Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Bu
sureye Meryem adının veriliş sebebi, Hz. Meryem'in hamile kalmasını, Hz. İsa'yı
babasız olarak doğurmasını, bu hamileliğin yankılarını, buna bağlı diğer
hususları, en önemlileri beşikte küçük bir çocuk iken konuşması gibi oldukça
hayret verici olayların Hz. İsa'nın doğumu ile birlikte ortaya çıkmasını
anlatan kıssayı ihtiva edişidir.[1]
Her
iki sure de hayret verici kıssaları ihtiva etmektedir. Kehf suresi As-hab-ı
Kehf kıssasını, onların yiyip içmeden çok uzun bir süre mağarada uyumalarını;
Hz. Musa'nın Hz. Hızır ile kıssasını, bu kıssada insanı hayrete düşüren
hususları ve de Zülkarneyn kıssasını ihtiva etmişti.
Meryem
suresinde de hayret verici iki husus yer almaktadır: Birincisi Yahya b.
Zekeriyya (a.s.)'m doğum kıssası; babanın ileri yaşta ve annenin kısır olmasına
rağmen bu çiftin çocuklarının olması; ikincisi Hz. İsa'nın babasız doğmasıdır.
[2]
Surenin
konusu diğer Mekkî surelerde olduğu gibi Allah'ın varlığını, vahdaniyetini;
dünya hayatındaki amellerin karşılıklarının görüleceğini ispat etmektir. Bu
hususların ispatı aşağıdaki şekilde bir takım peygamberlerin kıssaları irad
edilerek gerçekleştirilmektedir:
1- Sure önce Hz. Zekeriyya'nın oğlu Hz. Yahya'nın doğumu kıssası ile başlamaktadır.
Hz. Yahya yaşı ilerlemiş ihtiyar bir baba ile doğum yapamayan kısır bir
anneden, her şeye kadir olan Allah'ın kudreti ile ve salih babanın duası kabul
edilerek dünyaya gelmişti. Bunun akabinde ise Hz. Yahya'ya henüz çocukluk
çağında iken peygamberliğin verileceği haberi geldi. Bu hususlar 1-15.
ayetlerde zikredilmektedir.
2- Hemen bunun akabinde Hz. İsa'nın, bakire Hz. Meryem'den babasız olarak
doğumu kıssası yer almaktadır. Böylece bu kıssa Rabbani kudrete dair bir başka
delil olarak ortaya konmaktadır. Bu ise bir takım tenkit, kınama ve azarlama
dalgasının harekete geçmesine sebep olmuştur. Ancak Hz. İsa'nın küçükken
beşikte konuşması bu dalgayı kırmıştır. O, bu konuşması ile annesini temize
çıkarmış, kendisini de peygamberlik ve kemal sıfatları ile nitelendirmişti.
Hz.
Meryem'in doğum sancısı ile birlikte oldukça alışılmadık iki olayla
karşılaşıyoruz. Bunlar Hz. İsa'nın, doğum esnasında annesine, üzülmemesi gerektiği
şeklinde seslenmesidir. Çünkü Allah onun yanıbaşmda bir akarsu yaratmıştı.
Ayrıca ona taze hurmanın dökülmesini sağlamak üzere sebeplere yapışmak için
hurma ağacını sallamasını emretti. Bu hususlar 16-36. ayetlerde söz konusu
edilmektedir.
Bu
doğum, Hz. İsa hakkında Hristiyanlar arasında bir görüş ayrılığı ortaya
çıkarmıştır (27-40. ayetler).
3- Bundan sonra ayet-i kerimeler, Hz. İbrahim kıssasının bir yönünü açıklamaya
geçmekte, Hz. İbrahim'in putlara ibadet hususunda babası ile tartışması, Yüce
Allah'ın ona yaşı ilerlemiş hanımı Sâre'den Hz. İshak adındaki oğlunu
lütfetmesi, bundan sonra da İshak'tan Yakub'u verip her ikisini de peygamber
kılması zikredilmektedir. Nitekim bundan önce de Hz. İbrahim'in İsmail adında
bir çocuğu olmuştu. Hz. İbrahim'in bu çocuğu da yaşı ilerledikten sonra eşi
Hacer'den olmuştu (41-50. ayet-i kerimeler).
4- Daha sonra sure Hz. Musa'nın kıssasından, onun Tûr dağında Rabbi ile
münacatmdan, kardeşi Harun'u Yüce Allah'ın peygamber kılmasından söz etmektedir
(51-53. ayetler).
5- Bundan sonra surede, verdiği sözde durmak, namaz kılmak, zekât vermek
ile nitelendirilen Hz. İsmail'in ve çok doğru sözlü Peygamber Hz. İdris'in
kıssaları ile Allahu Teâlâ'nm Adem'in soyundan gelen bu peygamberlere ihsan
etmiş olduğu nimetlerden söz edilmektedir. Bundan maksat insanları tevhide
davet etmek ve şirki reddetmekten ibaret olan risaletin birliğini ispat
etmektir. Bu hususlar ise 54-58. ayetlerde söz konusu edilmektedir. Sözü geçen
bütün bu kıssalar yaklaşık surenin üçte ikisini kapsarlar.
6- Daha sonra gelenler önce gelenler ile karşılaştırılarak aradaki fark
da, 'sonra gelenlerin namazları zayi edip arzularına tabi olmaları şeklinde
ortaya
çıkmakta
ve tövbe edip salih ameller işleyenlere Adn cennetleri vaadi yenilenmektedir
(59-63. ayetler).
7- Vahye dair açıklamalar buna uygun düşmektedir. Hz. Cebrail'in
Rabbi-nin izni ile olmadıkça inmediği bu münasebetle belirtilmektedir (64-65.
ayetler).
8- Yüce Allah öldükten sonra dirilişi inkâr eden müşriklerin bu
iddialarını tartışmakta, kâfirlerin şeytanlarla birlikte haşredileceklerini,
onların cehennem etrafında dizleri üzere çökmüş olarak hazır edileceklerini ve
bütün yaratıkların cehenneme uğrayacaklarını haber vermektedir (66-72.
ayetler).
9- Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'e karşı olan durumları itibariyle müşriklerin
kendilerini müminlere göre daha iyi oldukları konusundaki iddialarını
açıklamakta; Allah'ın bu şekilde inatçılık edip büyüklük taslamaları sebebiyle
geçmiş ümmetlerin bir çoğunu helak ettiğini, zalimlere mühlet verip onları azgınlıkları
içerisinde terk ettiğini belirterek tehdit etmektedir. Buna karşılık hidayet
bulanların hidayetini de artırır. Müşriklerin tanrı edindiklerinin kendilerine
düşman olacaklarını da bu arada haber vermektedir (73-84. ayetler). Bütün
bunların anlatılmasından maksat Yüce Allah'ın çocuk edinmekten ve ortağının
bulunmasından tenzih edilmesidir.
10- Müttakiler kafilesinin cennetlere hasredilmesi ile mücrimlerin cehenneme
sürüklenmeleri arasındaki fark belirtilmektedir (85-87. ayetler).
11- Allah'ın çocuğu olduğu iddiasında bulunan kimselerin bu iddialarının
tenkidi, ayıplanması ile salih müminlerden razı olduğunu Kur'an-ı Kerim'in
takva sahiplerini müjdelemek, inatçı kâfirleri de uyarmak için indirildiğinin
açıklanması (88-98. ayetler).
[3]
Muhammed
b. İshâk, Stresinde Ümmü Seleme'den; Ahmed b. Hanbel de İbni Mes'ud'dan
Mekke'den Habeşistan'a hicret hadisesinde rivayet ettiğine göre Ca'fer b. Ebî
Tâlib (r.a.) bu surenin baş taraflarını Necâşî'ye ve onun arkadaşlarına
okumuştur.
[4]
1-
Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd.
2- (Bu), Rabbinin kulu Zekeriyya'ya rahmetini
anışıdır.
3-
Hani o Rabbine gizlice niyaz etmişti.
4-
Demişti ki: "Rabbim, gerçekten kemiğim zayıfladı, başım da ağararak tutuştu.
Rabbim sana duamla bedbaht olmadım.
5-
Gerçekten ben arkamdan yerime geçecek akrabamdan endişe ediyorum. Hanımım da
kısırdır. Bana tarafından bir veli ihsan et.
6- Ki bana da, Yakuboğullarına da mirasçı
olsun. Rabbim sen onu razı olduklarından kıl.
7-
"Ey Zekeriyya! Gerçekten biz sana Yahya adlı bir oğul müjdeleriz ki,
bundan evvel kimseyi ona adaş yapmamıştık."
8-
Dedi ki: "Rabbim, nasıl oğlum olur ki! Zevcem kısırdır. Benim ise
yaşlılıktan kemiklerim bile kurudu?"
9- Dedi ki: "Öyle" (Fakat) Rabbin:
"Bu benim için pek kolay. Çünkü sen daha evvel bir şey değil iken seni
yarattım." buyurdu.
10-
"Rabbim bana bir alâmet ver." dedi. "Senin alâmetin sapasağlam
olduğun halde (üç gün) üç gece insanlarla konu-şamamandır." buyurdu.
11- Böylece mescidinden kavminin karşısına çıkıp
onlara işaret etti: "Sabah akşam teşbih edin."
"(Bu)
Rabbinin kulu Zekeriyya'ya rahmetini anışıdır. Hani o rabbine... niyaz etmişti."
buyruğundaki "anış" kelimesi ya haberi hazfedilmiş bir müpteda-dır:
"Size okunan bu buyruklarda rahmetini anış vardır," şeklindedir yahut
da hazfedilmiş bir müptedanm haberi olup: "Bu, Rabbinin rahmetini
anışıdır," şeklindedir. (Meal de buna göre yapılmıştır.)
[5]
"Gerçekten
kemiğim zayıfladı." Bu ifade, gücünün bittiğini, bedenin zayıfladığını
ifade etmek üzere kullanılmış bir kinayedir.
"Başım
da ağararak tutuştu." Burada tebaî bir istiare vardır. Saç ağarmasının
yayılması ateş alevinin odunda yayılmasına benzetilmiş, yanma yayılma anlamında
istiare yoluyla kullanılmıştır. Bu ise Arap dilinde istiare türlerinin en
güzelidir.
"Niyaz
etmişti" (nâdâ nidâen) buyruğunda da iştikak bakımından cinas vardır.
[6]
"Kef,
Hâ, Yâ, Ayn, Sâd". Bunlar muhatta' denilen harflerdir. Bunlardan kasıt
dikkat çekmektir. (Arapçada) sözün başlarına gelen ela, yâ vb. diğer uyarı
(tenbih) edatlarını andırmaktadır. Aynı şekilde bu harflerle konuştukları, birbirlerine
hitap edip yazdıkları Arap dilinin harflerinden oluşan bu Kur'an-ı Ke-rim'in
benzerini meydana getirmek üzere Araplara meydan okuma kasdı da vardır.
"Zekeriyyâ"
Hz. Davud'un oğlu Süleyman'ın soyundan gelir (hepsine selâm olsun). Marangoz
idi. "Hani o Rabbine gizlice nida etmişti." Yani gecenin karanlığında
gizlice Allah'a dua etmişti. Çünkü o vakit yapılan dua daha çok kabule
yakındır. Bu duayı yaptığı sıradaki yaşı hakkında farklı görüşler vardır: 60,
70, 75, 85 veya 99 yaşında olduğu söylenmiştir.
"Kemiğim
zayıfladı." İyice yaşlandım. "Başım da ağararak tutuştu." Alevin
odun içerisinde yayıldığı gibi ağaran saçlar da böylece çoğaldı.
"Sana
duamla bedbaht olmadım." Ben sana dua etmek istiyorum ve ben sana dua
ettiğim için geçmişte duası kabul olunmamış, ziyana uğramış bir kimse değilim.
O bakımdan bundan sonra gelecekte de sen beni zararda bırakma!
"Gerçekten
de ben arkamdan" yani ölümümden sonra "akrabamdan" (el-mevâlî):
Bunlar amca çocuğu gibi nesep itibariyle kişiye bağlı olan erkeğin
asa-beleridir, "endişe ediyorum." Onların dini zayi edeceklerinden
korkuyorum. İs-railoğullarmda gördüğüm şekliyle dini değiştirmek gibi bir işe
kalkışmalarından endişe ediyorum. "Hanımım da kısırdır." Yani onun
çocuğu olmuyor. 'Bana tarafından bir veli", yani sulbümden bir evlat
"ihsan et ki, bana da" ilim ve peygamberlikte atam olan "Yakub
oğullarına da mirasçı olsun." Burada sözü geçen Ya'kub, Hz. İbrahim'in
oğlu Hz. İshak'ın oğlu Hz. Ya'kub'dur. Hz. Zeke-riyya, Hz. Meryem'in teyzesinin
kocası idi.
"Bundan
evvel kimseyi ona adaş yapmamıştık." Kimseye "Yahya" adını
vermemiştik. Ondan önce kimseye bu isim verilmiş değildi.
"Benim
ise yaşlılıktan kemiklerim bile kurudu."
Eklemleri ve kemikleri kurudu. Bir rivayete göre 120 yaşında idi. Karısı
ise 98 yaşına basmıştı.
"Dedi
ki: Öyle!" Yani bu yaşta sizden bir çocuğun yaratılmasına dair durum
gerçekten böyle olacaktır. "Bu benim için pek kolaydır" yani ben
yapmak istediğim bir şeyde ayrıca sebeplere ihtiyaç duymam. "Sen daha
evvel bir şey değilken..." Seni yaratmadan önce bir şey değilken; aksine
sen tam bir yokluk halindeyken 'seni yarattım". Burada yok'un bir şey
olmadığına delil vardır.
"Rabbim
bana bir alâmet ver." yani kendisi ile bana verdiğin müjdenin
gerçekleştiğini bileceğim bir işaret.
"Senin
alâmetin sapasağlam olduğun halde..." Herhangi bir hastalığın, dilsizlik
veya sağırlık söz konusu olmaksızın, azaların sıhhatli ve bütün organların
yerli yerinde olduğu halde, "üç gece" yani günleriyle birlikte (üç
gün üç gece). Buna delil ise Âl-i İmrân suresinde günlerin söz konusu
edilmesidir: "... üç gün konuşmamandır." (Âl-i İmrân, 3/41).
"insanlarla konuşamamandır."
"Mabedden"
yani namaz kıldığı yerden. İsrailoğulları âdet üzere, onun emrine binaen namaz
kılmak üzere mabedin açılmasını bekliyorlardı.
"Sabah-akşam",
yani günün iki tarafında, günün başlangıcı ile son demlerinde, âdet üzere;
yani sabah namazı ile ikindi namazını kılarak "teşbih edin" namaz
kılın yahut Rabbinizi tenzih edin "diye işaret etti." Teşbih edin
emri ile namaz kılmalarının kasdedildiği hususunda ittifak edilmiştir. Hz. Zekeriyya
bu şekilde konuşamamakla hanımının Yahya'ya hamile kaldığını anlamıştı.
[7]
Hz.
Zekeriyya Kur'an-ı Kerim'de sekiz defa söz konusu edilmektedir. Âl-i İmrân
suresinin 37. ve 38. ayet-i kerimelerinde, En'âm suresi 85. ayeti kerimede,
Meryem suresinin 2. ve 7. ayetleri ile Enbiya suresinin 89. ayet-i kerimesinde.
Hz.
Yahya'nın babası Hz. Zekeriyya heykel hizmetçiliğinde bulunmaktaydı. O
bakımdan o da Levili'dir. Annesi tarafından heykelin hizmetkârlığını yapmak
üzere adanan Hz. Meryem'in bakımı, Hz. Zekeriyya'nm payına düşmüştü ve o
Zekeriyya'nm himayesine verilmişti (Âl-i İmrân, 3/37). Hz. Zekeriyya da Hz.
Meryem'in teyzesinin kocasıydı. Yüce Allah'ın Meryem'e ikram ve lü-tuflarını,
onu ummadığı yerden rızıklandırmasını görünce, Yüce Allah'ın da kendisine evlât
ihsan etmesi için dua etti: "Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: Rabbim bana
senin tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla. Şüphesiz sen duayı işiten
(kabul eden)sin." (Âl-i İmrân, 3/38). Allah onun duasını kabul etti,
melekler ona Yahya'nın doğumunu müjdeledi. Kendisi oldukça yaşlıydı. Hanımı da
kısırdı: "Namaz kılarken melekler ona seslendi: Muhakkak Allah sana
kendisinden bir efendi, kendisini sakındıran ve salihlerden bir peygamber olmak
üzere Yahya'yı müjdeliyor." (Âl-i İmrân, 3/39). Hz. Zekeriyya böyle bir
müjdeye hayret ettiğini şu sözleriyle ifade etti: "Dedi ki: Rabbim,
gerçekten bana ihtiyarlık çatmış iken ve karım da kısır olduğu halde nasıl bir
oğlum olur? Buyurdu ki: Böyle! Allah ne dilerse yapar." Meryem suresinde
ise şöyle ifade edilmektedir: "Dedi ki: Rabbim nasıl oğlum olur ki, zevcem
kısırdır, benim ise yaşlılıktan kemiklerim bile kurudu? Dedi ki: Öyle! Rabbin,
'Bu benim için pek kolay. Çünkü sen daha evvel bir şey değilken seni yarattım,
buyurdu." (8-9. ayetler).
Babasının
adı ise Berhiya'dır. Dikkat edilecek olursa adı Berhiya oğlu Ze-keriyya olan
bir başka kişi daha vardır. Bunun Hristiyanlarca kabul edilen bir yasa kitabı
vardı. Bu kişi Hz. Mesih'ten yaklaşık 3 asra yakın bir süre önce Da-rius
döneminde yaşatmıştır
[8]
"Kef,
Ha, Yâ, Ayın, Sâd". Bunlardan Kef ve Sâd, da üç elif, yani altı hareke
miktarı uzun bir med yapmak gerekiyor. Hâ ile Yâ harflerinde ise tek bir elif
miktarı medd-i tabiî yapmak gerekir. Ayn harfinde ise hem uzun med, hem de iki
elif miktarı kısa med caizdir.
Bu
mukatta harflerden kasıt, önceki ifadelere sözün başından itibaren dikkat
çekmek ve Araplara, Kur'an-ı Kerim'in bir benzerini yahut onun bir suresinin
benzerini meydana getirmeleri için meydan okumaktır. Çünkü Ku-ran'ın meydana
geldiği harfler Arap alfabesi harflerinden oluşmaktadır. Bu harflerin müphem
harfler oldukları yahut da belli bir takım sırlara işaret ettikleri yahut
bunların özel bir isim yahut sıfat oldukları doğru değildir. Çünkü Razî'nin de
söylediği gibi: Yüce Allah'ın Arap dilinin delâlet etmediği şeyleri Kitap'ma
tevdi etmesi, hakikat yoluyla da olsun, mecazen de olsun caiz değildir. Çünkü
bizler bunu caiz kabul edecek olursak, her bir zahir ifadenin bir batını da
vardır, iddiasında bulunanların bize karşı itiraz etmelerine açık kapı bırakmış
oluruz. Bu ise onların bu açıklamalarına delâlet etmemektedir. Çünkü (meselâ)
Kef harfinin kerim yahut kebir veya Rasulullah (s.a.)'ın isimlerinden başka
herhangi bir isme veya meleklere yahut cennet ya da cehenneme delâleti
hususunda herhangi birisine öncelik tanımak mümkün değildir. O balomdan bu
harfin bu kelimelerden bir kısmını dışarda bırakıp sadece bir kısmına yorup
açıklamak kesinlikle dilin kendisine delâlet etmediği bir tehakküm (delile dayalı
olmaksızın hüküm verme) olur.[9]
"(Bu)
Rabbinin kulu Zekeriyya'ya rahmetini anışıdır. Hani o Rabbine gizlice niyaz
etmişti." Bizim sana bu anlattığımız Rabbinin kulu Zekeriyya'ya olan
rahmetini bir anıştır. Zekeriyya, İsrailoğulları peygamberlerinden büyük bir
peygamberdi. Hanımı da Hz. İsa'nın teyzesi idi. Kendisi Sahih-i Buhârî'de belirtildiği
gibi marangozdu. Marangozluktan el emeği ile kazandığını yerdi. O Rabbine
ihlâsla, riyakârlıktan uzak olarak, gizlice dua etmişti.
Rahmetin
anılmasından kasıt ise, rahmetin ona ulaşması, Yüce Allah'ın da Hz.
Zekeriyya'nın şu duasını kabul etmesi demektir: "Demişti ki: Rabbim
gerçekten kemiğim zayıfladı, başım da ağararak tutuştu. Rabbim sana duam ile
bedbaht olmadım. Gerçekten ben arkamdan akrabamdan endişe ediyorum,
hanımım
da kısırdır..." Yani Zekeriyya şöyle demişti: Rabbim artık ben kemikleri
zayıflamış, gücü azalmış, saçı oldukça ağarmış bir yaşlıyım ve ben senin
tarafından hep dualarımın kabul edildiğini gördüm. Hiç bir zaman senden isteklerimi
geri çevirmedin. Dua etmekle zarara uğramadım. Aksine dua ettiğim her seferinde
duamı kabul buyurdun. Şimdi ben amca çocuklarımın ve buna benzer akrabalarımın,
ölümümden sonra din işini ihmal edeceklerinden, onu zayi edeceklerinden
korkuyorum. O bakımdan, benden sonra peygamberliği ile dini ve vahyi koruyacak
peygamber bir evlât istiyorum. Hanımım ise çocuk doğuramayan bir kısır
kadındır.
Hz.
Zekeriyya'nın hanımı Hz. Meryem'in annesi Hemne'nin kız kardeşi idi. Hanımının
annesi ise Fâkûzâ b. Kubay kızı İşâ' idi. Buna göre Hz. Yahya, Hz. İsa ile öz
teyze çocuklarıdırlar. Dikkat edilecek olursa Hz. Zekeriyya duasına üç gerekçe
söz konusu etmektedir. Bu üç gerekçe de ona karşı atıfetli, merhametli ve
şefkatli olmayı gerektirir. Söz konusu gerekçeler şunlardır:
1- Bedenin zahiren ve batmen güçsüz düşmesi.
2- Duasının kabul edilir olması. Hiç bir zaman dua edip de eli boş
çeviril-memiştir. Aksine Rabbine dua ettiği her seferinde Rabbi onun duasını
kabul etmiştir.
3- Ölümünden sonra dinin ve kendisine vahyolunan şeylerin zayi olacağından
yana mirasçılarından korkması. Onun korkması mali mirasının kaybolması
değildir. Çünkü peygamber malına karşı hassas davranmayacak kadar yüksek ve
üstün bir mertebededir. Ayrıca onun malı da yoktu. Kendi el emeğiyle geçinen
bir marangozdu. Çünkü Buhârî ile Müslim'de sabit olduğuna göre Ra-sulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bize mirasçı olunmaz. Çünkü bizim terk ettiğimiz
şey bir sadakadır." Tirmizî'nin rivayetinde ise şöyle denilmektedir:
"Biz peygamberler topluluğuna mirasçı olunmaz." Peygamberlerin
bıraktıkları miras ise peygamberlik yahut ilimdir. Dini ve dine daveti gereği
gibi korumaktır.
"Bana
tarafından bir veli ihsan et ki, bana da Yakub oğullarına da mirasçı olsun.
Rabbim sen onu razı olduklarından kıl." Sen bana geniş lütuf ve ihsanından
din işlerini üstlenecek bir veli ver. Bu, sulbümden ve peygamberlikte bana
mirasçı olacak bir oğul olsun. Açıkça ifade etmese bile Hz. Zekeriyya'nın
istediği buydu. Ayrıca bu Yakub oğullarının mirasına da varis olsun. Bu ise tercih
edilen görüşe göre -az önce de geçtiği gibi- malı mirasçı olarak almak değil,
ilim ve peygamberliği miras almaktır. Bu kişi onlarda bulunan ilme mirasçı olsun
ve dinî hususlarda onların işlerini çekip çevirsin. Rabbim! Sen onu ahlâk ve
fiilleri itibariyle senin nezdinde razı olunacak takva sahibi iyi bir kimse
kıl. Senin de razı olacağın, kullarının da razı olup seveceği bir kimse kıl ki,
dinin mesajını taşımaya, tebliğ etmeye, öğretmeye, dinin emir ve hükümlerini
uygulamaya ehil bir kimse olsun. Bu ayet-i kerimenin diğer benzerleri de
şunlardır: "Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: Rabbim, bana senin
tarafından çok temiz bir zürriyet bağışla! Muhakkak ki sen duaları kabul
edensin." (Âl-i İmran, 3/38); "Ve Zekeriyya'yı da (an ki): Rabbim,
beni bir başıma bırakma! Halbuki Sen varislerin en hayırlısısın diye Rabbine
dua etmişti." (Enbiyâ, 21/89).
Yakub,
İsrail diye bilinen peygamberdir. Zekeriyya (a.s.) İmran kızı Meryem'in kız
kardeşi ile evli idi. Onun da nesebi Hz. Yakub'a ulaşırdı. Çünkü o da Hz.
Davud'un oğlu Hz. Süleyman soyundan geliyordu. Hz. Süleyman ise Hz. Yakub'un
oğlu Yahuzâ'nm soyundan idi. Hz. Zekeriyya ise Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Harun
soyundan geliyordu. Hz. Harun ile Hz. Musa ise Hz. Yakub'un oğlu Lâvî'nin
soyundandı. Peygamberlik ise Hz. Yakub'un oğlu Hz. İshak soyundan gelenler
arasında idi.
Yüce
Allah şu buyruğunda da olduğu gibi onun duasını kabul buyurdu: "Ey
Zekeriyya! Gerçekten biz sana Yahya adlı bir oğul müjdeleriz ki, bundan evvel
kimseyi ona adaş yapmamıştık." Yani Yüce Allah onun duasını kabul buyurdu
ve ona melekler aracılığıyla şöylece nida etti: Ey Zekeriyya! Biz sana Yahya
adında bir erkek çocuk bağışlayacağımız müjdesini veriyoruz. Bundan önce
kimseye bu isim verilmemişti. Mücahid şöyle der: Bu, ona benzer, ona eş ve ona
denk bir kimse yaratılmadı, demektir. Bunu da Yüce Allah'ın: "Bir kimsenin
onun adıyla adlandırıldığını biliyor musun?" (Meryem, 19/65) buyruğundan
hareketle yapmıştı. Yani sen ona benzer bir kimse biliyor musun demektir. İbni
Abbas ise şöyle der: Yani kısır kadınlar ondan önce onun gibisini
doğurmamış-tır. İşte bu Hz. Zekeriyya ile hanımının kısır bir karı koca
olduklarının delilidir. Hz. İbrahim ile Hz. Sâre öyle değillerdi. Çünkü her
ikisi de kısır olduklarından dolayı değil, yaşları ilerlemiş olduğundan dolayı
kendilerine İshâk'ın müjdelenmesinden hayrete düşmüşlerdi. Çünkü Hz. İbrahim'in
Hz. İshak'tan 13 yıl önce İsmail adında bir oğlu dünyaya gelmişti.
Hz.
Zekeriyya böyle bir müjdeden hayrete düşerek sordu: "Dedi ki: Rab-bim
nasıl oğlum olur ki, zevcem kısır; benimse yaşlılıktan kemiklerim bile kurudu?"
Hz. Zekeriyya, duası kabul olununca hayrete düştü ve oldukça sevindi. Hanımı ta
baştan beri kısır bir kadın olup da şimdi hem hanımı, hem kendisi oldukça
yaşlanmış olmasına rağmen, nasıl çocuğunun olacağını ve ne şekilde çocuk sahibi
olacağını sordu. O alışılagelmiş durumların etkisi altında kalarak bu soruyu
sormuştu. Yoksa böyle bir işin Yüce Allah'ın kudretinden uzak olmadığını
biliyordu. Hz. Zekeriyya'nm: "Benim ise yaşlılıktan kemiklerim bile kurudu."
ifadesiyle artık yaşının oldukça ilerlemiş olduğu, zayıf düştüğü, kadınlarla
cima etme gücünü de yitirmiş bulunduğu ifade edilmektedir. Yüce Allah ona
şöylece cevap verdi: "Dedi ki: Öyle! (Fakat) Rabbin: Bu benim için pek kolaydır,
çünkü ben daha evvel bir şey değilken seni yarattım, buyurdu." Yüce Allah
Hz. Zekeriyya'ya kendisini hayrete düşüren hususa dair melek vasıtasıyla şu
cevabı verdi: Evet, durum dediğin gibidir. Hanımının kısırlığına senin de
yaşlılığına rağmen biz sana bir çocuk bağışlayacağız. O bana oldukça kolaydır.
Ben bir şeyi yaratmak istedim mi, ona ol derim, o da hemen oluverir. Seni de ta
baştan beri tam anlamıyla bir yokluktan yarattım, var ettim. Daha önce sen hiç
bir şey değildin. Alışılmış şekliyle doğum yoluyla çocuğu var etmek, (beşerin
takdir ve ölçülerine göre) elbette ki yokken yaratmaktan daha bir kolaydır.
İşte
bu oldukça üstün ilâhî kudretin bir delilidir. Şanı Yüce Allah'a her şey kolaydır.
Burada da işin kendisi için oldukça kolay olduğunu vurgulamakta ve Hz.
Zekeriyya'nm hakkında soru sorduğu şeylerden daha hayret verici şeyi -insanların
takdirine göre- söz konusu etmektedir. Gerçekten ise Yüce Allah'ın kudreti
açısından her iki husus da aynıdır. İnsanın yokken yaratılması ile doğum
yoluyla yaratılması arasında hiç bir fark yoktur. Zatı yaratmaya kadir olan,
sıfatları değiştirmeye de kadirdir. O bakımdan Yüce Allah hem Hz. Zeke-riyya'ya
hem de onun hanımına çocuk sahibi olma gücünü iade edebilir. Nitekim Yüce
Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Biz
onun duasını kabul edip Yahya'yı ona bağışladık. Zevcesini de ona (kısır iken,
doğurmaya) salih kıldık." (Enbiyâ, 21/90).
Daha
sonra Yüce Allah Hz. Zekeriyya'nm bir başka talebini haber vermektedir ki, o
da kendisine verilen müjdenin ortaya çıkacağı zamanı bilmeye dairdi. Hz.
Zekeriyya: "Rabbim bana bir alâmet ver," Rabbim müjdelenen hususun
-ki o da hanımımın hamile kalmasıdır- gerçekleşeceği vakte delâlet edecek bir
alâmetim olsun ki, ruhum huzur bulsun ve bana verdiğin sözden dolayı kalbim
mutmain olsun, dedi. Çünkü hamilelik, başlangıcı sırasında bilinmeyen bir
olaydır. Özellikle de yaşlı olduğu için ay halinden kesilmiş kadınlar için
böyledir.
Yüce
Allah ikinci bir defa onun isteğini kabul ederek şöyle buyurdu:
"Senin
alâmetin sapasağlam olduğun halde üç gece insanlarla konuşama-mandır,
buyurdu." Melek aracılığıyla Yüce Allah şöyle dedi: İstenen hususun
gerçekleşmesi ve Yüce Allah'ın, Ey Zekeriyya, hanımının oğlu Yahya'ya hamile
kalması şeklindeki müjdesinin gerçekleşmesine dair delil dilinin tutulması ve
konuşmamandır. İnsanlarla, hilkatinde bir eksiklik bulunmadığı, bir rahatsızlığın,
konuşmana engel bir durum olmadığı halde, üç gün süreyle konuşamayacaksın.
Bu
ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Rabbim bana bir alâmet
ver, dedi. Buyurdu ki: Senin alâmetin insanlarla üç gün konuşmamandır. Ancak
işaretle (konuşabileceksin)." (Âl-i İmrân, 3/41).
Yüce
Allah'ın: "Sapasağlam olduğun halde" buyruğu 'herhangi bir hastalık,
bir rahatsızlık olmaksızın, hilkatin eksiksiz ve sağlıklı olduğun halde' demektir.
Bir diğer açıklamaya göre bu peşpeşe, arka arkaya üç gündür. Ancak cumhurdan
nakledilen birinci görüş, daha sahihtir.
İşte
bu, bu üç gün ve gecede onun diğer insanlarla ancak işaretle konuşabildiğinin
delilidir. Bundan dolayı burada yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Mabedden
kavminin karşısına çıkıp onlara: Sabah akşam teşbih edin, diye işaret
etti." Hz. Zekeriyya kendisine oğlunun olacağı müjdesinin verildiği namazgahtan
kavminin huzuruna çıktı. (Burası Kitap Ehli tarafından mezbah diye
adlandırılır. Mabedin ön taraflarında birkaç basamakla çıkılan üstü kapalı bir
yerdir. Kişi bu mabedde, mabeddeki diğerleri tarafından görülmeyecek bir yerde
bulunur.) Bu sırada da kavmi onu sabah akşam namaz için bekliyorlardı. Onlara
gizli ve çabuk bir şekilde işaret etti, fakat bu hususu sözle onlara söyleyemedi.
Onlara sabah akşam, sabah ve ikindi namazlarında Yüce Allah'a vermiş olduğu
nimetlere karşılık bir şükür olmak üzere Sübhanallah (yani Yüce Allah'ı
ortaktan, çocuktan ve her türlü eksiklikten tenzih ederim) demelerini emretti.
Ayrıca kavmine bundan önce kendisine verilen müjdeyi de bildirmişti.
[10]
Bu
ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Şanı Yüce Allah peygamberine bu kıssa ile Hz. Zekeriyya'nın yaşının
ilerlediği bir dönemde ve ta baştan beri kısır olan hanımının durumuna rağmen
çocuk sahibi olma müjdesinin verilişini anlatmaktadır. Böylece bu, yüce
Allah'ın kendisine mutlak imanı gerektiren hayret verici kudretinin bir belgesi
olmaktadır.
2- Duanın gizli ya da açıktan yapılması, Allah tarafından işitilmesi
açısından farksızdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize
yalvara yakara gizlice dua edin. Şu bir gerçektir ki, o haddi aşanları
sevmez." (A'raf, 7/55). Hz. Zekeriyya Mihrab'mda gizlilik içerisinde -ki
daha uygun olan budur-Rabbine dua etti. Çünkü böylesi bir dua, riyakârlıktan
daha uzak, ihlâslı olmaya daha yakındır. Ayrıca yaşlılık döneminde çocuk
istediği için kınanmasın diye de gizli dua etme yolunu seçmişti.
3- Hz. Zekeriyya duada bulunmadan önce adeta yargıdan önceki önermeleri
andıran üç hususu söz konusu etmektedir: a) Zayıf olduğunu, b) Yüce Allah'ın
hiç bir şekilde onun duasını geri çevirmediğini, c) Duasıyla istediği şeyin
dinî menfaate dair oluşu.
4- İlim adamları şöyle demektedir: Kişinin duası esnasında Yüce Allah'ın
üzerindeki nimetlerini söz konusu etmesi ve alçakgönüllülüğe yakışan ifadeler
kullanması müstehaptır. Çünkü Yüce Allah'ın: "Kemiklerim bile kurudu"
buyruğu onun itaat ve alçakgönüllülüğünü ifade eder. Diğer taraftan:
"Sana duamla bedbaht olmadım." buyruğu da Yüce Allah'ın onun yaptığı
duaları kabul etmesi hususundaki lütuflarını görme itiyadını açıklamaktadır.
Yani sana dua ettiğimde sen benim duamı boşa çıkarmıyordun. Geçmişte hep duamı
kabul ettiğine şahit oldum ve bu bende bir alışkanlık halini aldı. Onun:
"Gerçekte ben arkamdan, yerime geçecek akrabamdan endişe ediyorum."
ifadesi ise dinin maslahatına olan hırsını, tutkusunu ortaya koymaktadır. Çünkü
onun akrabaları dini ihmal eden kimselerdi. Ölümü ile dininin zayi olmasından
korktu. O bakımdan kendisinden sonra dini ayakta tutacak bir veli (evlât)
istedi. Yoksa malına mirasçı olacak kimsenin verilmesini istememişti. Çünkü
peygamberlere mirasçı olunmaz. Buna sebep ise daha önce kaydettiğimiz Buharî ile
Müslim'de yer alan şu hadis-i şeriftir: "Biz peygamberler topluluğuna
mirasçı olunmaz. Bizim geriye bıraktığımız şey bir sadakadır." Ebu
Davud'un Sünen'inde de şöyle denilmektedir: "Şüphesiz ki, ilim adamları
peygamberlerin mirasçılarıdır ve şüphesiz peygamberler dinar veya dirhem miras
bırakmış değillerdir; onlar ilmi miras bıraktılar." Dolayısıyla Hz.
Zekeriyya'nın sözünü ettiği miras, dinî bir mirasçılıktır ve istiare yoluyla
kullanılmış bir ifade demektir.
Hz.
Yahya, Yakub soyundan gelenlerden peygamberliği, hikmeti ve ilmi miras almıştı.
Nitekim Hz. Süleyman da Hz. Davud'dan hikmeti ve ilmi miras almıştı.
5- "Bana tarafımdan bir veli ihsan et" ifadeleri bir istek ve
bir duadır. Açıkça oğul ihsan et' demeyişinin sebebi, kendisinin yaşlı olması
ve hanımının da kısır olmasıdır. Katâde şöyle der: O bu şekilde dua ettiğinde
yetmiş küsur yaşındaydı. Mukâtil ise 95 yaşındaydı demektedir. Kurtubî, doğruya
daha yakın olanın bu olduğu görüşündedir. Çünkü o kendi kanaatine göre yaşlı
olduğundan dolayı çocuğunun olmayacağını zannediyordu. İşte bundan dolayı:
"Yaşlılıktan kemiklerim bile kurudu." demişti.
6- Dua edip çocuk istemek ve çocuğun hidayete iletilmesini peygamberlere
ve fazilet sahibi şahsiyetlere uyarak istemek de caizdir. Nitekim Rasulullah
(s.a.) hizmetçisi olan Enes'e dua ederek şöyle demiş: "Allahım! Malını ve
çocuklarını çoğalt ve ona verdiklerinde de ona bereket ihsan eyle."
Rasulullah (s.a.) böylelikle çokluğun helake götürebilme ihtimali dolayısıyla
bundan sakınmak için ayrıca ona bereket ihsan etmesi için de dua etti. Hz.
Zekeriyya ise kendisine mirasçı olacak velisinin huyu ve davranışları
itibariyle razı olunan bir kimse kılınmasını istemişti.
7- Hz. Zekeriyya'nm duası bir takım vasıtaları zikrederek yapılmamıştır.
O Rabbine doğrudan şu sözleriyle niyazda bulunmuştu:
'"Rabbim
gerçekten kemiğim zayıfladı; Rabbim sana duamla bedbaht olmadım; bana
tarafından bir veli ihsan et; Rabbim nasıl oğlum olur ki..."
Aynı
şekilde Yüce Allah'ın: "Ey Zekeriyya! Gerçekten biz sana... müjdeleriz.
" buyruğu da Yüce Allah tarafından bir nidadır. Böyle olmazsa zaten ifade
düzeni bozulur. Bir topluluğun görüşüne göre ise bu meleğin bir nidasıdır. Çünkü
"Zekeriyya mihrapta durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler:
Allah sana... bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." (Âl-i İmran, 3/39)
ve "Dedi ki: Öyle (fakat) Rabbin: Bu benim için pek kolay... buyurdu"
ayetleri bunu gerektirmektedir. Yüce Allah'ın ifadesi için ise, böyle bir
kullanım mümkün olmaz. O halde bunun meleğin sözü olması gerekmektedir. Ancak
Razî Yüce Allah'ın: "Melekler ona seslendi" ayetini delil olarak
ileri sürenlere şu cevabı vermektedir: Meleklerin de Allah'ın da nidasının
gerçekleşmiş olması ihtimal dahilindedir. Buradaki: "Rabbin...
buyurdu" ayeti hakkında da bunun Yüce Allah'ın sözü olması mümkündür,
demektedir.[11]
8- Yüce Allah'ın: "Bundan evvel kimseyi ona adaş yapmamıştık."
buyruğu güzel isimlerin tercih edilmesine bir delildir. Nitekim Araplar da isim
koyarken bu yolu seçerdi. Çünkü böylesi daha dikkat çekicidir ve lakap haline
dönüştürülme ihtimali daha uzaktır.
9- Yüce Allah'ın Hz. Zekeriyya'nm ağzından: "Rabbim nasıl oğlum olur
a..." buyruğu bu hususta Yüce Allah'ın kudreti hakkındaki bir şüphe
dolayı-r.vla değildir. Aksi takdirde bu bir küfür olur. Peygamberler hakkında
ise bu imkânsız bir şeydir. Bu, Yüce Allah'ın haber verdiği şeyi inkâr da
değildir. Akime bu soru Yüce Allah'ın kısır bir kadın ile oldukça yaşlanmış
bir erkekten dit çocuk peyda etmesi şeklindeki kudretinden gözler kamaştığından
dolayı hayret ifadesi taşımaktadır.
10- Yüce Allah'ın: "Bu, benim için pek kolay. Çünkü sen daha evvel
bir şey zeğilken seni yarattım." buyruğu da Yüce Allah'ın hem nitelikleri
değiştirmek-:eki hem de varlıkları yoktan var etmekteki göz kamaştırıcı
kudretine delildir. Şanı Yüce Allah, bir varlık değilken yokluktan insanı
yaratmış olduğu gibi, Hz. Yahya'yı da yaratmaya ve meydana getirmeye kadirdir.
11- Yüce Allah'ın: "Rabbim bana bir alâmet ve." buyruğunun:
"Çünkü sen daha evvel bir şey değil iken seni yarattım" buyruğundan
sonra gelmesi, itminanı daha bir artırmak içindir; tıpkı Hz. İbrahim'in
yaratma keyfiyeti ile ölülerin nasıl diriltildiğine delâlet edecek bir alâmeti
görmek istemesi gibi. Buyrukta anlatılmak istenen şudur: Meleklerin kendisine
müjdeyi vermesinden sonra (dedi ki): Kendisi vasıtasıyla hanımının gebe
kaldığını bileceğim bir alâmet ve bir işaret vermek suretiyle nimetini tamamla.
12- "Mabedden kavminin karşısına çıkıp..." ayetindeki mabed
(ayet-i kerimede: mihrab) yerlerin en üstün olanı, oturulacak yerlerin en
kıymetlisidir. Bu buyruk imamın cemaatten daha yüksekçe bir yerde durmasının
onların şeriatında meşru olduğunu göstermektedir. Minber olayını delil
göstererek İmam Ahmed ve başkaları da bunu caiz görmüşlerdir. İmam Malik ise
imamın kibre düşmesinden korkarak ve Ebu Davud'un üç sahabiden rivayet ettiği
hadis-i şerifin gereğince -az değil de- çokça yüksekliği uygun görmemektedir.
Çünkü Ra-sulullah (s.a.) sözü geçen sahabilerden rivayet edilen hadis-i
şerifinde bunu yasaklamıştır: "Kişi bir topluluğa imam olduğu takdirde,
onların durdukları yerden daha yüksekçe bir yerde durmasın."
13- Yüce Allah'ın: "Sabah akşam teşbih edin, diye işaret etti."
buyruğu, maksadı anlatabilen işaret ile amelin caiz oluşuna bir delildir.
Mâlik, Şafiî ve Kûfeliler dilsiz kimsenin kendi eliyle hanımını boşadığına dair
yazı yazmasının, onun için bağlayıcı olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.
[12]
12-
Ey Yahya! Kitab'ı tam bir kuvvet ile al. Biz ona hikmeti çocuk iken verdik.
13-
Ve katımızdan ona merhamet ve temizlik verdik. O, takva sahibi idi.
14-
O, ana babasına itaatkârdı. Mütekeb-bir ve isyankâr değildi.
15- Doğduğu günde, vefatı gününde ve diri olarak
kaldırılacağı günde ona selâm olsun.
"Ey
Yahya Kitabı tam bir kuvvet ile al." Tam bir gayret ve ciddiyetle kitaba
sarıl. Yahya, Hz. İsa'nın teyzesinin oğludur. "Biz ona hikmeti çocuk iken
verdik." Ona peygamberliği verdik. Yahut da ona hikmeti, Tevrat'ı
anlamayı veya dinde fıkhı (derin bilgiyi) verdik. Bunu ona henüz çocukken
vermiştik. Denildiğine göre 3 yaşında iken; İbni Abbas'tan gelen merfu bir
hadise göre ise 7 yaşında iken ona hikmet verilmişti.
"Ve
katımızdan ona" insanlara karşı bir "merhamet" rahmet ve şefkat
"ve temizlik verdik." Günahlardan, hatalardan arındırdık. "O
takva sahibi idi." Kendisine emrolunanlara itaat eder, masiyetlerden ve
ona yasak kılman her şeyden uzak dururdu. Hiçbir günah işlemediği gibi günah
işleme arzusunu bile içinden geçirmezdi. "O ana babasına itaatkârdı."
Onlara çokça iyilik yapar, çokça iyi davranırdı. "Mütekebbir", hakka
karşı büyüklük taslayan "ve isyankâr değildi." Rabbinin emrine karşı
gelmezdi.
"Doğduğu
günde, vefatı gününde ve diri olarak kaldırılacağı günde ona selâm
olsun." Allah'tan ona güvenlik olsun. O bu günlerde, cehennem azabından,
kıyametin dehşetlerinden, dünya hayatının tadını bozan şeylerden yana güvenlik
içerisindedir. Doğduğu sırada şeytanın onu etkilemesinden, ölümü halinde kabir
azabından, kıyamette de cehennem azabından korunmuştur.
[13]
Hz.
Yahya (a.s.), Kur'an-ı Kerim'de beş defa anılmaktadır. Bunlar: Âl-i İmran,
3/39; En'am, 6/85, Meryem, 19/7, 12 ve Enbiya, 21/90. ayetleridir. Hz. Yahya
çocukluğundan beri takva sahibi ve salih bir zat idi. Hz. Musa'nın şeri-ati
hakkında ileri derecede bilgi sahibi ve bu şeriatin hükümleri konusunda bir
kaynaktı. Henüz çocukken peygamber olmuştu: "Ve biz ona hikmeti çocuk iken
verdik." İnsanları günahlardan tevbe etmeye çağırırdı.
Filistin'deki
yöneticilerden birisi olan Herodos'un, Hirodia isimli bir kız-kardeşi vardı.
Oldukça güzeldi. Kız da annesi de Hz. Yahya'yı istiyordu. Fakat o, böyle bir
evliliği uygun görmedi. Çünkü böyle bir evlilik haramdı. Genç kız amcasının
önünde dans etti, o da bundan hoşlandı. Kızdan ne istediğini sordu. Kız ondan
-annesinin hazırladığı komploya uygun olarak- Hz. Zekeriyya'nm oğlu Hz.
Yahya'nın başını istedi. O da bu isteği yerine getirerek Hz. Yahya'yı öldürttü.
Hz. Mesih Hz. Yahya'nın öldürüldüğü haberini alınca davetini açıktan yapmaya ve
insanlara öğüt vermeye başladı.[14]
"Ey
Yahya, kitabı tam bir kuvvet ile al!" buyruğunda şu takdirde hazfedilmiş
ifadeler de vardır: Zekeriyya'nm bir çocuğu oldu. Müjdelenen çocuk dünyaya
geldi. Bunun adı ise Yahya idi. Yüce Allah muhatap alınacak bir yaşa geldikten
sonra ona hitap edip şöyle dedi: Ey Yahya! Öğretilip öğrenilen ve
peygamberlerin kendisi ile hüküm verdiği, İsrailoğulları'na bir nimet olan
Tevrat'ı tam bir gayret, kararlılık ve onun gereğince amel etmek hususunda tam
bir ısrar ile al.
Daha
sonra Yüce Allah, kendisine ve anne babasına verdiği nimetleri söz konusu
etmekte, onun niteliklerini zikrederek şöyle buyurmaktadır:
1- "Ve biz ona hikmeti çocuk iken verdik." Biz ona hüküm
vermeyi, Kitab'ı kavramayı, dinde fakih olmayı, hayra yönelmeyi, küçükken,
henüz yedi yaşından daha küçükken vermiştik. Hikmetin peygamberlik olduğu da
söylenmiştir. Çünkü Yüce Allah Hz. Yahya ile Hz. İsa'yı çocuk iken peygamber
olarak belirlemiştir. Razî şöyle der: Daha uygun olan görüş bunu şu iki sebep
dolayısıyla peygamberlik diye anlamaktır:
a) Şanı Yüce Allah onu oldukça üstün ve şerefli sıfatlarla niteledi. Peygamberlik
ise insanın sıfatlarının en şereflisidir. Bu sıfatın övgü sadedinde söz konusu
edilmesi diğerlerine göre daha uygun düşmektedir.
b) Hüküm kendisi vasıtasıyla başkası aleyhine veya lehine -mutlak olarak-
hüküm vermeye elverişli olan keyfiyet olup bu da ancak peygamberlik için söz
konusu olur.
Abdullah
b. el-Mübarek, Ma'mer'in şöyle dediğini nakleder: Çocuklar Ze-keriyya oğlu
Yahya'ya: "Hadi oynamaya gidelim," dediler. O: "Biz oyun için yaratılmadık"
cevabını verdi. İşte bunun için Yüce Allah: "Ve biz ona hikmeti çocuk
iken verdik" buyruğunu indirdi.
2- "Ve katımızdan ona merhamet ve temizlik verdik." Biz ona kendi katımızdan bir rahmet
bağışladık. Ayet-i kerimedeki el-hanân rahmet, şefkat, atıfet ve muhabbet
demektir. İbni Kesir şöyle der: İfadelerin akışından açıkça anlaşıldığına göre
"merhamet" kelimesi, Yüce Allah'ın: "Biz ona... verdik"
buyruğuna atfedilmiştir. Yani biz ona hikmet, merhamet ve temizlik verdik.
Yani biz onu merhamet ve temizliğe sahip bir kimse kıldık. Buna göre el-hanân
şefkat ve meyil duymaktaki muhabbet demektir.[15]
3, 5- "Ve temizlik verdik. O takva sahibi idi, ana babasına
itaatkârdı." Biz onu insanlar için mübarek kıldık. Onları hayra iletiyor,
pislikten, kirlilikten, hatalardan, günahlardan arındırıyorduk ve o takva
sahibi bir kimseydi. Yani Yüce Allah'a isyanı gerektiren işlerden uzak duran,
ona itaat eden bir kimseydi. Ana babasına karşı çokça iyilikte bulunur, onlara
itaat ederdi. Söz ve davranışlarıyla, emir ve yasaklarında onlara karşı
gelmekten uzak dururdu. O hem Allah'a, hem anne babasına itaat eden bir kimse
idi.
6, 7- "Mütekebbir ve isyankâr değildi." İnsanlara karşı büyüklük
taslayan bir kimse değildi. Aksine onlara karşı alçakgönüllü idi. Rabbinin
kendisine verdiği emirlere karşı gelen, muhalefet eden bir kişi de değildi.
Abdürrezzâk, Said b. el-Müseyyeb'in şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasulullah (s.a.): "Kıyamet gününde Zekeriyya oğlu Yahya dışında küçük
günah işlememiş olarak Allah'ın huzuruna çıkmayacak hiç bir kimse yoktur."
buyurdu.
Hz.
Yahya'nın bu güzel nitelikleri söz konusu edildikten sonra şanı Yüce Allah ona
bu güzel niteliklerinin karşılığında göreceği mükâfatları zikrederek şöyle
buyurdu: "Doğduğu günde, vefatı gününde ve diri olarak kaldırılacağı günde
ona selâm olsun." Bu üç halde ona Allah'tan yana eman ve güvenlik verilmiştir.
Doğduğu gün Allah ona eman vermiştir. Diğer Ademoğullarmdan farklı olarak o, bu
günde şeytanın kendisine zarar vermesinden yana emin olmuştur. Ölümü gününde
kabir azabından, öldükten sonra dirileceği günde de kıyamet gününün dehşet ve
azabından yana emin olacaktır.
Süfyân
b. Uyeyne şöyle der: Kişinin en çok yalnızlık çekeceği üç yer vardır: Doğduğu
günde, kendisinin içinde bulunduğu güvenli ortamdan dışarı çıktığını görür.
Öleceği gün, daha önce hiç görmediği kimseleri görür. Öldükten sonra dirileceği
günde kendisini mahşeri bir kalabalık arasında görür. İşte Yüce Allah Hz.
Zekeriyya'nın oğlu Hz. Yahya'ya ikramda bulunarak (bu üç yerde) onun üzerinde
selâm olması özelliklerini vererek: "Doğduğu günde, vefatı gününde ve
diri olarak kaldırılacağı günde ona selâm olsun." buyurdu.
[16]
Şanı
Yüce Allah bu ayet-i kerimede Hz. Zekeriyya'nın oğlu Hz. Yahya'nın dokuz
niteliğini söz konusu etmektedir. Bu nitelikleri sıralayalım:
1- Peygamberlik işini yerine getirirken tam bir gayret ve sabır
göstermek. Yüce Allah'ın: "Ey Yahya! Kitabı tam bir kuvvet ile al."
buyruğundan kasıt, onu alma kudreti değildir. Çünkü bu herkesin yapabileceği
bilinen bir husustur. O bakımdan bu anlamın övülmeyi ifade edecek bir şekilde
açıklanması gerekir ki, o da peygamberlik görevi üzere gayret ve sabır
göstermektir.
2- Daha küçük bir çocuk iken ona peygamberliğin verilmesi. Çünkü Yüce
Allah güç ve kuvvetin ileri dönemi olan kırk yaşında Musa ve Muhammed'i (ikisine
de selâm olsun) peygamber olarak gönderdiği gibi değil de, Hz. Yahya ile Hz.
İsa'yı küçük bir çocuk iken peygamber olarak göndermiştir.
3- Onu merhametli kılmıştır. Yani insanlara sevgi duyan, rahmet ve şefkat
hisleri besleyen bir kimse idi. Tıpkı Rasulullah (s.a.)'ın çok ince kalpli ve
merhametli olmak niteliğine sahip olduğu gibi.
4- Allah, Hz. Yahya'yı insanlara hayrı sunmak, onları hidayete iletmek suretiyle
mübarek, faydalı ve verimli kılmıştır. Nitekim Hz. İsa'yı da: "Nerede
olursam beni mübarek kıldı." (Meryem, 19/31) şeklinde nitelendirmiştir.
5- "O takva sahibi bir kimse idi." Allah'ın yasakladığından
sakınır, uzak dururdu. O bakımdan bir günah işlemediği gibi o günahı işleme
isteğini de duymamıştır.
6- "Anne-babasına iyilik yapardı." Şanı Yüce Allah'ı tazimden
sonra anne babayı tazim etmek gibi büyük başka bir ibadet yoktur. Şanı yüce
Allah anne babaya itaati hemen kendine itaatin akabinden söz konusu ederek
şöyle buyurmaktadır: "Rabbin kendisinden başkasına ibadet etmemenizi,
anne babaya da iyilikte bulunmanızı hükmetti." (İsrâ, 17/53).
7- O hiç bir zaman mütekebbir ve isyankâr değildi. Aksine yumuşak ve alçakgönüllü
idi. Bu ise müminlerin niteliklerindendir. Yüce Allah bunu peygamberine
şöylece emretmektedir: "Müminlere de kanadını indir (alçakgönüllü
ol)." (Hicr, 15/88); "Şayet sen kaba, katı olsaydın hiç şüphesiz
etrafından dağılıp giderlerdi." (Âl-i İmran, 3/159).
8- Rabbine de, anne babasına da isyankâr değildi.
9- Doğduğu gün, vefat edeceği gün ve kıyamet gününde Allah'tan ona selâm
ve enıan vardır. İbni Atıyye şöyle der: Bence daha kuvvetli olan görüş, bu
selâmın bilinen selamlaşma olduğudur. Bu, emandan daha üstün ve daha yücedir.
Çünkü eman ondan isyankârlığın nefyedilmesi ile zaten hasıl olmuştur. Bu ise
selâmette olmanın en aşağı basamağıdır. Şeref ise Yüce Allah'ın onu
selâm-lamasıdır. İşte bu da insanın son derece zayıf, muhtaç, oldukça çaresiz,
gücü muazzam Yüce Allah'a muhtaç olduğu bu yerlerde, ona selâm vermesidir.
[17]
16- Kitap'ta Meryem'i de an. Hani o kendi
ailesinden doğudaki bir yere çekilmişti.
17-
Sonra onlarla arasına bir perde germişti. Derken biz ona Ruhumuzu gönderdik.
Tam bir Ademoğlu suretinde ona göründü.
18- Dedi ki: "Senden Rahman'a sığınırım.
Eğer muttaki isen."
19-
Dedi ki: "Ben ancak Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir oğul vermeye
(geldim)."
20-
Dedi ki: "Benim nasıl oğlum olabilir, bana hiç bir adam dokunmamıştır ve
ben zaniye de değilim!"
21- Dedi ki: "Öyledir. (Fakat) Rabbin
buyurdu ki: O bana kolaydır. Biz onu insanlara bir alâmet ve nezdimizden
"bir
rahmet 'kılacağız. O 'hükmölunmuş bir emridir."
22-
Sonra ona hamile kaldı, onunla yalnız başına uzak bir yere çekildi.
"Bana
hiç bir adam dokunmamıştır." Bu cima ile evlilik muamelesinden uzak
durduğunu kinaye yoluyla ifadedir.[18]
"Kitap'ta
Meryem'i de an." Kur'an-ı Kerim'de Meryem'in haberini zikret. "Hani
o... doğudaki bir yere çekilmişti." Evin doğu tarafında bir yere
çekilmişti de "sonra onlarla arasına bir perde germişti." Aybaşından
yıkanmak üzere örtünecek şekilde bir perde çekmişti. Hz. Cebrail ona
konuşmasından ürkmesin diye tüyü bitmemiş, hilkati tam bir genç şeklinde
göründü. "Derken biz ona Ruhumuzu", yani Cebrail'i "gönderdik.
Ona tam bir Ademoğlu" elbiselerini giyinmesinden sonra yaratılışı
eksiksiz bir insan '"suretinde göründü."
"Dedi
ki: Senden Rahmana sığınırım." Aşırı iffetinden dolayı böyle demişti.
"Eğer muttaki isen." Allah'tan korkuyor ve bu sığınmaya değer veren
bir kimse isen bana bu sığınmam dolayısıyla üişmezsin. Şartın cevabı
hazfedilmiştir. Buna önceki ifadeler delâlet etmektedir. Yani ben senden
sığınıyorum yahut benim bu sığınmamdan öğüt ve ibret al veya sığınmam
dolayısıyla bana elini uzatma. Bunun mübalağa için olması da mümkündür. Yani
eğer sen takva sahibi, vera sahibi bir kimse isen, şunu bil ki, ben senden
sığmıyorum. Ya böyle değilsen, nasıl sığınmam?
"Dedi
ki: Ben ancak Rabbimin elçisiyim." Ben, kendisine sığındığın Rabbi-min
elçisiyim. "Sana tertemiz bir oğul vermeye (geldim)." Senin
gömleğinin yakasına üflemek suretiyle sana çocuk bağışlanmasına sebep olayım,
diye gönderildim. "Tertemiz..." günahlardan arınmış yahut hayır ve
salah üzere büyüyüp gelişen demektir. "Bana hiç bir adam
dokunmamıştır." Evlenmek yoluyla helâl bir şekilde hiç bir erkek bana
değmiş değildir "ve ben zaniye de değilim."
"Dedi
ki: Öyledir!" Senden babasız olarak bir çocuğun yaratılmasına dair emir bu
şekildedir. Yahut da Rabbinin senden bir oğul dünyaya geleceğine dair hükmü bu
şekildedir. Velev ki, senin kocan olmasın. "Rabbin buyurdu ki: O bana
kolaydır." İş Yüce Allah'a pek kolaydır. "Biz onu insanlara bir
alâmet ve nez-dimizden bir rahmet kılacağız." Kudretimize bir alâmet
kılacağız. Ayrıca o nez-dimizden bir rahmettir. Onun kendilerine peygamber
olarak gönderilmesi suretiyle irşadları ile -kendisine iman edenler için-
hidayet bulanlara bir rahmettir. O hükmolunmuş bir emrdir." Onun
yaratılması ezelde ve Allah'ın ilminde hükme bağlanmış bir iştir. Bunun üzerine
Hz. Cebrail gömleğinin yakasına üfledi ve derhal karnında suret kazanmış
haliyle hamile kaldığının farkına vardı. Çünkü o üfleme içine girmişti.
Hamilelik süresi yedi aydı. Sekiz yahut dokuz ay olduğu, kısa bir an olduğu da
söylenmiştir. Yani ona hamile kalmakla birlikte doğurmuştur. O sırada 13
yaşında idi, 10 yaşında olduğu da söylenmiştir ve henüz iki defa aybaşı
olmuştu. Daha uygun olan ise onun mutad olan dokuz aylık süre boyunca hamile
kalmış olmasıdır. Çünkü ileri sürülen bu görüşlerin lehine herhangi bir delil
yoktur.
"...
Onunla yalnız başına uzak bir yere çekildi." Yavrusu karnında olduğu halde
akrabalarından uzaklaşarak dağın arkasında uzakça bir yere çekildi.
[19]
Şanı
Yüce Allah Hz. Zekeriyya kıssasında Zekeriyya'nın yaşlı ve hanımının kısır
olmasına rağmen ondan tertemiz, arınmış ve mübarek bir çocuk var ettiğini söz
konusu ettikten sonra, Hz. Meryem'in oğlu Hz. İsa'yı babasız olarak doğurması
kıssasını söz konusu etti. Her iki kıssa arasında açıkça görülen bir ilişki ve
bir benzerlik vardır. Bundan dolayı Âl-i İmran suresinde de, burada da, Enbiya
suresinde de bu iki kıssa bir arada söz konusu edilmiştir. Bunun sebebi
anlamlarındaki bu yakınlıktır. Böylelikle Yüce Allah kullarına kudretini,
egemenliğinin azametini delilleriyle göstermekte, her şeye kadir olduğunu
anlatmaktadır.
Anlatma
ve açıklamada kolaydan zora geçiş ilkesinin bir uygulaması olarak Yüce Allah
önce Hz. Yahya kıssasını söz konusu etti. Çünkü onu yaşı ilerlemiş bir anne ve
babadan yaratmış olması, babasız bir çocuğun yaratılışına nispetle alışılmışa
ve kabul edilmeye daha bir yakındır. İşte bundan sonra Hz. İsa kıssası söz
konusu edilmektedir. Çünkü bu kıssa ötekinden daha olağanüstü niteliktedir.
[20]
"Kitapta
Meryem'i de an. Hani o kendi ailesinden doğudaki bir yere çekilmişti." Ey
insanlara peygamber olarak gönderilmiş olan Muhammedi Sen bu surede Hz.
Davud'un soyundan gelen İmran kızı bakire Meryem'in kıssasını da zikret.
Meryem, İsrailoğulları arasında tertemiz bir aileye mensuptu. Hani bu Meryem
aile halkından ayrılmış, bir tarafa çekilmişti. Onlardan Beytülmak-dis'in yahut
Mescid-i Mukaddes'in doğu tarafında bir yere ibadete çekilmek kasdıyla uzaklaşıp
gitmişti.
İbni
Cerir, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Allah'ın yarattıkları
arasında Hristiyanların doğu tarafını ne diye kıble edindiğini en iyi bilen
kimseyim. Yüce Allah'ın: "Hani o kendi ailesinden doğudaki bir yere
çekilmişti" buyruğundan dolayıdır. Onlar Hz. İsa'nın doğum yerini kıble
edindiler.
"Sonra
onlarla arasına bir perde çekmişti. Derken biz ona ruhumuzu gönderdik. Tam
Ademoğlu suretinde ona göründü." Meryem ibadet esnasında görmesinler diye
kendisini örtecek bir örtü yahut bir engelin arkasında onların görmeyeceği bir
şekilde saklandı. Yüce Allah da ona Cebrail'i tam, eksiksiz bir insan suretine
bürünmüş olarak gönderdi ki, onun söyleyeceği sözlerden, me-leklik suretinde
onunla konuşmaktan ürkmesin. Meryem onu görünce kendisine bir kötülük yapmak
istediğini zannetti.
Yüce
Allah'ın "Ruhumuz" buyruğundan kasıt Hz. Cebrail'dir. Bir diğer
ayet-i kerimede de nitekim şöyle buyurulmaktadır: "Onu Ruhu 'l-Emîn,
uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine indirmiştir" (Şuarâ,
26/193-194).
Hz.
Meryem'in Rûhu'l-Emîn'e karşı takındığı tavır Yüce Allah'ın ifade ettiği üzere
şöyle olmuştur:
"Dedi
ki: Senden Rahman a sığınırım, eğer muttaki isen." Bakire Hz. Meryem
şöyle demişti: Eğer Allah'tan korkan bir kimse isen bana bir kötülük yapmandan
Rahman olan Allah'a sığınırım. Haydi perdenin arkasından çık, git. İşte zararı
önlemede daha kolay olana öncelik tanımak şeklinde meşru olan budur. Önce Aziz
ve Celil olan Allah'tan korkmasını istedi. Allah'a sığınmak ve korkutmak ise
ancak takva sahibi olan kimseyi etkiler. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını
andırmaktadır: "Eğer mümin iseniz faizden arta kalanı terk ediniz."
(Bakara, 2/278). İman bunu gerektirmekte, böyle davranmayı icap ettirmektedir.
Yoksa bazı hallerde Yüce Allah'tan korkulur, bazı hallerde korkulmaz, demek
değildir. Bu ifadeler ise Hz. Meryem'in iffet ve takvasının bir delilidir.
f
Hz. Cebrail ona şu şekilde cevap verdi: "Dedi ki: Ben ancak Rabbimin elçisiyim.
Sana tertemiz bir oğul vermeye geldim." Melek Cebrail onun dehşetini
sakinleştirerek, korkusunu gidererek şöyle dedi: Ben sana kötülük yapmak istemiyorum,
ben kendisine sığınmış olduğun Rabbinin sana gönderdiği elçisiyim. Ben
kendisinden kötülük beklenen yahut zannettiğin tipten bir kimse değilim. Allah
beni sana günahlardan arınmış, temizlik ve iffet ile büyüyüp gelişecek bir
oğul bağışlayayım diye gönderdi. Hz. Cebrail'in burada bağışlamayı kendisine
nispet etmesinin sebebi, Yüce Allah'ın emriyle bu işin onun vasıtasıyla
cereyan etmesinden dolayıdır.
Hz.
Meryem işittiğinden hayrete düştü ve şöyle dedi: "Benim nasıl oğlum
olabilir, bana hiç bir adam dokunmamıştır ve ben zaniye de değilim?" Benim
nasıl oğlum olabilir? Ne şekilde bu oğul benden dünyaya gelecektir? Çünkü benim
kocam olmadığı gibi herhangi bir erkek bana yaklaşmış da değildir. Benim gibi
birisinden de ahlâksızlık beklenemez, düşünülemez. Ben hiç bir gün ahlâksız
bir kadın olmadım. Yani zaniye değilim. Ücret karşılığı erkeklerle birlikte
olan bir kimse değilim. Onun verdiği bu cevap Yüce Allah'ın kudretiyle böyle
bir şeyi gerçekleştirmesini uzak gördüğünden dolayı değildi. O âdeten ancak bir
erkekle birlikte olmak suretiyle çocuk doğurulabileceğini biliyordu. Hz. Meryem
esasen insanların atasının hem babasız hem annesiz yaratıldığını biliyordu.
Peki acaba bu çocuk Hz. Adem gibi doğrudan Allah tarafından yaratılan bir
yaratık mı olacaktır yoksa gelecekte kendisiyle evleneceği bir koca vasıtasıyla
mı olacaktır?
Ona
şu şekilde cevap verdi: "Dedi ki: Öyledir Rabbin buyurdu ki: O bana
kolaydır. Biz onu insanlara bir alâmet ve nezdimizden bir rahmet kılacağız. O
hükmolunmuş bir emrdir." Yani hakkında soru sorduğu hususa cevap olmak
üzere melek ona şöyle dedi: Allah buyurdu ki: Senden bir çocuk var edilecektir.
Velev ki senin kocan olmasın. Velev ki hayasızlık yoluyla olmasın. O dilediği
her şeye gücü yetendir. Diğer taraftan onun yaratılmasını, yaratılışlarını
çeşitli yapan, yoktan var edicinin kudreti için insanlara bir delil kılsın diye
böyle yapacaktır. Çünkü o ataları Adem'i erkek ve dişi olmaksızın yarattığı
gibi anneleri Havva'yı dişisiz erkekten, İsa'yı yalnızca dişiden yarattı.
Diğer varlıkları da bir erkek ve bir dişiden var etti.
Ayrıca
Yüce Allah bu çocuğu Allah'tan kullarına bir rahmet kılacaktır. Onu bir
peygamber olarak gönderecektir. Yüce Allah'a ibadete ve onu tevhide
çağıracaktır. Bu işin böyle olacağı ise, Yüce Allah'ın ezelî ilmiyle takdir
edilmiştir. Kalemin mürekkebi bu hususta kurumuştur. Artık bunda herhangi bir
değişiklik söz konusu olamaz. Bu ayet-i kerimenin bir başka benzeri de şudur:
"İşte böyle, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince sadece ol der, o
da oluverir" (Âl-i İmran, 3/47). Bundan önceki bölüm olan:
"Nezdimizden bir rahmet kılacağız." buyruğunun bir benzeri de Yüce
Allah'ın şu buyruklarıdır: "Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana
kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Dünyada da
ahirette de itibarlı ve yakın kılınmışlardandır. O beşikte de yetişkinlikte de
insanlarla konuşacaktır ve salihlerden olacaktır." (Âl-i İmran, 3/45-46).
"Ve
ben zaniye de değilim." ifadesinin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"İffetini korumuş olan îmran kızı Meryem 'i de (Allah bütün kadınlara
örnek gösterdi.) Biz ona ruhumuzdan üfledik..." (Tahrim, 66/12).
Derken
Yüce Allah'ın muradı tahakkuk etti: "Sonra ona hamile kaldı, onunla yalnız
başına uzak bir yere çekildi." Hz. Cebrail, ona Allah'tan aldığı sözleri
ilettikten sonra Meryem Yüce Allah'ın hükmüne teslimiyet gösterdi. Hz. Cebrail
de gömleğinin yakasına üfledi, bu üflemesi içine kadar indi, rahmine vardı.
Yüce Allah'ın izni ve emri ile çocuğuna hamile kaldı. Uzakça bir yere çekildi.
"Ona hamile kaldı" anlamına gelen kelimedeki "fe" harfi
takip (bir fiilin bir önceki fiilin akabinden meydana gelmesi) ise de, her bir
şeyin takibi kendi durumuna göredir.
Kur'an-ı
Kerim Hz. Meryem'in hamilelik süresini belirtmemektedir, çünkü bunu bilmeye
gerek yoktur. O bakımdan biz hamileliğin kadınlarda görülen alışılmış sürede
olduğu görüşündeyiz. Bu da dokuz aydır. Onun uzakça bir yere çekilmesi doğurmak
için değil, kavminden utandığından ve şüpheli bir durumla itham edilmekten
çekindiği içindi.
[21]
Bu,
bakire Hz. Meryem'in kıssasının başlangıcıdır. Burada Cenab-ı Hak onun Hz.
İsa'ya hamile kalma keyfiyetini açıklamakta ve onun iffetini, kötülükten
korunmuşluğunu açıkça ortaya koymak için zorunlu bir takım mukaddimeleri beyan
etmektedir.
Hz.
Meryem ibadete kendisini vermek, Yüce Allah ile başbaşa kalıp O'na yalvarıp
yakarmak için akrabalarından uzaklaşarak Beytülmakdis'in doğu taraflarına
çekilmişti. Yüce Allah Cebrail'i ona hilkati eksiksiz tam bir insan şeklinde
gönderdi. O, insan suretinde güzel görünümlü bir erkeğin perdeyi yarıp yanına
gelmiş olduğunu görünce kendisine kötülük yapmak istediğini zannetti. O
bakımdan eğer Allah'tan korkan bir kimse ise ondan Allah'a sığındı.
Hz.
Cebrail ona kendisinin Allah tarafından kendisine günahlardan, masi-yetlerden
arınmış tertemiz bir çocuk bağışlamak üzere gönderildiğini bildirdi. Burada
bağışlamanın kendisi tarafından yapıldığını ifade etmesi, bunu bildirmek için
kendisinin bir aracı ve elçi olmasındandır. Rivayet edildiğine göre Hz. Cebrail
ona bu sözleri söyleyince gömleğinin yakasına ve kolunun yenine üfledi.
Hz.
Meryem bu çocuğun hangi yolla yaratılacağını sordu. Bu soruyu, Yüce Allah'ın
böyle bir şeye kadir olduğunu kabul etmediğinden dolayı değil de bu çocuğun ne
şekilde oluşacağını bilmek istediğinden dolayı sordu. Acaba daha sonra
evleneceği bir kocadan mı olacaktı bu çocuk? Oysa, onun kocası yoktu. Hiç bir vakit
zina etmiş de değildi. Bunu ise ifadesini pekiştirmek için zikretti. Çünkü
onun: "Bana hiç bir adam dokunmamıştır." ifadesi helâl ve haram her
yolu kapsamaktadır.
Hz.
Cebrail ona şöyle cevap verdi: Bu Yüce Allah'ın ezelde takdir edip hükmünü
verdiği bir iştir. Bu işin böyle olacağı onun ezeli ilmiyle takdir ediliniştir.
Bu Allah'ın kudretine oldukça kolay bir iştir. O her şeye gücü yetendir. Hz.
İsa'yı babasız, fakat bir anneden yarattı. Ta ki bu Allahü Teâlâ'nın yaratmanın
ve harikulade işler yapmanın çeşitliliği hususunda hayret verici kudretine bir
alâmet olsun ve Hz. İsa da nübüvveti ile kendisine iman edecek kimselere
rahmet olsun. İşte bu Levh-i Mahfuzda takdir edilmiş ve yazılmış bir iştir.
Hz.
Meryem Yüce Allah'ın hüküm ve kaderine teslim oldu. Hamile kaldığı yavrusuyla
uzakça bir yere çekildi. Bunun sebebi kavminden utanması, kavminin onu şüpheli
işlerle itham etmesinden ve kocasız olarak çocuk doğurduğu için
ayıplamalarından çekinmesi idi. İbni Abbas şöyle demiştir: Vadinin en uzak
tarafına çekildi. Bu ise Beyt Lahm vadisidir. Burası ile İlya arasında dört
millik bir mesafe vardır. İbni Abbas ayrıca Hz. Meryem'in hamile kaldıktan
sonra hemen doğum yaptığını söylemiştir. Kurtubî ise şöyle der: İfadenin zahirinden
anlaşılan budur. Çünkü Yüce Allah onun uzak bir yere çekilmesini hamile
kalmasının akabinden söz konusu etmektedir.[22]
Başka
alimler ise şöyle demişlerdir: Meryem'in hamileliği kadınlar arasında
görülmesi mutad olan sürede gerçekleşmişti. Çünkü her bir şeye dair takip (az
önce sözü edilen fe harfinin takip ifade etmesi) kendi durumuna göredir. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Andolsun ki, biz insanı süzülmüş bir
çamurdan yarattık. Sonra onu bir nutfe kılıp sağlam bir karargâha yerleştirdik.
Sonra o nutfeyi uyuşmuş bir kan olarak yarattık. Arkasından o kanı bir parça et
yaptık. O eti kemik yapıp kemiğe et giydirdik.." (Mü'minun, 23/12-24).
Buharı
ile Müslim'de sabit olduğuna göre bu ilk niteliklerden her ikisi arasında
kırkar günlük bir süre vardır. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Görmez misin ki, Allah gökten yağmur indirir de yer yeşeriverir."
(Hacc, 22/63). İbni Kesîr şöyle der: Meşhur ve zahir olan -ki Allah her şeye kadir
olandır- onun diğer kadınların yavrularına hamile kalması gibi Hz. İsa'ya
hamile kalmış olduğudur.[23]
Muhammed
b. İshak da şöyle der: Meryem ona hamile kalıp da testisine su doldurup geri
dönünce (ay başı) kanı kesildi ve hamile kadınlarda görülen bazı
rahatsızlıklar, güçsüzlük, aşerme, renginin değişmesi gibi haller baş gösterdi.
O kadar ki, dili ağırlaştı. Bundan dolayı Zekeriyya ailesinin karşı karşıya
kaldığı bu durumun bir benzeriyle karşılaşmış değildi. Olay İsrailoğulları
arasında yayıldı ve şöyle dediler: Yusuf en-Neccar onunla birlikte oldu (bu ise
akrabalarından salih bir kimse idi. Mescitte onunla birlikte Beytülmakdis'e
hizmet ederdi. Mabedde onunla birlikte ondan başka kimse bulunmazdı.) Meryem
insanlara görünmez oldu, onlarla kendisi arasına bir perde gerdi. Ne kimse onu
görüyor, ne de o kimseyi görüyordu.
Burada
Yusuf en-Neccar (Marangoz Yusuf) ile Hz. Meryem arasında es-Sa'lebî'nin
el-Arâis'te Vehb'den naklettiği bir konuşmanın bir bölümünü nakletmemiz
yerinde olur. Yusuf: "Ey Meryem! Bana bildir. Hiç bir ekin tohumsuz
biter
mi? Ve hiç bir ağaç yağmursuz yeşerir mi ve hiç bir çocuk erkeksiz doğar
mı?" diye sordu. Hz. Meryem: "Evet!" dedi. "Sen bilmez
misin ki, Yüce Allah ekini ilk yarattığı vakit tohumsuz yarattı. Bu tohum ise
ilk olarak tohumsuz olarak yaratmış olduğu ekinden meydana geldi ve sen bilmez
misin ki, Allah ilk ağacı yağmursuz yeşertti ve o kendi kudretiyle yağmuru
ağaca hayat sebebi kıldı. Halbuki daha önce bunların her birisini ayrı ayrı
yaratmıştı. Yoksa sen Yüce Allah suyun yardım ve desteğini almasaydı ağacı
yaratamazdı ve bu su olmasaydı ağacı yeşertemezdi mi diyorsun?"
Yusuf:
"Hayır böyle bir şey demiyorum, fakat benim dediğim şudur: Şüphesiz Allah
dilediği her şeye kadirdir. O bir şeye ol dedi mi o da oluverir" dedi.
Bu
sefer Hz. Meryem ona şöyle dedi: "Bilmez misin ki, Allah Adem'i ve onun
hanımını erkeksiz ve dişisiz olarak yarattı." Bunun üzerine Yusuf en-Neccar'm
kalbinden itham kanaati kayboldu.[24]
23- Derken doğum sancısı onu bir kuru hurma
ağacına (sığınmaya) mecbur etti. "N'olaydı bundan önce ölseydim, büsbütün
unutulsaydım." dedi.
24- Ona aşağısından: "Üzülme, Rabbin senin
altında bir nehir akıttı." diye seslendi.
25- "Ve o kuru hurma ağacını kendine doğru
salla ki, üzerine derilmiş taze hurma düşürecektir.
26- 'Ye, iç; gözün aydın olsun. Eğer insanlardan
birisini görürsen de ki: "Gerçekte ben, Rahman'a oruç adadım. Bu gün hiç
bir insanla konuşmam."
"Derken
doğum sancısı onu bir kuru hurma ağacına (sığınmaya) mecbur etti." Ona
sığınmak, dayanmak zorunda bıraktı. Böylelikle bu ağacın arkasında saklandı ve
doğum esnasında onu kendine destek yaptı.
"N'olaydı,
bundan önce ölseydim, büsbütün unutulsaydım." İnsanların kınamalarından
korktuğu ve onlardan utandığı için bir tahta parçası veya önemsiz bir ip
parçası türünden olan her şey gibi unutulan, aranıp arkasına düşülmeyen,
hatırlanmayan, önemsizliğinden dolayı hatıra gelmeyen bir şey olsaydım. Keşke
bilinmeyen, hatıra gelmeyen, terk edilmiş bir şey olsaydım "dedi".
"Ona
aşağısından... seslendi." Yani İsa (a.s.) ona seslendi. Seslenenin Cebrail
olduğu da söylenmiştir. Ondan, yani onun bulunduğu yerden daha aşağıda idi.
Buradaki "aşağısından" zamirinin hurma ağacına ait olduğu da
söylenmiştir. "Üzülme, Rabbin senin altında bir nehir akıttı." Bir
su arkı yahut da bir ırmak. Merfû olarak böyle rivayet edilmiştir. es-Serî
(mealde: nehir)'in şerefli ve efendi anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani
Rabbin senin altında efendi ve şerefli bir kimse kılmıştır, demek olur ki, bu
da Hz. İsa'dır.
"Hurma
ağacını kendine doğru salla." Veya onu kendine doğru eğ yahut sen onu
salla ve kendine doğru eğ "ki üzerine derilmiş taze, olgunlaşmış ve toplamaya
elverişli hurma düşürecektir."
"Ondan"
o hurmadan "ye", o ırmaktan da "iç; gözün de aydın olsun."
Yani çocuğunla gözün aydın olsun, huzur bulasın, ondan başkasına göz
diknıe-yesin. "Eğer insanlardan birini görürsen" bir insanoğlu seni görür de sana bu çocuk
hakkında soracak olursa "de ki...": onlara işaret et. el-Ferrâ şöyle
der: Araplar hangi yol ile olursa olsun insana her bir şey anlatan söze kelâm
(söz) adını verirler. "Rahmana oruç adadım." Ben bu hususta da başka
insanlar hususunda da konuşmamayı, susmayı adadım. (Buradaki orucun bu anlama
geldiğinin) delili de şudur: "Bugün hiç bir insanla konuşmam." Yani
ben size bu adağımı haber verdikten sonra artık hiç bir insan ile konuşmayacağım.
[25]
"Derken
doğum sancısı onu bir kuru hurma ağacına (sığınmaya) mecbur etti. N'olaydım
bundan önce ölseydim, büsbütün unutulsaydım, dedi." Doğum sancı ve
ağrıları, doğumu kolaylaşsın diye onu bir hurma ağacının gövdesine dayanıp ona
asılmaya mecbur etti. Bu halin gelmesinden önce insanlardan utancı, dinî
hususlarda kendisi hakkında kötü düşünülmesinden korktuğu için ölmüş olmayı
yahut da bir tahta parçası ve bir ip gibi hiç bir kimsenin önem vermediği ve
kendisine aldırış etmediği bir şey olmayı ya da büsbütün yaratılmamış ve bir
varlık olarak ortaya çıkmamış olmayı temenni etti. İbni Kesîr şöyle der: Bu
buyrukta fitne halinde ölümü temenni etmenin caiz olduğuna delil vardır. O
insanların bu konuda kendisi hakkında adil bir yoruma gitmeyeceklerini, bu
çocuk sebebiyle sıkıntılarla karşılaşacağını, kınanacağını, bu hususta onlara
söyleyeceklerinde kendisini doğrulamayacaklarını biliyordu. Halbuki daha önce
onlar tarafından kendisini ibadete vermiş bir kimse olarak biliniyordu. Bu
sefer aralarında ahlâksız bir zaniye olduğunu sanacaklardı.
"Ona
aşağısından: "Üzülme, Rabbin senin altında bir nehir akıttı diye seslendi.
" Cebrail ona ağaçlık bölgenin aşağı taraflarından yahut hurma ağacının
altından seslendi. Seslenenin Hz. İsa olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah onu
doğumundan sonra annesinin kalbini hoş tutmak ve ona ünsiyet vermek üzere
konuşturdu. Dedi ki: Üzülme. Rabbin senin altında bir su arkı yahut bir küçük
nehir akıttı. Allah, ondan içmek üzere bu suyu akıttı. Burada (nehir diye meali
verilen) es-Serî' den kastın Hz. İsa olduğu da söylenmiştir. es-Serî önemli
özellikleri olan büyük efendi demektir. İbni Abbas şöyle der:
"Altından" ile kastedilen Cebrail'dir. İsa ise annesi onu alıp
kavminin yanına götürünceye kadar konuşmadı. Bu hususta Meryem'e Yüce Allah'ın
bu yarattığı harikulade işlerde oldukça azametli bir maksadının olduğuna bir
alâmet ve belirti vardır. Daha sahih olan da budur.
"Ve
o kuru hurma ağacını kendine doğru salla ki üzerine derilmiş taze hurma
düşürecektir." O hurma ağacının kurumuş gövdesini kendine doğru salla. Bu
ağaçtan üzerine hoş, taze, toplanmaya ve bekletilmeye, işlenmeye ihtiyacı
olmaksızın yenmeye elverişli bir hurma düşürecektir. Bu ise bir başka alâmet idi.
Zemahşerî şöyle der: Hurma ağacı kuru bir ağaçtı. Meyvesi ve yeşilliği de
yoktu. Mevsim de kıştı. Bir diğer görüşe göre ise bu hurma ağacı meyve veren
bir ağaçtı. Bu meselede önemli olan ise rızkı elde etmek için sebeplere
yapışmanın gereği ve rızkın sahiplerine ulaştırılmasında gerçek failin Yüce
Allah olduğuna ve onun her şeye kadir olduğuna inanmaktır. Olayın teferruatı
hakkında bizim Kur'an-ı Kerim'in açıkça haber verdiğinden başkasına inanmamız
vacip değildir. Konu ile ilgili rivayetlerin sağlamlığından emin olunmak için
delil ve sahih bir senede ihtiyaçları vardır. Şair ne güzel söylemiş:
Yüce
Allah'ın Meryem'e "Sen hurma ağacını kendine doğru salla, hurmalar
üzerine dökülecektir" diye vahyettiğini bilmedin mi?
Eğer
dileseydi onu sallamaya gerek kalmaksızın hurma ağacını ona yaklaştırırdı,
fakat her şeyin bir sebebi vardır."
"Ye,
iç ve gözün aydın olsun.": Bu hurmadan ye, o sudan iç; gönlün hoş olsun,
üzülme. Peygamber olan çocuğunu görmekle gözün aydın olsun. Şüphesiz Yüce Allah
seni korumaya ve senin gerçek durumunu ortaya çıkarmaya kadirdir. Amr b.
Meymûn şöyle der: Lohusaya kuru hurma ile taze hurmadan daha iyi bir şey
gelmez. Daha sonra da bu ayet-i kerimeyi (delil olarak) okudu. İb-ni Ebi Hatim
de Ali b. Ebi Talib'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulul-lah (s.a.)
buyurdu ki: "Halanız hurma ağacına ikramda bulununuz. Çünkü o Adem
(s.a.)'in kendisinden yaratıldığı çamurdan yaratılmıştır. Ağaçlar arasında
ondan başka (kendisi gibi) aşılanan bir başka ağaç yoktur."
"İnsanlardan
birisini görürsen de ki: Gerçekten ben Rahmân'a oruç adadım. Bu gün hiç bir
insanla konuşmam." Eğer sen, senin ve çocuğunun durumuna dair soru soran
bir insan görecek olursan ona, hiç bir insan ile konuşmamak suretiyle Allah'a
oruç adadığına, bunun yerine melekler ile konuşup yaratıcıya yalvarıp
yakarmakta olduğuna işarette bulun.
Anlatılmak
istenen şudur: Kendi şeriatlerine göre oruç tuttukları vakit yemek de konuşmak
da onlara yasaktı. İbni Zeyd ve es-Süddî şöyle der: Onlara göre oruç uygulaması
konuşmamak şeklinde idi.
Konuşmamak
şeklindeki bir oruç İslâm'da meşru değildir. İbni Ebî Hatim ve İbni Cerîr
(Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun), Hârise'nin şöyle dediğini rivayet
ederler: İbni Mes'ud'un yanında idim, iki adam geldi, onlardan birisi selâm
verdi, diğeri ise vermedi. Ona: "Durumun nedir?" diye sorunca
arkadaşı: "Bu gün insanlarla konuşmamak üzere yemin etti" diye cevap
verdi. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ud şöyle dedi: "İnsanlarla konuş,
onlara selâm ver. Bu şekilde davranan bir kadındı. O, kocası olmaksızın hamile
kaldığını, kimsenin doğru-lamayacağını bilmişti (de onun için böyle
yapmıştı)." Bu sözleriyle Meryem'i (selâm olsun) kastetmektedir. Ta ki
onun bu durumu kendisine soru sorulduğu takdirde bir mazeret olsun.
[26]
Ayet-i
kerime aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Doğum esnasında doğum ağrıları ve sancıları mutad bir şeydir. Ölüme
çok benzer. Böyle bir durumda kadın yardıma ve gözetime muhtaçtır. Hz. Meryem
ise hurma ağacı kütüğünden başka kendisine yardımcı olacak kimseyi bulamamıştı.
O ağaca yaslandı, ona tutundu.
2- Ölümü temenni etmek Hz. Meryem'in durumuna benzer hallerde caizdir. O
şu iki sebep dolayısıyla din nokta-i nazarından ölümü temenni etmişti:
a) Dinine bağlılık hususunda, kendi hakkında kötü düşünüleceğinden ve
ayıplanacağından, bunun ise kendisini fitneye maruz bırakacağından korkmuştu.
b) Kavmi kendisi sebebiyle ona iftiraya ve zina isnadına düşmesin diye
(ölümü temenni etmişti). Çünkü böyle bir şey helak edicidir. Bir taraftan dinî
bakımdan adına leke gelmesini önlemek için böyle bir korkuya kapıldı, diğer
taraftan da günaha düşmesinler diye başkalarının dinî bakımdan hataya düşmelerini
engellemeye çalıştı.
3- Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı sekiz aylıkken doğurduğuna dair birbirini destekleyen
rivayetler vardır. Bu ise onun bir özelliğidir. Dokuz aylıkken yahut altı
aylıkken doğum yaptığı da söylenmiştir. İbni Abbas'ın görüşüne göre ise önceden
de geçtiği gibi, o hamile kalır kalmaz doğum yaptı. Çünkü Yüce Allah hamile
kalmasının akabinde uzakça bir kenara çekilmesini söz konusu etmiştir.
4- Hz. Meryem'in doğumuyla birlikte çeşitli ilâhî lütuflar da görüldü.
Hz. Cebrail ona Yüce Allah'ın, içmek üzere küçük bir ırmak akıttığını
söyleyerek seslendi, kuru hurma ağacından taze hurma düşürdü. Denildiğine göre
bu ağaç onun için meyve vermişti. Yüce Allah'ın kudretiyle onun taze meyvesi
hemen yenilebilecek hale geldi. Diğer taraftan Allah onun gönlünü hoş, gözünü
aydın etti. Kalbinden üzüntü ve kederi giderdi. Yine Hz. Cebrail vasıtasıyla ona
insanlarla tartışma, ithamlarını reddetme suretiyle kendisini yormamak için konuşmamasını
emretti ve bu konuda konuşma işini Yüce Allah'ın kendisini beşikte iken
annesini savunmak üzere konuşturduğu oğluna havale etti ki, böylece utancı
ortadan kalksın, bu konudaki mucize ortaya çıksın ve onun günahsız olduğu açık
seçik bir şekilde görülsün. Bütün bu alâmetler, Yüce Allah'ın Hz. İsa'nın
doğumu münasebetiyle ortaya çıkardığı olağanüstü hallerdir.
5- İlim adamları rızkın her ne kadar gelip sahibini bulması kesin ve kaçınılmaz
ise de bu ulaşmayı Yüce Allah'ın çalışıp çabalamaya bağlı kıldığına Ademoğlunu
da gücü yettiğince çalışmakla görevlendirdiğine bu durumu delil
göstermişlerdir. Çünkü Şanı Yüce Allah Hz. Meryem'e bir mucize görsün diye
hurma ağacını sallamasını emretmişti. Asıl mucize ise hurma ağacının sallanmamasında
görülebilirdi. Çünkü hurma ağacının gövdesi sağlam, güçlü ve sert olduğundan
dolayı sallanması oldukça zordur.
6- Rızık için kazanma yükümlülüğünün emredilmesi Yüce Allah'ın kullarına
bir sünnetidir. Bu şekilde çalışmak tevekkül ile çatışmaz. Çünkü Allah'a tevekkül,
sebepleri yerine getirdikten sonra söz konusu olur. Hz. Meryem ise Hz. İsa'yı
doğurmadan önce ona has bir ikram ve lütuf olmak üzere kazanç yollarına
başvurmaksızın rızkı gelir, kendisini bulurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Zekeriyya ne zaman onun yanına mihraba girdiyse yanında bir rızık
bulurdu..." (Al-i İmran, 3/37). Fakat doğum yapınca hurma ağacını sallaması
emredildi. Çünkü doğumdan önce kalbi ibadetle meşguldü ve ibadetten başka bir
şey kalbinde yoktu. Bu bakımdan vücudunu rızık kazanmak için çalışıp
çabalamakla uğraştırmıyordu. Hz. İsa'yı doğurup kalbinde onun sevgisi yer edip
iç dünyasında onun konuşması, onun durumu yer tutunca, bu sefer kazanmakla
emrolundu ve diğer kullar gibi sebeplere yapışmak şeklindeki âdete o da uydu.
7- Taze hurma lohusalar için en iyi gıdalardan biridir. Aynı şekilde yeni
doğan çocuğun tahnîki (hurma parçasının ağızda iyice çiğnendikten sonra çocuğun
ağzına çalınması) da böyledir. Şayet doğum zorlaşacak olursa kadın için taze
hurmadan, hasta bir kimse için de baldan daha iyi bir gıda bulunmaz.
8- Hz. Meryem'in konuşmayıp susmakla emrolunması düşüncesiz kimselere
karşı susmanın gerekli olduğuna delildir.
9- Herhangi bir insan ile konuşmama yahut susma adağına bağlılık Hz. Musa
ile Hz. İsa'nın şeriatinde meşru idi. Ancak bizim şeriatimizde bu meşru
değildir. İslâm şeriatinde konuşmamayı adamak caiz değildir. Çünkü böyle bir
şey, kişinin kendisini sıkıntıya düşürmesi ve kendisine azap etmesidir. Nitekim
güneşte ayakta durmayı ve buna benzer Peygamber (s.a.)'in caiz kılmadığı şeyleri
adamak da böyledir. Abdullah b. Mes'ud da, önceden de geçtiği gibi, böyle bir
adakta bulunan kimseye konuşmayı emretmiştir. Çünkü güneşte durup oruç tutmayı
adayan Ebu İsrail adındaki kişinin durumuna dair sahih hadis dolayısıyla doğru
olan budur. Peygamber Ebu İsrail'e konuşmasını ve orucunu gölgede tamamlamasını
emretmişti. Bu hadisi Buharî, İbni Abbas'tan rivayet etmiştir. İbni Zeyd ve
es-Süddî de az önce geçtiği üzere şöyle demişlerdir: Onlarda uygulama yemekten
ve konuşmaktan uzak durmak suretiyle oruç tutma şeklindeydi.
Çirkin
sözler söylemekten oruçlu iken uzak durmak ise bizim şeriatimizin
sünnetlerindendir. Rasulullah (s.a.) Buharî ile Müslim'de yer alan Ebu Hurey-re
yoluyla gelen merfu hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz oruçlu
ise çirkin söz söylemesin, cahillik etmesin. Birisi gelip onunla kavga etmek
ister veya sövüşmek isterse: Şüphesiz ben oruçluyum, desin." Aynı şekilde
Buharî, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre yoluyla
yaptıkları rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim yalan
söz söylemeyi ve gereğince davranmayı terk etmeyecek olursa, Allah 'm o
kimsenin yemesini ve içmesini terk etmesine bir ihtiyacı yoktur."[27]
27- Onu taşıyarak kavmine götürdü. "Ey
Meryem! Andolsun ki sen görülmedik çirkin şeyle geldin" dediler.
28-
"Ey Harun'un kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi, anan da
iffetsiz bir kadın değildi."
29- Ona işaret etti. Onlar: "Beşikte bulunan
bir çocuk ile nasıl konuşuruz" dediler.
30- "Muhakkak ben Allah'ın kuluyum, bana
kitap (İncil) vermiştir ve beni nebi kılmıştır" dedi;
31- "Ve nerede olursam beni mübarek kıldı,
bana hayatta olduğum sürece namaz ve zekâtı emretti.
32- "Beni valideme iyilik yapan kıldı, beni
mütekebbir ve bedbaht kılmadı.
33-
"Doğduğum günde, vefatım gününde ve dirileceğim günde selâm banadır."
"Onu
taşıyarak kavmine götürdü." Lohusalığı bitip temizlendikten sonra onu alıp
kavmine döndü. "Andolsun ki sen görülmedik çirkin şey..." Alışılmışın
dışında büyük ve bilinmedik bir şey, "ile geldin dediler." Çünkü
babasız çocuk sahibi olmuştu.
"Ey
Harun'un kızkardeşi!" Burada kasıt, Hz. Musa'nın kardeşi Hz. Harun'dur,
aralarında bin yıllık bir zaman vardı. Kastedilen İsrailoğullarından salih bir
kişi de olabilir. "Ey iffeti bakımından ona benzeyen!" demektir. Onunla
bir çeşit alay etmek için Hz. Meryem'i ona benzettiler. "Baban kötü bir
adam" yani zina eden bir kimse, "anan da zaniye değildi." Peki
bu çocuk sana nereden geldi? Buradan ahlâksızca davranışların, salih kimselerin
çocukları tarafından yapılmasının daha çirkin bir iş olduğuna dikkat
çekilmektedir.
"Ona
işaret etti." Onlara size cevap vermek üzere onunla konuşun, diye Hz.
İsa'ya işarette bulundu. "Onlar beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz,
dediler." Bizler aklı başında bir kimsenin beşikte olan bir çocuk ile
konuştuğunu henüz görmedik, dediler.
"Nerede
olursam beni mübarek kıldı." İnsanlara faydalı, onlara hayrı öğreten
kimse kıldı. Bu şekilde mazi (di'li geçmiş) kipinin kullanılması Yüce Allah'ın
hükmünde ezelden beri bunun böyle takdir edilmiş olduğu nazarı itibara alınarak
söylenmiş olabilir. O vakit bu, onun hakkında yazılanı haber vermektir. Bu
ifade gerçekleşeceği muhakkak olan bir şey fiilen gerçekleşmiş gibi kabul
edildiğinden dolayı da olabilir.
"Bana
hayatta olduğumca namaz ve zekâtı emretti." Bunları yerine getirmemi
emretti yahut beni bunlarla mükellef kıldı. "Beni mütekebbir",
herhangi bir kimsenin kendisi üzerinde bir hakkı bulunduğu görüşünde olmayan,
kendisini büyük kabul eden "ve bedbaht" Rabbine isyankâr
"kılmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kaldırılacağım gün,
selâm banadır." yani üzerimde güvenlik olacaktır; tıpkı Hz. Yahya için
olduğu gibi. Burada selâmın (Hz. Yahya için kullanıldığından farklı olarak)
elif lâm'lı gelmesi daha kuvvetli kabul edilen görüşe göre cins (yani tür
olarak selâmı anlatmak) içindir.
[28]
Hz.
Meryem, görmüş olduğu bu mucizeler ile kalbi huzura kavuşup Azîz ve Celîl olan
Allah'ın emrine, hüküm ve kazasına teslim olunca Hz. İsa'yı aile halkının
yanına götürmek için yola koyuldu. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi: "Onu
taşıyarak kavmine götürdü. 'Ey Meryem! Andolsun ki sen görülmedik çirkin bir
şeyle geldin' dediler." Tanıdıkları onu yanında bir çocukla görünce çok
üzüldüler. Bunun büyük bir kabahat olduğunu söyleyip tepki gösterdiler ve
"Ey Meryem! Gerçekten sen alışılmışın dışında bir iş olan babasız çocuk
doğurmak gibi oldukça çirkin ve hayret edilecek bir iş yaptın," dediler.
Halbuki onlar (Hz. Meryem ve akrabaları) salih bir aileye mensuptular:
"Şüphesiz Allah Adem 'i, Nuh'u, İbrahim'i ve İmrân ailesini âlemlere üstün
kılıp seçti. Hepsi birbirinden gelmiş bir zürriyetti." (Âl-i İmrân,
3/34-35).
"Ey
Harun'un kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi, anan da iffetsiz bir
kadın değildi." Ey ibadette Harun'a benzeyen veya ey Musa'nın kardeşi
Harun'un soyundan gelen! Böyle bir ifade tarzı Arapça'da mevcuttur. Meselâ
Temim'li olan birisine Temimlilerin kardeşi denir. Denildiğine göre burada sözü
geçen Harun, o dönemde salih bir kimse idi. Sen, salâh ve ibadeti ile tanınmış
tertemiz bir ailedensin. Nasıl böyle bir iş yapabilirsin? Senin baban ahlâksızca
işler yapan bir kişi olmadığı gibi annen de bir zaniye değildi. Peki sen niye
böyle bir iş yaptın ve bu çocuk sana nereden geldi?
Ahmed,
Müslim, Tirmizî, Nesaî ve başkaları Muğire b. Şu'be'nin şöyle dediğini
nakletmektedirler: "Rasulullah (s.a.) beni Necranlılara gönderdi. Bana:
"Sizler "Ey Harun'un kızkardeşi" diye Kur'an-ı Kerim'inizde
okuduğunuz buyruk hakkında ne dersiniz? Halbuki Musa, İsa'dan şu kadar şu
kadar önce yaşamıştır?" dediler. Ben döndüm ve bunu Rasulullah (s.a.)'a
anlattım. Şöyle buyurdu: "Sen onlara kendilerinden önceki peygamber ve
salih kimselerin adını kullandıklarını ne diye bildirmedin?" İşte bu,
Harun'un Hz. Meryem ile Hz. İsa döneminde yaşayan salih bir kişi olduğuna
işaret etmektedir. Ayrıca peygamberlerin isimlerini ad olarak kullanmanın caiz
olduğuna da ifade eder.
"Ona
işaret etti. Onlar: Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz? dediler.
" Hz. Meryem kendileriyle konuşmak üzere Hz. İsa'ya işaret etti. Ona konuşma
emrini vermeksizin işaret ile yetindi. Çünkü o konuşmaktan uzak durmak
suretiyle Rahman'a oruç adamıştı. Kavmi Hz. Meryem'in kendileriyle alay
ettiğini zannederek şöyle dediler: Henüz beşikte bulunan bir bebekle nasıl konuşabiliriz?
İşte
bu esnada bir mucize gerçekleşti ve beşikteki bebek dile gelerek kendisini
dokuz nitelikle nitelendirdi. Bu nitelikler şunlardır:
1- "Dedi ki: Muhakkak ben Allah'ın kuluyum." İsa (a.s.): Ben
Allah'tan başka kimseye ibadet etmeyen, kemal sıfatlarına sahip Allah'a tam
anlamıyla kulluk eden birisiyim, dedi. Böylece onun ilk söylediği söz, kul
oluşunu itiraf, çocuk sahibi olmaktan O'nu tenzih etmek ve Hristiyanlara da
kendisinin rubu-biyeti iddiasında hatalı olduklarına dikkat çekmek oldu.
2- "Bana kitap vermiştir." Üzerime İncil'i indirecektir.
Ezelden beri kitap sahibi bir peygamber olmam takdir edilmiş ve hüküm
verilmiştir. Şu anda kitap indirilmemiş olsa dahi, Yüce Allah ezeldeki
hükmünde bana kitap vereceğini hükme bağlamıştır.
3- "Ve beni Nebi kılmıştır." Benim bir peygamber olmamı takdir
buyurmuştur. İşte bu ifade annesinin, ahlâksızlık ithamından uzak olduğunu
ortaya koymaktadır. Çünkü Yüce Allah gayri meşru çocuklardan peygamber
göndermez. Aksine peygamberler, soy temizliği itibariyle oldukça yüksek bir
seviyede ve seçkin kimselerdir.
4- "Ve nerede olursa beni mübarek kıldı." Yüce Allah beni
kullara faydalı, onları hayrı öğreten, bulunduğum her yerde onları doğruluğa
ileten bir kimse kıldı. Şanı Yüce Allah Hz. İsa'nın bu niteliklerini mazi
(di'li geçmiş) kipi ile söz konusu ederek, bunların gelecekte fiilen gerçekleşip
ortaya çıkacaklarına işaret etmektedir.
5- "Bana hayatta olduğum sürece namaz ve zekâtı emretti."
Rabbim bana kulu Rabbine bağlayan, ruhu arındıran, onu ahlâksızlıkları
işlemekten alıkoyan namazı emrettiği gibi; malın temizliğini, fakir ve miskine
yardımcı olmayı zekâtı vermeyi de yaşadığım sürece emretti.
6- "Beni valideme iyilik yapan kıldı." O, beni anneme iyilik
yapan bir kimse kıldı; bana Rabbime itaatten sonra ona iyilikte bulunup güzel
davranmayı, itaat etmeyi emretti. Çünkü Yüce Allah çoğu yerde kendisine ibadet
emri ile anne babaya itaati birlikte zikretmektedir. Bu da aynı şekilde Hz.
Meryem'in zina etmediğinin bir delilidir. Çünkü zaniye olsaydı, günahtan
korunmuş peygamber onu tazim etmekle emrolunmazdı.
7, 8- "Beni mütekebbir ve bedbaht kılmadı." Beni Rabbime ibadeti
ve itaati, anneme iyilikte bulunmayı büyüklüğüne yedirmeyen isyankâr,
kendisini büyük gören bir kimse kılmadı. Aksi takdirde ben bunları yapmakla
bedbaht olurdum.
9- "Doğduğum günde, vefatım gününde ve dirileceğim günde selâm banadır.
" Doğduğum günde ben her türlü kötülükten yana esenlikteydim. Şeytan o
vakitte bana zarar veremedi. Ölüm sırasında da, öldükten sonra diriliş esnasında
da beni aldatamayacaktır. Ben öyle bir güvenlik içerisinde bulunuyorum ki,
bütün bu üç vakitte hiç kimse bana zarar veremez. İşte bu Hz. İsa'nın kendisinin
Yüce Allah'ın kulu olduğunu, kendisinin de diğer insanlar gibi yaşayan ve
diriltilen bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Fakat o, kullara en ağır ve en
zor gelen bu hallerde esenlikte olmak gibi bir meziyete sahiptir.
[29]
Ayet-i
Kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Yüce Allah'ın kendisini destekleyeceğine güvenen Hz. Meryem -kendisini
rahatlatan, huzura erdiren bir takım mucizeler ve Yüce Allah'ın onun gerçek
mazeretini beyan edeceğini bildikten sonra- çocuğu ile birlikte kavminin yanına
geldi.
2- İnsanlar âdeten hadiselerin dış görünüşlerinden etkilenir ve bu konuda
hüküm vermekte acele ederler. O bakımdan Hz. Meryem'i görülmedik bir şeyi
meydana getirmekle itham ettiler; tıpkı bir iftirada bulunanın yaptığı büyük
bir iş gibi. Onun daha önce bildikleri âbidâne yaşayışı, anne babasının herkesin
bildiği güzel ahlâkları, bu toplumca hoş karşılanmayan dış görünüşü tepkiyle
karşılamalarına sebep oldu.
"Ey
Harun'un kız kardeşi" dediler. Ey ibadette kendisini Harun gibi zannettiğimiz
kadın! Nasıl böyle bir şeyi yapabilirsin? Hz. Meryem aslında Hz. Musa'nın
kardeşi olan Hz. Harun'un soyundan geliyordu. Hz. Musa ve Harun ile Hz. İsa
arasında ise bin yıl ya da daha uzun bir zaman geçmiş olduğundan "onun kız
kardeşi" diye Hz. Harun'a nispet edilmesi, onun soyundan gelmesinden
dolayıdır. Nitekim Temim'li olan birisine: "Ey Temim'in kardeşi', Arap
olan birisine de: "Ey Arapların kardeşi", denilirdi.
Bir
diğer görüşe göre de burada sözü geçen Harun, o dönemde yaşamış sa-lih bir
kimse idi. Öldüğü gün cenazesine katılan kırk bin kişinin hepsinin adı Harun
idi. Bu ise daha önce geçen hadis-i şerifi desteklemektedir.
3- Hz. İsa'nın mucizelerinden birisi de beşikte küçük bir bebek iken
konuşmasıdır. Biz Müslümanlar buna tam ve tereddütsüz bir şekilde inanırız.
Çünkü bu mucizesi Kur'an-ı Kerim'in kesin nassı ile ispat edilmektedir.
Yahudiler ile Hristiyanlar ise onun beşikte konuşmuş olduğunu kabul etmezler.
Hz. İsa'nın konuşmuş olması annesinin temizliğini ortaya koymaktaydı. Daha
sonra konuşma yaşına gelinceye kadar beşikte konuştuğu görülmedi.
4-
Hz. İsa henüz süt emen bir
bebek iken konuştuğunda açık ifadelerle kendisini dokuz özellikle nitelendirdi.
Bu nitelikler ileride peygamber olacağını, ona İncil'in indirileceğini ispat
ettiği gibi, annesinin zina ithamından uzak olduğunu da ispatlamakta, Aziz ve
Celil olan Allah'a kul olduğunu tespit etmektedir. O bu ifadeler ile Allah'ın
kulu olduğunu, Hristiyanlarm inandıkları gibi bir rab ve ilah olmadığını ortaya
koymaktadır. Ayrıca bu ifadelerde kendisinin mübarek olduğunu, dini konularda
ve ona davet hususunda insanlara faydalı olduğunu, yaşayış ve ahlâkının
dosdoğru olduğunu, annesine karşı iyilikle davranan bir kimse olduğunu,
büyüklük taslayan ve hayırdan yana zararda olan isyankâr bir kimse olmadığını,
Allah'ın namaz kılmak, zekât vermek gibi -teklif yaşma ulaştıktan sonra-
ibadetlere dair teşriine bağlı kalacağını anlatıyordu.
5- "Beni valideme iyilik yapan kıldı." ayeti, kulun fiilinin
Allah tarafından yaratıldığını göstermektedir. Çünkü ayet-i kerime onun iyilik
yapan bir kimse oluşunun Allahü Teâlâ'nın bunu yaratıp var etmesiyle
gerçekleştiğini göstermektedir.
6- Mâlik b. Enes (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu ayet-i kerime ile
ilgili olarak şöyle der: Kadercilere karşı[30] ne
kadar da ağırdır; çünkü Hz. İsa kendisi hakkında takdir edilmiş ve ölünceye
kadar olacak şeyleri haber vermektedir.
7- İşaret de söz söylemek ayarındadır. İşaret de sözün delâlet ettiği
şeye delâlet eder ve işaretle de maksat anlatılır ve anlaşılır. Nitekim Yüce
Allah Hz. Meryem hakkında haber vererek: "Ona işaret etti"
buyurmakta, kavminin de bu işaretten neyi kastettiğini anlayıp maksadını
kavradığını ve "beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz?"
dediklerini bildirmektedir. İşaret fıkhî bir çok konuda sözden daha da güçlü
olabilir. Mesela Hz. Peygamberin Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî'nin Enes'ten
rivayetine göre şu buyruğu bu türdendir: "Ben ve kıyamet şu ikisi gibi
gönderildim." Aklı başında
olanların, gözle görmenin haber ile bildirmekten daha güçlü olduğunu icma ile
kabul etmeleri de yine işaretin bazı hallerde sözden daha güçlü olduğunun
delilidir.
Bundan
dolayı Mâlikîler ve Şâfiîler muamelat ve ukubatta işarete itimadın caiz
olduğunu kabul etmişlerdir. İmam Malik de dilsizin şahitliğinin işaretinin
anlaşılması halinde makbul olacağını söylemiş, bu işaretin şehadet lafzının
yerini tutacağını belirtmiştir.
Hanefîler,
Ahmed, Evzaî ve İshâk ise dilsiz bir kimsenin kazfinin (zina iftirasının) ve
Hânının sahih olmayacağı görüşündedirler. Çünkü bunlara göre kazf ancak açıkça
zina tabirini kullanmak ile sahih olur, o anlama gelecek şeylerle değil.
Dilsiz bir kimse ise böyle bir sözü söyleyemez. O halde dilsiz bir kimse kâzif
olamaz. İşaret ile zina, helâl ve şüphe ile ilişkinin birbirinden
ayır-dedilmesine de imkân yoktur. O bakımdan derler ki: Liân bize göre bir
takım şehadetlerin toplamı olup dilsizin şahitliği icma ile kabul olunmaz.
8- Hz. İsa dünyaya geldiği gün şeytanın tesirinden, ölüm günü kabirde ve ahirette
de dirileceği gün şeytanın etkisinden yana esenlikte olmak gibi bir lüt-fa
mazhar olmuştur. Bu üç hal ise oldukça keskin ve bıçak sırtı türünden sonucu
belirleyici aşamalardır, insanlara en ağır gelen hallerdir.
[31]
34- İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu
İsa, gerçek söze göre budur.
35-
Allah'ın çocuk edinmesi olacak şey değildir. O münezzehtir. Bir işe hükmettiğinde
ona yalnızca "ol" der; hemen oluverir.
36-
Muhakkak Allah benim de Rabbim-dir, sizin de Rabbinizdir. O halde O'na ibadet
edin, dosdoğru yol budur.
37- Cemaatler kendi aralarında anlaşmazlığa
düştüler. O büyük günde hazır olacaklarından dolayı vay o kâfirlere!
38- Bize gelecekleri günde neler işitirler,
neler görürler! Fakat zulmedenler bu gün apaçık bir sapıklık içindedir.
39- Onları işin bitirilmiş olacağı o hasret günü
ile korkut. Onlarsa gaflettedirler ve onlar iman etmezler.
40-
Arza ve üzerindekilere muhakkak biz, evet biz varis oluruz ve yalnız bize
döndürülürler.
"Gerçek
söze göre" diye meali verilen "kavle'1-hakk" buyruğu masdar olarak
nasb edilmiştir. Ben bu konuda gerçek sözü böylece söylüyorum, demektir.
Takdiri şöyle olan hazfedilmiş bir müptedanın haberi olmak üzere işte hak söz
budur, takdirinde merfu' olarak da okunmuştur. Ayet-i kerimenin başındaki
işaretin (işte) Hz. İsa'ya olduğu da söylenmiştir. Çünkü Yüce Allah onu
"keli-me=söz" diye adlandırmıştır. Zira Hz. İsa Yüce Allah'ın şu buyruğunda
da ifade ettiği üzere bir kelime (ol emri, sözü) ile var olmuştur:
"Şüphesiz ki İsa'nın hali Allah nezdinde Adem'in hali gibidir. Onu
topraktan yarattı, sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi" (Âl-i
İmrân, 3/59).
"Muhakkak
Allah benim de Rabbimdir..." buyruğundaki "inne = muhakkak"
kelimesini esreli okuyanlara göre müptedadır (meal buna göredir); üstün okuyan
ise, bunu önceki buyruklara atfetmiş olur ki, ifadenin takdiri o zaman şöyle
olur: "Bana... namaz ve zekâtı emretti ve Allah'ın benim de Rabbim sizin
de Rabbiniz olduğunu, o bakımdan O'na ibadet etmenizi (emretmemi)
emretti."
[32]
"Fakat
zulmedenler o günde apaçık bir sapıklık içindedir" buyruğundaki
"zulmedenler" zamir yerine kullanılmıştır. Bu da zahir (açık)
ifadenin zamir yerine kullanılması kabilinden olup onların bizzat kendilerine
zulmettiklerinin anlaşılması amacıyladır.
[33]
"İşte
şüpheye düştükleri..." tereddüt edip hakkında anlaşmazlığa düştükleri...
"Meryemoğlu İsa!" Daha önce nitelikleri belirtilen Meryem oğlu İsa,
budur. Bu buyruk ile onların Hz. İsa'yı nitelemeleri en beliğ bir şekilde
yalanlanmaktadır, "gerçek söze göre budur." yani hakkında şüphenin
söz konusu olmadığı gerçek söze göre böyledir veya ben bu konuda hak sözü
söylüyorum.
"Allah'ın
çocuk edinmesi olacak şey değildir, O münezzehtir." Bu buyruk bir taraftan
Hristiyanları yalanlamakta, diğer taraftan onların iftiralarından Allah'ı
tenzih etmektedir.
"Bir
işe hükmettiğinde..." Bir şeyi, işi var etmek istediğinde."ona
yalnızca ol der, hemen oluverir." Yüce Allah bir şeyi dilediği takdirde
onu "ol" sözü ile var ettiğini belirterek Hz. İsa'nın babasız
doğabileceğine inanmayanları azarlamaktadır. Çünkü Yüce Allah yaratıklara
benzemekten, dişileri hamile bırakmak suretiyle çocuk edinmeye muhtaç olmaktan
münezzehtir. Diğer bir ifade ile O, dilediği her şeyi emir ile derhal yaratmaya
kadirdir. O bakımdan Hz. İsa'yı da babasız yaratmaya kâdir'dir.
"Muhakkak
Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde O'na ibadet edin."
Bu buyrukta "de ki..." takdiri vardır. Buna delil ise bir başka yerdeki
şu buyruktur: "Ben onlara bana emrettiğinden başkasını söylemedim. Benim
de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin diye (söyledim)."
(Mâide, 5/117). "Dosdoğru yol budur." Sözü geçen bu yol cennete
götüren dosdoğru bir yoldur.
"Cemaatler
kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler." Hristiyanlar Hz. İsa hakkında o
Allah'ın oğlu mudur, onunla birlikte ikinci bir ilâh mıdır, yoksa üçün üçüncüsü
müdür diye anlaşmazlığa düştüler. Ayet-i kerimedeki cemaatler (ahzâb), Hristiyanlarm
üç ayrı fırkası demektir. Ayet Yahudilerle Hristiyanlar anlaşmazlığa düştüler,
anlamında da olabilir.
"O
büyük günde hazır olacaklarından dolayı..." yani amellerin karşılığının
verileceği, dehşetli ve büyük bir gün olan kıyamet gününde hazır bulunmaktan
veya ona tanık olmaktan dolayı. "Veyl o kafirlere." kelimesi şiddetli
azap olsun anlamında olduğu gibi aynı zamanda cehennemdeki bir vadinin de
adıdır. Sözü geçen bu hususlar ve diğerlerinden dolayı vay onların haline!
"Onları" Ey Muhammedi Mekke kâfirlerini.,"işin
bitirilmiş olacağı" hesabın sona ermiş ve her iki kesimin cennet ve
cehenneme gönderilmiş olacağı "hasret günü ile" ahiret günü ile yani dünya hayatında kötülük
işleyen, iyiliği ter kettiği için, iyilik yapmış olan da iyiliğinin azlığı
dolayısıyla pişmanlık duyacağı r-inü hatırlatarak "korkut. Onlarsa" o
günden "gaflettedirler" ve o güne iman etmezler. "Arza ve
üzerindekilere..." Akıl sahibi olan kimselere de onlardan başkalarına da;
onları helak ettikten sonra "muhakkak biz, evet biz vâris oluruz ve"
o günde amellerinin karşılıklarının görülmesi için "yalnız bize
döndürülürler."
[34]
Hz.
İsa Allah'ın kulu ve Rasulü'dür. Allah'ın Hz. Meryem'e bıraktığı kelimesi,
Allah tarafından yaratılmış bir ruhtur. O İsrailoğulları'nm son peygamberidir.
Kur'ân-ı Kerim'de onun adı "Mesîh" diye zikredilmiştir ki, bu Hz.
İsa'nın lakabıdır. İsa ise onun adıdır. İbrânîcede "Yeşu" şeklinde
söylenir ki, kurtarıcı demektir. Yani kendi iddialarına göre Hristiyanları günahtan
kurtaran, demektir. Yine Kur'an-ı Kerim'de ondan "Meryemoğlu" diye
söz edilir.
Hz.
İsa Kur'an-ı Kerim'de 13 surede toplam 33 ayet-i kerimede anılmaktadır. Bakara
suresinde (87, 136, 253); Âl-i İmrân suresinde (45, 52, 55-59, 84); Nisa
suresinde (157, 163, 171, 172); Mâide suresinde (17, 46, 72, 75, 78, 110, 112,
114, 116); En'âm suresinde (85), Tevbe suresinde (30, 31); Meryem suresinde
(34), Mü'minûn suresinde (50); Ahzâb sûresinde (7); Şûra suresinde (13), Zuhruf
suresinde (57, 63); Hadid suresinde (27) ile Saff suresinde (6, 14. ayetlerde).
Hz.
İsa. Mesih, Hristiyanların görüşüne göre Hz. Meryem'in kavminden, Yahudi
gençlerinden salih bir genç olan Yûsuf en-Neccâr'm oğludur. İbrânîcede mesîh,
peygamber ve hükümdar demektir.
Annesi
Meryem, İsrailoğulları âlimlerinden büyük bir zat olan İmran'ın kızıdır.
İmran'ın hanımı Hz. Meryem'e hamile kaldığında karnındaki yavrusunu yalnızca
mabede hizmet etmek üzere adamıştı. İmrân vefat ettiği sırada kızı henüz
bakıma muhtaç idi. Mabedin gözeticileri aralarında kur'a çektiler. Hz. Meryem'i
Hz. Yahya'nın babası Hz. Zekeriyya himayesine aldı. Hz. Zekeriyya da Hz.
Meryem'in teyzesinin kocası idi. Hz. Meryem tertemiz, her türlü pislikten uzak
bir halde ve ibadet içinde yetişti.
Bulûğa
erdiğinde Cebrail ona geldi. Hz. Meryem, ondan Allah'a sığındı. Cebrail ona,
Allah tarafından kendisine tertemiz bir oğul bağışlamak üzere gönderilmiş
olduğunu bildirdi ve gömleğinin yakasına üfledi. Bu üfleme onun rahmine girdi
ve böylece hamile kaldı. Çocuğunu doğuruncaya kadar Beyte Lahm denilen yerde
kaldı. Tercih edilen görüşe göre Hz. İsa'nın annesinin karnında kaldığı süre
dokuz aydır. Hz. İsa'nın babasız olarak doğması Yüce Allah'ın kudretine bir
delil olmak içindir. Gerçek yaratıcı Yüce Allah'tır; ister sebeplere yapışılsın,
ister yapışılmasın.
Hz.
İsa doğumundan sekiz gün sonra Yahudi şeriatının belirlediği gibi sünnet
edildi. Yüce Allah Hz. İbrahim'e daha önceleri sünnet olmayı emretmişti.
Filistin
hâkimi Herodos, Beyte Lahm'daki her bir çocuğun öldürülmesini emredince Yusuf
en-Neccâr'a rüyasında çocuğu ve annesini alıp Mısır'a götürmesi emredildi.
Yusuf derhal kalktı ve çocuk ile annesini alıp Mısır'a götürdü. Herodos
ölünceye kadar orada ikamet ettiler. Daha sonra Filistin'e geri döndüler. O
sırada çocuk yedi yaşma basmıştı. Nasıra denilen yerde yetişti. 12 yaşına ulaşınca
annesi ve Yusuf ile birlikte Orşelim'e Hz. Musa'nın şeriatına uygun olarak
namaz kılmak üzere geldi. Kayboluşundan üç gün sonra Hz. İsa Yahudi âlimleri
ile tartışırken bulundu. Daha sonra yine annesi ve Yusuf ile birlikte Nâsıra'ya
geri döndü.
Hz.
İsa 30 yaşındayken, annesiyle birlikte zeytin toplamak üzere Cebelüz-zeytun
(Zeydindağı)'da bulunduğu bir sırada, öğle vakti namaz kılarken Cebrail'den
İncil'i aldı. Bu, peygamberliğin çoğunlukla kırk yaşından sonra verilmesinden
farklı bir şekilde, Hz. Yahya'nın peygamber oluşuna benziyordu.
[35]
İncil,
müjde anlamındadır. Bu hidayet ve nur ihtiva eden bir kitaptı. Fakat Hz.
Mesih'in getirip öğrencilerine teslim ettiği ve bunu başkalarına müjdelemelerini
emrettiği İncil, şu anda mevcut değildir. Bunun yerine Hz. Mesih'in yaşayışını
aktaran ve öğrencilerinin telif ettiği tarihi bir takım hikâyeler yer
almaktadır. Ayrıca orada Hz. Mesih'ten alınmış vaazlar, misaller ve öğütler de
vardır. Bunların (İndilerin) sayısı yüzden fazladır. Hristiyan kilisesi
bunlardan dördünü kabul eder: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna indileri. Bu
indilerin de hiç birisi Hz. Mesih döneminde yazılmış değildir.
Bunlardan
Matta İncili ilk ve en eskileridir. Fakat Matta tarafından tasnif edilip
edilmediği kesin olarak bilinmemektedir. Aksine bu İncili tahrif ettikten sonra
aslını kaybetmişlerdir. Bu da eski Mesihîlerin tümünün itirafı ile böyledir.
Bu asıl da İbranice yazılmış, sonra Yunancaya tercüme edilmiştir. Ancak bu tercümenin
senedi bilinmemektedir.
Matta,
İncilini Aziz İronimus'un görüşüne göre Hz. Mesih'ten 39 yıl sonra yazmıştır.
Markos
ise mabedin hizmetkârlarından birisi olan Lâvili bir Yahudidir. Petrus'un
öğrencisidir. Hz. Mesih'in ulûhiyetini kabul etmezdi. O İncilini 61 yılında
yazdı ve İskenderiye hapishanesinde 68 yılında öldürüldü.
Luka
ise Antakyalı bir tabipti. Hz. İsa'yı hiç bir şekilde görmemiştir. O
Hristiyanlığı Pavlos'tan öğrenmişti. Sözü geçen bu Pavlos ise Hristiyanlığa taassup
derecesinde karşı bir Yahudi idi. O da Hz. Mesih'i hayatta iken görmüş değildi.
Sürekli olarak Hristiyanlara zulmederdi. Bu zulüm ve baskının fayda vermediğini
görünce hileye saparak Hristiyanlığa girme yolunu seçti ve Mesih'e inandığını
açığa vurdu. Daha sonra Hz. Mesih'in esasen hükümlerini iptal etmek üzere
gelmediğini Nâmûs'un (Tevrat'ın) emrettiği görevlerden çözülüp uzaklaşmalarını
sağladı.
Luka
ise İncilini Markos'tan da sonra, Petrus ve Pavlos'un ölümünden sonra yazdı.
Yuhanna
ise Hz. Mesih'in on iki havarisinden biridir. Yuhanna, el-Celil bölgesindeki
Sayda'dandır. Hz. İsa onu çok severdi. Bu zat, İncilini 96 veya 98 yılında
yazdı. O, Hz. Mesih'in insan olmadığı görüşünde idi. Hristiyan ilim
adamlarından pek çok kişi bu İncilin Hz. İsa'nın asıl öğrencisi Yuhanna'nm telifi
olduğunu kabul etmemekte aksine bu İncilin Yuhannanm öğrencilerinden biri
tarafından milâdi ikinci asırda yazılmış olduğunu söylemektedirler. Bu İncil,
Hz. Mesih'in ulûhiyyetini ispat ile onun insan olduğunu vurgulayan diğer
öğretileri ortadan kaldırmak gayesiyle yazılmıştır.
Sonuç
olarak bütün bu İndilerin Hz. Mesih'e ulaşan senedlerinde kesiklikler vardır.
Bizzat Hristiyanlarm itiraf ettiği gibi hiç biri Hz. Mesih'e indirilmiş
bulunan gerçek İncil değildir.
[36]
Hz.
İsa'nın biyografisine dair yazılmış İndilerden birisidir. Barnaba, Hz. İsa'nın
davasını yaymaya gayret edenlerden birisidir. Oldukça önemli iki hususta diğer
İndilerden farklılık arzetmektedir: Bunların birincisi Hz. İsa'nın ilâh olmayıp
insan olduğunu açıkça ifade etmesi; ikincisi ise göklerin melekû-tunun
yaklaşmış olduğunu ve Muhammed (s.a.)'in adını bir çok yerde açıkça ifade edip
müjdelemiş olmasıdır.
[37]
Hz.
İsa'nın mesajı aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
1- Yahudilerin aşırılıklarını ve cumartesi günü fertleri hiç bir hayrı
işleyemez hale getiren şekilciliklerini hafifletip, hileli bir şekilde malı
almak üzere insanları heykele (mabede) adakta bulunmaya teşvik etmek suretiyle
mal toplama gibi âdetlerden, paraya ve mala duydukları sevgi ve aşırı
düşkünlükten ve azgın maddecilikten onları uzaklaştırmak.
2- Sadukîler diye adlandırılan Yahudileri, inkâr ettikleri ahiret gününe
iman akidesine döndürüp imam kalplerinde sağlamca yerleştirmek.
3- Aslında Yüce Allah'a itaat etmek için her şeyden uzaklaşan,
kendilerini yalnızca ibadete veren, dünya hayatının geçici süslerine karşı zühd
içinde ahi-rete yönelen kimseler olan fakat Hz. Mesih zamanında yalnızca
zahiren zahid görünüp bunu mal toplamak için bir paravana edinen ve Ferîsîler
diye adlandıran Yahudi cemaatini ıslah etmek.
Bunların
yanında isteyen kimselere şeriatin hükümlerini yazan "yazıcılar" diye
bir topluluk da vardı. Bunlar da insanların mallarını çalıp çırpmak hususunda
Ferîsîleri andırırlardı.
Aynı
şekilde kâhinler ve heykelin hizmetkârları da mal toplamaya oldukça düşkün
kimseler olup dünyevî maksatlar uğrunda Allah'ın sözlerini değiştirirlerdi.
4- Göklerin melekûtunun yaklaştığını müjdelemek. Yani Yüce Allah'ın
Tesniye bölümü 18. babının 15. ve 16. cümlelerinde söz konusu edilen ve ümmî peygamber
ile göndereceği ilâhî şeriatin gelme zamanının yaklaştığını müjdelemek. Bu
ilâhî şeriati getirecek peygamberin geleceğini Allah, İsrailoğulla-rına Hz.
Musa vasıtasıyla haber vermişti. Nitekim pek çok peygamber de onun geleceğini
müjdelemişti ki, bunlardan birisi Hz. Davud'tur. 45, 149 ve 110. Mezmurlarda bu
müjde yer aldığı gibi, Eş'iya bölümünün 8, 9, 26, 35, 46, 43, 50, 51, 52, 54,
55, 60, 65 bablarında Danyal'ın 2 ve 7. sahifelerinde Zekeriyya adlı bölümün 3.
sahifelerinde ve diğerlerinde de yer alır. Mesihîler ise buradaki bütün
müjdeleri Mesihî dine hamlederek yorumlarlar.
Fakat
Hz. İsa ancak bir takım mev'iza, öğüt, hikmet ve misallerden başka bir şey
getirmemiştir. Bunların maksadı ise Yüce Allah'a ihlâsla ibadeti gerçekleştirip
gırtlaklarına kadar materyalizme batmış kitlelerin materyalistlikle-rini
hafifletip, riya ve iki yüzlülüğü terk etmelerini, Hz. Musa (a.s.)'dan miras
olarak aldıkları dinin ruhuna gereken ehemmiyeti vermelerini sağlamaktır.
İncil'de
bir kadını boşamış bir kimsenin ondan başka bir kadın ile evlenmemesi,
boşanmış bir kadının bir başka erkekle evlenmemesi, zina gerekçesi dışında
boşamanın caiz olmaması, iffetin emredilmesi gibi oldukça az birtakım hükümler
dışında hüküm yoktur. Yine İncilde hilekârlık, aldatmak, malları batıl
yollarla yemek, riyakârlık ve iki yüzlülük gibi bayağı huyların da yasaklandığı
görülmektedir.
[38]
Havariler
Meryem oğlu İsa Mesih'e ilk inanan, onun öğrencisi olan yakın arkadaşlarıdır.
Bunlar oniki kişi idiler. İnciller bunlardan "öğrenciler" diye söz
eder. Hz. Mesih bunları Yahudilerin yerleşik oldukları kasabalara, tebliğ
ettiği gerçek dine davet etmek üzere göndermişti.
[39]
Mucize,
Yüce Allah'ın peygamberlerden herhangi birisi vasıtasıyla muarızlara meydan okumakla
birlikte karşı konulamayacak türden yarattığı harikulade olaylardır. Diğer
peygamberlerde olduğu gibi, Hz. İsa da peygamberlik iddiasını destekleyen
mucizeler göstermiştir. Çamurdan bir kuş yapıp üfledikten sonra bu çamurdan
heykelin uçmaya başlaması, anadan doğma körün ve abraş (alacalı)'m
iyileştirilmesi, ölülerin diriltilmesi, bazı kimselerin evlerinde yiyip
sakladıklarının onun tarafından haber verilmesi Hz. İsa'nın Allah'ın izniyle
gösterdiği mucizelerdendir. Söz konusu bu mucizeler Al-i İmran suresinde
(49-51. ayet-i kerimelerde) zikredilmiştir.
[40]
Kâhinlerin
ve Ferîsîlerin iç yüzlerini açığa çıkarması, onların Hz. İsa'ya tuzak
hazırlamalarına ve onu krallık ilân ettiği iddiasıyla bölge valisine şikâyet
etmelerine sebep teşkil etmiştir. Böyle bir iddia Roma İmparatorunun hakimiyetini
sarsacak mahiyette olduğu için bölge valisi Hz. Mesih'i yakalamak üzere asker
gönderdi. Hz. İsa'yı yakalamak üzere gelen askerler Allah'ın ya-nıltmasıyla
İsharyotlu Yahuda'yı Hz. İsa'ya benzettiler ve onu yakaladılar. Bu kişi çarmıha
gerilerek öldürüldü. İşte belli bir ücret karşılığında yerini göstermek üzere
kâhinlerin anlaşıp ihbar ettikleri kişi budur.
Yüce
Allah Hz. İsa'yı Yahudilerin elinden kurtardı. Hz. İsa öldürülmedi ve asılmadı.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki onlar onu öldürmediler,
onu asmadılar da. Fakat kendilerine benzer gösterilmişti." (Nisa, 4/157).
Daha sonra Yüce Allah onu vefat ettirdi (ona verdiği sözü yerine getirdi) ve
cesedi ve ruhuyla birlikte ya da yalnızca ruhu ile -bu konudaki iki görüşe göre-
semaya, kendi katına yükseltti. Birinci görüş cumhurun görüşüdür. Çünkü Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani Allah şöyle demişti: Ey İsa! Muhakkak
ben seni vefat ettiririm ve kendi katıma yükseltirim." (Al-i İmrân, 3/55).
[41]
Hristiyanlar
Lâhût'da üç uknumun varlığına inanırlar. Bu üç uknum baba, Oğul ve Ruhu
'l-Kudüs' tür. Katolik ve Ortodoks kilisesinin öğretilerine göre ve pek azı
müstesna, genel olarak Protestanların kanaatine göre bu böyledir. Bununla
birlikte teslis, kelime olarak, Kitab-ı Mukaddes'te bulunmamaktadır. Bu husus
İznik Konsilinde 325 yılında, İstanbul Konsilinde 381 yılında kararlaştırılmış;
Oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ün Lâhûtu hususunda Babaya eşit oldukları hükme
bağlanmış; Oğulun ezelden beri Babanın oğlu olduğu, Ruhu'l-Kudüs'ün de Babadan
çıktığı kabul edilmiştir. Tulaytula (Toledo) Konsili ise 589 yılında Ruhu'l-Kudüs'ün
aynı şekilde Oğuldan çıkmış olduğunu hükme bağladı.
[42]
"İşte
hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa gerçek söze göre budur." Daha
önce sana açıklamış olduğumuz niteliklere sahip Meryem oğlu İsa işte budur.
Sözü geçen bu ifadeler, hakkında herhangi bir şüphe ve tereddüdün söz konusu
olmadığı gerçek ve doğru sözlerdir. Hz. İsa'nın gerçek mahiyeti budur
Yahudilerin söyledikleri gibi o bir sihirbaz veya Hristiyanlarm ileri sürdükleri
gibi Allah'ın oğlu ve halen elde bulunan İncil'in mukaddimesinde belirtildiği
gibi, Allah'ın kendisi değildir.
"Muhakkak
İsa'nın hali, Allah nezdinde Adem'in hali gibidir. Onu topraktan yarattı,
sonra ona "ol" dedi, o da oluverdi. Hak Rabbinden gelendir. Öyle ise
şüphecilerden olma." (Al-i İmran, 3/59-60). İşte bir taraftan bu sapıklar,
diğer taraftan şu kendilerine gazap olunanlar, Hz. İsa hakkında anlaşmazlık
içerisindedirler ve farklı görüşlere sahiptirler: "Bir de onların
küfürleri, inkârları ve Meryem aleyhinde pek büyük iftirada bulunmaları
dolayısıyla..." (Nisa, 4/156).
Daha
sonra Yüce Allah İsa'nın kendisinin oğlu olduğunu reddederek şöyle
buyurmaktadır: "Allah'ın çocuk edinmesi olacak şey değildir. O
münezzehtir. Bir işe hükmettiğinde ona yalnızca "ol" der, hemen
oluverir." Yüce Allah'ın çocuk edinmesi gerekmez, böyle bir şey doğru
olmaz; bu, kabul edilebilir bir şey de değildir. Çünkü O'nun evlâda ihtiyacı
yoktur. O ebediyen diridir, asla ölmez. Yüce Allah onların bu sözlerinden
münezzehtir, mukaddestir. O bir şeyi dileyecek olursa onu hemen var eder;
çünkü O, o işin var olmasını emreder ve dilediği gibi de olur. Bu durumda
olanın, çocuğunun olması nasıl düşünülebilir? Zira böyle bir şey eksiklik ve
ihtiyacın bir belirtisidir: "Ey Kitap ehli! Dininizde haddi aşmayın,
Allah'a karşı hak olandan başkasını söylemeyin..." (Nisa, 4/171).
"Muhakkak
Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde O'na ibadet edin,
dosdoğru yol budur." Hz. İsa'nın beşikte iken kavmine emretmiş olduğu
hususlardan birisi de onlara: "Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de
Rabbirvizdir." diye gerçeği haber vermesidir. Daha sonra onlara şu sözleriyle
Allah'a ibadet etmelerini emretti: "O halde O'na ibadet edin, dosdoğru yol
budur." Yalnız, Allah'a, O'na kimseyi ortak koşmaksızm ibadet ediniz.
Benim Allah'tan size getirdiğim bu mesaj hiç bir eğriliği olmayan dosdoğru
yoldur. Bu yolu izleyen asla sapmaz. Bu yolu izleyen doğruyu bulur, hidayet
bulur; ona muhalefet eden ise sapar, haktan uzaklaşır gider.
Matta
İncili 4. bölüm 10. cümlede şöyle denilmektedir: "Yesû' (İsa) ona dedi
ki: Defol ey şeytan! Çünkü ilâhın olan Rabbe secde etmen ve yalnızca Ona ibadet
etmen yazılmıştır."
Yüce
Allah'ın kendisinin: "Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de
Rabbinizdir. O halde O'na ibadet edin" demesi uygun düşmeyeceğinden bu
sözü söyleyen kimsenin Allah'tan başkası olması kaçınılmazdır. Ebu Müslim el-Isfa-hanî
şöyle der: "Muhakkak Allah" buyruğu daha önce geçen Hz. İsa'nın:
"Muhakkak ben Allah'ın kuluyum, bana kitap vermiştir..." (Ayet, 30)
buyruğuna at-fedilmiştir. Şöyle demiş gibidir: Muhakkak ben Allah'ın kuluyum ve
şüphesiz ki, O benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnızca O'na
ibadet ediniz.
Hz.
İsa'nın durumu gayet açık olup, onun Allah'ın kulu ve Rasulü olduğu besbelli
olmakla birlikte, Hristiyanlar ve Yahudiler Hz. İsa hakkında ayrılığa
düşmüşlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Cemaatler kendi aralarında
anlaşmazlığa düştüler. O büyük günde hazır olacaklarından dolayı vay o
kâfirlere!" Halinin açığa çıkıp durumunun netlik kazanmasından, onun Allah'ın
kulu ve Rasulü olduğunun, Meryem'e bıraktığı kelimesi olduğunun açıkça
anlaşılmasından sonra da Kitap Ehli onun hakkında farklı kanaatlere sahip olmuşlardır.
Yahudiler, O'nun (hâşâ) bir zina çocuğu olduğunu, bir sihirbaz olup sözlerinin
büyü olduğunu ve aslında marangoz Yusuf un (Yusuf en-Neccar) oğlu olduğunu
söylerler. Aynı şekilde Hristiyan fırkaları da onun hakkında anlaşmazlığa
düşmüşlerdir. Onlara mensup olan Nasturîler: O Allah'ın oğludur, derken
Melikiler, o üçün üçüncüsüdür, Yakubîler ise[43] O
Allah'ın kendisidir, derler. İşte Hz. İsa'nın apaçık bildirilen durumu
hakkında anlaşmazlığa ve sapıklığa düşen bu kâfirlere kıyamet gününde çok ağır
ve çetin bir azap vardır. Onlar, dehşeti pek büyük olan bu günde hazır
edileceklerdir.
Bu,
Allah'a karşı yalan söyleyen, iftirada bulunan Onun çocuğu olduğunu iddia eden
kimselere çok ağır ve büyük bir tehdittir. Fakat Yüce Allah onlara kıyamet
gününe kadar süre tanımış, cezalarını ertelemiştir. Bu ise onun hilmi-nin ve
kudretinin bir neticesidir. Çünkü o kendisine isyan edip karşı gelenlere
çabucak ceza vermez. Nitekim Buharî ile Müslim'de şöyle bir hadis yer almaktadır:
"Şüphesiz Allah zalime mühlet verir. Fakat onu yakaladı mı da bırakmaz.
" Daha sonra Allah Rasulü şu ayet-i kerimeyi okudu: "İşte Rabbin,
zulmeder halde bulunan ülkeleri (azabıyla) yakaladığı zaman böyle yakalar.
Şüphesiz onun yakalayışı pek acıklı ve pek çetindir." (Hûd, 11/102).
Yine
Buharî ile Müslim'de Allah Rasulünün şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"İşittiği rahatsızlık verici şeyler dolayısıyla Allah'tan daha sabırlı
kimse yoktur. Onlar Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlar. Buna rağmen o onlara
rızık ve afiyet verir." Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "(Halkı)
zalim olduğu halde nice ülkeler vardır ki, onlara mühlet verdim. Sonra onları
yakaladım. Dönüş ancak banadır." (Hacc, 22/48) Bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır: "Sakın o zalimlerin işlediklerinden Allah'ı gafil
zannetme. Artık onları kendisinde gözlerin şaşkınlıkla kayacağı o güne
erteliyor." (İbrahim, 14/42).
Hz.
İsa'ya dair doğru inanışın hülâsasını Buharî ile Müslim'de yer alan sahih
hadisteki şu ifadeler vermektedir: Hadisi Ubâde b. es-Samit rivayet etmektedir.
Ubâde şöyle der: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Her kim Allah'tan başka
ilâh olmadığına, O'nun bir ve tek olup ortağının bulunmadığına, Muham-med'in
Allah'ın kulu ve Rasulü olduğuna, İsa'nın da Allah'ın kulu ve Rasulü, Meryem 'e
bıraktığı kelimesi ve kendinden bir ruh olduğuna şahitlik eder, cennetin ve
cehennemin hak olduğuna tanıklık ederse, Allah onu ameli ne olursa olsun,
cennete koyacaktır."
Daha
sonra Yüce Allah dünyadakinin tam aksine kıyamet gününde kâfirlerin
görmelerinin çok keskin, işitmelerinin de çok güçlü olacağını şu buyruğu ile
haber vermektedir: "Bize gelecekleri günde nasıl işitirler, ne biçim
görürler? Fakat zulmedenler bugün apaçık bir sapıklık içindedir." Hesap ve
ceza için bize gelecekleri gün kâfirler ne güçlü işitirler, ne keskin
görürler! Onlar her şeyden çok iyi işitecek, çok iyi göreceklerdir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Günahkârların Rablerinin huzurunda
başlarını eğip: "Rabbimiz gördük, işittik..." diyecekleri vakit,
onları bir görsen." (Secde, 32/12). Onlar bu sözlerini, kendilerine bunun
da başka hiç bir şeyin de fayda vermeyeceği bir vakitte söyleyeceklerdir.
Kâfirler
ahirette hakkı bileceklerdir. Dünyada ise bunlar hakka karşı sağır ve
kördürler. Ne işitirler, ne görürler ne de akıllarını kullanırlar. Onlardan
hidayete yönelmeleri istendiği halde hidayete yönelmezler. Fakat artık kendilerine
fayda sağlamayacak yerde, kıyamet gününde itaatkâr olurlar. Eksikliklerini telâfi
etmek için tekrar dünyaya döndürülmelerini temenni ederler.
Daha
sonra Yüce Allah onların korkutulup uyarılmalarını emrederek peygamberi
Muhammed (s.a.)'e şöyle buyurmaktadır:
"Onları
işin bitirilmiş olacağı o hasret günü ile korkut. Onlarsa gaflettedirler ve
onlar iman etmezler." Ey peygamber! Sen müşrik olsun olmasın bütün
insanları, hep birlikte pişmanlık duyacakları o gün ile korkutup uyar! O günde
kötülük işleyen işlediği kötülüklerden dolayı, iyilik yapan ise daha çok hayır
yapmadığından dolayı pişmanlık duyacaktır. Bu ise hesabın bitirilip
sahifele-rin katlanıp durulduğu, cennetlikler ile cehennemlikler arasında hüküm
verildiği, öncekilerin cennete, diğerlerinin ise cehenneme gidecekleri vakit
olacaktır. Kâfirler bu gün pişmanlık gününde korkutuldukları şeylerden gaflet
içindedirler. Bu günde kendilerine yapılacaklardan, karşı karşıya
kalacaklarından gafildirler. Onlar bu gün kıyameti, hesabı ve cezayı tasdik
etmemektedirler.
Buharî,
Müslim ve Tirmizî, Ebu Saîd el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ölüm siyah beyaz renkli bir koç şeklinde
getirilir. Bir münadinin: Ey cennetlikler, diye seslenmesi üzerine boyunlarını
uzatır, bakarlar. Münadi: Bunu tanıyor musunuz"? diye sorar, cennetlikler:
Evet, bu ölümdür, derler. Çünkü hepsi onu görmüşlerdi. Daha sonra yine bir
münadi: Ey cehennemlikler, diye seslenir, onlar da boyunlarını uzatır bakarlar.
Münadi: Bunu tanıyor musunuz? der. Onlar: Evet, bu ölümdür, derler. Çünkü hepsi
onu görmüşlerdi. Bu koç cennet ile cehennem arasında boğazlanır, (sonra) bu
münadi şöyle seslenir: Ey cennet halkı! Burada ebedisiniz, ölüm (ünüz) söz
konusu olmayacaktır. Ey cehennemlikler! Siz de burada ebedisiniz ölüm(ünüz) söz
konusu olmayacaktır. Daha sonra (Hz. Peygamber) şu: "Onları işin
bitirilmiş olacağı o hasret günü ile korkut. Onlarsa gaflettedirler ve onlar
iman etmezler." ayeti kerimesini okudu."
"Arza
ve üzerindekilere muhakkak biz, evet biz varis oluruz ve yalnız bize
döndürülürler." Ey peygamber! Onlara şunu da bildir ki, Allah arza ve
üzerindekilere mirasçı olacaktır. Orada arz ehlinden ölülerin geri
bıraktıkları yer, yurt ve mallarını miras alacak hiç bir kimse kalmayacaktır.
Sonra onlar kıyamet gününde Allah'a döndürülürler. Herkese amelinin
karşılığını verir. İyilik yapan iyilikle, kötülük yapan da kötülükle karşılık
görecektir.
[44]
Bu
ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar çıkartılabilir:
1- Kur'ân-ı Kerim'in Hz. İsa'nın yaratılış keyfiyetine dair verdiği
haber, kendisinde şüphenin söz konusu olmadığı yegâne gerçektir. Bunun dışında
kalan bir takım uydurma sözler, Yahudi ve Hristiyanların iddiaları ise
batıldır, muteber değildir. Hristiyanlar onu zaniye bir kadının oğlu olmakla
itham ederken, nasıl olur da aynı zamanda İsa'nın Rab ve ilâh olduğu iddiasını
kabul edebilirler? Kitap Ehli'nin İsa hakkında anlaşmazlığa düşüp gruplara
ayrılmalarını gerektiren hiç bir şey yoktur.
2- Hz. İsa, Hristiyanların ileri sürdükleri gibi Allah'ın oğlu değildir.
Allah'ın bir çocuk edinmesi gerekmez, çünkü Allah'ın çocuğa ihtiyacı yoktur. O
ortaktan, çocuk edinmekten ve bütün eksikliklerden münezzehtir. Şüphesiz ki,
Allah bir şeyi var etmek istediği vakit ona "ol" der, o da hemen
oluverir. O her şeye gücü yetendir. Yüce Allah'ın kelâmı ve sözü ise kadîmdir,
sonradan var edilmiş değildir. Onun "ol" sözü eğer muhdes (sonradan
var edilmiş) olsaydı, bunun ihdas edilebilmesi için bir başka söze ihtiyaç
olurdu ve bunun için teselsül kaçınılmaz olurdu.
3- Hz. İsa kavmine Allah'ın birliğine inanmayı ve O'na ibadet etmeyi emretmiştir.
Allah bütün yaratılmışların Rabbidir. İbadete lâyık olan yalnızca O'dur. O'ndan
başka hiç bir şey ibadete lâyık olamaz. İşte hiç bir eğriliğin bulunmadığı
dosdoğru din budur.
"Muhakkak
Allah benim de Rabbimdir sizin de Rabbinizdir." ayeti insanların işlerini
çekip çevirenin, işlerini yoluna koyanın Yüce Allah olduğunun; müneccimlerin,
insanların işlerinde yıldızların etkisi olduğu iddiasının doğru olmadığının da
delilidir.
Aynı
şekilde bu, mutlak ilâhın bir ve tek olduğunu da göstermektedir. Çünkü
"Allah" lafza-ı celâli, Şanı Yüce Allah'ın özel adıdır.
"Muhakkak Allah benim de Rabbimdir sizin de Rabbinizdir" buyruğunda
yaratıkların Yüce Allah'tan başka Rabbi olmadığının ifade edilmesi tevhidin
delilidir.
4- Hz. İsa hususunda Kitab Ehli'ne mensup çeşitli fırkalar anlaşmazlık
içerisindedirler. Yahudiler onu büyücülükle itham ettiler ve nesebine dil uzattılar.
Hristiyanlar ise bu konuda üç fırkaya ayrıldılar. Nastûrîler Hz. İsa'nın
Allah'ın oğlu olduğunu söylerken, Melkânîler üçün üçüncüsüdür, Yakubîler ise
Allah'ın kendisidir, demişlerdir. Böylelikle Hristiyanlar aşırıya gitmişler,
Yahudiler ise bu konuda kusurlu hareket etmişlerdir.
5- Kıyamet günü, Hz. İsa hakkında anlaşmazlığa düşen o kâfirler çetin bir
azap ve helak oluşla yüzyüze geleceklerdir.
6- Şanı Yüce Allah bu güne tanık olacak topluluğun halini, ibret alsınlar
diye tanıtmış bulunmaktadır. Ahiret gününde onlar çok iyi işitecek, çok iyi
göreceklerdir. Halbuki dünya hayatında ne kadar anlayışsız ve ne kadar hakkı işitmez
kimselerdir! Onlar dünya hayatında apaçık bir sapıklık içerisinde oldukları
halde ahirette hakkı bileceklerdir. Dünya hayatında sağır ve kör oldukları
halde ahiretteki azabı gördükleri vakit işitecek ve göreceklerdir; fakat bunun
onlara faydası olmayacaktır.
7- Uyaran kimse, artık uyardığı kimselere ileri sürecek bir mazeret bırakmamış
demektir. Peygamber (s.a.) kavmini de, bütün müşrikleri de kıyamet gününde ve
cennet ehliyle cehennemlikler arasında ayırdedici hükmün verileceği hesap
gününde hissedecekleri ağır pişmanlıkları bildirerek uyarmıştır. İşte bu hüküm
verildikten sonra cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme
gireceklerdir.
8- Mutlak malik ve tasarruf sahibi, Yüce Yaratıcıdır. Bütün yaratılmışlar
helak olacaklardır. Yüce Allah baki kalacaktır. Hiç bir kimse herhangi bir mülk
ve tasaruf iddiasında olmayacaktır. Aksine bütün yaratıklarına mirasçı O
olacaktır. Onlardan sonra kalacak olan da yine O'dur. Hiç bir nefse bir zerre
ağırlığı kadar dahi hiç bir şekilde zulüm edilmeyecektir. Bütün yaratıklar
Rab-lerine dönecek ve O herkese amelinin karşılığını verecektir.[45]
41-
Kitap'ta İbrahim'i de an. Gerçekten o çok doğru sözlü bir peygamber idi.
42- Hani babasına demişti: "Babacığım
işitmez, görmez, sana fayda vermez şeye niçin ibadet edersin?
43-
"Babacığım, ilimden sana gelmeyen bana geldi. O halde bana uy ki, sana
dosdoğru yolu göstereyim.
44-
"Babacığım, şeytana ibadet etme. Muhakkak şeytan Rahman'a asi olmuştur.
45-
"Babacığım, Rahman'ın azabı sana dokunacak da şeytanın velisi olacaksın
diye korkarım."
46-
Dedi ki: "Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz çevirici misin? Eğer
vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarım. Bir süre benden uzaklaş ve yanımdan
git."
47-
"Selâm olsun sana. Ben Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim.
Gerçekten O, bana lütuf ve ikramda bulunmuştur." dedi.
48-
"Sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzaklaşıyorum. Rabbime
ibadet ederim. Umulur ki, Rabbime ibadetim sayesinde zarar etmem."
49-
Onları ve Allah'tan başka taptıklarını terk edince biz ona İshak'ı ve Yakub'u
bağışladık ve onların hepsini peygamber kıldık.
50-
Ve biz onlara rahmetimizden bağışladık. Yüce bir dille doğru olarak anılmalarını
sağladık.
"O
çok doğru sözlü bir peygamberdi." buyruğundaki es-sıddîk (oldukça doğru
sözlü) mübalağa siğasıdır. Yani doğrulukta oldukça ileri gitmiş bir kimse idi.
"Benim
ilâhlarımdan yüz çevirici misin?" sorusu inkâr ve taaccüp (yani böyle bir
tutumu red ve böyle bir tutumdan dolayı hayret) bildirir.
"Yüce
bir dil ile doğru olarak anılmalarını sağladık." buyruğu dil ile onlardan
güzel bir şekilde söz etmek ve onları güzel bir şekilde övmekten kinayedir.
Çünkü övgü dil ile olur.
Peygamber,
yüce, lütufkâr ve ikram sahibi, dosdoğru, âsi, veli, lutufkâr, zarar etmek kelimelerinde
oldukça güçlü bir seci' vardır.
[46]
"Kitapta
İbrahim'i de an." Onlara bu surede İbrahim'in kıssasını yahut haberini de
an ve oku. "Gerçekten o çok doğru sözlü" asla yalan söylememiş, son
derece doğru sözlü "bir peygamberdi". "Hani babasına"
Azer'e "demişti ki...": Azer putlara tapan birisi idi. Ona oldukça
yumuşak bir üslûpla: "Babacığım şeytana ibadet etme!" Aslında
putlara ibadet şeytana ibadettir. Çünkü bu ibadeti emreden odur. O bakımdan
putlara ibadet hususunda şeytana itaat etmen suretiyle sen ona itaat etmiş
olursun.
Tevbe
etmediğin takdirde de "şeytanın velisi olacaksın." Şeytanın yardımcısı,
onunla birlikte lanete uğrayan bir kimse yahut da cehennemde onunla birlikte
olacaksın "diye korkarım."
"Sen
benim ilâhlarımdan yüz çevirici misin1?" Onlardan hoşlanmıyor ve bunun
için onları ayıplıyor musun? "Eğer vazgeçmezsen" yani putlara dil
uzatmaktan, onlar hakkında ileri geri konuşmaktan vazgeçmezsen "seni
mutlaka taşlarım." Çirkin sözler söyleyerek sana hakaret ederim. Yahut
sana taş atarım. O bakımdan benden sakın. "Bir süre benden uzaklaş ve
yanımdan git." Uzun bir süre beni terk et.
"Selâm
olsun sana," benden. Bu, vedalaşma ve terk etme selâmı olup kötülüğe
iyilikle karşılık verme manası taşıyordu. Ben sana kötü bir şey yapmayacağım
ve artık bundan böyle de seni rahatsız edecek bir şeyi sana söylemeyeceğim.
"Senin için mağfiret isteyeceğim." Allah'tan senin için mağfiret
dileyeceğim, belki seni tevbe ve iman etmeye muvaffak kılar. Kâfire mağfiret
dilemenin gerçek mahiyeti, onun mağfiret olunmasını gerektiren şeylere
muvaffak kılınmasını dilemektir. "O bana lütuf ve ikramda
bulunmuştur." Bana iyilik ve ikramı alabildiğine ileridir. Benim duamı
kabul eder. Nitekim Hz. İbrahim vaadinde durmuştur. Şuarâ suresinde "...
babama da mağfiret buyur..." diye dua ettiği belirtilmektedir. (Şuarâ,
26/86).
"Sizden
ve sizin Allah 'tan başka taptıklarınızdan uzaklaşıyorum." Sizi ve
Allah'tan başka taptıklarınızı terk ediyorum. "Rabbime ibadet
ederim." Yalnızca O'na kulluk ederim. "Umulur ki, Rabbime ibadetimde
zarar etmem." Yaptıklarım boşa çıkmaz, sizin putlarınıza ibadetinizin
boşa çıktığı gibi olmaz. Sözün başında "umulur ki" denilmesi ise bir
alçakgönüllülük, duanın kabulünün ve amelin sevabının verilmesinin Allah hakkında
vacip değil, O'nun bir lütfü olduğuna dikkat çekmek içindir.
Şam'a
hicret etmek ve Arz-ı Mukaddes'e gitmek suretiyle "Onları ve Allah'tan
başka taptıklarını terk edince; biz ona İshak'ı ve Yakub'u bağışladık."
Ona kendileriyle teselli bulacağı bir oğul ve ondan da bir torun bağışladık.
Bunlar
ise Hz. İbrahim'in hanımı Hz. Sâra'dan olan oğlu İshak ve İshâk'tan olan torun
Yakub'dur.
"Onların
hepsini peygamber kıldık." Bu ikisine de yahut da onların hepsine de biz
peygamberlik bağışladık. "Ve biz onlara" üçüne
"rahmetimizden" mal ve evlat "bağışladık. Yüce bir dille doğru
olarak anılmalarını sağladık." Bütün din mensupları tarafından
övülmelerini sağladık.
[47]
Bu
Meryem süresindeki üçüncü kıssadır. Yüce Allah Hristiyanların sapıklıklarını
açıkladıktan sonra putlara tapanların sapıklıklarını söz konusu etmektedir.
Her iki kesimin ortak özelliği sapıklık olmakla birlikte bu ikincilerin sapıklığı
daha büyüktür. Çünkü surenin asıl amacı tevhidi, nübüvveti, öldükten sonra
dirilişi ve haşri ispatlamaktır. Tevhidi inkâr edenler ise iki kesimdir. Bir
kesim, Allah'tan başka canlı ve akıllı bir mabud bulunduğunu kabul etmektedir
ki, bunlar Hristiyanlardır. Diğer bir kesim ise Allah'tan başka canlı da
olmayan, akıllı da olmayan cansız varlıkların mabud olduğunu kabul etmektedir
ki, bunlar da putperestlerdir. Her iki kesimin tuttukları yolun batıl olduğunu
açıklamak amacıyla da önce birinci kesim, sonra ikinci kesim söz konusu
edilmiştir.
Hz.
İbrahim kıssasının söz konusu edilmesinin sebebi ise onun Arapların atası
olmasıdır. Araplar da onun şeriat ve dinini kabul ediyorlardı: "Babanız
İbrahim'in dini" (Hacc, 22/78). Böylelikle Yüce Allah, Hz. İbrahim'in
babası Azer ile tartışmasını zikrederek Hz. İbrahim'in izlediği yolun mahiyetine
dikkatlerini çekmektedir.
Bakara
suresinde Hz. İbrahim kıssasını görmüş bulunuyoruz. Dikkat edilecek olursa
İbrahim (a.s.), Suyutî'nin de belirttiği gibi, 175 yıl yaşamıştır. Kendisiyle
4Hz. Adem arasında iki bin, onunla Hz. Nuh arasında ise bin yıllık bir süre vardır.
Peygamberler ağacı ondan dallanıp budaklanmıştır.
[48]
Hz.
İshak'm annesi Sara'dır. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. İshak kıssası ile ilgili olarak,
yalnızca meleklerin onun doğacağı müjdesini vermesinden, oldukça bilgili bir
evlat olduğundan, sahillerden bir peygamber oluşundan, Allah'ın onu mübarek
kılışından söz edilmektedir.
Yahudiler
ve Hristiyanlar Hz. İbrahim'in kurban etmek istediği evlâdının Hz. İshak
olduğunu iddia ederler. Halbuki Tevrat, -biraz sonra Hz. İsmail kıssasında
açıklayacağımız gibi- bu iddiayı da yalanlamaktadır.
Hz.
İshak 180 yıl yaşamış ve Habrun denilen yerde defnedilmiştir. Burası ise bu gün
el-Halil diye bilinen şehirdir. Burada el-Mekfile denilen mağarada medfundur.
[49]
Hz.
Yakub, İsrail lakaplı olup Hz. İbrahim'in torunu ve Hz. İshak'ın oğludur.
Dayısı Laban'ın iki kızı olan Lîe ve Râhîl ile Feddân Arâm'da evlenmiştir.
Daha
sonra bu ikisine ait iki cariye olan Zülfa ve Belhâ ile evlenmiştir. Filistin'de
doğan Bünyamin müstesna, Aramda doğan bütün çocukları bu kadınlardandır.
[50]
Bu,
Hz. Zekeriyya ve Yahya ile Hz. İsa ve Meryem kıssalarından sonra bu surede yer
alan üçüncü kıssadır. Bilindiği gibi bu surenin maksadı tevhidi, peygamberliği
ve haşri açıklamaktır. Tevhidi inkâr edenler ise Allah'tan başka bir mabudun
varlığını kabul ederler. Bunlar da iki kesimdirler. Bu kesimlerden birisi Yüce
Allah'ın dışında diri ve akıllı bir mabudun varlığını kabul eden
Hristiyanlardır. Diğer kesim ise Allah'tan başka, cansız ve akıl sahibi
olmayan, şuursuz bir mabudun varlığını kabul eden putperestlerdir.
Her
iki kesimin ortak özelliği sapıklık olmakla birlikte, birinci kesimin sapıklığı
daha büyüktür. İşte Şanı Yüce Allah birinci kesimin sapıklığını açıkladıktan
sonra puta tapanlar olan ikinci kesimin sapıklığını söz konusu etmektedir.
[51]
"Kitapta
İbrahim 'i de an. Gerçekten o çok doğru sözlü bir peygamber idi." Bu daha
önce geçen Yüce Allah'ın: "Kitapta Meryem'i de an." buyruğuna
atfe-dilmiştir ki, bu da Yüce Allah'ın: "Bu, Rabbinin kulu Zekeriyya ya
rahmetini anı-şıdır." buyruğuna atfedilmiştir. Ey Peygamber! O çok doğru
sözlü, Rahmân'm Halil'i, peygamberlerin atası İbrahim'i de an ve sana indirilen
bu kitapta insanlara onun haberini oku. O çok doğru sözlü birisiydi. Allah'ın
ayetlerini bütün gücüyle tasdik edendi. Kavmini Allah'ı tevhid etmeye, putlara
ibadeti terk etmeye çağırmıştı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Hani babasına demişti: Babacığım! İşitmez, görmez, sana fayda vermez
şeye niçin ibadet edersin?" İbrahim'in oldukça yumuşak, uyanık bir akıl
ve kesin bir delil ile babası Azer'e şu sözleri söylediğini hatırla: Babacığım!
Niçin kendisine yaptığın duayı işitmeyen, ona yaptığın ibadeti görmeyen, sana
bir fayda sağlayaman sana ve gelecek bir zararı da önleyemeyen şeyler olan
cansız putlara ibadet ediyorsun?
"Babacığım,
ilimden sana gelmeyen bana geldi. Sen bana uy ki, sana dosdoğru yolu
göstereyim." Babacığım! Her ne kadar ben senin sulbünden gelip yaşça
senden daha küçük isem de şunu bil ki, ben Allah'tan gelen bir ilme sahip
bulunuyorum. Bu bilgiyi sen bilmiyorsun. Sen böyle bir şeyden haberdar
değilsin. Böyle bir bilgi sana gelmiş değildir. O bakımdan benim bu çağrıma uy!
Seni, isteğine ulaştıracak, hoşa gitmeyen ve korkulan her şeyden koruyacak
dosdoğru bir yola ileteceğim.
İletmekten
(hidayetten) maksat ise delili açıklayıp gereken şekilde onu ayan beyan ortaya
koymaktır. Hz. İbrahim'in: "Bana uy" ifadesi farz kılıcı bir emir
değil, irşad edici bir emirdir. Bu karşılıklı konuşma, Hz. İbrahim'e peygamberliğin
gelmesinden sonra olmuştur. Dikkat edilecek olursa babasını cahillikle
nitelendirmiyor, kendisini de eksiksiz bir bilgiye sahip olmakla nitelemiyor
ki, babası ondan nefret etmesin. "O sadece sana verilmemiş olan bir miktar
ilim bana verilmiştir" demekle
yetindi.
"Babacığım!
Şeytana ibadet etme. Muhakkak şeytan Rahman'a asi olmuştur. " Babacığım!
Bu putlara ibadet etmek suretiyle şeytana itaat etme. Çünkü onlara ibadete
çağıran yolu açan ve bu işe razı olan şeytandır. Nitekim Yüce Allah başka
yerlerde şöyle buyurmaktadır: "Ey Ademoğulları! Şeytana tapmayın. O sizin
için apaçık bir düşmandır diye size açıklamadım mı? (emretmedim mi?)"
(Yâsîn, 36/60); "Onlar onu bırakıp yalnız dişilere taparlar. Onlar ancak
inatçı bir şeytana tapmış olurlar." (Nisa, 4/117).
Şeytana
itaat etme. Çünkü putlara tapmak, şeytana itaatin bir parçasıdır. Şeytan ise
Adem'e secde emrini terk ederek Rabbine karşı büyüklük taslamış, emre muhalefet
etmiş, isyankâr birisidir. İsyankâr birisinden ise nimetler çekilip alınır ve
sıkıntılar, azaplar gelip onu bulur. Bundan dolayı Rabbi onu kovup rahmetinden
uzaklaştırmıştır. Sen ona uyma, onun gibi olursun. Çünkü putlara tapmayı hiç
bir akıl kabul etmez. Fakat putlara tapmak şeytanın vesvese ve aldatmalarından
ortaya çıkar. O bakımdan putlara ibadet ona ibadettir. Onun aldatmalarına
itaattir. Şeytan ise Adem ve soyundan gelenlerin düşmanıdır. Size kötülükten
başka bir şey dilemez.
"Babacığım!
Rahmanın azabı sana dokunacak da şeytanın velisi olacaksın diye korkarım."
Babacığım! Şirk ve benim isteğime karşı gelmen dolayısıyla Allah'ın azabının
gelip seni bulmasından ve böylelikle şeytana veli ve dost olmandan, -onu veli
edinmen sebebiyle- cehennemde onunla birlikte olmandan korkarım. Bu, babasını
kötü akıbetten sakındırma ve bir uyarmadır. Çünkü böyle bir durumda onun
İblis'ten başka bir yardımcısı ve destekçisi olmayacaktır. Oysa o vakit
İblis'in de başkalarının da yapacakları bir şeyleri olmayacaktır. Hatta İblis'e
tabi olmak, cezanın o tabi olanı da kuşatmasını gerektirir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah'a andolsun ki, biz senden önceki ümmetlere de
peygamberler gönderdik. Şeytan yaptıklarını kendilerine süslü ve hoş
göstermişti. İşte o, bu gün de onların velisidir. Onlara çok acıklı bir azap da
vardır." (Nahl, 16/63).
Davetteki
bu edebe ve putlara ibadetin batıl oluşunu kesinlikle ortaya koyan bunca delil
ve belgeye rağmen babası Hz. İbrahim'e umulmadık bir şekilde cevap verdi.
"Dedi ki: Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz çevirici misin? Eğer
vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarım. Bir süre benden uzaklaş ve yanımdan
git." Hz. İbrahim'in babası oğlunun çağrısına şu sözleriyle cevap verdi:
Bu putlardan yüz çeviriyor ve başkalarına mı yöneliyorsun? Eğer sen bu putlara
ibadet etmek istemiyor, onları beğenmiyorsan, onlara sövmekten, dil uzatmaktan
vazgeç. Çünkü sen bu işten vazgeçmeyecek olursan şüphesiz seni taşlarım yahut
ben de sana hakaret ederim. Uzun bir süre benden uzak dur!
Dikkat
edilecek olursa baba oğluna sert bir karşılık vermiştir. Oğlu kendisine
"babacığım", dediği halde o oğluna "yavrucuğum" demeyerek,
onun oldukça yumuşak öğüdüne tehdit ve hakaretle karşılık vermiştir. Bu da
peygamber (s.a.)'in kavminden gördüğü eziyet ve işkencelere, amcası Ebu
Leheb'in kabalığına, Ebu Cehil'in de sert ve haşin tutumlarına karşı bir
tesellidir.
Bütün
bunlara rağmen Hz. İbrahim oldukça nazik bir şekilde şu sözlerle cevap verdi:
"Selâm olsun sana; Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim. Gerçekten o
bana lütuf ve ikramda bulunmuştur, dedi." İbrahim babasına şöyle cevap
verdi: Selâm sana. Bu, selâmlaşmak kasdı ile verilen bir selâm değildir; bir
ayrılma, vedalaşıp terk etme selâmıdır. Benden artık hoşuna gitmeyecek bir şey
görmeyeceksin, seni rahatsız etmeyeceğim. Buna sebep ise babalığına olan say-gımdır.
Nitekim Yüce Allah müminlerin nitelikleri ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Cahiller onlara hitap ettiğinde onlar, "Selâm", derler."
Furkan, 25/63); "Boş söz işittiklerinde yüz çevirirler ve derler ki: Bizim
amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizin olsun. Size selâm olsun, biz
cahilleri aramayız." (Kasas, 28/55).
Fakat
ben Allah'tan seni imana muvaffak kılmak, hayra iletmek suretiyle sana hidayet
verip sana mağfiret buyurmasını isteyeceğim. Şüphesiz Rabbim bana çok
lütufkârdır, bana karşı çok iyidir. Kendisine dua ettiğim vakit duamı kabul
eder. Şu buyruklar da bu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Ve babamı
mağfiret buyur. Çünkü o sapıtanlardandır." (Şuarâ, 26/86); "Rabbimiz
hesabın görüleceği gün bana, ana ve babama ve bütün iman edenlere mağfiret
buyur." (İbrahim, 14/41). Bütün bunlardan kasıt hidayet bulmalarını ve
sapıklığı terk etmelerini dilemektir.
Hz.
İbrahim'in babasına mağfiret dilemesi, daha önce babasının kendisine iman
edeceğine dair vermiş olduğu bir söz dolayısıyla olmuştur. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "İbrahim'in babasına mağfiret dilemesi ancak ona
verdiği bir sözden dolayı idi. Fakat babasının Allah'ın düşmanı olduğu belli
olunca ondan uzaklaştı..." (Tevbe, 9/114).
İbni
Kesir'in görüşüne göre müşriklere mağfiret dilemek önceleri caizdi. Daha sonra
bizim şeriatimizde de nesholundu. İbrahim (a.s.), babasına uzun bir süre
mağfiret diledi. Şam'a hicret edip Mescid-i Haram'ı bina ettikten ve İsmail ve
İshak adındaki çocukları dünyaya geldikten sonra şu sözleriyle mağfiret
dilemişti: "Rabbim, hesabın görüleceği günde bana, ana babama ve müminlere
mağfiret buyur." (İbrahim, 14/41). Müslümanlar da İslâm'ın ilk dönemlerinde
müşriklerden olan akraba ve yakınlarına mağfiret dilemiştir. Bu hususta da
İbrahim el-Halü'e uymuşlardır. Bu durum, Yüce Allah'ın şu buyrukları nazil
oluncaya kadar devam etmiştir: "İbrahim'de ve onunla birlikte olanlarda sizin
için gerçekten alınacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine:
"Şüphesiz bizler sizden ve Allah'tan başka ibadet ettiğiniz şeylerden
uzağız" demişlerdi... İbrahim'in babasına: "Muhakkak senin için
mağfiret isteyeceğim. Şu kadar var ki, Allah'ın azabına karşı sana bir şey
yapmak imkânım yoktur" sözü müstesna." (Mümtehine, 60/4). Siz bu söz
dışında İbrahim'e uyunuz, fakat bu hususta ona uymayınız. Daha sonra Yüce
Allah, Hz. İbrahim'in mağfiret dilemekten vazgeçtiğini açıklamakta ve bu
konudaki şer'î hüküm, Yüce Allah'ın şu buyruğunun delâletine uygun olarak nihaî
şeklini almış bulunmaktadır: "Müşriklerin o çılgın ateşliklerden
oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra akrabaları dahi olsa onlara,
peygamberin ve müminlerin de mağfiret dilemeleri olacak şey değildir."
(Tevbe, 9/113)[52]
Hülâsa,
hayatta oldukları sürece (kâfirlere) hidayet ve imana muvaffakiyet talebi
anlamında mağfiret dilemekte bir mahzur yoktur. Şirk ya da küfür üzere ölümden
sonra ise böyle bir dilek yasaktır. Bazı kimselerin kâfir olduğunu bile bile
"rahmetlik filan" diye anılmaları da caiz değildir.
Daha
sonra Hz. İbrahim Şam tarafına hicret etmeyi kararlaştırdı: "Ben sizden ve
sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzaklaşıyorum. Rabbime ibadet ederim.
Umulur ki, Rabbime ibadetim sayesinde zarar etmem." Sizden uzaklaşıyor ve
dinim ile, sizden sizin taptıklarınızdan uzaklaşarak hicret ediyorum. Çünkü siz
benim öğüdümü kabul etmediniz. Buna karşılık ona hiç bir şeyi ortak koşmaksızın
bir ve tek Rabbime ibadet ediyor, ondan başkasına ibadetten uzak duruyorum.
Rabbime dua ve ibadetim dolayısıyla -sizin şu duanızı işitmeyen, size fayda da
zarar da veremeyen bu putlara ibadetiniz dolayısıyla zarar ettiğiniz gibi-
zarara uğramayacağımı ümid ediyorum.
Ayette
"umulur ki" ifadesi alçakgönüllülük olmak üzere zikredilmiştir. Yüce
Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Kıyamet gününde günahımı bağışlamasını
ümid ettiğim de O'dur." (Şuarâ, 6/82). Bu gibi durumlarda bundan kesinlik
kastedilir. Çünkü o (İbrahim aleyhisselâm), peygamberlerin atasıdır. Aynı
şekilde "zarar etmem" buyruğunu da alçakgönüllülük olmak üzere zikretmiştir.
Bu ifade de onların, daha önce babasına söylemiş olduğu şu sözlerde belirtilen
putlarına dua ve ibadetlerinde bedbaht olmalarına da bir işaret vardır. Çünkü
Hz. İbrahim babasına: "Babacığım işitmez, görmez, sana hiç bir fayda
vermez şeye niçin ibadet edersin?" demişti.
Hz.
İbrahim niyet edip kararlaştırdığı şeyi gerçekleştirince Yüce Allah onun
umduğunu ve duasını gerçekleştirdiğini ifade ederek şöyle buyurmaktadır:
"Onları
ve Allah'tan başka taptıklarını terk edince biz ona İshak'ı ve Yakub'u
bağışladık; onların hepsini peygamber kıldık." İbrahim el-Halil, babası
ve kavmini bırakıp kendi ülkesini ve onların dinini terk ederek Allah yolunda
dinini açığa vurabilme gücünü elde edeceği Beytülmakdis topraklarına hicret
edince, Allah ona önceki kavminden daha hayırlılarını verdi. Sâre ile evlendikten
sonra ona İshak'ı ve İshak'm oğlu, torunu Yakub'u bağışladı. Kendilerinden
ayrıldığı akrabaların yerine ona bunları verdi. Ayrıca Yüce Allah Hz. İshak'ı
da Hz. Yakub'u da peygamber kıldı; bununla Yüce Allah Hz. İbrahim'in gözlerini
aydınlatmış oldu. Bütün peygamberler bu ikisinin soyundan geldi. Bütün din
mensupları İbrahim ve onunla birlikte İshak ve Yakub'dan (hepsine selâm olsun)
saygı ve övgü ile söz eder.
"Ve
biz onlara rahmetimizden bağışladık. Yüce bir dille doğru olarak anılmalarını
sağladık." Lütuf ve rahmetimizden onlara peygamberlik, mal, evlât ve kitap
verdik. Ayrıca kullar tarafından onların güzel bir şekilde övülmelerini
sağladık. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Benden
sonrakiler arasında da benim için güzel övgü takdir buyur." (Şuarâ,
26/84). İb-ni Cerîr şöyle der: "Burada Yüce Allah'ın: "Yüce bir
dil" diye buyurmasının sebebi şudur: Bütün dinlerin mensupları onları
överler ve onları medhederler.
(Allah'ın salât ve selâmı hepsine olsun.)
Ayrıca
Araplar da Hz. İbrahim'in soyundan gelip İbrahim'in dini üzere olduklarını
ileri sürdüklerinden dolayı Allah onlara Hz. İbrahim'in kıssasını öğüt
alsınlar, ibret alsınlar diye zikretmiş bulunmaktadır.
[53]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususlara delil gösterilebilir:
1- Hz. İbrahim kıssasının zikredilmesinin üç sebebi vardır: Birinci
sebep: İbrahim (a.s.), Arapların atasıdır.
Onlar
Hz. İbrahim'in şanının yüceliğini, dininin temizliğini kabul ediyorlardı. Yüce
Allah peygamberine şöyle buyurdu: Sen onlara Kur'ân-ı Kerim'de İbrahim'in
durumunu oku, çünkü bunlar onun soyundandırlar. İbrahim Hanîf bir Müslümandı;
asla Allah'a ortak koşmadı. Eğer sizler gerçekten atalarınızı taklit edenler
iseniz putlara ibadeti terk konusunda İbrahim'i taklit ediniz. Eğer sizler
delil getiren kimseler iseniz işte İbrahim'in sözünü ettiği şu delillere
ibretle bakınız ki, putlara ibadetin tutarsızlığını göresiniz.
Özetle:
Artık taklit yoluyla ister delil getirmek suretiyle siz İbrahim'in yoluna
uyunuz! Başka bir şey yapmamalısınız, yapamazsınız. Hem neden Allah'a ortak
koşuyorsunuz ki? "Nefsini sefahate bırakandan başka kim İbrahim 'in dininden
yüz çevirir?" (Bakara, 2/130).
İkinci
sebep: Rasulullah (s.a.)'m döneminde bir çok kâfirler şöyle derlerdi: Bizler
nasıl babalarımızın ve atalarımızın dinini terk edebiliriz? Yüce Allah onlara
İbrahim (a.s.)'in kıssasını söz konusu ederek onun babasının dinini terk
ettiğini ve babasının iddiasını çürüttüğünü açıkladı. O halde siz de onun gibi
olunuz.
Üçüncü
sebep: Kâfirlerin bir çoğu taklide sımsıkı sarılıyor ve delil getirmeyi kabul
etmiyorlardı. Nitekim Yüce Allah onlar hakkında bize şunu nakletmektedir:
"Dediler ki: Şüphesiz biz atalarımızı belli bir din üzere bulduk..."
(Zuhruf, 43/22); "Dediler ki: Biz atalarımızı bunlara tapar bulduk."
(Enbiya, 21/53). Yüce Allah Hz. İbrahim hakkında delil getirme yoluna sımsıkı
sarılmayı naklederek bu taklitçi yolun tutarsızlığına dair dikkatlerimizi
çekmiş oluyor.
2- Yüce Allah İbrahim (a.s.)'i çok doğru sözlü bir peygamber olmakla nitelendirmektedir.
O, son derece doğru bir peygamberdi. Son derece doğru kimse, doğruluğu âdet ve
alışkanlık haline getirmiş veya bu hususta ünleninceye kadar hakkı her zaman
tasdik etmiş kimsedir.
3- Hz. İbrahim'in babası ile konuşması esnasında son derece edepli, nazik
ve şefkatli olduğunu görüyoruz. O babasının şefkat ve merhamet duygularını
harekete getirmek üzere "babacığım" sözünü tekrarlayıp duruyordu.
Çağrısına olumlu karşılık vereceğinden ümidini kesince: "Sana selâm olsun!"
diyerek ona bilinen şekliyle selâm değil de ayrılıp vedalaşma selâmı verdi.
"Senin için Rab-bimden mağfiret dileyeceğim, ondan sana hidayet vermesini
isteyeceğim." dedi. Babasıyla konuşmasının tümünde babasının küfür üzere
kalmasından, cehennemde azap görmesinden oldukça korkardı.
Babası
Azer ise kendisini yükseklerde görüyor, yüksek perdeden konuşuyor, sövüp
sayıyor, ilişkileri koparmak ve taşlamakla tehdit ediyordu.
4- İbrahim (a.s.) üç bakımdan putların kusurlu olduklarını söylemiştir:
Putlar işitmez, görmez ve insana hiç bir faydası dokunmaz. Babasına adeta şöyle
demiş gibidir: Ulûhiyyet ancak Rabbimindir. Çünkü O işitir, dua edenin duasına
karşılık verir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ben sizlerle
birlikteyim, işitir ve görürüm." (Tâ-Hâ, 20/46). Ayrıca Yüce Rabbimiz
ihtiyaçları da görür: "Darlık ve sıkıntı içerisinde olan, bana dua
ettiğinde duayı kabul edip de..." (Nemi, 27/62).
5- İnsan, şeytanın durmaksızın kalbine sokmaya çalıştığı küfürde ona itaat
etmemelidir. Her kim herhangi bir masiyette şeytana itaat ederse, ona ibadet
etmiş olur. Şeytan, her zaman Rabbine isyan ve emirlerine muhalefet edendir.
6- Hz. İbrahim, babası Azer'i küfür ve küfrün akıbetlerinden sakındırarak
şöyle demişti: Ben senin küfür üzere ölmenden korkarım. O takdirde sana azap
isabet edecek ve sen cehennemde olacaksın.
7- İlim adamlarının cumhurunun görüşüne göre kâfire öncelikle selâm verilmez.
Çünkü selâm bir ikramdır, kâfir ise ikrama lâyık değildir. Buharî ve Müslim,
Ebu Hureyre (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet ederler:
"Yahudi ve Hristiyanlara öncelikle siz selâm vermeyiniz. Onlardan herhangi
birisiyle karşılaştığınız vakit yolun en dar bölümünden yürümek zorunda
bırakınız." Belki de bu hadis-i şerif Yahudilerin -bazı ilim adamlarının
da işaret ettiği gibi- Rasulullah (s.a.)'ı öldürmek üzere komplo
hazırlamalarının akabinde muayyen bir vakıa dolayısıyla da varid olmuş
olabilir.
Süfyan
b. Uyeyne ise kâfirin selâmını ve kâfire öncelikle selâm verilmesini caiz
görmüştür. İbni Uyeyne'ye: Kâfire selam vermek caiz midir? diye sorulmuş; oda
"Evet", demiştir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizinle
din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkartmamış olanlara iyilik yapmanızı
ve onlara adaletli davranmanızı Allah size yasaklamaz. Çünkü Allah adaletle
davrananları sever." (Mümtehine, 60/8). Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İbrahim'de... gerçekten sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır."
(Mümtehine, 60/4). İbrahim babasına: "Sana selâm olsun." demiştir.
Ayrıca bunu Buharî ile Müslim'de yer alan ve Üsame b. Zeyd'den gelen bir başka
hadis-i şerif de desteklemektedir. Buna göre Rasulullah (s.a.) putlara tapan
müşriklerin, Yahudilerin ve Müslümanların karışık olarak oturduğu bir mecliste
bulunanlara selâm vermiştir. Bunlar arasında Abdullah b. Ubeyy b. Selul da
vardı. Taberî de şöyle der: Seleften rivayet edildiğine göre onlar Kitap Ehline
selâm veriyorlardı. İbni Mes'ud da yolda kendisine arkadaşlık yapan bir
Dihkan'a (İran toprak ağası) bu şekilde davranmış ve şöyle demiştir:
"Arkadaşlığın hakkı vardır." Ebu Ümame de evine giderken yolda ister
Müslüman ister Hris-tiyan; ister küçük ister büyükle karşılaşsın, mutlaka ona
selâm verirdi. Bu hususta ona soru sorulunca şöyle dedi: "Biz selâmı
yaymakla emrolunduk." Evzaî'ye, kâfirin yanından geçip kâfire selâm veren
bir müslümanm durumu hakkında soru sorulmuş; o da şu cevabı vermiştir:
"Sen selâm verecek olursan şunu bil ki, senden önceki salihler de
(böylelerine) selâm vermiştir. Eğer selâm vermeyi terk edecek olursan, şunu bil
ki, senden önceki salihler de (böylelerine selâm vermeyi terk etmiştir."
Kâfirlere
mağfiret dilemeye gelince: Bunu buradaki ayet-i kerimelerin tefsirini yaparken
açıklamış bulunuyoruz. Bunun da özeti şudur: Ölümden sonra kâfirlere mağfiret
dilemek caiz değildir, fakat hidayet ve doğruluk bulmalarını istemek anlamında,
hayatta iken onlara mağfiret dilemek caizdir. Kâfirlere mağfiret dilemenin caiz
olmayışına delil ise daha önce kaydettiğimiz şu iki ayet-i kerimedir:
"Müşriklerin cehennemliklerden oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra
akrabaları dahi olsalar peygamberin de müminlerin de onlara mağfiret dilemeleri
olacak şey değildir." (Tevbe, 9/113); "İbrahim'in babasına: Muhakkak
senin için mağfiret dileyeceğim., sözü müstesna." (Mümtehine, 60/4). Yani
bu hususta İbrahim'e tabi olmayınız.
8- Râzî şöyle der: Şunu bil ki, kimse Allah için yaptığı davranışından
dolayı zarar etmez. İbrahim (a.s.), dinleri ve ülkelerinde onlarla birlikte
bulunmayıp kavminden ayrılınca, Rabbinin rızası için onun emrettiği yere
hicreti tercih edince, dünyada da ahirette de bunun İbrahim'e bir zararı
olmadı, aksine ona faydalı oldu. Allah bunun yerine ona peygamber evlâtlar
verdi. Bu ise dünya ve ahirette en büyük nimetlerdendir. Diğer taraftan Yüce
Allah onlara peygamberliği bağışlamış olmakla birlikte pek çok mal, mevki,
tertemiz nesil, salih bir zürriyet de bağışlamış ve onlar hakkında da şöyle
buyurmuştur: "Yüce bir dille doğru olarak anılmalarını sağladık." Biz
onların güzel bir şekilde öğülmelerini sağladık. Çünkü bütün din mensupları
onlardan güzel bir övgü ile söz eder[54]
51- Kitap'ta Musa'yı da an. O ihlâsa erdirilmiş
ve gönderilmiş bir peygamberdi.
52- Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik. Özel
olarak konuşmak için onu yaklaştırdık.
53-
Ve rahmetimizden ona kardeşi Harun'u da
bir peygamber olarak bağışladık.
"İhlâsa
erdirilmiş", kirliliklerden arındırılmış, seçilmiş, süzülmüş demektir. Bu
(muhlasan) kelimesi lâm harfi esreli olarak (muhlisan) şeklinde de okunmuştur.
O takdirde anlamı "ibadetinde şirk ve riyadan uzak, ihlâslı, mu-vahhid,
kendisini Allah'a teslim etmiş" olur.
"Ona
Tûr'un sağ yanından seslendik." Dağın sağ yönünden: "Ey Musa,
şüphesiz ben Allah'ım", diye nida ettik. Dağın sağ yanı ise Hz. Musa'nın
Med-yen tarafından gelişi esnasında Musa'nın sağına bakan taraftır. İlâhî kelâm
ona o yönden geldi. Tür ise Mısır ile Medyen arasındaki dağdır.
"Özel
olarak konuşmak için onu yaklaştırdık." Ona kelâmımızı vasıtasız olarak
işittirmek suretiyle konuşmak üzere ve onun kerem ve şerefini arttıracak
şekilde yaklaştırdık, demektir.
"Ve
rahmetimizden..." nimetimizden, yani ona rahmet ettiğimizden dolayı
"kardeşi Harun'u" ona yardımcı ve destek olması için, "peygamber
gönderdik." Bu ise onun: "Bana ehlimden bir yardımcı kıl"
(Tâ-Hâ, 20/29) duasını kabul etmek için bağışlandı. Hz. Harun, Hz. Musa'dan
yaşça daha büyüktü.
[55]
İşte
bu, Hz. Musa'nın da Hz. İbrahim gibi şirk ve riyadan uzaklaşıp ibadetini
ihlâsla Allah'a yaptığını, kendisini Yüce Allah'a teslim ettiğini, aynı şekilde
kardeşi Harun'un da onun gibi olduğunu, Araplara da başkalarına da haber vermek
üzere bu surede yer alan dördüncü kıssadır. İbni Abbas (r.a.) şöyle der: Harun
(a.s.) Musa (a.s.)'dan yaşça daha büyüktü. Allah peygamberliği ona bağışlamıştı:
Onun şahsına ya da kardeşliğine değil. Bu bağışlamasını da şu sözlerindeki
duasını kabul etmek üzere yapmıştı: "Bana ehlimden bir yardımcı kıl.
Kardeşim Harun'u, onunla sırtımı pekiştir." (Tâ-Hâ, 20/29-31). Yüce Allah
onun bu isteğini kabul buyurdu: "Ey Musa istediğin sana verilmiştir."
(Tâ-Hâ, 20/36); "Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz." (Kasas,
28/35).
[56]
"Kitap'ta
Musa'yı da an." Yüce Allah İbrahim Halil'i'söz konusu edip onu övdükten
sonra Kelimullah Hz. Musa'yı söz konusu ederek: "Ya Muhammed! (s.a.)
Kitapta kavmine sana haber vereceğim Musa'nın niteliklerini zikret ve oku"
buyurmuştur. Bu beş nitelik şunlardır:
1- "O ihlâsa erdirilmiş." Biz onu seçkin, süzülüp seçilmiş
kıldık. Küçüğüyle büyüğüyle günahlardan temizleyerek arındırdık. Nitekim Yüce
Allah şöyle bu-
r
yutmaktadır: "Ey Musa! Risaletlerimle, seninle konuşmamla seni insanlar
arasından seçtim (onlara üstün kıldım)." (A'râf, 7/144). Burada
"ihlâsa erdiriliş" anlamındaki "muhlas" kelimesi esreli
olarak "muhlis" şeklinde de okunmuştur ki, "tevhid ve ibadette
Allah'a ihlâsla bağlanmış" demektir. İhlâs ise ibadetini yalnızca gerçek
mabud olan Allah'a yapmak, ibadetinde yalnızca onu kastetmektir. es-Sevrî Ebû
Lübâbe'den şöyle dediğini nakleder: "Havariler: Ey Ruhullah! Bize Allah'a
karşı ihlâslı olanın durumunu bildir, dediler. Şöyle buyurdu: Allah için amel
eden ve insanların (bundan dolayı) kendisini övmelerini istemeyendir."
2- "Gönderilmiş bir peygamberdi." Allah ona iki niteliği
birlikte vermişti. O ulü'1-azm olan ve sayıları beşi bulan rasullerin
büyüklerindendi; diğerleri de Nuh, İbrahim, İsa ve Muhammed'dir. Hepsine
Allah'ın salât ve selâmı olsun. Allah onu kullarına davetçi, müjdeleyici,
uyarıp korkutucu olarak gönderdi, o da Allah'ın şer'î hükümlerini bildirerek
insanlara haber verdi.
Rasul,
Allah'ın kendisine bir şey vahyedip onu tebliğ etmesini emrettiği ve
beraberinde şeriatının yazılı bulunduğu kitabı bulunan peygamberdir: Hz. Musa
(a.s.) gibi. İster ona bağımsız bir kitap indirilmiş olsun, isterse de ondan
öncekinin kitabı olsun. Nebi ise Allah'ın kendisine Allah'tan aldığını haber
vermekle emro-lunduğu bir şeriati vahyettiği ve peygamberine bu şeriati haber
veren, bununla birlikte beraberinde ayrıca kitap bulunmayan peygamberdir: Yûşâ
(a.s.) gibi.
3- "Ona Tûr'un sağ yanından seslendik." Onunla Tûr'un, Musa'nın
sağ yanından yahut da bizzat Tûr'un sağ tarafından Medyen'den gelip Mısır'a
doğru gittiği sırada konuştuk. Artık o bundan sonra Allah'ın Kelimi (onunla
konuşan kişi) ve rasul oldu. Biz Firavun hanedanını da suda boğduktan sonra
onunla orada sözleştik. Ona Tevrat adlı kitabı indirdik. Seslenmenin Hz.
Musa'nın sağ tarafından olması daha sahihtir. Çünkü dağların sağı da yoktur,
solu da.
4-
"Özel olarak konuşmak için
onu yaklaştırdık." Biz onu makam ve mevki itibariyle daha bir
şereflendirmek ve daha bir yakınlaştırmak suretiyle onunla konuşacak şekilde
yaklaştırdık ya da bizimle konuştuğu vakit onu yakınlaştırdık. Yüce Allah'ın:
"Konuşmak için" buyruğu hitap esnasında gizlice konuşmaktan gelmektedir.
Yani artık o ruhî âlemde Yüce Allah'a mevki itibariyle oldukça yakınlaşmış
oldu.
5- "Ve rahmetimizden ona kardeşi Harun'u da bir peygamber olarak
bağışladık. ": Biz ona lütuf ve nimetimizden bağışta bulunarak kardeşi
Harun'u Rabbinden şu istekte bulunduğu vakit peygamber kıldık: "Bana aile
halkımdan kardeşim Harun'u vezir kıl. Onunla sırtımı pekiştir ve onu işimde
ortak
kıl."
(Tâ-Hâ, 20/29-32). Yüce Allah onun isteğini yerine getirdi, duasını ve kardeşi
hakkındaki şefaatini kabul etti. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "İstediğin
sana verildi ey Musa, diye buyurdu." (Tâ-Hâ, 20/36); "Senin pazunu
kardeşinle kuvvetlendireceğiz." (Kasas, 28/35).
Seleften
kimisi şöyle demiştir: Dünyada hiç bir kimse Musa'nın Harun hakkında peygamber
olmasını istemesinden daha büyük bir şefaatte (iltimasta) bulunmamıştır. Yüce
Allah buyurdu ki: "Ve rahmetimizden ona kardeşi Harun'u da bir peygamber
olarak bağışladık." İbni Abbas Harun'un Hz. Musa'dan dört yaş büyük
olduğunu söyler.
[57]
Bir
rasul, ulü'1-azm mertebesine ancak üstün bir takım esaslar, eşsiz ve yüce bir
takım özelliklerle ulaşabilir. İşte Hz. Musa'nın bazı özellik ve nitelikleri:
Rabbi onu ihlâsa erdirip seçmiştir. O bakımdan Hz. Musa ibadetinde Yüce Allah'a
ihlâsa erdirilmiş, şirk ve riyadan uzak bir kimse idi. Allah onu bir şeriat ve
bir kitap sahibi, bir rasul ve salihlerden bir peygamber kıldığı gibi, vahiy
dışında da Rabbi onunla Medyen'den Mısır'a doğru gelirken sağ tarafından,
ağacın yanında o mübarek bölgede Tûr'un yan tarafından konuşmuştur.
Cenab-ı
Allah ile konuştuğu esnada -hükümdar ile özel olarak konuşmak için
yakınlaştırılmak gibi- kendisine şerefini yükseltmek, mevki ve kadrini yüceltmek
anlamında Rabbi de onu kendisine yakmlaştırdı. Yaşı itibariyle kendisinden
daha büyük ağabeyi Harun'u peygamber ve rasul kılmak suretiyle onun duasını
kabul ederek, ona nimet ve ihsanda bulundu. Bu ise her iki kardeşe de oldukça
büyük bir nimettir. Çünkü birinin gücünü diğeri ile artırdığı gibi, ilâhî
risaleti Firavun'a, onun hanedanına ve İsrailoğullarma tebliğ uğrunda da
biri-birlerini desteklemelerini, biribirleriyle yardımlaşmalarını sağladı.
[58]
54-
Kitap'ta İsmail'i de an. Çünkü o sözüne sadık idi ve hem bir rasul, hem bir
peygamberdi.
55- Ehline namaz kılmalarını, zekât vermelerini
emrederdi. Rabbi katında hoşnutluğa ermişti.
"O
sözüne sadık idi." Hz. İsmail burada ünlendiği bir özelliği ile söz konusu
edilmiştir. Çünkü neye söz verdiyse mutlaka o sözünü yerine getirmiştir. Söz
verdiği bir kimseyi tekrar aynı yere dönünceye kadar üç gün yahut daha uzun bir
müddet beklemiştir.
"Hem
bir rasul hem bir peygamberdi." Cürhüm kabilesine gönderilmişti. Bu,
rasulün müstakil bir şeriat sahibi olması gerekmediğini göstermektedir. Çünkü
Hz. İbrahim'in çocukları onun şeriatı üzere idiler.
"Ehline",
yani kavmine "namaz kılmalarını... emrederdi." Daha önemli olan ile
uğraşmak suretiyle. Bu ise insanın işe kendi nefsinden insanlar arasında
kendisine en yakın olanlardan öncelikle başlaması gerektiğini ifade eder.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Aşiretinin en yakın olanlarını
uyar." (Şuarâ, 26/254); "Ehline namazı emret." (Tâ-Hâ, 20/132);
"Kendinizi ve aile halkınızı öyle bir ateşten koruyunuz ki..."
(Tahrim, 66/6).
"Rabbi
katında hoşnutluğa ermişti." Söz ve davranışlarının doğruluğu sebebiyle
Rabbi katında hoşnutluğa ermiş kimse ise, bütün itaatlerinde en üstün
derecelere ulaşabilmiş kimse demektir.
[59]
Bu
Meryem suresinde yer alan beşinci kıssadır. Bu da Hz. İbrahim'in oğlu Hz.
İsmail'in kıssasıdır. Hz. İsmail, Allah'ın birliğini yayma, putperestlikle savaş,
putlara ibadete karşı mücadele hususunda babasının şeriati üzere idi. Hz.
İbrahim de bildiğimiz gibi Yemenlisiyle, Mudarlısıyla Arapların atasıdır.
Zemah-şerî şöyle der: İsmail, salâh ve ibadeti emretme hususunda işe kendi aile
halkından başlardı. Ta ki, onları daha sonra gelenlere ve diğerlerine uyulacak
bir örnek kılsın; çünkü bütün insanlar arasında kendisine en yakın olanlar
onlardı.
Yüce
Allah Hz. Musa kıssasını Hz. İsmail kıssasından önce zikretti. Böylelikle Hz.
Yakub ile onun soyundan gelen çocukları arasında ayrı bir bölüm gir-s meksizin ifadelerde tam bir insicam
gerçekleştirilmiştir.
[60]
İbrahim
(a.s.) rüyasında -ki peygamberlerin rüyası haktır- oğlunu Yüce Allah'a kurban
olmak üzere boğazladığını gördü. Bu çocuk ise, daha sahih ve daha kuvvetli
kabul edilen görüşe göre, Hz. İsmail'dir. Hz. İbrahim durumu oğluna arzedince o
bu ilâhî hükmü rıza ile kabul edip şöyle dedi: "Babacığım,
emrolun-duğunuyap. Allah'ın izniyle beni sabredenlerden bulacaksın."
(Sâffât, 37/102).
İşi
gerçekleştirmeye koyulup bıçakla oğlunu kesmeye girişince Allah ona bu işten
vazgeçmesini buyurdu. Yaptığı işin bu kadarının rüyasını tasdik için yeterli
olduğunu belirtti. Hz. İbrahim de kendisine yakın bir yerde bir koç bulup onu
oğlunun yerine fidye olmak üzere boğazladı. Ancak ayet-i kerimeler boğazlanmak
istenen bu çocuğun adını tayin etmemektedir. Fakat ayet-i kerimelerin akışı ve
bundan sonra Hz. İbrahim'in oğlu İshak'ın doğumu ile müjdelen-mesi,
boğazlanması istenenin Hz. İsmail olduğunu göstermektedir. Bunun ise Sâffât
suresi 99-113. ayetlerinde görüyoruz. Bu surede: "Biz de ona halim bir
oğlu olacağı müjdesini verdik." (101. ayet) buyurduktan sonra; "sonra
gelenler arasında ona (güzel bir övgü) bıraktık." (108. ayet) buyrukları
yer almaktadır. Buradaki zamir boğazlanmak istenen çocuğa aittir. Daha sonra
Yüce Allah: "Ve onu salihlerden bir peygamber olarak İshâk ile müjdeledik."
(112. ayet) buyurmaktadır. Boğazlanmak istenen çocuğun kıssasından sonra Hz.
İshak müjdesinin verilmesi de Hz. İshak'ın, boğazlanması emrolunan çocuktan
ayrı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zamirin boğazlanmak istenen çocuğa ait
olması ile birlikte, İshak adının da açıkça zikredilmesi boğazlanmak istenen
çocuk ile İshak'ın farklı olmasını gerektirir.
Yahudilerin
görüşüne göre boğazlanmak istenen Hz. İshak'tır. Böylece onlar, henüz daha
küçükken Rabbine itaat uğrunda kendisini feda edenin ataları olduğunu ileri
sürerek övünmek istemektedirler.
Boğazlanmak
istenenin bizzat Hz.İsmail olduğunu yine Tevrat'ın kendisi de ortaya
koymaktadır. Çünkü boğazlanmak istenen çocuk Hz. İbrahim'in biricik evladı
olmakla nitelendirilmektedir. Biricik evladı boğazlamaya yönelmek ise Allah'a
kulluğun bizatihi kendisidir. Hz. İshak ise hiç bir zaman Hz. İbrahim'in
biricik evladı olmamıştır. Çünkü Hz. İshak dünyaya geldiğinde Hz. İsmail
Tevrat'ta da açıkça belirtildiği gibi 14 yaşında idi. Hz. İsmail de Hz. İbrahim'in
vefatına kadar hayatta kalmış, onun vefat ve gömülmesinde hazır bulunmuştur.
Hz. İshak'ın boğazlanması ise Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e Yakub adında bir
torununun olacağı vaadine de aykırıdır. Diğer taraftan çocuğun boğazlanması
meselesinde yer Mekke'dir. Hz. İsmail ise ileride gelecek olan ve Buharî'de yer
alan hadiste belirtildiği gibi[61] daha
süt emen bir çocuk iken babası tarafından oralara götürülmüştür.
Zemahşerî
de Keşşafta zikrettiği: "Ben iki zebihin (boğazlanmak istenip de fidye ile
kurtarılanların) oğluyum (soyundan gelenim.)" hadisini de Hâkim, Menâkıb'
da rivayet etmiştir.
[62]
Mekke'de
Beytullah'tan sonra Kusay b. Kilâb'm döneminde İslâm'dan önce iki aşıra kadar
hiç bir bina kurulmadı. Kusayy, Daru'n-Nedve'yi inşa etti. Daha sonra
Kureyşliler Mescidin çevresinde inşaat yapmaya devam ettiler.
Buharî'de
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadınların kuşak sarmaya başlamaları İsmail'in annesi ile olmuştur. O,
Sara tarafından izleri görülmesin diye bir kuşak edinmişti. Daha sonra İbrahim
onu, oğlu İsmail ile birlikte süt emziriyor iken getirip Beyt'in yakınında
mescidin üst taraflarında Zemzem'in yukarısında büyük bir ağacın yakınında bıraktı.
O günde Mekke'de hiç bir kimse yoktu, orada su da yoktu. İbrahim ikisini orada
bıraktı. Yanlarına da içinde hurma bulunan bir çıkın ile su bulunan bir su kabı
bıraktı. Sonra İbrahim arkasını dönerek yola koyuldu. İsmail'in annesi arkasından
gidip: "Ey İbrahim! Nereye gidiyorsun? Hiç bir insanın ve hiç bir şeyin
bulunmadığı bir vadide bizi terk edip nereye gidiyorsun?" diye seslendi.
Bu sözü ona defalarca tekrarladığı halde İbrahim ona dönüp bakmıyordu. Sonra
ona: "Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" diye sorunca İbrahim:
"Evet," dedi. Bunun üzerine İsmail'in annesi: "O bizi zayi
etmez," deyip geri döndü.
İbrahim
yola koyuldu. Nihayet kendisini görmeyecekleri bir yer olan tepeye varınca
yüzünü Beytullah'a döndürüp ellerini kaldırıp şöyle dua etti: "Rab-bimiz!
Ben soyumun bir kısmını senin mukaddes olan Evinin yanında ekin bitmez bir
vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık sen
insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve kendilerini bazı
meyvelerle rızıklandır; umulur ki şükrederler..." (İbrahim, 14/37).
Annesi
İsmail'i emzirip o sudan içmeye koyuldu. Nihayet kaptaki su bitti. O da oğlu da
susuzluk çekmeye başladı. Onun kıvranmakta olduğunu gördü. Onu görmek
istemediğinden dolayı ayrılıp gitti. Safâ'nm bölgede kendisine en yakın tepe
olduğunu görünce üzerine çıktı, sonra vadiye dönüp birisini görür müyüm diye
baktı. Ancak kimseyi göremedi. Safâ'dan indi, aradaki vadiye ulaşıncaya kadar
yürüdü. Daha sonra üzerindeki elbisenin bir kenarını kaldırdı, ve bitkin düşmüş
bir insan gibi gayretle yürümeye çalıştı, nihayet vadiyi aştı sonra Mer-ve'ye
geldi. Merve üzerinde de durdu, kimseyi görür müyüm diye baktı, fakat kimseyi
göremedi. Bu işi de yedi defa tekrarladı."
İbni
Abbas şöyle der: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "İşte insanların (hacıların)
Safa ile Merve arasındaki sa'yleri burdan gelir."
Merve'ye
çıkınca bir ses işitti. Bir dinleyeyim, dedi yine kulak kabarttı, yine o sesi
işitti. Dedi ki: Senin sözün işitildi, eğer bir yardım yapabileceksen (haydi
yap). Ansızın Zemzemin çıktığı yerde meleği gördü. Melek topuğu ile -veya kanadıyla-
orayı su çıkıncaya kadar eşti. İsmail'in annesi suyu kabına doldurmaya başladı,
eliyle şöyle yapmaya koyuldu: Kabıyla sudan doldurmaya başladı, o da
doldurdukça kaynayıp taşıyordu." İbni Abbas şöyle der: Peygamber (s.a.) şöyle
buyurdu: "Allah, İsmail'in annesine rahmet buyursun. Zemzem'i bıraksaydı,
ya da sudan alıp doldurmasaydı, Zemzem kesilmeyen bir pınar olurdu."
Annesi
oğlunu emzirdi, melek de kendisine: "Zayi olmaktan korkmaymız. Çünkü
burada Allah'ın evi vardır. Şu çocuk ve babası onu bina edecektir ve şüphesiz
Allah ehlini zayi etmez" dedi... Hadis böylece devam eder.
[63]
İbrahim
(a.s.) zaman zaman oğlu İsmail'i ziyaret ederdi. Bu ziyaretlerden birisinde
Yüce Allah Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e Beyti inşa etme emrini verdi. Onlar da
bu emir üzerine Kabe'yi inşa ettiler. İnşa tamamlanınca Yüce Allah ona,
insanlara Allah'a ibadet etmek için bir ev inşa ettiğini ve onların bu Beyt-i
haccetmekle yükümlü olduklarını bildirmesini emretti. Hz. İbrahim ile İsmail de
Yüce Allah'tan yapmaları gereken ibadet yerini kendilerine göstermesini dilediler.
(Bu hususu açıklayan ayet-i kerimeler şunlardır: Bakara, 2/125-129; İbrahim,
14/35-37; Hacc, 22/26-37.)
Kabe,
Yüce Allah'a ibadet etmek üzere insanlar için yapılmış ilk binadır. (Âl-i
İmrân, 3/96-97)
[64]
Hz.
İsmail'in her birisi kabile başkanı olan 12 çocuğu vardı. 173 yıl yaşadı,
Mekke'de vefat etti. Annesi ile birlikte Beyt'in yakınlarında Hicr'de
defnedildi.
[65]
"Kitapta
İsmail'i de an." Ey peygamber! Kur'ân-ı Kerim'de İbrahim Halil'in oğlu
İsmail'in halini ve niteliklerini de söz konusu et. İsmail bütün Hicaz bölgesi
Araplarınm atasıdır. Bu ayetlerde Hz. İsmail'in dört niteliği söz konusu
edilmektedir:
1- "Çünkü o sözüne sadık idi." Verdiği sözü yerine getirmekte
oldukça titizlenmekle ün salmıştı. Allah'a veya insanlara ne kadar söz
verdiyse mutlaka onu yerine getirmiştir. Rabbine itaat türünden emrolunduğu hiç
bir şeye muhalefet etmezdi. İnsanlara herhangi bir şeyi vadettiğinde mutlaka o
sözünü yerine getirirdi. Onu ve babasının samimiyetini anlamak için
boğazlanmaya sabretmesi yeterli bir örnektir. O bu konuda verdiği söze bağlı
kalmıştır: "Allah'ın izniyle beni sabredenlerden bulacaksın."
(Sâffât, 37/102).
Verilen
sözde durmak her zaman ve her yerde övgüye değer niteliklerdendir. Verilen
sözde durmamak ise yerilen nitelikler arasında yer alır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz1?
Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah nezdinde büyük bir hışmı gerektirir."
(Saff, 61/2-3). Rasulullah (s.a.) da Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin Ebu
Hureyre'den yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Münafığın alâmeti
üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, ona bir
emanet verildiğinde hainlik eder." Bunlar münafıkların nitelikleri
olduklarına göre bunların aksi de müminlerin nitelikleridir. Verilen sözde
durmamanın Müslümanlar arasında özellikle de ticaretle uğraşanlar ve çeşitli
meslek erbabı arasında yaygınlık kazanmış olması üzülmeyi gerektiren hususlar
arasındadır.
2- "Ve hem bir rasul ve hem bir peygamberdi." Allah Hz.
İsmail'e bu iki sıfatı da vermişti. Tıpkı babası ve Musa (hepsine selâm olsun)
da olduğu gibi. O Mekke'dekilere gönderilmiş bir rasuldü. Onlara İbrahim'in
şeriatini tebliğ etmekle, Allah'ın indirdiğini onlara haber vermekle
yükümlüydü. Bu ise rasule bağımsız, başlı başına bir kitabın indirilmesinin
şart olmadığının delilidir. Ayrıca bu buyrukta Hz. İsmail'in kardeşi Hz.
İshak'tan daha üstün bir şerefe sahip olduğuna da delâlet vardır. Çünkü Hz.
İshak yanızca peygamberlikle nitelendirilmiş iken Hz. İsmail hem peygamberlik
hem risalet ile nitelendirilmektedir. Tirmizî'nin rivayetine göre Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah İbrahim'in çocuklarından
İsmail'i seçip üstün kıldı."
3- "Ehline namaz kılmalarını, zekât vermelerini
emrederdi." O ümmetine, aşiretine,
aile halkına oldukça önemli olan bu iki önemli şer'î ibadeti emrediyordu. O
Rabbine itaat üzere sabreden bir kimse idi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Pek yakın akrabanı korkut"
(Şuarâ, 26/214); "Aile halkına namaz kılmalarını emret ve sen de
ona (namaza devama) sabret." (Tâ-Hâ, 20/132). Yine Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Kendinizi ve aile halkınızı
öyle bir ateşten koruyunuz ki..." (Tahrîm, 66/6) Ebu Dâvud ve İbni Mace,
Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Geceleyin uyanıp da namaz kılan ve sonra da hanımını uyandıran, kalkmak
istemezse yüzüne su serpen bir kocaya Allah rahmet eylesin. Yine geceleyin
uyanıp da namaz kılan ve kocasını uyandıran, uyanmak istemezse yüzüne su serpen
bir hanıma da Allah rahmet buyursun." Yine Ebu Dâvud, Nesaî -ve lafız
kendisinin olmak üzere- İbni Mace'nin Ebu Said ve Ebu Hureyre'den rivayetlerine
göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bir koca geceleyin uyanır da
hanımını uyandırır, her ikisi ikişer rek'at namaz kılacak olurlarsa, Allah'ı
çokça anan erkekler ile çokça anan kadınlardan diye yazılırlar."
4- "Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti." Hoşnutluğa ermiş,
tertemiz, salih bir kimse idi. Rabbine itaatte kusurlu hareket etmeyen,
amelinden razı olunan bir kimse idi. O halde mümin kimsenin ona uyması gerekir.
[66]
Ayetlerde
zikredilen bu hususlar bir rasul ve bir peygamberin bir takım özellikleridir.
Bu rasul peygamber Arapların atası İbrahim Halil'in oğlu, kurban edilmek
istenen Hz. İsmail'dir. Daha tercihe lâyık görülen görüşe göre boğazlanmak
istenen odur, İshak değildir. Nitekim daha önce bu konuda Sâffât süresindeki
buyrukları zikretmiştik.
Yüce
Allah, sözünde durmak gibi bir özelliği de ona vermişti. Her ne kadar bu
özellik başka peygamberlerde de olmakla birlikte, onun bu özelliğe sahip olduğunun
belirtilmesi, şerefinin yüksekliğini ve şanının yüceliğini göstermek içindir.
Çünkü o verdiği sözde durma hususunda oldukça titizlik gösteren ve bununla ün
kazanmış birisi idi. Bu ise az önce belirtildiği gibi övülmeye değer bir
haslettir. Taberânî'nin el-Evsat adlı eserinde -zayıf olmakla birlikte- Hz. Ali
ve İbni Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Söz vermek borçtur."
Verdiği
sözü yerine getirmek insanlığın güzel bir yönü ve dinen vacip olan bir husustur.
Bununla birlikte kişi, mahkeme hükmü ile verilen sözün yerine getirilmesi için
mecbur tutulmaz. Bu farz değildir. Çünkü ilim adamları Ebu Ömer'in İbni
Abdilberr'den naklettiğine göre ittifakla şunu belirtirler: Bir kimseye
verilmek üzere vaad olunan bir miktar mal dolayısıyla o kimse diğer alacaklılar
gibi değerlendirilmez. Yani borçlu kimsenin (öldüğü takdirde) mallarında diğer
normal alacaklılar gibi ona pay verilmez. Çünkü bir kimsenin vermiş olduğu
söz, hiç bir zaman hukuki manada borç olmaz.
Şu
kadar var ki, borcunu tastamam ödeyen bir kimsenin övülmeye ve teşekküre değer
olduğunda da görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde, verilen sözü yerine
getirmemekten dolayı yerilmenin söz konusu olacağı konusunda da görüş ayrılığı
yoktur. Şanı Yüce Allah da sözünde durup adağını tastamam yerine getirenleri
övgü ile anmıştır.
İmam
Malik'in görüşüne göre ise verilen sözle vaad edilen şey herhangi bir
yükümlülüğün kapsamına giriyorsa yahut da onun adına borç ödeneceğine dair söz
verilmiş ise ve buna dair de iki şahit tespit edilebilirse böyle bir söz dolayısıyla
o kişinin ödemeyi vaad ettiği borcu ödemesi gereklidir.[67]
Diğer bir takım fukahanın görüşüne göre ise verilen bir sözü herhangi bir
şekilde yerine getirmek yükümlülüğü yoktur. Çünkü bunlar ariyet halinde
kabzedilemeyecek menfaatler türündedir. Ariyetin dışındaki akitlerde ise bunlar
henüz kabzedil-memiş eşya ve aynlardan ibaret hibe edilmiş şeylerdir. Böyle bir
kimsenin bunlardan geri dönme hakkı vardı.
Hz.
İsmail, Mekke'deki Cürhümlülere gönderilmiş bir rasul ve salih bir peygamberdi.
O kendi akrabaları olan Cürhümlülere ve çocuklarına namaz kılmalarını, zekât
vermelerini emrederdi. Rabbi nezdinde de razı olunmuş kabule maz-har olmuş bir
kimseydi. Bu ise öğülmenin nihai bir sınırıdır. Çünkü Allah katında rızaya
nail olmuş bir kimse en üstün derecelere ulaşmış bir kimse demektir.
Zekât
namaz ile birlikte zikredildiği takdirde bununla farz olan zekât (sadaka)
kastedilir. Bu Allah'a karşı yerine getirilmesi gereken bir itaattir. Eda
edilmesi halinde ihlâsı gerektirir, tıpkı namazın farz oluşu gibi.
Râzî'nin
de belirttiği gibi "ehl"in ifade ettiği anlam, şeriatı kendilerine
tebliğ etmesi gereken kimselerdir. Dolayısıyla bunun kapsamına onun bütün ümmeti
girmektedir. Çünkü kişinin özel olarak kendi ehli, yani aile halkına karşı
yerine getirmekle olduklarının hepsini, ümmetinin tümüne karşı da yerine getirmekle
yükümlüdür.[68]
56- Kitap'ta İdris'i de an. Çünkü o dosdoğru bir
peygamberdi.
57-
Onu yüce bir yere yükselttik.
"İdris"
(a.s.), Şifin torunu, Hz. Nuh'un babasının dedesidir. Asıl adı Ah-nûh'tur. Ona
İdris lakabının verilmesi ise çokça ders yapması sebebiyledir. Çünkü Yüce
Allah'ın ona otuz sahife indirdiği, ilk yazı yazanın, elbise dikip dikişli
elbise giyenin o olduğu rivayet edilmiştir. Ondan önce ise insanlar post giyerlerdi.
Yıldız bilgisi ile aritmetik üzerinde ilk inceleme yapan, aynı şekilde ilk
olarak ölçü ve tartı edinip silah kullananın da o olduğu rivayet edilmiştir.
Kullandığı silahlarla Kabil oğullarıyla çarpışmıştır. Hz. Adem'den sonra gönderilen
ilk rasulün o olduğu da rivayet edilmektedir.
"Onu
yüce bir yere yükselttik." Peygamberlik şerefi ile Yüce Allah nezdinde
yüceliğe mazhar kıldık. Yükseltilen yerin cennet olduğu söylendiği gibi,
dördüncü, altıncı veya yedinci semaya yükseltildiği de söylenmiştir. Birincisi
daha sahihtir.
[69]
Hz.
İdris kıssası, Meryem süresindeki altıncı kıssadır. İbret için zikredilmiştir.
Çünkü o Allah'ın dinine, tevhide, Yaradana ibadete davet etmiştir. İnsanları
ahirette azap görmekten dünyada salih amel işlemek suretiyle sakınmaya davet
etmiş, dünyaya karşı zühd ile davranmaya, adalet ile hareket etmeye teşvik
etmiş, namazı ve her aydan birkaç gün oruç tutmayı emretmiş, düşmanlara karşı
cihadı, zayıflara destek olmak üzere zekâtı emrettiği gibi cü-nüplükten
temizlenmeyi, köpek ve eşeğin pisliklerinden uzak durmayı öğütle-miş, sarhoşluk
veren her şeyi haram kılma hususunda işi sıkı tutmuştur.
Hz.
Adem ile Hz. Şiften sonra kendisine peygamberlik verilen ilk Ademoğlu odur.
Ona zaman itibariyle yakınlığı dolayısıyla Hz. Adem'in zürriyetin-den kabul
edilir. Çünkü o Hz. Nuh'un babasının dedesidir. Hz. İbrahim de Hz. Nuh'un
gemisinde bulunanların soyundan gelmiştir. Çünkü Hz. İbrahim Hz. Nuh'un oğlu
Şam'ın soyundan gelir. Müslim'in Sahih'inde İsra hadisinde rivayet edildiğine
göre Rasulullah (s.a.), Hz. İdris ile dördüncü semada karşılaşmıştır. Sahih
olan da budur. Buharî'de sözü geçen onun ikinci semada olduğuna dair husus
ise, bir vehim (yanılma)'dir.
Mısır'da
Menf denilen yerde doğmuş ve ona Hermesler Hermesi adı verilmiştir. Babil'de
doğduğu da söylenmiştir. İlk çağlarda Hz. Adem'in oğlu Hz. Şit'in ilmini
öğrenmiştir. Hz. Şit ise babasının dedesinin dedesidir. Mısır'da insanlara iyiliği
emredip münkerden alıkoymaya çağırdığı gibi Yüce Allah'a itaate de
çağırmıştır. Onlara şehir planlamasının nasıl yapılacağını da öğretmişti.
Hz.
İdris 82 yıl yaşadı. Yüzüğünün kaşı üzerinde: "Allah'a iman ile sabır,
zafere götürür" ve kuşandığı kuşağı üzerinde: "Bayram farzları
korumakla olur; şeriat ise dinin tamamı demektir. Dinin tamamı ise mürüvvetin
kemalin-dendir" sözleri yazılı idi. Cenaze namazı sırasında kuşandığı
kuşak üzerinde de şunlar yazılıydı: "Mutlu kimse kendisine bakandır. Rabbi
nezdinde kendisine şefaatçi olacaklar ise salih amelleridir." Onun bir
takım öğütleri ve uyulmasını emrettiği adabı da vardı.
[70]
Kalemle
ilk yazı yazan, elbise diken, dikişli elbise giyinen ilk kişi olup Hz. Nuh'un
büyük dedesi olan Hz. İdris'i Yüce Allah şu üç sıfatla nitelendirmektedir:
1- O çok doğru sözlü bir kimse idi. Yani her halükârda doğru söyler, Yüce
Allah'ın ayetlerini güçlü bir yakîn ile tasdik ederdi.
2- O, nebi ve rasul idi. Kendisine şeriat vahyedümiş ve bu şeriatı
kavmine tebliğ etmekle emrolunmuştu. Yüce Allah ona, Ebu Zerr yoluyla gelen
hadis-i şerifte belirtildiği gibi, otuz sahife indirmişti.
3- Yüce Allah onu yüce bir makama yükseltmiştir. Yani onun kadrini, şerefini
peygamberlikle yükseltmiş ve üstün bir makam sahibi kılmıştır. Nitekim Yüce
Allah peygamberi Muhammed'e şöyle buyurmuştur: "Senin zikrini yüceltti."
(İnşirah, 94/4). Müslim de Sahih'inde rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.)
İsra gecesinde dördüncü semada Hz. İdris ile karşılaşmıştır. Kadir ve kıymeti,
mevkisi büyük ve yüksek olanların dışındakiler elbette semaya yükseltilmezler.
Râzî'nin
görüşüne göre yüce bir yere yükseltilmek şeklindeki üçüncü nitelik, yüksek bir
mevkiye çıkartılması şeklindedir. Çünkü bir mekân ile birlikte sözü edilen
yükseklik, o mekânda yükseklik demek olur, derece itibariyle yükseklik değil.
Kanaatimce üstün olan görüş ise derece itibariyle yüksekliğin kastedildiğidir.
Çünkü anlatımda mekân ile mevki arasında bir fark yoktur. Nitekim filân kişi
sultan nezdinde yüksek bir yere sahiptir, denilmektedir.
Hz.
İdris'in mevkisinin yükseltiliş sebebine gelince: O çokça kulluk eden bir kimse
idi. Gündüz oruç tutar, geceleyin ibadet ederdi. Vehb b. Münebbih şöyle der:
İdris (a.s.)'in her gün yaptığı ibadeti kendi dönemindeki tüm insanların ibadeti
kadardı. Bu niteliklere sahip olan kimseler ise müminin kendilerine uyması
gereken örneklerdir. İhlâs sahipleri onların bu nitelikleriyle bezenmeli-dir.
Yüce Allah bizzat peygamberine öncelikle bunları emretmiş ve bunları emr ile
ona hitaba başlamıştır. Çünkü Peygamber, ümmetinin uyulacak örneğidir. Her
zaman için müminlerin en yüce önderidir.
[71]
58-
İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerden, Adem'in
soyundan, Nûh ile gemide taşıdıklarımızdan ve İbrahim ile İsrail'in neslinden
hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Rahman'ın ayetleri onlara
okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.
"İşte
bunlar..." Burada uzaktakiler için kullanılan işaret zamiri, onların
mevkilerinin yüksekliğinden dolayıdır.
[72]
"İşte
bunlar..." Bu surede Zekeriyya'dan İdris'e kadar sözü geçenler. "Allah'ın
kendilerine nimetler verdiği" türlü nimetler ihsan ettiği "Peygamberlerden
Adem'in soyundan..." Burada kasıt Hz. Adem'in soyundan gelen Hz.
İdris'tir. Çünkü zaman itibariyle ona pek yakındır ve Hz. Nuh'un büyük
de-desidir. "Nûh ile beraber gemide taşıdıklarımızdan" Hz. Nuh oğlu
Şam'ın soyundan gelen İbrahim "ve İbrahim ile ..." İbrahim'in
neslinden gelen, İsmail, İshak ve Yakub'dur. "israil'in neslinden" ki
Yakub ve onun soyundan gelen Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya ve İsa da
bunlardandır, "hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir."
Onlar arasında yer alırlar. "Seçtiğimiz" Peygamberlik ve şeref için
seçip ayırdıklarımız demektir. "Ağlayarak secedeye kapanırlardı."
İbni Mace, Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Kur'an-ı Kerim'i okuyun ve ağlayın. Ağlayamazsanız ağlar gibi yapınız,
ağlamaya çalışınız."
[73]
Yüce
Allah on peygamberden her birisini kendine has özellikleriyle söz konusu edip
övdükten sonra son olarak hepsini tek bir nitelik etrafında topladı. Bu ise
onlara peygamberlik nimetinin verilmesi, hayır yoluna iletilmeleri ve diğer
insanlar arasından seçilmeleridir. İbni Kesir şöyle der: Maksat yalnızca surede
sözü edilenler değildir; aksine bütün peygamberler söz konusudur. Şahıslar söz
konusu edildikten sonra bütün peygamberlere dair bu ek açıklamada
bulunulmuştur.[74]
"İşte
bunlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden... kimselerdendir.
" Surenin başından itibaren buraya kadar Zekeriyya'dan İdris'e kadar sözü
geçen bütün bu peygamberler ve de peygamberlerin hepsi, elçilik, kendisine
yakın olmak, nezdinde büyük bir mevkiye sahip olmak suretiyle Allah'ın nimet
ihsan ettiği kimselerdir. Allah insanlığa en üstün olsunlar diye kulları
arasından onları seçmiş, hidayete ve doğruya iletmiştir. Onlar Allah'a ibadet
ve itaat hususunda bütün insanlar için uyulacak en güzel örneklerdir. Onların
yolunda, onların metod ve ahlâklarına tabi olarak yürümek de insanlar için
kurtuluş vesilesidir.
"Adem'in
soyundan" yani insanlığın ilk atası olan Adem'den.
"Nuh
ile beraber gemide taşıdıklarımızdan..." İnsanlığın ikinci atası olan Nuh
ile birlikte gemide taşıdıklarımızın soylarından. Bunlar ise -haberlerde sabit
olduğuna göre- Hz. Nuh'tan önce gelen İdris (a.s.)'in dışında kalan peygamberlerdir.
Allah, Adem'in soyundan oldukları için hepsini bir arada zikretmiş, daha sonra
da onların bir kısmının Nuh ile birlikte gemide taşınanların soyundan
geldiklerini özellikle belirtmiştir.
Adem'in
soyundan olmakla birlikte gemide bulunmamak özelliğine sahip kimse ise İdris
(a.s.)'dir.
"İbrahim
ile İsrail'in neslinden..." İshak, Yakub ve İsmail Hz. İbrahim'in
neslinden gelmişlerdir. İsrail'den kastedilen Hz. Yakub'dur. Onun neslinden gelenler
de Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya ve Meryem oğlu İsa'dır (hepsine selâm olsun).
"Hidayete
erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir." Bunlar bütün peygamberlerin
ortak hak dini olan İslâm'a ilettiğimiz kimselerden olup, elçilik ve şeref
verilerek diğer insanlar arasından seçilmişlerdir.
"Rahmanın
ayetleri onlara okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. " Allah'ın
delil, belge, burhan ve kendilerine indirmiş olduğu şer'î hükümleri ihtiva
eden ayetlerini işittiklerinde, zatına zilletle itaat etmek, boyun eğmek,
emrine bağlı kalmak, içinde bulundukları büyük nimetlere karşılık hamd ve
şükürde bulunmak üzere Allah'ın haşyet ve azabından korkup ağlayarak secdeye
kapanırlardı.
İbni
Kesir şöyle der: Bu ayet-i kerime ile kastedilenin bütün peygamberler olduğunu
destekleyen hususlardan birisi de, Yüce Allah'ın En'âm süresindeki şu
buyruklarını andırmasıdır: "Bu bizim İbrahim'in lehine kavmine karşı vermiş
olduğumuz delilimizdir. Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz.
Şüphesiz ki, Rabbin Hakim'dir, her şeyi hakkıyla bilendir. Ona İshâk ile Yakub
'u bağışladık. Her birine hidayet verdik. Daha önce de Nuha hidayet vermiştik.
Onun soyundan Davud'a, Süleyman'a, Eyyûb'a, Yusuf a, Musa'ya ve Harun'a da
(hidayet vermiştik). Biz iyilik yapanları işte böyle mükâfatlandırırız.
Zekeriyya ya, Yahya'ya, İsa'ya, İlyâs'a da (hidayet vermiştik). Hepsi
salih-lerdendi. İsmail'e, Yunus'a ve Lût'a da (hidayet verdik). Her birini âlemlere
üstün kıldık. Onların atalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden
bazılarını da (derecelerini yükselterek) seçtik, onları doğru bir yola da
ilettik... Bunlar Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir; sen de
onların hidayetlerine uy." (En'am, 6/83-90). Yine Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan kıssalarını sana anlattıklarımız da
vardır, anlatmadıklarımız da vardır." (Mü'min, 40/78). Sahih-i Buharı' de
Mücahid'den rivayete göre İbni Ab-bas'a: "Sâd suresinde secde var mıdır,"
diye sormuş, İbni Abbas: "Evet," dedikten sonra şu ayet-i kerimeyi
okumuş: "İşte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdendir.
O halde sen de onların hidayetlerine uy." Yani sizin peygamberiniz de
kendilerine uymakla emrolunduğu kimselerdendir. Dedi ki: İşte o da, yani Hz.
Davud da onlardandır. (Bilindiği gibi Sad suresi 24. ayette- Hz. Davud'un
secdeye kapanıp Rabbine döndüğünden söz edilmektedir [Çeviren])
İşte
bundan dolayıdır ki, bütün ilim adamları o peygamberlere uymak ve onların
izledikleri yola uymak üzere secde etmenin meşruluğu üzerinde icma etmişlerdir
(D. İbni Mâce'de de Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Kur'an-ı Kerim'i okuyun ve ağlayın. Ağlayamazsanız ağlar gibi
yapınız." Salih er-Murrî'den de şöyle dediği nakledilmektedir:
"Rüyamda Rasulullah (s.a.)'tan öğrenerek Kur'an okudum. Bana: "Ey
Salih!" dedi, "Bu Kur'an okumadır, peki ağlama nerede?" İbni
Abbas (r.a.)'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: "Sizler îsrâ
süresindeki secdeyi okuduğunuzda ağlamadığınız sürece secde etmekte acele
etmeyiniz. Eğer sizden birinizin gözü ağlamıyor ise hiç olmazsa kalbi
ağlasın."
[75]
Bu
ayet-i kerimeden çıkartılan hükümler şunlardır: Bütün peygamberler akidenin
yanlışlıklardan kurtulması, çok ibadet, sıhhatli bir şekilde dine bağlılık,
temiz asalet, nesebin temizliği, yol ve metodlarının doğruluğu, şanlarının ve
ahlâklarının yüceliği hususlarında bütün insanlığa en uygun ve en güzel örneklerdir.
[Bu ayet secde ayeti olup okuyan ve dinleyene secde gerekir.]
[76]
59-
Ama onların ardından namazı terk eden, şehvetlerine uyan bir nesil geldi.
Bundan dolayı onlar cezalarını göreceklerdir.
60-
Ancak tevbe ederek salih amel işleyenler müstesnadır. Onlar cennete girerler
ve hiç bir haksızlığa uğratılmazlar.
61- Rahman'ın gıyaben kullarına vaad ettiği Adn
cennetlerine. Şüphesiz Onun sözü yerini bulacaktır.
62- Orada boş sözler değil, sadece "selâm"
sözü işitirler ve sabah akşam rızık-larını orada hazır bulurlar.
63- Kullarımızdan takva sahibi olanları mirasçı
kılacağımız cennet işte budur.
"Ama
onların ardından... bir nesil geldi." buyruğunda (Arapçasında) hareke ve
şekil değişikliği dolayısıyla (halefe ile half kelimeleri arasında) eksik cinas
vardır.
"Sabah
akşam" buyrukları arasında ise tıbak sanatı vardır.
[77]
"Namazı
terk eden", kesinlikle terk eden yahut da kılınması gereken vaktinden
sonraya bırakan, "şehvetlerine uyan," Masiyet işlemekte, zevklerine
dalmakta aşırıya giden, "bir nesil geldi." "Half kelimesi kötü
soy sop demektir. Halef ise hayırlı soy sop, sonradan gelenler, demektir.
""Cezalarını"
(diye meali verilen "gay" kelimesi) şer demektir veya cehennemdeki
bir vadinin adıdır. Yani onlar cehennem ateşine düşecekler ve orada cezalarını
çekeceklerdir. "Ancak", edatı ayet-i kerimenin kâfirler hakkında olduğunu
göstermektedir. "Hiç bir haksızlığa uğratılmazlar." Amellerinin sevap
ve mükâfatı onlara eksik verilmeyecektir.
"Adn
cennetlerine..."yani orada devamlı olarak kalacakları cennetlere, demektir.
Bu da o cennetleri devamlılıkla nitelendiren bir ifadedir. "Gıyaben",
yani kendilerinin görmediği yahut kendilerinin yanında hazır bulunmadıkları
cennet demektir. "Şüphesiz onun sözü yerini bulacaktır." Kaçınılmaz
olarak gerçekleşecektir, yahut da onun vaadi olan cennet, vaad olunduğu
kimselere verilecektir; onlar oraya gireceklerdir.
"Orada
boş sözler" yani anlamsız, gereksiz sözler değil, "sadece selâm"
Allah'tan selâm sözünü yahut meleklerden ya da birbirlerinden onlara verilecek
selâm "sözünü işitirler. Sabah akşam" yani bu nimet içerisinde
olanlar ve orta yolu tutanların âdeti üzere böyledir, dünya hayatında bu iki
vakit arasındaki süre kadar zaman geçtikçe "rızıklarını hazır
bulacaklardır." Şunu da belirtelim ki, cennette gece ve gündüz diye bir
şey yoktur, ebedi olarak aydınlık ve nur vardır.
[78]
Yüce
Allah sözü geçen peygamberleri ve onlara uyanları, onların yollarına uymayı
teşvik etmek için dinin emirlerine tabi olup yasaklarını terk etmek gibi
övülecek güzel niteliklerle nitelendirdikten sonra onlardan sonra gelip de
dinin farz emirlerini terk eden, zevk ve şehvetlerine dalan kötü haleflerin
niteliklerini söz konusu etmiştir. Daha sonra böylelerinin ahirette
görecekleri cezayı da zikretmiştir ki, tevbe edenler bunlardan müstesna
olacaktır. Böylelerinin tev-belerini Allah kabul eder ve bunları ancak takva
sahibi kimselerin girebilecekleri Naim cennetlerine yerleştirir.
Râzî
şöyle der: İfadenin zahirine göre maksat, bu peygamberlerden sonra gelen
onların soyundan insanlardır.
Mücahid
ise bu ayet-i kerimenin, hayvanların birbirlerinin üstüne çıktıkları gibi
yollarda birbirlerinin üstüne çıkıp bundan dolayı da insanlardan utanmayacak,
Allah'tan da korkmayacak, bu ümmetten bir topluluk hakkında nazil olduğunu
söylemiştir.
Ahmed,
İbni Hibbân ve Hakim de Ebu Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Rasulullah (s.a.)'m şu ayeti okuyup şöyle dediğini dinledim:
"Altmış yıl sonra öyle kötü bir nesil gelecek ki, bunlar namazı zayi
edecek, şehvetlerine uyacaklardır. Bunlar cezalarını göreceklerdir. Sonra da
Kur'an'ı okuyup da gırtlaklarını aşmayan kötü bir zürriyet gelecektir. Kur'an'ı
üç türlü insan okur: Mümin, münafık ve facir."
[79]
"Ama
onların ardından namazı terk eden, şehvetlerine uyan bir nesil geldi. "
Bundan dolayı onlar cezalarını göreceklerdir. Yani bu mutlu kimseler olan
peygamberlerden Allah'ın emirlerini yerine getiren, farzlarını eda edip yasaklarını
terk eden, o peygamberlere tabi olan mutlu kimselerden sonra kötü bir nesil
geldi.
Bu
kötü nesil iman sahibi olduklarını iddia eden, fakat dinin emirlerini yerine
getirmeyen kusurlu hareket eden, muhalif kimselerdi. Yahudiler, Hristiyanlar,
kendilerine farz kılman namazı terk eden ve Allah'a itaate haram arzularını
tercih eden fasık Müslümanlar bunlara örnektir. Bu fasıklar zina ederler, içki
içerler ve yalan şahitlikte bulunarak kumar oynarlar. Dünya hayati ile yetinip
onunla huzur bulurlar. İşte bunların cezaları karşı karşıya kalacakları ğay'
dır; yani onlar masiyetleri işledikleri, farzlarını da ihmal ettikleri için
kıyamet gününde kötülükle, zarar ve ziyanla karşı karşıya kalacaklardır.
Daha
tercihe değer görüşe göre namazın zayi edilmesinden kasıt fiilen namaz
kılmamak ve farziyetini inkâr etmektir. Şevkâni gibi bazı müfessirler de şu
görüştedir. Namazı vaktinden sonraya bırakan yahut da namaz farzlarından
birisini, şartlarından birisini ya da rükünlerinden birisini terk eden kimse
namazı zayi etmiş olur.
Seleften,
haleften ve önder imamlardan bir grup da bu görüştedir. Nitekim Buharî ve Nesaî
dışında kalan Kütüb-i Sitte sahipleri ve İmam Ahmed bu doğrultuda bir hadis
rivayet ederler. İmam Ahmed'den meşhur olan görüş ile Şafiî'nin görüşüne göre
namazı terk eden tekfir edilir, buna sebep de şu hadis-i şeriftir: "Kişi
ile küfür arasındaki sınır namazın terkidir." Bir diğer hadis de Ahmed,
Tir-mizî, Nesaî ve İbni Mace tarafından Büreyde'den şöylece rivayet edilmiştir:
"Bizimle onlar (kâfirler) arasındaki ahid namazdır. Kim onu terk ederse
kâfir olur."
Daha
sonra Yüce Allah az önce geçen cezadan tevbe edenleri istisna ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Ancak
tevbe edip iman ederek salih amel işleyenler müstesnadır. Onlar cennete
girerler ve hiç bir haksızlığa uğratılmazlar." Namazı terk etmek, arzularının
ardından gitmek gibi günahlarından tevbe ederek Allah'a itaate dönen, O'na iman
eden ve salih amel işleyenler Rablerinin cennetine girerler. Allah onların
günahlarını bağışlar. Çünkü fukahanm sözünü ettiği bir hadis-i şerifte olduğu
gibi "tevbe kendisinden önceki şeyleri yıkar." İbni Mace'nin İbni
Mes'ud'dan naklettiği bir diğer hadis-i şerifte de şöyle denmektedir:
"Günahtan tevbe eden bir kimse günahı olmayan kimse gibidir." İşte
bunların ecirlerinden bir şey eksiltilmeyecektir. İşledikleri ameller az olsa
dahi. Çünkü daha önceki amelleri artık yok olmuştur, unutulmuştur. Bu da Kerim,
Latif ve Halîm olan Allah'tan bir lütuf ve bir rahmetin tecellisidir.
Buradaki
istisna Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Onlar ki, Allah ile
birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler. Allah 'm haram kıldığı canı öldürmezler.
Meğer ki, hak ile ola. Zina da etmezler... Ancak tövbe eden, iman eden ve salih
amel işleyenlerin Allah günahlarını hasenata dönüştürür. Allah mağfiret
edendir, rahmet edendir." (Furkân, 25/68-70).
Daha
sonra Yüce Allah günahlarından tövbe edenlerin girecekleri cennetin
niteliklerini şöylece belirtmektedir:
Rahman'ın
gıyaben kullarına vaad ettiği "Adn cennetlerine. Şüphesiz O'nun sözü
yerini bulacaktır." Oralar ebedi kalınacak cennetlerdir. Rahman olan Allah
bu cennetleri gıyaben iyi kullarına vaad etmiş, onlar da orayı görmedikleri
halde ona iman etmiştir. Çünkü imanları güçlüdür ve çünkü Allah'ın vaadi
mutlaka gerçekleşir, asla gecikmez. Allah'ın vaad ettiği şeylerden birisi de
cennettir. Oraya muhakkak surette gireceklerdir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz
O'nun sözü yerini bulacaktır." sözü, böyle bir şeyin gerçekleşeceğini,
bunun sabit olduğunu tekit etmektedir. Şüphesiz Allah verdiği sözünde
değişiklik yapmaz, onu değiştirmez. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O'nun vaadi gerçekleşir. " (Müzzemmil, 73/18) yani kaçınılmaz
olarak yerini bulur.
"Orada
boş sözler değil, sadece selâm sözü işitirler." Cennet ehli olan o iyi
kimseler, orada işe yaramaz yahut anlamsız, değersiz veya hiç bir mana ifade
etmeyen gevezeliklerden ibaret sözler -dünyada bazen görüldüğü gibi- işitmezler.
Fakat onlar birbirlerine verdikleri selâmı yahut meleklerin onlara verdikleri
selâmı işitirler. Bu da onlara güven ve huzur duygusu verir. Onlar rahat ve
mutluluğun en ileri derecesindedirler.
Yüce
Allah'ın, "Sadece selâm sözü" buyruğu münkatı' bir istisnadır; şu
ayette olduğu gibi: "Orada ne batıl ne de günahı gerektiren bir söz
işitirler. Ancak selâm, selâm diye bir söz işitirler." (Vakıa, 56/25-26).
"Ve
sabah akşam rızıklarını orada hazır bulurlar." Canlarının çektiği yiyecek
ve içecekler sabah akşam vakitleri süresine göre getirilir. Yani sabah kahvaltı
vakti ile akşam üzeri "öğleden sonra" yemek vakitlerinde. Çünkü orada
gece ve gündüz yoktur. Ancak dünya hayatında gündüzün bu iki vakti ka-darlık
sürelerde gelir. Bu yemekleri ardı arkasına geçen sürelerde getirilir ve onlar
birtakım ışık ve ırmakların akışından bunu anlarlar. Nitekim İmam Ah-med ve
Buharî ile Müslim Sahtelerinde Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet ederler:
Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cennete ilk olarak girecek grubun yüzleri
ayın ondördünü andıracaktır. Orada tükürmeyecekler, sümkürmeyecek-ler, def-i
hactette bulunmayacaklardır. Kapları, tarakları altın ve gümüştendir. Onların
buhurdanlıklarındaki buhurları uluvve denilen bir ağaçtandır. Terleri misktir.
Onların her birisine iki zevce vardır. Bu zevcelerin bacaklarının kemik iliği
güzelliklerinden dolayı etin arkasından görülecektir. Aralarında herhangi bir
ayrılık herhangi bir düşmanlık yoktur. Kalpleri tek bir insanın kalbi gibi
olacaktır. Sabah akşam Allah'ı teşbih edeceklerdir." İşte sabah akşam,
mutedil olarak yemek yiyenlerin yemek vakitleridir. Oburlar ise ne zaman isterlerse
yerler.
[80]
"Kullarımızdan
takva sahibi olanları mirasçı kılacağımız cennet işte budur. " Şu göz
kamaştırıcı niteliklerle anlattığımız cennet, takva sahibi olan kullarımıza
miras olarak vereceğimiz cennettir. Bunlar ise bolluk zamanlarında da sıkıntılı
zamanlarında da Yüce Allah'a itaat eden kimselerdir. Yani biz o cenneti, tıpkı
mirası mülk edinmek gibi kendilerine halis, katıksız bir hak olarak vereceğiz.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Namazlarında
huşu sahibi müminler gerçekten felah bulmuşlardır... İşte onlar Firdevs'i miras
alan gerçek mirasçılardır. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar." (Müminûn,
23/1-11).
[81]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Peygamberlerden ve onlara tabi olan takva sahibi kimselerden sonra kötü
bir nesil ve kötü evlâtlar gelmiştir. Bu neslin bazı özellikleri şunlardır:
a) Farz namazları edayı terk ettiler. İşte bu, namazı terk etmenin, terk
edenin azap görmesine sebep teşkil eden büyük günahlardan olduğunun delilidir.
Tirmizî ve Ebu Davud'un Enes b. Hakîm ed-Dabbî'den rivayet ettiğine göre
Medine'ye geldiği sırada, Ebu Hureyre ile karşılaşmış ve Ebu Hureyre kendisine
şöyle demiş: "Ey genç! Ben sana bir hadis nakledeyim mi? Olur ki Yüce Allah
senin ondan faydalanmanı sağlar." Ben, et, deyince şöyle dedi:
"Kıyamet gününde insanların kendisinden hesaba çekilecekleri ilk amelleri
namazdır. Şanı yüce ve mübarek olan Allah meleklerine -ki o durumu daha iyi
bildiği halde-der ki: Kulumun namazına bir bakınız, onu eksiksiz mi yapmıştır,
yoksa eksiltmiş midir? Eğer eksiksiz ise ona eksiksiz olarak yazılır. Şayet
onu eksik bırakmış ise şöyle buyurur: Haydi kulumun herhangi bir nafile namazı
olup olmadığına bakınız. Eğer nafile namazı varsa kulumun farzını nafilesinden
tamamlayınız, der. Sonra diğer ameller de bu şekilde sorgulanır."
Bunu
Nesaî de Ebu Hureyre'den şöylece rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Kıyamet gününde kulun kendisinden hesaba çekileceği
ilk şey namazıdır. Eğer namazı yolunda ise kurtulur ve başarılı olur, şayet
kötü çıkarsa zarar ve ziyan eder..."
b) Sonradan gelenler şehvet ve arzularının peşine takılıp gittiler. Bu
ise insanın hoşuna giden arzu ettiği, kendisine uygun gelen şeylere ters
düşmemesi ve bu gibi şeylerden sakınıp çekinmemesi demektir. Ahmed, Müslim ve
Tir-mizî'nin Enes'ten rivayet ettiği sahih hadiste şöyle denilmektedir:
"Cennet hoşa gitmeyen şeylerle, cehennem de arzu ve isteklerle
kuşatılmıştır."
2- Sonradan gelen kötü nesillerin cezası ğay'dır, yani cehennemde helak
olup kaybolmaktır. Ğay aynı zamanda cehennemdeki en derin ve harareti en fazla
olan vadidir. Onda el-Behîm diye adlandırılan bir kuyu vardır. Alevi dinince,
Allah o kuyuyu açar ve bununla cehennem alevlendirilir. İbni Abbas şöyle der:
Bu, cehennemdeki bir vadidir. Hiç şüphesiz cehennemdeki vadiler onun
hararetinden Allah'a sığınır. Allah bu vadiyi zina eden zinakâra, içki içmeye
devam eden ayyaşa, vazgeçmeksizin faiz yiyene, anne babasına itaat etmeyene,
yalan şahitlik edene ve kocasına kendisinden doğmadık bir çocuğu (zina çocuğunu)
kocasmınmış gibi gösterene hazırlamıştır.
3- Yüce Allah namazı terk etme, arzularının peşinden takılıp gitme gibi
günahlardan vazgeçip Allah'a itaate dönen, ona iman eden, salih amel işleyerek
tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. Bu gibi kimseler iyilerle birlikte cennete
girerler. Geçmişteki kusurları
dolayısıyla salih amellerinden hiç bir şey eksilmez. Aksine her bir iyilik yedi
yüz kat fazlasına kadar onlara yazılır.
4- Bunlar mükâfat olarak Adn cennetlerini göreceklerdir. Rahman olan Allah'ın
kullarına vaad ettiği budur. Onlar da onu görmedikleri halde gaybî olarak iman
etmişlerdir. Allah'ın vaadi ise gerçekleşecektir, bunda bir şüphe yoktur.
Şüphesiz Allah vaadinden caymaz,
5- Cennetin özellik ve niteliklerine gelince:
a) Cennet vaadi kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir.
b) Orada boş, münker sözler, batıl sözler, çirkin ifadeler, faydasız
laflar olmayacaktır. "Orada (hiç bir nefis) boş bir söz işitmeyecektir."
(Ğâşiye, 88/11).
c) Ama orada birbirlerine verecekleri selâmları, meleklerin kendilerine
selâmlarını işitirler. Selâm ise her türlü hayrı ifade eden kapsayıcı bir
şeydir. Yani onlar orada ancak sevdikleri şeyi işiteceklerdir.
d) Cennette sabah akşam, yani bu iki süre kadar zaman aralıklarında yiyecek
ve içeceklerden canlarının çektiği her şey vardır. Bu kadarlık bir sürede böyle
olmasının sebebi ise cennette sabah akşam diye ayrıca vakitlerinin olmayışıdır.
e) Bu cennet katıksız bir haktır. Takva sahibi kullar onu miras olarak
alırlar ve onu mülk edinirler. Bunlar ise Allah'tan korkan, taati gereğince
amel edip emirleri yerine getiren, yasaklardan kaçınan kimselerdir.
[82]
64- Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzdeki
arkamızdaki ve bunlar arasındakiler yalnız O'nundur. Rabbin unutkan değildir.
65- O göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunanların Rabbidir. Şu halde O'na ibadet et ve O'na ibadetinde sebat göster!
Sen O'na adaş bilir misin hiç?
"Önümüzdeki
ve arkamızdaki" ifadeleri arasında tıbâk sanatı vardır.
[83]
"Biz
ancak Rabbinin emriyle..." yani biz zaman zaman, ancak Allah'ın emri ve
hikmetinin gereğine uygun olarak, meşîetine göre "ineriz." Bu ayet-i
kerimedeki "ineriz" anlamına gelen kelime zamiri vahye ait olmak
üzere "iner" anlamına gelecek şekilde de
okunmuştur."İneriz" diye ifade edilen kelimenin mastarındaki
"tenezzül" zaman zaman, ağır ağır inmek demektir.
"Önümüzdeki,
arkamızdaki ve bunlar arasındakiler yalnız O'nundur." Gelecekte önümüzde
olanlarla geçmişte arkamızda kalanlar ve her ikisi arasında bulunan şimdiki
zaman hep O'nundur. "Ve Rabbin unutkan değildir." Sana gelecek vahyi
geciktirmekle Rabbin seni unutmuş, terk etmiş değildir. Bunun anlamı şudur: Vahyin
inmeyişinin tek sebebi, bu hususta emrin verilmeyiş olmasıdır. Bu ise
kâfirlerin iddia ettikleri gibi Allah'ın seni terk etmesi, senden ayrılması
dolayısıyla değil, O'nun bu hususta gördüğü bir hikmet dolayısıyla olmuştur.
"O,
göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir." Bu da Allah'ın
unutmasının imkânsız olduğunu açıklamaktadır. "Şu halde O'na ibadet et ve
O'na ibadetinde sebat göster!" Bu, bundan önceki buyruklara bağlı olarak
Allah Rasulü'ne yönelik bir hitaptır. Yani sen Rabbinin seni unutmayacağını
öğrenmiş olduğuna göre O'na ibadete yönel ve bu ibadet üzere sabır ve sebat
göster. İbadetin zorluk ve sıkıntılarına tahammül et. Vahyin gecikmesi, kâfirlerin
de alay etmesi seni şaşırtmasın.
"Sen
O'na adaş bilir misin hiç?" Hiç kendisine Allah adının verilmiş olduğu
O'nun bir eş ve benzerini biliyor musun? Müşrikler hiç bir zaman ilâh kabul
ettikleri putlara "Allah" adını vermiş değillerdir. Kimsenin Onun
benzeri olmadığı, O'ndan başka kimsenin ibadete lâyık olmadığı açıkça ortaya çıktığına
göre O'nun emrine teslim olmak, O'na kulluk ile vaktini doldurmak ve sıkıntılarına
katlanmaktan başka yapacak bir şey kalmaz.
[84]
Ahmed
ve Buharî, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet ederler. Rasulullah (s.a.) Hz.
Cebrail'e: "Bizi daha sık ziyaret etmene engel olan nedir?" diye
sorunca şu: "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz" ayet-i kerimesi
nazil oldu.
İbni
Ebî Hatim de, İkrime'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Hz. Cebrail
kırk gün vahiy getirmekte gecikti..." şeklinde yukardakine benzer bir rivayet
nakletmektedir.
İbni
İshak da, İbni Abbas'm şöyle dediğini nakleder: Kureyşliler Ashab-ı Kehf e dair
Rasulullah (s.a.)'a soru sorunca on beş gün beklediği halde Yüce Allah bu
hususta ona bir vahiy indirmedi. Hz. Cebrail inince ona: "Geciktin!"
dedi.
İbni
Abbas'tan da rivayet edildiğine göre Hz. Cebrail Ashab-ı Kehf, Zül-karneyn
kıssası ile ruha dair Hz. Peygambere soru sorulunca bir kaç gün vahiy
getirmekte gecikti. Hz. Peygamber de nasıl cevap vereceğini bilemiyordu. O bakımdan
üzüldü ve bu ona çok ağır geldi. Müşrikler de: "Rabbi ondan uzaklaştı ve
onu terk etti." dediler. Cebrail gelince Peygamber (s.a.): "Ey
Cebrail!" dedi. "Bana gelmekte o kadar geciktin ki olumsuz şeyler
düşünmeye başladım ve seni özledim." Cebrail (a.s.) şöyle dedi:
"Şüphesiz ben seni daha çok özledim, fakat ben bir emir kuluyum.
Gönderilirsem inerim, alıkonulursam gelemem." İşte bunun üzerine Yüce Allah
bu ayet-i kerimeyi indirdi.
[85]
Bununla birlikte olayların ve nüzul sebeplerinin bir kaç defa tekrarlanmış
olmasına bir mani yoktur.
[86]
Yüce
Allah Zekeriyya, İbrahim, Musa ve İdris gibi peygamberlerin kıssalarını Hz.
Peygambere sebat vermek üzere söz konusu edip, onlara ihsan etmiş olduğu
nimetleri, onlardan sonra gelen kötü nesillerin ortaya çıkardıkları kötü fiilleri,
bid'atleri; bununla birlikte her iki kesimin de amellerinin karşılıklarını
açıkladıktan sonra Kureyş ve Yahudilerle ilgili olaya dikkat çekmek üzere
Rasulullah (s.a.)'a vahyin gecikme sebebini belirtti. Bunlar, namazı terk eden,
şehvetlerine uyup arzularının arkasından takılıp giden, sonradan gelen kötü
nesil tarafından sorulmuş sorulardır. Bu buyruk ayrıca İbrahim (a.s.)'in
soyundan gelen ve onların en şereflileri olan Muhammed (s.a.)'e hitap etmek
üzere kendilerine nimet verilen o şerefli kafilenin kıssalarını da sona
erdirmek üzere zikredilmiştir.
[87]
"Biz
ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzdeki, arkamızdaki ve bunlar arasındakiler
yalnız O'nundur ve Rabbin unutkan değildir." Yüce Allah, Allah'tan başkasının
kelâmını dile getiren bu ayet-i kerimeyi: "İşte bu cennetlere..."
ayetine atfetmektedir ki, bu ayet-i kerime ise Allah'ın kelâmını dile getirmektedir
ve ikisi arasında herhangi bir fasıla da bulunmamaktadır. Eğer ortadaki karine
açık ise böyle bir atıf caizdir. Nitekim Yüce Allah, Allah'tan başkasının
kelâmı olan: "Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de
Rabbiniz-dir." (Meryem, 19) ayetini Yüce Allah'ın kelâmını nakleden:
"Bir işin olmasına hüküm verdi mi ona sadece ol der, o da oluverir."
(Meryem, 35) ayetine atfetmiş bulunmaktadır.
Ayet-i
kerimenin anlamına gelince: Rasulullah (s.a.) Hz. Cebrail'in kendisine
gelişinin geciktiği kanaatine kapılınca Yüce Allah Cebrail'e şunu söylemesini
emretti: Biz melekler peygamberlere ve rasullere vahiy getirmek üzere ancak
Yüce Allah'ın hikmet, maslahat, dünya ve ahirette kulları hayrına olmak üzere
inme emrini vermesi halinde ineriz.
Şüphesiz
dünya ve ahirette ve bunların arasındaki cihet, mekân, geçmiş, şimdiki ve
gelecek zamanlarda dilediği gibi tasarruf ve irade, Allah'ın yetkisinde olan
bir şeydir. O bakımdan Allah'ın izni ile olmaksızın hiç bir iş yapmaya imkân
yoktur. Nitekim "Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz" buyruğu, çoğulun
tek bir kişiye hitabıdır. Bu ise ancak Allah Rasulüne inen meleklerin hitabı halinde
uygundur. Buradaki inme ağır ağır inmedir. Yani meleklerin zaman zaman
inişleri, ancak Yüce Allah'ın emriyle olur.
Ey
Muhammedi Vahyin sana gelişi gecikmiş olsa bile Rabbin seni unutmaz. O hiç bir
şeyi unutmaz, hiç bir şeyden gafil olmaz. O uygun gördüğü hikmet dolayısıyla
bazı şeyleri (insana nispetle) öne alır, bazılarını da geriye bırakır. Bu
ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Kuşluk vaktine
ve sükûna erdiği zaman geceye yemin olsun ki, Rabbin seni terk etmedi ve senden
uzaklaşmadı." (Duhâ, 93/1-3).
İbnü'l-Münzir,
İbni Ebî Hatim, İbni Merdûveyh ve Taberanî'de Ebu'd-Der-dâ'dan (Hz.
Peygamberle) merfu olarak şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Allah'ın
kitabında helâl kıldığı şey helâldir, haram kıldığı şey de haramdır. Hakkında
susup hüküm vermediği şey ise size bağışlanmıştır. O bakımdan Allah'ın size
bağışladığını kabul ediniz. Şüphesiz Allah hiç bir şeyi unutmuş değildir."
dedikten sonra şu: "Rabbin unutkan değildir" ayetini okudu.
Bunun
böyle olduğunun delili ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"O
göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. Şu halde O'na ibadet
et ve O'na ibadetinde sebat göster! Sen O'na adaş bilir misin?"
Muhakkak
Allah gökleri ve yeri yaratandır. Her ikisine ve onların arasında bulunanlara
malik olandır. Onların mutlak yöneticisi, egemeni ve tasarruf edeni O dur.
Verdiği hükme itiraz olunamayandır. O bakımdan Rabbine ibadet üzere sebat
göster. İbadet, itaat et ve bunların zorluk ve sıkıntılarına katlan. Vahyin
geciktiği kanaati dolayısıyla ibadetten yüz çevirme. Senin ibadet lâyık Rabbine
bir eş yahut O'nun bir benzeri olduğunu biliyor musun? O yaratandır, her şeyi
yerli yerince çekip çevirendir, rızık verendir. Asıllarıyla fer'leriyle, nimetleri
veren O'dur; cisimleri, hayatı, aklı yaratmaktan tutun da insanın ihtiyaç
duyduğu her şeyi... bunları yaratmaya Ondan başkasının gücü yetmez. O her türlü
eksiklikten yücedir, münezzehtir. Burada O'na adaşın bilinmediğini ifade
etmekten kasıt, herhangi bir şekilde Yüce Allah'ın ortağının bulunmadığını
ifade etmektir. Soru ise inkâr içindir ve "hayır" anlamındadır, yani
sen böyle bir şey bilmezsin, demektir.
İbni
Abbas: Şanı yüce, mübarek olan, adı mukaddes olan o Rabbimizden başka hiç bir
kimse Rahman diye adlandırılmaz," der.
[88]
Ayet-i
kerimeler iki hususa delâlet etmektedir:
1- Şüphesiz melekler Allah'ın vahyini ulaştıran elçilerdir. Bu elçiler
peygamber ve rasul bütün zaman ve mekânlarda kâinatın işlerini çekip çeviren,
yöneten, hiç bir şeyden gaflete düşmeyip hiç bir şeyi unutmayan Allah'ın emri
ile inerler. O meleği göndermek istedi mi, gönderir.
2- Aziz ve Celil olan Allah göklerin, yerin ve her ikisi arasında
bulunanların Rabbi ve yaratıcısıdır. Göklerin ve yerin de, her ikisi arasında
bulunanların da mutlak maliki ve egemenidir. Zamanı çekip çevirmek Onun elinde
olduğu gibi, eşyayı çekip çevirmek de O'nun işidir. Mutlak malik ve egemen O
olduğundan dolayı ibadetin de yalnızca O'na yapılması farzdır. Mutlak malik ve
mabud olandan başkasının ibadete lâyık olması imkânsızdır. O mutlak malik ve
mabudun çocuğu, eşi, benzeri, dengi yoktur; bu yüzden Allah ya da Rahman adına
başkaları lâyık olamaz.
İbadet
ise, Yüce Allah'a son derece bir alçakgönüllülük ile itaat etmektir. Allah'ın
Rasulü ve müminlere düşen ise, -başka herhangi bir şeyin geciktiği kanaatine
sahip olmaksızın- O'nun emirlerini yerine getirmeye devam etmek için
çalışmaktan, bunu sürdürmekten başka bir şey değildir.
[89]
66-
İnsan der ki: "Ben öldükten sonra mı diriltilip çıkarılacağım."
67- Kendisi önceden bir şey değilken onu bizim
yarattığımızı insan hiç düşünmez mi?
68- Rabbine andolsun ki, biz onları da şeytanları
da beraber hasredeceğiz. Sonra cehennemin etrafında diz çöktürerek hazır
bulunduracağız.
69- Sonra her topluluktan Rahman'a karşı en çok
baş kaldıranlarını ayıracağız.
70-
Hem oraya atılmaya en çok kimlerin lâyık olduklarını elbette biz biliriz.
71- içinizde ona uğramayacak kimse yoktur. Bu
Rabbinin yapmayı taahhüd ettiği kesinleşmiş bir hükümdür.
72- Sonra biz takvaya erenleri kurtaracağız.
Zalimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakacağız.
"İnsan
der ki..." Kâfir der ki, demektir. Çünkü öldükten sonra dirilişi kâfirler
inkâr eder. O bakımdan burada "insan" lafzıyla özel bir kesim
kastedilmektedir.
"Ben
öldükten" ile "diriltilip" kelimeleri arasında tıbâk sanatı
vardır. "İnsan hiç düşünmez mi?" deki soru inkâr ve azar içindir.
[90]
"İnsan",
yani öldükten sonra dirilişi inkâr eden ve hakkında bu ayet-i kerimenin nazil
olduğu Übeyy b. Halef veya el-Velid b. Muğire "der ki..." Bunlardan
Übeyy b. Halef çürümüş kemikleri alıp ufalayıp: "Muhammed, bizim öldükten
sonra diriltileceğimizi ileri sürmektedir." demişti. Yahut da
"insan"dan kasıt, insanlardan malum bir kesimdir ki, bunlar da
kâfirlerdir. Bununla insan türü de kastedilmiş olabilir. Söylendiği nakledilen
söz ise, -hepsi tarafından söylenmemiş olsa dahi- kendi aralarında söyledikleri
bir sözdür. Nitekim katil kabileye mensup tek bir kimse olmakla birlikte: Filan
oğulları, filanı öldürdüler, demek de buna benzemektedir.
"Ben
öldükten sonra mı diriltilip çıkarılacağım1?" Yeryüzünden yahut ölüm
halinden sonra? Buradaki soru nefiy manasınadır. Ben öldükten sonra diriltilmeyeceğim,
anlamınadır.
"Kendisi
önceden bir şey değilken onu biz yarattık. İnsan hiç düşünmez mi..." Bu
onun.daha önce söylediği sözünü red içindir. Onu düşünerek, niçin yoktan var
etmeyi, yaratılışın tekrar iade edileceğine delil görmemektedir?
"Rabbine
andolsun ki": Burada Yüce Allah Peygamberine izafe ederek kendi adına
yemin etmekte, işi gerçekleştireceğini belirtmektedir. Ayrıca bununla da
Rasulullah (s.a.)'m şanını yüceltmektedir. "Biz onları da..."
Öldükten sonra dirilişi inkar eden kâfirleri de, "şeytanları da beraber
hasredeceğiz." Rivayet edildiğine göre kâfirler kendilerini saptırıp
aldatan şeytan dostlarıyla birlikte haşredileceklerdir. Herkes kendi şeytanıyla
birlikte bir zincire bağlı olacaktır. Her ne kadar bu, kâfirlere has bir durum
ise de bütünüyle insan türüne nisbet edilmesi uygundur. Çünkü insanlar
haşredilecekleri vakit aralarında şeytanlarına bağlanmış kâfirler de birlikte
bulunacaktır. Böylelikle bütün kâfirler insanlarla birlikte bu halleriyle
hasredilmiş olacaklardır.
"
Sonra cehennemin etrafında": yanidış tarafında, "diz çöktürerek hazır
bulunduracağız."
"Sonra
her topluluktan" yani herhangi bir dine bağlı ve batıl üzere birbiriyle
yardımlaşmış, onlardan her bir ümmet cemaat veya fırkadan "Rahmana karşı
en çok başkaldıranları ayıracağız." Rahman'a karşı en çok büyüklük taslayan,
en cüretkâr olan, en ileri derecede isyankâr, en fazla haddi aşanları. Onlardan
kim daha çok isyankâr, kim daha çok serkeş ise onları diriltip cehenneme
atacağız. Burada "en çok başkaldıranlar'm söz konusu edilmesi ile şanı Yüce
Allah, isyan edenlerin pek çoğunu affedeceğine dikkat çekmektedir. Her ne kadar
bu özel olarak kâfirler hakkında ise de bundan maksat, bu isyankârları
isyankârlık derecelerine göre birbirinden ayıracağını ve sırayla bunları cehenneme
atacağını yahut da her bir kesimi kendisine uygun düşecek cehennem tabakasına
sokacağını anlatmaktadır. "O kâfirlerin lâyık olduklarını" Onlardan
ister daha aşırı olanlarını, ister böyle olmayanlarını cehenneme girmeye kimlerin
daha lâyık olduklarını "elbette biz biliriz."
"İçinizde
ona uğramayacak kimse yoktur." Sizin aranızdan cehennem üzerinde uzanmış
Sırat'm üzerinden alevi dinmiş iken geçmeyecek kimse yoktur. "Bu Rabbinin
yapmayı taahhüd ettiği, kesinleşmiş" meydana geleceği onun tarafından
hükme bağlanmış, kararlaştırılmış "bir hükümdür." Yüce Allah'ın:
"Haklarında tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar ondan (cehennemden)
uzaklaştırılmışlardır." (Enbiya, 21/101) buyruğu ise, Yüce Allah'ın mutlak
olarak vermiş olduğu vaadi ile çelişmemektedir.
[91]
"İnsan
der ki..." buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak el-Kelbî şöyle der: Bu
ayet-i kerime eliyle ufaladığı çürümüş kemikleri alan Übeyy b. Halef hakkında nazil
olmuştur. O kemikleri ufalayarak: "Muhammed, sizlere öldükten sonra
diriltileceğinizi vaad etmektedir." diyordu.
İbni
Abbas ise ayet-i kerimenin el-Velid b. Muğire ile arkadaşları hakkında nazil
olduğunu söylemektedir.
[92]
Yüce
Allah ibadeti, ibadet üzere sabrı emrettikten sonra, geleceğinde şüphe
bulunmayan öldükten sonra diriliş gününde, ibadetin onları azaptan koruyacağını
açıklamaktadır. Şüphesiz insanın yeniden yaratılması ilk olarak yaratılmasından
daha kolaydır.
Aynı
şekilde surede, Yüce Allah'ın diriltme ve öldürmeye kudretiyle kıyamet gününün
ispatı hedeflediğinden, burada öldükten sonra dirilişi inkâr edip yalanlayan
kâfirlerin şüpheleri söz konusu edilmekte ve kesin delillerle bu şüpheler
çürütülmektedir.
Aynı
şekilde kâfirlerin karşı karşıya kalacakları zillet ve azaptan da bahsedilmekte
ve bütün insanların cehenneme uğrayacakları açıklanmaktadır. Cehennemden, iman
edip takva sahibi olan ve salih amel işleyenlerin dışında kurtulan
olmayacaktır.
[93]
"İnsan
der ki: Ben öldükten sonra mı diriltilip çıkartılacağım?" Öldükten sonra
dirilişi inkâr eden müşrik kâfir, ölümden sonra tekrar dirilişini uzak bir
ihtimal görerek hayret ve şaşkınlıkla ölüp toprak olduktan sonra kabrinden
canlı olarak nasıl çıkartılıp hesaba çekileceğini sorar. Buradaki bu söz müşrik
ve kâfir olan her kişiye isnad edilmiştir. Bu sözü onların ancak belli bir
kısmı söylemiş olmasına rağmen böyle bir isnadın tümüne yapılmasının sebebi, muayyen
kimselerin söylediği bu söze razı oluşlarıdır.
Bu
ayet-i kerimenin benzeri diğer ayet-i kerimeler de vardır: "Eğer şaşıyorsan
asıl şaşılacak olan: Acaba biz toprak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?
demeleridir." (Ra'd, 13/5); "İnsangörmez mi ki, biz onu bir
nutfedenyarattık? Öyleyken o apaçık bir hasım kesiliveriyor. Kendi
yaratılışını unutarak bize bir misal verdi ve dedi ki: Bu çürümüş kemikleri kim
diriltecek? De ki: Onları ilk defa yaratan onları diriltecektir. O her hilkati
en iyi bilendir." (Yâ-Sîn, 36/77-79).
Öldükten
sonra tekrar diriltilmenin mümkün olacağının delili de şudur: "Kendisi
önceden bir şey değilken onu bizim yarattığımızı insan hiç düşünmez mi?"
Şu inkarcı insan niçin ilk yaratılışı üzerinde düşünmüyor? Biz onu yoktan var
ettik. Varlığı söz konusu değilken onu yarattık. O neden ilk yaratılışı tekrar
diriltilmeye delil görmüyor? Halbuki ilk yaratma tekrar iade etmekten daha
hayret verici ve üzerinde daha çok düşünülmesi gereken bir iştir.
Bunun
ifade ettiği anlam şudur: Şanı Yüce Allah insanı önce hiç bir şey değilken
yaratıp var etti. Hatta o daha önce tamamıyla yokluktu. Onu bir varlık haline
getirdikten sonra yeniden (ölümden sonra) bir daha ilk haline döndü-remez mi?
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: 'Yaratıkları ilkin
yoktan var eden, sonra da tekrar iade eden O'dur ve bu Ona daha kolaydır.
" (Rum, 30/27). Sahih hadis-i şerifte de şu ifadeler yer almaktadır:
"Yüce Allah buyuruyor ki: Ademoğlu beni yalanladı, halbuki beni yalanlamak
ona yakışmaz. Bana eziyet etti, halbuki onun bana eziyet etme selahiyeti
yoktur. Beni yalanlaması onun: "Beni ilk olarak yarattığı gibi tekrar iade
etmeyecektir." de-mesidir. Halbuki bana göre ilk olarak yaratmak, daha
sonrakine göre daha kolay değildir. Onun bana eziyet vermesine gelince, benim
çocuğum olduğunu söylemesidir. Halbuki doğurmayan ve doğurulmamış, Samed, bir
ve tek olan benim ve hiç bir kimse benim dengini değildir."
Daha
sonra Yüce Allah değişik açılardan öldükten sonra dirilişi inkâr edenleri şu
buyruklarıyla tehdit etmektedir:
1, 2- "Rabbine andolsun ki, biz onları da şeytanları da beraber
hasredeceğiz. Sonunda cehennemin etrafında diz çöktürerek hazır
bulunduracağız." Şanı Yüce ve mübarek olan Rabbimiz şerefli zatına yemin
ederek onların çoğunu ve Allah'tan başka tapındıkları şeytanlarını mutlaka
hasredeceğini belirtmektedir. Onları kabirlerinden dirilterek çıkartacak ve
onları azdırıp saptıran şeytanları ile birlikte Mahşerde bir araya
getirecektir. Daha sonra da uzun süre hesap yerinde bekledikten sonra, cehennem
etrafında onları dizleri üstüne çökmüş olarak hazırlayacaktır. Bu şekildeki
çöküşleri ise oradaki duruşlarının dehşetinden, hesaba çekilmelerinin verdiği
korkudan dolayıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve sen her
bir ümmeti diz üstü çökmüş göreceksin." (Câsiye, 45/28). Bu şekilde
hazırlanmaları ise cehenneme sokulmalarından önce olacak ve en ileri derecede
zelil kılınmış olacaklar. Çünkü burada "diz çöktürerek" diye
buyurulmaktadır.
3- "Sonra her topluluktan Rahmana karşı en çok baş kaldıranlarını
ayıracağız. " Belli bir dine bağlı her bir kesimden veya sapkınlık ve
fesat kesimlerinin her birisinin en ileri derecede isyan etmiş, en çok baş
kaldırmış, en çok bü-yüklenmiş ve Allah'ın sınırlarını en fazla aşmış
olanlarını bir kenara ayıracağız. Bunlar ise kötülükte onların önderleri ve
başkanlarıdır.
İşte
bu buyrukta değişik şekillerde tehditler yer almaktadır: Birincisi şeytanlarla
birlikte hasredilmek; ikincisi oldukça zelil ve aciz bir şekilde cehennem
etrafında oturtulmuş olarak hazır bulundurulmak; üçüncüsü ise onların
birbirlerinden ayrı ayrı bulundurulmaları. Yani küfür ve isyanında aralarından
daha ileri ve daha azgın olanlara özellikle daha büyük bir azap verilecektir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kâfir olup Allah'ın yolundan
alıkoyanlara -vaktiyle fasıklık etmiş olduklarından dolayı- azap üstüne azaplarını
artıracağız." (Nahl, 16/88). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Kendi ağırlıkları ile birlikte başka ağırlıkları da
(taşıyacaklardır)." (Ankebut, 29/13).
"Hem
oraya atılmaya en çok kimlerin lâyık olduklarını en iyi biz biliriz." Yani
şanı Yüce Allah kulları arasında cehennemi boylamaya ve burada ebedî kalmaya
kimin lâyık olduğunu, azabının kat kat artırılmasını kimin hak ettiğini en iyi
bilendir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Herkese
iki kat (azap) vardır. Fakat siz bilmiyorsunuz." (A'raf, 737). Daha sonra
Yüce Allah bütün insanların cehennem ateşine uğrayacaklarını haber vererek
şöyle buyurmaktadır:
"İçinizde
ona uğramayacak kimse yoktur. Bu Rabbinin yapmayı taahhüd ettiği kesinleşmiş
bir hükümdür." insanlar arasından cehenneme uğramayacak hiç bir kimse
yoktur. "Uğramak (vârid)", Sırat'm üzerinden geçmektir. Şanı Yüce
Allah bu geçişin mutlaka gerçekleşeceğine dair hüküm vermiştir. Bir diğer
görüşe göre geçişten kasıt, cehenneme yaklaşmak ve cehennemin etrafında
toplanmaktır. Bu ise hesaba çekilme yeridir. Bir diğer görüşe göre uğramaktan
kasıt girmektir. Çünkü hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Oraya
uğramak girmektir. İyi olsun kötü olsun ona girmeyecek kimse kalmayacaktır.
Orası müminler için serin ve esenlik olacaktır. Tıpkı ateşin İbrahim 'e olduğu
gibi." Daha sahih olan ise -bu hadis-i şerif dolayısıyla- uğramanın oradan
geçme demek olduğudur:
İbni
Ebî Hatim, İbni Mes'ud'un şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bütün
insanlar Sırat'a uğrayacaklardır.^Uğramaları ise cehennemin etrafında ayakta
dikilmeleridir. Sonra amelleri ile Sırat üzerinden geçip giderler. Onlardan kimisi
bir şimşek gibi, kimisi rüzgar gibi, kimisi kuş gibi, kimisi asil bir at gibi
geçer. Kimisi de iyi bir devenin yürüyüşü gibi, kimisi bir insanın koşusu gibi
geçer. Nihayet aralarından en son geçecek kişi ayağının baş parmağı kadar bir
yer üzerinden nuru ile geçebilecektir. Oradan geçerken Sırat onu sağa sola bükecek,
ayakların sebat edemediği oldukça kaygan bir köprü halini alacaktır ve onun
üzerinde es-Sa'dân adı verilen bitkinin dikenlerini andıran dikenler bulunacaktır.
Her iki tarafta ateşten kancalar taşıyan melekler olacaktır. Onlar bu
kancalarıyla insanları alıp yakalarlar." İbni Mes'ud naklettiği bu
rivayeti, elbette ki Peygamber (s.a.)'den dinlemiştir. İbni Cerîr de yine İbni
Mes'ud'un şöyle dediğini nakletmektedir: "Sırat, cehennem üzerinde
kılıcın keskin tarafı gibidir. Birinci tabaka, üzerinden şimşek gibi, ikincisi
rüzgar gibi, üçüncüsü asil atlar gibi, dördüncüsü asil develer gibi geçecektir.
Daha sonra meleklerin: Allah'ım! Esenlik ver, esenlik ver, dualarıyla onlar
(insanlar) oradan geçeceklerdir."
"Sonra
biz takvaya erenleri kurtaracağız. Zalimleri de orada diz üstü çökmüş olarak
bırakacağız." Bütün insanların Sırattan geçip cehenneme uğramalarından sonra
cehenneme girmeyi gerektiren şeylerden sakınmış olanları kurtaracağız.
Cehennemi gerektiren şeyler ise Allah'ı inkâr ve ona isyan etmektir. Biz
bunlardan uzak duranları cehenneme girmekten koruyup kurtaracağız. Onlar iman
ve amelleri sayesinde Sırat üzerinden geçeceklerdir. Kâfir ve isyankârları ise
cehennemde dizleri üstünde çökmüş olarak bırakacağız, oradan çıkamayacaklardır.
Cehennemde, orada ebediyyen kalması icap edenlerden başkası kalmayacaktır.
Günahkâr müminler ise masiyetleri dolayısıyla azap gördükten sonra oradan
çıkacaklardır. Allah herhangi bir zamanda: "Lâ ilahe illallah" demiş
bulunan ve hiç bir hayır işlememiş olanları dahi cehennemden çıkartacaktır.
[94]
Bu
ayet-i kerimelerden aşağıdaki sonuçlar çıkartılabilir:
1- Öldükten sonra dirilişi inkâr eden kâfir, bunu uzak bir ihtimal olarak
görür. Fakat onun hayrete düşüp şaşırmasını gerektiren bir durum yoktur. Eğer
azıcık düşünecek olursa insanı yok iken yaratan gücün aynı şekilde onu ikinci
bir defa daha var etmeye gücü yeteceğini idrak edecektir. Yeniden var
edebilmek, insan aklının ölçülerine göre ilk olarak yaratmaktan daha kolaydır.
Şanı Yüce Allah için ise her ikisi arasında da bir fark olmaz.
2- Varlıkların hasredilip hesap için bir araya toplanmaları aynı şekilde
kabirlerden diriltildikten sonra gerçekleşecek bir iştir. Her kâfir aynı
zincire bağlı olarak şeytanı ile birlikte haşredilecektir.
3- Yüce Allah kâfirleri cehennemin etrafında dizleri üstüne çökmüş olarak
hazır bulunduracaktır. İçinde bulundukları dehşetli halin ağırlığı dolayısıyla
ayağa kalkacak gücü bulamayacaklardır.
4- Yüce Allah her bir ümmet ve batıl din mensupları arasında en isyankâr
olanlarını ve en çok haddi aşmış olanları çıkartır. Bunlar ise önderler ve başkanlardır.
Bunların ayrılmaları cehennem azabının onlara kat kat verilecek olmasındandır.
5- Şanı Yüce Allah, insanlardan ve cinlerden cehenneme girmeye kimlerin
lâyık olduğunu, kimlerin de azabının kat kat artırılmasını hak ettiklerini en
iyi bilendir.
6- Bütün insanların cehenneme uğramaları, yani cehenneme girmek değil de
Sırat üzerinden geçişleri kaçınılmaz olarak gerçekleşecek bir iştir. İbni
Ab-bas, İbni Mes'ud, Ka'b el-Ahbâr, es-Süddî, Hasan-ı Basrî buradaki uğramayı
Sırat üzerinden geçiş olarak açıklamışlardır. el-Hasen şöyle der: Uğramak girmek
değildir. Çünkü kişi Basra'ya uğradım, fakat oraya girmedim, der. Buna göre
uğramak onların Sırat üzerinden geçişleridir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz kendileri için bizden iyilik takdir edilmiş kimseler ondan
(cehennemden) uzaklaştırılmışlardır." (Enbiyâ, 21/101). Derler ki: Yüce Allah'ın
kendisini cehennemden uzak tutacağına dair teminat vermiş olduğu kimse
cehenneme girmeyecektir. Bu ayet-i kerimeden sonra Yüce Allah'ın: "Onlar o
ateşin sesini işitmezler" buyurmuş olması da bunu göstermektedir. Çünkü
eğer onlar bizzat cehenneme uğrayacak (girecek) olsalardı, elbette ki bunun
sesini işitirlerdi. Yüce Allah'ın: "O gün onlar korkudan yana
emindirler" (Nemi, 27/89) buyruğu da bunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber
de Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre
şöyle buyurmuştur: "Müslümanlardan herhangi bir kimsenin ilk çocuğu
ölmüşse o kimseye ateş -yeminin gereği dışında- dokunmayacaktır." Yani
Yüce Allah'ın: "İçinizden ona uğramayacak kimse yoktur" buyruğundaki
yeminin gereğini getirmek kaçınılmaz bir şey olacaktır ki, bu da Sırat
üzerinden geçiş yahut cehennemi görmek veya oraya esenlikli bir şekilde girmek
demektir. Bu hallerde ise ateş hiç bir şekilde dokunmayacaktır.
7- Yüce Allah takva sahiplerini kurtaracak, onları cehennem ateşinden koruyacaktır.
Kâfirleri ise orada devamlı ve ebedî olarak kalmak üzere diz üstü oturmuş halde
bırakacaktır. Bu konuda kabul edilen görüş şudur: Büyük günah işlemiş bir
kimse cehenneme girmiş olsa dahi, günahı kadar cezalandırılacak, sonra oradan
kurtulacaktır. Mürcie, (böylesi bir kimse) asla cehenneme girmeyecektir, derken
Haricîler ise orada ebedî olarak kalacaktır, derler. Cehenneme uğramanın oraya
girmek olduğunu kabul edenler şu: "Sonra biz takvaya erenleri
kurtaracağız" ayetini delil gösterirler. Çünkü Yüce Allah burada biz
zalimleri oraya sokacağız dememekte "zalimleri de orada...
bırakacağız" buyurmaktadır.
Halid
b. Ma'dân şöyle der: Cennetlikler cennete girdikleri vakit: "Hani Rabbimiz
bize cehenneme uğrayacağımızı söylemişti?" derler. Onlara şöyle denilir:
"Sizler oraya uğradınız ve sizler orayı kül gibi gördünüz." Kurtubî
bununla ilgili olarak şöyle der: "İşte bu görüş, bu konudaki farklı
kanaatleri bir noktada toplayabilmektedir. Cehenneme uğrayıp da cehennemin alev
ve sıcağının rahatsız etmediği kimse oradan uzak tutulmuş, oradan kurtarılmış
demektir. Şanı Yüce Allah lütfü ve keremiyle bizi ondan kurtarsın, oraya
uğrayıp da esenlikle oraya giren ve nimet elde etmiş olarak oradan çıkan
kullarından eylesin."
[95]
73- Ayetlerimiz kendilerine apaçık okunduğunda
kâfirler müminlere derler ki: "Bu iki fırkadan hangisinin makamı daha
hayırlı, meclisi daha iyidir?"
74- Bunlardan önce nice nesilleri helak
etmişizdir ki, onlar varlıkça ve gösterişçe daha iyi idiler.
75-
De ki: "Kim dalâlette olursa Rahman ona ömür boyunca mühlet verir. Nihayet
kendilerine vaad olanı ya azabı ya kıyameti görünce kimin yerinin daha kötü ve
yardımcılarının daha zayıf olduğunu bileceklerdir."
76-
Allah hidayete erenlerin hidayetini artırır. Baki olan salih ameller ise sevapça
da Rabbin yanında daha hayırlıdır, akibetçe de daha hayırlıdır.
"Mühlet
verir." buyruğunun aslı emir anlamında "mühlet versin" şeklinde
olmakla birlikte, manası haberdir (mealde ona göre yapılmıştır). Nitekim ba-zan
haber lafzı kullanılıp manası emir olabilir. "Anneler çocuklarını...
emzirir-ler." (Bakara, 2/233) buyruğunun "emzirsinler" anlamında
oluşu gibi.
[96]
"Kimin
yerinin daha kötü ve yardımcılarının daha zayıf olduğunu bileceklerdir."
buyruğu düzenli bir leff ü neşr'dir.. Çünkü birincisi "makamı daha hayırlı"
ifadesine, ikincisi ise "meclisi daha iyi" ifadesine racidir.
"Makamı
daha iyi" ile "yeri daha kötü" ifadeleri arasında da tıbâk
sanatı vardır.
[97]
Kur'ân'dan
"ayetlerimiz kendilerine" Mümin ve kâfirlere, "apaçık" yani
anlam ve mucize oluşları (i'câzları) "okunduğunda kâfirler müminlere
derler ki":
"Bu
iki fırkadan hangisinin" bizden ve sizden hangisinin "makamı"
mekân ve mevkisi daha "hayırlı, meclisi daha iyidir?" Toplantı yeri
ve oturup kalktıkları yer, meclis (nâdî), insanların toplanıp konuştukları
yerdir. Müşriklerin danışmak üzere toplandıkları yer olan Dâru'n-Nedve de
buradan gelmektedir. Bu sözleriyle şunu anlatmak istiyorlar: Biz sizden daha
hayırlı olacağız. Ayetin anlamı şudur: Kâfirler apaçık ayetleri işitip de
onlara karşı çıkmaktan yana acze düşünce bu sefer sahip oldukları dünyevî
nimetlerle müminlere karşı övünmeye koyuldular. Bunu kendi faziletlerine ve
Allah nezdindeki mevkilerinin güzel olacağına delil göstermeye çalıştılar. Bu
yola baş vurmaları ise, onların yalnızca halihazırdaki duruma bakmaları ve
yalnızca dünya hayatının zahirini bilmekle ortaya çıkan kısır görüşlülüklerini
yansıtmaktadır.
"Bunlardan
önce nice nesilleri helak etmişizdir ki..." Geçmiş ümmetlerden nicelerini
helak ettik. Nesil (kam), her bir çağın insanlarına denilir. Bu, tehdit ile
birlikte onların iddialarını reddetmektedir. "Onlar varlıkça..." Bu
kelime (varlık anlamını verdiğimiz esas) evin içerisinde bulunan eşya, elbise
ve benzeri şeylerdir, "ve gösterişçe", yani görülen şeyler
itibariyle, "daha iyidirler". Güzellik ve göz alıcılık itibariyle
daha ileri olmalarına rağmen, biz geçmiş nesilleri helak ettik. Küfürleri
sebebiyle geçmiş nesilleri helak ettiğimiz gibi, şimdikileri de helak ederiz.
"Mühlet
verir" buyruğunun anlamı haber vermektir. Rahman ona uzun bir ömür, bu
ömürden yararlanmak için imkân, hayatta tasarrufta bulunma imkânı verir.
"Nihayet kendilerine vaad olunanı" bu verilen mühletin sonu gelip de
"ya azabı veya kıyameti görünce" burada vaad olunan şey tafsilatlı
olarak zikredilmektedir. Bu ise öldürülmek, esir alınmak, Müslümanlar
tarafından yenik düşürülmek gibi ya dünyadaki azaptır veya kıyamet günü ile o
günde karşı karşıya kalacakları azap, intikam ve cehenneme giriştir. İşte o
vakit "kimin yerinin daha kötü ve yardımcılarının daha zayıf olduklarını
bileceklerdir." Her iki kesimden hangisinin bu durumda olacağını
bileceklerdir. Çünkü işin dünya hayatında iken hesapladıklarının tam aksi
olduğunu görecekler, kendilerinin yardımcı ve destekçilerinin daha az olduğunu
anlayacaklardır. Kendileri ve yardımcıları olan şeytanların mı, yoksa müminler
ve onların yardımcıları olan meleklerin mi daha hayırlı olduğunu açıkça
göreceklerdir.
"Allah
hidayete erenlerin hidayetini artırır." Onlara indirmiş olduğu ayetler ile
hidayet bulanların imanlarını artırır. Bu buyruk Yüce Allah'ın: "De ki:
Kim dalâlette olursa..." ifadesinden sonra nakledilen şart cümlesine
atfedilmiştir. Adeta kâfire mühlet verilip dünya hayatı ile
faydalandırılmasının onun üstünlüğü dolayısıyla olmadığını açıkladıktan sonra,
müminin dünya hayatından aldığı payın az olmasının faziletinin eksikliğinden
dolayı olmadığını açıklamak istemiş gibidir. Çünkü Yüce Allah bununla mümin
için daha hayırlısını istemiştir ve bu hayattaki eksik payının bedelini (daha
hayırlısıyla) vermiş olacaktır.
"Baki
olan salih ameller," etkileri geriye kalan itaatler, beş vakit namaz,
"sübhanallahi velhamdülillahi velâilahe illahü vallahü ekber" sözleri
de bunlardandır; "işte bunlar ise sevapça da Rabbin yanında
hayırlıdır." Bunlar kâfirlerin kendisiyle övünüp durdukları ve
kendilerinden istifade ettikleri fani dünya nimetlerinden daha faydalıdır
"akıbetçe de daha hayırlıdır." Kâfirlerin amellerinin hilâfına dönüş
ve akibet itibariyle daha hayırlıdır. Buradaki hayırlılık onların: Bu iki
fırkadan hangisinin makamı daha hayırlıdır." sözüne bir karşılıktır.
[98]
Şanı
Yüce Allah öldükten sonra dirilişi inkâr eden Kureyş kâfirlerinin görüşlerini
karşı delil ile çürütüp, kıyamet günü görecekleri azabı haber vermekte ve
ayrıca bir diğer şüpheleri de söz konusu etmektedir. Kâfirler şöyle diyorlardı:
Siz hak üzere, biz de batıl üzere isek, o zaman sizin dünyadaki durumunuzun
bizden daha iyi ve daha güzel olması gerekirdi. Çünkü hikmeti olan Yüce
Allah'ın kendisine dost olan ihlâslı kimseleri azap ve zillete düşürmesi, itaatinden
yüz çeviren düşmanlarını ise izzet ve rahat içerisinde bırakması uygun olmaz.
Oysa durum bunun tam aksidir. Biz nimet ve rahatlık içerisinde yaşıyoruz;
demek ki hak üzereyiz. Sizler ise korku, zillet ve fakirlik içine düşmüş bulunuyorsunuz;
demek ki batıl üzeresiniz. Yüce Allah kâfirlerin bu iddialarına şöylece cevap
vermektedir: Sizden önceki kâfirler durum itibariyle de mal itibariyle de
sizden iyi idiler. Halbuki Allah onları yok edici bir azap ile helak etmiştir.
O halde dünya nimetlerine sahip olmak Allah tarafından sevilmenin delili
olamaz. Dünya hayatındaki kötü durum da Allah'ın gazabına uğramışlığın alâmeti
değildir.
Daha
sonra Yüce Allah: "De ki: Kim dalâlette olursa..." buyruğu ile onlara
ikinci bir cevap daha vermektedir. Bunun manası şudur: Onlara dünya veya ahiret
azabının gelmesi kaçınılmazdır. İşte o vakit dünya nimetlerinin kendilerini bu
azaptan kurtaramayacağını öğreneceklerdir.
Rivayet
edildiğine göre bu sözleri söyleyen kişi en-Nadr b. el-Hâris ile Ku-reyşe
mensup bazı kimselerdir. Bunlar Peygamber (s.a.)'in ashabının oldukça sıkıntılı
bir hayat sürüp basit elbiseler giydiklerini, buna karşılık kendilerinin ise
rahat ve bolluk içerisinde yaşayıp kaliteli elbiseler giydiklerini görünce böyle
söylediler.
[99]
"Ayetlerimiz
kendilerine apaçık okunduğunda kâfirler müminlere derler ki: Bu iki fırkadan
hangisinin makamı daha hayırlıdır, meclisi daha iyidir?" Yüce Allah'ın
indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim'in ayetleri, apaçık belgeler olarak okunduğunda
kâfirler bundan yüz çevirdiler ve uydukları batıl dinin doğruluğuna delil
getiren bir üslupla dediler ki: İki kesimden (müminlerle kâfirlerden)
hangisinin mevki ve meskeni daha iyi, makamı daha üstün, yardımcıları daha
çoktur. Ayet-i kerimedeki "nâdî" konuşma yeri ve meclis demektir.
Erkeklerin konuşup oturmak üzere toplandıkları yere denilirdi. İşte biz nasıl
olur da batıl üzere oluruz da şu zayıf, fakir, Daru'l-Erkam'da gizlenip
saklananlar hak üzere olabilirler? Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede
onların bu durumlarını şöylece haber vermektedir: "Kâfirler iman edenlere
dediler ki: Eğer o (iman) hayır olsa idi bizden önce ona sahip
olamazlardı" (Ahkaf, 46/11). Bu ise dünya hayatında zahiren görülen hale
bakıp aldanmaktır. Onlar zengin ve varlıklı olanın hak ve doğruluk üzere
olduğunu, buna karşılık fakir olanın da batıl üzere olduğunu vehmediyorlardı.
Yüce
Allah onların bu şüphelerini şu ayeti ile reddetmektedir:
"Bunlardan
önce nice nesilleri helak etmişizdir ki, onlar varlıkça ve gösterişçe daha iyi
idiler." Bu onların bu husustaki şüphelerine verilen ilk cevaptır. Yani
peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetlerden pek çoğu küfürleri sebebiyle
helak olmuştur. Oysa onlar hem servet, hem de gösteriş bakımından sizlerden
ileri idiler. Ayette geçen "esas" kelimesi genel olarak bütün malı
ifade eder. Deve, koyun, inek ve eşyalar anlamındadır. Özel olarak yatak,
yorgan, elbise, perde, sergi, koltuk, kanape gibi ev eşyası anlamına da gelir.
"Gösteriş" ise elbisenin güzelliği yahut bedenlerin güzelliği ve
nimet içerisinde olması gibi, insanların takdirine göre görünürde olan durum
demektir.
Ayetin
anlamı şudur: Servet, nüfuz ve üstünlüğün görünür belirtileri Allah nezdinde
de durumun iyiliğinin delili değildir. Allah refah içerisinde olanları helak
etmiş, salih fakirleri de kurtarmıştır. İşte bu aynı zamanda zengin, ama cahil
günahkâr bir takım Müslümanların dünya hayatındaki iyi hallerinin Allah'ın
kendilerinden razı oluşuna, ahiretteki hallerinin de iyiliğine bir delil kabul
etmelerine karşı bir tehdittir.
Daha
sonra yüce Allah bu tehdidi daha bir pekiştirerek ve ileriye götürerek şöylece
buyurmaktadır:
"De
ki: Kim dalâlette olursa Rahman olan ona mühlet verir." Bu da kâfirlerin
konu ile ilgili şüphelerine verilen ikinci cevaptır. Ey Muhammedi Sen kendilerinin
hak, sizin ise batıl üzere olduğunuzu iddia eden, Rablerine ortak koşan bu
müşriklere şunu söyle: Bizden olsun sizden olsun, her kim dalâlette olursa ve
her kim dünya hayatında kendi hevasına göre gelişigüzel'davranırsa, Yüce Allah
onu bir müddet sapıklığı içerisinde bırakacak, azgınlığında terk e-decek,
içinde bulunduğu halde kendisine mükjet verecek, ona alabildiğine süre
tanıyacak ve (derece derece azaba yaklaştırmak üzere) ona meydan verecektir ki,
günahı daha çok artsın. Bu Rabbinin huturuna çıkacağı ecelinin geleceği vakte
kadar böyle sürüp gidecektir.
İşte
zalim ve isyankârları derece derece azaba yaklaştırmak hususunda Allah'ın
sünneti budur. Allah onları sapıklıklarında bırakır. Hatta dünya hayatı
nimetlerini ve hayatın lezzet ve zevk alınan yönlerini daha da artırır. Ta ki,
kendileri için bir yol kabul ettikleri o kötü hallerinde daha ısrarlı bir
şekilde kalıp devam etsinler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Günahlarını artırsınlar diye biz onlara süre tanıyoruz." (Al-i
İmran, 3/178); "Onları azgınlıkları içinde şaşırmış halde terk
ederiz." (En'âm, 6/110).
"Nihayet
kendilerine vaadolunanı (ya azabı veya kıyameti) görünce kimin yerinin daha
kötü ve yardımcılarının daha zayıf olduğunu bileceklerdir." Nihayet onlar
gözleriyle tehdit olundukları -ya Bedir gününde görüldüğü gibi öldürülüp esir
alınma şeklinde- dünya hayatında azabı yahut da ansızın gelecek kıyamet
günündeki ve onun kapsamına giren ahiret azabını görünce, işte o vakit kimin
makam ve mevkisinin daha kötü, yardımcılarının da daha güçsüz olduğunu
öğreneceklerdir. İşte o zaman dünya hayatında iken mevkilerinin daha hayırlı,
meclislerinin daha güzel olduğu şeklindeki kanaatlerinin tam aksi olduğunu
görecekler. İşin gerçeğini açık seçik anlayacaklar, kendi mevkilerinin daha
kötü olduğunu, yardımcılarının daha güçsüz olduğunu, müminlerden daha güçlü ve
daha iyi bir halde olmadıklarını göreceklerdir. İşte bu onların daha önce
söyledikleri: "Bu iki fırkadan hangisinin makamı daha hayırlı, meclisi daha
iyidir?" sözlerine bir cevaptır. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de şudur:
"Allah'tan başka kendisine yardım edecek bir topluluk da yoktu, kendisi
de öc alabilecek değildi." (Kehf, 18/43).
Şanı
Yüce Allah sapıklara sapıklıkları içerisinde mühlet verilişini söz konusu
ettikten sonra, hidayet üzere olanların hidayetlerinin artışlarını da şöylece
haber vermektedir: "Allah hidayete erenlerin hidayetini artırır. Baki olan
sa-lih ameller ise sevapça da Rabbin yanında hayırlıdır, akıbetçe de
hayırlıdır." Elbette ki Allah, imana ermek suretiyle hidayet bulanların
muvaffakiyetlerini ve hayra yol bulma imkânlarını daha da artırır. Çünkü
istenen bir hayır, bir başka hayra götürür.
İşte
müminlerle kâfirler arasındaki bu apaçık karşılaştırma hallerinin birbirinin
zıddı olduğunu ortaya koymaktadır. Şanı Yüce Allah müminlerin mükâfatı olarak
yakinlerini artırır. Kâfirlerin cezası ise sapıklıkları içerisinde onlara
mühlet vermesidir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Bir sure indirildiği zaman içlerinden bazıları: Bu hanginizin imanını
artırdı? der. îman edenlere gelince, her zaman imanlarını artırmıştır ve onlar
birbirleriyle müjdeleşirler. Fakat kalplerinde hastalık bulunanlar ise onların
küfürlerine küfür katıp artırdı ve onlar kâfir olarak öldüler." (Tevbe,
9/124-125).
Şüphesiz,
ebedî mükâfata götüren Rabbe itaattir. Mükâfat itibariyle hayırlı olan dönüş
ve akibeti daha iyTlîkm sahibine daha çok fayda sağlayacak olan; mal, mülk,
servet ve meclisler (kendileriyle oturulup kalkılanlar) değildir.
[100]
Bu
ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Dinin ölçüleri ve hakikatleri avamdan olan kâfir ve isyankârların
tasavvurlarından farklıdır. Çünkü bunlar varlıklı, hali vakti iyi, çevresi
geniş kimseler olup bu hallerini müminlerden daha hayırlı ve daha faziletli
oluşlarına delil diye kabul ederler. Bundan gerçek maksatları zayıf görülen
kişileri şüpheye düşürmek ve malı çok olan kimsenin dininde daha haklı olduğu
vehmini vermektir. Sanki kâfirler arasında fakirlerin ve Müslümanlar arasında
zenginlerin varlığını görmüyorlarmış gibi böyle diyorlar. Bunlar Yüce Allah'ın
gerçek dostlarını dünya hayatının gösteriş ve lüksüne aldanıp kapılmaktan
koruduğunu bilmiyorlar.
2- Yüce Allah, servetleri ve malları daha çok, kılık kıyafetleri daha
güzel ve gösterişli olan geçmiş bir çok ümmet ve toplulukları küfürleri
yüzünden helak etmiştir.
3- Dalâlete alabildiğine batmış, küfürde kök salmış olan kimseleri Allah
bilgisizlik ve küfründen kaynaklanan azgınlığında terk eder. Ta ki bu aldanışı
uzayıp gitsin ve böylece onun cezasının daha bir artışına sebep olsun. O istediği
kadar yaşasın. Ömür boyunca alabildiğine genişlik içerisinde yaşasın, nihayet
o ölecektir ve ceza ile karşı karşıya kalacaktır. Bu da tehdidin en ileri derecesidir.
4- Kıyamet gününde gerçekler ve herkesin hali açığa çıkarılacaktır. Böylelikle
kâfirlerin makamlarının daha kötü, konumlarının daha berbat olduğu; müminlere
göre yardımcılarının daha güçsüz olduğu ortaya çıkacaktır. Bu ise Kur'an-ı
Kerim'in bize söylediklerini naklettiği: "Bu iki fırkadan hangisinin
makamı daha hayırlıdır, meclisi daha iyidir?" şeklindeki sorularına bir
cevaptır.
5- Yüce Allah müminlere hidayet üzere sebat verir. Onların başarı ve yardımlarını
artırır. Onlara bir mükâfat olmak üzere yakînlerinin artışına sebep teşkil
edecek ayetleri inzal buyurur.
6- Ebedî kalacak olan salih ameller, yani hayırlı işler, mali ve bedenî
itaatler, Allah nezdinde sevap ve mükâfat bakımından daha üstün, bu işleri
yapanların kazançları daha çok ve sonuç itibariyle daha hayırlıdır. Herkes
vaktiyle dünyada yapmış olduğu ameline göre karşılık görecektir.
[101]
77-
Ayetlerimizi inkâr eden ve: "Elbette bana mal ve evlat verilir"
diyeni gördün mü?
78-
Acaba o görülmeyeni mi bildi; yoksa Allah katından bir söz mü almış.
79-
Hayır! Biz dediğini yazacağız, azabını da uzattıkça uzatacağız.
80-
Dediğini ondan miras alacağız ve o, bize yalnız gelecektir.
"Biz
dediğini yazacağız." buyruğu bir şeyin sebebine isnat edilmesi kabilinden
aklî bir mecazdır. Meleklere yazmalarını emredeceğiz, manasındadır.
78-79-80-81-84-85-88-91-92
ve 99. ayet-i kerimelerin son kelimelerinde güzel bir seci vardır.
[102]
"Ayetlerimizi
inkâr eden ve "Elbette bana mal ve evlat verilir." Yani ben öldükten
sonra diriltilecek olursam sen benim yanıma gelirsin, o takdirde sana alacağını
veririm yahut alacak olarak mal ve evlât öderim, "diyeni" Habbab b.
Eret ve benzerlerini "gördün mü?"
"Acaba
o görülmeyeni mi bildi?" O söylediklerinin kendisine verileceğini haber mi
aldı? Ona gayb mı gösterildi? "Yoksa söylediklerinin kendisine verileceğine
dair Allah yanından bir söz mü almış?" Bir görüşe göre de söz, burada
salih amel demektir. Çünkü Allah'ın salih amele ecir vereceğini vaad etmiş olması,
yerine getirmeyi üzerine aldığı bir söze benzemektedir. Yani kendisine
verileceğini iddia edip bu hususa dair yemin ettiği şeye ancak ya gayb bilgisiyle
yahut da gayb âleminden söz almak yoluyla ulaşılabilir. Peki, o bunlardan
hangisiyle bu kanaate ulaşabilmiştir?
"Hayır!"
Bu ifade ile kendisi adına düşündüğü hususlarda hatalı olduğuna dikkat
çekilmektedir. Yani ona böyle bir şey verilmeyecektir. "Biz dediğini yazacağız.
" Yazılmasını emredeceğiz yahut da onun söylediği bu sözleri yazmış olduğumuzu
ona göstereceğiz. "Azabını da uzattıkça uzatacağız." Hak ettiği azabını
aleyhine uzatıp duracağız veya azabını arttıracak ve ona kat kat azap vereceğiz.
Buna sebep ise küfrü, iftirası ve Allah'la alay etmek cesaretini göstermesidir.
Bundan dolayı mastar hali ile te'kit edilmiştir.
"Dediğini
ondan miras alacağız." Sahip olacağını ileri sürdüğü mal ve çocukları
ondan miras alacağız, yani ölümü ile bunları ondan alacağız; tıpkı mirasçının
alışı gibi. Bundan maksat onun söylemiş olduğu, kendisine verildiğini iddia
ettiği mal ve çocuklardır. "Ve o bize yalnız gelecektir." Kıyamet
gününde ona bir şeyler verilmesi şöyle dursun, dünya hayatında iken sahip
bulunduğu mal ve evlat beraberinde olmaksızın yanımıza gelecektir.
[103]
Aralarında
Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Hıbbân'm da bulunduğu hadis imamlarının
Habbab b. el-Eret'ten rivayet ettiklerine göre o şöyle demiş: Ben bir demirci
idim. As b. Vâil'den bir alacağım vardı. Borcunu istemek üzere yanma gittim.
Bana: "Hayır, Allah'a yemin ederim, Muhammed (s.a.)'i inkâr edinceye kadar
alacağını ödemeyeceğim!" dedi. Ben de: "Allah'a yemin ederim, sen
ölünceye, sonra da diriltilinceye kadar bir zaman geçse dahi Muhammed'i inkâr
etmeyeceğim." dedim. As: "Şayet ben ölür ve sonra da diriltilecek
olursam, sen de yanıma gelecek olursan benim orada malım ve evlâdım olacaktır;
o vakit borcumu öderim." dedi. Bunun üzerine Yüce Allah'ın şu:
"Ayetlerimizi inkâr eden... ve diyeni gördün mü?" buyruğu nazil oldu.
[104]
Şanı
Yüce Allah öldükten sonra dirilişin gerçekliğine dair delilleri açıklayıp daha
sonra inkarcıların bir şüphesini de kaydedip buna cevap verdikten sonra, burada
da alay yollu ve öldükten sonra diriltilip mahşerde toplanmayı tenkit etmek
üzere söylediklerini kaydetmektedir.
[105]
"Ayetlerimizi
inkâr eden ve "Elbette bana mal ve evlat verilir" diyeni gördün
mü?" Ben sana Yüce Allah'a karşı cüretkârca davranıp da: "Şüphesiz
ahi-rette bana mal ve çocuk verilecektir" demek cesaretini gösteren şu
kâfirin kıssasını bildireyim mi? Böyle bir kıssanın söz konusu edilmesi
insanlara bunun hayret edilecek bir şey olduğunu anlatmak içindir.
Daha
sonra Yüce Allah onun söylemiş olduğu bu iddianın gaybî herhangi bir delile
yahut Allah'tan bir ahde dayalı olmadığını belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Acaba o görülmeyeni mi bildi, yoksa Allah yanından bir söz mü
almış?" Onun bu iddiası ya gaybı bilmeye yahut da Allah'tan alman bir ahde
dayalı olabilir. Bu kişi gaybden haber almış da cennette olacağını mı öğrenmiştir
yoksa bu hususa dair Allah'tan sağlam bir ahit mi almıştır? Allah katındaki
ahit ise rahmete dairdir ve "lâ ilahe illallah" deyip salih amel
işleyen mümini cennete koyacağına dairdir. Yüce Allah'ın: "Görülmeyeni mi
bildi?" buyruğu ise -beşeri çaba ile- gayb ilminin elde edilmesinin
imkânsız bir iş olduğuna işarettir. Çünkü şanı Yüce Allah gayb bilgisini ancak
bu iş için razı olup seçtiği bir rasule verir. Daha sonra Yüce Allah onu şu
buyruklarıyla tehdit etmektedir:
"Hayır,
biz dediğini yazacağız. Azabını da uzattıkça uzatacağız ve bize yalnız
gelecektir." Buradaki "hayır" anlamına gelen "kellâ"
kelimesi daha önceki ifadeyi reddetmek ve bundan dolayı azarlamak, daha sonra
gelecek ifadeleri de tekit etmek için kullanılan bir kelimedir. Bu kelime
Kur'an-ı Kerim'in ilk yarısında yer almamıştır. Diğer taraftan söylenenler
herhangi bir erteleme söz konusu olmaksızın yazılmakla birlikte, geleceği
ifade eden sîn harfi ile: "senektü-bü= yazacağız)" şeklinde
zikredilmesi korkutulan şey dolayısıyla tehdit etmek içindir.
Durum
o kâfirin dediği gibi değildir. Aksine biz onun söylediklerini koruyacağız,
belgeleyeceğiz. Ahirette bunlara karşılık onu cezalandıracağız. Azabını daha
da artıracağız ve ahiret yurdunda dünyada iken söylediği bu söz ve Allah'ı
inkârı dolayısıyla azabını uzatıp duracağız. Bu azabı biz ona işlediğinin bir
cezası olarak istediği mal ve evlat yerine vereceğiz.
Onun
canını alacağız ve kıyamet gününde kendisine verileceğini söylediği mal ve
evlâdına başkaları mirasçı olacak. O ise bunlardan mahrum kalacaktır. Kıyamet
gününde dünyada beraberinde bulunan mal ve evlâdı bulunmaksızın, yalnız başına
bize gelecektir. Çünkü biz bunları ondan çekip ayıracağız. Peki, nasıl olur da
bizim ona bunları vereceğimize ümid bağlayabilir? Bu buyruk Yüce Allah'ın şu ayet-i
kerimesini andırmaktadır: "Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi
yapayalnız tek tek bize geldiniz. Size ihsan etmiş olduğumuz şeyleri de geride
bıraktınız?" (En'am, 6/94).
[106]
Bu
As b. Vâil'in kıssasıdır. Bu da kâfir kişinin bayağılığına, onun düşünüşünün
gülünçlüğüne, olmadık şeyleri temenni edeceğine dair hayret verici kıssalardan
birisidir. Halbuki o, ahiret gününde dünyadaki tasavvurlarının zıddı ile
karşılaşacaktır.
Allah'ın
ayetlerini inkâr etmesine, öldükten sonra dirilişi kabul etmeyip bununla alay
edişine rağmen ahirette kendisine pek çok mal ve evlât verileceğini ümid eder.
Halbuki bu söylediklerine dair elinde herhangi bir belge yahut bir delil
bulunmamaktadır. Böyle bir sözü söyleyebilmek için şu iki husustan birisine
gerek vardır: Ya gaybı bilmelidir yahut da Allah nezdinde sağlamlaştırılmış
bir ahit almış olmalıdır.
Bu
kişi gaybı bildi mi ki, kendisinin cennette olup olmadığını bilmiş olsun? Yoksa
Yüce Allah'ın birliğine inanma, salih amel işleme gibi onu cennete koyacak bir
ameli mi vardır?
Bunların
hiç birisi söz konusu değildir. Gaybı bilip göremediği gibi, Rahman olan Allah
nezdinde de bir ahit almış değildir. Bütün söyledikleri aleyhine olmak üzere
saklanıp belgelenecektir. Ahirette bunlara karşılık Allah onu cezalandıracak
ve azabını artıracaktır. Dünyada ona vermiş olduğu mal ve çocuğu da ondan çekip
alacak, malsız, evlâtsız, kendisine yardımcı olacak aşireti olmaksızm tek
başına gelecektir. Sonra da yaptığı kötü iş ve apaçık küfrünün bir cezası
olarak cehennem ateşine atılacaktır.
[107]
81-
Kendilerine güç kazandırsınlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler.
82- Hayır, onlar ibadetlerini inkâr edip
aleyhlerine döneceklerdir.
83- Bilmez misin ki, şeytanları kâfirler üzerine
saldığımızda, onları alabildiğine kışkırtırlar?
84- Sen onlar için acele etme! Biz onlara ait
(olanı) mükemmel bir şekilde sayarız.
85- O gün biz takva sahiplerini Rah-man'ın
huzuruna ona gelmiş konuklar gibi toplayacağız.
86-
Mücrimleri de susamışlar olarak cehenneme süreriz.
87- Rahman'ın yanında ahd almış olandan başkası
şefaatte bulunmayacaktır.
"Onların
ibadetlerini inkâr edip..." ibaresinde ibadet kelimesi masdar olup faile
muzaf olabilir; bu durumda müşrikler putlara olan ibadetlerini inkâr edeceklerdir,
manasına gelir. Yüce Allah'ın: "Rabbimiz olan Allah'a yemin olsun ki, biz
şirk koşanlar değildik." (En'am, 6/23) buyruğunda olduğu gibi, ibadet kelimesi
mef ûle de izafe edilmiş olabilir; bu durumda ise putlar müşriklerin kendilerine
ibadetlerini inkâr edeceklerdir, demek olur.[108]
"O
gün biz takva sahiplerini... toplayacağız... mücrimleri de susamışlar olarak
cehenneme süreriz." buyruğunda hayırlı olan takva sahipleri ile kötü olan
mücrimler arasında bir karşılaştırma (mukabele) vardır.
"Konuklar
gibi" ile "susamışlar olarak" buyruğunda ikinci harf değişikliği
dolayısıyla eksik bir cinas vardır.
[109]
"Kendilerine
güç kazandırsınlar diye" putlarını Allah katında azap görmesinler,
şefaatçi kabul etmek suretiyle onlarla güçlensinler diye "Allah'tan başka"
ibadet ettikleri "ilâhlar edindiler."
"Hayır..."
Bu, onların putlardan güç almalarını reddetmektir, "onlar onların
ibadetlerini inkâr edip..." İlâh edinilen varlıklar kendilerine yaptıkları
ibadetlerini inkâr edecekler ve siz bize ibadet etmediniz, diyeceklerdir. Bir
başka ayet-i kerimede belirtildiği gibi onların ibadetlerini kabul etmeyeceklerdir.
"Onlar bize ibadet etmiyorlardı." (Kasas, 28/63); "O vakit
kendilerine tabi olunanlar tabi olanlardan uzaklaşacaklar..." (Bakara,
2/166). "aleyhlerine döneceklerdir. " Onlara düşman kesilecekler,
aleyhlerine şahit olacaklardır.
"Bilmez
misin ki, şeytanları kâfirler üzerine saldığımızda..." yani onlara
musallat ettiğimizde yahut da onlara şeytanları yakın ve arkadaş kıldığımızda,
"alabildiğine kışkırtırlar." Şeytanlar onları masiyetlere teşvik
ederler, çeşitli hususları güzel göstermek, şehvetleri sevdirmek suretiyle kışkırtırlar.
Alabildiğine kışkırtmak, masiyetlere teşvik etmek demektir. Maksat ise daha
önceki ayet-i kerimelerin ortaya koyduğu şekilde hakkın apaçık ortaya
çıkmasından sonra kâfirlerin söyledikleri sözlerin ve onların sapıklıkta
kalmayı sürdürüp küfür üzere karar vermelerinin hayret edilecek bir şey
olduğunu Rasulullah'a anlatmaktır.
"Sen
onlar için acele etme." Çabucak helak edilmeleri veya azap edilmelerini
isteme! "Biz onları mükemmel bir şekilde sayarız." Onların
ecellerinin günlerini sayarız. Yani onların çabucak helak edilmelerini isteme!
Çünkü geriye onların belli sayıda günleri ve nefesleri kalmıştır.
"O
gün biz" iman eden "takva sahiplerini Rahmanın huzuruna" yani
O'nun lütuf ve kerem yurdu olan cennetine "O'na gelmiş konuklar gibi
toplayacağız. " Onlar ihtiyaçlarını karşılamak üzere ikram ve tebcillere
mazhar olarak hükümdarlara istekte bulunmak üzere giden heyetler gibi
olacaklardır.
Küfürleri
dolayısıyla "mücrimleri de susamışlar olarak cehenneme süreriz."
Küçük düşürülmüş, susuz, yayan, davarların sürüldüğü gibi tahkir ile zelil
kılınarak sürülen kimseler kılacağız.
"Rahmanın
yanında ahd almış olandan başkası..." Sözü geçen ahit, "Lâ ilahe
illallah ve lâ havle velâ kuvvete illa billah'tır. Yani Allah dışında herkesin
güç ve kuvvetinden uzak durmak, hiç kimseden bir şey ummamak demektir.
[110]
Cenab-ı
Allah haşr, amel defterlerinin verilmesi, öldükten sonra dirilişe dair
açıklamalardan sonra kıyamet gününde kendilerine güç verip yardımcı olsunlar,
kendilerini helâktan kurtaracak şefaatçiler ve yardımcılar olsunlar diye
putlarını ilâh edinen puta tapıcılara cevap vermekte ve bu putlarının kendilerine
düşman olacağını açıklamaktadır. Daha sonra Yüce Allah sapıklığın sebebini
izah etmektedir ki, bu da şeytanların vesvesesidir. Rasulü'nden de müşriklerin
azap edilme isteğinde aceleci olmamasını istemektedir. Çünkü onların
ecellerinden veya belli sayıdaki nefeslerinden başka bir şeyleri yoktur. Sonra
da helak edileceklerdir.
Daha
sonra Yüce Allah, cennete gelen müttakîler kafilesiyle küçük düşürülmek
suretiyle cehenneme yaya olarak gelen müşriklerin susuz gelişleri arasında bir
karşılaştırma yapmaktadır.
[111]
"Kendilerine
güç kazandırsınlar diye Allah 'tan başka ilâhlar edindiler." Allah'ın
ayetlerini inkâr eden şu kâfirlere gerçekten hayret edilir. Çünkü onlar küfre
sapıp Allah'a ortak koşmakla, kendilerine yardımcı ve destek olsunlar, Rableri
nezdinde kendilerini ona yakınlaştıracak şefaatçiler olsunlar diye Allah'tan
başka ilâh edinmiş olmalarına rağmen, Allah'tan bir takım temennilerde
bulunur, bir takım isteklerini yerine getirmesini isterler.
Fakat
durum hiç de zannettikleri, ümid ettikleri gibi değildir. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Hayır!
Onların ibadetlerini inkâr edip aleyhlerine döneceklerdir." Sandıkları ve
ümid ettikleri gibi bu putların kendilerini Allah'ın azabından kurtarması
mümkün olmayacaktır. Aksine kıyamet gününde ilâh edinilen bu putlar, kâfirlerin
kendilerine yaptıkları ibadeti inkâr edecektir. Çünkü putlar ibadeti bilmeyen,
farkına varmayan cansız varlıklardır. Zannettiklerinin aksine putlar onlara
düşman kesilecek, aleyhlerine şahitlikte bulunacak ve Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi, siz bize ibadet etmiyordunuz, diyeceklerdir: "Şirk
koşanlar şirk koştuklarını görünce: Rabbimiz, bunlar seni bırakıp çağırdığımız
(tapındığımız) ortaklarımızdır, diyecekler. Onlar da kendilerine şu sözü
söyleyi-vereceklerdir: Siz hiç şüphesiz kesinlikle yalancılarsınız."
(Nahl, 16/86). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onlar bize ibadet
etmiyorlardı." (Kasas, 28/63); "O zaman kendilerine uyulanlar
uyanlardan hızlıca uzaklaşırlar. Artık azabı görmüşlerdir. Aralarındaki
münasebetler de kopup gitmiştir." (Bakara, 2/166).
Daha
sonra Yüce Allah kâfirlerin dünya hayatında şeytanlanyla olan ilişkilerinden
bahsetmektedir. Onlar şeytanlardan istekte bulunmakta, onlara itaat
etmektedirler. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilmez misin ki, biz
şeytanları kâfirler üzerine saldığımızda onları alabildiğine
kışkırtırlar." Bizim şeytanları kâfirlere musallat kılıp onları
birbirleriyle başbaşa bıraktığımızı, şeytanlara onları aldatma imkânı
verdiğimizi, o bakımdan şeytanların bu müşrikleri masiyetleri işlemek üzere
tahrik ettiklerini, kışkırtıp, aldatıp kandırdıklarını bilmez misin? Bir başka
yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan gücünün yettiği
kimseleri sesinle yerlerinden oynat. Onlara karşı süvarilerinle, piyadelerinle
yaygara çıkar ve mallarına evlâtlarına ortak ol!" (İs-ra, 17/64).
İşte
bu ayet ile kâfirlerin durumlarının, küfür üzere ısrarlarının hayret edilecek
bir şey olduğu Rasulullah (s.a.)'a hatırlatılmakta, haktan yüz çevirip
alıkoymalarına karşı onu teselli edip meselenin onun için kolaylaşmasını sağlamaktadır.
"Sen
onlar için acele etme. Biz onlara ait (olanı) mükemmel bir şekilde sayarız.
" Ya Muhammed! Küfür üzere ısrar ve sebatları, inatları yüzünden helak
edilmelerini Allah'tan istemek suretiyle bunlara azabın gelmesini dilemekte
aceleci davranma! Biz süre tanıyor ve belirli bir vakte kadar cezalarını
geciktiriyoruz. Kaçınılmaz olarak onlar Allah'ın azap ve intikamına doğru
gitmektedirler. Senin onların azap edildiklerini görmene engel, sadece sınırlı
ve münhasır bir takım sürelerdir. Gelecek olan ise pek yakındır. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Sen Allah'ı zalimlerin yaptıklarından gafil
sanma." (İbrahim, 14/42). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "O
halde kâfirlere bir süre tanı. Azıcık bir süre." (Târik, 86/17). Yine
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onları azıcık
faydalandırırız, sonra da oldukça uzun bir azaba mahkûm ederiz." (Lokman,
31/14).
Daha
sonra Yüce Allah kıyamet gününde haşir keyfiyetini, takva sahipleri ile
mücrimler arasında ortaya çıkacak ayrılığı açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"O
gün biz takva sahiplerini Rahmanın huzuruna O'na gelmiş konuklar gibi
toplayacağız." Ey Rasul! Kavmine, takva sahibi olan toplulukların cennete,
Allah'ın ikram yurduna binekleri üstünde gruplar halinde gelecekleri günü
hatırlat. Grup (vefd) ise binekli olarak gelen kimselerdir. Onların binekleri,
ahiretin nurdan binekleridir. Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Ra-sulullah (s.a.): Nefsim elinde olana yemin olsun, takva sahipleri
kabirlerinden çıkacakları vakit beyaz dişi develerle karşılanırlar. Bunların
kanatları olacaktır ve bu develerin eğerleri altından olacaktır." buyurdu
ve daha sonra bu ayet-i kerimeyi okudu.
"Mücrimleri
de susuz olarak cehenneme süreriz." Yalanlayan günahkârları da
arkalarından kovalanarak, sürüklenerek, cehenneme susuz, piyade olarak tıpkı
suya giden susamış develer gibi hızlıca sürükleyeceğiz.
"Rahmanın
yanında ahd almış olandan başkası şefaatte bulunamayacaktır." Hiç kimse
Allah katında başkasına şefaat edemeyecektir. "Rahmanın kendisine izin
verdiği kimseden başka; ve o doğru söz söyleyecektir." (Nebe, 78/38).
"Rahman'm yanında ahd almış olandan" buyruğunda sözü geçen ahit,
Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik edip bunun gereğini yerine
getirmektir. Yani doğru itikad sahibi, doğru sözlü ve salih amel sahibi
olmaktır. Dünya hayatında hidayete çağıran ve kötülüklerin ıslahına çalışan
kimse olmaktır. İlâh oldukları ileri sürülen varlıkların şefaati ise gülünç bir
temenniden, boş vehimden ibarettir. Bunlar bizzat kendilerine dahi bir fayda
ya da bir zarar veremezler.
İbni
Ebi Hatim, el-Esved b. Yezîd'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah b.
Mes'ud şu: "Rahmanın yanında ahd almış olandan başkası şefaatte
bulunamayacaktır" ayetini okuduktan sonra dedi ki: Bunlar Allah katında
ahit alanlardır. Allah kıyamet gününde şöyle diyecektir: Her kimin Allah'ın yanında
bir ahdi varsa ayağa kalksın. Ey Abdurrahman'ın babası! Haydi bize öğret,
dediler, o da şöyle dedi: Şunları söyleyin:
"Gökleri
ve yeri yoktan var eden, gizliyi ve açığı bilen Allah'ım! Ben şu dünya
hayatında sana, beni kötülüğe yaklaştıracak ve hayırdan uzaklaştıracak bir amel
ile başbaşa bırakmamanı ahdediyorum. Ben senin rahmetinden başka bir şeye
güvenmiyorum. Kıyamet gününde eda edeceğin bir ahit ver bana! Şüphesiz sen
sözünden caymazsın."
Elbette
ki bu, bir hadisin ifade ettiği bir manadan alınmıştır.[112] Böylelikle
burada ahd ile kastedilenin şehadet kelimesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayet-i
kerime büyük günah sahiplerine şefaatin söz konusu olacağını da göstermektedir.
[113]
Ayet-i
kerimelerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Allah'a ortak koşanlar Allah'tan başka tapındıkları bir takım ilâhlar
edinirler. Böylelikle bu ilâhların kendilerine yardımcı ve destek olacağını,
kendilerini Allah'a yakınlaştıracağını ve Allah'ın azabından koruyacağını,
şefaatçi olacağını sanırlar.
2- Ancak durum sandıkları ve vehmettikleri gibi değildir. Bu putlar müşriklerin
kendilerine yaptıkları ibadeti inkâr edeceklerdir; hatta bizzat kendileri
putlara tapındıklarını inkâr edeceklerdir. Bu putlar kendilerine ibadet edenlere
karşı ileri sürülecek iddialarda ve yalanlamalarında yardımcı olacaklar, onlara
düşman kesileceklerdir. Allah'ın kendilerini konuşturması sonucu: "Rab-bim
seni bırakıp bize tapınan şu kimseleri azaplandır," diyeceklerdir.
3- Şanı Yüce Allah şeytanları kâfirlere onları aldatmak ve kötülüğe
teşvik etmek için, itaatten çıkartıp masiyete götürmek için musallat kılmıştır.
4- Ey peygamber! Müşrik kavminin azap edilmesini istemene gerek yoktur.
Çünkü onlar ile azap arasında yalnızca kısa ve sayılı bir süre vardır.
5- Yüce Allah takva sahiplerini kabirlerinden binekler üzerinde izzet ve
ikram ile haşredecektir. Kâfirler ise piyade olarak, çıplak ayaklı, tek tek ve
suya koşan susuz develer gibi susamış halde sürükleneceklerdir. Bu ayet-i kerimede
onların karşı karşıya kalacakları zillet ve tahkir ifade edilmektedir. Ayrıca
kıyamet gününün dehşetlerinin mücrimlere has olduğuna da delildir. Çünkü takva
sahibi kimseler ta baştan beri bir ikram ve lütuf halinde haşrolunacak-lardır.
Onlar korkudan yana emniyet içerisindedirler. Bu dehşetli hallerin onları
kapsaması nasıl mümkün olur ki?
6- Rahman olan Allah'ın yanında ahit almış olandan başkasına Allah katında
şefaat etmek imkânı yoktur. Yalnızca böyle bir ahit almış kimsenin şefaatte
bulunma imkânı vardır[114]
Ahit
ise, Allah'tan başka ilâh olmadığına, onun bir tek ve ortaksız olduğuna
şehadet getirmek, bu şehadetin hakkını ifa etmektir. Fazıl, âlim ve salih
kimselerin şefaat edip şefaatlerinin kabul olunacağına dair haberler birbirini
kuvvetlendirmektedir. İbni Mesud şöyle der: Ben Rasulullah (s.a.)'ı ashabına
şöyle derken dinledim "Sizden herhangi bir kimse her sabah ve her akşam Allah
nezdinde bir ahit almaktan acze düşer mi?" Ey Allah'ın Rasulü bu nedir?
diye sorulunca şöyle buyurdu: "Her sabah ve akşam şöyle desin: Ey gökleri
ve yeri yoktan var eden, gizliyi ve açığı bilen Allah'ım! Ben sana bu dünyada
şu ahdi veriyorum: Senden başka ilâh olmadığına, bir ve tek olduğuna, ortağın
bulunmadığına, Muhammed'in senin kulun ve rasulün olduğuna şahitlik ederim.
Sen beni bana bırakma. Çünkü eğer sen beni bana bırakacak olursan nefsim beni
hayırdan uzaklaştırır, kötülüğe yakınlaştırır. Ben rahmetinden başka bir şeye
güvenmiyorum. Nezdinde kıyamet gününde bana eksiksiz ödeyeceğin bir ahdim
olsun. Şüphesiz sen vaadinden caymazsın."
İşte
kul bunu söylediği vakit, Allah onun üzerine bir mühür basar ve onu Arşın
altına koyar. Kıyamet günü oldu mu bir münadi şöyle seslenir: Allah nezdinde
ahdi bulunanlar nerededir? İşte bunu söylemiş olan kalkar ve cennete gi-
[115]
88-
"Rahman evlat edindi" dediler.
89-
"Andolsun ki, siz pek çirkin bir şey söylediniz.
90- Bundan nerdeyse gökler parçalanacak, yer
yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak.
91-
Rahmân'a evlâd isnat ettiler diye.
92- Halbuki Rahmân'a evlâd edinmek yakışmaz.
93- Göklerle yerde olanların hepsi Rahmân'a
ancak kul olarak gelir.
94-
Andolsun ki, hepsini kuşatıp onları teker teker saymıştır.
95-
Andolsun ki, onların hepsi kıyamet gününde O'na yalnız gelirler.
"Andolsun
ki, siz pek çirkin bir şey söylediniz." Bu buyrukta yermede mübalağa ve
yüce Allah'a karşı cüretkârlıklarının aleyhlerine olacağının tespiti için
muhataba sigasına bir iltifat (geçiş) vardır.
[116]
Yahudiler,
Hristiyanlar ve meleklerin Allah'ın kızları olduğunu ileri sürenler.
"Rahman, evlâd edindi, dediler."
"Pek
çirkin" oldukça büyük bir münker "bir şey söylediniz."
"Neredeyse
gökler parçalanacak" ardı arkasına paramparça olacak "ve dağlar
parçalanıp dağılarak yıkılacak." İleri sürülen bu söz, o kadar dehşetli ve
o kadar büyüktür ki, eğer maddi olarak hissedilir bir şekilde canlandırılacak
olursa, büyük cisimler dahi buna katlanamaz, bunu taşıyamaz ve bu sözün
ağırlığından darmadağın olur, giderlerdi.
"Göklerle
yerde olanların hepsi Rahmân'a ancak kul olarak gelir." Hepsi kıyamet
gününde Yüce Allah'a zilletle boyun eğmiş olarak itaat içinde gelecektir.
"Hepsini
kuşatıp onları teker teker saymıştır." Onları tespit etmiş, kuşatmıştır.
Onun ilim ve kudretinin dışına çıkamazlar. Kişi olarak onların nefeslerini ve
fiillerini de saymıştır. Herşey onun yanında belli bir miktara göredir.
"Kıyamet
gününde O'na yalnız gelirler." Malsız ve yardımcısız olarak tek başlarına.
[117]
Şanı
Yüce Allah puta tapıcılara cevap verdikten sonra 'Yahudiler dediler ki: Üzeyr
Allah'ın oğludur, Hristiyanlar da dediler ki: Mesih Allah'ın oğludur."
(Tevbe, 9/30) buyruğunun da ifade ettiği şekilde, Üzeyr Allah'ın oğludur, diyen
Yahudiler ile Mesih Allah'ın oğludur diyen Hristiyanlara ve melekler Allah'ın
kızlarıdır diyen bazı Arap müşriklerine ve onlar gibi Allah'a çocuk isnat edenlere
cevap vermektedir. Çünkü bütün bunlar uydurulmuş bir iftiradan ibarettir.
[118]
"Rahman,
evlat edindi, dediler. Andolsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz. "
Kâfirler (Yahudiler, Hristiyanlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia
eden Arap müşrikleri): Şüphesiz Allah evlât edindi, dediler. Ancak Yüce Allah
onlara şöylece cevap vermektedir: Andolsun siz bu sözünüzle görülmedik bir
iftirada bulunuyor, günahı oldukça büyük bir söz söylüyorsunuz. Ayet-i kerimede
"pek çirkin bir şey" diye açıklanan el-idd: "Musibet, oldukça
çirkin ve görülmedik iş" anlamına gelir.
"Bundan
nerdeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak
yıkılacak." Bu sözden dolayı nerdeyse gökler paramparça olacak, yer
yarılacak ve pek çok şey yerin dibine geçecek, büyük bir gürültü ile yıkılıp gidecek,
dağlar da oldukça şiddetli bir şekilde yıkılıp ufalanacaktır. Bu sözden dolayı,
bu sözün oldukça görülmedik ve ağır bir iftira oluşundan dolayı ve Yüce Allah'ı
tazim etmek ve Onun celâlini ortaya koymak için yeryüzü altüst olacaktır.
Çünkü bütün bu yaratıklar Allah'ı tevhid, onun ortağı benzeri, çocuğu ve eşi
olmadığını ikrar ve kabul etmek esası üzere yaratılmışlardır. İbni Abbas ve
Ka'b şöyle demiştir: Gökler, yer, dağlar ve -insan ile cinler dışında- bütün
yaratıklar bu işten korktular, dehşete kapıldılar. Nerdeyse yok olup
gidecekler. Melekler ise bu işe gazaplandı, cehennem alevlendi. Ağaçlar diken
çıkardı. Yer ise üst üste yığıldı ve kuraklaştı. Bütün bunlar bu gibi kimseler:
"Allah çocuk edindi." dedikleri vakit oldu. Muhammed b. Ka'b da şöyle
der: Allah'ın düşmanları neredeyse başımıza kıyametin kopmasına sebep
olacaklardı. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bundan nerdeyse gökler
parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak; Rahmana
evlât isnat ettiler diye."
İşte
bu söylenen sözün dehşetinin büyüklüğünü ortaya koymakta ve Allah'ın gazabını,
hiddetini gerektirdiğini belirtmektedir. Şayet Yüce Allah'ın hikmeti, hilmi ve
kâfirin küfrüne aldırış etmemesi olmasaydı, elbette kıyamet kopar ve kâfirler
toptan imha edilirdi.
"Rahmana
evlât isnat ettiler diye. Halbuki Rahmana evlâd edinmek yakışmaz. " Bütün
bunların sebebi Allah'a evlât nispet etmeleridir. Halbuki evlât edinmek ona
yakışmaz ve uygun düşmez. Çünkü onun celâli ve azameti buna aykırıdır ve
elbette ki, bu bir eksikliktir. Yüce Allah böyle bir eksiklikten münezzehtir,
çünkü bütün yaratıklar onun kuludur.
Bundan
dolayı Yüce Allah böyle bir iftiranın reddini pekiştirmek üzere şöyle
buyurmaktadır: "Gökler ve yerde olanların hepsi Rahman a ancak kul olarak
gelir." Meleklerden, insanlardan ve cinlerden olan yaratılmışların her
birisi mutlaka kıyamet gününde Yüce Allah'ın huzuruna kulluğunu itiraf ederek,
boyun eğerek, Allah'ın mülkiyetinde olduğunu ilân ederek zillet içerisinde
gelecektir. O halde bu mahlûkatın birisi nasıl olur da onun evlâdı olabilir?!
"Andolsun
ki hepsini kuşatıp onları teker teker saymıştır. Onların hepsi kıyamet gününde
ona yalnız gelirler." Yüce Allah onları yarattığı günden kıyamet gününe
kadar sayılarını bilmiştir. Şahıs olarak onları saydığı gibi, bütün hallerini
de tespit etmiştir. Onlar onun hakimiyeti, emir ve idaresi altındadır. Her şey
onun yanında belli bir miktar iledir. Onların her birisi kıyamet gününde onun
huzuruna herhangi bir yardımcısı olmaksızın, beraberinde bir mal bulunmaksızın
gelecektir. O da yaratıkları hakkında dilediği şekilde hüküm verecektir.
Allah, insanlara hiç bir şekilde zulmetmeyen, adil olandır. Fakat asıl insanlar
kendilerine zulmederler. "Teker teker saymıştır." buyruğu da önceki
buyrukları tekit etmektedir.
[119]
Bu
ayet-i kerimelerin konusu tevhidi açıklayıp ortaya koymak, yalnızca Allah'a
kulluk yapılması gerektiğini açıklamak ve Allah'ın evlat edindiği iftirasını
reddetmektir: "De ki: O Allah'tır, bir ve tektir. Allah'tır, Samed'dir.
Doğmamıştır, doğurulmamıştır ve kimse O'na denk olmaz." (İhlâs, 112/1-4).
Bununla
birlikte Yahudiler, Hristiyanlar ve meleklerin Allah'ın kızları olduğunu
söyleyen bir takım Araplar, Allah'ın çocuğu olduğu iddiasında bulunmuşlardır.
Haşa, asla! Allah çocuk edinmemiştir. Çünkü onun böyle bir şeye ihtiyacı
yoktur. O eksiklikten, benzeri olmaktan, çocuk edinmekten münezzehtir. Böyle
bir şey söylemek oldukça büyük bir iftiradır, son derece çirkin bir iştir ve
büyük bir cürümdür.
O
kadar ki, bütün varlıklar -bu sözü reddetmek, ona karşı tepki göstermek ve
Allah adına gazaplanmak üzere- neredeyse yok olup gidecek, gökler paramparça
olacak, yer yarılacak, dağlar büyük bir gürültü ile unufak olacaktır. Çünkü
bütün bu yaratıklar Allah'ın tevhidini ikrar ve itiraf üzere yaratılmış ve tesis
edilmişlerdir. Diğer taraftan çocuk sonradan var olmayı gerektirir. Çünkü -Hz.
İsa mucizesi hariç- hiç bir çocuk babasız olmaz. Yüce Allah ise bundan
münezzehtir, bundan uzaktır.
Göklerde
ve yerde bulunan herkes mutlaka Kıyamet gününde zilletle boyun eğerek Allah'a
kulluğunu ikrar edip gelecektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Hepsi de huzuruna hor ve hakir olarak geleceklerdir.
" (Nemi, 17/87). Küçülmüş ve zeliller olarak. Çünkü bütün yaratıklar Onun
kuludur. Onlardan herhangi birisi nasıl olur da o yüce^abbin çocuğu olabilir?
Zalim ve inkarcıların söylediklerinden o alabildiğine yücedir, münezzehtir.
"Göklerle
ve yerde olanların hepsi Rahman'a ancak kul olarak gelir" ayet-i kerimesi
evlâdın babasının mülkiyetinde bir köle olmasının caiz olmayacağına bir
delildir. Çünkü Yüce Allah evlât sahibi olmak ile mülkiyetin birbirine ters
söyler olduğunu açıklamaktadır. Baba tasarruf türlerinden herhangi birisiyle
çocuğuna malik olacak olursa, o istemese dahi azad eder. Ayrıca Müslim,
Sa-hih'inde şunu rivayet etmektedir: "Bir çocuğun babasının karşılığını
verebilmesi ancak onu köle olarak bulup da satın alması ve onu azad etmesiyle
mümkündür. "
Yaratıklardan
hiç birisi Allah'a gizli değildir. Çünkü Yüce Allah yaratıkların sayısını
bildiği gibi, çok hassas bir şekilde onların sayımını da yapmıştır. Kıyamet gününde
herkes kendisine fayda sağlayabilecek bir yardımcısı ve beraberinde bir malı
bulunmaksızın gelecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O
günde mal da evlât da hiç bir fayda vermez; Allah'a selim bir kalb ile gelmiş
olanlar müstesna." (Şuarâ, 16/88-89). İşte insana dünyada iken işlediği
salih amelden başkasının faydası olmayacaktır.
"Onların
hepsi kıyamet gününde O'na yalnız gelirler." ayetinde ise şuna işaret
vardır: Ey müşrikler! Siz çocuklarınızı köleleştirmeyi kendinize yakıştırmıyorsunuz.
Bütün varlıklar da Onun kuludurlar. Peki, kendiniz için razı olmadığınız bir
şeye nasıl onun adına razı olabilirsiniz? Aynı şekilde siz kız çocukları
kendiniz için beğenmezken, melekler Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki sözlerinizle
nasıl olur da kız çocuklarını Allah'a nispet edersiniz?
Özetle
Allah'ın evlât edinmesini reddedip vurgulayan bu ayet-i kerimeler daha önce
kaydettiğimiz "De ki: O Allah'tır, bir ve tektir." diye başlayan
İhlâs suresinin konusu ile aynı noktada birleştiği gibi, daha önce kaydettiğimiz
ve bu sureyle Buharî'nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif ile de birleşmektedir:
"Ra-sulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şanı yüce ve mübarek olan Allah
buyuruyor ki: Böyle bir şey yapmaması gerektiği halde Adem oğlu beni yalanladı.
Yine böyle bir şey yapmaması gerektiği halde Adem oğlu bana sövdü. Onun beni
yalanlaması, Allah beni evvelce yarattığı gibi tekrar iade etmeyecektir,
şeklindeki sözüdür. Halbuki ilk yaratma benim için onu tekrar iade etmekten
daha kolay değildir. Onun bana sövmesi Allah çocuk edindi, demesidir. Ben ise
bir ve tek, Samed olanım. Doğmamış ve doğurulmamış olanım ve hiç bir kimse
benim dengim değildir. "[120]
96-
Muhakkak mümin olup salih amel işleyenlere Rahman, bir sevgi peyda edecektir.
97-
Andolsun biz onu takva sahiplerini onunla müjdeleyesin, inat edenleri de
korkutasın diye senin dilinle kolaylaştırdık.
98-
Onlardan önceki zamanlarda nice kavimleri helak ettik. Şimdi onlardan birini
görüyor yahut gizli bir seslerini bile işitiyor musun?
"..salih
amel işleyenlere Rahman, bir sevgi peyda edecektir." Yüce Allah onların
başkalarına bir sevgi izhar etmeleri söz konusu olmaksızın, başkalarının
kalbinde bir sevgi var edecek, insanlar onları sevecektir. Ayrıca onlar da
kendi aralarında birbirlerini seveceği gibi, Yüce Allah da onlardan razı
olacaktır.
"Takva
sahiplerini", salih amel ile takvayı elde etmiş olanları, "onunla
müjdeleyesin inat edenleri" Batılı ileri sürerek tartışan, düşmanlığı ve
tartışması oldukça çetin olan kimseleri. Bunlar Mekke kâfirleridir,
"korkutasın diye senin dilinle kolaylaştırdık." Senin dilin olan Arap
diliyle onu indirdik. Burada "kolaylaştırdık" bildirdik, anlammadır.
"Nice"
kavimleri..." geçmiş ümmetlerden bir çoğunu "helak ettik." Bu,
kâfirleri bir korkutmadır. Rasulullah (s.a.)'a onları uyarıp korkutmak için de
bir yüreklendirmedir. "Onlardan birini görüyor" duyuyor, "yahut
gizli bir seslerini bile işitiyor musun?" Hayır! İşte biz öncekileri helak
ettiğimiz gibi, bunları da helak ederiz.
[121]
İbni
Merdüveyh ve ed-Deylemî, el-Berâ'nın şöyle söylediğini rivayet ederler:
Rasulullah (s.a.) Ali (k.v.)'ye dedi ki: "Allahım! Benim için katında bir
ahit bulundur. Müminlerin kalbinde benim için bir sevgi yarat." Bunun
üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi."
[122]
Yüce
Allah çeşitli kâfir gruplarına cevap verip dünya ve ahiretteki durumlarını
açıkladıktan sonra sureyi müminlerin halini söz konusu ederek sona erdirmekte,
onlara karşı sevgi tohumlarını insanların kalplerine -kendileri tarafından bir
sevgi gösterisi olmaksızın- akrabalık, bir iyilik yapmak ve buna benzer sevgi
duyma sebeplerine de yönelmeksizin, yerleştireceğini açıklamaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah, Peygamber (s.a.)'in dili ile (Arapça ile) Kur'an-ı Kerim'in
kolaylaştırıldığını bildiriyor. Çünkü bu surede tevhid, nübüvvet, haşir ve
neşirin delilleri açıklanmış, ayrıca Hz. Peygamber Kur'ân ile insanları müjdeleyip
korkutsun diye böylece kolaylaştırılmıştır.
Sonra
sure oldukça beliğ bir öğüt ile ve kendilerinden önceki toplumları helak ettiği
gibi, müşriklerin de helak edileceği tehdidiyle sona ermektedir. Çünkü
müşrikler eğer dünyanın zeval bulmasının ve ölümün kaçınılmaz olduğunu bilecek
olurlarsa, bundan korkarlar. Aynı şekilde ahiretteki kötü akibet-ten de
korkarlar. O bakımdan bu durumda masiyetlerden uzak durma ihtimalleri daha
yüksek olur.
[123]
"Muhakkak
mümin olup salih amel işleyenlere Rahman bir sevgi peyda edecektir." Şüphesiz
Allah'ın Rasulü'nü tasdik edip doğrulayanlar; farz ve nafile türünden salih
amel işleyip helâli helâl, haramı haram bilenlere, Allah'ı razı edecek işler
yapanlara karşı sevgi tohumlarını salih kulların kalplerinde candan bir sevgi
halinde yeşertecektir. Salih ameller, Muhammedi şeriata tabi oluşu dolayısıyla
Yüce Allah'ı razı edecek işlerdir.
Ahmed,
Buharî, Müslim ve Tirmizî, Ebu Hureyre (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'m şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Allah bir kulu sevdiği takdirde Cebrail'e
şöyle seslenir: Ben filanı sevdim, sen de onu sev. (Cebrail) Semada nida
ettikten sonra yer halkı arasında da o kimseye sevgi besleme indirilir. Allah
bir kula buğzettiği vakit de Cebrail'e: "Ben filana buğzettim," diye
nida eder. O da semada nida ettikten sonra, yeryüzüne o kimseye karşı nefret
indirilir."
Bu
suretle hadis-i kudsî salih kullar lehine yeryüzünde sevgi beslemenin
indirilmesi noktasında ayet-i kerime ile uyum halindedir. Bu sevgi ve kalplerdeki
bu muhabbetin Yüce Allah'ın var etmesi ile olduğunu, akrabalık, dostluk, iyilik
yapma yahut buna benzer sevgiyi doğuran sebepler söz konusu olmaksızın
doğrudan Allah'ın var etmesi ile ortaya çıkacağı konusunda da ayet-i kerime
ile hadis uyum halindedir.
Daha
sonra Yüce Allah bu surenin konumunu açıklamak üzere bazı izahlarda
bulunmaktadır. Çünkü bu surede tevhid, nübüvvet, haşir ve neşir söz konusu
edildiği gibi, sapık ve saptırıcı fırkaların görüşleri de reddedilmektedir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz onu takva sahiplerini onunla müjdeleye-sin,
inat edenleri de korkutasın diye senin dilinle kolaylaştırdık." Biz bu
Kur'an-ı Kerim'i sana senin dilinle indirmek suretiyle kolaylaştırdık. Onu etraflı
bir şekilde açıkladık ve kolay kıldık ki, onunla müttakilere Allah'ın çağrısını
kabul edip rasulünü tasdik edenlere onlar için itaatleri karşılığında cennetin
bulunduğunu müjdeleyesin. Hakka karşı durmakta inat eden, haktan ayrılıp
sapan, batıla yönelenlere de küfür ve isyanları sebebiyle kendileri için cehennemin
hazırlanmış olduğunu belirtmekle korkutasm.
Daha
sonra Yüce Allah sureyi şu oldukça beliğ öğüt ile nihayete erdirmektedir:
"Onlardan
önceki zamanlarda nice kavimleri helak ettik. Şimdi onlardan birini görüyor ya
da gizli seslerini bile işitiyor musun?" Bizler müşrik Araplardan önce
nice toplumları ve nice ümmetleri helak etmiş bulunuyoruz. Çünkü onlar da
Allah'ın ayetlerini inkâr etmiş ve rasullerini yalanlamışlardı. Onlardan
herhangi bir kimseyi görebiliyor yahut onların seslerini işitebiliyor musun?
[124]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları bulundurmaktadır:
1- Takvası ve Allah'ın şeriatine, dinine tabi olması dolayısıyla ondan razı
olduğu için Allah bir kulunu sevecek olursa onun için salih kullarının
kalplerinde ve mukarreb meleklerinin nezdinde sevgi ve muhabbeti yazar (takdir
buyurur); isterse zalimler, kâfirler ve fasıklar o kimseden hoşlanmasın.
Herim
b. Hayyân şöyle demiştir: Bir kimse kalbiyle Allah'a yöneldi mi, mutlaka Yüce
Allah da iman ehlinin kalplerini ona doğru meylettirir. Nihayet ona iman
ehlinin sevgi ve merhametini de ihsan eder.
Bunun
ilk örneği de Rasulullah (s.a.)'tır. Ondan sonrakiler arasındaki örnek ise
ileri gelen ashab-ı kiramdır. İbni Abbas, bu ayet-i kerimenin Abdur-rahman b.
Avf hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Allah kullarının kalplerinde oun
lehine öyle bir sevgi var etti ki, onunla karşılaşan her mümin mutlaka ona
saygı gösterir, onunla karşılaşan her müşrik ve münafık mutlaka onu tazim
ederdi. O dünyada sevilen bir kimseydi, ahirette de böyle olacaktır. Şüphesiz
Yüce Allah ancak mümin ve muttaki olan kimseyi sever. Ancak ih-lâslı ve
tertemiz bir kimseden razı olur. Allah lütuf ve keremiyle bizi onlardan kılsın.
2- Kur'an-ı Kerim anlaşılması kolay olsun diye Arap diliyle nazil
olmuştur.
3- Şanı Yüce Allah geçmiş kavim ve toplumlardan pek çoğunu Allah'ı inkâr
etmeleri, şerefli rasullerini yalanlamaları dolayısıyla toptan helak ederek
azaplandırmıştır. Diğer taraftan Yüce Allah peygamber Muhammed (s.a.) ile bu
ümmete lütufta bulunmuş ve kökten yok edip imha etme azabını onlardan
kaldırmıştır.
4-
Son iki ayet-i kerimede
Rasulullah (s.a.)'a kavminden olan Arap müşriklere karşı zafer ve galibiyet
vaadi yer almaktadır. Diğer taraftan o kâfirlere ve onların benzerlerine de
azap, horluk ve zillet tehdidi vardır.
5- Rasulullah (s.a.)'ın görevi müjdelemek ve uyarıp korkutmaktan ibarettir.
Ayet-i kerimede bu iki işe de bir teşvik vardır. Yani Allah'a itaat edene cennet
müjdesini vermek, ona karşı gelip isyan edeni de cehennem ile korkutmak, teşvik
edilmektedir.
[125]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/297.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/297.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/297-299.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/299.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/300-301.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/301.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/301-302.
[8] Prof. Dr. Abdulvahhab en-Neccar, Kısâsu'l Enbiyâ, 368.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/302-303.
[9] Razi, XXI/179.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/303-307.
[11] Razî, XXI /186.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/307-309.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/310.
[14] Prof. Abdulvahhab en-Neccar, a.g.e., 369.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/310-311.
[15] İbni Kesîr, III/113.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/311-312.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/312-313.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/314.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/314-315.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/315-316.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/316-318.
[22] Kurtubî, XI/92-93.
[23] İbni Kesir, III/116.
[24] Razi, XXI/201-202.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/ 318-320.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/321-322.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/322-323.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/323-325.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/326-327.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/327-329.
[30] Kaderciler (Kaderiye): "Kul kendi fiillerini
yaratır, Yüce Allah masiyetleri irade etmez," diyen fırkadır.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/329-331.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/332.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/333.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/333-334.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/334-335.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/335-336.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/336
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/336-337.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/337.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/337.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/337-338.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/338.
[43] Nasturîler: Nastûr adındaki bir alimin görüşlerine
dayanan Hristiyan mezhebi. Melikîler veya Melkanîler bilgin ve filozof Kral
Kostantin'e, Yakubiler ise Yakub adlı bir alime nispet edilen Hristiyan
mezhepleridir.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/338-341.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/341-342.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/343-344.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/344-345.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/345.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/345.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/345-346.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/346.
[52] İbni Kesir, III/123-124.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/346-350.
[54] Razi, XXI, 230.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/350-352.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/353.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/353.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/354-355.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/355.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/356.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/356.
[61] Prof. Abdülvehhâb en-Neccâr, Kasasu'l-Kur'ân, 101-103.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/357.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/358-359.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/359.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/359.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/359-360.
[67] Kurtubî, XI/116.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/360-361.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/362.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/362-363.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/363.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/364.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/364.
[74] İbni Kesir, 11/126.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/364.
[75] İbni Kesir, 11/127. 2- Razî, XXI/234.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/365-366.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/366.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/367.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/367-368.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/368.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/368-370.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/370.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/370-372.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/373.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/373-374.
[85] Razî, XXI/239.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/374.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/374.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/374-376.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/376.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/377.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/377-378.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/378-379.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/379.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/379-382.
[95] Kurtubi, XI/139.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/382-383.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/384.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/384.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/384-385.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/386.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/386-388.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/388-389.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/390.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/390-391.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/391.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/391.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/391-392.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/392-393.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/394.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/394.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/394-395.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/395
[112] Bunu Razî Tefsirinde (XXI, 253); yine Kurtubî,
Tefsir'inde (XI, 154) zikretmektedir. İleride bu hadis-i şerifin tam metni
gelecektir.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/396-398.
[114] Yani Rahman'ın nezdinde ahit alandan başka hiç bir kimse
Allah huzurunda şefaat etmek imkânını bulamayacaktır; ancak böyle bir kimse
şefaat imkânını bulabilir. Diğer taraftan bunun şu anlama gelmesi de
mümkündür: Şu kâfirlerin hiç bir kimseye şefaat etme imkânları yoktur. Fakat
Rahman olan Allah katında ahit almış olan Müslümanlar şefaat etme imkânına
sahip olacaklardır.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/398-399.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/400.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/400.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/401.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/401-402.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/402-403.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/404.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/404.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/404-405.
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/405-406.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/406-407.