MERYEM SURESİ 4

Surenin İsmi: 4

Önceki Sure ile İlişkisi: 4

Surenin Muhtevası: 4

Surenin Fazileti: 5

Zekeriyya (A.S.)'In Duası Ve Ona Hz. Yahya'nın Müjdelenmesi 5

İ'râb: 5

Belagat: 5

Kelime ve ibareler: 6

Hz. Zekeriyya (a.s.)'ın Kıssası: 6

Açıklaması 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 9

Hz. Yahya'ya Çocukken Peygamberliğin Ve Hikmetin Verilmesi 10

Kelime ve İbareler: 10

Hz. Yahya (a.s.) Kıssası: 11

Açıklaması 11

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 12

Hz. Meryem Kıssası -1-Hz. Meryem'in Hz. İsa'ya Gebe Kalması 12

Belagat: 12

Kelime ve İbareler: 13

Ayetler Arası İlişki 13

Açıklaması 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 15

Hz. İsa'nın Doğumu İle Meydana Gelen Olaylar. 16

Kelime ve İbareler: 16

Açıklaması 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 17

Hz. İsa'nın Peygamberliği, Beşikte İken Konuşması 18

Kelime ve İbareler: 18

Açıklaması 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 20

Hristiyanların Hz. İsa Hakkında Ayrılığa Düşmeleri 21

İ'râb: 21

Belagat: 21

Kelime ve İbareler: 21

Hz. İsa Kıssasına Dair Açıklamalar: 22

İnciller: 23

Barnaba İncili: 23

Hz. İsa'nın Mesajı: 23

Havariler: 24

Hz. İsa'nın Mucizeleri: 24

Hz. İsa'nın Vefatı: 24

Hristiyanlıkta Teslis (Üç İlâh Kabul Etme): 24

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 26

İbrahim (A.S.) Kıssası 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 28

Ayetler Arası İlişki 28

İshak (a.s.): 28

Hz. Yakub (a.s.): 29

Bu Kıssanın Diğer Kıssalarla İlişkisi: 29

Açıklaması 29

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Musa (A.S.) Kıssası 32

Kelime ve İbareler: 33

Ayetler Arası Îlişki 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

İsmail (A.S.)'In Kıssası 34

Kelime ve İbareler: 34

Ayetler Arası İlişki 34

Hz. İsmail ve Kurban: 34

Hz. İsmail ve Annesi Hacer Mekke'de: 35

Beytullah'ın Bina Edilmesi: 36

Hz. İsmail'in Hayatı ve Çocukları: 36

Açıklaması 36

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

İdris (A.S.)'ın Kıssası 37

Kelime ve İbareler: 37

Ayetler Arası İlişki 38

Açıklaması 38

Bütün Peygamberlerin Genel Olarak Nitelikleri 38

Belagat: 39

Kelime ve İbareler: 39

Ayetler Arası İlişki 39

Açıklaması 39

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 40

Peygamberlerden Sonra Gelenler Amellerinin Karşılığı, Tevbe Edenlerin Ve Cenneti Hak Edenlerin Vasıfları 40

Belagat: 40

Kelime ve İbareler: 40

Ayetler Arası İlişki 41

Açıklaması 41

Cenneti Hak Etmenin Sebepleri: 42

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 42

Allah'ın Emriyle Vahyin İndirilmesi 43

Belagat: 43

Kelime ve İbareler: 43

Nüzul Sebebi 43

Ayetler Arası İlişki 44

Açıklaması 44

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 45

Müşriklerin Öldükten Sonra Dirilişe Dair Bir Şüphesi 45

Belagat: 45

Kelime ve İbareler: 45

Nüzul Sebebi 46

Ayetler Arası İlişki 46

Açıklaması 46

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 48

Müşriklerin, Dünyadaki Durumlarının Güzelliği Dolayısıyla Bir Diğer Şüpheleri 49

I'râb: 49

Belagat: 49

Kelime ve İbareler: 49

Ayetler Arası İlişki 50

Açıklaması 50

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 51

Öldükten Sonra Diriliş İle Haşredilmeye Dair Müşriklerin Alaylı Sözleri 51

Belagat: 52

Kelime ve İbareler: 52

Nüzul Sebebi 52

Ayetler Arası İlişki 52

Açıklaması 52

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Putlaeın Putperestlere Düşman Kesilmesi Ve Putperestlerin Şeytanları Veli Edinmiş Olmaları 53

İ'râb: 53

Belagat: 53

Kelime ve İbareler: 54

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklaması 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 55

Allah'a Çocuk İsnat Edenlerin Reddi 56

Belagat: 56

Kelime ve İbareler: 56

Ayetler Arası İlişki 57

Açıklaması 57

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 57

Müminlerin Sevilmeleri, Kur'an-I Kerimin Kolaylaştırılması Ve Günahkârların Helak Edilmesi 58

Kelime ve İbareler: 58

Nüzul Sebebi 59

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 59


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

MERYEM SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sureye Meryem adının veriliş sebebi, Hz. Meryem'in hamile kalmasını, Hz. İsa'yı babasız olarak doğurmasını, bu hamileliğin yankılarını, buna bağlı diğer hususları, en önemlileri beşikte küçük bir çocuk iken konuşması gibi ol­dukça hayret verici olayların Hz. İsa'nın doğumu ile birlikte ortaya çıkmasını anlatan kıssayı ihtiva edişidir.[1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Her iki sure de hayret verici kıssaları ihtiva etmektedir. Kehf suresi As-hab-ı Kehf kıssasını, onların yiyip içmeden çok uzun bir süre mağarada uyu­malarını; Hz. Musa'nın Hz. Hızır ile kıssasını, bu kıssada insanı hayrete düşü­ren hususları ve de Zülkarneyn kıssasını ihtiva etmişti.

Meryem suresinde de hayret verici iki husus yer almaktadır: Birincisi Yahya b. Zekeriyya (a.s.)'m doğum kıssası; babanın ileri yaşta ve annenin kısır olmasına rağmen bu çiftin çocuklarının olması; ikincisi Hz. İsa'nın babasız doğmasıdır. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Surenin konusu diğer Mekkî surelerde olduğu gibi Allah'ın varlığını, vah­daniyetini; dünya hayatındaki amellerin karşılıklarının görüleceğini ispat et­mektir. Bu hususların ispatı aşağıdaki şekilde bir takım peygamberlerin kıssa­ları irad edilerek gerçekleştirilmektedir:

1- Sure önce Hz. Zekeriyya'nın oğlu Hz. Yahya'nın doğumu kıssası ile baş­lamaktadır. Hz. Yahya yaşı ilerlemiş ihtiyar bir baba ile doğum yapamayan kı­sır bir anneden, her şeye kadir olan Allah'ın kudreti ile ve salih babanın duası kabul edilerek dünyaya gelmişti. Bunun akabinde ise Hz. Yahya'ya henüz ço­cukluk çağında iken peygamberliğin verileceği haberi geldi. Bu hususlar 1-15. ayetlerde zikredilmektedir.

2- Hemen bunun akabinde Hz. İsa'nın, bakire Hz. Meryem'den babasız olarak doğumu kıssası yer almaktadır. Böylece bu kıssa Rabbani kudrete dair bir başka delil olarak ortaya konmaktadır. Bu ise bir takım tenkit, kınama ve azarlama dalgasının harekete geçmesine sebep olmuştur. Ancak Hz. İsa'nın kü­çükken beşikte konuşması bu dalgayı kırmıştır. O, bu konuşması ile annesini temize çıkarmış, kendisini de peygamberlik ve kemal sıfatları ile nitelendir­mişti.

Hz. Meryem'in doğum sancısı ile birlikte oldukça alışılmadık iki olayla karşılaşıyoruz. Bunlar Hz. İsa'nın, doğum esnasında annesine, üzülmemesi gerektiği şeklinde seslenmesidir. Çünkü Allah onun yanıbaşmda bir akarsu ya­ratmıştı. Ayrıca ona taze hurmanın dökülmesini sağlamak üzere sebeplere ya­pışmak için hurma ağacını sallamasını emretti. Bu hususlar 16-36. ayetlerde söz konusu edilmektedir.

Bu doğum, Hz. İsa hakkında Hristiyanlar arasında bir görüş ayrılığı orta­ya çıkarmıştır (27-40. ayetler).

3- Bundan sonra ayet-i kerimeler, Hz. İbrahim kıssasının bir yönünü açık­lamaya geçmekte, Hz. İbrahim'in putlara ibadet hususunda babası ile tartış­ması, Yüce Allah'ın ona yaşı ilerlemiş hanımı Sâre'den Hz. İshak adındaki oğ­lunu lütfetmesi, bundan sonra da İshak'tan Yakub'u verip her ikisini de pey­gamber kılması zikredilmektedir. Nitekim bundan önce de Hz. İbrahim'in İs­mail adında bir çocuğu olmuştu. Hz. İbrahim'in bu çocuğu da yaşı ilerledikten sonra eşi Hacer'den olmuştu (41-50. ayet-i kerimeler).

4- Daha sonra sure Hz. Musa'nın kıssasından, onun Tûr dağında Rabbi ile münacatmdan, kardeşi Harun'u Yüce Allah'ın peygamber kılmasından söz et­mektedir (51-53. ayetler).

5- Bundan sonra surede, verdiği sözde durmak, namaz kılmak, zekât ver­mek ile nitelendirilen Hz. İsmail'in ve çok doğru sözlü Peygamber Hz. İdris'in kıssaları ile Allahu Teâlâ'nm Adem'in soyundan gelen bu peygamberlere ihsan etmiş olduğu nimetlerden söz edilmektedir. Bundan maksat insanları tevhide davet etmek ve şirki reddetmekten ibaret olan risaletin birliğini ispat etmektir. Bu hususlar ise 54-58. ayetlerde söz konusu edilmektedir. Sözü geçen bütün bu kıssalar yaklaşık surenin üçte ikisini kapsarlar.

6- Daha sonra gelenler önce gelenler ile karşılaştırılarak aradaki fark da, 'sonra gelenlerin namazları zayi edip arzularına tabi olmaları şeklinde ortaya

çıkmakta ve tövbe edip salih ameller işleyenlere Adn cennetleri vaadi yenilen­mektedir (59-63. ayetler).

7- Vahye dair açıklamalar buna uygun düşmektedir. Hz. Cebrail'in Rabbi-nin izni ile olmadıkça inmediği bu münasebetle belirtilmektedir (64-65. ayet­ler).

8- Yüce Allah öldükten sonra dirilişi inkâr eden müşriklerin bu iddialarını tartışmakta, kâfirlerin şeytanlarla birlikte haşredileceklerini, onların cehen­nem etrafında dizleri üzere çökmüş olarak hazır edileceklerini ve bütün yara­tıkların cehenneme uğrayacaklarını haber vermektedir (66-72. ayetler).

9- Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'e karşı olan durumları itibariyle müşrik­lerin kendilerini müminlere göre daha iyi oldukları konusundaki iddialarını açıklamakta; Allah'ın bu şekilde inatçılık edip büyüklük taslamaları sebebiyle geçmiş ümmetlerin bir çoğunu helak ettiğini, zalimlere mühlet verip onları az­gınlıkları içerisinde terk ettiğini belirterek tehdit etmektedir. Buna karşılık hi­dayet bulanların hidayetini de artırır. Müşriklerin tanrı edindiklerinin kendile­rine düşman olacaklarını da bu arada haber vermektedir (73-84. ayetler). Bü­tün bunların anlatılmasından maksat Yüce Allah'ın çocuk edinmekten ve ortağının bulunmasından tenzih edilmesidir.

10- Müttakiler kafilesinin cennetlere hasredilmesi ile mücrimlerin cehen­neme sürüklenmeleri arasındaki fark belirtilmektedir (85-87. ayetler).

11- Allah'ın çocuğu olduğu iddiasında bulunan kimselerin bu iddialarının tenkidi, ayıplanması ile salih müminlerden razı olduğunu Kur'an-ı Kerim'in takva sahiplerini müjdelemek, inatçı kâfirleri de uyarmak için indirildiğinin açıklanması (88-98. ayetler). [3]

 

Surenin Fazileti:

 

Muhammed b. İshâk, Stresinde Ümmü Seleme'den; Ahmed b. Hanbel de İbni Mes'ud'dan Mekke'den Habeşistan'a hicret hadisesinde rivayet ettiğine gö­re Ca'fer b. Ebî Tâlib (r.a.) bu surenin baş taraflarını Necâşî'ye ve onun arka­daşlarına okumuştur. [4]

 

Zekeriyya (A.S.)'In Duası Ve Ona Hz. Yahya'nın Müjdelenmesi

 

1- Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd.

2-  (Bu), Rabbinin kulu Zekeriyya'ya rahmetini anışıdır.

3- Hani o Rabbine gizlice niyaz etmişti.

4- Demişti ki: "Rabbim, gerçekten kemi­ğim zayıfladı, başım da ağararak tutuş­tu. Rabbim sana duamla bedbaht olma­dım.

5- Gerçekten ben arkamdan yerime geçe­cek akrabamdan endişe ediyorum. Hanı­mım da kısırdır. Bana tarafından bir veli ihsan et.

6-   Ki bana da, Yakuboğullarına da mi­rasçı olsun. Rabbim sen onu razı olduk­larından kıl.

7- "Ey Zekeriyya! Gerçekten biz sana Yah­ya adlı bir oğul müjdeleriz ki, bundan ev­vel kimseyi ona adaş yapmamıştık."

8- Dedi ki: "Rabbim, nasıl oğlum olur ki! Zevcem kısırdır. Benim ise yaşlılıktan kemiklerim bile kurudu?"

9-  Dedi ki: "Öyle" (Fakat) Rabbin: "Bu benim için pek kolay. Çünkü sen daha evvel bir şey değil iken seni yarattım." buyurdu.

10- "Rabbim bana bir alâmet ver." dedi. "Senin alâmetin sapasağlam olduğun halde (üç gün) üç gece insanlarla konu-şamamandır." buyurdu.

11-  Böylece mescidinden kavminin karşısına çıkıp onlara işaret etti: "Sabah akşam teşbih edin."

 

İ'râb:

 

"(Bu) Rabbinin kulu Zekeriyya'ya rahmetini anışıdır. Hani o rabbine... ni­yaz etmişti." buyruğundaki "anış" kelimesi ya haberi hazfedilmiş bir müpteda-dır: "Size okunan bu buyruklarda rahmetini anış vardır," şeklindedir yahut da hazfedilmiş bir müptedanm haberi olup: "Bu, Rabbinin rahmetini anışıdır," şeklindedir. (Meal de buna göre yapılmıştır.) [5]

 

Belagat:

 

"Gerçekten kemiğim zayıfladı." Bu ifade, gücünün bittiğini, bedenin zayıf­ladığını ifade etmek üzere kullanılmış bir kinayedir.

"Başım da ağararak tutuştu." Burada tebaî bir istiare vardır. Saç ağarma­sının yayılması ateş alevinin odunda yayılmasına benzetilmiş, yanma yayılma anlamında istiare yoluyla kullanılmıştır. Bu ise Arap dilinde istiare türlerinin en güzelidir.

"Niyaz etmişti" (nâdâ nidâen) buyruğunda da iştikak bakımından cinas vardır. [6]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Kef, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd". Bunlar muhatta' denilen harflerdir. Bunlardan kasıt dikkat çekmektir. (Arapçada) sözün başlarına gelen ela, yâ vb. diğer uyarı (tenbih) edatlarını andırmaktadır. Aynı şekilde bu harflerle konuştukları, bir­birlerine hitap edip yazdıkları Arap dilinin harflerinden oluşan bu Kur'an-ı Ke-rim'in benzerini meydana getirmek üzere Araplara meydan okuma kasdı da vardır.

"Zekeriyyâ" Hz. Davud'un oğlu Süleyman'ın soyundan gelir (hepsine selâm olsun). Marangoz idi. "Hani o Rabbine gizlice nida etmişti." Yani gecenin ka­ranlığında gizlice Allah'a dua etmişti. Çünkü o vakit yapılan dua daha çok ka­bule yakındır. Bu duayı yaptığı sıradaki yaşı hakkında farklı görüşler vardır: 60, 70, 75, 85 veya 99 yaşında olduğu söylenmiştir.

"Kemiğim zayıfladı." İyice yaşlandım. "Başım da ağararak tutuştu." Ale­vin odun içerisinde yayıldığı gibi ağaran saçlar da böylece çoğaldı.

"Sana duamla bedbaht olmadım." Ben sana dua etmek istiyorum ve ben sana dua ettiğim için geçmişte duası kabul olunmamış, ziyana uğramış bir kim­se değilim. O bakımdan bundan sonra gelecekte de sen beni zararda bırakma!

"Gerçekten de ben arkamdan" yani ölümümden sonra "akrabamdan" (el-mevâlî): Bunlar amca çocuğu gibi nesep itibariyle kişiye bağlı olan erkeğin asa-beleridir, "endişe ediyorum." Onların dini zayi edeceklerinden korkuyorum. İs-railoğullarmda gördüğüm şekliyle dini değiştirmek gibi bir işe kalkışmaların­dan endişe ediyorum. "Hanımım da kısırdır." Yani onun çocuğu olmuyor. 'Bana tarafından bir veli", yani sulbümden bir evlat "ihsan et ki, bana da" ilim ve peygamberlikte atam olan "Yakub oğullarına da mirasçı olsun." Burada sözü geçen Ya'kub, Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın oğlu Hz. Ya'kub'dur. Hz. Zeke-riyya, Hz. Meryem'in teyzesinin kocası idi.

"Bundan evvel kimseyi ona adaş yapmamıştık." Kimseye "Yahya" adını vermemiştik. Ondan önce kimseye bu isim verilmiş değildi.

"Benim ise yaşlılıktan kemiklerim bile kurudu."   Eklemleri ve kemikleri kurudu. Bir rivayete göre 120 yaşında idi. Karısı ise 98 yaşına basmıştı.

"Dedi ki: Öyle!" Yani bu yaşta sizden bir çocuğun yaratılmasına dair du­rum gerçekten böyle olacaktır. "Bu benim için pek kolaydır" yani ben yapmak istediğim bir şeyde ayrıca sebeplere ihtiyaç duymam. "Sen daha evvel bir şey değilken..." Seni yaratmadan önce bir şey değilken; aksine sen tam bir yokluk halindeyken 'seni yarattım". Burada yok'un bir şey olmadığına delil vardır.

"Rabbim bana bir alâmet ver." yani kendisi ile bana verdiğin müjdenin gerçekleştiğini bileceğim bir işaret.

"Senin alâmetin sapasağlam olduğun halde..." Herhangi bir hastalığın, dilsizlik veya sağırlık söz konusu olmaksızın, azaların sıhhatli ve bütün organ­ların yerli yerinde olduğu halde, "üç gece" yani günleriyle birlikte (üç gün üç gece). Buna delil ise Âl-i İmrân suresinde günlerin söz konusu edilmesidir: "... üç gün konuşmamandır." (Âl-i İmrân, 3/41). "insanlarla konuşamamandır."

"Mabedden" yani namaz kıldığı yerden. İsrailoğulları âdet üzere, onun em­rine binaen namaz kılmak üzere mabedin açılmasını bekliyorlardı.

"Sabah-akşam", yani günün iki tarafında, günün başlangıcı ile son demle­rinde, âdet üzere; yani sabah namazı ile ikindi namazını kılarak "teşbih edin" namaz kılın yahut Rabbinizi tenzih edin "diye işaret etti." Teşbih edin emri ile namaz kılmalarının kasdedildiği hususunda ittifak edilmiştir. Hz. Zekeriyya bu şekilde konuşamamakla hanımının Yahya'ya hamile kaldığını anlamıştı. [7]

 

Hz. Zekeriyya (a.s.)'ın Kıssası:

 

Hz. Zekeriyya Kur'an-ı Kerim'de sekiz defa söz konusu edilmektedir. Âl-i İmrân suresinin 37. ve 38. ayet-i kerimelerinde, En'âm suresi 85. ayeti kerime­de, Meryem suresinin 2. ve 7. ayetleri ile Enbiya suresinin 89. ayet-i kerime­sinde.

Hz. Yahya'nın babası Hz. Zekeriyya heykel hizmetçiliğinde bulunmak­taydı. O bakımdan o da Levili'dir. Annesi tarafından heykelin hizmetkârlığını yapmak üzere adanan Hz. Meryem'in bakımı, Hz. Zekeriyya'nm payına düş­müştü ve o Zekeriyya'nm himayesine verilmişti (Âl-i İmrân, 3/37). Hz. Zekeriy­ya da Hz. Meryem'in teyzesinin kocasıydı. Yüce Allah'ın Meryem'e ikram ve lü-tuflarını, onu ummadığı yerden rızıklandırmasını görünce, Yüce Allah'ın da kendisine evlât ihsan etmesi için dua etti: "Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: Rabbim bana senin tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla. Şüphesiz sen du­ayı işiten (kabul eden)sin." (Âl-i İmrân, 3/38). Allah onun duasını kabul etti, melekler ona Yahya'nın doğumunu müjdeledi. Kendisi oldukça yaşlıydı. Hanı­mı da kısırdı: "Namaz kılarken melekler ona seslendi: Muhakkak Allah sana kendisinden bir efendi, kendisini sakındıran ve salihlerden bir peygamber ol­mak üzere Yahya'yı müjdeliyor." (Âl-i İmrân, 3/39). Hz. Zekeriyya böyle bir müjdeye hayret ettiğini şu sözleriyle ifade etti: "Dedi ki: Rabbim, gerçekten ba­na ihtiyarlık çatmış iken ve karım da kısır olduğu halde nasıl bir oğlum olur? Buyurdu ki: Böyle! Allah ne dilerse yapar." Meryem suresinde ise şöyle ifade edilmektedir: "Dedi ki: Rabbim nasıl oğlum olur ki, zevcem kısırdır, benim ise yaşlılıktan kemiklerim bile kurudu? Dedi ki: Öyle! Rabbin, 'Bu benim için pek kolay. Çünkü sen daha evvel bir şey değilken seni yarattım, buyurdu." (8-9. ayetler).

Babasının adı ise Berhiya'dır. Dikkat edilecek olursa adı Berhiya oğlu Ze-keriyya olan bir başka kişi daha vardır. Bunun Hristiyanlarca kabul edilen bir yasa kitabı vardı. Bu kişi Hz. Mesih'ten yaklaşık 3 asra yakın bir süre önce Da-rius döneminde yaşatmıştır [8]

 

Açıklaması

 

"Kef, Ha, Yâ, Ayın, Sâd". Bunlardan Kef ve Sâd, da üç elif, yani altı hare­ke miktarı uzun bir med yapmak gerekiyor. Hâ ile Yâ harflerinde ise tek bir elif miktarı medd-i tabiî yapmak gerekir. Ayn harfinde ise hem uzun med, hem de iki elif miktarı kısa med caizdir.

Bu mukatta harflerden kasıt, önceki ifadelere sözün başından itibaren dikkat çekmek ve Araplara, Kur'an-ı Kerim'in bir benzerini yahut onun bir su­resinin benzerini meydana getirmeleri için meydan okumaktır. Çünkü Ku-ran'ın meydana geldiği harfler Arap alfabesi harflerinden oluşmaktadır. Bu harflerin müphem harfler oldukları yahut da belli bir takım sırlara işaret et­tikleri yahut bunların özel bir isim yahut sıfat oldukları doğru değildir. Çünkü Razî'nin de söylediği gibi: Yüce Allah'ın Arap dilinin delâlet etmediği şeyleri Kitap'ma tevdi etmesi, hakikat yoluyla da olsun, mecazen de olsun caiz değil­dir. Çünkü bizler bunu caiz kabul edecek olursak, her bir zahir ifadenin bir ba­tını da vardır, iddiasında bulunanların bize karşı itiraz etmelerine açık kapı bı­rakmış oluruz. Bu ise onların bu açıklamalarına delâlet etmemektedir. Çünkü (meselâ) Kef harfinin kerim yahut kebir veya Rasulullah (s.a.)'ın isimlerinden başka herhangi bir isme veya meleklere yahut cennet ya da cehenneme delâleti hususunda herhangi birisine öncelik tanımak mümkün değildir. O balomdan bu harfin bu kelimelerden bir kısmını dışarda bırakıp sadece bir kısmına yorup açıklamak kesinlikle dilin kendisine delâlet etmediği bir tehakküm (delile da­yalı olmaksızın hüküm verme) olur.[9]

"(Bu) Rabbinin kulu Zekeriyya'ya rahmetini anışıdır. Hani o Rabbine gizli­ce niyaz etmişti." Bizim sana bu anlattığımız Rabbinin kulu Zekeriyya'ya olan rahmetini bir anıştır. Zekeriyya, İsrailoğulları peygamberlerinden büyük bir peygamberdi. Hanımı da Hz. İsa'nın teyzesi idi. Kendisi Sahih-i Buhârî'de be­lirtildiği gibi marangozdu. Marangozluktan el emeği ile kazandığını yerdi. O Rabbine ihlâsla, riyakârlıktan uzak olarak, gizlice dua etmişti.

Rahmetin anılmasından kasıt ise, rahmetin ona ulaşması, Yüce Allah'ın da Hz. Zekeriyya'nın şu duasını kabul etmesi demektir: "Demişti ki: Rabbim gerçekten kemiğim zayıfladı, başım da ağararak tutuştu. Rabbim sana duam ile bedbaht olmadım. Gerçekten ben arkamdan akrabamdan endişe ediyorum,

hanımım da kısırdır..." Yani Zekeriyya şöyle demişti: Rabbim artık ben kemik­leri zayıflamış, gücü azalmış, saçı oldukça ağarmış bir yaşlıyım ve ben senin tarafından hep dualarımın kabul edildiğini gördüm. Hiç bir zaman senden is­teklerimi geri çevirmedin. Dua etmekle zarara uğramadım. Aksine dua ettiğim her seferinde duamı kabul buyurdun. Şimdi ben amca çocuklarımın ve buna benzer akrabalarımın, ölümümden sonra din işini ihmal edeceklerinden, onu zayi edeceklerinden korkuyorum. O bakımdan, benden sonra peygamberliği ile dini ve vahyi koruyacak peygamber bir evlât istiyorum. Hanımım ise çocuk do­ğuramayan bir kısır kadındır.

Hz. Zekeriyya'nın hanımı Hz. Meryem'in annesi Hemne'nin kız kardeşi idi. Hanımının annesi ise Fâkûzâ b. Kubay kızı İşâ' idi. Buna göre Hz. Yahya, Hz. İsa ile öz teyze çocuklarıdırlar. Dikkat edilecek olursa Hz. Zekeriyya duası­na üç gerekçe söz konusu etmektedir. Bu üç gerekçe de ona karşı atıfetli, mer­hametli ve şefkatli olmayı gerektirir. Söz konusu gerekçeler şunlardır:

1- Bedenin zahiren ve batmen güçsüz düşmesi.

2- Duasının kabul edilir olması. Hiç bir zaman dua edip de eli boş çeviril-memiştir. Aksine Rabbine dua ettiği her seferinde Rabbi onun duasını kabul etmiştir.

3- Ölümünden sonra dinin ve kendisine vahyolunan şeylerin zayi olacağın­dan yana mirasçılarından korkması. Onun korkması mali mirasının kaybolma­sı değildir. Çünkü peygamber malına karşı hassas davranmayacak kadar yük­sek ve üstün bir mertebededir. Ayrıca onun malı da yoktu. Kendi el emeğiyle geçinen bir marangozdu. Çünkü Buhârî ile Müslim'de sabit olduğuna göre Ra-sulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bize mirasçı olunmaz. Çünkü bizim terk et­tiğimiz şey bir sadakadır." Tirmizî'nin rivayetinde ise şöyle denilmektedir: "Biz peygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz." Peygamberlerin bıraktıkları mi­ras ise peygamberlik yahut ilimdir. Dini ve dine daveti gereği gibi korumaktır.

"Bana tarafından bir veli ihsan et ki, bana da Yakub oğullarına da mirasçı olsun. Rabbim sen onu razı olduklarından kıl." Sen bana geniş lütuf ve ihsa­nından din işlerini üstlenecek bir veli ver. Bu, sulbümden ve peygamberlikte bana mirasçı olacak bir oğul olsun. Açıkça ifade etmese bile Hz. Zekeriyya'nın istediği buydu. Ayrıca bu Yakub oğullarının mirasına da varis olsun. Bu ise ter­cih edilen görüşe göre -az önce de geçtiği gibi- malı mirasçı olarak almak değil, ilim ve peygamberliği miras almaktır. Bu kişi onlarda bulunan ilme mirasçı ol­sun ve dinî hususlarda onların işlerini çekip çevirsin. Rabbim! Sen onu ahlâk ve fiilleri itibariyle senin nezdinde razı olunacak takva sahibi iyi bir kimse kıl. Senin de razı olacağın, kullarının da razı olup seveceği bir kimse kıl ki, dinin mesajını taşımaya, tebliğ etmeye, öğretmeye, dinin emir ve hükümlerini uygu­lamaya ehil bir kimse olsun. Bu ayet-i kerimenin diğer benzerleri de şunlardır: "Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: Rabbim, bana senin tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla! Muhakkak ki sen duaları kabul edensin." (Âl-i İmran, 3/38); "Ve Zekeriyya'yı da (an ki): Rabbim, beni bir başıma bırakma! Halbuki Sen varislerin en hayırlısısın diye Rabbine dua etmişti." (Enbiyâ, 21/89).

Yakub, İsrail diye bilinen peygamberdir. Zekeriyya (a.s.) İmran kızı Meryem'in kız kardeşi ile evli idi. Onun da nesebi Hz. Yakub'a ulaşırdı. Çünkü o da Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman soyundan geliyordu. Hz. Süleyman ise Hz. Yakub'un oğlu Yahuzâ'nm soyundan idi. Hz. Zekeriyya ise Hz. Musa'nın karde­şi Hz. Harun soyundan geliyordu. Hz. Harun ile Hz. Musa ise Hz. Yakub'un oğ­lu Lâvî'nin soyundandı. Peygamberlik ise Hz. Yakub'un oğlu Hz. İshak soyun­dan gelenler arasında idi.

Yüce Allah şu buyruğunda da olduğu gibi onun duasını kabul buyurdu: "Ey Zekeriyya! Gerçekten biz sana Yahya adlı bir oğul müjdeleriz ki, bundan ev­vel kimseyi ona adaş yapmamıştık." Yani Yüce Allah onun duasını kabul buyur­du ve ona melekler aracılığıyla şöylece nida etti: Ey Zekeriyya! Biz sana Yahya adında bir erkek çocuk bağışlayacağımız müjdesini veriyoruz. Bundan önce kimseye bu isim verilmemişti. Mücahid şöyle der: Bu, ona benzer, ona eş ve ona denk bir kimse yaratılmadı, demektir. Bunu da Yüce Allah'ın: "Bir kimsenin onun adıyla adlandırıldığını biliyor musun?" (Meryem, 19/65) buyruğundan hareketle yapmıştı. Yani sen ona benzer bir kimse biliyor musun demektir. İbni Abbas ise şöyle der: Yani kısır kadınlar ondan önce onun gibisini doğurmamış-tır. İşte bu Hz. Zekeriyya ile hanımının kısır bir karı koca olduklarının delili­dir. Hz. İbrahim ile Hz. Sâre öyle değillerdi. Çünkü her ikisi de kısır oldukla­rından dolayı değil, yaşları ilerlemiş olduğundan dolayı kendilerine İshâk'ın müjdelenmesinden hayrete düşmüşlerdi. Çünkü Hz. İbrahim'in Hz. İshak'tan 13 yıl önce İsmail adında bir oğlu dünyaya gelmişti.

Hz. Zekeriyya böyle bir müjdeden hayrete düşerek sordu: "Dedi ki: Rab-bim nasıl oğlum olur ki, zevcem kısır; benimse yaşlılıktan kemiklerim bile kuru­du?" Hz. Zekeriyya, duası kabul olununca hayrete düştü ve oldukça sevindi. Hanımı ta baştan beri kısır bir kadın olup da şimdi hem hanımı, hem kendisi oldukça yaşlanmış olmasına rağmen, nasıl çocuğunun olacağını ve ne şekilde çocuk sahibi olacağını sordu. O alışılagelmiş durumların etkisi altında kalarak bu soruyu sormuştu. Yoksa böyle bir işin Yüce Allah'ın kudretinden uzak olma­dığını biliyordu. Hz. Zekeriyya'nm: "Benim ise yaşlılıktan kemiklerim bile ku­rudu." ifadesiyle artık yaşının oldukça ilerlemiş olduğu, zayıf düştüğü, kadın­larla cima etme gücünü de yitirmiş bulunduğu ifade edilmektedir. Yüce Allah ona şöylece cevap verdi: "Dedi ki: Öyle! (Fakat) Rabbin: Bu benim için pek ko­laydır, çünkü ben daha evvel bir şey değilken seni yarattım, buyurdu." Yüce Al­lah Hz. Zekeriyya'ya kendisini hayrete düşüren hususa dair melek vasıtasıyla şu cevabı verdi: Evet, durum dediğin gibidir. Hanımının kısırlığına senin de yaşlılığına rağmen biz sana bir çocuk bağışlayacağız. O bana oldukça kolaydır. Ben bir şeyi yaratmak istedim mi, ona ol derim, o da hemen oluverir. Seni de ta baştan beri tam anlamıyla bir yokluktan yarattım, var ettim. Daha önce sen hiç bir şey değildin. Alışılmış şekliyle doğum yoluyla çocuğu var etmek, (beşe­rin takdir ve ölçülerine göre) elbette ki yokken yaratmaktan daha bir kolaydır.

İşte bu oldukça üstün ilâhî kudretin bir delilidir. Şanı Yüce Allah'a her şey kolaydır. Burada da işin kendisi için oldukça kolay olduğunu vurgulamakta ve Hz. Zekeriyya'nm hakkında soru sorduğu şeylerden daha hayret verici şeyi -in­sanların takdirine göre- söz konusu etmektedir. Gerçekten ise Yüce Allah'ın kudreti açısından her iki husus da aynıdır. İnsanın yokken yaratılması ile do­ğum yoluyla yaratılması arasında hiç bir fark yoktur. Zatı yaratmaya kadir olan, sıfatları değiştirmeye de kadirdir. O bakımdan Yüce Allah hem Hz. Zeke-riyya'ya hem de onun hanımına çocuk sahibi olma gücünü iade edebilir. Nite­kim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Biz onun duasını kabul edip Yahya'yı ona bağışladık. Zevcesini de ona (kısır iken, doğurmaya) salih kıldık." (Enbiyâ, 21/90).

Daha sonra Yüce Allah Hz. Zekeriyya'nm bir başka talebini haber vermek­tedir ki, o da kendisine verilen müjdenin ortaya çıkacağı zamanı bilmeye dair­di. Hz. Zekeriyya: "Rabbim bana bir alâmet ver," Rabbim müjdelenen hususun -ki o da hanımımın hamile kalmasıdır- gerçekleşeceği vakte delâlet edecek bir alâmetim olsun ki, ruhum huzur bulsun ve bana verdiğin sözden dolayı kalbim mutmain olsun, dedi. Çünkü hamilelik, başlangıcı sırasında bilinmeyen bir olaydır. Özellikle de yaşlı olduğu için ay halinden kesilmiş kadınlar için böyle­dir.

Yüce Allah ikinci bir defa onun isteğini kabul ederek şöyle buyurdu:

"Senin alâmetin sapasağlam olduğun halde üç gece insanlarla konuşama-mandır, buyurdu." Melek aracılığıyla Yüce Allah şöyle dedi: İstenen hususun gerçekleşmesi ve Yüce Allah'ın, Ey Zekeriyya, hanımının oğlu Yahya'ya hamile kalması şeklindeki müjdesinin gerçekleşmesine dair delil dilinin tutulması ve konuşmamandır. İnsanlarla, hilkatinde bir eksiklik bulunmadığı, bir rahatsız­lığın, konuşmana engel bir durum olmadığı halde, üç gün süreyle konuşamaya­caksın.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Rabbim bana bir alâmet ver, dedi. Buyurdu ki: Senin alâmetin insanlarla üç gün konuşmaman­dır. Ancak işaretle (konuşabileceksin)." (Âl-i İmrân, 3/41).

Yüce Allah'ın: "Sapasağlam olduğun halde" buyruğu 'herhangi bir hasta­lık, bir rahatsızlık olmaksızın, hilkatin eksiksiz ve sağlıklı olduğun halde' de­mektir. Bir diğer açıklamaya göre bu peşpeşe, arka arkaya üç gündür. Ancak cumhurdan nakledilen birinci görüş, daha sahihtir.

İşte bu, bu üç gün ve gecede onun diğer insanlarla ancak işaretle konuşa­bildiğinin delilidir. Bundan dolayı burada yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Mabedden kavminin karşısına çıkıp onlara: Sabah akşam teşbih edin, di­ye işaret etti." Hz. Zekeriyya kendisine oğlunun olacağı müjdesinin verildiği na­mazgahtan kavminin huzuruna çıktı. (Burası Kitap Ehli tarafından mezbah di­ye adlandırılır. Mabedin ön taraflarında birkaç basamakla çıkılan üstü kapalı bir yerdir. Kişi bu mabedde, mabeddeki diğerleri tarafından görülmeyecek bir yerde bulunur.) Bu sırada da kavmi onu sabah akşam namaz için bekliyorlardı. Onlara gizli ve çabuk bir şekilde işaret etti, fakat bu hususu sözle onlara söyleyemedi. Onlara sabah akşam, sabah ve ikindi namazlarında Yüce Allah'a ver­miş olduğu nimetlere karşılık bir şükür olmak üzere Sübhanallah (yani Yüce Allah'ı ortaktan, çocuktan ve her türlü eksiklikten tenzih ederim) demelerini emretti. Ayrıca kavmine bundan önce kendisine verilen müjdeyi de bildirmişti. [10]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Şanı Yüce Allah peygamberine bu kıssa ile Hz. Zekeriyya'nın yaşının ilerlediği bir dönemde ve ta baştan beri kısır olan hanımının durumuna rağ­men çocuk sahibi olma müjdesinin verilişini anlatmaktadır. Böylece bu, yüce Allah'ın kendisine mutlak imanı gerektiren hayret verici kudretinin bir belgesi olmaktadır.

2- Duanın gizli ya da açıktan yapılması, Allah tarafından işitilmesi açısın­dan farksızdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize yalvara ya­kara gizlice dua edin. Şu bir gerçektir ki, o haddi aşanları sevmez." (A'raf, 7/55). Hz. Zekeriyya Mihrab'mda gizlilik içerisinde -ki daha uygun olan budur-Rabbine dua etti. Çünkü böylesi bir dua, riyakârlıktan daha uzak, ihlâslı olma­ya daha yakındır. Ayrıca yaşlılık döneminde çocuk istediği için kınanmasın di­ye de gizli dua etme yolunu seçmişti.

3- Hz. Zekeriyya duada bulunmadan önce adeta yargıdan önceki önerme­leri andıran üç hususu söz konusu etmektedir: a) Zayıf olduğunu, b) Yüce Al­lah'ın hiç bir şekilde onun duasını geri çevirmediğini, c) Duasıyla istediği şeyin dinî menfaate dair oluşu.

4- İlim adamları şöyle demektedir: Kişinin duası esnasında Yüce Allah'ın üzerindeki nimetlerini söz konusu etmesi ve alçakgönüllülüğe yakışan ifadeler kullanması müstehaptır. Çünkü Yüce Allah'ın: "Kemiklerim bile kurudu" buy­ruğu onun itaat ve alçakgönüllülüğünü ifade eder. Diğer taraftan: "Sana du­amla bedbaht olmadım." buyruğu da Yüce Allah'ın onun yaptığı duaları kabul etmesi hususundaki lütuflarını görme itiyadını açıklamaktadır. Yani sana dua ettiğimde sen benim duamı boşa çıkarmıyordun. Geçmişte hep duamı kabul et­tiğine şahit oldum ve bu bende bir alışkanlık halini aldı. Onun: "Gerçekte ben arkamdan, yerime geçecek akrabamdan endişe ediyorum." ifadesi ise dinin maslahatına olan hırsını, tutkusunu ortaya koymaktadır. Çünkü onun akraba­ları dini ihmal eden kimselerdi. Ölümü ile dininin zayi olmasından korktu. O bakımdan kendisinden sonra dini ayakta tutacak bir veli (evlât) istedi. Yoksa malına mirasçı olacak kimsenin verilmesini istememişti. Çünkü peygamberlere mirasçı olunmaz. Buna sebep ise daha önce kaydettiğimiz Buharî ile Müslim'de yer alan şu hadis-i şeriftir: "Biz peygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz. Bizim geriye bıraktığımız şey bir sadakadır." Ebu Davud'un Sünen'inde de şöy­le denilmektedir: "Şüphesiz ki, ilim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır ve şüphesiz peygamberler dinar veya dirhem miras bırakmış değillerdir; onlar il­mi miras bıraktılar." Dolayısıyla Hz. Zekeriyya'nın sözünü ettiği miras, dinî bir mirasçılıktır ve istiare yoluyla kullanılmış bir ifade demektir.

Hz. Yahya, Yakub soyundan gelenlerden peygamberliği, hikmeti ve ilmi miras almıştı. Nitekim Hz. Süleyman da Hz. Davud'dan hikmeti ve ilmi miras almıştı.

5- "Bana tarafımdan bir veli ihsan et" ifadeleri bir istek ve bir duadır. Açıkça oğul ihsan et' demeyişinin sebebi, kendisinin yaşlı olması ve hanımının da kısır olmasıdır. Katâde şöyle der: O bu şekilde dua ettiğinde yetmiş küsur yaşındaydı. Mukâtil ise 95 yaşındaydı demektedir. Kurtubî, doğruya daha ya­kın olanın bu olduğu görüşündedir. Çünkü o kendi kanaatine göre yaşlı oldu­ğundan dolayı çocuğunun olmayacağını zannediyordu. İşte bundan dolayı: "Yaşlılıktan kemiklerim bile kurudu." demişti.

6- Dua edip çocuk istemek ve çocuğun hidayete iletilmesini peygamberlere ve fazilet sahibi şahsiyetlere uyarak istemek de caizdir. Nitekim Rasulullah (s.a.) hizmetçisi olan Enes'e dua ederek şöyle demiş: "Allahım! Malını ve çocuk­larını çoğalt ve ona verdiklerinde de ona bereket ihsan eyle." Rasulullah (s.a.) böylelikle çokluğun helake götürebilme ihtimali dolayısıyla bundan sakınmak için ayrıca ona bereket ihsan etmesi için de dua etti. Hz. Zekeriyya ise kendisi­ne mirasçı olacak velisinin huyu ve davranışları itibariyle razı olunan bir kim­se kılınmasını istemişti.

7- Hz. Zekeriyya'nm duası bir takım vasıtaları zikrederek yapılmamıştır. O Rabbine doğrudan şu sözleriyle niyazda bulunmuştu:

'"Rabbim gerçekten kemiğim zayıfladı; Rabbim sana duamla bedbaht ol­madım; bana tarafından bir veli ihsan et; Rabbim nasıl oğlum olur ki..."

Aynı şekilde Yüce Allah'ın: "Ey Zekeriyya! Gerçekten biz sana... müjdele­riz. " buyruğu da Yüce Allah tarafından bir nidadır. Böyle olmazsa zaten ifade düzeni bozulur. Bir topluluğun görüşüne göre ise bu meleğin bir nidasıdır. Çün­kü "Zekeriyya mihrapta durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana... bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." (Âl-i İmran, 3/39) ve "Dedi ki: Öyle (fakat) Rabbin: Bu benim için pek kolay... buyurdu" ayetleri bu­nu gerektirmektedir. Yüce Allah'ın ifadesi için ise, böyle bir kullanım mümkün olmaz. O halde bunun meleğin sözü olması gerekmektedir. Ancak Razî Yüce Al­lah'ın: "Melekler ona seslendi" ayetini delil olarak ileri sürenlere şu cevabı ver­mektedir: Meleklerin de Allah'ın da nidasının gerçekleşmiş olması ihtimal da­hilindedir. Buradaki: "Rabbin... buyurdu" ayeti hakkında da bunun Yüce Al­lah'ın sözü olması mümkündür, demektedir.[11]

8- Yüce Allah'ın: "Bundan evvel kimseyi ona adaş yapmamıştık." buyruğu güzel isimlerin tercih edilmesine bir delildir. Nitekim Araplar da isim koyar­ken bu yolu seçerdi. Çünkü böylesi daha dikkat çekicidir ve lakap haline dö­nüştürülme ihtimali daha uzaktır.

9- Yüce Allah'ın Hz. Zekeriyya'nm ağzından: "Rabbim nasıl oğlum olur a..." buyruğu bu hususta Yüce Allah'ın kudreti hakkındaki bir şüphe dolayı-r.vla değildir. Aksi takdirde bu bir küfür olur. Peygamberler hakkında ise bu imkânsız bir şeydir. Bu, Yüce Allah'ın haber verdiği şeyi inkâr da değildir. Ak­ime bu soru Yüce Allah'ın kısır bir kadın ile oldukça yaşlanmış bir erkekten dit çocuk peyda etmesi şeklindeki kudretinden gözler kamaştığından dolayı hayret ifadesi taşımaktadır.

10- Yüce Allah'ın: "Bu, benim için pek kolay. Çünkü sen daha evvel bir şey zeğilken seni yarattım." buyruğu da Yüce Allah'ın hem nitelikleri değiştirmek-:eki hem de varlıkları yoktan var etmekteki göz kamaştırıcı kudretine delildir. Şanı Yüce Allah, bir varlık değilken yokluktan insanı yaratmış olduğu gibi, Hz. Yahya'yı da yaratmaya ve meydana getirmeye kadirdir.

11- Yüce Allah'ın: "Rabbim bana bir alâmet ve." buyruğunun: "Çünkü sen daha evvel bir şey değil iken seni yarattım" buyruğundan sonra gelmesi, itmi­nanı daha bir artırmak içindir; tıpkı Hz. İbrahim'in yaratma keyfiyeti ile ölüle­rin nasıl diriltildiğine delâlet edecek bir alâmeti görmek istemesi gibi. Buyruk­ta anlatılmak istenen şudur: Meleklerin kendisine müjdeyi vermesinden sonra (dedi ki): Kendisi vasıtasıyla hanımının gebe kaldığını bileceğim bir alâmet ve bir işaret vermek suretiyle nimetini tamamla.

12- "Mabedden kavminin karşısına çıkıp..." ayetindeki mabed (ayet-i keri­mede: mihrab) yerlerin en üstün olanı, oturulacak yerlerin en kıymetlisidir. Bu buyruk imamın cemaatten daha yüksekçe bir yerde durmasının onların şeri­atında meşru olduğunu göstermektedir. Minber olayını delil göstererek İmam Ahmed ve başkaları da bunu caiz görmüşlerdir. İmam Malik ise imamın kibre düşmesinden korkarak ve Ebu Davud'un üç sahabiden rivayet ettiği hadis-i şe­rifin gereğince -az değil de- çokça yüksekliği uygun görmemektedir. Çünkü Ra-sulullah (s.a.) sözü geçen sahabilerden rivayet edilen hadis-i şerifinde bunu ya­saklamıştır: "Kişi bir topluluğa imam olduğu takdirde, onların durdukları yer­den daha yüksekçe bir yerde durmasın."

13- Yüce Allah'ın: "Sabah akşam teşbih edin, diye işaret etti." buyruğu, maksadı anlatabilen işaret ile amelin caiz oluşuna bir delildir. Mâlik, Şafiî ve Kûfeliler dilsiz kimsenin kendi eliyle hanımını boşadığına dair yazı yazması­nın, onun için bağlayıcı olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. [12]

 

Hz. Yahya'ya Çocukken Peygamberliğin Ve Hikmetin Verilmesi

 

12- Ey Yahya! Kitab'ı tam bir kuvvet ile al. Biz ona hikmeti çocuk iken verdik.

13- Ve katımızdan ona merhamet ve te­mizlik verdik. O, takva sahibi idi.

14- O, ana babasına itaatkârdı. Mütekeb-bir ve isyankâr değildi.

15-  Doğduğu günde, vefatı gününde ve diri olarak kaldırılacağı günde ona se­lâm olsun.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey Yahya Kitabı tam bir kuvvet ile al." Tam bir gayret ve ciddiyetle kitaba sarıl. Yahya, Hz. İsa'nın teyzesinin oğludur. "Biz ona hikmeti çocuk iken ver­dik." Ona peygamberliği verdik. Yahut da ona hikmeti, Tevrat'ı anlamayı veya dinde fıkhı (derin bilgiyi) verdik. Bunu ona henüz çocukken vermiştik. Denildi­ğine göre 3 yaşında iken; İbni Abbas'tan gelen merfu bir hadise göre ise 7 ya­şında iken ona hikmet verilmişti.

"Ve katımızdan ona" insanlara karşı bir "merhamet" rahmet ve şefkat "ve temizlik verdik." Günahlardan, hatalardan arındırdık. "O takva sahibi idi." Kendisine emrolunanlara itaat eder, masiyetlerden ve ona yasak kılman her şeyden uzak dururdu. Hiçbir günah işlemediği gibi günah işleme arzusunu bile içinden geçirmezdi. "O ana babasına itaatkârdı." Onlara çokça iyilik yapar, çokça iyi davranırdı. "Mütekebbir", hakka karşı büyüklük taslayan "ve isyan­kâr değildi." Rabbinin emrine karşı gelmezdi.

"Doğduğu günde, vefatı gününde ve diri olarak kaldırılacağı günde ona se­lâm olsun." Allah'tan ona güvenlik olsun. O bu günlerde, cehennem azabından, kıyametin dehşetlerinden, dünya hayatının tadını bozan şeylerden yana güven­lik içerisindedir. Doğduğu sırada şeytanın onu etkilemesinden, ölümü halinde kabir azabından, kıyamette de cehennem azabından korunmuştur. [13]

 

Hz. Yahya (a.s.) Kıssası:

 

Hz. Yahya (a.s.), Kur'an-ı Kerim'de beş defa anılmaktadır. Bunlar: Âl-i İmran, 3/39; En'am, 6/85, Meryem, 19/7, 12 ve Enbiya, 21/90. ayetleridir. Hz. Yahya çocukluğundan beri takva sahibi ve salih bir zat idi. Hz. Musa'nın şeri-ati hakkında ileri derecede bilgi sahibi ve bu şeriatin hükümleri konusunda bir kaynaktı. Henüz çocukken peygamber olmuştu: "Ve biz ona hikmeti çocuk iken verdik." İnsanları günahlardan tevbe etmeye çağırırdı.

Filistin'deki yöneticilerden birisi olan Herodos'un, Hirodia isimli bir kız-kardeşi vardı. Oldukça güzeldi. Kız da annesi de Hz. Yahya'yı istiyordu. Fakat o, böyle bir evliliği uygun görmedi. Çünkü böyle bir evlilik haramdı. Genç kız amcasının önünde dans etti, o da bundan hoşlandı. Kızdan ne istediğini sordu. Kız ondan -annesinin hazırladığı komploya uygun olarak- Hz. Zekeriyya'nm oğlu Hz. Yahya'nın başını istedi. O da bu isteği yerine getirerek Hz. Yahya'yı öl­dürttü. Hz. Mesih Hz. Yahya'nın öldürüldüğü haberini alınca davetini açıktan yapmaya ve insanlara öğüt vermeye başladı.[14]

 

Açıklaması

 

"Ey Yahya, kitabı tam bir kuvvet ile al!" buyruğunda şu takdirde hazfedil­miş ifadeler de vardır: Zekeriyya'nm bir çocuğu oldu. Müjdelenen çocuk dünyaya geldi. Bunun adı ise Yahya idi. Yüce Allah muhatap alınacak bir yaşa geldikten sonra ona hitap edip şöyle dedi: Ey Yahya! Öğretilip öğrenilen ve peygamberlerin kendisi ile hüküm verdiği, İsrailoğulları'na bir nimet olan Tevrat'ı tam bir gay­ret, kararlılık ve onun gereğince amel etmek hususunda tam bir ısrar ile al.

Daha sonra Yüce Allah, kendisine ve anne babasına verdiği nimetleri söz konusu etmekte, onun niteliklerini zikrederek şöyle buyurmaktadır:

1- "Ve biz ona hikmeti çocuk iken verdik." Biz ona hüküm vermeyi, Kitab'ı kavramayı, dinde fakih olmayı, hayra yönelmeyi, küçükken, henüz yedi yaşın­dan daha küçükken vermiştik. Hikmetin peygamberlik olduğu da söylenmiştir. Çünkü Yüce Allah Hz. Yahya ile Hz. İsa'yı çocuk iken peygamber olarak belirlemiştir. Razî şöyle der: Daha uygun olan görüş bunu şu iki sebep dolayı­sıyla peygamberlik diye anlamaktır:

a) Şanı Yüce Allah onu oldukça üstün ve şerefli sıfatlarla niteledi. Pey­gamberlik ise insanın sıfatlarının en şereflisidir. Bu sıfatın övgü sadedinde söz konusu edilmesi diğerlerine göre daha uygun düşmektedir.

b) Hüküm kendisi vasıtasıyla başkası aleyhine veya lehine -mutlak ola­rak- hüküm vermeye elverişli olan keyfiyet olup bu da ancak peygamberlik için söz konusu olur.

Abdullah b. el-Mübarek, Ma'mer'in şöyle dediğini nakleder: Çocuklar Ze-keriyya oğlu Yahya'ya: "Hadi oynamaya gidelim," dediler. O: "Biz oyun için ya­ratılmadık" cevabını verdi. İşte bunun için Yüce Allah: "Ve biz ona hikmeti ço­cuk iken verdik" buyruğunu indirdi.

2- "Ve katımızdan ona merhamet ve temizlik verdik."  Biz ona kendi katı­mızdan bir rahmet bağışladık. Ayet-i kerimedeki el-hanân rahmet, şefkat, atı­fet ve muhabbet demektir. İbni Kesir şöyle der: İfadelerin akışından açıkça an­laşıldığına göre "merhamet" kelimesi, Yüce Allah'ın: "Biz ona... verdik" buyru­ğuna atfedilmiştir. Yani biz ona hikmet, merhamet ve temizlik verdik. Yani biz onu merhamet ve temizliğe sahip bir kimse kıldık. Buna göre el-hanân şefkat ve meyil duymaktaki muhabbet demektir.[15]

3, 5- "Ve temizlik verdik. O takva sahibi idi, ana babasına itaatkârdı." Biz onu insanlar için mübarek kıldık. Onları hayra iletiyor, pislikten, kirlilikten, hatalardan, günahlardan arındırıyorduk ve o takva sahibi bir kimseydi. Yani Yüce Allah'a isyanı gerektiren işlerden uzak duran, ona itaat eden bir kimsey­di. Ana babasına karşı çokça iyilikte bulunur, onlara itaat ederdi. Söz ve davra­nışlarıyla, emir ve yasaklarında onlara karşı gelmekten uzak dururdu. O hem Allah'a, hem anne babasına itaat eden bir kimse idi.

6, 7- "Mütekebbir ve isyankâr değildi." İnsanlara karşı büyüklük taslayan bir kimse değildi. Aksine onlara karşı alçakgönüllü idi. Rabbinin kendisine verdiği emirlere karşı gelen, muhalefet eden bir kişi de değildi. Abdürrezzâk, Said b. el-Müseyyeb'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.): "Kı­yamet gününde Zekeriyya oğlu Yahya dışında küçük günah işlememiş olarak Allah'ın huzuruna çıkmayacak hiç bir kimse yoktur." buyurdu.

Hz. Yahya'nın bu güzel nitelikleri söz konusu edildikten sonra şanı Yüce Allah ona bu güzel niteliklerinin karşılığında göreceği mükâfatları zikrederek şöyle buyurdu: "Doğduğu günde, vefatı gününde ve diri olarak kaldırılacağı günde ona selâm olsun." Bu üç halde ona Allah'tan yana eman ve güvenlik ve­rilmiştir. Doğduğu gün Allah ona eman vermiştir. Diğer Ademoğullarmdan farklı olarak o, bu günde şeytanın kendisine zarar vermesinden yana emin ol­muştur. Ölümü gününde kabir azabından, öldükten sonra dirileceği günde de kıyamet gününün dehşet ve azabından yana emin olacaktır.

Süfyân b. Uyeyne şöyle der: Kişinin en çok yalnızlık çekeceği üç yer var­dır: Doğduğu günde, kendisinin içinde bulunduğu güvenli ortamdan dışarı çık­tığını görür. Öleceği gün, daha önce hiç görmediği kimseleri görür. Öldükten sonra dirileceği günde kendisini mahşeri bir kalabalık arasında görür. İşte Yü­ce Allah Hz. Zekeriyya'nın oğlu Hz. Yahya'ya ikramda bulunarak (bu üç yerde) onun üzerinde selâm olması özelliklerini vererek: "Doğduğu günde, vefatı gü­nünde ve diri olarak kaldırılacağı günde ona selâm olsun." buyurdu. [16]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimede Hz. Zekeriyya'nın oğlu Hz. Yahya'nın dokuz niteliğini söz konusu etmektedir. Bu nitelikleri sıralayalım:

1- Peygamberlik işini yerine getirirken tam bir gayret ve sabır göstermek. Yüce Allah'ın: "Ey Yahya! Kitabı tam bir kuvvet ile al." buyruğundan kasıt, onu alma kudreti değildir. Çünkü bu herkesin yapabileceği bilinen bir husustur. O bakımdan bu anlamın övülmeyi ifade edecek bir şekilde açıklanması gerekir ki, o da peygamberlik görevi üzere gayret ve sabır göstermektir.

2- Daha küçük bir çocuk iken ona peygamberliğin verilmesi. Çünkü Yüce Allah güç ve kuvvetin ileri dönemi olan kırk yaşında Musa ve Muhammed'i (ikisine de selâm olsun) peygamber olarak gönderdiği gibi değil de, Hz. Yahya ile Hz. İsa'yı küçük bir çocuk iken peygamber olarak göndermiştir.

3- Onu merhametli kılmıştır. Yani insanlara sevgi duyan, rahmet ve şefkat hisleri besleyen bir kimse idi. Tıpkı Rasulullah (s.a.)'ın çok ince kalpli ve mer­hametli olmak niteliğine sahip olduğu gibi.

4- Allah, Hz. Yahya'yı insanlara hayrı sunmak, onları hidayete iletmek su­retiyle mübarek, faydalı ve verimli kılmıştır. Nitekim Hz. İsa'yı da: "Nerede olursam beni mübarek kıldı." (Meryem, 19/31) şeklinde nitelendirmiştir.

5- "O takva sahibi bir kimse idi." Allah'ın yasakladığından sakınır, uzak dururdu. O bakımdan bir günah işlemediği gibi o günahı işleme isteğini de duymamıştır.

6- "Anne-babasına iyilik yapardı." Şanı Yüce Allah'ı tazimden sonra anne babayı tazim etmek gibi büyük başka bir ibadet yoktur. Şanı yüce Allah anne babaya itaati hemen kendine itaatin akabinden söz konusu ederek şöyle buyur­maktadır: "Rabbin kendisinden başkasına ibadet etmemenizi, anne babaya da iyilikte bulunmanızı hükmetti." (İsrâ, 17/53).

7- O hiç bir zaman mütekebbir ve isyankâr değildi. Aksine yumuşak ve al­çakgönüllü idi. Bu ise müminlerin niteliklerindendir. Yüce Allah bunu peygam­berine şöylece emretmektedir: "Müminlere de kanadını indir (alçakgönüllü ol)." (Hicr, 15/88); "Şayet sen kaba, katı olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi." (Âl-i İmran, 3/159).

8- Rabbine de, anne babasına da isyankâr değildi.

9- Doğduğu gün, vefat edeceği gün ve kıyamet gününde Allah'tan ona se­lâm ve enıan vardır. İbni Atıyye şöyle der: Bence daha kuvvetli olan görüş, bu selâmın bilinen selamlaşma olduğudur. Bu, emandan daha üstün ve daha yüce­dir. Çünkü eman ondan isyankârlığın nefyedilmesi ile zaten hasıl olmuştur. Bu ise selâmette olmanın en aşağı basamağıdır. Şeref ise Yüce Allah'ın onu selâm-lamasıdır. İşte bu da insanın son derece zayıf, muhtaç, oldukça çaresiz, gücü muazzam Yüce Allah'a muhtaç olduğu bu yerlerde, ona selâm vermesidir. [17]

 

Hz. Meryem Kıssası -1-Hz. Meryem'in Hz. İsa'ya Gebe Kalması

 

16-  Kitap'ta Meryem'i de an. Hani o kendi ailesinden doğudaki bir yere çe­kilmişti.

17- Sonra onlarla arasına bir perde ger­mişti. Derken biz ona Ruhumuzu gön­derdik. Tam bir Ademoğlu suretinde ona göründü.

18-  Dedi ki: "Senden Rahman'a sığını­rım. Eğer muttaki isen."

19- Dedi ki: "Ben ancak Rabbinin elçisi­yim. Sana tertemiz bir oğul vermeye (geldim)."

20- Dedi ki: "Benim nasıl oğlum olabilir, bana hiç bir adam dokunmamıştır ve ben zaniye de değilim!"

21-  Dedi ki: "Öyledir. (Fakat) Rabbin buyurdu ki: O bana kolaydır. Biz onu insanlara bir alâmet ve nezdimizden

"bir rahmet 'kılacağız. O 'hükmölunmuş bir emridir."

22- Sonra ona hamile kaldı, onunla yal­nız başına uzak bir yere çekildi.

 

Belagat:

 

"Bana hiç bir adam dokunmamıştır." Bu cima ile evlilik muamelesinden uzak durduğunu kinaye yoluyla ifadedir.[18]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kitap'ta Meryem'i de an." Kur'an-ı Kerim'de Meryem'in haberini zikret. "Hani o... doğudaki bir yere çekilmişti." Evin doğu tarafında bir yere çekilmişti de "sonra onlarla arasına bir perde germişti." Aybaşından yıkanmak üzere ör­tünecek şekilde bir perde çekmişti. Hz. Cebrail ona konuşmasından ürkmesin diye tüyü bitmemiş, hilkati tam bir genç şeklinde göründü. "Derken biz ona Ru­humuzu", yani Cebrail'i "gönderdik. Ona tam bir Ademoğlu" elbiselerini giyin­mesinden sonra yaratılışı eksiksiz bir insan '"suretinde göründü."

"Dedi ki: Senden Rahmana sığınırım." Aşırı iffetinden dolayı böyle demiş­ti. "Eğer muttaki isen." Allah'tan korkuyor ve bu sığınmaya değer veren bir kimse isen bana bu sığınmam dolayısıyla üişmezsin. Şartın cevabı hazfedilmiştir. Buna önceki ifadeler delâlet etmektedir. Yani ben senden sığınıyorum ya­hut benim bu sığınmamdan öğüt ve ibret al veya sığınmam dolayısıyla bana elini uzatma. Bunun mübalağa için olması da mümkündür. Yani eğer sen takva sahibi, vera sahibi bir kimse isen, şunu bil ki, ben senden sığmıyorum. Ya böyle değilsen, nasıl sığınmam?

"Dedi ki: Ben ancak Rabbimin elçisiyim." Ben, kendisine sığındığın Rabbi-min elçisiyim. "Sana tertemiz bir oğul vermeye (geldim)." Senin gömleğinin ya­kasına üflemek suretiyle sana çocuk bağışlanmasına sebep olayım, diye gönde­rildim. "Tertemiz..." günahlardan arınmış yahut hayır ve salah üzere büyüyüp gelişen demektir. "Bana hiç bir adam dokunmamıştır." Evlenmek yoluyla helâl bir şekilde hiç bir erkek bana değmiş değildir "ve ben zaniye de değilim."

"Dedi ki: Öyledir!" Senden babasız olarak bir çocuğun yaratılmasına dair emir bu şekildedir. Yahut da Rabbinin senden bir oğul dünyaya geleceğine dair hükmü bu şekildedir. Velev ki, senin kocan olmasın. "Rabbin buyurdu ki: O ba­na kolaydır." İş Yüce Allah'a pek kolaydır. "Biz onu insanlara bir alâmet ve nez-dimizden bir rahmet kılacağız." Kudretimize bir alâmet kılacağız. Ayrıca o nez-dimizden bir rahmettir. Onun kendilerine peygamber olarak gönderilmesi sure­tiyle irşadları ile -kendisine iman edenler için- hidayet bulanlara bir rahmettir. O hükmolunmuş bir emrdir." Onun yaratılması ezelde ve Allah'ın ilminde hükme bağlanmış bir iştir. Bunun üzerine Hz. Cebrail gömleğinin yakasına üf­ledi ve derhal karnında suret kazanmış haliyle hamile kaldığının farkına var­dı. Çünkü o üfleme içine girmişti. Hamilelik süresi yedi aydı. Sekiz yahut do­kuz ay olduğu, kısa bir an olduğu da söylenmiştir. Yani ona hamile kalmakla birlikte doğurmuştur. O sırada 13 yaşında idi, 10 yaşında olduğu da söylenmiş­tir ve henüz iki defa aybaşı olmuştu. Daha uygun olan ise onun mutad olan do­kuz aylık süre boyunca hamile kalmış olmasıdır. Çünkü ileri sürülen bu görüş­lerin lehine herhangi bir delil yoktur.

"... Onunla yalnız başına uzak bir yere çekildi." Yavrusu karnında olduğu halde akrabalarından uzaklaşarak dağın arkasında uzakça bir yere çekildi. [19]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah Hz. Zekeriyya kıssasında Zekeriyya'nın yaşlı ve hanımı­nın kısır olmasına rağmen ondan tertemiz, arınmış ve mübarek bir çocuk var ettiğini söz konusu ettikten sonra, Hz. Meryem'in oğlu Hz. İsa'yı babasız ola­rak doğurması kıssasını söz konusu etti. Her iki kıssa arasında açıkça görülen bir ilişki ve bir benzerlik vardır. Bundan dolayı Âl-i İmran suresinde de, bura­da da, Enbiya suresinde de bu iki kıssa bir arada söz konusu edilmiştir. Bunun sebebi anlamlarındaki bu yakınlıktır. Böylelikle Yüce Allah kullarına kudreti­ni, egemenliğinin azametini delilleriyle göstermekte, her şeye kadir olduğunu anlatmaktadır.

Anlatma ve açıklamada kolaydan zora geçiş ilkesinin bir uygulaması ola­rak Yüce Allah önce Hz. Yahya kıssasını söz konusu etti. Çünkü onu yaşı ilerle­miş bir anne ve babadan yaratmış olması, babasız bir çocuğun yaratılışına nis­petle alışılmışa ve kabul edilmeye daha bir yakındır. İşte bundan sonra Hz. İsa kıssası söz konusu edilmektedir. Çünkü bu kıssa ötekinden daha olağanüstü niteliktedir. [20]

 

Açıklaması

 

"Kitapta Meryem'i de an. Hani o kendi ailesinden doğudaki bir yere çekil­mişti." Ey insanlara peygamber olarak gönderilmiş olan Muhammedi Sen bu surede Hz. Davud'un soyundan gelen İmran kızı bakire Meryem'in kıssasını da zikret. Meryem, İsrailoğulları arasında tertemiz bir aileye mensuptu. Hani bu Meryem aile halkından ayrılmış, bir tarafa çekilmişti. Onlardan Beytülmak-dis'in yahut Mescid-i Mukaddes'in doğu tarafında bir yere ibadete çekilmek kasdıyla uzaklaşıp gitmişti.

İbni Cerir, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Allah'ın ya­rattıkları arasında Hristiyanların doğu tarafını ne diye kıble edindiğini en iyi bi­len kimseyim. Yüce Allah'ın: "Hani o kendi ailesinden doğudaki bir yere çekilmiş­ti" buyruğundan dolayıdır. Onlar Hz. İsa'nın doğum yerini kıble edindiler.

"Sonra onlarla arasına bir perde çekmişti. Derken biz ona ruhumuzu gön­derdik. Tam Ademoğlu suretinde ona göründü." Meryem ibadet esnasında gör­mesinler diye kendisini örtecek bir örtü yahut bir engelin arkasında onların görmeyeceği bir şekilde saklandı. Yüce Allah da ona Cebrail'i tam, eksiksiz bir insan suretine bürünmüş olarak gönderdi ki, onun söyleyeceği sözlerden, me-leklik suretinde onunla konuşmaktan ürkmesin. Meryem onu görünce kendisi­ne bir kötülük yapmak istediğini zannetti.

Yüce Allah'ın "Ruhumuz" buyruğundan kasıt Hz. Cebrail'dir. Bir diğer ayet-i kerimede de nitekim şöyle buyurulmaktadır: "Onu Ruhu 'l-Emîn, uyarıcı­lardan olasın diye, senin kalbine indirmiştir" (Şuarâ, 26/193-194).

Hz. Meryem'in Rûhu'l-Emîn'e karşı takındığı tavır Yüce Allah'ın ifade etti­ği üzere şöyle olmuştur:

"Dedi ki: Senden Rahman a sığınırım, eğer muttaki isen." Bakire Hz. Mer­yem şöyle demişti: Eğer Allah'tan korkan bir kimse isen bana bir kötülük yap­mandan Rahman olan Allah'a sığınırım. Haydi perdenin arkasından çık, git. İşte zararı önlemede daha kolay olana öncelik tanımak şeklinde meşru olan bu­dur. Önce Aziz ve Celil olan Allah'tan korkmasını istedi. Allah'a sığınmak ve korkutmak ise ancak takva sahibi olan kimseyi etkiler. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Eğer mümin iseniz faizden arta kalanı terk edi­niz." (Bakara, 2/278). İman bunu gerektirmekte, böyle davranmayı icap ettir­mektedir. Yoksa bazı hallerde Yüce Allah'tan korkulur, bazı hallerde korkul­maz, demek değildir. Bu ifadeler ise Hz. Meryem'in iffet ve takvasının bir deli­lidir.

f Hz. Cebrail ona şu şekilde cevap verdi: "Dedi ki: Ben ancak Rabbimin elçi­siyim. Sana tertemiz bir oğul vermeye geldim." Melek Cebrail onun dehşetini sakinleştirerek, korkusunu gidererek şöyle dedi: Ben sana kötülük yapmak is­temiyorum, ben kendisine sığınmış olduğun Rabbinin sana gönderdiği elçisi­yim. Ben kendisinden kötülük beklenen yahut zannettiğin tipten bir kimse de­ğilim. Allah beni sana günahlardan arınmış, temizlik ve iffet ile büyüyüp geli­şecek bir oğul bağışlayayım diye gönderdi. Hz. Cebrail'in burada bağışlamayı kendisine nispet etmesinin sebebi, Yüce Allah'ın emriyle bu işin onun vasıta­sıyla cereyan etmesinden dolayıdır.

Hz. Meryem işittiğinden hayrete düştü ve şöyle dedi: "Benim nasıl oğlum olabilir, bana hiç bir adam dokunmamıştır ve ben zaniye de değilim?" Benim nasıl oğlum olabilir? Ne şekilde bu oğul benden dünyaya gelecektir? Çünkü be­nim kocam olmadığı gibi herhangi bir erkek bana yaklaşmış da değildir. Benim gibi birisinden de ahlâksızlık beklenemez, düşünülemez. Ben hiç bir gün ahlâk­sız bir kadın olmadım. Yani zaniye değilim. Ücret karşılığı erkeklerle birlikte olan bir kimse değilim. Onun verdiği bu cevap Yüce Allah'ın kudretiyle böyle bir şeyi gerçekleştirmesini uzak gördüğünden dolayı değildi. O âdeten ancak bir erkekle birlikte olmak suretiyle çocuk doğurulabileceğini biliyordu. Hz. Meryem esasen insanların atasının hem babasız hem annesiz yaratıldığını bili­yordu. Peki acaba bu çocuk Hz. Adem gibi doğrudan Allah tarafından yaratılan bir yaratık mı olacaktır yoksa gelecekte kendisiyle evleneceği bir koca vasıta­sıyla mı olacaktır?

Ona şu şekilde cevap verdi: "Dedi ki: Öyledir Rabbin buyurdu ki: O bana kolaydır. Biz onu insanlara bir alâmet ve nezdimizden bir rahmet kılacağız. O hükmolunmuş bir emrdir." Yani hakkında soru sorduğu hususa cevap olmak üzere melek ona şöyle dedi: Allah buyurdu ki: Senden bir çocuk var edilecektir. Velev ki senin kocan olmasın. Velev ki hayasızlık yoluyla olmasın. O dilediği her şeye gücü yetendir. Diğer taraftan onun yaratılmasını, yaratılışlarını çeşitli yapan, yoktan var edicinin kudreti için insanlara bir delil kılsın diye böyle ya­pacaktır. Çünkü o ataları Adem'i erkek ve dişi olmaksızın yarattığı gibi annele­ri Havva'yı dişisiz erkekten, İsa'yı yalnızca dişiden yarattı. Diğer varlıkları da bir erkek ve bir dişiden var etti.

Ayrıca Yüce Allah bu çocuğu Allah'tan kullarına bir rahmet kılacaktır. Onu bir peygamber olarak gönderecektir. Yüce Allah'a ibadete ve onu tevhide çağıracaktır. Bu işin böyle olacağı ise, Yüce Allah'ın ezelî ilmiyle takdir edil­miştir. Kalemin mürekkebi bu hususta kurumuştur. Artık bunda herhangi bir değişiklik söz konusu olamaz. Bu ayet-i kerimenin bir başka benzeri de şudur: "İşte böyle, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince sadece ol der, o da olu­verir" (Âl-i İmran, 3/47). Bundan önceki bölüm olan: "Nezdimizden bir rahmet kılacağız." buyruğunun bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünyada da ahirette de itibarlı ve yakın kılınmış­lardandır. O beşikte de yetişkinlikte de insanlarla konuşacaktır ve salihlerden olacaktır." (Âl-i İmran, 3/45-46).

"Ve ben zaniye de değilim." ifadesinin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buy­ruğudur: "İffetini korumuş olan îmran kızı Meryem 'i de (Allah bütün kadınlara örnek gösterdi.) Biz ona ruhumuzdan üfledik..." (Tahrim, 66/12).

Derken Yüce Allah'ın muradı tahakkuk etti: "Sonra ona hamile kaldı, onunla yalnız başına uzak bir yere çekildi." Hz. Cebrail, ona Allah'tan aldığı sözleri ilettikten sonra Meryem Yüce Allah'ın hükmüne teslimiyet gösterdi. Hz. Cebrail de gömleğinin yakasına üfledi, bu üflemesi içine kadar indi, rahmine vardı. Yüce Allah'ın izni ve emri ile çocuğuna hamile kaldı. Uzakça bir yere çe­kildi. "Ona hamile kaldı" anlamına gelen kelimedeki "fe" harfi takip (bir fiilin bir önceki fiilin akabinden meydana gelmesi) ise de, her bir şeyin takibi kendi durumuna göredir.

Kur'an-ı Kerim Hz. Meryem'in hamilelik süresini belirtmemektedir, çünkü bunu bilmeye gerek yoktur. O bakımdan biz hamileliğin kadınlarda görülen alışılmış sürede olduğu görüşündeyiz. Bu da dokuz aydır. Onun uzakça bir yere çekilmesi doğurmak için değil, kavminden utandığından ve şüpheli bir durum­la itham edilmekten çekindiği içindi. [21]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu, bakire Hz. Meryem'in kıssasının başlangıcıdır. Burada Cenab-ı Hak onun Hz. İsa'ya hamile kalma keyfiyetini açıklamakta ve onun iffetini, kötü­lükten korunmuşluğunu açıkça ortaya koymak için zorunlu bir takım mukad­dimeleri beyan etmektedir.

Hz. Meryem ibadete kendisini vermek, Yüce Allah ile başbaşa kalıp O'na yalvarıp yakarmak için akrabalarından uzaklaşarak Beytülmakdis'in doğu ta­raflarına çekilmişti. Yüce Allah Cebrail'i ona hilkati eksiksiz tam bir insan şek­linde gönderdi. O, insan suretinde güzel görünümlü bir erkeğin perdeyi yarıp yanına gelmiş olduğunu görünce kendisine kötülük yapmak istediğini zannetti. O bakımdan eğer Allah'tan korkan bir kimse ise ondan Allah'a sığındı.

Hz. Cebrail ona kendisinin Allah tarafından kendisine günahlardan, masi-yetlerden arınmış tertemiz bir çocuk bağışlamak üzere gönderildiğini bildirdi. Burada bağışlamanın kendisi tarafından yapıldığını ifade etmesi, bunu bildir­mek için kendisinin bir aracı ve elçi olmasındandır. Rivayet edildiğine göre Hz. Cebrail ona bu sözleri söyleyince gömleğinin yakasına ve kolunun yenine üfledi.

Hz. Meryem bu çocuğun hangi yolla yaratılacağını sordu. Bu soruyu, Yüce Allah'ın böyle bir şeye kadir olduğunu kabul etmediğinden dolayı değil de bu çocuğun ne şekilde oluşacağını bilmek istediğinden dolayı sordu. Acaba daha sonra evleneceği bir kocadan mı olacaktı bu çocuk? Oysa, onun kocası yoktu. Hiç bir vakit zina etmiş de değildi. Bunu ise ifadesini pekiştirmek için zikretti. Çünkü onun: "Bana hiç bir adam dokunmamıştır." ifadesi helâl ve haram her yolu kapsamaktadır.

Hz. Cebrail ona şöyle cevap verdi: Bu Yüce Allah'ın ezelde takdir edip hükmünü verdiği bir iştir. Bu işin böyle olacağı onun ezeli ilmiyle takdir ediliniştir. Bu Allah'ın kudretine oldukça kolay bir iştir. O her şeye gücü yetendir. Hz. İsa'yı babasız, fakat bir anneden yarattı. Ta ki bu Allahü Teâlâ'nın yarat­manın ve harikulade işler yapmanın çeşitliliği hususunda hayret verici kudre­tine bir alâmet olsun ve Hz. İsa da nübüvveti ile kendisine iman edecek kimse­lere rahmet olsun. İşte bu Levh-i Mahfuzda takdir edilmiş ve yazılmış bir iştir.

Hz. Meryem Yüce Allah'ın hüküm ve kaderine teslim oldu. Hamile kaldığı yavrusuyla uzakça bir yere çekildi. Bunun sebebi kavminden utanması, kavmi­nin onu şüpheli işlerle itham etmesinden ve kocasız olarak çocuk doğurduğu için ayıplamalarından çekinmesi idi. İbni Abbas şöyle demiştir: Vadinin en uzak tarafına çekildi. Bu ise Beyt Lahm vadisidir. Burası ile İlya arasında dört millik bir mesafe vardır. İbni Abbas ayrıca Hz. Meryem'in hamile kaldıktan sonra hemen doğum yaptığını söylemiştir. Kurtubî ise şöyle der: İfadenin zahi­rinden anlaşılan budur. Çünkü Yüce Allah onun uzak bir yere çekilmesini ha­mile kalmasının akabinden söz konusu etmektedir.[22]

Başka alimler ise şöyle demişlerdir: Meryem'in hamileliği kadınlar arasın­da görülmesi mutad olan sürede gerçekleşmişti. Çünkü her bir şeye dair takip (az önce sözü edilen fe harfinin takip ifade etmesi) kendi durumuna göredir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Andolsun ki, biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir nutfe kılıp sağlam bir karargâha yerleş­tirdik. Sonra o nutfeyi uyuşmuş bir kan olarak yarattık. Arkasından o kanı bir parça et yaptık. O eti kemik yapıp kemiğe et giydirdik.." (Mü'minun, 23/12-24).

Buharı ile Müslim'de sabit olduğuna göre bu ilk niteliklerden her ikisi arasında kırkar günlük bir süre vardır. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle bu­yurmaktadır: "Görmez misin ki, Allah gökten yağmur indirir de yer yeşeriverir." (Hacc, 22/63). İbni Kesîr şöyle der: Meşhur ve zahir olan -ki Allah her şeye ka­dir olandır- onun diğer kadınların yavrularına hamile kalması gibi Hz. İsa'ya hamile kalmış olduğudur.[23]

Muhammed b. İshak da şöyle der: Meryem ona hamile kalıp da testisine su doldurup geri dönünce (ay başı) kanı kesildi ve hamile kadınlarda görülen bazı rahatsızlıklar, güçsüzlük, aşerme, renginin değişmesi gibi haller baş gös­terdi. O kadar ki, dili ağırlaştı. Bundan dolayı Zekeriyya ailesinin karşı karşı­ya kaldığı bu durumun bir benzeriyle karşılaşmış değildi. Olay İsrailoğulları arasında yayıldı ve şöyle dediler: Yusuf en-Neccar onunla birlikte oldu (bu ise akrabalarından salih bir kimse idi. Mescitte onunla birlikte Beytülmakdis'e hizmet ederdi. Mabedde onunla birlikte ondan başka kimse bulunmazdı.) Mer­yem insanlara görünmez oldu, onlarla kendisi arasına bir perde gerdi. Ne kim­se onu görüyor, ne de o kimseyi görüyordu.

Burada Yusuf en-Neccar (Marangoz Yusuf) ile Hz. Meryem arasında es-Sa'lebî'nin el-Arâis'te Vehb'den naklettiği bir konuşmanın bir bölümünü nak­letmemiz yerinde olur. Yusuf: "Ey Meryem! Bana bildir. Hiç bir ekin tohumsuz

biter mi? Ve hiç bir ağaç yağmursuz yeşerir mi ve hiç bir çocuk erkeksiz doğar mı?" diye sordu. Hz. Meryem: "Evet!" dedi. "Sen bilmez misin ki, Yüce Allah ekini ilk yarattığı vakit tohumsuz yarattı. Bu tohum ise ilk olarak tohumsuz olarak yaratmış olduğu ekinden meydana geldi ve sen bilmez misin ki, Allah ilk ağacı yağmursuz yeşertti ve o kendi kudretiyle yağmuru ağaca hayat sebebi kıldı. Halbuki daha önce bunların her birisini ayrı ayrı yaratmıştı. Yoksa sen Yüce Allah suyun yardım ve desteğini almasaydı ağacı yaratamazdı ve bu su olmasaydı ağacı yeşertemezdi mi diyorsun?"

Yusuf: "Hayır böyle bir şey demiyorum, fakat benim dediğim şudur: Şüp­hesiz Allah dilediği her şeye kadirdir. O bir şeye ol dedi mi o da oluverir" dedi.

Bu sefer Hz. Meryem ona şöyle dedi: "Bilmez misin ki, Allah Adem'i ve onun hanımını erkeksiz ve dişisiz olarak yarattı." Bunun üzerine Yusuf en-Neccar'm kalbinden itham kanaati kayboldu.[24]

 

Hz. İsa'nın Doğumu İle Meydana Gelen Olaylar

 

23-  Derken doğum sancısı onu bir kuru hurma ağacına (sığınmaya) mecbur etti. "N'olaydı bundan önce ölseydim, büsbü­tün unutulsaydım." dedi.

24-   Ona aşağısından: "Üzülme, Rabbin senin altında bir nehir akıttı." diye ses­lendi.

25-  "Ve o kuru hurma ağacını kendine doğru salla ki, üzerine derilmiş taze hurma düşürecektir.

26-  'Ye, iç; gözün aydın olsun. Eğer in­sanlardan birisini görürsen de ki: "Ger­çekte ben, Rahman'a oruç adadım. Bu gün hiç bir insanla konuşmam."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Derken doğum sancısı onu bir kuru hurma ağacına (sığınmaya) mecbur etti." Ona sığınmak, dayanmak zorunda bıraktı. Böylelikle bu ağacın arkasında saklandı ve doğum esnasında onu kendine destek yaptı.

"N'olaydı, bundan önce ölseydim, büsbütün unutulsaydım." İnsanların kı­namalarından korktuğu ve onlardan utandığı için bir tahta parçası veya önem­siz bir ip parçası türünden olan her şey gibi unutulan, aranıp arkasına düşül­meyen, hatırlanmayan, önemsizliğinden dolayı hatıra gelmeyen bir şey olsay­dım. Keşke bilinmeyen, hatıra gelmeyen, terk edilmiş bir şey olsaydım "dedi".

"Ona aşağısından... seslendi." Yani İsa (a.s.) ona seslendi. Seslenenin Ceb­rail olduğu da söylenmiştir. Ondan, yani onun bulunduğu yerden daha aşağıda idi. Buradaki "aşağısından" zamirinin hurma ağacına ait olduğu da söylenmiş­tir. "Üzülme, Rabbin senin altında bir nehir akıttı." Bir su arkı yahut da bir ır­mak. Merfû olarak böyle rivayet edilmiştir. es-Serî (mealde: nehir)'in şerefli ve efendi anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani Rabbin senin altında efendi ve şe­refli bir kimse kılmıştır, demek olur ki, bu da Hz. İsa'dır.

"Hurma ağacını kendine doğru salla." Veya onu kendine doğru eğ yahut sen onu salla ve kendine doğru eğ "ki üzerine derilmiş taze, olgunlaşmış ve top­lamaya elverişli hurma düşürecektir."

"Ondan" o hurmadan "ye", o ırmaktan da "iç; gözün de aydın olsun." Ya­ni çocuğunla gözün aydın olsun, huzur bulasın, ondan başkasına göz diknıe-yesin. "Eğer insanlardan birini görürsen"  bir insanoğlu seni görür de sana bu çocuk hakkında soracak olursa "de ki...": onlara işaret et. el-Ferrâ şöyle der: Araplar hangi yol ile olursa olsun insana her bir şey anlatan söze kelâm (söz) adını verirler. "Rahmana oruç adadım." Ben bu hususta da başka in­sanlar hususunda da konuşmamayı, susmayı adadım. (Buradaki orucun bu anlama geldiğinin) delili de şudur: "Bugün hiç bir insanla konuşmam." Yani ben size bu adağımı haber verdikten sonra artık hiç bir insan ile konuşmaya­cağım. [25]

 

Açıklaması

 

"Derken doğum sancısı onu bir kuru hurma ağacına (sığınmaya) mecbur etti. N'olaydım bundan önce ölseydim, büsbütün unutulsaydım, dedi." Doğum sancı ve ağrıları, doğumu kolaylaşsın diye onu bir hurma ağacının gövdesine dayanıp ona asılmaya mecbur etti. Bu halin gelmesinden önce insanlardan utancı, dinî hususlarda kendisi hakkında kötü düşünülmesinden korktuğu için ölmüş olmayı yahut da bir tahta parçası ve bir ip gibi hiç bir kimsenin önem vermediği ve kendisine aldırış etmediği bir şey olmayı ya da büsbütün yaratılmamış ve bir varlık olarak ortaya çıkmamış olmayı temenni etti. İbni Kesîr şöyle der: Bu buyrukta fitne halinde ölümü temenni etmenin caiz oldu­ğuna delil vardır. O insanların bu konuda kendisi hakkında adil bir yoruma gitmeyeceklerini, bu çocuk sebebiyle sıkıntılarla karşılaşacağını, kınanacağı­nı, bu hususta onlara söyleyeceklerinde kendisini doğrulamayacaklarını bili­yordu. Halbuki daha önce onlar tarafından kendisini ibadete vermiş bir kimse olarak biliniyordu. Bu sefer aralarında ahlâksız bir zaniye olduğunu sanacak­lardı.

"Ona aşağısından: "Üzülme, Rabbin senin altında bir nehir akıttı diye ses­lendi. " Cebrail ona ağaçlık bölgenin aşağı taraflarından yahut hurma ağacının altından seslendi. Seslenenin Hz. İsa olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah onu doğumundan sonra annesinin kalbini hoş tutmak ve ona ünsiyet vermek üzere konuşturdu. Dedi ki: Üzülme. Rabbin senin altında bir su arkı yahut bir küçük nehir akıttı. Allah, ondan içmek üzere bu suyu akıttı. Burada (nehir diye meali verilen) es-Serî' den kastın Hz. İsa olduğu da söylenmiştir. es-Serî önemli özel­likleri olan büyük efendi demektir. İbni Abbas şöyle der: "Altından" ile kastedi­len Cebrail'dir. İsa ise annesi onu alıp kavminin yanına götürünceye kadar ko­nuşmadı. Bu hususta Meryem'e Yüce Allah'ın bu yarattığı harikulade işlerde oldukça azametli bir maksadının olduğuna bir alâmet ve belirti vardır. Daha sahih olan da budur.

"Ve o kuru hurma ağacını kendine doğru salla ki üzerine derilmiş taze hurma düşürecektir." O hurma ağacının kurumuş gövdesini kendine doğru salla. Bu ağaçtan üzerine hoş, taze, toplanmaya ve bekletilmeye, işlenmeye ihtiyacı olmaksızın yenmeye elverişli bir hurma düşürecektir. Bu ise bir baş­ka alâmet idi. Zemahşerî şöyle der: Hurma ağacı kuru bir ağaçtı. Meyvesi ve yeşilliği de yoktu. Mevsim de kıştı. Bir diğer görüşe göre ise bu hurma ağacı meyve veren bir ağaçtı. Bu meselede önemli olan ise rızkı elde etmek için se­beplere yapışmanın gereği ve rızkın sahiplerine ulaştırılmasında gerçek fa­ilin Yüce Allah olduğuna ve onun her şeye kadir olduğuna inanmaktır. Ola­yın teferruatı hakkında bizim Kur'an-ı Kerim'in açıkça haber verdiğinden başkasına inanmamız vacip değildir. Konu ile ilgili rivayetlerin sağlamlığın­dan emin olunmak için delil ve sahih bir senede ihtiyaçları vardır. Şair ne güzel söylemiş:

Yüce Allah'ın Meryem'e "Sen hurma ağacını kendine doğru salla, hurma­lar üzerine dökülecektir" diye vahyettiğini bilmedin mi?

Eğer dileseydi onu sallamaya gerek kalmaksızın hurma ağacını ona yak­laştırırdı, fakat her şeyin bir sebebi vardır."

"Ye, iç ve gözün aydın olsun.": Bu hurmadan ye, o sudan iç; gönlün hoş ol­sun, üzülme. Peygamber olan çocuğunu görmekle gözün aydın olsun. Şüphesiz Yüce Allah seni korumaya ve senin gerçek durumunu ortaya çıkarmaya ka­dirdir. Amr b. Meymûn şöyle der: Lohusaya kuru hurma ile taze hurmadan da­ha iyi bir şey gelmez. Daha sonra da bu ayet-i kerimeyi (delil olarak) okudu. İb-ni Ebi Hatim de Ali b. Ebi Talib'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulul-lah (s.a.) buyurdu ki: "Halanız hurma ağacına ikramda bulununuz. Çünkü o Adem (s.a.)'in kendisinden yaratıldığı çamurdan yaratılmıştır. Ağaçlar arasın­da ondan başka (kendisi gibi) aşılanan bir başka ağaç yoktur."

"İnsanlardan birisini görürsen de ki: Gerçekten ben Rahmân'a oruç ada­dım. Bu gün hiç bir insanla konuşmam." Eğer sen, senin ve çocuğunun duru­muna dair soru soran bir insan görecek olursan ona, hiç bir insan ile konuşma­mak suretiyle Allah'a oruç adadığına, bunun yerine melekler ile konuşup yara­tıcıya yalvarıp yakarmakta olduğuna işarette bulun.

Anlatılmak istenen şudur: Kendi şeriatlerine göre oruç tuttukları vakit ye­mek de konuşmak da onlara yasaktı. İbni Zeyd ve es-Süddî şöyle der: Onlara göre oruç uygulaması konuşmamak şeklinde idi.

Konuşmamak şeklindeki bir oruç İslâm'da meşru değildir. İbni Ebî Hatim ve İbni Cerîr (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun), Hârise'nin şöyle dediğini riva­yet ederler: İbni Mes'ud'un yanında idim, iki adam geldi, onlardan birisi selâm verdi, diğeri ise vermedi. Ona: "Durumun nedir?" diye sorunca arkadaşı: "Bu gün insanlarla konuşmamak üzere yemin etti" diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ud şöyle dedi: "İnsanlarla konuş, onlara selâm ver. Bu şekilde davranan bir kadındı. O, kocası olmaksızın hamile kaldığını, kimsenin doğru-lamayacağını bilmişti (de onun için böyle yapmıştı)." Bu sözleriyle Meryem'i (selâm olsun) kastetmektedir. Ta ki onun bu durumu kendisine soru sorulduğu takdirde bir mazeret olsun. [26]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Doğum esnasında doğum ağrıları ve sancıları mutad bir şeydir. Ölüme çok benzer. Böyle bir durumda kadın yardıma ve gözetime muhtaçtır. Hz. Mer­yem ise hurma ağacı kütüğünden başka kendisine yardımcı olacak kimseyi bu­lamamıştı. O ağaca yaslandı, ona tutundu.

2- Ölümü temenni etmek Hz. Meryem'in durumuna benzer hallerde caiz­dir. O şu iki sebep dolayısıyla din nokta-i nazarından ölümü temenni etmişti:

a) Dinine bağlılık hususunda, kendi hakkında kötü düşünüleceğinden ve ayıplanacağından, bunun ise kendisini fitneye maruz bırakacağından kork­muştu.

b) Kavmi kendisi sebebiyle ona iftiraya ve zina isnadına düşmesin diye (ölümü temenni etmişti). Çünkü böyle bir şey helak edicidir. Bir taraftan dinî bakımdan adına leke gelmesini önlemek için böyle bir korkuya kapıldı, diğer taraftan da günaha düşmesinler diye başkalarının dinî bakımdan hataya düş­melerini engellemeye çalıştı.

3- Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı sekiz aylıkken doğurduğuna dair birbirini des­tekleyen rivayetler vardır. Bu ise onun bir özelliğidir. Dokuz aylıkken yahut altı aylıkken doğum yaptığı da söylenmiştir. İbni Abbas'ın görüşüne göre ise önce­den de geçtiği gibi, o hamile kalır kalmaz doğum yaptı. Çünkü Yüce Allah ha­mile kalmasının akabinde uzakça bir kenara çekilmesini söz konusu etmiştir.

4- Hz. Meryem'in doğumuyla birlikte çeşitli ilâhî lütuflar da görüldü. Hz. Cebrail ona Yüce Allah'ın, içmek üzere küçük bir ırmak akıttığını söyleyerek seslendi, kuru hurma ağacından taze hurma düşürdü. Denildiğine göre bu ağaç onun için meyve vermişti. Yüce Allah'ın kudretiyle onun taze meyvesi hemen yenilebilecek hale geldi. Diğer taraftan Allah onun gönlünü hoş, gözünü aydın etti. Kalbinden üzüntü ve kederi giderdi. Yine Hz. Cebrail vasıtasıyla ona in­sanlarla tartışma, ithamlarını reddetme suretiyle kendisini yormamak için ko­nuşmamasını emretti ve bu konuda konuşma işini Yüce Allah'ın kendisini be­şikte iken annesini savunmak üzere konuşturduğu oğluna havale etti ki, böyle­ce utancı ortadan kalksın, bu konudaki mucize ortaya çıksın ve onun günahsız olduğu açık seçik bir şekilde görülsün. Bütün bu alâmetler, Yüce Allah'ın Hz. İsa'nın doğumu münasebetiyle ortaya çıkardığı olağanüstü hallerdir.

5- İlim adamları rızkın her ne kadar gelip sahibini bulması kesin ve kaçı­nılmaz ise de bu ulaşmayı Yüce Allah'ın çalışıp çabalamaya bağlı kıldığına Ademoğlunu da gücü yettiğince çalışmakla görevlendirdiğine bu durumu delil göstermişlerdir. Çünkü Şanı Yüce Allah Hz. Meryem'e bir mucize görsün diye hurma ağacını sallamasını emretmişti. Asıl mucize ise hurma ağacının sallan­mamasında görülebilirdi. Çünkü hurma ağacının gövdesi sağlam, güçlü ve sert olduğundan dolayı sallanması oldukça zordur.

6- Rızık için kazanma yükümlülüğünün emredilmesi Yüce Allah'ın kulları­na bir sünnetidir. Bu şekilde çalışmak tevekkül ile çatışmaz. Çünkü Allah'a te­vekkül, sebepleri yerine getirdikten sonra söz konusu olur. Hz. Meryem ise Hz. İsa'yı doğurmadan önce ona has bir ikram ve lütuf olmak üzere kazanç yollarına başvurmaksızın rızkı gelir, kendisini bulurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Zekeriyya ne zaman onun yanına mihraba girdiyse yanında bir rızık bulurdu..." (Al-i İmran, 3/37). Fakat doğum yapınca hurma ağacını salla­ması emredildi. Çünkü doğumdan önce kalbi ibadetle meşguldü ve ibadetten başka bir şey kalbinde yoktu. Bu bakımdan vücudunu rızık kazanmak için çalı­şıp çabalamakla uğraştırmıyordu. Hz. İsa'yı doğurup kalbinde onun sevgisi yer edip iç dünyasında onun konuşması, onun durumu yer tutunca, bu sefer kazan­makla emrolundu ve diğer kullar gibi sebeplere yapışmak şeklindeki âdete o da uydu.

7- Taze hurma lohusalar için en iyi gıdalardan biridir. Aynı şekilde yeni doğan çocuğun tahnîki (hurma parçasının ağızda iyice çiğnendikten sonra çocu­ğun ağzına çalınması) da böyledir. Şayet doğum zorlaşacak olursa kadın için taze hurmadan, hasta bir kimse için de baldan daha iyi bir gıda bulunmaz.

8- Hz. Meryem'in konuşmayıp susmakla emrolunması düşüncesiz kimsele­re karşı susmanın gerekli olduğuna delildir.

9- Herhangi bir insan ile konuşmama yahut susma adağına bağlılık Hz. Musa ile Hz. İsa'nın şeriatinde meşru idi. Ancak bizim şeriatimizde bu meşru değildir. İslâm şeriatinde konuşmamayı adamak caiz değildir. Çünkü böyle bir şey, kişinin kendisini sıkıntıya düşürmesi ve kendisine azap etmesidir. Nitekim güneşte ayakta durmayı ve buna benzer Peygamber (s.a.)'in caiz kılmadığı şey­leri adamak da böyledir. Abdullah b. Mes'ud da, önceden de geçtiği gibi, böyle bir adakta bulunan kimseye konuşmayı emretmiştir. Çünkü güneşte durup oruç tutmayı adayan Ebu İsrail adındaki kişinin durumuna dair sahih hadis dolayısıyla doğru olan budur. Peygamber Ebu İsrail'e konuşmasını ve orucunu gölgede tamamlamasını emretmişti. Bu hadisi Buharî, İbni Abbas'tan rivayet etmiştir. İbni Zeyd ve es-Süddî de az önce geçtiği üzere şöyle demişlerdir: On­larda uygulama yemekten ve konuşmaktan uzak durmak suretiyle oruç tutma şeklindeydi.

Çirkin sözler söylemekten oruçlu iken uzak durmak ise bizim şeriatimizin sünnetlerindendir. Rasulullah (s.a.) Buharî ile Müslim'de yer alan Ebu Hurey-re yoluyla gelen merfu hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz oruçlu ise çirkin söz söylemesin, cahillik etmesin. Birisi gelip onunla kavga etmek ister veya sövüşmek isterse: Şüphesiz ben oruçluyum, desin." Aynı şekilde Buharî, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre yoluyla yaptıkları ri­vayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim yalan söz söylemeyi ve gereğince davranmayı terk etmeyecek olursa, Allah 'm o kimsenin yemesini ve içmesini terk etmesine bir ihtiyacı yoktur."[27]

 

Hz. İsa'nın Peygamberliği, Beşikte İken Konuşması

 

27-  Onu taşıyarak kavmine götürdü. "Ey Meryem! Andolsun ki sen görülme­dik çirkin şeyle geldin" dediler.

28- "Ey Harun'un kızkardeşi! Senin ba­ban kötü bir adam değildi, anan da iffetsiz bir kadın değildi."

29-  Ona işaret etti. Onlar: "Beşikte bu­lunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz" dediler.

30-  "Muhakkak ben Allah'ın kuluyum, bana kitap (İncil) vermiştir ve beni ne­bi kılmıştır" dedi;

31-  "Ve nerede olursam beni mübarek kıldı, bana hayatta olduğum sürece na­maz ve zekâtı emretti.

32-  "Beni valideme iyilik yapan kıldı, beni mütekebbir ve bedbaht kılmadı.

33- "Doğduğum günde, vefatım gününde ve dirileceğim günde selâm banadır."

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onu taşıyarak kavmine götürdü." Lohusalığı bitip temizlendikten sonra onu alıp kavmine döndü. "Andolsun ki sen görülmedik çirkin şey..." Alışılmışın dışında büyük ve bilinmedik bir şey, "ile geldin dediler." Çünkü babasız çocuk sahibi olmuştu.

"Ey Harun'un kızkardeşi!" Burada kasıt, Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Ha­run'dur, aralarında bin yıllık bir zaman vardı. Kastedilen İsrailoğullarından salih bir kişi de olabilir. "Ey iffeti bakımından ona benzeyen!" demektir. Onun­la bir çeşit alay etmek için Hz. Meryem'i ona benzettiler. "Baban kötü bir adam" yani zina eden bir kimse, "anan da zaniye değildi." Peki bu çocuk sana nereden geldi? Buradan ahlâksızca davranışların, salih kimselerin çocukları tarafından yapılmasının daha çirkin bir iş olduğuna dikkat çekilmektedir.

"Ona işaret etti." Onlara size cevap vermek üzere onunla konuşun, diye Hz. İsa'ya işarette bulundu. "Onlar beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşu­ruz, dediler." Bizler aklı başında bir kimsenin beşikte olan bir çocuk ile konuş­tuğunu henüz görmedik, dediler.

"Nerede olursam beni mübarek kıldı." İnsanlara faydalı, onlara hayrı öğre­ten kimse kıldı. Bu şekilde mazi (di'li geçmiş) kipinin kullanılması Yüce Al­lah'ın hükmünde ezelden beri bunun böyle takdir edilmiş olduğu nazarı itibara alınarak söylenmiş olabilir. O vakit bu, onun hakkında yazılanı haber vermek­tir. Bu ifade gerçekleşeceği muhakkak olan bir şey fiilen gerçekleşmiş gibi ka­bul edildiğinden dolayı da olabilir.

"Bana hayatta olduğumca namaz ve zekâtı emretti." Bunları yerine getir­memi emretti yahut beni bunlarla mükellef kıldı. "Beni mütekebbir", herhangi bir kimsenin kendisi üzerinde bir hakkı bulunduğu görüşünde olmayan, kendi­sini büyük kabul eden "ve bedbaht" Rabbine isyankâr "kılmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kaldırılacağım gün, selâm banadır." yani üze­rimde güvenlik olacaktır; tıpkı Hz. Yahya için olduğu gibi. Burada selâmın (Hz. Yahya için kullanıldığından farklı olarak) elif lâm'lı gelmesi daha kuvvetli ka­bul edilen görüşe göre cins (yani tür olarak selâmı anlatmak) içindir. [28]

 

Açıklaması

 

Hz. Meryem, görmüş olduğu bu mucizeler ile kalbi huzura kavuşup Azîz ve Celîl olan Allah'ın emrine, hüküm ve kazasına teslim olunca Hz. İsa'yı aile halkının yanına götürmek için yola koyuldu. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi: "Onu taşıyarak kavmine götürdü. 'Ey Meryem! Andolsun ki sen görülmedik çir­kin bir şeyle geldin' dediler." Tanıdıkları onu yanında bir çocukla görünce çok üzüldüler. Bunun büyük bir kabahat olduğunu söyleyip tepki gösterdiler ve "Ey Meryem! Gerçekten sen alışılmışın dışında bir iş olan babasız çocuk doğurmak gibi oldukça çirkin ve hayret edilecek bir iş yaptın," dediler. Halbuki onlar (Hz. Meryem ve akrabaları) salih bir aileye mensuptular: "Şüphesiz Allah Adem 'i, Nuh'u, İbrahim'i ve İmrân ailesini âlemlere üstün kılıp seçti. Hepsi birbirinden gelmiş bir zürriyetti." (Âl-i İmrân, 3/34-35).

"Ey Harun'un kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi, anan da iffetsiz bir kadın değildi." Ey ibadette Harun'a benzeyen veya ey Musa'nın kar­deşi Harun'un soyundan gelen! Böyle bir ifade tarzı Arapça'da mevcuttur. Me­selâ Temim'li olan birisine Temimlilerin kardeşi denir. Denildiğine göre burada sözü geçen Harun, o dönemde salih bir kimse idi. Sen, salâh ve ibadeti ile ta­nınmış tertemiz bir ailedensin. Nasıl böyle bir iş yapabilirsin? Senin baban ah­lâksızca işler yapan bir kişi olmadığı gibi annen de bir zaniye değildi. Peki sen niye böyle bir iş yaptın ve bu çocuk sana nereden geldi?

Ahmed, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve başkaları Muğire b. Şu'be'nin şöyle dediğini nakletmektedirler: "Rasulullah (s.a.) beni Necranlılara gönderdi. Bana: "Sizler "Ey Harun'un kızkardeşi" diye Kur'an-ı Kerim'inizde okuduğu­nuz buyruk hakkında ne dersiniz? Halbuki Musa, İsa'dan şu kadar şu kadar önce yaşamıştır?" dediler. Ben döndüm ve bunu Rasulullah (s.a.)'a anlattım. Şöyle buyurdu: "Sen onlara kendilerinden önceki peygamber ve salih kimsele­rin adını kullandıklarını ne diye bildirmedin?" İşte bu, Harun'un Hz. Meryem ile Hz. İsa döneminde yaşayan salih bir kişi olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca peygamberlerin isimlerini ad olarak kullanmanın caiz olduğuna da ifade eder.

"Ona işaret etti. Onlar: Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz? de­diler. " Hz. Meryem kendileriyle konuşmak üzere Hz. İsa'ya işaret etti. Ona ko­nuşma emrini vermeksizin işaret ile yetindi. Çünkü o konuşmaktan uzak dur­mak suretiyle Rahman'a oruç adamıştı. Kavmi Hz. Meryem'in kendileriyle alay ettiğini zannederek şöyle dediler: Henüz beşikte bulunan bir bebekle nasıl ko­nuşabiliriz?

İşte bu esnada bir mucize gerçekleşti ve beşikteki bebek dile gelerek ken­disini dokuz nitelikle nitelendirdi. Bu nitelikler şunlardır:

1- "Dedi ki: Muhakkak ben Allah'ın kuluyum." İsa (a.s.): Ben Allah'tan başka kimseye ibadet etmeyen, kemal sıfatlarına sahip Allah'a tam anlamıyla kulluk eden birisiyim, dedi. Böylece onun ilk söylediği söz, kul oluşunu itiraf, çocuk sahibi olmaktan O'nu tenzih etmek ve Hristiyanlara da kendisinin rubu-biyeti iddiasında hatalı olduklarına dikkat çekmek oldu.

2- "Bana kitap vermiştir." Üzerime İncil'i indirecektir. Ezelden beri kitap sahibi bir peygamber olmam takdir edilmiş ve hüküm verilmiştir. Şu anda ki­tap indirilmemiş olsa dahi, Yüce Allah ezeldeki hükmünde bana kitap vereceği­ni hükme bağlamıştır.

3- "Ve beni Nebi kılmıştır." Benim bir peygamber olmamı takdir buyurmuş­tur. İşte bu ifade annesinin, ahlâksızlık ithamından uzak olduğunu ortaya koy­maktadır. Çünkü Yüce Allah gayri meşru çocuklardan peygamber göndermez. Aksine peygamberler, soy temizliği itibariyle oldukça yüksek bir seviyede ve seçkin kimselerdir.

4- "Ve nerede olursa beni mübarek kıldı." Yüce Allah beni kullara faydalı, onları hayrı öğreten, bulunduğum her yerde onları doğruluğa ileten bir kimse kıldı. Şanı Yüce Allah Hz. İsa'nın bu niteliklerini mazi (di'li geçmiş) kipi ile söz konusu ederek, bunların gelecekte fiilen gerçekleşip ortaya çıkacaklarına işa­ret etmektedir.

5- "Bana hayatta olduğum sürece namaz ve zekâtı emretti." Rabbim bana kulu Rabbine bağlayan, ruhu arındıran, onu ahlâksızlıkları işlemekten alıko­yan namazı emrettiği gibi; malın temizliğini, fakir ve miskine yardımcı olmayı zekâtı vermeyi de yaşadığım sürece emretti.

6- "Beni valideme iyilik yapan kıldı." O, beni anneme iyilik yapan bir kim­se kıldı; bana Rabbime itaatten sonra ona iyilikte bulunup güzel davranmayı, itaat etmeyi emretti. Çünkü Yüce Allah çoğu yerde kendisine ibadet emri ile anne babaya itaati birlikte zikretmektedir. Bu da aynı şekilde Hz. Meryem'in zina etmediğinin bir delilidir. Çünkü zaniye olsaydı, günahtan korunmuş pey­gamber onu tazim etmekle emrolunmazdı.

7, 8- "Beni mütekebbir ve bedbaht kılmadı." Beni Rabbime ibadeti ve ita­ati, anneme iyilikte bulunmayı büyüklüğüne yedirmeyen isyankâr, kendisini büyük gören bir kimse kılmadı. Aksi takdirde ben bunları yapmakla bedbaht olurdum.

9- "Doğduğum günde, vefatım gününde ve dirileceğim günde selâm bana­dır. " Doğduğum günde ben her türlü kötülükten yana esenlikteydim. Şeytan o vakitte bana zarar veremedi. Ölüm sırasında da, öldükten sonra diriliş esna­sında da beni aldatamayacaktır. Ben öyle bir güvenlik içerisinde bulunuyorum ki, bütün bu üç vakitte hiç kimse bana zarar veremez. İşte bu Hz. İsa'nın ken­disinin Yüce Allah'ın kulu olduğunu, kendisinin de diğer insanlar gibi yaşayan ve diriltilen bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Fakat o, kullara en ağır ve en zor gelen bu hallerde esenlikte olmak gibi bir meziyete sahiptir. [29]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i Kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Yüce Allah'ın kendisini destekleyeceğine güvenen Hz. Meryem -kendisi­ni rahatlatan, huzura erdiren bir takım mucizeler ve Yüce Allah'ın onun gerçek mazeretini beyan edeceğini bildikten sonra- çocuğu ile birlikte kavminin yanı­na geldi.

2- İnsanlar âdeten hadiselerin dış görünüşlerinden etkilenir ve bu konuda hüküm vermekte acele ederler. O bakımdan Hz. Meryem'i görülmedik bir şeyi meydana getirmekle itham ettiler; tıpkı bir iftirada bulunanın yaptığı büyük bir iş gibi. Onun daha önce bildikleri âbidâne yaşayışı, anne babasının herke­sin bildiği güzel ahlâkları, bu toplumca hoş karşılanmayan dış görünüşü tep­kiyle karşılamalarına sebep oldu.

"Ey Harun'un kız kardeşi" dediler. Ey ibadette kendisini Harun gibi zan­nettiğimiz kadın! Nasıl böyle bir şeyi yapabilirsin? Hz. Meryem aslında Hz. Musa'nın kardeşi olan Hz. Harun'un soyundan geliyordu. Hz. Musa ve Harun ile Hz. İsa arasında ise bin yıl ya da daha uzun bir zaman geçmiş olduğundan "onun kız kardeşi" diye Hz. Harun'a nispet edilmesi, onun soyundan gelmesin­den dolayıdır. Nitekim Temim'li olan birisine: "Ey Temim'in kardeşi', Arap olan birisine de: "Ey Arapların kardeşi", denilirdi.

Bir diğer görüşe göre de burada sözü geçen Harun, o dönemde yaşamış sa-lih bir kimse idi. Öldüğü gün cenazesine katılan kırk bin kişinin hepsinin adı Harun idi. Bu ise daha önce geçen hadis-i şerifi desteklemektedir.

3- Hz. İsa'nın mucizelerinden birisi de beşikte küçük bir bebek iken konuş­masıdır. Biz Müslümanlar buna tam ve tereddütsüz bir şekilde inanırız. Çünkü bu mucizesi Kur'an-ı Kerim'in kesin nassı ile ispat edilmektedir. Yahudiler ile Hristiyanlar ise onun beşikte konuşmuş olduğunu kabul etmezler. Hz. İsa'nın konuşmuş olması annesinin temizliğini ortaya koymaktaydı. Daha sonra ko­nuşma yaşına gelinceye kadar beşikte konuştuğu görülmedi.

4-  Hz. İsa henüz süt emen bir bebek iken konuştuğunda açık ifadelerle kendisini dokuz özellikle nitelendirdi. Bu nitelikler ileride peygamber olacağını, ona İncil'in indirileceğini ispat ettiği gibi, annesinin zina ithamından uzak oldu­ğunu da ispatlamakta, Aziz ve Celil olan Allah'a kul olduğunu tespit etmekte­dir. O bu ifadeler ile Allah'ın kulu olduğunu, Hristiyanlarm inandıkları gibi bir rab ve ilah olmadığını ortaya koymaktadır. Ayrıca bu ifadelerde kendisinin mü­barek olduğunu, dini konularda ve ona davet hususunda insanlara faydalı oldu­ğunu, yaşayış ve ahlâkının dosdoğru olduğunu, annesine karşı iyilikle davranan bir kimse olduğunu, büyüklük taslayan ve hayırdan yana zararda olan isyankâr bir kimse olmadığını, Allah'ın namaz kılmak, zekât vermek gibi -teklif yaşma ulaştıktan sonra- ibadetlere dair teşriine bağlı kalacağını anlatıyordu.

5- "Beni valideme iyilik yapan kıldı." ayeti, kulun fiilinin Allah tarafından yaratıldığını göstermektedir. Çünkü ayet-i kerime onun iyilik yapan bir kimse oluşunun Allahü Teâlâ'nın bunu yaratıp var etmesiyle gerçekleştiğini göster­mektedir.

6- Mâlik b. Enes (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle der: Kadercilere karşı[30] ne kadar da ağırdır; çünkü Hz. İsa kendi­si hakkında takdir edilmiş ve ölünceye kadar olacak şeyleri haber vermektedir.

7- İşaret de söz söylemek ayarındadır. İşaret de sözün delâlet ettiği şeye delâlet eder ve işaretle de maksat anlatılır ve anlaşılır. Nitekim Yüce Allah Hz. Meryem hakkında haber vererek: "Ona işaret etti" buyurmakta, kavminin de bu işaretten neyi kastettiğini anlayıp maksadını kavradığını ve "beşikte bulu­nan bir çocuk ile nasıl konuşuruz?" dediklerini bildirmektedir. İşaret fıkhî bir çok konuda sözden daha da güçlü olabilir. Mesela Hz. Peygamberin Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî'nin Enes'ten rivayetine göre şu buyruğu bu türden­dir: "Ben ve kıyamet şu ikisi gibi gönderildim."   Aklı başında olanların, gözle görmenin haber ile bildirmekten daha güçlü olduğunu icma ile kabul etmeleri de yine işaretin bazı hallerde sözden daha güçlü olduğunun delilidir.

Bundan dolayı Mâlikîler ve Şâfiîler muamelat ve ukubatta işarete itima­dın caiz olduğunu kabul etmişlerdir. İmam Malik de dilsizin şahitliğinin işare­tinin anlaşılması halinde makbul olacağını söylemiş, bu işaretin şehadet lafzı­nın yerini tutacağını belirtmiştir.

Hanefîler, Ahmed, Evzaî ve İshâk ise dilsiz bir kimsenin kazfinin (zina if­tirasının) ve Hânının sahih olmayacağı görüşündedirler. Çünkü bunlara göre kazf ancak açıkça zina tabirini kullanmak ile sahih olur, o anlama gelecek şey­lerle değil. Dilsiz bir kimse ise böyle bir sözü söyleyemez. O halde dilsiz bir kimse kâzif olamaz. İşaret ile zina, helâl ve şüphe ile ilişkinin birbirinden ayır-dedilmesine de imkân yoktur. O bakımdan derler ki: Liân bize göre bir takım şehadetlerin toplamı olup dilsizin şahitliği icma ile kabul olunmaz.

8- Hz. İsa dünyaya geldiği gün şeytanın tesirinden, ölüm günü kabirde ve ahirette de dirileceği gün şeytanın etkisinden yana esenlikte olmak gibi bir lüt-fa mazhar olmuştur. Bu üç hal ise oldukça keskin ve bıçak sırtı türünden sonu­cu belirleyici aşamalardır, insanlara en ağır gelen hallerdir. [31]

 

Hristiyanların Hz. İsa Hakkında Ayrılığa Düşmeleri

 

34-  İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa, gerçek söze göre budur.

35- Allah'ın çocuk edinmesi olacak şey değildir. O münezzehtir. Bir işe hük­mettiğinde ona yalnızca "ol" der; hemen oluverir.

36- Muhakkak Allah benim de Rabbim-dir, sizin de Rabbinizdir. O halde O'na ibadet edin, dosdoğru yol budur.

37-  Cemaatler kendi aralarında anlaş­mazlığa düştüler. O büyük günde hazır olacaklarından dolayı vay o kâfirlere!

38-  Bize gelecekleri günde neler işitir­ler, neler görürler! Fakat zulmedenler bu gün apaçık bir sapıklık içindedir.

39-  Onları işin bitirilmiş olacağı o has­ret günü ile korkut. Onlarsa gaflettedir­ler ve onlar iman etmezler.

40- Arza ve üzerindekilere muhakkak biz, evet biz varis oluruz ve yalnız bize döndürülürler.

 

İ'râb:

 

"Gerçek söze göre" diye meali verilen "kavle'1-hakk" buyruğu masdar ola­rak nasb edilmiştir. Ben bu konuda gerçek sözü böylece söylüyorum, demektir. Takdiri şöyle olan hazfedilmiş bir müptedanın haberi olmak üzere işte hak söz budur, takdirinde merfu' olarak da okunmuştur. Ayet-i kerimenin başındaki işaretin (işte) Hz. İsa'ya olduğu da söylenmiştir. Çünkü Yüce Allah onu "keli-me=söz" diye adlandırmıştır. Zira Hz. İsa Yüce Allah'ın şu buyruğunda da ifade ettiği üzere bir kelime (ol emri, sözü) ile var olmuştur: "Şüphesiz ki İsa'nın hali Allah nezdinde Adem'in hali gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi" (Âl-i İmrân, 3/59).

"Muhakkak Allah benim de Rabbimdir..." buyruğundaki "inne = muhak­kak" kelimesini esreli okuyanlara göre müptedadır (meal buna göredir); üstün okuyan ise, bunu önceki buyruklara atfetmiş olur ki, ifadenin takdiri o zaman şöyle olur: "Bana... namaz ve zekâtı emretti ve Allah'ın benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olduğunu, o bakımdan O'na ibadet etmenizi (emretmemi) emretti." [32]

 

Belagat:

 

"Fakat zulmedenler o günde apaçık bir sapıklık içindedir" buyruğundaki "zulmedenler" zamir yerine kullanılmıştır. Bu da zahir (açık) ifadenin zamir yerine kullanılması kabilinden olup onların bizzat kendilerine zulmettiklerinin anlaşılması amacıyladır. [33]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İşte şüpheye düştükleri..." tereddüt edip hakkında anlaşmazlığa düştükle­ri... "Meryemoğlu İsa!" Daha önce nitelikleri belirtilen Meryem oğlu İsa, budur. Bu buyruk ile onların Hz. İsa'yı nitelemeleri en beliğ bir şekilde yalanlanmak­tadır, "gerçek söze göre budur." yani hakkında şüphenin söz konusu olmadığı gerçek söze göre böyledir veya ben bu konuda hak sözü söylüyorum.

"Allah'ın çocuk edinmesi olacak şey değildir, O münezzehtir." Bu buyruk bir taraftan Hristiyanları yalanlamakta, diğer taraftan onların iftiralarından Allah'ı tenzih etmektedir.

"Bir işe hükmettiğinde..." Bir şeyi, işi var etmek istediğinde."ona yalnızca ol der, hemen oluverir." Yüce Allah bir şeyi dilediği takdirde onu "ol" sözü ile var ettiğini belirterek Hz. İsa'nın babasız doğabileceğine inanmayanları azar­lamaktadır. Çünkü Yüce Allah yaratıklara benzemekten, dişileri hamile bırak­mak suretiyle çocuk edinmeye muhtaç olmaktan münezzehtir. Diğer bir ifade ile O, dilediği her şeyi emir ile derhal yaratmaya kadirdir. O bakımdan Hz. İsa'yı da babasız yaratmaya kâdir'dir.

"Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde O'na ibadet edin." Bu buyrukta "de ki..." takdiri vardır. Buna delil ise bir başka yer­deki şu buyruktur: "Ben onlara bana emrettiğinden başkasını söylemedim. Be­nim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin diye (söyledim)." (Mâide, 5/117). "Dosdoğru yol budur." Sözü geçen bu yol cennete götüren dos­doğru bir yoldur.

"Cemaatler kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler." Hristiyanlar Hz. İsa hakkında o Allah'ın oğlu mudur, onunla birlikte ikinci bir ilâh mıdır, yoksa üçün üçüncüsü müdür diye anlaşmazlığa düştüler. Ayet-i kerimedeki cemaatler (ahzâb), Hristiyanlarm üç ayrı fırkası demektir. Ayet Yahudilerle Hristiyanlar anlaşmazlığa düştüler, anlamında da olabilir.

"O büyük günde hazır olacaklarından dolayı..." yani amellerin karşılığının verileceği, dehşetli ve büyük bir gün olan kıyamet gününde hazır bulunmaktan veya ona tanık olmaktan dolayı. "Veyl o kafirlere." kelimesi şiddetli azap olsun anlamında olduğu gibi aynı zamanda cehennemdeki bir vadinin de adıdır. Sözü geçen bu hususlar ve diğerlerinden dolayı vay onların haline!

"Onları"   Ey Muhammedi Mekke kâfirlerini.,"işin bitirilmiş olacağı" hesa­bın sona ermiş ve her iki kesimin cennet ve cehenneme gönderilmiş olacağı "has­ret günü ile"  ahiret günü ile yani dünya hayatında kötülük işleyen, iyiliği ter kettiği için, iyilik yapmış olan da iyiliğinin azlığı dolayısıyla pişmanlık duyacağı r-inü hatırlatarak "korkut. Onlarsa" o günden "gaflettedirler" ve o güne iman etmezler. "Arza ve üzerindekilere..." Akıl sahibi olan kimselere de onlardan başka­larına da; onları helak ettikten sonra "muhakkak biz, evet biz vâris oluruz ve" o günde amellerinin karşılıklarının görülmesi için "yalnız bize döndürülürler." [34]

 

Hz. İsa Kıssasına Dair Açıklamalar:

 

Hz. İsa Allah'ın kulu ve Rasulü'dür. Allah'ın Hz. Meryem'e bıraktığı keli­mesi, Allah tarafından yaratılmış bir ruhtur. O İsrailoğulları'nm son peygam­beridir. Kur'ân-ı Kerim'de onun adı "Mesîh" diye zikredilmiştir ki, bu Hz. İsa'nın lakabıdır. İsa ise onun adıdır. İbrânîcede "Yeşu" şeklinde söylenir ki, kurtarıcı demektir. Yani kendi iddialarına göre Hristiyanları günahtan kurta­ran, demektir. Yine Kur'an-ı Kerim'de ondan "Meryemoğlu" diye söz edilir.

Hz. İsa Kur'an-ı Kerim'de 13 surede toplam 33 ayet-i kerimede anılmakta­dır. Bakara suresinde (87, 136, 253); Âl-i İmrân suresinde (45, 52, 55-59, 84); Ni­sa suresinde (157, 163, 171, 172); Mâide suresinde (17, 46, 72, 75, 78, 110, 112, 114, 116); En'âm suresinde (85), Tevbe suresinde (30, 31); Meryem suresinde (34), Mü'minûn suresinde (50); Ahzâb sûresinde (7); Şûra suresinde (13), Zuhruf suresinde (57, 63); Hadid suresinde (27) ile Saff suresinde (6, 14. ayetlerde).

Hz. İsa. Mesih, Hristiyanların görüşüne göre Hz. Meryem'in kavminden, Yahudi gençlerinden salih bir genç olan Yûsuf en-Neccâr'm oğludur. İbrânîcede mesîh, peygamber ve hükümdar demektir.

Annesi Meryem, İsrailoğulları âlimlerinden büyük bir zat olan İmran'ın kızıdır. İmran'ın hanımı Hz. Meryem'e hamile kaldığında karnındaki yavrusu­nu yalnızca mabede hizmet etmek üzere adamıştı. İmrân vefat ettiği sırada kı­zı henüz bakıma muhtaç idi. Mabedin gözeticileri aralarında kur'a çektiler. Hz. Meryem'i Hz. Yahya'nın babası Hz. Zekeriyya himayesine aldı. Hz. Zekeriyya da Hz. Meryem'in teyzesinin kocası idi. Hz. Meryem tertemiz, her türlü pislik­ten uzak bir halde ve ibadet içinde yetişti.

Bulûğa erdiğinde Cebrail ona geldi. Hz. Meryem, ondan Allah'a sığındı. Cebrail ona, Allah tarafından kendisine tertemiz bir oğul bağışlamak üzere gönderilmiş olduğunu bildirdi ve gömleğinin yakasına üfledi. Bu üfleme onun rahmine girdi ve böylece hamile kaldı. Çocuğunu doğuruncaya kadar Beyte Lahm denilen yerde kaldı. Tercih edilen görüşe göre Hz. İsa'nın annesinin kar­nında kaldığı süre dokuz aydır. Hz. İsa'nın babasız olarak doğması Yüce Al­lah'ın kudretine bir delil olmak içindir. Gerçek yaratıcı Yüce Allah'tır; ister se­beplere yapışılsın, ister yapışılmasın.

Hz. İsa doğumundan sekiz gün sonra Yahudi şeriatının belirlediği gibi sün­net edildi. Yüce Allah Hz. İbrahim'e daha önceleri sünnet olmayı emretmişti.

Filistin hâkimi Herodos, Beyte Lahm'daki her bir çocuğun öldürülmesini emredince Yusuf en-Neccâr'a rüyasında çocuğu ve annesini alıp Mısır'a götür­mesi emredildi. Yusuf derhal kalktı ve çocuk ile annesini alıp Mısır'a götürdü. Herodos ölünceye kadar orada ikamet ettiler. Daha sonra Filistin'e geri döndü­ler. O sırada çocuk yedi yaşma basmıştı. Nasıra denilen yerde yetişti. 12 yaşına ulaşınca annesi ve Yusuf ile birlikte Orşelim'e Hz. Musa'nın şeriatına uygun olarak namaz kılmak üzere geldi. Kayboluşundan üç gün sonra Hz. İsa Yahudi âlimleri ile tartışırken bulundu. Daha sonra yine annesi ve Yusuf ile birlikte Nâsıra'ya geri döndü.

Hz. İsa 30 yaşındayken, annesiyle birlikte zeytin toplamak üzere Cebelüz-zeytun (Zeydindağı)'da bulunduğu bir sırada, öğle vakti namaz kılarken Cebra­il'den İncil'i aldı. Bu, peygamberliğin çoğunlukla kırk yaşından sonra verilme­sinden farklı bir şekilde, Hz. Yahya'nın peygamber oluşuna benziyordu. [35]

 

İnciller:

 

İncil, müjde anlamındadır. Bu hidayet ve nur ihtiva eden bir kitaptı. Fa­kat Hz. Mesih'in getirip öğrencilerine teslim ettiği ve bunu başkalarına müjde­lemelerini emrettiği İncil, şu anda mevcut değildir. Bunun yerine Hz. Mesih'in yaşayışını aktaran ve öğrencilerinin telif ettiği tarihi bir takım hikâyeler yer almaktadır. Ayrıca orada Hz. Mesih'ten alınmış vaazlar, misaller ve öğütler de vardır. Bunların (İndilerin) sayısı yüzden fazladır. Hristiyan kilisesi bunlardan dördünü kabul eder: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna indileri. Bu indilerin de hiç birisi Hz. Mesih döneminde yazılmış değildir.

Bunlardan Matta İncili ilk ve en eskileridir. Fakat Matta tarafından tasnif edilip edilmediği kesin olarak bilinmemektedir. Aksine bu İncili tahrif ettikten sonra aslını kaybetmişlerdir. Bu da eski Mesihîlerin tümünün itirafı ile böyle­dir. Bu asıl da İbranice yazılmış, sonra Yunancaya tercüme edilmiştir. Ancak bu tercümenin senedi bilinmemektedir.

Matta, İncilini Aziz İronimus'un görüşüne göre Hz. Mesih'ten 39 yıl sonra yazmıştır.

Markos ise mabedin hizmetkârlarından birisi olan Lâvili bir Yahudidir. Petrus'un öğrencisidir. Hz. Mesih'in ulûhiyetini kabul etmezdi. O İncilini 61 yı­lında yazdı ve İskenderiye hapishanesinde 68 yılında öldürüldü.

Luka ise Antakyalı bir tabipti. Hz. İsa'yı hiç bir şekilde görmemiştir. O Hristiyanlığı Pavlos'tan öğrenmişti. Sözü geçen bu Pavlos ise Hristiyanlığa ta­assup derecesinde karşı bir Yahudi idi. O da Hz. Mesih'i hayatta iken görmüş değildi. Sürekli olarak Hristiyanlara zulmederdi. Bu zulüm ve baskının fayda vermediğini görünce hileye saparak Hristiyanlığa girme yolunu seçti ve Me­sih'e inandığını açığa vurdu. Daha sonra Hz. Mesih'in esasen hükümlerini iptal etmek üzere gelmediğini Nâmûs'un (Tevrat'ın) emrettiği görevlerden çözülüp uzaklaşmalarını sağladı.

Luka ise İncilini Markos'tan da sonra, Petrus ve Pavlos'un ölümünden sonra yazdı.

Yuhanna ise Hz. Mesih'in on iki havarisinden biridir. Yuhanna, el-Celil bölgesindeki Sayda'dandır. Hz. İsa onu çok severdi. Bu zat, İncilini 96 veya 98 yılında yazdı. O, Hz. Mesih'in insan olmadığı görüşünde idi. Hristiyan ilim adamlarından pek çok kişi bu İncilin Hz. İsa'nın asıl öğrencisi Yuhanna'nm te­lifi olduğunu kabul etmemekte aksine bu İncilin Yuhannanm öğrencilerinden biri tarafından milâdi ikinci asırda yazılmış olduğunu söylemektedirler. Bu İn­cil, Hz. Mesih'in ulûhiyyetini ispat ile onun insan olduğunu vurgulayan diğer öğretileri ortadan kaldırmak gayesiyle yazılmıştır.

Sonuç olarak bütün bu İndilerin Hz. Mesih'e ulaşan senedlerinde kesik­likler vardır. Bizzat Hristiyanlarm itiraf ettiği gibi hiç biri Hz. Mesih'e indiril­miş bulunan gerçek İncil değildir. [36]

 

Barnaba İncili:

 

Hz. İsa'nın biyografisine dair yazılmış İndilerden birisidir. Barnaba, Hz. İsa'nın davasını yaymaya gayret edenlerden birisidir. Oldukça önemli iki hu­susta diğer İndilerden farklılık arzetmektedir: Bunların birincisi Hz. İsa'nın ilâh olmayıp insan olduğunu açıkça ifade etmesi; ikincisi ise göklerin melekû-tunun yaklaşmış olduğunu ve Muhammed (s.a.)'in adını bir çok yerde açıkça ifade edip müjdelemiş olmasıdır. [37]

 

Hz. İsa'nın Mesajı:

 

Hz. İsa'nın mesajı aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

1- Yahudilerin aşırılıklarını ve cumartesi günü fertleri hiç bir hayrı işleye­mez hale getiren şekilciliklerini hafifletip, hileli bir şekilde malı almak üzere insanları heykele (mabede) adakta bulunmaya teşvik etmek suretiyle mal top­lama gibi âdetlerden, paraya ve mala duydukları sevgi ve aşırı düşkünlükten ve azgın maddecilikten onları uzaklaştırmak.

2- Sadukîler diye adlandırılan Yahudileri, inkâr ettikleri ahiret gününe iman akidesine döndürüp imam kalplerinde sağlamca yerleştirmek.

3- Aslında Yüce Allah'a itaat etmek için her şeyden uzaklaşan, kendilerini yalnızca ibadete veren, dünya hayatının geçici süslerine karşı zühd içinde ahi-rete yönelen kimseler olan fakat Hz. Mesih zamanında yalnızca zahiren zahid görünüp bunu mal toplamak için bir paravana edinen ve Ferîsîler diye adlandı­ran Yahudi cemaatini ıslah etmek.

Bunların yanında isteyen kimselere şeriatin hükümlerini yazan "yazıcılar" diye bir topluluk da vardı. Bunlar da insanların mallarını çalıp çırpmak husu­sunda Ferîsîleri andırırlardı.

Aynı şekilde kâhinler ve heykelin hizmetkârları da mal toplamaya oldukça düşkün kimseler olup dünyevî maksatlar uğrunda Allah'ın sözlerini değiştirir­lerdi.

4- Göklerin melekûtunun yaklaştığını müjdelemek. Yani Yüce Allah'ın Tesniye bölümü 18. babının 15. ve 16. cümlelerinde söz konusu edilen ve ümmî peygamber ile göndereceği ilâhî şeriatin gelme zamanının yaklaştığını müj­delemek. Bu ilâhî şeriati getirecek peygamberin geleceğini Allah, İsrailoğulla-rına Hz. Musa vasıtasıyla haber vermişti. Nitekim pek çok peygamber de onun geleceğini müjdelemişti ki, bunlardan birisi Hz. Davud'tur. 45, 149 ve 110. Mezmurlarda bu müjde yer aldığı gibi, Eş'iya bölümünün 8, 9, 26, 35, 46, 43, 50, 51, 52, 54, 55, 60, 65 bablarında Danyal'ın 2 ve 7. sahifelerinde Zekeriyya adlı bölümün 3. sahifelerinde ve diğerlerinde de yer alır. Mesihîler ise buradaki bütün müjdeleri Mesihî dine hamlederek yorumlarlar.

Fakat Hz. İsa ancak bir takım mev'iza, öğüt, hikmet ve misallerden başka bir şey getirmemiştir. Bunların maksadı ise Yüce Allah'a ihlâsla ibadeti ger­çekleştirip gırtlaklarına kadar materyalizme batmış kitlelerin materyalistlikle-rini hafifletip, riya ve iki yüzlülüğü terk etmelerini, Hz. Musa (a.s.)'dan miras olarak aldıkları dinin ruhuna gereken ehemmiyeti vermelerini sağlamaktır.

İncil'de bir kadını boşamış bir kimsenin ondan başka bir kadın ile evlen­memesi, boşanmış bir kadının bir başka erkekle evlenmemesi, zina gerekçesi dışında boşamanın caiz olmaması, iffetin emredilmesi gibi oldukça az birtakım hükümler dışında hüküm yoktur. Yine İncilde hilekârlık, aldatmak, malları ba­tıl yollarla yemek, riyakârlık ve iki yüzlülük gibi bayağı huyların da yasaklan­dığı görülmektedir. [38]

 

Havariler:

 

Havariler Meryem oğlu İsa Mesih'e ilk inanan, onun öğrencisi olan yakın arkadaşlarıdır. Bunlar oniki kişi idiler. İnciller bunlardan "öğrenciler" diye söz eder. Hz. Mesih bunları Yahudilerin yerleşik oldukları kasabalara, tebliğ ettiği gerçek dine davet etmek üzere göndermişti. [39]

 

Hz. İsa'nın Mucizeleri:

 

Mucize, Yüce Allah'ın peygamberlerden herhangi birisi vasıtasıyla mu­arızlara meydan okumakla birlikte karşı konulamayacak türden yarattığı hari­kulade olaylardır. Diğer peygamberlerde olduğu gibi, Hz. İsa da peygamberlik iddiasını destekleyen mucizeler göstermiştir. Çamurdan bir kuş yapıp üfledik­ten sonra bu çamurdan heykelin uçmaya başlaması, anadan doğma körün ve abraş (alacalı)'m iyileştirilmesi, ölülerin diriltilmesi, bazı kimselerin evlerinde yiyip sakladıklarının onun tarafından haber verilmesi Hz. İsa'nın Allah'ın iz­niyle gösterdiği mucizelerdendir. Söz konusu bu mucizeler Al-i İmran suresin­de (49-51. ayet-i kerimelerde) zikredilmiştir. [40]

 

Hz. İsa'nın Vefatı:

 

Kâhinlerin ve Ferîsîlerin iç yüzlerini açığa çıkarması, onların Hz. İsa'ya tuzak hazırlamalarına ve onu krallık ilân ettiği iddiasıyla bölge valisine şikâ­yet etmelerine sebep teşkil etmiştir. Böyle bir iddia Roma İmparatorunun haki­miyetini sarsacak mahiyette olduğu için bölge valisi Hz. Mesih'i yakalamak üzere asker gönderdi. Hz. İsa'yı yakalamak üzere gelen askerler Allah'ın ya-nıltmasıyla İsharyotlu Yahuda'yı Hz. İsa'ya benzettiler ve onu yakaladılar. Bu kişi çarmıha gerilerek öldürüldü. İşte belli bir ücret karşılığında yerini göster­mek üzere kâhinlerin anlaşıp ihbar ettikleri kişi budur.

Yüce Allah Hz. İsa'yı Yahudilerin elinden kurtardı. Hz. İsa öldürülmedi ve asılmadı. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki onlar onu öldür­mediler, onu asmadılar da. Fakat kendilerine benzer gösterilmişti." (Nisa, 4/157). Daha sonra Yüce Allah onu vefat ettirdi (ona verdiği sözü yerine getir­di) ve cesedi ve ruhuyla birlikte ya da yalnızca ruhu ile -bu konudaki iki görüşe göre- semaya, kendi katına yükseltti. Birinci görüş cumhurun görüşüdür. Çün­kü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani Allah şöyle demişti: Ey İsa! Muhak­kak ben seni vefat ettiririm ve kendi katıma yükseltirim." (Al-i İmrân, 3/55). [41]

 

Hristiyanlıkta Teslis (Üç İlâh Kabul Etme):

 

Hristiyanlar Lâhût'da üç uknumun varlığına inanırlar. Bu üç uknum baba, Oğul ve Ruhu 'l-Kudüs' tür. Katolik ve Ortodoks kilisesinin öğretilerine göre ve pek azı müstesna, genel olarak Protestanların kanaatine göre bu böyledir. Bu­nunla birlikte teslis, kelime olarak, Kitab-ı Mukaddes'te bulunmamaktadır. Bu husus İznik Konsilinde 325 yılında, İstanbul Konsilinde 381 yılında kararlaştı­rılmış; Oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ün Lâhûtu hususunda Babaya eşit oldukları hük­me bağlanmış; Oğulun ezelden beri Babanın oğlu olduğu, Ruhu'l-Kudüs'ün de Babadan çıktığı kabul edilmiştir. Tulaytula (Toledo) Konsili ise 589 yılında Ru­hu'l-Kudüs'ün aynı şekilde Oğuldan çıkmış olduğunu hükme bağladı. [42]

 

Açıklaması

 

"İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa gerçek söze göre bu­dur." Daha önce sana açıklamış olduğumuz niteliklere sahip Meryem oğlu İsa işte budur. Sözü geçen bu ifadeler, hakkında herhangi bir şüphe ve tereddüdün söz konusu olmadığı gerçek ve doğru sözlerdir. Hz. İsa'nın gerçek mahiyeti bu­dur Yahudilerin söyledikleri gibi o bir sihirbaz veya Hristiyanlarm ileri sür­dükleri gibi Allah'ın oğlu ve halen elde bulunan İncil'in mukaddimesinde belir­tildiği gibi, Allah'ın kendisi değildir.

"Muhakkak İsa'nın hali, Allah nezdinde Adem'in hali gibidir. Onu toprak­tan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi. Hak Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma." (Al-i İmran, 3/59-60). İşte bir taraftan bu sapıklar, diğer taraftan şu kendilerine gazap olunanlar, Hz. İsa hakkında anlaşmazlık içeri­sindedirler ve farklı görüşlere sahiptirler: "Bir de onların küfürleri, inkârları ve Meryem aleyhinde pek büyük iftirada bulunmaları dolayısıyla..." (Nisa, 4/156).

Daha sonra Yüce Allah İsa'nın kendisinin oğlu olduğunu reddederek şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın çocuk edinmesi olacak şey değildir. O münezzehtir. Bir işe hükmettiğinde ona yalnızca "ol" der, hemen oluverir." Yüce Allah'ın ço­cuk edinmesi gerekmez, böyle bir şey doğru olmaz; bu, kabul edilebilir bir şey de değildir. Çünkü O'nun evlâda ihtiyacı yoktur. O ebediyen diridir, asla ölmez. Yüce Allah onların bu sözlerinden münezzehtir, mukaddestir. O bir şeyi dileye­cek olursa onu hemen var eder; çünkü O, o işin var olmasını emreder ve diledi­ği gibi de olur. Bu durumda olanın, çocuğunun olması nasıl düşünülebilir? Zira böyle bir şey eksiklik ve ihtiyacın bir belirtisidir: "Ey Kitap ehli! Dininizde haddi aşmayın, Allah'a karşı hak olandan başkasını söylemeyin..." (Nisa, 4/171).

"Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde O'na ibadet edin, dosdoğru yol budur." Hz. İsa'nın beşikte iken kavmine emretmiş olduğu hususlardan birisi de onlara: "Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbirvizdir." diye gerçeği haber vermesidir. Daha sonra onlara şu sözle­riyle Allah'a ibadet etmelerini emretti: "O halde O'na ibadet edin, dosdoğru yol budur." Yalnız, Allah'a, O'na kimseyi ortak koşmaksızm ibadet ediniz. Benim Allah'tan size getirdiğim bu mesaj hiç bir eğriliği olmayan dosdoğru yoldur. Bu yolu izleyen asla sapmaz. Bu yolu izleyen doğruyu bulur, hidayet bulur; ona muhalefet eden ise sapar, haktan uzaklaşır gider.

Matta İncili 4. bölüm 10. cümlede şöyle denilmektedir: "Yesû' (İsa) ona de­di ki: Defol ey şeytan! Çünkü ilâhın olan Rabbe secde etmen ve yalnızca Ona ibadet etmen yazılmıştır."

Yüce Allah'ın kendisinin: "Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde O'na ibadet edin" demesi uygun düşmeyeceğinden bu sözü söyleyen kimsenin Allah'tan başkası olması kaçınılmazdır. Ebu Müslim el-Isfa-hanî şöyle der: "Muhakkak Allah" buyruğu daha önce geçen Hz. İsa'nın: "Mu­hakkak ben Allah'ın kuluyum, bana kitap vermiştir..." (Ayet, 30) buyruğuna at-fedilmiştir. Şöyle demiş gibidir: Muhakkak ben Allah'ın kuluyum ve şüphesiz ki, O benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnızca O'na ibadet ediniz.

Hz. İsa'nın durumu gayet açık olup, onun Allah'ın kulu ve Rasulü olduğu besbelli olmakla birlikte, Hristiyanlar ve Yahudiler Hz. İsa hakkında ayrılığa düşmüşlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Cemaatler kendi ara­larında anlaşmazlığa düştüler. O büyük günde hazır olacaklarından dolayı vay o kâfirlere!" Halinin açığa çıkıp durumunun netlik kazanmasından, onun Al­lah'ın kulu ve Rasulü olduğunun, Meryem'e bıraktığı kelimesi olduğunun açıkça anlaşılmasından sonra da Kitap Ehli onun hakkında farklı kanaatlere sahip ol­muşlardır. Yahudiler, O'nun (hâşâ) bir zina çocuğu olduğunu, bir sihirbaz olup sözlerinin büyü olduğunu ve aslında marangoz Yusuf un (Yusuf en-Neccar) oğlu olduğunu söylerler. Aynı şekilde Hristiyan fırkaları da onun hakkında anlaş­mazlığa düşmüşlerdir. Onlara mensup olan Nasturîler: O Allah'ın oğludur, der­ken Melikiler, o üçün üçüncüsüdür, Yakubîler ise[43] O Allah'ın kendisidir, der­ler. İşte Hz. İsa'nın apaçık bildirilen durumu hakkında anlaşmazlığa ve sapıklı­ğa düşen bu kâfirlere kıyamet gününde çok ağır ve çetin bir azap vardır. Onlar, dehşeti pek büyük olan bu günde hazır edileceklerdir.

Bu, Allah'a karşı yalan söyleyen, iftirada bulunan Onun çocuğu olduğunu iddia eden kimselere çok ağır ve büyük bir tehdittir. Fakat Yüce Allah onlara kıyamet gününe kadar süre tanımış, cezalarını ertelemiştir. Bu ise onun hilmi-nin ve kudretinin bir neticesidir. Çünkü o kendisine isyan edip karşı gelenlere çabucak ceza vermez. Nitekim Buharî ile Müslim'de şöyle bir hadis yer almak­tadır: "Şüphesiz Allah zalime mühlet verir. Fakat onu yakaladı mı da bırak­maz. " Daha sonra Allah Rasulü şu ayet-i kerimeyi okudu: "İşte Rabbin, zulmeder halde bulunan ülkeleri (azabıyla) yakaladığı zaman böyle yakalar. Şüphesiz onun yakalayışı pek acıklı ve pek çetindir." (Hûd, 11/102).

Yine Buharî ile Müslim'de Allah Rasulünün şöyle buyurduğu nakledil­mektedir: "İşittiği rahatsızlık verici şeyler dolayısıyla Allah'tan daha sabırlı kimse yoktur. Onlar Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlar. Buna rağmen o on­lara rızık ve afiyet verir." Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "(Halkı) zalim olduğu halde nice ülkeler vardır ki, onlara mühlet verdim. Sonra onları yakala­dım. Dönüş ancak banadır." (Hacc, 22/48) Bir başka yerde de şöyle buyurmak­tadır: "Sakın o zalimlerin işlediklerinden Allah'ı gafil zannetme. Artık onları kendisinde gözlerin şaşkınlıkla kayacağı o güne erteliyor." (İbrahim, 14/42).

Hz. İsa'ya dair doğru inanışın hülâsasını Buharî ile Müslim'de yer alan sa­hih hadisteki şu ifadeler vermektedir: Hadisi Ubâde b. es-Samit rivayet etmek­tedir. Ubâde şöyle der: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Her kim Allah'tan baş­ka ilâh olmadığına, O'nun bir ve tek olup ortağının bulunmadığına, Muham-med'in Allah'ın kulu ve Rasulü olduğuna, İsa'nın da Allah'ın kulu ve Rasulü, Meryem 'e bıraktığı kelimesi ve kendinden bir ruh olduğuna şahitlik eder, cenne­tin ve cehennemin hak olduğuna tanıklık ederse, Allah onu ameli ne olursa ol­sun, cennete koyacaktır."

Daha sonra Yüce Allah dünyadakinin tam aksine kıyamet gününde kâfir­lerin görmelerinin çok keskin, işitmelerinin de çok güçlü olacağını şu buyruğu ile haber vermektedir: "Bize gelecekleri günde nasıl işitirler, ne biçim görürler? Fakat zulmedenler bugün apaçık bir sapıklık içindedir." Hesap ve ceza için bi­ze gelecekleri gün kâfirler ne güçlü işitirler, ne keskin görürler! Onlar her şey­den çok iyi işitecek, çok iyi göreceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Günahkârların Rablerinin huzurunda başlarını eğip: "Rabbimiz gör­dük, işittik..." diyecekleri vakit, onları bir görsen." (Secde, 32/12). Onlar bu söz­lerini, kendilerine bunun da başka hiç bir şeyin de fayda vermeyeceği bir vakit­te söyleyeceklerdir.

Kâfirler ahirette hakkı bileceklerdir. Dünyada ise bunlar hakka karşı sa­ğır ve kördürler. Ne işitirler, ne görürler ne de akıllarını kullanırlar. Onlardan hidayete yönelmeleri istendiği halde hidayete yönelmezler. Fakat artık kendile­rine fayda sağlamayacak yerde, kıyamet gününde itaatkâr olurlar. Eksiklikle­rini telâfi etmek için tekrar dünyaya döndürülmelerini temenni ederler.

Daha sonra Yüce Allah onların korkutulup uyarılmalarını emrederek pey­gamberi Muhammed (s.a.)'e şöyle buyurmaktadır:

"Onları işin bitirilmiş olacağı o hasret günü ile korkut. Onlarsa gaflettedir­ler ve onlar iman etmezler." Ey peygamber! Sen müşrik olsun olmasın bütün insanları, hep birlikte pişmanlık duyacakları o gün ile korkutup uyar! O günde kötülük işleyen işlediği kötülüklerden dolayı, iyilik yapan ise daha çok hayır yapmadığından dolayı pişmanlık duyacaktır. Bu ise hesabın bitirilip sahifele-rin katlanıp durulduğu, cennetlikler ile cehennemlikler arasında hüküm veril­diği, öncekilerin cennete, diğerlerinin ise cehenneme gidecekleri vakit olacak­tır. Kâfirler bu gün pişmanlık gününde korkutuldukları şeylerden gaflet içindedirler. Bu günde kendilerine yapılacaklardan, karşı karşıya kalacaklarından gafildirler. Onlar bu gün kıyameti, hesabı ve cezayı tasdik etmemektedirler.

Buharî, Müslim ve Tirmizî, Ebu Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ölüm siyah beyaz renkli bir koç şeklinde getirilir. Bir münadinin: Ey cennetlikler, diye seslenmesi üzerine boyunlarını uzatır, bakarlar. Münadi: Bunu tanıyor musunuz"? diye sorar, cen­netlikler: Evet, bu ölümdür, derler. Çünkü hepsi onu görmüşlerdi. Daha sonra yine bir münadi: Ey cehennemlikler, diye seslenir, onlar da boyunlarını uzatır bakarlar. Münadi: Bunu tanıyor musunuz? der. Onlar: Evet, bu ölümdür, derler. Çünkü hepsi onu görmüşlerdi. Bu koç cennet ile cehennem arasında boğazlanır, (sonra) bu münadi şöyle seslenir: Ey cennet halkı! Burada ebedisiniz, ölüm (ünüz) söz konusu olmayacaktır. Ey cehennemlikler! Siz de burada ebedisiniz ölüm(ünüz) söz konusu olmayacaktır. Daha sonra (Hz. Peygamber) şu: "Onları işin bitirilmiş olacağı o hasret günü ile korkut. Onlarsa gaflettedirler ve onlar iman etmezler." ayeti kerimesini okudu."

"Arza ve üzerindekilere muhakkak biz, evet biz varis oluruz ve yalnız bize döndürülürler." Ey peygamber! Onlara şunu da bildir ki, Allah arza ve üzerin­dekilere mirasçı olacaktır. Orada arz ehlinden ölülerin geri bıraktıkları yer, yurt ve mallarını miras alacak hiç bir kimse kalmayacaktır. Sonra onlar kıya­met gününde Allah'a döndürülürler. Herkese amelinin karşılığını verir. İyilik yapan iyilikle, kötülük yapan da kötülükle karşılık görecektir. [44]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar çıkartılabilir:

1- Kur'ân-ı Kerim'in Hz. İsa'nın yaratılış keyfiyetine dair verdiği haber, kendisinde şüphenin söz konusu olmadığı yegâne gerçektir. Bunun dışında ka­lan bir takım uydurma sözler, Yahudi ve Hristiyanların iddiaları ise batıldır, muteber değildir. Hristiyanlar onu zaniye bir kadının oğlu olmakla itham eder­ken, nasıl olur da aynı zamanda İsa'nın Rab ve ilâh olduğu iddiasını kabul ede­bilirler? Kitap Ehli'nin İsa hakkında anlaşmazlığa düşüp gruplara ayrılmaları­nı gerektiren hiç bir şey yoktur.

2- Hz. İsa, Hristiyanların ileri sürdükleri gibi Allah'ın oğlu değildir. Al­lah'ın bir çocuk edinmesi gerekmez, çünkü Allah'ın çocuğa ihtiyacı yoktur. O ortaktan, çocuk edinmekten ve bütün eksikliklerden münezzehtir. Şüphesiz ki, Allah bir şeyi var etmek istediği vakit ona "ol" der, o da hemen oluverir. O her şeye gücü yetendir. Yüce Allah'ın kelâmı ve sözü ise kadîmdir, sonradan var edilmiş değildir. Onun "ol" sözü eğer muhdes (sonradan var edilmiş) olsaydı, bunun ihdas edilebilmesi için bir başka söze ihtiyaç olurdu ve bunun için tesel­sül kaçınılmaz olurdu.

3- Hz. İsa kavmine Allah'ın birliğine inanmayı ve O'na ibadet etmeyi em­retmiştir. Allah bütün yaratılmışların Rabbidir. İbadete lâyık olan yalnızca O'dur. O'ndan başka hiç bir şey ibadete lâyık olamaz. İşte hiç bir eğriliğin bulunmadığı dosdoğru din budur.

"Muhakkak Allah benim de Rabbimdir sizin de Rabbinizdir." ayeti insan­ların işlerini çekip çevirenin, işlerini yoluna koyanın Yüce Allah olduğunun; müneccimlerin, insanların işlerinde yıldızların etkisi olduğu iddiasının doğru olmadığının da delilidir.

Aynı şekilde bu, mutlak ilâhın bir ve tek olduğunu da göstermektedir. Çünkü "Allah" lafza-ı celâli, Şanı Yüce Allah'ın özel adıdır. "Muhakkak Allah benim de Rabbimdir sizin de Rabbinizdir" buyruğunda yaratıkların Yüce Al­lah'tan başka Rabbi olmadığının ifade edilmesi tevhidin delilidir.

4- Hz. İsa hususunda Kitab Ehli'ne mensup çeşitli fırkalar anlaşmazlık içerisindedirler. Yahudiler onu büyücülükle itham ettiler ve nesebine dil uzat­tılar. Hristiyanlar ise bu konuda üç fırkaya ayrıldılar. Nastûrîler Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söylerken, Melkânîler üçün üçüncüsüdür, Yakubîler ise Allah'ın kendisidir, demişlerdir. Böylelikle Hristiyanlar aşırıya gitmişler, Yahudiler ise bu konuda kusurlu hareket etmişlerdir.

5- Kıyamet günü, Hz. İsa hakkında anlaşmazlığa düşen o kâfirler çetin bir azap ve helak oluşla yüzyüze geleceklerdir.

6- Şanı Yüce Allah bu güne tanık olacak topluluğun halini, ibret alsınlar diye tanıtmış bulunmaktadır. Ahiret gününde onlar çok iyi işitecek, çok iyi göreceklerdir. Halbuki dünya hayatında ne kadar anlayışsız ve ne kadar hakkı işitmez kimselerdir! Onlar dünya hayatında apaçık bir sapıklık içerisinde ol­dukları halde ahirette hakkı bileceklerdir. Dünya hayatında sağır ve kör olduk­ları halde ahiretteki azabı gördükleri vakit işitecek ve göreceklerdir; fakat bunun onlara faydası olmayacaktır.

7- Uyaran kimse, artık uyardığı kimselere ileri sürecek bir mazeret bırak­mamış demektir. Peygamber (s.a.) kavmini de, bütün müşrikleri de kıyamet gününde ve cennet ehliyle cehennemlikler arasında ayırdedici hükmün verile­ceği hesap gününde hissedecekleri ağır pişmanlıkları bildirerek uyarmıştır. İş­te bu hüküm verildikten sonra cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehen­neme gireceklerdir.

8- Mutlak malik ve tasarruf sahibi, Yüce Yaratıcıdır. Bütün yaratılmışlar helak olacaklardır. Yüce Allah baki kalacaktır. Hiç bir kimse herhangi bir mülk ve tasaruf iddiasında olmayacaktır. Aksine bütün yaratıklarına mirasçı O olacaktır. Onlardan sonra kalacak olan da yine O'dur. Hiç bir nefse bir zerre ağırlığı kadar dahi hiç bir şekilde zulüm edilmeyecektir. Bütün yaratıklar Rab-lerine dönecek ve O herkese amelinin karşılığını verecektir.[45]

 

İbrahim (A.S.) Kıssası

 

41- Kitap'ta İbrahim'i de an. Gerçekten o çok doğru sözlü bir peygamber idi.

42-  Hani babasına demişti: "Babacığım işitmez, görmez, sana fayda vermez şeye niçin ibadet edersin?

43- "Babacığım, ilimden sana gelmeyen ba­na geldi. O halde bana uy ki, sana dosdoğ­ru yolu göstereyim.

44- "Babacığım, şeytana ibadet etme. Mu­hakkak şeytan Rahman'a asi olmuştur.

45- "Babacığım, Rahman'ın azabı sana do­kunacak da şeytanın velisi olacaksın diye korkarım."

46- Dedi ki: "Ey İbrahim! Sen benim ilâhla­rımdan yüz çevirici misin? Eğer vazgeç­mezsen seni mutlaka taşlarım. Bir süre benden uzaklaş ve yanımdan git."

47- "Selâm olsun sana. Ben Rabbimden se­nin için mağfiret isteyeceğim. Gerçekten O, bana lütuf ve ikramda bulunmuştur." dedi.

48- "Sizden ve sizin Allah'tan başka taptık­larınızdan uzaklaşıyorum. Rabbime iba­det ederim. Umulur ki, Rabbime ibadetim sayesinde zarar etmem."

49- Onları ve Allah'tan başka taptıklarını terk edince biz ona İshak'ı ve Yakub'u ba­ğışladık ve onların hepsini peygamber kıl­dık.

50- Ve biz onlara rahmetimizden bağışla­dık. Yüce bir dille doğru olarak anılmala­rını sağladık.

 

Belagat:

 

"O çok doğru sözlü bir peygamberdi." buyruğundaki es-sıddîk (oldukça doğru sözlü) mübalağa siğasıdır. Yani doğrulukta oldukça ileri gitmiş bir kimse idi.

"Benim ilâhlarımdan yüz çevirici misin?" sorusu inkâr ve taaccüp (yani böyle bir tutumu red ve böyle bir tutumdan dolayı hayret) bildirir.

"Yüce bir dil ile doğru olarak anılmalarını sağladık." buyruğu dil ile on­lardan güzel bir şekilde söz etmek ve onları güzel bir şekilde övmekten kinaye­dir. Çünkü övgü dil ile olur.

Peygamber, yüce, lütufkâr ve ikram sahibi, dosdoğru, âsi, veli, lutufkâr, zarar etmek kelimelerinde oldukça güçlü bir seci' vardır. [46]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kitapta İbrahim'i de an." Onlara bu surede İbrahim'in kıssasını yahut haberini de an ve oku. "Gerçekten o çok doğru sözlü" asla yalan söylememiş, son derece doğru sözlü "bir peygamberdi". "Hani babasına" Azer'e "demişti ki...": Azer putlara tapan birisi idi. Ona oldukça yumuşak bir üslûpla: "Babacı­ğım şeytana ibadet etme!" Aslında putlara ibadet şeytana ibadettir. Çünkü bu ibadeti emreden odur. O bakımdan putlara ibadet hususunda şeytana itaat et­men suretiyle sen ona itaat etmiş olursun.

Tevbe etmediğin takdirde de "şeytanın velisi olacaksın." Şeytanın yardım­cısı, onunla birlikte lanete uğrayan bir kimse yahut da cehennemde onunla bir­likte olacaksın "diye korkarım."

"Sen benim ilâhlarımdan yüz çevirici misin1?" Onlardan hoşlanmıyor ve bunun için onları ayıplıyor musun? "Eğer vazgeçmezsen" yani putlara dil uzat­maktan, onlar hakkında ileri geri konuşmaktan vazgeçmezsen "seni mutlaka taşlarım." Çirkin sözler söyleyerek sana hakaret ederim. Yahut sana taş ata­rım. O bakımdan benden sakın. "Bir süre benden uzaklaş ve yanımdan git." Uzun bir süre beni terk et.

"Selâm olsun sana," benden. Bu, vedalaşma ve terk etme selâmı olup kö­tülüğe iyilikle karşılık verme manası taşıyordu. Ben sana kötü bir şey yapma­yacağım ve artık bundan böyle de seni rahatsız edecek bir şeyi sana söylemeye­ceğim. "Senin için mağfiret isteyeceğim." Allah'tan senin için mağfiret dileyece­ğim, belki seni tevbe ve iman etmeye muvaffak kılar. Kâfire mağfiret dileme­nin gerçek mahiyeti, onun mağfiret olunmasını gerektiren şeylere muvaffak kı­lınmasını dilemektir. "O bana lütuf ve ikramda bulunmuştur." Bana iyilik ve ikramı alabildiğine ileridir. Benim duamı kabul eder. Nitekim Hz. İbrahim va­adinde durmuştur. Şuarâ suresinde "... babama da mağfiret buyur..." diye dua ettiği belirtilmektedir. (Şuarâ, 26/86).

"Sizden ve sizin Allah 'tan başka taptıklarınızdan uzaklaşıyorum." Sizi ve Allah'tan başka taptıklarınızı terk ediyorum. "Rabbime ibadet ederim." Yalnız­ca O'na kulluk ederim. "Umulur ki, Rabbime ibadetimde zarar etmem." Yaptık­larım boşa çıkmaz, sizin putlarınıza ibadetinizin boşa çıktığı gibi olmaz. Sözün başında "umulur ki" denilmesi ise bir alçakgönüllülük, duanın kabulünün ve amelin sevabının verilmesinin Allah hakkında vacip değil, O'nun bir lütfü ol­duğuna dikkat çekmek içindir.

Şam'a hicret etmek ve Arz-ı Mukaddes'e gitmek suretiyle "Onları ve Al­lah'tan başka taptıklarını terk edince; biz ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık." Ona kendileriyle teselli bulacağı bir oğul ve ondan da bir torun bağışladık.

Bunlar ise Hz. İbrahim'in hanımı Hz. Sâra'dan olan oğlu İshak ve İshâk'tan olan torun Yakub'dur.

"Onların hepsini peygamber kıldık." Bu ikisine de yahut da onların hepsi­ne de biz peygamberlik bağışladık. "Ve biz onlara" üçüne "rahmetimizden" mal ve evlat "bağışladık. Yüce bir dille doğru olarak anılmalarını sağladık." Bütün din mensupları tarafından övülmelerini sağladık. [47]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu Meryem süresindeki üçüncü kıssadır. Yüce Allah Hristiyanların sapık­lıklarını açıkladıktan sonra putlara tapanların sapıklıklarını söz konusu etmek­tedir. Her iki kesimin ortak özelliği sapıklık olmakla birlikte bu ikincilerin sa­pıklığı daha büyüktür. Çünkü surenin asıl amacı tevhidi, nübüvveti, öldükten sonra dirilişi ve haşri ispatlamaktır. Tevhidi inkâr edenler ise iki kesimdir. Bir kesim, Allah'tan başka canlı ve akıllı bir mabud bulunduğunu kabul etmektedir ki, bunlar Hristiyanlardır. Diğer bir kesim ise Allah'tan başka canlı da olmayan, akıllı da olmayan cansız varlıkların mabud olduğunu kabul etmektedir ki, bun­lar da putperestlerdir. Her iki kesimin tuttukları yolun batıl olduğunu açıkla­mak amacıyla da önce birinci kesim, sonra ikinci kesim söz konusu edilmiştir.

Hz. İbrahim kıssasının söz konusu edilmesinin sebebi ise onun Arapların atası olmasıdır. Araplar da onun şeriat ve dinini kabul ediyorlardı: "Babanız İbrahim'in dini" (Hacc, 22/78). Böylelikle Yüce Allah, Hz. İbrahim'in babası Azer ile tartışmasını zikrederek Hz. İbrahim'in izlediği yolun mahiyetine dik­katlerini çekmektedir.

Bakara suresinde Hz. İbrahim kıssasını görmüş bulunuyoruz. Dikkat edi­lecek olursa İbrahim (a.s.), Suyutî'nin de belirttiği gibi, 175 yıl yaşamıştır. Ken­disiyle 4Hz. Adem arasında iki bin, onunla Hz. Nuh arasında ise bin yıllık bir süre vardır. Peygamberler ağacı ondan dallanıp budaklanmıştır. [48]

 

İshak (a.s.):

 

Hz. İshak'm annesi Sara'dır. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. İshak kıssası ile ilgili olarak, yalnızca meleklerin onun doğacağı müjdesini vermesinden, oldukça bil­gili bir evlat olduğundan, sahillerden bir peygamber oluşundan, Allah'ın onu mübarek kılışından söz edilmektedir.

Yahudiler ve Hristiyanlar Hz. İbrahim'in kurban etmek istediği evlâdının Hz. İshak olduğunu iddia ederler. Halbuki Tevrat, -biraz sonra Hz. İsmail kıs­sasında açıklayacağımız gibi- bu iddiayı da yalanlamaktadır.

Hz. İshak 180 yıl yaşamış ve Habrun denilen yerde defnedilmiştir. Burası ise bu gün el-Halil diye bilinen şehirdir. Burada el-Mekfile denilen mağarada medfundur. [49]

 

Hz. Yakub (a.s.):

 

Hz. Yakub, İsrail lakaplı olup Hz. İbrahim'in torunu ve Hz. İshak'ın oğlu­dur. Dayısı Laban'ın iki kızı olan Lîe ve Râhîl ile Feddân Arâm'da evlenmiştir.

Daha sonra bu ikisine ait iki cariye olan Zülfa ve Belhâ ile evlenmiştir. Filis­tin'de doğan Bünyamin müstesna, Aramda doğan bütün çocukları bu kadınlar­dandır. [50]

 

Bu Kıssanın Diğer Kıssalarla İlişkisi:

 

Bu, Hz. Zekeriyya ve Yahya ile Hz. İsa ve Meryem kıssalarından sonra bu surede yer alan üçüncü kıssadır. Bilindiği gibi bu surenin maksadı tevhidi, pey­gamberliği ve haşri açıklamaktır. Tevhidi inkâr edenler ise Allah'tan başka bir mabudun varlığını kabul ederler. Bunlar da iki kesimdirler. Bu kesimlerden bi­risi Yüce Allah'ın dışında diri ve akıllı bir mabudun varlığını kabul eden Hristiyanlardır. Diğer kesim ise Allah'tan başka, cansız ve akıl sahibi olmayan, şuursuz bir mabudun varlığını kabul eden putperestlerdir.

Her iki kesimin ortak özelliği sapıklık olmakla birlikte, birinci kesimin sa­pıklığı daha büyüktür. İşte Şanı Yüce Allah birinci kesimin sapıklığını açıkladık­tan sonra puta tapanlar olan ikinci kesimin sapıklığını söz konusu etmektedir. [51]

 

Açıklaması

 

"Kitapta İbrahim 'i de an. Gerçekten o çok doğru sözlü bir peygamber idi." Bu daha önce geçen Yüce Allah'ın: "Kitapta Meryem'i de an." buyruğuna atfe-dilmiştir ki, bu da Yüce Allah'ın: "Bu, Rabbinin kulu Zekeriyya ya rahmetini anı-şıdır." buyruğuna atfedilmiştir. Ey Peygamber! O çok doğru sözlü, Rahmân'm Halil'i, peygamberlerin atası İbrahim'i de an ve sana indirilen bu kitapta insan­lara onun haberini oku. O çok doğru sözlü birisiydi. Allah'ın ayetlerini bütün gü­cüyle tasdik edendi. Kavmini Allah'ı tevhid etmeye, putlara ibadeti terk etmeye çağırmıştı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Hani babasına demişti: Ba­bacığım! İşitmez, görmez, sana fayda vermez şeye niçin ibadet edersin?" İbra­him'in oldukça yumuşak, uyanık bir akıl ve kesin bir delil ile babası Azer'e şu sözleri söylediğini hatırla: Babacığım! Niçin kendisine yaptığın duayı işitmeyen, ona yaptığın ibadeti görmeyen, sana bir fayda sağlayaman sana ve gelecek bir zararı da önleyemeyen şeyler olan cansız putlara ibadet ediyorsun?

"Babacığım, ilimden sana gelmeyen bana geldi. Sen bana uy ki, sana dos­doğru yolu göstereyim." Babacığım! Her ne kadar ben senin sulbünden gelip yaşça senden daha küçük isem de şunu bil ki, ben Allah'tan gelen bir ilme sa­hip bulunuyorum. Bu bilgiyi sen bilmiyorsun. Sen böyle bir şeyden haberdar değilsin. Böyle bir bilgi sana gelmiş değildir. O bakımdan benim bu çağrıma uy! Seni, isteğine ulaştıracak, hoşa gitmeyen ve korkulan her şeyden koruya­cak dosdoğru bir yola ileteceğim.

İletmekten (hidayetten) maksat ise delili açıklayıp gereken şekilde onu ayan beyan ortaya koymaktır. Hz. İbrahim'in: "Bana uy" ifadesi farz kılıcı bir emir değil, irşad edici bir emirdir. Bu karşılıklı konuşma, Hz. İbrahim'e pey­gamberliğin gelmesinden sonra olmuştur. Dikkat edilecek olursa babasını ca­hillikle nitelendirmiyor, kendisini de eksiksiz bir bilgiye sahip olmakla nitele­miyor ki, babası ondan nefret etmesin. "O sadece sana verilmemiş olan bir mik­tar ilim bana verilmiştir"   demekle yetindi.

"Babacığım! Şeytana ibadet etme. Muhakkak şeytan Rahman'a asi olmuş­tur. " Babacığım! Bu putlara ibadet etmek suretiyle şeytana itaat etme. Çünkü onlara ibadete çağıran yolu açan ve bu işe razı olan şeytandır. Nitekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır: "Ey Ademoğulları! Şeytana tapma­yın. O sizin için apaçık bir düşmandır diye size açıklamadım mı? (emretmedim mi?)" (Yâsîn, 36/60); "Onlar onu bırakıp yalnız dişilere taparlar. Onlar ancak inatçı bir şeytana tapmış olurlar." (Nisa, 4/117).

Şeytana itaat etme. Çünkü putlara tapmak, şeytana itaatin bir parçasıdır. Şeytan ise Adem'e secde emrini terk ederek Rabbine karşı büyüklük taslamış, emre muhalefet etmiş, isyankâr birisidir. İsyankâr birisinden ise nimetler çeki­lip alınır ve sıkıntılar, azaplar gelip onu bulur. Bundan dolayı Rabbi onu kovup rahmetinden uzaklaştırmıştır. Sen ona uyma, onun gibi olursun. Çünkü putla­ra tapmayı hiç bir akıl kabul etmez. Fakat putlara tapmak şeytanın vesvese ve aldatmalarından ortaya çıkar. O bakımdan putlara ibadet ona ibadettir. Onun aldatmalarına itaattir. Şeytan ise Adem ve soyundan gelenlerin düşmanıdır. Size kötülükten başka bir şey dilemez.

"Babacığım! Rahmanın azabı sana dokunacak da şeytanın velisi olacaksın diye korkarım." Babacığım! Şirk ve benim isteğime karşı gelmen dolayısıyla Al­lah'ın azabının gelip seni bulmasından ve böylelikle şeytana veli ve dost olman­dan, -onu veli edinmen sebebiyle- cehennemde onunla birlikte olmandan korka­rım. Bu, babasını kötü akıbetten sakındırma ve bir uyarmadır. Çünkü böyle bir durumda onun İblis'ten başka bir yardımcısı ve destekçisi olmayacaktır. Oysa o vakit İblis'in de başkalarının da yapacakları bir şeyleri olmayacaktır. Hatta İblis'e tabi olmak, cezanın o tabi olanı da kuşatmasını gerektirir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'a andolsun ki, biz senden önceki ümmetlere de pey­gamberler gönderdik. Şeytan yaptıklarını kendilerine süslü ve hoş göstermişti. İşte o, bu gün de onların velisidir. Onlara çok acıklı bir azap da vardır." (Nahl, 16/63).

Davetteki bu edebe ve putlara ibadetin batıl oluşunu kesinlikle ortaya ko­yan bunca delil ve belgeye rağmen babası Hz. İbrahim'e umulmadık bir şekilde cevap verdi. "Dedi ki: Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz çevirici misin? Eğer vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarım. Bir süre benden uzaklaş ve yanım­dan git." Hz. İbrahim'in babası oğlunun çağrısına şu sözleriyle cevap verdi: Bu putlardan yüz çeviriyor ve başkalarına mı yöneliyorsun? Eğer sen bu putlara ibadet etmek istemiyor, onları beğenmiyorsan, onlara sövmekten, dil uzatmak­tan vazgeç. Çünkü sen bu işten vazgeçmeyecek olursan şüphesiz seni taşlarım yahut ben de sana hakaret ederim. Uzun bir süre benden uzak dur!

Dikkat edilecek olursa baba oğluna sert bir karşılık vermiştir. Oğlu kendi­sine "babacığım", dediği halde o oğluna "yavrucuğum" demeyerek, onun olduk­ça yumuşak öğüdüne tehdit ve hakaretle karşılık vermiştir. Bu da peygamber (s.a.)'in kavminden gördüğü eziyet ve işkencelere, amcası Ebu Leheb'in kabalı­ğına, Ebu Cehil'in de sert ve haşin tutumlarına karşı bir tesellidir.

Bütün bunlara rağmen Hz. İbrahim oldukça nazik bir şekilde şu sözlerle ce­vap verdi: "Selâm olsun sana; Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim. Gerçekten o bana lütuf ve ikramda bulunmuştur, dedi." İbrahim babasına şöyle ce­vap verdi: Selâm sana. Bu, selâmlaşmak kasdı ile verilen bir selâm değildir; bir ayrılma, vedalaşıp terk etme selâmıdır. Benden artık hoşuna gitmeyecek bir şey görmeyeceksin, seni rahatsız etmeyeceğim. Buna sebep ise babalığına olan say-gımdır. Nitekim Yüce Allah müminlerin nitelikleri ile ilgili olarak şöyle buyur­maktadır: "Cahiller onlara hitap ettiğinde onlar, "Selâm", derler." Furkan, 25/63); "Boş söz işittiklerinde yüz çevirirler ve derler ki: Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizin olsun. Size selâm olsun, biz cahilleri aramayız." (Kasas, 28/55).

Fakat ben Allah'tan seni imana muvaffak kılmak, hayra iletmek suretiyle sana hidayet verip sana mağfiret buyurmasını isteyeceğim. Şüphesiz Rabbim bana çok lütufkârdır, bana karşı çok iyidir. Kendisine dua ettiğim vakit duamı kabul eder. Şu buyruklar da bu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Ve babamı mağfiret buyur. Çünkü o sapıtanlardandır." (Şuarâ, 26/86); "Rabbimiz hesabın görüleceği gün bana, ana ve babama ve bütün iman edenlere mağfiret buyur." (İbrahim, 14/41). Bütün bunlardan kasıt hidayet bulmalarını ve sapıklığı terk etmelerini dilemektir.

Hz. İbrahim'in babasına mağfiret dilemesi, daha önce babasının kendisine iman edeceğine dair vermiş olduğu bir söz dolayısıyla olmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İbrahim'in babasına mağfiret dilemesi ancak ona verdiği bir sözden dolayı idi. Fakat babasının Allah'ın düşmanı olduğu belli olunca ondan uzaklaştı..." (Tevbe, 9/114).

İbni Kesir'in görüşüne göre müşriklere mağfiret dilemek önceleri caizdi. Daha sonra bizim şeriatimizde de nesholundu. İbrahim (a.s.), babasına uzun bir süre mağfiret diledi. Şam'a hicret edip Mescid-i Haram'ı bina ettikten ve İs­mail ve İshak adındaki çocukları dünyaya geldikten sonra şu sözleriyle mağfi­ret dilemişti: "Rabbim, hesabın görüleceği günde bana, ana babama ve mümin­lere mağfiret buyur." (İbrahim, 14/41). Müslümanlar da İslâm'ın ilk dönemle­rinde müşriklerden olan akraba ve yakınlarına mağfiret dilemiştir. Bu hususta da İbrahim el-Halü'e uymuşlardır. Bu durum, Yüce Allah'ın şu buyrukları na­zil oluncaya kadar devam etmiştir: "İbrahim'de ve onunla birlikte olanlarda si­zin için gerçekten alınacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine: "Şüphesiz bizler sizden ve Allah'tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden uzağız" de­mişlerdi... İbrahim'in babasına: "Muhakkak senin için mağfiret isteyeceğim. Şu kadar var ki, Allah'ın azabına karşı sana bir şey yapmak imkânım yoktur" sözü müstesna." (Mümtehine, 60/4). Siz bu söz dışında İbrahim'e uyunuz, fakat bu hususta ona uymayınız. Daha sonra Yüce Allah, Hz. İbrahim'in mağfiret dile­mekten vazgeçtiğini açıklamakta ve bu konudaki şer'î hüküm, Yüce Allah'ın şu buyruğunun delâletine uygun olarak nihaî şeklini almış bulunmaktadır: "Müş­riklerin o çılgın ateşliklerden oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra akrabala­rı dahi olsa onlara, peygamberin ve müminlerin de mağfiret dilemeleri olacak şey değildir." (Tevbe, 9/113)[52]

Hülâsa, hayatta oldukları sürece (kâfirlere) hidayet ve imana muvaffaki­yet talebi anlamında mağfiret dilemekte bir mahzur yoktur. Şirk ya da küfür üzere ölümden sonra ise böyle bir dilek yasaktır. Bazı kimselerin kâfir olduğu­nu bile bile "rahmetlik filan" diye anılmaları da caiz değildir.

Daha sonra Hz. İbrahim Şam tarafına hicret etmeyi kararlaştırdı: "Ben sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzaklaşıyorum. Rabbime iba­det ederim. Umulur ki, Rabbime ibadetim sayesinde zarar etmem." Sizden uzaklaşıyor ve dinim ile, sizden sizin taptıklarınızdan uzaklaşarak hicret edi­yorum. Çünkü siz benim öğüdümü kabul etmediniz. Buna karşılık ona hiç bir şeyi ortak koşmaksızın bir ve tek Rabbime ibadet ediyor, ondan başkasına iba­detten uzak duruyorum. Rabbime dua ve ibadetim dolayısıyla -sizin şu duanızı işitmeyen, size fayda da zarar da veremeyen bu putlara ibadetiniz dolayısıyla zarar ettiğiniz gibi- zarara uğramayacağımı ümid ediyorum.

Ayette "umulur ki" ifadesi alçakgönüllülük olmak üzere zikredilmiştir. Yü­ce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Kıyamet gününde günahımı bağışla­masını ümid ettiğim de O'dur." (Şuarâ, 6/82). Bu gibi durumlarda bundan ke­sinlik kastedilir. Çünkü o (İbrahim aleyhisselâm), peygamberlerin atasıdır. Ay­nı şekilde "zarar etmem" buyruğunu da alçakgönüllülük olmak üzere zikret­miştir. Bu ifade de onların, daha önce babasına söylemiş olduğu şu sözlerde be­lirtilen putlarına dua ve ibadetlerinde bedbaht olmalarına da bir işaret vardır. Çünkü Hz. İbrahim babasına: "Babacığım işitmez, görmez, sana hiç bir fayda vermez şeye niçin ibadet edersin?" demişti.

Hz. İbrahim niyet edip kararlaştırdığı şeyi gerçekleştirince Yüce Allah onun umduğunu ve duasını gerçekleştirdiğini ifade ederek şöyle buyurmakta­dır:

"Onları ve Allah'tan başka taptıklarını terk edince biz ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık; onların hepsini peygamber kıldık." İbrahim el-Halil, baba­sı ve kavmini bırakıp kendi ülkesini ve onların dinini terk ederek Allah yolun­da dinini açığa vurabilme gücünü elde edeceği Beytülmakdis topraklarına hic­ret edince, Allah ona önceki kavminden daha hayırlılarını verdi. Sâre ile evlen­dikten sonra ona İshak'ı ve İshak'm oğlu, torunu Yakub'u bağışladı. Kendile­rinden ayrıldığı akrabaların yerine ona bunları verdi. Ayrıca Yüce Allah Hz. İs­hak'ı da Hz. Yakub'u da peygamber kıldı; bununla Yüce Allah Hz. İbrahim'in gözlerini aydınlatmış oldu. Bütün peygamberler bu ikisinin soyundan geldi. Bütün din mensupları İbrahim ve onunla birlikte İshak ve Yakub'dan (hepsine selâm olsun) saygı ve övgü ile söz eder.

"Ve biz onlara rahmetimizden bağışladık. Yüce bir dille doğru olarak anıl­malarını sağladık." Lütuf ve rahmetimizden onlara peygamberlik, mal, evlât ve kitap verdik. Ayrıca kullar tarafından onların güzel bir şekilde övülmelerini sağladık. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Benden sonrakiler arasında da benim için güzel övgü takdir buyur." (Şuarâ, 26/84). İb-ni Cerîr şöyle der: "Burada Yüce Allah'ın: "Yüce bir dil" diye buyurmasının se­bebi şudur: Bütün dinlerin mensupları onları överler ve onları medhederler.

 (Allah'ın salât ve selâmı hepsine olsun.)

Ayrıca Araplar da Hz. İbrahim'in soyundan gelip İbrahim'in dini üzere ol­duklarını ileri sürdüklerinden dolayı Allah onlara Hz. İbrahim'in kıssasını öğüt alsınlar, ibret alsınlar diye zikretmiş bulunmaktadır. [53]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delil gösterilebilir:

1- Hz. İbrahim kıssasının zikredilmesinin üç sebebi vardır: Birinci sebep: İbrahim (a.s.), Arapların atasıdır.

Onlar Hz. İbrahim'in şanının yüceliğini, dininin temizliğini kabul ediyor­lardı. Yüce Allah peygamberine şöyle buyurdu: Sen onlara Kur'ân-ı Kerim'de İbrahim'in durumunu oku, çünkü bunlar onun soyundandırlar. İbrahim Hanîf bir Müslümandı; asla Allah'a ortak koşmadı. Eğer sizler gerçekten atalarınızı taklit edenler iseniz putlara ibadeti terk konusunda İbrahim'i taklit ediniz. Eğer sizler delil getiren kimseler iseniz işte İbrahim'in sözünü ettiği şu delille­re ibretle bakınız ki, putlara ibadetin tutarsızlığını göresiniz.

Özetle: Artık taklit yoluyla ister delil getirmek suretiyle siz İbrahim'in yo­luna uyunuz! Başka bir şey yapmamalısınız, yapamazsınız. Hem neden Allah'a ortak koşuyorsunuz ki? "Nefsini sefahate bırakandan başka kim İbrahim 'in di­ninden yüz çevirir?" (Bakara, 2/130).

İkinci sebep: Rasulullah (s.a.)'m döneminde bir çok kâfirler şöyle derlerdi: Bizler nasıl babalarımızın ve atalarımızın dinini terk edebiliriz? Yüce Allah on­lara İbrahim (a.s.)'in kıssasını söz konusu ederek onun babasının dinini terk ettiğini ve babasının iddiasını çürüttüğünü açıkladı. O halde siz de onun gibi olunuz.

Üçüncü sebep: Kâfirlerin bir çoğu taklide sımsıkı sarılıyor ve delil getir­meyi kabul etmiyorlardı. Nitekim Yüce Allah onlar hakkında bize şunu naklet­mektedir: "Dediler ki: Şüphesiz biz atalarımızı belli bir din üzere bulduk..." (Zuhruf, 43/22); "Dediler ki: Biz atalarımızı bunlara tapar bulduk." (Enbiya, 21/53). Yüce Allah Hz. İbrahim hakkında delil getirme yoluna sımsıkı sarılma­yı naklederek bu taklitçi yolun tutarsızlığına dair dikkatlerimizi çekmiş oluyor.

2- Yüce Allah İbrahim (a.s.)'i çok doğru sözlü bir peygamber olmakla nite­lendirmektedir. O, son derece doğru bir peygamberdi. Son derece doğru kimse, doğruluğu âdet ve alışkanlık haline getirmiş veya bu hususta ünleninceye ka­dar hakkı her zaman tasdik etmiş kimsedir.

3- Hz. İbrahim'in babası ile konuşması esnasında son derece edepli, nazik ve şefkatli olduğunu görüyoruz. O babasının şefkat ve merhamet duygularını harekete getirmek üzere "babacığım" sözünü tekrarlayıp duruyordu. Çağrısına olumlu karşılık vereceğinden ümidini kesince: "Sana selâm olsun!" diyerek ona bilinen şekliyle selâm değil de ayrılıp vedalaşma selâmı verdi. "Senin için Rab-bimden mağfiret dileyeceğim, ondan sana hidayet vermesini isteyeceğim." dedi. Babasıyla konuşmasının tümünde babasının küfür üzere kalmasından, cehennemde azap görmesinden oldukça korkardı.

Babası Azer ise kendisini yükseklerde görüyor, yüksek perdeden konuşu­yor, sövüp sayıyor, ilişkileri koparmak ve taşlamakla tehdit ediyordu.

4- İbrahim (a.s.) üç bakımdan putların kusurlu olduklarını söylemiştir: Putlar işitmez, görmez ve insana hiç bir faydası dokunmaz. Babasına adeta şöyle demiş gibidir: Ulûhiyyet ancak Rabbimindir. Çünkü O işitir, dua edenin duasına karşılık verir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ben sizlerle birlikteyim, işitir ve görürüm." (Tâ-Hâ, 20/46). Ayrıca Yüce Rabbimiz ihtiyaçla­rı da görür: "Darlık ve sıkıntı içerisinde olan, bana dua ettiğinde duayı kabul edip de..." (Nemi, 27/62).

5- İnsan, şeytanın durmaksızın kalbine sokmaya çalıştığı küfürde ona ita­at etmemelidir. Her kim herhangi bir masiyette şeytana itaat ederse, ona iba­det etmiş olur. Şeytan, her zaman Rabbine isyan ve emirlerine muhalefet eden­dir.

6- Hz. İbrahim, babası Azer'i küfür ve küfrün akıbetlerinden sakındırarak şöyle demişti: Ben senin küfür üzere ölmenden korkarım. O takdirde sana azap isabet edecek ve sen cehennemde olacaksın.

7- İlim adamlarının cumhurunun görüşüne göre kâfire öncelikle selâm ve­rilmez. Çünkü selâm bir ikramdır, kâfir ise ikrama lâyık değildir. Buharî ve Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Yahudi ve Hristiyanlara öncelikle siz selâm vermeyiniz. Onlardan her­hangi birisiyle karşılaştığınız vakit yolun en dar bölümünden yürümek zorunda bırakınız." Belki de bu hadis-i şerif Yahudilerin -bazı ilim adamlarının da işa­ret ettiği gibi- Rasulullah (s.a.)'ı öldürmek üzere komplo hazırlamalarının aka­binde muayyen bir vakıa dolayısıyla da varid olmuş olabilir.

Süfyan b. Uyeyne ise kâfirin selâmını ve kâfire öncelikle selâm verilmesini caiz görmüştür. İbni Uyeyne'ye: Kâfire selam vermek caiz midir? diye sorul­muş; oda "Evet", demiştir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkartmamış olanlara iyilik yap­manızı ve onlara adaletli davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü Allah adaletle davrananları sever." (Mümtehine, 60/8). Yine Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "İbrahim'de... gerçekten sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır." (Mümtehine, 60/4). İbrahim babasına: "Sana selâm olsun." demiştir. Ayrıca bu­nu Buharî ile Müslim'de yer alan ve Üsame b. Zeyd'den gelen bir başka hadis-i şerif de desteklemektedir. Buna göre Rasulullah (s.a.) putlara tapan müşrikle­rin, Yahudilerin ve Müslümanların karışık olarak oturduğu bir mecliste bulu­nanlara selâm vermiştir. Bunlar arasında Abdullah b. Ubeyy b. Selul da vardı. Taberî de şöyle der: Seleften rivayet edildiğine göre onlar Kitap Ehline selâm veriyorlardı. İbni Mes'ud da yolda kendisine arkadaşlık yapan bir Dihkan'a (İran toprak ağası) bu şekilde davranmış ve şöyle demiştir: "Arkadaşlığın hak­kı vardır." Ebu Ümame de evine giderken yolda ister Müslüman ister Hris-tiyan; ister küçük ister büyükle karşılaşsın, mutlaka ona selâm verirdi. Bu hu­susta ona soru sorulunca şöyle dedi: "Biz selâmı yaymakla emrolunduk." Evzaî'ye, kâfirin yanından geçip kâfire selâm veren bir müslümanm durumu hak­kında soru sorulmuş; o da şu cevabı vermiştir: "Sen selâm verecek olursan şu­nu bil ki, senden önceki salihler de (böylelerine) selâm vermiştir. Eğer selâm vermeyi terk edecek olursan, şunu bil ki, senden önceki salihler de (böylelerine selâm vermeyi terk etmiştir."

Kâfirlere mağfiret dilemeye gelince: Bunu buradaki ayet-i kerimelerin tef­sirini yaparken açıklamış bulunuyoruz. Bunun da özeti şudur: Ölümden sonra kâfirlere mağfiret dilemek caiz değildir, fakat hidayet ve doğruluk bulmalarını istemek anlamında, hayatta iken onlara mağfiret dilemek caizdir. Kâfirlere mağfiret dilemenin caiz olmayışına delil ise daha önce kaydettiğimiz şu iki ayet-i kerimedir: "Müşriklerin cehennemliklerden oldukları açıkça ortaya çık­tıktan sonra akrabaları dahi olsalar peygamberin de müminlerin de onlara mağfiret dilemeleri olacak şey değildir." (Tevbe, 9/113); "İbrahim'in babasına: Muhakkak senin için mağfiret dileyeceğim., sözü müstesna." (Mümtehine, 60/4). Yani bu hususta İbrahim'e tabi olmayınız.

8- Râzî şöyle der: Şunu bil ki, kimse Allah için yaptığı davranışından dola­yı zarar etmez. İbrahim (a.s.), dinleri ve ülkelerinde onlarla birlikte bulunma­yıp kavminden ayrılınca, Rabbinin rızası için onun emrettiği yere hicreti tercih edince, dünyada da ahirette de bunun İbrahim'e bir zararı olmadı, aksine ona faydalı oldu. Allah bunun yerine ona peygamber evlâtlar verdi. Bu ise dünya ve ahirette en büyük nimetlerdendir. Diğer taraftan Yüce Allah onlara peygam­berliği bağışlamış olmakla birlikte pek çok mal, mevki, tertemiz nesil, salih bir zürriyet de bağışlamış ve onlar hakkında da şöyle buyurmuştur: "Yüce bir dille doğru olarak anılmalarını sağladık." Biz onların güzel bir şekilde öğülmelerini sağladık. Çünkü bütün din mensupları onlardan güzel bir övgü ile söz eder[54]

 

Musa (A.S.) Kıssası

 

51-  Kitap'ta Musa'yı da an. O ihlâsa er­dirilmiş ve gönderilmiş bir peygamber­di.

52-  Ona Tûr'un sağ tarafından seslen­dik. Özel olarak konuşmak için onu yaklaştırdık.

53-  Ve rahmetimizden ona kardeşi Ha­run'u da bir peygamber olarak bağışla­dık.

 

Kelime ve İbareler:

 

"İhlâsa erdirilmiş", kirliliklerden arındırılmış, seçilmiş, süzülmüş demek­tir. Bu (muhlasan) kelimesi lâm harfi esreli olarak (muhlisan) şeklinde de okunmuştur. O takdirde anlamı "ibadetinde şirk ve riyadan uzak, ihlâslı, mu-vahhid, kendisini Allah'a teslim etmiş" olur.

"Ona Tûr'un sağ yanından seslendik." Dağın sağ yönünden: "Ey Musa, şüphesiz ben Allah'ım", diye nida ettik. Dağın sağ yanı ise Hz. Musa'nın Med-yen tarafından gelişi esnasında Musa'nın sağına bakan taraftır. İlâhî kelâm ona o yönden geldi. Tür ise Mısır ile Medyen arasındaki dağdır.

"Özel olarak konuşmak için onu yaklaştırdık." Ona kelâmımızı vasıtasız olarak işittirmek suretiyle konuşmak üzere ve onun kerem ve şerefini arttıra­cak şekilde yaklaştırdık, demektir.

"Ve rahmetimizden..." nimetimizden, yani ona rahmet ettiğimizden dolayı "kardeşi Harun'u" ona yardımcı ve destek olması için, "peygamber gönderdik." Bu ise onun: "Bana ehlimden bir yardımcı kıl" (Tâ-Hâ, 20/29) duasını kabul et­mek için bağışlandı. Hz. Harun, Hz. Musa'dan yaşça daha büyüktü. [55]

 

Ayetler Arası Îlişki

 

İşte bu, Hz. Musa'nın da Hz. İbrahim gibi şirk ve riyadan uzaklaşıp ibade­tini ihlâsla Allah'a yaptığını, kendisini Yüce Allah'a teslim ettiğini, aynı şekil­de kardeşi Harun'un da onun gibi olduğunu, Araplara da başkalarına da haber vermek üzere bu surede yer alan dördüncü kıssadır. İbni Abbas (r.a.) şöyle der: Harun (a.s.) Musa (a.s.)'dan yaşça daha büyüktü. Allah peygamberliği ona ba­ğışlamıştı: Onun şahsına ya da kardeşliğine değil. Bu bağışlamasını da şu söz­lerindeki duasını kabul etmek üzere yapmıştı: "Bana ehlimden bir yardımcı kıl. Kardeşim Harun'u, onunla sırtımı pekiştir." (Tâ-Hâ, 20/29-31). Yüce Allah onun bu isteğini kabul buyurdu: "Ey Musa istediğin sana verilmiştir." (Tâ-Hâ, 20/36); "Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz." (Kasas, 28/35). [56]

 

Açıklaması

 

"Kitap'ta Musa'yı da an." Yüce Allah İbrahim Halil'i'söz konusu edip onu övdükten sonra Kelimullah Hz. Musa'yı söz konusu ederek: "Ya Muhammed! (s.a.) Kitapta kavmine sana haber vereceğim Musa'nın niteliklerini zikret ve oku" buyurmuştur. Bu beş nitelik şunlardır:

1- "O ihlâsa erdirilmiş." Biz onu seçkin, süzülüp seçilmiş kıldık. Küçüğüyle büyüğüyle günahlardan temizleyerek arındırdık. Nitekim Yüce Allah şöyle bu-

r yutmaktadır: "Ey Musa! Risaletlerimle, seninle konuşmamla seni insanlar ara­sından seçtim (onlara üstün kıldım)." (A'râf, 7/144). Burada "ihlâsa erdiriliş" an­lamındaki "muhlas" kelimesi esreli olarak "muhlis" şeklinde de okunmuştur ki, "tevhid ve ibadette Allah'a ihlâsla bağlanmış" demektir. İhlâs ise ibadetini yal­nızca gerçek mabud olan Allah'a yapmak, ibadetinde yalnızca onu kastetmektir. es-Sevrî Ebû Lübâbe'den şöyle dediğini nakleder: "Havariler: Ey Ruhullah! Bize Allah'a karşı ihlâslı olanın durumunu bildir, dediler. Şöyle buyurdu: Allah için amel eden ve insanların (bundan dolayı) kendisini övmelerini istemeyendir."

2- "Gönderilmiş bir peygamberdi." Allah ona iki niteliği birlikte vermişti. O ulü'1-azm olan ve sayıları beşi bulan rasullerin büyüklerindendi; diğerleri de Nuh, İbrahim, İsa ve Muhammed'dir. Hepsine Allah'ın salât ve selâmı olsun. Allah onu kullarına davetçi, müjdeleyici, uyarıp korkutucu olarak gönderdi, o da Allah'ın şer'î hükümlerini bildirerek insanlara haber verdi.

Rasul, Allah'ın kendisine bir şey vahyedip onu tebliğ etmesini emrettiği ve beraberinde şeriatının yazılı bulunduğu kitabı bulunan peygamberdir: Hz. Musa (a.s.) gibi. İster ona bağımsız bir kitap indirilmiş olsun, isterse de ondan öncekinin kitabı olsun. Nebi ise Allah'ın kendisine Allah'tan aldığını haber vermekle emro-lunduğu bir şeriati vahyettiği ve peygamberine bu şeriati haber veren, bununla birlikte beraberinde ayrıca kitap bulunmayan peygamberdir: Yûşâ (a.s.) gibi.

3- "Ona Tûr'un sağ yanından seslendik." Onunla Tûr'un, Musa'nın sağ ya­nından yahut da bizzat Tûr'un sağ tarafından Medyen'den gelip Mısır'a doğru gittiği sırada konuştuk. Artık o bundan sonra Allah'ın Kelimi (onunla konuşan kişi) ve rasul oldu. Biz Firavun hanedanını da suda boğduktan sonra onunla orada sözleştik. Ona Tevrat adlı kitabı indirdik. Seslenmenin Hz. Musa'nın sağ tarafından olması daha sahihtir. Çünkü dağların sağı da yoktur, solu da.

4-  "Özel olarak konuşmak için onu yaklaştırdık." Biz onu makam ve mevki itibariyle daha bir şereflendirmek ve daha bir yakınlaştırmak suretiyle onunla konuşacak şekilde yaklaştırdık ya da bizimle konuştuğu vakit onu yakınlaştır­dık. Yüce Allah'ın: "Konuşmak için" buyruğu hitap esnasında gizlice konuş­maktan gelmektedir. Yani artık o ruhî âlemde Yüce Allah'a mevki itibariyle ol­dukça yakınlaşmış oldu.

5- "Ve rahmetimizden ona kardeşi Harun'u da bir peygamber olarak bağış­ladık. ": Biz ona lütuf ve nimetimizden bağışta bulunarak kardeşi Harun'u Rabbinden şu istekte bulunduğu vakit peygamber kıldık: "Bana aile halkım­dan kardeşim Harun'u vezir kıl. Onunla sırtımı pekiştir ve onu işimde ortak

kıl." (Tâ-Hâ, 20/29-32). Yüce Allah onun isteğini yerine getirdi, duasını ve kar­deşi hakkındaki şefaatini kabul etti. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "İstediğin sana verildi ey Musa, diye buyurdu." (Tâ-Hâ, 20/36); "Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz." (Kasas, 28/35).

Seleften kimisi şöyle demiştir: Dünyada hiç bir kimse Musa'nın Harun hakkında peygamber olmasını istemesinden daha büyük bir şefaatte (iltimas­ta) bulunmamıştır. Yüce Allah buyurdu ki: "Ve rahmetimizden ona kardeşi Ha­run'u da bir peygamber olarak bağışladık." İbni Abbas Harun'un Hz. Musa'­dan dört yaş büyük olduğunu söyler. [57]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bir rasul, ulü'1-azm mertebesine ancak üstün bir takım esaslar, eşsiz ve yü­ce bir takım özelliklerle ulaşabilir. İşte Hz. Musa'nın bazı özellik ve nitelikleri: Rabbi onu ihlâsa erdirip seçmiştir. O bakımdan Hz. Musa ibadetinde Yüce Al­lah'a ihlâsa erdirilmiş, şirk ve riyadan uzak bir kimse idi. Allah onu bir şeriat ve bir kitap sahibi, bir rasul ve salihlerden bir peygamber kıldığı gibi, vahiy dışında da Rabbi onunla Medyen'den Mısır'a doğru gelirken sağ tarafından, ağacın ya­nında o mübarek bölgede Tûr'un yan tarafından konuşmuştur.

Cenab-ı Allah ile konuştuğu esnada -hükümdar ile özel olarak konuşmak için yakınlaştırılmak gibi- kendisine şerefini yükseltmek, mevki ve kadrini yü­celtmek anlamında Rabbi de onu kendisine yakmlaştırdı. Yaşı itibariyle kendi­sinden daha büyük ağabeyi Harun'u peygamber ve rasul kılmak suretiyle onun duasını kabul ederek, ona nimet ve ihsanda bulundu. Bu ise her iki kardeşe de oldukça büyük bir nimettir. Çünkü birinin gücünü diğeri ile artırdığı gibi, ilâhî risaleti Firavun'a, onun hanedanına ve İsrailoğullarma tebliğ uğrunda da biri-birlerini desteklemelerini, biribirleriyle yardımlaşmalarını sağladı. [58]

 

İsmail (A.S.)'In Kıssası

 

54- Kitap'ta İsmail'i de an. Çünkü o sözü­ne sadık idi ve hem bir rasul, hem bir peygamberdi.

55-  Ehline namaz kılmalarını, zekât ver­melerini emrederdi. Rabbi katında hoş­nutluğa ermişti.

 

Kelime ve İbareler:

 

"O sözüne sadık idi." Hz. İsmail burada ünlendiği bir özelliği ile söz konu­su edilmiştir. Çünkü neye söz verdiyse mutlaka o sözünü yerine getirmiştir. Söz verdiği bir kimseyi tekrar aynı yere dönünceye kadar üç gün yahut daha uzun bir müddet beklemiştir.

"Hem bir rasul hem bir peygamberdi." Cürhüm kabilesine gönderilmişti. Bu, rasulün müstakil bir şeriat sahibi olması gerekmediğini göstermektedir. Çünkü Hz. İbrahim'in çocukları onun şeriatı üzere idiler.

"Ehline", yani kavmine "namaz kılmalarını... emrederdi." Daha önemli olan ile uğraşmak suretiyle. Bu ise insanın işe kendi nefsinden insanlar arasın­da kendisine en yakın olanlardan öncelikle başlaması gerektiğini ifade eder. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Aşiretinin en yakın olanlarını uyar." (Şuarâ, 26/254); "Ehline namazı emret." (Tâ-Hâ, 20/132); "Kendinizi ve aile halkınızı öyle bir ateşten koruyunuz ki..." (Tahrim, 66/6).

"Rabbi katında hoşnutluğa ermişti." Söz ve davranışlarının doğruluğu se­bebiyle Rabbi katında hoşnutluğa ermiş kimse ise, bütün itaatlerinde en üstün derecelere ulaşabilmiş kimse demektir. [59]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu Meryem suresinde yer alan beşinci kıssadır. Bu da Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'in kıssasıdır. Hz. İsmail, Allah'ın birliğini yayma, putperestlikle sa­vaş, putlara ibadete karşı mücadele hususunda babasının şeriati üzere idi. Hz. İbrahim de bildiğimiz gibi Yemenlisiyle, Mudarlısıyla Arapların atasıdır. Zemah-şerî şöyle der: İsmail, salâh ve ibadeti emretme hususunda işe kendi aile halkın­dan başlardı. Ta ki, onları daha sonra gelenlere ve diğerlerine uyulacak bir ör­nek kılsın; çünkü bütün insanlar arasında kendisine en yakın olanlar onlardı.

Yüce Allah Hz. Musa kıssasını Hz. İsmail kıssasından önce zikretti. Böyle­likle Hz. Yakub ile onun soyundan gelen çocukları arasında ayrı bir bölüm gir-s   meksizin ifadelerde tam bir insicam gerçekleştirilmiştir. [60]

 

Hz. İsmail ve Kurban:

 

İbrahim (a.s.) rüyasında -ki peygamberlerin rüyası haktır- oğlunu Yüce Al­lah'a kurban olmak üzere boğazladığını gördü. Bu çocuk ise, daha sahih ve daha kuvvetli kabul edilen görüşe göre, Hz. İsmail'dir. Hz. İbrahim durumu oğluna arzedince o bu ilâhî hükmü rıza ile kabul edip şöyle dedi: "Babacığım, emrolun-duğunuyap. Allah'ın izniyle beni sabredenlerden bulacaksın." (Sâffât, 37/102).

İşi gerçekleştirmeye koyulup bıçakla oğlunu kesmeye girişince Allah ona bu işten vazgeçmesini buyurdu. Yaptığı işin bu kadarının rüyasını tasdik için yeterli olduğunu belirtti. Hz. İbrahim de kendisine yakın bir yerde bir koç bu­lup onu oğlunun yerine fidye olmak üzere boğazladı. Ancak ayet-i kerimeler bo­ğazlanmak istenen bu çocuğun adını tayin etmemektedir. Fakat ayet-i kerime­lerin akışı ve bundan sonra Hz. İbrahim'in oğlu İshak'ın doğumu ile müjdelen-mesi, boğazlanması istenenin Hz. İsmail olduğunu göstermektedir. Bunun ise Sâffât suresi 99-113. ayetlerinde görüyoruz. Bu surede: "Biz de ona halim bir oğlu olacağı müjdesini verdik." (101. ayet) buyurduktan sonra; "sonra gelenler arasında ona (güzel bir övgü) bıraktık." (108. ayet) buyrukları yer almaktadır. Buradaki zamir boğazlanmak istenen çocuğa aittir. Daha sonra Yüce Allah: "Ve onu salihlerden bir peygamber olarak İshâk ile müjdeledik." (112. ayet) buyur­maktadır. Boğazlanmak istenen çocuğun kıssasından sonra Hz. İshak müjdesi­nin verilmesi de Hz. İshak'ın, boğazlanması emrolunan çocuktan ayrı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zamirin boğazlanmak istenen çocuğa ait olması ile birlikte, İshak adının da açıkça zikredilmesi boğazlanmak istenen çocuk ile İs­hak'ın farklı olmasını gerektirir.

Yahudilerin görüşüne göre boğazlanmak istenen Hz. İshak'tır. Böylece on­lar, henüz daha küçükken Rabbine itaat uğrunda kendisini feda edenin ataları olduğunu ileri sürerek övünmek istemektedirler.

Boğazlanmak istenenin bizzat Hz.İsmail olduğunu yine Tevrat'ın kendisi de ortaya koymaktadır. Çünkü boğazlanmak istenen çocuk Hz. İbrahim'in biri­cik evladı olmakla nitelendirilmektedir. Biricik evladı boğazlamaya yönelmek ise Allah'a kulluğun bizatihi kendisidir. Hz. İshak ise hiç bir zaman Hz. İbra­him'in biricik evladı olmamıştır. Çünkü Hz. İshak dünyaya geldiğinde Hz. İs­mail Tevrat'ta da açıkça belirtildiği gibi 14 yaşında idi. Hz. İsmail de Hz. İbra­him'in vefatına kadar hayatta kalmış, onun vefat ve gömülmesinde hazır bu­lunmuştur. Hz. İshak'ın boğazlanması ise Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e Yakub adında bir torununun olacağı vaadine de aykırıdır. Diğer taraftan çocuğun bo­ğazlanması meselesinde yer Mekke'dir. Hz. İsmail ise ileride gelecek olan ve Buharî'de yer alan hadiste belirtildiği gibi[61] daha süt emen bir çocuk iken ba­bası tarafından oralara götürülmüştür.

Zemahşerî de Keşşafta zikrettiği: "Ben iki zebihin (boğazlanmak istenip de fidye ile kurtarılanların) oğluyum (soyundan gelenim.)" hadisini de Hâkim, Menâkıb' da rivayet etmiştir. [62]

 

Hz. İsmail ve Annesi Hacer Mekke'de:

 

Mekke'de Beytullah'tan sonra Kusay b. Kilâb'm döneminde İslâm'dan ön­ce iki aşıra kadar hiç bir bina kurulmadı. Kusayy, Daru'n-Nedve'yi inşa etti. Daha sonra Kureyşliler Mescidin çevresinde inşaat yapmaya devam ettiler.

Buharî'de İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Rasulullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Kadınların kuşak sarmaya başlamaları İsmail'in annesi ile olmuş­tur. O, Sara tarafından izleri görülmesin diye bir kuşak edinmişti. Daha sonra İbrahim onu, oğlu İsmail ile birlikte süt emziriyor iken getirip Beyt'in yakınında mescidin üst taraflarında Zemzem'in yukarısında büyük bir ağacın yakınında bı­raktı. O günde Mekke'de hiç bir kimse yoktu, orada su da yoktu. İbrahim ikisini orada bıraktı. Yanlarına da içinde hurma bulunan bir çıkın ile su bulunan bir su kabı bıraktı. Sonra İbrahim arkasını dönerek yola koyuldu. İsmail'in annesi ar­kasından gidip: "Ey İbrahim! Nereye gidiyorsun? Hiç bir insanın ve hiç bir şeyin bulunmadığı bir vadide bizi terk edip nereye gidiyorsun?" diye seslendi. Bu sözü ona defalarca tekrarladığı halde İbrahim ona dönüp bakmıyordu. Sonra ona: "Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" diye sorunca İbrahim: "Evet," dedi. Bu­nun üzerine İsmail'in annesi: "O bizi zayi etmez," deyip geri döndü.

İbrahim yola koyuldu. Nihayet kendisini görmeyecekleri bir yer olan tepe­ye varınca yüzünü Beytullah'a döndürüp ellerini kaldırıp şöyle dua etti: "Rab-bimiz! Ben soyumun bir kısmını senin mukaddes olan Evinin yanında ekin bit­mez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve kendilerini bazı meyvelerle rızıklandır; umulur ki şükrederler..." (İbrahim, 14/37).

Annesi İsmail'i emzirip o sudan içmeye koyuldu. Nihayet kaptaki su bitti. O da oğlu da susuzluk çekmeye başladı. Onun kıvranmakta olduğunu gördü. Onu görmek istemediğinden dolayı ayrılıp gitti. Safâ'nm bölgede kendisine en yakın tepe olduğunu görünce üzerine çıktı, sonra vadiye dönüp birisini görür müyüm diye baktı. Ancak kimseyi göremedi. Safâ'dan indi, aradaki vadiye ulaşıncaya kadar yürüdü. Daha sonra üzerindeki elbisenin bir kenarını kaldırdı, ve bitkin düşmüş bir insan gibi gayretle yürümeye çalıştı, nihayet vadiyi aştı sonra Mer-ve'ye geldi. Merve üzerinde de durdu, kimseyi görür müyüm diye baktı, fakat kimseyi göremedi. Bu işi de yedi defa tekrarladı."

İbni Abbas şöyle der: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "İşte insanların (hacıla­rın) Safa ile Merve arasındaki sa'yleri burdan gelir."

Merve'ye çıkınca bir ses işitti. Bir dinleyeyim, dedi yine kulak kabarttı, yine o sesi işitti. Dedi ki: Senin sözün işitildi, eğer bir yardım yapabileceksen (haydi yap). Ansızın Zemzemin çıktığı yerde meleği gördü. Melek topuğu ile -veya kana­dıyla- orayı su çıkıncaya kadar eşti. İsmail'in annesi suyu kabına doldurmaya başladı, eliyle şöyle yapmaya koyuldu: Kabıyla sudan doldurmaya başladı, o da doldurdukça kaynayıp taşıyordu." İbni Abbas şöyle der: Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah, İsmail'in annesine rahmet buyursun. Zemzem'i bıraksaydı, ya da sudan alıp doldurmasaydı, Zemzem kesilmeyen bir pınar olurdu."

Annesi oğlunu emzirdi, melek de kendisine: "Zayi olmaktan korkmaymız. Çünkü burada Allah'ın evi vardır. Şu çocuk ve babası onu bina edecektir ve şüphesiz Allah ehlini zayi etmez" dedi... Hadis böylece devam eder. [63]

 

Beytullah'ın Bina Edilmesi:

 

İbrahim (a.s.) zaman zaman oğlu İsmail'i ziyaret ederdi. Bu ziyaretlerden birisinde Yüce Allah Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e Beyti inşa etme emrini verdi. Onlar da bu emir üzerine Kabe'yi inşa ettiler. İnşa tamamlanınca Yüce Allah ona, insanlara Allah'a ibadet etmek için bir ev inşa ettiğini ve onların bu Beyt-i haccetmekle yükümlü olduklarını bildirmesini emretti. Hz. İbrahim ile İsmail de Yüce Allah'tan yapmaları gereken ibadet yerini kendilerine göstermesini di­lediler. (Bu hususu açıklayan ayet-i kerimeler şunlardır: Bakara, 2/125-129; İb­rahim, 14/35-37; Hacc, 22/26-37.)

Kabe, Yüce Allah'a ibadet etmek üzere insanlar için yapılmış ilk binadır. (Âl-i İmrân, 3/96-97) [64]

 

Hz. İsmail'in Hayatı ve Çocukları:

 

Hz. İsmail'in her birisi kabile başkanı olan 12 çocuğu vardı. 173 yıl yaşadı, Mekke'de vefat etti. Annesi ile birlikte Beyt'in yakınlarında Hicr'de defnedildi. [65]

 

Açıklaması

 

"Kitapta İsmail'i de an." Ey peygamber! Kur'ân-ı Kerim'de İbrahim Ha­lil'in oğlu İsmail'in halini ve niteliklerini de söz konusu et. İsmail bütün Hicaz bölgesi Araplarınm atasıdır. Bu ayetlerde Hz. İsmail'in dört niteliği söz konusu edilmektedir:

1- "Çünkü o sözüne sadık idi." Verdiği sözü yerine getirmekte oldukça ti­tizlenmekle ün salmıştı. Allah'a veya insanlara ne kadar söz verdiyse mutlaka onu yerine getirmiştir. Rabbine itaat türünden emrolunduğu hiç bir şeye mu­halefet etmezdi. İnsanlara herhangi bir şeyi vadettiğinde mutlaka o sözünü ye­rine getirirdi. Onu ve babasının samimiyetini anlamak için boğazlanmaya sab­retmesi yeterli bir örnektir. O bu konuda verdiği söze bağlı kalmıştır: "Allah'ın izniyle beni sabredenlerden bulacaksın." (Sâffât, 37/102).

Verilen sözde durmak her zaman ve her yerde övgüye değer niteliklerden­dir. Verilen sözde durmamak ise yerilen nitelikler arasında yer alır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz1? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah nezdinde büyük bir hışmı gerektirir." (Saff, 61/2-3). Rasulullah (s.a.) da Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, ona bir emanet verildiğinde hainlik eder." Bunlar münafıkların nitelikleri oldukları­na göre bunların aksi de müminlerin nitelikleridir. Verilen sözde durmamanın Müslümanlar arasında özellikle de ticaretle uğraşanlar ve çeşitli meslek erbabı arasında yaygınlık kazanmış olması üzülmeyi gerektiren hususlar arasındadır.

2- "Ve hem bir rasul ve hem bir peygamberdi." Allah Hz. İsmail'e bu iki sıfatı da vermişti. Tıpkı babası ve Musa (hepsine selâm olsun) da olduğu gibi. O Mekke'dekilere gönderilmiş bir rasuldü. Onlara İbrahim'in şeriatini tebliğ et­mekle, Allah'ın indirdiğini onlara haber vermekle yükümlüydü. Bu ise rasule bağımsız, başlı başına bir kitabın indirilmesinin şart olmadığının delilidir. Ay­rıca bu buyrukta Hz. İsmail'in kardeşi Hz. İshak'tan daha üstün bir şerefe sa­hip olduğuna da delâlet vardır. Çünkü Hz. İshak yanızca peygamberlikle nite­lendirilmiş iken Hz. İsmail hem peygamberlik hem risalet ile nitelendirilmek­tedir. Tirmizî'nin rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphe­siz Allah İbrahim'in çocuklarından İsmail'i seçip üstün kıldı."

3- "Ehline namaz kılmalarını, zekât vermelerini emrederdi."  O ümmetine, aşiretine, aile halkına oldukça önemli olan bu iki önemli şer'î ibadeti emrediyor­du. O Rabbine itaat üzere sabreden bir kimse idi. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Pek yakın akrabanı korkut"   (Şuarâ, 26/214); "Aile halkına na­maz kılmalarını emret ve sen de ona (namaza devama) sabret." (Tâ-Hâ, 20/132). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Kendi­nizi ve aile halkınızı öyle bir ateşten koruyunuz ki..." (Tahrîm, 66/6) Ebu Dâvud ve İbni Mace, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Geceleyin uyanıp da namaz kılan ve sonra da hanımını uyandıran, kalkmak istemezse yüzüne su serpen bir kocaya Allah rahmet eylesin. Yine gece­leyin uyanıp da namaz kılan ve kocasını uyandıran, uyanmak istemezse yüzüne su serpen bir hanıma da Allah rahmet buyursun." Yine Ebu Dâvud, Nesaî -ve lafız kendisinin olmak üzere- İbni Mace'nin Ebu Said ve Ebu Hureyre'den riva­yetlerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bir koca geceleyin uyanır da hanımını uyandırır, her ikisi ikişer rek'at namaz kılacak olurlarsa, Allah'ı çokça anan erkekler ile çokça anan kadınlardan diye yazılırlar."

4- "Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti." Hoşnutluğa ermiş, tertemiz, salih bir kimse idi. Rabbine itaatte kusurlu hareket etmeyen, amelinden razı olunan bir kimse idi. O halde mümin kimsenin ona uyması gerekir. [66]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerde zikredilen bu hususlar bir rasul ve bir peygamberin bir takım özellikleridir. Bu rasul peygamber Arapların atası İbrahim Halil'in oğlu, kur­ban edilmek istenen Hz. İsmail'dir. Daha tercihe lâyık görülen görüşe göre bo­ğazlanmak istenen odur, İshak değildir. Nitekim daha önce bu konuda Sâffât süresindeki buyrukları zikretmiştik.

Yüce Allah, sözünde durmak gibi bir özelliği de ona vermişti. Her ne kadar bu özellik başka peygamberlerde de olmakla birlikte, onun bu özelliğe sahip ol­duğunun belirtilmesi, şerefinin yüksekliğini ve şanının yüceliğini göstermek içindir. Çünkü o verdiği sözde durma hususunda oldukça titizlik gösteren ve bununla ün kazanmış birisi idi. Bu ise az önce belirtildiği gibi övülmeye değer bir haslettir. Taberânî'nin el-Evsat adlı eserinde -zayıf olmakla birlikte- Hz. Ali ve İbni Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Söz vermek borçtur."

Verdiği sözü yerine getirmek insanlığın güzel bir yönü ve dinen vacip olan bir husustur. Bununla birlikte kişi, mahkeme hükmü ile verilen sözün yerine getirilmesi için mecbur tutulmaz. Bu farz değildir. Çünkü ilim adamları Ebu Ömer'in İbni Abdilberr'den naklettiğine göre ittifakla şunu belirtirler: Bir kim­seye verilmek üzere vaad olunan bir miktar mal dolayısıyla o kimse diğer ala­caklılar gibi değerlendirilmez. Yani borçlu kimsenin (öldüğü takdirde) malla­rında diğer normal alacaklılar gibi ona pay verilmez. Çünkü bir kimsenin ver­miş olduğu söz, hiç bir zaman hukuki manada borç olmaz.

Şu kadar var ki, borcunu tastamam ödeyen bir kimsenin övülmeye ve te­şekküre değer olduğunda da görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde, verilen sözü ye­rine getirmemekten dolayı yerilmenin söz konusu olacağı konusunda da görüş ayrılığı yoktur. Şanı Yüce Allah da sözünde durup adağını tastamam yerine ge­tirenleri övgü ile anmıştır.

İmam Malik'in görüşüne göre ise verilen sözle vaad edilen şey herhangi bir yükümlülüğün kapsamına giriyorsa yahut da onun adına borç ödeneceğine dair söz verilmiş ise ve buna dair de iki şahit tespit edilebilirse böyle bir söz do­layısıyla o kişinin ödemeyi vaad ettiği borcu ödemesi gereklidir.[67] Diğer bir ta­kım fukahanın görüşüne göre ise verilen bir sözü herhangi bir şekilde yerine getirmek yükümlülüğü yoktur. Çünkü bunlar ariyet halinde kabzedilemeyecek menfaatler türündedir. Ariyetin dışındaki akitlerde ise bunlar henüz kabzedil-memiş eşya ve aynlardan ibaret hibe edilmiş şeylerdir. Böyle bir kimsenin bun­lardan geri dönme hakkı vardı.

Hz. İsmail, Mekke'deki Cürhümlülere gönderilmiş bir rasul ve salih bir pey­gamberdi. O kendi akrabaları olan Cürhümlülere ve çocuklarına namaz kılmala­rını, zekât vermelerini emrederdi. Rabbi nezdinde de razı olunmuş kabule maz-har olmuş bir kimseydi. Bu ise öğülmenin nihai bir sınırıdır. Çünkü Allah katın­da rızaya nail olmuş bir kimse en üstün derecelere ulaşmış bir kimse demektir.

Zekât namaz ile birlikte zikredildiği takdirde bununla farz olan zekât (sa­daka) kastedilir. Bu Allah'a karşı yerine getirilmesi gereken bir itaattir. Eda edilmesi halinde ihlâsı gerektirir, tıpkı namazın farz oluşu gibi.

Râzî'nin de belirttiği gibi "ehl"in ifade ettiği anlam, şeriatı kendilerine teb­liğ etmesi gereken kimselerdir. Dolayısıyla bunun kapsamına onun bütün üm­meti girmektedir. Çünkü kişinin özel olarak kendi ehli, yani aile halkına karşı yerine getirmekle olduklarının hepsini, ümmetinin tümüne karşı da yerine ge­tirmekle yükümlüdür.[68]

 

İdris (A.S.)'ın Kıssası

 

56-  Kitap'ta İdris'i de an. Çünkü o dos­doğru bir peygamberdi.

57- Onu yüce bir yere yükselttik.

 

Kelime ve İbareler:

 

"İdris" (a.s.), Şifin torunu, Hz. Nuh'un babasının dedesidir. Asıl adı Ah-nûh'tur. Ona İdris lakabının verilmesi ise çokça ders yapması sebebiyledir. Çünkü Yüce Allah'ın ona otuz sahife indirdiği, ilk yazı yazanın, elbise dikip di­kişli elbise giyenin o olduğu rivayet edilmiştir. Ondan önce ise insanlar post gi­yerlerdi. Yıldız bilgisi ile aritmetik üzerinde ilk inceleme yapan, aynı şekilde ilk olarak ölçü ve tartı edinip silah kullananın da o olduğu rivayet edilmiştir. Kullandığı silahlarla Kabil oğullarıyla çarpışmıştır. Hz. Adem'den sonra gönde­rilen ilk rasulün o olduğu da rivayet edilmektedir.

"Onu yüce bir yere yükselttik." Peygamberlik şerefi ile Yüce Allah nezdinde yüceliğe mazhar kıldık. Yükseltilen yerin cennet olduğu söylendiği gibi, dördüncü, altıncı veya yedinci semaya yükseltildiği de söylenmiştir. Birincisi daha sahihtir. [69]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. İdris kıssası, Meryem süresindeki altıncı kıssadır. İbret için zikredil­miştir. Çünkü o Allah'ın dinine, tevhide, Yaradana ibadete davet etmiştir. İn­sanları ahirette azap görmekten dünyada salih amel işlemek suretiyle sakın­maya davet etmiş, dünyaya karşı zühd ile davranmaya, adalet ile hareket et­meye teşvik etmiş, namazı ve her aydan birkaç gün oruç tutmayı emretmiş, düşmanlara karşı cihadı, zayıflara destek olmak üzere zekâtı emrettiği gibi cü-nüplükten temizlenmeyi, köpek ve eşeğin pisliklerinden uzak durmayı öğütle-miş, sarhoşluk veren her şeyi haram kılma hususunda işi sıkı tutmuştur.

Hz. Adem ile Hz. Şiften sonra kendisine peygamberlik verilen ilk Ade­moğlu odur. Ona zaman itibariyle yakınlığı dolayısıyla Hz. Adem'in zürriyetin-den kabul edilir. Çünkü o Hz. Nuh'un babasının dedesidir. Hz. İbrahim de Hz. Nuh'un gemisinde bulunanların soyundan gelmiştir. Çünkü Hz. İbrahim Hz. Nuh'un oğlu Şam'ın soyundan gelir. Müslim'in Sahih'inde İsra hadisinde riva­yet edildiğine göre Rasulullah (s.a.), Hz. İdris ile dördüncü semada karşılaş­mıştır. Sahih olan da budur. Buharî'de sözü geçen onun ikinci semada olduğu­na dair husus ise, bir vehim (yanılma)'dir.

Mısır'da Menf denilen yerde doğmuş ve ona Hermesler Hermesi adı veril­miştir. Babil'de doğduğu da söylenmiştir. İlk çağlarda Hz. Adem'in oğlu Hz. Şit'in ilmini öğrenmiştir. Hz. Şit ise babasının dedesinin dedesidir. Mısır'da in­sanlara iyiliği emredip münkerden alıkoymaya çağırdığı gibi Yüce Allah'a ita­ate de çağırmıştır. Onlara şehir planlamasının nasıl yapılacağını da öğretmişti.

Hz. İdris 82 yıl yaşadı. Yüzüğünün kaşı üzerinde: "Allah'a iman ile sabır, zafere götürür" ve kuşandığı kuşağı üzerinde: "Bayram farzları korumakla olur; şeriat ise dinin tamamı demektir. Dinin tamamı ise mürüvvetin kemalin-dendir" sözleri yazılı idi. Cenaze namazı sırasında kuşandığı kuşak üzerinde de şunlar yazılıydı: "Mutlu kimse kendisine bakandır. Rabbi nezdinde kendisine şefaatçi olacaklar ise salih amelleridir." Onun bir takım öğütleri ve uyulmasını emrettiği adabı da vardı. [70]

 

Açıklaması

 

Kalemle ilk yazı yazan, elbise diken, dikişli elbise giyinen ilk kişi olup Hz. Nuh'un büyük dedesi olan Hz. İdris'i Yüce Allah şu üç sıfatla nitelendirmektedir:

1- O çok doğru sözlü bir kimse idi. Yani her halükârda doğru söyler, Yüce Allah'ın ayetlerini güçlü bir yakîn ile tasdik ederdi.

2- O, nebi ve rasul idi. Kendisine şeriat vahyedümiş ve bu şeriatı kavmine tebliğ etmekle emrolunmuştu. Yüce Allah ona, Ebu Zerr yoluyla gelen hadis-i şerifte belirtildiği gibi, otuz sahife indirmişti.

3- Yüce Allah onu yüce bir makama yükseltmiştir. Yani onun kadrini, şere­fini peygamberlikle yükseltmiş ve üstün bir makam sahibi kılmıştır. Nitekim Yüce Allah peygamberi Muhammed'e şöyle buyurmuştur: "Senin zikrini yücelt­ti." (İnşirah, 94/4). Müslim de Sahih'inde rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) İsra gecesinde dördüncü semada Hz. İdris ile karşılaşmıştır. Kadir ve kıymeti, mevkisi büyük ve yüksek olanların dışındakiler elbette semaya yükseltilmezler.

Râzî'nin görüşüne göre yüce bir yere yükseltilmek şeklindeki üçüncü nite­lik, yüksek bir mevkiye çıkartılması şeklindedir. Çünkü bir mekân ile birlikte sözü edilen yükseklik, o mekânda yükseklik demek olur, derece itibariyle yük­seklik değil. Kanaatimce üstün olan görüş ise derece itibariyle yüksekliğin kas­tedildiğidir. Çünkü anlatımda mekân ile mevki arasında bir fark yoktur. Nite­kim filân kişi sultan nezdinde yüksek bir yere sahiptir, denilmektedir.

Hz. İdris'in mevkisinin yükseltiliş sebebine gelince: O çokça kulluk eden bir kimse idi. Gündüz oruç tutar, geceleyin ibadet ederdi. Vehb b. Münebbih şöyle der: İdris (a.s.)'in her gün yaptığı ibadeti kendi dönemindeki tüm insanla­rın ibadeti kadardı. Bu niteliklere sahip olan kimseler ise müminin kendilerine uyması gereken örneklerdir. İhlâs sahipleri onların bu nitelikleriyle bezenmeli-dir. Yüce Allah bizzat peygamberine öncelikle bunları emretmiş ve bunları emr ile ona hitaba başlamıştır. Çünkü Peygamber, ümmetinin uyulacak örneğidir. Her zaman için müminlerin en yüce önderidir. [71]

 

Bütün Peygamberlerin Genel Olarak Nitelikleri

 

58- İşte bunlar, Allah'ın kendilerine ni­met verdiği peygamberlerden, Adem'in soyundan, Nûh ile gemide taşıdıkları­mızdan ve İbrahim ile İsrail'in neslinden hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kim­selerdendir. Rahman'ın ayetleri onlara okunduğunda ağlayarak secdeye kapa­nırlardı.

 

Belagat:

 

"İşte bunlar..." Burada uzaktakiler için kullanılan işaret zamiri, onların mevkilerinin yüksekliğinden dolayıdır. [72]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İşte bunlar..." Bu surede Zekeriyya'dan İdris'e kadar sözü geçenler. "Al­lah'ın kendilerine nimetler verdiği" türlü nimetler ihsan ettiği "Peygamber­lerden Adem'in soyundan..." Burada kasıt Hz. Adem'in soyundan gelen Hz. İdris'tir. Çünkü zaman itibariyle ona pek yakındır ve Hz. Nuh'un büyük de-desidir. "Nûh ile beraber gemide taşıdıklarımızdan" Hz. Nuh oğlu Şam'ın so­yundan gelen İbrahim "ve İbrahim ile ..." İbrahim'in neslinden gelen, İsmail, İshak ve Yakub'dur. "israil'in neslinden" ki Yakub ve onun soyundan gelen Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya ve İsa da bunlardandır, "hidayete erdirdiği­miz ve seçtiğimiz kimselerdendir." Onlar arasında yer alırlar. "Seçtiğimiz" Peygamberlik ve şeref için seçip ayırdıklarımız demektir. "Ağlayarak secedeye kapanırlardı." İbni Mace, Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedir: "Kur'an-ı Kerim'i okuyun ve ağlayın. Ağlayamazsanız ağlar gibi ya­pınız, ağlamaya çalışınız." [73]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah on peygamberden her birisini kendine has özellikleriyle söz ko­nusu edip övdükten sonra son olarak hepsini tek bir nitelik etrafında topladı. Bu ise onlara peygamberlik nimetinin verilmesi, hayır yoluna iletilmeleri ve di­ğer insanlar arasından seçilmeleridir. İbni Kesir şöyle der: Maksat yalnızca su­rede sözü edilenler değildir; aksine bütün peygamberler söz konusudur. Şahıs­lar söz konusu edildikten sonra bütün peygamberlere dair bu ek açıklamada bulunulmuştur.[74]

 

Açıklaması

 

"İşte bunlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden... kim­selerdendir. " Surenin başından itibaren buraya kadar Zekeriyya'dan İdris'e ka­dar sözü geçen bütün bu peygamberler ve de peygamberlerin hepsi, elçilik, kendisine yakın olmak, nezdinde büyük bir mevkiye sahip olmak suretiyle Al­lah'ın nimet ihsan ettiği kimselerdir. Allah insanlığa en üstün olsunlar diye kulları arasından onları seçmiş, hidayete ve doğruya iletmiştir. Onlar Allah'a ibadet ve itaat hususunda bütün insanlar için uyulacak en güzel örneklerdir. Onların yolunda, onların metod ve ahlâklarına tabi olarak yürümek de insan­lar için kurtuluş vesilesidir.

"Adem'in soyundan" yani insanlığın ilk atası olan Adem'den.

"Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızdan..." İnsanlığın ikinci atası olan Nuh ile birlikte gemide taşıdıklarımızın soylarından. Bunlar ise -haberlerde sabit olduğuna göre- Hz. Nuh'tan önce gelen İdris (a.s.)'in dışında kalan pey­gamberlerdir. Allah, Adem'in soyundan oldukları için hepsini bir arada zikret­miş, daha sonra da onların bir kısmının Nuh ile birlikte gemide taşınanların soyundan geldiklerini özellikle belirtmiştir.

Adem'in soyundan olmakla birlikte gemide bulunmamak özelliğine sahip kimse ise İdris (a.s.)'dir.

"İbrahim ile İsrail'in neslinden..." İshak, Yakub ve İsmail Hz. İbrahim'in neslinden gelmişlerdir. İsrail'den kastedilen Hz. Yakub'dur. Onun neslinden ge­lenler de Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya ve Meryem oğlu İsa'dır (hepsine se­lâm olsun).

"Hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir." Bunlar bütün pey­gamberlerin ortak hak dini olan İslâm'a ilettiğimiz kimselerden olup, elçilik ve şeref verilerek diğer insanlar arasından seçilmişlerdir.

"Rahmanın ayetleri onlara okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanır­lardı. " Allah'ın delil, belge, burhan ve kendilerine indirmiş olduğu şer'î hüküm­leri ihtiva eden ayetlerini işittiklerinde, zatına zilletle itaat etmek, boyun eğ­mek, emrine bağlı kalmak, içinde bulundukları büyük nimetlere karşılık hamd ve şükürde bulunmak üzere Allah'ın haşyet ve azabından korkup ağlayarak secdeye kapanırlardı.

İbni Kesir şöyle der: Bu ayet-i kerime ile kastedilenin bütün peygamberler olduğunu destekleyen hususlardan birisi de, Yüce Allah'ın En'âm süresindeki şu buyruklarını andırmasıdır: "Bu bizim İbrahim'in lehine kavmine karşı ver­miş olduğumuz delilimizdir. Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz. Şüphesiz ki, Rabbin Hakim'dir, her şeyi hakkıyla bilendir. Ona İshâk ile Yakub 'u bağışladık. Her birine hidayet verdik. Daha önce de Nuha hidayet ver­miştik. Onun soyundan Davud'a, Süleyman'a, Eyyûb'a, Yusuf a, Musa'ya ve Harun'a da (hidayet vermiştik). Biz iyilik yapanları işte böyle mükâfatlandırı­rız. Zekeriyya ya, Yahya'ya, İsa'ya, İlyâs'a da (hidayet vermiştik). Hepsi salih-lerdendi. İsmail'e, Yunus'a ve Lût'a da (hidayet verdik). Her birini âlemlere üstün kıldık. Onların atalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bazılarını da (derecelerini yükselterek) seçtik, onları doğru bir yola da ilettik... Bunlar Al­lah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir; sen de onların hidayetlerine uy." (En'am, 6/83-90). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "On­lardan kıssalarını sana anlattıklarımız da vardır, anlatmadıklarımız da var­dır." (Mü'min, 40/78). Sahih-i Buharı' de Mücahid'den rivayete göre İbni Ab-bas'a: "Sâd suresinde secde var mıdır," diye sormuş, İbni Abbas: "Evet," dedik­ten sonra şu ayet-i kerimeyi okumuş: "İşte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdendir. O halde sen de onların hidayetlerine uy." Yani sizin pey­gamberiniz de kendilerine uymakla emrolunduğu kimselerdendir. Dedi ki: İşte o da, yani Hz. Davud da onlardandır. (Bilindiği gibi Sad suresi 24. ayette- Hz. Davud'un secdeye kapanıp Rabbine döndüğünden söz edilmektedir [Çeviren])

İşte bundan dolayıdır ki, bütün ilim adamları o peygamberlere uymak ve onların izledikleri yola uymak üzere secde etmenin meşruluğu üzerinde icma etmişlerdir (D. İbni Mâce'de de Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kur'an-ı Kerim'i okuyun ve ağlayın. Ağlayamazsanız ağlar gibi yapınız." Salih er-Murrî'den de şöyle dediği nakledilmektedir: "Rüyamda Rasu­lullah (s.a.)'tan öğrenerek Kur'an okudum. Bana: "Ey Salih!" dedi, "Bu Kur'an okumadır, peki ağlama nerede?" İbni Abbas (r.a.)'tan da şöyle dediği nakledil­mektedir: "Sizler îsrâ süresindeki secdeyi okuduğunuzda ağlamadığınız sürece secde etmekte acele etmeyiniz. Eğer sizden birinizin gözü ağlamıyor ise hiç ol­mazsa kalbi ağlasın." [75]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeden çıkartılan hükümler şunlardır: Bütün peygamberler akidenin yanlışlıklardan kurtulması, çok ibadet, sıhhatli bir şekilde dine bağlı­lık, temiz asalet, nesebin temizliği, yol ve metodlarının doğruluğu, şanlarının ve ahlâklarının yüceliği hususlarında bütün insanlığa en uygun ve en güzel ör­neklerdir. [Bu ayet secde ayeti olup okuyan ve dinleyene secde gerekir.] [76]

 

Peygamberlerden Sonra Gelenler Amellerinin Karşılığı, Tevbe Edenlerin Ve Cenneti Hak Edenlerin Vasıfları

 

59- Ama onların ardından namazı terk eden, şehvetlerine uyan bir nesil geldi. Bundan dolayı onlar cezalarını görecek­lerdir.

60- Ancak tevbe ederek salih amel işle­yenler müstesnadır. Onlar cennete gi­rerler ve hiç bir haksızlığa uğratılmaz­lar.

61-  Rahman'ın gıyaben kullarına vaad ettiği Adn cennetlerine. Şüphesiz Onun sözü yerini bulacaktır.

62-  Orada boş sözler değil, sadece "se­lâm" sözü işitirler ve sabah akşam rızık-larını orada hazır bulurlar.

63-  Kullarımızdan takva sahibi olanları mirasçı kılacağımız cennet işte budur.

 

Belagat:

 

"Ama onların ardından... bir nesil geldi." buyruğunda (Arapçasında) hare­ke ve şekil değişikliği dolayısıyla (halefe ile half kelimeleri arasında) eksik ci­nas vardır.

"Sabah akşam" buyrukları arasında ise tıbak sanatı vardır. [77]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Namazı terk eden", kesinlikle terk eden yahut da kılınması gereken vak­tinden sonraya bırakan, "şehvetlerine uyan," Masiyet işlemekte, zevklerine dal­makta aşırıya giden, "bir nesil geldi." "Half kelimesi kötü soy sop demektir. Halef ise hayırlı soy sop, sonradan gelenler, demektir.

""Cezalarını" (diye meali verilen "gay" kelimesi) şer demektir veya cehen­nemdeki bir vadinin adıdır. Yani onlar cehennem ateşine düşecekler ve orada cezalarını çekeceklerdir. "Ancak", edatı ayet-i kerimenin kâfirler hakkında ol­duğunu göstermektedir. "Hiç bir haksızlığa uğratılmazlar." Amellerinin sevap ve mükâfatı onlara eksik verilmeyecektir.

"Adn cennetlerine..."yani orada devamlı olarak kalacakları cennetlere, de­mektir. Bu da o cennetleri devamlılıkla nitelendiren bir ifadedir. "Gıyaben", ya­ni kendilerinin görmediği yahut kendilerinin yanında hazır bulunmadıkları cennet demektir. "Şüphesiz onun sözü yerini bulacaktır." Kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir, yahut da onun vaadi olan cennet, vaad olunduğu kimselere verilecektir; onlar oraya gireceklerdir.

"Orada boş sözler" yani anlamsız, gereksiz sözler değil, "sadece selâm" Al­lah'tan selâm sözünü yahut meleklerden ya da birbirlerinden onlara verilecek selâm "sözünü işitirler. Sabah akşam" yani bu nimet içerisinde olanlar ve orta yolu tutanların âdeti üzere böyledir, dünya hayatında bu iki vakit arasındaki sü­re kadar zaman geçtikçe "rızıklarını hazır bulacaklardır." Şunu da belirtelim ki, cennette gece ve gündüz diye bir şey yoktur, ebedi olarak aydınlık ve nur vardır. [78]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah sözü geçen peygamberleri ve onlara uyanları, onların yollarına uymayı teşvik etmek için dinin emirlerine tabi olup yasaklarını terk etmek gibi övülecek güzel niteliklerle nitelendirdikten sonra onlardan sonra gelip de dinin farz emirlerini terk eden, zevk ve şehvetlerine dalan kötü haleflerin nitelikleri­ni söz konusu etmiştir. Daha sonra böylelerinin ahirette görecekleri cezayı da zikretmiştir ki, tevbe edenler bunlardan müstesna olacaktır. Böylelerinin tev-belerini Allah kabul eder ve bunları ancak takva sahibi kimselerin girebilecek­leri Naim cennetlerine yerleştirir.

Râzî şöyle der: İfadenin zahirine göre maksat, bu peygamberlerden sonra gelen onların soyundan insanlardır.

Mücahid ise bu ayet-i kerimenin, hayvanların birbirlerinin üstüne çıktık­ları gibi yollarda birbirlerinin üstüne çıkıp bundan dolayı da insanlardan utan­mayacak, Allah'tan da korkmayacak, bu ümmetten bir topluluk hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

Ahmed, İbni Hibbân ve Hakim de Ebu Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini ri­vayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.)'m şu ayeti okuyup şöyle dediğini dinle­dim: "Altmış yıl sonra öyle kötü bir nesil gelecek ki, bunlar namazı zayi edecek, şehvetlerine uyacaklardır. Bunlar cezalarını göreceklerdir. Sonra da Kur'an'ı okuyup da gırtlaklarını aşmayan kötü bir zürriyet gelecektir. Kur'an'ı üç türlü insan okur: Mümin, münafık ve facir." [79]

 

Açıklaması

 

"Ama onların ardından namazı terk eden, şehvetlerine uyan bir nesil gel­di. " Bundan dolayı onlar cezalarını göreceklerdir. Yani bu mutlu kimseler olan peygamberlerden Allah'ın emirlerini yerine getiren, farzlarını eda edip yasak­larını terk eden, o peygamberlere tabi olan mutlu kimselerden sonra kötü bir nesil geldi.

Bu kötü nesil iman sahibi olduklarını iddia eden, fakat dinin emirlerini yerine getirmeyen kusurlu hareket eden, muhalif kimselerdi. Yahudiler, Hristiyanlar, kendilerine farz kılman namazı terk eden ve Allah'a itaate haram arzularını tercih eden fasık Müslümanlar bunlara örnektir. Bu fasıklar zina ederler, içki içerler ve yalan şahitlikte bulunarak kumar oynarlar. Dünya hayati ile yetinip onunla huzur bulurlar. İşte bunların cezaları karşı karşıya kala­cakları ğay' dır; yani onlar masiyetleri işledikleri, farzlarını da ihmal ettikleri için kıyamet gününde kötülükle, zarar ve ziyanla karşı karşıya kalacaklardır.

Daha tercihe değer görüşe göre namazın zayi edilmesinden kasıt fiilen na­maz kılmamak ve farziyetini inkâr etmektir. Şevkâni gibi bazı müfessirler de şu görüştedir. Namazı vaktinden sonraya bırakan yahut da namaz farzların­dan birisini, şartlarından birisini ya da rükünlerinden birisini terk eden kimse namazı zayi etmiş olur.

Seleften, haleften ve önder imamlardan bir grup da bu görüştedir. Nitekim Buharî ve Nesaî dışında kalan Kütüb-i Sitte sahipleri ve İmam Ahmed bu doğrul­tuda bir hadis rivayet ederler. İmam Ahmed'den meşhur olan görüş ile Şafiî'nin görüşüne göre namazı terk eden tekfir edilir, buna sebep de şu hadis-i şeriftir: "Kişi ile küfür arasındaki sınır namazın terkidir." Bir diğer hadis de Ahmed, Tir-mizî, Nesaî ve İbni Mace tarafından Büreyde'den şöylece rivayet edilmiştir: "Bi­zimle onlar (kâfirler) arasındaki ahid namazdır. Kim onu terk ederse kâfir olur."

Daha sonra Yüce Allah az önce geçen cezadan tevbe edenleri istisna ede­rek şöyle buyurmaktadır:

"Ancak tevbe edip iman ederek salih amel işleyenler müstesnadır. Onlar cennete girerler ve hiç bir haksızlığa uğratılmazlar." Namazı terk etmek, arzu­larının ardından gitmek gibi günahlarından tevbe ederek Allah'a itaate dönen, O'na iman eden ve salih amel işleyenler Rablerinin cennetine girerler. Allah onların günahlarını bağışlar. Çünkü fukahanm sözünü ettiği bir hadis-i şerifte olduğu gibi "tevbe kendisinden önceki şeyleri yıkar." İbni Mace'nin İbni Mes'ud'dan naklettiği bir diğer hadis-i şerifte de şöyle denmektedir: "Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan kimse gibidir." İşte bunların ecirlerinden bir şey eksiltilmeyecektir. İşledikleri ameller az olsa dahi. Çünkü daha önceki amelleri artık yok olmuştur, unutulmuştur. Bu da Kerim, Latif ve Halîm olan Allah'tan bir lütuf ve bir rahmetin tecellisidir.

Buradaki istisna Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Onlar ki, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler. Allah 'm haram kıldığı canı öl­dürmezler. Meğer ki, hak ile ola. Zina da etmezler... Ancak tövbe eden, iman eden ve salih amel işleyenlerin Allah günahlarını hasenata dönüştürür. Allah mağfiret edendir, rahmet edendir." (Furkân, 25/68-70).

Daha sonra Yüce Allah günahlarından tövbe edenlerin girecekleri cenne­tin niteliklerini şöylece belirtmektedir:

Rahman'ın gıyaben kullarına vaad ettiği "Adn cennetlerine. Şüphesiz O'nun sözü yerini bulacaktır." Oralar ebedi kalınacak cennetlerdir. Rahman olan Allah bu cennetleri gıyaben iyi kullarına vaad etmiş, onlar da orayı gör­medikleri halde ona iman etmiştir. Çünkü imanları güçlüdür ve çünkü Allah'ın vaadi mutlaka gerçekleşir, asla gecikmez. Allah'ın vaad ettiği şeylerden birisi de cennettir. Oraya muhakkak surette gireceklerdir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz O'nun sözü yerini bulacaktır." sözü, böyle bir şeyin gerçekleşeceğini, bunun sabit olduğunu tekit etmektedir. Şüphesiz Allah verdiği sözünde değişiklik yap­maz, onu değiştirmez. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O'nun vaadi gerçekle­şir. " (Müzzemmil, 73/18) yani kaçınılmaz olarak yerini bulur.

"Orada boş sözler değil, sadece selâm sözü işitirler." Cennet ehli olan o iyi kimseler, orada işe yaramaz yahut anlamsız, değersiz veya hiç bir mana ifade etmeyen gevezeliklerden ibaret sözler -dünyada bazen görüldüğü gibi- işitmez­ler. Fakat onlar birbirlerine verdikleri selâmı yahut meleklerin onlara verdik­leri selâmı işitirler. Bu da onlara güven ve huzur duygusu verir. Onlar rahat ve mutluluğun en ileri derecesindedirler.

Yüce Allah'ın, "Sadece selâm sözü" buyruğu münkatı' bir istisnadır; şu ayette olduğu gibi: "Orada ne batıl ne de günahı gerektiren bir söz işitirler. An­cak selâm, selâm diye bir söz işitirler." (Vakıa, 56/25-26).

"Ve sabah akşam rızıklarını orada hazır bulurlar." Canlarının çektiği yi­yecek ve içecekler sabah akşam vakitleri süresine göre getirilir. Yani sabah kahvaltı vakti ile akşam üzeri "öğleden sonra" yemek vakitlerinde. Çünkü ora­da gece ve gündüz yoktur. Ancak dünya hayatında gündüzün bu iki vakti ka-darlık sürelerde gelir. Bu yemekleri ardı arkasına geçen sürelerde getirilir ve onlar birtakım ışık ve ırmakların akışından bunu anlarlar. Nitekim İmam Ah-med ve Buharî ile Müslim Sahtelerinde Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini riva­yet ederler: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cennete ilk olarak girecek grubun yüzleri ayın ondördünü andıracaktır. Orada tükürmeyecekler, sümkürmeyecek-ler, def-i hactette bulunmayacaklardır. Kapları, tarakları altın ve gümüştendir. Onların buhurdanlıklarındaki buhurları uluvve denilen bir ağaçtandır. Terleri misktir. Onların her birisine iki zevce vardır. Bu zevcelerin bacaklarının kemik iliği güzelliklerinden dolayı etin arkasından görülecektir. Aralarında herhangi bir ayrılık herhangi bir düşmanlık yoktur. Kalpleri tek bir insanın kalbi gibi olacaktır. Sabah akşam Allah'ı teşbih edeceklerdir." İşte sabah akşam, mutedil olarak yemek yiyenlerin yemek vakitleridir. Oburlar ise ne zaman isterlerse yerler. [80]

 

Cenneti Hak Etmenin Sebepleri:

 

"Kullarımızdan takva sahibi olanları mirasçı kılacağımız cennet işte bu­dur. " Şu göz kamaştırıcı niteliklerle anlattığımız cennet, takva sahibi olan kul­larımıza miras olarak vereceğimiz cennettir. Bunlar ise bolluk zamanlarında da sıkıntılı zamanlarında da Yüce Allah'a itaat eden kimselerdir. Yani biz o cenneti, tıpkı mirası mülk edinmek gibi kendilerine halis, katıksız bir hak ola­rak vereceğiz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Na­mazlarında huşu sahibi müminler gerçekten felah bulmuşlardır... İşte onlar Firdevs'i miras alan gerçek mirasçılardır. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar." (Müminûn, 23/1-11). [81]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Peygamberlerden ve onlara tabi olan takva sahibi kimselerden sonra kötü bir nesil ve kötü evlâtlar gelmiştir. Bu neslin bazı özellikleri şunlardır:

a) Farz namazları edayı terk ettiler. İşte bu, namazı terk etmenin, terk edenin azap görmesine sebep teşkil eden büyük günahlardan olduğunun delili­dir. Tirmizî ve Ebu Davud'un Enes b. Hakîm ed-Dabbî'den rivayet ettiğine göre Medine'ye geldiği sırada, Ebu Hureyre ile karşılaşmış ve Ebu Hureyre kendisi­ne şöyle demiş: "Ey genç! Ben sana bir hadis nakledeyim mi? Olur ki Yüce Al­lah senin ondan faydalanmanı sağlar." Ben, et, deyince şöyle dedi: "Kıyamet gü­nünde insanların kendisinden hesaba çekilecekleri ilk amelleri namazdır. Şanı yüce ve mübarek olan Allah meleklerine -ki o durumu daha iyi bildiği halde-der ki: Kulumun namazına bir bakınız, onu eksiksiz mi yapmıştır, yoksa eksilt­miş midir? Eğer eksiksiz ise ona eksiksiz olarak yazılır. Şayet onu eksik bırak­mış ise şöyle buyurur: Haydi kulumun herhangi bir nafile namazı olup olmadı­ğına bakınız. Eğer nafile namazı varsa kulumun farzını nafilesinden tamamla­yınız, der. Sonra diğer ameller de bu şekilde sorgulanır."

Bunu Nesaî de Ebu Hureyre'den şöylece rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyamet gününde kulun kendisinden hesa­ba çekileceği ilk şey namazıdır. Eğer namazı yolunda ise kurtulur ve başarılı olur, şayet kötü çıkarsa zarar ve ziyan eder..."

b) Sonradan gelenler şehvet ve arzularının peşine takılıp gittiler. Bu ise insanın hoşuna giden arzu ettiği, kendisine uygun gelen şeylere ters düşmeme­si ve bu gibi şeylerden sakınıp çekinmemesi demektir. Ahmed, Müslim ve Tir-mizî'nin Enes'ten rivayet ettiği sahih hadiste şöyle denilmektedir: "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle, cehennem de arzu ve isteklerle kuşatılmıştır."

2- Sonradan gelen kötü nesillerin cezası ğay'dır, yani cehennemde helak olup kaybolmaktır. Ğay aynı zamanda cehennemdeki en derin ve harareti en fazla olan vadidir. Onda el-Behîm diye adlandırılan bir kuyu vardır. Alevi di­nince, Allah o kuyuyu açar ve bununla cehennem alevlendirilir. İbni Abbas şöy­le der: Bu, cehennemdeki bir vadidir. Hiç şüphesiz cehennemdeki vadiler onun hararetinden Allah'a sığınır. Allah bu vadiyi zina eden zinakâra, içki içmeye devam eden ayyaşa, vazgeçmeksizin faiz yiyene, anne babasına itaat etmeyene, yalan şahitlik edene ve kocasına kendisinden doğmadık bir çocuğu (zina çocu­ğunu) kocasmınmış gibi gösterene hazırlamıştır.

3- Yüce Allah namazı terk etme, arzularının peşinden takılıp gitme gibi günahlardan vazgeçip Allah'a itaate dönen, ona iman eden, salih amel işleye­rek tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. Bu gibi kimseler iyilerle birlikte cen­nete girerler.   Geçmişteki kusurları dolayısıyla salih amellerinden hiç bir şey eksilmez. Aksine her bir iyilik yedi yüz kat fazlasına kadar onlara yazılır.

4- Bunlar mükâfat olarak Adn cennetlerini göreceklerdir. Rahman olan Al­lah'ın kullarına vaad ettiği budur. Onlar da onu görmedikleri halde gaybî ola­rak iman etmişlerdir. Allah'ın vaadi ise gerçekleşecektir, bunda bir şüphe yok­tur. Şüphesiz Allah vaadinden caymaz,

5- Cennetin özellik ve niteliklerine gelince:

a) Cennet vaadi kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir.

b) Orada boş, münker sözler, batıl sözler, çirkin ifadeler, faydasız laflar ol­mayacaktır. "Orada (hiç bir nefis) boş bir söz işitmeyecektir." (Ğâşiye, 88/11).

c) Ama orada birbirlerine verecekleri selâmları, meleklerin kendilerine se­lâmlarını işitirler. Selâm ise her türlü hayrı ifade eden kapsayıcı bir şeydir. Ya­ni onlar orada ancak sevdikleri şeyi işiteceklerdir.

d) Cennette sabah akşam, yani bu iki süre kadar zaman aralıklarında yi­yecek ve içeceklerden canlarının çektiği her şey vardır. Bu kadarlık bir sürede böyle olmasının sebebi ise cennette sabah akşam diye ayrıca vakitlerinin olma­yışıdır.

e) Bu cennet katıksız bir haktır. Takva sahibi kullar onu miras olarak alır­lar ve onu mülk edinirler. Bunlar ise Allah'tan korkan, taati gereğince amel edip emirleri yerine getiren, yasaklardan kaçınan kimselerdir. [82]

 

Allah'ın Emriyle Vahyin İndirilmesi

 

64-  Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzdeki arkamızdaki ve bunlar arasındakiler yalnız O'nundur. Rabbin unutkan değildir.

65-  O göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Şu halde O'na ibadet et ve O'na ibadetinde sebat gös­ter! Sen O'na adaş bilir misin hiç?

 

Belagat:

 

"Önümüzdeki ve arkamızdaki" ifadeleri arasında tıbâk sanatı vardır. [83]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz ancak Rabbinin emriyle..." yani biz zaman zaman, ancak Allah'ın em­ri ve hikmetinin gereğine uygun olarak, meşîetine göre "ineriz." Bu ayet-i keri­medeki "ineriz" anlamına gelen kelime zamiri vahye ait olmak üzere "iner" an­lamına gelecek şekilde de okunmuştur."İneriz" diye ifade edilen kelimenin mastarındaki "tenezzül" zaman zaman, ağır ağır inmek demektir.

"Önümüzdeki, arkamızdaki ve bunlar arasındakiler yalnız O'nundur." Ge­lecekte önümüzde olanlarla geçmişte arkamızda kalanlar ve her ikisi arasında bulunan şimdiki zaman hep O'nundur. "Ve Rabbin unutkan değildir." Sana ge­lecek vahyi geciktirmekle Rabbin seni unutmuş, terk etmiş değildir. Bunun an­lamı şudur: Vahyin inmeyişinin tek sebebi, bu hususta emrin verilmeyiş olma­sıdır. Bu ise kâfirlerin iddia ettikleri gibi Allah'ın seni terk etmesi, senden ay­rılması dolayısıyla değil, O'nun bu hususta gördüğü bir hikmet dolayısıyla ol­muştur.

"O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir." Bu da Al­lah'ın unutmasının imkânsız olduğunu açıklamaktadır. "Şu halde O'na ibadet et ve O'na ibadetinde sebat göster!" Bu, bundan önceki buyruklara bağlı olarak Allah Rasulü'ne yönelik bir hitaptır. Yani sen Rabbinin seni unutmayacağını öğrenmiş olduğuna göre O'na ibadete yönel ve bu ibadet üzere sabır ve sebat göster. İbadetin zorluk ve sıkıntılarına tahammül et. Vahyin gecikmesi, kâfirle­rin de alay etmesi seni şaşırtmasın.

"Sen O'na adaş bilir misin hiç?" Hiç kendisine Allah adının verilmiş oldu­ğu O'nun bir eş ve benzerini biliyor musun? Müşrikler hiç bir zaman ilâh kabul ettikleri putlara "Allah" adını vermiş değillerdir. Kimsenin Onun benzeri ol­madığı, O'ndan başka kimsenin ibadete lâyık olmadığı açıkça ortaya çıktığına göre O'nun emrine teslim olmak, O'na kulluk ile vaktini doldurmak ve sıkıntı­larına katlanmaktan başka yapacak bir şey kalmaz. [84]

 

Nüzul Sebebi

 

Ahmed ve Buharî, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet ederler. Rasulullah (s.a.) Hz. Cebrail'e: "Bizi daha sık ziyaret etmene engel olan nedir?" diye sorun­ca şu: "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz" ayet-i kerimesi nazil oldu.

İbni Ebî Hatim de, İkrime'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Hz. Ceb­rail kırk gün vahiy getirmekte gecikti..." şeklinde yukardakine benzer bir riva­yet nakletmektedir.

İbni İshak da, İbni Abbas'm şöyle dediğini nakleder: Kureyşliler Ashab-ı Kehf e dair Rasulullah (s.a.)'a soru sorunca on beş gün beklediği halde Yüce Al­lah bu hususta ona bir vahiy indirmedi. Hz. Cebrail inince ona: "Geciktin!" de­di.

İbni Abbas'tan da rivayet edildiğine göre Hz. Cebrail Ashab-ı Kehf, Zül-karneyn kıssası ile ruha dair Hz. Peygambere soru sorulunca bir kaç gün vahiy getirmekte gecikti. Hz. Peygamber de nasıl cevap vereceğini bilemiyordu. O ba­kımdan üzüldü ve bu ona çok ağır geldi. Müşrikler de: "Rabbi ondan uzaklaştı ve onu terk etti." dediler. Cebrail gelince Peygamber (s.a.): "Ey Cebrail!" dedi. "Bana gelmekte o kadar geciktin ki olumsuz şeyler düşünmeye başladım ve seni özledim." Cebrail (a.s.) şöyle dedi: "Şüphesiz ben seni daha çok özledim, fakat ben bir emir kuluyum. Gönderilirsem inerim, alıkonulursam gelemem." İşte bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [85] Bununla birlikte olay­ların ve nüzul sebeplerinin bir kaç defa tekrarlanmış olmasına bir mani yoktur. [86]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Zekeriyya, İbrahim, Musa ve İdris gibi peygamberlerin kıssaları­nı Hz. Peygambere sebat vermek üzere söz konusu edip, onlara ihsan etmiş oldu­ğu nimetleri, onlardan sonra gelen kötü nesillerin ortaya çıkardıkları kötü fiille­ri, bid'atleri; bununla birlikte her iki kesimin de amellerinin karşılıklarını açıkla­dıktan sonra Kureyş ve Yahudilerle ilgili olaya dikkat çekmek üzere Rasulullah (s.a.)'a vahyin gecikme sebebini belirtti. Bunlar, namazı terk eden, şehvetlerine uyup arzularının arkasından takılıp giden, sonradan gelen kötü nesil tarafından sorulmuş sorulardır. Bu buyruk ayrıca İbrahim (a.s.)'in soyundan gelen ve onla­rın en şereflileri olan Muhammed (s.a.)'e hitap etmek üzere kendilerine nimet ve­rilen o şerefli kafilenin kıssalarını da sona erdirmek üzere zikredilmiştir. [87]

 

Açıklaması

 

"Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzdeki, arkamızdaki ve bunlar arasındakiler yalnız O'nundur ve Rabbin unutkan değildir." Yüce Allah, Allah'tan başkasının kelâmını dile getiren bu ayet-i kerimeyi: "İşte bu cennetle­re..." ayetine atfetmektedir ki, bu ayet-i kerime ise Allah'ın kelâmını dile getir­mektedir ve ikisi arasında herhangi bir fasıla da bulunmamaktadır. Eğer orta­daki karine açık ise böyle bir atıf caizdir. Nitekim Yüce Allah, Allah'tan başka­sının kelâmı olan: "Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbiniz-dir." (Meryem, 19) ayetini Yüce Allah'ın kelâmını nakleden: "Bir işin olmasına hüküm verdi mi ona sadece ol der, o da oluverir." (Meryem, 35) ayetine atfetmiş bulunmaktadır.

Ayet-i kerimenin anlamına gelince: Rasulullah (s.a.) Hz. Cebrail'in kendi­sine gelişinin geciktiği kanaatine kapılınca Yüce Allah Cebrail'e şunu söyleme­sini emretti: Biz melekler peygamberlere ve rasullere vahiy getirmek üzere an­cak Yüce Allah'ın hikmet, maslahat, dünya ve ahirette kulları hayrına olmak üzere inme emrini vermesi halinde ineriz.

Şüphesiz dünya ve ahirette ve bunların arasındaki cihet, mekân, geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanlarda dilediği gibi tasarruf ve irade, Allah'ın yetkisin­de olan bir şeydir. O bakımdan Allah'ın izni ile olmaksızın hiç bir iş yapmaya imkân yoktur. Nitekim "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz" buyruğu, çoğulun tek bir kişiye hitabıdır. Bu ise ancak Allah Rasulüne inen meleklerin hitabı ha­linde uygundur. Buradaki inme ağır ağır inmedir. Yani meleklerin zaman za­man inişleri, ancak Yüce Allah'ın emriyle olur.

Ey Muhammedi Vahyin sana gelişi gecikmiş olsa bile Rabbin seni unut­maz. O hiç bir şeyi unutmaz, hiç bir şeyden gafil olmaz. O uygun gördüğü hik­met dolayısıyla bazı şeyleri (insana nispetle) öne alır, bazılarını da geriye bıra­kır. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Kuşluk vak­tine ve sükûna erdiği zaman geceye yemin olsun ki, Rabbin seni terk etmedi ve senden uzaklaşmadı." (Duhâ, 93/1-3).

İbnü'l-Münzir, İbni Ebî Hatim, İbni Merdûveyh ve Taberanî'de Ebu'd-Der-dâ'dan (Hz. Peygamberle) merfu olarak şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Al­lah'ın kitabında helâl kıldığı şey helâldir, haram kıldığı şey de haramdır. Hak­kında susup hüküm vermediği şey ise size bağışlanmıştır. O bakımdan Allah'ın size bağışladığını kabul ediniz. Şüphesiz Allah hiç bir şeyi unutmuş değildir." dedikten sonra şu: "Rabbin unutkan değildir" ayetini okudu.

Bunun böyle olduğunun delili ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur:

"O göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Şu halde O'na ibadet et ve O'na ibadetinde sebat göster! Sen O'na adaş bilir misin?"

Muhakkak Allah gökleri ve yeri yaratandır. Her ikisine ve onların arasın­da bulunanlara malik olandır. Onların mutlak yöneticisi, egemeni ve tasarruf edeni O dur. Verdiği hükme itiraz olunamayandır. O bakımdan Rabbine ibadet üzere sebat göster. İbadet, itaat et ve bunların zorluk ve sıkıntılarına katlan. Vahyin geciktiği kanaati dolayısıyla ibadetten yüz çevirme. Senin ibadet lâyık Rabbine bir eş yahut O'nun bir benzeri olduğunu biliyor musun? O yaratandır, her şeyi yerli yerince çekip çevirendir, rızık verendir. Asıllarıyla fer'leriyle, nimetleri veren O'dur; cisimleri, hayatı, aklı yaratmaktan tutun da insanın ihti­yaç duyduğu her şeyi... bunları yaratmaya Ondan başkasının gücü yetmez. O her türlü eksiklikten yücedir, münezzehtir. Burada O'na adaşın bilinmediğini ifade etmekten kasıt, herhangi bir şekilde Yüce Allah'ın ortağının bulunmadı­ğını ifade etmektir. Soru ise inkâr içindir ve "hayır" anlamındadır, yani sen böyle bir şey bilmezsin, demektir.

İbni Abbas: Şanı yüce, mübarek olan, adı mukaddes olan o Rabbimizden başka hiç bir kimse Rahman diye adlandırılmaz," der. [88]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler iki hususa delâlet etmektedir:

1- Şüphesiz melekler Allah'ın vahyini ulaştıran elçilerdir. Bu elçiler pey­gamber ve rasul bütün zaman ve mekânlarda kâinatın işlerini çekip çeviren, yöneten, hiç bir şeyden gaflete düşmeyip hiç bir şeyi unutmayan Allah'ın emri ile inerler. O meleği göndermek istedi mi, gönderir.

2- Aziz ve Celil olan Allah göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunanla­rın Rabbi ve yaratıcısıdır. Göklerin ve yerin de, her ikisi arasında bulunanların da mutlak maliki ve egemenidir. Zamanı çekip çevirmek Onun elinde olduğu gibi, eşyayı çekip çevirmek de O'nun işidir. Mutlak malik ve egemen O oldu­ğundan dolayı ibadetin de yalnızca O'na yapılması farzdır. Mutlak malik ve mabud olandan başkasının ibadete lâyık olması imkânsızdır. O mutlak malik ve mabudun çocuğu, eşi, benzeri, dengi yoktur; bu yüzden Allah ya da Rahman adına başkaları lâyık olamaz.

İbadet ise, Yüce Allah'a son derece bir alçakgönüllülük ile itaat etmektir. Allah'ın Rasulü ve müminlere düşen ise, -başka herhangi bir şeyin geciktiği kanaatine sahip olmaksızın- O'nun emirlerini yerine getirmeye devam etmek için çalışmaktan, bunu sürdürmekten başka bir şey değildir. [89]

 

Müşriklerin Öldükten Sonra Dirilişe Dair Bir Şüphesi

 

66- İnsan der ki: "Ben öldükten sonra mı diriltilip çıkarılacağım."

67-  Kendisi önceden bir şey değilken onu bizim yarattığımızı insan hiç dü­şünmez mi?

68-  Rabbine andolsun ki, biz onları da şeytanları da beraber hasredeceğiz. Sonra cehennemin etrafında diz çöktürerek hazır bulunduracağız.

69-  Sonra her topluluktan Rahman'a karşı en çok baş kaldıranlarını ayıraca­ğız.

70- Hem oraya atılmaya en çok kimlerin lâyık olduklarını elbette biz biliriz.

71-  içinizde ona uğramayacak kimse yoktur. Bu Rabbinin yapmayı taahhüd ettiği kesinleşmiş bir hükümdür.

72-  Sonra biz takvaya erenleri kurtara­cağız. Zalimleri de orada diz üstü çök­müş olarak bırakacağız.

 

Belagat:

 

"İnsan der ki..." Kâfir der ki, demektir. Çünkü öldükten sonra dirilişi kâ­firler inkâr eder. O bakımdan burada "insan" lafzıyla özel bir kesim kastedil­mektedir.

"Ben öldükten" ile "diriltilip" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır. "İnsan hiç düşünmez mi?" deki soru inkâr ve azar içindir. [90]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İnsan", yani öldükten sonra dirilişi inkâr eden ve hakkında bu ayet-i ke­rimenin nazil olduğu Übeyy b. Halef veya el-Velid b. Muğire "der ki..." Bunlar­dan Übeyy b. Halef çürümüş kemikleri alıp ufalayıp: "Muhammed, bizim öl­dükten sonra diriltileceğimizi ileri sürmektedir." demişti. Yahut da "insan"dan kasıt, insanlardan malum bir kesimdir ki, bunlar da kâfirlerdir. Bununla insan türü de kastedilmiş olabilir. Söylendiği nakledilen söz ise, -hepsi tarafından söylenmemiş olsa dahi- kendi aralarında söyledikleri bir sözdür. Nitekim katil kabileye mensup tek bir kimse olmakla birlikte: Filan oğulları, filanı öldürdüler, demek de buna benzemektedir.

"Ben öldükten sonra mı diriltilip çıkarılacağım1?" Yeryüzünden yahut ölüm halinden sonra? Buradaki soru nefiy manasınadır. Ben öldükten sonra diriltil­meyeceğim, anlamınadır.

"Kendisi önceden bir şey değilken onu biz yarattık. İnsan hiç düşünmez mi..." Bu onun.daha önce söylediği sözünü red içindir. Onu düşünerek, niçin yoktan var etmeyi, yaratılışın tekrar iade edileceğine delil görmemektedir?

"Rabbine andolsun ki": Burada Yüce Allah Peygamberine izafe ederek kendi adına yemin etmekte, işi gerçekleştireceğini belirtmektedir. Ayrıca bu­nunla da Rasulullah (s.a.)'m şanını yüceltmektedir. "Biz onları da..." Öldükten sonra dirilişi inkar eden kâfirleri de, "şeytanları da beraber hasredeceğiz." Ri­vayet edildiğine göre kâfirler kendilerini saptırıp aldatan şeytan dostlarıyla birlikte haşredileceklerdir. Herkes kendi şeytanıyla birlikte bir zincire bağlı olacaktır. Her ne kadar bu, kâfirlere has bir durum ise de bütünüyle insan tü­rüne nisbet edilmesi uygundur. Çünkü insanlar haşredilecekleri vakit araların­da şeytanlarına bağlanmış kâfirler de birlikte bulunacaktır. Böylelikle bütün kâfirler insanlarla birlikte bu halleriyle hasredilmiş olacaklardır.

" Sonra cehennemin etrafında": yanidış tarafında, "diz çöktürerek hazır bulunduracağız."

"Sonra her topluluktan" yani herhangi bir dine bağlı ve batıl üzere birbi­riyle yardımlaşmış, onlardan her bir ümmet cemaat veya fırkadan "Rahmana karşı en çok başkaldıranları ayıracağız." Rahman'a karşı en çok büyüklük tas­layan, en cüretkâr olan, en ileri derecede isyankâr, en fazla haddi aşanları. On­lardan kim daha çok isyankâr, kim daha çok serkeş ise onları diriltip cehenne­me atacağız. Burada "en çok başkaldıranlar'm söz konusu edilmesi ile şanı Yü­ce Allah, isyan edenlerin pek çoğunu affedeceğine dikkat çekmektedir. Her ne kadar bu özel olarak kâfirler hakkında ise de bundan maksat, bu isyankârları isyankârlık derecelerine göre birbirinden ayıracağını ve sırayla bunları cehen­neme atacağını yahut da her bir kesimi kendisine uygun düşecek cehennem ta­bakasına sokacağını anlatmaktadır. "O kâfirlerin lâyık olduklarını" Onlardan ister daha aşırı olanlarını, ister böyle olmayanlarını cehenneme girmeye kimle­rin daha lâyık olduklarını "elbette biz biliriz."

"İçinizde ona uğramayacak kimse yoktur." Sizin aranızdan cehennem üze­rinde uzanmış Sırat'm üzerinden alevi dinmiş iken geçmeyecek kimse yoktur. "Bu Rabbinin yapmayı taahhüd ettiği, kesinleşmiş" meydana geleceği onun ta­rafından hükme bağlanmış, kararlaştırılmış "bir hükümdür." Yüce Allah'ın: "Haklarında tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar ondan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır." (Enbiya, 21/101) buyruğu ise, Yüce Allah'ın mutlak ola­rak vermiş olduğu vaadi ile çelişmemektedir. [91]

 

Nüzul Sebebi

 

"İnsan der ki..." buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak el-Kelbî şöyle der: Bu ayet-i kerime eliyle ufaladığı çürümüş kemikleri alan Übeyy b. Halef hakkında nazil olmuştur. O kemikleri ufalayarak: "Muhammed, sizlere öldükten sonra diriltileceğinizi vaad etmektedir." diyordu.

İbni Abbas ise ayet-i kerimenin el-Velid b. Muğire ile arkadaşları hakkın­da nazil olduğunu söylemektedir. [92]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah ibadeti, ibadet üzere sabrı emrettikten sonra, geleceğinde şüp­he bulunmayan öldükten sonra diriliş gününde, ibadetin onları azaptan koru­yacağını açıklamaktadır. Şüphesiz insanın yeniden yaratılması ilk olarak yara­tılmasından daha kolaydır.

Aynı şekilde surede, Yüce Allah'ın diriltme ve öldürmeye kudretiyle kıya­met gününün ispatı hedeflediğinden, burada öldükten sonra dirilişi inkâr edip yalanlayan kâfirlerin şüpheleri söz konusu edilmekte ve kesin delillerle bu şüpheler çürütülmektedir.

Aynı şekilde kâfirlerin karşı karşıya kalacakları zillet ve azaptan da bah­sedilmekte ve bütün insanların cehenneme uğrayacakları açıklanmaktadır. Ce­hennemden, iman edip takva sahibi olan ve salih amel işleyenlerin dışında kurtulan olmayacaktır. [93]

 

Açıklaması

 

"İnsan der ki: Ben öldükten sonra mı diriltilip çıkartılacağım?" Öldükten sonra dirilişi inkâr eden müşrik kâfir, ölümden sonra tekrar dirilişini uzak bir ihtimal görerek hayret ve şaşkınlıkla ölüp toprak olduktan sonra kabrinden canlı olarak nasıl çıkartılıp hesaba çekileceğini sorar. Buradaki bu söz müşrik ve kâfir olan her kişiye isnad edilmiştir. Bu sözü onların ancak belli bir kısmı söylemiş olmasına rağmen böyle bir isnadın tümüne yapılmasının sebebi, mu­ayyen kimselerin söylediği bu söze razı oluşlarıdır.

Bu ayet-i kerimenin benzeri diğer ayet-i kerimeler de vardır: "Eğer şaşı­yorsan asıl şaşılacak olan: Acaba biz toprak olduktan sonra yeniden mi yaratı­lacağız? demeleridir." (Ra'd, 13/5); "İnsangörmez mi ki, biz onu bir nutfedenya­rattık? Öyleyken o apaçık bir hasım kesiliveriyor. Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal verdi ve dedi ki: Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek? De ki: On­ları ilk defa yaratan onları diriltecektir. O her hilkati en iyi bilendir." (Yâ-Sîn, 36/77-79).

Öldükten sonra tekrar diriltilmenin mümkün olacağının delili de şudur: "Kendisi önceden bir şey değilken onu bizim yarattığımızı insan hiç düşünmez mi?" Şu inkarcı insan niçin ilk yaratılışı üzerinde düşünmüyor? Biz onu yoktan var ettik. Varlığı söz konusu değilken onu yarattık. O neden ilk yaratılışı tek­rar diriltilmeye delil görmüyor? Halbuki ilk yaratma tekrar iade etmekten da­ha hayret verici ve üzerinde daha çok düşünülmesi gereken bir iştir.

Bunun ifade ettiği anlam şudur: Şanı Yüce Allah insanı önce hiç bir şey değilken yaratıp var etti. Hatta o daha önce tamamıyla yokluktu. Onu bir varlık haline getirdikten sonra yeniden (ölümden sonra) bir daha ilk haline döndü-remez mi? Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: 'Yaratık­ları ilkin yoktan var eden, sonra da tekrar iade eden O'dur ve bu Ona daha ko­laydır. " (Rum, 30/27). Sahih hadis-i şerifte de şu ifadeler yer almaktadır: "Yüce Allah buyuruyor ki: Ademoğlu beni yalanladı, halbuki beni yalanlamak ona ya­kışmaz. Bana eziyet etti, halbuki onun bana eziyet etme selahiyeti yoktur. Beni yalanlaması onun: "Beni ilk olarak yarattığı gibi tekrar iade etmeyecektir." de-mesidir. Halbuki bana göre ilk olarak yaratmak, daha sonrakine göre daha ko­lay değildir. Onun bana eziyet vermesine gelince, benim çocuğum olduğunu söy­lemesidir. Halbuki doğurmayan ve doğurulmamış, Samed, bir ve tek olan be­nim ve hiç bir kimse benim dengini değildir."

Daha sonra Yüce Allah değişik açılardan öldükten sonra dirilişi inkâr edenleri şu buyruklarıyla tehdit etmektedir:

1, 2- "Rabbine andolsun ki, biz onları da şeytanları da beraber hasredece­ğiz. Sonunda cehennemin etrafında diz çöktürerek hazır bulunduracağız." Şanı Yüce ve mübarek olan Rabbimiz şerefli zatına yemin ederek onların çoğunu ve Allah'tan başka tapındıkları şeytanlarını mutlaka hasredeceğini belirtmekte­dir. Onları kabirlerinden dirilterek çıkartacak ve onları azdırıp saptıran şey­tanları ile birlikte Mahşerde bir araya getirecektir. Daha sonra da uzun süre hesap yerinde bekledikten sonra, cehennem etrafında onları dizleri üstüne çök­müş olarak hazırlayacaktır. Bu şekildeki çöküşleri ise oradaki duruşlarının dehşetinden, hesaba çekilmelerinin verdiği korkudan dolayıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve sen her bir ümmeti diz üstü çökmüş görecek­sin." (Câsiye, 45/28). Bu şekilde hazırlanmaları ise cehenneme sokulmaların­dan önce olacak ve en ileri derecede zelil kılınmış olacaklar. Çünkü burada "diz çöktürerek" diye buyurulmaktadır.

3- "Sonra her topluluktan Rahmana karşı en çok baş kaldıranlarını ayıra­cağız. " Belli bir dine bağlı her bir kesimden veya sapkınlık ve fesat kesimleri­nin her birisinin en ileri derecede isyan etmiş, en çok baş kaldırmış, en çok bü-yüklenmiş ve Allah'ın sınırlarını en fazla aşmış olanlarını bir kenara ayıraca­ğız. Bunlar ise kötülükte onların önderleri ve başkanlarıdır.

İşte bu buyrukta değişik şekillerde tehditler yer almaktadır: Birincisi şey­tanlarla birlikte hasredilmek; ikincisi oldukça zelil ve aciz bir şekilde cehen­nem etrafında oturtulmuş olarak hazır bulundurulmak; üçüncüsü ise onların birbirlerinden ayrı ayrı bulundurulmaları. Yani küfür ve isyanında araların­dan daha ileri ve daha azgın olanlara özellikle daha büyük bir azap verilecek­tir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kâfir olup Allah'ın yolundan alıkoyanlara -vaktiyle fasıklık etmiş olduklarından dolayı- azap üstüne azapla­rını artıracağız." (Nahl, 16/88). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ken­di ağırlıkları ile birlikte başka ağırlıkları da (taşıyacaklardır)." (Ankebut, 29/13).

"Hem oraya atılmaya en çok kimlerin lâyık olduklarını en iyi biz biliriz." Yani şanı Yüce Allah kulları arasında cehennemi boylamaya ve burada ebedî kalmaya kimin lâyık olduğunu, azabının kat kat artırılmasını kimin hak ettiği­ni en iyi bilendir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Herkese iki kat (azap) vardır. Fakat siz bilmiyorsunuz." (A'raf, 737). Daha son­ra Yüce Allah bütün insanların cehennem ateşine uğrayacaklarını haber vere­rek şöyle buyurmaktadır:

"İçinizde ona uğramayacak kimse yoktur. Bu Rabbinin yapmayı taahhüd ettiği kesinleşmiş bir hükümdür." insanlar arasından cehenneme uğramayacak hiç bir kimse yoktur. "Uğramak (vârid)", Sırat'm üzerinden geçmektir. Şanı Yü­ce Allah bu geçişin mutlaka gerçekleşeceğine dair hüküm vermiştir. Bir diğer görüşe göre geçişten kasıt, cehenneme yaklaşmak ve cehennemin etrafında toplanmaktır. Bu ise hesaba çekilme yeridir. Bir diğer görüşe göre uğramaktan kasıt girmektir. Çünkü hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Oraya uğramak girmektir. İyi olsun kötü olsun ona girmeyecek kimse kalmayacaktır. Orası mü­minler için serin ve esenlik olacaktır. Tıpkı ateşin İbrahim 'e olduğu gibi." Daha sahih olan ise -bu hadis-i şerif dolayısıyla- uğramanın oradan geçme demek ol­duğudur:

İbni Ebî Hatim, İbni Mes'ud'un şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bütün insanlar Sırat'a uğrayacaklardır.^Uğramaları ise cehennemin etrafında ayakta dikilmeleridir. Sonra amelleri ile Sırat üzerinden geçip giderler. Onlardan ki­misi bir şimşek gibi, kimisi rüzgar gibi, kimisi kuş gibi, kimisi asil bir at gibi geçer. Kimisi de iyi bir devenin yürüyüşü gibi, kimisi bir insanın koşusu gibi geçer. Nihayet aralarından en son geçecek kişi ayağının baş parmağı kadar bir yer üzerinden nuru ile geçebilecektir. Oradan geçerken Sırat onu sağa sola bü­kecek, ayakların sebat edemediği oldukça kaygan bir köprü halini alacaktır ve onun üzerinde es-Sa'dân adı verilen bitkinin dikenlerini andıran dikenler bulu­nacaktır. Her iki tarafta ateşten kancalar taşıyan melekler olacaktır. Onlar bu kancalarıyla insanları alıp yakalarlar." İbni Mes'ud naklettiği bu rivayeti, el­bette ki Peygamber (s.a.)'den dinlemiştir. İbni Cerîr de yine İbni Mes'ud'un şöy­le dediğini nakletmektedir: "Sırat, cehennem üzerinde kılıcın keskin tarafı gi­bidir. Birinci tabaka, üzerinden şimşek gibi, ikincisi rüzgar gibi, üçüncüsü asil atlar gibi, dördüncüsü asil develer gibi geçecektir. Daha sonra meleklerin: Al­lah'ım! Esenlik ver, esenlik ver, dualarıyla onlar (insanlar) oradan geçecekler­dir."

"Sonra biz takvaya erenleri kurtaracağız. Zalimleri de orada diz üstü çök­müş olarak bırakacağız." Bütün insanların Sırattan geçip cehenneme uğrama­larından sonra cehenneme girmeyi gerektiren şeylerden sakınmış olanları kur­taracağız. Cehennemi gerektiren şeyler ise Allah'ı inkâr ve ona isyan etmektir. Biz bunlardan uzak duranları cehenneme girmekten koruyup kurtaracağız. Onlar iman ve amelleri sayesinde Sırat üzerinden geçeceklerdir. Kâfir ve is­yankârları ise cehennemde dizleri üstünde çökmüş olarak bırakacağız, oradan çıkamayacaklardır. Cehennemde, orada ebediyyen kalması icap edenlerden başkası kalmayacaktır. Günahkâr müminler ise masiyetleri dolayısıyla azap gördükten sonra oradan çıkacaklardır. Allah herhangi bir zamanda: "Lâ ilahe illallah" demiş bulunan ve hiç bir hayır işlememiş olanları dahi cehennemden çıkartacaktır. [94]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerden aşağıdaki sonuçlar çıkartılabilir:

1- Öldükten sonra dirilişi inkâr eden kâfir, bunu uzak bir ihtimal olarak görür. Fakat onun hayrete düşüp şaşırmasını gerektiren bir durum yoktur. Eğer azıcık düşünecek olursa insanı yok iken yaratan gücün aynı şekilde onu ikinci bir defa daha var etmeye gücü yeteceğini idrak edecektir. Yeniden var edebilmek, insan aklının ölçülerine göre ilk olarak yaratmaktan daha kolaydır. Şanı Yüce Allah için ise her ikisi arasında da bir fark olmaz.

2- Varlıkların hasredilip hesap için bir araya toplanmaları aynı şekilde ka­birlerden diriltildikten sonra gerçekleşecek bir iştir. Her kâfir aynı zincire bağlı olarak şeytanı ile birlikte haşredilecektir.

3- Yüce Allah kâfirleri cehennemin etrafında dizleri üstüne çökmüş olarak hazır bulunduracaktır. İçinde bulundukları dehşetli halin ağırlığı dolayısıyla ayağa kalkacak gücü bulamayacaklardır.

4- Yüce Allah her bir ümmet ve batıl din mensupları arasında en isyankâr olanlarını ve en çok haddi aşmış olanları çıkartır. Bunlar ise önderler ve baş­kanlardır. Bunların ayrılmaları cehennem azabının onlara kat kat verilecek ol­masındandır.

5- Şanı Yüce Allah, insanlardan ve cinlerden cehenneme girmeye kimlerin lâyık olduğunu, kimlerin de azabının kat kat artırılmasını hak ettiklerini en iyi bilendir.

6- Bütün insanların cehenneme uğramaları, yani cehenneme girmek değil de Sırat üzerinden geçişleri kaçınılmaz olarak gerçekleşecek bir iştir. İbni Ab-bas, İbni Mes'ud, Ka'b el-Ahbâr, es-Süddî, Hasan-ı Basrî buradaki uğramayı Sı­rat üzerinden geçiş olarak açıklamışlardır. el-Hasen şöyle der: Uğramak gir­mek değildir. Çünkü kişi Basra'ya uğradım, fakat oraya girmedim, der. Buna göre uğramak onların Sırat üzerinden geçişleridir. Çünkü Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Şüphesiz kendileri için bizden iyilik takdir edilmiş kimseler on­dan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır." (Enbiyâ, 21/101). Derler ki: Yüce Al­lah'ın kendisini cehennemden uzak tutacağına dair teminat vermiş olduğu kimse cehenneme girmeyecektir. Bu ayet-i kerimeden sonra Yüce Allah'ın: "Onlar o ateşin sesini işitmezler" buyurmuş olması da bunu göstermektedir. Çünkü eğer onlar bizzat cehenneme uğrayacak (girecek) olsalardı, elbette ki bunun sesini işitirlerdi. Yüce Allah'ın: "O gün onlar korkudan yana emindirler" (Nemi, 27/89) buyruğu da bunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber de Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre şöyle bu­yurmuştur: "Müslümanlardan herhangi bir kimsenin ilk çocuğu ölmüşse o kim­seye ateş -yeminin gereği dışında- dokunmayacaktır." Yani Yüce Allah'ın: "İçi­nizden ona uğramayacak kimse yoktur" buyruğundaki yeminin gereğini getirmek kaçınılmaz bir şey olacaktır ki, bu da Sırat üzerinden geçiş yahut cehen­nemi görmek veya oraya esenlikli bir şekilde girmek demektir. Bu hallerde ise ateş hiç bir şekilde dokunmayacaktır.

7- Yüce Allah takva sahiplerini kurtaracak, onları cehennem ateşinden ko­ruyacaktır. Kâfirleri ise orada devamlı ve ebedî olarak kalmak üzere diz üstü oturmuş halde bırakacaktır. Bu konuda kabul edilen görüş şudur: Büyük gü­nah işlemiş bir kimse cehenneme girmiş olsa dahi, günahı kadar cezalandırıla­cak, sonra oradan kurtulacaktır. Mürcie, (böylesi bir kimse) asla cehenneme girmeyecektir, derken Haricîler ise orada ebedî olarak kalacaktır, derler. Ce­henneme uğramanın oraya girmek olduğunu kabul edenler şu: "Sonra biz tak­vaya erenleri kurtaracağız" ayetini delil gösterirler. Çünkü Yüce Allah burada biz zalimleri oraya sokacağız dememekte "zalimleri de orada... bırakacağız" bu­yurmaktadır.

Halid b. Ma'dân şöyle der: Cennetlikler cennete girdikleri vakit: "Hani Rabbimiz bize cehenneme uğrayacağımızı söylemişti?" derler. Onlara şöyle deni­lir: "Sizler oraya uğradınız ve sizler orayı kül gibi gördünüz." Kurtubî bununla ilgili olarak şöyle der: "İşte bu görüş, bu konudaki farklı kanaatleri bir noktada toplayabilmektedir. Cehenneme uğrayıp da cehennemin alev ve sıcağının rahat­sız etmediği kimse oradan uzak tutulmuş, oradan kurtarılmış demektir. Şanı Yüce Allah lütfü ve keremiyle bizi ondan kurtarsın, oraya uğrayıp da esenlikle oraya giren ve nimet elde etmiş olarak oradan çıkan kullarından eylesin." [95]

 

Müşriklerin, Dünyadaki Durumlarının Güzelliği Dolayısıyla Bir Diğer Şüpheleri

 

73-  Ayetlerimiz kendilerine apaçık okunduğunda kâfirler müminlere derler ki: "Bu iki fırkadan hangisinin makamı daha hayırlı, meclisi daha iyidir?"

74-  Bunlardan önce nice nesilleri helak etmişizdir ki, onlar varlıkça ve gösteriş­çe daha iyi idiler.

75- De ki: "Kim dalâlette olursa Rahman ona ömür boyunca mühlet verir. Niha­yet kendilerine vaad olanı ya azabı ya kıyameti görünce kimin yerinin daha kötü ve yardımcılarının daha zayıf oldu­ğunu bileceklerdir."

76- Allah hidayete erenlerin hidayetini artırır. Baki olan salih ameller ise se­vapça da Rabbin yanında daha hayırlı­dır, akibetçe de daha hayırlıdır.

 

I'râb:

 

"Mühlet verir." buyruğunun aslı emir anlamında "mühlet versin" şeklinde olmakla birlikte, manası haberdir (mealde ona göre yapılmıştır). Nitekim ba-zan haber lafzı kullanılıp manası emir olabilir. "Anneler çocuklarını... emzirir-ler." (Bakara, 2/233) buyruğunun "emzirsinler" anlamında oluşu gibi. [96]

 

Belagat:

 

"Kimin yerinin daha kötü ve yardımcılarının daha zayıf olduğunu bilecek­lerdir." buyruğu düzenli bir leff ü neşr'dir.. Çünkü birincisi "makamı daha ha­yırlı" ifadesine, ikincisi ise "meclisi daha iyi" ifadesine racidir.

"Makamı daha iyi" ile "yeri daha kötü" ifadeleri arasında da tıbâk sanatı vardır. [97]

 

Kelime ve İbareler:

 

Kur'ân'dan "ayetlerimiz kendilerine" Mümin ve kâfirlere, "apaçık" yani an­lam ve mucize oluşları (i'câzları) "okunduğunda kâfirler müminlere derler ki":

"Bu iki fırkadan hangisinin" bizden ve sizden hangisinin "makamı" mekân ve mevkisi daha "hayırlı, meclisi daha iyidir?" Toplantı yeri ve oturup kalktık­ları yer, meclis (nâdî), insanların toplanıp konuştukları yerdir. Müşriklerin da­nışmak üzere toplandıkları yer olan Dâru'n-Nedve de buradan gelmektedir. Bu sözleriyle şunu anlatmak istiyorlar: Biz sizden daha hayırlı olacağız. Ayetin anlamı şudur: Kâfirler apaçık ayetleri işitip de onlara karşı çıkmaktan yana acze düşünce bu sefer sahip oldukları dünyevî nimetlerle müminlere karşı övünme­ye koyuldular. Bunu kendi faziletlerine ve Allah nezdindeki mevkilerinin güzel olacağına delil göstermeye çalıştılar. Bu yola baş vurmaları ise, onların yalnız­ca halihazırdaki duruma bakmaları ve yalnızca dünya hayatının zahirini bil­mekle ortaya çıkan kısır görüşlülüklerini yansıtmaktadır.

"Bunlardan önce nice nesilleri helak etmişizdir ki..." Geçmiş ümmetlerden nicelerini helak ettik. Nesil (kam), her bir çağın insanlarına denilir. Bu, tehdit ile birlikte onların iddialarını reddetmektedir. "Onlar varlıkça..." Bu kelime (varlık anlamını verdiğimiz esas) evin içerisinde bulunan eşya, elbise ve benze­ri şeylerdir, "ve gösterişçe", yani görülen şeyler itibariyle, "daha iyidirler". Gü­zellik ve göz alıcılık itibariyle daha ileri olmalarına rağmen, biz geçmiş nesille­ri helak ettik. Küfürleri sebebiyle geçmiş nesilleri helak ettiğimiz gibi, şimdiki­leri de helak ederiz.

"Mühlet verir" buyruğunun anlamı haber vermektir. Rahman ona uzun bir ömür, bu ömürden yararlanmak için imkân, hayatta tasarrufta bulunma imkâ­nı verir. "Nihayet kendilerine vaad olunanı" bu verilen mühletin sonu gelip de "ya azabı veya kıyameti görünce" burada vaad olunan şey tafsilatlı olarak zik­redilmektedir. Bu ise öldürülmek, esir alınmak, Müslümanlar tarafından yenik düşürülmek gibi ya dünyadaki azaptır veya kıyamet günü ile o günde karşı karşıya kalacakları azap, intikam ve cehenneme giriştir. İşte o vakit "kimin ye­rinin daha kötü ve yardımcılarının daha zayıf olduklarını bileceklerdir." Her iki kesimden hangisinin bu durumda olacağını bileceklerdir. Çünkü işin dünya hayatında iken hesapladıklarının tam aksi olduğunu görecekler, kendilerinin yardımcı ve destekçilerinin daha az olduğunu anlayacaklardır. Kendileri ve yardımcıları olan şeytanların mı, yoksa müminler ve onların yardımcıları olan meleklerin mi daha hayırlı olduğunu açıkça göreceklerdir.

"Allah hidayete erenlerin hidayetini artırır." Onlara indirmiş olduğu ayetler ile hidayet bulanların imanlarını artırır. Bu buyruk Yüce Allah'ın: "De ki: Kim dalâlette olursa..." ifadesinden sonra nakledilen şart cümlesine atfedilmiştir. Adeta kâfire mühlet verilip dünya hayatı ile faydalandırılmasının onun üstün­lüğü dolayısıyla olmadığını açıkladıktan sonra, müminin dünya hayatından al­dığı payın az olmasının faziletinin eksikliğinden dolayı olmadığını açıklamak is­temiş gibidir. Çünkü Yüce Allah bununla mümin için daha hayırlısını istemiştir ve bu hayattaki eksik payının bedelini (daha hayırlısıyla) vermiş olacaktır.

"Baki olan salih ameller," etkileri geriye kalan itaatler, beş vakit namaz, "sübhanallahi velhamdülillahi velâilahe illahü vallahü ekber" sözleri de bunlar­dandır; "işte bunlar ise sevapça da Rabbin yanında hayırlıdır." Bunlar kâfirlerin kendisiyle övünüp durdukları ve kendilerinden istifade ettikleri fani dünya ni­metlerinden daha faydalıdır "akıbetçe de daha hayırlıdır." Kâfirlerin amellerinin hilâfına dönüş ve akibet itibariyle daha hayırlıdır. Buradaki hayırlılık onların: Bu iki fırkadan hangisinin makamı daha hayırlıdır." sözüne bir karşılıktır. [98]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah öldükten sonra dirilişi inkâr eden Kureyş kâfirlerinin gö­rüşlerini karşı delil ile çürütüp, kıyamet günü görecekleri azabı haber vermek­te ve ayrıca bir diğer şüpheleri de söz konusu etmektedir. Kâfirler şöyle diyor­lardı: Siz hak üzere, biz de batıl üzere isek, o zaman sizin dünyadaki durumu­nuzun bizden daha iyi ve daha güzel olması gerekirdi. Çünkü hikmeti olan Yü­ce Allah'ın kendisine dost olan ihlâslı kimseleri azap ve zillete düşürmesi, ita­atinden yüz çeviren düşmanlarını ise izzet ve rahat içerisinde bırakması uygun olmaz. Oysa durum bunun tam aksidir. Biz nimet ve rahatlık içerisinde yaşıyo­ruz; demek ki hak üzereyiz. Sizler ise korku, zillet ve fakirlik içine düşmüş bu­lunuyorsunuz; demek ki batıl üzeresiniz. Yüce Allah kâfirlerin bu iddialarına şöylece cevap vermektedir: Sizden önceki kâfirler durum itibariyle de mal iti­bariyle de sizden iyi idiler. Halbuki Allah onları yok edici bir azap ile helak et­miştir. O halde dünya nimetlerine sahip olmak Allah tarafından sevilmenin de­lili olamaz. Dünya hayatındaki kötü durum da Allah'ın gazabına uğramışlığın alâmeti değildir.

Daha sonra Yüce Allah: "De ki: Kim dalâlette olursa..." buyruğu ile onlara ikinci bir cevap daha vermektedir. Bunun manası şudur: Onlara dünya veya ahiret azabının gelmesi kaçınılmazdır. İşte o vakit dünya nimetlerinin kendile­rini bu azaptan kurtaramayacağını öğreneceklerdir.

Rivayet edildiğine göre bu sözleri söyleyen kişi en-Nadr b. el-Hâris ile Ku-reyşe mensup bazı kimselerdir. Bunlar Peygamber (s.a.)'in ashabının oldukça sıkıntılı bir hayat sürüp basit elbiseler giydiklerini, buna karşılık kendilerinin ise rahat ve bolluk içerisinde yaşayıp kaliteli elbiseler giydiklerini görünce böy­le söylediler. [99]

 

Açıklaması

 

"Ayetlerimiz kendilerine apaçık okunduğunda kâfirler müminlere derler ki: Bu iki fırkadan hangisinin makamı daha hayırlıdır, meclisi daha iyidir?" Yüce Allah'ın indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim'in ayetleri, apaçık belgeler olarak okunduğunda kâfirler bundan yüz çevirdiler ve uydukları batıl dinin doğrulu­ğuna delil getiren bir üslupla dediler ki: İki kesimden (müminlerle kâfirlerden) hangisinin mevki ve meskeni daha iyi, makamı daha üstün, yardımcıları daha çoktur. Ayet-i kerimedeki "nâdî" konuşma yeri ve meclis demektir. Erkeklerin konuşup oturmak üzere toplandıkları yere denilirdi. İşte biz nasıl olur da batıl üzere oluruz da şu zayıf, fakir, Daru'l-Erkam'da gizlenip saklananlar hak üzere olabilirler? Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede onların bu durumla­rını şöylece haber vermektedir: "Kâfirler iman edenlere dediler ki: Eğer o (iman) hayır olsa idi bizden önce ona sahip olamazlardı" (Ahkaf, 46/11). Bu ise dünya hayatında zahiren görülen hale bakıp aldanmaktır. Onlar zengin ve var­lıklı olanın hak ve doğruluk üzere olduğunu, buna karşılık fakir olanın da batıl üzere olduğunu vehmediyorlardı.

Yüce Allah onların bu şüphelerini şu ayeti ile reddetmektedir:

"Bunlardan önce nice nesilleri helak etmişizdir ki, onlar varlıkça ve göste­rişçe daha iyi idiler." Bu onların bu husustaki şüphelerine verilen ilk cevaptır. Yani peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetlerden pek çoğu küfürleri sebe­biyle helak olmuştur. Oysa onlar hem servet, hem de gösteriş bakımından siz­lerden ileri idiler. Ayette geçen "esas" kelimesi genel olarak bütün malı ifade eder. Deve, koyun, inek ve eşyalar anlamındadır. Özel olarak yatak, yorgan, el­bise, perde, sergi, koltuk, kanape gibi ev eşyası anlamına da gelir. "Gösteriş" ise elbisenin güzelliği yahut bedenlerin güzelliği ve nimet içerisinde olması gibi, insanların takdirine göre görünürde olan durum demektir.

Ayetin anlamı şudur: Servet, nüfuz ve üstünlüğün görünür belirtileri Al­lah nezdinde de durumun iyiliğinin delili değildir. Allah refah içerisinde olanla­rı helak etmiş, salih fakirleri de kurtarmıştır. İşte bu aynı zamanda zengin, ama cahil günahkâr bir takım Müslümanların dünya hayatındaki iyi halleri­nin Allah'ın kendilerinden razı oluşuna, ahiretteki hallerinin de iyiliğine bir delil kabul etmelerine karşı bir tehdittir.

Daha sonra yüce Allah bu tehdidi daha bir pekiştirerek ve ileriye götüre­rek şöylece buyurmaktadır:

"De ki: Kim dalâlette olursa Rahman olan ona mühlet verir." Bu da kâfirle­rin konu ile ilgili şüphelerine verilen ikinci cevaptır. Ey Muhammedi Sen ken­dilerinin hak, sizin ise batıl üzere olduğunuzu iddia eden, Rablerine ortak ko­şan bu müşriklere şunu söyle: Bizden olsun sizden olsun, her kim dalâlette olursa ve her kim dünya hayatında kendi hevasına göre gelişigüzel'davranırsa, Yüce Allah onu bir müddet sapıklığı içerisinde bırakacak, azgınlığında terk e-decek, içinde bulunduğu halde kendisine mükjet verecek, ona alabildiğine süre tanıyacak ve (derece derece azaba yaklaştırmak üzere) ona meydan verecektir ki, günahı daha çok artsın. Bu Rabbinin huturuna çıkacağı ecelinin geleceği vakte kadar böyle sürüp gidecektir.              

İşte zalim ve isyankârları derece derece azaba yaklaştırmak hususunda Allah'ın sünneti budur. Allah onları sapıklıklarında bırakır. Hatta dünya haya­tı nimetlerini ve hayatın lezzet ve zevk alınan yönlerini daha da artırır. Ta ki, kendileri için bir yol kabul ettikleri o kötü hallerinde daha ısrarlı bir şekilde kalıp devam etsinler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Günahlarını artırsınlar diye biz onlara süre tanıyoruz." (Al-i İmran, 3/178); "Onları azgın­lıkları içinde şaşırmış halde terk ederiz." (En'âm, 6/110).

"Nihayet kendilerine vaadolunanı (ya azabı veya kıyameti) görünce kimin yerinin daha kötü ve yardımcılarının daha zayıf olduğunu bileceklerdir." Niha­yet onlar gözleriyle tehdit olundukları -ya Bedir gününde görüldüğü gibi öldü­rülüp esir alınma şeklinde- dünya hayatında azabı yahut da ansızın gelecek kı­yamet günündeki ve onun kapsamına giren ahiret azabını görünce, işte o vakit kimin makam ve mevkisinin daha kötü, yardımcılarının da daha güçsüz oldu­ğunu öğreneceklerdir. İşte o zaman dünya hayatında iken mevkilerinin daha hayırlı, meclislerinin daha güzel olduğu şeklindeki kanaatlerinin tam aksi olduğunu görecekler. İşin gerçeğini açık seçik anlayacaklar, kendi mevkilerinin daha kötü olduğunu, yardımcılarının daha güçsüz olduğunu, müminlerden da­ha güçlü ve daha iyi bir halde olmadıklarını göreceklerdir. İşte bu onların daha önce söyledikleri: "Bu iki fırkadan hangisinin makamı daha hayırlı, meclisi da­ha iyidir?" sözlerine bir cevaptır. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de şudur: "Al­lah'tan başka kendisine yardım edecek bir topluluk da yoktu, kendisi de öc ala­bilecek değildi." (Kehf, 18/43).

Şanı Yüce Allah sapıklara sapıklıkları içerisinde mühlet verilişini söz ko­nusu ettikten sonra, hidayet üzere olanların hidayetlerinin artışlarını da şöyle­ce haber vermektedir: "Allah hidayete erenlerin hidayetini artırır. Baki olan sa-lih ameller ise sevapça da Rabbin yanında hayırlıdır, akıbetçe de hayırlıdır." Elbette ki Allah, imana ermek suretiyle hidayet bulanların muvaffakiyetlerini ve hayra yol bulma imkânlarını daha da artırır. Çünkü istenen bir hayır, bir başka hayra götürür.

İşte müminlerle kâfirler arasındaki bu apaçık karşılaştırma hallerinin bir­birinin zıddı olduğunu ortaya koymaktadır. Şanı Yüce Allah müminlerin mükâ­fatı olarak yakinlerini artırır. Kâfirlerin cezası ise sapıklıkları içerisinde onlara mühlet vermesidir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Bir sure indirildiği zaman içlerinden bazıları: Bu hanginizin imanını artırdı? der. îman edenlere gelince, her zaman imanlarını artırmıştır ve onlar birbirle­riyle müjdeleşirler. Fakat kalplerinde hastalık bulunanlar ise onların küfürleri­ne küfür katıp artırdı ve onlar kâfir olarak öldüler." (Tevbe, 9/124-125).

Şüphesiz, ebedî mükâfata götüren Rabbe itaattir. Mükâfat itibariyle ha­yırlı olan dönüş ve akibeti daha iyTlîkm sahibine daha çok fayda sağlayacak olan; mal, mülk, servet ve meclisler (kendileriyle oturulup kalkılanlar) değildir. [100]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Dinin ölçüleri ve hakikatleri avamdan olan kâfir ve isyankârların tasav­vurlarından farklıdır. Çünkü bunlar varlıklı, hali vakti iyi, çevresi geniş kimse­ler olup bu hallerini müminlerden daha hayırlı ve daha faziletli oluşlarına delil diye kabul ederler. Bundan gerçek maksatları zayıf görülen kişileri şüpheye dü­şürmek ve malı çok olan kimsenin dininde daha haklı olduğu vehmini vermektir. Sanki kâfirler arasında fakirlerin ve Müslümanlar arasında zenginlerin varlığını görmüyorlarmış gibi böyle diyorlar. Bunlar Yüce Allah'ın gerçek dostlarını dünya hayatının gösteriş ve lüksüne aldanıp kapılmaktan koruduğunu bilmiyorlar.

2- Yüce Allah, servetleri ve malları daha çok, kılık kıyafetleri daha güzel ve gösterişli olan geçmiş bir çok ümmet ve toplulukları küfürleri yüzünden he­lak etmiştir.

3- Dalâlete alabildiğine batmış, küfürde kök salmış olan kimseleri Allah bilgisizlik ve küfründen kaynaklanan azgınlığında terk eder. Ta ki bu aldanışı uzayıp gitsin ve böylece onun cezasının daha bir artışına sebep olsun. O istediği kadar yaşasın. Ömür boyunca alabildiğine genişlik içerisinde yaşasın, niha­yet o ölecektir ve ceza ile karşı karşıya kalacaktır. Bu da tehdidin en ileri dere­cesidir.

4- Kıyamet gününde gerçekler ve herkesin hali açığa çıkarılacaktır. Böyle­likle kâfirlerin makamlarının daha kötü, konumlarının daha berbat olduğu; müminlere göre yardımcılarının daha güçsüz olduğu ortaya çıkacaktır. Bu ise Kur'an-ı Kerim'in bize söylediklerini naklettiği: "Bu iki fırkadan hangisinin makamı daha hayırlıdır, meclisi daha iyidir?" şeklindeki sorularına bir cevap­tır.

5- Yüce Allah müminlere hidayet üzere sebat verir. Onların başarı ve yar­dımlarını artırır. Onlara bir mükâfat olmak üzere yakînlerinin artışına sebep teşkil edecek ayetleri inzal buyurur.

6- Ebedî kalacak olan salih ameller, yani hayırlı işler, mali ve bedenî itaat­ler, Allah nezdinde sevap ve mükâfat bakımından daha üstün, bu işleri yapan­ların kazançları daha çok ve sonuç itibariyle daha hayırlıdır. Herkes vaktiyle dünyada yapmış olduğu ameline göre karşılık görecektir. [101]

 

Öldükten Sonra Diriliş İle Haşredilmeye Dair Müşriklerin Alaylı Sözleri

 

77- Ayetlerimizi inkâr eden ve: "Elbette bana mal ve evlat verilir" diyeni gördün mü?

78- Acaba o görülmeyeni mi bildi; yoksa Allah katından bir söz mü almış.

79- Hayır! Biz dediğini yazacağız, azabı­nı da uzattıkça uzatacağız.

80- Dediğini ondan miras alacağız ve o, bize yalnız gelecektir.

 

Belagat:

 

"Biz dediğini yazacağız." buyruğu bir şeyin sebebine isnat edilmesi kabi­linden aklî bir mecazdır. Meleklere yazmalarını emredeceğiz, manasındadır.

78-79-80-81-84-85-88-91-92 ve 99. ayet-i kerimelerin son kelimelerinde güzel bir seci vardır. [102]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ayetlerimizi inkâr eden ve "Elbette bana mal ve evlat verilir." Yani ben öl­dükten sonra diriltilecek olursam sen benim yanıma gelirsin, o takdirde sana alacağını veririm yahut alacak olarak mal ve evlât öderim, "diyeni" Habbab b. Eret ve benzerlerini "gördün mü?"

"Acaba o görülmeyeni mi bildi?" O söylediklerinin kendisine verileceğini haber mi aldı? Ona gayb mı gösterildi? "Yoksa söylediklerinin kendisine verile­ceğine dair Allah yanından bir söz mü almış?" Bir görüşe göre de söz, burada salih amel demektir. Çünkü Allah'ın salih amele ecir vereceğini vaad etmiş ol­ması, yerine getirmeyi üzerine aldığı bir söze benzemektedir. Yani kendisine verileceğini iddia edip bu hususa dair yemin ettiği şeye ancak ya gayb bilgisiy­le yahut da gayb âleminden söz almak yoluyla ulaşılabilir. Peki, o bunlardan hangisiyle bu kanaate ulaşabilmiştir?

"Hayır!" Bu ifade ile kendisi adına düşündüğü hususlarda hatalı olduğuna dikkat çekilmektedir. Yani ona böyle bir şey verilmeyecektir. "Biz dediğini ya­zacağız. " Yazılmasını emredeceğiz yahut da onun söylediği bu sözleri yazmış ol­duğumuzu ona göstereceğiz. "Azabını da uzattıkça uzatacağız." Hak ettiği aza­bını aleyhine uzatıp duracağız veya azabını arttıracak ve ona kat kat azap ve­receğiz. Buna sebep ise küfrü, iftirası ve Allah'la alay etmek cesaretini göster­mesidir. Bundan dolayı mastar hali ile te'kit edilmiştir.

"Dediğini ondan miras alacağız." Sahip olacağını ileri sürdüğü mal ve ço­cukları ondan miras alacağız, yani ölümü ile bunları ondan alacağız; tıpkı mi­rasçının alışı gibi. Bundan maksat onun söylemiş olduğu, kendisine verildiğini iddia ettiği mal ve çocuklardır. "Ve o bize yalnız gelecektir." Kıyamet gününde ona bir şeyler verilmesi şöyle dursun, dünya hayatında iken sahip bulunduğu mal ve evlat beraberinde olmaksızın yanımıza gelecektir. [103]

 

Nüzul Sebebi

 

Aralarında Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Hıbbân'm da bulun­duğu hadis imamlarının Habbab b. el-Eret'ten rivayet ettiklerine göre o şöyle demiş: Ben bir demirci idim. As b. Vâil'den bir alacağım vardı. Borcunu iste­mek üzere yanma gittim. Bana: "Hayır, Allah'a yemin ederim, Muhammed (s.a.)'i inkâr edinceye kadar alacağını ödemeyeceğim!" dedi. Ben de: "Allah'a ye­min ederim, sen ölünceye, sonra da diriltilinceye kadar bir zaman geçse dahi Muhammed'i inkâr etmeyeceğim." dedim. As: "Şayet ben ölür ve sonra da diril­tilecek olursam, sen de yanıma gelecek olursan benim orada malım ve evlâdım olacaktır; o vakit borcumu öderim." dedi. Bunun üzerine Yüce Allah'ın şu: "Ayetlerimizi inkâr eden... ve diyeni gördün mü?" buyruğu nazil oldu. [104]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah öldükten sonra dirilişin gerçekliğine dair delilleri açıkla­yıp daha sonra inkarcıların bir şüphesini de kaydedip buna cevap verdikten sonra, burada da alay yollu ve öldükten sonra diriltilip mahşerde toplanmayı tenkit etmek üzere söylediklerini kaydetmektedir. [105]

 

Açıklaması

 

"Ayetlerimizi inkâr eden ve "Elbette bana mal ve evlat verilir" diyeni gör­dün mü?" Ben sana Yüce Allah'a karşı cüretkârca davranıp da: "Şüphesiz ahi-rette bana mal ve çocuk verilecektir" demek cesaretini gösteren şu kâfirin kıs­sasını bildireyim mi? Böyle bir kıssanın söz konusu edilmesi insanlara bunun hayret edilecek bir şey olduğunu anlatmak içindir.

Daha sonra Yüce Allah onun söylemiş olduğu bu iddianın gaybî herhangi bir delile yahut Allah'tan bir ahde dayalı olmadığını belirtmekte ve şöyle bu­yurmaktadır: "Acaba o görülmeyeni mi bildi, yoksa Allah yanından bir söz mü almış?" Onun bu iddiası ya gaybı bilmeye yahut da Allah'tan alman bir ahde dayalı olabilir. Bu kişi gaybden haber almış da cennette olacağını mı öğren­miştir yoksa bu hususa dair Allah'tan sağlam bir ahit mi almıştır? Allah ka­tındaki ahit ise rahmete dairdir ve "lâ ilahe illallah" deyip salih amel işleyen mümini cennete koyacağına dairdir. Yüce Allah'ın: "Görülmeyeni mi bildi?" buyruğu ise -beşeri çaba ile- gayb ilminin elde edilmesinin imkânsız bir iş ol­duğuna işarettir. Çünkü şanı Yüce Allah gayb bilgisini ancak bu iş için razı olup seçtiği bir rasule verir. Daha sonra Yüce Allah onu şu buyruklarıyla teh­dit etmektedir:

"Hayır, biz dediğini yazacağız. Azabını da uzattıkça uzatacağız ve bize yal­nız gelecektir." Buradaki "hayır" anlamına gelen "kellâ" kelimesi daha önceki ifadeyi reddetmek ve bundan dolayı azarlamak, daha sonra gelecek ifadeleri de tekit etmek için kullanılan bir kelimedir. Bu kelime Kur'an-ı Kerim'in ilk yarı­sında yer almamıştır. Diğer taraftan söylenenler herhangi bir erteleme söz ko­nusu olmaksızın yazılmakla birlikte, geleceği ifade eden sîn harfi ile: "senektü-bü= yazacağız)" şeklinde zikredilmesi korkutulan şey dolayısıyla tehdit etmek içindir.

Durum o kâfirin dediği gibi değildir. Aksine biz onun söylediklerini koru­yacağız, belgeleyeceğiz. Ahirette bunlara karşılık onu cezalandıracağız. Azabı­nı daha da artıracağız ve ahiret yurdunda dünyada iken söylediği bu söz ve Al­lah'ı inkârı dolayısıyla azabını uzatıp duracağız. Bu azabı biz ona işlediğinin bir cezası olarak istediği mal ve evlat yerine vereceğiz.

Onun canını alacağız ve kıyamet gününde kendisine verileceğini söylediği mal ve evlâdına başkaları mirasçı olacak. O ise bunlardan mahrum kalacaktır. Kıyamet gününde dünyada beraberinde bulunan mal ve evlâdı bulunmaksızın, yalnız başına bize gelecektir. Çünkü biz bunları ondan çekip ayıracağız. Peki, nasıl olur da bizim ona bunları vereceğimize ümid bağlayabilir? Bu buyruk Yü­ce Allah'ın şu ayet-i kerimesini andırmaktadır: "Andolsun sizi ilk defa yarattı­ğımız gibi yapayalnız tek tek bize geldiniz. Size ihsan etmiş olduğumuz şeyleri de geride bıraktınız?" (En'am, 6/94). [106]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu As b. Vâil'in kıssasıdır. Bu da kâfir kişinin bayağılığına, onun düşünü­şünün gülünçlüğüne, olmadık şeyleri temenni edeceğine dair hayret verici kıs­salardan birisidir. Halbuki o, ahiret gününde dünyadaki tasavvurlarının zıddı ile karşılaşacaktır.

Allah'ın ayetlerini inkâr etmesine, öldükten sonra dirilişi kabul etmeyip bununla alay edişine rağmen ahirette kendisine pek çok mal ve evlât verilece­ğini ümid eder. Halbuki bu söylediklerine dair elinde herhangi bir belge yahut bir delil bulunmamaktadır. Böyle bir sözü söyleyebilmek için şu iki husustan birisine gerek vardır: Ya gaybı bilmelidir yahut da Allah nezdinde sağlamlaştı­rılmış bir ahit almış olmalıdır.

Bu kişi gaybı bildi mi ki, kendisinin cennette olup olmadığını bilmiş olsun? Yoksa Yüce Allah'ın birliğine inanma, salih amel işleme gibi onu cennete koya­cak bir ameli mi vardır?

Bunların hiç birisi söz konusu değildir. Gaybı bilip göremediği gibi, Rah­man olan Allah nezdinde de bir ahit almış değildir. Bütün söyledikleri aleyhine olmak üzere saklanıp belgelenecektir. Ahirette bunlara karşılık Allah onu ceza­landıracak ve azabını artıracaktır. Dünyada ona vermiş olduğu mal ve çocuğu da ondan çekip alacak, malsız, evlâtsız, kendisine yardımcı olacak aşireti olmaksızm tek başına gelecektir. Sonra da yaptığı kötü iş ve apaçık küfrünün bir cezası olarak cehennem ateşine atılacaktır. [107]

 

Putlaeın Putperestlere Düşman Kesilmesi Ve Putperestlerin Şeytanları Veli Edinmiş Olmaları

 

81- Kendilerine güç kazandırsınlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler.

82-  Hayır, onlar ibadetlerini inkâr edip aleyhlerine döneceklerdir.

83-  Bilmez misin ki, şeytanları kâfirler üzerine saldığımızda, onları alabildiği­ne kışkırtırlar?

84-  Sen onlar için acele etme! Biz onlara ait (olanı) mükemmel bir şekilde sayarız.

85-  O gün biz takva sahiplerini Rah-man'ın huzuruna ona gelmiş konuklar gibi toplayacağız.

86- Mücrimleri de susamışlar olarak ce­henneme süreriz.

87-  Rahman'ın yanında ahd almış olan­dan başkası şefaatte bulunmayacaktır.

 

İ'râb:

 

"Onların ibadetlerini inkâr edip..." ibaresinde ibadet kelimesi masdar olup faile muzaf olabilir; bu durumda müşrikler putlara olan ibadetlerini inkâr ede­ceklerdir, manasına gelir. Yüce Allah'ın: "Rabbimiz olan Allah'a yemin olsun ki, biz şirk koşanlar değildik." (En'am, 6/23) buyruğunda olduğu gibi, ibadet keli­mesi mef ûle de izafe edilmiş olabilir; bu durumda ise putlar müşriklerin ken­dilerine ibadetlerini inkâr edeceklerdir, demek olur.[108]

 

Belagat:

 

"O gün biz takva sahiplerini... toplayacağız... mücrimleri de susamışlar olarak cehenneme süreriz." buyruğunda hayırlı olan takva sahipleri ile kötü olan mücrimler arasında bir karşılaştırma (mukabele) vardır.

"Konuklar gibi" ile "susamışlar olarak" buyruğunda ikinci harf değişikliği dolayısıyla eksik bir cinas vardır. [109]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kendilerine güç kazandırsınlar diye" putlarını Allah katında azap görme­sinler, şefaatçi kabul etmek suretiyle onlarla güçlensinler diye "Allah'tan baş­ka" ibadet ettikleri "ilâhlar edindiler."

"Hayır..." Bu, onların putlardan güç almalarını reddetmektir, "onlar on­ların ibadetlerini inkâr edip..." İlâh edinilen varlıklar kendilerine yaptıkları ibadetlerini inkâr edecekler ve siz bize ibadet etmediniz, diyeceklerdir. Bir başka ayet-i kerimede belirtildiği gibi onların ibadetlerini kabul etmeyecekler­dir. "Onlar bize ibadet etmiyorlardı." (Kasas, 28/63); "O vakit kendilerine tabi olunanlar tabi olanlardan uzaklaşacaklar..." (Bakara, 2/166). "aleyhlerine dö­neceklerdir. " Onlara düşman kesilecekler, aleyhlerine şahit olacaklardır.

"Bilmez misin ki, şeytanları kâfirler üzerine saldığımızda..." yani onlara musallat ettiğimizde yahut da onlara şeytanları yakın ve arkadaş kıldığımızda, "alabildiğine kışkırtırlar." Şeytanlar onları masiyetlere teşvik ederler, çeşitli hususları güzel göstermek, şehvetleri sevdirmek suretiyle kışkırtırlar. Alabildi­ğine kışkırtmak, masiyetlere teşvik etmek demektir. Maksat ise daha önceki ayet-i kerimelerin ortaya koyduğu şekilde hakkın apaçık ortaya çıkmasından sonra kâfirlerin söyledikleri sözlerin ve onların sapıklıkta kalmayı sürdürüp küfür üzere karar vermelerinin hayret edilecek bir şey olduğunu Rasulullah'a anlatmaktır.

"Sen onlar için acele etme." Çabucak helak edilmeleri veya azap edilmele­rini isteme! "Biz onları mükemmel bir şekilde sayarız." Onların ecellerinin günlerini sayarız. Yani onların çabucak helak edilmelerini isteme! Çünkü geri­ye onların belli sayıda günleri ve nefesleri kalmıştır.

"O gün biz" iman eden "takva sahiplerini Rahmanın huzuruna" yani O'nun lütuf ve kerem yurdu olan cennetine "O'na gelmiş konuklar gibi toplaya­cağız. " Onlar ihtiyaçlarını karşılamak üzere ikram ve tebcillere mazhar olarak hükümdarlara istekte bulunmak üzere giden heyetler gibi olacaklardır.

Küfürleri dolayısıyla "mücrimleri de susamışlar olarak cehenneme süre­riz." Küçük düşürülmüş, susuz, yayan, davarların sürüldüğü gibi tahkir ile ze­lil kılınarak sürülen kimseler kılacağız.

"Rahmanın yanında ahd almış olandan başkası..." Sözü geçen ahit, "Lâ ilahe illallah ve lâ havle velâ kuvvete illa billah'tır. Yani Allah dışında herkesin güç ve kuvvetinden uzak durmak, hiç kimseden bir şey ummamak demektir. [110]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Allah haşr, amel defterlerinin verilmesi, öldükten sonra dirilişe dair açıklamalardan sonra kıyamet gününde kendilerine güç verip yardımcı ol­sunlar, kendilerini helâktan kurtaracak şefaatçiler ve yardımcılar olsunlar di­ye putlarını ilâh edinen puta tapıcılara cevap vermekte ve bu putlarının kendi­lerine düşman olacağını açıklamaktadır. Daha sonra Yüce Allah sapıklığın se­bebini izah etmektedir ki, bu da şeytanların vesvesesidir. Rasulü'nden de müş­riklerin azap edilme isteğinde aceleci olmamasını istemektedir. Çünkü onların ecellerinden veya belli sayıdaki nefeslerinden başka bir şeyleri yoktur. Sonra da helak edileceklerdir.

Daha sonra Yüce Allah, cennete gelen müttakîler kafilesiyle küçük düşü­rülmek suretiyle cehenneme yaya olarak gelen müşriklerin susuz gelişleri ara­sında bir karşılaştırma yapmaktadır. [111]

 

Açıklaması

 

"Kendilerine güç kazandırsınlar diye Allah 'tan başka ilâhlar edindiler." Allah'ın ayetlerini inkâr eden şu kâfirlere gerçekten hayret edilir. Çünkü onlar küfre sapıp Allah'a ortak koşmakla, kendilerine yardımcı ve destek olsunlar, Rableri nezdinde kendilerini ona yakınlaştıracak şefaatçiler olsunlar diye Al­lah'tan başka ilâh edinmiş olmalarına rağmen, Allah'tan bir takım temenniler­de bulunur, bir takım isteklerini yerine getirmesini isterler.

Fakat durum hiç de zannettikleri, ümid ettikleri gibi değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hayır! Onların ibadetlerini inkâr edip aleyhlerine döneceklerdir." Sandık­ları ve ümid ettikleri gibi bu putların kendilerini Allah'ın azabından kurtarma­sı mümkün olmayacaktır. Aksine kıyamet gününde ilâh edinilen bu putlar, kâ­firlerin kendilerine yaptıkları ibadeti inkâr edecektir. Çünkü putlar ibadeti bil­meyen, farkına varmayan cansız varlıklardır. Zannettiklerinin aksine putlar onlara düşman kesilecek, aleyhlerine şahitlikte bulunacak ve Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, siz bize ibadet etmiyordunuz, diyeceklerdir: "Şirk ko­şanlar şirk koştuklarını görünce: Rabbimiz, bunlar seni bırakıp çağırdığımız (tapındığımız) ortaklarımızdır, diyecekler. Onlar da kendilerine şu sözü söyleyi-vereceklerdir: Siz hiç şüphesiz kesinlikle yalancılarsınız." (Nahl, 16/86). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onlar bize ibadet etmiyorlardı." (Kasas, 28/63); "O zaman kendilerine uyulanlar uyanlardan hızlıca uzaklaşırlar. Artık azabı görmüşlerdir. Aralarındaki münasebetler de kopup gitmiştir." (Bakara, 2/166).

Daha sonra Yüce Allah kâfirlerin dünya hayatında şeytanlanyla olan iliş­kilerinden bahsetmektedir. Onlar şeytanlardan istekte bulunmakta, onlara ita­at etmektedirler. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilmez misin ki, biz şeytanları kâfirler üzerine saldığımızda onları alabildiğine kışkırtırlar." Bizim şeytanları kâfirlere musallat kılıp onları birbirleriyle başbaşa bıraktığımızı, şeytanlara onları aldatma imkânı verdiğimizi, o bakımdan şeytanların bu müş­rikleri masiyetleri işlemek üzere tahrik ettiklerini, kışkırtıp, aldatıp kandır­dıklarını bilmez misin? Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerlerinden oynat. Onlara karşı sü­varilerinle, piyadelerinle yaygara çıkar ve mallarına evlâtlarına ortak ol!" (İs-ra, 17/64).

İşte bu ayet ile kâfirlerin durumlarının, küfür üzere ısrarlarının hayret edilecek bir şey olduğu Rasulullah (s.a.)'a hatırlatılmakta, haktan yüz çevirip alıkoymalarına karşı onu teselli edip meselenin onun için kolaylaşmasını sağ­lamaktadır.

"Sen onlar için acele etme. Biz onlara ait (olanı) mükemmel bir şekilde sa­yarız. " Ya Muhammed! Küfür üzere ısrar ve sebatları, inatları yüzünden helak edilmelerini Allah'tan istemek suretiyle bunlara azabın gelmesini dilemekte aceleci davranma! Biz süre tanıyor ve belirli bir vakte kadar cezalarını geciktiriyoruz. Kaçınılmaz olarak onlar Allah'ın azap ve intikamına doğru gitmekte­dirler. Senin onların azap edildiklerini görmene engel, sadece sınırlı ve münha­sır bir takım sürelerdir. Gelecek olan ise pek yakındır. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Sen Allah'ı zalimlerin yaptıklarından gafil sanma." (İbrahim, 14/42). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "O halde kâfirlere bir süre ta­nı. Azıcık bir süre." (Târik, 86/17). Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyur­maktadır: "Onları azıcık faydalandırırız, sonra da oldukça uzun bir azaba mahkûm ederiz." (Lokman, 31/14).

Daha sonra Yüce Allah kıyamet gününde haşir keyfiyetini, takva sahipleri ile mücrimler arasında ortaya çıkacak ayrılığı açıklayarak şöyle buyurmaktadır:

"O gün biz takva sahiplerini Rahmanın huzuruna O'na gelmiş konuklar gibi toplayacağız." Ey Rasul! Kavmine, takva sahibi olan toplulukların cenne­te, Allah'ın ikram yurduna binekleri üstünde gruplar halinde gelecekleri günü hatırlat. Grup (vefd) ise binekli olarak gelen kimselerdir. Onların binekleri, ahiretin nurdan binekleridir. Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ra-sulullah (s.a.): Nefsim elinde olana yemin olsun, takva sahipleri kabirlerinden çıkacakları vakit beyaz dişi develerle karşılanırlar. Bunların kanatları olacak­tır ve bu develerin eğerleri altından olacaktır." buyurdu ve daha sonra bu ayet-i kerimeyi okudu.

"Mücrimleri de susuz olarak cehenneme süreriz." Yalanlayan günahkârları da arkalarından kovalanarak, sürüklenerek, cehenneme susuz, piyade olarak tıpkı suya giden susamış develer gibi hızlıca sürükleyeceğiz.

"Rahmanın yanında ahd almış olandan başkası şefaatte bulunamayacak­tır." Hiç kimse Allah katında başkasına şefaat edemeyecektir. "Rahmanın kendi­sine izin verdiği kimseden başka; ve o doğru söz söyleyecektir." (Nebe, 78/38). "Rahman'm yanında ahd almış olandan" buyruğunda sözü geçen ahit, Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik edip bunun gereğini yerine getirmektir. Yani doğ­ru itikad sahibi, doğru sözlü ve salih amel sahibi olmaktır. Dünya hayatında hi­dayete çağıran ve kötülüklerin ıslahına çalışan kimse olmaktır. İlâh oldukları ileri sürülen varlıkların şefaati ise gülünç bir temenniden, boş vehimden ibaret­tir. Bunlar bizzat kendilerine dahi bir fayda ya da bir zarar veremezler.

İbni Ebi Hatim, el-Esved b. Yezîd'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ab­dullah b. Mes'ud şu: "Rahmanın yanında ahd almış olandan başkası şefaatte bulunamayacaktır" ayetini okuduktan sonra dedi ki: Bunlar Allah katında ahit alanlardır. Allah kıyamet gününde şöyle diyecektir: Her kimin Allah'ın ya­nında bir ahdi varsa ayağa kalksın. Ey Abdurrahman'ın babası! Haydi bize öğ­ret, dediler, o da şöyle dedi: Şunları söyleyin:

"Gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi ve açığı bilen Allah'ım! Ben şu dünya hayatında sana, beni kötülüğe yaklaştıracak ve hayırdan uzaklaştıracak bir amel ile başbaşa bırakmamanı ahdediyorum. Ben senin rahmetinden başka bir şeye güvenmiyorum. Kıyamet gününde eda edeceğin bir ahit ver bana! Şüp­hesiz sen sözünden caymazsın."

Elbette ki bu, bir hadisin ifade ettiği bir manadan alınmıştır.[112] Böylelikle burada ahd ile kastedilenin şehadet kelimesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayet-i kerime büyük günah sahiplerine şefaatin söz konusu olacağını da göstermekte­dir. [113]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimelerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- Allah'a ortak koşanlar Allah'tan başka tapındıkları bir takım ilâhlar edinirler. Böylelikle bu ilâhların kendilerine yardımcı ve destek olacağını, ken­dilerini Allah'a yakınlaştıracağını ve Allah'ın azabından koruyacağını, şefaatçi olacağını sanırlar.

2- Ancak durum sandıkları ve vehmettikleri gibi değildir. Bu putlar müş­riklerin kendilerine yaptıkları ibadeti inkâr edeceklerdir; hatta bizzat kendileri putlara tapındıklarını inkâr edeceklerdir. Bu putlar kendilerine ibadet edenle­re karşı ileri sürülecek iddialarda ve yalanlamalarında yardımcı olacaklar, on­lara düşman kesileceklerdir. Allah'ın kendilerini konuşturması sonucu: "Rab-bim seni bırakıp bize tapınan şu kimseleri azaplandır," diyeceklerdir.

3- Şanı Yüce Allah şeytanları kâfirlere onları aldatmak ve kötülüğe teşvik etmek için, itaatten çıkartıp masiyete götürmek için musallat kılmıştır.

4- Ey peygamber! Müşrik kavminin azap edilmesini istemene gerek yok­tur. Çünkü onlar ile azap arasında yalnızca kısa ve sayılı bir süre vardır.

5- Yüce Allah takva sahiplerini kabirlerinden binekler üzerinde izzet ve ikram ile haşredecektir. Kâfirler ise piyade olarak, çıplak ayaklı, tek tek ve su­ya koşan susuz develer gibi susamış halde sürükleneceklerdir. Bu ayet-i keri­mede onların karşı karşıya kalacakları zillet ve tahkir ifade edilmektedir. Ayrı­ca kıyamet gününün dehşetlerinin mücrimlere has olduğuna da delildir. Çünkü takva sahibi kimseler ta baştan beri bir ikram ve lütuf halinde haşrolunacak-lardır. Onlar korkudan yana emniyet içerisindedirler. Bu dehşetli hallerin onla­rı kapsaması nasıl mümkün olur ki?

6- Rahman olan Allah'ın yanında ahit almış olandan başkasına Allah ka­tında şefaat etmek imkânı yoktur. Yalnızca böyle bir ahit almış kimsenin şefa­atte bulunma imkânı vardır[114]

Ahit ise, Allah'tan başka ilâh olmadığına, onun bir tek ve ortaksız olduğu­na şehadet getirmek, bu şehadetin hakkını ifa etmektir. Fazıl, âlim ve salih kimselerin şefaat edip şefaatlerinin kabul olunacağına dair haberler birbirini kuvvetlendirmektedir. İbni Mesud şöyle der: Ben Rasulullah (s.a.)'ı ashabına şöyle derken dinledim "Sizden herhangi bir kimse her sabah ve her akşam Al­lah nezdinde bir ahit almaktan acze düşer mi?" Ey Allah'ın Rasulü bu nedir? diye sorulunca şöyle buyurdu: "Her sabah ve akşam şöyle desin: Ey gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi ve açığı bilen Allah'ım! Ben sana bu dünyada şu ahdi veriyorum: Senden başka ilâh olmadığına, bir ve tek olduğuna, ortağın bulunmadığına, Muhammed'in senin kulun ve rasulün olduğuna şahitlik ede­rim. Sen beni bana bırakma. Çünkü eğer sen beni bana bırakacak olursan nef­sim beni hayırdan uzaklaştırır, kötülüğe yakınlaştırır. Ben rahmetinden başka bir şeye güvenmiyorum. Nezdinde kıyamet gününde bana eksiksiz ödeyeceğin bir ahdim olsun. Şüphesiz sen vaadinden caymazsın."

İşte kul bunu söylediği vakit, Allah onun üzerine bir mühür basar ve onu Arşın altına koyar. Kıyamet günü oldu mu bir münadi şöyle seslenir: Allah nez­dinde ahdi bulunanlar nerededir? İşte bunu söylemiş olan kalkar ve cennete gi-  [115]

 

Allah'a Çocuk İsnat Edenlerin Reddi

 

88- "Rahman evlat edindi" dediler.

89- "Andolsun ki, siz pek çirkin bir şey söylediniz.

90-  Bundan nerdeyse gökler parçalana­cak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak.

91- Rahmân'a evlâd isnat ettiler diye.

92-  Halbuki Rahmân'a evlâd edinmek yakışmaz.

93-  Göklerle yerde olanların hepsi Rah­mân'a ancak kul olarak gelir.

94- Andolsun ki, hepsini kuşatıp onları teker teker saymıştır.

95- Andolsun ki, onların hepsi kıyamet gününde O'na yalnız gelirler.

 

Belagat:

 

"Andolsun ki, siz pek çirkin bir şey söylediniz." Bu buyrukta yermede mü­balağa ve yüce Allah'a karşı cüretkârlıklarının aleyhlerine olacağının tespiti için muhataba sigasına bir iltifat (geçiş) vardır. [116]

 

Kelime ve İbareler:

 

Yahudiler, Hristiyanlar ve meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri süren­ler. "Rahman, evlâd edindi, dediler."

"Pek çirkin" oldukça büyük bir münker "bir şey söylediniz."

"Neredeyse gökler parçalanacak" ardı arkasına paramparça olacak "ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak." İleri sürülen bu söz, o kadar dehşetli ve o kadar büyüktür ki, eğer maddi olarak hissedilir bir şekilde canlandırıla­cak olursa, büyük cisimler dahi buna katlanamaz, bunu taşıyamaz ve bu sözün ağırlığından darmadağın olur, giderlerdi.

"Göklerle yerde olanların hepsi Rahmân'a ancak kul olarak gelir." Hepsi kı­yamet gününde Yüce Allah'a zilletle boyun eğmiş olarak itaat içinde gelecektir.

"Hepsini kuşatıp onları teker teker saymıştır." Onları tespit etmiş, kuşat­mıştır. Onun ilim ve kudretinin dışına çıkamazlar. Kişi olarak onların nefesle­rini ve fiillerini de saymıştır. Herşey onun yanında belli bir miktara göredir.

"Kıyamet gününde O'na yalnız gelirler." Malsız ve yardımcısız olarak tek başlarına. [117]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah puta tapıcılara cevap verdikten sonra 'Yahudiler dediler ki: Üzeyr Allah'ın oğludur, Hristiyanlar da dediler ki: Mesih Allah'ın oğludur." (Tevbe, 9/30) buyruğunun da ifade ettiği şekilde, Üzeyr Allah'ın oğludur, diyen Yahudiler ile Mesih Allah'ın oğludur diyen Hristiyanlara ve melekler Allah'ın kızlarıdır diyen bazı Arap müşriklerine ve onlar gibi Allah'a çocuk isnat eden­lere cevap vermektedir. Çünkü bütün bunlar uydurulmuş bir iftiradan ibaret­tir. [118]

 

Açıklaması

 

"Rahman, evlat edindi, dediler. Andolsun ki siz pek çirkin bir şey söyledi­niz. " Kâfirler (Yahudiler, Hristiyanlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu id­dia eden Arap müşrikleri): Şüphesiz Allah evlât edindi, dediler. Ancak Yüce Al­lah onlara şöylece cevap vermektedir: Andolsun siz bu sözünüzle görülmedik bir iftirada bulunuyor, günahı oldukça büyük bir söz söylüyorsunuz. Ayet-i ke­rimede "pek çirkin bir şey" diye açıklanan el-idd: "Musibet, oldukça çirkin ve görülmedik iş" anlamına gelir.

"Bundan nerdeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak." Bu sözden dolayı nerdeyse gökler paramparça olacak, yer yarılacak ve pek çok şey yerin dibine geçecek, büyük bir gürültü ile yıkılıp gi­decek, dağlar da oldukça şiddetli bir şekilde yıkılıp ufalanacaktır. Bu sözden dolayı, bu sözün oldukça görülmedik ve ağır bir iftira oluşundan dolayı ve Yüce Allah'ı tazim etmek ve Onun celâlini ortaya koymak için yeryüzü altüst olacak­tır. Çünkü bütün bu yaratıklar Allah'ı tevhid, onun ortağı benzeri, çocuğu ve eşi olmadığını ikrar ve kabul etmek esası üzere yaratılmışlardır. İbni Abbas ve Ka'b şöyle demiştir: Gökler, yer, dağlar ve -insan ile cinler dışında- bütün yara­tıklar bu işten korktular, dehşete kapıldılar. Nerdeyse yok olup gidecekler. Me­lekler ise bu işe gazaplandı, cehennem alevlendi. Ağaçlar diken çıkardı. Yer ise üst üste yığıldı ve kuraklaştı. Bütün bunlar bu gibi kimseler: "Allah çocuk edindi." dedikleri vakit oldu. Muhammed b. Ka'b da şöyle der: Allah'ın düş­manları neredeyse başımıza kıyametin kopmasına sebep olacaklardı. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bundan nerdeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak; Rahmana evlât isnat etti­ler diye."

İşte bu söylenen sözün dehşetinin büyüklüğünü ortaya koymakta ve Al­lah'ın gazabını, hiddetini gerektirdiğini belirtmektedir. Şayet Yüce Allah'ın hikmeti, hilmi ve kâfirin küfrüne aldırış etmemesi olmasaydı, elbette kıyamet kopar ve kâfirler toptan imha edilirdi.

"Rahmana evlât isnat ettiler diye. Halbuki Rahmana evlâd edinmek ya­kışmaz. " Bütün bunların sebebi Allah'a evlât nispet etmeleridir. Halbuki evlât edinmek ona yakışmaz ve uygun düşmez. Çünkü onun celâli ve azameti buna aykırıdır ve elbette ki, bu bir eksikliktir. Yüce Allah böyle bir eksiklikten mü­nezzehtir, çünkü bütün yaratıklar onun kuludur.

Bundan dolayı Yüce Allah böyle bir iftiranın reddini pekiştirmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Gökler ve yerde olanların hepsi Rahman a ancak kul olarak gelir." Meleklerden, insanlardan ve cinlerden olan yaratılmışların her birisi mutlaka kıyamet gününde Yüce Allah'ın huzuruna kulluğunu itiraf ede­rek, boyun eğerek, Allah'ın mülkiyetinde olduğunu ilân ederek zillet içerisinde gelecektir. O halde bu mahlûkatın birisi nasıl olur da onun evlâdı olabilir?!

"Andolsun ki hepsini kuşatıp onları teker teker saymıştır. Onların hepsi kı­yamet gününde ona yalnız gelirler." Yüce Allah onları yarattığı günden kıyamet gününe kadar sayılarını bilmiştir. Şahıs olarak onları saydığı gibi, bütün halle­rini de tespit etmiştir. Onlar onun hakimiyeti, emir ve idaresi altındadır. Her şey onun yanında belli bir miktar iledir. Onların her birisi kıyamet gününde onun huzuruna herhangi bir yardımcısı olmaksızın, beraberinde bir mal bulun­maksızın gelecektir. O da yaratıkları hakkında dilediği şekilde hüküm verecek­tir. Allah, insanlara hiç bir şekilde zulmetmeyen, adil olandır. Fakat asıl insan­lar kendilerine zulmederler. "Teker teker saymıştır." buyruğu da önceki buyruk­ları tekit etmektedir. [119]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerin konusu tevhidi açıklayıp ortaya koymak, yalnızca Allah'a kulluk yapılması gerektiğini açıklamak ve Allah'ın evlat edindiği iftira­sını reddetmektir: "De ki: O Allah'tır, bir ve tektir. Allah'tır, Samed'dir. Doğma­mıştır, doğurulmamıştır ve kimse O'na denk olmaz." (İhlâs, 112/1-4).

Bununla birlikte Yahudiler, Hristiyanlar ve meleklerin Allah'ın kızları ol­duğunu söyleyen bir takım Araplar, Allah'ın çocuğu olduğu iddiasında bulun­muşlardır. Haşa, asla! Allah çocuk edinmemiştir. Çünkü onun böyle bir şeye ih­tiyacı yoktur. O eksiklikten, benzeri olmaktan, çocuk edinmekten münezzehtir. Böyle bir şey söylemek oldukça büyük bir iftiradır, son derece çirkin bir iştir ve büyük bir cürümdür.

O kadar ki, bütün varlıklar -bu sözü reddetmek, ona karşı tepki göstermek ve Allah adına gazaplanmak üzere- neredeyse yok olup gidecek, gökler param­parça olacak, yer yarılacak, dağlar büyük bir gürültü ile unufak olacaktır. Çün­kü bütün bu yaratıklar Allah'ın tevhidini ikrar ve itiraf üzere yaratılmış ve te­sis edilmişlerdir. Diğer taraftan çocuk sonradan var olmayı gerektirir. Çünkü -Hz. İsa mucizesi hariç- hiç bir çocuk babasız olmaz. Yüce Allah ise bundan münezzehtir, bundan uzaktır.

Göklerde ve yerde bulunan herkes mutlaka Kıyamet gününde zilletle bo­yun eğerek Allah'a kulluğunu ikrar edip gelecektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hepsi de huzuruna hor ve hakir olarak gele­ceklerdir. " (Nemi, 17/87). Küçülmüş ve zeliller olarak. Çünkü bütün yaratıklar Onun kuludur. Onlardan herhangi birisi nasıl olur da o yüce^abbin çocuğu olabilir? Zalim ve inkarcıların söylediklerinden o alabildiğine yücedir, münez­zehtir.

"Göklerle ve yerde olanların hepsi Rahman'a ancak kul olarak gelir" ayet-i kerimesi evlâdın babasının mülkiyetinde bir köle olmasının caiz olmayacağına bir delildir. Çünkü Yüce Allah evlât sahibi olmak ile mülkiyetin birbirine ters söyler olduğunu açıklamaktadır. Baba tasarruf türlerinden herhangi birisiyle çocuğuna malik olacak olursa, o istemese dahi azad eder. Ayrıca Müslim, Sa-hih'inde şunu rivayet etmektedir: "Bir çocuğun babasının karşılığını verebil­mesi ancak onu köle olarak bulup da satın alması ve onu azad etmesiyle müm­kündür. "

Yaratıklardan hiç birisi Allah'a gizli değildir. Çünkü Yüce Allah yaratıkla­rın sayısını bildiği gibi, çok hassas bir şekilde onların sayımını da yapmıştır. Kıyamet gününde herkes kendisine fayda sağlayabilecek bir yardımcısı ve be­raberinde bir malı bulunmaksızın gelecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "O günde mal da evlât da hiç bir fayda vermez; Allah'a selim bir kalb ile gelmiş olanlar müstesna." (Şuarâ, 16/88-89). İşte insana dünyada iken işlediği salih amelden başkasının faydası olmayacaktır.

"Onların hepsi kıyamet gününde O'na yalnız gelirler." ayetinde ise şuna işaret vardır: Ey müşrikler! Siz çocuklarınızı köleleştirmeyi kendinize yakıştır­mıyorsunuz. Bütün varlıklar da Onun kuludurlar. Peki, kendiniz için razı ol­madığınız bir şeye nasıl onun adına razı olabilirsiniz? Aynı şekilde siz kız ço­cukları kendiniz için beğenmezken, melekler Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki söz­lerinizle nasıl olur da kız çocuklarını Allah'a nispet edersiniz?

Özetle Allah'ın evlât edinmesini reddedip vurgulayan bu ayet-i kerimeler daha önce kaydettiğimiz "De ki: O Allah'tır, bir ve tektir." diye başlayan İhlâs suresinin konusu ile aynı noktada birleştiği gibi, daha önce kaydettiğimiz ve bu sureyle Buharî'nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif ile de birleşmektedir: "Ra-sulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şanı yüce ve mübarek olan Allah buyuruyor ki: Böyle bir şey yapmaması gerektiği halde Adem oğlu beni yalanladı. Yine böyle bir şey yapmaması gerektiği halde Adem oğlu bana sövdü. Onun beni yalanla­ması, Allah beni evvelce yarattığı gibi tekrar iade etmeyecektir, şeklindeki sözü­dür. Halbuki ilk yaratma benim için onu tekrar iade etmekten daha kolay değil­dir. Onun bana sövmesi Allah çocuk edindi, demesidir. Ben ise bir ve tek, Samed olanım. Doğmamış ve doğurulmamış olanım ve hiç bir kimse benim dengim de­ğildir. "[120]

 

Müminlerin Sevilmeleri, Kur'an-I Kerimin Kolaylaştırılması Ve Günahkârların Helak Edilmesi

 

96- Muhakkak mümin olup salih amel işleyenlere Rahman, bir sevgi peyda edecektir.

97- Andolsun biz onu takva sahiplerini onunla müjdeleyesin, inat edenleri de korkutasın diye senin dilinle kolaylaş­tırdık.

98- Onlardan önceki zamanlarda nice kavimleri helak ettik. Şimdi onlardan birini görüyor yahut gizli bir seslerini bile işitiyor musun?

 

Kelime ve İbareler:

 

"..salih amel işleyenlere Rahman, bir sevgi peyda edecektir." Yüce Allah on­ların başkalarına bir sevgi izhar etmeleri söz konusu olmaksızın, başkalarının kalbinde bir sevgi var edecek, insanlar onları sevecektir. Ayrıca onlar da kendi aralarında birbirlerini seveceği gibi, Yüce Allah da onlardan razı olacaktır.

"Takva sahiplerini", salih amel ile takvayı elde etmiş olanları, "onunla müjdeleyesin inat edenleri" Batılı ileri sürerek tartışan, düşmanlığı ve tartış­ması oldukça çetin olan kimseleri. Bunlar Mekke kâfirleridir, "korkutasın diye senin dilinle kolaylaştırdık." Senin dilin olan Arap diliyle onu indirdik. Burada "kolaylaştırdık" bildirdik, anlammadır.

"Nice" kavimleri..." geçmiş ümmetlerden bir çoğunu "helak ettik." Bu, kâ­firleri bir korkutmadır. Rasulullah (s.a.)'a onları uyarıp korkutmak için de bir yüreklendirmedir. "Onlardan birini görüyor" duyuyor, "yahut gizli bir seslerini bile işitiyor musun?" Hayır! İşte biz öncekileri helak ettiğimiz gibi, bunları da helak ederiz. [121]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Merdüveyh ve ed-Deylemî, el-Berâ'nın şöyle söylediğini rivayet eder­ler: Rasulullah (s.a.) Ali (k.v.)'ye dedi ki: "Allahım! Benim için katında bir ahit bulundur. Müminlerin kalbinde benim için bir sevgi yarat." Bunun üzerine Yü­ce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi." [122]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah çeşitli kâfir gruplarına cevap verip dünya ve ahiretteki durumlarını açıkladıktan sonra sureyi müminlerin halini söz konusu ederek so­na erdirmekte, onlara karşı sevgi tohumlarını insanların kalplerine -kendileri tarafından bir sevgi gösterisi olmaksızın- akrabalık, bir iyilik yapmak ve buna benzer sevgi duyma sebeplerine de yönelmeksizin, yerleştireceğini açıklamak­tadır.

Daha sonra Yüce Allah, Peygamber (s.a.)'in dili ile (Arapça ile) Kur'an-ı Kerim'in kolaylaştırıldığını bildiriyor. Çünkü bu surede tevhid, nübüvvet, haşir ve neşirin delilleri açıklanmış, ayrıca Hz. Peygamber Kur'ân ile insanları müj­deleyip korkutsun diye böylece kolaylaştırılmıştır.

Sonra sure oldukça beliğ bir öğüt ile ve kendilerinden önceki toplumları helak ettiği gibi, müşriklerin de helak edileceği tehdidiyle sona ermektedir. Çünkü müşrikler eğer dünyanın zeval bulmasının ve ölümün kaçınılmaz oldu­ğunu bilecek olurlarsa, bundan korkarlar. Aynı şekilde ahiretteki kötü akibet-ten de korkarlar. O bakımdan bu durumda masiyetlerden uzak durma ihtimal­leri daha yüksek olur. [123]

 

Açıklaması

 

"Muhakkak mümin olup salih amel işleyenlere Rahman bir sevgi peyda edecektir." Şüphesiz Allah'ın Rasulü'nü tasdik edip doğrulayanlar; farz ve nafi­le türünden salih amel işleyip helâli helâl, haramı haram bilenlere, Allah'ı razı edecek işler yapanlara karşı sevgi tohumlarını salih kulların kalplerinde can­dan bir sevgi halinde yeşertecektir. Salih ameller, Muhammedi şeriata tabi olu­şu dolayısıyla Yüce Allah'ı razı edecek işlerdir.

Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî, Ebu Hureyre (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Allah bir kulu sevdiği takdirde Cebrail'e şöyle seslenir: Ben filanı sevdim, sen de onu sev. (Cebrail) Semada nida ettikten sonra yer halkı arasında da o kimseye sevgi besleme indirilir. Allah bir ku­la buğzettiği vakit de Cebrail'e: "Ben filana buğzettim," diye nida eder. O da sema­da nida ettikten sonra, yeryüzüne o kimseye karşı nefret indirilir."

Bu suretle hadis-i kudsî salih kullar lehine yeryüzünde sevgi beslemenin indirilmesi noktasında ayet-i kerime ile uyum halindedir. Bu sevgi ve kalpler­deki bu muhabbetin Yüce Allah'ın var etmesi ile olduğunu, akrabalık, dostluk, iyilik yapma yahut buna benzer sevgiyi doğuran sebepler söz konusu olmaksı­zın doğrudan Allah'ın var etmesi ile ortaya çıkacağı konusunda da ayet-i keri­me ile hadis uyum halindedir.

Daha sonra Yüce Allah bu surenin konumunu açıklamak üzere bazı izah­larda bulunmaktadır. Çünkü bu surede tevhid, nübüvvet, haşir ve neşir söz ko­nusu edildiği gibi, sapık ve saptırıcı fırkaların görüşleri de reddedilmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz onu takva sahiplerini onunla müjdeleye-sin, inat edenleri de korkutasın diye senin dilinle kolaylaştırdık." Biz bu Kur'an-ı Kerim'i sana senin dilinle indirmek suretiyle kolaylaştırdık. Onu et­raflı bir şekilde açıkladık ve kolay kıldık ki, onunla müttakilere Allah'ın çağrısını kabul edip rasulünü tasdik edenlere onlar için itaatleri karşılığında cenne­tin bulunduğunu müjdeleyesin. Hakka karşı durmakta inat eden, haktan ayrı­lıp sapan, batıla yönelenlere de küfür ve isyanları sebebiyle kendileri için ce­hennemin hazırlanmış olduğunu belirtmekle korkutasm.

Daha sonra Yüce Allah sureyi şu oldukça beliğ öğüt ile nihayete erdirmek­tedir:

"Onlardan önceki zamanlarda nice kavimleri helak ettik. Şimdi onlardan birini görüyor ya da gizli seslerini bile işitiyor musun?" Bizler müşrik Araplar­dan önce nice toplumları ve nice ümmetleri helak etmiş bulunuyoruz. Çünkü onlar da Allah'ın ayetlerini inkâr etmiş ve rasullerini yalanlamışlardı. Onlar­dan herhangi bir kimseyi görebiliyor yahut onların seslerini işitebiliyor mu­sun? [124]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları bulundurmaktadır:

1- Takvası ve Allah'ın şeriatine, dinine tabi olması dolayısıyla ondan ra­zı olduğu için Allah bir kulunu sevecek olursa onun için salih kullarının kalplerinde ve mukarreb meleklerinin nezdinde sevgi ve muhabbeti yazar (takdir buyurur); isterse zalimler, kâfirler ve fasıklar o kimseden hoşlanma­sın.

Herim b. Hayyân şöyle demiştir: Bir kimse kalbiyle Allah'a yöneldi mi, mutlaka Yüce Allah da iman ehlinin kalplerini ona doğru meylettirir. Nihayet ona iman ehlinin sevgi ve merhametini de ihsan eder.

Bunun ilk örneği de Rasulullah (s.a.)'tır. Ondan sonrakiler arasındaki ör­nek ise ileri gelen ashab-ı kiramdır. İbni Abbas, bu ayet-i kerimenin Abdur-rahman b. Avf hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Allah kullarının kalple­rinde oun lehine öyle bir sevgi var etti ki, onunla karşılaşan her mümin mut­laka ona saygı gösterir, onunla karşılaşan her müşrik ve münafık mutlaka onu tazim ederdi. O dünyada sevilen bir kimseydi, ahirette de böyle olacaktır. Şüphesiz Yüce Allah ancak mümin ve muttaki olan kimseyi sever. Ancak ih-lâslı ve tertemiz bir kimseden razı olur. Allah lütuf ve keremiyle bizi onlardan kılsın.

2- Kur'an-ı Kerim anlaşılması kolay olsun diye Arap diliyle nazil olmuştur.

3- Şanı Yüce Allah geçmiş kavim ve toplumlardan pek çoğunu Allah'ı in­kâr etmeleri, şerefli rasullerini yalanlamaları dolayısıyla toptan helak ederek azaplandırmıştır. Diğer taraftan Yüce Allah peygamber Muhammed (s.a.) ile bu ümmete lütufta bulunmuş ve kökten yok edip imha etme azabını onlardan kaldırmıştır.

4-  Son iki ayet-i kerimede Rasulullah (s.a.)'a kavminden olan Arap müş­riklere karşı zafer ve galibiyet vaadi yer almaktadır. Diğer taraftan o kâfirlere ve onların benzerlerine de azap, horluk ve zillet tehdidi vardır.

5- Rasulullah (s.a.)'ın görevi müjdelemek ve uyarıp korkutmaktan ibaret­tir. Ayet-i kerimede bu iki işe de bir teşvik vardır. Yani Allah'a itaat edene cen­net müjdesini vermek, ona karşı gelip isyan edeni de cehennem ile korkutmak, teşvik edilmektedir. [125]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/297.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/297.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/297-299.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/299.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/300-301.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/301.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/301-302.

[8] Prof. Dr. Abdulvahhab en-Neccar, Kısâsu'l Enbiyâ, 368.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/302-303.

[9] Razi, XXI/179.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/303-307.

[11] Razî, XXI /186.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/307-309.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/310.

[14] Prof. Abdulvahhab en-Neccar, a.g.e., 369.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/310-311.

[15] İbni Kesîr, III/113.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/311-312.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/312-313.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/314.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/314-315.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/315-316.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/316-318.

[22] Kurtubî, XI/92-93.

[23] İbni Kesir, III/116.

[24] Razi, XXI/201-202.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/ 318-320.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/321-322.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/322-323.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/323-325.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/326-327.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/327-329.

[30] Kaderciler (Kaderiye): "Kul kendi fiillerini yaratır, Yüce Allah masiyetleri irade etmez," diyen fırkadır.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/329-331.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/332.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/333.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/333-334.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/334-335.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/335-336.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/336

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/336-337.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/337.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/337.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/337-338.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/338.

[43] Nasturîler: Nastûr adındaki bir alimin görüşlerine dayanan Hristiyan mezhebi. Melikîler veya Melkanîler bilgin ve filozof Kral Kostantin'e, Yakubiler ise Yakub adlı bir alime nis­pet edilen Hristiyan mezhepleridir.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/338-341.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/341-342.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/343-344.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/344-345.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/345.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/345.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/345-346.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/346.

[52] İbni Kesir, III/123-124.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/346-350.

[54] Razi, XXI, 230.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/350-352.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/353.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/353.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/354-355.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/355.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/356.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/356.

[61] Prof. Abdülvehhâb en-Neccâr, Kasasu'l-Kur'ân,  101-103.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/357.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/358-359.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/359.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/359.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/359-360.

[67] Kurtubî, XI/116.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/360-361.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/362.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/362-363.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/363.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/364.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/364.

[74] İbni Kesir, 11/126.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/364.

[75] İbni Kesir, 11/127. 2- Razî, XXI/234.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/365-366.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/366.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/367.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/367-368.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/368.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/368-370.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/370.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/370-372.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/373.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/373-374.

[85] Razî, XXI/239.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/374.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/374.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/374-376.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/376.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/377.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/377-378.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/378-379.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/379.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/379-382.

[95] Kurtubi, XI/139.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/382-383.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/384.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/384.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/384-385.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/386.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/386-388.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/388-389.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/390.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/390-391.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/391.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/391.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/391-392.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/392-393.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/394.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/394.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/394-395.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/395

[112] Bunu Razî Tefsirinde (XXI, 253); yine Kurtubî, Tefsir'inde (XI, 154) zikretmektedir. İleri­de bu hadis-i şerifin tam metni gelecektir.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/396-398.

[114] Yani Rahman'ın nezdinde ahit alandan başka hiç bir kimse Allah huzurunda şefaat et­mek imkânını bulamayacaktır; ancak böyle bir kimse şefaat imkânını bulabilir. Diğer ta­raftan bunun şu anlama gelmesi de mümkündür: Şu kâfirlerin hiç bir kimseye şefaat et­me imkânları yoktur. Fakat Rahman olan Allah katında ahit almış olan Müslümanlar şe­faat etme imkânına sahip olacaklardır.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/398-399.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/400.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/400.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/401.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/401-402.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/402-403.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/404.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/404.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/404-405.

[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/405-406.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/406-407.