
Yine, Hasan Basri der ki: «Cenab-ı Hak, Peygamberine, Fars ve Bizans imparatorlarının ve diğer yeryüzü devletlerinin mülklerini alıp vermeyi va'detmiştir».
Bazıları «Bu terimlerden maksat hadler ve ahkâm kapsayan kitap demektir» dediler. Yani «Bana bu hudutları ve ahkâmı kapsayan bir kitap ver» anlamına gelir.
Hasan Basri «Bu terimlerle kâfirlere kılıçla, münafıklara da hadleri ikame etmek suretiyle galip gelmesi kastedilmektedir» diyor.
Bazıları, «sultanen nasıra istemesi Mekke'nin fethidir» diyorlar. Yani «katından bana Mekke'yi fethetmeyi mümkün kıl».
Bazılarına göre «Sultan» terimi burada saltanat sahiplerinden birisi demektir. Sanki Hz. Peygamber Allah'ın dinine yardım edecek bir kralın devrinde olmasını Allah'tan istemektedir. Bazı kimseler bu yorumun Beyhaki'nin Delail'de ve Hakim'in Katade'den rivayet ettiği şu hadise dayandığını söylemişlerdir: «Cendb-ı Hak onu Mekke'den doğru bir çıkarışla çıkardı, Medine'ye doğru bir girişle girdirdi. Ve Allah'ın Peygamberi bildi ki bu emre tek başına güç yetiremez. Ancak bir sultanla bu emri yerine getirebilir. Böylece Allah'ın Kitabı'na, Allah'ın tayin ettiği cezalara ve farzlara yardımcı olacak bir sultan istedi. Çünkü sultan Allah'tan gelen bir izzettir. Cenab-ı Hak onu kullarına takdim eder. Eğer o sultan olmasa kullar birbirlerini ezer, kuvvetliler zayıflan yutar.»
Fakat bu yorumlar tartışmalıdır. [128]
(81) «De ki: Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti...» Bu Ayetin Tefsiri
Buharı ve Tirmizi İbn Mesut'tan şöyle rivayet ederler: «Ra-sûlullah, Mekke'yi fethettiği sene Mekke'ye girdi, Kabe'nin etrafında 360 dikili put vardı. Rasûlullah elindeki âsâ ile onlara vurdukça bu ayeti okuyordu. Bazen de «hak geldi, bâtıl artık ortaya çıkmaz/geri gelmez» şeklinde söylüyordu».
Alimler; «360 putun dikilmesinin nedeni şuydu: Onlar her gü bir puta tapıyorlardı. Senenin günleri kadar put dikmişlerdi Fakat putların en büyüklerine sadece iki gün taparlardı» derler.
Bazı tefsircüer, «Bu putlar yere demirlenmişlerdi. Fakat Ra-sûl-ü Ekrem bastonunu onların yüzüne dayadığında sırt üstü yere düşerlerdi veya ensesine dayadığında yıkıhverirlerdi. Ve o zaman Rasûlullah bu ayeti okurdu» şeklinde yorum getirmişlerdir.
Hz. Peygamber, hiçbir put ayakta kalmayacak şekilde hepsi-nin kırılmasını emir buyurdu ve bu emir yerine getirildi. Bu ayet müşriklere galebe çalındığı zaman onların bütün diktiklerinin kırılması gerektiğine delildir. Ve aynı ayette bâtılın aletlerinin de kırılmasının delili vardır.
İbn'ul-Munzir, «Ağaçtan ve benzeri maddelerden edinilen bütün şekiller put manasınadır. Yasaklanan levhden başka bir şeye yaramayan her şey de aynı mânâya girer» der. Bunların hiçbirisinin satışı da caiz değildir. Ancak altından, bakırdan, gümüşten ve demirden yapılan putlar eritildikten sonra külçe olarak satılabilirler.
Bu ayet malî cezalar hususunda temel esasları teşkil eder. Tabii Rasûl-ü Ekrem'in kadın sahibi tarafından lanetlenen deve hususundaki sözü de hatırlanmalıdır: «O deveyi bırakın, çünkü o lanetlenmiştir». Böylece Hz. Peygamber, devenin sahibi olan hanımı eğitmek için onun mülkiyetini deveden kaldırdı. Deveye yaptığı bedduadan dolayı bu ceza ona tatbik edilmiştir. Nitekim Hz. Ömer su ile karıştırılan sütü dökmüştür. Ayetteki «Hak» ile maksat İslâm dinidir veya Kur'an'dır veya bu yoldaki cihaddır. Bâtıldan maksat şirktir veya şeytandır. Bu yorum Mücahid'e aittir. Fakat kelimeyi genelleştirmek daha evlâdır.
«Bâtıl zail oldu» demek,, «iptal edildi» demektir. Zaten bâtılın baki kalması bahis konusu değildir. Hak ise sabit olur demektir. [129]
(82) «Biz
Kur'an'da müminlere şifa ve...» Bu Ayetin Tefsiri
Beyzavi, «Bu ayetteki amin» edatı beyan içindir. Çünkü Kur'-an'ın tamamı şifadır. Bir kısmı şifadır, bir kısmı değildir, şeklinde bir şey olmaz» der.
Yani Kur'an denilen bu cinste dalâlet ve cehaletten insanı kurtaran, ihtilaflı meseleleri halleden, çözülmesi zor olan her düğümü açan ve her şüpheye ilaç olan, hayret ve şaşkınlık içerisindekilere hidayet rehberi dini indirdik!
Alimler Kur'an'm şifa olması hususunda iki görüş belirtmişlerdir:
1) Kur'an kalblere şifadır. Çünkü cehaleti giderir, şek ve şüpheleri söker, atar. Ve kalbin üzerini kaplayan cehalet perdesini yırtar ve böylece kalp mucizeleri anlamaya, Allah'ın varlığına delâlet eden emirleri keşfetmeye başlar, manen şifaya kavuşur.
2) Kur'an zahiri hastalıklar için şifadır demek olur. Zira hadis imamları Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ederler: Rasû-lullah bizi bir askeri birlik içerisinde otuz süvari olarak gönder, di. Biz Araplardan bir kavmin yanında konakladık. Bize ikramda bulunmalarını istedik. Bize bir şey vermediler. O esnada o kabilenin Önderi ya yılan veya akreb tarafından sokuldu. Bize gelip akreb ısırmasını dua veya efsunla giderecek bir kişinin içimizde olup olmadığını sordular. Ben: «Vardır, fakat bize ücret vermez* seniz bunu yapmama dedim. Onlar; «Size oluz koyun verelim» dediler. Ben adamın üzerinde Fatiha Suresi'ni yedi defa okudum. Adam sağlığına kavuştu. Bize ikramda bulundular ve otuz koyunu da verdiler. Biz yemeği yedik. Fakat arkadaşlarımız koyunlardan almayı ve yemeyi kabul etmediler. Ta ki Rasûlullah'a vardık, durumu arzettik: «Fatiha'nın efsun ve dua olduğunu nerden biliyorsun?» dedi. Ben de: «Ey Allah'ın Rasûlü! Bu benim kalbime atılan bir şeydir» dedim. Hz. Peygamber: «O koyunlardan yeyin, bize de yedirin» buyurdu. Bu hadisi bütün hadis kitabları nakletmektedir. Bu hususu Kurtubi, tefsirinde uzun uzadıya izah etmektedir. Kurtubi, Kur'an ile Allah'ın isimleriyle, varid olan dualarla efsun yapmayı ve kâğıtlara yazıp çocukların üstüne takmayı muska veya okuyup parmaklara üflemek suretiyle efsun yapmayı caiz görmekte ve delillerini de zikretmektedir.[130]
«Müminler için rahmettir»; yani onların üzüntülerini giderir, ayıplarım tertemiz kılar ve günahlarına keffaret olur. Ayrıca onu tilavette kendileri için sevap vardır. Nitekim Tirmizi, Abdullah b. Mesut'tan şöyle rivayet ediyor: «Allah'ın Rasûlü: «Kim Allah'ın Kitabı'ndan bir harf okursa, o harften ötürü ona bir hasene vardır. Hasene de on mislidir. Ben elif-lâm-mim bir.harftir demiyorum. Belki elif bir harftir, lam başka bir harftir ve mim de başka bir harftir» buyurdu. (Tirmizi bunu naklettikten sonra «Bu hadis hasen, sahih ve garibtir» demiştir).
Zalimler Kur'an'ı yalanladıklarından dolayı Kur'an ancak onların helaklerini artırır. Bu noktadan hareket ederek Katade der ki: «Kur'an ile oturan bir kimse ya fazlalıkla veya eksiklikle kalkar». O, bunu söyledikten sonra yukarıdaki ayeti okudu. Bu ayetin benzeri «De ki: O iman edenler için hidayet ve şifadır. İman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında ağırlık vardır ve Kur'an onlar üzerinde bir körlüktür» ayetidir.
Bazüarı ayeti «Kur'an farz ve hükümlerde getirdiği açıklık dolayısıyla şifadır» tarzında yorumlamıştır.
Kur'an'ın her ayeti ya müstakilen veya müdahale etmek suretiyle şifa getirij1. Yine her ayet, ya müstakiller veya dolaylı yollardan başka bir yönden rahmet ayeti olur. Nitekim Kur'an'ın tamamının şifa ve rahmet olduğu gibi. Binaenaleyh müminin Kur'-an'dan feyz almasını bildiği ve bu maksatla okuduğu ve dinlediği için Kur'an ayetleri kendisine şifa ve rahmet vesilesidir. Buna karşılık hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi onun hastalığını artırdığı gibi zalimin Kur'an'dan uzak durması da onun hüsranını artırır. [131]
(83) dnsana nimet verdiğimiz...» Bu Ayetin Tefsiri
«İnşamdan maksat ya bütün insanlardır ki onların bir kısmı böyle yaptıkları için bu hüküm sıhhatli olur. Veya Rasûlullah'ın düşmanlarından olan Velid bin Muğire kastedilmektedir.
Yani insanlara sıhhat, zenginlik ve benzerlerini nimet olarak verdiğimize zikrimizden sanki hiç muhtaç değillermiş gibi yüz çevirirler. Ve taatimizden omuz silkerek geçip-giderler.
Ayetin metnindeki «Nea» fiili uzaklık mânâsına gelen «Nei» kökündendir. Ve bir önceki «A'rede» fiiline tekid olur. «Omuzunu silkmek» gurur ve kibirden ibaret de olabilir. Çünkü müstekbirler böyle yaparlar.
Ayetin metnindeki «canib» kelimesinden nefis de (zat) irade edilmiş olabilir. O vakit «O nefsini ibadetimizden uzak tutar» de. mek olur. Hastalık, fakirlik veya bir felaketten ibaret olan bir şer kendisine dokunduğunda bizim rahmetimizden şiddetle ümitsiz olur. Çünkü genişlik zamanında bize karşı güzel muamelede bulunmamıştır ki bizim faziletimizi sıkıntılı anında istesin.
Cenab-ı Hak bu ayette nimetleri kendi nefsine, şerri de dokunmaya nisbet etmiştir. Bu husus işaret ediyor ki hayr bizzat kastedilmektedir. Fakat şer böyle değildir. Çünkü hayrı mutlak kerem, geniş rahmet gerektirmektedir. Hz. Peygamber'in «Ey Rab. bira, hayr senin iki elindedir. Şer sana ait değildir» şeklindeki duası da buna işarettir. [132]
(84) «De ki: Herkes kendi mizacına uygun...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-ı Hak, Kur'an'ın mümine ve kâfire nisbeten halini, kâfirin nimet ve şer hallerindeki durumunu zikrettikten sonra «niçin böyledir?» sualine cevap olacak ayeti getirmek suretiyle şöyle buyurdu: «Mümin, kâfir, yüzünü çeviren, yönelen, ümitli ve ümitsizden her birisi mizacı üzerinde iş yapar».
Ayetin metnindeki «Sakile» kelimesi «misi» ve «benzer» mânâsını ifade eden «şekil»den. alınmıştır. Yani herkes mezhebi, yolu, benzeri ne ise onun üzerine iş yapar, (Bu tefsir Ferra ve Zeccac* tan rivayet- edilmiştir). Allame Zemahşeri ve diğer tefsir alimlerinden bazıları da bunu tercih etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayetin sonunda «Sizi değişik şekillerde vareden Rabiniz yol baku mından kimin hidayette olduğunu, kimin yolunun daha açık olduğunu iyi bilir» buyurmuştur.
Tefsir alimlerinden Mücahid, «Sakile» kelimesini (mealde verdiğimiz gibi) mizaç ve tabiat manasıyla yorumlamıştır. Yani bağlandığı, durdurulduğu mizaç ve tabiatı üzerinde iş görür. Çünkü tabiatın insan üzerindeki hükmü açıktır. Tabiat insanı zaptu rapt altına ahr. (Bu yorum îbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.)
Bazıları ayetin metnindeki «Sakile» kelimesini âdetle tefsir etmiştir. Nitekim bir darbı meselde «Onların âdetleri onlan zaptu rapt altına alıcutyr» diye varid olmuştur.
İbn Zeyd, «Sakile» kelimesini din kelimesiyle tefsir etmiştir. Umulur ki din burada hâl mânâsını ifade etmektedir, Çünkü dinin mânâlarından birisi de hâl demektir.
İmam Fahreddin Razi şöyle demiştir: «Burada herkes nefsinin cevherine benzer ve ruhunun istediği şeylere uygun şekilde iş yapar hususu kastedilebilir. Eğer onun nefsi şerefli, hür, tahir, ulvi bir nefisse, ondan faziletli işler çıkar. Eğer bulanık, düşük, habis, zulmanî ve süfli bir nefis ise ondan hasis ve pis fiiller mey-dana gelir. Nitekim Cenab-ı, Hak bir ayetinde bu iki kısma işaret ederek şöyle buyurmuştur: «İyi toprak Raböinin izniyle bitki verir. Çorak toprak ise kavruk bitki yetiştirir. Şükredecek millet için böylece ayetleri yerli yerinde açıklarız» (A'raf : 58).
Burada şöyle bir itiraz yapılamaz: Fiillerin pis veya güzel olması madem ki nefsin pislik ve güzelliğine bağlıdır ve bunlar da tabii emirlerdir, o halde insanın burada herhangi bir seçeneği bahis konusu değildir. Dolayısıyla niçin Cenab-ı Hak birisinden dolayı insanı Över, diğerinden dolayı yerer, birisinden dolayı ceza, birisinden dolayı da sevap verir? Evet, böyle itiraz edilmez. Çünkü, bu zatî bir emirden dolayıdır. Bu zatî emir de nefsin haddi zatında güzel istidadı ve kötü istidadıdır. Nefis ancak ezeldeki istidadından ötürü cezalandırılır. Hâl diliyle talebinden dolayı muaheze edilir veya övülür. Meşhur olan şudur ki bu istidad, Allah taraf indan böyle kılınmış değildir. Ancak onun varlığı kılınmıştır. O esasında ne ise ona mutabık bir şekilde ortaya çıkar. Nitekim hadiste «Amel edin. Herkes niçin yaradılmışsa ona muvaffak olur. Kim hayrı bulursa Allah'a hamdetsin. Kim hayrdan başkasını bulursa sakın nefsinden başkasını kınamasın» buyurulmuştur.
Sadreddin Şirazi gibi bazı İslâm felsefecilerine göre insanın aslî fıtratı hasebiyle o Allah'a itaat etmekten başkasını istemez. Günahı istemesi garip arızalardan ötürüdür. Ki bu garip arızalar hastalık ve tabii halden çıkış durumlannm yerine geçmektedirler. Binaenaleyh nefislerin masiyete meyletmesi hasta bir kimsenin çamur yemeğe meyletmesi gibidir. Hikmet ilminde sabit olmuştur ki tabiat garip hadisten ötürü hastanın cisminde Özel bir mizaç meydana getirir ki ona hastalık denir. Öyleyse hastalık garip arızın vasıtasıyla tabiattan olur. Nitekim sıhhat te böyledir. Hadis-i Kudsi'de Cenab-ı Hak: «Ben bütün kullarımı bâtıldan hakka yönelik olarak yarattım. Kesinlikle onlara şeytanlar geldi ve onları dinlerinden uzaklaşUrdılar» buyurmaktadır. [133]
Bir hadiste ise, «Her çocuk İslâm fıtratı üzerinde doğar. Sonra anne ve babası onu yahudi, hıristiyan veya mecusi yaparlar» buyurulmuştur. Bu şeytanlar insanlardan veya cinlerden olan şeytanlardan olabilirler. Veya şeytanlar o garip arızalardan kinayedir. İnsanda eğer şeytanın dokunması oluşmazsa insan Allah'a isyan etmez ve fıtrat üzere baki kalır. Fakat şeytan onlara dokundu, aslî fıtratlarını fesadata götürdü. Onlar da fıtratlarının esasına ters düşecek birtakım şeyler istediler. Nefislerini ve üzerinde yaratılmış oldukları fıtratlarını böylece unutmuş oldular. Ve bunun için de onlara Allah'ın ayetlerini tebliğ edecek peygamberlerin gelmesine ihtiyaç duyuldu. Ta ki Allah'a vermiş oldukları ahdi hatırlatacak, namaz, oruç, zekât, sıla-i rahim gibi kaide ve kuralları yeniden onlara getirsinler. Ki onlar böylece aslî fıtratlarına dönmüş olsunlar.
Hz. Ebu Bekir'den gelen bir rivayette «Ben Kur'an'da bundan daha fazla ümit verici bir ayet bulamadım. Kula en uygun düşeni ancak isyandır, Rabbe en uygun düşeni de ancak affetmek ve gufrandır» buyurulmuştur. Hz. Ebu Bekir bu sözü aralarında Kur'-an'ı müzakere ederken söylemiştir.
Hz. Ömer «Ben günahı affedici, tevbeyi kabul ediciyim» cümlelerini kapsayan ayetlerden daha ümit verici bir ayeti Kur'an'da görmedim. Bu ayet evvelâ gufranı, sonra tevbenin kabulünü getirmektedir» demiştir.
Hz. Osman da «Ben Kur'an'da «Benim kuluma haber ver ki ben, evet benim gafur ve rahim olan» ayetinden daha ümit verici bir ayet görmedim» demiştir.
Hz. Ali ise «Ben Kur'an'da «Ey nefisleri üzerinde israfa kaçan kullarım!» hitabım kapsayan ayetten daha ümit verici bir ayet görmedim» demiştir. [134]
(85) «Sana ruh hakkında sorarlar. De ki...» Bu Ayetin Tefsiri
Acaba bu ayette bahsedilen ruh insanî bedenin direği mesabesinde bulunan, hayatının başlangıç noktasını teşkil eden ve hiç kimsenin inkâr etmesine imkân olmayan ve emirlerin en incelerinden bulunan ve herkes tarafından bilinmesi arzu edilen ve akıl sahiplerinin etrafında durmadan dolaşıp durdukları ve zihinlerin kavramaktan aciz olduğu ve ancak vahy ile bilinen ruh mudur? Yoksa «melekler ile ruh o gecede inerler» ayetinde bahsi geçen «ruh» mudur? İbn Kayyım, ikincisine kaildir. Der ki: «Meleklerle beraber Kıyamet Günü'nde kaim olan ruhtur. Çünkü onlar Rasulû Ekrem'den ancak vahv ile bilinebilen bir emri sordular. İşte o da insanların bilmediği ve Allah katında olan ruhtur. Ademoğullan' nın ruhlarına gelince, onlar gaybten değildirler».
«ELBuhur'uz-Zahir» adlı eserde «İbn Kayyım'ın bu görüşü se-lefin ekserisinin hatta tamamının görüşüdür» denilmektedir. Fakat hakikat şudur ki müfessirlerin çoğu «Buradaki ruhtan maksat bedenin kıvamı olan ruhtur» kanaatindedirler. Nitekim Ebu Hayyan «ElBahr»Ğa bunun üzerinde durmuştur. İbn Kayyım'ın iddia ettiği görüş de selefin bir kısmından rivayet edilmektedir.
Abd bin Humeyd ve Ebu Şeyh, İbn Abbas'tan: «Ruh Allah'ın mahlûklarından bir mahlûk kulesidir. Onların suretleri Ademoğul-ları'nın sureti üzeredir. Gökten her inen melekle beraber bu ruh iniyor» şeklinde rivayet etmiştir. İbn Abbas bundan sonra «Ha. Urla o günü ki ruh ve melekler kaim olurlar» ayetini okumuştur.
Ebu Şeyh ve başkası Ata tarikiyle İbn Abbas'tan şöyle rivayet ettiler: «Burada sorulan ruh, bir melektir. Oribin kanadı vardır. O kanatların ikisi doğu ile batı arasındaki mesafeyi kapatacak derecede büyüktür. Bin yüzü vardır. Her yüzün bîr dili, iki gözü, iki kulağı vardır. Bütün bunlarla Kıyamet'e kadar Allah'ı teşbih eder».
Tine Ebu Şeyh Hz. Ali'den rivayet eder: «Hz. Ali bu ruh hakkında şunu söyledi: «O, meleklerden bir melektir. Onun yetmiş bin yüzü vardır. Her yüzü için yetmiş bin dili vardır. Her dili için yetmiş bin lügat vardır. Bütün o lûgatlarla Cenab-ı Hakk'ı teşbih eder. Allah her teşbihinden bir melek yaratır. O, Kıyamet'e kadar diğer meleklerle beraber uçup durur».
Fakat buna şu şekilde itiraz edilmiştir: Hz. Ali'den böyle bir rivayetin gelişi sahih değildir. İmam Fahreddin Razi de buna itiraz edenler arasındadır.
İbn'ul-Enbari «Ezdad» kitabında Mücahid'den rivayet ediyor: «Ruh meleklerden bir gruptur. Sizler, bizler melekleri göremediğimiz gibi onlar da bunu görmezler».
Ebu Şeyh ,Selman'dan şöyle rivayet etti:
«İnsanlar ve cinler on parçadır. însan bir parça, cin dokuz parçadır. Melek ve cinler de on parçadır. Cin, o on parçadan biridir. Melekler dokuz parçadır. Melekler ve ruh da on parçadır. Melekler o an parçantn birisini, ruh da dokuzunu teşkil eder. Ruh ile mukarribun melekleri on parçadırlar. Ruh o on -parçanın birisini, mukarribun ise dokuz parçasını teşkil eder...
Hasan Basri ve Katade «Ruh, Cebrail'dir» demişlerdir. Cebrail'e başka bir ayette de «ruh» ismi verilmiştir. Meselâ Cenab-ı Hak: «Emin ruh senin kalbine onu indirdi» buyurmaktadır. Onun burada nasıl indiği ve Rasûlullah'a vahyi nasıl üka ettiği keyfiyeti sorulmaktadır.
Bazılarına göre «Ruh», «Kur'an» demektir. Zira şu ayette: «Böylece sana emrimizden bir ruhu vahyettik» buyurulmakta ve Kur'an'a «ruh» denilmektedir.
Bazıları da ruhu başka şekillerde yorumlamışlardır. Hz. Pey-gamber'den ruhu soranlar yahudilerdir. Zira Müslim ve Buhari ve. başka hadis alimlerinin îbn Mesut'tan rivayet ettiğine göre, o şöyle anlatmıştır:
«Ben Peygamber'le Medine'nin harabeleri arasında yürüyordum. Rasûl-ü Ekrem bir hurma dalına yaslandı. Yahudilerin bir grubu yanından geçti. Onlar birbirlerine «Muhammed'den ruhu sorun», bazıları da «sormayın» dediler. Sonunda Rasûlullah'a: «Ey Muhammed, ruh nedir?» diye sordular. Rasûlullah; elindeki hurma dalma dayanarak kalakaldı. Zannettim ki Rasûlullah'a vahy gelmektedir. Vahy geldiğinde, bu ayeti okudu».
Bazıları «Buradaki zamir Kureyş müşriklerine racidir» der.. İmam Ahmed, Nesei, Tirmizi, Hakim, İbn Hibban ve bir cemaat îbn Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Kureyşliler yahudilere: «Bize bir şey verin ki bu kişiden soralım» dediler. Yahudiler de onlara: «Gidin ondan ruhu sorun» dediler. Ve onlar gelerek Rasû-lullah'tan ruhu sordular ve bu ayet nazil oldu. Siyer'de îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Kureyşliler, Nadr bin Hars'ı ve Ukbe b. Muayt'ı Medine'deki yahudi alimlerine göndererek: «Gidin, Muhammed'in durumunu o alimlerden sorun. Çünkü onlar kitap ehlidir. Onların katında bizim katımızda olmayan bilgiler vardır» dediler. Bu iki elçi Medine'ye vararak yahudi alimlerine sordular. Onlar da kendilerine: «Gidin, Muhammed'den Ashab-ı Kehfi, Zülkarneyn'i ve Ruh'u sorun. Eğer bu suallerin hepsine cevap verir veya vermezse ,iki takdirde de peygamber değildir. Eğer bazılarının cevabım verir, bazılarının vermezse o peygamberdir» dediler. Bunun üzerine Kureyşiiler Rasûlullah'a gelerek ruhu sordular. Rasûl-ü Ekrem iki meseleyi yani Ashab-ı Kehf ile Zülkar-neyn meselesini onlara izah etti. Fakat ruh meselesini müphem bıraktı. Zira bu durum Tevrat'ta da açıklanmamıştır. Ayet bu tevile binaen daha Önceki ayetler ile beraber Mekke döneminde nazil olmuş oluyor. Sahihayn'ın haberine binaen ise Medine döneminde nazil olmuştur. Bazıları bu iki görüşü birleştirerek «Ayet iki defa nazil olmuştum der.
«De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir» cümlesindeki «min» edatı tebîziye edatıdır. Yani bir parçayı, bir kısmı ifade eden bir edattır. Bazıları da «min, beyaniyedir» demişlerdir. Emir, «şan» mânâsındadır. Yani ruh, Cenab-ı Hakk'm bilgisini zatına tahsis buyurduğu konulardandır, gizli sırlardandır. Beşer akıllan onu idrakten acizdir-
«Size ilimden az bir şey verilmiştir»; onunla ruhu çözemezsiniz. Ruhun ne olduğunu sormamanız gerekir. Onun açıklamasını Allah'ın emrine havale etmelisiniz.
İbn İshak ve îbn Cerir, Ata bin Yesar'dan şöyle rivayet eder-ler:
«Bu ayet Mekke'de nazil oldu. Basûlullah Medine'ye hicret ettiğinde yahudi alimleri Peygamber'e gelip: «Ey Muhammedi Bizim kulağımıza geldiğine göre sen «Size ilimden az bir şey verilmiştir» diyormuşsun. Sen bizi mi kastediyorsun yoksa kavmin olan Kureyşi mi? Yani bu «az ilim» bize mi Kureyş'e mi verilmiştir?» dediler. Rasûl-ü Ekrem: «Hepinizi kastediyorum» buyurdu. Yahudi alimleri: «Sere bize Tevrat'ın verildiğini okuyorsun. Tevrat'ta her şeyin açıklaması vardır. Bu nasıl olur?» dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: «O Allah'ın ilminde azdır. Fakat Cenab-ı Hak size öyle bir miktar vermiştir ki onunla amel ederseniz size yararlı olacaktır» buyurdu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsalar kesinlikle Allah dinleyici ve görücüdür» cümlesine kadar ayeti indirdi.
Sanki Hz. Peygamber «Her şeyin açıklaytcısıdır» diye ayette varid olan cümleden maksadın, dini emirlerin her şeyini açıklayıcı olduğuna işaret edilmiştir. Şüphe yoktur ki dini emirler Allah'ın malûmatına nisbet edilirse en az birşeydirler, azın da azıdırlar. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın malûmatının nihayeti yoktur.
Nesei, İbn Hibban, Tirmizi ve Hakim şöyle bir rivayette bulunmaktadırlar: Yahudiler bu ayet nazil olduğu zaman:
«Bize çok ilim verilmiştir. Bize Tevrat verilmiştir. Tevrat kime verilmişse ona çok hayr verilmiştir» dediler Cenab-ı Hak bunun üzerine: «Eğer deniz Allah'ın kelimeleri için mürekkep olsa» diye başlayan ayeti nazil etti».
Bunda tenakuzun olmadığı açık bir husustur. Çünkü çokluk ve azlık izafî emirlerdir. Bir şey vardır ki üstündekilere oranla az, alttakilere oranla çoktur. Tevrat'taki hükümler de Allah'ın il-mindeki hükümlere nisbet edilirse azdır, başka bir emre göre ise çoktur.
Başka bir rivayette İbn Merduveyh, İkrime'den naklen şöyle demiştir:
«Hz. Peygamber bunu söylediği zaman yahudiler: «Bu hitap bize mahsustur» dediler. Hz. Peygamber: «Biz de siz de bu hitabın muhatablanyız» dedi. Onlar: «Senin durumun amma da hayret vericidir. Bir saat önce «Kime hikmet verilmişse ona hayrı kesir verilmiştir» diyorsun, bir saat sonra da bunu diyorsun» diyerek itiraz ettiler. Bunun üzerine Cenab-x Hak bu ayeti gönderdi.
İbn*ul-Munzir ve İbn Cerir'in rivayet ettiklerine göre îbn Cü-reyc, bu hitabın bütün insanları kapsayacak şekilde genel olduğunu savunmuştur. Bu hususta nass sayılan son hadis için El İrakî «sahih değildim demiştir. Birinci hadisin halini de Allah daha iyi bilir.
Birçok alimin görüşüne göre ruhun Allah'ın emrinden olmasının mânâsı, insanî cisim gibi herhangi bir maddeden, bir asıldan doğmamış, herhangi bir maddeden oluşmamış, tekvini emirle meydana gelmiş olmasıdır. Binaenaleyh emirden maksat onlardan biri olan «Kûn» emridir ve sual de ruhun hakikatindendir. Cenab-ı Hakk'm verdiği cevap da icmalidir ve hulasası şudur: Ruh, yeryüzü âlemindendir. Maddesiz olarak meydana gelmiştir. Halk âleminden değildir.
Bu cevap hakim bir üslubtandir. Tıpki Hz. Musa'nın Firavun' un «Âlemlerin Rabbi de neymiş?» şeklindeki sualine verdiği cevap gibidir. Bu cevap işaret eder ki ruhun hakikati beşer idrakinin kapsayamadığı konulardandır. Ruhtan ancak icmali bir miktar bilinebilir. O da Cenab-ı Hakk'ın «Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir» istisnasına dahildir. Yani bu ilmi de duyular yoluyla elde ediyorsunuz. Çünkü nazari marifetleri düşünmek ancak çok kere cüz'iyatlan ihsas etmekten meydana gelir. Bunun için denilmiştir ki-«Kim herhangi bir duyusunu kaybederse kesinlikle o bir ilmi de kaybetmiştir».
Umulur ki eşyanın çoğu mahsus olmadığından veya bir mâni hissedilmesine engel teşkil ettiğinden ötürü his ile idrak edilmez, Onun tarif edilmesi için his ile herhangi bir şey, arazlarından da herhangi bir şey idrak edümez. Böyle olduktan sonra fikir, ariz-lerinden zafiyata intikal edemez, hakikate de vakıf olamaz.
El Keşf'te şöyle denilmiştir: «Ruhun bilinmesinin yolu perdenin kalp gözlerinden kaldırılmasıyla mümkündür. Bu da Allah'ın kelâmından alınan cevherleri sürmek suretiyle olur. Ruh bu sürmeyi sürenlerin katında en açık bir şekilde görülmektedir. Dünya işleriyle meşgul olanların katında da gizlinin en gizlisidir».
Keşfin bu açıklaması İbn Ebi Hatim'in Abdullah bin Burey-de'den rivayet ettiği şu hadise ters düşmektedir: «Hz. Peygam-ber'in ruhu kabzedildiği zaman o ruhun ne olduğunu bilmiyordu.»
Muhtemelen Abdullah b. Bureyde şunu iddia etmektedir: Ruhun bilinmesi mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bilinmesi mümkün olan her şeyi bildikten sonra vefat etmiştir. Nitekim İmam Ahmed'in rivayet ettiği şu hadiste buna delâlet vardır, Bu hadis için Tirmizi «sahih bir hadistir» diyor. Hadisin durumu Buhari'den de sorulmuş, o da «hasen ve sahih bir hadistim demiştir. Hadis Hz. Muaz'dan gelmektedir. Allah'ın Rasûlü: «Geceleyin kalkıp Cenabı Hakk'm takdir buyurduğu kadar namaz kıldım. Namazın içinde uykum geldi. Ta ki bana ağırlık basıncaya kadar. Baktım Rabbim Azze ve Celle en güzel bir surette tecelli ederek buyurdu: «Ey Muhammedi En yüce cemaat hangi konuda müzakere etmektedir1?». Ben: «Ey Rabbim! Bilemiyorum», dedim. Cenab-ı Hak: «En yüce meclis hangi konuda müzakere ve münakaşa etmektedir?» buyurdu. Ben: «Ey Rabbim, bilmem» cevabını verdim. Yine «Ey Muhammedi En yüce meclis hangi konuda müzakere etmektedir?» diye sordu ve ben yine: «Ey Rabbim! Bilemiyorum» dedim. Baktım ki Rabbim elini iki küreklerimin arasına koydu. Öyle ki onun parmaklarının serinliğini göğsümün arasında hissettim. Benim için her şey tecelli etti ve her şeyi bildim.». [135]
Bu hadisi Buharı Sarihi Hafız İbn Receb El-Hanbeli mustakü bir risalede açıklamıştır. (Bu risale matbudur.) [136]
İmam Pahreddin Razî dedi ki: «Ruh'tan sormak birçok yönden olur. Cenab-ı Hakk'm «Senden ruhu soracaklardır» ayetinde ancak o yönlerin birisine delâlet eden mânâ vardır. Ancak o zikredilen cevap iki veçhe uygundur:
a) Birincisi, bu ruhun mahiyeti sorulmuştur.
İkincisi, ruhun kadim veya hadis olup olmadığı sorulmuştur.
Birincisine cevabın hulasası şudur: Ruh basit bir cevherdir. Mücerreddir. Allah'ın emriyle ve oluşturmasıyla peydah olmuştur. Onun tasviri ceset için hayatı ifade eder. Onun özel hakikatini bilmemek onun olmamasını gerektirmez. Çünkü çok şeylerin hakikatleri meçhuldür: Ama meçhul olmaları o şeylerin çokluğunu gerektirmez. Ve Cenaba Hakk'm «Size ilimden ancak as bir şey verilmiştir» ayeti de buna işaret etmektedir.
İkinci suale binaen cevabın hulasası şudur: Ruh hadistir. Cenab-ı Hakk'm fiili, tekvini ve icadıyla var olmuştur. Ve Cenab-ı Hakk'm «size ilimden ancak az bir şey verilmiştir» ayeti de hadis olduğuna hüccettir. Yani ruhlar fetretin başlangıç noktasında üiıru ler ve irfanlardan hâlidirler. Sonra onlarda ilim ve irfan oluşur. Onlar durmadan bir Miden diğer bir hâle geçerler. Bir hâlden diğer bir hâle geçiş de sonradan var olmanın işaret ve delillerinden-dir.
Bu ayet insan için ruhun mahiyetini kavramanın imkânsız ve karmaşık olduğunu ifade etmektedir. Nitekim ruhun mahiyeti problemi asırlardır insanlığı en çok düşündüren konulardan birisi olmasına rağmen hâlen meseleyi halledecek bir çözüm getirilmemiştir. Öyle görülüyor ki bundan sonra da getirilmeyecektir. Nitekim artık pek çok mütefekkirin aynı kanaate varmış olması da bu konuda Kur'an-ı Kerim'in haklılığım teyid etmektedir».
İbn Kesir «Ruh» hakkında birçok kitabın yazıldığını ifade ettikten sonra bu hususta en güzel kitabın Hafız îbn Mende'nin «er-Ruh» adü kitabı olduğunu söylemekte ve bunu tavsiye etmektedir. [137]
(86) «Andoisun ki dilersek sana vahyettiğimizi...»Bu Ayetin Tefsiri
îbn Mesud «Ahir zamanda Şam tarafında kırmızı bir rüzgâr esecek ve hiçbir kişinin mushafmda ve kalbinde bir ayet bırakmayacaktır» dedikten sonra «Andoisun H dilersek sana vahyettiğimizi gerçekten ortadan kaldırırız. Sonra bu durumda bize karşı hiç koruyucu da bulamazsın» ayetini okudu.
Görüldüğü gibi Cenab-ı Hak önce Kur'an'ın indirilmesini ilâhi bir nimet olarak ileri sürmekte sonra, ela Kur'an'ı ibka etmesini nimet olarak gözler önüne sermektedir.
Tefsir alimlerinden bir gruba göre, ikinci takdire binaen ayet, Kur'an'm ibka edilmeyeceğine delâlet eder. O zaman sadece indirilmesiyle minnet etmesi bahis konusu olur. Bu ayet Kur'an'ı göğüslerden, mushaftan silip götürme meşiyetinin sabit olmadığını neshedilmek suretiyle geri getirenin de sebebinin sadece rahmet olduğunu, bu da eğer Kur'an'i geri getirme meşiyeti tahakkuk ederse böyle olduğunu açıkça ifade eder. Fakat az Önce naklettiğimiz İbn Mesud'un haberi gibi birçok haberler, Kıyamet'ten önce Kur'an'm Allah tarafından geri götürülmesini ifade etmektedirler.
Beyhaki, Hakim ve İbn Mace'nin kuvvejli bir senedle Zülfe' den rivayet ettiklerine göre, Allah'ın Rasûlü şöyle buyurur: «İslâm, elbisenin kenarları eskiyip yok olduğu gibi yok olacaktır. Öyle ki sadaka, ibadet, oruç nedir bilinmeyecektir. Bir gecede Allah'ın Kitabı üzerine silgi vurulacak ve yeryüzünde Allah'ın Kita-bı'ndan bir tek ayet dahi kalmayacaktır. İhtiyar kişiler ile ihtiyar kadınlar: «Biz ecdadımıza yetiştik, Lâ ilâheillallah kelimesini söylerlerdi. Biz de onu deriz» diyeceklerdir».
İbn Merduveyh, İbn Abbas ve İbn Ömer'den şunları rivayet ediyor: Allah'ın Rasûlü hutbe okuyarak şöyle buyurdu:
«Ey insanlar.' Allah'ın Kitabı'yla beraber yazmakta olduğunuz kulağıma gelen şu kitaplar nelerdir? Yakındır ki Csnab-ı Hak Kitabı için öfkelensin. Bir günde onu silsin, herhangi bir kalpte, herhangi bir sahifede ondan bir harf dahi bırakmasın. Hepsini götürsün». Bunun üzerine Hz. Peygamber'den soruldu: «Ey Allah'ın Rasûlü! Mümin erkeklerle mümin kadınlar o zaman ne olacaklardır?» Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurdular: «Allah kimin için hayrı murad ederse onun kalbinde Lâ ilâheillallaiı' bırakacaktır».
îbn Ebi Hatim ve Hakim, Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyorlar: «Allah'ın Kitabı üzerinden ilâhî bir sünger geçirilecektir. Kitap göğe kaldırılacaktır. Yeryüzünde Kur'an'dan, Tevrat'tan, İncil'den bir tek ayet kalmayacaktır. Erkeklerin kalplerinden çekilip alınacaktır. Onlar dalâlet içerisinde sabahladıklarında neyin kimde olduğunu bilemeyeceklerdim. (Hakim, bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.)
Eğer bu ayet Kur'an'm Allah tarafından kaldırılacağına delâlet ederse bu ayetle bu naklettiğimiz hadisler ve benzerleri arasında herhangi bir terslik bahis konusu olmaz. Eğer Kur'an'm ibka edilmesine delâlet ederse o zaman terslik apaçık görülmektedir. Ancak şöyle denirse terslik kalkar:
«Kur'an'm ibka edilmesi onun Kıyamet'e kadar devam etmesine delâlet etmez. Onu Kıyamet'in yakını olan bir zamana kadar îbka etmek kâfidir».[138]
87- Ancak Babbinin rahmeti (sayesinde Kur'an baki kalmıştır). Kuşkusuz O'nun, senin üzerindeki fazlı çok büyüktür!
88- De ki: «Andolsun bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak için ins ve cin biraraya gelip, birbirlerine destek olsalar da onun bir benzerini getiremezler».
89- Andolsun ki biz Kur" an'da insanlara her türlü misali değişik şekillerde anlattık. Buna rağmen iı. sanların çoğu inkârda direttiler.
90- Dediler ki: «Sen bizim için yerden bir kaynak fışkırt-madıkça sana asla inanmayız».
91- «Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı, " içlerinden gürül gürül ırmaklar fışkırtmalısın».
92- «Yahut iddia ettiğin gibi üzerimize göğü parça parça yağdırmahsın veya Allah'ı ve melekleri karşımıza (söylediklerinin doğruluğuna dair şahit) getirmelisin».
93- «Ya da altından bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir Kitab indirmediğin sürece, senin göğe de çıktığına asla inanmayız». De ki: «Rabbimi tenzih ederim! Ben sadece beşer olan bir rasûl değil miyim?».
94- Kendilerine hidayet rehberi geldiğinde insanların iman etmelerini hep, «Allah peygamber olarak bir insanı mı gönderdi?» demeleri engellemiştir.
95- De ki: «Eğer yeryüzünde uslu uslu gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik».
96- De ki: «Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah kâfidir. Kuşkusuz ki o kullarını bilen ve görendir. [139]
(87) «Ancak Rabbinin rahmeti...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, ancak Rabbin sana rahmet ederse, onun rahmeti sana yetişirse onu sana geri getirir!
Bazı tefsir alimlerine göre buradaki istisna, istisnaî munka-tıdır. Ayetin mânâsı «Lâkin Rabbinden gelen bir rahmet Kur'an'ı durdurmuş ve bir daha gerisin geriye dönmesine mani olmuştur» şeklindedir. Ayet bu şekilde mânâlandırıldığı takdirde Kur'an'ın inişi nasıl Allah'tan insanlara bir lütuf ise, Kur'an'ın mahfuz kalması da aynen öyle insanlar için bir lütuftur.
Eğer «Kur'an Allah'ın kelâmıdır. O nasıl gider?» diye sorulacak olursa denilir ki: «Mushaflarda yazılan kısımlar silinecek, göğüste hıfzedilen ayetler unutulacaktır» tarzmda giderilir.
Abdullah b. Mesud «Kur'an'ı, kaldırılmazdan önce okuyun» demiş; «Çünkü Kıyamet kopmazdan önce Kur'an kaldırılacaktır» diye ilave etmiştir. Bunun üzerine biri: «Evet bu mushaflar için anlaşılır bir husustur ve fakat insanların göğsünde hıfzedilenler nasıl kalkacaktır?» diye sordu. Büyük sahabe şu cevabı verdi: «Bir gece onun üzerine sünger çekilecek ve göğüslerde olan da kaldırılacak, hafız olanlar sabahladıklarında hıfzlarında hiçbir
şeyin bulunmadığını görecekler. Ve mushaflarda da hiçbir şey bulamayacaklar, sonra şiirlere dalacaklardır?»
Allah'ın, Hz. Peygamber için büyük lütfü ilim ve Kur'anı onun yanında bırakmasıyla ve onu Adem evlatlarının efendisi ve peygamberlerinin sonuncusu kümasıyla ve kendisine Makam-ı Man mud'u vermesiyledir. [140]
(88) «De ki: Andolsun, bu Kur'an'm...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin sebebi nüzulü, müşriklerin «Eğer dilersek bu Kuf-an'm bir benzerini biz de söyleriz» demeleridir. Cenab-ı Hak onları bu ayeti göndermek suretiyle yalanladı. Binaenaleyh Kur'an nazmında, telifinde, gaybten vermekte olduğu haberler hususunda mucizdir. Belagatın en yüce tabakalarında bulunmaktadır. İnsanların sözüne benzemez. Çünkü Yaradan'm kelâmıdır ve kendisi mahlûk (yani yaradümış) değildir. Eğer mahlûk olsaydı onlar onun bir benzerini getirebilirlerdi.
(89) «Andolsun ki biz Kur'an'da...» Bu Ayetin Tefsiri
«Her türlü misal»den maksat, garipliği ve güzelliği bakımından darb-ı mesele benzeyen her türlü mânânın bu Kur'an'da tekrarlanmış olmasıdır ki insanlar anlasınlar. Veya ibretler, hükümler, va'd, vaid, kıssalar ve başka yönlerden her mânâ Kur'an'da insanlar bilsinler diye tekrarlanmıştır. Fakat insanların çoğu yine de inkâra devam etti, yine de kabul etmedi ve daha önceki küfürlerinde devam ede gittiler. [141]
(90-91) «Dediler ki: Sen bizim için yerden bir kaynak...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetin sebebi nüzulü konusunda müfessirler şunları söyler:
İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Utbe b. Re. bia, kardeşi Şeybe b. Rebia, Ebu Sufyan, Nadr b. Hars, Ebul Buhteri b. Hişam, Esved b. Abdulmuttalib, Zem'a b. Esved, Ve-lid b. Muğire, Ebu Cehil, Abdullah b. Ebi Umeyye, Umeyye b. Halef, As b. Vail, Nebih b. El Haccac, kardeşi Munebbih b. Haccac, güneşin batışından sonra Kabe'nin arkasında toplandılar. Bir kısmı diğerine «Muhammed'e bir haber gönderin, gelsin, onunla konuşun. Onunla münakaşa yapın ki onun hakkında daha sonra mazur sayılasınız» dedi. Bunun üzerine onlar: «Ey Muhammed, senin kavminin eşrafı biraraya gelmiş, seninle konuşmak istiyor ve sana bir elçi gönderiyorlar» dediler. Rasûl-ü Ekrem süratle onlara doğru geldi. Zannediyordu ki onlar kendi durumu hakkında bir hakikat görmüşlerdir. Rasûlullah onların iman etmesini çok istiyordu. Yanlarında oturduğu zaman şöyle dediler: [142]
«Ey Muhammed! Biz senin hakkında diğer insanlar katında mazur sayılalım diye seni çağırdık. Allah'a yemin ederiz ki Araplardan senin kavminin içerisine soktuğundan daha felaketli bir şeyi kavmine sokan hiçbir kimseyi tanımıyoruz. Sen âbâ ve ecdadımıza küfrettin. Dinimizi ayıpladın. Akıllarımızı sefahatle it-ham ettin. Mabudlara küfrettin. Toplumu* parçaladın. Seninle bizim aramızda hiçbir çirkin şey kalmadı ki getirmemiş olasın. Eğer sen bu konuşmanla ve peygamber olduğunu söylemenle bir servet peşindeysen, hepimiz sana mallarımızdan servetçe bizden daha zengin olmanı sağlayacak kadar veririz. Eğer şeref istiyorsan seni başımıza reis tayin ederiz. Eğer mülk istiyorsan seni başımıza kral tayin edelim. Eğer bu, sana bir cinnin dokunması sonucu ise, onu tek başına reddetmeye gücün yetmiyorsa bütün mallarımızı tıb ve tedavi hususunda senin için sarfedelim ve seni ondan kurtaralım ve senin hususunda mazeret sahibi olalım».
Bu teklifler karşısında Hz. Peygamber şöyle dedi:
«Sizin dedikleriniz bende yoktur. Size getirdiğimi mallarınızı talep etmek, sizin en şerefliniz, kralınız olmak için getirmedim. Lâkin Cenab-ı Hak onunla beni size peygamber olarak gönderdi, Benim üzerime bîr Kitap indirdi. Size müjde verici ve uyarıcı olmamı bana emretti. Ben de Rabbimin risaletini (emrini size tebliğ ettim Size nasihatta bulundum. Eğer bunu kabul ederseniz o dünya ve Ahiret'te sizin nasibiniz ve payınızdır. Eğer reddederseniz Allah'ın emrine, Allah benimle sizin aranızda hükmedinceye kadar sabredeceğim».
Bunun üzerine Kureyşliler söz aldı ve şöyle dediler:
«Ey Muhammedi Eğer sana arzettiklerimizi kabul etmiyorsan kesinlikle bilirsin ki memleket- yönünden bizden daha dar, maişet yönünden bizden daha zorda olan hiçbir kimse yoktur. O halde seni bize peygamber olarak gönderen Rabbinden talepte bulun ki dünyayı bize daraltan bu dağları uzaklaştırsın, memleketimizi düzlük yapsın. Memleketimizin içinde gürül gürül akan nehirler kılsın. Tıpkı Şam ve Irak nehirleri gibi olsun. Bize daha önce ölmüş olan âbâ ve ecdadımızı göndersin. Onların içerisinde Kusay b. Kilab isimli atamız da bulunsun. Çünkü o doğru söyleyen bir liderdi. Ona senin dediklerinin hak mı bâtıl mı olduğunu soracağız. Eğer o senin dediklerini tasdik ederse biz de seni tasdik edeceğiz!»
Bunun üzerine Rasûlullah söz aldı:
«Ben bununla peygamber olarak gönderilmemişimdir. Size neyle peygamber olarak gönderildiğimi tebliğ ettim. Eğer kabul ederseniz o sizin nasibinizdir. Eğer reddederseniz Allah'ın emrine sabır göstereceğim».
Yine Kureyşliler söz aldılar:
«Eğer bu dediklerimizi yapmıyorsan o halde Rabbinden bizim için bir melek göndermesini ve o meleğin seni tasdik etmesini iste. Ve Rabbinden senin için bahçeler, köşkler, altın ve gümüş hazineleri iste ki onlarla davanı yürütesin. Çünkü sen de bizim gibi çarşt ve pazarlarda maişetini temin etmek için çalışıyorsun».
Bunun üzerine yine Rasûlullah söz alarak şöyle dedi:
«Bununla da peygamber olarak göndenlmedim. Lâkin Ce-nab-ı Hak beni müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi». Kureyşlilei yine söz aldılar ve; «O halde, iddia ettiğin gibi, RabUn dilediğini yaparsa göğü bizim üzerimize parça parça düşür» dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber:
«O, Allah'ın yed-i kudretinde olan bir iştir. Dilerse yapar ,bu-nu sizin başınıza getirir» buyurdu.
İçlerinden biri:
«Sen Allah ve melekleri önümüze getirmedikçe sana iman etmeyeceğiz» dedi.
Onlar bunu söyledikten sonra Hz. Peygamber meclislerini terketti. Onunla beraber olan halası Atike'nin oğlu Abdullah 'b. Ebi Ümeyye de meclisi terketti ve şöyle dedi:
«Ey Muhammedi Kavmin sana söyleyeceğini söyledi ama sen kabul etmedin. Sonra kendileri için, Allah'ın katındaki mertebeni bilmeleri maksadıyla birtakım şeyler istediler, bunu da yapmadın. Sonra kendilerini korkutmakta olduğun azabın acelece gelmesini senden istediler bunu da yapmadın. Allah'a yemin ederim, sen göğe doğru yükselip gideceğin bir merdiven edinmedikçe ve göğe varıncaya kadar ben sana bakıp orada beraberinde bir menşur nüshasını ve senin lehinde şahitlik yapacak bir grup meleği görmedikçe sana iman etmeyeceğim. Allah'a yemin ederim, eğer bunu yapacak olsan bile zannetmem ki yine seni tasdik edeyim».
Bu sert ve katı davranışlarla karşılaşan Hz. Peygamber üzgün olarak evine döndü. Kavminin Allah'ın vahdetinden ne derece uzak olduğu hususu onu üzüntüye garketmişti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti 93. ayetin (daha önce) işaret edilen bölümüne kadar indirdi.
«Yerden bize pınarlar fışkırtmadıkça» dedikleri yer Mekke arazisidir. [143]
(92) «Yahut iddia ettiğin gibi üzerimize...» Bu Ayetin Tefsiri
îbn Abbas'ın tefsirine göre «Kabilen» kelimesi kefil demektir. Yani, Allah ve melekleri bize kefil getirmedikçe sana iman etmeyiz!
Bazı müfessirlere göre «Kabilen» kelimesi meşhur «kabile» kelimesinin çoğuludur. Yani, meleklerin sınıflarını kabile kabile senin dediklerinin doğruluğuna dair şahitlik etmek üzere getirmedikçe sana iman etmeyiz!
Bazılarına göre, «Kabilen» kelimesinin mânâsı, biz onları karşımızda görmedikçe gözümüzle görmedikçe sana iman etmeyeceğiz demektir.
(93) «Ya da altından bir evin olmah.,.» Bu Ayetin Tefsiri
«Zufıruf» kelimesi esasında süs mânâsını ifade eder. Fakat burada altın veya altın ve gümüş mânâsında kullanılmıştır.
Onların arasında Rasûlullah'ın bir numaralı düşmanı Abdullah b. Ebi Ümeyye özellikle şöyle demişti:
«Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece göğe çıktığına asla inanmayacağız!»
Onların bu akıl almaz istekleri karşısında kalan Rasûl-ü Ekrem onların bu durumlarından hayret etmek kabilinden «Subha-ne Rabbi» buyurmuştur. Bu kelime Arap lûgatında bazan taaccub ve hayret için kullanılır. Veya mânâsı «Allah'ı; gelmekten veya hükmünüzün altına girmesinden veya kudrette herhangi bir şerik ve ortağı olduğunu kabul etmekten tenzih ediyorum» demektir. Bu söz Hz. Peygamberdin:
«Ben ancak diğer peygamberler gibi size gönderilmiş bir beşerim. Benden önceki peygamberler de sadece Allah'ın kendilerine vermiş olduğu mucizelerle kavimlerine geliyordu. Mucizelerin durumu peygamberlerin elinde değildir. O, Allah'ın elindedir. Eğer Allah sizin isteklerinizi vermek istiyorsa bunu yapar. Lâkin Cenab-ı Hak insanların istemelerine göre mucize göndermez. Ben de bir beşerim. Sizin istekleriniz benim gücüm dahilinde değildim demesiyle tamamlamıştır.
Cenab-ı Hak, Rasûl-ü Ekrem'e bütün bu isteklerin hiçbirisine ihtiyaç bırakmayacak şekilde ayet ve mucizeler vermiştir. (Kur'an gibi, Ay'm parçalanması, suyun parmaklarının arasın-a dan fışkırması ve benzeri diğer mucizeler gibi). Bunlar, istediklerinden daha basit şeyler değildir. Hatta onların istediği şeylerden büyüktürler. Fakat Kureyş kâfirleri inatçıydı. Delil istemekteki gayeleri Peygamber'e iman değildi. Bunun için Cenab-ı Hak suallerini başlarına vurarak reddetti.
(94) «Kendilerine hidayet rehberi geldiğinde...» Bu Ayetin Tefsiri
Hidayetin gelmesinden maksat vahyin gelmesidir. Kur*-an'a ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman etmelerine tek mâni göğüslerinde kıvrılıp durmakta olan şu şüphedir: «Allah nasıl bir beşeri peygamber olarak gönderir?»
Bu şüphenin nedeni şuydu: Kâfirler, Allah'ın Rasûlü'ne: «Hiçbir zaman sana iman etmeyiz. Çünkü sen bir beşersin. Niçin Ce-nab-t Hak bize peygamber olarak bir melek göndermedi?»
(95) «De ki: Eğer yeryüzünde uslu uslu gezip...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani yeryüzünü kendisine vatan edinen ve orada daimi olarak kalan melekler olsaydı, o zaman gökten onlara elçi olarak bir melek gönderirdik. Çünkü melek onların cinsinden olurdu ve cins cinse daha fazla meyledicidir.
İnkarcıların peygambere iman etmemelerinin sebeplerinden birisi de peygamberin bir beşer (kendileri gibi bir insan) olmasıydı. Halbuki onlar peygamberin insanüstü bir varlık olması gerektiğini savunuyorlardı. Bu yüzden Cenab-ı Hakk'ın peygamberi insanların kendi cinslerinden göndermesindeki hikmeti kavraya-mıyorlardi. Cenab- Hak onların bu iddialarına karşılık olarak, bu ayeti indirmiştir. [144]
(96) «De ki: Benimle sizin aranızda...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-ı Hak bu ayette peygamberini kavmine karşı hüccet ve delil getirmeye irşad etmektedir. Yani, Cenab-ı Hak benim de sizin de şahidinizdir. Size getirdiklerimi de bilendir. Eğer O'na iftira atsam en şiddetli bir şekilde benden intikam alır. Nitekim başka bir ayette:
«Eğer o bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı kesinlik, le şah damarını koparırdık» buyurulmuştur. [145]
97- Allah kime hidayet ederse, işte hidayeti bulan O'dur, Kimi de saptırırsa, artık onlara Allah'tan başka asla dost olacak kimseler bulamazsın. Kıyamet Günü'nde onları, kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzüstü hasrederiz. Onların varacağı yer cehennemdir. Ateş yavaşladıkça, onun alevini onlar için artırırız.
98- Cezaları işte budur. Çünkü onlar ayetlerimizi inkâr etmişler ve «Bizler bir kemik yığını ve kokuşmuş toprak olunca yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız öyle mi?» demişlerdir.
99- Görmüyorlar mı ki gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya da kadirdir. Allah onlar için, kendisinde hiçbir şüphenin olmadığı bir süre takdir etmiştir. Ama zalimler inkârda direttiler!
100- De ki: «Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu pek de cimridir».
101- Andolsun ki biz Musa'ya apaçık dokuz ayet vermiştik. Şimdi İsrailoğullan'na sor: Musa kendilerine geldiğinde Firavun O'na: Ey Musa! Senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum» demişti.
102- (Musa) dedi ki: «Pekâlâ biliyorsun ki, tüm bunları birer ibret olmak üzere ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ey Firavun! Şüphesiz ki seni hakikaten mahvolmuş görüyorum».
103- Böylece Firavun onları o yerden (Mısır'dan) çıkarmak istedi. Bu yüzden biz de onu ve mahiyetin d ekil erin hepsini boğduk.
104- O'nun ardından İsrailoğullan'na: «O topraklarda oturun. AIıire t vakti gelince hepinizi toplayıp biraraya getireceğiz» dedik. [146]
(97) «Allah kime hidayet ederse...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Allah kimi hakka hidayet ederse, o hakka (veya her maksuda) varır. Kim de çirkin istidadından ötürü, dalâlete dü. serse, onlar için Allah'tan başka onları hak yola (veya dünyevî ve uhrevî hedeflerine götürecek yollara ya da azaptan kurtulma yollarına) hidayet edecek yardımcılar bulamazsın. Yani onların hiçbirisinin Allah'tan başka isteklerine kendilerini ulaştıracak yardımcıları yoktur.
Onlar Kıyamet Günü'nde kabirlerinden kalktıkları zaman yüzleri üstünde (yani yüzükoyun) haşredüeceklerdir ve onlar yüzleri üzerinde yürüyeceklerdir. Nitekim Müslim ve Buhari ile diğer hadis alimlerinin Enes'ten rivayet ettiği şu hadis de buna delâlet eder:
«Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanlar yüzleri üzerinde nasıl fıaşrolu-nurlar?»
Cevap:
«Onları ayaklan üzerinde yürüten yüzleri üzerinde de yürüt-meye kadirdir».
Hadisteki sualden maksat bu kâfir denilen grubun nasıl yüzleri üzerine haşrolunacağıdır. Oysa kâfir olmayanlar da başka bir şekil üzerinde haşrolunurlar. Ebu Davud, Tirmizi, îbn Cerir, Ebu Hureyre'den şöyle bir hadis rivayet ederler.
Hz. Peygamber şöyle buyurdu;
«İnsanlar Kıyamet Günü'nde üç sınıf olarak hâşre gelirler. Bir grup normal bir şekilde yürüyerek, bir grup binici olarak, bir grup da yüzleri üzerinde yürüyerek gelir.»
Denildi ki:
«Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar nasıl yüzleri üzerinde yürürler?»
Rasûlullah cevap olarak şöyle buyurdu:
«Onları ayakları üstünde yürüten yüzleri üzerinde de yürütmeye kadirdir. Onlar her engebeli yere ve her dikene yüzleriyle basarak gelirler. (Tirmizi bu hadisin Hasen olduğunu söylemiştir.)
Veya onlar yüzleri üzerinde çekilerek haşre gelirler. Yani melekler onları yüzüstü çeker, haşre getirir. Nitekim başka bir ayette: «Hatırla o günü ki onlar yüzleri üzerinde ateşe çekilirler» bu-yurulmuştur. Bu hususa İmam Ahmed, Nesei ve Hakim'in Ebu Zer'den rivayet ettikleri ve Hakim tarafından sahih olduğu söylenilen şu hadis de delâlet eder:
«Ebu Zer, «Onları Kıyamet Günü'nde yüzleri üzerinde, hasredeceğiz» ayetini okudu şöyle dedi:
«Doğru söyleyen ve Allah tarafından doğrulanan Hz. Muham-med bana şunları söyledi: [147]
«insanlar Kıyamet GümVnde üç grup halinde hasredilecek-lerdir:
a) Bir grup binici ve bindiriddir.
b) Bir grup yürür ve koşar.
c) Bir grup vardır ki melekler onları yüzleri üstünde, yüzükoyun çekerek götürürler».
Yine Ahmed, Nesei, Tirenizi, Muaviye b. Hayde'den şöyle rivayet etmişlerdir:
«Allah'ın Rasûlü: «Kesinlikle sis yaya, binici ve yüzlerinizin üzerinde yürüyerek haşrolunacaksınız» buyurdu. (Tirmizi bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.)
Bu hadisleri cem ve telif etme imkânı olmadığı takdirde en güveniliri Müslim ve Buhari'nin rivayet ettikleri hadistir:
«Hatırla o günü ki onlar ateşe yüzleri üzerine çekilirler» ayeti ikinci görüşe delil olmaz. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı diğerini tefsir eder. Bu ayet onların ateşe girdikten sonraki hallerine aittir, haşr hallerine değil. Bu hadislerdeki durum ise ateşe girmezden önceye, yani haşr hallerine aittir ki ikisi ayn ayrı noktalan belirtirler.
Ebu Hayyan'a göre onların körlük, sağı Uk ve dilsizlikleri hakiki körlük, sağırlık ve dilsizliktir. Fakat bı hasrın başlangıç noktasında olur. Sonra Cenab-ı Hak onlara gözlerini, dillerini, ku-laklarını geri verir. Onlar cehennemi görürler, onun şahlanışını dinlerler. Ve Cenab-ı Hakk'ın onlardan bahsettiği konuları Allah huzurunda konuşurlar.
Bazan haşr olundukları anöla da Cenab-ı Hak dillerini mühürler, azaları konuşur. Veyahut da şiddetli hayret ve dehşetten dilleri durur, kulakları sağırlaşır. Fakat Cenab-ı Hak bu durumları izale eder. Veya ayetin mânâsı «Onlar kendilerini sevindirecek bir şey göremezler, dinleyemezler ve yararlı bir delili de konuşamazlar» şeklindedir (İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, bu görüşü İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Bu, aynı zamanda Hasan Bas-ri'den de rivayet edilmiştir).
Böylece onların söyledikleri, dinledikleri yok sayılmıştır. Çünkü bunlarda hiçbir yarar bulunmamaktadır.
«Onların varacağı yer cehennemdir. Ateşi yavaşladıkça onun alevini onlar için artırırız» cümlesinin mânâsı ve açıklaması şöyledir:
Onların derilerini ve etlerini yemek suretiyle cehennem alevleri sakinleştiğinde, yakacağı bir şey kalmadığında ateşini arttı, rırız. Yani onların eski deri, et, kemik ve diğer nesnelerini iade ederiz. Ateş yeniden alevlenir.
İbn Cerir, İbn Münzir ve başkaları İbn Abbas'tan şunu rivayet etmişlerdir:
«Kâfirler cehennemin kömür ve odunu mesabesindedir. Cehennem onları yaktığı zaman bir şey kalmaz. Cehennem köz haline gelir. İşte bu cehennemin sükûnete kavuşması demektir. Onlara yeni bir yaradılış verildiğinde (yani et, kemik ve derileri iade edildiğinde) ateş yeniden gürlemeye başlar. Bu da onların «haşr yoktur» demelerinin cezasıdır ve zaman zaman tekrar edilmektedir ki onun delilini dünyada görmedikleri için burada görsünler».
Fakat bu yoruma şu şekilde itiraz edilmiştir: «Cenab-i Hak başka bir ayette «Derileri pörsüdükçe onlara o derilerin gayrisini veririz» buyurmuştur. Bu ayet delâlet eder ki ateş o derileri kaynatmaktan öteye geçmez, onları yok etmez.»
Cevap olarak deriz ki: «Derilerinden başka bir deriyi tebdil etmek, eski derilerin yakılması ve yok olmasıyla ve yeni derinin yaratılmasıyla olur. Sanki Cenab-i Hak «Onların derileri pörsüdükçe onları yakar, yok eder, kendilerine o derileri yeniden yaratırız» demek istemiştir.
Haffaci, «Mümkündür ki derileri bazen porsumuş olur, yanar. Bazen de yok olur. Veya derilerin pörsümesi bir kavim hakkında, yok edilmesi de başka bir kavim hakkındadır» demiştir.
(98) «Cezaları işte budur...»Bu Âyetin Tefsiri
Ayette «İşte. budur» şeklinde meallendirdiğimiz «Zalike» kelimesi daha önceki ayetten anlaşılan azap kelimesine veya.bütün söylenenlere (yani yüzleri üzerine, kör, sağır ve dilsiz olarak haş-redilmelerine ve diğerlerine) racidir. Yani azap veya bu tarzda haşr, ayetlerimizi inkâr ettiklerinden ötürü onlara tatbik edilmiştir. Yani bu cezanın sebebi ayetlerimizi inkârlarıdır.
«Ayetler» ile ya Kur'an'î ayetler ya da kâinatın her parçasından ibaret olan afakî ayetler kastolunmaktadır. Onlar hasrın sıhhatine açıkça delâlet ederler. Veya Rasûlullah'ın getirdiklerine mutlak bir şekilde delâlet eden ayetler de olabüir. O zaman hem Kur'anî hem de afakî ayetler bu genel kapsama girmiş olurlar.
Onlar hasrı şiddetle inkâr ederek şöyle dediler: «Bizler bir kemik yığını ve kokuşmuş toprak olunca yeni bir yaradılışla diriltilmiş olacağız öyle mi?»
«Rufat» kelimesi Rağıp el-îsfehanî'nin Müfredat'mda beyan et. tiğine göre samanın kırılmış ve parçalanmış ufak parçaları demektir. Burada çürümüş topraklar ile parçalanmış, dağılmış, yerinden kopmuş toprak kastedilmektedir.
(99) «Görmüyorlar mı ki gökleri ve yeri yaratan...» Bu Ayetin Tefsiri
«Görmüyorlar mı ki» yani düşünmüyorlar mı bu kocaman cisimleri yaratan Allah onların benzerlerini yaratmaya kadirdir? Yani bu göklerin ve yerin yaratıcısı onları ikinci kez diriltmeye nasıl kadir olamaz? Halbuki ikinci kez diriltmek daha kolaydır.
Bazı müdekkiklere göre «Misi» kelimesi «senin benzerin cimrilik yapmaz» sözündeki «misi» gibidir. Yani Allah onları yarat, maya kadirdir!
«Yaratmak»ten. maksat, onları hayatlarına iade etmektir. Nitekim Cenaba Hak «Yeni bir yaradılışla» tabirini daha önce kullanmıştır. (Fakat bu tefsir biraz uzaklıktan hâli değildir.)
Bazıları da ibareye; «Allah kendisini birleyen, kudret ve hikmetinin kemâlini itiraf eden ve bu tür fasid şüpheleri bırakan başka kulları yaratmaya kadirdir» şeklinde mânâ vermişlerdir. Delil olarak «Yeni bir mahlûku getirir» ayetiyle «Başka bir kavmi sizin yerinize getirir» ayetini göstermişlerdir. (Fakat bu tür tefsir de ayetin siyakına uygun düşmemektedir.)
Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki, kâfirler, Kıyamet Günü'nde parçalanmış bedenlerinin, çürümüş kemiklerinin yeniden telif edilmesini, yeniden hayata kavuşturulmasını, dünyada olduğu gibi yeniden olmasını inkâr etmektedirler. «Biz yeni bir yaradılışla mı haşr olacağız?» şeklindeki sözleri de bunu göstermektedir. Cenab-ı Hak da burhanî bir yolla bunu ispat etmek suretiyle on. larm bu iddialarını çürütmüştür.
Aslî parçalar (yâni fıtratın birinci basamağında oluşan parçalar) yeniden biraraya getirilecek ve kendilerine ruh üflenecektir. Bu parçalar, bu fikri \ savunanların katında başka bir kimsenin bedenine parça olmaktan korunmaktadırlar;
Fakat bu görüşü destekleyenler ehli sünnetten az bir gruptur. Amidî «denilmiştir» ifadesiyle zayıf olduğuna işaret ederek, bu görüşü hikâye ediyor. Fahreddin Razi bu görüşü destekleyerek der ki: «Ehli sünnetin çoğuna göre Cenab-ı Hak zatları tamamen yok eder, sonra iade eder ve doğrusu da budur». Zerkeşî de böyle demiştir.
Lukanî «Bu ehli sünnetten ,cisimler üzerinde fena ve ademin sıhhatli olduğuna kail olan Mutezile'nin görüşüdür» dedi.
Ehli sünnetin bu grubu üe Mutezile, bu cisimler üzerine gelen fena ve yokluk acaba bir zıddın oluşmasıyla mı yoksa bir şartın yok olmasıyla mı veyahut da bu neden olmaksızın başka bir sebeble mi olduğu noktalarında ihtilaf etmişlerdir. En sonuncu görüşe ehli sünnetten El-Kadı, Mutezile'den de Ebu'l-Huzeyl kail olmuşlardır. İkisi de «Cenab-ı Hak neyin yok edilmesini isterse onu yok eder. Tıpkı neyin varedilmesini istediği zaman onu var-ettiği gibi» demişlerdir. Ebu'l-Huzeyl'in görüşüne göre Allah bir şeye «yok ol» diyor, o da yok oluyor. Nitekim «ol» dediği zaman oluverdiği gibi. Mutezile'nin cumhuru ise birinci görüştedirler. Onlar «cevherin fâni olması onun bir zıddıyla oluşmasıdır ki o da fenadır)) derler.
Bazı kimseler «kuyruk sokumu tabir edilen kemik fani olmaz. Bedenin ondan başka diğer parçaları fâni olurlarsa da o daimidir» dediler. Çünkü Müslim ve Buhari'de şu hadis yer almaktadır:
«İnsandan hiçbir şey yoktur ki çürümesin. Ancak bir tek kemik müstesnadır. O da kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyamet Günü'nde halk ondan yeniden yaratılacak, halkedilecektir».
Müslim'in bir rivayetinde de «Ademoğlu'nun her şeyini toprak yiyecektir. Ancak kuyruk sokumunu yiyemez, İnsan ondan yaratıldı ve ondan yeniden terkib edilecektir» denilmektedir.
El Muzeni'nin tashihine göre kuyruk sokumu kemiği de fenaya gider. Müzeni, Müslim ve Buhari'deki hadisleri şu şekilde tevil etmektedir: «Hadisten maksat insanoğlunun her parçasının toprakla yok olacağıdır. Toprak onun yok olmasının sebebi olur. Ancak kuyruk sokumu müstesnadır. Çünkü Cenab.ı Hak ölüm meleğini ölüm meleği olmaksızın öldürdüğü gibi onu da toprak olmaksızın yok eder».
Müslim'in hadisindeki «£erfcib»ten maksat Kıyamet Günü'nde onu iade ettikten sonraki terkibtir. Binaenaleyh bu hadisler kuyruk sokumunun baki kalacağı hususunda nass değildirler. El Mu-zeni'ye bu tevilde İbn Kuteybe de katılmıştır. Fakat haberlerin zahirleri kuyruk sokumunun mutlak bir şekilde yok olmayacağına delâlet ederler. Bazı alimler ise bu iki görüşten hangisinin daha doğru olduğu hususunda tereddüt etmişlerdir, Sa'd «Bu alimlerin yaptığı, haklan tâ kendisidir» dedi. (Bu, İmam-ı Harameyn'in seçtiği bir görüştür.) [148]
El-Mevakıf şerhinde Seyyid Şerif Cürcani «Acaba Allah bedenin parçalarını yok ettikten sonra mt iade eder, yoksa onları parçalar ve onlarda yeni terkib ve telifi yaptıktan sonra mı iade eder? Hak şudur ki bu hususta herhangi bir şey sabit olmamıştır. Öyleyse burada «yok» veya «var» şeklinde bir kesinlik getirilemez. Çünkü iki tarafın da delili yoktur» denıiştir.
Hüccet'ul-İslâm Gazali, El-İktisad kitabında şöyle der: «Eğer «Acaba cevherler ve arazlar yok olur mu? Sonra ikisi birden iade edilir mi? Veya cevherler değil de sadece arazlar mı yok olur? Sonra sadece arazlar mı varedilir?» diye sorarsan cevap olarak deriz ki: Bunların hepsi mümkündür. Halk şudur ki şeriatta bu mümkün olan iki emirden birisini tayin edecek kesin bir emir mevcut değildir.»
Bazı alimler de «Hak iki emrin birden olmasıdır. Yani yok olanın aynısını, parçalananın arazlarını Cenab-ı Hak iade edecektir» demişlerdir ve bu görüş de güzeldir.
Allah'ın insanlar için içinde şüphe olmayan, tayin ettiği ecelden maksat onların iade edilmesi ve hasredilmesi zamanıdır veya ölüm zamanlarıdır. Çünkü herkes için ölümü yönünden bir zaman vardır, ona mahsustur. Bazen ecel «ölüm» mânâsında da kullanılmıştır. Bunun nedeni şu olsa gerek: Ecel hayat müddeti ile hayat müddetinin en son noktası olan zaman mânâsına kullanılır. Ecel de bu en son noktanın komşusu olduğu için mecazen ölüm mânâsında kullanılmıştır.
«O zamanda herhangi bir şüphe yoktur» ile kastedilen düşünen bir kimseye böyle bir şüphe ve inkâr hiç de yakışmaz demektir.
EI-Keşf te ayetin mânâsı için «Akıl deliliyle Cenab-ı Hak onları iade etmeye kadirdir. Ve o iadeye de belli bir zaman kılmış ki o zaman için herhangi bir şüphe yoktur, kesinlikle olacaktır» denilmektedir. Yani haşr haddi zatında mümkün olduğu ve Pey-gamber'in haberiyle de vacib olduğu için artık bunu inkâr etmenin herhangi bir fayda ve mânâsı yoktur. Eğer ecelden maksat onların iade edildiği Kıyamet Günü ise bu, ayetten açıkça bilinmekte ve zahir de bunu desteklemektedir. Eğer ecel «ölüm» mânâsında ise onda şüphe etmemenin nedeni şudur: Onlar Ölümün mümkün olduğunu biliyorlar. Kesinlikle öleceklerini ve bu dünyadan ayrılacaklarını bilirler. Ve bilirler ki onlar için bir ceza vardır. Boşuboşuna yaratılmamışlardır ve başıboş bırakılmayacaklardır. Madem bunları biliyorlar, niçin inkâra kalkışıyorlar?
Ayetleri inkâr eden zalimler inkarcılıkta ayak diretip durdular. Dediklerinden şaşmadılar. Boşuboşuna, mânâsız bir şekilde inat ve ısrar ettiler.
(100) «De ki: Rabbimin rahmet hazinelerine...»Bu Ayetin Tefsiri
«Rahmet» kelimesi nimetler manasınadır. Yani bütün mahlû-kata hesapsız verilecek kadar bolca akıtılan ilâhî nimetlerin hazineleri sizin mülkünüzde olsaydı infak etme korkusundan onları tutardınız.
«Tutmak»tan maksat cimriliktir. Çünkü insanın cimriliği tutmaktan ibarettir. Yani tutmayı işleyecektiniz, cimrilik yapacaktınız!
«înfak etmek korkuşumdan maksat fakirlik korkusudur. Nitekim İbn Cerir ve İbn'ul-Munzir bu tefsiri İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir. Bu tefsirin benzeri Katade'den de rivayet edildiği gibi Rağıb el-İsfehanî de Müfredat'ın da bu tefsiri benimsemiştir. Zira Araplar arasında «falan infak etti» tabiri fakirlik yerine kullanılır.
Ebu Ubeyde, enfake, emlaka, ademe ve asreme kelimelerinin hepsinin aynı mânâyı ifade ettiklerini, yani fakirlik anlamına geldiklerini söylemiştir.
Bazı tefsir alimlerine göre «infak» burada malı sarfetmek manasınadır. Fakat ayette bir takdir vardır. Yani infak etmenin neticesinde gelen korku sizi infak etmekten alıkoyuyor! Bu ayet cimriliğin vasfını en yüksek bir şekilde sergilemektedir. Öyle bir yükseklikte sergiliyor ki insanın fehmi oraya bile karışamaz. Çünkü sonsuz olan ilâhî nimetler hazinesini mülklerine geçirmiş ol-salar ve o hazinelerde kimse onlara ortak olmasa dahi fakirlik korkusundan, "evet sadece fakirlik korkusundan ötürü onlar in-faktan çekineceklerdir. Ayeti şu şiirle birlikte düşünelim:
. «Eğer senin evinin arazisi, sana evinin almayacağı kadar iğneyi yerden bitirmiş olsaydı ve Hz. Yusuf yırtılmış gömleğini dikmek için gelip senden bir iğneyi geri vermek kaydıyla isteseydi, sen bunu yine yapmazdın».
Birçok alime göre hitap burada geneldir ve insanların hepsinin böyle olduğunu iktiza eder. Halbuki bazı insanlar ihtiyaçları olduğu halde başkasını nefsine tercih ederek cömertlikte bulunmuşlardır. Bu yoruma (veya bu tenkide) şu cevap veriliyor:
«Bu, hakiki cömerd olan Allah'a nisbeten böyledir. Zira insanoğlu ya cimridir veya infak edicidir. înfak etmek ancak akıllı insan için belli bir hedef varsa olur. Malî, manevî hedefler gibi. Ve bir hedeften ötürü verilen de mubazele olmaz mübadele olur. Veya deriz ki: Bu cimrilik meselesi çoğunluğa göre konulmuştur. Yani, insanların çoğu cimridir. Cimri olmayanlar sanki hiç yokmuş gibidirler.»
«İnsanoğlu da pek cimridir» cümlesi cimrilik hususunda mübalağadır. Ayetin sonundaki «Katur» kelimesi nafaka azlığı mânâsına gelen «Katr» kökünden gelir. Bu tam israfın karşılığıdır. İsraf da katur da dinen yerilmiştirler ve çirkindirler.
Ayetteki «insan» kelimesinden maksat insan cinsidir. İnsan cinsi cimrilik üzere yaratılmıştır. Çünkü onun temeli ihtiyaç veya ihsandır.
Bu ayetin bir önceki ayetle bağlantısı şu şekildedir:
«Mekkeliler Rasûl-ü Ekrem'den çeşme ve nehirler istediler ki gıdaları, nafakaları çoğalsın. Bunun üzerine Cenab-ı Hak «Eğer onlar Allah'ın nimet hazinelerini elde etmiş olsalar dahi yine cimrilik yapacaklar ,yine katılık göstereceklerdir. Hiç kimseye yarar vermeyeceklerdir» diye buyurmuştur. Ayet onların çirkinliklerini ortaya koymaktadır. Onların cimriliğin doruk noktasında olduğunu ifade etmektedir. Onların peygamberden istedikleri, inatların isteklerini onlara vermekte hiçbir faide yoktum şeklinde de anlaşılabilir. [149]
(101-102) «Andolsun ki biz Musa'ya apaçık dokuz ayet...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Cenab-ı Hak, Kureyş'in Rasûlullah'a karşı gösterdiği inat ve ısrarları hikâye ettikten sonra Peygamberini teselli için Hz. Musa ile Firavun arasında cereyan eden hadiseyi ortaya koyarak, bu ayeti indirdi. Bu ayetin siyakı ve bu ayet gibi ayetlerin de zahir lerine göre, bu dokuz ayetten maksat ,Hz. Musa'nın peygamberliğine ve Allah katından getirdiği vahyin doğruluğuna apaçık delâlet eden dokuz delildir. Allah'ın Hz. Musa'ya dokuzdan daha fazla delil verdiği öne sürülerek itiraz edilemez. Çünkü bir adedi zikretmek suretiyle tahsis etmek «o adetten fazlası yoktur» demek değildir. Ancak bu dokuz delilin tayininde tefsir alimleri ihtilaf etmiştir.
Bazılarına göre bu dokuz delilden maksat şunlardır: Hz. Musa'nın asası, yağan kan, yağan kurbağalar, sonra yağan kehle ve bitler, hayvanların ölümü, ateş gibi dolunun yakıcı ateşle beraber gökten inmesi —ki neye dokunduysa onu helak etmiştir çekirge ordusunun gönderilmesi, karanlık, genel (yani bütün insanlarla bütün hayvanatı kapsayan) ölüm.
Abdurrezzak, Said b. Mensur, îbn Cüreyc, Îbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim değişik yollardan İbn Abbas'tan rivayet ederler ki bu dokuz delil şunlardır: Asa, el, tufan, çekirge, bit, kurbağa, kan, kıtlıklar, meyvelerin azalması.Bunun benzeri Mücahid, Şa*bi, Katade ve İkrime'den de rivayet edilmiştir. Fakat «kıtlık seneleri»yle «ürünlerin azalmasın nın bir olduğu Hasan Basri'den rivayet edilmiştir.
«Lakin biz Firavun'u senelerce ve ürünlerin azlığıyla yakaladık» tarzındaki ayet bu rivayeti cerhetmektedir. Çünkü ayetin zahirinden anlaşılıyor ki «kıtlık seneleri» ayrı, «ürünlerin azalması» ayrı bir olaydır. Aksi takdirde atıf caiz olmazdı, Senelerin kıtlığı onların vadi ve dağlarındaki kıtlıklar, ürün azlığı ise ziraatlerin-de ve bahçelerindeki azlık şeklinde yorumlanmaktadır. İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim başka bir rivayette İbn Abbas'tan şunu rivayet ediyorlar: «Bu dokuz ayetten maksat Hz, Musa'nın cebinden beyaz olarak çıkardığı eli, onun dili, asası, kendisi ve beraberinde'kiler için yanlan deniz, tufan, çekirge, kehle, kurbağalar ve kandır.»
Keşşafta Allame Zemahşeri, İbn Abbas'tan rivayet eder ki: «Bu dokuz ayet şunlardır: Asa, el, çekirge, bit, kurbağalar, kan, taş, deniz ve Beni İsrail üzerine bırakmak için göğe kaldırılan Tur Dağı».
Fakat Zemahşeri'ye şu şekilde itiraz edilmiştir. Taş ile Tur Dağı, Hz Musa'nın Firavun'a götürdüğü mucizelerden değildir. Halbuki Cenab-ı Hak bu ayette «Dokuz ayetle Firavun ve kavmine gitti» diyor. Cenab-ı Hak bu surede de, «Pekâlâ biliyorsun ki bunları birer ibret olmak üzere ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi» buyurmaktadır. Bu ayette «Bunlar» diye tercüme edilen «Haulai» kelimesi Hz. Musa'ya verilen ayetlere işaret ediyor. Bu açık dokuz ayetin bir kısmı Firavun'a gösterilmek üzere verilen dokuz ayetten olmayabilir. Zira bahsi geçen ayette bütün bu mucizelerin Firavun ve kavmine verildiğine dair bir şey yoktur. İşaret ise ister istemez o ayetlerin bir kısmına racidir. Çünkü ayetlerin tamamı ancak tedriç yoluyla meydana gelmişlerdir. Meselâ denizin yanlması Piravun'a meydan okumak için değildir. Aksine helak olmaları geldiği anda olmuştur.
Fakat bunlar zoraki yorumlardır.
îmam Ahmed başta olmak üzere birçok kimseler, Saffan bin Assal'dan şu hadisi rivayet ettiler:
«İki yahudiden biri, diğerine: «Peygamber'e gidelim de ondan soralım» dedi. Böylece Hz. Peygamberin huzuruna gelip: «Andolsun biz Musa'ya pek açık dokuz ayet verdik» ayetinin mânâsını sordular. Hz. Peygamber «Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın, zina etmeyin, hak haricinde Allah'ın haram kıldığı bir nefsi öldürmeyin, hırsızlık, sihirbazlık yapmayın, faiz yemeyin. Herhangi bir suçsuzu devlete ihbar edip de öldürtmeyin, evli ve namuslu kadınlara iftira etmeyin ve savaştan kaçmayın demektir» buyurdular,
Hadisin başka bir rivayetinde Hz. Peygamber, «Ey yahudiler, Özel olarak size de cumartesi günü hududu aşmamanız tavsiyesi yapılıyor» demiştir. Bunun üzerine iki yahudi Rasûlullah'ın. elini ve ayağım öperek: «Senin peygamber olduğuna biz şehadet ederiz» dediler.
İşte bu noktadan hareket ederek bazıları «Ayetlerden maksat ahkâmdır» dediler.
Haffacî şunu söyledi: «Ayetlerden maksadın zikredilen ahkâmın olması en doğru tefsirdir».
«Ahkâm'a ayet denilmesinin nedeni, ahkâmın onları yerine getirenin saadetine, yerine getirmeyenin de şekavetine alâmet olmasından ileri gelmektedir.»
«Benî İsrail'den sor» cümlesindeki hitap zahire göre Rasûl-ü Ekrem'edir. Sual da meşhur mânâda kullanılmıştır. Ancak cum-. hur «Bu hitap Hz. Musa'yadır. Sual de ya talep mânâsında veya meşhur mânâsındadır» demiştir. Çünkü Rasûl-ü Ekrem; (İmam Ahmed, İbn'ul-Munzir İbn Cerir ve başkasının İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre) kelimeyi «Fel'et» yerine «Fesele» (sordu) şeklinde mazi fiili olarak okumuştur. Bu kanaat delâlet eder ki sual soran Hz. Musa'dır. Öyleyse «Fes'el» tarzında emir olarak okunduğunda hitap Hz. Peygamber'e olmaz, bu Hz. Musa'ya yönelik-tir. Ki iki kıraat arasında çelişki olmasın. Yani «Beni İsrail'i Fi-ravun'dan iste. Seninle gelsinler» veya Firavun'a; «Benimle beraber Israiloğulları'm gönder de» demektir. Veya «İsrailoğulları'n-dan Firavun'a karşı seni desteklemelerini iste. Kalplerinin ve ellerinin seninle beraber olmasını talep et» veya «onlardan dinlerinin hâlini sor. Acaba o din üzerinde sabit midirler yoksa Kur'an'a yeniden tabi olmuşlar mıdır?»
«Firavn ona dedi» cümlesindeki zamir de yukarıdaki hitabın bizim peygamberimize değil de Hz. Musa'ya ait olduğunu desteklemektedir. Aksi takdirde Kur'an'm nazmında -hâşâ- ahenksizlik lâzım gelir.
«Onlara geldi» cümlesinin başındaki «iz» kelimesi daha önce ayetin metninde geçen «ateyna» füline veya mukadder olan ve «hatırla» mânâsını ifade eden «Uzkur» fiiline bağlıdır. Yani «Ey Muhammedi Hatırla o zamanı ki Musa peygamber olarak onlara Allah'ın emrini tebliğ etmek üzere geldi ve Firavun Musa'ya: «Kesinlikle ben seni büyülenmiş sanıyorum Ey Musa!» dedi».
Ayetin sonundaki «meshuren» kelimesi sihre uğramışsın, aklın karışmış, bunun için konuşman doğru dürüst değil ki bu şekilde iddialarda bulunuyorsun demektir. Bu tıpkı Cenab-ı Hakk'-m şu ayeti gibidir:
«Kesinlikle sizin peygamberiniz ki size gönderilmiştir muhakkak &i delidir».
Ferra ve Taberi «Ayetin sonunda gelen «Meshuren» kelimesi ism-i faildir. Yani sahir, sihirbaz mânâsındadır» dediler. Eğer Hz. Musa'ya verilen dokuz ayeti mucizelerle tefsir edersek Taberi ile Ferra'nın yukarıdaki yorumu makama daha uygun olur. Çünkü Hz. Musa asasını attığı zaman yılan olurdu. Bu, zahirde her ne kadar mucize ise de sihir gibi, sihirbazlık şeklinde görülürdü.
Firavun'un bu sözüne karşı Hz. Musa: «And olsun, ey Firavun! Biliyorsun ki şu dokuz ayeti (veya bir kısmım) ancak göklerin ve yerin Rabbi göndermiştir» der.
. Ayetin hülasası şudur: Ey Firavun! Sen bu mucizelerin Al-lah'tan olduğunu biliyorsun. Çünkü Allah'tan başkası bu mucizelere güç yetiremez. Bu bilgin iktiza eder ki ben sihre uğramadım, sihirbaz değilim. Konuşmalarım karışık değildir. Fakat riyaset sevgisinin rububiyet unvanına taarruz etmesi seni inada sevketmek-tedir.
Hz. Musa onu kınamak ve caydırmak için kendisine böyle hitap etmiştir. Yani bu, işi iyi bilen bir kimsenin işidir veya bu iş senin bileceğin kadar açıktır. Yoksa Hz. Musa, Firavun'un ilminden haber vermek veya onun ilmini bildiğini belirtmek kastında değildir.
Hz. Ali ve Zeyd b. Ali'nin «Alimte» yerine «Alimtu» okudukları rivayet ediliyor. Bu kıraate binaen Hz. Musa «Ben bu dokuz ayeti (veya bir kısmını) göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini biliyorum ve ben iddia ettiğin gibi ne büyülenmişim, ne de büyücüyüm» demiş olmaktadır.
Rivayet olunduğuna göre Hz, Ali şöyle demiştir: «Allah'a yemin ederim, Allah'm düşmanı Firavun bu işi bilmiyordu. Bu işi bilen, Hz. Musa'nın kendisi idi».
Fakat Ebu Hayyan «EUBahr» adlı tefsirinde bu rivayeti zayıf sayarak şöyle demiştir: «Bu rivayet sahih değildir. Zira bunu Hz. Ali'den rivayet eden kişi (Külsüm el-Muradî) meçhuldür. İlim şehrinin kapısı nasıl böyle diyebilir? Halbuki bilginin Fira-vun'a nisbet edilmesinin nedeni apaçık ortadadır».
İmam Suyuti, Ed-Durr'ul-Mensur adlı tefsirinde Said b. Man-sur, İbn'uî-Munzir, İbn Ebi Hatim'den şöyle naklediyor:
«Bunlar Hz. Ali'den rivayet ederler ki, Hz. Ali yukarıda bahsi geçen fiili «Alimtu» şeklinde okumuştum.
İmam Suyuti bunu söyledikten sonra itirazı bir kayıt koymamaktadır. Muhtemelen bunların rivayetlerini de Külsüm el-Muradî nakletmiştir. Allah hakikati daha iyi bilir.[150]
«Ey Firavun! Şüphesiz ki seni hakikaten mahfolmuş görüyorum». Bu cümlenin sonunda gelen «Mesburen» kelimesi «helak olmuş» mânâsını ifade eder. (Nitekim bu görüş Hasan Basri ve Mücahid'cien rivayet edilmiştir.)
Bazıları «helak edicilitole tefsir etmişlerdir. Ferra'dan gelen bir rivayete göre «hayrdan yüz çevirmiş, serde ısrar eden bir kimse olarak görüyorum» mânâsını ifade etmektedir. Tasti'nin İbn Abbas'tan «mel'un», «hayırdan hapsedilmiş» tarzındaki rivayeti de bu mânâya gelmektedir.
îbn Merduveyh Meymun b. Mehran tarikiyle bunun tefsirini îbn Abbas'tan nakli eksik» tarzında nakletmistir.
Dahhak'in «sihre uğramış, büyülenmiş» şeklindeki tefsiri de bu mânâya gelir. Yani Firavun daha önce Hz. Musa'ya nasıl «sen büyülenmişsin» demişse Hz. Musa da aynı kelimelerle kendisine karşılık vermiş ama lâfız değişmiştir.
İbn Ebi Dünya'nın Enes Îbn Malik'ten rivayet ettiğine göre, Enes'e «Mesburen» kelimesinin mânası sorulur. O da «muhalif demektir» der. Sonra da şöyle söyler: «Peygamberler lanet et. mekten, küfretmekten münezzehtirler».
Bu bir mecazdır. «Aklı eksik» sözü de mecazdır. Hakiki mânâ ortada varken mecazi mânâyı seçmek için herhangi bir neden de yoktur.
Bazılarına göre, «Mesburen» kelimesinin helak olucu ve benzeri şekilde tefsir edilmesi sertlik ifade ettiği için bu yorum «Ona yumuşak söz söyleyin» ayetine ters düşmektedir.
Ebu Hayyan cevap olarak şöyle der:
«Hz. Musa, «Şüphesiz fci biz onun bize saldırmasından korkuyoruz» dediği gibi daha önce Piravun'un kendilerinin başına kötülük getirmesinden de endişeliydi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak ona yumuşak söz söylemesini emretti. Ne zaman ki Cenab-ı Hak kendisine «korkma» dedi ve O artık Allah'ın himayesine güvendi işte o zaman kükremiş bir arslan gibi Firavun'a hücuma başladı. Daha önce söylemediklerini bundan sonra Firavundun yüzüne haykırdı. Hülasa olarak diyebiliriz ki birinci tefsir en uygun olanıdır ve Hz. Musa'nın «zannediyorum» sözüne de bu yorum daha uygun düşmektedir. Cenab-ı Hak, emri ile Hz. Musa'nın zannmı Firavun'un zannma vurdu. Ve iki zan arasında aslında uzun bir mesafe vardı. Çünkü Firavun'un zannı apaçık bir iftiraydı. Hz. Musa'nın zannı ise yakin anlamına gelen bir özellik taşıyordu.
(103) «Böylece Firavun onları o yerden...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayette bahsedilen «yer»den maksat Mısır'dır. Çünkü onlar o zaman Mısır'da bulunuyorlardı.
Ayetten «Öldürmek suretiyle bütün yeryüzünden çıkarmak» mânâsı da anlaşılabilir. Yani onları öldürmek, soykırıma uğratmak istiyordu. Bunun üzerine mesele tam aksine döndü. Yâni hilesinin tam zıddı kendi basma geldi. O, soykırımına uğradı. Kav-miyle beraber denizin derinliklerine gömüldü ve gitti.
Eğer «yer»den Mısır arazisi kastediliyorsa o onları Mısır'dan çıkarmak istedi, demektir. Fakat kendisi helak edilmek suretiyle daha şiddetli bir tarzda Mısır'dan çıkmış oldu.
(104) «Onun ardından İsrailoğullan'TUi...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani, Musa'nın diliyle Firavun'dan veya onun kavmiyle birlikte helakinden sonra îsrailoğullan'na şunu söyledik: «O arazide (yani Mısır'da) oturun!»
Bu terkib delâlet eder ki îsrailoğullan Mısır'dan çıktıktan sonra tekrar buraya dönmüşlerdir. Firavun ile askerleri onları takib etmiş ve neticede boğulmuşlardır.
Eğer bu husus sabit değilse îsraüoğullan'ndan maksat onların zürriyetleridir. Yani Firavun'un Mısır'dan kovmak veya soykırımı suretiyle dünyadan uzaklaştırmak istediği kimselerin evlâtlarıdır.
Tefsir alimlerinden birçoğu «Buradaki 'iskân arazisi'nden maksat mukaddes arazi, yani Şam'dır» dediler.
Ayetteki «Ahiret»ten maksat, Ölüm veya hayat veya Kıyamet veya Ahiret Günü'dür, Yani bu tefsirlerin hangisi olursa olsun burada «kıyametin kopması» kastedilmektedir.
Ayetin sonundaki «Lefifen» kelimesi çeşitli kabilelerden oluşan, biraraya getirilen bir cemaat demektir. Bu kelime çoğul isimdir ve tekili yoktur. Masdar da olabilir; yani, az ve çoğu kapsamak demektir.
îbn Abbas «Lefifen» kelimesini «hepinizin» mânâsına gelen «cemi'an» kelimesiyle tefsir etmiştir, Lefifen kelimesi nasıl yorumlanırsa yorumlansın, gramer bakımından «bikum» kelimesindeki muhatab zamirinin hâlidir. Yani «kartsık olduğunuz halde sizi getiririz».
Bazılarına göre, «Bikum» kelimesindeki hitap zamiri tağlib içindir. Yani «sadece sizi değil, sizi de gaibleri de veya onlan da sizi de birbirinize katarak getiririz!» [151]
105- Kur'an'ı ancak hak ile indirdik ve o da hak İle indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak, gönderdik.
106- Onu bir Kur*an olarak insanlara peyderpey okuyasın diye bölüm bölüm ayırdık. Biz onu kısım kısım indirdik.
107- De ki: «Siz ister ona inanın, ister inanmayın. Şu bir gerçektir ki ondan önce kendilerine ilim verilenlere o (Kur'an) okununca, onlar derhal çeneleri (yüzleri) üstüne secdeye kapanırlar».
108- Ve derler ki: «Rabhimiz! Seni teşbih ederiz. Rabbimi-zin va'di yerine getirilir».
109- Ağlayarak çeneleri (yüzleri) üstüne yere kapanırlar. O (Kur'an) onların korkusunu (saygısını) artırır.
110- De ki: «İster Allah, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırsanız, yine en güzel isimler O'nundur». Namazında açıktan okuma, sesini fazla da kısma, ikisi arasında bir yol tut!
111- De ki: «Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı olmayan, acizlikten dolayı bir yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah'a hamdolsun». Ve O'nu yücelttikçe yücelt!Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet daha önce bahsedilen mucizelere bağlı bir ayettir. «Emelnahu» fiilinin bitişiğinde gelen zamir Kur'an'a racicür. «Hak» kelimesinin tekrar edilmesinin nedeni şu olabilir: Birinci terkibin mânâsı «Biz onun indirilmesini hak ve hikmet ile vacîb kıldık» demektir. İkincisinin mânâsı ise «İçinde hak olduğu halde o da indi» demektir. Tıpkı «kişi elbisesiyle çıktı», yani «elbisesi sırtında olduğu halde çıktı» demek gibidir. [152]
(105) «Kur'an'ı ancak hak ile indirdik...»
Bazı alimlere göre «Bi'l HakTcm ibaresinin başındaki «bi» edatı, birincisinde «beraber» demek olan «mea» manasınadır. Yani «Kur'an'ı hak ile beraber indirdik». Ve «Kur'an hakkın üzerine indi». Yani Hz, Muhammed'e indi demektir.
Bazı müfessirlere-göre ayetin mânâsı şöyle de olabilir: «Kur-an'm inmesini hak ile takdir buyurduk ve o da o şekilde indi»
Beyzavî bu ayeti şu şekilde yorumlar: «Biz Kur'an'ın indirilmesini gerektiren hak ile multebis olduğu halde indirdik. Kur'an ancak kapsadığı hakka bürünerek indi».
Bazıları da «Biz onu gökten kontrol eden meleklerin mahiyetinde mahfuz olarak, korunarak indirdik ve Hz Muhammed'e ancak o meleklerin koruması altında indi. Şeytanların onda herhangi bir karıştırması bahis konusu değildir» şeklinde mânâ vermişlerdir. Umulur ki Cenab-ı Hak burada bâtılın Kur'an'a karışmamasını hem emrin başında hem de sonunda irade buyurmuştur.
«Seni de, ancak sana itaat edene sevap müjdesini verici, isyan edeni de ceza ile korkutucu olarak gönderdik»; yani sen sadece müjde ve uyarma ile görevlisin. Senin Kur'an'a kişisel bir dahlin olamaz. [153]
Bazıları; «Birinci haktan maksat, Kur'an'ın indirilmesini iktiza eden hikmeti ilâhiyedir. İkincisinden de Kur'an'ın kapsamakta olduğu akideler, ahkâmlar ve benzerleridir» demişlerdir.
Ebu Süleyman ed-Dimeşkî, «Birinci hak tevhiddir. İkinci hak ise Allah'ın va'd ve tehdidi ,emir ve yasağıdır» dedi.
Kur'an Allah tarafından indirildiği halde de indiği halde de korunmaktadır ve ondan sonra da Allah tarafından korunur. Ne önünden ne de arkasından ona bâtıl karışamaz.
Taberi'ye göre ikinci cümle- mânâ bakımından birinci cümlenin tekididir. Ve Cenab-ı Hak bu ayetin son cümlesinde Rasûl-ü Ekrem'in vazifesini kesin bir şekilde ifade buyurmaktadır: «Müjdeci ve korkutucu...» Yani, kâfirleri hidayet etmek, onları dine zorla sokmak senin vazifen değildir. Muhtemeldir ki son cümle Kur'an'ın hak olduğunu tesbit ettikten sonra Rasûl-ü Ekrem'in peygamberliğinin tahkiki için olsun. [154]
(106) «Onu Ur Kur'an olarak insanlara...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin başındaki «Kur'an» kelimesi mukadder olan «Fen rekna» fiilinin mefhumudur. Yani «onu Kur'an olarak bölüm bölüm, ayet ayet, sure sure böldük, ayırttık» demektir.
Bazı müfessirler, «Onun ayetlerini ayırdık demek, emir, yasak, hüküm, ahkâm, vaz-u nasihatlar, darb-ı mesel, kıssalar, gay-bin olmuş ve olacak haberleri arasında böldük demektir» dediler.
tbn Ebi Hatim ve İbn*ul-Enbari, îbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyorlar: «Cenab-ı Hak, Kur'an'ı defaten, katından, Levfci Mah-fuz'dan birinci gökteki meleklerin yanına gönderdi. Kiramen Kâtibin melekleri de onu yirmi gecede bölüm bölüm Hz. Cebrail'e indirdiler. Hz. Cebrail de yirmi senede bölüm bölüm Hz. Muham-med'e indirdi».
Bir rivayette ise «Kur'an'ı Cenaba Hak, Kadir Gecesi'nde Ra-mazan'da indirmiştir. Dünyaya en yakın gökte, Beyt'ul-İzzet'te onu yerleştirmiştir. Sonra yirmi senede (başka bir rivayette 23, başka bir rivayette de 25 senede) bölüm bölüm onu Hz. Muharru med'e indirmiştir» denilmiştir. Buradaki sene ihtilafı Ebu Hay-yan'ın El Bahr'da beyan ettiğine göre Rasûlullah'm yaşındaki ihtilafa binaendir.
îbn Dureys, Katade'den, o da Hasan Basri'den şöyle rivayet ediyor: «Cenab-ı Hak, Kur'an'ı Hz. Muhammed'e 18 sene zarfında indirmiştir. Sekiz senesi Mekke, on senesi de Hicret'ten sonraki döneme aittir».
îbn Atiyye bu rivayete şu şekilde itiraz etmiştir: «Bu, karışık bir sözdür. Hasan Basri'den geldiği kesin beüi değildir»
Bir rivayete göre Kur'an'ın başlangıç ve sonu arasında yir-miüç senelik bir zaman vardır. Denildiğine göre Cebrail, beş ayet beş ayet şeklinde getiriyordu. Böylece Kur'an kemâle erdi. Nitekim Beyhaki «Şuab»Ğa, Hz. Ömer'den şöyle rivayet ediyor: «Kur'-an'ı beşer ayet, beşer ayet öğrenin. Çünkü Cebrail, Kufan'ı beşer beşer ayetler halinde Rasûl-ü Ekrem'e getirmiştir».
îbn Asakir, Ebu Nadre tarikiyle şöyle rivayet ediyor:
«Ebu Said ePHudri bize Kur'an'ı sabahlan beş, akşamlan da beş ayet olmak üzere öğretirdi. O Cebrail'in Kur'an'ı beşer beşer ayetler olarak indirdiğini de bize söylerdin diyor. Yani çoğu kez beşer beşer ayet demek isteniyor. Zira sahih görüşlere göre Cebrail beşten fazla da, daha az da ayetler getirmiştir.
«İnsanlara yavaş yavaş okuyasın diye onu bölümlere ayırdık»; çünkü yavaş yavaş okumak hıfzetmeye daha kolay gelir, anlamaya daha da yardımcı olur. (Nitekim bu durum îbn Ab-bas'tan da rivayet edilmiştir.)
Bazı müfessirlere göre ayetin metnindeki «Muks» kelimesi, uzun müddet demektir. Yani «Onu uzun bir müddette peyderpey okuyasın diye sana indirdik».
Kur'an'ın inişi hadise ve maslahatlara göre olmuştur. [155]
(107) «De ki: Siz ister ona inanın, ister...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Kur'an'a iman etmeniz veya etmemeniz eşittir. Çünkü imanınız Kur'an'ı kemal bakımından artırmaz, imansızlığınız da ona bir eksiklik getirmez. Kur'an inmezden Önce gelen kitapları okuyan, vahyin halûkatlerini bilen, peygamberliğin işaretlerinden anlayan, hakkı bâtıldan bâtıü haktan ayırdetmeye gücü yeten alimler, Kur'an okunduğu zaman çeneleri (yüzleri) üzerine secdeye kapanırlar.
«Yehirrune» fiili süratle düşüş mânâsını ifade eden «Hurur» kökünden gelir. «Ezkan» kelimesi ise «Zakkin» kelimesinin çoğuludur ve çene kemiklerinin bitiştiği nokta demektir. Bu kelime «çene» mânâsını ifade ettiği gibi bazen «yüz» için de kullanılır.
İbn Abbas'tan gelen rivayete göre, sanki bu ayette «onlar süratle yüzleri üzerine düşüp secdeye kapanırlar» denilmektedir. Bunu Allah'ın emrini tazim etmek veya o kitaplarda senin göndermenle ilgili olan ilâhî va'dlerin yerine getirilmesi için yaparlar.
Ayetin zahirine bakılırsa bu alimlerin düşüşleri ve secdeye kapanmaları gerçekten olmuştur. Fakat bazı müfessirler «Böyle bir şey fiiliyat sahasında olmamış, ancak ayetten -maksat onlar dinlediklerine itaat ederler, ona tam manâsıyla baş eğerkr de-mektir» demişlerdir. Böylece kelâm istiare şeklinde varid olmuştur.
Alîame Zemahşeri «Çeneler üzerine düşerler» cümlesini «yüzleri üzerine düşerler» şeklinde tefsir etmiştir. Bu tefsiri yaptıktan sonra «Çeneler üzerine tabirinin kullanılması secde edenin yere ilk temas eden azasının çenesi olmasındandır» demiştir. Fakat Zemahşeri'nin bu yorumunda nazar vardır. Çünkü secde edenin yerle ilk temas eden uzvu, alın ve burnudur.
Zemahşeri bu itiraza şu cevabı vermiştir:
«Kişi secde etmeye başladığı zaman onun yüzünün yere en yakın olan yeri çenesidir». Bu ayet o alimlerin saygıda doruk noktasına çıktıklarını ortaya koymaktadır.
EI-Feraid sahibi «Bunlar alın ve burunlarını o kadar güzelce yere yapıştırırlar ki sanki çeneleri yere temas eder» demiştir ve bu da güzel bir görüştür. _
Zahire bakıldığında bu bölüm de «kul» (De ki) emrinin kapsamına girmektedir. Yani «ister iman ediniz ister etmeyiniz» cümlesinden anlaşılan mânânın da nedenini teşkil etmektedir. Ce-nab-ı Hak «Siz iman etmezseniz buna perva edilmez. Çünkü, siz-den daha hayırlı olanlar en güzel bir şekilde inanmıştır» demek istiyor. Rasûlullah'a teselli vermek üzere bu neden getirilmiştir. Sanki Hz. Peygamber'e «alimlerin imanıyla teselli ol, cahillerin imanından ötürü üzülme. Onların iman ve garezlerine perva etme» denilmektedir.
îbn Atiyye, «İster iman edin ister etmeyin» cümlesinin tehdit için geldiğini söyler. Buna göre ayetin mânâsı: «İki emirden dilediğinizi yapınız. Siz ne gibi bir mükâfata veya cezaya çarptırılacağınızı ileride göreceksiniz» şeklindedir. Allah bunları söyledikten sonra onlara nasihat olsun diye Ehl-i Kitab'tan misal getiriyor; yani insanlar sizin küfürde oluşunuz gibi değüdirler. Tevrat, incil, Zebur ve Allah'tan gelen diğer kitapların kendilerine verildiği kimseler, bu kitaplar onlara okunduğunda korkuyor ve iman ediyorlardı.. Fakat İbn Atiyye'nin bu yorumu uzak bir yorumdur. Ancak birtakım mecazlar vasıtasıyla bu mânâ meydana gelebilir.
(108) «Ve derler ki: Rabbimiz! Seni...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani o alimler secdelerinde veya her yerde «Biz Rabbimizi va'dini yerine getirmemekten tenzih ederiz» veya «kâfirlerin peygamberleri yalanlamak suretiyle yaptıklarından korkarız. RabbU mizin va'di mutlaka yerine getirilecektir» demektedirler. [156]
(109) «Ağlayarak çeneleri (yüzleri) üstüne...»Bu Ayetin Tefsiri
Görüldüğü gibi Cenab-ı Hak «çeneler» yani yüzler üzerine secdeye kapanma durumunu tekrar etmiştir. Daha önceki ayette geçtiği halde bu ayette de tekrar bu noktaya değinildi. Çünkü daha önceki secdeye kapanış sebebiyle buradaki «Secdeye kapandılar» ifadesinin sebebi bir değildir. Birincisi, Allah'ın emrini tazim veya va'dini yerine getirdiğinden dolayı ona teşekkür nedeniyle olmuştur. İkincisi ise Kur'an'ın onlara yapmış olduğu etkiden olmuştur. Yani onlar Allah korkusu sebebiyle ağlayarak secdeye kapanırlar. Secde halindeki ağlamak, korkmaktan ileri geliyor. Korku ise düşünceden ve düşüncenin zaman zaman yenilen-meşinden meydana geldiği için Cenab-ı Hak yenilemeyi ifade eden fiilî cümleyi burada kullanmıştır. Allah korkusundan ağlamanın medhu senası hakkında birçok haberler gelmiştir. Meselâ Hakim-i Tirmizi'nin Nadr bin Said'den rivayet ettiğine göre Allah'ın Rasû-ltt: «Eğer bir ümmetin içinde bir kul Allah korkusundan ağlarsa kesinlikle Cenab-ı Hak o kulun ağlaması sebebiyle, o ümmeti cehennemden kurtarır. Hiçbir amel yoktur ki onun bir tartısı ve se-vabı olmasın. Ancak Allah korkusundan olan damla müstesnadır. O damla ateşten meydana gelen birçok denizi söndürür. Allah kor. kuşundan hiçbir göz yoktur ki su dolsun da Allah onu ateşe ha' ram kılmasın. Eğer o damla yanağı üzerine akarsa o yanak üzerine hiçbir zaman zillet ve meskenet toprağı konmayacaktır» buyurmuştur.
Yine Hakim-i Tirmizi, İbn Abbas tarikiyle şöyle rivayet ediyor:
«Allah'ın Rasûlü'nden
dinledik: «iki göz vardır, ateş onlara da. kunmaz:
1- Allah
korkusundan ağlayan göz,
2- Geceleyin Allah yolunda nöbet bekleyen, uykusuz göz».
Hakim-i Tirmizi, Nesei ve Müslim, Ebu Hureyre'den, o da Allah'ın Rasûlü'nden rivayet ediyor:
«Allah korkusundan ağlayan bir kişi sağılmış süt, geldiği memeye girmeden ateşe girmeyecektir. Bir kul üzerinde Allah yolunda üzerini kaplayan gubar (toz) ile cehennem dumanı biraraya gelmez».
Nesei, «Bir kulun iki burun deliğine Allah yolundaki bir toprak ile cehennem dumanı girmez» diye rivayet etmiştir.
Müslim ise, «Hiçbir zaman» mânâsını ifade eden «ebeden» kelimesini hadise eklemiştir.
Evet, alimler için en uygun durum Allah korkusundan ağlamaktır. Çünkü İbn Cerir, İbn'ul-Munzir ve başkaları Abdul A'la et-Teymi'den şöyle rivayet ediyorlar:
«Kime kendisini aklatmayan ilim verilmişse ona yararlı olmayan ilim verilmiştir desek daha uygundur. Çünkü Cenab-ı Hak İlim ehlini 'yüzüstü secdeye kapanır, ağlarlar' şeklinde vasıflandırmış, tır» .
Kur'an, ilim ehlinin Kur'an'ı dinlemek suretiyle korku ve saygısını artırır. Çüknü onların ilimlerini ve Allah emri hususundaki yakinlerini artırır, katlarında bulunan delillere yenilerini katar. [157]
(110) «De ki: İster Allah, ister Rahman,..» Bu Ayetin Tefsiri
îbn Merduveyh ve îbn Cerir, îbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedirler:
«Rasûl-ü Ekrem, Mekke'de bir gün Cenab-ı Hakk'a niyaz ederek şunları söyledi: «Ya Allah, ya Rahman!». Bunu işiten müşrikler: «Şu (hâşâ) yolunu şaşırmışa bakınız. Bize iki ilâh çağırmayı yasaklıyor, halbuki kendisi iki ilâh çağırmaktadır» dediler ve bu ayet bunun üzerine nazil oldu».
Dahhak der ki:
«Kitab ehli Allah'ın peygamberine: «Sen Rahman kelimesini çok-az kullanıyorsun. Halbuki Cenab-ı Hak, Tevrat'ta bu ismi çokça kullanmıştır» dediklerinden ötürü bu ayet nazil oldu.»
Birinci görüşe göre iki kelime eşittirler. İkisi de Cenab-i Hakle' m zatından ibarettir. İtibarlan değişik olsa dahi mesele değişmez. Tevhid ancak mabud olan zat içindir. Bu ayet daha sonra gelecek olan «Hamd o Allah'a olsun ki çocuk edinmemiştir. Mülkte onun ortağı yoktur» ayetine uygun düşmektedir. İkinci görüşe binaen, ayetten maksat, kullanmanın güzelliğinde maksada varmanın iyiliğinde eşitlik vardır. Çünkü ehli kitab Rahman'm daha güzel olduğunu anlamışlardır. Çünkü o Allah katında daha sevimlidir; zira kitaplarında bu daha çok zikredilmiştir.
Tevrat'ta Rahman kelimesinin çokça zikredilmesinin nedeni sanki şudur: Hz. Musa, rivayetlerden de anlaşıldığına göre öfkeli bir zattı. Cenab-ı Hak Rahman kelimesini çokça zikretti ki ümmetine merhametinin artmasıyla muamele etsin. Çünkü peygamberler Allah'ın ahlakıyla ahlâklanırlar.
Ayetteki «En güzel isimler onundur» cümlesi şartın cevabı yerine gelmiştir. Hakikatte şu şartın nedeni ve talilidir. Sanki kelâmın aslı şöyledir: «Siz hangi isimle Allah'ı çağırırsanız o güzeldir. Çünkü en güzel isimler Allah'ındır. Bu iki isim de o güzel isimlerdendir».
(Aynı ayetin mefhumu daha önce A'raf Suresi'nin 180. ayetinde geçtiği için oraya bakılabilir).
İsimleri «en güzellik»le vasıflandırmanın nedeni onların kemal sıfatlarının tamamını derleyen mânâya delâlet etmelerinden-dir. Yahudilerden rivayet edilen haberin zahirinden anlaşılıyor ki onlar da Cenab-ı Hakk'ın diğer isimlerinin güzelliğini inkâr etmiyorlardı. Onlar ancak «Rahman Allah katında en sevimli, en büyük ve en şerefli isimdir. Çünkü Cenab-ı Hak onu Tevrat'ta çokça zikretmiştir» diyorlardı. Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin şeref balonundan değişik oluşları görüşüne müslümanlar da katılmaktadırlar. Ve Hz. Peygamberdin bazı isimler için «bu en büyüktür» demesi de buna delâlet eder.
Rivayete göre Allah'ın Rasûlü: «Allah'ın en büyük ismi şu iki ayettedir» buyurmuştur:
«O öyle Allah'tır ki ondan başka mabud yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O esirgeyen ve çok acıyandır.» (Haşr 22)
«Elif, Lâm, Mim. Allah ki ondan başka mabud yoktur. Daima diri ve yaratıklarını koruyup yönetendir.» (Al-i İmran: 1-2) [158]
Hüccet'ül-İslâm Gazali «EÎ-Maksad'uUEsna» adlı kitabının başında der ki:
«Allah'ın doksandokuz isminin en büyüğü Allah kelimesidir. Çünkü bu kelime ilâhî sıfatların tamamını derleyen zata delâlet eder. Allah'ın diğer isimleri ise ancak bir mânâya; O'nun ilmine, kudretine, fiiline ve başka sıfatlarına delâlet eder, «Allah» kelimesi isimlerin en güzelidir. Zira Cenab-ı Hak'tan başkasına ne hakiki ne de mecazi olarak bu kelime isim olarak verilmemiştir. Diğer isimlere gelince, basen Allah'tan başkası da onlarla isimlendirilebilir. Mesela Kadir, Alim, Rahim gibi. Cenab-ı Hakk'm Rafı-man ismiyle de kendisinden başkası isimlenmemiştir. İşte Rahman bu yönden Allah kelimesine yakındır. Her ne kadar Rahman kesinlikle Rahmet kelimesinden müştak ise de yine bu yönden Allah kelimesine yakındır. Bunun için Cenab-ı Hak bu ayette: «De ki is. ter Allah'ı ister Rahman'ı çağırın» demiştir».
Gazali «EUMaksad'uLEsna» adlı kitabının sonunda şöyle demiştir: «Eğer doJcsandokuz ismi sayan bir kimseye niçin cennete girme özelliği verilmiştir? Halbuki hepsi Allah'ın isimleridir» denilecek olursa, cevap olarak deriz ki: İsimlerin celâl, şeref bakımından mânâları değişik ve farklı oldukları için faziletleri de farklı olur. Binaenaleyh o isimlerden doksandokuz isim Allah'ın celalini haber veren çeşitli mânâları derlemektedir ki onlardan başkası sözü geçen mânâları derlemez. Ve bu manalar şerefin artışıyla tahsis olunmuştur».
İmam Fahreddin Razi bu ayetin tefsirinde: «Bu iki ismin (yani Allah ile Rahman'tn) zikirle tahsis edilmeleri onların diğer isimlerden daha şerefli olduklarına delâlet eder. Allah kelimesinin Rahman kelimesinden önce getirilmesi de «Allah isimlerin en büyüğüdür» şeklindeki sözüne delil olur» demiştir.
Cevap olarak deriz ki: Allah'ın zulmü yaratması zalimlikle sıfatlanmasını gerektirmez. Çünkü zulüm Allah'ın sıfatı değildir. Allah'ın onun yaradanı olması ondan bir sıfatının müştak olduğunu göstermez. Aksi takdirde Allah uzunluğun, kısalığın, siyahlık ve beyazlığın da yaradanıdır. Bu kelimelerden de Allah'a birer sıfat vermek gerekirdi. Çünkü Cenab-ı Hak bütün bunları yaratmıştır. Cenab-ı Hakk'a «çirkinin yaradanı» demek uygun değildir. Zira Allah'a karşı edebli olmak gerekir. Ancak «her şeyin halikidir» denir. Esma-i Hüsna'dan olan «EUHalik» kelimesi burada kastolun-muştur. Falan şeyin haliki değil.
Bu ayet, denildiğine göre hıfz ve koruma ayetlerindendir. Nitekim Beyhaki «Delâil»de Nehşel b. Said tarikiyle Dahhak'tan, o da îbn Abbas'tan rivayet eder ki Allah'ın P ısûlü bu ayet hakkında: «Bu ayet hırsızlıktan emandır» buyurmu /tur.
Muhacirlerden bir kişi bu ayeti yatağına girdiği zaman okudu. O gece evine bir hırsız girdi. Evde ne varsa hepsini topladı ve yüklendi. Kişi de henüz uykuya dalmamıştı. Hırsız kapıya varınca onun kilitli olduğunu gördü. Böylece çaldığı mallan bırakarak kapıyı açtı. Bu defa kapının tekrar kapatıldığını gördü. Böylece ev sahibi güldü ve «Ben evimi korudum» dedi.
«Namazında yüksek sesle okuma. Sesini fazla da kısma. İki' sinin arası bir yol tut!»
îmam Ahmed ,Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei ve İbn Hib-ban, îbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyorlar:
«Allah'ın Rasûlü Mekke'de gizlice ibadet ettiği bir dönemde bu ayet inmiştir. Hz. Peygamber ashabın önünde namaz kıldırdığı zaman sesli bir şekilde Kur'an okurdu. Müşrikler peygamberin sesini işittiklerinde Kur'an'a, onu indirene ve getirene küfre-derlerdi. Böylece Cenab-ı Hak, peygamberine «namazdaki kıraati sesli okuma ki müşrikler onu dinleyip Kur'an'a küfretmesin. Ve arkadaşlarının işitmeyeceği kadar da gizli okuma. Ö zaman onlara Kur'an'ı dinletmemiş olursun. Onlar dinlesinler de onu senden alsınlar. Bu ikisi arasında bir yol edin» diye buyurdu.
Ayetin zahiri delâlet eder ki «salat» kelimesinden maksat namazdaki -kıraattir. Zira kıraat namazın parçalarından birisidir. Zahire göre besmele ve besmeleden başka diğer ayetlerin kıraai tidir. Bazı haberlerin zahiri bu kıraatin sadece besmeleye tahsis olunduğunu izah ederler. Meselâ İbn Ebi Şeybe «Musannafnvn.ua Said'den şöyle rivayet ediyor: «Rasûl-ü Ekrem, başlangıçta besmeleyi sesli okurdu».
Müseyleme el-Kezzab da kendisini {{Rahmana ismiyle isimlendirmişti. Müşrikler RasûLü Ekrem'in besmele okuduğunu işittiklerinde: «Bu, Yemame'nin mabudu olan Müseyleme'yi zikretti» derlerdi. Sonra besmeleye karşılık olarak ıslık çalarlar, el çırparlar ve kuş sesleri çıkarırlardı. Bunun üzerine Cenab-i Hak bu ayeti inzal buyurdu. [159]
İbn Ebi Hatim, Rebi'den rivayet ediyor:
«Ebu Bekir Sıddık geceleyin namaz kıldığında çok sessiz bir şekilde hareket ederdi. Hz. Ömer de gece namazlarında sesini çok yükseltiyordu. Hz. Ömer: «Ey Eba Bekir! Keşke sesini biraz yükseltsen» dedi. Hz. Ebu Bekir de: «Keşke sen de sesini biraz al-çaltsan» dedi. Böylece ikisi Rasûlullah'a gelip ona durumu arzet-tiler. Cenab-ı Hak bunun üzerine bu ayeti indirdi. Hz. Peygamber onlara: «Ey Eba Bekir! Sesini biraz yükselt. Ey Ömer sen de biraz alçalt» buyurdu.
Başka bir rivayette Rasûl-ü Ekrem, Hz. Ebu Bekir'den sordu: «Niçin sessiz okuyorsun?» Hz. Ebu Bekir de cevap olarak şöyle dedi:
«Rabbime münacaat ediyorum. Rabbim benim ihtiyacımı zaten biliyor. (Yani sesli okumaya hacet yoktur)» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e; «Sen niçin sesli okuyorsun?» diye sordu. Hz. Ömer de şu cevabı verdi: «Sesli okumakla şeytanı kendimden uzaklaştırırım. Uyuklayanı uyandırırım».
Evet, îbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan şunları rivayet ediyor:
«Bu ayetin mânâsı, «Bütün namazında sesli okuma. Bütün namazında sessiz de okuma. Bunun iki$i arasında bir yol edin» demektir. Meselâ bazı namazlarda sesli oku: Akşam ve yatsı gibi. Bazılarında da gizli oku: Öğle ve ikindi gibi».
Bazılarına göre bu ayetteki, kıraatla tefsir ettiğimiz «Salat» kelimesi «dua» mânâsmacfer. Nitekim Müslim, Buhari ve diğer muhaddisler Aişe validemizden şöyle rivayet ettiler. «Bu ayet dua hususunda nazil olmuştur». Yani duanı fazla sesli de fazla sessiz de yapma. (Bunun benzerini îbn Ebi Şeybe, Mücahid'den de rivayet etmiştir.)
İbn Cerir, Îbn'ul-Munzir ve bir cemaatin îbn. Abbas'tan yapmış oldukları rivayete göre, müslümanlar «Yarabbi! Bana mer. hamet et» ifadesini sesli söylerlerdi.
Abdullah b. Şeddat'tan rivayet ediliyor ki Beni Temim kabilesinden bazı göçebeler, Rasûlullah selâm verdiği zaman sesli olarak «Ey Allah'ım! Bize deve ve çocuk ver» diye dua ediyorlar. di. Bu ayet bunun üzerine nazil oldu.
Ayetteki «Vela Tuhafit» fiili gizli konuşulan, konuşandan başkasının işitmediği kelâm mânâsına gelen «Muhaffefe» kökünden geliyor. İşte bu noktadan hareketle İbn Mesud: «İki kulağı, sözünü işiten bir kimse gizli konuşmamış, gizli okumamış demiştir. (Bu durumu İbn Ebi Şeybe ve İbn Cerir de rivayet ediyorlar).
Çenab-ı Hak «sesli» ile «gizli» arasındaki ortanca emri «yol» şeklinde tabir etmiştir. Çünkü bu öyle bir emirdir ki yönelenler ona yönelir, uyanlar da ona uyarlar ve bu da onları matlubuna vardırır. Tıpkı yol gibi.
Abdullah b. Şehir ile Ebu Küllabe'den gelen bir rivayete göre emirlerin en hayırlısı ortancalarıdır. Bu ayet tefsircilerin çoğunun kelâmından anlaşıldığına göre muhkemdir. Bazıları «neshedilmîştir» demişler ve delil olarak İbn Merduveyh ve İbn Ebi Hatim'in İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu hadisi göstermişlerdir: «Rasûl-ü Ekrem, Mekke'de ne sesli ne de pek gizli olmaksızın ortanca bir halde okumakla emrolundu. Medine'ye hicret ettiğinde de bu durum ortadan kalktı».
Bazı müfessirlere göre bu ayet, «Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü o haddi aşanları sevmez» ayetiyle neshedil-miştir. [160]
(111) «De ki: Çocuk edinmeyen...»Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin «De ki: Hamd o Allah'a ki çocuk edinTnemiştir» cümlesi yahudi, hıristiyan ve Beni Müleyh arapjan aleyhinde bir ilâhî reddiyedir. Çünkü yahudiler «Üzeyr Allah'ın oğludur», hıristi-yanlar «Mesih Allah'ın oğludur», Beni Müleyh de «Melekler Allah'ın kızlarıdır» derlerdi. Ceriab-ı Hak onların sözlerinden yücedir.
Çocuk edinmenin nefyedilmesi, evlat edinmenin de nefyine delâlet eder. Yani Cenab-ı Hakk'ın ne sulbünden gelen evladı, ne de öz evladı vardır. Nitekim Ihlas Suresi'nde «Doğurmadı» buyu-rulmaktadır.
«Hakimiyette ortağı bulamayan» cümlesi müşriklerin rububiyette şirk koşan putperestlerin aleyhinde bir reddiyedir. Ve aynı zamanda uluhiyetteki ortaklığı nefyetmekten de kinaye olmak suretiyle putperestler aleyhinde bir reddiye olur.
«Acizlikten dolayı bir yardımcıya ihtiyacı bulunmayan»; yani Cenab-ı Hakk'ın (hâşâ) zelil olması nedeniyle onu bu durumdan kurtaracak bir yardımcısı da yoktur. Çünkü izzetini kendi korur, kendi zatıyla bütün kainatın hakkından gelebilir.
«Onu büyük bir tekbir ile tekbir et». Elinden geldiği kadar onu ulula. Tekbir kelimesi Arapların tazim ve iclâl mânâsında kullandıkları en beliğ bir lâfızdır. Cenab-ı Hak daha Önceki hakikatleri sergiledikten sonra tekbir emrini verdi ve nekra bir mastar getirmek suretiyle fiili tekid etti. Böylece ibarelerin onu ululamaya kâfi gelmediğine, beşerî kuvvetin böyle bir vazifeyi hakkıyla yerine getirmesine elverişli olmadığına işaret buyurdu. Evet, kul, tenzih ve temcidde-ne kadar ileri giderse gitsin, ibadet ve hamd hususunda ne kadar çalışırsa çalışsın, ne denli çaba gösterirse göstersin ancak kusurun bataklıklarında, acizliğin itiraf sahasında, zillet ayaklarıyla durmuş sayılır. Birçok kimse «Rasûl-ü Ekrem, Abdulmuttalib oğullarından olan küçük çocuklara bu ayeti yedi defa tekrarlardı» demiştir. Hz. Peygamber, (İmam Ahmed ve Tabarani'nin Muaz'dan rivayet etiklerine göre) bu ayete «izzet ayeti» demiştir. Ebu Ya'la ve İbn Seni, Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyorlar: [161]
«Rasûlullah ile beraber çıktık. Elim onun mübarek elinin arasındaydı. Üstü başı pejmürde bir kişinin yanına vardık. Hz. Peygamber: «Seni niçin bu durumda görüyorum? Niçin böyle perişansın?» diye sordu. Çocuk: «Hastalık ve zarar beni bu hah getirdi» deyince Rasûl-ti Ekrem buyurdu: «Sana bazı kelimeler öğreteyim ki senden hastalık ve sarart gidersin: «Ölümsüz olan diri sata tevekkül ederim». Bunu söyledikten sonra 111. ayeti sonuna kadar okudu.
Hz. Peygamber başka bir zaman o çocuğu görünce halinin güzelleşmiş olduğuna şahit oldu. «Durum ne oldu?» diye sorunca çocuk: «Bana Öğrettiğin o kelimeleri durmadan tekrar ediyorum ve onların yüzü suyu hürmetine bu hale geldim» dedi.»
tbn Ebi Dünya «Kitab-ul Farac»ında, Beyhaki «Esma ve Sı-faUmda, İsmail bin Ebi Hudeyk'ten rivayet ediyorlar:
«Allah'ın Rasûlü:
«Herhangi bir üzüntüm olduğu zaman Cebrail bana görünür ve «Ey Muhammedi «ölümsüz olan diriye tevekkül ettim» d'e ve 111. ayeti sonuna kadar oku» der.»
İbn Salih ve Deylemi rivayet ederler ki, Rasûl-ü Ekrem kıa Fatıma'ya şöyle demiştir: «Yatağına girdiğin zaman şunları söyle: «Kâfi olan Allah'a hamdolsun. En yüce olan Allah'ı ortaktan tenzih ederim. Allah bana kâfidir. Allah neyi dilerse onu icra eder. Allah kendisine yalvaranların duasını kabul eder. Cenab-t Hak'tan kaçıp sığınacak bir yer yoktur. Allah'ın ötesinde iltica edecek bir nokta bahis konusu değildir. Sizin de bizim de Rabbimiz olan Allah'a tevekkül et Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki onun nasiyesi Allah'ın yed-i kudretinden olmasın. Kesinlikle Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir» ve sonra 111. ayeti de sonuna kadar oku, dedi. Hz. Peygamber şöyle devam etti: «Uyku anında bu ayeti okuyan herhangi bir müslüman okuduktan sonra uyursa şeytanlar ve vahşi hayvanlar arasında uyuşa da onlar zarar veremezler».[162]
ÎSRA SURESİ'NİN SONU
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/7.
[2] Mecma'ut-Tefasİrj cilt: 4, sh: 2
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/8-9.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/10-12.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/12-16.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/16-18.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/18-21.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/21-24.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/24-52.
[9] Alusî, Rub'"!-Mc«.J, wiit: 15, sh: 10
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/25-27.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/27-30.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/30-33.
[13] Meraği, Tefsir, cilt: 15, sh: 5-10
[14] Sıddık Hasan Han, Feth'ul-Beyan, cilt: 15, sh: 322-325
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/33-36.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/36-40.
[16] ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim, cilt: 4, sh:
239-280
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/40-48.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/48-63.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/65..
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/66-
[21] Elmalık Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, cilt: 5,
sh: 3170-3171
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/66-84.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/84-88.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/88-92.
[25] Fetret ehli, iki peygamber arasında olanlardır.
Birinci peygamber onlara gönderilmemiş; onlar da ikincisine yetişmemişlerdir.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/92-99.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/99-100.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/102.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/103-104.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/104-105.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/105-106.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/106-110.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/110-113.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/113-118.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/118-119.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/119-122.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/122-124.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/124.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/124-125.
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/125-127.
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/128-129.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/129-132.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/132-134.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/136.
[45] Kurtubi, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt: 10, sh: 248-249
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/137-140.
[47] Zemahşeri'nin Keşşaf adlı tefsirinde geçen hadislerin
tahricini yapan İbn Hacer Askalanî de, bu hadisin kaynağını bulamadığını söylemiştir.
(Bkz. îbn Hacer, el-Kâfi, sh: 99 Keşşafın sonunda)
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/140-145.
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/145-147.
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/147-149.
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/149-150.
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/150-154.
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/154-155.
[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/155-156.
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/156-158.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/159160.
[57] Bu hususta ayrıntılı bilgi için bkz. AIusî,
Ruh'ul-Meâni, cilt: 15, sh: 72, vd., Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 5,
sh: 587, vd
[58] Fahruddin Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 5, sh: 580
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/160-167.
[60] Kurtubi, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt: 10, sh; 262, vd
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/168.
[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/170.
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/171.
[63] Zemahşeri, Keşşaf, cilt: 3, sh: 180
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/171-172.
[65] Ayrıntılı bilgi için bkz. Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt:
15, sh: 79-80
[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/172-180.
[67] AIusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 15, şh: 83
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/180-182.
[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/182-184.
[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/184-186.
[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/186-190.
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/191-196.
[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/198.
[74] Hatib Şirbinî, es-Sirac'ul-Münir, cilt: 2, sh: 311-312
[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/199-204.
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/205-206.
[77] Şevkanî, Feth'ul-Kadir, cüt:3, sh: 227
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/206-208.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/209.
[80] Şeykani, Feth'ul-Kadir, cilt:3, sh: 328
[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/209-215.
[82] ibn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim cilt: 4, sh;
320-321
[83] Zemahşeri, Keşşaf cilt: 3 sh: 18
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/215-278.
[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/120.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/221-223.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/223.
[87] Alusi, Ruhul-Meanî c: 5 sh: 105
[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/223-225.
[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/225-226.
[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/226-227.
[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/227-230.
[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/230-232.
[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/232-233.
[94] îbn Kesir, Tefsir'ul-Kur'an'il-Azim cilt: 4, sh: 324
[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/233-241.
[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/241-244.
[97] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt; 15, sh: 115
[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/244-246.
[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/248.
[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/249-251.
[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/251-256.
[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/257-260.
[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/260-264.
[105] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 11, sh: 122-123
[106] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/264-265.
[107] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 15, sh: 214
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/265-267.
[108] Zemahşeri, Keşşaf, cilt: 5, sh: 188
[109] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/267-270.
[110] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/271-273.
[111] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/275.
[112] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/276.
[113] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/276-279.
[114] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/279-280.
[115] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/280-281.
[116] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/281-284.
[117] Ahısİ, Ruh'ül-Meanî, cilt: 15, sh: 133-134
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/284-287.
[118] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/287-288.
[119] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/288.
[120] Kurtubi,. Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 10, sh: 306-307
[121] Alusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 15, sh: 135-137
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 10/288-291.
[122] Razi, Mefatih'ul-Gayb, cilt: 5, sh: 632-633
[123] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/291-292.
[124] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/292-294.
[125] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/294-295.
[126] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 10, sh; 309-310 vd
[127] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/295-301.
[128] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/301-302.
[129] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/302-304.
[130] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 10, sh: 316 vd
[131] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/304-306.
[132] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/306-307.
[133] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/307-309.
[134] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/309-310.
[135] Bu hadis, muteşabihtir. Hz. Peygamberin burada kasdı
ne ise öyle inanırız. Allah her türlü eksiklikten beridir
[136] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/311-318.
[137] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/318-319.
[138] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/319-321.
[139] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/323.
[140] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/324-325.
[141] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/325-326.
[142] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/326.
[143] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/327-330.
[144] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/330-332.
[145] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/333.
[146] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/334.
[147] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/336-338.
[148] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/338-344.
[149] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/344-348.
[150] Alusl, Ruh'ul-Meanî, cilt: 15, sh: 184-185
[151] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/348-356.
[152] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/358.
[153] Kadı Beyzavi, Mecma'ut-Tefasir, cilt: 4, sh: 77
[154] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/359-360.
[155] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/361-362.
[156] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/363-365.
[157] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/365-367.
[158] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/367-369.
[159] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/369372.
[160] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/372-374.
[161] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/374-375.
[162] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
10/375-376.