TAHA SURESİ 2

Kesik Harfler 2

Kur'an Niçin İndirilmiştir?. 2

Allah Her Şeyi Hakimiyeti Altına Almıştır 3

Allah'ın Herşeyi Bilmesi Ve Tevhîd İnancı 4

Hz. Musa'nın Olgusu. 4

Hz. Musa Peygamber Seçiliyor 6

Asa Mucizesi 9

El Mucizesi 10

Görev Başlıyor 10

Daha Önce Hz. Musa'ya Yapılan Lütuf 13

Görev Başına. 16

Firavun'un Soruları Ve Aldığı Cevaplar 20

Allah Akla Hitap Ediyor 21

Mucize İle Sihrin Çatışması 22

Mücâdele Başlıyor 25

Fıravun'un Tehdidi Ve Aldığı Cevap. 27

Günahkarla Müminin Farkı 28

Firavun'un Zulmünden Kurtuluş. 29

Gaşiye Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 30

Hevâ Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 33

Allah Bağışlayıcıdır 34

İsrâiloğulları İmtihanı Kaybediyor 35

Vekil, Aslın Yerini Tutmuyor 37

Samirî'nin Sorgulanması 39

Kur'ân'dan Yüz Çevirmenin Cezası 41

Kıyametin Kopuşu Hakkında Sorular Ve Cevaplar 43

Ahirette Değerlendirme  Ve Şefaat 44

Kur'an'ın İşlevi Ve Dua. 46

Hz. Adem Olgusu. 47

Allahın Kitabından Yüz Çevirmenin Cezası 50

Yapılması Gereken Nedir?. 52

İlâhî Vahy, Âhiretteki Mazereti Önleyecek. 54

Taha Sûresinden Çıkarılan İlkeler 56

 


TAHA SURESİ

 

Sayfa 217 eksik.

 

Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla

 

Kesik Harfler

 

1. Tâhâ.

Bu âyeti açıklarken Râzî dokuz farklı görüşü sıralamaktadır. Biz bu manaları eleyerek, içlerinden en uygun olanını bulmaya çalışacağız. Muhammed Esed  Tâhâ kelimesini "ey insan" manasına almıştır. Râzî'nin naklettiği görüşlerden birine göre, tâ harfi "tahareti" yani te­mizliği, hâ harfi de "hidâyeti" ifade etmektedir. Bu iki mana bize uygun gelmektedir. Tartışmaya konu olan görüşlerden birini seçecek olursak Muhammed Esed'in Râzî'den, Râzî'nin de Zemahşerî'den aldığı "ey insan" manasını tercih etmemiz daha doğru olacaktır.

İlgili harfleri bu manaya alınca Tâhâ sûresinde Yüce Allah'ın anla­tacağı konularla ilgili verdiği derse dikkat çekmenin hedeflendiğini ifade edebiliriz. [1]

 

Kur'an Niçin İndirilmiştir?

 

2-3. Kur'ân'ı, sana sıkıntıya düşesin diye değil, Allah'a saygılı olana bir öğüt olsun diye indirdik.

4. Kur'ân, yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından indirilmiştir.

Bu âyetlerin analizini şu şekilde yapabiliriz:

1. "Kur'ân'ı, sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik."

Âyette geçen ılfjîi enzelnâ kelimesi, "indirdik" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin, fiilin faaili Yüce Allah'tır. Fiilin manasından anlıyoruz ki, Kur'ân'ı Hz. Peygamber yazmamış, Yüce Allah indirmiştir. Böylece Kur'ân'ı Hz. Muhammed'in yazdığı iddiaları da son bulmakta­dır. İnsan kendi yazdığı kitabı, "Allah indirdi" veya "onu başkası yazdı" demez.

Diğer taraftan, Tâhâ 2'de yer alan Kur'ân kelimesi, "Kur'ân denen ilâhî vahyin kitabının ismi" olmaktadır. Kur'ân'ın başka isimleri olduğu halde, bu ismin Öne çıkmasının sebebi, ilk emrinin "oku" olmasıdır. Kur'ân, daha Önce öğretimde dinleme duyu organının önde olmasına rağmen, göz denen duyu organını öne çıkarmıştı. Gözün öne çıkmasının anlamı, okumayı dinlemenin önüne alması demektir. Bu da öğretim ve eğitim faaliyetinde bir köklü değişim niteliği taşımaktadır.

Ayrıca Tâhâ 2'de "bedbaht, yorulmak, sıkıntıya düşmek, bitkin ha­le gelmek" manasına gelen ja şakiye fiilinden türeyen jus teşkâ kelimesi yer almaktadır. Bu kelime, "saçı tarakla ayırmak, biriyle cenk etmek, sapıklık, şiddet, mihnet" manalarına da gelmektedir.

Bu âyetin iniş sebebini Mukâtil şöyle anlatmaktadır: Ebû Cehil, Velid b. Muğîre, Mut'im b. 'Adiyy ve Nadr b. el-Hâris Hz. Peygambere: "Şüphesiz sen, atalarının dinini terk ettiğin için bir sıkıntı içindesin" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Tam tersine ben, âlemlere rah­met olmak üzere gönderildim" dedi. Onlar da: "Aksine sen zahmet çeki­yor, zahmet veriyorsun" dediklerinde Yüce Allah bu âyeti göndererek Kur'ân ve onun gönderildiği Hz. Peygamberin barış, esenlik ve rahmet için gönderildiğine dikkat çekmiştir (Râzî, age, XV, 420).

Nakledilen bu "iniş sebebi" âyete uygun düşmektedir. Bundan ha­reket ederek ^s.İ.îj liteşkâ kelimesine "sıkıntı çekesin ya da sıkıntı vere­sin diye" manası verilebilir. Demek ki, Yüce Allah, Kur'ân'ı Hz. Pey­gambere insanlığa sıkıntı, meşakkat vermek için göndermemiştir. Onun için Müslüman, insanın elinden veya dilinden kimse sıkıntı çekmemeli, zorlukla karşılaşılmamalı, aksine güven içinde olmalıdır. Zaten Kur'ân'in temelini oluşturduğu İslâm dininin manası da "barış, güven ve rahmef'tir.

Bu âyette Yüce Allah önce Kur'ân'ın ne için inmediğini, bir sonra­ki âyette de ne için indiğini açıklamıştır. Biz buna "olmayandan olana, olumsuzdan olumluya giden ve anlatan metot" diyoruz. Onun içindir ki, önce Kur'ân'm ne olmadığı, sonra da ne olduğu açıklanmıştır. Böylece Yüce Allah, önemli bir eylemin önce ne olmadığından hareket ederek ne olduğunu anlatma metodunu bize öğretmektedir.

2. "Allah'a saygılı olana bir öğüt olsun diye (indirdik)." "

Âyette geçen tezkira kelimesi, "öğüt, hatırlatma, uyarı" manalarına gelmektedir. Âyetin sonundaki limen yahşâ ifadesi de, "saygı duyan, korkan" anlamını ifade etmektedir.

Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli netice şudur: Yüce Al­lah "öğüt" ile "saygı" arasında bir bağlantı kurmaktadır. Saygı duymak psikolojik bir durumdur ve öğüt almanın alt yapısını teşkil etmektedir. Saygı duymak, insanın içinde var olan bir oluşum olduğu halde, öğüt dışarıdan verilmektedir. Dışarıdan gelen Öğüdü içeride kabul edecek olan ortam hazır olmalıdır ki işte bu ortamın adı saygı duymaktır.

Burada öğüt alacak olanların arasında Hz. Peygamber de vardır. Allah'a saygı duyanların başında o gelmektedir; onun için Kur'ân'ın öğüdünden en çok istifade edecek olan da odur. Yüce Allah, Kâf sûresi­nin 45. âyetinde Hz, Peygambere Kur'ân ile öğüt vermesini emretmek­tedir. Kur'ân'ın öğüdünün ne olduğunu bilmeyen ve kendisi öğüt alma­yan kimsenin onunla öğüt vermesi mümkün değildir.

Demek ki Kur'ân, sıkıntı duymak, sıkıntı vermek, eşkıyalık yap­mak için indirilmemiş, saygı duyanlara Öğüt vermek için indirilmiştir. Kur'ân'ın öğüt vermesi, ondan elde edilecek olan faydayı temin etmek­tedir; "Sen yine de öğüt ver, çünkü öğüt müminlere fayda verir" (Zâriyât 51/55). Yüce Allah öğüdün inananlara fayda vereceğini söylerken, tefsirini yaptığımız bu âyette de saygı duyanlara fayda vereceğini belirtmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 3 ile Zâriyât 55. âyetten anlıyoruz ki öğüdün fayda vermesinde önemli rol oynayan unsur, kişinin psikolojik yapısıdır. Saygı duyuyorsa, inanıyorsa öğüt ona fayda vere­cektir.

Demek ki Kur'ân, insanlığa bir sıkıntı ortamı getirmek için değil, bir öğüt ortamı hazırlamak için gelmiştir. Onun öğüdünün fayda vere­bilmesi için, alt yapıyı saygı ve iman oluşturmalıdır.

Şimdi Kur'ân'ın bu öğüt verme özelliğini din eğitiminde yansıt­manın önemini ve zorunluluğunu idrak etmenin zamanı gelmiştir. Eli­mizdeki Kur'ân denen ilâhî vahy, sıkıntı doğuracak şekilde değil de, insanlara çekici öğütler şeklinde anlatılmalıdır.

3. "(Kur'ân), yeri ve yüksek gök­leri yaratan tarafından indirilmiştir."

a) Bundan önceki iki âyette Kur'ân'ın niçin indirildiği ve niçin indirilmediği açıklanmış, dördüncü âyette de kim tarafından indirildiği gündeme getirilmiştir. Alimlerin işaret ettiği gibi "o yarattı" ifade­sinde birinci tekil şahıstan üçüncü tekil şahısa dönülmesinde, eylemin şanını yüceltme vardır. enzelnâ "biz indirdik" ifadesinden sonra "yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından indirilmiştir" şeklindeki üçüncü tekil şahsa geçilmesi, indirenin büyüklüğünü ve yüceliğini ifade etmek içindir. Her iki cümlede de Yüce Allah'ın fail olması bu yüceliği iki kat artırmaktadır.

b) Diğer taraftan, Yüce Allah'ın "kâinatı yaratması" ile "Kur'ân'ı indirmesi", yani iki eylemi yan yana gelmiştir.

İnsanlara öğüt, rehber, rahmet, şifa olacak, karanlıklardan aydınlı­ğa çıkartacak, en doğru olana götürecek, dünya ve âhiret saadetini elde ettirecek olan bir kitabı, ancak, yeri ve yüksek gökleri yaratan varlık gönderebilir. Böyle bir kitabı bir insanın yazması mümkün değildir. Böylece âyet, Kur'ân'ı indirenin Allah olduğunu, onu Hz. Muham-med'in yazmadığını ispat etmek için "yaratma" eylemine âyette yer vermiştir.

Yüce Allah tenzil yani "indirme" eylemine Kur'ân'da yer ve­rirken belli sıfatlarına da yer vermektedir: "Azız ve Rahim olan Allah'ın indirmesidir" (Yâsîn 36/5); "Azız ve Hakîm olan Allah'ın indirmesidir" (Zümer 39/1); Rahman ve Rahîm olan Allah'ın indirmesidir (Fussılet 41/2); Hakîm ve Hamîd olan Allah'ın indirmesidir (Fussılet 41/42); â-lemlerin Rabbinin indirmesidir (Vâkı'a 56/80). Bütün bu sıfatlara bakar­sak şunu çıkartıyoruz: Yaratan, rahmetin ve merhametin kaynağı olan, yaptığı işi yerli yerinde yapan, mülkünde galip, terbiye edip sahip çıkan, övgüye layık olan sıfatlar ile Kur'ân'ın gönderilişi arasında bir bağlantı vardır. Yüce Allah, bu sıfatlarını Kur'ân'ın içeriğinde örmüş durumda­dır.

Yaratma sıfatı ile Kur'ân'ın ilişkisi, Kur'ân'ı kendisinin gönderdi­ğinin ispatıdır. Ama rahmeti ile merhameti Kur'ân ile bir araya gelince, Kur'ân'ın insanlara rahmet ve merhameti öğretmek, insanların o sıfatlan yeryüzünde yansıtması amacıyla bir eğitim için geldiğini ifade etmekte­dir. Kur'ân, insanlığa Allah'ın rahmetini, merhametini getirmekte, başka bir ifade ile Allah'ın, insanlara olan rahmet ve merhameti gereği gönde­rilmektedir. Kur'ân, kendisine inanan ve hayata geçirenlere üstünlük ve şeref sağlamak için Allah'ın azîz sıfatını yeryüzüne indirmektedir. Aynı zamanda Allah'ın hikmetini, yani hakîm sıfatını bir ip niteliğinde insan­lığa getirmektedir. Kur'ân, insanlara hikmetli, yani yerli yerinde iş yap­mayı öğretmek için gelmiştir. Övülmeye layık Allah'ın indirmesi ilke­sinden şunu çıkartıyoruz: Kur'ân'ı doğru anlayıp doğru olarak hayata geçiren fert ve toplumlar da övgüye layık olacaklardır. Ayrıca Rabb sıfa­tını Kur'ân yeryüzüne indirmektedir. Kur'ân, terbiye eder, ruhu besler, ona sahip çıkana da Allah sahip çıkar. İşte bunun içindir ki Yüce Allah, Kur'ân ile çeşitli sıfatlarını bir araya getirmiştir. [2]

 

Allah Her Şeyi Hakimiyeti Altına Almıştır

 

5. Rahman 'Arş 'a istiva etmiştir.

6.  Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O'nundur.

1. "Rahman ıArş'a istiva etmiştir."

Muhammed Esed beşinci âyeti şöyle manalandırmaktadır: "O sı­nırsız rahmet sahibi ki, mutlak kudret ve hükümranlık tahtına kurulmuş­tur." Bu meale manevi manada yaklaşırsak daha anlaşılır olduğunu görebiliriz.

Çünkü Muhammed Esed'in meali 'Arş ile Rahman arasındaki bağ­lantıyı kurarak yapılmıştır. '"Arş" Yüce Allah'ın hükümranlığını ifade etmektedir. Hükümranlık da rahmet ve merhamet ile yapılmalıdır. Böy­lece şu yoruma varabiliriz: Allah'ın rahmet ve merhameti tüm kâinatı ve onun içindeki varlıkları kapsamıştır. Onun içindir ki "Kahreden Allah 'Arş'ı kapsamıştır" denmiyor da, "rahmet ve merhamet kaynağı olan Allah 'Arş'ı kapsamıştır" deniyor. A'râf 54'te de "Rabbiniz olan Allah 'Arş'ı kapsamıştır" denmektedir. Rahman ile Rabb sıfatları, yaratma, besleme ve rahmet konularında buluşmaktadırlar.

Dikkat edilirse Tâhâ 4'te Yüce Allah'ın yaratma eylemi, 5'te de hükümranlık tahtına kurulması gündeme getirilmiştir.

Bundan şunu çıkartıyoruz: Yüce Allah yarattığı eserin içine kendi­sini koyuyor. 'Arş'a istiva etmesinin anlamı budur. Allah kâinatın hem içinde hem de dışında vardır. "Allah mekândan münezzehtir" ifadesinin anlamı "O'nun her yerde var olması"dır. "Şurada var, burada yok" ifade­si Allah için kullanılamaz.

2. "Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O'nundur."

Yüce Allah, Tâhâ 4'te kâinatı yarattığını, 5'te hükümranlığını eline aldığını, bütün varlıklara hükmettiğini, hükümranlık tahtına rahmet ve merhameti ile kurulduğunu ve 6'da da tüm kâinatın, içindeki varlıklarla beraber kendisine ait olduğunu söylemektedir.

Ayette geçen es-serâ kelimesi, "nemli toprak" demektir ve yerkürenin en alt tabakasını ifade etmektedir. Yüce Allah Tâhâ 6'da dört şeyi gündeme getirmektedir: Gökler, yer, ikisinin arasındakiler ve nemli toprağın altındakiler. Aslında bu dört şey kâinatın tamamı anlamına gelmektedir. İkisi göksel, ikisi de yersel nitelik taşımaktadır. Aslında bu dört yerde olan her şeyi yaratan Allah olduğu için hem onların hâkimi hem de sahibi de O'dur.

Ayrıca yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 6'dan şu neticeyi çı­kartabiliriz: Göksel ve yersel bilimlerden elde ettiğimiz bilgilerle Al­lah'ın varlığı ve birliği fikrine ve inancına ulaşabiliriz. Kâinatın varlığı ve onun içinde cereyan eden olaylar, insan aklını tutup Allah'a götürmektedir. [3]

 

Allah'ın Herşeyi Bilmesi Ve Tevhîd İnancı

 

7.  Eğer sen sözü açıktan söylersen, şüphesiz Allah giz­liyi de, gizlinin gizlisini de bilir.

8.   Allah'tan  başka  tanrı  yoktur;   en   güzel   isimler O 'nundur.

Bundan önceki üç âyeti de katarak bu âyete baktığımızda, Yüce Allah'ın tevhîd inancına götüren anlatımında "uzaktan yakına meto­dumu kullandığını söyleyebiliriz. Dış âlemden, gökten, yerden ve ara­sındaki lerden, nemli toprağın altından insana gelen bir metodu buluyo­ruz. Genel öğretim metotlarında buna "uzaktan yakına metodu" denmek­tedir.

Yüce Allah "bilme" sıfatını anlatırken, insandan hareket etmekte­dir. Yüce Allah, açıktan söylenenleri, insanın sır olarak sakladıklarını, hatta ondan daha gizli olanı, yani sırrın sırrını da bilmektedir. Sırrın sırrı, "insanın içinde daha doğmamış olan, ama onun hayatını gelecekte ilgi­lendirecek olan şeyler" anlamına gelmektedir. Böylece üç boyutlu olu­şumu bilmek ancak Allah'a ait bir özelliktir. Söylenen, içte saklanan sır, ve gelecekte olacak olan sırrın sırrı gibi üç boyutlu oluşumları Allah bilmektedir. Açıkta söylenenleri herkes bilir, içteki sırları saklayan kendi bilir, sırrın sırrını da sadece Allah bilir. Üçünü birden toplayıp hepsinin ilâhî bilgide olduğu burada vurgulanmaktadır. Bu biliş şeklinin götüre­ceği nihâî nokta, sonsuz ilâhî bilgi ve oradan da tevhîd inancıdır.

İşte "Allah'tan başka tanrı yoktur" şeklindeki tevhîd inancına va­ran ilâhî delilleri Yüce Allah bir önceki âyetlerde açıklamıştı. Kendisin­den başka tanrı olmayan Allah, en güzel isimlere sahiptir. Tevhîd inan­cına, yaratma, kudret, hakimiyet, sahiplik ve bilmek sıfatları ile gidildi-

ğine şahit oluyoruz. Allah'ın sıfatlarının gerektirdiği eylemler, en mü­kemmeli meydana getirdiği için en güzel isimler de ona ait olmaktadır.

"Allah'ı anmanın en üstünü lâ ilahe illellâh, duanın en üstünü de, af dilemektir".[4] Bu hadis doğru mudur? Muham-med 19'a bakarsak hadisin doğruluğu ortaya çıkacaktır: "Bil ki: Allah'tan başka tanrı yoktur. Hem kendinin hem de mümin erkeklerle mümin kadınların günahlarının ba­ğışlanmasını dile."

Demek ki en büyük zikir, tevhîd inancını ifade etmektir. En güzel isimler Allah'ın olduğuna göre, o isimlerin herhangi biri ile O'na dua edilebilir. "İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na aittir" (İsrâ 17/110); "En güzel isimler Allah'a aittir. O halde O'na o güzeli s imlerle dua edin" (A'râf 7/180).

Tâhâ 4. âyetten itibaren bilinçli bir tevhîd inancı eğitimi ve öğreti­mi yapılmaktadır. Bu âyetler grubu din âlimi ve görevlileri için çok ya­rarlı bir metot ihtiva etmekte ve ilahiyat programında önemli bir dersi veya dersleri koymaktadır. Bu programda göksel ve yersel bilimler ol­malıdır. Bu bilimler vasıtasıyla bilinçli bir tevhîd inancı eğitimi verilme­lidir. [5]

 

Hz. Musa'nın Olgusu

 

9. Musa'nın (olgusunun) haberi sana ulaştı mı?

10. Hani o, bir ateş görmüştü de, ailesine: "Durun, ben bir ateş gördüm, ya ondan size bir kor getiririm ya da ateşin yanında bir rehber bulurum" demişti.

11.  (Mûsâ) ateşin yanına gelince:  "Ey Mûsâ!" diye seslenildi.

12. "Şüphesiz, ben senin Rabbinim; ayağındaki pabuç­ları çıkar! Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ'dasın!"

Yüce Allah, Tâhâ sûresinin ilk sekiz âyetini Kur'ân ve tevhîd inan­cına ayırdıktan sonra, Meryem sûresinde çok kısa değindiği Hz. Mûsâ olgusuna, burada uzun bir açıklama için girmektedir.

Uzun anlatım bakımından Tâhâ sûresinde anlatılan Hz. Mûsâ olgu­su, Bakara, Mâide ve A'râf sûrelerinin devamı, Kasas sûresinin de baş­langıcı durumundadır. Burada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah muhtelif sûrelerde geçmiş peygamberlerin olgularını niçin anlatıyor? Bu soruya birkaç açıdan cevap verilebilir, aina en güzel cevabı Hûd sûresinin 120. âyeti vermektedir: "Peygamberlerin olgularından senin kalbini tatmin (teskin) edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir." Bu âyet, peygam­berlerin olgularının anlatımının asıl amacını yani, Hz. Peygamberin kal­bini sükunete ulaştırmak, müminlere öğüt vermek ve uyanda bulunmayı belirlemektedir. Böylece bu olguların eğitim amaçlı olarak anlatıldığı ortaya çıkmaktadır.

Hatta peygamberlerin olgularını anlatmak bir eğitim metodu niteli­ği de taşımaktadır. Biz buna "Kıssa ile eğitim metodu" diyoruz. Şimdi yukarıda verdiğimiz âyetlerin yorumuna geçebiliriz:

1. "Musa'nın (olgusunun) haberi sana ulaştı mı?"

Âyette geçen hadîs kelimesi "haber" anlamına gelmektedir, ama biz onun geçmişte yaşanan bir olgunun haberi veya olgunun kendisi ola­rak almalıyız. Bu soru şeklinden şu neticeleri çıkartıyoruz:

a) Hz. Peygamber, peygamber olana kadar Hz. Musa'nın başından geçen olguyu, yani Hz. Musa'nın hayatını bilmiyordu. Biz buna inkar edici soru diyoruz. Musa'nın olgusu sana geldi mi? Yani gelmedi, de­mektir.

b)  Bu soru şeklinden anlaşılıyor ki bu olgu, Kur'ân'da anlatılan peygamber olgularının ilklerindendir.

c) Âyetteki ifadenin soru şeklinde yer alması, "dikkat et" anlamını ifade etmektedir. Soru kalıbında gelmesi, insanın dikkatini çekip anlatı­lacak derse yöneltmiş olacaktır. Başka bir ifade ile, Hz. Peygamber'den, anlatılacak olan Hz. Mûsâ olgusuna dikkatle yönelmesi, onu öğrenmesi ve anlaması istenmektedir.

Bundan şu öğretim metodunu çıkarıyoruz: Ders verirken öğrencile­re sorular sorarak cevap vermelerini ve derse dikkat edip anlamalarını temin etmek gerekiyor. Biz buna "karşılıklı soru sorma metodu" diyoruz. Soru dikkat çekici, öğretici ve düşündürücü olmalıdır.

2. "Hani o, bir ateş görmüştü de, ailesine; 'Durun, ben bir ateş gör­düm; ya ondan size bir kor getiririm ya da ateşin yanında bir rehber bu­lurum' demişti."

a) "Bir ateş görmüştü."

Nemi 7'de de nâr "ateş" kelimesi geçmektedir. Aynı kelime Kasas 29'da da yer almaktadır. Bu ateşi ne zaman görmüştür? Sorunun cevabı­nı yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ sûresinde bulmamız mümkün değildir. Sorunun cevabını Kasas 27-29'da bulabiliriz. Bilindiği gibi Hz. Şu'ayb, Hz. Musa'yı çoban olarak tutmuştu. Hz. Musa'ya sekiz veya on sene çobanlık yaptığı takdirde kızlarından birini vereceğini söylemişti. Hz. Mûsâ teklifi kabul etmiş ve şöyle demişti: "Sonunda Mûsâ süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tara­fından bir ateş gördü. Ailesine: 'Siz burada bekleyin, ben bir ateş gör­düm; belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm' dedi" (Kasas 28/29).

Demek ki yolculuk Medyen'den ve Şu'ayb peygamberin evinden başlamıştı. Hz. Mûsâ, Şu'ayb peygamberin kızı ile evlenmiş olmalı ki, onunla beraber yola çıkmıştı. İşte bu yolculuğunda, yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 10'da yer alan "Tûr" tarafında bir ateş görmüştü.

b) "Ailesine: 'Durun' dedi."

Yüce Allah, âyette ehl kelimesini kullandığına göre, Hz. Mûsâ, Şu'ayb peygamberin kızını nikahlamış, onunla evlenmişti. Ehl kelime­sinden sonra gelen ümküsû "durun" emri ise çoğul kalıbındadır. Sanki hanımından başka kişiler de bu yolculukta onunla beraberdi.

Hz. Mûsâ, ateşin kendisine ait bir işaret olduğunu da anlamış gibi görünmektedir.

c) "Ben bir ateş gördüm; ya ondan size bir kor getiririm ya da ateşin yanında bir rehber bulurum, dedi." Tevrat'ta Hz. Musa'nın "yanan çalı" gördüğü belirtilmektedir.[6]

Hz. Mûsâ gördüğü ateşi şu şekilde değerlendirmiştir:

i. Hz. Mûsâ bu ateşi, kendisinden  kabes "kor", yani "ateş par­çası" alabileceği gerçek bir ateş olarak düşünmüştür (Tâhâ 20/10); Aynı şekilde Nemi 7'de de şihâbin kabesin, yani "ateş parçası" olarak geçmektedir. Gördüğü ateşi, bildiğimiz anlamda gerçek ateş olarak değerlendirmesinden anlıyoruz ki, Hz. Mûsâ ile ailesi bu yolculuğu soğuk mevsimde gerçekleştiriyordu. Nemi 7'de ve Kasas 29'da geçen Ojikü *idiJ le'alleküm tastalûn "umulur ki ısınırsınız" metni de bunu ifade etmektedir.

Ayrıca Kasas 29'da  cezvetin minennâr "ateşten bir parça" ifadesi yer almaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, kabes, şihâb ve cezve kelimeleri aynı manalara gelmektedir. Neden üç ayrı âyette farklı keli­melerle aynı şey ifade edilmiştir? Bize göre, Hz. Mûsâ aynı şeyi üç deği­şik kelimeyle tekrar etti ve ayrı kelimeler kullandı. Onun kullandığı bu kelimeleri, Yüce Allah Kur'ân'ın gelişine kadar "korunmuş levhada, Levh-i Mahfûz"da sakladı, Arapça'ya tercüme ederek bize gönderdi.

ii. Hz. Musa'nın ateş konusunda ikinci değerlendirmesi, ondan bir "haber", yani bir mesaj getirebileceği idi. Nemi 7 ve Kasas 29'da bu değerlendirme yer almaktadır.

Ancak yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 10'da hüdâ yani "rehber, kılavuz, yol gösterici" kavramı yer almaktadır. Bize göre haber ile hüdâ aynı anlama gelmektedir. Her iki kelime "mesaj" anlamlarında buluşmaktadırlar. Allah'ın mesajı olduğundan Kur’ân’m, aynı zamanda yol gösterici, kılavuz, rehber işlevi de vardır. Haber denen mesajın da aynı şekilde yol gösterme, kılavuz, rehber görevi vardır.

Bu değerlendirmesinde Hz. Mûsâ ateşi, manevi anlamda bir ışık, bir nur olarak görmektedir.

3. "Mûsâ ateşin yanına gelince: 'Ey Mûsâ!' diye seslenildi."

Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Musa'nın ikinci değerlendirmesi doğru çıkmıştı. Yani nurdan oluşan ateşten bir haber, bir mesaj getirebileceği şeklindeki değerlendirmesi doğruydu. Aslında, maddî anlamda ısıtan ateş ile manevî anlamda gönlü ısıtan ilâhî mesaj, "ısıtma" eyleminde buluşmaktadırlar. Soğuk hava şartlarının getirdiği üşümeyi ateş nasıl gideriyorsa, insan nefsinin, inkarın getirdiği soğukluğu da ilâhî mesaj öylece gidermektedir. Biri insanın dışını, diğeri de içini ısıtmaktadır.

Demek ki Yüce Allah, nurunu ona ateş olarak gösterdi ve ateşin yanına yaklaşınca ismi ile ona seslenildi.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Neden ailesi ile beraberken ona ses­lenilmedi de, ateşe doğru gelip yaklaşınca ona seslenildi? Bize göre, ateş şeklinde gösterilen nurun bulunduğu yer bir eğitim alanı, yani okulu idi. Bu durum bir bakıma Cebel-i Nûr yani Nûr dağındaki Hira mağarasını andırmaktadır. Nûr dağının peygamberimizin hayatındaki yeri Tûr dağı­nın Hz. Musa'nın hayatındaki yerini andırmaktadır. Her iki dağ öğretim yeri ve okulu anlamına gelmektedir. Bundan da şunu çıkartıyoruz: Öğre­tim yeri ayrı ve farklı bir yer olmalıdır. Öğretim yerinde, yani okulda halk değil, öğrenim görecek yaştaki kişiler bulunmalıdır. Hz. Musa'ya yapılan çağrı ve söylenenlere ailesinin tahammül etmesi mümkün değil­di.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 11'de "ateşin yanına gelin­ce seslenildi" dendiği halde, nereden seslenildiğine yer verilmemiş oldu­ğunu görüyoruz. Ama Kasas 30'da bu boşluk doldurulmaktadır; "Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, oradaki ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi." Böylece nereden seslenildiği de belirtilmiş oldu. "Mübarek yerdeki vadi" ifadesinden anlıyoruz ki, öğretim mahalli kutsaldır. İlâhî nurun ortaya çıktığı yer, mesajın verildiği yer mübarektir. Bu vadi daha önceden mübarek olacağı gibi, ilâhî nurun orada ortaya çıkması nedeniy­le de mübarek olabilir.

4. "Şüphesiz, ben senin Rabbi'nim; ayağındaki pabuçları çıkar! Çünkü sen kutsal vadi Tuva'dasın!"

Bu âyetten şu neticeleri çıkartıyoruz:

a) Yanan ateşin yanına geldiğinde Hz. Musa'ya seslenildiğinde söylenen şey: "Ben Senin Rabb'inim" ifadesi olmuştur. Demek ki öğre­tim faaliyetinde öğreticinin kim olduğu önceden belirtilmelidir. Öğreti­cinin kimliği önemlidir. Kendisi ile konuşanın Allah, yani onun Rabbi olduğu söylenmektedir. İlk derste Allah tanıtılmaktadır.

b) Kutsal yere, ayakkabı, çarık, takunya ile girilmez. Camilere, a-yakkabı ile girilmesinin hükmü Hz. Musa'ya verilen bu emre kadar u-zanmaktadır, diyebiliriz.

c) Neden pabuçlarını  çıkartacağı da açıklanmaktadır. Bundan anlıyoruz ki, bir emir verilirken nedeni açıklanmalıdır.

Yüce Allah, kutsal vadi Tuva'da olması nedeniyle Hz. Musa'nın, pabuçlarını çıkarması gerektiğini açıklamaktadır.

Nemi 8'de şöyle seslenilmektedir: "Ateşin bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmış­tır. Âlemlerin Rabbi olan Allah, noksan sıfatlardan uzaktır." Bundan anlıyoruz ki, Allah'ın nurunun, yani ışığının orada ulaştığı yer neresi idiyse orası mübarek idi.

d) Pabuçlarını çıkarmanın başka bir anlamı da, nefsinden, benli­ğinden sıyrılmaktır. Pabuç burada mecazî bir anlam taşımaktadır. Kutsal vadiye, yani aydınlanma okuluna, kendi benliğinden, nefsinden, sahte arzularından ve kişisel görüşlerinden sıyrılarak, onları çıkarıp bir tarafa atarak girilecektir.

Kendi ham benliğinden, yani nefsinden sıyrılamayan kişi, ilâhî öğ­retim olan aydınlanmanın gerektirdiği değişimi elde edemez, öğretimden istifade edemez. Çünkü kendi ham benliği ilâhî ışığın beynine ve gönlü­ne işlemesini engeller. Onun içindir ki Yüce Allah, Hz. Musa'ya ham benliğinden sıyrılıp kutsal, yani aydınlık okulu olan vadiye girmesini istemiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Hz. Mûsâ ilâhî aydınlanma yerine nu­ra, ışığa yaklaştığında kendisine üç şey öğretiliyor: Âlemlerin Rabbi, noksan sıfatlardan uzak olan Allah; kutsal yere pabuçla girilmeyeceği, yani öğretim faaliyetine ham benliğinden sıyrılmanın gerekliliği ve ay­dınlanma yerinin kutsal olduğu. Bütün bunlar "Allah ve kutsallık fikri ile nefisten sıyrılarak öğrenim görme ilkesi" diye sıralanabilir. [7]

 

Hz. Musa Peygamber Seçiliyor

 

13.Ben seni seçtim. Artık vahyolunanlan dinle.

14. Şüphesiz Ben Allah'ım; Benden başka tanrı yoktur. Bana kulluk et. Beni anmak için namız kıl.

15.Herkese uğraştığının karşılığı gösterilsin diye, za­manım neredeyse gizli tutacağım kıyamet mutlaka ge­lecektir.

16. Buna inanmayan ve hevesine uyan kimse, seni on­dan alıkoymasın. Yoksa helak olursun.

Bu âyetler, Önceki âyetlerin devamı durumunda olmasına rağmen, ayrı başlık altında açıklamayı uygun bulduk.

1. "Seni seçtim."

Ayetin bu kısmından çıkaracağımız neticeler olacaktır:

a) Peygamberlik çalışarak elde edilen değil, Allah tarafından seçi­lerek yapılan bir görevlendirmedir. Ama seçilen kişi buna uygun davra­nacak biri olduğu için tayin edilmektedir.

b) Başkaları da vardır ki onların arasından seçilmektedir. En zeki, en anlayışlı, en karakteri sağlam ve en dayanıklı kişi seçilmektedir. Yüce Allah yarattığı varlığı en iyi bilen olduğu için peygamberlik emanetini, görevini kime vereceğini de en iyi bilip seçmektedir.

c) Peygamberin kendisi bu göreve talip olmadığından dolayı, pey­gamberliği sahte olamaz. Sahte olmadığını Yüce Allah "seni ben seçtim" demekle ifade etmektedir.

2. "Artık vahyolunanları dinle."

Hz. Muhammed'e "okumak ('Alak 96/1) emredilirken daha önce Hz. Musa'ya bu âyetle "dinlemek" emredilmiştir. Hangi duyu organının kullanılacağını da Yüce Allah emretmektedir. Her iki peygamberdeki bu farkın manidar olduğu bilinmelidir. Hz. Muhammed gönül gözü ile gön­lüne indirileni gönül ekranında okuyacaktı; Hz. Mûsâ ise kendisine söy­leneni can kulağı ile dinleyecekti. Emrin kulaktan göze geçmesi köklü bir değişimdir.

Hz. Muhammed'den önce eğitimde, öğretimde kulak önde iken, Hz. Muhammed ile bu öncelik göze verilmiştir. Okumak, okuyarak öğrenmek dinlemenin önüne geçmiştir. Bu da öğrenim tarihinde bir devrim niteliği taşımaktadır.

Daha önceleri yazılmış kitapların olmaması, doğal olarak, dinle­meyi, yani duyu organlarından kulağı Öne çıkarmıştı; ama Hz. Muham-med ile artık okumanın önemi, öğretim ve eğitimdeki yeri Öne çıkmıştı.

Kur'ân'ın geneline baktığımızda dinlemenin ne kadar önemli oldu­ğunu görebiliriz. Söyleneni dinlemek peygamber ahlâkıdır. Bu ahlâk ile ahlâklanmak Müslümanların da görevi olduğu için, dinleyip söylenenle­rin farkım tespit emek, ardından en iyi olanını alıp ona uymak çok önemli meziyettir, "Sözü dinleyip de en güzeline uyanlar var ya işte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır" (Zümer 39/18).

Dinleme konusunda peygamber ahlâkına uyan müminler, dinleye­cek ve en güzel olanı bulup ayıracak, ayırdığı en güzeline uyacak. Uy­manın anlamı, dinlediğini hayata geçirmektir. Allah, bu müminleri doğru yola iletecek ve onlar akıl sahibi olduklarını ispat etmiş olacaklardır. Demek ki, dinlemek aklın gereğidir, "Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini çok iyi biliriz" (İsrâ 17/47). Dinlemede niyet çok önemlidir.

Ayetin bütününden şu ilkeyi çıkartıyoruz: Seçilen peygamber, kendisini seçenin mesajını dinleyip yerine getirecektir. Bunu siyâsî alana aktarırsak, seçilenler kendilerini seçenlerin sesine kulak verecektir. Hal­kın seçtiği kimseler, halkın sesine kulak vermek zorundadır.

3. "Şüphesiz Ben Al­lah'ım; Benden başka tanrı yoktur. Bana kulluk et. 'Beni anmak için na­maz kıl."

Bu âyetten çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:

a) Öğretim faaliyetine ilk önce tevhîd inancından başlanmaktadır. Öncelikle Hz. Musa'ya kimin konuştuğu belirlenmektedir. Kendisini peygamber olarak kimin seçtiğini ve kimin mesajlarını dinleyeceğini bilmesi gerekiyor. Onun için Yüce Allah: "Şüphesiz ben Al­lah'ım" dedi. Böylece Hz. Mûsâ Allah'ı dinlediğini anlamış oldu.

b) "Benden başa tanrı yoktur."

İşte tevhîd inancı bu cümle ile ifade edilmektedir. Din eğitiminin en önde gelen uğraşısı, şirkle mücadele vererek, insanların Allah'tan başka tanrı tanımalarını önlemek ve tevhîd inancı bilincini onlara kazan­dırmaktır. İşte Hz. Musa'ya verilen ilk mesajın öğretisi tevhîd inancı doğrultusunda olmaktadır.

c)  "Bana kulluk et."

Allah, tek tanrı fikrinden sonra kime kulluk edileceğini gündeme getirmektedir. "Kime tapınılacak" meselesi, tevhîd inancı Öğretiminde önemli bir yer işgal etmektedir. Çünkü bu tapınma konusundaki hata insanları şirke düşürmektedir. Çoğu insanlar Allah'ı biliyor, hatta onun tek tanrı olduğuna inanıyor, ama tapınma, yani kulluk konusunda hata yapıyorlar; kulluk, yani tapınmanın nerede şirke kayacağını bilmiyorlar. Onun için Yüce Allah, tek tanrı, tapınılacak tek varlıktır. Kulluk sadece Allah'a olur; bu asla parçalanamaz ve başka varlıklara verilemez. Tevhîd inancı ile onun gerekliliği olan kulluk, asla parçalara bölünemeyen birli­ği ifade etmektedir.

d) "Beni anmak için namaz kıl."

Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki, namaz bir zikir ibadetidir. "Al­lah nasıl zikredilir?" sorusuna en güzel cevabı bu âyet vermekte ve bu­nun namaz kılarak gerçekleştirileceğine işaret etmektedir.

Ayrıca bu emrin, "bana kulluk et" emrinden hemen sonra gelmesi de, kul olmanın en önemli tezahürünün namaz kılmak olduğunu göster­mektedir.

Diğer taraftan, Meryem sûresinin 55. âyetinde belirttiğimiz gibi, namaz çok eski bir ibadet idi. Hz. Mûsâ Hz. Şu'ayb'in yanında yıllarca kaldığından, ondan namazın nasıl kılındığını öğrenmiş olmalıydı ki, yo­rumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 14'te namazın nasıl kılınacağı anla­tılmamıştır.

Böylece tevhîd inancından sonra ibadete geçilmiş oldu. Dinin ol­mazsa olmaz iki esası Hz. Musa'ya Öğretilmiş oldu: Tevhîd inancına inanmak ve ibadet etmek. Bu iki esas nedeniyledir ki, felsefî sistemler din olamamaktadır.

4. "Herkese uğraştığı­nın karşılığı gösterilsin diye, zamanını neredeyse gizli tutacağım kıya­met mutlaka gelecektir."

Bu âyette de âhiret inancı ele alınıp öğretilmektedir.

a)  "Kıyamet mutlaka gelecektir."

Ayette "kıyamet", saat olarak ifade edilmektedir. Kıyametin gel­mesinin anlamı, dünyanın son bulacağı ve âhiret hayatının başlayacağı­dır. Kıyamet, her iki âlemin ortasında gerçekleşecek olan değişimin adı­dır. Böylece âhiret inancını da gündeme getirmektedir.

Tevhîd inancı, ibadet ve âhirete iman, din öğretiminin öncelikli konularını teşkil etmektedir.

b) "Herkes uğraştığının karşılığını görsün diye."

Ayetin bu kısmı şu soruyu cevaplandırmaktadır: Kıyamet ile Yüce Allah neden bu dünya hayatına son vermekte ve âhiret hayatını başlat­maktadır? Yüce Allah, bu dünyada insanların yapıp ettiklerinin karşılı­ğını görsünler diye kıyamet oluşumunu koymuştur. Yani O, iyi insanla­rın, ürettikleri, ter akıttıkları, peşine koştukları iyi eylemlerinden dolayı mutlaka ödüllendirilmesi, kötülerin de peşine koştukları yanlışların, kötü eylemlerin, zulümlerin ve haksızlıkların karşılığında cezalandırılması için kaderde kıyameti koymuştur.

Amellerinin karşılığını göreceğine inanmak, ahlâkın temelini oluş­turmaktadır.

İnsanın iç âlemine bir ahlâkî disiplin oluşturabilmek için, amellerin asla kaybolmayacağı, âhirette mutlaka karşılığı görüleceği, değerlendiri­lip önüne konacağı inancını yerleştirmek gerekiyor. Bu inancın insanla­rın gönlüne sağlam yerleştirip davranışlarına yansımasını temin etmek, insanları disipline etmek için ya da ahlâkı korumak için polis veya jan­darmaya ihtiyaç olmayacaktır.

c)  "Zamanını neredeyse gizli tutacağım."

Yüce Allah, kıyametin en önemli özelliğini burada gündeme geti­rerek zamanını, yani kopma anını gizli tuttuğunu ifade etmektedir. De­mek ki "şu veya bu olursa kıyametin alametidir" şeklinde yapılan yo­rumlar havada kalmaktadır. Kıyametin kopması hakkında kimse keha­nette bulunamaz, çünkü onun ilmi Allah katındadır.

Böylece Yüce Allah, Hz. Musa'ya iman eğitimi vermiş olmaktadır.

5. "Buna inanmayan ve hevesine uyan kimse, seni ondan alıkoymasın. Yoksa helak olursun."

Âyetin analizinden varacağımız neticeler olacaktır:

a) "Buna inanmayan"

Bu sözler neyi ifade etmektedir? Bunlar, kıyametin geleceğine ve­ya kopacağına inanmayanlar demektir. Bundan anlıyoruz ki, kıyametin kopması bilgiden ziyade iman alanına girmektedir. Hz. Musa'ya dendi­ğine göre, birinci derecede bu inanmayanların Firavun ve çevresindeki­ler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak âyet Kur'ân'da yer aldığına göre, her çağda kıyameti inkar edenlerin olacağını ifade etmektedir.

b) "Hevesine uyan kimse"

İşte kıyamete, yani âhirete inanmanın ahlâkla olan ilişkisi burada ortaya çıkmaktadır. Âhirete imanı olmayınca, insan şehevî arzuları ile çıplak anlamda karşı karşıya kalmaktadır. Âhirete iman, kişi ile arzu, yani tutkuları arasında bir engel teşkil etmektedir. Bu imanın tutkuları­mızla olan ilişkisini şu şekilde anlatabiliriz: Cereyan telinin etrafında, cereyanı geçirmeyen kablo kısmı iman, arzu ve tutkularımız da çıplak cereyan telini teşkil etmektedir. Cereyan teline çıplak dokunursak, cere­yana çarpılırız. Ama kablo ile tutarsak cereyandan kurtuluruz. Onun için ahlâkî davranışlar, koruyucu olan âhiret inancına dayanmaktadır.

c)  "Seni ondan alıkoymasın... Yoksa helak olursun."

Buradaki 14ü- 'anhâ "ondan" kelimesi neyi ifade etmektedir, yani zamir nereye gitmektedir? Âlimlerin bir kısmı bir önceki, yani Tâhâ 15'te geçen namaza; bazıları da âhirete inanmaya ait olduğunu iddia etmektedirler. Bize göre, "buna" derken kıyametin kopuşu, "ona" derken

de "namaz" ifade edilmektedir. Ancak, âyetin sonundaki "helak olursun" ifadesinden, "buna"daki zamirin kıyamete imana gideceğini çıkartabili­riz. Çünkü namaz kılmakla insan helak olmaz, ama inanmamakla helak olabilir.

feterdâ fiili, "kendine yazık etmiş olursun, kendini helak edersin" anlamına gelmektedir. Aslında bu âyetten çıkaracağımız önemli bir eğitim ilkesi vardır:

Yüce Allah "alıkoymasın" yasağı ile Hz. Musa'nın, onla­rın etkisi altında kalmamasını kastetmektedir. Burada etkileşime dikkat çekilmektedir. Bir müminin, kâfirin etkisi altında kalabileceğine işaret vardır. Eğer kâfirler seni âhirete inanmaktan alıkoyar, yani seni etkiler de sen bu etki altında kalırsan, çok tehlikeli bir iş yapmış olursun.

Etkileşim, inkarcıdan inanana doğru olunca ve inanan kişi bu etki­nin altında kalıp karşı tepkiyi gösteremezse, bu onun için bir helâktan başka bir şey değildir.

Diğer taraftan feterdâ "kendini helak edersin" kelimesinden anlaşılıyor ki insan kendi yaptıkları ile kendi helakini hazırlamaktadır. Yüce Allah, kâfirin ve heveslerine uyanların etkisi altında kalmaması için peygamberini, dolayısıyla bizleri uyarmaktadır. Bunun anlamı insan kendi hür iradesi ile kötü insanların etkisi altında kalabilir. Hür iradesini kullandığı için de bundan sorumlu olacaktır. Neticede yanlışları ona dö­necek ve bu dönüş helak şeklinde de olabilir.

Yüce Allah "alıkoymasın", "helak olursun" ifadeleri ile eğitimin ve eğiticinin "koruma" görevini ve amacını da gündeme getirmektedir. Böylece eğitimin başka bir boyuttan bakıldığında ortaya çıkan tanımını da yapmaktadır. Eğitim, insanı kötü etkilerin tesirinde kalmaktan koru­ma faaliyetidir. Koruma faaliyeti, etkinin geldiği kaynağı tanıtmakla yapılmaktadır. Etki kâfirlerden, heveslerine ve tutkularına uyan kimse­lerden gelmektedir.

Biz buna bilgilendirme, bilinçlendirme diyebiliriz ve bunu modern eğitimin temel ilkesi, metodu ve amacı olarak belirleyebiliriz.

Aile ve okul eğitiminde, özellikle siyaset sanatında çocukları, öğ­rencileri ve halkı etkileyecek kötü odak noktalan, felsefeleri iyi tanıtmah, bu konuda bilinci yaygınlaştırmalı, topluma can vermelidir. Bu bilinç, sosyal hayatın bağışıklık sistemini diri ve sağlam tutacak, gerekli aşıyı yapacak ölümcül hastalık denen yıkılışı ve helaki önleyecektir. İşte Yüce Allah, Hz. Mûsâ örneği ile gelecek kuşaklara, hem ferdî hem de toplum­sal anlamda önemli bir eğitim kuralı bırakmakta ve buna uymanın kaçı­nılmaz olduğunu vurgulamaktadır. [8]

 

Asa Mucizesi

 

17. Ey Mûsâ! Sağ elindeki nedir?

18. (Mûsâ):  "O benim değneğimdir; ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim, ondan daha bir çok işte faydalanırım" dedi.

19. (Allah): "Yere at onu, ey Mûsâ!" dedi.

20. (Mûsâ) onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılana dönüştü.

21. (Allah): "Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız " dedi.

1. Hz. Musa'ya verilen mucizelerin ilki durumunda olan 'asa konu­sunda Yüce Allah ona şu soruyu yöneltmektedir:

"Ey Mûsâ! Sağ elindeki nedir?" "Sağ el" kavramının burada kullanılması manidardır. Zira bu ifade, iş yapılacak aletin sağ elle tutulduğuna bir delil teşkil etmektedir.

Ayrıca burada mucize uygulaması veya öğretiminin, elde tutulan, yani yakından başlayan bir metodu izlemekte olduğu görülmektedir.

2. " O benim değneğimdir; ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkele­rim; ondan daha bir çok işte faydalanırım, dedi."

Bu âyet, Hz. Musa'nın sorulan soruya detaylı bir şekilde cevap verdiğini, değneğin işlevlerini tam anlamı ile anlattığını göstermekte, kendisine olan faydası ile koyunlarına olan faydasını gündeme getirerek cevabını vermektedir.

Hz. Musa'nın açıklamasından anlıyoruz ki, cevap başka soruyu sordurmamalı ve doyurucu olmalıdır. Yeterli cevabı verdikten sonra da­ha ince detaya girmemek için "ondan daha bir çok işte faydalanırım" demiştir. Artık o işlerin neler olduğuna girmemiştir.

3.  "(Allah): 'Yere at onu, Ey Mûsâ!' dedi."

Yüce Allah, bu değneği, Hz. Musa'nın saydığı işlerin dışında da kullanabileceğini ona göstermek için ona bir deney yaptırmaktadır. Bun­dan anlıyoruz ki, peygamberlerin gösterdiği mucizelerin çoğu ilâhî de­ney niteliğini taşımaktadır. Bize göre mucizedir ama Allah'a göre de­neysel eğitimin bir parçası olmaktadır.

Diğer taraftan değneği Hz. Musa'nın kontrolünden çıkartarak, onda bir değişim meydana getireceği için Yüce Allah: "Onu yere at" dedi.

4. "Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılana dönüştü."

Hz. Mûsâ, Yüce Allah'ın emrini yerine getirdi ve derhal 'asayı ye­re attı. 'Asa, Hz. Musa'nın kontrolünden çıkınca hızla akıp giden, yani sürünen yılana dönüştü. Bu olguyu, mucizeyi Yüce Allah bize niçin an­latmaktadır? Bir sonraki âyetin açıklaması ile beraber bu soruyu cevap­landırmayı uygun buluyoruz.

5. "Allah: 'Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız' dedi."

Daha önce Kehf 60-82. âyetler arasında Hz. Mûsâ yanındaki genç ve kendisine ledünnî ilim verilen kişi ile gizemli yolculuk yapmıştı. Bu ona olayların, olguların iç yüzünü yorumlama konusunda bir eğitim ol­muştu. Bu seferde bizzat Allah'ın gizemli, mucizevi öğretimi ile karşı karşıya kaldı ve bu öğretimden elde ettikleri ile gelecek hayatında önem­li işler yapacaktı. Çünkü kimi zaman o 'asa taşa vurularak su akıtacak, kimi zaman denize vurularak denizi yaracak, yol açacak, kimi zaman da sihirbazların sihrini ortadan kaldıracak ejderhaya dönüşecekti; farklı zamanlarda, farklı görevleri yerine getirecekti. Yukarıda sorduğumuz sorunun cevabına dönebiliriz:

a) Bu olayda görüntü ile gerçeklik arasındaki nitelik farkı öğretil­mekte ve ona dikkat çekilmektedir. Bu farkı göstermek için '"asa" bir deney aracı olarak seçilmiştir. Bu öğretimin amacı manevi vukuf ve sez­giyi geliştirmektir.

b)  Değnek, insanın nefsini temsil eder. Onu kontrolünde tuttuğun zaman istifade edersin, ondan faydalanırsın. Ama nefsini kontrolünden çıkarınca bir yılana dönüşür. Bu sefer de onun zararını görürsün.

c)  Değneğin siyâsî anlamda iktidarı temsil edebileceğini de söyle­yebiliriz. Halkına, milletine ve kültürüne sahip çikarsan faydalı hale ge­lir. Ama onu kontrolünden çıkarırsan, onu bir tarafa atarsan yılan olup boynuna sarılır.

Kontrol edilmeyen halk ve sahip çıkılmayan kültür köklü bir deği­şime uğrayarak senin olmaktan çıkar ve sana yabancılaşan bir nitelik kazanır. Öylesine yabancılaşır ki ondan korkacak hale gelirsin. Kendi insanından korkmaya başlarsın. İşte Hz. Mûsâ da elindeki 'asanın yılana dönüşmesi ile ondan dönüp kaçacak kadar korkmuştu. Bu konuca Yüce Allah Hz. Musa'ya hitaben şöyle buyurmaktadır: "'Asanı at! Onu yılan gibi deprenir görünce dönüp arkasına bakmadan kaçtı. Ey Mûsâ! Kork­ma, çünkü benim huzurumda peygamberler korkmaz" (Nemi 27/10).

Biraz önce hakim olduğun, idarenin altında tuttuğun halkın, biraz sonra dönüp kaçacağın ejderha haline gelebilir. İşte bu mucizeden alaca­ğımız, çıkaracağımız neticeler bunlar olabilir. [9]

 

El Mucizesi

 

22.  Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mu­cize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çık­sın.

23.  Ta ki, sana en büyük âyetlerimizden bazılarını gös­terelim.

'Asa mucizesinin ardından beydâ' denen "elin parlaması mucize­sini de Hz. Musa'ya Yüce Allah vermiştir. Önce elinde tuttuğu 'asayı, sonra da elin kendisini mucize, yani ilâhî deney alanına sokmuştur. Böy­lece kendisinden ayrı olan ile ilişkisinin ardından bizzat kendi organı ile olan ilişkisi içinde mucizeler göstermiş oldu. Şimdi âyetlerin analizine geçebiliriz.

1. "Bir de elini koltuğunun altına sok."

Ayetin bu kısmında emir kalıbında geçen vedmum kelimesinin anlamı Nemi 12'de "sok" anlamına gelen kelime ile verilebilir. Ayrıca yorumunu yaptığımız Tâhâ 22'de "koltuk" diye tercüme ettiğimiz cenah kelimesi, Nemi 12'de ceyb olarak geçmektedir. Kasas'32'de "sokmak" anlamı üslük, "koltuk" da aynı şekilde ceyb kelimesi ile ifade edilmektedir. Demek ki "sokmak" emri ile ilgili üç ayrı kelime kullanılmıştır: Udmum, üslük ve edhıl. Koyun veya koltuk için de iki kelimeye yer verilmiştir: Cenah ve ceyb. Bu kelimelerin en güzel anlamı "koltuk"tur.

Bilindiği gibi "el", yani Arapça yed kelimesi "güç" anlamına da gelmektedir.

2. "Bir başka mucize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın."

Asa, kötülükleri ve zulmü yok eden bir yılana, güce dönüşüyordu, "Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti" (A'râf 7/117-118). Bu âyetlerden anlıyoruz ki, 'asa mucizesi, kötülükleri yok etmek, engelleri aşmak, yok­lukları ortadan kaldırmak amacını güdüyordu, onun için verilmişti.

Asa"nın yok ettiklerinin yerini "el mucizesi", yani elin parlama­sı, ışık vermesi ve nur saçması dolduruyordu. Bu ışık da aklın, tevhîd inancının, adaletin ve hakkın ışığı oluyordu. A'râf 118'e göre mana ve­rirsek "hakk"ın ortaya çıkması diyebiliriz. Yani zulmün yerine adaletin, şirkin yerine tevhîd inancının gelmesi, onların yerini alması idi. Asa mucizesi ile zulmün ve şirkin karanlığı, kiri gideriliyor, parlayan el mu­cizesi ile o karanlığın aydınlığa dönüşümü gerçekleşiyordu.

Lekesiz bir beyazlığa bürünen el, başka bir mucize, yani âyet ola­rak gösteriliyordu. "İşe bu ikisi, Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin de­lildir. Çünkü onlar yoldan çıkan bir kavim olmuşlardı" (Kasas 28/32). Her iki mucize, kötülükleri ortadan kaldırmak, yerine iyiyi yerleştirmek için Allah'ın yardım etmesini temsil etmektedir.

Köleleştirilmiş İsrail toplumu ile Hz. Musa'nın, Firavun ve onun zulmü ile mücâdele vermesi mümkün değildi. Yüce Allah ona yardım edecekti, bu yardımını da bu mucizelerle ve diğerleri ile yapmıştır. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Kötülükle mücâdele vermesi için Yüce Allah Hz. Nuh'a gemi yapmasını öğretti (Hûd 11/37-38; Mü'minûn 23/27). Hz. Peygambere de, kafirlere ve müşriklere karşı melekler ile yardım etmişti (Âl-i İmrân 3/123-126; Enfâl 8/10-13; Ahzâb 33/9). İşte Hz. Mû-sâ'ya da 'asa ve parlayan el ile yardım etmiştir. Şirk ve zulüm ile mücâ­dele ederken Allah'ın yardımı bu mucizelerle gelmiştir. Birisi kötülüğü yok ediyor, diğeri onun yerine iyiliği getiriyordu.

3. "Tâ ki, sana en büyük âyetlerimizden bazıla­rını gösterelim."

Alimler "'asa mucizesi" ile "elin parlaması mucizesini" mukayese etme uğraşısı içinde olmuşlardır. Biz o tartışmalara, iddialara girmeden, "elin parlaması" mucizesinin büyük bir mucize olduğunu söyleyerek, izahımıza devam edeceğiz. Yüce Allah, Hz. Musa'ya verdiği mucizeleri kullandığında ortaya çıkacak olan oluşumları Hz. Musa'ya gösterecekti. '"Asa" ile "elin parlaması" o devrin toplumunda köklü değişimler mey­dana getirmiştir. Firavun'un gücü kırılmış, denizi yararak güvenlik yaka­sına geçilmiş, Firavun'un boğulması sağlanmış, daha sonra mesela taşa vurarak su akıtmak suretiyle İsrâiloğulları için beslenme kaynağı olmuş­tur. Zâlimler helak edilmiş, kölelerin özgürlüklerine kavuşması temin edilmiştir. Bunun anlamı, Hz. Musa'nın mucizeleri Allah'ın ona ve kavmine olan yardımı olmuş, bu yardımı da ona göstermiştir. [10]

 

Görev Başlıyor

 

24. Firavun 'a git. Çünkü o iyice azdı.

25.  (Mûsâ): "Rabbim!" dedi. Yüreğime genişlik ver.

26. İşimi bana kolaylaştır.

27. Dilimden bağı çöz.

28. Ki sözümü anlasınlar.

29. Bana ailemden bir de yardımcı ver.

30. Kardeşim Harun'u.

31.  Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir.

32.  Ve onu işime ortak kıl.

33. Böylece seni bol bol teşbih edelim.

34.  Ve çok çok analım seni.

35. Şüphesiz sen, bizi görmektesin."

36.  (Allah): "Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.

37. Andolsun biz sana bir defa daha lütufta bulunmuş­tuk."

Bu âyetlerde Yüce Allah'ın Hz. Musa'yı görevlendirmesi ve onun ardından Hz. Musa'nın dua ile Allah'tan istedikleri ele alınmaktadır.

1. "Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı."

Hz. Mûsâ, Yüce Allah tarafından peygamber olarak seçildi, muci­zelerle donatıldı, ardından görevine başlaması istendi. Görevine, devri­nin en zâlimlerinden olan, belki de insanlık tarihinin en önde gelen zâ­limlerinin ilk sıralarında bulunabilecek kişiden başlaması gerçekten ağır olmuştur. Tek başına o zâlimin huzuruna çıkıp istekte bulunmak çok büyük bir cesaret istiyordu. Ayetten şu neticeleri çıkartıyoruz:

a) Yüce Allah'ın, doğrudan Firavun'a gitme emrini vermesinden şu esasa varıyoruz: O devrin toplumları üzerinde kralların büyük etkisi vardı. Kralın düşünce veya inanç değiştirmesi ile toplum da o alanlarda değişime uğrardı. Halk kitleleri câhil olduğundan sürü niteliğini taşıyor­du. Çoban olan kral, halkı istediği şekilde yönlendiriyordu. İşte bu ger­çekten hareket edersek, Hz. Musa'nın neden doğrudan Firavun'a gönderildiğini anlamak kolaylaşacaktır. Eğer Firavun, şirki ve zulmü bırakıp tevhîd inancına ve adalete dönseydi toplum da köklü bir değişime uğra­yacaktı. Böylece Hz. Musa'nın tebliğ görevi ve öğretimi kolaylaşacaktı.

b)  İyice azan, yani insanlara zulmeden, onları iliklerine kadar sö­müren, toplumun bir grubunu tutup diğerini ezip köleleştiren bir siyaseti izleyen Firavun'dan başlaması, bir bakıma tıp uygulamaları metodunu andıran bir eğitim metodu uygulamaya koymuştu. Vücutta çürüyen, tümörleşen organa müdahalede bulunulur. Komşu organlardan başlanmaz. Tümör erken vakitte tespit edilip alınırsa komşu organlar kurtulacaktır. Onun içindir ki Firavun gibi azan birinden başlanmıştır.

c)  Yüce Allah, böylesine zâlim bir adama uyarıda bulunmadan, bilgilendirme yapmadan, tebliğde bulunmadan cezalandırmak isteme­miştir.

2. "(Mûsâ): 'Rabbim!' dedi, yüreğime genişlik ver.

Yüce Allah, Firavun'a hakikati anlatmak için Hz. Musa'yı görev­lendirince Hz. Mûsâ da Allah'tan sekiz şey istemiştir. Yüce Allah'ın bu gönderme işi Şu'arâ sûresinin 10-11. âyetlerinde de gündeme getirilmek­tedir: "Hani Rabb'in Mûsâ'ya: 'O zâlimler topluluğuna, Firavun'un kavmine git. Hâlâ sakınma­yacaklar mı onlar?' diye seslenmişti."

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 24'te Firavun'un azgınlığı gündeme getirilirken, Şu'arâ 10'da Firavun'un toplumunun zalimliğine işaret edilmektedir. Hz. Musa'nın onlara gönderilmesinin amacı da, sa­kınmalarını temin etmek olarak belirlenmektedir.

Şu'arâ'daki göndermenin ardından Hz. Mûsâ göğsünün daralabilceğini ve bu daralmanın sebep ve sonucunu da söylemektedir.

Göğsünün daralma sebebi:"(Mûsâ) şöyle de­di: Rabbim! Doğrusu beni yalancılıkla suçlamalarından korkuyorum" (Şu'arâ 26/12). Demek ki zâlimler grubunun tepkisi yalanlama şeklinde olursa, göğsünün daralmasına sebep olacağını söylemektedir, "Bu durumda içim daralır, dilim dönmez; onun için Harun'a ela elçilik ver" (Şu'arâ 26/13). Hz. Mûsâ, Tâhâ'da göğsünün daralacağını ve sebebini söylemedi; doğrudan doğruya göğsünün genişletilmesini isteyerek duasına başladı.

O zaman göğsünün genişletilmesinin anlamı, rahatlatmak, cesaret vermek demektir. Ama Zümer 22'ye bakarsak, göğüs genişletildiğinde Allah'ın nuru ve ışığı üzerinde olacağını görürüz. Bu taktirde göğsün rahatlaması "gönlün ilâhî nurla dolması" anlamına gelmektedir. İlâhî nurla dolan gönül hem rahatlar hem de cesaretlenir.

Zümer 22 ile En'âm 125'i bir araya getirirsek, Allah'ın, insanın gönlünü İslâm'a açacağını görürüz, İslâm ise "barış, güven, esenlik, rahmet, teslimiyet, doğru yol ve ışık" anlamına gelmektedir. Onun için En'âm 125'te "Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun gönlünü İs­lâm'a açar" denmektedir. Gönlün İslâm'a açılması, bu sefer de "doğru yolda olmak" anlamına gelmektedir. Allah'ın nuru üzerinde olmak, doğ­ru yolda bulunmak, esenlik içinde olmak gönlün açılması anlamına gel­mektedir. Bütün bunlar sıkıntıdan, moralsizlikten, endişeden ve korku­dan sıyrılmayı da ifade etmektedir.

Kâfirlerin Hz. Peygambere gösterdikleri olumsuz tepkiden dolayı, söyledikleri onun gönlünü daraltmıştı (Hicr 15/97). İşte o sıkıntı ve ü-züntüden onu kurtarmak, gönlünü genişletmek olacaktır.

3.  "İşimi bana kolaylaştır."

Hz. Mûsâ, genel anlamda yardım isteme yerine, yardımı detaylı bir şekilde istemektedir. Önce göğsünün genişletilmesini, ardından işinin çok zor olması nedeniyle kolaylaştırılmasını istemiştir. Buradan şunu anlıyoruz: İnsan, yapacağı olumlu bir iş için Allah'ın yardımını istemeli­dir. Yüce Allah'ın kendisine yardım edeceğinin hem inancında hem de bilincinde olmalıdır. Yüce Allah'ın müdahale ettiği veya edeceği bir iş mutlaka başarıya ulaşacaktır. Hz. Musa'nın bu şekilde yalvarması, tüm zamanların insanlığı için bir ilke olmalıdır. Demek ki, Yüce Allah, Hz. Musa'yı anlatıyor, bizi ve bizden sonrakileri eğitiyor.

4.  "Dilimden bağı çöz."

Âyette geçen sili'ukde kelimesi, "düğüm" anlamına gelmekte ve konuşma zorluğu meydana getiren tutukluk, dildeki pelteklik ve keke­melik için kullanılmaktadır.

5.  "Ki sözümü anlasınlar."

Demek ki, Hz. Musa'nın konuşmasındaki tutukluk, dilindeki pel­teklik onun konuşmasının anlaşılmasını engelliyordu. Düğüm denen şey, muhatabın anlamasına engel olan durumdu. Buradan öğretime giden bir netice çıkartabiliriz: Senin nasıl anlattığın önemli değil, dinleyenin seni anlaması önemlidir. Dinleyen seni anlıyorsa, Öğretmende ve anlatmanda başarılısın demektir.

Buraya kadar olan isteklerine bakacak olursak, Hz. Musa'nın, baş­layacağı görevinin alt yapısının tamam olmasını istediğini görmüş olu­ruz. Kendisinin bu göreve tam hazır olması için eksikliklerini Allah'a sunuyor ve onların giderilmesini istiyor. Önce gönülden başlıyor, sonra işine, sonra diline yani konuşma yeteneğine ve anlaşılmasına kadar uza­nıyor.

6.  "Bana ailemden bir de yardımcı ver.  Kardeşim Hârûn'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl."

Kendi özel eksikliklerini ve bu eksikliklerin doğurduğu ihtiyaçlar için yardım diledikten sonra Hz. Mûsâ, diğer ihtiyacını da 29-32. âyetler arasında dile getirmektedir.

Hz. Harun'u vezîr yani "yardımcı" olarak niye istedi? Sorunun ce­vaplarından biri Şu'arâ 13'tedir: "Bu durumda içim daralır, dilim dönmez; onun için Harun'a da peygamberlik ver." Hârûn peygamber daha rahat ve daha hatip olan biri idi. Anlaşılır bir şekilde konuşması, olaylara daha soğukkanlı bakması nedeniyle Hz. Mûsâ, onu işinde ortak istemişti. Cevabın diğeri de Kasas 34'tedir: "Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunan­lardan endişe ediyorum."

Hz. Mûsâ, iyi konuşup karşıdakinin anlamasını temin eden, kendi­sine destek çıkan, işini paylaşmak için bu istekte bulunmuştur.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 29'da geçen vezîr kelimesi, "yük" anlamına gelen vizr kelimesinden gelmektedir. Fiil kalıbından alınınca "yük taşımak" demektir. Vezîr kalıbı da "yükü taşıyan" anlamı­na gelmektedir. Daha sonraları bu kelime "yönetime katılan, padişahın yardımcısı, bakan, vekil" manalarında da kullanılmıştır. Âyette "birinin işini paylaşan, ona yardım eden" manasında yer almaktadır. Yüce Allah, Hz. Harun'a peygamberlik vererek, Hz. Musa'ya görevinde yardım ede­cekti. Böylece aynı topluma, aynı anda iki peygamber olacaktı. Çünkü bir tarafta kurtarılacak olan köle ruhlu insanlar, diğer tarafta zâlim ve toplumu sömüren ve kendisini tanrı olarak ilan eden Firavun ve etrafın­dakiler vardı. Bu iki zıt grupla bir peygamberin başa çıkması çok zordu ve bir yardımcıya ihtiyaç vardı.

Hz. Mûsâ, Yüce Allah'tan, Hz. Harun'u peygamber olarak görev­lendirerek, onunla sırtını kuvvetlendirmesini istedi. Diğer taraftan, onu işinde ortak edinecekti.

Hz. Musa'nın burada yapmış olduğu duadan çıkartacağımız diğer netice şudur: Kişi kendisine verilen görevin altından kalkıp kalkamaya­cağını, bu konudaki gücünü, yeteneğini, yeterliliğini bilmeli ve gerekeni yapmalıdır. Gerektiğinde yanma bir yardımcı almalıdır.

Diğer taraftan, kardeş kardeşi kıskanmamalı, kardeşindeki farklılı­ğı görebilmeli ve ona göre ondan istifade edebilmelidir. Ya'kûb pey­gamberin oğulları câhil olduklarından kardeşleri Yûsuf'u kuyuya atacak kadar kıskandılar. Ama kültürlü, bilgili, yetişmiş kardeş, kıskanç dav­ranmamalıdır.

"Böylece seni bol bol teşbih edelim. Ve çok analım seni. Şüphesiz sen bizi görmektesin. (Allah): 'Ey Mûsâ!' dedi, istediğin sana verildi. Andolsun biz sana bir defa daha lütufta bulunmuş­tuk."

a) Hz. Mûsâ, ilâhî vahyi tebliğ edebilmesi için dilindeki kekemeli­ğin kaldırılmasını, kardeşi Harun'un, kendisine yardımcı olabilmesi için peygamber seçilmesini istedikten sonra, Allah'ı teşbih edip zikretmeleri­ni niçin gündeme getirmiştir? Sanki isteklerinin yerine gelmesinin şartı olarak teşbih ve zikri öne sürmüştür. Bundan çıkaracağımız netice şudur:

Allah'ın yardımı ile elde edecekleri güvenli bir ortamda ibadet yapma özgürlüğünü elde edeceklerdi.

"Yüce Allah'ın gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı O'nu noksan sıfatlardan uzak tutmak" anlamına gelen tesbîh, Allah'tan onlara gele­cek olan yardıma yakışan en önemli ibadet olmaktadır.

"Yüce Allah'ı üstünlük ve büyüklük sıfatları ile anmak" anlamına gelen zikir de, Allah'ın insana olan yardımları verdiği nimetleri ile onun beyninde, gönlüde daima kalması ve daima hatırlanması demektir. Zi­kir, "sürekli olarak Allah'ı düşünmek" anlamına gelmektedir.

Tesbih'in önce, zikrin sonra gelmesi de dikkat çekici bir husustur. Öncelikle Allah'ı olumsuz sıfatlardan uzak tutmak, sonra da onu olumlu sıfatları ile düşünüp anmak gelmektedir.

Buradaki tesbîh ve zikir ibadetine: "Beni anmak için namaz kıl" (Tâhâ 20/14) açısından bakarsak, söz konusu ibadetlerin, bu emrin yerine getirilmesi anlamına geldiğini de söyleyebiliriz. Çünkü namaz, hem teşbih hem de zikir olmaktadır. 14. âyette verilen, "Allah'ı zikretmek için namaz kıl" emri, cevabını 33-34. âyetlerde bulmaktadır.

b) Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 35'te Hz. Mûsâ: "Şüphesiz sen bizi görmektesin" demekle aslında bir zikir ibadeti yapmaktadır. Yardım geldikten sonra kardeşi Hârûn ile neler yapabile­ceklerini gözleyeceğini ifade etmektedir. "Sen bizi görmektesin" derken, bize yardım et, bizi gözet, bize sahip çık anlamını amaç etmektedir. Bi­zim içimiz ve davranışlarımızı biliyor ve gözlüyorsun, aynı zamanda bizim ihtiyaçlarımızı da biliyorsun. Duamızla ihtiyaçlarımız örtüşüyorsa bize gereken yardımı yaparsın, demektir.

c) Yüce Allah, Hz. MÛsâ'nm istediği şeyi ona vermek üzere duası­nı kabul etti. Ve ona şöyle dedi: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi" (Tâhâ 20/36).

"Allah buyurdu: Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir yetki/güç vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz" (Kasas 28/35).

Dilindeki düğümü çözüp çözmediği meselesine âyetlerde rastlamıyoruz. Ama Tâhâ 36'da "istediğin sana verildi" denirken, dilin­deki kekemeliğin giderildiğine işaret edilmiş olmaktadır. Yüce Allah, Hz. Musa'nın kardeşine peygamberlik verdi, mucizeler vasıtasıyla onla­rın zararım engelleyeceğine söz verdi ve İsrâiloğullannın üstün gelece­ğini ilân etti. İşte Hz. Musa'nın dileği fazlası ile kabul edilmiş oldu.

d) Yüce Allah, daha önce Hz. Musa'ya bulunduğu lütufların gele­cekte yapacaklarına delil olacağını ona söylemektedir: "Biz sana daha Önce lütufta bulunmuştuk" derken, aynı şekilde lütfunun devam edeceğini ifade etmektedir. [11]

 

Daha Önce Hz. Musa'ya Yapılan Lütuf

 

38. Bir zaman, vahyedilecek şeyi annene vahyetmişîik:

39.  Musa'yı sandığa koy, suya at; su onu sahile bırak­sın; onu benim de düşmanım, onun da düşmanı olan bi­ri alacaktır. Gözümün önünde yetiştirilmen için senin üzerine benden bir sevgi attım.

40.  Kızkardeşin, gidip: "Ona bakacak birini size göste­reyim mi?" diyordu. Böylece seni annene geri verdik ki gözü aydın olsun, üzülmesin. Sen, bir de adam öldür­müştün; o zaman da seni tasadan kurtarmış ve seni iyi­ce denemiştik. Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra takdir ettiğimiz bir vakitte bize geldin, ey Mûsâl

41. Seni kendim için yetiştirdim.

Bu âyetler, Yüce Allah'ın daha önce Hz. Musa'ya bulunduğu lütfü anlatmaktadır. Doğumundan itibaren kendisine lütuflar verilmiş olması nedeniyle, bu durum uzun bir süreyi kaplamaktadır:

1. "Bir zaman vahyedilecek şeyi annene vahyetmiştik."

Bir kadının vahy alıp alamayacağı konusunu âlimler tartışmıştır. Biz bu tartışmaları yersiz bulduğumuzdan dolayı burada anlatmıyoruz.

Yüce Allah "variyettim" diyor, birileri vahyeder mi, vahyedilir mi tartışmasını yapıyor. Böyle bir tartışma günaha gidecek kadar yersiz, olumsuz ve kaba bir iş olmaktadır.

a) Yüce Allah: "Rabbin bal ansına vahyetti" (Nahl 16/68) buyurmuştur.

b) "Hani havarilere vahyetmiştim" (Mâide 5/111).

Yüce Allah, bal arısına, havarilere vahyetmesine rağmen, neden Hz. Musa'nın annesine vahyetmesin? Vahyetmek peygamber tayin et­mek anlamına alınmamalıdır; çünkü her vahyedilen, peygamber olma­mıştır. Ancak bu vahyin ilham olarak nitelendirilmesi de mümkündür.

c) "Böylece onları, iki de­virde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini tayin etti" (Fussılet 41/12).

Bal arısına, havarilere ve göğe görevleri öğretilirken onlara vahyedilmiş olmaktadır. Hz. Musa'nın annesi çocuğunu suya atacak kadar Yüce Allah'a güvendiğine göre, bunun vahy olması daha doğru

olacaktır, "Musa'nın annesine: 'Onu emzir, kendis'ine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize bırakıver. Hiç korkup kaygı­lanma; çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız' diye vahyettik" (Kasas 28/7).

Gerek yorumunu yapmakta oludumuz Tâhâ 38, gerekse Kasas 7'de evhaynâ "vahyettik" fiilinin çoğul olmasından anlıyoruz ki bu vahy Cebrail vasıtasıyla gönderilmiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, kadın vahy almıştır ama peygamber olmamıştır, seçilmemiştir. Peygamber seçilmemiştir ama peygamber doğurmuştur, peygamber emzirmiştir, büyütmüştür. Peygamberlik göre­vi de çok değişik yükümlülükler içerdiği ve kadınların da yapıları gereği o yükümlülükleri yerine getirme zorluğu çekecekleri gerçeğinden hare­ketle Yüce Allah, onları bu işle görevlendirmemiştir. Yoksa "kadın buna layık değildir, kadın erkekten aşağı bir varlıktır" diye bir düşünce akla getirilmemelidir.

İşte Hz. Musa'nın annesine yapacağı işlerin vahyedilmiş olması, Hz. Musa'ya birinci lütuf olmaktadır. Vahyedilecek şeyler nelerdi? So­runun cevabını bir sonraki âyet ile Kasas 7 vermektedir.

2. "Musa'yı sandığa koy, suya at."

Ayetin bu kısmında Hz. Musa'nın annesine hiçbir annenin yapa­mayacağı bir iş teklif edilmektedir.

Bu durum bize Hz. Musa'nın annesinin ne derece kuvvetli bir ima­na sahip olduğunu ifade etmektedir. Kendisine gelen bu vahyin Al­lah'tan geldiğini, şeytanî bir vesvese olmadığım ayıracak kadar kor gibi bir imana ve takva denen fark edici bilince sahipti. "Oğlunu sandığa ko­yup suya atınca ne olacak?" sorusunu sormadan Yüce Allah âyetin de­vamında konuya açıklık getirmektedir.

3. "Su, onu sahile bıraksın; onu benim de düşmanım, onun'da düşmanı olan biri alacaktır."

Yüce Allah, annesine olan vahyinde, çocuğunun kurtulacağına dair garanti vermektedir. O kadar ki, onu suda kimin bulup alacağını bile bildirmiştir. Allah, kendisinin ve erkek çocukların düşmanı olan birinin onu alacağını söyleyecek kadar detay bir açıklama yapmaktadır.

4. "Gözümün önünde yetiştiril­men için senin üzerine benden bir sevgi attım."

Ayetin bu kısmından çıkaracağımız neticeler vardır:

a) Yüce Allah, eğitim ile sevgi arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Yetiştirebilmek için sevgi şarttır. Buradaki sevgi öğreticiden, yani yetiş­tirenden yetişene, yani öğrenciye yönelik olmalıdır. Ancak öğrencinin de sevilecek bir durumda olması gerekiyor. Çünkü Yüce Allah, Hz. Mû-sâ'ya kendini sevdirecek bir nitelik, bir sevgi vermişti.

b) Hz. Mûsâ, düşmanının sarayında yetiştirilecekti. Sevgi düşman­lığı ortadan kaldıran çok güçlü bir duygudur. Hz. Musa'nın sahip olduğu Allah'tan verilen sevgi, Firavun'un erkek çocuklarını öldürecek kadar ileri olan düşmanlığını gölgeledi.

Bu yorumdan şu neticeye varıyoruz: Düşmanlıkları ortadan kal­dırmak için "sevgi duygusunu" geliştirmek, bu konuda bir duygu eğitimi yapmak gerekiyor. Düşmanlığın en azılı düşmanı sevgidir. Yüce Al­lah'ın duygu eğitimi de bu ilke üzerine cereyan etmiş ve etmektedir: "Hani siz, birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz." (Âl-i İmrân 3/103). Sevgi ile kalpleri kaynaştır­dıktan sonra düşmanlıklar eridi ve insanlar kardeş oldu.

c) Âyetten çıkaracağımız diğer bir netice için şu soruyu sormamız gerekiyor; Yüce Allah, Hz. Musa'nın neden başka yerde değil de, düş­manının sarayında büyümesini temin etmiştir?

Hz. Musa'yı köle olan kendi toplumu, yani İsrâiloğullarının içinde yetiştirmiş, onu orada korumuş olsaydı, Hz. Mûsâ ne peygamberlik, ne de devlet adamlığı yapacak bir şahsiyete, niteliğe ve kültür seviyesine sahip olabilirdi. Kölelik ortamında, köle kültürü içinde hayatını sürdüren kişi ezik bir ruh ve şahsiyete sahip olacağından, onun bu şekilde görevle­ri kaldırması, yerine getirmesi ve üstlenmesi mümkün değildi.

Yüce Allah, Hz. Musa'yı kölelik kültür ortamından alarak hür bir sosyal hayat ve kültür ortamına götürmüştür. îşte Hz. Mûsâ, bu ortamda hem hürriyeti tadacak hem de devleti idare etmenin esaslarını, hikmetini ve davranış şekilleri ile pratiğini öğrenecekti. İşte âyetteki "yetişti­rilmen için" bunu ifade etmektedir.

Firavun'un sarayında zulmün nasıl yapıldığını öğrenecek, aynı za­manda âdil davranmanın ne kadar önemli olduğunu da fark edecekti. Siyaset hikmetini öğrenecek ve ardından İsrâiloğullannı kölelikten ve sömürüden kurtaracaktı. Köle ruhlu insan, bu mücâdeleyi verip toplu­munu hürriyetle, bağımsızlıkla tanıştıramaz onu bu değerlere kavuştu-ramaz. Hürriyeti ve devleti idare etme hikmetini bilmeyen kimse, bu değerleri toplumuna kazandıramaz. Kişi, kendisinde var olan, bildiği ve sahip olduğu değerleri toplumuna kazandırabilir. İşte Hz. Musa'nın daha doğumunda başlayan bu serüvenin böylesine faydalı bir neticesi de olmuştur.

Bu açıdan bakınca Hz. Musa'nın beşerî anlamda üç hocası olmuş­tur: Ledünnî ilme sahip bilgin kul, Şu'ayb peygamber ve Firavun'un saray ortamı. Birincisinden olguların ve olayların iç yüzünü yorumlama­sını, Şu'ayb peygamberden sabır, merhamet gibi peygamberliğin temel değerlerini ve aile hayatını, sonuncusundan da devleti idare etme kültür ve hikmetini öğrenmiş oldu.

d) "Gözümün önünde" ifadesinden de eğitimin temel kural­larından birini çıkartıyoruz: Ana-babalar çocuklarını, devlet adamları da gençlerini gözlerinin önünde yetiştirmeli ya da yetiştirilmelerini sağla­malıdırlar. Tahrîm sûresinin 6. âyeti de buna yönelik kanunu koymakta­dır: "Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." Bu âyetteki "korumak" eylemi, gözünün önünde ya­pılmak suretiyle en güzel şekilde gerçekleştirilir.

"Yüce Allah'ın gözünün önünde" ifadesi, mecazî bir anlatımdır. Bunun anlamı, onun her işi ile ilgileneceği, yanlış eğitimden koruyacağı, iyi anlamda yetişmesi için gerekli olan sevgi ortamı ve genel ortamı ha­zırlayacak kadar alaka göstereceğidir. Bu ilâhî uygulama, devlet adamla­rında, ana-babalarda ve eğitimcilerde de görülmelidir.

5. "Kızkardeşin, gidip: 'Ona bakacak birini size göstereyim mi?' diyordu" (Tâhâ 20/40).

Hz. Musa'nın annesi, çocuğunu suya bırakınca çok değişik bir psi­kolojiye büründü: "Musa'nın annesinin yüreği acıyla sabahladı. Eğer biz, inananlardan olması için kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı" (Kasas 28/10). Demek ki Yüce Allah, Musa'nın annesine, çocuğunu suya atmadan Önce onu kurtaracağına dair söz vermişti. Bu sözü yerine getirecek diye de onun kalbini sağlamlaştırdı. Bu hususta imanını sağlam tutup şüphesini önlemiş oldu. Bütün bunlara rağmen yorumunu yapmakta olduğumuz âyette olmayan ama Kasas 11 'de yer alan şu eyleme de şahit oluyoruz: "Annesi Musa'nın ablasına: 'Onun izini takip et' dedi. O da onlar farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi."

İşte bu gözetlemenin ardından ne oldu ki "Ona bakacak birini size göstereyim mi?" demek mecburiyetinde kaldı? Sorunun cevabını Kasas

12 ile verebiliriz: "Biz daha önceden onun süt analarını kabulüne müsaade etme­dik. Bunun üzerine ablası: Size, onun bakımını namınıza üstlenecek hem de ona iyi davranacak bir aile göstereyim mi? dedi." Demek ki, Tâhâ 40'da çocuk için süt anne aradıkları anlatılmıştır. Yüce Allah, Kasas 12'ye göre, anasından başka kadınları emmeyi Hz. Musa'ya yasakladı; yani bu işin olmasını engelleyen bir tabiatta Hz. Musa'yı yarattı ve Mûsâ da başkasını emmedi. Ablası, bunu söyleyince annesi çağırıldı ve onun memesini almış oldu. Tabi saraydakiler bunu fark edemediler. Böylece âyette geçen: "Böylece seni annene geri verdik ki gözü aydın olsun, üzülmesin" ifadesi gerçekleştirilmiş ve böy­lece Yüce Allah: "Biz, onu sana geri verece­ğiz" (Kasas 28/7) şeklindeki ilâhî vaadini yerine getirmiş oldu. Nimetle­rin biri de bu olmuştur. Yüce Allah, onu düşmanının sarayında annesinin kucağında büyütmüş oldu.

Anlatılan bu olgunun bize kazandıracağı nedir? Eğer bize ışık tutup bir şey kazandırmayacaksa, olgunun işlevi yok demektir. Bu olgu insan­lığa şu ışığı tutmaktadır: İyiyi savunanlar, kötüyü savunanların yanında

âciz durumda olsalar bile asla ümitsizliğe, kötümserliğe kapılmamalıdır­lar. Unutmamalıdırlar ki Yüce Allah, düşmanının sarayında Hz. Musa'yı yetiştirdiği gibi, iyiyi de kötülerin dünyasında büyütebilir, yayabilir ve geliştirebilir. Bu durumu her insan için de düşünebiliriz: Firavun'un sa­rayını insanın beyni ve gönlü olarak kabul ediniz. Kötülüğün kiri ile kap­lanmış olan bu saraylara, hidâyetin ışığı ilâhî takdirle girecek ve orada büyüyecektir. Önemli olan iyinin peşine samimi olarak düşme kararlılı­ğını göstermektir.

Diğer taraftan, Hz. Musa'yı annesine geri vermesinin nedenini de açıklamaktadır: Gözünün aydın olması ve üzülmemesidir. Bundan anlıyoruz ki, Yüce Allah kullarından daima gözlerinin aydın olmasını ve üzülmemelerini istemekte, bir kadının gözünün aydınlığını ve üzülmemesini temin için neler yaptığını anlatmaktadır.

6. "Sen, bir de adam öldürmüş­tün, o zaman da seni tasadan kurtarmış ve seni iyice denemiştik."

Hz. Musa'nın adam öldürmesi meselesinden çıkaracaklarımız var­dır:

a) Peygamber olacak kişiler, önceden hata yapabilirler. Onlar süt­ten çıkmış ak kaşık değillerdir. Hz. Âdem de cennetten kovulacak kadar hata yapmıştı. Hatta hatalarını, aynı tarzda yaptıkları tövbe ve af dileme ile itiraf etmişlerdir (A'râf 7/23; Kasas 28/16).

b) Önceden günah işlemiş olması onun peygamber seçilmesine en­gel teşkil etmemiştir. Bundan da şu sonuca geliyoruz: İnsanların geçmiş­lerini araştırarak, yaptıkları hataları, daha sonraki hayatları için değer­lendirip engel teşkil ettirmek doğru değildir. Geçmiş hayatında işledikle­ri yanlışlar, insanların kaderi haline gelmemelidir.

c) İşlenen günah, insanda psikolojik bir tasa, çöküntü ve keder do­ğurmaktadır. Bu tasa, hem insanın içinde niçin bu günahı işlediğinin üzüntüsünü hem de toplumun baskısını getirebilir ve bu üzüntü onlardan doğabilir.

d) Hz. Mûsâ, bir insan öldürmesinin ardından, aynen Hz. Âdem'in yasak ağaçtan yemesinin ardından yaptığı tövbeyi yapmıştır. Burada her ikisinin mukayesesini yapabiliriz. Hz. Âdem, hanımı ile şu tövbeyi yapmışlardı: "Dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize mer­hamet etmezsen elbette ziyan edenlerden oluruz" (A'râf 7/23). Hz. Mûsâ da aynı kelimelerden örülü tövbesini şöyle yaptı: "Mûsâ: 'Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla' dedi. Allah da onu bağışladı. Çünkü çok bağışlayan; çok merhametli olan O'dur" (Kasas 28/16).

"Seni iyice denemiştik" ifadesine "seni, tamamen kurtar­dık" manası da verilebilir. Bu manayı Sa'îd b. Cübeyr, îbn Abbâs'a sor­duğunda almıştır (Râzî, age, XV, 511).

tbn Abbâs'ın verdiği bu mana âyetin içeriğine uygun düşmektedir. Çünkü âyetin bu kısmından önceki kısmında insan Öldürme yer almakta ve böylece Kasas 15-21. âyetler arasında da kurtuluş anlatılmaktadır. Araplar altını gümüşten ayırmayı ja fetene kelimesi ile ifade etmektedirler. Kişiyi belâdan ayırmak, yani kurtarmak eylemi de bu kelime ile bu âyette ifade edilmektedir.

Şimdi  ifadesine "seni, tamamen kurtardık" manası verilince, bu kurtuluşun nasıl cereyan ettiğine bakabiliriz.

"Mûsâ, ahalisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiri ile dö­vüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Mûsâ da ötekine, bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu ve: 'Bu, şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşmandır' dedi. Mûsâ: 'Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla' dedi. Allah da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı ve merhamet edici olan O'dur. Mûsâ: 'Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suça itenlere asla arka çıkmayacağım1 dedi. Şehirde korku içinde gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kişi, feryat ederek yine ondan imdat istiyor. Mûsâ ona dedi ki: 'Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!1 Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki: 'Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek ıslah edicilerden olmak istemiyor da, bu ülkede sadece zorba olmayı arzuluyorsun sen!' Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi; 'Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyorlar. Derhal çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim, dedi.' Mûsâ, korka korka, gözetleyerek oradan çıktı. 'Rabbim! Beni zâlimler güru­hundan kurtar' dedi" (Kasas 28/15-21).

Kasas sûresinde anlatılan bu olgu, hem imtihanı hem de kurtuluşu kelimenin anlamına sokmaktadır. Hz. Musa'nın: "Ar­tık suça itenlere asla arka çıkmayacağım" demesi bu imtihanı ifade eder­ken, âyetlerin tamamı da kurtuluşu kelimenin anlamına dâhil etmektedir.

Buradaki  fetennâ kelimesini "imtihan ettik" anlamına alırsak, Hz. Musa'nın durumunu Hz. İbrahim'in imtihanına benzetebiliriz: "Bir zamanlar Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmişti. Onları tam olarak yerine getirince: 'Ben seni insanlara önder yapacağım' demişti" (Bakara 2/124). Demek ki Yüce Allah, İbrahim'e önderlik vermek için onu imtihandan geçirmişti. Hz. Mûsâ da peygamber seçilene kadar, bazı olgularla imtihan edilmiş­tir.

7. "Medyen halkı ara­sında yıllarca kaldın. Sonra takdir ettiğimiz bir vakitte bize geldin ey Mûsâ!"

Kasas 21'in sonu: "Rabbim beni zâlimler güruhundan kurtar, dedi" şeklinde ifade edildikten sonra: "Medyen'e doğru yöneldiğinde: 'Umarım Rabbim berii doğru yola iletir1 dedi" (Kasas 28/22) âyetinden Hz. Musa'­nın Medyen'e doğru gittiği anlaşılmaktadır. Medyen'de kalış süresinin de 8 veya 10 yıl olduğunu Kasas 27 ve 28 âyetlere bakarsak Şu'ayb pey­gamberin yanında bu kadar yıl çobanlık yapmasından anlıyoruz. "Sonunda Mûsâ süreyi doldurup ailesi ile yola çıkınca" (Kasas 28/29) ifadesi onun orada on yıl bilfiil kaldığını göstermektedir. Râzî bu sürenin 28 yıl olduğunu nakletmektedir.

Yüce Allah'ın katında peygamber olunması, ilâhî takdirle olmuş­tur. Allah'ın takdir ettiği bir zamanda o makama çıkmıştır. Demek ki Hz. Mûsâ, peygamberlik makamına hem imtihanları kazanarak hem de ilâhî takdirle çıkmıştır. Bundan şunu çıkartıyoruz: Peygamberlik hem ilâhî takdir hem de ilâhî eğitimden geçirilmekle elde edilmektedir.

8. "Seni kendim için yetiştirdim."

Âyette geçen  ıstana'tü kelimesi, "yetiştirdim, seçtim, yarattım, peygamberlik yapmak için güç verdim, öğrettim" manalarına gelmektedir[12].

Bu ifadeyi bir önceki âyette geçen "seni imtihan ettik" ifadesine bağlarsak, seçimin imtihandan sonra yapıldığı anlaşılmaktadır. O zaman da kelimesi için "seni seçtim" manası doğru olacaktır. Ama im­tihan ne için yapılır? Şüphesiz ki yetiştirilmek için. O zaman da söz ko­nusu kelime için "yetiştirmek" anlamı uygun düşer.

Bütün manaları bir araya getirirsek, Yüce Allah, Hz. Musa'yı Öğre­time tâbi tuttu, onu eğitti ve ardından kendisini peygamber olarak seçti, tayin etti diyebiliriz. Zaten daha önce Tâhâ 13'te Hz. Musa'yı seçtiği ifade edilmişti.

Netice olarak diyebiliriz ki: Hz. Mûsâ Allah'tan yüreğine genişlik vermesini, işini kolaylaştırmasını, dilindeki heyecandan konuşamamayı gidermesini, sözünü anlaşılır kılmasını, kendisine ailesinden bir yardım­cı vermesini, kardeşi Harun'u peygamber olarak görevlendirmesini, o-nunla kendisini kuvvetlendirmesini ve onu işine ortak etmesini istemişti. Bu sekiz isteğin ardından Yüce Allah ona sekiz tane lütufta bulunduğunu söylemiştir.

Diğer taraftan Hz. Musa'nın buraya kadar anlatılan olgusundan şu­nu çıkartıyoruz: Bir göreve getirilen kimsenin mutlaka eğitilmiş ve yetiş­ti olması gerekiyor. Çünkü o görev bir emanettir, emanet de ehline ve­rilmelidir.

Tâhâ 39 ve 41. âyetlerden anlıyoruz ki, eğitim bir sanattır. Bu sa­natın çarklarından geçmedikçe peygamber olunamaz. Eğitim sanatının olmazsa olmazları Tâhâ 39'a göre sevgi, Tâhâ 40'a göre de imtihan ve onun gerekli kıldığı bilgi ve ahlâkî değerlerdir. [13]

 

Görev Başına

 

42. (Yüce Allah şöyle buyurdu): "Sen ve kardeşin, âyet­lerimizi götürün, beni anmakta gevşek davranmayın.

43. Firavun 'a gidin, doğrusu o azmıştır.

44. Ona yumuşak söz söyleyin, belki düşünür veya say­gı duyar."

45. (Mûsâ ve kardeşi): "Rabbimiz, onun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının artmasından korkarız" dediler.

46. (Yüce Allah): "Korkmayın, çünkü Ben, sizinle be­raberim; işitir ve görürüm.

47. Ona gidin ve şöyle söyleyin: Doğrusu, biz senin Rabbinin peygamberleriyiz. îsrâiloğullarını bizimle be­raber gönder, onlara bir eziyet etme! Rabbinden sana bir âyet getirdik. Rahmet doğru yolda gidene olsun.

48. Doğrusu   bize,   'yalanlayıp   sırt  çevirene   azap edileceği' vahy olundu."

Daha önce Tâhâ 24'te Yüce Allah, sadece Hz. Musa'ya: "Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı" buyurmuştu. Hz. Mûsâ tek başına gitmek­ten çekindiği için Yüce Allah'tan, kardeşi Harun'a peygamberlik verme­sini istemişti. Dua kabul edildi ve Hz. Harun'a da peygamberlik verildi. Budan sonra tebliğ görevini, ikisinin yerine getirmesi emredildi.

1.  "Sen ve kardeşin, âyetlerimizi götürün." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız neticeler şunlardır:

a) Peygamberlik görevi, eylem ister, gayret ister ve emek sarf et­mek ister. Bu görev atâlet, tembellik ve hareketsizlik görevi değildir. Peygamberlik, çürümekte, ölmekte, yıkılmakta ve dengeleri bozulmakta olan topluma can verme faaliyetini zorunlu kılan bir görevdir.

"Götürün" veya "gidin" buyurulurken eğitici olanın, halkın veya yöneticinin ayağına gitme ilkesi konmaktadır. Demek ki gerektiğinde öğretici ya da hoca öğrencinin ayağına gidecektir.

b) Yüce Allah, "Benim âyetlerim" buyururken, "benim mesajlarım" demek istemektedir. Peygamberler,    görevini yerine getirirken  Allah'ın mesajlarını  duyuracaklardır;  kendi  fikirlerini  ve görüşlerini değil. Buradaki âyât kelimesini size verdiğim "mucizeler, işaretler" manasına da alabiliriz.

2. "Beni anmakta gevşek davranmayın." Ayetin bu kısmından varacağımız ilkeler şunlardır:

a) Allah adına bir görevi yerine getirirken veya herhangi bir iş ya­parken daima Allah'ı anmak ve hatırlamak gerekiyor. İş anında Allah'ı hatırlamak ve anmak zikirdir. Böylece Yüce Allah, zikrin ne olduğu ko­nusunda bir açıklama yapmaktadır.

b) veny kelimesi, "gevşeklik göstermek, eksik yapmak, kusurlu olmak, ihmalkâr davranmak" demektir. Allah'ın hatırlanması, tebliğ görevlerinin başarıya ulaşması için yardımcı olacaktır. Bir işte Allah'ı hatırlamak, başarılı olmanın bir yolunu teşkil etmektedir.

c) Bazı âlimler, zikri "her türlü ibadet" şeklinde kabul ettikleri için ifadesini "mesajlarımı tebliğ etmekte gevşeklik göstermeyin" manasına almışlardır. Bu mana ve yorum doğru mudur? Daha önce Tâhâ

14'te namaz kılmanın zikir olduğu açıklaması yer almıştı. Her amel, Allah rızası için yapıldığında zikir olmaktadır. Hz. Mûsâ ile kardeşi Hz. Harun'un, asaletlerini Firavun'a gidip tebliğ etmeleri ve onun yanında Allah'ı anmaları da bir zikir olacaktır [14]

3.  "Firavun'a gidin; doğrusu o azmıştır."

Bu âyette, Hz. Mûsâ ve kardeşi Harun'a, tebliğ işine, devleti yöne­ten ve azgınlık yapan kişi olan Firavun'dan başlaması emredilmektedir.

Bunun sebebini Tâhâ 24'te açıkladık. Onun için aynı açıklamayı burada tekrar etmek istemiyoruz. "Doğrusu o azmıştır" ifadesinde yer alan "azmak" eyleminin açıklanmasında yarar vardır. "Azmak", izafi bir anlam taşımaktadır. Kelimenin net anlamını Kasas 4 ile vermemiz mümkündür: "Firavun, ülkesinde gerçekten azmış, halkını çeşitli gruplara ayırmıştı. Onlardan bir grubu güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı."

Demek ki, Firavun'un, "toplumda bir grubu köleleştiriyor ve sömürüyor, öteki grubu tutuyor; erkek çocukları kesip kızları bırakıyor ve fesat çıkarıyor" olması onun azgınlığını, zulmünü ifade ediyordu. Bu yetmemiş gibi, insanların inanç özgürlüklerini ellerinden alıp, kendini onlara tanrı olarak kabul ettirmeye çalışıyordu.

Bundan şu neticeyi çıkartıyoruz: Bir ülkeye peygamber gönderili-yorsa, orada büyük yanlışlar, zulüm ve fesat yapılıyor demektir. Pey­gamberler, zulümle, fesatla, azgınlıklarla, hakların çiğnenmesi ile mücâ­dele etmek ve iyinin, güzelin, doğrunun, hakkın bayrağını dikmek ve onları yaymak için gönderilmiştir. İnsanların önlemekte âciz kaldıkları anda Yüce Allah, peygamberleri ile o kötülüklere müdahale etmektedir. Böylece Yüce Allah, Hz. Mûsâ ile kardeşi Harun'a, azgınlıkla ve zulüm­le mücadeleyi hedef olarak göstermiştir.

4. "Ona yumuşak söz söyleyin; belki düşünür veya saygı duyar."

Bu âyet, bize eğitimle ilgili çok önemli bir metot ve ilkeyi öğret­mektedir. Özellikle din eğitiminde din âlimi ve görevlilerinin nasıl davranacağının metodunu koymaktadır. Din âlimi ve görevlileri dini anlatır­ken yumuşak konuşmalıdırlar. Aslında tüm eğitimcilerin evrensel mana­da metotları bu şeklide konuşmak, anlatmak ve öğretmek olmalıdır. "Yumuşak söz/tatlı dil yılanı deliğinden çıkartır" şeklindeki tekerleme, yumuşak sözün/tatlı dilin ne denli etkili olduğunu ifade etmektedir.

Yumuşak sözün/tatlı dilin etkinliği nedir? Ayetin devamı bu soruyu cevaplandırmaktadir. Tatlı dil, düşündürür ya da saygı duymaya sevk eder. Dini tebliğ ederken ve öğretirken öncelikle insanın düşünce­sini harekete geçirmek ya da muhatabın o konuya saygı duymasını temin etmek gerekiyor. Düşünme aklın eylemi, saygı duymak da gönlün eyle­midir. Her ikisi veya en azından onlardan biri hedef alınmalıdır. Bu he­defe "yumuşak söz söyleme metodu" ulaştıracaktır.

Demek ki sert ve kaba söz, insandaki düşünme kapasitesini, saygı duyma yeteneğini öldürmektedir. Daha önce Al-i İmrân I59'da "yumu­şak davranış" ele alınmış, onun toplayıcı olduğu, katı kalpli davranma­nın ise itici olduğu gündeme getirilmişti.

Ayrıca, genel anlamda yumuşak sözün, azgınlığı, zulmü ortadan kaldırıp insanın, insan olma onurunu öne çıkartacak güçte olduğuna da dikkat çekilmektedir. Yumuşak söz, düşünceyi harekete geçirecek, dü­şünce de azgınlıkla mücâdele verecektir. Demek ki, zulme dönüşen siyâ­sî erkin uygulamaları ile ancak eğitimle mücâdele verilebilecektir. Ö-nemli olan, zulmü meydana getirenin iç âleminde manevi bir devrim meydana getirmektir. Bu devrim de, aklı harekete geçirip düşünce üret­mesini temin etmekle gerçekleşecektir.

5. "(Mûsâ ve Hârûn): 'Ey Rabbimiz, onun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının artmasından korkarız' dediler" (Tâhâ 20/45).

Hz. Mûsâ ile kardeşi iki konuda korktuklarını ifade etmektedirler. Ancak bu iki korku aslında tek şeyi ifade etmektedir: "Kötülük, yahut azgınlık yapmak." Âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:

a) İnsanların toplumda bulundukları seviye ve statü, bazen onlara yaklaşmayı zorlaştırmaktadır. Hele onlara inançlarını değiştirmeyi teklif etmek eylemine girişmek, korkutucu bir durumdur. Kişinin inancı sapık

bir inanç olsa bile, doğru inancı onlara anlatmak olumsuz ve ağır bir tepkiye neden olabilir. Onun içindir ki en zor oluşumlardan biri inançları değiştirmektir.

İnançlar, insanın gönlünde derinlere inen, kökleri derinlere kadar işleyen niteliktedir. Onlan söküp atmak, yerlerine tevhîd inancını yerleş­tirmek beşer işi değildir; sadece Allah'ın hidâyet denen şok etkisine bağ­lıdır.

Hele, sarayında büyüdüğü bir zâlim ve azgın bir insana bunu teklif etmek, işi daha da zorlaştırmakta ve insanın içine korku salmaktadır.

b) Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Hârûn, kendilerine kötülük yapılabile­ceğinden korktuklarını itiraf etmişlerdir. Ayette geçen yefrata fiili, "öne geçmek, yarışmak, gelmekte olanı arkasından yetişip geçmek, ce­zalandırmak, birisini acele ettirmek, eziyette aşırı gitmek" manalarına gelmektedir .[15]

Firavun, onlara nasıl bir ceza verecekti ki, onlar ondan korkuyor­lardı? Bu sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

i. "Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: 'Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsalar da mı bırakacaksın?' (Bunun üzerine Firavun da): 'Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları üzecek üstünlükteyiz' dedi" (A'râf 7/127).

ii. "Firavun: 'Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni hapistekilerden ederim!' dedi" (Şu'arâ 26/29).

Birinci âyette Firavun'un aşırı davranması veya azmasının zararı­nın İsrail oğulların a, ikinci âyetteki cezalandırmasının da Hz. Musa'ya yönelik olacağına şahit oluyoruz. Birincisinde hayat hakkına haksız yere tecâvüz, ikincisinde de dini öğretme Özgürlüğüne engel olma vardır.

Tabii ki Hz. Mûsâ ile kardeşi Hz. Hârûn, Firavun'un kötülük yap­ması ve azgınlığının artması şeklindeki tepkisini genel manada ifade  etmişlerdi. Kötülük yapmanın çeşitli şekilleri olabilir. Önemli olan şekli değil, önemli olan onu yapmış olmasıdır.

Netice olarak diyebiliriz ki, peygamberlerin hepsi, kendilerine ge­len ilâhî vahyi tebliğ ederken mutlaka engellerle karşılaşmışlardır. Ge­nelde engelleri, toplumun ileri gelenleri, sosyal statülerini kaybetmemek, siyâsî erki ellerinden kaçırmamak, kurdukları sömürü düzeninin son bulmaması ve sapık inançlarının yerini tevhîd inancının almaması için koymuşlardır. Aynı engellerle Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Hârûn da karşı­laşacaktı. Bunu anladıkları için yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 45'in içeriğine konuşmalarında yer vermişlerdir.

 6.  "(Yüce Allah) buyurdu ki: Kork­mayın, çünkü Ben sizinle beraberim. İşitir ve görürüm."

Yüce Allah, Firavun ve etrafındakilerin neler söyleyeceğini ve ne­ler yapacağını duyup göreceği için tepkilerinin şekline göre peygamber­lerine yardım edeceğini onlara söylemektedir. Bu cümleden olarak on­larla beraberliğini ilân etmekle desteğini vermiş ve onların korkusunu gidermiştir. Çünkü Allah'ın beraber olduğu kişi veya kişilere zarar ver­mek mümkün değildir ve onların zafere ulaşması da mukadderdir.

Daha sonra aynı sözü Hz. Mûsâ, İsrâiloğullannın tehlike ile karşı karşıya kaldıklarında onlara söylemiştir: "İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları: İşte yakalandık!1 dediler. Mûsâ: 'Asla!' dedi. Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir" (Şu'arâ 26/61-62).

Yüce Allah'ın Tâhâ 46'da onların korkusunu gidermek için söyle­diği "Ben, sizinle beraberim" ifadesini, daha sonra Hz. Mûsâ, arkalarından Firavun'un ordusu, önde de denizin olduğu İsrâiloğullarına söyleyerek, yardımın geleceğini ifade etmiştir.

Şimdi şu soruyu sormamız gerekiyor: Yüce Allah bunları niçin bi­ze anlatıyor? Bize şunu öğretiyor: Yüce Allah, daima, iyiyi anlatan, öğ­reten, tevhîd inancını yayan ve insanların özgürlüklerine sahip olmaları için emek sarf edenlerle beraber olduğunu, onlara yardım edeceğini ve bu güce sahip olduğunu ifade etmekte, tevhîd inancı, insan hak ve özgürIükleri uğruna mücâdele verenlerle olan ilişkisi ile zâlimlerle olan ilişki­sini öğretmektedir.

İyinin, doğrunun, güzelin ve hak uğrunda seferber olan, ter akıtan ve gerekli fedâkârlıkta bulunan insanlara, çalışmalarında Allah, onların yanında olacağını, onlara yardım edeceğini ve bu nedenle ümitsizliğe kapılmamalarını, mutlaka onlara bir çıkış yolu bulacağını söyleyerek onları teşvik etmektedir.

Böylece Kur'ân, Hz. Mûsâ ve kardeşi Hârûn ile olan beraberliğini ve Tevbe 40'da Hz. Peygamber ve arkadaşı Ebû Bekir ile olan ve orada ilân edilen beraberliğini evrensel boyutlara taşımıştır. Allah'ın beraberli­ği onlarla sınırlı değildir. Allah, sabredenlerle beraberdir (Bakara 2/153); Allah, takva sahipleri ile beraberdir (Bakara 2/194); Allah, muhsinlerle beraberdir ('Ankebût 29/69).

Kur'ân'ın bu evrensel yaklaşımını din eğitimcileri halka öğretmeli, yansıtmalı ve onların beynine kazı malıdırlar. Çünkü kötülük daima iyiye baskın görünmekte ve bu nedenle hakkın peşine koşanları ümitsizliğe sevk etmektedir.

Hz. Mûsâ ve kardeşi Harun'a söylenen bu ilâhî söz, iyilerin ümit­sizliğe kapıldığı, hakkın güneşinin söner gibi göründüğü anlarda gönül­lere can veren bir niteliğe de sahiptir.

7. "Ona gidin ve şöyle söyleyin: Doğrusu, biz, senin'Rabbinin peygamberleriyiz. İsrâiloğulİarını bizimle beraber gönder, onlara eziyet etme! Rabbinden sana bir âyet getirdik. Rahmet doğru yolda gidene olsun."

Yüce Ailah, bu âyetiyle dördüncü kez "gidin" emrini vermektedir. Daha önce Tâhâ 24; 42; 43 ve şimdi de 47. âyette bu emri vermiş ve vermektedir. Yüce Allah'ın verdiği "Firavun'a gidin" emrinin hemen ardından Hz. Mûsâ bir şey istemiş, bir endişesini dile getirmiştir. Sonun­da Yüce Allah'ın beraberliği, yani yardımı olacağını öğrenince emir ye­rine getirilmiştir. Firavun'a gidip de ne söylenecek ve ne istenecekti? İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 47 bunu cevaplandırmaktadır.

a) "Doğrusu biz, senin Rabbinin peygamberleriyiz."

Yüce Allah, iki kardeş peygamberden, öncelikle Firavun'a görevle­rinin ne olduğunu açıklamalarını söylemiştir. Çünkü hangi sıfatla onun karşısına çıktıklarım belirtmeleri gerekiyordu; yani her ikisinin de Allah tarafından görevlendirildiğinin güvenlik mektubunu sunmaları gereki­yordu. "Elçiye zeval yoktur" ilkesinden hareketle, bu görevi kendilikle­rinden yapmadıklarının teminatını vermeleri zorunlu idi.

b) "İsrailoğullarını bizimle beraber gön­der; onlara eziyet etme!"

Firavun İsrâiloğullarının hak ve özgürlüklerini ellerinden alıp onla­rı köleleştirmişti. Yüce Allah, bunu Kasas 4'te "güçsüz hale getirmek" şeklinde ifade etmektedir. Bu âyete göre, halkı gruplara ayırmış, bir gru­bu tutmuş, İsrâiloğulları gurubunu da zayıf düşürmüştü. Başka bir ifade ile onları köleleştirerek, hak ve özgürlüklerini ellerinden almıştı. İşte Tâhâ 47'de geçen velâ tu'azzibhüm ifadesi, "onlara azab et­me" anlamına gelmektedir. Onlara yaptığı baskı azaba ve zulme dönüş­müştü.

A'râf 141'e göre Firavun, İsrâİloğullarına işkence ediyordu. yesûmûneküm sûe'l-'azâb ifadesi bu anlama gelmek­tedir. İşkence, çeşitli acıları kapsamına almaktadır.

Ayrıca Firavun, İsrâiloğullarının erkek çocuklarını kesiyor, katle­diyor, öldürüyor, kız çocuklarını ise sağ bırakıyordu (Bakara 2/49; A'râf 7/141; İbrahim 14/6).

İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 47'de Yüce Allah, Hz. Musa'ya bunun bir "azab" olduğunu ifadeyle Firavun'a, artık bu tür dav­ranışlardan kaçınmasını söylemesini emretmektedir. İşkenceler, çileler, dayanılmaz acılar ve öldürmeler bu kavramın kapsamına girmektedir. Aynı konular, yani acılar, zulüm ve işkenceler, günümüzdeki Kitab-ı Mukaddes'in çıkış kitabının 8-22. âyetleri arasında geçmektedir. Çok az farklılıklarla aynı şeyler orada da anlatılmaktadır. Neticede Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Harun'un ana görevlerinden biri İsrail oğullarını Firavun'un esaretinden kurtarıp hürriyetlerine kavuşturmak ve haklarına sahip olma­larını temin etmekti. Onların bu görevi Hz. Peygambere verilen görevin de aynısı olmaktadır: "Ağırlıklarını ve üzerindeki zincirleri indirir" (A'râf 7/157). Yük ve ayaklarına vurulan zincirleri kırmak, onları esaretten kurtarmak anlamına gelmektedir. A'râf 157 ile Tâhâ 47'nin peygamberlere aynı görevi yüklediğini görü­yoruz.

c)  "Rabbinden sana bir âyet getirdik."

Buradaki âyet kelimesini "mesaj" manasına alabiliriz. Dolayısıyla bu ifade, "sana Rabbinden bir mesajla geldik" şeklinde de tercüme edi­lebilir.

Diğer taraftan âyet kelimesine, "mucize" manası da verilebilir. Ay­rıca âyet "delil" anlamına da gelmektedir. Bir mesaj, bir delil veya bir mucize ile sana geldik, yani "Allah, bizi onunla sana gönderdi" demek­tir. Bu "âyet" onların peygamber olduğunu ispat etmekte idi.

d) "Selâm/rahmet doğru yolda gidene olsun."

Ayetin bu kısmında geçen selâm kelimesi, "rahmet ve esenlik" manasına gelmektedir. Âyette geçen hüdâ kelimesi de "doğru, doğru yol, Allah'ın gösterdiği yol", İbn Abbâs'ın dediği gibi "tevhîd" inancı anlamını ifade etmektedir. Burada hüdâ kelimesine Firavun'un cephe­sinden bakınca onun "tevhîd inancına" ihtiyacı olduğunu görürüz. O zaman âyette: "Kurtuluş ve esenlik, tevhîd inancına uyanlaradır" mana­sının kastedildiğini söyleyebiliriz.

Yine Firavun yönünden bakınca onun diğer bir ihtiyacının, insan hak ve özgürlüklerine saygı göstermek olduğunu da görürüz. O zaman hüdâ kelimesinin, hak ve özgürlüklerin oluşturduğu "yol" olduğuna karar verebiliriz. Böyle bir mananın delili En'âm 151-153. âyetleri olabi­lir. Bu âyetler, Allah'ın doğru yolunu teşkil eden haklan ele almaktadır. Hakların oluşturduğu bu yola uyulmasını Allah istemektedir. Aklın, dü­şüncenin ve takvanın yolu, Allah'ın yolu olmaktadır. Demek ki, En'âm 151. âyet aklın, 152. âyet düşüncenin, 153. âyet de takvanın yolunun Allah'ın doğru yolu olduğunu ifade etmektedirler. Bundan hareket eder­sek, "aklın, düşüncenin ve takvanın yolu tevhîd inancının yolu olduğu­nu" söyleyebiliriz.

O zaman Tâhâ 47'de geçen hüdâ kelimesine, "tevhîd inancı" de­mek de yanlış olmayacaktır. Tevhîd inancı da A'râf 29'a göre "adalet" olduğuna göre Hz. Mûsâ ve kardeşine Yüce Allah, "adalete" tâbi olana esenlik olacağını söylemelerini emretmektedir.

8. "Doğrusu bize, 'yalanla­yıp sırt çevirene azap edileceği1 vahyolundu."

Bir önceki âyetin son kelimesi olan hüdâya "hak" manasını verir­sek, buradaki yalanlamayı, yüz çevirmeyi ona bağlı olarak manalandırabiliriz. Bu taktirde âyetin anlamı "Hakkı yalanlayıp ondan yüz çevirenler" şeklinde olur. Veya "tevhîd inancını yalanlayıp yüz çevi­renler" de denebilir. Ayrıca "Hz. Mûsâ ve kardeşi Harun'un Allah'tan getirdikleri bir âyeti, yani mesajı yalanlayıp ondan yüz çevirenler" de denebilir.

Allah'ın doğru yolunu, yani tevhîd inancını, hak ve özgürlüklere saygı duymak ilkesini yalanlayıp ona sırt çevirmenin azaba dönüşeceği mesele o zaman onlara vahyedilmişti. Yalanlamak gönlün eylemi, yüz çevirmek de beynin ve bedenin eylemi olmaktadır. İki kardeş peygam­ber, önce esenliğin yani, kurtuluşun kime ait olduğunu, sonra da azabın kime geleceğini açıklamışlardır. Önce müjde, sonra da uyan gelmekte­dir.

Netice olarak diyebiliriz ki, bu ifadeler, din eğitimine önemli me­totlar kazandırmaktadır. Kurtuluşun ve esenliğin yolunu öğretmek; azaba götürecek olan yalanlama ile yüz çevirmenin kötülüğünü vurgulayarak uyanda bulunmak din eğitiminin ana amacı olmalıdır. Genelde bütün peygamberlere gönderilen vahyin Özünü bunlar teşkil etmektedir.[16]

 

Firavun'un Soruları Ve Aldığı Cevaplar

 

49.  (Firavun): "Ey Mûsâ! Sizin Rabbiniz de kimi" dedi.

50.   (Mûsâ):   "Rabbimiz,  her şeye yaratılışını veren, sonra ona doğru yolu gösterendir" dedi.

51.  (Firavun): "Öyleyse önceki nesillerin durumu ne­dir?" dedi.

52.  (Mûsâ): "Onların bilgisi Rabbimin katında bir ki­taptadır. Rabbim yanılmaz ve unutmaz" dedi.

Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde Hz. Mûsâ ile Firavun'un karşılıklı ko­nuşmalarına şahit oluyoruz. Bunlardan birini de bu âyetlerde buluyoruz.

Önceki âyetlerde, Hz. Mûsâ ve kardeşi, Firavun'a peygamber ol­duklarını söylerken "Rabbinin" demişler, "Biz senin Rabbinden bir mesaj getirdik" derken de, yine "Rabbinin" kelimesine yer vermişler, özellikle "Firavun'un Rabbi" vurgusunu yapmışlardı. Sanki Allah, sadece Firavun'un Rabbi idi. Allah herkesin Rabbidir şüp­hesiz. Ancak tebliğde, kendini insanların rabbi olarak görene, onun da Rabbi olduğunu hatırlatmak için bu şekilde hitap etmişlerdi. Konuşma­nın kendi içinde "senin Rabbin" ifadesi ile tebliğ yapılmakta idi. Onların bu şekilde konuşmasına karşılık, Firavun da "sizin Rabbiniz" ifadesini kullanmış ve bu konudaki sorusunu onlara yöneltmiştir.

1. "Ey Mûsâ! Sizin Rabbiniz de kim? dedi."

Aynı soru şekli az bir farklılıkla Şu'arâ 23'te sorulmaktadır, "Firavun şöyle dedi: Âlemlerin Rabbi dediğin de ne­dir?" Firavun, Tâhâ 49'da men soru edatını kullanırken tanrıyı canlı bir varlık, Şu'arâ 23'te de mâ soru edatı kullanarak cansız varlık ola­rak düşünmüş olmahdır. Çünkü kullanılan edatlar bunu ifade etmektedir. Aslında bu soru öğrenmek için değil de alay etmek için sorulmaktadır. Kendisini insanların rabbi olarak gören birinin, başkasını Rabb olarak kabul  etmesi mümkün değildir.  "Ben  sizin en  yüce Rabbinizim!" (Nazi'ât 79/24) diyen kişi, elbette böyle alaycı sorular soracaktır. Kendini rab olarak görene başkasına ait rab kavramını anlat­maktan daha zor ne olabilir?

2. "Mûsâ: 'Rabbimiz, her şeyi yaratan, sonra ona doğru yolu gösterendir' dedi."

Böylece Hz. Mûsâ, Allah'ı "Rabb" kelimesine mana vererek ta­nıtmaktadır.

a) "Her şeye yaratılışını veren/Her şeyi yaratandır."

"Rabb" kelimesinin manaları içinde yaratmak da vardır. Yaratma, yani hâlıklık sıfatı ile Yüce Allah'ı tanıtmak en önde gelen bir öğretim ve tebliğ metodudur. Çünkü insanın en çok âciz kaldığı eylemlerden biri de yaratmaktır.

Hz. Musa'nın, Yüce Allah'ın yaratma sıfatını gündeme getirip her şeyi yarattığını söylemesi, Firavun'un kendisini O'nun yarattığına işaret etmektedir. "Her şeyi" ifadesinin kapsamına Firavun da girmektedir. Madem ki Firavun yaratılmıştır, yaratılmış olan da yaratamayacağına göre Rabb de olamayacaktır.

b) "Sonra ona doğru yolu gösterendir."

Bunun anlamı şudur: Rab sıfatının manaları içinde doğru yolu gös­termek, yani hidâyet etmek de vardır. Biz bu iki sıfatın ilişkisinden, yani yaratma ile doğru yolu gösterme gibi ilâhî eylemlerden şunu çıkartıyo­ruz: Yüce Allah, yarattığı varlığı başıboş bırakmıyor, ona hayatında iler­leyeceği yolu da gösteriyor ve onu o yola götürüyor. Yüce Allah, yarat­tığını başıboş bırakmadığı gibi insan da doğurduğunu başıboş sokağa bırakmamalıdır. Onun için doğurmak maharet değildir; maharet doğur­duğunu en iyi bir şekilde yetiştirmektir.

Aynı soruya, yani Şu'arâ 23'teki soruya Hz. Mûsâ daha geniş an­lamda "Yüce Allah'ın, göklerin, yerin ve arasındakiIerin, kendilerinin ve eski babalarının, doğunun, batının ve arasındaki Ierin Rabbi, yani yarata­nı, sahibi ve besleyip büyüteni olduğunu" ifade ederek cevap vermiştir (Şu'arâ 26/24-28).

Tâhâ sûresinin 50 ve Şu'arâ sûresinin bu âyetleri, Allah'ı tanıtırken hangi konuların gündeme getirileceğini öğretmektedir. Onun içindir ki kutsal kitaplarda, ilâhî vahyde "yaratma" konusu ilk sırayı almaktadır. Kur'ân'da ilk inen âyetlerde de "yaratan Rabb" ibaresi yer almaktadır. Çünkü kâinatın yaratılışı, Yüce Allah'ın varlığına ve birliğine en büyük delili teşkil etmektedir.

3.  "Firavun: 'Öyleyse önceki nesillerin durumu nedir? dedi."

Firavun'un bu sorusu Tâhâ 48'de Hz. Mûsâ ve kardeşi Harun'un söylediği şu söze karşılık sorulmuştur: "Doğrusu bize, 'yalanlayıp sırt çevirene azap edileceği' vahyolundu." Bu açıklamanın üzerine Firavun, önceki nesillerin durumunu sormuştur. Demek istemiştir ki, geçmiş nesillerden Öylesine inkarcılar, yalanlayıcı-lar ve hakikate sırtını dönenler olmuştur ki bunlara azap mı edilmiştir? Onların durumu nice olmuştur? Hz. Musa'nın söylediği bu azap şeklinin onların başına gelip gelmediğini sormaktadır. Bu soruya Hz. Musa'nın cevabı şu olmuştur:

4.  "(Mûsâ): 'Onlann bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim yanılmaz ve unutmaz' dedi"

Hz. Mûsâ bu cevabı ile şunu kastetmiştir: Toplumların hayatlarını sürdürürken bağlı oldukları sosyal yasaların Örgüsünü ancak Allah bilir, çünkü onları o koymuştur.

Hangi davranışları ve hangi inanış şekilleri nedeniyle cezalandırıl­mışlardır, yani cezalandırıp cezalandırılmadıklarını sadece Allah bilmek­tedir. Âyette geçen kitâb "yasa" anlamına gelmektedir. Onların hayatları Allah katındaki sosyal yasalara göre devam etmiştir. Hz. Mûsâ, "onlar hakkında yapılacak olan sosyal analizi ben yapamam. Çünkü hangi olay­ların ceza, hangilerinin imtihan niteliği taşıdığını ben bilmem, ancak Allah bilir" demek istemiştir. Onun için geçmişe yönelik analizlere de­ğil, yaşadığımız şu andaki hayata bakmalı ve onun hakkında analizler, değerlendirmeler yapmalıyız. Çünkü bir peygamber kendinden önce geçmiş nesillerin peygamberi değil, yaşadığı asrın ve geleceğin peygam­beri olmaktadır. Her şeyin açıklaması o kitap denen yasadadır.

a) "Öğüt ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Mûsâ için levhalara yazdık. Bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en güzelini almalarını emret. Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim" (A'râf 7/145).

b) "Andolsun biz Tevrat'tan sonra Zebur'da: 'Yeryüzüne Benim iyi kullarım vâris olacak1 diye yazdık" (Enbiyâ 21/105). îşte Allah katında olan sosyal yasalardan biri bu âyetlerde açıklanmaktadır: Yeryüzüne iyi insanlar hükümran ola­caktır. Değişmeyen yasalardan biri budur.

c) "Küçük büyük her şey satır satır yazılmıştır" (Kamer 54/53)

Her şey Allah katında kaydedildiğine göre, Allah'ın yanılması ve unutması mümkün değildir. Hiçbir şeyin, onun bilgisinin dışında kalması mümkün değildir. Geçmiş nesillere uyguladığı yasalarda ne yanılmıştır ne de uygulamalarında yasaları unutmak olmuştur. Her nesle hangi yasa uygulamak gerekiyor idiyse onu uygulamıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki, geçmiş nesillerin kurdukları devletlerin çöküşü, Allah katında olan yasalara göre olmuştur. Biz de, geleceğin devletleri de aynı yasalara tâbi olacağız. Ama biz geçmişten örnek alır­ken, günümüz ve geleceğimiz üzerinde planlamalar yapmalıyız. Sosyal ve manevi mühendislerimiz buna göre çalışmalıdırlar. [17]

 

Allah Akla Hitap Ediyor

 

53. O Allah, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitki­lerden çiftler çıkardık.

54. Yiyiniz; hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için işaretler vardır.

55. Sizi topraktan yarattık; yine sizi oraya döndürece­ğiz ve bir kez daha sizi oradan çıkaracağız.

Yüce Allah, bu âyetlerde akla hitap ederek tabiat olayları ile Al­lah'ı anlatmaya, tanımaya çalışmaktadır:

1. "(Benim Rabbim), yeri size beşik yapandır."

Yeryüzü bu âyette "beşik", Bakara 22'de de "döşek" olarak nite­lendirilmektedir. Demek ki, Yüce Allah yeryüzünü insanın uğruna ya­ratmıştır. Çok değer verdiği insanı yaratmadan önce onun yaşayabileceği

maddî bir çevre ve yerküresini yaratmıştır. Yerküreyi insanın hem beşiği hem de o beşikteki döşeği olsun diye yaratmıştır.

2. "Onda size yollar açandır."

Buradaki "yollar" ifadesini, "yeryüzünde gezinmek, bir yerden bir yere gitmek için belirlenen maddi anlamdaki yollar" şeklinde anlayabi­leceğimiz gibi, "yeryüzünden geçimimizi temin etmek için ihtiyaç duy­duğumuz şeyleri elde etme yolları veya metotları" olarak da anlayabili­riz. Bu ifade, "yeryüzünden yararlanmak, hayatını sürdürmek, geçimini temin etmek için her türlü zihnî ve maddî faaliyetleri ifade etmektedir. Mesela: Aklını kullanarak meyvelerin insana yararlı olanlarını bulmak, hayvanları ehlileştirip onlardan istifade etmek, ziraat yapmayı öğrenmek bu yolların bazılarıdır.

Demek ki buradaki "yollar" ifadesi, "aklını kullanarak, yeryüzün­den istifade ederek geçinmenin yolları" anlamına gelmekte yani, burada insan aklı ve zihni ile yeryüzünde istifade etmek için kurulan ilişkiler sistemi kastedilmektedir.

3. "Gökten de su indi­rendir. Onunla biz, çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık."

Bu ifadede şu kastediliyor: Yerkürede oluşan buharın yükselerek yağmur şeklinde inmesi kanununu Allah koymuştur. Ayrıca suyun inme­si ile yeryüzünde bitki örtüsünün oluştuğu kanununa da, bu oluşumların arkasındaki ilâhî güce de dikkat çekilmektedir. Su ile bitki âleminin ara­sındaki ilişki konusunda bir ders verilmektedir. Su olmadan bitki denen canlının olamayacağı kanunu Öğretilmektedir.

4.  "Yiyiniz, hayvanlarınızı otlatınız."

Yeryüzünden hem insanların hem de hayvanların besleneceği, san­ki her canlının gıdalanabileceği bir sofra kurulduğu burada anlatılmakta­dır. Yüce Allah, tüm canlılar için her mevsimde öylesine bir sofra kur­maktadır ki, sadece insan yemiyor ama bunun dışında herkes topraktan gelen gıdalarla besleniyor. İnsan yavrusu için annesinin memelerinden de süt akıtıyor. İşte "yollar" kelimesi, bu beslenme yollarını da ifade etmektedir. İnsan önüne konan sofraya bakarak da Allah'ını bulabilir,

O'nun kudretini anlayabilir. Tabiat kitabı hem Allah'ı anlatıyor hem de insanı imana çağırıyor.

 5. "Şüphesiz bunda akıl sahipleri için işaretler vardır."

Âyetin bu kısmında yer alan âyât kelimesi "işaretler, dersler, kanunlar" anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse Yüce Allah burada bir de  en-nühâ denen "aklı" gündeme getirmektedir.

Nühâ denen akıl, "çeşitli tabiat olaylarından senteze gidip dersler çıkaran, tabiat kanunlarını bulan zihinsel gücü" ifade etmektedir. Böyle­ce Yüce Allah, tabiatta cereyan eden olaylara ve önüne konan sofraya nühâ denen aklı ile yaklaşılmasını istemektedir.

Nühâ, en-nehye kelimesinin çoğulu olduğu için "akıllar" an­lamına gelmektedir. Bu kelimenin "sakındırmak, nehyetmek" anlamın­dan geldiğini söyleyen Kurtubî, bu kelimenin, nefsi yanlış ve çirkinlik­lerden alıkoyduğu için akla isim olarak verildiğini beyan etmiştir. [18]Bu kelime ayrıca, "bir davranışın yapılmasını engellemek, suyun akışına mani olan göl gibi yer, çok akıllı, ihtiyatlı, uyanık insan, bir şeyin sonu, yere çakılan kazığın başındaki kertik, zihin, zekâ, bir şeyin en üst seviyesi" manalarına gelmektedir. Nühâ denen aklın yapısını anlayabilmek için, gördüğü işlere bakmamız gerekiyor.

a) Nühâ denen akıl, tabiat olaylarından Allah'ın varlığına götürür. Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 49-54. âyetler arasındaki âyetlere bakarsak nühâ denen aklın bu görevi ile karşılaşırız. "Anlayan akıl" anlamına gelen nühâ, Allah'ın yaratma sıfatının kâinatta meydana getir­diği ve insana fayda sağlayan kanunlardan hareket ederek O'nun varlığı­nı anlıyor ve oradan tevhîd inancına ulaşıyor.

b) Nühâ denen akıl, sosyal olgulardan netice çıkarmakta, bir taraf­tan tabiat olaylarından hareket ederek tevhîd inancına giderken, diğer taraftan sosyal olgulardan hareket ederek sosyal bunalımlara çözümler getirmektedir. Geçmişteki milletlerin başına gelen olguları iyi okuyarak, sorgulayarak, irdeleyerek çareler, çözümler çıkararak yaşanmakta olan hayata ışık tutmaktadır, Tâhâ 123-127. âyetleri ele alındığında onun bu görevi görülecektir.

Onun içindir ki Tâhâ 128'de Yüce Allah şu soruyu sormaktadır: "Bu olgular, onları hidâyete (doğru yola) sevk etmedi mi?" Yüce Allah, nühâ kelimesinin başka bir kalıbı olan müntehâya "sonuç" manasını vermektedir: "Andolsun ki onu, sidretu'l-müntehâ'nın yanında önceden bir kere daha görmüştü" (Necm 53/13-14). Râzî buradaki müntehâ kelimesini "hayret" anlamına alarak âyetleri: "O, onu en ileri hayret esnasında gördü. Akıllı insanların akılla­rının şaştığı anda gördü" şeklinde değerlendirmiştir. Demek ki sidretü'l-müntehâ "aklın sonu" anlamına gelmektedir. Öyleyse "aklın, bir işin, bir oluşun sonunu görebilme kapasitesine nühâ denmektedir diyebili­riz. Müntehâ da "aklın ulaştığı son nokta" demektir. "Gelişmeleri, de­ğişmeleri sonuna kadar takip eden, geçmişteki olguları alıp bu güne uy­gulamakta olan ve oradan geleceğe yönelip ışık tutan güc"e nühâ denmektedir.

"Şüphesiz ki en son varış Rabb'inedir" (Necm 53/42) ilkesini gerçekleştiren akıl olduğu için ona nühâ ismi verilmek­tedir. "Sonu" bulma sevdasında olan akıl, bu görevinden ve sevdasından dolayı nühâ ismini almıştır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 54'e dönersek görürüz ki, müstağnîlik, kibir, şirk ve zulümle kirlenen Firavun'un gönlünü temiz­lemenin yolu nühâ denen aklın çalışması ile olacaktır. Gönül kirliliğini temizlemek, gidermek, onunla baş etmek ancak aklın çeşitli faaliyetlerini yerine getirmek, özellikle nühâ denen aklı harekete geçirmekle müm­kündür. İşte nühâ denen aklın bu görevleri eğitime kalite getireceği için Yüce Allah Tâhâ sûresinde bu akla yer vermekte, onu bu kadar önemse­diğine dikkat çekmektedir.

5. "Sizi topraktan yarat­tık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi oradan çıkaraca­ğız."

Bu âyette dünyadaki yaratılışla âhiretteki yeniden yaratılış ele alınmaktadır. Bu âyette:

a) İnsanın topraktan yaratıldığı ele alınarak, nereden geldiğine ışık tutulmaktadır. Ayrıca;

b) Toprağa dönülecektir. İnsan aslına dönecektir.

c) Bir kez daha oradan çıkarılacak, yani öldükten sonra dirilecektir.

Böylece ilk yaratılışına bakarak, insanın mahşerdeki dirilişe iman etmesi temin edilmektedir. Bu yaratılış kitabı iyi okundukça insanın in­kar etmesi imkansız hale gelecektir. Nühâ denen akıl, bu üç oluşumun analizini iyi yapıp neticeye varmalıdır.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah, insanın yaratılış olgusuna, oradan beslenmesine ve eğitilmesine giden bir dizi konuyu anlatırken hedef, Allah'a ve âhirete, yani öldükten sonra dirilmeye götürecek olan nühâ denen "aklı" kullanmaktır. Varolmak, varlığını sürdürmek ve öl­dükten sonra tekrar var olma olguları aklın önüne, okunacak bir kitap olarak konmaktadır.

Böylece din âlimi ve eğitimcilerine "uzaktan yakına, yani tabiat o-taylarından insana uzanan metodu" kullanarak insanlara, Allah'ın varlı­ğını ve âhiret inancını öğretme görevi verilmiş olmaktadır. [19]

 

Mucize İle Sihrin Çatışması

 

56.  Andolsun biz, Firavun 'a bütün delillerimizi göster­dik; yine de yalanladı, kabul etmemekte diretti.

57  Dedi ki:   "Bizi yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin ey Musa?

58. Biz de kesinlikte sana benzeri bir büyü getireceğiz. Bizim de sizin de anlaşacağımız uygun bir yerde bu­luşmamız için bir vakit belirle " dedi.

59. (Mûsâ): "Buluşma vaktiniz, bayram günü olsun, in­sanlar kuşluk vaktinde toplansınlar" dedi.

60. Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Büyücüleri top­layıp geldi.

61. Musa büyücülere:  "Size yazıklar olsun! Allah'a karşı yalan uydurmayın. Çünkü Allah, sizi azapla helak eder. Kuşkusuz kim Allah'a iftira etmiş ise kaybetmiş­tir" dedi.

62. Büyücüler yapacakları işlerini aralarında tartıştılar ve birbirleriyle gizlice konuştular.

63. Onlar şöyle dediler: "Mâsâ ve kardeşi kesinlikle büyücüdürler. Büyüleri ile sizi yurdunuzdan çıkarmak, sizin ideal yönetiminizi ortadan kaldırmak istiyorlar."

64. Büyü ile ilgili bütün hünerlerinizi birleştirin, sonra birlik halinde karşılarına gelin. Bugün üstün gelen is­tediğini elde edecektir.

Bu âyetlerin analizinden varacağımız önemli neticeler olacaktır.

1. "Andolsun biz, Firavun'a bütün de­lillerimizi gösterdik; yine de yalanladı, kabul etmemekte diretti."

a)  Âyette geçen âyâtinâ "âyetlerimiz" kelimesini "mesajları­mız" şeklinde manalandırabiliriz. eraynâ fiilini de, "tanıttık, haber­dar ettik" anlamına alabiliriz. Zemahşerî, Râzî ve Beydâvî bu manayı vermektedir.

Âyetteki "mesajlarımız" kelimesi, Tâhâ sûresinin buraya kadar olan, yani 48-56. âyetler arasında geçen karşılıklı konuşmada anlatılan konular olabilir. Bu âyetler arasında Allah Teala çeşitli sıfatlarıyla, fiille­riyle tanıtılmakta, yalanlayan ve haktan yüz çevirenlere neler olacağı uyarısında bulunulmakta, Allah'ın varlığı tabiat olayları ile ispat edil­mekte, insanın yaratılışı, ölümü ve tekrar dirilişi ele alınmaktadır.

Bazı müfessirler, burada geçen "âyetlerimiz" kelimesini "mucize­ler" olarak almışlardır.

"Firavun'a delillerimizi gösterdik" ifadesinden, öğretim faaliyeti fikrini çıkartıyoruz. Çünkü öğretim yapılmadan, bilgi verilmeden, pey­gamber gönderilmeden cezalandırma olmayacaktır (İsrâ 17/15). İşte din eğitimi bu ilke üzerine oturmaktadır. Bu ilkesini Yüce Allah tatbik ede­rek Firavun'u helak etmeden ona Öğretimde bulunmuştur.

b) "Yine de yalanladı, kabul etmemekte diretti."

Tâhâ 48'de yalanlayan ve yüz çevirenin cezalandırılacağı söylen­mesine rağmen, Firavun, ilâhî öğretideki inanç esaslarını yalanladı ve kabul etmemekte inat etti. Yalanlama ve diretme eylemleri Firavun'un öne çıkan tepkileri olmuştur.

Yalanlama, inat edip yüz çevirme sadece Firavun'a ait eylemler ve tepki şekilleri değildir. Her nesilde dînî öğretilere ve inançlara ağır tepki gösterenler çıkmıştır, şimdi de çıkıyor ve gelecekte de çıkacaktır. Öğre­tici Allah bile olsa bazı insanlar Öğretilenleri yalanlayıp kabul etmemekte diretip yüz çevirmektedirler. İşte bu şekildeki tepki, azabı getirmekte­dir. Firavun'un başına gelen de o olmuştur.

2. "(Firavun) dedi ki: Bizi, yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin ey Mûsâ?"

Firavun'un bu şekilde konuşmasından önce Şu'arâ sûresinde geçen bir oluşum daha vardır. Hz. Mûsâ elindeki 'asayı atıp 'asa yılan olunca, elini çıkarıp eli parlayınca Firavun, çevresindeki ileri gelenlere onun bilgili bir sihirbaz olduğunu söyledi. Hatta sihirleriyle onları yurtların­dan çıkaracağını söyleyerek fikirlerini sormuştu (Şu'arâ 26/32-35). İşte Firavun aynı şeyi Tâhâ 57'de Hz. Musa'ya söylemiştir. İsrâiloğulları ile yaptığı antlaşmanın maddeleri arasında birbirlerini yurtlarından çıkar­mamayı koyduğuna göre (Bakara 2/84) bundan anlıyoruz ki, insanları yurtlarından çıkarma zulmü o devirlerde uygulanan bir metottu.

a) Firavun, Hz. Musa'nın 'asa ve elin parlaması mucizelerini büyü olarak nitelendirmiştir. Çünkü onun döneminde Mısır'da büyü çok ilerde idi ve uygulama alanı genişti. Değerlendirmesini bu anlayış içinde yap­mış oldu.

b)  Firavun, yurdundan çıkarılma gibi yersiz endişeye kapılmış ya da kasdî iftirada bulunmuştur.

Psikolojide buna paranoya denmektedir. Olmayan şeyleri olmuş gibi düşünmek ve bu nedenle korkuya kapılıp iftirada bulunmak sağlık­sız bir ruh halini göstermektedir. Böylece Yüce Allah, Firavun'un sağ­lıksız ruh halinin analizini yapmaktadır. Bu sağlıksız ruh hali Firavun'u zulmetmeye sevk etmiştir. O zaman burada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah'ın, Firavun'un gösterdiği olumsuz tepkinin ardındaki sağlıksız ruh halini bize anlatmasının sebebi ne olabilir?

Günümüz dünyasında milletler arasında, aynı millet içindeki siyâ­sîlerin arasında bu şeklide sağlıksız psikolojik yapıya sahip olanların bulunduğuna, bulunacağına dikkat çekilmek istenmektedir. "Bulundu­ğum makamı benden alır" diye güçlü rakiplerine ağır entrikalar yapanlar bu gruba girmektedir.

Kendi makamını, bulunduğu seviyeyi koruma uğruna kapıldığı yersiz korkular nedeniyle nice güçlü insanlar devre dışı bırakılmış, hatta ölümlerine kadar gidilmiştir. Bu durum geçmişte olmuş, günümüzde oluyor, gelecekte de olacaktır. Bu durumu anlatmak için Yüce Allah Firavun örneğini kullanmaktadır.

3.  "Biz de kesinlikle sana benzeri bir büyü getireceğiz."

Firavun, Hz. Musa'nın 'asa ve parlayan el mucizelerini büyü ola­rak değerlendirdiği için onlara karşı koyabileceğini zannedip meydan okurken bunu söylemiştir. Eğer yalanlayıp kabul etmemekte diretmesey-di mucizelere karşı konulamayacağını fark etmiş olacaktı. Büyüye büyü ile karşı konulabileceğini, neticede Hz. Musa'nın büyülerinin mağlup edilebileceğini zannediyordu.

Bundan şunu çıkartıyoruz: İnsanlar, dışarıda cereyan eden olay ve­ya olguları kendi psikolojik durumlarına göre değerlendirmektedirler. İnkâr eden Firavun'un, Allah'ın mucizelerini büyü olarak değerlendir­mesi bunun en güzel delili olmaktadır.

4. "Bizim de sizin de anlaşacağımız uygun bir yerde buluşmamız için bir vakit belirle, (de­di)."

Âyette geçen ve bizim "uygun" diye tercüme ettiğimiz   süvâ kelimesini bazı âlimler sivâ şeklinde okumuşlardır: Ebû Ali, "her iki tarafa eşit uzaklıkta", Katâde "âdil olarak", İbn Zeyd "düz", Kelbî de "şu anda bulunduğumuz yerden başka bir yer" manasını vermişlerdir. Ge­nelde ise "sizin de bizim de razı olacağımız" anlamına geldiği söylen­miştir.[20]

Firavun, mucizeleri sihir sandığı için meydan okuyarak kendi si­hirbazları ile Hz. Musa'nın yarışmasını istedi; yer ve zamanım tespit etmeyi ise Hz. Musa'ya bıraktı. Aslında bu meydan okuma, kötünün iyiye ve hakka meydan okuması idi. Bu olgunun, günümüze ışık tuta­bilmesi için, onu iyi ile kötünün mücâdelesi olarak almak gerekiyor. İyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış, hak ile bâtıl her zaman beyin, gönül ve nefis alanlarında mücâdele etmektedir.

Artık kötü, insanın gönlünü çelen, yoldan çıkaran felsefeler, insan­ları kötünün tuzağına düşüren çeşitli etkiler büyü halini almıştır. Kötülükler iyiliklere meydan okumakta, bu meydan okuyuşlarını beyin, gönül ve nefis alanında yarışmaya dönüştürmektedirler.

5. "(Mûsâ): 'Buluşma vakti­niz, bayram günü olsun; insanlar kuşluk vaktinde toplansınlar dedi."

yevmü'z-zîne "süs günü", yani "bayram günü" anlamına gelmektedir. Bundan anlıyoruz ki, o dönemde de "bayram günü" vardı. Bu da bize, o devrin kültürü hakkında bir bilgi vermektedir.

Hz. Mûsâ, Bayram günü, kuşluk vaktinde halkın toplanmasını, mucizelerle büyünün çatışmasını seyretmelerini istedi, yani Firavun'un meydan okumasını kabul etti.

6. "Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Büyücüleri toplayıp geldi."

Şu'arâ sûresinde Firavun'un bu eyleminden önce etrafındaki kişile­rin kendisine söyledikleri gündeme getirilmektedir: "Dediler ki: Mûsâ ve kardeşini eğle ve şehirlere toplayıcı görevliler gönder. Ne kadar bilgi­si derin sihirbaz varsa sana getirsinler. Böylece sihirbazlar belli bir gü­nün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi" (Şu'arâ 26/36-38).

Artık mucize ile sihrin çatışma zamanı yaklaşıyordu. Öyle anlaşılı­yor ki Firavun'un ülkesinde sihir çok revaçta idi ve her tarafa yayılmıştı. Sanki, sihirle uğraşmak bir meslek halini almıştı.

7.   "(Mûsâ) büyücülere: 'Size yazıklar olsun! Allah'a karşı yalan uy­durmayın. Çünkü Allah sizi azapla helak eder. Kuşkusuz kim Allah'a iftira etmiş ise kaybetmiştir' dedi."

Hz. Mûsâ bu sözü sihirbazlara söylemeden önceki durumu Şu'arâ 38-39'da buluyoruz: "Böylece sihirbazlar belli bir günün tayin e'dilen' vaktinde bir araya getirildi. Halka: 'Siz de toplanıyor musunuz?' denildi."

İşte sihirbazlar bir araya gelince Hz. Mûsâ, Tâhâ 61. âyetin içeriği­ni onlara söylemişti:

a) "Size yazıklar olsun!"

Hz. Mûsâ, onların mucizelere karşı savaşmak için Firavun'un etki­si altında kalmalarını kınamıştı.

b) "Allah'a karşı yalan uydurmayın."

Demek ki sihir, "Allah'a karşı bir yalan uydurmaktır." Bu sözü ile Hz. Mûsâ, sihre bir tanım getirmiştir. O zaman, dilinin gelişi güzel söy­lemesi ile dinde "bu helaldir, şu haramdır" deyip fetva veren adamın yaptığı da Allah'a iftira niteliği taşımaktadır (Nahl 16/116). Sihir de Al­lah'a iftira olduğuna göre iki fiil arasında bir benzerlik var demektir.

c) "Allah sizi azapla helak eder."

Ayetin bu kısmında geçen sehate fiili, "helak oldu, kökünü kazıdı" manalarına gelmektedir. Âyette geçen fe yüshıteküm fiili, if'al kalıbından gelmektedir ve "helak etmek, kökünü kazımak" demektir.

Hz. Mûsâ, Yüce Allah'ın, azap ile onların kökünü kazıyacağını, onları helak edeceğini söylerken, dünyada karşı karşıya kalacakları kötü muameleyi kasdetmektedir.

d) "Kim Allah'a iftira etmişse kaybetmiştir."

Ayetin bu kısmında da genel ilke konmaktadır: Hangi çağda, hangi nesilde olursa olsun, Allah'a iftira edenler elbette kaybedeceklerdir. Çünkü Allah'a iftira etmek, bir nevi Allah'a savaş açmaktır. Allah'a savaş açan da elbette kaybedecektir. Böylece Hz. Mûsâ özelden genele giden bir metotla durumlarını anlatmakta ve uyanda bulunmaktadır.

Bu âyetin yani yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 61. âyetin i-çeriğine biraz daha derinden bakarsak şunu da görebiliriz: Hz. Mûsâ mucize ile sihrin mücadelesinde zaferi Allah'ın kazanacağını, onları Al­lah'ın mağlup edeceğini söyler bir ifade kullanmaktadır. Kendisinin on­ları mağlup edeceğini söylemiyor. Böylece başarıyı kendisine mal etmi­yor.

8. "Büyücüler yapacakları işlerini aralarında tartıştılar ve birbirleriyle gizlice konuştular."

Sihirbazlara Hz. Musa'nın yaptığı uyarı, taşa çarpar gibi geri dön­dü. Hiç aldırış etmediklerinden dolayı, onu bırakıp kendi işlerini tartışıp aralarında gizlice söyleşide bulundular. Demek ki, ülkenin ayrı yerlerinden geldiklerinden dolayı, beraberce ne yapacaklarını, aynı sihirde nasıl buluşacaklarını çözümlemişler ve karara varmışlardı.

"Onlar şöyle dediler: Musâ ve kardeşi kesinlikle büyücüdürler. Büyüleri ile sizi yurdunuzdan çıkarmak sizin ideal yönetiminizi ortadan kaldırmak istiyorlar."

Bir önceki âyette kendi işlerini aralarında tartıştıktan sonra, birbir­leriyle gizlice konuşmuşlardı. Demek ki gizlice konuştukları şey, 63. âyette Yüce Allah tarafından şu şekilde açıklanmaktadır:

a) "Mûsâ ve kardeşi kesinlikle büyücüdürler."

Kendileri büyücü olduğundan, her şeye büyücü gözü ile bakıyor ve baktığı yerde de her şeyi büyü olarak görüyorlar, böylece şahıs veya olaylarda kendi kafasındakileri görüyor, onları olduğu gibi göremiyorlardı. Günümüzde böyle insanlar olduğu gibi gelecekte de olacaktır.

b) "Büyüleri ile sizi yurdunuzdan çı­karmak istiyorlar."

Demek ki Firavun'un ülkesinde insanları yurdundan çıkarmak, zor­la tehcir etmek öne çıkan bir cezalandırma şekli veya zulüm yapma bi­çimi idi. Daha önce de Bakara 84'te belirtildiği gibi, insanları yurtların­dan çıkarmamak kutsal kitap Tevrat'ta yer almıştı. Bu, zulüm olmasaydı, Yüce Allah'ın İsrâiloğuHarından aldığı sözde yer almazdı.

Sihirbazlar bu kötü davranışı Hz. Mûsâ ve kardeşine iftira ederek yakıştırmaya çalışıyorlardı. Onlar demek istiyorlardı ki, "Hz. Mûsâ ve kardeşi, zamanla topluma hâkim olacaklar, kendilerinden olmayanları yerlerinden edecekler."

c) "Sizin ideal yönetiminizi ortadan kaldırmak is­tiyorlar."

Aslında âyette geçen tarikat kelimesi, "gidiş yolu, yaşam tarzı" anlamına geldiği gibi, siyasette "yönetim biçimi" anlamına da gelebilir. Bu söz, topluma karşı konuşulduğu zaman "geleneksel hayat tarzı, anlayış biçimi" demek olur ama devleti idare edenlere söylendiğinde yani siyasette "yönetim şekli" anlamına gelebilir.

el-müslâ kelimesi de tarikatın sıfatı durumundadır. "Hakka, doğruya ve gerçeğe en yakın olan, benzeyen" anlamına geldiği gibi bu kelime, "daha açık, daha net, yani ideal olan" manasını da ifade etmek­tedir.

Sihirbazlar Hz. Mûsâ ile kardeşini yönetimi değiştirecek siyâsî ra­kip olarak görmüş ve değerlendirmelerini bu doğrultuda yapmışlardır.

Aslında Yüce Allah, Kasas 5. âyette bir değişimi başlattığını ifade etmektedir. Bir değişimin gerçekleşmesi, siyâsî erkin el değiştirmesi, mazlumların zâlimlerin elinden iktidarı alması doğrultusunda gerçekle­şeceğine dair muradını belirlemektedir: "Biz ise yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bu­lunmak, onları önderler yapmak ve onları vâris kılmak istiyorduk" (Kasas 28/5).

Zulüm, olumsuz manada değişimin, ama mazlumlar bakımından olumlu değişimin sebebi/dinamiği olmaktadır. İşte sihirbazlar bu deği­şimin olacağını fark etmişlerdi. Zulüm, siyâsî erkin binasını yıkan dep­remi meydana getirmektedir. Ölçeği yüksek olan bu depremin enkazı altında zâlimler kalmaktadır. Daha sonra iktidara gelen mazlumlar, bu enkazı temizleyip yeni bir hayatı başlatmaktadırlar.

10. "Büyü ile ilgili bütün hünerlerinizi birleştiriri» sonra birlik halinde karşılarına gelin. Bugün üstün gelen istediğini elde edecektir."

a)  Âyette geçen keyd kelimesi, "tuzak" anlamına gelmektedir. Buradaki "tuzak", büyü ile yapılmaktadır. Her sihirbaz yapabileceği büyüyü getirip, diğerlerinin büyüsü ile birleştirecekti. Sonra saf, yani birlik halinde yarışma meydanına çıkacaklardı. Toplu halde meydana gelip Hz.Mûsâ ile kardeşi Harun'un önüne ve Firavun'un huzuruna ihti­şamla çıkmaları psikolojik olarak ezici bir hava verecekti.

b) Üstün geldikleri takdirde, istedikleri ödülü alacaklardı.

"Si­hirbazlar Firavun'a geldi ve: 'Eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir ödül var mı?' dediler. Firavun: 'Evet, hem de siz mutlaka yakınlarımdan olacaksınız' dedi" (A'râf 7/113-114). Kötüler, zafer için ödül koymuş­lardı. Günümüzde de aynı mücâdele devam etmektedir. İyiler Allah'ın ödülünü beklerken kötüler de kötülüğün egemenlerinin ödülünü bekle­mektedirler. Mucizelere karşı sihrin zaferi aranıyor ve bunun içinde ödüller konuyordu.

Artık çağımızda sihrin yerini kitaplar, medya ve yanlış felsefeler almıştır. Meydan tüm insanlık olmuştur. Kötünün kullandığı aletler de­ğişmiş, alanı çok genişlemiş, uzaklara uzanır olmuş, mücâdelesi çetin-leşmiş, köleleri çoğalmış, beyin ve gönüllere tâ uzaklardan zincir vurabi­lir duruma gelmiştir. Artık insanların aklını, gönlünü çelen bu uzun kollu modern sihre karşı akıl ve bilgi ile insanlık arenasında çarpışmak gereki­yor. İşte bu âyetler bize, Hz. Mûsâ ile o devrin sihirbazlarının mücâdele­sinin bir süreç olarak devam ettiğini anlatmaktadır. [21]

 

Mücâdele Başlıyor

 

65. (Büyücüler): "Ey Müsât Hünerini ya sen ortaya koy ya da Önce biz koyalım " dediler.

66. (Mûsâ): "Hayır, siz koyun" dedi. Hemen, büyülen­miş değnekleri ve ipleri, sihirleri yüzünden Musa'ya sanki yürüyorlarmış gibi geldi.

67. Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti.

68.  "Korkma, sen elbette daha üstünsün" dedik.

69. "Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun; onların yaptıkları sadece büyücü düzenidir. Büyücü, nereden gelirse gelsin başarı kazanamaz " (dedik).

70.   Sonunda  büyücüler:   "Biz  Hârûn   ve  Musa'nın Rabbine inandık" deyip secdeye kapandılar.

Tâhâ 59'da Hz. Mûsâ buluşma gününü "bayram günü" ve "sabah vakti" olarak belirlemişti. O an gelince meydana toplandılar; tam o anda sihirbazlar Hz. Musa'ya teklifte bulundular:

1. "Ey Mûsâ! Hünerini ya sen ortaya koy ya da önce biz koyalım, dediler."

Bu âyetten anlıyoruz ki, sihirbazlar daha önce Hz. Musa'nın 'asa­sının yılana dönüştüğünü bilmiyorlardı. Onun için âyeti "maharetini or­taya koy" diye tercüme etmeyi uygun bulduk. "Atmak", "ortaya koy­mak" anlamına alınırsa geneli ifade edecektir.

Sihirbazların bu teklifinde bir kibarlık olduğunda, aynı zamanda kendilerinin kazanacağına dair bir güven içinde bulunduklarında da şüp­he yoktur.

2. "(Mûsâ): 'Hayır siz koyun' dedi. Hemen büyülenmiş değnekleri ve ipleri, sihirleri yüzünden, Musa'ya sanki yürüyorlarmış gibi geldi."

Sihirbazlar, sihirlerinde alet olarak değnek ve ip kullanmışlardı. Öyle anlaşılıyor ki, o dönemde ip ve değnekle sihir yapmak moda idi. Allah da Hz. Musa'ya 'asa mucizesini verdi.

Bundan şunu çıkartıyoruz: Düşmanla savaşırken ya da fikir alanın­da mücâdele ederken denk bir silah üretmek gerekiyor. İşte bu durum bize Enfâl sûresinin 60. âyeti olarak intikal etmektedir.

Diğer taraftan bu âyetten anlıyoruz ki, sihir insanı yanıltabilir. Değnek ve iplerin, sihrin etkisi ile yürüdüklerini, akıp gittiklerini Hz. Musa'nın sanması da bunu ifade etmektedir. Demek ki asılsız şeyler insanı aldatabilir, hakikatmiş zannını uyandırabilir.

3.  "Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti."

Durumu daha net anlamak için A'râf 116'ya gitmemiz gerekiyor: "Siz atın, dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler; onları korkuttular ve büyük bir sihir gösterdiler."

Tâhâ'da Hz. Musa'nın hissettiği korku gündeme getirildi ama hal­kın büyülenmesi, korkması gündeme getirilmedi.

Demek ki, Hz. Musa'nın korkusunun bir kaynağı da halkın sihri

hakikatmiş şeklinde algılaması oldu.

4. "Korkma, sen elbette daha üstünsün, de­dik."

Hz. Mûsâ, gerçekten korktuğu için Yüce Allah onu teselli etmekte, endişesini gidermekte, üstün geleceğini ona müjdeleyerek, korkusunu giderip sükunete kavuşmasını murad etmektedir. "'Asanı yere at" deme­den önce Musa'nın korkusunu giderdi.

Bundan şunu çıkartıyoruz: Gerçek imana sahip olan kişi veya kişi­ler sahte şeylerin veya kötünün fazlalığından, güçlü görünmesinden kor­kuya kapılmamalıdır. "De ki: Pi­sin çokluğu seni hayrete düşürse bile, pis ile temiz bir değildir" (Mâide 5/100).

"Elbette sen üstünsün" ifadesi bize şöyle intikal etmektedir: "Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten inanıyorsanız, üstün gelecek olan sizsiniz" (Âl-i İmrân 3/139).

Gerçek imana sahip olan kişi veya kişiler, kötünün fazla görünme­sinden dolayı endişeye kapılmamalı, korkmamalı ve bilmelidirler ki Al­lah onlara yardım edecektir ve onlar üstün geleceklerdir. Gerçek imanın yanında düşmanın silahına denk bir silah üretmek de zorunludur. Onun içindir ki Yüce Allah sihirbazların ip ve değneklerine denk düşen 'asa mucizesini Hz. Musa'ya vermiştir. Mucize silahı olmadan üstün gelme­nin imkansızlığı ortada idi.

5. "Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun; yaptıkları sadece büyücü düzenidir. Büyücü, nereden gelirse gelsin basan kazanamaz, (dedik)."

Bu âyette "sağ elindekini at" .derken, Yüce Allah, 'asa kelimesini kullanmamıştır. Ama A'râf 117'de "Biz de Mû-sâ'ya, 'asanı at, diye vahyettik" derken 'asa kelimesine yer verilmiştir.

a) Yüce Allah, Hz. Musa'ya sadece "korkma" demekle kalmamış, ona verdiği mucize silahını kullanmasını da emretmiştir. Bu, şunu ifade ediyor: Müslümanlar iman ettik diyerek kendilerinin üstün geleceklerini sanmamalılar, silah da kullanmalıdırlar. Hangi alanda mücâdele veriyor­larsa o alanın silahını yapmalıdırlar. Fikirse fikir, teknoloji ise teknoloji, siyasetse siyaset, ekonomi ise ekonomi, eğitimse eğitim, hasılı her alan­da onların karşısına öyle çıkmalıdırlar.

İşte bu noktada Hz. Musa'ya Yüce Allah'ın neden '"asa mucize-si"ni verdiği ortaya çıkmaktadır. Çünkü o devirde değnek ile sihir yapı­lıyordu. Ona karşı da Yüce Allah '"asa mucizesi"ni verdi.

b)  Yüce Allah 'asanın ne yapacağını da anlatmıştır. "Onların yap­tıklarını yutsun." A'râf 117'de "Bir de baktılar ki 'asa, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor" Duyurulmaktadır.

c)  Yüce Allah, onların yaptıklarını da "büyücü düzeni" olarak de­ğerlendirmekte, Hz. Musa'nın korkusunu giderirken, 'asasının görevini ona anlatmakta ve sihirbazların yaptıklarının niteliğini de açıklamakta­dır.

d)  "Büyücü, nereden gelirse gelsin başarı kazanamaz." Âyetin bu kısmında geçen  lâ yüflihu kelimesi ya da ifadesi, "umduğuna ulaşamaz, başarı kazanamaz, zafere ulaşamaz, kurtu­luşa eremez, felah bulamaz" anlamlarını ifade etmektedir. Burada da "başarılı olamaz" manasına gelmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah, onların "neden" başarılı olamayacaklarını açıklamıştır. "Onların yaptıklarının büyücü düzeni olduğunu" söyleyerek, başarısızlıklarının sebebini açıklamış oldu. Bu bize şunu öğretiyor: Sahte fikirler ve ameller hakikatle mücâdele veremez, verirse mağlubiyetleri mukadderdir.

6. "Sonunda büyücüler: 'Biz, Mûsâ ve Hârûn''un Rabbine inandık' deyip secdeye kapandılar."

Asa mucizesinin, sihirbazların yaptığı ip ve değnek sihrini yutup yok etmesi, deneysel bir olgu olarak, sonuç zaferini doğurarak, sihirbaz­ların gönlünde gerçek değişimi meydana getirmiştir. İşte bu "değişim" Hz. Musa'nın üstünlüğünü ifade etmektedir. Yapılan bu yarışmada "'a-sa"mn gördüğü işe Allah tarafından bakınca deneyle bir uygulama ol­muştur. Sihirbazların kendi eksikliklerini, sahtekârlıklarını anlayıp tevhîd inancına gelmeleri, onların gönlünde meydana gelen köklü deği­şimi ve Hz. Musa'nın zaferini ifade etmektedir.

"Mûsâ ve Harun'un Rabbi" demelerinden anlıyoruz ki, o dönemde kendini rab olarak takdim eden vardı ve bundan önce ona tapmıyorlardı. Hz. Mûsâ ve Harun'un tebliğ ettikleri "Rabb" fikrini, kavramını benim­semiş olduklarını ilân ettiler. Ne oldu da bu gönül değişimi meydana geldi? Bunun cevabını A'râf 118-119 ile verebiliriz: "Böylece hak, kendini gösterdi ve büyücüle­rin yapmakta oldukları yok olup gitti. Ve böylece onlar orada yenilmiş ve küçük düşmüş oldular."

Mucizelerle sihrin vuruşmasının, aslında hak ile bâtılın vuruşması anlamına geldiği A'râf 118-119'da ifade edilmiştir. Artık günümüzde ve gelecekte, hak ile bâtılın vuruşması ve mücâdele etmesi için bayram vaktinde kuşluk anını beklemek ve belli bir alanda bulunmak diye bir şey söz konusu değildir. Dünyanın medyası, kitap âlemi, bu alanın ken­disi olmuştur. Artık mucizelerle sihir değil, akıl ile akıl dişiliğin, bilgi ile cehaletin mücâdele edişi söz konusudur.

Artık peygamber gelmeyeceğine göre, mucizelerle mücâdele ver­me zamanı geçmiştir. Artık hak bilgi, yani doğru bilgi ile bilgisizlik mü­câdele edecek, akıldan, düşünceden, bilgiden yana tavır koyanlar kaza­nacaktır. Bu insanların yaptıklarım gören câhiller, secdeye kapanıp iman edeceklerdir. Din adamları, Hz. Mûsâ 'asayı yere atıp ejderha olup sihri yuttuğu gibi, ilâhî bilgiyi yani Kur'ân bilgisini akılları ile insanlık arena­sında ortaya atarlarsa bâtılı geri çevirip insanların imana gelmesini temin edeceklerdir. Onların akılcı din anlayışları, ilâhî vahye hâkim olan be­yinleri ve ışık saçan düşünceleri karşısında kötüyü sihir gibi kullananlar imana gelip boyun eğeceklerdir. Buraya kadar olan Hz. Musa'nın kıssa­sından bunu çıkartıyoruz. [22]

 

Fıravun'un Tehdidi Ve Aldığı Cevap

 

71. Firavun: "Ben size izin vermeden O'na nasıl ina­nırsınız? Kuşkusuz O, size büyü öğreten büyüğünüzdür.

Kesinlikle sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu öğreneceksi­niz" dedi.

72-73. (Büyücüler): "Seni, bize gelen delillere ve bizi yaratana asla tercih etmeyeceğiz. Yapacağını yap. Se­nin hükmün ancak bu dünya hayatında geçerlidir. Biz, kuşkusuz kendi hatalarımızı ve bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. En iyi ve kalıcı olan Allah'tır" dediler.

Âyetlerin açıklamasından varacağımız neticeler olacaktır:

1.  "Ben size izin vermeden ona nasıl inanırsınız?"

İnanmak izne tâbi imişcesine Firavun bu soruyu sormaktadır. Daha sonraki âyetlerde, uygulaması ile tehdit ettiği cezadan anlaşılıyor ki, o dönemde insanlar inanç özgürlüğüne sahip değillerdi. Sihirbazların gö-nüllerindeki köklü değişim neticesinde hidâyete ermeleri, Firavun'un inanç özgürlüğüne vurduğu zinciri kırmıştı. Sevgi bakımından gönül ferman dinlemediği gibi, tevhîd inancı bakımından da gönül ferman din­lememiş, dinlememekte ve dinlemeyecektir. Sevgiye zincir vurulamadığı gibi gerçek imana da vurulamaz. İşte yukarıdaki Firavun'un sorusu, i-nanca vurulan kınlan zincirin sesini ifade etmektedir.

2.  "Kuşkusuz o, size büyü öğreten büyüğünüzdür."

Firavun "öğretmek" kelimesini kullandığına göre, bu ifadeden o devirde sihrin öğretiliyor olduğu neticesini çıkartıyoruz. Daha önce Ba­kara 103'te "Lâkin şeytanlar kâfir oldu­lar. Çünkü insanlara sihri öğretiyorlardı" ifadesini açıklamıştık. Demek ki sihri önce insanlara şeytanlar öğretmiş, sonra da insanî şeytanlar birbi­rine öğretmişlerdir.

Sihirbazların mağlup olmasından sonra, Firavun Hz. Musa'yı si­hirbazların büyüğü olarak nitelendirmiştir. Bu nitelendirme, kaybetmenin verdiği ızdırabm değerlendirmesi olmaktadır.

3. "Kesinlikle sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama ke­seceğim. Sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabının daha şid­detli ve kalıcı olduğunu öğreneceksiniz."

İşte inanç özgürlüğüne vurulan darbe bu sözlerle somut hale gel­mektedir. O devirde el ve ayaklan çaprazlama keserek cezalandırma şekli vardı. A'râf 124'te "Sonra hepinizi asacağım" ifa­desi yer almaktadır. Şu'arâ 49'da da benzer bir ifade vardır. Sadece yo­rumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 71'de hurma kütüklerine, yani dalla­rına asacağı ibaresi yer almaktadır.

"Hangimizin azabı daha şiddetlidir" derken, bu ifadede kendisi ile Yüce Allah'ı karşılaştırma ve O'nu küçümseme, O'nunla alay etme var­dır. Ayetten çıkaracağımız netice şudur: Günümüzün insanlığı Firavun döneminden daha iyi bir duruma gelememiştir. İnançlarından dolayı aşırı derecede baskıya maruz kalan insanların çektiği psikolojik ızdırab, elleri çaprazlama kesilenlerden daha az değildir.

Şimdi gönüller çaprazlama kesilmektedir. Günümüzde inanç öz­gürlüğüne vurulan zincirlerin hem boyu hem de kalınlığı o devirdekine mi benzer! O devirde sadece Firavun, kendisini insanlara tanrı olarak kabul ettirmeye çalışıyordu, şimdi ise kendisini tanrı olarak öne sürenle­rin sayısı çoğaldı ve baskıları daha da arttı. O zamandan bu zamana bu konuda şeytanın başarısı daha da ilerledi. Belki insanlar binek hayvanın­dan inip uçağa bindiler ama, inanç özgürlüğünde bir arpa boyu dâhi yol alamadılar.

4. "Büyücüler: 'Seni, bize gelen delillere ve Sizi yaratana asla tercih etmeyeceğiz."

Sihirbazların gönlünde meydana gelen köklü değişimin delili onla­rın bu sözleri olmuştur:

"Asla seni tercih etmeyeceğiz" derken, tercihlerini Allah'tan yana kullandıklarını ifade etmişlerdi. O dönemdeki sihirbazlar demek ki fetara, "ilk yaratma"yı ifade eden kavramı biliyorlardı. "Bizi yaratını tercih edeceğiz" demeleri gerekirken "seni asla tercih etmeyeceğiz" demişlerdi. Bu ifade, "Allah'ı tercih edeceğiz" anlamına gelmektedir.

Yalnız sihirbazlar, Firavun'u tercih etmeyip âlemlerin Rabbi olan Allah'ı tercih etmelerini kendilerine gelen gerçeğin apaçık belirtilerine, mucizelere ve delillere dayandırmışlardır. Tercihlerinden Firavun'u çı­kartmalarını bundan dolayı yaptıklarını ifade etmişlerdir. Böylece bu gerçeğin işaretlerinin kendilerine geldiğini söylemiş ve bu derece onları benimsemişlerdir. Hz. Musa'nın sihirle verdiği mücâdele onlar için de­neysel bir bilgi olmuştur.

Büyücülerin bu "tercih" kelimesini kullanmalarından anlıyoruz ki, tevhîd inancı, bir tercih meselesidir. İnsanın tercihini kimden yana kul­lanacağı meselesinde ona bir bilinç vermektedir. Tercihte yanılma, tanrı­da yanılmaya, tercihte isabet ise gerçek imana getirmektedir. Böylece iman ile tercih arasındaki ilişki bu âyetle gündeme getirilmektedir.

Yüce Allah'ın, Hz. Musa'nın olgusunu anlatmadaki gayelerinden biri bu olsa gerek. Din âlimi ve eğitimcilerinin, inanç konusunda tercihin oynadığı rolü, imandaki yerini iyi anlatmalarının zorunluluğunu ortaya çıkmaktadır. Tercihte eşitlik varsa şirk, Allah'tan başkası varsa inançta sapıklık, sadece Allah varsa tevhîd inancı oluşmuş demektir.

5. "Yapacağını yap. Senin hükmün ancak bu dünya hayatında geçerlidir."

Kadâ fiilin anlamı Bakara 117'de açıklanmıştır. "Hükmetmek, em­retmek, son vermek, tamamlamak, canını vermek, karar vermek, açığa vurmak, işi bitirmek, gidermek, yaratmak" manalarına gelen bu kelime, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "işi bitirmek için yapacağını yap­mak ve hüküm" anlamını ifade etmektedir.

Büyücüler Firavun'un tehdidine karşı bu ifadeleri ile meydan oku­dular. Âyetin bu kısmından çıkaracağımız neticeler olacaktır:

a) Bu kişiler, "bu, dünya hayatında geçerlidir" derken, öteki dün­yaya yani âhirete inandıklarını beyan etmiş oldular.

b) Bir beşerin koyduğu hükmün geçerliliği bu dünyayı ilgilendirir. Onun için beşerî düşüncelerin, sistemlerin ve felsefelerin âhiret inancı olmadığından bunlar din de olamazlar. Dinin din olabilmesi için âhiret hayatını inancına sokmalı, cennet ve cehennemi olmalıdır. Büyücüler

kendini tanrı olarak insanlara takdim eden Firavun'un tanrı olamayaca­ğını bu şekilde ona ispat etmişlerdir.

c) Büyücüler, Firavun'un onlara vereceği cezayı küçümsemişlerdir. Şu'arâ 50'de ise şöyle dediler: "Zaran yok; biz zaten Rabb'imize döneceğiz." Bu kişiler, âhirete inanan insanın, imanı uğruna Ölümü küçümsemesini anlatmakta ve hangi hayata değer veril­mesi konusunda eğitim yapmaktadırlar. Ahiret hayatını tercih eden, dün­ya hayatını küçümseyeceği için, imanından dolayı çekeceği dünyevî ce­zayı da küçümseyecektir.

"Biz, kuşkusuz kendi hatalarımızı ve bize zorla yaptırdığın büyüyü ba­ğışlaması için Rabb'imize iman ettik. En iyi kalıcı olan Allah'tır, dedi­ler."

a) Sihirbazlar niçin iman ettiklerini açıklamaktadırlar: i. Hatalarım ve

ü. Firavun'un zorlayarak onlara yaptırdığı sihirden kaynaklanan günahlarını affettirmek için.

İkinci madde çok önemlidir. Sihirbazlar Firavun'un onları sihre zorlamasını mazeret olarak göstermemektedirler. Onun zorlamasına rağmen günahı kendi üzerlerine almaktadırlar. "Sen, bizi zorladığından dolayı günah sana aittir" mantığını bir kenara atmışlardır. Çünkü aklı başında olan kişi başkasının zoru ile hareket etmez. Âdeta onlar da Fira­vun'un zorlamasına çanak tutmuşlardır. Bundan dolayı günahı kendi üzerlerine almışlardır.

b) Diğer taraftan "iman" ile "af arasında da bir ilişki kurmaktadır­lar. İman etmeyen insanın Allah'a yalvarıp günahlarının affını isteme imkanı yoktur. İman etmek, "af dileme" imkanını da vermektedir. Böy­lece "iman" ile "inkârın" etkinlikleri de ortaya çıkmaktadır.

c) Allah'ın sevabı daha iyi ve daha kalıcıdır. Bu kişiler, daha iyi ve daha kalıcı olana iman ettiklerini ifade etmişlerdir. Firavun'un hükmü dünya hayatında geçerlidir. Dünya hayatı daha iyi olamaz ve kalıcı da değildir. Allah'ın hükmü hem bu dünyada hem de âhirette geçerli olduğundan onun ödülü daha iyi ve daha kalıcıdır. Bu Özelliklere sahip olan Allah'a inanmak da en iyi ve kalıcı hareket olacaktır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 73. âyetin bir benzeri de Şu'arâ 51 'dir:  "Biz, ilk iman eden­ler olduğumuz için Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umarız." Her iki âyetin içeriğinden anlıyoruz ki, sihirbazlar imanın, affetmenin, af dilemenin ne olduğunu biliyorlardı. İman etmiş olmanın bağışlanmaya neden olabileceğini de söylemekte ve dualarını bunun üzerine kurmakta­dırlar. Bunun da anlamı şudur: İnkârdan imana geçişteki köklü değişim, geçmişin günahlarını sildirmektedir. Bu değişimin ödülü geçmişin gü­nahlarını temizlemektir. Sihirbazların bunu bilmiş olmaları, onların ge­niş bir din kültürüne sahip olduklarını ifade etmektedir. [23]

 

Günahkarla Müminin Farkı

 

74. Kim günahkâr olarak Rabb'ine gelirse bilsin ki ke­sinlikle onun için cehennem vardır. Orada ne ölür, ne dirilir.

75. Kim de inanmış ve iyi ameller yapmış olarak Al­lah'ın huzuruna gelirse, işte böyleleri için de yüksek dereceler vardır.

76. İçlerinden ırmaklar akan, çok uzun süreli olarak kalacakları 'Adn cennetleri işte, bu arınanların ödülü­dür.

Bu âyetler âhirette, bu dünyada inananla inanmayanların durumla­rını, karşılaşacakları sonucu anlatmakta ve bir mukayese yapmaktadır. Bunlar, Yüce Allah'ın, sihirbazların konuşmasından sonra yaptığı genel değerlendirme ve hatırlatmalardır. Nitekim Semerkandî ve Hâzin, bu üç ayetin Allah'ın Hz. Peygambere bildirdiği ayetler olduğunu belirtmiş;[24] Zemahşerî ise bu üç ayetin büyücülerin sözü olabileceği gibi Allah'ın sözü de olabi­leceğini ifade etmiş, ancak açık bir tercih ortaya koymamıştır.[25]

1. "Kim günahkâr olarak Rabb'ine gelirse bilsin ki kesinlikle onun için cehennem vardır. Orada ne ölür, ne dirilir."

Bu âyetten çıkaracağımız neticeler olacaktır:

a) Bu dünyada işlenen günah kaybolmayıp âhirete intikal etmekte­dir. Allah'ın huzuruna günahkâr olarak çıkanlar da olacaktır.

b)  Bu dünyada işlenen günahlar, öteki âlemde cehenneme dönüş­mektedir.

c) Günahkârlar cehennemde ne ölecekler ne de dirilip oradan kur­tulacaklardır.

Böylece Yüce Allah, içinde Firavun'un da bulunduğu suçlulara uyarıda bulunmuştur.

2. "Kim de inanmış ve iyi ameller yapmış olarak Allah'ın huzuruna gelirse, işte böyleleri için de yüksek dereceler vardır."

Günahkâr insanların âhiretteki durumu açıklandıktan sonra, bu se­fer de iman edip iyi amel, eylem ve iş yapanların âhiretteki durumu izah edilmektedir. Yüce Allah, her iman edip iyi amel işleyenlerin böylesine ödüle kavuşacaklarını evrensel boyutta bu âyetleriyle müjdelemektedir.

"İçlerinden ırmaklar akan, çok uzun süreli olarak kalacakları 'Adn cennetleri, işte bu, arınanların Ödülüdür."

İşte bu âyetlerden hareketle günümüzde din eğitimcileri, insanlara arınmanın önemini, insanların kalplerini armdırabileceklerini, bu neden­le kötümser olmamalarını anlatmalıdırlar. Firavun gibi kalbi tamamen kararmış bir insanın bile arınma ihtimali vardır. Allah'ın rahmetinden ümidini kesmeden arınmanın yollan aranmalı ve bu konuda gereken değişim yapılmalıdır. Demek ki, tevhîd inancından yana olan değişim arınmadır. [26]    

 

Firavun'un Zulmünden Kurtuluş

 

77. Gerçek şu ki, Musa'ya: "Kullarımla beraber geceleyin yola çık ve onlara denizin ortasında kupkuru bir yol tutuver; arkanızdan yetişirler diye korkup kaygılanma."

78. Firavun, onların arkasına ordusuyla düşüp denize dalınca, deniz onları çepeçevre kuşatıp boğuverdi.

79.  Firavun, toplumunu saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi.

80.  Ey îsrâiloğulları, sizi düşmanınızın elinden kurtarmıs sizinle Tûr'un sağ tarafında sözleşmiş ve size kudret helvasıyla bıldırcın eti indirmiştik.

81.   Verdiğimiz nimetlerin  temizlerinden yiyin,   aşırı gitmeyin. Aksi taktirde üzerinize öfkem iner. Benim öf­kem kime inerse (bilin ki) o mahvolmuştur.

1. "Gerçek şu ki, Musa'ya: 'Kulla­rımla beraber geceleyin yola çık' diye vahyetmiştik."   

Âyette geçen ıbâdî "kullarım" kelimesinden anlıyoruz ki tevhîd inancını kabul eden sihirbazların dışında İsrâiloğullarından da inananlar vardı. Onun için Yüce Allah, onlara "kullarım" demektedir. Diğer taraftan bu kelimenin kapsamına Firavun'un zulmüne uğrayan mazlum İsrâiloğullarınm tümü de girmektedir.

"Kullarımla beraber geceleyin yola çık" emrinden anlıyoruz ki, Hz. Mûsâ ve Allah'ın kullan Hz. Peygamberin Mekke'den Medine'ye hicret etmesi gibi hicret etmişlerdi. Bu hicret, gece vakti başladığından "İsrâ" ile ifade edilmiştir. Hz. Peygamberin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Ak­sa'ya olan yolculuğu da gece olduğundan "İsrâ" kelimesi ile manalandı-rılmıştır.

"Gece vaktinin" peygamberler tarihinde büyük yeri vardır. Hz. Mûsâ, gece vakti İsrâiloğullarını alıp Mısır'dan çıktı; Kur'ân, Kadir ge­cesinde inmeye başladı ve Hz. Peygamber, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya gece vakti yürütülmüştü.        

Hz. Peygamberin hicret etmesinin nedenlerinden bir kısmını Hz. Musa'nın hicretinde bulmamız mümkündür.

a) Firavun'un ordusu ile İsrâiloğullarının, Mısır'ın başkentinde vu­ruşması doğu olmayacaktı. Şehrin dışına çıkmaları ve bir meydan muha­rebesi  yapmaları  gerekiyordu.  Bu durum,  kâfirlerle Müslümanların Mekke'nin içinde savaşmalarının doğru olmayacağı durumuna benze­mektedir. Yüce Allah, Mekke kâfirleri ile Müslümanları ayırdı ve sonra iki şehrin orduları şehirlerin dışında bulunan Bedir'de savaşmışlardı.

b) Her ikisinin, yani Hz. Mûsâ ile Hz. Muhammed'in hicreti, inanç özgürlüğü uğruna yapılmıştır. İnsan hak ve özgürlüklerine olan baskıdan kurtulmak için hicret etmişlerdir.

c)  Her ikisi de dinlerini tebliğ edip öğretebilecekleri bir ortam arıyorlardı.

2. "Ve onlara denizin ortasında kupkuru bir yol tutuver."

Ayette geçen fednb "vur" emri, darabe fiilinden türemiştir. Râzî'nin dediğine göre bu kelimenin buradaki manası, yapmak anlamına gelmektedir. Araplar bazen bu kelimeyi "malından ona hisse ayırdı", yani "ayırmak" anlamında kullanmışlardır. Aynı şekilde "kerpiç dilmek" için de kullanırlardı. Sonuçta bu kelime, '"asası ile denize vurarak onlar için bir yol açmak" demektir. Demek ki "yol vurma, yol açma" anlamı söz konusu kelimede vardır. Bizim kültürümüzde çok kar yağdığında karın içinden gidebilmek için "yolu vur" denilir. "Ormanda yol açtı" denir.

Yüce Allah, bu sefer Hz. Musa'nın 'asasını, başka bir işlevini gün­deme getirerek, Firavun'un tehlikesinden kurtulmak için denizde bir "güvenlik" yolu açması için kullanmasını emretmiştir. liiş yebesâ "kuru" kelimesini burada "güvenlik" olarak almakta yarar vardır. Bu kelime tarîk "yol" ile bir araya gelince "güvenlik yolu" denebilir. İsrâiloğulları için denizden güven içinde geçebilecekleri bir yol anlamına gelmektedir. Denizde kuru yol vurmak, açmak insanların güven içinde geçecekleri kara yolu demektir. Şu'arâ sûresinde bu durum şöyle açıklanmaktadır: "Bunun üzerine Musa'ya: 'Asan ile denize vur!' diye vahyettik. Vurunca deniz yarıldı her bölük koca bir dağ gibi oldu" (Şu'arâ 26/63). Dağ gibi yükselen su­yun arasında kuru, güvenli kara yolu meydana geldi, yani denizin taba­nından yollar açılmış oldu. Şu'arâ'da denizin açılması, Tâhâ'da da kara yollarının oluşması açıklamaktadır.

Bu yolun, güvenlik yolu olduğunu âyetin devamı söylemektedir:

3. "Arkandan yetişirler diye korkup kaygılan­ma"

İşte âyetin bu kısmında, bu yolun, korkunun ve kaygının bulunma­dığı bir yol olduğunu bizzat Yüce Allah söylemektedir.

Hz. Mûsâ korkup kaygılanıyor muydu da Yüce Allah ona bu şekil­de konuşmuştur? Bu sorunun cevabını verebilmek için Şu'arâ 61 ve 62'ye gitmemiz gerekiyor: "İki topluluk birbirini görünce Musa'nın adamları: İşte yakalandık!1 dediler. Mûsâ: 'Asla!' dedi. Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir." İşte bunun üzerine 'asa ile denize vurduğunda güvenli kara yollarının açılacağı ona vahyedilmişti.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Burada anlatılan mucizevî olgunun günümüzün ve geleceğin insanına ne faydası var ve ne ışık tutmaktadır? Bize ve geleceğin insanına şunu anlatıyor: İnsanların önünde boğulacak­ları kadar yığınla sosyal sorunlar olacak, arkalarından da şeytan ve nefis düşmanları onları takip edecektir. İşte deniz, insanları boğacak tehlikeyi arz eden "sosyal problemleri"; Firavun ve ordusu da "nefsi, şeytanı, insanların hak ve özgürlüklerin düşmanını" temsil etmektedir. Arkadan gelen bu orduya yakalanmamak için, önündeki sosyal problemleri çöz­mek gerekiyor. Hz. Musa'nın asası birinci derecede "aklı" temsil etmek­tedir. İnsanı boğacak kadar çoğalmış ve derinleşmiş olan sosyal prob­lemlere, "akıl" denen asa ile vurursak, onlara akılcı bir yaklaşım yapar­sak, onları çözüp insanlara güvenli yol açıp kurtuluş yakasına geçirebili­riz.

'"Asa" ikinci derecede "teknoloji"yi temsil etmektedir. Düşmanın tehlikesinden kurtulmak için denizleri yarıp geçecek, dünyayı küçültecek teknolojik güce sahip olmak gerekiyor. Teknolojideki üstünlük, düşmanı caydırıcı bir niteliğe sahiptir.

"'Asa"nın bir mucize, bir âyet, bir delîl olduğundan hareket edebi­lirsek, o zaman 'asaya "bilgi" dememiz de mümkündür. İnsanlığı deniz gibi boğacak hale gelen sorunların üstesinden "bilgi" ile gelinebilir. Bil­gi, o sorunların içinden güvenli bir yol açıp insanları kurtuluş yakasına geçirecektir. Kısaca şu şekilde formülleştirebiliriz: Akıl, bilgi, teknoloji ve tevhîd inancı, Hz. Musa'nın 'asasının icra ettiği görevi yerine getire­cektir.

4.  "Firavun, ordusuyla onların peşlerine düşüp denize dalınca, deniz onları çepeçevre kuşatıp boğu verdi."

Bu âyetin içeriği gerçekleşmeden önce bir şey daha oldu, onu da Şu'arâ 64'te buluyoruz: "Ötekilerini oraya yaklaştırdık." Firavun ve ordusu denize yaklaştı, bu yaklaştırma işini Allah kendisinin yaptığını söylemektedir.

Hz. Mûsâ ve adamları, denizin dibinde açılan kara yolundan karşı yakaya geçerken, Firavun da aynı yola girdi ve ardından deniz kapanınca hepsi boğuldu.

Ayette geçen ğaşiye kelimesi, "bir iş bir şeyi bürümek, kaplamak"; kadın anlamında bir kelimeyle kullanılınca, "cinsel ilişkide bulunmak"; "at beyaz başlı olmak"; gece anlamında bir kelime ile kullanılınca "bürümek, baygınlık geçirmek"; eğşâ kalıbı, "örtmek, perdelemek, gelmeye teşvik etmek" anlamına gelmektedir. [27]

 

Gaşiye Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

a) Bürümek

"Onların gömlekleri katrandandır; yüzlerini de ateş bürüyecektir" (İbrahim 14/50). Buradaki ilgili kelime, "Mahşerde cehennem ateşinin bürümesini" anlatmaktadır.

"Şimdi sen, göğün, insanları bürüyecek açık bir duman çıkaracağı günü gözetle. Bu, elem verici bir azaptır" (Dühân 44/10-11). Burada da söz konusu kelime, "Kı­yamet anında etrafı bürüyecek dumanın durumunu" anlatmaktadır.

"Parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler" (Nûh 71/7).

Hz. Nûh, toplumuna tevhîd inancını tebliğ ettiği zaman olumsuz tepki gösterenlerin nasıl tepki gösterdiklerini anlatmak için bu kelime kullanılmıştır.

b) Kaplamak                                                                            ,.

"Sonra o kederin arkasından Allah size bir güven indirdi ki, uyuklama hali bir kısmınızı kaplıyordu" (Âl-i İmrân 3/154). Bu âyette ilgili kelime, "uykunun ta­mamen basması"nı ifade etmektedir.

"Sidreyi kaplayan kaplıyordu" (Necm 53/16).

c) Sarmak

 "O günde azap, onları hem üst­lerinden hem ayaklarının altından saracak" ('Ankebût 29/55). Âhirette azabın insanı nasıl saracağı bu kelime ile anlatılmaktadır.

d) Çökmek

"Size karşı pek hasistirler. Hele korku gelip çattı mı, üzerine ölüm bay­gınlığı çökmüş gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün" (Ahzâb 33/19). Burada ilgili kelime, "ölüm baygınlığının insana çökmesi"ni ifade etmektedir.   

e) Başına getirmek

"Onların basma getireceğini getirdi" (Necm 53/54). Buradaki ğaşşâ kelimesi, "bir toplumun, yaptığı kötülükler nedeniyle Allah'ın onları helak ederken başlarına getirdikleri"ni ifade etmektedir.

f) Daldırmak

"O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu" (Enfâl 8/11). Yüce Allah, müminlere,

Bedir savaşında korkmamaları ve güven duymaları için verdiği uykuyu anlatırken yuğaşşî kelimesini kullanmaktadır.

g) Perde çekip kapamak

"Önlerine, arkalarına setler çektik ve görmesinler diye üzerlerine perde çekip kapattık" (Yâsîn 36/9). "Manevî görmeme"yi ifade ederken çekilen "manevi perde" için de eğşeynâ kelimesi kullanılmıştır.

h) Örtmek

"Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor" (Ra'd 13/3). Güneşin batması ile gelen gecenin durumunu anlatırken Yüce Allah bu kelimeye yer vermektedir. Sanki gece gündüzü örtmektedir. Bu âyette yuğşî kelimesi, "gündüzün gidip yerine gecenin gelmesi" demektir.

i) Cinsel ilişkiyi ifade eden kucaklama

"Sizi bir tek cevherden yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini yaratan O'dur. Eşi ile cinsel ilişkide bulununca eşi hamile kaldı" (A'râf 7/189).

Bu kelime isim olarak da geçmektedir.

 j) Kuşatıcı bir felaket

"Allah tarafından kuşatıcı bir felaket gelmesinden kendilerini emin mi gördüler" (Yûsuf 12/107).

Hır- Bu âyette ilgili kelime, ğâşiye kalıbında gelmekte, "hem kuşatmayı hem de felaketi" ifade etmektedir.

k) Örtü

"On!ar için cehennem ateşinden döşek­ler, üstlerine de örtüler vardır" (A'râf 7/41). Bu âyette de söz konusu kelime, ğâşiyenin çoğul kalıbında ğavâş şeklinde gelmiştir.

l) Perde   

"Onların gözlerine de bir çeşit perde çekilmiştir" (Bakara 2/7). Bu âyette de ğışâveh kalıbında yer almaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki ğaşîye kelimesi, "çepe­çevre kuşatıp boğmak" anlamında yer almaktadır. Firavun'un ve askerle­rinin boğulması onlara azap; ama Hz. Mûsâ ve adamlarına da bir ilâhî yardım, lütuf ve nimet olmuştur.                             

Demek ki Yüce Allah'ın bazen bir uygulaması birileri için azap, diğerleri için bir nimet olmaktadır. Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Firavun niçin denizde boğuldu? Allah ona bu cezayı neden uyguladı? Bu sorunun cevaplarını şu âyetlerle verebiliriz: Özellikle yorumunu yapmakta oldu­ğumuz Tâhâ 78'den sonra gelen 79. âyetten başlayarak cevapları bulabi­liriz:       

5. "Firavun, toplumunu saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi."

Siyâsî erki elinde bulunduran kişi veya kişilerin önde gelen görev­lerinden biri, halkına erdemleri kazandırmaktır. Siyaset, halka erdemleri kazandırma sanatıdır [28]ve bu iş de eği­tim vasıtasıyla yapılacaktır. Siyaset, halka erdemin yollarını öğretecek, onları kötülüklerden uzak tutacaktır. Firavun bunun tam tersini yapmış, halkını yola getirme yerine onları yoldan çıkarmıştır.

Bu âyetten, devlet başkanının önde gelen görevlerinden birini öğ­reniyor ve bir toplumu helake ve çöküşe götüren dinamiklerden birini tespit ediyoruz: "Balık baştan kokar" tekerlemesi gereği, toplumun çö­küşünün, siyâsî erki elinde bulunduranlardan başladığı ortaya çıkmakta­dır.

Bu durum âhirete kadar uzanacak bir olgu niteliğindedir:

Rabb'imiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yol­dan saptırdılar, derler. Ey Rabb'imiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov" (Ahzâb 33/67-68). İşte halkını yol­dan çıkaran insanlar Mahşer'de böyle şikâyet edileceklerdir. Bu âyetler, halkı idare edenlere şunu sesleniyor: Mahşer'de Allah'a şikâyet edilmeyecek, erdemli bir siyaset uygulayın, halkı yoldan çıkarma yerine onları doğru yola götürün. Aksi taktirde hem dünyada toplumunuzu helake götürür hem de âhiretinizi yıkarsınız.

Firavun'un toplumu saptırmasını, onJarı doğru yola iletmemesini açıklayan ve konuyu değişik açılardan ele alan başka âyetler de vardır:

a) "Onların çoğunda sözünde durma bulmadık. Gerçek şu ki, onlann çoğunu yoldan çıkmış bulduk" (A'râf 7/102).

"Ahde vefa" denen ahlâkî değeri çiğnemeleri onların sonunu hazır­layan dinamiklerden biri olmuştur.

b) "Mûsâ dedi ki: Ey Rabb'imiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında zinet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! İnsanları senin yo­lundan saptırsınlar diye mi verdin?"(Yûnus 10/88).

Demek ki Firavun ve yandaşları ekonomik güçlerini kullanarak in­sanları, Allah'ın yolundan saptırıyorlardı; ekonomik güçlerini kötülüğün hizmetine vermişlerdi.                                                                            

c)  "Firavun, ülkesinde gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz kılıyor, bunların oğul­larını boğazlıyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardan­dı" (Kasas 28/4).

d)  "Ben, sizin en yüce rabbinizim! dedi" (Nâzi'ât 79/24).

İşte Firavun, bunları yaparak halkını yoldan çıkarmış, toplumunda bozgunculuk yapmış ve halka zulümde bulunmuştur.

Netice olarak diyebiliriz ki, eğitimin siyasete yardım edeceği alan­lardan biri bu âyette gündeme getirilmekte, ilâhî irade ile helak olacak olan toplumun çöküş nedenlerine dikkat çekilmektedir.

6."Ey İsrâiloğullan, sizi düşmanınızın elinden kurtardık.'Sizinle Tûr'un sağ tarafında sözleştik. Size kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik."

Yüce Allah, Firavun'un durumunu anlattıktan sonra, bu sefer de İsrâiloğullarına yaptığı yardımı açıklamaktadır.

a) "Sizi düşmanınızın elinden kurtardık."

Yüce Allah, Firavun'u onların düşmanı olarak ilân etmektedir. Böylece Yüce Allah, düşman kavramına bir açılım getirmektedir. İnsan­ları köleleştiren, onlara hayat hakkı ve inanç özgürlüğü tanımayan, dur­madan sömürüp zulmeden kişi veya kişiler düşmandır ve bunlar yaptık­larının da düşmanı olmaktadırlar.

b)  "Sizinle Tûr'un sağ tarafında sözleştik."

Bu sözleşmenin metni ve bu metnin içerdiği maddelerin bir kısmı Bakara 83-84. âyetlerde yer almaktadır. Bu âyetlerin tefsirinde geniş açıklama yapıldığından burada sadece maddeler halinde sıralayabiliriz:

Allah'a şirk koşmamak; Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere iyilik etmek; insanlara güzel söz söylemek; namazı kılmak; zekatı ver­mek; birbirinin kanını akıtmamak; birbirinizi ülkeden çıkarmamak. Di­ğer taraftan Bakara 93'te de aynı sözleşmenin bir kısım maddeleri yer almaktadır: Size verdiklerimizi kuvvetle tutun; söylenenleri anlayın. Ayrıca Nisa 154'te de bu sözleşmenin diğer maddelerine rastlıyoruz: Baş eğerek kapıdan girin; cumartesi günü sınırını aşmayın. İşte Tûr da­ğının sağ tarafında yapılan sözleşmenin bazı maddeleri bunlardan ibaret­tir.

c) "Size kudret helvası ile bıldırcın eti indir­dik."

Burada Yüce Allah, ekonomik ve beslenme açısından temin ettiği nimetleri gündeme getirmektedir.

Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 80. âyette anlatılan üç şeyin genel yorumunu yapabiliriz.:

Yüce Allah'ın, buradaki sıralaması en önemliden daha az Önemliye olan değerleri belirlemektedir.

Birinci değer, "düşmanından kurtulmak"tır. Yani hayat hakkına ve özgürlüklerine sahip olmaktır.                                                           

İkincisi, "verdiği sözde durmak, başka bir ifade ile ahde vefa denen ahlâkî değer"dir.                                                                                   

Üçüncüsü de "ekonomik değer"i teşkil etmektedir.                       

Böylece Yüce Allah, bir toplumu ayakta tutan üç temel değerler grubunu anlatmaktadır: Hak ve özgürlükler, ahlâkî değerler ve ekonomik değerler. Din eğitimcileri bu değerler grubunu devleti idare edenlerin ve halkın beynine kazımahdır. Eğitimciler, bu değerler grubunu hayata ge­çirirken bilmelidir ki, topluma hem ışık hem de can vermektedir.

7. "Size verdiğimiz nimetlerin temizlerinden yiyin, aşırı gitmeyin. Aksi takdirde üzerinize Öfkem iner. Benim öfkem kime inerse bilin ki o mahvolmuştur."

Âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır:                    

a)  "Size verdiğimiz nimetlerin temizlerinden

yiyin."                                                                                             

Âyetin bu kısmı İsrâiloğulîarma indirilen vahyde yer almıştır, ama bu bütün ilâhî vahylerde yer alan evrensel bir ilkedir.                           

Bu ilke bütün peygamberler için de geçerlidir. Allah'ın verdiği ni­metlerin temiz olanından yemek ilk peygamber Hz. Âdem'den itibaren var olan ilâhî bir ilkedir.

i.  "Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin" (Mü'minûn 23/51).                                                                 

Peygamberlerin temiz olmayan şeylerden yeme ihtimali olmasaydı bu emre muhatap olmazlardı.

ii. "Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yi­yin. Şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan, sizin açık bir düşmanın izdir" (Bakara 2/168).

Bu emir de bütün insanları kapsamına almaktadır.

iii. "Ey iman edenler! Size verdiği­miz rızkların temiz olanlarından yiyin” (Bakara 2/172).

Görüldüğü gibi peygamberlerden bütün insanlara, oradan özel ma­nada bütün müminlere giden bir hüküm, ilke ve esas konmaktadır. Bu âyetler genelden özele giden bir metot izlemektedir.

Burada sorulacak soru şudur: Bir nimete temiz veya pis değerini biçmenin ölçüsü nedir? Bunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

"Allah'ın yasak ettiği şeyler pistir", bunların dışında kalanlar te­mizdir. Mesela: "Biz: 'Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin, sade­ce şu ağaca yaklaşmayın' dedik" (Bakara 2/35) âyeti gereği "yasak ağaç", "domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vuru­lup öldürülmüş, canavarların yediği hayvanlar, dikili taşlar üzerinde bo­ğazlanan hayvanlar" (Mâide 5/3), "alkol" (Mâide 5/90) bunlardan bazı­larıdır.

"Haksız yere başkasının, özellikle yetimin malını yemek", pis şeyi yemektir. O kadar ki, bu davranış, her şeyi yakıp kül eden ateşten ibaret­tir. "Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler, şüphesiz karınlarında ancak ateş yemiş olurlar" (Nisa 4/10). Demek ki yetim hakkının karışmadığı gıda temiz gıdadır.

"Alış-veriş yaparken karşılıklı rızanın bulunmadığı gıdalar kirlidir, kazancı da kirli kazançtır". Buna "bâtıl yere yemek" denir. Demek ki temizin karşıt manalarından biri "habîs", yani pis ise, diğeri de "bâ-tü"dır. Demek ki yapılan ticarette aldatma ve hile yoksa temizdir. Aynı zamanda kul hakkının olmadığı mal da temizdir.        

"Faizin olduğu kazanç temiz değildir". "Halbuki Allah, alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır" (Bakara 2/275); "Şayet faiz hakkında söylenenleri yerine getirmezseniz, Allah ve Rasûlü tarafından açılan savaştan haberiniz olsun" (Bakara 2/279).

Görüldüğü gibi Allah'ın verdiği rızkların temizinden yemek için, o gıdanın Allah tarafından yasaklanmamış olması ve onun müsaadesi olması, yetim ve kul hakkı bulunmaması, faizin karışmaması, karşılıklı rızanın bulunup hilenin karışmaması gerekiyor.

b) "Onda aşın gitmeyin."

Allah'ın verdiği rızk konusunda insan nasıl aşırı gider? Bu soruya Kurtubî, "bolluk ve afiyet sizi isyankârlığa götürmesin" manasını; Muhammed Esed de "kibirli, kendini beğenmiş kimseler gibi davranmayın" anlamını vermiştir. "Aşırı gitmenin" başka bir anlamını da Kurtubî, "ni­mete şükretmeyip nankörlükte bulunmak" şeklinde vermiştir.

Aşırı gitmenin bir anlamı da "bir malı aşırı bir şekilde stok yapıp fiyatını yükseltmek"tir. Bu ise, hem Allah'ın nimetini kirletmek hem de onda aşırı gitmektir. Kasas sûresine bakarsak 78. âyette Karun'un, serve­tini kendi bilgisi ile kazandığını söyleyip Allah'ın onu ona verdiğini in­kâr etmesi nimet hususunda aşırı gitmektir. Nimeti israfa gidecek şekilde harcamak da aşırı gitmektir: "Gereksiz yere saçıp savurmayın. Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür" (İsrâ 17/26-27).

c) "Aksi takdirde üzerinize öfkem iner. Benim öfkem kime inerse bilin ki o mahvolmuştur."

Yüce Allah, verdiği temiz nimetler konusunda aşırı gidenlerin üze­rine öfkesini indireceğini söylerken öfke ile insanın aşırı gitmesi arasın­da bir bağlantı kurmaktadır. İnsanın temiz rızk konusunda yukarıda be­lirttiğimiz gibi aşırı gitmesi, Allah katında öfkeye dönüşmektedir. Aşırı­lık, Allah katına yükselerek oradan Öfkeyi alıp gelmektedir.

Malın kaynağını unutmak, israfa gitmek, nankörlük etmek, nimete şükretmemek ve haram yemek, Allah katında öfke topuna dönüşmekte­dir.

 fe yehılle keliemesinin anlamı "gelip bulur" şeklindedir ve burada "Allah'ın öfkesinin, aşırı gidenleri gelip bulacağı"m ifade etmektedir.                                                                                       

Ayet, Allah'ın öfkesinin bulacağı kimsenin ne olacağını da açıkla­maktadır. Bunu fekad hevâ terimi ile anlatmaktadır:

"bir şeyin yukarıdan aşağıya düşmesi" anlamına geldiği gibi, "yüksel­mek", fiil kalıbında öznesi anne olunca anlamı "annenin çocuğunu kay­betmesi" demektir. "Şahin kuşunun avının üzerine yıldırım gibi inmesi, yürüyüp gitmek, ölmek, rüzgar esmek, kulak çınlatmak, bir şeye meftun olmak, yani onu tutku ile sevmek" manalarına da gelmektedir. [29]

 

Hevâ Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

a) Mahvolmak, yıkılmak

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 81’de bu anlama gelmekte­dir.

b) Batmak

"Battığı zaman yıldıza andolsun" (Necm 53/1). Burada

fizikî, yani maddî anlamda batmak kastedilmektedir,

c) Gönlün meyletmesi

"Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl" (İbrahim 14/37).

d) Nefsin meyletmesi

"Onlar, ancak zanna ve nefislerinin meyline uyuyorlar" (Necm 53/23).

e) Sürüklemek

Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir" (Hacc 22/31).

f) His, (Nisa 4/135); arzu (Necm 53/3); heves (A'râf 7/176); istek, (Furkân 25/43) manalarına da gelmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 81'deki hevâ kelimesine Hac 31'deki manayı verirsek, "yukarıdan aşağıya düşmüş" demek olur.

Sonuncu yani Tâhâ 81. âyet bize şu bilinci vermektedir: İnsanlar ve müminler Allah'ın temiz nimetlerinden yiyeceklerdir. Temiz nimeti çe­şitli yollarla kirletip aşırı gitmemeleri gerekiyor. Temiz, yani helal nimeti kirletenler, yani ekonomik hayatı haram gıda üzerinde kuranlar kendi­lerini helak edecek olan Allah'ın öfkesini üzerlerine çekmiş olacaklardır. Temiz rızkı kirletenleri, haram lokma ile ekonomik hayatın dengelerini bozanları Allah kirletecek ve dünya hayatlarının dengelerini bozacaktır. Bu kural Kur'ân'dan önce gelen tüm kitaplarda da yer almıştır.

81. âyetin son kısmında yer alan fekad hevâ ifadesindeki hevâ fii­linin faili, yani öznesi insandır. Kendisini yıkıma, helake sürükleyen kimse insanın kendisi olmaktadır. Önemli olan şey insanın Allah'ın öf­kesini getirecek olan davranışı yapmasıdır. [30]

 

Allah Bağışlayıcıdır

 

82. Doğrusu ben, tövbe edeni, inanıp yararlı işler ya­panı, sonra da doğru yola gideni bağışlarım.

Yüce Allah, affedici oluşunu çeşitli kalıplarla ifade etmektedir: Mesela ğaffâr, ğâfir, ğafûr, ğufrân kalıplarının yanında bu kelimeyi yüklem kalıbında da getirmektedir. Biz bunların Kur'ân'da hangi âyet­lerde kullanıldıklarına bakabiliriz:

a) "Çok çok mağfiret ediciyim" (Tâhâ 20/82).                  

b) "Günahı bağışlayan" (Mü'min 40/3).

c) "Senin bağışlaması bol olan Rabbin merhamet sahibidir" (Kehf 18/58).

d) "Ey Rabbimiz, affına sığındık" (Bakara 2/285).

Yüce Allah dört şeyi yerine getireni affedeceğini bu âyette ilân et­mektedir. Nedir bunlar? Ya da kimdir bunlar?                               

1. "Tövbe eden."                                       

Buradaki "tövbe etmek" ifadesi, "dönmek" demektir ve "şirki bıra­kıp tevhîd inancına dönmek, Allah'a dönmek, kötü yolu bırakıp iyi yola dönmek" anlamını ifade etmektedir. Bu anlamı ile tövbe, insanın ruhuna bir kararlılık temin etmekte, iradesini ortaya çıkarmaktadır. Tövbe o-narmaktır, geriye dönmektir, arınmaktır, kurtuluştur, farkına varmaktır.

2. "İman eden."

Buradaki iman, gerçek iman, yani şirkten arınmış tevhîd inancına sahip olmak anlamına gelmektedir. Ancak sorulacak soru şudur: Tövbe imandan önce niçin gelmiştir? Bunun cevabı şudur: Tövbe, "dönmek" anlamına gelmekte ve "şirkten dönüp ardından tevhîd inancına inan-ma"yı ifade etmektedir. Gönlü inkârdan ve sahte tanrılardan, tâğûttan temizlemektir. Bir bakıma buradaki tövbe, Bakara sûresinin 256. âyeti­nin şu ifadesine denk düşmektedir: "O halde kim tâgûtu inkâr edip Allah'a inanırsa sağlam bir kulpa yapışmıştır." Demek ki tövbe, "gönüldeki tâğûtu oradan çıkarıp tek olan Allah'a yönelmek" anlamına gelmektedir. Aynı manayı Furkân 68-70'de de bulabiliriz. 68. âyette şirk ve benzeri günahlar anlatılmakta, 70. âyette de imandan önce tövbe zikredilmektedir.

Orada da tövbe, "şirki terketme" anlamına gelmektedir. Bu âyet­lerden hareket edersek tövbe, "gönüldeki şirk kirini temizleyip gönül antenini sadece Allah'a çevirmek, iman da "şirk kirinden temizlenen gönüle tevhîd inamcını doldurmak"tır.

3. "Yararlı iş yapan." Ayetteki amel-i sâlih kavramının içeriğine mümin kişinin kendisi, toplumu ve bütün insanlık için ürettiği faydalı işler girmektedir. Allah rızasına niyet ederek yaptığı tüm işler "iyi iş" ifadesinin kapsamında değerlendirilmektedir.

Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Şirkten, yanlıştan dönüp gönül an­tenini yalnız Allah'a çevirip iman eden kişi davranışlarını da düzeltecek, Allah'a karşı görevlerini yerine getirecek, Allah'ın emirlerine ve yasak­larına uyacak ve onları hayata geçirecektir.                           

4. "Sonra doğru yola giden." Buradaki doğru yol ne anla­mına gelmektedir? Sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

a)  "O halde seninle beraber tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd 11/112).

b) "Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenler" (Fussılet 41/30).

İstikamette, olmak, dosdoğru olmak bize göre yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 82'deki "sonra doğru yola gideni" man al andırmaktadır. Çünkü "doğruluk" değerini hayata geçirmek en zor ameli teşkil etmek­tedir. Doğruluk değerini hayata geçirmek ve onda devamlı olmak, hidâ­yetin kapsamına girmektedir.

İşte Yüce Allah, hem o devirde îsrâiloğullarına hem de Kur'ân ile bütün insanlığa kimleri affedeceğini, kimlerin geçmiş günahlarını silece­ğini bu şekilde açıklamış ve bunu dört maddede sıralamıştır. Ama bu maddelerin birincisi olan tövbe, köklü değişimi; tevhîd inancını kabul­lenmek de ikinci derecede değişimi ifade etmektedir. "Tövbe", "gerçek iman", "iyi iş üretmek" sonra "doğru yolda yürümek", gibi hayatı güzel­leştiren, Allah ile barışı tesis eden, insanın kendisi ile barışmasını sağla­yıp tüm ilişkilerine denge getiren bu dört madde din eğitiminin ana a-maçlarını teşkil etmektedir. Din eğitimi, insanları bu davranışları ürete­cek hale getirmelidir. İşte kaliteli din eğitimi, dini doğru anlatıp doğru anlaşılmasını temin edip doğru olarak hayata geçirilmesini sağlayarak insanın beyninde, gönlünde ve davranışlarında gerekli olan değişimi meydana getirmelidir. [31]

 

İsrâiloğulları İmtihanı Kaybediyor

 

83. (Allah):  "Kavmini geride yalnız bırakacak kadar seni acele ettiren nedir ey Mûsâ?" dedi.

84. (Mûsâ):  "Rabbim! Onlar ardımdadır. Hoşnut ol­man için sana acele geldim" dedi.

85. (Allah):  "Doğrusu, Biz, senden sonra toplumunu imtihan ettik. Sâmiri onları yoldan çıkardı" dedi.

86. Mûsâ, toplumuna kızgın ve üzgün olarak döndü. "Ey ulusum! Rabbiniz size güzel vaadde bulunmadı mı? Uzun bir zaman mı geçti, yoksa Rabbinizin öfkesine mi uğramak istediniz de, bana verdiğiniz sözden caydı­nız?" dedi.                                           

87. (Onlar): "Sana verdiğimiz sözden kendi başımıza caymadık. Ancak o ulusun süs eşyasından bize yükler dolusu taşıtıldı.  Biz onları ateşe attık; aynı şekilde Sâmiri de attı" dediler.

88.  Bunun üzerine Sâmirî onlara böğüren bir buzağı heykeli yaptı. Bunun üzerine: "İşte " dediler, "bu, sizin de Musa'nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu."

 

Sayfa 319 eksik.

 

etmek, kinini yutmak ve insanları affetmek". Bunları yapmaya koşmak, Allah'ın ödülünü kazandıracaktır.

c) Hz. Mûsâ, biraz kendisini düşünmüş. Toplumunun da aynı rızayı kazanmasını istemeliydi. O zaman, olanları önlemiş olacaktı.

3. "(Allah): 'Doğrusu, Biz, senden sonra toplumunu imtihan ettik. Sâmirî onları yoldan çıkardı' dedi."

a) Hz. Mûsâ, toplumunu başsız bırakınca, Yüce Allah onları dene­di, yani imtihan etti.

b) İçlerindeki Sâmirî isimli kişi onları yoldan çıkarmıştı. Daha son­raki âyetlerden anlaşılacağı gibi bu adam, onları şirke sevk etmiştir.

c) Kölelik psikolojisinden kurtulamamış insanları başsız bırakmaya gelmez. Hemen kötülerin etkisinde kalarak yoldan çıkmaya açıktırlar.

d)  Bir toplumda dengelerin bozulmamasında liderin yeri çok önemlidir. Vekîl, liderin yerini asla dolduramaz. Kölelik psikolojisine sahip topluluklar, liderlerinin yokluğunu fırsat bilip her pisliği yapmaya kalkarlar.                                                      

e)  Sâmirî'nin onları hemen saptırmasından anlıyoruz ki, onların eğitime çok ihtiyaçları vardı.

f)  Bu durum, bir kişinin, kocaman câhil bir toplumu etkileyebile­ceğini göstermektedir. Bir kişi, câhil toplumun kaderiyle oynayabilir. Çünkü onlarda sürü psikolojisi vardır.

4. "Mûsâ, toplumuna kızgın ve üzgün olarak döndü."

Bundan anlıyoruz ki Yüce Allah, toplumunun saptığını daha dön­meden ona bildirdi. Toplumunu bırakıp gitmesinin cezasını, toplumunun sapıtması olarak görmüş oldu. Aynı zamanda bir peygamber kızabilir, öfkelenebilir ve üzülebilir. Öfkesi ve üzüntüsü toplumu adına olmakta­dır.

Hz. Mûsâ, liderliği vasıtasıyla öfkelendi ve üzüldü. Ama liderlikte­ki hatası, toplumunun dînî inançlarını etkilemiş, onların şirk koşmasına neden olmuştur.

5.  "Ey ulusum! Rabbiniz size güzel vaadde bulunmadı mı? diye sordu."

Hz. Mûsâ da toplumunun davranışlarını sorgulamaya başladı. Sor­duğu sorular, onların bu sapıtmasının yapılması gereken şeyin yapilma-masından doğan bir eksiklikten kaynaklanıp kaynaklanmadığına yönelik olmuştur. Peki Yüce Allah'ın îsrâiloğullarına yapmış olduğu "güzel vaad" ne idi? Soruya az önce yorumlarını yapmış olduğumuz 81-82. âyetlerle cevap verebiliriz: "Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz, bu hususta aşırıya gitmeyi­niz. Sonra sizi öfkem çarpar. Her kimi öfkem çarparsa, gerçekten o yıkı­lıp gitmiştir. Şu da gerçektir ki, ben, tövbe edip inanan, iyi ameller ya­pan, sonra doğru yolda giden kimseyi bağışlarım." İşte Yüce Allah'ın güzel vaadinin bu olduğunu düşünüyoruz. Bu vaade rağmen onların sa­pıtmasını Hz. Mûsâ, bu soru ve öfke ile karşılamıştır.

6. "Uzun bir zaman mı geçti, yoksa Rabbinizin öfkesine mi uğramak iste­diniz de, bana verdiğiniz sözden caydınız? dedi."

"Uzun bir zaman mı geçti?" ifadesini iki manaya yorumlayabiliriz: Birisi, "Yüce Allah'ın, sizi Firavun'un esaretinden kurtarması nimetinin üzerinden çok zaman geçmediği halde o nimeti ne çabuk unuttunuz" demektir. Çünkü o nimeti daima hatırlayanların, Allah'a eş koşmaları mümkün değildir. Böylece Hz. Mûsâ, insan hafızasının, özellikle "top­lum hafızasının" ne kadar kısa olduğunu ve bazan unutkan hale geldiğini bize öğretmektedir. Onun için şu tekerleme gündeme çıkmıştır: "Ballı parmağın her zaman ağzında duracak." O parmağı çektiği an, kişi emdiği ballan unutur ve nankörlük etmeye başlar.

Diğeri de, "Hz. Musa'nın Tûr dağında kaldığı zamanın onlara uzun gelip gelmediğini" sormaktır. Bu, bir liderin, toplumundan kısa denebi­lecek bir zaman ayrı kalmasının onları ne denli etkileyip sapıtmalarına sebep olacağının dersini veren bir soru olmaktadır                                

Hz. Musa'nın bu sorusu hem din dersi hem de siyaset dersi ver­mektedir. Yönetim ve otorite boşluğu toplumun hayatında büyük yaralar çabilmektedir. Bu boşluğu mutlaka bir şey dolduracaktır. Bu doldurma işi, hele câhil veya köle psikolojisinde olan toplumlarda çok daha çabuk gerçekleşecektir. Çünkü câhil veya kölelik psikolojisinde olan toplumla­rın sosyal veya inanç mikroplarına karşı bağışıklık sistemleri zayıf oldu­ğundan karşı koymaları, kendilerini korumaları mümkün değildir. Her an doktorun kontrolünde olmalıdırlar, yani liderleri veya otorite her an on­ların başında olmalıdır. Câhil ve köle ruhlu toplumlar sürüye benzerler, çobanın ayrılması onları perişan hale düşürebilir.

"Yoksa Rabbinizin Öfkesine mi uğramak istediniz de, bana verdi­ğiniz sözden caydınız?" Hz. Mûsâ em eredtüm "yoksa istediniz" derken bu işte onların iradelerinin, yani isteklerinin olup olmadığını tesbit etmek amacını gütmektedir. "Yüce Allah'ın öfkesini" gündeme getirmesi, Tâhâ 81'deki ifadeyle bağlantı kurmasından ibarettir. Çünkü oradaki vaadde, "Bu hususta aşırı gitmeyin, sonra sizin başınıza öfkem iner" buyurmuştu. Bu uyarıya karşı, kendi istekleriyle mi ters düştüklerini sormaktadır.

Böyle bir istek sonucunda mı kendine verdikleri sözden caydıkla­rını da sormaktadır. Hz. Mûsâ, verilen sözden caymanın cezası olarak Allah'ın, öfkesini getireceğine işaret etmekte, ilâhî öfke ile ahde vefasızlık arasında bir bağlantı kurmaktadır.

Şimdi bu âyetten çıkaracağımız genel ilkeler şunlardır:

a)  Bir lider, toplumunun düştüğü yanlışı sorgulamadan değerlen­dirme yapmamalıdır. Davranışlarının nedenini araştırmalı ve çeşitli açı­lardan soru sorarak onlara cevaplandırmada yardım etmelidir.

b)  Bu sorgulamasındaki sorulan eğitici ve öğretici olmalıdır. Hz. Musa'nın toplumunda ahde vefa, yani sözünden caymama gibi değerle­rin zayıf olması sebebiyle, ahde vefanın eğitimi yapılmaktadır. Demek ki câhil veya köle ruhlu toplumlarda "ahde vefa" denen değerin yeri olma­dığından bu durum, ahlâkî davranışlara yansımamaktadir. Bunun eğiti­mini verebilmek için, sorularla onun önemi üzerinde durmak gerekiyor. Bu açıdan Hz. Mûsâ bir ahlâk eğitimi yapmakta ve onun oturduğu değer­ler üzerinde durmaktadır.                                                    

b)  "Ancak o ulusun süs eşyalarından bize yükler dolusu taşıtıldı."

Âyetin bu kısmından, İsrâiloğuJlarının sahip oldukları süs eşyaları­nın, kendilerinin olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü kendilerinin ellerinde mal-mülk yoktu; köle idiler. Kölelerin kendileri, efendilerinin malı ol­duklarından süs eşyasına sahip olmaları mümkün değildi. O zaman şu soruyu sorabiliriz: Buzağı putu yapacak kadar süs eşyasını nereden bul­dular? Bu soruya genelde iki cevap verilmektedir: Birisi o süs eşyalarını, Kıptîlerden ödünç olarak almışlardı. Diğeri de Firavun ordusunun bo­ğulması ile onların süs eşyaları deniz kenarına dalgalar vasıtası ile sürük­lenmiş, onlar da onları almışlardı. Bize ikincisi daha makul görünmekte­dir.

Başka bir açıklama da şu olabilir: Firavun'un tuttuğu ve yanlarında İsrailoğullarını köle olarak çalıştırdığı Kiptiler, îsrâiloğullarına kendi süs eşyalarını taşıtırken Hz. Mûsâ onları alıp götürmüş, dolayısıyla süs eşya­ları onların yanında kalmıştır. Hatta o süs eşyalarını çalmış da olabilirler. Diğer bir açılım da, bize göre, Hz. Mûsâ ile Mısır'dan çıkanlar arasında Firavun'un adamları davardı. İşte onların süs eşyalarını ateşe attılar.

Burada önemli olan, onların süs eşyalarına sahip olmalarından zi­yade, o süs eşyalarını ne yaptıklarıdır. Ne yaptıklarını da âyetin devamı açıklamaktadır.

c) "Biz onları ateşe attık; aynı şekilde Sâmirî de attı, dediler."

İşte süs eşyaları, madenî süs eşyasından ibaretti. Onları ateşte eritip buzağı putunu yaptılar. Onları etkileyenin Sâmirî olduğu da anlaşılmak­tadır.

Sâmirî ismini Muhammed Esed şöyle anlatmaktadır: Sâmirî tabi­rinin, söz konusu kişinin soyunu ya da kökenini gösteren bir sıfat ismi olduğunda şüphe yoktur. Taberî ve Zemahşerî'nin verdiği açıklamalar­dan birine göre bu tabir, Yahudilerin Samire kabilesine, yani sonraları samariler olarak anılan etnik ve dinsel bir gruba (ki bu gruptan küçük bir kalıntı Filistinde Nablus çevresinde hâlâ varlığını sürdürmektedir) men­sup birini işaret etmektedir. Ne var ki, böyle bir grup, Hz. Mûsâ zamanında henüz mevcut olmadığına göre, İbn Abbâs'ın ileri sürdüğü gibi (Râzî) mümkündür ki, söz konusu kişi Hz. Mûsâ'nm dinini benimseyen ve Mısır'dan çıkışlarında İsrâiloğullarına katılan pek çok Mısırlıdan bi­ridir. Bu durumda Sâmirî tabirinin de eski Mısır dilinde "yabancı" an­lamına gelen shemer sözcüğü ile akraba olması mümkündür. Bu görüşü kıssada geçen kişinin, Mısır dilindeki Apis figürünün bir yankısı, bir uzak uzantısı olarak işe altın buzağıya tapınma eylemi ile başlaması da desteklemektedir. Her halükârda, sonraki dönemlerin Samarileri'nin, ister İbrani, ister Mısır kökenli olsun, bu kişinin soyundan geliyor ya da öyle sanılıyor olması hiç de imkansız değildir. Bu durum onlarla İsrâlli öteki topluluklar arasındaki sürekli çatışmayı da kısmen açıklamaktadır.

"Bunun üzerine Sâmirî, onlara böğüren bir buzağı heykeli yaptı. İşte, dediler, bu, sizin de Musa'nın da tannsıdır. Fakat onu unuttu."

Ayetin analizinden varacağımız neticeler olacaktır:

a) Ayette geçen cesed kelimesi sanki yapılan buzağının canlı bir bedene sahip olduğu fikrini uyandırmaktadır. Hatta "böğüren" anlamına gelen huvâr kelimesi de onun canlı olduğunu ifade etmektedir. Demek ki cesed ve huvâr kelimelerine bakarsak canlı olduğu anlaşılmış olacak­tır. Bu konuyu bütün tartışmaları ile Râzî ele almaktadır. Onun açıkla­masını özet olarak verebiliriz:

Sâmirî'nin yaptığı buzağı heykelinin canlı olması mümkün değil­dir. Çünkü böyle sapık, yani müşrik bir insanın elinden böylesine hariku­lade durumların çıkması beklenemez.

Buzağı heykelinin ses çıkarmasına gelince: "Sâmirî onu yaparken rüzgarın girip çıktığı ve ses çıkardığı delikler de koydu. İşte rüzgar bir delikten girip diğerinden çıkarken bir buzağı gibi uğultu çıkarıyordu" diyenler oldu.        

Buzağı heykelinin canlı olduğunu iddia edenler ise Tâhâ 96. âyeti delil olarak göstermektedirler: "O da: 'Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira o elçinin izinden bir avuç toprak alıp onu (erimiş süs eşyalarının içine) attım' dedi." İşte elçinin izinden alınan bu toprağın karışımından meydana getirilen buzağı heykeli canlı bir varlık gibi honılduyordu.

Bize göre Sâmirî'nin cinlerle bir ilişkisi vardı ve buzağının horul­tusu cinler vasıtası ile çıkarılıyordu.                                

b) "İşte, dediler, bu, sizin de Musa'nın da tanrısıdır."

Demek ki Sâmirî, Mısır'da Apis öküzü, önde gelen tanrı olduğun­dan bu inancı veya kültürü İsrâiloğullan ile beraber taşıyordu. Eliyle yaptığı buzağıyı tanrı olarak onlara sunmuştu.

Bu anlatım bizim için ne ifade etmektedir? Biz bundan şunu çıka­rıp kıssayı günümüze ve geleceğe taşıyacağız. Aksi takdirde bir hikaye olarak kalmaktan öteye geçmez. Halbuki Yüce Allah, bize faydası olma­yacak bir şeyi anlatmaz. O, bize mutlaka bir mesaj vermektedir.

İnsanlar parayı tanrı haline getireceklerdir. Fakirlere vermek yerine süs eşyasına harcama yapacaklardır: "İnkârları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi içirildi, dolduruldu" (Bakara 2/93).

Yüce Allah kıymetli eşyaların tanrı haline getirilmemesi için İsrâiloğullan örneği ile eğitim yapmaktadır.

c) "Fakat onu unuttu."

Kim neyi unuttu? Bu soruya cevap verebilmemiz için Hz. Mûsâ'nın yetiştiği yere bakmamız gerekiyor. Sâmirî, "Hz. Musa'nın Fira-vun'un sarayında tam bir Mısırlı olarak yetiştiğini ve yaptığının ne oldu­ğunun farkına varacağını unuttu" demek istemektedir.

Ya da Hz. Musa'nın bir peygamber olduğunu unutmuştu. Çünkü peygamber olan kişi, şirkle mücâdele için, sahte tanrıyı anlayacak ve onunla mücâdele edecekti. İlkeler, esaslar, kurallar ve gerçekler unutu­lunca sahte tanrılar ortaya çıkmaktadır. [32]

 

Vekil, Aslın Yerini Tutmuyor

 

89.  Görmüyorlar mıydı ki, o heykel onlara ne söz söy­leyebilir; ne zarar ne de fayda verebilirdi?

90.  Andolsun ki, Harun ise onlara önceden: "Ey ulu­sum! Siz bu buzağı ile deneniyorsunuz. Sizin gerçek Rabbiniz Rahman 'dır. Bana uyun, emrime itaat ediniz" demişti.  

91.   (Onlar):   "Asla" dediler.   "Mûsâ bize dönünceye kadar ona tapmaktan vazgeçmeyeceğiz."

92-93. Mûsâ döndüğünde: "Ey Hârûn!" dedi. "Sana ne engel oldu da, bunların sapıklığa düştüklerini gördü­ğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsî mi oldun."

94. (Hârûn): "Ey anamın oğlu!" dedi, "saçımı sakalımı yolma! Ben,  senin: ' İsrâiloğullarının arasına ayrılık düşürdün, sözümü tutmadın!' demenden korktum."

Bu âyetlerin analizinden tevhit inancının eğitimine, siyasete ve sorgulamaya giden bazı neticeler çıkarmamız mümkündür.

1. "Görmüyorlar mıydı?"               

Yüce Allah, İsrâiloğullarının, Sâmirî'nin yaptığı buzağı heykeline tapmalarının hem sebebini belirlemekte hem de insanı şirkten korumanın yolunu öğretmektedir.                                       

Ayetin bu kısmında geçen "görmek" şeklindeki beyin eylemi, "farkına varmak, gözlem yapmak, bulmak" manalarına gelmektedir.

Şirki önlemenin yollarından biri de "görebilmek, anlamak ve far­kına varabilmek, yani beynini çalıştırmaktır. Buradaki "görmek", bey­nin ve aklın çalışmasını ifade etmektedir. Yüce Allah'ın bu sorusu onların eksikliğini açıklamaktadır.                 .                            

2. "O heykel onlara ne söz söyleyebilir ne zarar ne de fayda verebilir."

Burada tanrı olacak varlığın önemli sıfatlarına dikkat çekilmektedin    

a) "Sözle karşılık vermek"

Bunun anlamı, tanrı olan varlığın yarattıkları ile konuşması, onla­rın isteklerine cevap vermesi, yani "canlı" olmasıdır. Böylece konuşan insanın, konuşamayan bir heykeli, yani kendinden aşağı olanı tanrı e-dinmesinin yanlışlığı vurgulanmaktadır.

b) "Zarar ve fayda verebilmek"

Tanrının, insanı en çok ilgilendiren vasıflarından biri de insanlara fayda temin edebilmesi, yanlış yapanlara da ceza uygulayabilmesidir.

İsrâiloğulları, buzağının bu özelliklere sahip olmadığından dolayı tanrı olamayacağı mantığını yürütselerdi, sapıtmaları ve şirk koşmaları mümkün olmayacaktı. Bu özellikleri aramak ve bunların buzağı da ol­madığını görebilmek de bir meziyettir.

Hz. İbrahim de babasını şirkten kurtarmak için sorduğu soruda ay­nı özellikleri aramıştı: "Bir zaman ibrahim, babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görme­yen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin tapıyorsun?" (Mer­yem 19/42).                                     

Müslümanların, Hz. Muhammed'i tanrı edinmemeleri için, insan­lara söylemesini emrettiği âyette de aynı özellik aranmaktadır: ki: Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim iyiyi çoğaltırdım ve bana hiçbir fenalık da dokunmazdı" (A'râf 7/188). Bırakınız başkası­na fayda ve zarar vermeyi, Allah dilemedikçe kendisine fayda ve zarar veremeyecek olan bir varlık nasıl tanrı olabilir?

Netice olarak diyebiliriz ki yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 89. âyet, şirkten kurtulabilmek için akıl yürütmenin mantığını vermekte ve bunu insana öğretmektedir.

"Andolsun ki, Hârûn ise onlara, önceden:''Ey ulusum! Siz bu buzağı ile deneniyorsunuz. Sizin gerçek Rabbiniz Rahmandır. Bana uyun, em­rime itaat ediniz' demişti."

Hz. Hârûn, bu söylevi ile aslında Hz. Musa'nın kendisine yüklemiş olduğu görevi yerine getirmektedir. "Mûsâ, kardeşi Harun'a dedi ki: Kavmimin içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna uyma" (A'râf 7/142). İşte Hz. Hârûn, bu görevi yerine getirmeye çalışırken yorumunu yap­makta olduğumuz Tâhâ 90. âyetin içeriğini topluma söylemiş oldu. Yani şirkten kurtulmanın akıl yürütmesini, mantığını vermekte, öğretmekte ve bunları insana kazandırmaktadır.

a) "Siz bu buzağı ile deneniyorsunuz."                         

Âyetin bu kısmındaki ıioi fütintüm kelimesi "ayartılmaktasınız", "fitneye düşürülmektesiniz", "yoldan çıkarılmaktasınız" anlamlarını da taşımaktadır.

Kitab-ı Mukkaddes'te ise bu konuda Kur'ân ile çatışan bir anlatım tarzı vardır. Kur'ân, buzağıyı Sâmirî'nin yaptığını ve Hz. Harun'un onla­rı buzağıya tapmamaları için uyardığını söylerken, Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Harun'un buzağıyı yapıp ona taptığından bahsedilmektedir: "Ve dağdan inmek için Musa'nın geciktiğini kavmi görünce, kavim Hâ-rûn'un yanına toplandı ve ona dediler: Kalk, bizim için ilah yap, önü­müzden gitsinler. Çünkü Musa'ya, Mısır'dan bizi çıkaran bu adama, ne oldu bilmiyoruz. Ve Hârûn onlara dedi: Karılarınızın, oğullarınızın ve kızlarınızın kulaklanndaki altın küpeleri kırıp çıkarın ve onları bana ge­tirin. Ve bütün kavim kendi kulaklarmdaki altın küpeleri kırıp çıkardılar ve onları Harun'a getirdiler ve onu ellerinden aldı ve oymacı aletiyle ona biçim verdi ve onu dökme bir buzağı yaptı ve dediler: Ey İsrail, seni Mısır diyarından çıkaran ilahların bunlardır. Ve Hârûn onu gördü ve onun önüne bir mezba yaptı ve Hârûn ilan edip dedi: Yarın Rabbe bay­ramdır" (Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 32, 1-5).

İşte Kitab-ı Mukaddes Hârûn peygamberi put yapıp kavmini ona taptıran ve kendisi de ona tapan biri olarak takdim ederken, Kur'ân ile çatışmaktadır. Halbuki Hârûn peygamber, buzağıya tapmakla yoldan çıkarıldıklarını, fitneye düşürüldüklerini, ayartı I diki arı m onlara söyleyip uyarıda bulunmuştu.

Dikkat edilirse din eğitimi açısından Hz. Hârûn, önce davranışları­nın yanlışlığını onlara anlatmaktadır. Başka bir ifadeyle, önce davranış­larının niteliğini tespit etmekte, ne yaptıklarını belirlemekte ve uyarısını ona göre yapmaktadır.

b) "Sizin gerçek Rabbiniz Rahmandır."

Hz. Hârûn onlara Rabblerinin kim olduğunu öğretmekte ve yaptık­larının şirk olduğunu hatırlatmakta, Rabb ile Rahman sıfatlarını bir araya getirerek konuşmakta, önce yanlışlarını, sonra da doğru inancı onlara bildirmektedir.

c) "Bana uyun."

Böylece Allah'a kulluk etmek için peygambere de uyulacağını be­lirterek, dinin temel ilkesini koymaktadır: "Kulluk Allah'a yapılır, pey­gambere tâbi olunur".

d) "Bana itaat edin."                                     

İsrâiloğulIarının tâbi olma ve itaat etme konularında sorunları var­dı. Çünkü köle ruhlu insanlar, kendi içlerinden çıkan peygambere veya lidere tâbi olup itaat etmezler. Hz. Hârûn onlara bunu öğretmekte, uyum ve itaatin önemini vurgulamaktadır.

4. "Onlar: 'Asla' dediler, Mûsâ bize dönünceye kadar ona tapmaktan vazgeçmeyeceğiz."

Bu âyet gösteriyor ki, Hz. Harun'un uyarıları onları hiç etkilemedi ve tapınmaya, yani şirke devam ettiler. "Mûsâ dönünceye kadar" deme­lerinde, liderin ayrılması ile bir boşluğun doğduğunu ve bu boşluğu ve­kilin dolduramadığını anlıyoruz. Buradan şu siyâsî kuralı çıkartıyoruz: "Otorite boşluğu toplumun sapıtmasına sebep olur." Hz. Harun'un, otori­te bakımından Hz. Musa'nın yerini dolduramamasmın neticesinde onla­rın şirke sapmaları söz konusu olmuştur. Demek ki devletin işleri vekâ­letle yürütülemez. İşleri vekillerle yürütmeye kalkmak, onların yapıl­mamasına sebep olmaktır. Çünkü vekil, hiçbir zaman asılın yerini dol duramaz.

Bundan çıkaracağımız başka bir netice de şudur: Yumuşak huylu-luk, daha doğrusu aşın yumuşak davranmak köle ruhlu insanlarda aksi tesir uyandırır, maraz doğurur, otorite boşluğu var gibi kabul edilir. Şah­siyeti sağlam olan insanlara yumuşak davranmak olumlu netice verirken (Âl-i İmrân 3/159), köle ruhlu insanlarda bu tür davranış, âsi olmak gibi olumsuz sonuçlara neden olabilir (Tâhâ 20/90-91). Bu bakımdan toplu­mun durumu, insan bedenlerinin durumuna benzer. Aynı hastalığa veri­len aynı ilaç, farklı bedenlerde farklı tesirler icra eder. Bazısında tedavi ederken, diğerlerinde aksi tesir yaratarak alerji meydana getirir. Pey­gamberler aynı şeyi tebliğ etmelerine rağmen, köle ruhlu toplumlarla şahsiyeti sağlam toplumların tepkisi farklı olur. Hz. Muhammed'in yu­muşak davranması ile Hz. Harun'un yumuşak davranması aynı neticeyi vermemiştir.

Köle ruhlu İsrail oğulların in, Hz. Musa'nın otoritesinden korktukla­rını, "o dönünceye kadar" demelerinden anlıyoruz.

"(Mûsâ  döndüğümle): 'Ey Harun!' dedi. Sana ne engel oldu da bunların sapıklığa düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsi mi oldun?"

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 92'de "Mûsâ döndüğünde" ifadesi yer almamaktadır. Bu ifade A'râf 15O'de yer aldığından, burada asıl metne koymuş olduk. Tâhâ 92. âyet A'râf 150'nin devamı durumun­dadır. Çünkü Tâhâ 92'de Hz. Mûsâ, hemen sorgulamaya başlamaktadır. Halbuki A'râf 150'de daha önceki sahne yer almaktadır:

"Mûsâ kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: 'Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?' dedi. Tevrat levhalarını yere attı ve kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı."

İşte bundan sonrasının devamını Tâhâ sûresinde buluyoruz: "Ey Hârûn! dedi. Sana ne engel oldu da bunların sapıklığa düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelme­din? Emrime âsi mi oldun?"

Buradan şu neticeleri çıkartabiliriz:

a) Hz. Mûsâ, önce yerine bıraktığı vekil kardeşini sorgulamakta, halkın sapıklığına mâni olamamasının nedenini sormakta, sahte tanrıya tapmalarını ve şirk koşmalarını engelleyememesinin nedenini araştır­maktadır; hatta kendisinin peşinden niçin koşup gelmediğini dahi sor­maktadır. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Mûsâ da, Hz. Harun'un tek başına onları durduramayacağını biliyordu, onun öyle bir otoriteye sahip olma­dığının farkındaydı. Onun için niçin arkasından gitmediğini sormuştur. Halbuki "niçin bunları durdurmadın?" şeklinde sorusunu sorabilirdi.

b) Hz. Mûsâ, Hz. Harun'a gücünün yetmediği yerde çare araması gerektiğini öğretmektedir. Gücün yetmiyor diye, toplumun sapıklığını oturup seyredemezsin, demekte, sapkınlığı önlemenin çarelerini ve yol­larını aramanın zorunluluğunu da bizlere ve bizden sonrakilere öğretmektedir.

Hatta Hz. Mûsâ, onları sapıklıklarında serbest bırakmanın çaresiz­likten mi yoksa, kendi emrine karşı âsi davranmaktan mı kaynaklandığını da sormuştur. Bu sorudan, "vekil, asılının emirlerini yerine getirmek ile yükümlüdür. Vekil oldu diye, her yerde kendi insiyatifıni kullanamaz. Kötüyü önlemekte kendi kararma başvurabilir. Vekilin çaresinin tüken­diği yerde asıla başvurmalıdır" ilkelerini de anlayabiliriz.

6. "Hârûn: 'Ey anamın oğlu!' dedi. Saçımı sakalımı yolma! Ben, senin: 'Isrâiloğullannın arasına ayrılık düşürdün, sözümü tutmadın!' demenden korktum." Hz. Mûsâ, doğrudan doğruya, kardeşi Hz. Harun'u tartaklamaya başladı. Bunun üzerine Hz. Hârûn şöyle dedi ve mazeretini bildirdi:                                                                         

a) "Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi" (A'râf 7/150). Hz. Hârûn bu sözleriy­le, onları kontrol altına alamadığını, otoritesini kuramadığını ve bu ne­denle müdahalesinde kendisine ağır olumsuz tepki gösterdiklerini, hatta işi onu öldürmeye kadar vardırdıklarını ifade etmiştir. Bundan şunu çı­kartıyoruz: Otoritesini kaybetmiş veya otoritesi olmayan liderler halkın oyuncağı olurlar.  

b) "Ben, senin: 'Isrâiloğullannın arasına ayrılık düşürdün, sözümü tutmadın!' demenden korktum" (Tâhâ 20/94). Demek ki, Hz. Hârûn ikilem içinde kaldı. Bir tarafta kendisini öldürecek kadar taşkınlık içinde bulunan halk, diğer tarafta ağabeyinin gelecekteki aşın tepkisi. Bu ikilem onu normal hare­ket etmekten alıkoydu. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Mûsâ, dağa çıkarken Hz. Harun'a, halkın arasında ayrılık çıkarmamasını ve sözlerini yerine ge­tirmesini söylemişti.       

Netice olarak diyebiliriz ki, toplumlarda otorite boşluğu halkın yoldan çıkmasına neden olabilir. Hz. Mûsâ döneminde tevhîd inancı yara aldı, günümüzde de milleti ayakta tutan kültür yara alabilir. Halkına sahip çıkmayan siyâsîler ve eğitimciler, halkın çeşitli dinlerin misyoner­lerinin etkisi altında kalmasının muhtemel olduğunu düşünmelidirler. Ülkede, sadece girip çıkanları ve ticari oluşumları kontrol altında tutan gümrükler olmamalı; inanç, düşünce ve değerler konusunda da gümrük­ler olmalıdır.   

İnanç, düşünce ve değerler otorite boşluğuna tahammül edemezler. Siyaset ve eğitim bu otoriteyi temin etmeli ve halkını inanç, düşünce ve değerler bakımından donanımlı hale getirmelidir. Çünkü inancı, düşün­cesi ve ahlâkî değerleri bakımından donanımlı olmayan zayıf toplumla­rın, başka kültürlerin istilasına uğraması mukadderdir.

Onun için siyâsîler ve eğitimciler, özellikle din eğitimcileri şunu iyi bilmelidirler: Donanımlı olmayan beyin ve gönüller, kendilerini ko­ruyamazlar. Siyâsî otorite ile eğitimin donanım sağlaması toplumların sosyal bağışıklık sistemini ifade etmektedir. Hele toplum câhil ve aşağı­lık duygusuna bürünmüş ise, durum daha da zorlaşmaktadır. İşte Yüce Allah, Hz. Mûsâ ve kardeşi Hz. Hârûn örneği ile tüm insanlığa Kur'ân vasıtası ile bunu anlatmaktadır. [33]                                                        

 

Samirî'nin Sorgulanması

 

95. (Mûsâ): "Ey Sâmirî! Ya senin yaptığın nedir?" de­di.

96. (Sâmirî): "Onların görmedikleri bir şey gördüm ve o elçinin bastığı yerden bir avuç avuçladım. Bunu ziy­net eşyalarının eritildiği potaya attım. Bunu böyle nef­sim bana hoş gösterdi" dedi,

97  (Mâsâ): "Defol!" dedi; "artık hayatın boyunca sen: 'Bana dokunmayın' diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta oldu­ğun tanrına bak! Yemin ederim,  biz onu yakacağız. Sonra da onu parça parça edip denize savuracağız."

98.   "Sizin tanrınız, yalnızca kendisinden başka tanrı olmayan Allah 'tır. O 'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır."

Sâmirî'nin sorgulanması ve bu sorgulanmaya Sâmirînin verdiği cevaplar insanlık için ilginç mesajlar taşımaktadır.                           

1. "(Mûsâ): 'Ey Sâmirî! Ya senin yaptığın nedir?'dedi."

mâ hatbüke, aslında beğenilmeyen bir iş yapan insana, "sıkıntın ne, isteğin ne?" diye, beğenmezlik ifade etmek için sorulan bir sorudur. Bu soru, Hz. Mûsâ tarafından Hz. Harun'u sorgulamasından sonra, Sâmirî'ye yöneltilmiştir. Bundan şunu çıkartıyoruz: Sorgulama­dan ceza verilmez. Bu kural, Hz. Âdem'in ve İblis'in sorgulamasından itibaren işlemektedir. Belki de hukukun en eski kuralı özelliğini taşımak­tadır. Günümüzde, "yargısız infaz yoktur" ifadesi de bunu işaret etmek­tedir.

2. "Sâmirî: 'Onların görmedikleri bir şey gördüm' dedi."

Sâmirî'nin gördüğü ne idi? Eğer biz müfessirlerin anlattığı gibi konuyu maddî anlamda anlarsak, Sâmirî, ya Cebrail'i gördü ya da bir cin gördü, diyebiliriz. O zaman bu olguyu günümüze getirip çağımıza ve geleceğe ışık verecek bir şekilde yoruml ay amayız.                               

Ebû Müslim'in de işaret ettiği düşünceden hareket ederek şu açık­lamayı yapabiliriz: Sâmirî'nin yaptığı buzağı heykeli, günümüz insanının şirk koştuğu bir şeyi, yani insanın gönlündeki şirk tanrısını ifade etmektedir. Bu buzağı, bir fikir, bir felsefi anlayış veya bir bâtıl inanç olabilir. Allah'tan başkasına yöneltilen tutku derecesindeki sevi de olabilir. Me­sela: Allah'tan başkasını Allah kadar severek tanrı edinenler (Bakara 2/165); insanın etrafını çevreleyen sekiz değeri Allah'tan fazla sevenler (Tevbe 9/24), aslında gönüllerinde Sâmirî'nin homurdayan şirkini temsil eden buzağısını yapmış ve onu orada yaşatmaktadırlar, demektir. Bura­daki buzağı ile, temsilî anlatımla "kalplerine buzağı sevgisi içirilen" (Bakara 2/93) kimselerin inancına dikkat çekilmektedir.

ov. Bu açıklamadan sonra Sâmirî'nin ne gördüğüne, onların neyi gö­remediklerine cevap verebiliriz: Sâmirî, kendince Hz. Musa'nın öğretile­rinde bazı yanlışlar gördü. Bu yanlışları halk, kavim görememişti. Ona göre onlar, o kültür seviyesinde değillerdi. Demek ki buradaki görme olayı, anlamak anlamına gelmektedir.

3. "Ve o elçinin bastığı yerden bir avuç avuçladım. Bunu, (zinet eşyalarının eritildiği) potaya attım."

Burada Sâmirî'nin rasül, yani elçi dediği kişi Hz. Musa'nın kendi­sidir. "Elçinin izinden" ifadesi de, onun öğretileri, onun tebliğ ettiği me­saj, özellikle tek tanrı inancı, din anlayışı anlamına alınabilir. Sâmirî bunlardan bir şeyler kapıp insanların değer verdiği sahte değerlerin içine attı. Bunun anlamı, yanlış düşünce ve yanlış bilgilerle insanın kendisine bir tanrı edinmesidir. Onları, hakikat gibi gösterebilmek için, içine haki­katten bir kırıntının bulunması için atmıştır.

Günümüzde nice yanlış felsefeler, düşünceler, ideolojiler Sâmirî'nin buzağısı gibi insanların gönlünde heykelleştirilip tanrı haline getiriliyor. İnsanlar, gönüllerinde sahte tanrılarını taşıyıp, gönüllerinde onun mabedini yapıp ibadet ediyorlar. Yanlış felsefeler, düşünceler ve inançlar taşlaşıp insanların gönlünde bir tanrı heykeline bürünüyor. Sâmirî'nin bu olgusunu günümüze böyle taşıyabiliriz.

4. "Bunu böyle, nefsim bana hoş gösterdi."

Sâmirî burada, neyin etkisi altında kaldığını doğru olarak itiraf et­miştir. Bir peygamberin getirdiği ve tebliğ ettiği öğretileri, mesajı yanlış görüp onu insanlara şirk koşmaları için kullanmak, hakikati saptırmak, elbette  akıldan  değil,  nefisten kaynaklanacaktı.  Böylece  aklın  asla  kötüyü emretmeyeceği, ama nefsin kötüyü emredeceği (Yûsuf 12/53) net bir şekilde anlaşılmaktadır. Çünkü günümüzde insanlar aklı küçümse­mek için ona böylesine yanlış işleri mal etmektedirler. Yûsuf sûresinin 53. âyeti ile Sâmirî'nin dediğini bir araya getirince, kötüyü emredenin, kötüye itenin, onu hoş gösterenin nefis olduğu ortaya çıkacaktır.

Böylece Sâmirî, şirkin kaynağında aklın değil, nefsin olduğu ilke­sini koymuş oldu. Şirkte aklın devre dışı kalması vardır. "Nihayet nefsi, onu kardeşini öldürmeye itti" (Mâide 5/30) derken de Hz. Adem'in oğlu da aynı etki altında kaldığına işaret etmiştir. Beden ülkesinde iktidar, akıldan nefse geçince, şirk ortaya çıkmakta ve nefis sahte tanrıların mabedi haline gelmektedir.

5. "Mûsâ: 'Defol! dedi

Artık hayatın boyunca sen: 'Bana dokunmayın' diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız, sonra da onu parça parça edip denize savuracağız."                                                                     

Sâmirî sorulan soruyu cevaplandırdıktan sonra Hz. Mûsâ, ona ce­zasını vermektedir.                                                                  

a) "Defol."

Hz. Mûsâ, ona "kovulma" cezasını uyguladı. Böylesine yerleşik olmayan, gezgin topluluklarda hapishane uygulaması olmadığından ce­zalar da farklı şekilde verilmektedir.

b) "Artık hayatın boyunca sen: 'Bana dokunmayın' diyeceksin."

Kovulmanın ardında bu "dokunma" olayı, Sâmirînin toplumdan tecrid edildiğini, yani soyutlanmış olduğunu ifade etmektedir. "Doku­nulmamak", yanaşmama anlamına gelmektedir. Bu konuda Ebû Müs­lim'in açıklaması manidardır: lâ misâs ifadesi, "kadınların döl tutmaması" anlamına da gelmektedir. Bu manadan hareket edersek, Al­lah'ın, ona, soyunu kurutma cezası verdiği manasını da anlayabiliriz. Onun içindir ki onu sevecek hiçbir çocuğu olmamıştır. Dünya süsünden mahrum bırakılmıştır[34].

Bize göre, "bana dokunmayın" ifadesi, "ben etrafa kötülük saçıyo­rum, bana yaklaşmayın" demektir. Çünkü o, her şeyi tahrif ediyor, de­ğerli şeyleri değersiz hale getiriyor, insanların gönlünü bozuyordu.

c) "Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var."

Sâmirî'nin cezasının üçüncü basamağında, âhirette göreceği ceza yer almaktadır. Bu durum, Hz. Mûsâ tarafından gündeme getirilmekte­dir. Şirk koştuğu için âhirette çok uzun süreli ceza görecektir. Çünkü şirk günahı, affedilmeyecek günahların başında gelmektedir.

Demek ki, Sâmirî'nin işlediği günah hem dünya hem de âhiret ce­zası ile cezalandırılacak nitelikte idi. Yüce Allah, bunu anlatmakla hangi davranışların dünya ve âhirette ceza göreceğinin bilincini vermekte ve bizi eğitmektedir.

Âyette geçen Ijlpj; mev'id kelimesi "va'd" anlamına gelmektedir. Bu da bu cezanın mutlaka çekileceğini ifade etmektedir.                       .

İkinci ceza şeklini de, bu ceza şeklinden anlıyoruz; Sâmirî, müeb­bet bir cezaya çarptırılmıştır.

d) "Tapmakta olduğun tanrıya bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize atacağız."

Ayetin bu kısmını maddî alandan manevi alana çekerek açıklama­mız gerekiyor. Sâmirî'nin buzağı tanrısı, günümüzde insanların gönlünde tanrı kılığına bürünen ideolojiler, düşünceler ve inançlardır. Hz. Mûsâ "onu yakacağız" demekle, o gönüllerdeki şirki, tevhîd inancı ile yakıp küle çevireceğini ifade etmektedir. Deniz de tevhîd inancını temsil et­mektedir.

Artık İsrâiloğulları arasında tevhîd inancı yayılırken Sâmirî'nin şirk tanrısı yanmış, parça parça olmuş tevhîd denizine atılmış olacaktı. Tıpkı Mekke'nin fethinde Ka'be'deki putların, vaktiyle onlara tapanlar tarafından kırılması gibi.

6. "Sizin tanrınız, yal­nızca kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır."        

İşte Hz. Mûsâ, gerçek dinin dayandığı temel inanç sisteminin tevhîd inancı olduğunu söyleyerek tebliğini sürdürmektedir. "Her şeyi ilmi ile kuşatmış olması" onun tek tanrı olması için yeterlidir. O zaman biz burada şu soruyu sorabiliriz: Hz. Mûsâ, neden ilim sıfatı veya ismi ile Allah'ı tanıtıyor da, diğer sıfatlarını ya da isimlerini gündeme getirmiyor? Sâmirî ve İsrâiloğullarmın câhil olması nedeniyle, onlara Allah'ı ilim sıfatı ile anlatmıştır. Daha önce Tâhâ 49'da "Rabbin ne ol­duğunu" soran Firavun'a, Yüce Allah, yaratma ve doğru yolu gösterme sıfatlarıyla anlatılmıştı. Çünkü onun, hâlıklık (yaratma) ve hâdîlik (yol gösterme) konularına ihtiyacı vardı. Ama İsrâiloğullarmın öne çıkan ihtiyaçları ise "bilgi" idi.

Netice olarak diyebiliriz ki, tevhîd inancını yerleştirmedikçe, yani şirkin alanını yeterince daraltmadıkça, diğer değerleri yerleştirmek zor­dur, hatta imkansızdır. Bütün peygamberlerin getirdiği mesajın, ilâhî vahyin ve dinin bir tevhîd inancı okulu olduğunu söyleyebiliriz. Onun için onların eğitimine "tevhîd eğitimi" ismini verebiliriz.

Günümüzün "din eğitimi" de, önceliği tevhîd inancının öğretimine vermeli ve tüm dini ve sosyal değerleri onun etrafında bir araya getirip oya gibi işlemeli ve insanların gönlüne akıtmalıdır. Çünkü gerçek iman, parçalanamaz, tıpkı maddenin en küçük parçası olan atom gibi. Atomu parçalayınca onun doğasını bozuyoruz. Doğasının bozulmasına karşılık da o, her tarafı yakıp yıkmakta ve böylece Öcünü almaktadır. İman da şirk ile parçalanırsa, Allah ile olan ilişkilerimizi mahvetmekte ve insan olma onurumuzu Allah katında yakıp yıkmaktadır. [35]                                   

 

Kur'ân'dan Yüz Çevirmenin Cezası

 

99. İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kıs­mını sana anlatıyoruz. Şüphesiz ki, tarafımızdan sana   bir zikir verdik.

100. Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki, kıyamet gü­nünde o, ağır bir günah yükünü yüklenecektir.

101. Uzun süreli sırtlarında kalan bu yük, kıyamet günü onlar için ne kötüdür!

102. Sâr'a üflenüdiği gün, işte o gün, suçluları, gözleri,., korkudan göğermiş olarak toplarız.

103. Siz dünyada sadece on gün eğleştiniz diye arala­rında gizli gizli konuşurlar.                                        

104. Aralarından konuştuklarını biz daha iyi biliriz. En akıllıları ise, "sadece bir gün eğleştiniz" der.

Tâhâ sûresinde veya diğer sûrelerde anlatılan tarihteki peygamber­lere ait olgular, haberler ve olaylar, mutlaka bir amaca yönelik eğitici boyutuyla anlatılmıştır. Bu olgular, Kur'ân vasıtasıyla evrensel niteliğe kavuşarak insanlığa mal edilmekte, yansıtılmakta ve yaşanmakta olan problemlere çözüm olarak sunulmaktadır.

1. "işte geçmiştekilerin haberle­rinden bir kısmını sana anlatıyoruz."

Âyetin bu kısmında yer alan enbâ' kelimesi, "olgular" manasına alınabilir. Âyetten anlıyoruz ki, Kur'ân'daki peygamber kıssalarını, olgularını Hz. Peygamber değil, Yüce Allah anlatmaktadır. nekussu fiilinin faili Yüce Allah'tır. Bir kısmı denmekle, tüm  peygamberlerin olgularının anlatıImadığına da işaret edilmektedir.

"Bir kısım peygam­berleri sana daha önce anlattık, bir kısmını sana anlatmadık" (Nisa 4/164). Demek ki Yüce Allah, peygamberlerin hayatından günümüze ışık tutacak olan olguları anlatmıştır.

2.  "Şüphesiz ki, tarafımızdan sana bir zikir verdik."

Buradaki zikir, "Kur' ân ifade etmektedir. Çünkü Kur'ân'in i-simlerinden biri de zikirdir. Zikrin Kur'ân olduğuna dair Kur'ân'daki  pek çok delilden birkaçını zikirle yetineceğiz:

a) "Dediler ki: Ey kendisine zikir (Kur'ân) indirilen, sen kesinlikle mecnunsun" (Hicr 15/6).

b) "Onlara ne zaman yeni bir zikir gelse" (Enbiyâ 21/2). "

c)"işte bu da, bizim indirdiğimiz mübarek bir öğüt (Kur'ân) dır" (Enbiyâ 21/50).                                                             

d)  "Doğrusu Kur'ân, sana ve kavmine bir öğüttür" (Zuhruf 43/44).

Demek ki yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 99'da geçen zikr, "kitap ve Kur'ân" manalarına gelmektedir. Diğer taraftan bunun, "le-dünnî kitap" olduğu da belirtilmektedir. "Taraf anlamına gelen ledün,

"Allah tarafından verilen bir şey" için kullanılmaktadır. "Ledünnî rah­met" (Âl-i İmrân 3/8); "ledünî nesil" (Âl-i İmrân 3/38); "ledünnî çocuk" (Nisa 4/75); "ledünnî yardım" (Nisa 4/75); "ledünnî ödül" (Nisa 4/67); "ledünnî ilim" (Kehf 18/65); "ledünnî kitap" (Tâhâ 20/99); "ledünnî rızık" (Kasas 28/57); "ledünnî azap" (Kehf 18/2); "ledünnî mazeret" (Kehf 18/76) şeklindeki kullanımlara bakıldığında Kur'ân'ın, Allah tara­fından Hz. Peygambere verilen "ledünnî kitap" olduğu da söylenebilir. Kur'ân'ın ledünnî olmasının bir anlamı da, kendisine beşerî bir müdaha­lenin olmaması, sadece Allah tarafından gönderilmesidir. Kur'ân, bir öğüt kitabı olduğu için "zikr" ismini almıştır. "Öğüt sahibi Kur'ân'a yemin olsun" (Sâd 38/1).

3.  "Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki, kıyamet gününde o, ağır bir günah yükünü yüklenecektir.

vizr kelimesi, "ağır ceza" anlamına gelmektedir, iîi 'anhü "ondan" teriminden kasıt nedir? Hiç şüphesiz bundan kasıt "Kur'ân'dır." Kur'ân'dan yüz çeviren kimsenin günahı büyük olduğundan cezası da büyük olacaktır. Bu büyük ceza ona mahşerde verilecektir. "Ağır suçlara ağır ceza uygulanır" şeklindeki hukukî kuralın kökleri Kur'ân'a kadar inmektedir.

"Yüz çevirmek", Kur'ân'a olumsuz tepki göstermek, olumsuz tavır takınmak demektir. Kur'ân'dan yüz çevirmek, Allah'ın emirlerini hafife almak, O'nun öğütlerini dikkate almamak anlamına gelmektedir.

4. "Uzun süreli sırtlarında kalan bu yük, kıyamet günü onlar için ne kötüdür!"

Bu dünyada Kur'ân'a karşı yüz çevirmenin, Kur'ân'a sırtını dön­menin günahını sırtlarında, yani gönüllerinde, sinelerinde ve yüreklerin­de taşıyacaklardır. İşte onlar bu sinelerle âhirete gidecek ve orada en kötü yükü de insanların huzurunda taşıyacaklardır.

Böylece Yüce Allah, bizlere hiçbir amelin kaybolmadığının öğü­dünü vermektedir. Yüce Allah'ın çağrılarına, öğüdüne, mesajına, kitabı­na, vahyine karşı olumsuz tavır takınmanın vahameti burada anlatılmak­ta, ondan kaynaklanan günahın altında kemiklerin çatırdayacağı ifade edilmektedir. Bu âyetler, tüm dünya insanlığına uyarıdır.               

5. "Sûr'a üflendiği gün, işte o gün, suçluları, gözleri korkudan göğermiş olarak toplarız."

Burada kasdedilen sûr, "öldükten sonra dirilmeyi, mahşerde bu­luşmayı temin edecek olan sûr"dur. Başka bir ifadeyle birinci, yani kı­yametin kopuşunu sağlayacak olan sûr değil de ikinci sûrdur. Zümer 68'de şöyle ifade edilmektedir: "Sûra üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölecektir. Sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyor-

İşte Tâhâ 101'de bahsedilen sûr, ikinci, yani kendisine üfürüldü-ğünde insanların veya ruh taşıyan tüm varlıkların ayağa kalkıp mahşere geleceği sûrdur. Âyette geçen J& zurk kelimesi, "mavilik" anlamına gelmektedir. Bu durumda âyet, "mavileşerek", yani Kelbî'nin dediği gibi "kör olarak" manasını ifade etmektedir. Ayrıca, "donuklaşmış, göğermiş, gömgök bir hale gelme"yi de ifade eden bu kelime, "susuzlar ve körler" için de kullanılmaktadır. Gözlerin bu durumu, suçluluklarını yansıtmaktadır.             

6. "Siz dünyada sadece on gün eğleşti­niz diye aralarında gizli gizli konuşurlar."

Suçluların, mahşerdeyken, dünyada ne kadar kaldıklarını konuş­maları manidardır, yetehâfetûn kelimesinin kökü, "gizli konuştu, fısıldaşti, sır verdi, yavaşça konuştu" demektir. Suçluların, korkudan sesleri kıs il ac ağından durumları bu şekilde ifade edilmektedir.

7. "Aralarında konuştuklarını biz daha iyi biliriz. En akıllıları ise, sadece "bir gün eğleştiniz" der."  

Her iki âyeti beraber ele alırsak, bu ifadelerinden, onların kısa bir dünya hayatından sonra âhiret hayatını kaybetmelerinin pişmanlığını dile getirdikleri sonucunu çıkartabiliriz, "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? diye sorar. Bir gün veya günün bir'kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor derler" (Mü'minûn 23/112-113). Diğer taraftan Nâzi'ât 46'da bu itiraf şu şekilde dile geti-

rilmektedir: "Kıyamet gününü gördüklerinde dünyada sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar."

Dünyada ne kadar kaldıkları ya da kaldığımız konusunda doğru konuşma ne şekilde olmalıdır? Bu sorunun cevabını şu âyetlerde buluyoruz:

"Kıyamet koptuğu gün, suçlular, dünyada çolc az bir süre kaldıklarına yemin eder­ler. İşte onlar, böyle döndürülüyorlardı. Kendilerine ilim ve iman veri­lenler şöyle derler: Andolsun ki siz, Allah'ın yazısında yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu gün, yeniden dirilme günüdür. Fakat siz onu tanımıyordunuz" (Rûm 30/55-56).

Demek ki ilim ve iman erbabı olanlar geçen zaman dilimi hakkın­da miktar belirlememekte, öldükten sonra dirilmeye kadar kaldıklarını söyleyerek genel bir söylevi tercih etmektedirler. Fakat suçlular, pişman­lıkları sebebiyle, tekrar geri dönüp hayatlarında köklü bir değişim yap­manın hasretini çektiklerinde böyle konuşacaklardır. [36]

 

Kıyametin Kopuşu Hakkında Sorular Ve Cevaplar

 

105. Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki: Rabbim on­ları ufalayıp savuracak.

106. Böylece yerini dümdüz, bomboş bırakacaktır.                   

107. Orada ne bir iniş ne de bir yokuş görebileceksin.

108. O gün insanlar, davetçiye uyacaklar. Ona karşı yan çizme yoktur. Artık, Rahman'in hürmetine sesler        kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan başka bir ses işitemez.

Kur'ân'ın en önemli metotlarından biri sorulan soruları cevaplan­dırmaktır. Yüce Allah, vahyinin bir kısmını, sorulan soruları cevaplan­dırmak için göndermiştir. Bu soruların bir kısmı maksatlı ve alaycı so­rulsa bile mutlaka gereken cevap kendilerine verilmiştir.

İşte bunlardan birini de Tâhâ 105'te buluyoruz:

1. "Sana dağlar hakkında sorarlar' De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır. Orada ne bir iniş ne de bir yokuş görebileceksin."

Yüce Allah, "dağlar'la ilgili bu soruyu iki, yani Tâhâ 105 ve 106. âyetle cevaplandırmaktadır.

Soru, kıyametin kopuşunda dağların ne hâle geleceği hakkındadır.

Sorunun cevabını pek çok âyette buluyoruz.

a)  "Düşün o günü ki, dağlan yerinden götürürüz ve yeryüzünün çırılçıplak olduğunu görür­sün. Hiçbirini bırakmaksızın onları mahşerde toplamış olacağız" (Kehf 18/47).

b) "O gün sallanıp çalkalanır; dağlar yürüdükçe yürür" (Tûr 52/9-10).             

c) "Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar parçalandığı, dağılıp toz duman haline geldiği zaman" (Vâki'a 56/4-6).                    

d) "Artık Sûra bir defa üflendiği, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine çar­pışla çarpılıp darmadağın edildiği zaman, işte o gün olacak olur" (Hakka 69/13-15).   

e)  "Dağlar da yüne döner" (Me'âric 70/9).

f) "Kıyamet günü yeryüzü ve dağlar sarsılır; dağlar çöküntü ile akıp giden kum yığınına döner" (Müzzemmil 73/14).

g) "Dağlar ufalanıp savrulduğu" (Mürselât 77/10).

h) "Dağlar yürütülür, serap haline gelir" (Nebe' 78/20).

i) "Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur (o gün)" (Kâri'a 101/5).

Yüce Allah, kıyamet koparken dağların alacağı şekli bu âyetlerde anlatmakta, sanki Tâhâ 105'te sorulan soruya cevaplar vermektedir.

İnkârı, öldükten sonra dirilmeyi reddetmeyi, onunla alay etmeyi yansıtan bu soruya Yüce Allah ciddî manada cevap vererek inanma ih­timali olanları eğitmektedir. Alay içeren soruya verilen ciddî cevap, di­ğerlerini eğitme imkânını doğurabilir.                                            

Diğer taraftan fe kul "söyle" emrinin başındaki fâ harfi, ceva­bın derhal verilmesi, ertelenmemesini ifade etmekte olan "takip eda­tadır. yensifu kelimesi, "binayı kökünden yakmak, hayvanın otu kökünden koparması, dağı parça parça edip savurmak" manalarına gel­mektedir. Yüce Allah dağlan toza-toprağa çevirerek Öteye-beriye savuracaktır.                    

Yüce Allah verilecek cevaba devam ederek, dağların toz toprak olmasının ardından yerlerinin ne hale geleceğini anlatmaktadır.            

a) "Dümdüz bırakacak."

kelimesi, "dümdüz arazi, ova, suyun birikmiş olduğu yer" anlamına gelmektedir.                                                             

b) "Bomboş (bırakacak)."

safsaf kelimesi, "üzerinde bitki örtüsü bulunmayan yer" anlamına gelmektedir. Râzî'nin naklettiğine göre, Ebû Müslim kâ' ile safsaf kelimelerine, "dümdüz ve pürüzsüz yer" anlamını vermektedir.

c) "Orada ne bir iniş görürsün."

'ıvec kelimesi, "çarpıklık, zorluk, karışıklık, yoldan çıkarma, yolu karıştırmak, tahrif ve saptırma" manalarına gelmektedir. Bu kelime Kehf l'de Kur'ân için, "açık, dolaysız ifade", "her türlü ihtilaf, bulanık­lık ve tutarsızlıktan uzak" manasında kullanılmıştır. Burada ise "kıya­mette yeryüzünün olacağı şekil için, inişi olmayan, yani engebeli özelliği ortadan kalkmış" anlamına gelmektedir.

d) "Ne de bir yokuş."  

emt kelimesi, "hafif çıkıntı, tümsek" demektir. Demek ki tümseğin inişini ıvec; çıkışını da emt kelimeleri ifade etmektedir. Her ikisi bir araya gelince kıyametin dehşetinin, "dağlık ve engebeli bir görünümü ortadan kaldıracağı" anlatılmış olmaktadır.

Daha önce îbrâhim 48'de Yüce Allah'ın işaret ettiği gibi, çok kısa bir anda yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüşecektir. Bu dönüşüm olayındaki şekillenme olgusunun bir kısmı Tâhâ 105-107. â-yetlerde anlatılmaktadır. Bu anlatım tarzı, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin kıyametin kopacağına dair şüphelerini gidermeyi hedef almak­tadır. Bundan anlıyoruz ki, Kur'ân Hz. Muhammed tarafından yazılma­mış, Allah tarafından gönderilmiştir.

2. "O gün insanlar, davetçiye uyacaklar. Ona karşı yan çizme yoktur. Artık Rahmân'm hürmetine sesler kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan başka bir ses işitemezsin."

a) Âyette geçen "davetçi", öldükten sonra dirilmeyi haber verecek olan İsrafil meleği olabilir. Herkes ona yan çizmeden, muhalefet etmeden, kaçmadan uyacaktır.   

Daha önce yeryüzünün ve dağların alacağı şekil anlatılmış, şimdi de âhiretteki insanların durumu ele alınmıştır. 'Ivec kelimesi, bu sefer de "insanın davranışı" için kullanılmıştır.

b) Artık bu dünyadaki gibi Allah'a karşı saygısızlık olmayacak, Allah'a ve onun dinine karşı yükselen sesler orada kısılacak, fısıldama­dan başka bir şey olmayacaktır.

Âyette geçen  hems kelimesi, "gizlice anma, dudakların hare­keti ile anlaşılan söz" demektir. İbn Abbâs, Hasan el-Basrî, İkrime ve İbn Zeyd hems kelimesinin anlamından hareketle âyetin, "ayakların basması, yeri çiğnemesi, yani ayakların çıkardığı gizli seslerden ve mah­şere gelişlerden başka ses duymazsın" anlamına geldiğini söylemişlerdir[37].

Hani bu dünyada kalemiyle, konuşması ile, kitapları ile, müessese­leriyle koro halinde Allah'a karşı gelenler, seslerini yükseltip saygısızlık edenler, orada kabuğuna çekilip susacak ve bütün isyankâr tavırlarını yitireceklerdir.

İşte bu durum, insanların davranışiarındaki kıyameti, dönüşümü anlatmakta ve oradaki suçluluk duygusunun getirdiği perişan hali nite­lendirmektedir.

Allah'ın dinine olan muhalefetler, beyindeki isyan dağlan ve inkâr çukurları ortadan kalkacaktır. Yeryüzündeki dağlar, insanların beyninde kibir ve isyan dağları olarak yansımakta, çukurlar da inkârı temsil et­mektedir. İniş, çıkışlar, çukurlar ve yokuşlar da tutarsızlıkları, münafık­lık psikolojisini ifade etmektedir. Artık âhirette bu isyan ve kibir dağlan toz duman, inişler, yokuşlar, çukurlar dümdüz olur. [38]

 

Ahirette Değerlendirme Ve Şefaat

 

109. O gün, Rahman'in izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez.

110. O, insanların geleceklerini de geçmişlerini de bilir. Onlar, bilgi olarak Allah'ı kuşatamazlar.

111. Bütün yüzler, diri ve her şeye hâkim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise gerçekten perişan olmuştur.

112. Her kim, mümin olarak iyi olan işlerden yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar.

Bu âyetlerde de âhiretteki durum anlatılmaktadır.

1. "O gün, Rah-mân'ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez."

Görüldüğü gibi âyet, şefaat meselesini gündeme getirmektedir. Bu konu daha önce Bakara 48'de geniş bir şekilde açıklandı ve ayrıca Baka­ra 255'te ve Yûnus 3'te az da olsa konuya tekrar değinildi. Onun içindir ki burada geniş açıklamaya girmeyeceğiz, ancak konunun, yani âyetin bulunduğu yerin gereği kısaca açıklama yapılacaktır.

Yüce Allah, âhireti anlatırken, onun önemli meselelerinden birinin şefaat olduğunu vurguladığı için zaman zaman açıklama yapmaktadır.

a)  Yüce Allah, "şefaat" ile "fayda" kavramını bir araya getir­miş,   tenfe'u kelimesini fiil kalıbına, şefaati de özne makamına koymuştur. Sanki şefaat hareket eden, bir eylem meydana getiren canlı olarak takdim edilmektedir.

Bakara 48'de "hiç kimseden şefaat kabul olunmaz"; Bakara 255'te "O'nun izni olmadan, O'nun katında kim şefaat edebilir?"; Sebe' 23'te "Allah'ın huzurunda, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez" buyururken yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 109'da da Sebe' 23'te geçen ifade yer almaktadır.                     

Demek ki şefaat, Allah için düşünüldüğünde "kabul etmesi", "izin vermesi" söz konusu olurken; insan için ise bu şefaatten yararlanma söz konusudur.

b. Diğer taraftan Yüce Allah, şefaatinin fayda vereceği kimsede iki özellik belirlemektedir:                                             

i. Rahman, ona izin verecek,

ii. Rahman, onun sözünden hoşnut olacak.                            

Buradaki Allah'ın hoşnut olduğu söz, Allah'ın varlığını ve birliğini ifade etmektir. Meryem 87'de Yüce Allah bu söze "ahd" manasını ver­miştir. Meryem 87'deki "ahd", Allah'a bağlanılan "bağ"ı ifade etmekte­dir.

Sadece şefaat edecek olanda özellik aranmamaktadır; aynı zaman­da şefaat edilecek olanlardan da Allah'ın razı olması şarttır."Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler" (Enbiyâ21/28).                                                            

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah âhirette şefaat olayının o-lacağını, ama onun belli kurallara bağlı olduğunu söyleyerek insanların kötümserliğini azaltmakta ve onlara bir çıkış kapısı sunmaktadır. Peygambere ve onun getirdiği mesaja inanmayan kâfirlere ve müşriklere elbette şefaat olmayacaktır.

2. "O, insanların gele­ceklerini de geçmişlerini de bilir. Onlar, bilgi olarak Allah'ı kuşatamazlar."

" Yüce Allah, Bakara 255, Enbiyâ 28, Hacc 76'da aynı ifadeye yer vermektedir. Bu ifade, Hacc 76 hariç, diğerlerinde şefaat kavramının geçtiği yerde geçmektedir. Bu âyetin yorumunu farklı şekillerde yapan­ların açıklamalarım Muhammed Esed şöyle özetlemektedir: "Lafzen "elleri arasındakileri ve arkalarındakini." Müfessirler, bu ibareye çok çelişkili yorumlar getirmişlerdir. Böylece, mesela Mücâhid ve Ata, 'elle­ri arasındaki'nin bu dünyada onların başına gelenler"i gösterirken "arkalarındaki"nin "öteki dünyada uğrayacakları akıbetler" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Diğer taraftan Dahhâk ve Kelbî, tam aksini id­dia etmişler ve "elleri arasındaki"nin öteki dünyaya işaret ettiğini, "çünkü ona doğru gittiklerini"; "arkalarındaki"nin ise bu dünya anlamına geldiğini, "çünkü onu arkalarında bıraktıklarını söylemişlerdir. Başka bir açıklama ise şöyledir: "Onların önünde cereyan edeni ve onlardan sonra meydana gelecek olanı". Ama bütün bu yorumlarda "kişinin elleri arasında duran" deyimsel ibaresinin gözden kaçırıldığı anlaşılmaktadır. Yani "aşikâr olan, bilinen yahut kavranabilen". Aynı şekilde ma halfehüm, "kişinin bilgisi veya idraki dışında olan" anlamına gelir. Yukarıdaki Kur'ân âyetinin genel muhtevası Allah'ın sonsuz kudreti ve ilmi ile bağlantılıdır" [39]

Onların ilmi  neyi kapsayamaz? Buna iki şekilde cevap verebiliriz: Birisi, insanların önlerinde ve arkalarındakini, yani geçmiş ve gelecekle­rini ilimleri ile ihata edemezler, bilemezler. Diğeri de, insanların bilgileri Allah'ı ihata edemezler, bilgice O'nu kuşatamazlar demektir. Bakara 255'te olduğu gibi bunu şefaat konusu ile ilgüendirirsek şu ortaya çıka­caktır: Şefaat etmeye ve şefaat etmeye izin vermeye layık olan varlık, insanların geçmiş ve geleceğini ilmi ile ihata etmeli, tam anlamı ile her şeyi bilmelidir.

Bu âyette Yüce Allah, "şefaat" ile "bilme" arasında bağlantı kur­makta, böylece bilmenin, bilgi ile ihata etmenin Önemini öne çıkarmaktadır. Ayrıca geçmişi bilmenin önemine ve geleceği planlamaya da dik­kat çekmektedir. Demek ki şefaat etmenin neden Allah'ın iznine tâbi olduğunun sebebi, geçmiş ve geleceği tam anlamı ile bilmeye bağlan-

3. "Bütün yüzler, diri ve her şeye hâkim ci­lan Allah İçin eğilip boyun bükmüştür."                                               :.

Âyette geçen cü 'anet fiili, "zillet ile boyun eğmek" anlamına gelmektedir. Atıyye el-Avfî bu kelimeye "teslim olmak"; Talk b. Habîb "secde esnasında alnı ve burnu yere koymak" manalarını vermişlerdir. "Zillet ile boyun eğmek" manasını ise Nahhâs vermiştir[40]. Bize göre âyetteki "yüz"den kasıt, insanın bütün benliğidir. Demek ki mahşerde insanlar diri ve her şeye hâkim olan Allah'a bütün benlikleri ile teslim olacak, zillet ile boyun eğeceklerdir.

Yüce Allah, oradaki sahneyi anlatırken burada yani dünyada ne yapılması gerektiğine işaret etmektedir. Bu dünyada huşu ile Allah'a teslim olup ibadetini yapan, secdesine giden insanlar, orada zillet duymayacaklardır. Bu dünyada insanların, Allah'a bütün benlikleri ile teslim olmalarında, ibadetlerinde duymaları gereken hu sularındaki eksiklikleri ya da yokluğu onlara bu şeklide gelecekte olacak olanlarla hatırlatılmaktadır. Bu da bir eğitim-öğretim metodu niteliğini taşımakta­dır. Ayette geçen "zillet ile eğilmek", "hicap ve saygı dolu bir harekef'i ifade etmektedir ve müminler için saygı, kâfirler için hicap, zillet ve pişmanlık dolu bir eğiliş biçimi olacaktır. Dikkat edilirse Yüce Allah'ın burada verilen isimleri ile Bakara 255'te verilen isimleri arasında bir bağlantı vardır. Kayyûm, "var olan her şeyin dayanağı, kendi kendine yeterli, her şeye hâkim" demektir. İşte hayy "diri" ve kayyûm olan Allah'a teslim olacak ve O'nun önünde eğileceklerdir.

4.  "Zulüm yüklenen ise gerçekten perişan ol­muştur."

hâbe, "mahrum olduğundan dolayı perişan oldu" demektir. Âhirette zulüm yükünü yüklenen, âhirete zulüm günahı ile gelen kimse şefaatten istifade edemeyeceğinden ondan mahrum olacaktır. Şefaatten                                 ve ödülden mahrum olacak zâlim kimdir? Bu soruya verilecek cevap şu âyetlerden meydana gelebilir:

a) "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan  başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur" (Nisa 4/48).

b)  "Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür"(Lokman 31/13).

Demek ki zulüm yüklenen kişi, bu dünyada Allah'a şirk koşandır. Şirk koşanlar, hem af edilmeyecek hem de şefaatten istifade edemeye­ceklerdir.

"İman etmelerinden, peygamberin hak olduğuna ve kendilerine apaçık deliler getirmesine şahadetten sonra inkâra sapan bir topluluğa Allah nasıl hidâyet nasip eder? Allah zâlimler topluluğunu hidâyete iletmez" (Âl-i İmrân 3/86); "İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkarcılıkta daha da ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların tâ kendisidirler" (Âl-i İmrân 3/90); "Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa dâhi kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azıp vardır, hiç yardımcıları da yoktur" (Âl-i İmrân 3/91). imandan inkâra sapan veya sapıklığa düşen kişi bu âyet­lerde zâlim ve sapık ilan edilmektedir. Mürted unvanını alan bu kişiler, asla affedilmeyecek, yardım görmeyecek ve tövbeleri de kabul edilme­yecektir. Bunun başka bir ifadesi de kendilerine şefaat olunmayacaktır.

Ayrıca insanların ibadet özgürlüğüne mâni olan, ibadethaneleri, yani mescitleri harap edenler de büyük zâlim olarak ilan edilmektedir (Bakara 2/114). Diğer taraftan Allah'ın söylemediğini Allah söyledi di­yerek O'na iftirada bulunanlar da zâlimlerdir (Hûd 11/18). Kul hakkı yiyen, yetim hakkını haksız yere midesine tıkayan da zâlimdir

4/10). Bu ve buna benzer günahları işleyenler, mahşerde zulüm yükü ile gelecek, perişan olup şefaatten istifade edemeyeceklerdir.

Yüce Allah'ın bu anlatım tarzının eğitim, hukuk ve ahlâk alanla­rında caydırıcı bir metodu olmaktadır. Din eğitimi şirkin, dinden çıkıp kâfir olmanın, insan hak ve Özgürlüklerine engel olmanın, Allah'ın dini hakkında yanlış fetva vererek Allah'a iftira etmenin, kul hakkı yemenin ne denli kötü olduğunu anlatıp insanların beynine ve gönlüne kazımah-dır. İnsanları bunlardan uzak tutmak, din eğitiminin başarısı ve kalitesi olacaktır.

5. "Her kim, mümin olarak iyi olan işlerden yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hak­kının çiğnenmesinden korkar."

İmanı ile davranışlarını bir araya getiren erdemli kişilerin durumu­nu da ele alan âyet, onların hem bu dünyada hem de âhirette haksızlığa uğramayacağını, Ödüllerinin eksiltmek ,kırmak  vurgulamaktadır.hadm kelimesi, "eksiltmek, kırmak, yoksun bırakmak, üst üste binmiş, birbirine yapışmış" manalarına gelmektedir. Ama âyette zulme "Ödülün eksilmesi", hadmâ da "hoş, güzel davranış, saygıda eksiklik" manaları verilebilir.

Zâlimlerin durumu anlatıldıktan sonra, hemen mümin ve erdemli işler yapanların gelmesi "ritim psikolojisini ifade etmektedir. Önceki âyetlerin meydana getirdiği olumsuz gerginlik bu âyette dağılmakta ve ortadan kalkmaktadır. Kur'ân'm konu konu inmesinin nedenlerinden biri de budur. [41]

 

Kur'an'ın İşlevi Ve Dua

 

113. Biz, onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. Onda uyarılan ayrıntılı olarak açıkladık ki, belki saygılı olur­lar, yahut onlara bir hatırlatma yapar.

114. Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. Kur'ân sana  vahy edilirken, vahy bitmeden önce, tekrarlamakta acele etme ve: "Rabbim, ilmimi artır" de.

Bu âyetler, Peygamberimizin şahsında müminlere ilginç ilkeler sunmaktadır.

1. "Biz, onü Arapça bir Kur'ân olarak indir­dik."

Bu âyet, Yûsuf sûresinin 2. âyetinin devamı durumundadır. Bura­daki 'arabiyyen kelimesini, "Arapça" manasına alacağımız gibi, "konulan derinlemesine açıklayan" manasına da alabiliriz.

Yüce Allah, Kur'ân'da kullandığı Arapça kelimelerin pek çoğuna ilâhî manalar yüklemiş ve böylece Kur'ân'a "Rabca" bir dil niteliği ka­zandırmıştır. Bu açıdan bakınca, Allah, Kur'ân'ı edebî bakımdan zirvede olan bir Arapça ile ifade etmiştir. Bu yönü ile Kur'ân, beşer tarafından yazılmadığını, Allah tarafından gönderildiğini adetâ haykırmaktadır. İşte bu durum, Ra'd 37'de , İbrahim 4'te ve Meryem 97'de de ifade edilmiş­tir. Burada Arapça kelimesini "açıklayıcı" manasına almamızda hiçbir sakınca yoktur.

2. "Onda uyarıları ayrıntılı olarak açıkladık."

sarrafnâ kelimesi, "ayrıntılı, çok yönlü açıklamak" demektir. el-va'îd kelimesi de "uyarı, tehdid, korkutma" anlamlarına gelmekte, sarrafnâ ile bir araya gelince, "her çeşit uyarıyı apaçık hale getirdik" anlamını ifade etmektedir.

3. "Belki saygılı olurlar, yahut onlara bir hatırlatma yapar."

Kur'ân'da Yüce Allah uyarılarını çok yönlü yapmış ve onu açıkla­yıcı bir Kur'ân olarak indirmiştir. Böyle yapmasının amacı nedir? Bu sorunun cevabını yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 113. âyetin son kısmında ve başka âyetlerde vermektedir.

a) "Belki saygı duyarlar."

Burada saygı duymak anlamını verdiğimiz takva kelimesine, "gü­nahlardan sakınırlar" manası da verebiliriz. Demek ki Yüce Allah'ın uyarılan çok yönlü açıklamasının amacı, insanların takvaya ulaşmaları, saygı duymaları ve sakınmalarıdır.

b) "Yahut onlara bir hatırlatma yapar."

Kur'ân, bir öğüt kitabı olması bakımından, insana Allah'a karşı, insanlara ve kendisine karşı görevlerini hatırlatmaktadır. yuhdisü fiilini dikkate alarak bu ifadeye "yeniden bir öğüt sağlar" manasını vere­biliriz. O zaman önceki peygamberlerin kitaplarının da bir öğüt için gön­derilmiş olduğu ilkesine varmamız mümkün olacaktır. Kur'ân da bunu yeniden temin eden bir kitap durumundadır.

c) "Umulur ki aklınızı kullanırsınız" (Yûsuf 12/2).

Demek ki, Kur'ân'm açıklayıcı bir Arapça kitap olarak gönderil­mesinin amacı, insanların düşünmesi ve anlamasını temin etmektir.

d) "Onlara iyice açıklasın diye" (İbrahim 14/4).

Yüce Allah, bütün peygamberleri kendi ana dilleri ile ifade edilmiş bir kitapla göndermiştir. Bunun amacı da, peygamberlerin mesajını onla­ra ana dilleri ile iyice açıklayabilmesini temin etmektir. İyice açıklanma­yan bir metin iyice anlaşılamaz ve bunun neticesinde hayata geçirilemez.

e) "Bilen kavim için" (Fussılet41/3). Buradaki bilen kavimden maksat, "anlayan ve kavrayan kavim"dir.

kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünsünler diye sana da bu Kur'ân'ı indirdik" (Nahl 16/44).                                      

Demek ki amaç, insanların düşünmesini sağlamaktır.

4. "Gerçek hükümdar olan Allah yücedir."

Demek ki bir gerçek hükümran vardır, bir de gerçek olmayanlar, yani geçici olanlar vardır. Allah'ın hükümranlığı mutlaktır, gerçektir, geçici ve değişken değildir. Bu nitelikteki hükümranlığa sahip olan Allah yücedir.

Bir önceki âyete ve bu âyetin devamına bakarsak "114. âyetin bu kısmı buraya niçin konmuştur?" sorusunu sormamız gerekebilir. Cevap olarak şu yorumu getirebiliriz: Kur'ân'da bütün uyarıları tüm yönleri ile açıklayan Yüce Allah'tır. Onun hükümranlığı mutlaktır. Ancak bu sıfat­lara sahip olan varlık, bu işleri yapabilir.

"Kur'ân, sana vahyedilirken, vahy bitmeden önce, tekrarlamakta acele etme."

Ayetin bu kısmından öğretim faaliyeti için şu ilkeyi çıkartıyoruz: Öğrenimde, özellikle öğrenci, konuları öğrenmekte acele etmemelidir. Konular kendisine tamamen anlatıhncaya kadar dinlemeli ve beklemeli­dir. Öğretimde "sabır" yani "acele etmemek" önemli bir değer veya il­kedir. Dikkat edilirse Tâhâ sûresinin 83. âyetinde Hz. Musa'ya acele etmesinin sebebi sorulmuş, 114. âyette de Hz. Peygambere okumakta acele etmemesi emrolunmuştur. Demek ki Tâhâ sûresi "acelecilik" ko­nusunda bir eğitim vermektedir. İki örnek de peygamberlerden seçilmiş­tir.              

6. "Ve Rabbim ilmimi artır, de."

tşte bir peygamber bile ilminin artırılması için Allah'a dua edecek­tir. Bu duanın nasıl yapılacağının formülünü de Yüce Allah bildirmekte, belirlemekte ve koymaktadır. O zaman şu genellemeye varabiliriz: Bil­ginin elde edilmesinde insanın çalışması, gayreti ve emeği olacaktır.

Ama onun elde edilmesinde bir de Allah'ın vermesi vardır. Emek ile ilâhî verme bir araya gelmelidir. İlâhî veriş için de insan yalvarmahdır.

Netice olarak diyebiliriz ki Tâhâ 114. âyet, sadece Hz. Peygambe­re hitap etmemekte, bütün çağların müminlerine hitap etmektedir. Kur'ân'i yavaş yavaş anlamakta acele etmeyeceğiz. Derinlemesine anla­şılabilmesi için ilme, bilgiye ihtiyaç vardır. Kur'ân'in anlaşılmasını sağ­layacak bilginin artışı için Allah'a dua edilecektir. "Dua", onu öğrenme­nin gönül boyutunu, bilgi de beyin boyutunu gündeme getirmektedir. Bu dua ile, insan takatinin elde edemeyeceği bilgilerin artışı istenmekte­dir.

Bu dua bize, aynı zamanda, dualı eğitim, dualı Öğretim ve öğre­nim, duah anlatım ilkesini öğretmektedir. Dualı öğretim veya öğrenim bereketlidir. Öğretimin bereketini de dua sağlamaktadır. [42]

 

Hz. Adem Olgusu

 

115. Andolsun ki, daha önce Âdem'e ahit vermiştik, fa­kat unuttu; onu azimli bulamadık.

116.   Meleklere:   "Âdem'e secde edin" demiştik.  İb­listen başka herkes secde etmiş, o çekinmişti.

117-119. "Ey Âdem! Doğrusu bu, senin ve eşinin düş­manıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bed­baht olursun. Zira cennette ne acıkırsın ne de çıplak kalırsın; orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın" dedik.

120.  Ama, şeytan ona vesvese verip: "Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir hükümranlık göstereyim mi?" dedi.

121.  Bunun üzerine ikisi de ağaçtan yedi, ayıp yerleri görünüverdi. Cennet yapraklanyla Örtünmeye koyuldu­lar. Âdem, Rabbine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı.

122.  Rabbi yine de onu seçip tövbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi.

123.   Onlara (Allah) şöyle dedi:  "Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Elbet size benden bir yol gösteren gelir. Benim yoluma uyan ne sapar ne de bed­baht olur."

Hz. Âdem olgusu, tekrar bazı farklılıklarla gündeme getirilmekte­dir. Bir bakıma insan neslinin bazı davranış şekillerinin Hz. Âdem örne­ği ile anlatımı ile karşı karşıyayız.

"Andolsun ki, daha Önce Âdem'e ahit vermiştik."

Âyette geçen ül$i 'ahidnâ fiilini İbn Abbâs, Kadı Beydâvî ve Hâzin "emrettik"; Râzî, Nesefî ve Kurtubî "vahyettik" manasına almışlardır. Bu görüşlerden hareketle sözkonusu kelimenin "emirlerini, mesajlarını ulaştırmak" anlamına geldiği anlaşılmaktadır.

Tâhâ 99'da geçmişteki olguları anlattığını buyururken Yüce Allah, bu olguların başına giderek insanlığın atası olan Hz. Âdem örneği ile âdeta insanı tanıtmaktadır.

Bu olgunun ilk ayağını, Hz. Âdem'e verilen emirler ve bu emirle­re karşı onun takındığı tavır oluşturmaktadır. Yukarıda belirtilen ahid kavramının içini ne ile dolduracağız? Yasak ağaca yaklaşmaması (Baka­ra 2/35); Şeytanın ona ve hanımına düşman olması ve onları cennetten çıkaracağını söylemesi (Tâhâ 20/117) bu ahidin içeriğini oluşturmakta­dır. Yüce Allah, ilk insana yasak koymuş ve bu yasak beslenme ile ilgili olmuştur. Ayrıca, ona düşmanını tanıtarak onu bilinçlendirmiştir.

2. "Fakat unuttu; onu azimli bulmadık."

Hz. Âdem, Yüce Allah'ın kendisine ulaştırdığı mesajlarını, emirle­rini unuttu. İşte insanın temel özelliklerinden biri "unutkanlığı"dır. Unutkanlık tüm insanlarda vardır. Allah'ın emrini unutan ve sonunda gü­nah işleyen insan, elbette insanların emirlerini de unutacaktır. Yüce Al­lah, unutkanlığının ardından onda bu konuda bir gayret, bir azim de bulmadığını söylemektedir. Bu ifadesiyle Yüce Allah, aynı zamanda insanın ikinci özelliğine de işaret etmektedir. "Azimsizlik, gayretsizlik, umursamazlık" da insanın psikolojik özelliklerinden bir bölümünü teşkil etmektedir.

 el-'azm kelimesi, "kararlılık, sebat ve ısrar" demektir. Yüce Allah, Hz. Âdem'de günahtan sakınma ve uzak durma konusunda ısrar ve kararlılık bulmadığına dikkat çekmektedir.

Yüce Allah, Bakara 31'de belirttiği gibi, öğretime tâbi tuttuktan sonra Hz. Adem'in unutması ve azim göstermemesi bize şunu öğütlüyor: însan ne kadar bilgili olursa olsun, şeytanın etkisinde kalmakta ve kendi­sine yakışmayan davranışları ona yaptırmaktadır. Ayrıca "babanızın yap­tığı gibi yapmayın, görevinizi asla unutmayın, düşmanınız olan şeytana karşı daima uyanık olun ve bu konularda ısrarcı olunuz" öğüdünü de âyetten anlamaktayız. Bu mesajı devlet adamları, ana-babalar ve eğitim­ciler özümsemelidirler. İnsanların unutkan ve gayretsiz olduklarını bile­rek onlara yaklaşmalıdırlar.

3. "Meleklere: 'Âdem'e secde edin' demiştik. İblîs'ten başka herkes secde etmiş, o çekin­mişti."

Tâhâ sûresinde anlatılan bu olguda niçin meleklere "Âdem'e secde edin" dendiği açıklanmamaktadır. Bu açıklamayı Bakara 31-33'te bul­maktayız. Yüce Allah, Adem'e Öğrettiği bilgiler konusunda melekleri ve Hz. Âdem'i imtihan etti. İmtihanı Hz. Âdem kazanınca, bilginin üstün­lüğü gereği melekleri ona secde ettirdi. "Bilmeyenler bilenlere boyun eğerler" ilkesi, âyetlerle insanlığa öğretilmektedir.

İşte ilâhî öğretimden geçmiş, imtihanı kazanmış ve hatta melekler kendisine secde edecek kadar değer kazanmış bu insan, ilâhî mesajı, emirleri unutmuş ve günahtan uzak durma konusunda da ısrarcı olma­mıştır. Meleklerin kendisine secde ettiği değerli varlık, sahip olduğu bilgisi ile şeytana karşı koyamadı, etkisinden kurtulamadı ve sahte uyarı­sına mağlup oldu.

Bundan şunu çıkarıyoruz: Bilgi çok büyük bir değerdir ama, nefsin ve şeytanın etkisine karşı yeterli bir koruyuculuk yapamamaktadır. İşte Yüce Allah, bilginin yanında olması gereken şeyin ne olduğunu anlat­mak için Hz. Âdem'i bir simge olarak almıştır. "Bilgi" durgun enerji halinde kafada kalmamalı, onu hatırlayıp hayata uygulamak için gayretli olmak gerekiyor.

"Ey Âdem! Doğrusu bu, senin ve eşinin düşfnamdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht

olursun. Zira cennette ne acıkırsın ne de çıplak kalırsın; orada ne susar­sın ne de güneşin sıcağında kalırsın, dedik."

Yüce Allah, bu âyette Hz. Âdem'e verdiği öğüdü ve cennet haya­tının özelliklerini anlatmaktadır. Ayetin hem analizini hem de çıkarıla­cak esasları ele alacağız:

a) "Ey Âdem! Doğrusu bu, senin ve eşi­nin düşmanıdır, dedik."

Yüce Allah, Hz. Âdem'in şahsında insanlara düşmanını tanıtmak­tadır. Bunu eğitime uyarlarsak şu ilkeye varıyoruz: Eğitim, insanlara düşmanını tanıtmalıdır. Özel anlamda bir milletin eğitimcileri hangi mil­letlerin kendilerine düşman olduklarının bilincini vermelidir. Çünkü in­sanlık tarihi boyunca milletler haklı veya haksız birbirlerine düşman olmuşlar ve olmaktadırlar.

Düşmanlıkların çeşitli nedenleri olabilir: Kültürel düşmanlık ola­cağı gibi, bazılarının sahip olduğu ekonomik zenginliklere de göz diken­ler olabilir. Çalışan millet, bilgi ve teknolojide ileri gider, ona olan kıs­kançlık düşmanlığa dönüşebilir. Farklı inanç ve dine sahip olmak da arada bir düşmanlık doğurabilir. Demek ki düşmanlıklar ve onların do­ğurduğu savaşlar, ya kültürel ya dînî ya da ekonomiktir. Son zamanlarda buna teknolojik savaş da eklenmiştir.

Şeytanın Hz. Âdem'e olan düşmanlığı kıskançlıktan, kibirden ve Yüce Allah'ın, insana verdiği değerden kaynaklanmıştır. Netice olarak diyebiliriz ki, insanın ilk ve en azılı düşmanı şeytandır. Onun düşmanlı­ğı, kıyamete kadar devam edecektir. Yüce Allah, Hz. Âdem'e ve hanı­mına düşmanını tanıtmakta ve onun onlara neler yapacağını da kendile­rine bildirmektedir.

b) "Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun."

Yüce Allah, Hz. Âdem ve eşinin, şeytanın etkisi altında kalabile­cekleri ve bu etki sayesinde cennetten çıkarılabilecekleri uyarısında bu­lunmaktadır. Nitekim yasak ağaçtan yemelerinin ardından, onları cennet­ten çıkaran varlık Yüce Allah olmasına rağmen bunu şeytanın yaptığına dikkat çekilmektedir. Yüce Allah, Hz. Âdem ve eşinin işlediği amelin Yüce Allah, her iki davranış şeklinin neticesini vererek, tercihleri­ne rehberlik etmekte, şeytanın etkisinde kaldığında varacağı kötü netice ile Allah'ın emrini tutup yaptığı olumlu davranışın sonucunda elde edeceklerinin karşılaştırmasını yaptırmaktadır.

Yüce Allah, Hz. Adem'e verdiği öğüt ve uyarıları bize niçin anla­tıyor? Bu âyetleri günümüze taşıyıp onlardan ışık almamız gerekiyor: Bize ve geleceğin nesillerine şu söyleniyor: Haram lokma yemenin neti­cesi bedbahtlıktır, çıplak kalmak yani haya duygusunu yitirmektir, top­luma veya kendine açlık getirmektir, pişmanlığın hararetini tatmaktır, açlıktır. Hz. Âdem'in şahsında haram lokma yemenin nelere mal olaca­ğını tüm insanlığa anlatılmakta ve öğretilmektedir.

5. "Ama, şeytan ona vesvese verip: 'Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve çekmesi olmayan bir hükümranlık gösteriyim mi?' dedi."

Şimdi bu âyetten çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:

a) Halk arasında dolaşan ve bazı okur-yazardan kaynaklanıp gelen anlayışa göre şeytan, Hz. Havva'yı önce etkileyip kandırmış, Havva da yedikten  sonra beyini  kandırıp  yemesine  neden  olmuştur.  Âyetten anlıyoruz ki bu haber yanlıştır ve şeytan ilk önce Hz. Âdem'e vesvese vermiştir. A'râf 20'ye göre de ikisine birden vesvese verip onları etkile­miştir. Bu konudaki geniş açıklama A'râf 20'nin tefsirinde yapılmıştır.

Ortalıkta dolaşan bu iddia günümüzdeki Kitab-ı Mukaddes'in Ya­ratılış bahsinden gelmektedir. Kadını aşağılamak için kullanılan bu ha­berin gerçekle alakası yoktur.

b)  Şeytanın vesvesinde insan için önemli olan şu iki değer/tutku yer almakta ve şeytan onları istismar etmektedir:

Bunlardan birincisi "ebedîlik duygusudur." Şeytan, ebedilik duy­gusunun eşiğinden girip Hz. Âdem'i etkilemiştir. Ebedilik ağacından kasıt, Hz. Âdem'i ebedi olarak cennette tutacak olan ağaçtır. Şeytan ona: "Bu ağaçtan yersen ebedî olarak cennette kalırsın" demişti. Bundan şunu çıkartıyoruz: "İnsan niçin haram lokma veya kul hakkı yer?" Çünkü ka­zanmış olduğu servetin onu bu dünyada ebedîleştireceğini zanneder. Bu ebedîlik duygusu ona bu günahı işletir. Hz. Âdem'de de böyle oldu; kiyâmete kadar insanların bir kısmı da muhtemelen böyle davranacaktır. Bu bir yazgı, yani kader değildir ama, ebedîlik duygusu bütün insanlarda vardır.

Yüce Allah, bu olguyu Kur'ân ile bize anlatmakla şunu söylüyor: Babanız Adem ededîlik duygusuna aldandı, siz de bu duygu ile şeytana kamp dünyaya tutku ile bağlanıp haram lokma yemeyin. Sonra bu dünya tutkusu sizin mutluluğunuzu alıp götürür.

Diğeri de "tükenmeyen iktidardır". İktidar, hükümranlık, yani ma­kam hırsı insanı yanlışa götüren ikinci duygu olmaktadır. Ebedîlik tutku­su ile makam yani iktidar hırsı ve tutkusu insanın hayatını alt-üst etmek­tedir.

İnsanın gönlünden en son çıkan şey makam, iktidar hırsı, yani tut­kusudur. Onun için Yüce Allah, bizi terbiye ederken iktidar hırsının in­sanı ne hale getirdiğini Hz. Âdem örneği ile anlatmaktadır. Siyâsî erki elinde tutmak ve tükenmeyen, zeval bulmayan güce sahip olmak insanlı­ğa ne kadar kan akıttırmıştır!

Kitab-ı Mukaddes'in Genesis kitabının 1-9. âyetlerinde ebedîlik ağacı, "iyi ile kötüyü bilme ağacı" olarak takdim edilmektedir. Bu doğru değildir. Bu ağaç "haram lokma" kavramını temsil etmektedir.

Yüce Allah, bu âyetle bize, "insanın biyolojik yani maddî yapısı ne denli sınırlı ise, tutkuları, istekleri, hayatı ve bilgi edinme kapasitesi de o kadar sınırlıdır" bilgisini öğretmektedir. Bu dünyada insan için son­suzluk, ebedîlik ve tükenmezlik kavramları geçersizdir. Sonsuz nimet ve tükenmeyen iktidar insan için bu dünyada sahip olunamayacak şeylerdir. Ama onların peşine takılmak, insanı şeytanın oyuncağı haline getirecek­tir. Zaten şeytan, insana yaklaşıp onu etkileyebilmek için bu tür duygula­rı veya tutkuları kullanmaktadır.

İnsanoğlu, çökmeyecek bir hükümranlığa sahip olmak için kan akıtıp bozgunculuk yapmış, yapıyor ve yapacaktır. Yüce Allah, bu anla­tım ile insanın ebedîlik tutkusu ile iktidar hırsını disipline edip terbiye etmektedir.

6. "Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yedi, ayıp yerleri görünüverdi. Cennet yaprak-lanyia örtmeye koyuldular."                               

Aynı davranış şekli A'râf 22'de işlenmişti. A'râf 20'de "tattılar" denirken, Tâhâ 120'de "yediler" fiili kullanılmaktadır. İki fiil de aynı şeyi ifade etmektedir. Ayrıca A'râf 22'de "Onları hile ile aldattı" ifadesi de yer almaktadır.

a) Hz. Âdem ve eşi cennette ebedî kalmak ve tükenmeyen bir ikti­dara sahip olmak tutkusu ile ağaçtan yediler. Bu, "Allah'ın emrini unu­tup karşı geldiler" demektir. Netice ne oldu? Âyetin devamı bunu cevap­landırmaktadır: "Ayıp yerleri görünüverdi." Aslında çıplak olduklarının farkında değildiler, yasaklanmış ağaçtan yiyince çıplaklıklarının farkına vardılar.

"Yüce Allah bunu bize niçin anlatıyor?" sorusunu A'râf 22'de ce­vaplandırdık ama burada kısa bir açıklama daha yapmalıyız: Yüce Allah bize, haram lokmanın haya duygusunu yaralayacağını, insanı beden teş­hirine sevk edeceğini, iffet duygusunu yaralayıp asaleti ortadan kaldıra­cağını anlatmakta, bunu Hz. Âdem örneği ile bize sunmaktadır.

b)  "Cennet yaprakları ile örtmeye koyuldular." Elbise belki çirkin yerlerimizi örter ama, esas elbise takva yani, haya elbisesidir (A'râf 7/26). Bundan şunu da çıkartıyoruz: Önemli olan örtünmedir; örtü ağaç yaprağı olabileceği gibi en iyi kumaş da olabilir. Ama gerçek elbise, haya denen takva elbisesidir.

7. "Âdem, Rabbine baş kaldırdı ve yolunu şaşır­dı."

Allah'ın yasakladığı ağaçtan yeme Allah tarafından, başkaldırı ve yolunu şaşırma olarak değerlendirilmiştir. Verilen emri yerine getirme­mek, hatta onu şeytanın etkisi altında kalarak yapmak bir başkaldırı, yani asiliktir. Bir bakıma "cennetten kovularak, cezalandırılarak yaşamı de­ğişti" demek de mümkündür. el-ğayy "fesat, yani bozuşma" anla­mına gelmektedir. Âdem, bir taraftan Allah'ına âsi oldu, diğer taraftan da kendi hayatını bozdu. Doğru yolda olmanın zıddı olan ğayy, "doğru yoldan çıkmak" anlamını ifade etmektedir. Nitekim Âdem, Allah'ın emdan çıkmak" anlamını ifade etmektedir. Nitekim Âdem, Allah'ın emrini unutup hangi ağacın yasaklandığını hatırında tutamamıştı.

Bundan çıkaracağımız neticelerden biri de şudur: Peygamberler de peygamber olmadan önce günah işlemiş olabilirler. Tıpkı Hz. Musa'nın peygamber olmadan önce bir insanı öldürmesi gibi.

Hz. Peygambere Fetih 2'de geçmiş ve gelecek günahlarını affetti­ğini bildirmesinden anlıyoruz ki, bizim açımızdan bakınca peygamberler günahsız görünür ama Allah tarafından bakınca günahsız kimse yoktur.

8. "Rabbi yine de onu seçip tövbesini kabul etti, ona doğru yolu gösterdi."

"Seçme olayı" bize göre onu peygamber, Râzî'nin dediği gibi nebî olarak tayin etmesi anlamına gelmektedir. Bundan şunu anlıyoruz: İn­sanlar hata yapabilirler, ama onlar bir işi yapmakta uzman iseler, katla­nabilecek olan hatalarına katlanmak gerekiyor.

"Yüce Allah onu seçti" denilirken, onu huzuruna tövbe edecek bir şekilde kabul ettiği kastedilmektedir. ictebâ "kabul etti" anlamına da gelmektedir. Tövbesini kabul etmeden önce Hz. Âdem ona tövbe etti. Hatta tövbesini nasıl yapacağını da Allah ona öğretti.

"Bu durum devam eder­ken Âdem Rabbinden bir takım kelimeler (ilhamlar) aldı ve derhal tövbe etti. Çünkü Allah, tövbeleri kabul eden ve merhamet sahibidir" (Bakara 2/37). Peki aldığı kelimeler ne idi? Sorunun cevabını A'râf 23'te buluyo­ruz: "(Âdem ile eşi) dedi­ler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz." İşte tövbenin içeriği bu kelimelerle doldurulmuştu. İşte Yüce Allah bu şekilde yapılan tövbe­yi kabul etti.

Bir önceki âyette yani Tâhâ 121'in sonunda ğavâ "şaşırdı" ifadesi yer almıştı. İşte tövbesini kabul ettikten sonra Yüce Allah, onun şaşkınlığını ortadan kaldırıp doğru yola iletti. Hz. Âdem'in şaşırması, sonra Yüce Allah'ın ona bir çıkış yolu bulmasına benzer bir durum, daha sonra Hz. Peygamberde de olmuştu: "Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" (Duhâ 93/7). Hz. Âdem için ğavâ, Hz. Peygamber için dâll kelimeleri kullanılmış ama doğru yolu göstermek için her ikisi içinde "hidâyet" kelimesi kullanılmıştır.

Hz. Peygamber, Mekke toplumunun aşırı gidişinin, zulmünün, ağır derecede yanlış işler yapmasının çıkış yolunu bulmakta şaşırmıştı. Hz. Âdem de şeytanın etkisi altında kalıp günah işlemesinden dolayı şaşkın­lık içindeydi. Şaşkınlıkları aynı olmasına rağmen nedenleri farklı idi. Hz. Âdem, kendi yaptıklarının çözümünü bulamamaktan, Hz. Peygamber de başkalarının yaptıklarının çaresini bulamamaktan dolayı şaşkınlıkta idi. Yüce Allah, her ikisine aynı şekilde davranıp çıkış yolunu, çözüm yolu­nu ve doğru yolu göstermiştir.

"Ona doğru yolu gösterdi" ifadesinden, "peygamberler de hidâye­te, yani Allah'ın doğru yolu göstermesine muhtaçtırlar" ilkesini anlıyoruz. Hidâyete ihtiyacı olmayan hiç kimse yoktur. Onlar da bir çıkış yolu bulma, doğru yolu tutma konusunda Allah'ın müdahalesine muh­taçtırlar.

'Onlara şöyle dedi: Birbirinize düşman olarak he­piniz oradan inin. Elbet benden size bir yol gösteren gelir. Benim yolu­ma uyan ne sapar ne de bedbaht olur."

Bu âyetten çıkaracağımız neticeler olacaktır:

a) Yüce Allah, onları cennetten çıkardıktan sonra mı tövbelerini kabul etmişti; yoksa cezayı uygulamadan önce mi kabul etti? Tâhâ'daki bu âyetlere bakınca, tövbesini kabul ettikten sonra gibi gözükmektedir. Ama Bakara 36-37. âyetlere bakınca da tövbeyi cezadan sonra kabul etmiş gibi gözükmektedir. Diğer taraftan A'râf 23-24'te de tövbenin kabul edilmesinden sonra cezanın uygulanmış olduğu anlaşılmaktadır. Bize göre Bakara 36-37. âyetlerin sistemini A'râf 23-24 ve Tâhâ 122-123'e bağlamamız gerekiyor.

b) Yüce Allah, ihbitâ "ininiz" derken iki kişiye hitap etmekte, ama "birbirinize düşman olarak" derken çoğul zamir kullanılmaktadır.

Bunun sebebi nedir? Râzî bu sorunun cevabı niteliğinde bazı âlim­lerin görüşlerini nakletmektedir:    

Bundan şu neticeye geliyoruz: Din eğitimi, sapkınlığın, şaşkınlığın ve bedbahtlığın olmadığı, tam tersine onları ortadan kaldıran ilâhî yolu tam anlayıp, tam anlatacak ve tam olarak hayata geçmesine yardım ede­cektir. O yol insanları sapkınlıktan ve bedbahtlıktan kurtaracaktır. İşte din eğitimine olan ihtiyaç buradan doğuyor ve din eğitimi kendi varlığını bu ihtiyacın üzerinde temellendiriyor. Din eğitimi, insanların sapkınlığı­na ve bedbahtlığına hem çare hem de çıkış yolu olacaktır. [43]

 

Allahın Kitabından Yüz Çevirmenin Cezası

 

124. Benim kitabımdan yüz çevirenin dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak hasrederiz.

125. O   zaman:   "Rabbim!   Beni   niçin   kör   olarak hasrettin! Oysa, ben gören bir kimseydim " der.

126. (Allah): "Böyledir, âyetlerimiz sana gelmişti de, sen onları unutmuştun. Bu gün de öylece unutulursun" der.

zikir de "hatırlamak, anmak, yani nimetine şükretmek" manasını ifade etmektedir.

 

Sayfa 371 eksik.

 

Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 124'e dönebiliriz. Yüce Allah'ın emirlerini, öğütlerini, mesajlarını ve âyetlerini kapsamına alan kitaptan yüz çeviren, onu hafife alan ve onu kaçılacak bir şey olarak görenlerin durumu ele alınmaktadır. Yüce Allah onlara iki türlü ceza uygulamaktadır. Birisi "dar bir geçimi olur." Dünya haya­tında onun geçiminde, hayatını sürdürmesinde darlık olacaktır. Buradaki "dar bir geçim" ifadesinden, ekonomik darlıktan ziyade manevi sıkıntı manası çıkarılmalıdır. Ekonomik gücü fazla olmasına rağmen manen darlık içinde yaşayanları, ailevî, sosyal ve tutkular bakımından perişan olanları kastetmektedir. Çünkü öyle insanlar vardır ki, Allah'ın kitabın­dan yüz çevirmesine rağmen ekonomik bakımdan bolluk içinde yaşa­maktadır. Âyeti maddî anlamda darlık değil de, manevî anlamda darlık olarak almak gerekiyor.

Şu âyetten de bu neticenin çıkacağını anlayabiliriz: "Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl 16/97). İşte burada kasdedilen "güzel hayat", sadece ekonomik bolluk değil, manevî güzellikleri de içermektedir. Demek ki Allah'ın kitabından yüz çevirenler ekonomik bolluk içinde darlık yaşayacaklardır. Ama iyi davranışların, Allah'ın bolluğunu getireceği de şu âyetlerde bir hakikat olarak önümüze konmaktadır:

"Eğer onlar Tevrat'ı, incil'i ve Rabblerinden onlara indirileni doğru dü­rüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yerlerdi" (Mâide 5/66).

b) "O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat ya­lanladılar, Biz de ettikleri yüzünden onları yakal ayı verdik" (A'râf 7/96).

c) "Şayet doğru yolda gitselerdi bu hususta kendilerini denememiz için onlara bol su verirdik" (Cinn 72/16-17).                                                            

Böylece Yüce Allah, iman ile iyi amelin ekonomik hayatın, yani bereketin arasında bir bağlantı olduğunu gündeme getirmektedir. Aynı şekilde imansızlık ile Allah'ın mesajlarından yüz çevirme ile ekonomik bolluk, yani bereketin arasında da bir bağlantı vardır. Yorumunu yap­makta olduğumuz Tâhâ 124 bunu ifade etmektedir. Ama kesin netice şudur: Onlar ekonomik bolluk içinde darlığı da yaşayacaklardır.

Diğer taraftan bu insan veya insanlar kıyamet günü âhirette kör olarak haşr edilecekler, oraya kör olarak götürüleceklerdir. Kur'ân'dan, genel anlamda ilâhî mesajdan yüz çevirenler, bu dünya hayatını darlıkta, sıkıntı içinde geçirecekler ama ceza olarak bu yeterli olmayacaktır. Böyleleri, âhirette kör olarak haşr olacaklardır. Bu da onun âhiretteki cezasıdır.

Buradaki a'mâ kelimesi bir bakıma Tâhâ 102'deki "gözleri gömgök bir halde" anlamına gelen zürkâ kelimesine çağrışım yap­maktadır.

2. "O zaman: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak hasrettin? Oysa gören bîr kimseydim' der."             

İşte o anda Rabbini hatırlayacak ve niçin kör olarak haşrolduğunu da soracaktır. Çünkü bu dünyada gördüğünü hatırlayacaktır. Demek ki, bu dünyada Allah'ın kitabından, mesajından, âyetlerinden yüz çevirmek, gözlerin görmesini yok edecektir, onların ferini söndürecektir. Bu dün­yada gerçeği görmeyen göz, öteki âlemde neye yarayacaktır.

3. "Allah: 'Böyledir, âyetlerimiz sana gelmişti de, sen onları unutmuştun. Bu gün de böylece unutulursun' der."                                                                             Demek ki Tâhâ 124'te geçen "yüz çevirme", unutmak anlamına gelmektedir.

İşte 115. âyette geçen Hz. Âdem'in unutması olgusu burada da gündeme gelmiştir. İnsanın tabiatında, doğasında, fıtratında, yaratılışında unutma  vardır.   Hatta  insan  kelimesinin  unutmak  anlamına  gelen nisyândan geldiğini söyleyenler de vardır.

Yüce Allah şunu bir ilke olarak bizim eğitimimize koymaktadır: "Unutan unutulur." Bu dünyada Allah'ın âyetlerini unutanlar öteki â-lemde unutulacaktır. O zaman 124. âyette geçen "kör" kavramı, âhirette "unutulmak" anlamına gelmektedir. Allah'ın unuttuğu kimsenin gözleri­nin feri kesilir.

4. "İşte yüz çevirenleri ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları böyle cezalandıra­cağız. Hem, âhiretin azabı daha çetin ve daha süreklidir."

Yüce Allah, kendi kitabından, âyetlerinden, mesajından yüz çevi­renleri önceki âyetlerde belirttiği gibi cezalandıracaktır. Cezanın âhiret boyutu olduğu için, oradaki azabın daha sürekli olduğuna dikkat çekil­mektedir.                                                                Netice olarak diyebiliriz ki:                   

a) Yüce Allah, insanların mutlu olabilmeleri için gerekli olan ob­jektif ve mutlak ilkelerini göndermiştir. İnsanların kendilerini mutluluğa götürecek olan mesajlar ile ilişkilerini sağlıklı kurabilmelerini temin için bu uyanlarda bulunulmaktadır.

b)  Bu uyarıların ve belirlenen cezaların eğitim yönü, caydırıcı ol­malarıdır. Caydırıcı olmayan cezaların eğitimsel yönü yoktur.

c)  Bazı davranışların, amellerin hem bu dünyada hem de âhirette cezası vardır, tşte bu davranışlardan veya eylemlerden biri de Allah'ın kitabından yüz çevirmektir.

d) Böylece ilâhî kitabın önemi ortaya çıkmakta, ona inanmamanın ne denli kötü bir iş olduğu da tespit edilmiş olmaktadır. Önemli olan şey, din eğitiminin o kitabın insan ve hayatı için kadar önemli olduğunu an­layıp anlatmasıdır.

 

Sayfa 375 eksik.

 

2. "Kuşkusuz bunda akıl sahipleri için ibretler vardır."                                                           

Bizim "ibret" dediğimiz kelime, âyât "âyetler" olarak geçmekte­dir. Âyette geçen nühâ kelimesi, "akıl" demektir. Sözlük anlamı, "bir davranışın yapılmasını engellemek, suyun akışına mâni olan göl gibi yer, çok akıllı, ihtiyatlı, uyanık insan, bir şeyin sonu, akıl, bir şeyden geri durma, yere çakılan kazığın başındaki kertik, zihin, zeka, bir şeyin en üst seviyesi"dir.

Akıl anlamına aldığımız bu kelime, Tâhâ 54'te "tabiat olaylarından Allah'ın varlığına ve birliğine gitme" görevini yerine getirmektedir. Yo­rumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 128'de de, "tarîhî olaylardan netice çıkarmak, ibret almak" görevini yerine getirmektedir. Onun içindir ki Yüce Allah bu kelimeye "sonuç" manası da vermiştir (Necm 53/13-14). Akıl, işlerin, olayların sonucunu bulmaya sevdalıdır. Onun bu sevdasın­dan dolayıdır ki adını Yüce Allah nühâ koymuştur. Nühâ denen aklın topluma yayılması "toplumsal aklı" meydana getirecektir.

Böylece nühâ denen akıl, "geçmişi geleceğe, insanın gönlünü Al­lah'a bağlayacak işlevi" yerine getirmektedir. Bu âyetleri ile Yüce Allah, insanın nühâ denen toplumsal aklını harekete geçirmeyi istemektedir. Aklın nühâ boyutu çalışmayınca insan için tarîhî olgularla tabiat olayları bir anlam ifade etmemekte, onların canlılığı yok olmakta, ışık tutucu, doğru yola götürücü niteliklerini yitirmektedirler.

 3. "Eğer Rabbin tara­fından önceden verilmiş bir söz ve belirlenmiş bir süre olmasaydı, onlar dünyada da kesinlikle azap görürlerdi."

Bu âyette geçen ius kelime sözcüğü, "hüküm, ahd ve söz" demektir. Yüce Allah, dünyada Hz. Muhammed'in toplumunu eski kavimler gibi helak etmeyeceğini, onlara toplu bir ceza vermeyeceğini hükme bağlamıştı.

Bu hükmü, bu sözü Kur'ân'dan çıkarabiliriz: "Hani kâfirler bir zaman da Ey Allah'ım! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir!' demiş­lerdi" (Enfâl 8/32).

Kâfirlerin bu yalvarışının ardından Yüce Allah şu hükmünü bildirmiştir:

3. "Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar af diler­ken de Allah onlara azap edici değildir" (Enfâl 8/33). Bize göre Tâhâ 129'da bahsedilen Allah'ın sözü Enfal 33'tür. Yüce Allah, Hz. Muham-med'in toplumunu toptan helak etmeyeceğini bu âyette bildirdiğinden Tâhâ 129'da da ona işaret etmektedir.

ecelün müsemmâ "belirlenmiş bir süre" ifadesi de daha önce En'âm 2'de açıklandığı gibi, "sabit bir ecel, süre" anlamına gel­mektedir. Bu süreyi aşma imkanı yoktur. Çünkü bir ecel-i kaza, yani oynak ecel, bir de sabit, belirlenmiş ecel vardır. Tâhâ 129'da bahsedilen sabit eceldir. Yüce Allah'ın hükmü ve belirlediği eceli, onların bu dün­yada helak olmalarını önlemiş ve önlemektedir.

a) "Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar halde bırakı­rız" (Yûnus 10/11).

"Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir zamana kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler" (Nahl 16/61).

Yüce Allah'ın verilen sözü, hükmü bu âyetlerde de yer almaktadır. Yüce Allah, Hz. Muhammed'in toplumundan nühâ denen, "olgulardan sonuç çıkarıp hayatı aydınlatan aklı" çalıştırmalarını istediğinden, onları acele ile helak etmemektedir. İşte bu söz ve belirlenmiş ecel, onların bu dünyada helak olmalarını engellemiştir. [44]

 

Yapılması Gereken Nedir?

 

130.  Onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasın­dan ve batmasından önce Rabbini övgü ile teşbih et; Gece saatlerinde de O'nu övgü ile teşbih et. Gündüzün  belli vakitlerinde buna devam et ki mutlu olasın.

 131.  Kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak onlara verdiğimiz çeşit çeşit nimetlere göz dikme. Rabbinin nimeti hem daha hayırlı hem de daha sürekli.

132. Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden nzık istemiyoruz; biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takva sahibinindir,

Yüce Allah, kâfirlerin takındıkları olumsuz tavra karşı Hz. Pey­gamberin nasıl davranacağını belirlemektedir.

1. "Onların söylediklerine sabret."

 (Hicr 15/6). Ondan, onların; "deli" sözlerine sabırla karşılık vermesi istenmektedir.                                           

"Onların söylediklerinin gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allah'ın âyet­lerini inkâr ediyorlar" (En'âm 6/33).

Görüldüğü gibi, kafirler ve müşrikler Hz. Peygamberi yalanlıyorlardı. Bu yalanlamalarından dolayı Hz. Peygamber çok üzülü­yordu. Yüce Allah bu âyetiyle onların aslında neyi yalanlayıp inkâr et­tiklerini açıklayarak Hz. Peygamberi teselli etmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 130'a dönersek, Yüce Al­lah, Hz. Peygambere onların bu söylentilerine karşı ezilmeden, dimdik ayakta durup sabırla karşı koymasını emretmektedir. Âyetin bu kısmın­dan şunu çıkartıyor, günümüze ve geleceğe ışık tutmak istiyoruz: O de­virde yüz yüze veya yakın çevrede söylenen bu sözlerin yerini, günü­müzde "medya" denen yazılı, görsel ve işitsel basın yolu ile saldırılar almaktadır. Artık hakaretlerin taktiği, metodu ve şekli değişmiştir ve uzaklardan da yapılmaktadır.

Artık sözler teknoloji vasıtasıyla çok uzaklara ulaşmakta, hiç gör­medikleri insanları, müminleri rencide etmektedir. Yüce Allah'ın Hz. Peygambere vermiş olduğu sabır emri, şimdi bizleri kapsamına almakta­dır. Kur'ân'a ve onun vasıtasıyla İslâm'a yapılan saldırılara karşı sab­retmek, yani dimdik ayakta durmak, üzerimizdeki borçtur.

2. 'Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabtfini övgü ile tesbîh et. Gece saatlerinde de övgü ile tesbîh et. Gündüzün belli vakitlerinde buna devam et ki, mutlu olasın."                 

a) Âyetin bu kısmında geçen ili sebbıh "teşbih et" emri, "namaz kıl" anlamına gelmektedir. Tâhâ 14'te namazın adı "zikir"; 130. âyette de "tesbîh"tir. Demek ki namaz kılan kişi, hem zikir hem de tesbîh iba­detlerini bir arada yapmaktadır. Namaz ibadetinin büyüklüğü bir çok ibadeti bir araya getirmesinden kaynaklanmaktadır. Kur'ân okunuyor, rüku ve secde ediliyor, tahiyye okunuyor, Hz. Muhammed ve Hz. İbrahim'e ve ailelerine dua ediliyor, zikir ve tesbîh yapılıyor. İşte bütün bun­ların her biri bir ibadettir.

b) Tesbîh ibadetinin hamd (övgü) ile yapılacağı emredilmektedir. Âyetin bu kısmı, bize neden namazın her rekatında Fâtihâ'nın okundu­ğunun cevabını da vermektedir. Namazın tesbîh olabilmesi için hamd etmek gerekiyor. Hamdsız tesbîh olmaz. Ama bu, sadece insanlar için söz konusu değil, bütün varlıkların tesbîhi için de ön şartlardandır (İsrâ 17/44).

c) Güneş doğmadan önce ve batmasından önce, hatta gece vaktin­de de aynı ibadetin yapılmasını emretmekle Yüce Allah, namazın vakit­lerini bildirmektedir. "Güneşin doğmasından evvel" ifadesi "sabah namazı"na; "güneşin batmasından önce" ifadesi "ikindi namazı"na; "gece vakti" de "yatsı namazı"na işaret etmekte­dir. Böylece Kur'ân'da "ikindi namazı"nın iki isminin geçtiği anlaşıl­maktadır: Birisi Bakara 238'de "orta namaz" diğeri de yo­rumunu yapmakta olduğumuz "güneşin batım öncesi" vakitteki namazdır. Diğer taraftan, "gündüzün kenarlarında", yani "belli vakitlerinde" derken "öğle" ile "akşam namazi"na işaret edilmektedir. Hûd sûresinin 114, İsrâ sûresinin 78 ve Rûm sûresinin 17 ve 18. âyetleri de dikkate alındığında Kur'ân'da günlük beş vakit namazın vakitlerinin belirlenmiş olduğu açıkça ortaya konmaktadır, diyebiliriz.

d)  Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Yüce Allah, Hz. Pey­gambere: "Kâfirlerin söylediklerine karşı sabret" derken ardından niçin tesbîh etmeyi, yani namaz kılmayı emretmektedir? Bir bakıma buradaki tesbîh, yani namaz kılmak Allah'tan yardım dilemeyi, O'na sığınmayı ifade etmektedir. Ayetin sonunda gelen le'alleke terdâ "mutlu olasın" ifadesi, yani "hoşnutluğa, esenliğe erişesin" ifadesi ile "namazı emretme"nin amacı belirlenmektedir.

"Ey iman edenler! Sarsılmaz bir sabır ve namaz ile yardım arayın. Zira unutmayın, Allah zorluklara karşı sabredenlerle beraberdir" (Bakara 2/153). İşte neden sabırdan sonra namazın geldiğini açıklayan bir âyet de budur. Sabır ve namaz, Allah'tan yardım aramanın tatbikatıdır. Sabır ile namaz bir araya gelince Allah'ın beraberliğini alıyorlar. Bunun sonucu da artık zaferdir, mutluluktur, esenliktir, hoşnutluktur. Böylece Tâhâ 130 namazın başka bir etkinliğini de gündeme getirmiştir.

3. "Kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak on­lara verdiğimiz çeşit çeşit nimetlere göz dikme. Rabbinin nimeti hem daha hayırlı hem de daha süreklidir."

Bu âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler vardır:

a) "Kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak onlara verdiğimiz çeşit çeşit nimetlere göz dikme."

Âyette geçen velâ temüdenne 'ayneyke, "gözünü dikme" emri, Hz. Peygambere ve özellikle onun getirdiği mesaja inanan­lara kıskançlığı yasaklamaktadır. Zira bu ifade, "başkasının servetine gözünü dikmek, onu kıskanmak, ona haset etmek, servetinden dolayı onu çekemezlik yapmak" anlamına gelmektedir. Yüce Allah bu emri burada niçin vermiştir? Soruya cevap verebilmemiz için Tâhâ 120. âyete dönmemiz gerekiyor. Hz. Âdem ebedîlik ağacından yemekle nimet yur­dundan kovulmuştur. Dünyanın süsü olan maddî zenginliğe hırs ve ta­mahın iyi olmadığını ifade etmek için bu emir verilmiştir.

b) "Kendilerini sınamak için."

Yüce Allah serveti, malı-mülkü bir imtihan vasıtası, sorusu kıl­maktadır. Dünya hayatı bir imtihandır (Enbiyâ 21/35). Bu imtihanın sorularından biri de mal-mülktür. Başkasının denendiği bir maddî değere göz dikmek, onu kıskanmak, o değeri ona veren Allah'ın takdirini be­ğenmemek anlamına gelmektedir. Bir mümin, kâfirin sahip olduğu mad­dî değere gözünü uzatıp dikmemelidir.

Âyetin bu emrinde tüm müminler için, bir duygu eğitimi söz konu­sudur. Kıskançlık duygusunun en çok tezahür ettiği, yani ortaya çıktığı alan maddî değerler alanıdır. İnsanın iç dengelerini tahrip eden çekemez­lik, kıskançlık ve haset duygusu, mutlaka eğitilmeli ve disipline edilmelidir. Bu duyguyu nasıl eğitip disiplin altına alacağız?

 

Sayfa 383 eksik.

 

Sorunun cevabı âyetin içinde yer almaktadır.

Ayrıca rızk kazanacağım diye namaz ibadetini ihmal etmenin doğ­ru olmayacağına da âyette işaret edilmektedir.

Diğer taraftan âyetin bu kısmım Zâriyât 57-58 ile de manalandırabiliriz: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızk istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum."

Bu âyetleri, yorumunu yapmakta olduğumuz Tâhâ 132. âyete bağ­larsak şu neticeye varabiliriz: Yüce Allah'ın kullarından istediği, kulluk­tur, bunun en açık ifadesi de namazdır. Yüce Allah, insanlardan kulluk istiyor, rızık istemiyor, çünkü onları nzıklandıran O'dur. Rızk kazanaca­ğım diye, kulluk ihmal edilemez ve edilmemelidir.

Ayetin bu kısmını Nûr 37. âyet ile de açıklamamız mümkündür:

"Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar."

Ayetten anlaşılıyor ki övülen Müslüman'ı, ticaret ve alış-veriş, Al­lah'a kulluk etmekten asla alıkoyamaz. Bizim, Allah'a kulluğumuzdan başka sunacağımız herhangi maddî bir menfaatimiz olamaz.

d) "Güzel sonuç takva sahiplerinindir."       

Takva sahipleri, "Allah'ın haramlarından sakınan, farzlarını yerine getiren, Allah'a karşı sorumluluk bilincinde olan, manevî bağışıklık sis­temi güçlü olan, gönül gözü açık olan, içindeki fırtınaların Rahmanı mi şeytanî mi olduğunu bilebilen, dünya hayatının menfaatlerinin kendisini Allah'a kulluk etmekten alıkoyamadığı" insanlardır.

İşte Yüce Allah, sonucun bunlara ait olduğunu hükme bağlamak­tadır.

Buradaki takva denen manevî seviyeyi tutturmanın şartlarından bi­ri de 130. âyetteki "sabret" emrini yerine getirmektir. Sabır (Tâhâ 20/130); tesbîh etmek (Tâhâ 20/130); Allah'ın rızkının daha iyi ve daha bakî olduğunu bilip başkasının servetini kıskanmamak (Tâhâ 20/131); ailesine namazı emretmek (Tâhâ 20/132), bu âyetler grubunda takvanın önemli öğelerini, basamaklarını teşkil etmektedir. Yüce Allah 132. âyet­te müminler için hedef koymakta ve bu hedefe kimlerin ulaşacağını be­lirleyip eğitimini yapmaktadır. Önemli olan geçici şeyler, menfaatler değil, sonuçtur, Allah'ın rızasıdır, âhiretteki büyük mutluluktur. Bunu da Yüce Allah yukarıda açıklanan takva sahiplerine vermektedir.

Netice olarak şunu diyoruz: Sabır, tesbîh, hamd, namaz gibi değer­ler ve ibadetler, takva denen ruh olgunluğunu oluşturmakta ve bunlarla nereye varılacağını açıklamaktadır. "Bir ibadeti ebeveyn yerine getirirse ailesine de emretme yetkisi olur" ilkesi de bu âyette konmaktadır. Tatbik etmediğin bir uygulamayı ailene, öğrencine, halkına teklif etmek eğitim bakımından doğru değildir. Onun içindir ki, "ailene namazı emret, sen de ona devam et" denmektedir. [45]

 

İlâhî Vahy, Âhiretteki Mazereti Önleyecek

 

133.   Onlar:  "Muhammed bize Rabbinden bir mucize getirmeli değil miydi?" dediler. Onlara önceki kitap­larda bulunan belgeler gelmedi mi?

134.  Eğer, onları Muhammed'den önce bir azaba uğratarak yok etseydik:   "Rabbimiz! Bize bir peygamber

gönderseydin de alçak ve rezil olmazdan önce ilkeleri­ne uysaydık, olmaz mıydı?" diyeceklerdi.

135. De ki:  "Herkes gözlemektedir. Siz de gözleyin, şüphesiz doğru, düzgün yolun yolcularının kimler oldu­ğunu ve kimlerin doğru yolda bulunduğunu bileceksi­niz.

Ayetlerin açıklamasından varacağımız neticeler olacaktır:

1. "Onlar: 'Muhammed bize Rabbinden bir mucize getirmeli değil miydi?' dediler."

"Onlar" zamirinden kastedilen, inkâr psikolojisi kalplerinde tam yerleşen kâfirlerdir. Onlar hem Kur'ân'ın hak kitap olduğuna hem de Hz. Muhammed'in gerçek peygamber olduğuna dair Kur'ân mucizesinin dışında mucize istiyorlardı. Bu mucizeyi onlar niçin istiyorlardı? Cevabı En'âm 109 ile vermemiz mümkündür:"Kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a yemin ettiler. De ki: Mucizeler, ancak Allah kalındadır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?" Yüce Allah, mucizenin ardından inanacaklarına dair yemin etmelerinin yalan olduğunu, gönüllerini deşifre ederek açıklamaktadır.   

Ayrıca böyle bir mucize istemenin yersiz olduğu da İsrâ 59'da ifa­de edilmiştir: "Bizi, mucizeler göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu mucizeleri yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd kavmi­ne, açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise, zâlim oldular. Oysa biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz."

Kâfirler, önceki peygamberlere gönderilen mucizeler gibi Hz. Peygamber'in de mucize getirmesini istiyorlardı (Enbiyâ 21/5).

Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki, kâfirlerin mucize istemesi, işi yokuşa sürmekten başka bir şey değildi. Yüce Allah, onların bu isteğine şöyle cevap vermektedir:

2. "Onlara, önceki kitaplarda bulu­nan belgeler gelmedi mi?"

Demek ki, Kur'ân'dan önce gelen kitaplarda Hz. Peygamberin ge­leceğine dair belgeler vardı. O belgelerin Hz. Peygamberi ve ona gelecek vahyi müjdelemesi de bir çeşit mucizedir.

Artık risaletin gerçekliği, mucizelerle değil de belgelerle ispatlana-caktı. İşte önceki peygamberlere verilen suhuf, yani kitaplarda bu belge­ler yer alıyordu.

Bu belgelerle Kur'ân'in örtüşmesi önemii delil olmaktadır. Önceki peygamberlere gelen kitapların içerdiği tevhîd inancı ve ibadetler, haram ve farzların örtüşmesi veya benzemesi bunun delili durumundadır. Ön­ceki peygamberlere gelen mucizeleri inkâr etmeleri onların helakini ge­tirmiştir. Hz. Muhammed'e mucize gelseydi ve onlar onu inkâr etselerdi onlar da helak olacaklardı.

Mesela bugünkü Kitab-i Mukaddeste bile Hz. Peygamberin gele­ceğini tayin eden âyetlere rastlıyoruz: "Allah'ın Rab senin için aranızdan kardeşlerinden benim gibi bir peygamber çıkaracak; onu dinleyeceksin" (Tesniye, 18/15); "Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir pey­gamber çıkaracağım; ve sözlerimi onun ağzına koyacağım; ve ona emre­deceğim, her şeyi onlara söyleyecek" (Tesniye, 18/18); "Eğer beni sevi­yorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben de babaya yalvaracağım, ve o size başka bir tesellici, hakikat Ruhunu verecektir; ta ki daima sizinle beraber olsun" (Yuhanna, 14/15-16); "Babadan söze göndereceğim Tesellici, Babadan çıkan hakikat Ruhu geldiği zaman, benim için ona şahadet ede­cektir" (Yuhanna, 15/26); "Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem, Ter sellici size gelmez" (Yuhanna, 16/7).

İşte Kitab-i Mukaddes'in Tevrat ve İncil bölümlerinde yer alan bu âyetler bize kimi müjdelemektedir? Bunlara objektif manada yaklaşır­sak, bunların Hz. Peygamber için, hatta ona gelecek vahy için birer belge oldukları anlaşılacaktır.

Kur'ân'ın Önündeki, yani önceki peygamberlere gelen kitapları tasdik etmesi de bir belge, bir delil olmaktadır.                    

3. "Eğer, onları Muhammed'den önce bir azaba uğrata­rak yok etseyâik: 'Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de alçak ve rezil olmadan önce ilkelerine uysaydık, olmaz mıydı?' diyeceklerdi."

Bu âyet, ilâhî eğitim ve öğretimin hem temel ilkesini hem de otur­duğu temeli teşkil etmektedir. Temel ilke şudur: Eğitim faaliyetinden geçirmeden, tevhîd inancını ve iyi ile kötüyü öğretmeden toplumlar ce­zalandırılmayacaktır. Bu ilke mahşerde insanların, bilgilendirilmeden cezalandırıldıklarına dair itirazlarını ve mazeretlerini ortadan kaldırmak­tadır. Yüce Allah, Hz. Muhammed'i göndermeden, onlara ceza verseydi onların neler diyeceklerini gündeme getirmektedir.

a) "Eğer, onları Muhammed'den önce bir azaba uğratarak yok etseydik."

Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Mekke toplumu helak edilecek derece­de kötülüğün içine batmışlardı. Ama onların batırılmamasmın sebebi, babalarının ve kendilerinin uyarılmış olmamasıdır.

"Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (Kur'ân) indirilmiştir" (Yâsîn 36/6). Gaflet içinde olmak, iyi ile kötünün, hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın ne olduğunu bilmemektir.     

İşte Yüce Allah, Hz. Muhammed'in doğduğu toplumu bu şekilde nitelendirmekte ve neden azabı ile onları helak etmediğini açıklamakta­dır.

i. "Gerçek şu ki: Halkı gaf­let içindeyken, Rabbin o toplumu yaptığı yanlışlardan dolayı asla helak etmez" (En'âm 6/131).

ii. "Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz" (İsrâ 17/15).

Yukarıda bahsettiğimiz ilkenin dayandığı âyetler bunlardır. Bu il­keyi şöyle yorumlama imkanımız olabilir: Yüce Allah, gönderdiği vahy bilgisi ile insanları aydınlatıyor, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı, güzel ile çirkini öğretiyor, onlara ışık tutuyor. Bu işleri beceren bilgiye karşı çıkan, onu bir tarafa atacak kadar âdîleşen toplumları helak etmektedir. Demek ki bilgi denen değere sırtını dönenlere hayat da sırtı­nı dönmektedir. Bilgi bu denli büyük bir değerdir. Yüce Allah bu değere karşı çıkanın değerini ortadan kaldırmaktadır.

b) "Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de alçak ve rezil olmazdan önce ilkelerine uysaydık, olmaz mıydı?' diyeceklerdi."

Âyetin bu kısmındaki âyâtike kelimesi, "senin âyetlerine, mesajlarına, ilkelerine, hükümlerine, emirlerine" anlamına gelmektedir. nezille kelimesi, "alçalmak"; nehzâ da "rezil olmak" demektir. Bu ifade, mahşerde onların ne duruma geleceklerini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Ayrıca âyetin bu kısmı şuna da dikkat çekmektedir: Allah'ın âyet­lerine, mesajlarına ve ilkelerine tâbi olmak, insanı alçalmaktan ve rezil olmaktan kurtarmaktadır. Din eğitiminin amacı, insanlara Allah'ın âyet­lerini doğru anlatıp Öğretmek, insanların onlara tâbi olmasını sağlayacak gayreti göstermek ve böylece onların mahşerde alçalıp rezil olmamaları­nı temin etmektir. Yüce Allah'ın peygamberlere, dolayısıyla din âlimi ve görevlilerine yüklediği yüce görev budur. İnsanların aklını, gönlünü ha­rekete geçirip yönlendirmek, Allah'ın âyetlerinin peşi sıra gitmelerini temin etmek en erdemli görevlerden biridir.

4. "De ki: Herkes'gözlemektedir. Siz de gözleyin; şüphesiz doğru düzgün yolun yolcularının kimler olduğunu ve kimlerin doğru yolda bulunduğu­nu bileceksiniz."

a) Muhammed Esed küllün müterabbıs "herkes gözetlemektedir" ibaresini, "herkes geleceğin kendilerine getireceği şeyi ümitle beklemektedir" şeklinde anlamıştır. Biz bu anlayışa katılıyoruz. Geleceğin ne getireceği, hem bu dünya hem de âhiret için düşünülebilir ve düşünülmelidir.

Bütün inanç sahipleri, kendi inançlarının, dinlerinin bu dünyada kendilerine neler temin edeceğini, mutlaka faydalı şeyleri getireceğini beklemekte, bunu ümitlerle gözetlemektedir. Âhiret inancı olan dinlerde de bu beklenti ve bu gözetleme o hayat için iyi şeyleri umut ettirmekte­dir. Eğer onlar inançlarının gelecekte kendilerine bir şey temin edeceğini bilselerdi bu beklentiye ve bu ümide kapılmazlardı.

Yüce Allah, Hz. Peygambere, kâfirlerin de beklemesini söyleme­sini emretmektedir. Gözetlemek, geleceğe yönelik bir eylemdir ve bu eylem insana hayatını geleceğe yönelik planlamasını da önermektedir.

b) Zaman içinde bu gözetleme bilmeye, bilgiye dönüşecektir. Ama o bilginin insana fayda vermemesi kadar büyük bir kayıp olmayacaktır.

Ayette geçen es-seviyy kelimesine Zemahşerî, "vasat, âdil, dümdüz, dosdoğru" manalarını vermiştir[46]. Söz konusu bu kelime burada "doğru yol" anlamına gelmektedir. Kelimeye "düz yol" manası da verilebilir. Dolayısıyla bu kelime, "engebesi, viraj­ları olmayan, insanı yanlış yere götürmeyen, tevhîd inancının, kulluğun, ibadetlerin, ahlâkî erdemler ile hakların döşediği Allah'ın yolu" demek­tir. Ayrıca bu âyet gereği, kimin hidâyete, doğru yola girdiğini de bile­ceklerdir. Geri dönüşü olmayan bir anda bunları bilmek fayda vermeye­cek, daha önceden görüp bilmek gerekiyor.

fe' Bütün mesele görebilmekte ve bunun neticesinde de bilebilmekte, farkına varmakta, bilincine varabilmektedir. Kur'ân eğitiminin amacı bunları insana kazandırmak, insanın ruh dünyasını bu seviyeye çıkar­mak, nefsinden koparıp beyin ve gönül dünyasına sokabilmektir. Körü körüne kendi elindekini doğru sanıp onunla sevinmek (Mü'minûn 23/53) değil, kendi beyninde ve gonlündekini sorgulayarak taşıdığı geçersiz değerleri, çürük fikirleri fark edip onlardan sıyrılması için mücâdele vermektir. İnsan, bâtılı, yanlışı, çirkini, kötüyü yük edinerek hayatını daraltma, kısaltma, çürütme yerine; hayatını aydınlatacak, zenginleştire­cek, esen kılacak, mutlulukla doyuracak Allah'a giden yolu ören tüm değerleri, erdemleri hayata geçirmelidir. [47]

 

Taha Sûresinden Çıkarılan İlkeler   

 

1.  Başka sûrelerde Kur'ân'ın niçin indiği anlatılırken, Tâhâ sûre­sinde önce niçin inmediği, sonra da niçin indiği gündeme getirilmekte, güçlük çektirmek için değil de öğüt vermek için indirildiğine dikkat çe­kilmektedir (âyet: 2-3).

2.  Kur'ân'daki uyarıların takva ve ibret için yapıldığı ifade edil­mektedir (âyet: 113).

3. Her zamanki gibi sûrede Yüce Allah, tevhîd inancını öğretmek­te, sıfatlarından olmak üzere yaratması, kâinatı kaplaması, her şeyin sa­hibi olması, gizli, aşikâr her şeyi bilmesi, tek olması ve güzel isimlerin kendisine ait olması ile zâtını gündeme getirmektedir (âyet: 4-8, 14).

4.  Yüce Allah, bu sûrede Hz. Musa'nın olgusunu ele alıp Firavun ile olan mücâdelesini detaylı bir şekilde açıklamaktadır. Düşmanının sarayında onu nasıl yetiştirdiğini, Firavun'a dini tebliğ için hangi metot­ları önerdiğini, Hz. Harun'u ona yardımcı olarak verdiğini, sevgi ile eği­timin ilişkisini, sihir ile mucizenin çatışmasını, mucizenin zaferini, bu zaferin insanlarda meydana getirdiği değişimi, vekilin asılın yerine ge­çemeyeceğini, başsız kalan toplumun nasıl sapıtacağını hep Hz. Mûsâ'nın olgusu içinde anlatmaktadır (âyet: 9-98).

5.  Bilginin artımı için Allah'a dua edilmesi bu sûrede emredilir-ken, çalışmanın yanında duanın da önemli bir yeri olduğuna dikkat çe­kilmektedir (âyet: 114).

6.  Unutkanlığın insanın temel özelliklerinden biri olduğu vurgu­lanmaktadır (âyet: 115).

7.  Yüce Allah, şeytanın, hangi duyguların eşiğinden Hz. Âdem'e yaklaşıp onu etkilediğini anlatırken, ebedîlik tutkusu ile iktidar hırsının şeytan tarafından kullanıldığına dikkat çekmekte, bu tutkuların Hz. Âdem'in başına neler getirdiğini öğretmekte, ayrıca haram lokmanın haya duygusunu yaraladığına da işaret etmektedir (âyet: 120-123).

8. Allah'ın Kur'ân'ından, âyetlerinden, mesajlarından yüz çevire­nin  dünyada dar bir hayatının  olacağı  ve  âhirette de kör  olarak haşredileceği, bunun nedenini sorduğunda bu kişinin nasıl cevap alacağı da sûrede anlatılmaktadır (âyet: 124-127).

9.  Nühâ denen akıl ile sosyal olgulardan ibret almanın ve hayata ışık vermenin önemi vurgulanmaktadır (âyet: 128).

10.  Dini tebliğ ederken karşılaşılacak olan olumsuz tepkilere karşı sabretmek, hamd ile tesbîh etmek, namaz kılmak ve ailesine de namazı emretmek, başkasının malına göz dikmemek, Allah'ın nimetinin daha iyi ve kalıcı olduğunu bilmek ve buna inanmak, sonucun takva sahiplerine ait olduğuna inanmak gibi ibadet, değer ve erdemler gündeme getirilip öğretilmektedir (âyet: 130-132).

11. Yüce Allah, Peygamberi niçin gönderdiğini, bilgilendirmeden azap etmeyeceğini, insanların mazeret göstermesine fırsat vermeyecek uygulamalarda bulunduğunu, Allah'ın âyetlerine uymanın insanı aşağılı-lıktan ve rüsvalıktan kurtaracağını gündeme getirmektedir (âyet: 133-134).

12. Âhirette, zorunlu olarak bilmeden önce bu dünyada düz ve doğru yolu bilme teklif edilmektedir (âyet: 135).[48]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/219.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/220-224.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/224-225.

[4] İbn Mâce, Edeb, 55.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/226-227.

[6] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 3/2

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/227-233.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/233-240.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/240-243.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/243-245.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/245-252.

[12] Kurtubî, age, XI, 344

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/252-261.

[14] Râzî, age, XV, 515.

[15] Râzî, age, XV, 250

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/262-271.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/271-275.

[18] Kurtubî, age, XI, 362

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/276-280.

[20] Râzî, age, XV, 539.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/280-289.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/289-294.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/294-299.

[24] Semerkandî, Bahru'l-'Ulûm, II, 423; Hâzin, age, IV, 209

[25] Zemahşerî, Keşşaf, III, 74-75

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/299-301.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/301-305.

[28] Fârâbî, Fusûsu'l-Medenî, s. 161.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/305-314.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/314-315.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/315-317.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/317-326.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/327-334.

[34] Râzî, age, XVI, 39

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/334-339.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/340-344.

[37] Râzî, age, XIV, 50

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/344-348.

[39] Muhammed Esed, age, Bakara, 255. âyete ait 247.

[40] Kurtubî, age, XI, 124

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/349-354.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/355-358.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/358-370.

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/370-377.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/378-385.

[46] Zemahşerî, age, II, 560

[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/385-390.

[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayış Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/391-392.