Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Kur'ân'ın Yüceliği Karşisinda Şaşıranlar
Peygamberler Yemek Yemiyen Birer Ceset
Değildirler
Hakka Karşı Gelenlerin Hazin
Akibeti
Kur'ân'in Arap Yarımadasında Arapça Olarak İndirilmesi
Kur'ân Ve Peygamberin Araplara Şan Ve Şeref Veren Kalıcı Beyânları
Nimete Karşı Nankörlük Azabı Gerektirir
Gökler Ve Yer Oyuncak Olsun Diye Yaratılmamıştır
Allah Eğlence Ve Oyuncak Edinseydi, Onu Şanına Lâyık Şekilde Vücuda Getirirdi
Allah, Çocuk Edinmekten Münezzehtir
Melekler Allah'ın Şerefli Kullarıdır
İlmî Yönü Göklerle Yerin Önceleri Bitişik Olması
Gök, Dengesizlikten Korunmuş Bir Tavandır
Hiçbir İnsana Dünyada Ölümsüzlük
Verilmemiştir
İmtihan Olsun Diye İyilik Ve Kötülüklerin Kıstas Gösterilmesi
Alaya Almak Aczin, Kinin Ve Kıskançlığın Belirtisidir
Rahmanın Azabından Kim Koruyabilir?
Yerkürenin Kutuplardan Basık
Olması
Musa'ya (A.S.) İndirilen Kitap Ve O Kitaba Furkan Denilmesi
İbrahim (A.S.) Kıssasından
Mü'minlere Mesajlar
Her Peygambere Temel Bilgiler Dışınd.A Bir De Ayrı İlim Verilmiştir
Peygamberlerin İçtihatta Bulunması
Caiz Midir?
Süleyman Peygamber Ve Emrine Verilen Rüzgâr
Davud (A.S.) İle Süleyman (A.S.) Kıssalarının Tekrari
Eyyub (A.S.) Kıssasından Öğütler Ve Mesajlar
İsmail, İdris Ve Zelkifl (A.S-)
Zünnun (Yunus) Peygamber (A.S.)
Zünnun (A.S.) Kıssasından Mesajlar
Kendi Aralarında Bölünüp Parçalananlar
Kendilerini Yok Edilme Çizgisine Getirenler
İnsandan İman Denilen Manevî Cevher Çekilip Alınınca, Geriye Et, Kan Ve
Kemik Yığını Kalır
Yeryüzüne Veya Âhiretteki Saadet Yurduna Salih Kullar Vâris Olurlar
Âlemlere Rahmet Olarak Gönderilen Son
Peygamber
Tamamı Mekke'de
inmiştir. Peygamberlerden, özellikle İbrahim Pey-gamber'den (A.S.) söz edildiği
ve kıssalarına geniş yer verildiği için «peygamberler» anlamına gelen «Enbiyâ»
ismini almıştır.
Âyet sayısı : 112
Kelime » : 1168
Harf » : 4890 [1]
1— Kıyametin yakın olduğuna dikkatler çekilerek,
ikinci hayata hazırlanmayanlar uyarılıyor.
2— Putperestlerin, Hz. Muhammed'in (A.S.) de
kendileri gibi bir insan olduğunu ileri sürerek onu ret ve inkâr ettikleri
konu ediliyor ve daha önceki sapık milletlerin de bu gibi iddialarla ortaya
çıktıkları ve o yüzden yok edildikleri haber veriliyor.
3— Göklerin ve yerin boşuna
yaratılmadığı, hiçbir şeyin
anlamsız ve hikmetsiz vücut bulmadığı belirtiliyor. Allah'a ibâdette
meleklerin büyüklük taslamadıkları üzerinde durularak; dindarlığı,
Allah'a kulluğu gururlarına
yediremiyenlerin derin bir sapıklık içinde bulunduklarına işaret ediliyor.
Allah'ın varlığı ve
birliği akla ve düşünceye ışık tutar anlamda deliller getirilerek isbat
ediliyor.
5— Göklerin
ve yerin ilk yaratılışta tek bir parça halinde olduğu, sonradan bölünüp
bugünkü duruma geldiği anlatılıyor. Güneş ve ayın her birinin kendine has bir
yörüngede hareket halinde bulunduğu haber verilerek ilim adamlarına ana fikir
veriliyor.
6— Birçok
peygamberlerden ve kıssalarından parçalar
sıralanıyor. Semavî dinlerin hepsinin aynı esasta birleştiği; ahkâm
yönünden farklı hükümler ve sistemler taşıdıkları açıklanıyor.
7— Ye'cuc-Me'çuc'un kıyametin alâmetlerinden biri
olduğu hatırlatılarak konu
üzerinde araştırma yapmamız işaret yoluyla isteniliyor.
8— Kâfirlere verilecek azap ve Cennetliklerin
erişeceği yüksek nî-metler çok çekici ve düşündürücü bir anlatımla işleniyor.
9— Kıyametin kopmasıyla yerkürenin değişeceği,
göklerin kitap formaları gibi katlanıp üstüste yığılacağı bildirilerek, mevcut
düzenin mutlaka alt-üst olacağı ve yeni bir düzenin kurulacağı üzerinde iyice
düşünmemiz ilham ediliyor,
10— Yeryüzünü kimler daha çok ıslah edip bayındır
hale getirirse, onların ona vâris olabileceği üzerinde durularak, hayatın ancak
bilerek çalışanların yüzüne güleceğine dolaylı şekilde atıf yapılıyor.
11— Peygamber
ile müşrikler arasında Allah'ın
hükmetmesinin istenmesi ve
Allah'ın müşriklerin vasfedegeldikleri benzetme ve noksanlıklardan, beşerî her
türlü sıfatlardan pak ve münezzeh olduğu anlatılarak sûre noktalanıyor. [2]
1—
İnsanların hesap verme (günü) yaklaştı; onlar hâlâ gaflet içinde (Hak'tan)
yüzçevirirler.
2— Rablarından kendilerine gelen her yeni
uyarıyı mutlaka eğlenerek dinlerler.
3— Kalpleri (iyice) oyun ve eğlenceye dalmıştır.
O zulmedenler gizli gizli görüşüp fısıldaşırlar: «bu da sizin gibi ancak bir
insandır. Siz görüp durduğunuz halde sihre-büyüye mi gidiyorsunuz?» (derler).
(Onların bu tutumuna
karşı Peygamber de şöyle) dedi: «Rabbım gökte ve yerde söyleneni bilir; O her
şeyi işiten ve bilendir.»
Onlar, «hayır, (Kur'ân
ve Muhammed'in dedikleri) olsa olsa (şuur altında biriken) rüya saçmalarıdır.
Hayır, O bunları uydurmuştur; hayır O şâirdir; değilse, bize önceki
peygamberlere gönderildiği gibi bir mu'cize getirsin» derler.
6— Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir kasaba
halkı imân etmemişti, bunlar mı inanacaklar?
7— Senden önce ancak kendilerine vahyettiğimiz
birtakım erkekleri peygamber olarak
gönderdik. (Kadınlardan peygamber
göndermedik). Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun.
8— Biz, o peygamberleri yemek verniyen birer
ceset kılmadık ve onlar (dünyada) ebedî de değildirler.
9— Sonra da onlara verdiğimiz sözü doğrulukla
yerine getirdik. Onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık, (inkârda, sapıklık
ve azgınlıkta) aşırı gidenleri ise yok ettik.
Kıyameti inkâr edip Hz.
Muhammed'in (A.S.) başarılı oiamıyacağını ddia edenlere veya öyle sananlara bir
cevap olmak üzere yukarıdaki âyet-er indirildi. [3]
«İnsanların hesap
verme (günü) yaklaştı; onlar hâlâ gaflet içinde (Hak'tan) yüzçevirirler.»
En son hesaplamalara
göre, yaklaşık olarak dünyamız dört buçuk veya beş milyar yaşındadır. Tabii bu
onun oluşma tarihidir. İnsanların ve diğer canlıların yeryüzünde var kılınması
ise, dünyanın yaşına nisbetle pek fazla uzun bir süre değildir. Fosiller
üzerinde yapılan araştırma ve incelemelere göre, insanın «buzu! devri»nin
sonlarına doğru var kılındığı sanılmaktadır.
Dünyanın dört buçuk
veya beş milyar yıl önce oluşup meydana geldiği kesinlik kazanmış mıdır? Doğru
ise, bu nasıl hesaplanmıştır? Birçok metotlar vardır; çoğunun sağlıklı ve
güvendirici olmadığı bilinmektedir. Ancak bunlardan en uygun ve isabetli kabul
edileni şudur: «Dünya'da kütleler oluştuğu sırada, onların içinde bulunan bazı
radyoaktif (ışınım yapan) maddelerin, yıllar boyunca parçalanarak başkd
maddeleri meydana getirmesinden yararlanılır. Bu maddelerin miktarları
ölçülerek kütlelerin ve dolayısıyla yerin yaşı hesaplanır.» [4]
Bu kadar uzun ömürlü
olan dünyanın oluşma noktasını dikkate alınca, onun iyice yaşlanıp kıyametin
yakın olduğu rahatlıkla anlaşılır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimizin iki
parmağını göstererek : «Benle kıyamet bu ikisi gibi beraber geldik; ne var ki
ben ondan biraz önce gelmiş bulunuyorum» [5]
buyurması da bu konuda bizi aydınlatmakta ve bir ipucu vermektedir.
Âyetin bir diğer
yorumu şöyledir: Mekke müşriklerinin artık hesap verme, baş eğme günü ve saati
yaklaşmıştır. Oysa onlar hâlâ bundan gaflet etmekte ve devamlı haktan yüz
çevirmekteler.
Bu yoruma göre, Mekke'nin
fethi yaklaştığı; müşriklerin İslâm'ın zaferi karşısında baş aşağı gelmelerine
çok az bir süre kaldığı anlaşılıyor. Nitekim sonuç, yorumda belirtildiği gibi
gerçekleşmiştir. Böylece bir bakıma Mekke müşriklerinin kıyameti kopmuş,
kutsal Kabe putlardan temizlenerek eski bâtıl düzen yıkılmış ve yerine ilâhî
düzen kurulmuştur. [6]
Nefis denilen
biyolojik ihtiyaç duygusu; aklın yolundan uzak, hakikat ışığından mahrum
olunca, hoşuna gitmeyen şeyler, ne kadar gerçek olursa olsun, onlara karşı kin
ve nefretle bakar. Üstünlük sağlayamadığı zaman ise, işi alaya alır,
saçmalamaya başlar ve bütün duygularını bu doğrultuda araç olarak kullanır.
Öyle ki göz hakkı göremez, kulak işitemez olur.
İşte Mekke müşrikleri
ve o tiynette olanlar Allah'tan gelen her yeni haberi ve uyarıyı, alay konusu
ediniyorlardı. Sağduyuları işlemez olmuştu. Akıllarını nefislerinin emrine
verip kendilerini geçici hayatın cazibesine kaptırarak ruhlarını bütünüyle
ihmal etmişlerdi. Bu duygularından kaynaklanan kin, nefret, kıskançlık, baş
olma hırsı basiretlerini iyice kapatmış, akıllarını işlemez hale getirmişti.
Hz. Muhammed'i (Â.S.),
rastgele sıfatlar yakıştırarak küçük düşürmeye çalışmaları, insanî ölçüleri
aşan isnatlarda bulunmaları, Allah'ın son peygamberinin yüksek şahsiyeti
karşısında tesirsiz kalıyor, O'nun nübüvvet duvarına çarpıp ayaklar altına
dökülüp belirsiz oluyordu. Bunu hiç hazmedemiyen inkarcı şaşkınlar bu defa
taktik değiştirip, «Canım o da sizin gibi bir insandır. Size karşı bir
üstünlüğü yoktur. Göz göre göre bü-yülenmeye mi gidiyorsunuz?!» diyerek
zihinleri bulandırmaya gayret sar-fediyor ve bunun için hayli mesai sarfediyorlardı.
Oysa daha önce gönderilen bütün peygamberlerin birer insan olduğu çok iyi
biliniyordu. Aşkın gözü kördür, denildiği gibi, kin ve düşmanlığın da basireti
kapalıdır, O nedenle Kur'ân bu şaşkınlara: «Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden
sorun» diyerek yol gösteriyor; Musa, İsa, Harun, İbrahim, Nuh ve diğer peygamberlerin
(salat-ü selâm hepsine olsun) insan olup olmadığını öğrenin, diyor.
Sonuç olarak Kur'ân
ilgili âyetlerle bizlere şu ölçüyü vermektedir: Sivrilen bir kişi hakkında
-lehte veya aleyhte- konuşabilmek için;
a) Önce onun geçmişini araştırıp öğrenmek,
b) Ortaya attığı fikir ve savunduğu davayı kendi
kişisel çıkarına alet edinip edinmediğini tesbite çalışmak,
c) Yükselmeye, baş olmaya, önemli makamları ele
geçirmeye eğilimi olup olmadığını iyice anlamak,
d) Ortaya attığı fikir ve savunduğu davanın
insanlığa rahmet, huzur, güven ve mutluluk va'dedip etmediğini gözden geçirmek,
e) Yalan söyleyip söylemediğini, insanları
aldatıp aldatmadığını araştınp delillere dayalı belgeler elde etmek gerekir.
Mekkeli putperestlerin böyle
bir araştırma ve inceleme, gerçeği tes-bit etme temayülleri olmadığı gibi,
günümüzde az-çok aydın geçinen mürekkep yalamışların çoğu da böyle bir zahmete
ve külfete katlanmaya ya-naşmamakta ve kulaktan dolma birtakım fikir kırıntılarıyla
ahkâm kesmektedirler. [7]
«Onlar, hayır (Kur'ân
ve Muhammed'in dedikleri) olsa olsa (şuur altında biriken) rüya saçmalarıdır.
Hayır, O bunları uydurmuştur; hayır O şâirdir,- değilse, bize önceki peygamberlere
gönderildiği gibi bir mu'cize getirsin, derler.»
Şüphesiz ki, Mekke
müşriklerinin çoğunun Kur'ân'ın yüceliğini, Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek
şahsiyetini tam anlamıyla idrâk etmeleri düşünülemez. Ancak doruğuna yükselen
şiir ve edebiyat dalındaki üstünlüklerinin Kur'ân'ın ilâhî belâğati karşısında
sönük kaldığını ve hayat aynasına hiç leke dokunmayan Hz. Muhammed'in (A.S.)
emin bir kişi olduğunu biliyorlardı. O'nun başarılı olması, kendilerinin
silinmesi demekti. Buna da hiç tahammülleri yoktu. O bakımdan Kur'ân ve
Peygamber aleyhine bir şeyler uydurup yakıştırmaya çalışıyor ve tam bir
tutarsızlık içinde bocalıyorlardı.
Günümüzde Kur'ân'ın
bir bakıma her konuda ortaya koyduğu parlak fikirler, ana düşünceler, temel
bilgiler, ilmî konular, fizikötesi haberler ve bilgiler karşısında hayranlık
duyan sağduyu sahipleri bulunduğu gibi; bundan nefret duyanlar, Kur'ân âyetleri
karşısında şaşkınlıkları artan ve hakikatleri bilimsel olarak reddedemeyince,
işi alaya alıp alçaldıkça alçalanlar da eksik değildir.
Kur'ân'ın lahutî
kudreti karşısında acze düşen inkarcılar, ileri sürdükleri iddialar,
yakıştırmalar sonuç vermeyince, Hz. Muhammed'e (A.S.) büyücü, Kur'ân'a
sihirleyici kitap demeye başladılar. Ne var ki, Kur'ân hedefine doğru hem
ilerliyor, hem de kalpleri ilim ve irfanla dolduruyordu. Onu durduramayınca, bu
defa daha da saçmalamaya başladılar ve «rüya saçmalan, şuuraltı birikimleri»
diyerek hakikat güneşini balçıkla sıvamaya kalkıştılar. Ama her şeye rağmen
Kur'ân ikbal ve başarı grafiğinde durmadan yükseliyordu. Bu karalamadan da
sonuç alamayanlar, bu defa, «Kur'ân Muhammed'in uydurmasıdır» diyerek başka bir
taktik uyguladılar. Ne var ki, Hz. Muhammed'in (A.S.) hayatında yalan
söylemediğini, kimseleri aldatmadığını, kişisel çıkarla ortaya çıkmadığını
Mekke halkının ve çevresindeki kabilelerin çoğu biliyordu.
Derken müşrikler başka bir
çare düşündüler ve önceki peygamberler gibi, Muhammed'in (A.S.) tehdit edip
durduğu âyeti (ilâhî azabı) getirmesini istediler. Bir takım mu'cizeler
beklediler. Oysa en büyük mu'cize olan Kur'ân bütün açıklık ve parlaklığıyla
önlerinde duruyordu. Kur'ân'ın haber verdiği tehdidin yaklaşmakta olduğu ise,
muhakkaktı. Ama onun belirtilerini bir türlü göremiyor, anlayamıyorlardı. Bu
tehdît, küfrün he--zimete uğraması, Mekke'nin fethi ve putperestliğin sonu idi. [8]
«Biz- Peygamberleri yemek
yemiyen birer ceset kılmadık ve onlar (dünyada) ebedî de değildirler.»
Allah'ın değişmeyen
âdetlerinden biri de, insanlara kendi cinslerinden peygamber göndermesidir.
Meleğin peygamber olarak gönderilmesiyle ilgili câri bir sünnet yoktur. Bir an
farzedelim ki, insanlara gönderilen peygamber meleklerden seçilip
gönderilseydi, ne gibi sakıncaları olabilirdi? Bunu birkaç madde halinde şöyle
belirtebiliriz:
a) Melek
kendi sıfat ve heyetinde
inip gelse, inkarcılar ona yine inanmayacaklar; onu ya cin, ya da peri
sanacaklardı. Bu durumda meleğin görevi zorlaşacak ve insanlarla kendi
arasında kapatılması belki mümkün olmayan boşluk meydana gelecekti.
b) İnen melek, melek ve aynı zamanda peygamber
olduğunu isbat edecek kanıt, belge ve
olağanüstü şeyler ortaya koysa, o takdirde Allah'a ve âhirete inanmada aklın,
irâdenin ve idrâkin yeri kalmaz, insan ister istemez bu fizikötesi olay
karşısında teslimiyet gösterir ve meleğin peşine takılırdı. Böyle olunca da
insanın hılkatına enjekte edilen asıl maya ve cevherinin değer ölçüsü'kapalı
kalır, kimin ne olduğunu belirleyecek kıstas yok olurdu.
ç) Melek
insan suretine girip gelse, onu melek değil yabancı bir kimse kabul edip,
kendi inançlarını, âdet ve geleneklerini kaldırmaya çalışan bir yabancıya
iltifat etmez ve çok geçmeden onu ülkelerinin sınırları dışına çıkarırlardı.
O halde Allah en
doğrusunu yapmış, insanlara kendilerinden birini seçip peygamber olarak
göndermiştir.
Peygamberlerin hep erkek
cinsinden gönderildiği de âyetin açık anlatımından anlaşılmaktadır. Çünkü
peygamberlik taşınması zor ve oldukça ağır bir görevdir. Önünde birçok
engeller olmakla beraber, çetin mücadeleler, sıkıntılar, ıstıraplar ve
işkenceye kapı açacak dertler ve musî-betler de pusuda onu beklemektedir.
Kadınlar yaratılış özelikleri gereği, zayıf, az sabırlı, az dayanıklıdırlar ve
daha çok duygusaldırlar. Önemli davalarda sürükleyici güce sahip değildirler.
Hele erkekleri sevk ve idare etmeleri çok zordur. [9]
«Sonra da onlara verdiğimiz
sözü doğrulukla yerine getirdik. Onları ve, dilediğimiz kimseleri kurtardık,
(inkârda, sapıklık ve azgınlıkta) aşırı gidenleri ise, yok ettik.»
İlgili âyetle, ilahî
rahmetin mutlak adalet ölçülerine göre tecelli etmekte olduğu; peygamber
göndermeden ve gereken irşat ve uyarılar yapılmadan milletlerin yok edilmediği
anlaşılıyor. O halde indirilen kitqp ta, gönderilen peygamberler de Allah'ın
insanlardan yana geniş rahmetinin bir uzantısı; yeryüzünde denge ve düzeni
kurmaya yönelik tecellileridir. ,
O'nun bu rahmetini görmeyen,
nasibini almak istemiyen ve içine düştüğü küfür ve ahlâksızlık, zulüm ve
tuğyan bataklığından çıkmak istemiyen inkarcılar, kâinatta hâkim olup şaşmadan
hedefine doğru ilerleyen denge ve düzen kanunlarına ters düşmek gibi tehlikeli
bir noktaya kendilerini itmişlerdir. Dönüş yapmadıkları takdirde, en şiddetli
şaman bu kanundan yer ve her şeylerini kaybetme bedbahtlığına uğratılırlar.
Dokuzuncu âyetle bilhassa bu hassas çizgiye dikkatler çekiliyor. [10]
Yukarıdaki âyetlerle,
hesap verme gününün yaklaştığına dikkatler çekilerek kıyamet olayına işaret
edildi. İnkarcıların gerek indirilen âyetler, gerekse gönderilen son
peygamberle ilgili düşünce ve tavırları konu edilerek, hesap günü gelmeden
dönüş yapmaları hatırlatıldı. Daha önce gelip geçen inkarcı kavim ve
milletlerden yok edilenlerin sonlarının ne olduğuna bakmaları ve ona göre
dünya hayatlarını düzenlemeleri istenildi. Peygamberlerin bazı önemli vasıfları
ile inkarcıların bu konuda çok yanlış düşüncelere ve iddialara sahip oldukları
üzerinde durularak aydınlatıcı bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Arapların, özellikle Mekke'de yaşayanların şan ve şerefini yükseltecek hayli
sözlerin Kur'ân'da yer aldığı açıklanıyor. Daha önceki inkarcı kavim ve
milletlerin haktan kaçıp uzaklaştıkları konu ediliyor ve sonlarının biçilmiş
ota döndüğü belirtilerek Mekkeli müşrikler, sonra da yaşamakta olan maddeci
sapıklar uyarılıyor. [11]
10— And olsun kiF size öyle bir kitap indirdik ki
şeref ve itibarınız ondadır (onunla gerçekleşir). Hâlâ aklınızı kullanmıyacak
mısınız?
11— Zâlim olan nice kasaba halkını kırıp-geçirdik
de onlardan sonra başka bir kavim yaratıp oluşturduk.
12— Onlar, yok edici baskınımızı hissedince hemen
oradan tabana kuvvet kaçmağa koyuldular.
13— Kaçmayın, refah içinde geçirdiğiniz nimetlere
ve konaklarınıza dönünüz; çünkü herhalde sorguya çekileceksiniz.
14— (Kaçmakla kurtulamıyacaklarını anlayınca),
«vay yazık oldu bize! doğrusu biz zâlimler idik,» dediler.
15— Onların, biçilmiş ot, sönüp bir yığın kül
haline gelinceye kadar hayıflanıp söylenmeleri böyle oldu.
«And olsun ki, size öyle
bir kitap indirdik ki şeref ve itibarınız ondadır (onunla gerçekleşir). Hâlâ
aklınızı kullanmayacak mısınız?»
İnsanlığın düşünce
ufkunu genişleten; ilmin, medeniyetin, ahlâk ve faziletin temelini oluşturan ve
milletleri, daldıkları gaflet uykusundan uyandıran; insan unsuruna lâyık olduğu
değeri veren Kur'ân, Arapları düştükleri cehalet bataklığından kurtarmış,
ahlâksızlık girdabında bir ömür tüketen kavim ve kabilelerin elinden tutarak
onları ilmin, medeniyetin ve yüksek ahlâkın hizmetine sevketmiş; dillerini en
yüksek edebî ölçülerle korumuştur. Araplar için bundan daha üstün bir şeref ve
itibar düşünülemez. Son peygamberin onlardan seçilmesi, şüphesiz ki ilâhî
lûtfun yüksek tecellisi ve Allah'ın kitabının onların dili üzere inmesi ise,
ayrı bir rahmet ve atıfet tezahürüdür.
Ne yazık ki Arapların
çoğu o dönemde bu üstün şeref ve itibarı anlayamamış, üstelik bütün hırçınlık
ve azgınlıklarıyla onun karşısına çıkmayı marifet saymışlardı.
İlgili âyetle aklını bu
gerçekten yana kullanmayan Araplar kınanıyor. [12]
Şüphesiz ki, Kur'ân'tn
bir kişiden, bir kavim ve milletten söz etmesinin birtakım kalıcı faydalan,
diğer yönden bazıları için de kalıcı zararları vardır. Bunu birkaç misalle
açıklayalım :
a) Fir'avn
ve yandaşlarından söz etmesi, hem onların kıyamete kadar anılıp tanınmasını
sağlamış, hem de kötü örnek oldukları için lanetle yâdedilmelerine sebep
olmuştur.
b) Karun'dan ve hazinelerinden bahsetmesi, hem
onun kıyamete kadar anılıp tanınmasına neden olmuş, hem de hırs ve
bencillikte, mal ve serveti amaç seçmesinde cok ileri gidip bu uğurda bütün
kutsal değerleri tanımadığı konu edilerek bu mevzuda en kötü misal olarak
tanıtılmıştır.
c) Araplardan, özellikle Mekke müşriklerinden ve
imân eden bahtiyarlardan geniş çapta bahsetmesi, o milletin kıyamete kadar
tanınıp anılmasına imkân vermiş ve Allah'a imân ettikten sonra ilim ve
medeniyete hizmetleri övülerek unutulmaz izler bırakılmıştır. Böylece Kur'ön,
inkarcı müşriklerden söz ederken kıyamete kadar anılmalarına ve tanınmalarına
sadece vesile olmakla kalmamış, o bölgeye
ve içinde yaşayan kavim ve kabilelere, İslâm âleminde yazılan siyer ve tarih
kitaplarında yer ayrılmasına zemin hazırlamıştır. [13]
«Zâlim olan nice
kasaba halkını kırıp geçirdik de onlardan sonra başka bir kavim yaratıp
oluşturduk.»
Kur'ân, Müslüman
milletleri ve toplulukları, kendilerine sunulan yüksek nimetler konusunda daha
duyarlı ve kadirbilir olmaya çağırıyor. Düşünebilen bir millet için Allah'a
imândan ve O'nun dinine uymaktan daha üstün bir nimet olmadığına işarette
bulunuyor. Çünkü bu yüksek nîmet insanın geleceğini aydınlatacağı gibi, bulunduğu
hayatı ilâhî rahmete çevirecek özelliktedir. Aynı zamanda insanın manevî
boşluğunu bütünüyle doldurmakta ve büyük bir ümit va'detmektedir. Ölümün bir
geçiş dönemi olduğunu öğretmekte ve hem ferdi, hem aileyi, hem de toplumu
eğitip Allah'a kul olma düzeyine getirmekte; ebediyen mutlu olabilmenin bütün
yo! ve yöntemlerini beraberinde taşımaktadır. Dünyada hiçbir makam ve rütbe,
hiçbir servet ve ihtişam insanı bu derece mutlu ve ümitli edememiştir ve
edemiyecektir de..
Nitekim günümüzde çok
gelişmiş ülkelerde insanoğlu refah içinde nefsanî bütün arzularını yerine
getirmekle beraber yine de bunalım geçirmektedir. Özellikle gençleri tatmin
etmeyen maddî refah, cazibesini kaybetmiştir. O bakımdan manevî boşluk içinde
bocalayan nesil birtakım arayışlar içindedir. Kimi uyuşturucu maddelerle, kimi
kadınlarla, kimi içki ve kumarla gününü gün etmek suretiyle bunalım ve
sıkıntısını atmaya çaışımaktadır. Ne var ki, bütün bu tür arayışlar dertlere
deva olamamış, genç kuşakların hem ruhlarını silik hale getirmiş, hem
sağlıklarını bozup tehdit etmiştir. O kadar ki, bazı ülkelerde seksüel
sapıklıkların en kötüsü olan homoseksüellik alabildiğine yaygınlaşmıştır. Bu,
Allah'tan uzaklaşan, âhiret inancını kaybeden ve kutsal değerlerle ruhî
boşluğunu doldurmayan nesillerin hazin akıbetini yansıtan bir aynadır.
Ana-babalara, eğitimcilere, devletin yetkililerine düşen en önemli görev,
yetişmekte olan gençlere bu aynadaki çirkef manzarayı en ibretli yanlarıyla
göstermek ve gerçek huzur ve mutluluğun nerede olduğunu öğretmektir.
Yukarıda sözünü
ettiğimiz ilâhî nimetler insanoğlunun kapısını gelip çaldığı halde, onu
reddetmeleri, bununla da kalmayıp başkalarının da o nimetlerden
yararlanmalarına engel olup haksızlığın en çirkinini ortaya koymaları, elim bir
azabın yaklaşmakta olduğunu fısıldamaktadır. Bu azap ne olabilir? Kur'ân ve
hadîslerin ışığında onları şöyle özetleyebiliriz:
a) Güçlü bir düşman istilâsı,
b) Tedavisi çok zor öldürücü hastalıkların
yaygınlaşması,
c) Müthiş bir kuraklık ve kıtlığın
başgöstermesi,
d) Şehirleri yok edecek, ülkeleri batıracak bir
nükleer savaşın başlatılması,
e) İnsanlar arasında güven, huzur, dayanışma, kardeşlik, sevgi ve saygı gibi her türlü
birleştirip barıştırıcı bağların kopması,
f) Aile yuvalarının temelinden sarsılıp
bunalımlara sürüklenmesi, evlât ile ana-babası
arasındaki manevî bağların
kopup otoritenin bütünüyle kalkması bu cümledendir.
Âhiretteki azap ise
daha elim ve daha devamlı olacaktır.
Kur'ân-ı Kerîm gelip
geçen milletlerden bu yola sapanların başlarına gelenleri özetleyip bir
komprime halinde sunmaktadır. Kahredici azap geldikten sonra uyanmanın ne
yararı olabilir? Tarihte, niçin yaratıldığının hikmetini düşünmeyen, kâinat
düzen ve dengesinde Hakk'ın kudret damgasını görmeyen ve o yüzden ahlaken
dejenere olan milletlerin ilâhî emir karşısında biçilmiş ot misali etrafa
savruldukları ve çok geçmeden belirsiz hale geldikleri anlatılırken, onların
yıkılıp yok ediliş sebeplerini çok iyi incelememiz emredilmektedir,
On beşinci âyetle onların bu
hazin tablosu gözler önüne serilirken şu sözler kullanılmaktadır: «Onların
biçilmiş ot, sönüp bir yığın kül haline gelinceye kadar hayıflanıp söylenmeleri
böyle oldu.» [14]
Yukarıdaki âyetlerle
Kur'ân'ın hem Mekke'de inmesi, hem de Arap-oa olarak Hz. Muhammed'in (A.S.)
kalbine ilka edilmesi, Araplar için şükrü ödenmeyecek yüksek bir nîmet, şan ve
şeref olduğu konu edildi. Ancak bunu idrâk etmiyenlerin nasıl büyük bir
fırsatı kaçırdıklarına işaretle, gelip geçen inkarcı ve nankör milletlerin
hayatı misal verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî
kudreti yansıtan göklerdeki ve yerdeki mutlak düzen, denge, plân ve kusursuz
programa dikkatler çekiliyor ve böylece hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığı
hatırlatılıyor. Sonra da varlık âleminde Allah'ın kusursuz tasarrufa sahip
bulunduğuna atıf yapılarak hakkın er-geç üstün geleceği ve bâtılın beynini
parçalayacağı haber veriliyor. Böylece Mekke'de çok sıkıntılı günler geçiren
mü'minlere zaferin yakın olduğu müjdesi dolaylı şekilde veriliyor. [15]
16— Biz, göğü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri
oyuncak alarak yarat-madik,
17— Eğer biz oyun-eğlence edinmeyi dileseydik,
herhalde onu kendi katımızda (kudretimizin yüceliğine uygun anlamda)
edinirdik. Ama biz böyle (gereksiz şeyleri) yapanlar da (hiç bir zaman)
olmadık.
18— Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine fırlatırız
da onun beynini parçalar; bir de bakarsın ki bâtıl yok oluvermiştir. (Allah'a
yakıştırmaya çalıştıkları) vasıflardan dolayı çok, hem çok yazıklar olsun
size!
19— Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nundur.
O'nun huzurunda bulunanlar O'na ibâdet etmeyi (bir hafiflik sayıp) büyüklük
taslamazlar ve bıkkınlık da duymazlar.
20— Gece gündüz durmadan, dinlenmeden tesbîh
ederler.
«Biz» göğü, yeri ve ikisi
arasındaki şeyleri oyuncak olarak yaratmadık.»
İlâhî sünnetten biri
de, varlık âleminde yer alan her şeyin birtakım yararlar ve hikmetler için
yaratılmasıdır. Hiçbir sistem ve oluşum tesadüflerin biraraya getirdiği
oyuncak anlamında birtakım boş ve anlamsız şeyler değildir. Aslında
tesadüflerin oluşturduğu bir düzenin varlığını düşünmek, bilimsel olarak da
mümkün değildir.
Eşyaya dikkatle bakıp
her biri üzerinde ciddi bir inceleme yaptığımızda, onları mükemmel bir plânda
yer alan ve her biri bir amaea yönelmiş bulunan varlıklar olarak görebiliriz.
Bir meyva ağacını düşünelim: Bu ağacın verdiği kereste, gölge, çiçek ve
meyvadan hangisi ağacın kendisi içindir? Şüphesiz hepsi de insanoğlunun
birtakım ihtiyaçlarını karşılamaktan yana yaratılmıştır. Eğer o ağaç kendisi
için, yani bütün yararı kendisinden yana yaratılmış olsaydı, cidden var
kılınması boş ve anlamsız olur, hikmete ters düşer ve bir bakıma oyuncak
kavramının dar çerçevesi içinde kalırdı.
Görülüyor ki, biz var
olan eşyaya bir şeyler vermiyoruz; verdiğimiz oluyorsa mutlaka karşılığını
fazlasıyla alıyoruz. Dolayısıyla verdiğimizi kendimize vermiş oluyoruz.
Yakalamak için tavşanın yoluna havuç koy-mamıza benzer.. .
Tarlayı sürüp ekmemiz,
fidanı dikip yetiştirmemiz, tarladan, ağaçtan yana değil, bizden yanadır.
İlmî açıdan bakılınca,
kâinat nizamı hep bizim için hizmete yönelmiştir. Onlardan bir kısmının hizmet
ve faydalarını biliyoruz, çoğunun hem hizmetini, hem faydasını henüz
bilemiyoruz. İlmî araştırma ve incelemeler ilerledikçe, bu konuda bize yeni
yeni bilgiler verecektir.
Oyuncak tabiri burada,
gerçek bir amacı, faydalı bir hizmeti olmayan ve belli bir plân ve programa
bağlanmayan şey demektir. Onunla programlı ve yararlı bir sonuç elde etmek
hayal olur, o bakımdan çok geçmeden bir tarafa terkedilir.
Şu görebildiğimiz
âlemden neleri terkedip, neleri hizmet dışı bırakabiliriz? Aslında böyle bir
ayrım kudretimiz dışındadır. Bir an farzedelim ki Ay bir oyuneaktır. O bakımdan
onu bir tarafa atmak istiyoruz; yine varsayalım ki, Ay'ı bir tarafa
atabiliyoruz; o zaman neler olur? Hemen söyleyelim ki, kâinat düzeninde câri
olan hayat kanunlarında bazı değişiklikler meydana gelir ve bunun zararı
bütünüyle insana dokunur. Çünkü Ay da insana hizmet vermek üzere yaratılıp
plânda belli bir yere oturtulmuştur.
Bu konuda misalleri
çoğaltmaya gerek yok. Kur'ân bu yüksek hikmetin perdesini aralarken insan
aklına seslenmektedir. Gökler ve yer oyuncak olarak boş ve hikmetsiz
yaratılmamıştır. İnanmayanlar aksini isbat etsinler. [16]
Cenâb-ı Hak eğlence ve
oyun edinmekten münezzehtir ve çok yücedir. Çünkü O, mutlak anlamda Ganî ve
Samed'dir. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Zira ihtiyaç içinde olan noksandır,
zayıftır. Noksan ve zayıf olan her şey, yaratan değil, yaratılandır. Eğer Allah
gökleri ve yeri oyuncak yapsaydı, bugünkü düzen olmazdı. Her gün yeni yeni
düzenler ortaya çıkar ve öyleee amaçsızlık ve hikmetsizlik başlardı. Bu da
uluhiyet vasfına ters düşerdi. Hem o durumda insan diye bir canlı yaratmanın
anlam ve hikmeti kalmazdı. Zira oyuncak edinilen bir âlemde, insanın yaşaması
abes olur, niçin yaratıldığı, neden bu oyuncak edinilen âleme getirtüdiği ve
bundan sonra nereye niçin gönderileceği cevapsız kalırdı. Âhiret kavramı diye
bir şey olmaz, Cennet, Cehennem, hesap ve ceza diye birtakım, müeyyidelere yer
verilmezdi.
O halde Cenâb-ı Hakk'ın «Adi»
ve «Hakîm» sıfatlan böylesine karmaşık, düzensiz, oyuncak bir âlem yaratmaya
hiçbir zaman müsait değildir ve olamaz da.. [17]
«Hayır, biz hakkı
bâtılın üzerine fırlatırız da onun beynini parçalar; bir de bakarsın ki bâtıl
yok oluvermiştir.»
Kâinat hak ve hikmet
üzere yaratılmıştır. Onu hikmetin dışında haktan uzak gören bâtıl, her
varlıktaki hikmet, yarar, amaç ve maksat karşısında ezilmeğe mahkûmdur.
Görünen düzeni' tesadüfe bağlayan- bâtıla, «madem öyledir, Güneş'ten
vazgeçelim» denilse, buna ne cevap verebilir? Çünkü tesadüfün oluşturduğu bir
sistem, plânlı, hikmetli ve amaçlı değildir, olamaz da.. Böyie olunca da
tesadüflerin biraraya getirdiklerinden birkaçını terkedelim: Havadan, sudan
kendimizi tecrit edelim. Bu mümkün müdür?
Görülüyor ki, İlâhî
plânda yer alan her şey bir amaç ve hikmete, bir hizmet ve fayda sağlamaya
yöneliktir ve onların hepsi de insan unsuruyla ilgilidir..
İşte böylece hak
yumruğunu bâtılın başına indirip onun içi boş olan beynini parçalar da bir
bakarsın ortada bâtıl diye bir şey yok.
Allah'a yakışmayan sıfatları
O'na nisbet eden beyni boş inkarcılara kızmaktan ziyade acımak gerekir. İsbat
edemiyeceği, hikmetini ortaya koyamıyâcağı inkâr halkalarını birbirlerine
ekliyerek bir zincir haline getirmesiyle ellerini, ayaklarını bağlayıp,
kendini hareketsiz hale soktuğunun farkında mıdır? [18]
«Göklerde ve yerde
bulunan her şey O'nundur..»
Sonsuz kudret ve
enerji O'nun; plân ve düzen yine O'nundur. O'nun varlığı bunların illeti,
bunların varlığı O'nun varlığının ve birliğinin delilidir. Her varlık hilkat
kanununa bağlı kalarak hizmetini sürdürür. Mutlak kudrete baş eğmesi, O'nun
varlığına ve birliğine şahit olması ve O'nu tes-bîh ve tenzîh etmesi anlamına
gelir. O halde her varlık bu manayla her an Hakk'a ibâdet halindedir. Ona baş
eğmiyen hiç bir şey yoktur ve düşünülemez de..
Allah'ın mülkünde
sayısı bizce bilinmeyen meleklere gelince: Onlar hayvanî sıfatlardan uzak,
nefis denilen biyolojik ihtiyaç duygusundan be-rîdirler. O bakımdan onlar
nuranî özellikleriyle durmadan, dinlenmeden Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve tenzîh
etmekteler ve ibâdetlerini böylece aralıksız sürdürmekteler. Bizim nefes alıp
verdiğimiz gibi, her dem «Allah» deyip kulluğun gereğini yerine getirmekteler.
Melekler, «bizde nefis
ve şehvet yoktur. Biz nurdan yaratıldık. Ne diye ibâdet edelim?» diye bir
kibir ve gurura kapılmazlar. Çünkü bu gibi sıfatlar insanlarda zuhur eder. O
insan ki, ciddi anlamda dinî eğitim görme-mişse, yüksek bir makamı da işgal
ediyorsa, Allah ile yarışmayı düşünecek kadar küstahlasın Böylece öyleleri
bâtılın baş temsilcisi clurlar. Ona: «Cenâb-ı Hak suyu ağacın kökleri
vasıtasıyla en yüksek dallarındaki yaprakların hücrelerine, dokularına kadar
kusursuz şekilde, fakat düzenli ve dengeli biçimde çıkartmaktadır. Midemize
indirdiğimiz gıda maddelerini, Cenâb-ı Hakk'ın kurduğu sindirim sistemimizle en
az yetmiş kısma ayırmakta, her birini analize edip gideceği yere
sevketmektedir. Haydi sen de bu ameliyeyi ve sistemi değiştir; daha yararlı bir
sistem meydana getir!» denilince susup kalır. Böylece hakkın tokmağı başına
düşer de beynini parçalar.
Sonuç olarak ilgili
âyet bize şu mesajı veriyor:
Melekler hiç bir
suretle günah işlemedikleri ve insanların muhtaç bulunduğu yiyecek ve
içeceklere ihtiyaç duymadıkları, bir geçim kaygıları bulunmadığı halde, bütün
nuraniyet ve safiyetlerine rağmen, Allah'a ibâdet edip kulluklarını izhar
etmekte asla büyüklük taslamazlar. Hılkatla-rındaki yüksek hikmete bakıp
gururlanmazlar. Onların aksine insanlar devamlı birtakım ihtiyaçlar içinde
hayatlarını kazanmak zorundadırlar. Günah ve sevap işlemeğe eğilimlidirler. Her
gün Allah'ın hazırladığı sayısız nîmetlerle geçinip hayatlarını sürdürmeye
çalışırlar. Bu durumda onların meleklerden ziyade ibâdet etmeleri, itaat üzere
bulunmaları ve her dem Hakk'ı tenzîh ve tesbîh etmeleri gerekmez mi? Gurur ve
kibir onlara yakışır mı? Geee ile gündüzün, ilâhî kanuna başeğerek durmadan
düzenli ve plânlı hareketleriyle Hakk'ı tesbîh ettiklerini görmüyorlar mı?
Gerçek bu olmakla beraber,
insan nankörlük eder, hakkı bırakıp bâtılın peşine takılır ve onu savunursa,
kendi vücudunun hikmetini inkâr etmiş olur. Plândaki yerinden ayrılıp
yüklendiği programın aksine bir yol tutmuş olur. Bunun bütün seyyiat ve vebali
de ancak kendisine aittir. [19]
Yukarıdaki âyetlerle
göklerde ve yerde hâkim olan mutlak düzen ve dengeye dikkatler çekildi. Hiçbir
şeyin boşuna, anlamsız ve hikmetsiz yaratılmadığı belirtilerek kâinat
nizamında bu gerçeği görmemiz ilham edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, bir
ülkede birden fazla hükümdarın bulunamı-yacağı gibi, göklerde ve yerde
Allah'tan başka ilâhlar olmuş olsaydı, bugünkü düzenin olamıyacağı; birinin
yaptığını diğerinin bozacağı hatırlatılarak, konuyu bu açıdan değerlendirmemiz
isteniliyor. Sonra da Allah'ın mutlak hükümran bulunduğu konusu üzerinde
durularak, O'nun yaptığından sorumlu olmadığı açıklanıyor. Arkasından da her
peygamberin aynı inanç sistemini işleyip toplumu eğitmeğe çalıştığı
hatırlatılıyor. [20]
21— Yoksa yeryüzünde birtakım ilâhlar edindiler
de onlar mı ölüleri diriltip kaldıracaklar?
22— Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilâhlar
olsaydı gökle yerin düzeni bozulup alt-üst olurdu. Arş'ın Rabbi olan Allah
onların vasıflandırdıkları şeylerden münezzehtir.
23— OF yaptığından sorulmaz; onlar
ise (yaptıklarından) sorulurlar.
24— Yoksa Allah'tan başka ilâhlar mı edindiler?
De ki, haydi getirin kesin hüccetlerinizi! İşte (bu Kur'ân) benimle beraber
olanların zikri ve benden öncekilerin zikridir! Hayır, onların çoğu hakkı
bilmezler de o sebeple yüzçevirirler.
25__ Senden
önce gönderdiğimiz, istisnasız her
peygambere şöyle
vahyettik:
Şüphesiz ki benden
başka ilâh yoktur,
artık bana ibâdet edin.
«Yoksa yeryüzünde
birtakım ilâhlar edindiler de onlar mı ölüleri diriltip kaldıracaklar?»
Allah'ın birtakım
ezelî sıfatları vardır ki, o sıfatları başka hiçbir varlıkta görmemiz mümkün
değildir. Çünkü Allah eksiklik, acz ve kararsızlık belirten şeylerden
münezzehtir. Onun sıfatları, sonradan vücut bulup bilâhare yok olan arazlar
cinsinden de değildir; bilakis onlar ezelîdir, ebedîdir, öncesizdir ve
Allah'ın zatı ile mevcuttur.
O'nun diriltme, yoktan
var kılma kudretini yansıtan sıfatı da öyledir. Bu sıfatı O'ndan başkasına
nisbet edemeyiz, çünkü yok olanı var kılmak, diriltip kaldırmak O'na mahsustur.
[21]
O halde belli bir plâna göre
insanı yaratıp yokluk karanlığından varlık düzeyine getiren; terbiye edip
büyülten, cinsinin özelliğine, temelindeki mayaya göre olgunlaştıran; hayatını
belli bir süre devam ettirebilmesi için eşyayı onun emrine veren, yani
hizmetine sevkeden ve sonra ebedî hayata hazırlık için onu öldüren, sonra da
yepyeni bir bedenle onu dirilten yüce kudret ancak ilâh olabilir. Taştan,
ağaçtan, resimden edinilen sahte tanrılar hakikî ilâh olamazlar. [22]
«Eğer gökte ve yerde
Allah'tan başka ilâhlar olsaydı gökle yerin düzeni bozulup alt-üst olurdu,
Arş'ın Rabbı olan Allah onların vasıflandırdıkları şeylerden münezzehtir.»
Yerde ve göklerde
Allah'tan başka ilâhlar da olsaydı, bugünkü düzen olmaz, yer ve göklerin nizamı
bozulup alt-üst olurdu. Ortada süregelen ve hedefinden şaşmayan mutlak bir
düzen varsa, mutlaka bir düzenleyici vardır; öyle ki bu düzenleyicinin ortağı,
dengi ve benzeri yoktur.
Akaidçilerin «Delil-i
Temânü'i» dedikleri bu çok mantıkî delil ve kuralın sebebi gayet açıktır:
1— Mutlak
düzeni vücuda getiren, sınırsız bir kudret sahibidir. Zira düzenin büyüklüğü ve
mükemmelliği, yaratanın kudretinin sınırsızlığına ve benzersizliğine delâlet
eder.
2— Bu kudret
dilediği gibi tasarruf etme ve var kıldığı eşyayı belli ölçülerde tutup devam
ettirmeye sahiptir. Çünkü O, başkasının emrinde olmadığı gibi, kendisine fikir
verecek bir yardımcıya da muhtaç değildir. Varlığı kendisinden olduğu gibi,
üstün kudret, sınırsız ilim ve irâdesi de kendisindendir,
3__ o her
şeyi mcdelsiz, örneksiz ve benzersiz yaratır. Çünkü kendisinden önce hiçbir
kudret yoktur ki, onu misal alsın; ortaya konmuş hiçbir eşya yoktur ki, onları
örnek edinsin. Başlangıcı olmadığı gibi, sonu da yoktur. O bakımdan tedbir ve
tasarrufunda hiçbir şeye muhtaç değildir. Zira ihtiyaç noksanlıktan,
kudretsizlikten kaynaklanır. O her türlü noksanlıktan ve kudretsizlikten pak
ve yücedir.
4— Yerde ve göklerde bu ölçü ve anlamda, bu vasıf ve
kemalde iki ayrı kudret sahibi bulunsaydı, durum ne olurdu? Onlardan yalnız
birisi tasarruf ve tedbire sahipse, diğeri âciz ve noksan demektir. Âciz olan
hiçbir zaman ilâh olamaz. İkisi de eşit kudrete sahip bulunsaydı, ayrı ayrı düzenlerin,
sistemlerin bulunması gerekirdi, O takdirde bugünkü tek ve şaşmaz düzen
olmazdı. İkisinin anlaşabildiğim ve teks düzen kurup birleştiklerini
varsayalım; o takdirde iki illetin bir malûl üzerinde çarpışması ve sürtüşmesi
gerekirdi. Böyle olunca da yine görünen nizam olmazdı. Birbirleriyle
anlaşmazlık halinde olsalar, 'birinin yaptığını diğeri bozar, anarşi başlar ve
düzen diye bir şey vücut bulmazdı.
Her biri düzen için
cüz'î bir kudret ve illeti meydana getirmiş dersek, o takdirde her biri kendi
kudretini tam olarak ortaya koyma imkânına sahip değildir. Bu durumda da ilâh
olmaları düşünülemez.
5— İlâhlardan biri diğerinin illeti, o diğeri de kâinatın
illetidir dersek, malûl olan ilâh illete muhtaç bulunduğu için ilâh olamaz. Hem
o takdirde illet-malûl geriye doğru gider ve böylece illetler, malûller
zincirinin öncesi ve başlangıcı olmaz, illet-mâlûl halkaları uzayıp giderdi.
Bu da caiz de-ğidir. Aynı zamanda ilâhlık vasfını temelinden yıkmaktadır.
İşte Kur'ân-ı Kerim bu
gerçeği belirterek bize şu aydınlatıcı ana bilgiyi veriyor; «Eğer gökte ve
yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, gökle yerm düzeni bozulup esit-üsî
olurdu.»
O halde bir olan, dengi,
benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı bulunmayan Allah, inkarcı sapıkların,
maddeci şaşkınların, putperest azgınların, şüpheci beyinsizlerin vasfettikieri
noksanlıklardan, mahlukî sıfatlardan çok yücedir, çok münezzehtir. Selim akıl
bunun şahidi, sağduyu bunun açıklayıcısı, ilim bunun kan:tiayıcısı, imân bunun
temel yapısıdır. [23]
«O, yaptığından
sorulmaz; onlar ise, (yaptıklarından) sorulurlar.»
Ezelî ve ebedî olan;
ilmiyle, kudretiyle varlık âlemini bütünüyle kapsayıp kuşatan, her zerreye
nüfuz eden; tedbir ve tasarrufunda yardıma ve yardımcıya ihtiyaç duymayan Allah
(C.C.), mutlak hikmet sahibidir. Abesle uğraşmaz, hiçbir şeyi boşuna yaratmaz.
O halde neden bizleri
yarattı? Neden şu aşağı âlem sayılan Dünya'-ya getirdi? Neden daha önoe
insanları yaratmadı? Bu düzeni neden sonra yaratıp bu şekle soktu? gibi
sorular hatıra gelse bile sorulmaz. Mülk O'nundur, dilediğini işler,
dilemediğini yaratmaz. Hikmetsiz bir fiilde bulunmaz. O bakımdan Allah (C.C.)
işlediklerinden hem sorulmaz, hem de sorumlu sayılmaz. Çünkü birinden sormak
veya onu sorumlu tutabilmek için, onun üstünde bir kudret ve yeteneğe sahip
olmayı gerektirir.
Ama biz insanlar ve
sonra da cinler Allah'ın mülkünde bulunduğumuz, O'nun kulları olduğumuz ve
O'nun hazırlayıp verdiği nimetlerle geçimimizi sağladığımız için O'nun kurduğu
düzene, koyduğu yasaya uymamız; sünnetullaha göre hayatımızı düzenlememiz,
yolumuzu O'nun kitabına göre çizmemiz gerekmektedir. O bakımdan her işlediğimizden
ve yaptığımızdan sorulacağız ve sorumlu tutulacağız.
Başka ilâhların
varlığını iddia edenler, getirsinler kesin delil ve kanıtlarını.. Unutmayalım
ki, Allah'ın yokluğunu isbat etmek mümkün değildir, ama varlığını isbat etmek
için sayılmayacak kadar deliller, belgeler ve hüccetler mevcuttur. Zira akıl
ve ilim bu mükemmel düzenin mutlaka bir düzenleyicisi bulunduğunu kabul eder.
En dakik saatten daha dakik ve düzenli çalışan kâinat sistemini, en ince
hesaplarla, fiziksel kanunlarla var kılan bir yaratıcının bulunması zaruridir.
O bakımdan Kur'ân ilgili âyetlerle, inkarcı sapıklardan kesin delil ve açık
belge getirmelerini istiyor.
Kur'ân bir olan
Allah'ın varlığına ve birliğine yüzlerce kesin deliller, açık kanıtlar ve
belgeler sunmakta ve bu konuda duygudan ziyade akla ve sağduyuya, uyanık idrâke
seslenmektedir. Araştırıcılara ve gerçeği bulup öğrenmek isteyenlere bu konuda
da ana fikirler, temel bilgiler vererek hareket noktasını belirler.
Nitekim bütün
peygamberlerin ve kutsal kitapların birleştiği tek esas vardır. O da, Allah'tan
başka ilâh olmadığıdır. Tapılmaya da ancak O lâyıktır.
Tevrat'ın Tekvin
kitabının birinci babında «Allah gökleri ve yeri yarattı..» diye başlanır ve
her vesileyle O'nun bir olduğu vurgulanır.
Dört İncil'de de yer
yer Allah'tan, O'nun kudretinden söz edilir ve- bir olduğuna atıflar yapılır.
Ancak insan elinin müdahalesiyle bu «Tevhîd İnancı» zedelenir ve İsa Mesîh
için «Allah'ın oğlu» sözü kullanılır.
Bernaba İncil'inde
ise, «Tevhîd İnancı» bütün tazeliğiyle korunur ve sık sık bu gerçek ifade
edilerek aydınlatıcı bilgiler verilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakikat
bir defa daha şöyle ilân edilerek her türlü yanlış inançlar kaldırılır: «Senden
önce gönderdiğimiz -istisnasız-her peygambere şöyle vahyettik : Şüphesiz ki
benden başka ilâh yoktur, artık bana ibâdet edin.» [24]
Yukarıdaki âyetlerle,
akıl ve mantığı harekete geçirecek bir delil getirildi; göklerde ve yerde
Allah'tan başka ilâhlar da olsaydı, göklerle yer bozuiur, alt-üst olurdu,
denilerek Tevhîd İnancı'nı bütün sadeliğiyle korumamız emredildi. Sonra da
Allah'ın işlediklerinden sorulmayacağı, ama insanların her yaptıklarından
sorulacağı belirtilerek ilâhî düzene uymamızın lüzumuna parmak basıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, Tevhîd
İnancı'nı zedeliyen iddialara dikkatler çekiliyor. Allah'ın oğul edinmekten
pâk ve münezzeh olduğu bildiriliyor. Meleklerin de Allah'ın kızları
olamıyacağına atıf yapılıyor ve onların mutlak itaat içinde verilen görevleri
kusursuz yerine getiren Allah'ın şerefli kulları oldukları açıklanıyor. [25]
26— Rahman (ajan Allah) çocuk edindi, dediler. O,
(çocuk edinmekten) çok yücedir, münezzehtir. Hayır onlar, (o melekler) ikrama
ermiş şerefli kullardır.
27— Sözleriyle O'nun önüne geçmezler ve ancak
O'nun buyruğuyla amel ederler,
28— Allah
onların önlerindekini de, arkalarmdakini de bilir.
Onlar ancak Allah'ın razı olacağı kimse için şefaat ederler ve onlar
Allah korkusundan saygıyla titrerler.
29— Onlardan kim, «ben Allah'tan başka bîr
ilâhım» derse, işte onu Cehennem ile cezalandırırız. Zulmedenleri de işte
böylece cezalandırırız.
Benî Huzaa
kabilesinden kendini bilgili sanan birkaç kişi, meleklerin Allah'ın kızları
olduklarını iddia ediyorlar ve bu nedenle de onların şefaatini istiyorlardı. Bunun
üzerine yukarıdaki âyetler indi. [26]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Melekler, Allah'ın
kendilerinden râzi olduğu Lâ ilahe İllallah ehline şefaat ederler.» [27]
Tabiîn'den Mücahid
diyor ki:
«Allah kimden râzi
olursa, âhirette melekler onlar için şefaatçi olurlar.» [28]
Katade diyor ki:
«Melekler, Tevhîd Ehline
şefaat ederler. Çünkü Allah'ın kendilerinden hoşnut olduğu kulları bunlardır.» [29]
«Rahman (olan Allah)
çocuk edindi, dediler. O, (çocuk edinmekten) çok yücedir, münezzehtir. Hayır
onlar, (o melekler) ikrama ermiş şerefli kullardır.»
Çocuk hem babasının
benzeridir, hem de ona malûl, baba da illet olur. Oysa Allah'ın benzeri yoktur.
Çocuğu olan varlığın vücudu mümkündür, vacip değildir. Vücudu mümkün olan,
mutlaka vücudu vacip olan biri tarafından yaratılmış olması gerekir. Bu da
Allah hakkında caiz değildir. O halde Allah çocuk edinmekten mutlak anlamda
beridir, pâk ve yücedir.
Böylece bu âyetler bazı Arap
kabilelerinin «Melekler Allah'ın kızlarıdır» ve hıristiyanların da «İsâ
Allah'ın biricik oğludur» iddialarını reddetmekte; evlât edinme vasfının
uluhiyete ters düştüğünü hatırlatarak, bu tarz bir inancın temelinden yanlış
olduğuna ve sahibini dinden, imândan uzaklaştıracağına işarette bulunmaktadır. [30]
«Hayır (o melekler)
ikrama ermiş şerefli kullardır. Sözleriyle O'nun önüne geçmezler ve ancak
O'nun buy-ruğuyla amel ederler.»
Melekler nurdan
yaratılmış, hayvani sıfatlardan uzak ruhanî ve nu-ranî varlıklardır. Onların
diğer kullardan ayrıldıkları bazı özellikleri ve vasıfları vardır. Kur'ân'da
onlar şöyle belirtilmektedir:
1— İbâdette ve kullukta, asla kusur etmezler. Yaptıkları
her işi, her ameli ancak Allah'ın buyruğuyla yerine getirirler.
2— Allah
onların içini, dışını, yaptıklarını ve yapacaklarını mutlaka bilir. Onlar ise
ilâhî sırların önemli kısmını bilmezler. Allah hep ibâdet edilmeğe lâyıktır.
Meleklere ise ibâdet edilmez. Melekler devamlı Allah'a ibâdet ederler.
3— Melekler ancak Allah'ın hoşnut olduğu kulları için
şefaatçi olurlar.
4— Melekler,
Allah'ın kudret ve adaletinin şaşmazlığını bildikleri ve asıl saygı duyulup
korkulmaya ancak Allah'ın lâyık olduğunu idrâk ettikleri için, her an
Allah'tan saygı ile korkarlar.
5— Melekler
de diğer kullar gibi, ilâhî müjde ve tehdide muhataptırlar.
Böylece Kur'ân ilgili âyetle
meleklerin «ikrama ermiş şerefli kullar» olduğunu açıklayarak, haklarında «kul»
sözünü kullanmış ve bununla diğer bütün yanlış inanç ve benzetmeleri
temelinden reddedip hepsinin de sakıncalı neticeler doğuracağına dikkatleri
çekmiştir. [31]
Ruhî yönüyle körpe
veya cılız kalmış bazı kişiler var ki, tesadüfler onları kahraman yapınca,
halkın sevgi ve saygısını, hayranlık ve takdirini kazanırlar. Halk bu düzeyde
ölçüyü kaçırıp övgü ve sevgide çok ileri gidince, o da kendi değer ölçüsünü
kaybeder ve çok geçmeden onu ilâh-laştıran şaşkınlar ortaya çıkar; derken o da
ister-istemez kendini öyle görmeğe veya öyle kabul etmeğe başlar. Böylece o
kesim veya bölgede tek ilâh inaneı yara alır ve bir süre sonra yerine çok ilâh
inancı geçmiş olur.
Tarihte bunun birçok
örnekleri vardır. Biz sadece bir tanesini misal vererek konuyu çeşnilendirmek
istiyoruz.
Babilik, Bahailik:
Kurucusu Şirazlı Mirza
Ali Muhammed'dir. Bâtınî mezhebinin kollarından birini kurup geliştirdi. Çok
geçmeden halkın, daha doğrusu yeterince İslâm kültürü olmayan tabakanın geniş
çapta sevgi ve saygısını toplayınca rotayı değiştirdi: Önce beklenilen imama
açılan kapı olduğunu iddia etti. Onun bu sözleri de zihinlerde yer edip aşırı
bir tepki görmesi
şöyle dursun,
sevdiklerinin ve hayranlarının artmasına neden oldu. Bu geniş ve fakat
şuursuzca sempatiden cesaret alarak bu defa kendini beklenen Mehdi alarak ilân
etti. Sempatileri her gecen gün biraz daha arttı. Müritleri onun büyüklüğü
hakkında hiçbir sınır tanımamaya başladılar. Çevrede geniş yankılar meydana
getirdi. Cahil halkın daha çok ilgisini çekti ve ortamı müsait bulunca da, bu
defa kutsal kitapların geleceğini haber verdiği, müjdelediği peygamberin kendisi
olduğunu ilân etti. Ancak Hz. Muhammed'in (A.S.) peygamberliğini reddetmedi,
Onun son peygamber olmadığını, buna şahit ve delil olarak da Ahzab Sûresinin
40. âyetini gösterdi. Bu âyette geçen «Hâteme'n-Nebiyyîn» sözünü, «Peygamberlerin
yüzüğü» veya «Peygamberlerin yüzük taşı» şeklinde yorumlayarak iddiasını
isbata çalıştı, Hayranlarına bunu da kabul ettirince, işi biraz daha ileriye
götürerek bu defa kendisine EL-BEYAN diye bir de uydurma kitap indirildiğini
açıkladı. Aradan bir süre geçtikten sonra, peygamberliği de kendisine az gören
bu maceracı şaşkın bu defa tanrısal ruhun kendisine gelip getirdiğini iddia
ederek Hanlığını ilân edecek kadar ölçüyü kaçırdı. «Ben bir aynayım ve bende
görünen Allah'tan başkası değildir» diyerek yeryüzünde Allah'ı temsil ettiğini
ve aslında Allah'ın inip kendisine hülûl ettiğini telkîne çalıştı.
Ve nihayet 1849'da
küfrüne hükmedilerek İslâm'dan çok uzak kalan bir sürü cahilin sahte peygamberi
Mirza Ali idam edildi. Ama attığı kıvılcım sönmedi, ondan sonra halefleri onun
mezhebini devam ettirdiler ve hâlâ da devam etmektedir.
Bu konuda şunu hemen
ilâve edelim ki.: Şeyh uçmaz, ama müritleri onu uçurur. Kişi belki ilâhlık
iddiasında bulunmaz, ama aşırı hayranları onu ilâhlaştırır.
Kur'ân ilgili âyetle
mü'minlerin dikkatini bu önemli noktaya çekiyor ve her şeyin asıl değer
ölçüsünü bilip ona göre yargıda bulunmanın gereğine işaret ediyor: «Onlardan
kim, ben Allah'tan başka bir tanrıyım derse, işte onu Cehennem ile
cezalandırırız. Zulmedenleri de işte böylece cezalandırırız.»
Âyette «zulmedenlerden
maksat, kulluk derecesini bilmeyip, ilâhlık taslayanlann hem kendilerine, hem
de çevrelerindekilere haksızlık edenler olduğudur. Zira her şeyi lâyık olduğu
yere koymak, her şeyin değer ölçüsünü belirlemek ve herkese doğruyu söylemek,
doğruyu telkin etmek adalettir; bunun aksine bir yol izlemek zulümdür. [32]
Yukarıdaki âyetlerle,
Tevhîd İnancı'nı zedeleyen her türlü iddia ve yakıştırmalar reddedildi.
Allah'ın dengi, benzeri, ortağı ve yardımcısı olmadığı gibi, oğul ve kız
edinmekten de çok pâk ve yüce olduğu açıklandı.
Allah'a oğlan ve kız isnat
eden sapıkların aklını harekete geçirmek, düşünce ufuklarını genişletmek üzere
Allah'ın varlığına ve birliğine, eşsiz ve benzersiz olduğuna delâlet eden
âyet, belge ve deliller sıralanıyor. Sonra da her canlının ölümü tadacağına
dikkatler çekilerek ölümlü bir hayatı ilâhi nizama göre değerlendirmemiz
emrediliyor. İyilik ve kötülük kavramlarının insanlar için bir ölçü ve kıstas
olduğu belirtilerek her gün bu düzeyde sınav verdiğimiz açıklanıyor. [33]
30— İnkarcı sapıklar, göklerin ve yerin bitişik
olduğunu, onları bizim ayırdığımızı ve her canlı olanı sudan yaratıp meydana
getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı? Hâlâ inanmıyorlar mı?
31— Yeryüzü, insanları sarsıp çalkalar diye onda
sabit dağlar oluşturduk (da sarsıntıyı önledik); doğru hareket edebilsinler
(şaşırmadan varacakları yere varsınlar) diye onda yollar, geçitler meydana
getirdik.
32— Göğü de (bozulup dengesizliğe düşmekten)
korunmuş bir tavan (gibi) yaptık. Halbuki onlar, bundaki belge ve delillerden
yüzçeviriyorlar.
33— Gece ve gündüzü; Güneş ve Ay'ı yaratan O'dur.
Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedir.
34— Senden önce de hiçbir insana (Dünya'da)
ebedîlik vermedik. Sen ölürsün de onlar ebedî mi kalırlar?
35— Her canlı ölümü tadacaktır ve sizi imtihan
olsun diye iyilik ve kötülükle mübtelâ kılarız, (yaratılışınız bu iki şeyi
işlemeye müsaiddir). Sonunda bize döndürüleceksiniz.
Ebû Hüreyre (R.A.)
anlatıyor:
«Peygamber (A.S.) Efendimize
dedim ki: «Ey Allah'ın Resulü! Seni görünce gözlerim aydınlanıyor, içim
rahatlıyor, huzura kavuşuyorum. Bize her şeyden haber ver.» Bunun üzerine şöyle
buyurdu : «Her şey sudan yaratılıp meydana gelmiştir.» [34]
«İnkarcı sapıklar, göklerin
ve yerin bitişik olduğunu, onları bizim ayırdığımızı., görüp anlamıyorlar mı?»
Kur'ân ilgili âyetle
astronomi (yıldızları konu edinen bilim) de önemli bir konuya parmak basıyor ve
temel bilgi vermek suretiyle ilim adamlarına hareket noktası belirtiyor.
Günümüze kadar bu ilim dalındaki araştırmalarla birçok sistemler hakkında
kesin bir sonuç elde edilmemişse de, bazı hususlarda Kur'ân'ın verdiği ana
fikre yaklaşılmıştır. Şöyle ki : İlim bize Güneş Sistemi'nin nasıl meydana
geldiğini kesin şekilde ortaya koyamamıştır. Bazı ilim adamları Güneş'i
çevreleyen gaz kümesinin yer yer yoğunlaşması sonucunda 'gezegenlerin meydana
geldiğini ileri sürerken veya varsayarken; diğer bazı ilim adamları, Dünya
dahil, dokuz gezegenin Güneş'ten kopma birer parça olduklarını belirtmişlerdir.
Eğer «gökler»
tabirinden maksat «Güneş Sistemi» ise, Kur'ân gezegenlerin güneşten kopma
parçalar olduğunu açıklıyor demektir. Yok bu tabirden maksat bütün yıldızlar,
sistemler ve galeksiler ise, hepsinin önceleri gaz halinde tek parça olduğunu,
sonra o gazın yoğunlaşarak katı-[aştığını ve arkasından bölünüp parçalandığını
ve öylece bugünkü durumun meydana geldiğini belirtiyor demektir.
Kur'ön'm astronomi ile
ilgili verdiği bu ana fikir, diğer bir deyimle te-mef bilgiden hareketle
gerçeği araştırıp bulmak, konuyla ilgili ilim adamlarına düşmektedir.
Gökten düşen meteorlar ve
keşfedilen Ay üzerindeki incelemeler, yerküreyle diğer gezegenler ve
yıldızlarda aynı elementlerin bulunduğunu ve bu açıdan bakılınca hepsinin aynı
bütünün bölünmüş parçalan olduğunu gösteriyor.
[35]
«Ve her canlı olanı
sudan yaratıp meydana getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı? Hâlâ inanmıyorlar
mı?»
Su nedir? Su : İki
molekül hidrojen ve bir molekül oksijenden oluşmuş, renksiz, kokusuz bir
maddedir.
İlim adamlarının su
hakkında tesbit edip verdikleri bilgileri toplayıp biraraya getirmemiz mümkün
değildir. Ancak bu konu üzerinde ana fikir mahiyetinde açıklamada bulunanlardan
önemli gördüğümüz bir parçayı tefsirimize almayı yararlı gördük :
«Bilindiği gibi, bütün
hayat, suda, maddelerin bir eriyiği olan protop-lazma'da oluşur. Bununla
korunur ve sürekliliği sağlanır. Susuz hiçbir protoplazma mevcut olmayacağı
gibi, protoplazmasız da hayatın oluşmayacağı açıktır. Kuşkusuz sadece insan
bünyesi değil, dünyamızda mevcut bütün bitki, hayvan ve bakteri gibi hayat
şekillerinde de su mevcut olup, susuz bunlar da var olamazlardı.
Su, hayatın sadece
temeli değil, aynı zamanda yaşayan varlıkların büyük bir ekseriyetinin barınağı
yani bir bakıma evidir de.. Çünkü bitki ve hayvanların gerek sayısal, gerekse
kütlesel olarak onda dokuzu suda ya^ şamaktadır.
Hayatın önce suda
doğması nedeniyle su,=genel anlamda «beşiğimiz» ve karalar üzerindeki
varlıkların ergeç tekrar bu atalar evine dönmeleri nedeniyle de
«mezarımız» olacaktır.
Yeryüzünde sihirli bir
faaliyet olarak tanımlanan «hayat» için gerekli olan maddelerden biri de
su'dur. Dünyamızda su ve hayat birbirlerinden ayrılmayacak biçimde içice
girmiş ve birbirine kenetlenmiştir. Hepimizin bünyesinde %70 oranında su
bulunmakta ve etrafımızı saran maddelerin pek çoğu suda yapılmış ürünlerden
oluşmaktadır.» [36]
Her şeyin, özellikle
canlıların sudan yaratılıp meydana getirildiğine dair Kur'ân'da üç âyet
bulunmaktadır. Önce onların meallerini, sonra da aradaki az farkı belirtelim :
— «Allah hareket edip debelenen her canlıyı
sudan yaratmıştır..» [37]
«O ki, sudan bir insan
(türü) yarattı..» [38]
«Ve her canlı olanı
sudan yaratıp meydana getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı? Hâlâ inanmıyorlar
mı?» [39]
Nur sûresinde
«dabbe»nin sudan yaratıldığı, Furkan sûresinde «beşersin sudan yaratıldığı ve
Enbiya sûresinde canlı olan her şeyin sudan yaratıldığı açıklanıyor.
Dabbe : Yeryüzünde
yürüyen, hareket eden her canlıyı kapsayan bir isimdir. Böylece insan başta
olmak üzere bütün hayvanların sudan yaratılıp meydana geldiği anlaşılıyor.
Sonra insanın mükerremliği dikkate alınarak Furkan sûresinde «beşersin sudan
yaratılıp meydana geldiği belirtilerek umumdan sonra hususa yer veriliyor.
Çünkü «beşer»den maksat ve en yaygın olan mana, insandır. Konumuzu oluşturan
Enbiyâ sûresinin ilgili âyetinde ise, mevzu daha kapsamlı anlatılarak hem
hayvanları, hem insanları, hem bitkileri içine alacak şekilde bir tabir
kullanılarak «canlı olan her şey» deniliyor.
Görüldüğü gibi, aynı
konuyla ilgili az farkla beyân edilen üç âyet bir-araya getirilince asıl maksat
daha iyi anlaşılıyor ve böylece zihinlerde silinmez izler bırakılarak idrâkler
uyanık tutuluyor.
O ha!de ilmî araştırmalar
ilerledikçe, elde edilen müsbet sonuçlar Kur'ân'ı tasdîk etmekte ve onun ilâhî
olduğuna şehadet etmektedir. [40]
«Yeryüzü, insanları
sarsıp çalkar diye onda sabit dağlar oluşturduk (da sarsıntıyı önledik)..»
Bilindiği gibi
yeryüzündeki kara parçalarının dörtte birini dağlar kaplar. Yer kabuğunu
meydana getiren katmanlar, oluştukları çağlardaki esas durumlarını çok ender
olarak saklarlar. Bu katmanlar, dünyanın geçirdiği jeolojik çağlar içinde zaman
zaman oluşarak, yükselerek, kıvrılarak, kırılarak türlü kıpırdamalara
uğramışlardır.
İlâhî plân ve
düzenleme gereği, sözü edilen şekilde dağların oluşmasında ve sonra sabitleşip
kalmasında birçok yararlar vardır. Onları şöyle özetliyebiliriz: '
1— Ekvatorda dakikada 27 km. hızla kendi ekseni
etrafında, saatte 110.000 km. hızla güneşin etrafında baş döndürücü bir süratle
dönen dünyanın kara parçalarının dörtte biri dağ olmasaydı, bugünkü denge
olmazdı. Birtakım sarsıntı ve çalkantılar meydana gelirdi. Kur'ân özellikle
dağların bu faydası üzerinde durmakta ve bunu tam on yerde az değişik kelime
ve anlatımla işlemektedir.[41] Diğer birçok önemli konularda olduğu gibi, bu
konuda da Kur'ân araştırıcılara, meraklılara ana fikir ve temel bilgi vermekte
ve aynı zamanda üzerinde^dfkkatle durulması için de on yerde zikretmektedir.
2— Şiddetli kasırga ve fırtınaları daha az
zararsız hale getirir.
3— Hava akımını ayarlamada rol oynar.
4— Kaplı bulunduğu bitki örtüsüyle havayj
temizleyip filitre görevini yapar. [42]
«Göğü de
(bozul"Pdengesizliğe düşmekten) korunmuş bîr tavan (gibi) yaptık. Halbuki
onlar bundaki belge ve delillerden yüz çeviriyorlar.»
Fezadaki sistemler ve
yıldızlar üzerinde asırlardır birçok araştırma ve incelemeler yapılmaktadır. Bu
konuda bilmediklerimiz bildiklerimizden çoktur. Kur'ân bu konuda da bazı
ipuçları ve ana fikirler vermekte, insan aklına ışık tutarak yol
göstermektedir. Göklerin bozulup dengesizliğe düşmekten korunması ve yeryüzüne
-bizim bakış açımıza göre- bir tavan durumuna getirilmesi bize neleri
hatırlatıyor veya ilham ediyor?
Önee şunu belirteyim
ki : İlmî araştırma bize uzaydaki yıldızlar, gezegenler ve sistemler hakkında
Kur'ân'ı tasdik eder mahiyette şu bilgiyi vermektedir: «Gezegenler ve
yıldızlar uydularını kendilerine çekerler. Güneş, dünya ve öbür gezegenler
sanki görünmez bağlarla bağlıymışlar gibi uydularını kendileriyle birlikte
onlara has yörüngeleri içinde ve doğrultusunda döndürürler ki buna çekim
kanunu diyoruz. Bu durumda uydular neden gezegenlerin üzerine .düşmezler? Çünkü
gezegenlerin çevresinde hızla dönmeleri onlara santrifüj kuvveti denilen bir
kuvvet vermektedir. Böylece uydular gezegenlerine çekim kanunuyla bağlanırlar,
ama santrifüj kuvvetiyle onlardan uzaklaşırlar. Bu iki kuvvet birbirine eşit
olduğu için uydular, gezegenlerinin üzerine düşmedikleri gibi onlardan
uzaklaşıp uzayda kaybolma tehlikesiyle de karşılaşmazlar. Onlar sadece yörüngeleri
içinde dönerler.
İşte kâinatı bir bütün
olarak bu açıdan incelediğimizde, sistemlerinde zincirleme birbirine aynı çekim
kanunuyla bağlı bulunduklarını ve bunun Arş'a kadar uzandığını, Arş-ı A'lâ'nın
bütün sistemler üzerinde tarifi mümkün olmayacak kadar büyük bir çekim kuvveti
bulunduğunu söyleyebiliriz veya böyle varsayabiliriz.
İnkarcı maddeciler,
Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden bunca âyet ve belgeleri görmeyip
haktan yüzçevirirler. Doğrusu şaşılacak şey!
Dünyayı hem kendi ekseni, hem
de güneşin çevresinde belli kanunlarla döndüren Yüce Kudret, gece-gündüzü
oluşturmakta ve güneş ile ayın her birinin kendine ait yörüngesinde yüzüp
seyretmesini sağlamakta ve «gecenin de gündüzün önüne geçemiyeceğini»
belirterek, dünyanın ters dönüş yapmıyacağıriı, yani hep batıdan doğuya doğru
dönüşünü sürdüreceğini hatırlatmakta ve böylece kurduğu plânın
kusursuz uygulandığını bize
öğretmektedir. [43]
«Senden önce hiçbir
insana (dünyada) ebedîlik vermedik. Sen ölürsün de onlar ebedi mi kalırlar?
Her canlı ölümü tadacaktır..»
Ölüm, değişmez bir
kanundur. Her canlı mutlaka onu tadacaktır. Bundan kurtuluş yoktur. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ı bilip anlama, inanıp bağlanma, hayatın tadını alıp onu hep
arzulama, nîmetin kıymetini idrâk etme, yüksek ve sonsuz nîmetlere hazırlanma
ancak dünyada mümkündür. O bakımdan dünya hayatı, ebedî hayata hazırlanma
dönemidir.
Bunun için ikinci,
fakat ebedî hayatın asıl değerini takdir edebilmek için ölmemiz gerekiyor.
Ölüm denilen geçişten
ne peygamberJer, ne imparatorlar, ne kahramanlar, ne veliler, ne de âlimler
kurtulabilmiştir. Yol budur; sünnetullah tahvil ve tebdil kabul etmez.
İsa Peygamber'in (A.S.) diri
olarak göğe yükseltilmesi ve hâlen diri olarak orada beklemesi; bir rivayete
göre, Hızır ile İlyas'ın (selât-ü selâm onlara olsun) hâlen hayatta olup ilâhî
kudretin bazı tecellilerini yansıtmaları, ölüm hakkındaki genel kaideyi
bozmamaktadır. Çünkü bunlar da kıyamet kopmadan önce mutlaka ölüm şerbeti
içeceklerdir. [44]
«Ve sîzi, imtihan olsun
diye iyilik ve kötülükle mübtelâ kılarız, (yaratılışınız bu iki şeyi işlemeye
müsaittir). Sonunda bize döndürüleceksiniz.»
Her şey zıddıyla daha
iyi anlaşılır ve gelişme sağlar. Âyette bilhassa bu kurala dikkatlerimiz
çekiliyor. İblîs'in Âdem'in (A.S.) karşısına çıkması, ruh iklimine nefis
denilen karşıt duygunun yerleştirilmesi, yararlı ve zararlı şeylerin birbirini
izlemesi hep bu hikmete dayanır.
Böylece insan ömür boyunoa
zıtlar âleminde, zttlarla dolu bir yolda yürür. İyilik ve kötülük, hak ve bâtıl
bunların başında gelen zıtlardan ikisidir. İnsan hangi tarafa daha çok
meylederse, onunla vasıflanır, diğer bir tabirle o tarafın rengini alır.
Unutmayalım ki, -peygamberler müstesnâ-hepimizin hayatında bu iki kavramın yeri
ve anlamı, hükmü ve sonucu söz-konusudur. Sonunda insan hangi renge boyanırsa,
o renkle Allah'a döndürülür. [45]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin erişilmez-liğine delâlet eden yedi
kadar belge sıralandı. Böylece insan aklına malzeme verilerek ışık tutuldu ve
hareket noktası belirlendi. Ölümlü bir hayatta ömrü en iyi şekilde
değerlendirmemize dikkatler çekilerek zıtlar âleminde yaşadığımız
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, bunca
âyet, belge ve kanıt karşısında hâlâ gerçeği görmeyip Hz. Muhammed'i (A.S.)
alaya alan şaşkınların yaramaz hali konu ediliyor. Peygamber'in (A.S.) haber
verdiği azabın hemen inmesini acele eden inkarcıların ne yazık ki,
inanmadıkları o azaptan kurtulamıya-cakları, o bakımdan acele etmenin bir anlam
taşımadığı hatırlatılıyor. Sonra da tarih boyunca inkarcı şaşkınların hakka
karşı düşünce ve davranışlarının hep aynı olduğu bildirilerek Hz. Peygamber
(A.S.) ve arkadaşları teselli ediliyor. [46]
36— O
küfredenler, seni gördükleri zaman
alaya almaktan başka bir şey yapmazlar; «bu mu ilâhlarınızı
diline dolayıp duran?» derler. Rah-mân'ın (indirdiği) Kur'ân'ı inkâr edip kâfir
olanlar da ancak bunlardır.
37— İnsan (karakteri gereği) aceleden (acele
hareket etme duygusuyla) yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim, artık
siz pek acele etmeyin.
38— Onlar size, «eğer doğru söyleyenlerden
iseniz, bu tehdidiniz ne zaman (gerçekleşir)?» derler.
39 — o
küfredenler, önlerinden ve arkalarından kendilerini saran ateşi
men'edemiyecekleri ve yardım da göremiyecekleri anı bir bilselerdi..
40— Hayır, o onlara aniden gelecek de kendilerini
şaşırtacak ve artık onu geri çevirmeye güc getiremiyecekler ve onlara süre de
taninmıyacak..
41— And olsun ki, senden önceki peygamberler de
alaya alınmıştı da, alaya alanları alay ettikleri şey (çepeçevre) kuşatmıştı.
Kureyş müşriklerinin
elebaşısı Ebû Ceh[ yandaşlarıyla otururken, az ileriden Hz. Peygamber (A.S.)
Efendimiz geçiyordu. Ebû Cehl'in gözü Ona dokununca, alaylı bir tavırla: «Bu
mudur Abdülmenaf oğullarının peygamberi?» diyerek güldü. Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [47]
O küfredenler, seni
gördükleri zaman alaya almaktan başka bir şey yapmazlar.»
Hz. Muhammed (A.S.)ın
yüksek şahsiyeti, Kur'ân'ın erişilmez ilâhî ahengi ve yüceliği karşısında âciz
kalıp ne bilgin ve bilgileriyle, ne edip ve şairleriyle bir üstünlük
sağlayamayınca, meseleyi daha da basite ve şarlatanlığa döndürüp, Peygamber
(A.S.) Efendimizi gördükleri zaman alaya alıp gülüşürlerdi. Böylece kinlerini,
kıskançlıklarını ve acizliklerini gidermeye, kendi kendilerini bu yoldan
tatmin etmeye çalışırlardı.
Bu bir bakıma
tez-antitez sürtüşme ve tartışmasının bir başka safhasını oluşturmaktaydı. Dış
görünüşüyle çirkin ve üzücü idi. Ama altında mutlak bir hayır ve başarının
temel felsefesi yatmaktaydı. Şöyle ki; Sapık putperestler, İslâm'a ve Onun
Peygamberine saldırdıkça, dikkatler bu tarafa çekiliyor, çevre kabile ve
kavimler ister istemez konuyla ilgilenme ve olup bitenleri öğrenme ihtiyacını
duyuyordu. Böylece yeni doğan İslâmiyet unutulmaktan, ilgisizlikten, bir
tarafa itilmekten kurtuluyor; çevredeki insanların kafasını durmadan meşgul
eden aktüel bir konu halini alıyordu. Ayrıca mü'minler bu tür saldırılardan
dolayı dinlerini daha ciddi ve heyecanlı savunma çarelerini araştırıyor ve
imânları daha da güçleniyordu.
Olay ile ilgili inen âyetler
ise, inkarcıları büsbütün azdırıyor; mü'minlerin ise, imân ve irfanlarını,
sabır ve azimlerini artırıyordu. İşte Kur'ân'ın yaklaşık olarak 23 yılda parça
parça inmesinin hikmetlerinden biri de budur. Tevrat ve İncil toplu halde bir
defada indirildiğinden, hem unutulmaya yüztutmuş, hem de dikkatleri devamlı
ilâhî buyruklara çekme metodundan mahrum kalmıştır. Çünkü her iki kitap da
sadece İsrail oğulları'na indirilmiş ve onların sosyal, ekonomik hayatlarıyla
ilgili hükümler getirmişti. Cenâb-ı Hak insanlara tâ kıyamete kadar devam
edecek mesai olan Kur'ân'ı böyle bir âkibete uğramaktan korumuştur. [48]
Kmsan (karakteri
gereği) aceleden (acele ha-reket etme duygusuyla) yaratılmıştır.»
Acelecilik insanın
ruhunda ve mayasında vardır. Onu tamamen söküp atmak mümkün değildir. O
bakımdan Asr-ı Saadet'te küfür yaranıyla iman erbabı dediğimiz iki taraf da
kendi düşünce ve inançları doğrultusunda acele ediyorlardı. Kâfirler,
va'dedilen azabın hemen gelmesini; mü'minler ise, iyice azgınlaşıp insan
haklarını çiğneyen putperestlerin bir an önce ilâhi gazaba çarpılmalarını
istiyorlardı. Oysa ilâhi sünnet, belli şartların gerçekleşmesi ve sebeplerin
oluşmasıyla hükmünü yürütür. Sırası gelince kimselerin ne acelesine, ne de göz
yaşlarına bakmaz.;
İnsan nasıl aceleden
yaratılmıştır?
Bu cümle biraz yorum
ister. O nedenle ilim adamları bununla ilgili diğer âyetleri de dikkate alarak
farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Onları birer özet halinde şöyle
sıralayabiliriz :
a) Müfessir Kurtubî'ye göre : Acele üzerine
oluşturulup acele olarak yaratılmıştır.
b) Müfessîr İbn Kesîr'e göre : İnsan çoğu
işlerinde ve durumlarında acelecidir.
c) Müfessir Alâeddin Ali'ye göre : İnsanın yapısı ve aceleden yaratılması,
tabiatının acelecilik üzere kurulmasıyla ilgilidir.
d) Râzî'ye göre : İnsanlar aceleci olarak
yaratılmışlardır. Yani acelecilik onların huyu ve karakteridir.
e) Himyer lûgatına göre : İnsan çamurdan
yaratılmıştır. Çünkü «acel» bu lügate göre çamur demektir.
f) Ahfeş'e göre : İnsan ivedi bir emirle
yaratılmıştır ki o, «kün» emridir.
Bu son iki yorum pek
itibar görmemiştir.
g) İnsan çoğu zanian sabırsızlık gösterdiği
için, sanki aceleden yaratılmıştır. Bu tabir, sabırsızlığın mübalâğa ifade
eden şeklîdir.
Böylece Kur'ân-ı
Kerîm'in tam 32 yerinde insanın aceleci olduğu, birçok şeyleri acele edip
istediği açıklanarak, bunun insanın doğuştan mayasında bulunduğuna işaret edilir,
Ayrıca bu konuda,
ilgili âyeti açıklar mahiyette İsrâ Sûresi 11. âyette şöyle buyurulmaktadır:
«İnsan hayra duâ eder gibi kötülük için duâ eder. Zaten insan çok acelecidir.»
O bakımdan insanı bu havadan
kurtarmak ve daha temkinii bir düzeye getirmek gerekmektedir. Aile terbiyesi,
okul, çevre ve her şeyin başında dinî eğitime ihtiyaç vardır. Zira en iyi
şekilde tasarlanmış teşebbüsler, aeeleye getirilirse bozulur. İtinayla
yapılmakta olan çok önemli iş, acele karışınca rayından çıkarılmış olur. [49]
«O küfredenler
önlerinden ve arkalarından kendilerini
saran ateşi men'-edemiyecekleri ve yardım da göremiyecekleri anı bir
bilselerdi.»
Hz. Muhammed (A.S.),
küfür ve tuğyan, şer ve haksızlık ateşinin pek yakında müşrikleri yakıp
mahvedeceğini, Kur'ân'dan aldığı işarete dayanarak söylemişti. Müşrikler Onun
bu sözünü dillerine dolayıp alaylı bir ifadeyle : «Eğer doğru sözlülerden
iseniz, bu tehdidiniz ne zaman?» diye sorup duruyorlardı. Kur'ân onları
saracak ateşin biri dünyada, diğeri âhiret-te olmak üzere iki çeşit ortaya
çıkacağını haber verdi. Nitekim Bedir savaşı ve arkasından Uhud ve diğer
savaşlar meydana geldi, derken Mekke fethedildi. Böylece hakkın bâtılı yok
edeceği, beynini parçalayıp tesirsiz hale getireceği günlerin yakın olduğu
anlaşılıyordu. Nitekim öyle oldu. Zafer ateşi putperestleri önlerinden ve
arkalarından sardı. O durumda yardım da göremediler.
Şüphesiz kıyamet
günündeki azap daha şiddetli ve devamlıdır.
Hz, Muhammed'den
(A.S.) önceki peygamberler de inkarcılar tarafından alaya alınmışlardı. Ama
bu onları ilâhî hükmün tecelli edeceği sınıra kadar götürünce, yok edilmişler;
yerlerine başkaları gelip oturmuştu. Böylece Kur'ân 41. âyetle tarihin tekerrür
ettiğini ve edeceğini dolaylı şekilde haber vererek, yaşamakta olan
inkarcıların daha etraflı ve ölçülü düşünmelerini hatırlatıyor. [50]
Yukarıdaki âyetlerle,
kalp gözleri kör olmuş inkarcıların, İslâmiyeti alaya alıp Peygamber (A.S.)
Efendimize dil uzatan müşriklerin söz ve davranışları üzerinde duruldu. Tehdit
edilegeldikleri azabın hemen gelmesini acele istediklerine temasla, yakında o
azabın kendilerini çepeçevre kuşatacağı haber verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
geceleyin veya gündüzleyin gelecek azaptan kimsenin onları koruyamıyacağı
belirtilerek, Kur'ân'dan yüz çevirmelerinin onlara hiçbir yarar sağlamıyacağı,
ama çok zarar getireceği hatırlatılıyor. Sonra da gerek kendilerinin, gerekse
babalarının bir süre geçinip gitmelerinin kendilerini aldatmaması için uyarı
yapılıyor. İslâmiyetin yavaş yavaş onların sahasını daraltacağına ve çok
geçmeden büyük başarılar sağlayacağına işaret ediliyor. Sonra da ilâhî azaptan
onlara bir esinti dokunacak olsa, o zaman ne «kadar nankörlük yaptıklarını
anlayarak, kendilerine nasıl haksızlık ettiklerini itiraf edeceklerine atıflar
yapılıyor ve kıyamet-gününde ise, adaletin kılı kırk yararcasına tecelli
edeceğine dikkatler çekiliyor. [51]
42— De ki: «Geceleyin yo da gündüzleyin sizi
Rahman (olan Allah) tan (gelecek azaptan) kim koruyabilir?» Aksine onlar,
Rablarınin zikrinden (kitabından) yüzçevîrirler!
43— Yoksa kendilerini bizim (azabımızdan koruyup)
engelleyecek bizden başka tanrıları mı vardır? (Nerede?..) O tanrılar
kendilerine yardıma güc getiremezler, bizden ise hiç dostluk ve yakınlık
göremezler.
44— Doğrusu biz, bunları da babalarını da
geçindirdik de ömürleri uzayıp gitti. Yerlerine (yaşadıkları ülkelerine) gelip
onu çevresinden yavaş yavaş eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Üstün gelenler
onlar mıdır?
45— De ki: «ben ancak sizi vahiy ile uyarıyorum.»
Ama ne kadar uya-rılsalar da sağırlar uyarı davetini işitmezler.
46— Yemin ederim ki, Rabbın azabından onlara bir
esinti dokunsa, mutlaka, «yazıklar olsun bize! doğrusu biz zâlimler idik»
diyecekler.
47— Kıyamet gününe has adalet terazileri koyacağı .
Hiçbir kimse en az bir haksızlığa
uğramaz. Hardal tanesi ağırlığında oh a bile (yapılan
İyilik ve kötülüğü)
getirip ortaya koyacağız. Hesapçılar olarak biz yeteriz.
«Dile hafif, terazide
ağır ve Rahman olan Allah'a sevimli gelen iki kelime vardır: Sübhane'llahi ve
bi-hamdihi - Sübhane'llahi'l-Azîm.» [52]
«Şüphesiz ki Azîz ve
Celîl olan Allah, ümmetimden bir adamı kıyamet gününde mahşer ehlinin önünde
kurtarır. Şöyle ki: Allah o adama, her birinin büyüklüğü gözün alabildiği
ölçüde doksan dokuz defter ortaya çıkarır. Sonra da ona : «Bunlarda yazılı
olanlardan bir şeyi inkâr ediyor musun? Koruyucu olan kâtip melekler sana
haksızlık etmişler mi?» diye sorar. O da : «Hayır, Ya Rab!» diye cevap verir.
Allah ona: «Senin için bir özür veya bir iyilik var mı?» diye sorar. Adam
şaşırır ve «hayır, ya Rab!» der. Allah: «Öyle değil, senin için yanımızda bir
tek iyilik var. Bugün sana hiç bir haksızlık olmayacaktır» buyurur ve üzerinde
«Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammed'en Resûlüllah» yazılı bir
yafta (etiket) çıkarır ve «Onu hazırlayın» buyurur. O adam : «Ya Rab! bu
yaftanın şu defterler yanında (ağırlığı) ne olabilir?!» der. Allah ona: «Kulum,
sen elbette haksızlığa uğramıyacaksın» buyurur. Ve o defterleri terazinin bir
kefesine, yaftayı da diğer kefesine koyar; defterler hafif, yafta ise ağır gelir.»
[53]
«Hiçbir şey
Bismi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm'le
tartılınca ondan daha ağır gelmez.» [54]
Hz. Âişe (R.A.)
anlatıyor:
«Bir adam gelip Hz.
Peygamberin (A.S.) önünde oturdu ve şöyle sordu: «Ey Allah'ın Peygamberi!
benim iki kölem var; bana yalan söylerler, ihanet ederler, baş kaldırırlar. Ben
de onları döver ve söverim. Benim onlarla durumum ne olacak?» Peygamber (A.S.)
Efendimiz ona: «Onların sana ihaneti, isyanı ve yalanıyla; senin onlara
verdiğin ceza hesaplanır. Eğer verdiğin ceza onların suçuna denk gelirse, bu
yeterli sayılır da aleyhine olmaz. Az gelirse, bu senin için bir fazilet olur.
Verdiğin ceza fazla ise, bunun karşılığı senden kısaslanarak alınır» diyerek
cevap verince, adam ağlamaya ve üzülmeye başladı. Peygamber (A.S.) şöyle
buyurdu: «Bu adam Allah'ın şu âyetini okumuyor mu? (Kıyamet gününe has adalet
terazileri koyacağız. Hiç kimse en az bir haksızlığa uğramıyacak.,)» [55]
«Geceleyin, ya da
gündüz-leyin sizi Rahman (olan Allahjdan (gelecek azaptan) kim koruyabilir?»
Kâinat ve ondan bir
parça olan yerküre, ilâhî plâna ve plânın bağlı bulunduğu kanunlara göre
hareket halindedir. Öyle ki, olaylar sebeplere, sebepler sünnetullaha,
sünnetullah da ilâhî kudrete bağlanmıştır." O halde sebepler
kendiliğinden oluşmuyor; onları oluşturan belli kanunlar söz konusudur. O
bakımdan «hiçbir olay tesadüflerin değil, yüce kudretin eseridir» neticesi
ortaya çıkıyor.
Allah bir milleti
hangi olayla terbiye edeceğini daha iyi bilir. Bu hususta irâdesi tecelli
edince, koyduğu kanunlar harekete geçer; önce sebepler oluşur, sonra da olay
meydana gelir.
Bir topluluk, ya da
millet kendini bir azaba lâyık görünce, sünnetullah gereği onların kötü tutumu
ve ameli belirlenmiş bir kerteye kadar serbest bırakılır. Yani o kerteye gelmeden
haklarında ilâhî hüküm inmez; gelince de onu durduracak bir kuvvet bulunmaz.
Kur'ân'da bu gerçek
hatırlatılarak, körükörüne, rastgele meydana gelen olaylara, «tabiat
olaylarıdır» veya «tabii olaylardan biridir» diyenler uyarılıyor; olayların
hakiki sebeplerine ve sebeplerin bağlı bulunduğu kanunlara, kanunların da
bağlı bulunduğu ilâhî nizama veya ezelî ve ebedî kudrete dikkatler çekiliyor.
Şüphesiz olayları
sadece «tabiat kanununa» bağlayıp bunun ötesinde bir kudret, bir nizam
düşünmeyenler, ilimle imân arasında kapanması çok zor uçurumlar meydana
getirenlerdir. Onların aksine, olaylarla sebepler, sebeplerle kanunlar,
kanunlarla ilâhî kudret arasında köprü ve ilgi kuranlar ise, olayların iç
yüzünü bilenler ve ilimle imân arasında kopmaz bağlar oluşturanlardır.
Kur'ân bu inceliğe parmak
basarken, Allah'tan başkasında ilâhlık vasfı ve kudreti düşünülemiyeceğine,
kuvvet ve kudreti ondan başkasına çevirmenin derin bir gaflet ve sapıklık
olacağına işarette bulunmaktadır. Zira Allah'tan başka her şey «mahlûkluk»
kapsamına girmektedir. Allah'ın varlığı ise kendindendir ve O
«vâcibü'l-vücut»tur. O'ndan başka her şey «mümkünü't-vücut»tur, yani varlıkları
kendilerinden değil, «vâcibü'l-vücut» olan yüce kudrettendir. [56]
«Doğrusu biz bunları
da, babalarını da geçindirdik de ömürleri uzayıp gitti. Yerlerine (yaşadıkları
ülkelerine) gelip onu çevresinden yavaş yavaş eksilttiğimizi görmüyorlar mı?
Üstün gelenler onlar mıdır?»
Kur'ân bu âyetle bize
iki önemli olaydan söz ediyor; diğer bir tabirle, ilâhî sünnetlerden ikisine
parmak basıyor:
Birincisiyle, Hakk'a
baş kaldırıp tuğyan eden inkarcıların ülkelerini, ^Hakk'a ibâdet eden
mü'minlerin yavaş yavaş kuşatıp yeryüzünü onlara daraltacağı ve böylece yakın
gelecekte Arap Yarımadasını bir baştan bir başa fethedeceği müjdesi veriliyor.
Nitekim öyle oldu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medinede şehir devletinin
temellerini atıp bir devlet hüviyetiyle sahneye çıkınca, yapılan fetihler,
irşatlar ve uyarılarla Arap Yarımadası müşriklere daraltıldı ve çok geçmeden
yanmada bir baştan bir başa mü'minlerin kontrolü altına girdi.
İkincisiyle, günümüzde
inkârı, aydın kişi olmanın gereği sayan bazı olgunlaşmamış sözde ilim adamları
uyarılıyor. Şöyle ki: Yerkürenin ilâhî plân gereği kutuplardan basık şekilde
yaratıldığı haber veriliyor. Oysa on beş asır önce yerkürenin yuvarlak olduğu
bile bilinmezken, Kur'ân hem onun yuvarlak olduğunu, hem de kutuplardan basık
bulunduğunu açıklıyordu.
Böylece Kur'ân bu
beyanıyla da ilâhî olduğunu kanıtlamakta ve inkarcıları uyararak Allah'ın
kitabında yer alan ana fikirler ve temel bilgiler ile ilmî buluşları
karşılaştırmalarını hatırlatmaktadır.
Birinci yorumla,' hakkın
er-geçüstün geleceğine; ikinci yorumla Kur'-ân'm çağların, medeniyetlerin, ilmî
buluşların önünde yürüdüğüne işaret ler vardır. [57]
İnsanın refah içinde
bulunduğu süre uzadıkça, Allah'ı unutma basiretsizliği, ilâhî nimetlere karşı
nankörlüğü de artar. Ansızın ilâhî azaptan bir esinti gelip dokununca sendeler
ve Hakk'a dönme duygusu harekete geçer. Sıkıntı ve üzüntüyü veya dert ve
musibeti atınca da, çok geçmeden aynı nankörlüğe döner. Şüphesiz ki böyle
durumlarda uyanma ve Hakk'a yönelme duygusunun harekete geçmesi, aklın ve
sağduyunun ürünü değil, daha çok doğuştan kendisinde mevcut olan din ve Allah
duygusunun kıpırdamasıdır.
İnsanlardan çoğunun
hayatı bu zikzak içinde geçer. İlâhî uyarılar ve sınavlar aralıksız devam eder
ve değişik görüntüler vererek doğru yoldan sapanları daldıkları gafletten
uyandırmayı amaçlar. Uyananlar olur, uyanmayanlar olur. İlâhî hidâyet kendine
has sınırda hep uyanacak alanları bekler.
Tam uyanma olunca da günahkâr
suçluların ruhuna enjekte edilen Allah duygusu, üzerindeki kabuğu çatlatıp
ortaya çıkar ve 180-derecelik dönüş başlar. Hemen arkasından o kimseler şöyle
itirafta bulunma ihtiyacını için için hissederler: «Yazıklar olsun bize!
Doğrusu biz zalimler idik» derler. [58]
Yukarıdaki âyetlerle,
birkaç günlük refahın kimseleri aldatmaması konu edilerek, inkarcılar
uyarılıyor. Kur'ân'dan yüzçevirmenin hiç kimseye saadet ve rahmet getirmiyeceği
belirtilerek, ilâhî nizama uymanın gereği üzerinde duruluyor. Sonra da İslâm'ın
yakın gelecekte yeryüzünü yavaş yavaş kâfirlere daraltacakları haber veriliyor.
Aynı zamanda yerkürenin kutuplardan basık olduğuna işarette bulunuluyor.
Aşağıdaki âyetlerle, Mekke'de
çok sıkıntılı günler geçirmekte olan mü'minler teselli ediliyor. Benzeri
olayların İbrahim (A.S.) ile Musa (A.S. zamanlarında da meydana geldiğine
dikkatler çekilerek, tarihin yine tekerrür edip hakkın mutlaka üstün
geleceğine işaret yoluyla atıf yapılıyor. [59]
48— And
olsun ki biz Musa ile Harun'a hak ile bâtılı ayıran, Allah'tan korkup
fenalıklardan sakınanlar için bir ışık, bir öğüt olan kitap verdik,
49— o sakınanlar ki Rablarından gıyabında saygı
ile korkarlar ve kıyametin meydana geliş saatinden endişe içinde titreyip
dururlar.
50— İşte bu (Kur'ân), indirdiğimiz mübarek bir
kitaptır. Şimdi siz mi bunu inkâr ediyorsunuz?!
51— And olsun ki, bundan önce de İbrahim'e
rüşdünü (uygun olanı, doğru yolu, doğru düşünmeyi) vermiştik ve biz bunu
bilenlerdik..
52— Hani o bir vakit babasına ve kavmine, «nedir
bu üzerine kapanıp durduğunuz heykeller?» demişti.
53— Onlar da, «babalarımızı bunlara tapanlar olarak
bulduk» demişlerdi.
54— o da, «yemin ederim ki siz de, babalarınız da
çok açık bir sapıklık içindesiniz» demişti.
55— Onlar, «sen bize hakikati mi getirdin, yoksa
sen şaka edenlerden misin?» demişlerdi.
56— İbrahim onlara, «bilâkis (ciddi söylüyorum).
Sizin Rabbınız, göklerin ve yerin Rabbıdır ki onları yokluk
karanlığını yırtıp yaratmıştır ve ben de buna şahit olanlardanım»
demişti.
57— «Allah'a and olsun ki, siz arkanızı çevirip
gittiğinizde herhalde putlarınıza bir tuzak kuracağım» (diye kendi kendine
fısıldamıştı).
58— Derken İbrahim, onları parça parça etti;
ancak dönüp başvururlar diye (putların en) büyüğünü kırmadı.
59— «İlâhlarımıza bu işi kim yaptı? O herhalde
zâlimlerdendir» dediler.
60— Onlardan bir kısmı, «İbrahim denen bir genç
bunları diline do-layıp duruyordu» dediler.
61— «Bunların şahitlik etmeleri için onu halkın
önüne getirin» dediler.
62— «Ey İbrahim! bunu sen mi yaptın
ilâhlarımıza?» dediler.
63— İbrahim, «belki bu işi onların şu büyüğü
yapmıştır; eğer konuşa-biliyorlarsa, onlara sorun» dedi.
64— Bunun üzerine kendi vicdanlarına dönüp
«şüphesiz ki siz haksızlarsınız» dediler.
65— Sonra da
başları üzerine döndüler de «and olsun ki bunların ko-nuşmıyacağmı sen de
bilirsin» dediler.
66— İbrahim, «siz Allah'ı bırakıp hiçbir şey ile
size yarar ve zarar vermeyecek şeylere mi tapıyorsunuz?!
67— Size de, Allah'tan başka taptıklarınıza da
yuh olsun! Hâlâ aklınızı kullanmıyacak mısınız?» dedi.
68— Onlar, «eğer (İbrahim'e ceza olarak bir şey)
yapacaksınız onu ateşte yakın da tanrılarınıza yardımcı olun» dediler.
69— Biz de «ey ateş! serin ve selâmet ol
İbrahim'e» dedik.
70— İbrahim'e tuzak kurmak istediler. Biz de
onları hüsrana uğrattık.
71— Hem İbrahim'i, hem Lût'u âlemler için mübarek
kıldığımız ülkeye (ulaştırıp) kurtardık.
72— Ve İbrahim'e İshâk'ı, fazla olarak da Yâkub'u
verdik ve hepsini de iyi-yararlı kişiler kıldık.
73— Onları
emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren
önderler kıldık. Onlara hayırlı işleri işlemeyi, namaz kılmayı, zekât
vermeyi vohyettik. Zaten onlar bize ibâdet eden kullardı.
«İbrahim Peygamber
(A.S.) (dış görünüşüyle) yalana benzer, (iç yüzüyle doğrunun tâ kendisi olan)
üç söz söylemiştir. Bunlardan ikisi, Allah'a ortak koşulan konuyla ilgilidir.
Şöyle ki: Bayram yerine davet edildiğinde «ben rahatsızım» demiştir. Putları
kırıp parçaladığında, «bunları kim kırdı?» sorusuna, «belki de büyükleri bu işi
yapmıştır» diye cevap vermiştir ve eşi Sare'nin kim olduğu kendisinden
sorulunca da «kızkardeşimdir» demiştir.» [60]
İbrahim Peygamber'in
(A.S.) yalana benzer bu sözleri, aslında yalan değildir. «Ben hastayım» veya
«Ben rahatsızım» demesi, ruhunun ve vicdanının putlardan, kötü ve bâtıl
âdetlerden rahatsız bulunduğunu; «Putları kim kırdı?» sorusuna, «Belki de
büyükleri bu işi yapmıştır» derken onu şarta bağlamıştı, «eğer
konuşabileceklere...» diye ilâve ederek, eğer bunlar cidden tanrılar iseler
neden kendilerini koruyamadılar ve eğer ak-lediyorlarsa, kim tarafından kırılıp
parçalandıklarını neden söyleyemiyorlar? şeklinde birtakım sorular doğurmayı
amaçlamıştı. Nikâhlı eşi için de «kızkardeşimdir» demesi, dinde kardeşi
olduğunu kasdetmesine yönelik bir anlatım şeklidir.
Bu yorumumuzun
dayanağı ise, peygamberlere vacip olan beş sıfatın söz konusu .olmasıdır. O
sıfatlardan biri de «sıdk»dır, yani her peygamber doğrudur, doğruyu söyler,
asla yalana tevessül ve tenezzül etmez.
«İbrahim Peygamber
(A.S.) ateşe atılırken, Allah bize yeter ve O ne güzel vekildir, demişti.» [61]
«İbrahim (A.S.) ateşe
atıldığında ise, şöyle demiştir: Allahım! Sen gökte birsin; ben de yeryüzünde
yalnız sana ibâdet eden kulunum.» [62]
«İbrahim Peygamberi (A.S.)
ateşe atılmak üzere bağladıkları zaman şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Allahım, senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Hamd sanadır. Mülk de
senindir. Ortağın yoktur.» [63]
«And olsun ki biz Musa
ile Harun'a hak ile bâtılı ayıran, Allah'tan korkup fenalıklardan sakınanlar
için bir ışık, bir öğüt olan kitap verdik.»
Putperestlerin ve
kitap ehlinin, Kur'ân-ı Kerîm'in ilâhî bir kitap olmadığını iddia etmeleri
üzerine Cenâb-ı Hak ilgili âyetle, Tevrat'ın süzülüp indirildiği kaynaktan
Kur'ân'ın da süzülüp indirildiğine dikkatleri oekmekte ve şu âyetle her türlü
şüphe ve iddiaları reddetmektedir: «İşte bu (Kur1-ân), indirdiğimiz mübarek bir
kitaptır. Şimdi siz mi bunu inkâr ediyorsunuz?!»
Böylece, her iki
kutsal kitabın da hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, günahı sevaptan, iyiyi
kötüden ayıran, insanları dünya ve âhiret konularında aydınlatan ve her
yanlarıyla öğüt ve ibret yansıtan ilâhî belgeler olduğu açıklanıyor.
Ne var ki, Tevrat
indiği gibi korunamamış ve peşpeşe gelen istilâlarla ortadan kaybolmuş, sonraları
bulunan bazı kısımları ve hafızalarda kalanları biraraya getirilerek bugünkü
şeklini almıştır. İçinde ilâhî kelâm ve beyândan ziyade insan sözüne yer
verilmiştir.
Arap Yarımadası'nda
yaşayan putperestler Tevrat hakkında yumuşak davrandıkları halde, Kur'ân-ı
Kerîm'e fazlasıyla hücum ediyorlardı. Oysa her ikisi de aynı bahçenin ayrı ayrı
gülleri olarak bulunuyordu.
Putperestlerin bu
haksız hücumlarının birtakım psikolojik, sosyal ve ekonomik sebeplen söz konusu
idi. Şöyle ki : Tevrat sadece İsrail oğul-ları'na indirilmiş bir kitaptı.
Yahudiler misyonerlikten uzak, kendi anlayışlarına göre, miilî bir din ve
hattâ millî bir ilâh düşünce ve inancı içinde dışa açılmayan bir millet idi. O
bakımdan putperestlerin menfaatlerine dokunan bir yanı yoktu. Kur'ân-ı Kerîm,
cihan kitabı olarak bütün milletleri yönlendirecek, insan hayatının her
safhasıyla yakından ilgilenecek kudrette idi. Her türlü maddî ve manevî
müeyyideleri beraberinde getiren bir muhtevada bulunuyordu. Arap Yanmadası'nda
her türlü hayas.ızhğın önüne geçmeyi, ahlâksızlığa son vermeyi, bâtıl ilâhları
kaldırmayı, zulüm ve talancılığın önüne aşılması mümkün olmayan bir sed
koymayı, sağlam aiie yuvalarını kurmayı, kadınları çarşı, pazarda satılmaktan
kurtarmayı, onları annelik vakar ve şerefiyle lâyık oldukları yere oturtmayı,
her yanda mutlak adaleti sağlamayı, yalnız Allah'a kul olmayı müesseseleştiren
Allah'ın insanlara en son mesajıydı.
Bunca hakikatleri
beraberinde taşıyan Kur'ân ve ondan önce indirilen diğer ilâhî kitaplardan
kimler öğüt alabilir, kimler onlarla doğru yolu görüp seçebilir? Kur'ân ilgili
âyetlerle şu üç özelliğe sahip olanları göstermektedir :
1— Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar.
2— Allah'tan utanıp gizli-aşikâr her.hal ve
durumda kendini ilâhî nizama uydurmaya çalışanlar.
3— Kıyametten ve o gündeki hesap ve cezadan
korkup tetik üzere olanlar..
Kalpleri küfür isiyle kararıp
kapananlar; gözleri kin ve azgınlıkla kö-relip hakikati göremiyenler; kulakları
mal ve şehvet hırsıyla tıkanıp başka hiçbir şeyi duyamıyacak kadar
sağırlaşanlar, elbette ki Kur'ân'ın ışığını göremez, onun bütünüyle ilâhî
kudretten alıp yansıttığını anlayamaz ve peygamber sesini işitemezler. [64]
<<And olsun ki-
bundan önce de İbrahim'e rüşdünü (uygun olanı, doğru yolu, doğru düşünmeyi)
vermiştik ve biz bunu bilenlerdik.»
Önce Cenâb-ı Hak,
doğru yoldan sapıp azdıran ve hakka karşı tuğyan eden milletlerin, tarihin hiç
bir dönem ve çağında sahneden eksik olmadığını; gönderilen her peygambere daha
çok taunların tepki gösterip karşı koyduğunu belirtiyor. Bu tür olayların
kaynağının küfür ve cehalet olduğuna temasla inkâr ve tuğyanın günün
şartlarına, sosyal gelişmelerine göre kılıf değiştirdiğine işarette bulunuyor.
Böylece Mekke'de çok çetin mücadeleler veren ve o yüzden birçok saldırılara
mâruz kalan mü'-minler teselli edilmekte; yaşamakta olan imân ehlinin de bu
gibi zorluklarla, şarlatanlıklarla karşılaşabilecekleri dolaylı şekilde
anlatılmaktadır. Ama her şeye rağmen, imân cephesi, Hz. Muhammed'in (A.S.)
nurlu yolunda yürümesini bildiği takdirde, er-gec başarıya erişeceğinde şüphe
yoktur; tıpkı İbrahim Peygamber (A.S.)ın azgın kâfirlerin şerrinden kurtulup
Tevhid İnancı'nı yayma imkânı bulduğu ve başarılı hizmetler verdiği gibi..
O bakımdan Cenâb-ı
Hak, Musa Peygamber'e indirilen Tevrat'ın bir özelliğini hatırlattıktan sonra,
Mekke'deki olayların seyriyle benzerlik arzeden İbrahim (A.S.) kıssasına geçti
ve mü'minlere öğretici, eğitici ve düşündürücü birtakım mesajlar vermeyi murat
etti. Şöyle ki:
1— Peygamberlik Allah'ın yüksek bir lûtfudur ki
onu dilediğine verir. Nitekim İbrahim'e (A.S,} bu şerefli görev pek genç
yaşında tevdi edilmiş ve o da örnek alınacak hizmetlerde bulunmuştur.
O halde peygamberlik
Hz. Muhammed (A.S.} ile son bulup mühürlendiğine göre, Ondan sonra kime dinde
anlayışlı ve bilgili olma basîreti verilmişse, mutlaka o, hizmete ehil
görülmüş ve peygamberlere vâris olma düzeyine getirilmiş demektir.
2— Olgun insan, kâmil mü'min ve şerefli bir kişi
olabilmek için herhalde Allah'a dosdoğru kul olmak gerekir. Peygambere (A.S.)
uymak bu kulluğun statüsünü insana öğretir.
3— Allah'a imân, şereflerin, nîmetlerin en üstünüdür. Allah'ın hoşnutluğu her şeyin fevkindedir. Babası ve
ailesi sapıtmış bulunan bir mü'-minin, onları günün şartlarını dikkate alarak
ve mantıkî ölçülerle hareket ederek uyarması, doğru yola çağırması farzdır.
İbrahim (A.S.)ın ilk adımda babasını ve yakınlarını Allah'ı bilip ibâdet
etmeğe çağırmasının anlamı budur.
4— Kötü âdetlere; dede ve babalardan mîras kalan
yanlış yola uymak, şüphesiz ki aklın ve sağduyunun ölçüsü ve gereği değildir.
Ruhun muhtaç olduğu hakiki gıdayı ancak İlâhî buyruklar ve onlara uygun olan
iyi, yararlı âdetler karşılar.
5— İnsanları Allah yoluna davet ederken, çok
oiddi olmak gerekir. Gerçekleri öğretirken, hakikat ışığını yansıtırken
şakanın, ciddiyetsizliğin yeri yoktur. İbrahim Peygamber'in (A.S.)
kâfirleri Hakk'a kulluğa daveti
hep ciddiyet içinde geçmiştir.
6— İyice güç oluşturmadan küfrün karşısına
şiddetle çıkmak, yarar yerine zarar getirir. İbrahim (A.S.)ın gerek Nemrud'a,
gerekse kendi çevresine ve yakınlarına karşı tutumu hep bu metodun
yönlendirici zerafeti doğrultusunda cereyan etmiştir.
7— Ateşin
İbrahim Peygamber'i (A.S.)
yakmaması, peygamberliğini kanıtlar
mahiyette bir mu'cizedir ve mu'cize ise,
peygamberlere hastır. Diğer kâmil
mürşitler ancak -Allah dilerse- keramet izhar edebilirler.
8— Hak dine davet ederken keskin bir zekâya,
kuvvetli bir mantığa, geniş dinî kültüre ve sonra da genel kültüre ihtiyaç
vardır. Bu gibi yetenekleri olmayanların irşat hizmetinde öncülük etmeleri
başarıya pek götürmez. O bakımdan işi ehline vermek ve devamlı ehil kişileri
yetiştirmek şarttır. İbrahim Peygamber'in Lût Peygamberi belli bir bölgeye göndermesi bunun güzel
örneklerinden biridir.
9— İrşat ve tebliğ görevini sürdürürken
karşımıza çıkan bir düşünceyi, bir ideolojiyi, bir tezi duygumuzla değil,
aklımızla inceleyip sonuca varmaya
çalışmamız en uygun
metottur. İbrahim Peygamber'in gerek Nemrud'a, gerekse diğer kâfirlere
karşı aklî delilleri sıralaması ve çoğu zaman aklın rehberliğini seçmesi bundandır.
10— Hak, kemiyet bakımından zayıf da olsa,
keyfiyet bakımından mutlaka kuvvetlidir ve üstündür. O bakımdan olayları
sabırla karşılayıp akıl ve mantık ölçülerine göre incelediğimiz ve sonucu
imânın ışığı altında
değerlendirdiğimiz
ölçüde başarılı olabiliriz. İbrahim Peygamber'in hayatı boyunca bu ölçünün
dışına çıkmadığını anlıyoruz.
11—
Yahudilerin dikkati İbrahim'e, İshak'a ve Yakub'a çekilerek Kur'ân'ın bu
peygamberleri lâyık oldukları şekilde tanıttığı, o bakımdan Yahudilerin de son
peygamber Hz. Muhammed'i (A.S.) akıl ve insaf ile incelemeleri ve Tevrat'ta
haber mahiyetinde geçen belgelerle karşılaştırmaları hatırlatılıyor.
12— İbrahim
(A.S.) ile Lût (A.S.)ın âlemler için mübarek kılınan ülkeye giderek
kurtuldukları anlaşılıyor. Burada mübarek kılınan ülkenin Şam; Filistin, Mekke
ve Medine olması kuvvetle muhtemeldir. Klasik tefsirlerde bu yerin Harran veya
Şam olduğundan söz edilir. Nitekim İbrahim Peygamber'in önceleri Harran ve
Musul dolaylarında bulunduğu, sonra Şam ve Hicaz yörelerine hicret ettiği ve
Lût Peygamber'in de İbrahim Peygamberle birlikte Harran ve Musul kesiminden
ayrıldığı, önce Şam'a uğradığı, sonra da Lût gölünün bulunduğu Sodom şehrini
irşada memur edildiği bilinmektedir. [65]
(Onlara hayırlı işleri
işlemeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Zaten onlar bize ibâdet eden
kullardı.»
İbrahim, İshak ve
Yakub (salât-ü selâm hepsine olsun) peygamberlerin iyi-yararlı kişiler
oldukları; topluma ve milletlere önder olma vasıf ve yeteneğinde
yaratıldıkları; ilâhî emirlere uyarak insanları doğru yola çağırdıkları
belirtildikten sonra, daha çok şu dört önemli hususun kendilerine vahiy ile
emredildiği açıklanıyor:
1— Hayırlı işlerde bulunmak,
2— Namaz kılmak,
3— Zekât vermek,
4— Allah'a ibâdete devam etmek..
İşte her peygambere
mutlaka bu dört emir verilmiştir, İbrahim, İshak ve Yakub (salât-ü selâm
hepsine olsun) bu konuda misal veriliyor. Çünkü hayırsız, namazsız, zekâtsız ve
ibâdetsiz hak din yoktur ve olamaz da. Bu vecîbeler dindarlığın temelini, özünü
ve mayasını oluşturur,
Kur'ân-ı Kerîm bu
açıklama ile namaz kılmayan, zekât vermeyen Yahudi ve Hıristiyanların dikkatini
çekiyor; dinin özünden ve mayasından koptuklarını hatırlatarak, Hakk'ın
dâvetine gönül kulağını vermelerini istiyor.
Aynı zamanda insanlara
lider ve önder ojacak kişilerde bu ve benzeri sıfatların ve özelliklerin
bulunmasının lüzumuna işaretle, mü'minlere sağlam bir ölçü ve kıstas veriliyor.
Sonra da daha önce gönderilen her peygamberin, insan olduğuna, insanlar
arasından seçilip görevlendirildiğine işaretle, putperestlerin yersiz birtakım
iddiaları reddediliyor; Hz. Muham-med'in de (A.S.) şerefli bir aileden gelme
bir insan olmasından daha tabii ne olabilir, hususu işlenerek ilâhî sünnetin bu
yöndeki tecellisi bildiriliyor.
Kur'ân-ı Kerîm'de tam beş
yerde az farklı safhaiarıyla, değişik öğüt ve ibretli yanlarıyla İbrahim (A.S.)
kıssası anlatılmakta ve her beş yerde de bu kadri yüce peygamber hakkında
idrâklerimizi uyanık tutmamız istenmektedir. Çünkü semavî dinler bu büyük
peygamberin «hanîf» odağında birleşip «Tevhîd İnancı»na lâyıkıyla
sarılabiiirler. [66]
Yukarıda gecen
âyetlerle, Mekke'de çetin mücadele verip küfrün saldırısına uğrayan mü'minler
teselli edildi. Bunun için Musa Peygamber'e (A.S.) indirilen Tevrat'ın ışık ve
sağlam bir kıstas olduğuna dikkatler çekilerek, Yahudilerin bu kitapla amel
etmediklerine, son peygamberle ilgili belgeleri değiştirdiklerine işaret
edildi. Arkasından İbrahim (A.S.)in kıssasına geniş yer verilerek hem
müşriklerin iddiaları reddedildi, hem de mü'minlere on iki kadar mesaj verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, tarihte
küfrün saldırısına uğrayan iki peygamber daha misal veriliyor. Dayanma gücünü
ortaya koyan o peygamberlerin çok geçmeden Allah'ın yardımına mazhar oldukları
belirtilerek, Hz. Mu-hammed'in (A.S.) yakında küfür diyarından kurtulacağına
işaret ediliyor; aynı zamanda mü'minlere moral verilip teselli ilhamında bulunuluyor. [67]
74— Lût'a da hüküm-hikmet ve ilim verdik ve onu
çok iğrenç işlerde bulunan kasabadan kurtardık. Şüphesiz ki onlar, kötü; doğru
yoldan çıkmış ahlâksız bir kavim idi.
75— Lût'u rahmetimize aldık; çünkü o, iyi-yararlı
kişilerden idi.
76— Nuh'u da hatırla, hani o duâ etmişti de
duasını kabul edip onu da, ev halkını da büyük bir felâket ve sıkıntıdan
kurtarmıştık.
77— Ve âyetlerimizi yalanlayan kavme karşı ona
yardım edip intikam aldık. Şüphesiz ki onlar kötü bir kavim idi; biz de hepsini
olduğu gibi (tufanda) boğduk.
Kur'ân-ı Kerîm burada
iki peygamber'in, kâfirleri doğru yola çağırırken karşılaştıkları zorlukların
bir özetini vererek, hakkın nasıl zafer bulduğuna işarette bulunuyor vş
böylece Mekke'de müşriklerin ölçü ve insaf tanımaz saldırılarına hedef olan, o
yüzden hayli sıkıntı ve üzüntü çeken mü'minlere, kurtuluşun yakın olduğunu
ilham ediyor. Zira sünnetuliah gereği, hangi millet hakka karşı baş kaldırıp
zulüm ve tuğyana başlarsa, mutlaka Allah onlara «Müntakim» ismiyle gereken
dersi verir ve çok geçmeden köklerini kesip gereken cezayı indirir. Mekkeli
müşriklerin de başlarını eğecek, gururlarını kıracak bir cezayla yüzyüze
gelmelerinin kaçınılmaz olduğuna işaretle, inkarcılar uyarılıyor. [68]
Kur'ân-ı Kerîm, Hz.
Muhammed'e (A.S.) zaferin yakın olduğu müjdesini verirken, putperest Arapların
da başaşağı gelecekleri günlerin sayılı olduğuna işarette bulunuyor ve gelip
geçen milletlerin yıkılış sebeplerinin bir özetini veriyor:
a) Lût kavmi hem Allah'a ve âhirete inanmazlar,
hem de birçok fenalıkları açıktan işlerlerdi. Daha kötüsü cinsel sapıklığın en
çirkini ve en kötüsü olan homoseksüellik onların
değişmeyen sanatıydı. Kendilerine doğru yolu gösteren Lût Peygamber'e (A.S.)
karşı geldiler ve onu çok
incitip üzdüler. Gelen
misafirlere saldıracak kadar
ahlâksızlıklarını ileri götürdüler.
Böylece küfür ve ahlâksızlıkta, zulüm ve tuğyanda işin son kertesine gelip
dayandıkları zaman ilâhî sünnet hükmünü
yürüttü. Akıp gelen lâvlar altında belirsiz hale getirildiler. '
Oysa sözü edilen o
azgın kavmi doğru yola irşat etmek için Lut Peygamber'e (A.S.) bir çok
meziyetleriyle birlikte bir de «hüküm» ve «ilim» ve-rilmjşti. O bu iki
sıfatıyla hakkı batıldan ayırt edecek, doğru yolu en anlaşılır şekilde
gösterecek, bâtılı tanımlayacak, geçmişten misal getirerek aydınlatıcı ve
yönlendirici bilgiler verecek bir kudrette idi. Ne çare ki, kavmi cinsel
sapıklığın sarhoşluğu içinde ne yaptıklarını, nereye gittiklerini, peygamberin
neler getirdiğini anlayacak ve idrâk edecek bir kalbe ve kafaya sahip
değillerdi. Oünkü küfür, şehvet ve cehalet onların kalp ve kafalarını iyice
islendirip işlemez hale getirmişti.
Böylece bir milletin
yıkılış sebeplerinden ücü üzerinde durularak Lut kavmi misal veriliyor.
Ayrıca Kur'ân A'raf,
Hud ve Hicr sûrelerinde gecen bu kıssanın çok önemli ve değişik safhalarının
bir özetini burada vermek suretiyle konuya karşı idrâklerimizi tekrar uyanık
tutmamızı ilham ediyor. [69]
b) Nuh Peygamber (A.S.) asırlarca putperest
cahillerle; kaba, hırçın, söz dinlemez, öğüt almaz bir milletle mücadele etti.
Onları çok sistemli
şekilde Hakk'a davet
ederek gerçekleri anlatmaya çalıştı. Fakat her defasında onların ancak
azgınlık ve inkârları arttı. Bütün teşebbüsler, metotlar ve uyanlar sonuçsuz
kaldı. Nuh (A.S.) böylesine nankör ve azgın, aynı zamanda hakka karşı alaycı
bir milleti, Allah'ın değişmeyen sünnetine terketti. O yüzden ilâhî intikam
tecelli etti. Başgösteren tufan eanlı adına ne varsa silip süpürüp temizledi.
Anlaşıldığı üzere
ilâhî sünnet her azgın ve inkarcı millete değişik ölçüde tecelli etmektedir.
Lût (A.S.)ın kavmi lavlar altında can vermiştir. Nuh (A.S.)ın kavmi ise tufanda
boğulup yok olmuştur. Mekkeli'ler ve o paralelde olan putperestler hakkında
ise, önce elebaşılarından önemii bir kısmının Bedir savaşında can vermesi;
sonra da imân ve irfan ordusunun Mekke'yi fethedip mağrur müşriklere
başeğdirmesiyle tecelli etmiştir. Çünkü Mekke kutsal bir beldedir. Cenab-ı Hak
o yüzden müşrikleri kahredici, öldürücü bir. afetle yeryüzünden silmemiş, ama
düne kadar alaya aldıkları fakir ve kölelerin önünde onları dize getirip
istemedikleri bir sonuçla karşılaşmalarını gerçekleştirmiştir.
Günümüzde maddeyi
temel esas sayıp soysuzlaşanlar; insanları ilâh-laştırıp aşağılaşan toplum ve
milletler hakkında ise, sünnetullah daha değişik görüntü ve biçimde tecelli
ediyor ve etmeye devam edecektir.
Böylece Kur'ân-ı
Kerîm, A'raf, Yunus, Hud ve İsra sûrelerinde önemli ve ibretli safhalarıyla
açıkladığı Nuh (A.S.) kıssasının burada bir özetini vererek, hem Mekkeli'leri,
hem de yaşamakta olan inkarcı sapıkları uyarmaktadır. [70]
Küfür ve cehaletin
amansız saldırısına uğrayan iki peygamberin mücadelesinin ve sonra da
kavimlerinin yok edilmesinin özeti verilerek Mekkeli'ler ve yaşamakta olan
inkarcı toplum ve milletler uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
İsrail oğulları'na altın devri yaşatan Davud (A.S.) ile Süleyman (A.S.) konu
ediliyor. Hem peygamber, hem de hükümdar olma düzeyinde bulunan bu iki
peygamberin insanlar arasında geniş tasarruflara sahip olduklarına dikkatler
çekiliyor ve böylece İslâm'a hasım olan Yahudiler insafa davet edilerek,
Kur'ân'ın onların peygamberlerinin kadrini nasıl yücelttiğine atıflar ve
işaretler yapılıyor. [71]
78— Dâvud ve Süleyman'ı da an, hani bir vakit bîr
kavmin koyunlarının yayıldığı ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı ve biz
de onların hükmüne şahitler idik.
79— Biz
onun (çözümünü gerektiren
hükmü) Süleyman'a anlattık. Her ikisine de ayrı bir hüküm, ayrı
bir bilgi verdik. Dövud'Ia beraber tes-bîh etsinler diye dağlara ve kuşlara
başeğdirdik; (evet) biz idik (bunları düzenleyip) yapanlar.
80— Sizin için, sizi kendinizin (savaş)
şiddetinden koruması için Davud'a giyilecek şekilde (zırh imâl etme) sanatını
öğrettik; artık siz (bunca nimetlere) şükredenler misiniz?
81— Süleyman'a
şiddetle esen rüzgarı
başeğdirdik; onun emriyle, mübarek kıldığımız yere akıp eserdi
ve biz her şeyi bilenleriz.
82— Şeytanlardan da onun için dalgıçlık edenleri
ve daha başka işler görenleri başeğdirdik; onun buyruğuna verdik ve onları
koruyup disiplin altında tutan biz idik.
«Hâkim hükmedeceği
zaman, İçtihatta bulunup isabetli hüküm verirse, onun için iki ecir (karşılık
sevap) vardır. Yine hükmedeceği zaman içtihatta bulunur da hatalı hüküm
verirse, onun için bir ecir vardır.» [72]
«Hâkimler üçe ayrılır:
Biri Cennet'te, ikisi Cehennem'dedir. Hakkı bilip onunla hükmeden kişi
Cennet'tedir. Bilgisizlik üzere halk arasında hükmeden Cehennem'dedir. Hakkı
bilip onun hilâfına hükmeden kişi de Cehennem'dedir.» [73]
«İki kadın kendi
çocukları yanlarında iken kurt gelip o iki çocuktan birini parçalayıp yiyor.
Geriye sağ kalan çocuğa ise her iki kadın birden sahip çıkıyor. Aralarında
anlaşma ve uzlaşma imkânı kalmayınca Davud Peygamber'e (A.S.) başvuruyorlar. O
da çocuğu, yaşça büyük olan kadına veriyor. (Diğer kadın çok üzülüyor) ve
dışarı çıkıyorlar, derken Süleyman Peygamberle karşılaşıyorlar. Kadının çok
üzgün olduğunu görünce, onlara ; «Bana çabuk bir bıçak getirin, bu çocuğu ikiye
bölüp herbirinize bir parçasını vereceğim» diyor. Yaşça küçük olan kadın feryat
edip, «Aman çocuğu kesme, varsın o kadının çocuğu olsun» diyor. Bunun üzerine
Davud Peygamber çocuğu yaşça büyük olan kadından alıp asıl anası olan bu
kadına veriyor.» [74]
Geceleyin başında
çoban bulunmaksızın birine ait koyun sürüsü, diğer bir adamın ekinine veya
üzüm mevsiminde üzüm bağına yayılıp tamamini yiyip bitiriyor. Dava konusu Davud
Peygambere arzediliyor. O da koyunların ekin sahibine -zarar ziyan karşılığı
olarak- verilmesine hükmediyor. Oğlu Süleyman (A.S.) ise, kendisine yapılan
ilhamla içtihatta bulunarak babasının vermiş olduğu hükmün hatalı olduğunu
anlıyor ve tarlanın koyun sahibine, koyunların da tarla sahibine verilmesinin;
tarla eski durumuna getirilinceye kadar tarla sahibinin koyunların ürünlerinden
yararlanmasının, sonra da koyunların asıl sahibine, tarlanın veya bağın da
yine asıl sahibine iade edilmesinin daha uygun ve âdil olacağını açıklıyor.
Bu fetva veya içtihat,
Davud Peygamber'in (A.S.) çok hoşuna gidiyor ve ona göre hükmünü değiştiriyor.
[75]
İlgili 78. âyetle bu
konuya dikkatler çekiliyor ve verilen bir hükmün isabetsiz olduğu anlaşıldığı
takdirde ondan vazgeçip doğru olanını hükmetmenin lüzumu belirtiliyor ve bu
sebeple hâkim, kadı ve benzeri kimselerin hükümlerinde yanılabileceklerine
işaret ediliyor. Böylece içtihadın önemi üzerinde durularak bu kapının her
zaman açık bulunduğuna dolaylı atıf yapılıyor. [76]
Allah'ın ilmi
öncesizdir ve sonsuzdur. Varlık âleminde yer alan eşya ve sistemlerin sayısını
ve sınırını ancak Allah bilir. Kâinatta câri olan ilâhî kanunları, esrar ve
hikmetleri de sayı kapsamına sığdırmamız bir bakıma mümkün değildir. Kâinattan
bir parça olan insan, aslında bu muhteşem düzenin özeti ve küçültülmüş
modelidir. Birçok eşya onun için yaratılıp var kılınmıştır. Böyle olmasına
rağmen onun eşya hakkındaki bilgisi pek azdır. Ledünnî ilme sahip olan
peygamberlerin de bilgileri sınırlı ve farklıdır. O bakımdan her peygambere
-temel bilgiler dışında- bir de ayrı bir ilim ve başka başka hikmetler
verilmiştir. Hızır (A.S.)ın bildiği bazı şeyleri, birtakım sır ve hikmetleri
Musa Peygamber; Onun bildiği sır ve hikmetlerin çoğunu da Hızır (A.S.) bilmiyordu.
Davud Peygamber'e (A.S.) verilen bazı üstün yetenekler Süleyman Peygamber'e
(A.S.); Ona verilen bazı özelliklerde Davud Peygamber'e (A.S.) verilmemiştir.
Diğer ilim adamları arasındaki durum da buna yakındır; her ilim adamının
uzmanlık konusu vardır, o, o konuyu daha iyi bilir.
Açıklama : Bu tarz bir
yargı, Davud ve Süleyman Peygamberlerin şeriatleri-ne göredir. İslâmiyet çok
daha farklı hükümler getirmiştir. [77]
Peygamberlerin
içtihatta bulunabilmelerinin cevazı hakkında farklı görüşler ve yorumlar ortaya
çıkmıştır. Araştırıcı ilim adamları, bunun caiz olduğunu, aklî yönden
yadırganacak bir husus bulunmadığını belirtmişlerdir. Çünkü onlara göre de
içtihat, şer'î delillerden biridir ve buna her devirde ihtiyaç vardır.
Ancak nass-ı ilâhî
inmediği ve ihtiyaç da duyulduğu bir zamanda peygamberlerin içtihatta
bulunması caizdir. Onlarla diğer müctehitler arasındaki fark şudur:
Peygamberler içtihatlarında fazla hata yapmazlar. Diğer içtihat seviyesinde
olan ilim adamları ise, bazı konularda hatâ yapabilirler.
Bazı ilim adamlarına
göre ise, peygamberler içtihatlarında hiç hatâ yapmazlar. Davud Peygamber'in
koyunlar hakkındaki içtihadı hatâ değil, daha uygun olanına isabet etmemektir.
Nitekim bir adam Resûlüllah (A,S.) Efendimize: «Ne dersin ya Resûlellah!
Sevabını Allah'tan bekleyerek O'nun yolunda öldürülürsem, artık benimle cennet
arasında bir engel kalır mı?» diye sorduğunda. Efendimiz (A.S.) ona : «Hayır
bir engel kalmaz» diye cevap verdi. Az sonra onu çağırarak şunu ilâve etti:
«Ancak (kullara olan) borçların müstesna.. Cebrail (A.S.) bana bunu böyle haber
verdi.» [78] diye eevap verdi.
Ayrıca bir kadın
Peygamber (A.S.) Efendimizden iddet (şer'î bekleme süresinjden sordu: Peygamber
(A.S.) ona: «Dilediğin kadar iddet yap» buyurdu. Az sonra ona: «Kitap eceline
erişinoeye, yani gerekli şer'î bekleme süresi sona erinceye kadar, otur» diyerek
ayrı bir hüküm bildirdi. [79]Bu
sürenin üç temizlenme veya üç ayhali görme ile sınırlandığı yine Kur'-ân'da
belirtilmektedir.
Bu olay da gösteriyor
ki, Peygamberler (salât-ü selâm hepsine olsun) içtihatta bulunmuşlardır ve
bazan daha uygun olana isabet edememişler de Melek Cebrail, daha uygun olanı
bildirmiştir.
Peygamberler dışında
diğer müctehitlere gelince: Hem hatâ, hem de sevap kaydedebilirler. Nitekim İbn
Kasım, İmam Mâlik'ten ashabın farklı görüşlerinden sorduğunda, ona şu cevabı
vermiştir: «Hatâ da olabilir, sevap da olabilir. Onların bütün söz ve
görüşleri hak değildir.» [80]
Ayrıca ilgili âyet,
bir müctehidin kendi içtihadından vazgeçip diğer müetehidin içtihadını
benimsemesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. [81]
«Davud'la beraber
tesbîh etsinler diye dağlara ve kuşlara baş eğdirdik. (Evet) biz idik (bunları
düzenfeyip) yapanlar.»
Varlık âleminde
Cenab-ı Hakk'ı tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Can-lı-cansız ne varsa, kimi
kalbi ve diliyle, kimi durumu ve özelliğiyle -yaratıldığı sünnete bağlı
kalarak- teşbihlerini sürdürmektedirler. Ne var ki çoğumuz onların teşbihini
anlayamıyoruz. Gökteki mevcut' sistemlerin hareketinden atom çekirdeğinin
etrafındaki elektronların hareketlerine kadar büyük-küçük her şey kurulu
düzende hılkatına bağlı kalarak tam ahenk içinde hareketini devam ettirmekte ve
böylece Cenâb-ı Hakk'ın kanunlarına başeğerek O'nu tesbîh ve tenzih
etmekteler.
Peygamberlerin ruhî
yapıları kutsî âlemden devamlı güç ve ilham aldıkları, sık sık ilâhî vahya
mazhar oldukları için çok daha duyarlı ve ilâhî sırları daha fazla farkedecek
bir düzeydedirler. Bütün peygamberlerde bu hal çok belirgindir. Bu tür
yetenekler daha çok onlara verilmiştir. Ancak her birinin ruhunun kendine has
özel bir belirginliği söz konusudur ki, o her dem faaliyet halindedir. Davud
Peygamber'in de dağların ve kuşların teşbihlerini anlaması ve onların bu kadri yüce
peygamberle birlikte Allah'ı tesbîhe dalması, onun özelliklerinden biri ve en
belirgin olanıdır.
Yoksa bazı klasik
tefsirlerin anladığı ve anlattığı gibi, dağlar ve kuşların insanlara has
şekilde tesbîhte bulunup seslerini, yine insanların anlayabileceği bir dille
yerine getirdikleri söz konusu değildir. Gerçi böyle bir olayın meydana gelmesi
bir mu'cize sayılabilir ve bir peygamber için mümkündür. Ama devam etmesi ve
insanların da buna şahit olması, sün-netullaha uymamaktadır. Zira o takdirde
aklın ve irâdenin değeri kalmaz. Olağanüstü olbya her gün şahit olanlar ister
istemez inanırlardı.
Ancak sesi çok güzel
olan Davud Peygamber kendine has nağme ile Zebur'u okurken dağların yankı
yapmasının, kuşların o sırada toplanıp ötmesinin mümkün olduğunu söyleyebiliriz.
Bu bir ilâhî teshîrdir ki, peygamberlerden yana tecelli etmesi her zaman
mümkündür. Özellikle bu, Davud Peygamber hakkında çok daha belirgindir.
Âyetteki «teshîr»den
maksat, dağların ve kuşların bağlı bulundukları ilâhî hilkat kanununa şaşmadan
uymaları ve Davud Peygamber'in (A.S.) onlara has bu kanunu anlaması ve dağların
yankısından, kuşların ötmesinden birtakım tesbîh anlamında neticeler
çıkarmasıdır.
Bunların hepsini
Cenab-ı Hak ezelde hazırladığı plâna göre yürütmektedir. O'nün kurduğu nizamda
bir anormalliğe rastlamak mümkün değildir. Bazı şeyleri çarpık görüp ilâhî
nizamı tenkit eder mahiyette ortaya çıkanlar varsa, çarpıklık onların görüş ve
anlayışındadır.
Diğer bir husus da
şöyledir; Âyetin açık anlatımından, dağların ve kuşların Davud Peygamber'e
musahhar kılınmadıği; ancak Davud Peygamberle birlikte tesbîhe musahhar
kılındıkları anlaşılmaktadır. Zira eşya insana musahhar kılınmamış, insana
hizmet vermek üzere başeğdirilmiş-tir, yani ona göre yaratılıp belli kanunlara
bağlanmıştır.
Davud Peygamberle
ilgili bu olay Kur'ân'ın üç yerinde değişik ifadelerle ve farklı belgelerle
belirtilmektedir, Bunları biraraya getirip müşterek noktalar tesbit etmemiz ve
hepsini birleştirip bütünleştirerek olayı daha iyi anlamaya çalışmamız daha uygun
olur.
Enbiyâ Sûresinde :
Dâvud Peygamber'in
(A.S.) dört kadar özelliğinden söz edilmekte ve böylece onda belirgin olan
sıfatlara dikkatler çekilmektedir:
1— Davalıyla davacı arasında, kendi içtihadına dayanarak hükmetmesi ve yapılan
ilhamla oğlu Süleyman'ın daha uygun ve isabetli bir hüküm ortaya koyması,
2— Hem Davud'a, hem de Süleyman'a (salât-ü selâm
ikisine de olsun) ayrı ayrı hüküm verme yeteneklerinin ve farklı bilgilerin
verilmesi,
3— Davud
Peygamberle birlikte tesbîhte
bulunmaları için dağların ve kuşların musahhar kılınması,
4— Savaşın şiddetinden ve tehlikesinden korunmak
için Davud Peygamber'in demir madeninden zırh yapması ve bu gibi sanatlarda
uzman sayılması,.
Sâd Sûresinde :
Bu sûrede ise, Davud
Peygamber'in (A.S.) yedi kadar özelliği anlatılmakta ve bir bakıma Enbiya
süresindeki özellikleri biraz daha açıklanmaktadır. Şöyle ki :
1— Davud Peygamber'in güçlü ve kudretli bir
peygamber, aynı zamanda hükümdar olması,
2— Hemen her hususta Allah'a yönelip gönül
vermesi,
3— Sabah akşam Onunla birlikte tesbîh etsinler
diye dağların musahhar kılınması.
4— Kuşların toplu halde Davud (A.S.)a uyup
sabah-akşam tesbîh için musahhar kılınması ve hepsinin de ona yönelip uyum
içinde bulunması,
5— Mülkünün sağlam temellere oturtulması,
6— Kendisine hikmet verilmesi,
7— Hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırt etme
yeteneğiyle kuvvetlendirilmesi..
Görüldüğü gibi, Sâd
süresindeki altıncı ve yedinci özellikler, Enbiyâ süresindeki ikinci sırada yer
alan özelliği açıklamaktadır.
Enbiyâ sûresinde
sadece dağların ve kuşların Onunla beraber tesbîh ettikleri belirtilirken, Sâd
sûresinde bu teşbihlerin sabah ve akşam vakitlerinde yapıldığı açıklanır.
Yine Enbiya sûresinde,
kuşların onunla beraber tesbîh etmeleri için musahhar kılındıkları belirtilirken,
Sâd sûresinde kuşların toplu halde onun nağmelerine uyum sağladığı anlatılır.
Ve Sâd sûresinde yer
alan beşinci ve altıncı maddelerdeki özellikle. Enbiyâ süresindeki birinci
maddeye açıklık getirilir. Fazla olarak da Sâd sûresinde anılmadığı halde Enbiyâ
sûresinde Davud Peygamber'e (A.S.) zırh yapma sanatının öğretildiği konu
edilir.
Sebe' sûresinde ise,
Davud Peygamber'in bu özellikleri üç madde halinde belirtilerek az farkla konu
aydınlatılır ve nasıl bir zırh yaptığının kısmen ayrıntıları anlatılırken
bilhassa şu noktaya işarette bulunulur: Mekke'de İslâm aleyhine koparılan
fırtına, sergilenen saldırı, sahnelenen işkence ve çeşitli sataşmalar sürüp
giderken, Cenâb-ı Hak, güçlü ve kudretli bir peygamber, aynı zamanda hükümdar
olan Davud Peygamber'i misal veriyor. Bununla İslâm'ın yakında çok daha güçlü
ve kudretli olan son peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) liderliğinde büyük bir
devlet oluşturacağını müjdeliyor. Sonra da Davud'un (A.S.) bazı özellikleri
şöyle sıralanıyor:
a) Davud Peygamber'in özelliklerinden biri de,
Allah'a çokça yönelip gönül vermesi idi. Bu tevekkül, teslimiyet ve rıza Hz.
Muhammed (A.S.)da doruğuna eriştirilmişti. O bakımdan zafer mutlaka Onun
olacaktı.
Böylece Sebe'
sûresinin (b) maddesindeki ifade, Sâd sûresinin bir ve ikinci maddesindeki
hususları az değişik bir anlatımla kuvvetlendirmekte ve bir yönüyle de değişik
bir özellik arzetmektedir.
b) Dağların
da Davud'la (Â.S.)
beraber sabah-akşam tesbîh ettiği şöyle belirtiliyor: «Ey dağlar ve
kuşlar! onunla beraber teşbihte bulunup sesinizi çıkarın.»
Bu anlatım, dağların
ve kuşların ses çıkartarak tesbîhe katıldıklarını gösteriyor ki bu, az yukarıda
değindiğimiz gibi, dağların yankı yapması ve kuşların da toplanıp kendilerine
has bir nağme tutturması anlamına gelir. Zira kuşların belirtilen durumu
tamamiyle meleklerin ilhamına, sevk ve idaresine dayanmaktadır. Çünkü
canlıları, hilkat kanunlarına göre hizmete sevkeden, görevli meleklerdir.
ç) Demir'in
Davud Peygamber'e yumuşatıldığı konu ediliyor. Bu, ilâhî sünneti bilmeyen bazı
kimselerin sandığı gibi, demir onun elinde hamur gibi yumuşatılmış değildir.
Bütünüyle, belli ısı derecesinde demiri erittiğine işarettir. Nitekim o çağda
ön asyada demir madeninden çeşitli harp aletlerinin ve silahlarının yapıldığı
bilinmektedir. Bilhassa demirin bir sanayi ürünü olarak işletilmesinin,
Hitit'lerden hemen sonra Önasya'da yaygınlaştığını tarihçilerimiz
kaydetmektedir.
Ayrıaa Davud
Peygamber'in yaptığı ve yaptırdığı zırhların belli bir ölçü ve hesaba göre
imal edildiği ve sanat değeri taşıdığı da 11. âyetten anlaşılmaktadır.
Sonuç oiarak, üç ayrı
yerde Davud Peygamber'in kıssası anlatılırken, biri diğerini açıklamakta ve az
değişik bilgiler verilmektedir.
En önemli
noktalarından biri de, M.Ö. XI. yüzyılda hangi madenden daha çok yararlanıldığı
ve savaş için ne gibi korunma aletlerinin imal edildiğidir.
Böyleee Kur'ân'daki bu
tekrar da farklı bilgiler getirmekte, konunun önemli olduğu belirtilerek
idrâkleri uyanık tutmakta ve Davud Peygamber'in dağ eteklerinde ormanlar içinde
o tatlı, .çekici muhrik sesiyle Zebur okuduğu, Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh edip ilâhî
söylediği; böyle bir ortam içinde dağların o güzel nağmeye yankı ile karşılık
verdiği, kuşların toplanıp aynı nağmelerin havasına katılarak uyum sağladığı,
değişik bir bilgi olarak verilirken o asırda demir madeninin işletildiğine de
parmak basılmakta ve araştırıcılara ipucu verilmektedir. [82]
«Sizin için, sizi
kendinizin (savaş) şiddetinden korumak için Davud'a, giyilecek şekilde (zırh
imal etme) sanatını öğrettik. Artık siz (bunca, nimetlere) şük-redenler
misiniz?»
Zırh : Çeşitli
maddelerden ve farklı biçimlerde imal edilip kullanılan koruyucu anlamda savaş
araçlarından biridir. Tarihi çok gerilere uzanır. Yapılan ciddi araştırmalara
göre: Demir, az önce belirttiğimiz gibi Ön Asya ülkelerinde M.Ö. 1100
yıllarından sonra yayılmış ve her türlü alet ve silahın yapımında
kullanılmıştır. Davud Peygamber de M.Ö. 1015-975 yıllarında hüküm sürdüğüne
göre bu madenden yeteri kadar yararlandığı anlaşılıyor, Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: «Sizden hiçbiriniz
elinin emeğinden daha hayırlısını yememiş-t... Şüphesiz ki Allah'ın peygamberi
Davud (A.S.) elinin emeğinden yeyip geçinirdi.» [83]
«Ona demiri
yumuşattık» buyurulması, yukarıda da belirttiğimiz gibi, demirin onun elinde
mum haline getirilmesi demek değildir. Ocakta eritme becerisinin kendisine
verildiğine işarettir. Nitekim o çağa ait kalıntılar üzerinde yapılan
arkeolojik araştırmalar neticesi birçok bölgelerde demir ocaklarına rastlandığı bilinmektedir.
Şüphesiz Davud
Peygamber'in (A.S.) savaştaki başarıları, idarecilikteki muvaffakiyeti,
oluşturduğu sistemdeki üstün becerisi, elindeki sanatı ve Cenâb-ı Hakk'a kulluk
ve ibâdetteki teslimiyet ve devamlılığı İsrail oğulları için şükredilecek
güzel nimetlerdendir. Zira onların güçlü bir devlet kurmasını ancak Davud
Peygamber (A.S.) gerçekleştirmiştir. [84]
Süleyman Peygamber,
Davud Peygamber'in oğludur. Babasından hemen sonra İsrail oğulları'nın başına
geçmiş ve onlara uzun süre altın devri yaşatmıştır. Oda babası gibi, hem
peygamber, hem de hükümdardı. M.Ö. 970'e doğru hükmettiği söylenir.
Tevrat'ta ona özel bir
bölüm ayrılmış ve «Süleyman Meseleleri» baş-. lığı altında toplanmıştır.
Yaklaşık 30 sahifelik bu bölüm onun meselelerini konu etmektedir. Ayrıca
«Birinci Krallar» kitabında hem Dâvud Peygamber'e, hem de oğlu Süleyman
Peygamber'e geniş yer verilmiş ve özellikle Süleyman Peygamber'le ilgili
birçok olaylar nakledilmiş ve aynı zamanda bir peygambere yakışmayacak
birtakım davranışlardan söz edilmiştir ki, onları buraya nakletmeğe gerek
görmedik.
Kur'ân-ı Kerîm'de ise
dört ayrı yerde bu peygamberden söz edilmekte ve onun hayatı, başarıları,
hizmetleri hakkında qok kısa, fakat özlü ve yeterli bilgiler verilmektedir.
Buna paralel olarak da Kur'ân bir peygambere yakışan ne ise, Süleyman
Peygamber'i de (A.S.) o çerçeve içinde de-
ğerlendirmekte ve her
türlü şüpheleri, yakışıksız rivayetleri ve Tevrat'ta meydana gelen fahiş
hataları giderip en doğru bilgiyi akıl sahiplerinin gözlen önüne sermektedir.
Sözünü ettiğimiz dört
yerde Süleyman Peygamber kıssası değişik anlatımlarla, farklı bilgilerle, çok
yönlü mesajlarla tekrarlanır. Bunları karşılaştırmak suretiyle kıssanın hem
tamamını yansıtmış, hem de mü'min-lerden yana ne gibi işaretler ve mesajlar
taşıdığını belirtmek kolaylığını sağlamış oluruz. Şöyle ki:
Enbiyâ Sûresinde :
1— Süleyman Peygamber'e şiddetle esen rüzgar
başeğdirilmiş, yani deniz filosuna sahip oian bu peygamberin yelkenli
gemileri istenilen cihete rahatlıkla
gönderilebilmiştir.
2— Şeytanların onun için dalgıçlık etmeleri ve
başka önemli işlerde Onun hizmetinde bulunmaları sağlanmıştır.
Böylece bu sûrede
Süleyman Peygamber'in birçok özelliklerinden ikisi konu edilmekte ve Onun
karada ve denizde çok başarılı işler gördüğü belirtirmektedir.
Nemi Sûresinde :
Süleyman peygamber
kıssasına geniş yer verilerek onun dört kadar özelliğinden bahsedilmektedir.
Onları da şöyle özetleyip sıralayabiliriz:
1— Ona kuşların dilinin öğretildiği belirtilir.
Bu, Süleyman
Peygamber'in kuşların ötmelerinden ve cıvıldaşmalarından birbirlerine neler
anlatmak istediklerini anlaması demektir. Her peygambere birtakım özellikler
verildiği gibi, ona da birçok özellikler arasında bunun da verildiği
açıklanır.
2— İnsanlardan, cinlerden ve kuşlardan meydana
gelen büyük bir orduya kumanda ettiğine dikkatler
çekilir.
Böylece Süleyman
Peygamber'in cinler ve kuşlar üzerinde birtakım tasarruflara sahip olduğu
anlaşılıyor. Nitekim Nemi sûresinde ilgili âyetlerin tefsirinde bu husus
yeterince açıklanmıştır,
3— Karıncanın neler söylediğini anladığı ve ona
göre hareket halinde olan ordusuyla
«Karınca Vâdisi»nden geçerken
mevcut karıncaların
çiğnenmemesine dikkat ettiği açıklanır ve böylece hayvanların seslerinden ne
dediklerini anladığına işaret edilir.
4— Hüdhüd
kuşunun btrara ortadan kaybolması ve sonra da Sebe1 ülkesinden önemli haberler-
getirmesi ve Süleyman Peygamber'in o ülke kraliçesine mektup göndermesi
anlatılarak bu konuda geniş bilgi verilir.
Görüldüğü gibi,
Süleyman kıssası Nemi sûresinde daha etraflı ve farklı özellikleriyle
anlatılırken bir bakıma Enbiyâ sûresindeki-bötümü hem açıklamakta, hem de
tamamlamaktadır.
Sebe' Sûresinde :
Bu sûrede Süleyman
Peygamber'in üç ayrı özelliği daha konu edilerek onun hakkındaki bilgimize
yenileri katılmış oluyor. Şöyle ki :
1— Esen rüzgarla bir aylık mesafedeki ülkelere
deniz filosunun gidip geldiği belirtilir. «Sabah bir aylık, akşam bir aylık»
sözünden maksat, bu iki vakitte onun arzusuna uygun esen rüzgarın bir aylık
mesafeye kadar devam ettiğidir,
2— Bakır yataklarını işlettiği ve kurdurduğu
ocaklarda su gibi bakır akıttığı anlatılır.
3— Cinlerin onun emrine verildiği, verilen
emirleri yerine getirmeyenlere ceza verildiği
üzerinde durulur. Böylece Enbiyâ
süresindeki ikinci madde biraz
daha açıklanır.
Cinlerden birçok uzman
ustaların Süleyman Peygamber için heykeller, kaleler, lengerler, büyük
kazanlar yaptıklarına dikkatler çekilerek Sâd sûresinde 37. âyette geçen «benna'»
tabiri açıklanır.
5— Sonra da
Süleyman Peygamber'in ölüm olayı konu edilerek ibretli bir misal mahiyetinde
verilir.
Sâd Sûresinde :
4— Bu sûrede
ise, diğer sûrelerde geçen üç özelliği değişik kelimelerle anlatılır, ayrıca
onlarda anlatılmayan iki ayrı özelliğine değinilerek bu peygamber hakkında en
doğru bilgi demeti tamamlanmış olur.
Burada geçen iki ayrı
özelliği :
1— Ata meraklı olduğu ve onları yetiştirip
beslettiği anlatılır.
2— Tahtının
üzerine bir ceset konularak
Süleyman Peygamber'in ciddi bir
imtihandan geçirildiğine atıf yapılır. [85]
Konumuzu oluşturan
âyette, az önce kısaca değindiğimiz gibi,
rüzgarın Süleyman Peygamber'in (A.S.) emrine verilmesi kapalı bir
anlatımla belirtilmektedir. Klâsik tefsirlerden bir kısmında, Süleyman Peygamber'in
büyük bir tahtı bulunduğu ve emrinde olan rüzgarla bu tahtın havada uçtuğu
hikâye edilirse de, isrâiliyat mahiyetinde bir rivayet olmaktan öteye geçmez.
Aslında bu, Süleyman
Peygamber'in (A.S.) Kızıldeniz ile Umman körfezi arasında seyreden ve yelkenle
çalışan büyük çapta donanmasının bulunduğuna yönelik bir ifadedir. Allah'ın
sebepleri onun donanmasından yana kolaylaştırıp şiddetli rüzgar estirmesi,
donanmanın süratle yol almasını sağlıyor ve her defasında rüzgar donanmanın
varmak istediği cihete doğru esiyordu.
Böylece Süleyman
Peygamber'in (A.S.) hem karada, hem denizde üstün bir hâkimiyet kurduğu ve
bunu ölümüne kadar devam ettirdiği anlaşılıyor. [86]
leyman'a şiddetle esen
rüzgarı başeğdirdik; onun emriyle mübarek kıldığımız yere akıp eserdi ve biz
her şeyi bilenleriz.»
Müfessirler bu yerin
Şam olduğunu söylerlerse de, bu bir tahminden ibarettir, Adı geçen peygamberin
hazırladığı ticarî ve askerî donanmanın Lâzikiye'ye kadar geldiğini tesbit
etmek çok zor. Kızıldeniz'de seyrettiği ise, bazı tarihçiler ve bir de Yahudi
Ansiklopedisi tarafından araştırılıp belirtilmiştir. Fenikelilerle ticarî
işlerde bulunduğu ve Akabe körfezinden Kızıldeniz'e açıldığı, böylece Umman
körfezi ile Aden körfezi arasında mekik dokuduğu sanılmaktadır. Nitekim
«Tevrat I. Krallar» bölümünde Süleyman Peygamber'in tîcarî alanda deniz
yoluyla işleyen gemilerinden söz edilir, şöyle ki :
«Süleyman günlerinde
gümüş bir şeyden sayılmazdı. Çünkü Hiramın gemileriyle beraber kralın denizde
Tarşiş gemileri vardı. Tarşiş gemileri üç yılda bir kere altın ve gümüş, fil
dişi ve maymunlar ve tavus kuşları ile yüklü olarak gelirlerdi.» [87]
«Şeytanlardan da onun
için dalgıçlık edenleri ve daha başka işleri görenleri başeğdirdik; onun
buyruğuna verdik ve onları koruyup disiplin altında tutan biz idik.»
Önce «şeytan» ismi
üzerinde duralım. Bu, «uzaklaştı» anlamına gelen «şatane» fiilinden, ya da
«öfkesinden yanıp kavruldu» mânasına gelen «şâte-yeşîtu» fiilinden
türetilmedir.
Ebû Ubeyde, «Şeytan'ın
fena huylu edepsiz olan cinden, insandan ve hayvandan her biri hakkında
kullanılan bir isim» olduğunu söylemiştir. [88]
Bunun gibi her kötü
ahlâka da «şeytan» denildiği vakidir. Nitekim Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz
«Hased bir şeytandır. Öfke de bir şeytandır» buyurmuştur. Bu manayla âyet
üzerinde iki farklı yorum yapılmıştır:
a) «Şeytanlar» isminden, ateşten yaratılan ve
ilâhî buyruğa karşı gelen İblîs'in zürriyeti kasdedilmektedir ki, bu durumda
cinlerin Süleyman Peygamber'in emrine verildiği belirtiliyor.
Nitekim Nemi sûresinde
: «Süleyman'ın (buyruğu gereği) cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana
gelen ordusu toplanıp biraraya getirildi...» buyuruluyor. [89]Ayrıca
cinlerden bir ifritin: «Sen yerinden henüz kalkmadan ben onu sana
getiririm..»demesi, yani Sebe' melikesi Belkis'in tahtını çok kısa bir zamanda
alıp getirebileceğini belirtmesi bu yorumu destekliyor.
Sebe' sûresinde ise,
bu konu şöyle açıklanmaktadır: «Cinlerden de Rabbının izniyle onun ellerinin
altında çalışanlar vardı. Onlardan buyruğumuzun gereğini yapmayıp sapanlara
çılgın ateşin azabını tattırdık.» [90]
Sâd sûresinde de aynı
olayın değişik safhaları anlatılıyor.
b) «Şeytanlardan maksat, içleri kin ve öfkeyle
dolup taşan cinler, yani başka yerden getirilen ve soyu-sopu bilinmeyen yabancılardır.
Bu yorum ve ihtimale
göre, Süleyman Peygamber (A.S.) güçlü ordusu ve sağladığı geniş otorite ile
sapık putperestleri, inkarcı şaşkınları toplayıp kendi ülkesinde çalıştırmış ve onların
sanatkârlarından yararlanmıştır.
Ancak bu yorum pek
isabetli değildir. Çünkü Süleyman (A.S.) güçlü bir hükümdar olmakla beraber,
aynı zamanda peygamber idi. İnsanları toplayıp bazı imparator ve kralların
uyguladığı gibi, karın tokluğuna çalıştırdığı ve onları kendi ülkelerinden, ev
halkından koparıp köle misali iş gördürdüğü düşünülemez. Peygamberlerin hepsi
de âdildirler. İnsanları hiç bir zaman köle gibi çalıştırmaya cevaz vermezler.
O halde birinci yorum daha isabetlidir diyebiliriz. Allah daha iyisini bilir.
Hem Süleyman
Peygamber'in çalıştırdığı ve yararlandığı işçiler ve ustalar cinlerden değil
de insanlardan olsaydı, Kur'ân'ın bunu konu edinmesine pek gerek kalmazdı.
Zira birçok imparatorların ve kralların yaptıkları savaşlarda insanları
sürüler halinde esir edinip kendi ülkelerinde ağır işlerde çalıştırdıkları
bilinmektedir. O bakımdan Süleyman Peygamber'in (A.S.) böyle bir yola sapması,
hem önemli bir olay değil, hem de peygamberlik mertebesiyle bağdaşmamaktadır. [91]
Bu iki peygamberin
kıssaları, yukarıda da açıkladığımız gibi, Kur'ân'ın birkaç yerinde tekrar
edilmektedir. Hemen hepsinde müşterek nokta olarak şu husus tebarüz ettirilir:
Her iki peygambere Cenâb-ı Hakk'ın büyük lütuf ve ihsanları olmuş ve her nîmet
âdeta birer mu'cize ölçüsünde tecelli etmiştir. Bununla beraber her tekrar
yeni bir bilgi, ayrı bir hakikati yansıtmakta, mü'minlere başka başka mesajlar
vermektedir.
Bu olayın dört yerde
tekrarlanmasının bir diğer hikmeti.şu üç noktada toplanıyor:
1— Tevrat'ta insan elinin yaptığı tahrifatı
düzeltmek,
2— Yahudilerin dikkatini gerçeğe
çekip, Kur'ân'ın bütünüyle
hakikati yansıttığını göstermek suretiyle onları İslâmiyete
ısındırmak,
3— Davud ve Süleyman (salât-ü
selâm ikisine de olsun)
çağında hangi madenlerin daha çok işlendiği ve gerek askerî alanda,
gerekse diğer alanlarda sanayie önem verildiği hakkında bilgi vermek ve peygamberlerin
dünya işlerini de yürüttüğünü belirtmek.. [92]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yahudilere altın devri yaşatan Davud (A.S.) ile Oğlu Süleyman (A.S.)dan
bahsedildi. Allah'ın onlara verdiği yüksek nimetlere dikkatler çekildi ve bu
arada tarihî bilgiler aktarıldı. Mü'minlerin teknolojiye çok önem vermeleri ve
günün şartlarına göre donatılmış ordulara sahip bulunmaları ilham edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
beş peygamberin kıssasından özetler verilerek, kâfirlerin amansız saldırılarına
maruz kalan Resûlüllah (A.S.) ile yakın arkadaşları teselli ediliyor ve
kurtuluşun yakın olduğuna işaretle sabırlı olmaları isteniliyor. [93]
83— Eyyûb'u da an, hani bir vakit o, Rabbına
şöyle (boyun eğip) seslenmişti: «Doğrusu dert ve maraz bana gelip sürtündü.
Sen ise merhamet edenlerin en çok merhametlisisin.»
84— Onun duasını kabul etmiş, kendisinden o dert
ve marazı gidermiştik ve bizden bir rahmet, ibâdete gönül verip devam edenlere
bir anı olmak üzere ona, ailesini, onlarla beraber (kaybettiklerinin) bir
mislini de vermiştik.
85— İsmail, İdris ve Zelkifl'i de an, hepsi de
sabredenlerdi.
86— Onları rahmetimize aldık. Şüphesiz ki onlar iyi-yararlı kişilerdendi.
87— Zünnûn'u da an, hani bir vakit o öfkelenerek
gitmişti de kendisini hiç sıkıştırmıyacağımızı sanmıştı; ne var ki o karanlıklar içinde, «senden başka ilâh yoktur, seni
tenzih ederim; doğrusu ben kendime haksızlık edenlerdenim» diye duâ etmişti.
88— Onun duasını kabul ettik de kendisini üzüntü
ve sıkıntıdan kurtardık. İşte biz, mü'minleri böyle kurtarırız.
«İnsanlardan en
şiddetli belâya uğrayanlar, peygamberlerdir. Sonra derece derece farkeder. Kişi
dindarlığı ölçüsünde belâya uğrar. Dinine sımsıkı bağlı ve köklü bir dindarlığı
varsa, belâsı (o nisbette) şiddetlenir. Dininde zayıf ve yufka ise, o da
dindarlığı nisbetinde belâya uğrar. Kul yeryüzünde hatasız (günahsız)
yürüyünceye kadar belâ ondan ayrılmaz.» [94]
«Bir ara Eyyub
Peygamber (A.S.) çıplak bir vaziyette yıkanırken üzerine altından bir çekirge
düşüverdi; o da onu elbisesinin içine attı. Bunun üzerine Rabbı ona : «Ya
Eyyûb! o gördüğün şeyden seni müstağni kılmadım mı?» buyurunca, o : «Evet ya
Rabbi! ama benim için senin bereketine karşı istiğna (doygunluk) yoktur» diye
cevap verdi.» [95]
Kitab-ı Mukaddes'in 40
sahifelik bir bölümü Eyyûb Peygamberle ilgilidir. Uîs ülkesinden [96]olduğu
belirtilir. Allah'ın hem ona geniş mal ve mülk verdiği, hem de çetin bir
sınavdan geçirdiği anlatılır. Ayrıca şeytanın ona musallat olduğuna dikkatler
çekilir ve sonunda her şeyini kaybettiği üzerinde durularak onun ne kadar
sabırlı olduğuna parmak basılır. Aynı zamanda şiddetli bir hastalığa yakalanıp
çok ıstıraplı günler geçirmesine rağmen Allah'tan hiçbir zaman ümidini
kesmediği, olayların kahredici darbeleri altında dengesini kaybetmediği
açıklanır.
Sonra da şeytanın
Eyyub Peygamber'e nasıl musallat, olduğu ve onunla Allah arasında bu konuyla
ilgili geçen söyleşiye geniş yer verilerek olay mecrasından saptırılır ve bir
hikâyeye dönüştürülür. Arkasından Eyyub Peygamber'in ağzını açtığı ve belâlı
geçen gün ve geceleri, ay ve yıldızları lanetlediği anlatılarak bir peygambere
yakışmayan ölçüsüzlükler sıralanır.
Kur'ân-ı Kerîm'de ise,
Enbiyâ ve Sâd sûrelerinde Eyyub Peygamber'in Allah'a olan bağlılığı ve her
şeyini kaybetmesine rağmen ümidini yitir-mediği; üstün bir sabır gösterip
teslimiyet gösterdiği çok özlü, ibretli ve anlamlı noktalarıyla anlatılır.
Böylece Kitab-ı Mukaddes'teki bazı lüzumsuz, ölçüsüz ilâveleri ve o yüzden
meydana gelen yanlışları düzeltir.
Müfessirlerin bir
kısmı Eyyub Peygamber hakkında da bazı dayanaksız rivayetlere, münker ve zayıf
hadîslere yer vermişlerdir. Oysa önemli olan, olayın teferruatı değil, ibret ve
öğüt alınacak safhaları, yönlendirici mesajlarıdır:
Kur'ân'da Eyyub
Peygamber'den birkaç yerde söz edilirse de, daha çok Enbiya ve Sâd sûrelerinde
onun kıssası açıklanır. Diğer yerlerde sadece isminden ve yararlı amellerde
bulunan bir kul olduğundan söz edilir.
Kıssanın iki ayrı
yerde anılması, değişik öğütler, farklı hikmetler ve başka başka mesajlar
yansıtmaya yönelik olmakla beraber, olay hakkında idrâkleri uyanık tutma
hikmeti de söz konusudur.
Enbiyâ Sûresinde:
a) Eyyub Peygamber'e (A.S.) dert ve musibet
dokunduğu anlatılır ve Onun tam teslimiyet içinde Allah'ın merhametine
sığındığı belirtilir.
b) Duasının kabul edildiği ve kaybettiği mal ve
mülkün bir kat fazlasıyla kendisine verildiği hatırlatılır.
c) Onunla ilgili olayın ibâdete devam edenler
için ibret ve öğüt alınacak bir anı olduğuna dikkatler çekilir,
Sâd Sûresinde ;
a) Eyyub Peygamber'e dokunan sıkıntı, yorgunluk
ve işkencenin şeytandan kaynaklandığı üzerinde durulur.
b) Verilen
ilâhî emir üzerine ayağını yere vurmak suretiyle soğuk bir suyun fışkırması ve o suda
yıkandığı ve şifa bulduğu açıklanır.
c) Kaybettiği aile ve malının bir kat fazlasıyla
kendisine verildiği ve bunun akıl sahiplen için bir öğüt olduğu belirtilir.
d) Daha önce yaptığı yemini yerine getirmesi hususunda eline bir demet
sap alıp (eşine) vurmasının telkîn
edildiği konu edilir ve onun Allah yanında seçkin, hayırlı bir kişi olduğuna atıf yapılarak konu noktalanır.
Böylece iki sûreden
her birinde bazı bölümlerine yer verilen Eyyub (A.S.) kıssasının asıl mana ve
mahiyeti anlaşılır. Sâd süresindeki âyetle Enbiyâ süresindeki âyete açıklık
getirilir ve Eyyub Peygamber'in cilt hastalığına yakalandığına işaret edilir
ve bunun için yerden kaynayıp çıkan maden suyunda yıkanmak suretiyle bu
hastalıktan kurtulduğu dolaylı şekilde anlatılır.
Sonra da önemli bir
hususa parmak basılarak, cilt hastalığının bulaşıcı türden olduğu, mikropla
ilgili bulunduğu imâ edilir. Zira ateşten yaratılan İblîs'in zürriyetinden her
birine «şeytan» denildiği gibi, zararlı haşereye, mikroplara da «şeytanlar»
denildiğini şu hadîsten öğreniyoruz: «Azîz ve Celîl olan Allah cinni üç sınıf
üzere yaratmıştır: Bir sınıfı yılanlar, akrepler ve yerdeki haşerattır, Bir
sınıfı havadaki rüzgar gibidir. Bir sınıfı da üzerlerine hesap ve ıkab
gerekenlerdir......»[97]
Kur'ön-ı Kerîm burada
bir diğer önemli konu üzerinde durarak mü'-minleri aydınlatmaktadır. Şöyle ki:
İnsan için dünyada üzücü olaylardan, sıkıcı azaplardan biri de mevcut nîmetin
elden çıkıp gitmesidir. İmanı olmayanlar veya imânı zayıf olanlar böyle bir
musîbet ve felâkete pek tahammül edemezler. Kimi büsbütün dinden imândan
çıkar, kimi de aklî dengesini kaybedip timarhanelik olur. Bir kısmı da intihar
edecek kadar kendini kaybeder. Şüphesiz, bu gibi musîbet ve felâketler
karşısında böylesine tahammülsüzlük göstermek, imtihanı tamamiyle kaybetmek ve
her iki hayatın mutluluk va'deden havasından mahrum kalmak demektir. O bakımdan
Cenâb-ı Hak, sözünü ettiğimiz konuda EyyubPeygamber'i misal veriyor ve mutlu
sonucun sabredenlere yöneleceğini hatırlatıyor. [98]
1— İnsanoğlunun ömrü sınavlarla doludur.
2— Kişi Allah'a dosdoğru imândan sonra dinine
bağlı ve bağlılıkta samimi olduğu nisbette belâ ve imtihanla karşılaşır. Zira
dert ve belâ nîmetin kıymetiyle paralel
yürür.
3— İmanın en sağlam kalesi, Allah'a ümit
bağlayıp olaylar- karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.
4— Başa gelen dert ve sıkıntıdan, insanlara değil Cenâb-ı
Hakk'a arz-ı hal etmek gerekir. Çünkü O, merhamet edenlerin en çok
merhamet-lisidir. Kendisine ümit ve samimiyetle yönelen kullarını sever ve
merhamet eder.
5— Nitekim Eyyub Peygamber (A.S.) belirtilen
doğrultudan ayrılmadığı için duası kabul olunmuş; sıhhatına kavuşmakla
beraber, mal ve ev-iâttan kaybettikleri bir misli fazlasıyla kendisine
verilmiştir.
6— Hayatta en sıkıcı azaplardan biri, mevcut
nîmetin elden gitmesidir. O halde mevcut nîmetin şükrünü yerine getirmek
vaciptir. İlâhî bir sınav olarak elden gidince de Allah'a tam teslimiyetle
yönelip ümit bağlamak gerekir. Eyyub Peygamber (A.S.) bunun en güzel
misallerinden birini vermiştir. Zaten Kur'ân'da onun duasının kabul edildiği
belirtilirken, «İbâdete gönül verip devam edenlere bir anı olmak
üzere..» ifadesiyle onun öğüt ve
ibret alınacak bir misal olduğu hatırlatılmaktadır. [99]
«İsmail, İdris ve
Zelkifl'i de an. Hepsi de sabredenlerdi.»
Az yukarıda Eyyub
Peygamber kıssasından bir özet verildi. Ancak bu peygamberin nerede görev
yaptığı, nereli olduğu belirtilmedi. Klâsik tefsirlerde birçok dayanaksız
rivayetlere yer verilmiştir. Onları buraya nakletmeyi uygun görmedik. Onun
Süleyman Peygamber'den hemen sonra yaşadığı sanılmaktadır. O bakımdan M.Ö. 8.
yüzyılda yaşadığı söylenebilir. Süleyman Peygamber'den sonra o kesimde
gönderilen peygamberlerin çoğunun İsrail oğullarından olduğuna bakılırsa,
Eyyub Peygamber'in de onlardan olduğu ağırlık kazanır.
İsmail Peygamber'e
(A.S.) gelince, onun Hz. İbrahim (A.S.)ın oğlu olduğunu ve henüz kundakta iken
anası ile birlikte, Hz. İbrahim (A.S.) tarafından getirilip Mekke'ye
yerleştirildiğini biliyoruz. Bu konuda bizim için en kuvvetli dayanak, İbrahim
Sûresi 37. âyettir. Ayrıca siyercilerin naklettikleri rivayetler de bu
doğrultudadır. [100]
İdris Peygamber (A.S.)
hakkında birtakım farklı tesbit ve görüşler vardır :
a) İbn Cerîr et-Taberî'ye göre : Asıl adı
Ahnoh'tur. [101] Lübabu't-te'vîl sahibi
Alâeddin Ali de aynı görüştedir. [102]
Meryem sûresi 56. âyetin tef-sîrinde belirtildiği gibi, Ahnoh, Nuh Peygamber'in
babasının dedesidir. [103]
b) Tevrat üzerinde araştırma yapanlar ise,
Tekvin kitabında ismi geçen Hanok'un İdris olduğunu söylerler. Meryem
sûresinde de belirtildiği gibi, Tevrat bu zattan bahsederken şu ifadeye yer
verir: «Ve Hanok'un bütün günleri üç yüz
altmış beş yıl oldu ve Hanok Allah ile yürüdü ve gözden kayboldu. Çünkü onu
Allah aldı.» [104]
«Allah ile yürüdü ve
gözden kayboldu. Çünkü onu Allah aldı» sözünden onun göğe yükseltildiği
anlaşılıyor. Böylece Nuh Peygamberden önce gelip geçtiği ağırlık kazanıyor.
Allah daha iyisini bilir.
Diğer bir husus ise,
Kur'ân-ı Kerîm'in, Tevrat'ın bu anlatımındaki hatayi düzelttiği ve İdris'in
yüksek bir mekâna yükseltildiğini haber verdiğidir.[105]
Zelkifl (A.S.)
hakkında da hayli farklı görüşler ortaya konulmuş ve birçok rivayetlere yer
verilmiştir. Asıl adının ne olduğu bilinmemektedir. Hz. Nuh'un (A.S.)
oğullarından olduğu söylenirse de, sağlam dayanak gösterilmediğinden bu
rivayete pek itibar edilmemiştir. Ancak isim olarak iki kelimeden meydana
geldiğini dikkate alanlar, «pay ve kısmet sahibi» anlamına geldiğini
belirtirler. İbn Cerîr Taberî bir de bu konuda uzun bir hikâye nakleder.
Sıhhatına güvenemediğimiz için tefsirimize nakletmedik.
Adı geçen üç peygamber
hakkında ilgili âyetlerle iki önemli sıfat üzerinde durulmuş ve bu açıdan
mü'minlere iki ayrı mesaj verilmiştir:
Birincisi :
Sabredenlerden idiler. İkincisi :
Sâlihlerden idiler..
Bu iki sıfat daha çok
peygamberler hakkında kullanılmıştır. Çünkü nübüvvet görevi ancak bu iki
sıfatla taşınabilir. Allah'ın emirlerini inkarcı azgınlara, ahlâksız sapıklara
teblîğ edebilmek için, imân ve azim temeli üzerinde gelişen geniş sabra ihtiyaç
söz konusudur. Aynı zamanda ibâdet de sabır isteyen bir konudur. Sonra da
insanları Allah'ın doğru yoluna çağıran peygamberlerin, önce kendilerinin ilâhî
buyruklara göre yaşamaları gerekmektedir. Onun için salih amel, yani
iyi-yararlı iş işlemek bunun en belirgin ürünüdür.
Böylece Kur'ân-ı
Kerîm, İslâmiyete hizmetle yükümlü bulunan mü'minlere her hâi-ü kârda sabırlı
olmalarını ve günlük hayatlarını salih amellerle süslemelerini tavsiye ediyor.
Başarılı olabilmek için bu iki sıfatla yaşamanın gerekli olduğuna işaretle,
gelip geçen peygamberlerden bir kısmını misal veriyor.
Kur'ân-ı Kerîm asıl
öğüt alınacak yanlarını açıkladıktan sonra onların kıssalarının detayına
inmiyor; kimin kimden önce geldiğini belirtmeye gerek görmüyor. Hayatları ve
başlarına gelen sıkıntıları birbirlerine benzerlik arzedenleri anmamızı
tavsiye ederek bunları beş, altı grup halinde gözlerimizin önüne seriyor. Şöyle
ki;
1— Hayırlı işlerde bulunup namaz ve zekât emrini
ibâdetin yüksek anlamı doğrultusunda uygulayanlar: İbrahim, İshak ve Yakub.. (Salât-ü-selâm hepsine olsun).
2— Hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayıran,
gönülleri ve kafaları aydınlatan; insanlara öğüt veren; fenalıklardan
sakınanlara ışık tutup ilâhî
hitaba mazhar olanlar:
Musa ve Harun., (Salât-ü selâm ikisine olsun).
3— Ahlâkî yönden çok düşük, iğrenç fiil işlemede
çok ileri bir kavimle uğraşıp çetin mücadelelerde bulunan; sonunda çok azgın
ve alçak olan kavminden kurtulup selâmete erişenler: Lût ve Nuh..
(Salât-ü-selâm ikisine olsun).
4— Allah'ın iki ayrı lûtfuna geniş çapta mazhar
kılınan; peygamberlikle dünya hükümdarlığını birarada yürütmekle emrolunan ve bu sayede büyük bir saltanat
kurup İsrail oğullan'na altın devri yaşatanlar: Da-vud ile Süleyman. (Salât-ü
selâm ikisine olsun).
5— Büyük dert ve sıkıntılarla yüzyüze gelen,
çetin sınavlardan geçirilen; Hakk'a olan teslimiyet ve güvenlerini
tazeliyenler: Eyyub, İsmail, İdris, Zelkifl ve Yunus.. (Salât-ü selâm hepsine
olsun),
6— Sabırlı olmakta hayli ileri bir safhada
bulunan, merhamette ısrarlı olan, insanlığa iyi bir evlât bırakmada çok
istekli olan: Zekeriya ve Yahya.. (Salât-ü selâm hepsine olsun), [106]
Az yukarıda bu iki
peygamberden kısaca bahsettik. Burada ise, Kur'-ân'ın diğer sûrelerindeki
ilgili âyetleri de dikkate alarak değişik bilgi vermeyi uygun gördük.
Bu iki peygamberin ana
vasıfları daha çok Meryem sûresinde, biri beş, diğeri üç madde halinde
belirtilmiştir.
İsmail (A.S.) :
1— Sözünde ve özünde doğru..
2— Resul derecesinde bir peygamber..
3— Namaza devam eder ve yakınlarına namazı
emreder.. A— Zekât verir ve verilmesini emreder..
4— Allah
yanında «rıza mertebesinde bulunmaktadır. Yani Allah ondan razı, o da
Allah'tan razı idi.
5—Allah'a ve
Hz. Muhammed'e (A.S.) imân eden her mü'min, ilâhî rıza mertebesine lâyık olmak
istiyorsa, peygamberlik dışında kalan dört sıfatla kendini donatmalı ve hayatı
boyunca bunları yerine getirmelidir.
İdris (A.S.) :
1— Doğru idi..
2— Peygamberdi..
3— Yüce bir makama yükseltilmiştir.
Allah yanında azizlik
mertebesine yükselmek isteyenler, doğruluktan ayrılmamalıdırlar.
Enbiyâ Sûresinde ise,
az yukarıda belirttiğimiz gibi, bu iki peygamberin iki ayrı vasfından ve nail
oldukları rahmetten söz edilmektedir. [107]
«Zünnun'u da an, hani
bir vakit o öfkelenerek gitmişti...»
Asıl adı Yunus olan bu
peygamber, Allah'ın emriyle bir süre büyük bir balık tarafından yutulduğu ve
sonra yaptığı duâ ve tesbîh neticesi o karanlık yerden kurtarıldığı için
«Balık sahibi» veya «Balığın arkadaşı» anlamına gelen Zünnun adıyla da
anılmıştır.
Musul dolaylarında
Ninova kasabası halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Hakkında çok şeyler
anlatılmış ve çok şeyler yazılmıştır. Ne var ki, çoğunun sıhhatli bir dayanağı
yoktur. O bakımdan Kur'ân'ın ışığında kıssayı değerlendirip özetleyelim :
Yunus Peygamber de
(A.S.) kavmini Allah'ın varlığını ve birliğini tanımaya çağırmışsa da, inkarcı
azgınlar büsbütün küfürlerini artırmışlardı. Olumlu bir sonuç almaktan umudunu
kesince, aldığı vahiy üzerine, kavmine-. «Üç gün sonra başınıza büyük bir azap
inecektir!» diyor ve Ni-nova'yı terketmesi hakkında ilâhî emir gelmeden öfkeli
bir halde kavmini terkedip ayrılıyor..
Yunus Peygamberin
(A.S.) duasının makbul olduğunu bilenler, O ayrılıp gittikten sonra akıllarını
kullanmışlar ve büyük bir endişe ve korkuya kapılmışlardı. Son çare olarak
çocukları, kadınları ve hayvanları toplayıp şehrin dışına çıkmışlar, inmek
üzere olan ve alâmetleri beliren azaptan kurtulmak için Allah'a yalvarıp
yakarmışlar; ağlayıp sızlanmışlardı. Derken Allah onlara indirdiği azabı
kaldırmıştır. Nitekim Yunus sûresinde bu konu şöyle açıklanmaktadır: «İman edip
de imanı kendilerine yarar sağlayan bir kasaba varsa, şüphesiz ki Yunus'un
kavmidir. İman ettiklerinde rüsvaylık azabını açıp kaldırdık ve bir süreye
kadar onları yararlandırdık.» [108]
Yunus Peygamber (A.S.)
ise, o öfkeyle denize doğru gidip hareket etmek üzere bulunan bir gemiye
bindi. Bu deniz İran körfezi veya Akdeniz olabilir. Denizde fırtınaya
yakalandılar. İçindeki lüzumsuz eşyayı attıktan sonra bir kişinin de denize
atılmasının gerektiğini söylediler. Böylece üç defa kura çektiler,
her-defasında kura Yunus Peygamber'e isabet etti. O nedenle Yunus Peygamber
ister-istemez kendini denize attı. Cenâb-ı Hakk'ın emriyle büyük bir balık onu
yuttu.
Onun böylesine çetin
bir sınavdan geçirilmesinin birtakım sebepleri vardır. Önce bazı müfessirlere
göre, azap istemekte acele etmişti. Sonra da hicret emri gelmeden Ninova
kasabasını terketmişti.
Yunus Peygamber bir
mu'cize olarak balığın karnında yaşadı ve kusurunu anlayarak Allah'a yönelip
duâ ve teşbihte bulundu: «Seni tenzih ederim Rabbım! Doğrusu ben haksızlık
edenlerden idim..» diyerek aczini dile getirdi. Bir süre sonra Cenâb-ı Hak onu
balığın karnından kurtardı.
Bu konuda senedi çok
zayıf hadîsler rivayet edilmiştir. Buraya nakletmeyi uygun görmedik. Ancak İbn
Cerîr et-Taberî, Beyhakî ve el-Cema-at'in Sa'd (b. Ebî Vakkas (R.A.)dan rivayet
ettikleri şu hadîsi teberrüken tefsirimize
alıyoruz :
«Zünnun'un balığın
karnında iken duası şöyle idi: Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim.
Doğrusu ben haksızlardan idim.
Hangi müslüman bir şey
hakkında bu duâ ile Rabbına (el açıp) duâ ederse, mutlaka kabul olunur.»
Yine Kur'ân'da
açıklandığı üzere, Yunus Peygamber balığın karnından kurtulduktan sonra ilâhî
emir üzerine kavmine dönmüş ve tebliğ görevine devam etmiştir. [109]
1— Allah'ın
emirlerini insanlara teblîğ ederken büyük bir sabır göstermek şarttır. İnkarcı
sapıkların birtakım yersiz söz ve davranışlarına öfkelenmemek, hissî
davranmamak gereklidir. Aksi halde başarılı olmanın yolunu kapatmış oluruz.
2— Duygusal davranıp öfkesine mağlup olan mürşit
ve dâüerin, çok geçmeden bu kusurlarından dolayı Allah'a yöneüp tevbe ve
istiğfarda bulunmaları; Cenâb-ı Hakk'ı tenzih edip O'nun inayet ve rahmetini
dilemeleri tavsiye edilmektedir.
3— Yaptığı hatayı anlayıp tam teslimiyet içinde
Hakk'a yönelmesini bilen kişiyi Cenâb-ı Hak sıkıntıdan kurtarır.
Ayrıca Zünnun
kıssasında, Mekke'de çok zor günler geçiren Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz ile
arkadaşlarına, kurtuluşun yakın olduğu müjdesi yer almaktadır. [110]
Yukarıda geçen
âyetlerle, dört peygamber'in kıssası kısaca belirtildi ve Allah yolunda
mücadele eden, teblîğ ve irşat görevini sürdüren mü'-minlere yönlendirici
anlamda misaller verilerek, birtakım sıfatlarla kendilerini donatmaları
tavsiye edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendinden sonra insanlığın yararına hizmet edecek bir evlât isteyen Zekeriya
Peygamber'in kıssasından bir iki bölüm veriliyor. Sonra da iffet timsali olan
Meryem'e ilâhî ruhtan üflendiğine değinilerek hem kendisinin, hem de oğlunun
-ilâhî kudreti yansıtan- birer belge olduklarına dikkatler çekiliyor. [111]
89— Zekeriyâ'yı da an, hani bir vakit o, «Rabbım,
beni tek başıma bırakma; sen ki vârislerin en hayırlısısrn» diyerek Rabbma duâ
edip yalvarmıştı.
90— Onun duasını kabul ettik de Yahya'yı kendisine
bağışladık; eşini de (gebe kalmaya) elverişli duruma getirdik. Şüphesiz ki
onlar hayırlı işlerde birbirleriyle
yanşıyorlar, ümit besleyerek
için için saygı
duyup korkarak bize duâ ediyorlardı. Hem bize içten derin saygı duyup
(kalpleri) ürperenlerdi onlar..
91— İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan o
kadını (Meryem'i) de an ki, biz ona ruhumuzdan üfledik; kendisini de, oğlunu da
âlemlere açık bir âyet (belirgin bir mu'cize) yaptık.
«Zekeriyo'y da an;
hani bir vakit o, «Rabbım, benî tek başıma bırakmd; sen ki vârislerin en
hayırhsısın» diyerek Rabbına duâ edip yalvarmıştı..»
Zekeriya (A.S.)
kıssasına hem Âl-i İmrân, hem de Meryem sûrelerinde geniş yer verilmiş ve gereken
açıklama yapılmıştır. Burada ise, peygamberlerin bazr vasıfları ve
karşılaştıkları önemli olaylar birer teselli ve öğüt anlamında nakledilirken,
Zekeriya Peygamber kıssasına kısaca dokunulmakta ve değişik bir anlatımla onun
özellikleri ve duasının kabulüne neden olan hususlar şöyle açıklanmaktadır:
1— Allah'a
büyük bir ümitle bağlı bulunuyorlardı..
2— Kendisi ve eşi hayırlı işlerde
yarışıyorlardı..
3— İçlerini ve dışlarını Allah korkusuyla
disipline edip düzenli bir hayat yaşıyorlardı..
4— Her ikisi de içlerinde derîn saygı duyarak
Allah'ın yüce kudreti karşısında korkup ürperiyorlardı..
Buna mükâfat olarak,
-kendisi hayli yaşlı, eşi de kısır olmalarına rağmen- Allah (c.c.) Yahya
Peygamberi onlara bağışladı. [112]
Zekeriya kıssasının bu
safhasıyla, Hz. Muhammed'in (A.S.) İslâmiyet ve ümmeti hakkındaki dileklerinin
kabul olunduğuna; yakın gelecekte İslâm'ın önce Arap Yarımadası'nı
fethedeceğine işaret edilmekte, sonra da kıtalar üzerine yayılacağı dolaylı
şekilde haber verilmektedir.
Böylece mutlu günlerin
yaklaştığı müjdelenerek sabır tavsiye edilmekte ve tebliğ, irşat hizmetinin
sürdürülmesi istenmektedir.
Ayrıca kıssada bütün
mü'minleri ilgilendiren bir incelik söz konusudur. Şöyle ki; Duanın kabulüne
neden olan dört husus her çağda, her mü'min için geçerli bir sünnettir.
Kur'ân'da nakledilen bu ve benzeri olaylarla sünnetullahın ölçüleri
sergileniyor ve mü'minlere yol gösteriliyor. [113]
«İffet ve namusunu
gerektiği gibi koruyan o kadın (Meryem)i de an ki, biz ona ruhumuzdan üfledik;
kendisini de, oğlunu da âlemlere açık bir âyet (belirgin bir mu'cize) yaptık.»
Yine Âl-i İmrân, Nisa
ve Meryem sûrelerinde Hz. Meryem hakkında geniş açıklama yapılmıştır. [114]Burada
ise, Mekke'de çok ağır şartlar altında sıkıntılı günler geçiren Müslüman
hanımlar teselli edilmekte ve taklîde lâyık örnek bir kadın misal
verilmektedir. İmân, namus, iffet, doğruluk, hakka bağlılık ve gönül
yatışkanlığıyla ibadet gibi güzel vasıfların bir kadını ne kadar ünlü ve
bahtiyar bir düzeye getirdiğine özellikle parmak basılmaktadır.
Meryem'in bakire
olduğu halde Melek Cebrail'in nefhasıyla İsa'ya {A.S.) gebe kaldığı ve İsa
(A.S.)ın babasız doğduğu birer mu'cize mahiyetinde belirtilerek, bu gibi
olağanüstü olayların mevcut ve câri kanunlarla izahının mümkün olamıyacağı
hatırlatılıyor. Aynı zamanda Âde-m Pey-gamber'in ilk insan olarak anasız,
babasız yaratıldığına benzer bir durumun İsa (A.S.) hakkında* tecelli ettiğine
atıf yapılıyor.
İsa Peygamber'in
(A.S.), büyük bir hayat ve enerji kaynağı olan Melek Cebrail'in üflemesiyle
vücut bulması, bir bakıma âhireti unutup kendilerini tamamen dünya saltanatına
veren İsrail oğulları yapısında bozulan denge ve düzeni yeniden kurmaya
yönelik bir hikmeti yansıtmakta-. dır. Çünkü yaratılışı gereği, İsa (A.S.)ın
yüzü bütünüyle âhirete yönelik bulunuyordu. Yahudilerin ise, o dönemlerde de
yüzleri olduğu gibi dünyaya çevrili idi. Böylece İsa (A.S.)ın onlara peygamber
olarak gönderilmesinin, dünyaları ile âhiretleri arasında bozulan bu dengenin
sağlanmasıyla ilgili olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. [115]
Sonuç olarak :
Buraya kadar isimleri
anılan peygamberler ve onlarla ilgili kıssalar, mü'minlere yeni bilgiler
vermekte, yönlendirici mesajlar taşımaktadır; şöyle ki :
a)
Peygamberler de hastalığa yakalanabilirler. Asıl şifayı veren ise Allah'tır. O takdirde başımıza bir
hastalık gelip çatınca, hem tedavi yollarını aramamız, hem de hakiki şifayı
Allah'tan beklememiz gerekmektedir. Zira Eyyub Peygamberin yakalandığı cilt
hastalığından kurtulmak için bu iki yola başvurduğu kesindir. Yerden fışkıran
ve maden suyu olduğu tahmin edilen suda yıkanması, tedavi yollarından birini
öğretmektedir. Diğer yandan Eyyub Peygamberin Allah'tan şifa ve rahmet
dilemesi, Allah'ın şifa kaynağı olduğunun bir başka delilidir.
O halde üzücü bir
hastalığa yakalanan mü'minler şu iki şeye başvurmakla emrolunmuşlardır:
Allah'a yönetip O'ndan şifa ve rahmet dilemek ve arkasından tedavi yollarını
sorup öğrenmek, uzman doktora gidip bilgi almak.. Bunun dışına çıkıp şu
üfürükçüye, bu muskacıya, şu cinciye ve bu büyücüye gitmek şifa yerine hastalık
getirir; sevap yerine insanı büyük günahlara sokar.
b) Zünnun
kıssası bize şu inceliği
öğretmektedir: İman edip Allah yolunda yürüyen bir mü'min, mürşit
ve dâî, sabırsızlık gösterir de yanlış bir harekette bulunursa, çetin bir sınav
ile karşı karşıya bırakılır. Kişi peygamber de olsa, bu ilâhî sınav ve uyandan
kendini kurtaramaz,
c) Zekeriya kıssası, bize şu mesaiı vermektedir:
Çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin, gereken tedavi yollarına başvurmakla
beraber, her şeyin dizginini kendi kudret elinde tutan Allah'a yönelip hayırlı,
salih bir evlât istemeleri en uygun çaredir. Bunun dışında şu ve bu muskacı ve
üfürükçüden, büyücü ve cinciden medet ummak, onların yardımını istemek hem
büyük günahlardan biridir, hem de ilâhî gazaba sebep olan bir ölçüsüzlüktür. [116]
Yukarıda geçen
âyetlerle, Zekeriya ve Meryem kıssalarından öğüt alınacak bir-iki safhaya yer
verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
peygamberlerin kıssalarından anlaşıldığı üzere, semavî dinlerin hepsinin esasta
birleştiği; hepsinin de Tevhid İnancı'nı teb-lîğ ettiği konu edinilmektedir.
İnsanların aşın taassubu ve cehaletleri yüzünden bölünmelerin meydana geldiği
ve böylece Tevhîd İnancı'nın zaman zaman yara alıp yerini başka inançlara
bıraktığı anlatılmakta ve bu çok sakıncalı yolda ısrar etmenin çok tehlikeli
sonuçlar doğuracağı hatırlatılmaktadır; zira dönüşün mutlaka Allah'a olacağı
bildirilerek ölmeden önce inkarcıların ve bölücülerin dönüş yapmaları tavsiye edilmektedir. [117]
92— Şüphesiz
ki bu sizin dininiz ve şeriatınız tek bir din ve şeriattır ve ben de
Rabbınızım. Artık bana ibâdet ediniz.
93— (Ne var
ki insanlar) kendi aralarında bölünüp parça parça oldular. (Ama sonunda) hepsi
de bize döneceklerdir.
94— Artık
kim mü'min olduğu halde iyi-yararlı amellerde bulunursa, onun iş ve gayreti
inkâr edilmiyecektir ve şüphesiz ki biz onları yazmaktayız.
95— Yok
etmemiz gereken kasaba halkının (yok olduktan sonra dünyaya dönmesi veya yok
olma noktasına geldikten sonra pişmanlık duyup tevbe ederek) dönüş yapması
haramdır (mümkün değildir).
«Biz peygamberler
topluluğu baba bir kardeşleriz; dinimiz (Tevhîd İnancı doğrultusunda) birdir.» [118]
«Haberiniz olsun ki:
Sizden önceki kitap ehli yetmiş iki fırkaya (din ve mezhebe) ayrıldılar.
Şüphesiz ki şu ümmet de ileride yetmiş üç fırkaya (mezhebe) ayrılacaktır.
Onlardan yetmiş iki fırka Cehennemdedir, bir fırkası ise cennettedir ki o da
(kitap ve sünnet üzere bir araya gelen) cemaattir.» [119]
«Şüphesiz ki bu sizin dininiz
ve şeriatınız tek bir din ve şeriattır ve ben de Rabbınızım. Artık bana ibâdet
ediniz.»
İlâhî dinler, sosyal
alandaki tekâmüle paralel olarak tekâmül ede-gelmiştir. Ancak bu tekâmül
dinlerin aslında değil, furuatındadır. Zira bütün dinler Allah'ın varlığını,
birliğini ve âhiretteki hesap ve cezayı, ebedî saadet ve azabı tebliğ etmiştir,
yani hepsi bu esas üzerine kurulmuştur.
Dinlerin taşıdığı
hükümler ve ahlâkî kurallar ise, indirildiği çağdaki toplumların seviyesine ve
ihtiyacına göre belirlenmiştir. İşte bu hükümler ve kurallarda tekâmül söz
konusudur ki İslâmiyetle son kertesine ulaşmıştır. Çünkü İslâm, kıyamete kadar
gelişip tekâmül eden ilmi esas kabul edip ana fikirler, temel bilgiler
getirerek daha çok beşer aklına seslenip malzeme vermektedir. O nedenle ilim
ne kadar tekâmül ederse etsin, sosyal yapı ne kadar değişirse değişsin,
Kur'ân'ın getirdiği genel kaideler, esaslar ve temel bilgiler her çağda
tazeliğini koruyacak ve her dönemde insanlar ona ihtiyaç duyacaktır, Nitekim
gün geçtikçe bu gerçekler daha iyi anlaşılmakta ve İslâm'a olan ihtiyaç
kendini daha çok hissettirmektedir. Unutmamak gerekir ki, insan düşüncesinin
ürünü olan sistemler insan kadar noksan ve onun kadar hatalıdır. Allah'ın
sonsuz kudretinden süzülüp indirilen sistem ise, o kudret kadar mükemmeldir ve
hatasızdır. İnsan hiç bir zaman Allah ile yanşamaz ve O'nun önüne geçemez.
İlgili âyet, hak dine
sahip bütün milletlere ve kitap ehline sesleniyor: Ayrılığı bırakın, birliğe
gelin. Sadece Allah'a ibâdet edin, O'na ortak koşmaktan vazgeçin. Bu
doğrultuda hepinizin yararına en son din en mükemmel ölçüde indirilmiştir.
Artık dininiz de, şeriatınız da birdir. Son dinin gönderilmesiyle önceki
dinlerin taşıdıkları hükümler yürürlükten kaldırılmıştır. [120]
«(Ne var ki insanlar)
kendi aralarında bölünüp parça parça oldular. (Ama sonunda) hepsi de bize döneceklerdir.»
Şüphesiz ki, dinde
birlik rahmettir; ayrılık ise azaptır. Aynı zamanda birlikte gütme ve kuvvet;
ayrılıkta güdülme ve başkasına uydu.olma ortamı hâkimdir. O halde dinde
birliğe, beraberliğe karşı olan her şey, dinden ve Kur'ân'dan değildir ve
bütünüyle tehlikelidir. Birliği, beraberliği sağlayan meşru her şey,
Kur'ân'dandır ve bütünüyle rahmet ve hayırdır.
İnsanlar ne kadar
bölünür, gruplara ayrılırsa ayrılsın, bunun zararı sadece kendilerinedir, Zira
İslâm'ın birlik ruhuna ters düşen her şey mü1-minler için zararlıdır.
Allah'a ve âhirete
dosdoğru imân, iyi, yararlı iş işlemeyi; iyi ve yararlı iş ise, birlik ve
beraberliği gerektirir. İşte bu manayla ve hikmetle Kur'ân/ Allah'a inanan
bütün milletleri İslâm'ın getirdiği Tevhîd Esası'na çağırmakta, din ve mezhep
taassubunu bırakıp hakka dönmelerini hatırlatmaktadır. Bunun ikinci bir yorumu
söz konusu değildir. Zira, tekrar edelim ki, imânın hedefi «amel-i sâlihstir.
Amel-i sâlih'in hedefi ise, Allah'a kul, peygambere ümmet doğrultusunda Allah
kullarıyla birleşip bütünleşmektir.
İşte bu düzeydeki söz,
davranış, azim ve gayret; teblîğ ve irşat hiçbir zaman karşılıksız kalmaz.
Çünkü ilâhî sünnet nankör değildir. Bunun aksine bir yol tutan ve her geçen
gün sünnetullaha ters düşerek mesafeyi açan bir topluluk, ya da millet bir gün
dönüş yapmaz da mesafeyi açmakta son noktaya gelirse, artık onların büyük bir
azaba uğratılmaları ger-' çekleşir.
İlgili hadîste de
ifadesini bulduğu gibi, İslâm'da da bölünüp gruplaşmak, başka başka isimler
bulup İslâm'ın birleştirici rahmet havasından uzaklaşmak büyük azaptır. Çünkü
İslâm'ın gecesi de gündüzü kadar aydınlıktır. Onu kendi kısır bilgimize veya
mantığımıza göre şekillendireme-yiz. Ancak bu hususta bilmeden hata
yapabiliriz. Zira peygamberler hariç elbetteki kusursuz, günahsız mü'min
yoktur. O bakımdan Müslümanlar birbirlerinin kusur ve günahlarıyla meşgul
olacakları yerde, birbirlerini samimiyetle uyarıp dinin birlik ve beraberlik
ruhunu harekete geçirirlerse, Hz. Peygamber'in (A.S.) aziz ruhunu sevindirmiş
olurlar. Aynı zamanda ilâhî yardıma lâyık görülürler.
Dine hizmette senlik,
benlik davası yoktur ve olamaz da.. Herkes kendi yetenek ve imkânları
nisbetinde, fakat belli bir plân ve programa göre hizmet etmekle yükümlüdür.
Peygamberler nasıl baba bir kardeşler iseler, dine hizmet edenler de bu anlamda
kardeştirler. Herkesin hizmetini ise, Allah değerlendirir ve kişilerin
niyetlerine göre, karşılık verir. [121]
«Yok etmemiz gereken
kasaba halkının (yok olduktan sonra dünyaya dönmesi veya yok olma noktasına
geldikten sonra pişmanlık duyup tevbe ederek) dönüş yapması haramdır (mümkün değildir).»
Kur'ân burada çok ince
bir noktaya parmak basmakta ve toplumları, milletleri uyarmaktadır. Özellikle
bu âyetle İslâm ülkelerine seslenilmek-te ve kitap ehli gibi dinin esasından
kopup hiziplere ayrılmamaları tenbih edilmektedir. Din adına bölünüp birbirine
hasım kesilen, Kur'ân adına başka başka isimler alıp itikat alanında
gruplaşanlar bilmelidirler ki, İslâm düşmanlarının yapamadığı ve yapamıyacağı
kötülüğü kendileri kendi dinlerine yapmaktadırlar. Birlik ve beraberlik
çizgisine gelmedikleri takdirde ilâhî inayete mazhar olamayacaklgr ve
neticeleri de hüsran olacaktır.
Gruplar arasında
sürtüşme, tartışma, çamur atma sürüp giderse, dönüşü mümkün olmayan bir
noktaya kendilerini getirmiş olurlar ve o takdirde ilâhî hüküm iner. Bu
noktaya gelip de kurtulan tek bir kavim var, o da Yunus Peygamber'in kavmidir;
her zaman için o, bir istisna teşkil eder. [122]
Yukarıdaki âyetlerle,
ilâhî dinlerin aynı esasta birleştiklerine dikkatler çekildi. Bölünüp
parçalanmaların, Tevhîd İnançı'ndan sapmaların sonradan insanların taassup ve
ihtirasları yüzünden meydana geldiğine dikkatler çekildi. Müslümanların
bölünüp parçalanma konusunda çok dikkatli olmaları istenildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ilâhî uyarıya kulak vermeyenlerin, kıyamet olayı meydana gelince gözlerinin
belerip kalacağı, fırsatları nasıl kaçırdıklarını anlayacakları konu ediliyor.
Buna alâmet olarak da Yeeüç ve Me'cüc'ün sökülüp gelmesi gösteriliyor. Allah'ı
bırakıp başka başka şeyleri ilâh edinenlerin kıyamet gününde ah, vah edecekleri
haber verilerek inkarcılar, müşrikler, putperestler, bölünüp haktan
uzaklaşanlar uyarılıyor. [123]
96— Sonunda Ye'cüc ve Me'cüc (şeddi) açılır da
her bir tepeden sökülüp sür'atle inerler.
97— Hak olan va'd (kıyametin safhaları)
yaklaşınca bir de bakarsın ki o inkâr edenlerin gözleri belerip kalır, «eyvah
bize! biz bundan gaflette bulunuyorduk; daha doğrusu biz zâlimler idik» derler.
98— Şüphesiz ki siz ve Allah'tan başka
taptıklarınız Cehennem odunusunuz ve siz oraya varacaksınız.
99— Eğer bu taptıkları (putlar) gerçek ilâhlar
olsaydı, herhalde Ce-hennem'e varmazlardı. Hepsi de orada devamlı kalıcılardır.
100— Onlara, orada ah, vah edip inlemek vardır ve
orada bir şey de işitmiyeoeklerdir.
Ashab-ı Kirâm'dan
Nevvas b. Sem'ân (R.A.) anlatıyor:
— Bir gün Resûiüllah (A.S.) Efendimiz,
Deccal'dan söz etti ve onun hakkında o kadar alçaltıcı, yükseltici şeyler
söyledi ki, biz onu bir hurmalıkta oturuyor sandık. Bunun üzerine (hayli
korktuk ve toplanıp) kendisine gittik. Durumumuzu anladı ve şöyle buyurdu:
«Ben sizin aranızda
iken o ortaya çıkarsa, sizin önünüzde (durup) ona karşı engel olurum. Ben
aranızda bulunmadığım zaman ortaya çıkarsa, artık her kişi kendinin savunucusu
ve koruyucusudur. Allah ise benim yerime her müslüman üzerinde (koruyucudur).
Doğrusu o, kıvırcık
saçlı bir gençtir. Bir gözü, salkımından dışarı çıkmış üzüm tanesi gibidir.
Onu sanki Abdüluzza b. Katan'a benzetiyorum[124]Sizden
kim ona erişirse, ona karşı Kehf Sûresi'nin baş kısmını okusun. Şüpheniz
olmasın ki o, Şam ile Irak arasında kayalık bir kesimden çıkacak. Sağda ve
doğu cihetinde seri halde fitne ve fesat çıkaracak. Artık Ey Alfanın kulları,
(ona karşı) dayanma gücü gösterin.»
Biz dedik ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Deccal yeryüzünde ne
kadar kalacak?
Buyurdu ki:
— Kırk gün. Bir günü bir yıl gibi, bir günü bir
ay gibi, bir günü bir hafta gibi; diğer kalan günleri sizin (normal)
günleriniz gibi olacak.
Bunun üzerine dedik
ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi, o bir yıl gibi olan
bir günde, bir günlük , namaz bize yeter
mi?
Buyurdu ki:
— Hayır,
siz (normal günlerinizdeki namaz vakitlerini) takdir edip ona göre kılarsınız.
Biz yine dedik ki:
— Ey Allah'ın Resulü!
Onun yeryüzündeki sürati ne kadardır? 1
Buyurdu ki:
— Arkasından rüzgarın itip getirdiği yağmurun
sürati gibidir. Deccal bir millete gelir, onları davet eder. Onlar da ona
inanıp davetini kabul ederler. Deccal göğe emreder, o yağmur yağdırır; yere
emreder o da bitki yeşertir. O milletin davarları akşamleyin en uygun ve en
güzel görünümde ve memeleri de sütün çokluğundan en dolgun vaziyettedir.
Böğürleri de en iyi şekilde gelişmiş bir vaziyette (ağıllarına) dönerler. Sonra
Deccal başka bir millete gelip onları davet eder, ama onlar onun sözünü dinlemeyip
reddederler. O da ayrılıp gider. Ama o millet öyle bir ortam içinde sabahlar
ki, ellerinde mallarından bir şey kalmaz.
Deccal bir yıkıntıya
uğrar da ona: «Hazinelerini çıkar» diye emreder. O yıkıntının hazineleri, baf
arılarının kendi beylerinin arkasına takılıp gittikleri gibi, onun peşine
takılıp gider. Sonra gençlik ve hayat dolu bir odamı çağırır ve bir kılıç
darbesiyle onu ikiye ayırır ve o parçaları birbirinden bir ok atımı mesafesi
kadar uzaklaştırdıktan sonra onu çağırır; o da yüzü dalga dalga parıldayarak
güler bir vaziyette ona gelir.
İşte Deccal bu halde
iken Allah, Meryem oğlu Mesih'i gönderir. Dı-maşk'ın doğusunda beyaz minare
(alâmet) üzerine, vers ve za'feranla boyalı iki parça elbise arasında,
ellerini de iki meleğin kanatları üzerine koymuş bulunduğu halde iner. Başını
eğince ondan su damlar; kaldırınca, iri taneli inci misali berrak su İner.
Artık onun nefesini duyan her kâfir, mümkün değil mutlaka ölür. Mesîh İsa'nın
nefesi gözünün görebileceği yere kadar ulaşır. Sonra Deccal'ı aramaya koyulur.
Derken ona Beytül-makdis'de «Lüdd Kapısı» denilen yerde yetişir ve hemen
öldürür. Sonra Meryem oğlu Mesîh İsa, Allah'ın kendilerini Deccal'dan koruduğu
bir kavme gelir, eliyle onların yüzünü okşar ve onlara Cennet'teki
derecelerini anlatır. Onlar bu durumda iken Allah (c.c.) İsa'ya şöyle vahyeder:
«Bana ait kullarımı şimdi ortaya çıkardın. Hiç kimsenin onlarla savaşmaya gücü
ve kudreti yetmez. Sen kullarımı Tûr'da koruyup emniyete al.»
Sonra da Allah (c.o.)
Ye'cüc ve Me'cüc'ü gönderir. Onlar her tümsekten ve tepeden süratle kopup
gelirler. Onların önde yürüyen kafileleri Taberiye Gölüne uğrarlar da ondaki
mevcut suyu olduğu gibi içerler. Sonraki kafileleri o gölün yerine uğradıkları
zaman, «burada bir vakitler su varmış» derler. Böylece Allah'ın Peygamberi İsa
ile arkadaşları Allah'a yönelip rağbet duasında bulunurlar. Allah da o
düşmanların üzerine hayvanlara musallat olan parazitler (gibi öldürücü
parazitler) gönderir. Hepsi de bir tek canın ölmesi gibi ölüp gider. Sonra
Allah'ın Peygamberi İsa ile arkadaşları o yere inerler de Ye'cüc ve Me'cüc'ün
yağ ve pis kokularının girmediği bir karış boş (temiz) yer bulamazlar. Allah'ın
Peygamberi İsa ve arkadaşları yine Allah'a yönelip rağbet duasında bulunurlar.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Horasan bölgesinin develerinin boyunları gibi (boyunları
olan) kuşlar gönderir de, o kokuşmuş leşleri alıp Allah'ın dilediği yere
götürüp atarlar. Sonra Cenâb-ı Hak bir yağmur indirir de ister kerpiçten ev
olsun, ister kıldan çadır olsun hiç biri kendini o yağmurdan örtülü tutamaz;
yeryüzünü öylesine yıkar ki, onu tertemiz ayna gibi bırakır. Sonra da
yeryüzüne: «Artık ürününü yetiştir, bereketini geri ver» denilir. O gün bir
cemaat mevcut nar meyvasından yer de, onun çanakvari kabu-ğuyla gölgelenirler.
Sütlerde de bereket başlar, o kadar ki sağmal devenin sütü kalabalık bir
cemaate yeter. Sağmal sığırın sütü bir kabile halkına yeter. Sağmal koyun sütü
bir hane halkına yeter.
Onlar bu hal üzere
iken Allah hoş bir rüzgar gönderir de her birini koltukları altından yakalar
ve böylece her mü'min ve her muslimin ruhunu alır. Geriye insanların şerirleri
kalır. Bunlar, eşeklerin açıktan açığa birbirleriyle çiftleştikleri gibi,
cinsel temasta bulunurlar ve işte kıyamet onların üzerine kopar.» [125]
«Resûfüllah (A.S.)
Efendimiz bir ara telaşla Cahş kızı Zeyneb'in yanına gelerek şöyle buyurdu :
— Lâ ilahe illallah. Yaklaşmakta olan serden
vay Arabın haline!. Bugün Ye'oüc ve Me'cüc'ün şeddinden şunun gibi bir menfez
açıldı.
Böyle derken baş
parmağıyla şehadet parmağını halka yaptı. Bunun üzerine Cahş kızı Zeyneb
(R.A.):
— Ey Allah'ın Peygamberi! İçimizde bunca sâlih
kişiler varken, helak olur muyuz? diye sorunca, Efendimiz şöyle cevap verdi:
— Evet,
ahlâksızlık, fitne, fesat ve fuhuş
çoğalınca (elbete helak olursunuz).» [126]
Huzeyfe b. Esîd
el-Gıffarî (R.A.) anlatıyor :
— Biz kendi arkadaşlarımızla bir ara oturup
karşılıklı konuşuyorduk.derken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz çıkageldi ve :
— Neler konuşuyorsunuz? diye sordu. Biz de :
— Kıyametin kopuşu hakkında konuşuyoruz, diye
cevap verdik. Bunun üzerine şöyle buyurdu :
— Daha önce on alâmet görülmedikçe kıyamet
kopmaz.
Böylece Duhan, Deccal,
Dabbe, güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu İsa'nın inmesi, Ye'cüc ve
Me'cüc'ün ortaya çıkması, doğuda üç yerin, batıda bir yerin çöküp batma
olayının gerçekleşmesi, Arap Yanmadası'nda da bir yerin çöküp batma olayının
zuhuru gibi alâmetleri saydı ve en sonuncusu da, «Yemen'den bir ateşin çıkıp
insanları, toplanacakları yere sürüp götürmesi olacak» buyurdu [127]
Kehf sûresi 94. âyetin
tefsirinde Zulkarneyn'le ilgili kıssanın izahında bu iki isim üzerinde durduk,
az da olsa bazı bilgiler vermeye çalıştık. Burada ise, sadece iki tesbit
üzerinde durup konunun aydınlatıcı mahiyette özetini vermekle yetinmek
istiyoruz:
1— Ye'cüc ve
Me'cüc, ya İbn Haldun'un
Mukaddime's inde dediği gibi : Bu
iki ismin aslı, Gûg-Mâgûg'dur. Arapça'da (g) harfi kullanılmadığı iCin onun
yerine (c) harfi kullanılmıştır. Lügam'ı «lücam» okudukları gibi. Bu
takdirde Frenklerin, Batı
Roma imparatorluğunu alt-üst eden
Hun-lara, «çok barbar» anlamına gelen bu isimleri taktıkları
bilinmektedir.
Böylece yeryüzünde
fesat çıkaran, kan döken her istilâcı büyük ordular hakkında da bu iki isim
kullanılabilir. Ancak kıyamete ygkın bu fitne, tarihte benzeri görülmemiş
biçimde ortaya çıkacaktır.
2— Ye'cüc ve Me'cüc belâsı yalnız Araplara mı
yönelmiş veya yönelecektir? Hadîste tahsîs yoktur. Ancak Arapların bu büyük
fitneye mâruz kalacağı bildiriliyor. O halde gerek Emevî-Abbasî rekabet ve sürtüşmesi
ve Horasanlı Ebû Müslim'in sergilediği zulüm, gerekse Moğol istilâsı ile de bir
bakıma yorumlanabilir.
Nitekim Buharî'nin Ebû
Saîd ei-Hudrî'den (R.A.) rivayet ettiği hadîste, bu konuya açıklık getirilerek
buyuruluyor ki: «Allah, Âdem Peygamber'e Cehennem'e girecek olanları çıkarıp
gönder» buyuracak. Âdem: «Ya Rab!
Cehenem'e girecek
olanların sayısı nedir?» diye soracak. O da :
«Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu..» buyuracak......»
Bunun üzerine Ashab-ı
Kiram, Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :
— Ya Resûlellah! O binde bir hangimiz
olabiliriz? Efendimiz (A.S.) cevap verdi:
— Size müjde! Sizden bir kişiye karşılık Ye'cüc
ve Me'cüc'den bin kişi (Cehennem'e gönderilecektir).»
O halde denilebilir
ki, Ye'cüc ve Me'cüc, biri özel, diğeri genel olmak üzere iki manada
kullanılmıştır. Kehf sûresinde özel, Enbiyâ sûresinde genel anlamda bir hüküm
ifade etmektedir. Bu acıdan bakınca, her asırda yeryüzünde fitne ve fesat
çıkaran, haksız yere kan döken, insan haklarına tecavüz eden her topluluk ve
millete Ye'cüc-Me'cüc diyebiliriz. Zira genel anlamda bu iki isim daha çok
fitne çıkarıp ortalığı, hercü-merc eden barbarları hatırlatır. Allah daha
iyisini bilir. [128]
«Eğer bu taptıkları
(putlar) gerçek ilâhlar olsaydı, elbette Cehennem'e varmazlardı.»
Hak olan va'd,
Allah'ın ezelde plânlayıp gerçekleştireceği kıyamet olayı ve safhalarıdır.
İnkarcı sapıklar yeniden diriltilip kıyamet safhala-rıyla
karşılaştırıldıklarında şaşırıp kalacaklar. Çünkü onlar böyle bir günün
tahakkuk edeceğine hiç, ama hiç inanmazlardı. O yüzden gözleri be-lerip
kalacak: «Eyvah bize! biz bundan gaflette bulunuyorduk; daha doğrusu biz
zâlimler idik» diyecekler. Ama neden sonra..
Kur'ân bu uyarıcı
tabloyu çizerken o günde meydana gelecek ibretli olaylardan üç ayrı safhayı
gözler önüne seriyor;
1— Putperestler putlarıyla birlikte Cehennem'e
odun olacaklar.
2— Hepsi de Cehennem'de devamlı kalacak, bütün
ümitleri yok olacak.
3— Onlar orada sadece ah, vah edip inleyecekler,
kaçırdıkları fırsatlara hayıflanıp kahrolacaklar..
Böylece Kur'ân-ı
Kerîm, inkarcı azgınların âhiretteki durumlarını en duyarlı anlatımla işlerken,
onları daldıkları gafletten uyandırmayı amaçlıyor ve ilâhî rahmet ve gufran
kapılarının açık bulunduğuna işaret ediyor. Çünkü Allah'ın rahmeti gazabının
önünde yürümektedir. [129]
İnsanı diğer
canlılardan ayıran en önde gelen faktör: Aklı ve düşüncesidir. Bu iki nîmeti
kaybeden kimse hayvandan daha aşağı duruma düşer. Ama akıl ve düşünceye gerçek
değerini kazandıran ve onları iyiye, hayra ve fazîlete yönlendiren şey ise,
imân ve ilimdir, Birincisi küfrün, ikincisi cehaletin karanlığını kurutup
gidericidir.
İnsandan, -onun içini
ve dışını aydınlatıp ruhunun asıl renk ve mayasını ortaya çıkaran- bu iki
aydınlatıcı nimeti çekip alın, geriye karanlığa gömülü bir et, kan ve kemik
yığını kalır ve bu da Cehennem'e yakıt olmaktan başka bir şeye yaramaz.
Onun için Kur'ân'da
inkarcılara,: «Şüphesiz ki siz ve Allah'tan başka taptıklarınız Cehennem
odunusunuz ve siz oraya varacaksınız.» diye ses-lenilmektedir. [130]
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyamet alâmetlerinden biri hatırlatıldı ve arkasından o günde diriltilip
kaldırılacak inkâroı sapıkların gözlerinin nasıl belerip-şaşkınlık içinde
kalacaklarına dikkatler çekildi. Sonra da imân ve irfansız kalan bir bedenin
Cehennem'e yakıt olmaktan başka bir şeye yaramıyacağı ve başka bir değer
taşımayacağı belirtilerek, o ilâhî emâneti ilim, imân ve ahlâk ile donatmamız
ilham edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
dünya hayatını ilâhî rıza doğrultusunda değerlendirip imân temeli üzerinde
sâlih ameller işleyenlere âhirette hazırlanan mükâfatlardan bir bir haber
veriliyor. Böylece imânın en büyük nîmet ve devlet olduğu vurgulanıyor.
Kıyametin kopuşuyla kâinat düzeninin ne şekilde bozulacağına dair kısa bir ön
bilgi veriliyor. [131]
101— Şüphesiz ki bizden kendilerine en güzel (en
doyurucu mutluluk) sözü verilmiş olanlar (var ya), işte onlar Cehennem'den
uzak tutulmuşlardır.
102— Cehennem uğultusunu da duymazlar ve onlar
canlarının çektiği nimetler içinde ebedîdirler.
103— En büyük dehşet salan korku onları
üzmez. Melekler onları karşılar da «bu
sîze söz verilen gündür!» (derler).
104— O gün göğü, kitap (sahifelerini ya da
formalarını) katladığımız gibi katlarız. İlk yaratmaya başladığımız gibi
-üzerimize gerekli bir va'd olarak- tekrar (yaratıp) geri çeviririz. Şüphesiz
ki biz (böyle) yaparız.
«Ey insanlar! Şüphesiz
ki yalınayak, çıplak ve sünnetsiz bir halde Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.
«İlk yaratmaya başladığımız gibi, öylece yaratıp geri çeviririz,.» [132]
«Şüphesiz ki Allah,
kıyamet gününde yerleri tutup kudret eline alacak; gökler de O'nun (kudretini
sembolize eden) sağ elinde olacak..» [133]
«şüphesiz ki bizden
kendilerine en güzel (en doyurucu mutluluk) sözü verilmiş olanlar (var ya) işte
onlar Cehennem'den uzak tutulmuşlardır..»
Şüphesiz ki samimi
imân ve onun ürünü olan sâlih amel, bu en güzel mutluluk müjdesinin ortamını
hazırlayan temel esaslardır. Allah'ın başarılı kılma lûtfu erişince, bu
esaslara sahip olanlar Cehennem'den uzak tutulurlar. İçlerinde büyük ümit
doğuran, ruhlarına aralıksız gıda sunan gerçek imân, dünyada Cennet'i onların
gönüllerinde oluşturmuştur. Âhi-rette gönüllerindeki bu imân ve irfan cenneti,
sonsuz nimetlerle süslü maddî cennete dönüşür. O kadar ki, o bahtiyarlar
Ğehennem uğultusunu bile duymazlar. Canlarının çektiği nimetler içinde
ebedileşirler. Çünkü dünyada nefislerinin çektiği her türlü haram ve şüpheli
şeylerden kaçınmışlardı.
Bütün bu va'dler,
birer aldatma, ümitlendirme değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın buna hiç ihtiyacı
yoktur. O ezele kurduğu kâinat düzenini aksatmadan hedefine doğru götürmektedir.
Ancak bu düzende en önemli unsur mutlaka insandır. Onun varlığıyla düzen değer,
anlam ve hikmet kazanıyor. O bakımdan dünya hayatında da her şey insan için
hazırlanmıştır; âhiret hayatı da bütünüyle onun için kurulmuştur.
' İnsanoğlu, kendi
değer ölçüsüne bu açıdan baktığı takdirde, Allah'ın kendisini ne kadar aziz ve
şerefli yarattığını ancak anlayabilir ve niçin yaratıldığının anlam ve
hikmetini kavrayıp öğrenebilir. [134]
«En büyük dehşet salan
korku onları üzmez.»
Bir daha Sûr'a üflenip
kabirlerden kalkış, görülecek bir manzaradır. Bir anda dehşet salan bir korku
etrafı kaplar; başlar döner, gözler bir noktaya dikilip kalır. Ama dünya
hayatında, Allah'tan korkup ömrünü ona göre düzene sokup disipline eden
mü'minleri, bu dehşet salıcj manzara üzmez. Rahmet melekleri onları karşılar
da «Bu size va'dedilen gündür» derler ve mü'minleri rahatlatırlar. [135]
«O gün göğü kitap
(sahifelerini, ya da formalarını) katlar gibi katlarız. İlk yaratmaya başladığımız
gibi -üzerimize gerekli bir va'd olarak-tekrar (yaratıp) geri çeviririz.
Şüphesiz ki biz böyle yaparız..»
Kur'ân bu anlatımla,
yaratmaya ilk başlandığı duruma dönüleceğini açıklıyor. Günümüzde, gerek ay,
gerekse düşen meteorlar üzerinde yapılan ciddi araştırmalardan, yerin ve
göklerin, yani bunlardaki cisimlerin tek parça halinde olduğu; sonraları ilâhî
plân ve program gereği parçalanıp bugünkü duruma getirildiği anlaşılıyor.
Kıyametin kopması ise, mevcut düzenin bozulması ve canlı adına her şeyin son
bulması demektir. Bu durumda gök cisimlerinin biraraya getirilip kitap
sahifeleri gibi üstüste konulup katlanması, ilk yaratıldığı şekle sokulması
anlamına gelir.
Sonra da âhiretteki
ölümsüz bir hayata uygun şartları ve ortamı oluşturacak yeni bir düzen
kurulur. Bunun sebebi gayet açıktır: Bugünkü mevcut sistemler ve düzenler,
insan hayatını bir süre devam ettirmeğe, onun ihtiyaçlarını karşılayacak
nesneleri periyodik olarak vermeye yönelik bir ölçüdedir. Âhiret hayatı ise,
sonsuzdur ve ölümsüzdür. O bakımdan kurulacak olan yeni düzenin buna cevap
verecek bir plân ve programda olması gerekir.
İkinci düzen hemen
kurulacak mı?
İlk yaratılmada
tekâmül söz konusu olduğu gibi, ikinci yaratmada da aynı şeyi düşünebilir
miyiz? Bu konuda kesin bir şey söylemek çok zor. Ancak ilk yaratılışta, insanın
yararlanabileceği kaynakların oluşması için uzun bir süreye ihtiyaç vardı. O
bakımdan yerküre beş-altı jeolojik devir geçirdikten ve gerekli kaynaklar
oluştuktan sonra insan yaratılmıştır. Âhiret'te ise, buna gerek yoktur. Çünkü
Cennet ve Cehennem çok önceden hazırlanmıştır. Yeniden hazırlanacak bir hayat
düzeni, sadece mevcut sistemlerle ilgilidir. O halde yerin ve göklerin
katlanmasından hemen sonra yeni sistemlere dönüşmesi düşünülebilir. Kurulan
yeni sistem ve düzen içinde Cennet ve Cehennem de plâna uygun hazırlanan
yerlerini almış olurlar. Allah daha iyisini bilir. [136]
Yukarıdaki âyetlerle,
mü'minler için hazırlanan uhrevî mükâfatlardan bir kısmı açıklandı ve dünya
hayaUridan amacın ne olduğuna parmak basılarak iyi düşünmemiz ilham edildi.
Sonra da kıyamet olayıyla göklerin katlanacağına dikkatler çekilerek ilk
yaratılış plânı hakkında temel bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
yeryüzüne veya âhiretteki saadet yurduna kimlerin vâris kılınacağına temas
ediliyor ve Zebur'da bununla ilgili belgenin bulunduğuna dikkatler çekiliyor.
Sonra da Peygamber'in (A.S.) insanlara rahmet olarak gönderildiği konu
edilerek, dünyada da, âhiret yurdunda da mutlu olabilmenin tek yolunun o
rahmete uymak olduğu dolaylı şekilde anlatılıyor. Arkasından yakın gelecekte
küfrün baş aşağı geleceği ve mü'minlerin dünya sahnesinde lâyık oldukları yeri
alacakları anlatılarak, o gün gelmeden ilâhî rahmetin havasına girmenin
lüzumuna işarette bulunuluyor. [137]
105— And olsun ki, Zikir (Levh-i mahfuz veya
Tevrat) dan sonra Zebur'da da yeryüzüne (veya âhiretteki saadet yurduna)
iyi-yararh kullarım vâris olacak diye yazmışızdir.
106— Şüphesiz ki bu (Kur'ân)da kendini ibâdete
veren bir millet için amaca ulaşma ve yeterli öğüt (yolları) vardır.
107— Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik.
108— De ki: «Bana ancak ilâhınızın tek bir ilâh
olduğu vahyedîüyor. Artık siz Müslüman olmuyor musunuz?»
109— Yüzçevirirlerse de ki : «Size düpedüz
bildirdim: Tehdîd edildiğiniz o şey yakın mı, uzak mı bilmem..
110— Şüphesiz ki O, sözün açığa vurulanını da
bilir, gizlediğinizi de bilir.
111— Bu (tehdîd edilen şeyin) geciktirilmesi sizin
için bir sınav ve belki bir süreye kadar geçindirmek için midir bilmiyorum.»
112— (Peygamber) dedi ki: «Ey Rabbim! aramızda hak
ile hükmet. Rahman olan Rabbımız, sizin vasfedegeldiğiniz şeylere karşı yardımı
istenilendir.»
«Peygamber (A.S.)
Efendimize denildi ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Şu müşrikler için beddua
etseniz ya.. Bunun üzerine o rahmet peygamberi şöyle buyurdu :
— Ben lânetleyioi olarak değil, rahmet olarak
gönderildim.» [138]
«Allah beni ancak
mübelliğ (ilâhî buyrukları tebliğ edici) olarak gönderdi; zillet, meşakkat, ve
sıkıntı verici olarak göndermedi.» [139]
«Ben ancak doğru yolu
gösteren bir rahmetim.» [140]
«Şayet bir kimseye
öfkelendiğimde sövmüş veya lanet etmişsem, bilin ki ben de adem oğullarından
biriyim. Sizin öfkelendiğiniz gibi ben de öfkelenirim. Allah beni ancak
âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Ben o laneti kıyamet gününde onun için
rahmetli bir duâ kılacağım.» [141]
Hâlen mevcut Kitab-ı
Mukaddes'in, Davud Peygambere (A.S.) ait mezmurlar bölümünde, bazı
değişikliklere uğramasına rağmen Kur'ân'da açıklanan belgeye rastlamaktayız.
Deniliyor ki :
«Fakat kötülerin
zürriyeti kesilip atılacak. Salihler (iyi, yararlı kullar) yeri mîras alır ve
onda ebediyen otururlar. Salihin ağzı hikmet anlatır.» [142]
Zebur sözlükte:
Kalınca geniş muhtevalı kitaba denilir. Çoğulu «zu-bur» gelir. Bu, Davud'a (A.S.)
indirilen ve daha çok ilâhîleri-içeren kitabın özel ismidir. Tamamı 150
fasıldan veya baptan oluşmaktadır. «Kötülerin öğüdü ile yürümeyen kimsenin
mutlu olduğunu» belirterek başlar ve «Rabbe hamd edin» sözüyle biter. [143]
«And olsun ki, Zikir
(Levh-i mahfuz veya Tevrat)dan sonra Zebur'a da, yeryüzüne (veya âhiretteki
saadet yurduna) sâlih kullarım vâris olacak diye yazmışızdır.»
«İyi, yararlı işlerde
bulunan» diye çevirisini yaptığımız «salih». sıfatı, «salâh» kökünden
türetilmedin Salâh: Bozgunculuğa karşıt olarak "düzeltmek, yön ve
yöntemine koymak anlamına delâlet eder. Daha çok fiillerde kullanılır.
Kur'ân'da ise, bazan fesat, bazan kötülük ve günaha karşıt olarak yer alır.
Konumuzu oluşturan âyette ise, «fesat» karşıtı olarak bir anlam taşımaktadır.
Âyetin bu cümle ile
asıl delâlet ettiği mana ve hüküm ne olabilir? Burada üç yorum söz konusudur:
Birincisi, arzdan maksat, Arap Yarım-adasıdır ki, buna Allah'ın sâlih kulları
olan mü'minler vâris olacaktır. Nitekim olmuşlardır. Bu zayıf bir yorumdur.
Çünkü Zebur'da zikredilen bu belge, daha kapsamlı bir anlam taşımaktadır. .
İkincisi, sâlih
kullardan maksat, imân temeli üzerinde iyi, yararlı amellerde bulunanlar
değil, yeryüzünü daha çok bayındır hale sokanlar, bozgunculuğu önleyenlerdir.
Bu yorum akla yakın ve
mantıkî görünüyorsa da, tarihin akışı içinde buna uymayan bir çok olaylar
cereyan etmiştir. Misal olarak Hun imparatorluğunu, Cengiz ve Hülagu
istilâsını verebiliriz. Bunlar yeryüzünü bayındır hale getirmekten ziyade,
bayındır yerleri yıkıp yerle bir etmişlerdir. Ancak yeryüzüne vâris olmaktan
maksat, geçici bir istilâ ve bozgunculuk değil de, daha çok uzun süre devam
eden bir veraset söz konusu olabilir. Abbasîler!, Büyük Selçukluları,
Osmanlıları buna misal verebiliriz.
Üçüncüsü, «arz»dan
maksat, âhiretteki ebedî saadet yurdu olan cennettir. Ona ancak imân temeli
üzerinde gelişen salih kişiler vâris olabilir. Zira bu âyetten bir önceki
âyette kıyametin kopuş safhası üzerinde duruluyor, mevcut düzenin bozulacağı,
göklerin, yani ondaki sicimlerin üst-üste katlanacağı ve sonra da yeni düzenin
kurulacağı anlatılıyor ve hemen arkasından, arza ancak sâlih kulların vâris
olacağı kaydediliyor ki bu, üçüncü yorumun daha isabetli olduğuna ağırlık
kazandırmaktadır.
Allah daha iyisini
bilir.
Bir dördüncü yorum
daha ekleyebiliriz. Şöyle ki : Kıyamete yakın bir çağda İslâmiyet iyice
gelişecek, birçok milletler kurtuluşu, huzur ve güveni onda bulacak ve böylece
Hz. Muhammed'e (A.S,) gerçek ümmet olan salih kullar yeryüzüne varis olacaklar.
Nitekim bunu destekler mahiyette hadîsler rivayet edilmiştir. [144]
İbâdet ruhun gıdası,
kalbin cilâsıdır. Zevkine ererek ibâdete devam edenlere Kur'ân, dünyada da iki
önemli mükâfat va'dediyor: Birincisi, amaca ulaşma, yani hilkatin hikmet ve
gayesi düzeyine erişmektir. İkincisi, yeterli öğüt alıp böylece düzenli bir
hayat yaşamaktır. Şüphesiz ki, bir fâniyi dünyada en çok mutlu eden bu iki
mükâfattır. O halde ibâdet konusunda istenilen neticeyi sağlayabilmek için,
imânla beslenen bir kalbe ihtiyaç vardır. Meselâ Çiçeğin yeşermesi, iyi bir
saksının varlığına bağlıdır. O bakımdan Kur'ân sözünü ettiğimiz iki mükâfatı
sunarken, bunu imânla birleşip bütünleşen ibâdete bağlamaktadır. [145]
«Biz seni ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik.»
İnsana, insan olmanın
hikmet ve anlamını öğreten, ona yaratanını tanıtan; insanla Allah arasındaki
yolu işlek duruma getiren ve aradaki engelleri kaldıran; kalbe sağlam inanç,
güven ve ümit aşılayan son peygamber Hz, Muhammed (A.S.) Efendimiz, elbette ki
bütün milletlere rahmet olarak gönderilmiştir.
Aynı zamanda insanı
maddenin ezici ve üzücü esaretinden kurtaran, mananın serinletici havasına kavuşturan;
insanlar arasındaki sınıf farkını kaldırmak suretiyle -Allah'a dosdoğru
inandıkları takdirde- onları kardeş yapan ve tek kelimeyle insana yakışanı
emreden Hz. Muhammed'in (A.S.) en seçkin ve belirgin vasfı, elbette ki
«âlemlere rahmet» olmasıdır.
O bakımdan Hz.
Muhammed (A.S.) çok yönlü bir rahmettir. Bu rahmetin anlamını özetleyip
maddeleştirecek olursak, daha kolay anlaşılmasını sağlamış oluruz:
1— İnsana kişilik kazandırır. Onu, kula kui
olmaktan kurtarıp Yüce Yaratan'a kul olma derecesine yükseltir.
2— Aileyi en sağlam ve kalıcı temele oturtur;
sevgi, saygı, ahlâk, fa-zîlet ve dayanışma bağlarıyla onu bütünleştirir.
3— Kadını
şehvetperestlerin ağından uzaklaştırır.
Ona annelik va-karıyla birlikte
iffet ve namus kaftanını giydirir. «Cennet annelerin ayakları altındadır»
buyurarak, bir kadın için en güzel vasfın annelik olduğunu öğretir.
4— Babayı da sorumlu tutar; eşine, çocuklarına
karşı neler yapmakla yükümlü bulunduğunu kalıcı bir programla telkîn eder.
5—İnsanı
malın hizmetçisi ve bekçisi olma zilletinden kurtarıp malı ve serveti onun
hizmetine verir. Dünyalığın amaç olmadığını, ama amaca ulaşabilmenin
araçlarından biri olduğunu belirler.
6— İnsanlar
arasında dayanışma ve yardımlaşma duygusunu geliştirir ve bunu sadakanın sekiz
misline çıkararak geniş bir mükâfatla gerçek değerini ortaya koyar.
7— İnsan haklarını kutsal sayıp, bu haklardan
dolayı terettüp eden günahların ve veballerin -ödenmedikçe, helallcföılmadıkca-
affedilmeyeceğini ilân eder.
8— Yetimin, dulun, kimsesizin, köle ve esirin
elinden tutar, onlara değer verip diğer insanlardan farksız olduklarını
müjdeler ve kıstas olarak da imân ve takvayı gösterir. Yani kim daha çok
Allah'tan korkarsa, Allah yanında o daha çok üstündür, diyerek insanı zillet
çukurundan kurtarıp azizlik mertebesine yükseltir.
9— Hukukta eşitlik ve adaleti emreder. Bir saat
adaletle hükmetmeyi, altmış yıllık nafile ibâdetten üstün sayar.
10— İnsana dünyayı tanıttığı kadar, âhireti de
tanıtır ve bu iki ayrı âlem arasında kopmaz köprüler oluşturur. 11—Bedenle ruh, maddeyle mana arasında
denge sağlayarak kalp ve kafaları ümit
ve güvenle doldurur. Kalplere manevî bekçi yerleştirerek iç disiplinin lüzumunu
belirtir.
12— Allah'a
ibâdetin insan ruhuna
ve hayatına, dünyasına ve
âhi-retine nasıl feyiz kapılarını açacağını en anlamlı sözlerle açıklar.
13— «Çocuk kokusu cennet kokusudur» buyurarak, onun ne kadar büyük bir nîmet,
aynı zamanda emânet olduğunu vurgular ve ona, aklı ermeye, dili dönmeye başlayınca
Allah'ın varlığını, birliğini;
Hz. Muhammed'in (A.S,) hak
peygamber olduğunu öğretmemizi; işe Besmeleyle başlamasını, işin sonunda
Allah'a hamdetmeyi unutmamasını sağlamamızı ve yedi yaşına girince ona namaz
kılmasını emretmemizi tavsiye eder.
14— Kız çocuğuna itina gösterilmesini, toplumdan
yana iffetli ve kültürlü, aynı zamanda dindar bir hanım olarak
yetiştirilmesini emreder. İki veya üç kızını İslâmî ölçülere göre eğitip
yetiştiren anne ve babanın Cen-net'i hakettiklerini müjdeler.
15—
Milletleri zulüm, inkâr ve ahlâksızlık bataklığına düşmemek için devamlı uyarır
ve millet olabilmenin ana vasıflarını kusursuz şekilde beyân eder. Aynı
zamanda bunun en güzel örneğini kendi hayatında sergiler.
16— Milletlerarası münasebetlerin ölçülerini
açıklar.
17— İyi ve yararlı devlet adamı olabilmenin yol
ve yöntemini en ince tarafına kadar belirler.
Tabii bütün bu
gerçekleri insanlığın anlayış ve irfanına yansıtırken ışığını tamamiyle
Kur'ân'dan alır.
İnsanlıktan yana bir
kısmını ancak belirttiğimiz bunca hizmetlerde bulunan ve bunları sözde
bırakmayıp, tatbikatta örneğini veren, sonra da kıyamete kadar bütün insanların
istifadesine yazılı olarak bırakan son peygamber büyük bir rahmet değil midir? [146]
«(Peygamber) dedi ki:
Ey Rabbım! Aramızda hak ife hükmet. Rahman olan Rabbımız sizin
vasfedegeldiğiniz şeylere karşı yardımı istenilendir.»
Hz. Muhammed'in (A.S.)
âlemlere rahmet olduğu açıklandıktan sonra, Tevhîd İnancı üzerinde duruldu.
Bundan yüz çevirenlerin kendilerine büyük bir haksızlık ettiklerine işaretle,
Allah'ın onlarla ilgili va'dinin mut-laka gerçekleşeceğine değinildi. Buna
rağmen bir türlü kendini inkâr ve ahlâksızlık bataklığından kurtarmak istemeyen
beyinsizlerin durmadan hakka
karşı çıkmalarına dikkatler çekiliyor ve bu dünyada ihtilâfı giderme yolları
kapansa bile, âhirette Cenâb-ı Hakk'in en âdil şekilde hükmedeceği haber
veriliyor. Şöyle ki :
Peygamber (A.S.)
Efendimiz sözüyle, davranışlarıyla; tevazu ve ba-ğışlamasıyla hep rahmet
kapısını açık tuttu. Ne yazık ki, iyice şartlanmış inkarcı sapıkların
kafalarında derin iz bırakan önyargıyı gidermek mümkün olmamıştır. Aralarında
kim hakemlik yapabilirdi? Zira hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, iyiyi kötüden
ayırt etme yeteneğine sahip ve taraflarca kabullenebilecek kimseler yoktu.
Gerçi mü'minlerin hepsi bu yetenekte idi, ama müşrikler onların hakemliğini
kabul etmezlerdi.
Bunun için Peygamber
(A.S.) bu hakemliği Kur'ân'dan aldığı ilhqmla en yüce kudret sahibi Cenab-ı
Hakk'a bıraktı. O'nun vereceği hükmün mutlaka âdil olacağını çok iyi biliyordu.
Ancak Cenâb-ı Hakk'ın
vereceği bu hüküm çok yakın bir tarihte de olabilirdi, uzak bir tarihe
bırakılmış da olması muhtemeldi, Nitekim birkaç yıl sonra Bedir savaşı,
arkasından Uhud savaşı ve sonra da Mekke'nin fethi peşpeşe gerçekleşti. Hak
üstün geldi, bâtıl silinip yok oldu. İlâhî hüküm şaşmazlığını ortaya koydu.
Böylece Arap Yarımadasına Allah'ın sâ-lih kulları vâris kılındı. Allah'ın her
türlü noksanlıktan, şirkten, eş ve ortaktan, evlât edinmekten pak ve münezzeh
olduğu bütün açıklığıyla o bölgede bir defa daha tecelli etti.
Enbiyâ sûresinin
tefsîri burada noktalanırken, bizi buna muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk'a hamd-ü
senalar olsun. Kalbimize ışık tutan, önümüzü aydınlatan, idrâkimize yön veren,
çalışma azmimizi kamçılayan Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed'e (A.S.); O'nun âl
ve ashabına salât-ü selâmlar eyleriz..
Allah bize yeter. O ne
güzel vekildir; ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!. [147]
[1] Lübabu't-te'vîl :
3/254
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3875.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3875-3876.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3878.
[4] Fazla bilgi için bak : Modern Biyoloji: 1/61-62 -Millî Eğitim Bakanlığı Basımevi - İstanbul
: 1970
[5] Buharî/rikak:
39, talâk: 25, tefsir: 79- Müslim/cumua: 43, fiten:
132, 135- tbn Mâce/mukaddeme: 7, fiten: 25- Dâremî/rikak : 46- Ahmed:
4/309- 5/ 92, 103, 108
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3879.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3880-3881.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3881-3882.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3882-3883.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3883.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3883-3884.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3885.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3885-3886.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3886-3887.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3888.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3889-3890.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3890-3891.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3891.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3892-3893.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3893.
[21] Bilgi için bak : Mü'minûn Sûresi : 14. âyetin tefsiri
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3895.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3895-3896.
[24] Tâ-Hâ sûresi :
14
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3897-3898.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3898.
[26] Tefsîr-i Kurtubî :
11/28- Mefatihülgayb: 6/142
[27] Tefsîr-i Kurtubî :
11/28
[28] Sahîh-i Müslim
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3899-3900.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3900.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3900-3901.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3901-3902.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3903.
[34] Müsned-i Atımed:
2/295, 323, 324, 493- İbn Ebî Hatim
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3904.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3904-3905.
[36] Bilim ve Teknik:
165. sayı/Ağustos 1981
[37] Nûr Sûresi :
45
[38] Furkan Sûresi : 54
[39] Enbiyâ Sûresi :
30
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3905-3907.
[41] Bilgi için bak : Ra'd Süresi: 3~ Hicr Sûresi: 19- Nahl
Sûresi: 15- Enbiyâ Sûresi: 31- Nemi Sûresi: 61- Lukman Sûresi : 10- Fussilet
Sûresi: 10- Kaf Sûresi: 7- Murselat
Sûresi: 27- Naziât Sûresi: 32. âyetlerin tefsiri
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3907.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3908-3909.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3909.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3909-3910.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3910.
[47] Lübabu't-te'vll :
3/260
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3912.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3912-3913.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3913-3914.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3914-3915.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3915.
[52] Buharı/tevhîd:
58, daavat: 66,
imân: 19- Müslim/zikir: 30-
Tirmizî/ daavat: 59- İbn
Mâce/edeb: 56- Ahmed:
2/232
[53] Müsned-i
Ahmed: 2/213
[54] »
» »
s,
[55] Tirmizî/tefsîr:
2/21- Müsned-i Ahmed: 6/280
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3917-3918.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3918-3919.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/39019-3920.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3920.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3920-3921.
[60] Hafız îbn Ya'lâ
[61] Buhari/enbiyâ:
8, nikâh: 12-
MÜslim/fezâil: 154- Ebû
Dâvud/talâk: 16.- Tirmizî/tefsîr:
3/21- Ahmed: 2/403
[62] Lübabu't-te'vîl:
3/265
[63] Tefsîr-i ibn Kesir :
3/184
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3924-3925.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3925-3927.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3927-3929.
[66] Bilgi için bak ; Bakara Sûresi: 124-141, 258-260-
En'âm Sûresi: 74-84-Tevbe Sûresi: 114- Hud Sûresi: 69-76- Hicr Sûresi: 51-58-
İbrahim Sûresi: 35-41. âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3929-3930.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3930.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3931-3932.
[69] Fazla bilgi için bak : A'raf Sûresi: 80-84; Hicr
Sûresi : 57-76; Hud Sûresi: 69-83.
âyetlerin tefsiri '
[70] Geniş bilgi
için bak: A'raf Sûresi: 59-64, Yunus Sûresi:
72-74, Hud Sûresi; 25-48 ve İsrâ Sûresi: 3. âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3932-3933.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3933.
[72] Buhari/i'tisam:
20, 21- Müslim/akziye: 15-
Ebû Dâvud/akziye: 2- Ne-sâi/ahkâm: 3-
Ahmed: 4/198, 204,
205
[73] Ebû Dâvud/akziye:
2- İbn Mâce/ahkâm: 3
[74] Buharı/enbiyâ:
40- Müslim/akziye: 20-
Nesâî/kuzat: 14- Ahmed: 2/322
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3935.
[75] Lübabu't-te'vîl:
3/266, 267
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3935-3936.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3936.
[78] Tefsîr-i Kurtubî:
11/308
[79] »
» » »
[80] »
» . 11/311
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3937.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3938-3941.
[83] Buharî/büyû':
15- enbiyâ: 37
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3941-3942.
[85] Geniş bilgi için bak: Nemi Sûresi: 15-44;
Sebe' Sûresi: 12-14; Sâd Sûresi : 31-40. âyetlerin tefsiri
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3942-3945.
[87] Tevrat/I. Krallar:
10/21,22
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3945.
[88] Bilgi için bak : Mu'cemu Müfredati-i
Elfazi'l-Kur'ân: Ştn maddesi
[89] Nemi Sûresi: -17
[90] sebe' Sûresi :
12
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3946-3947.
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3947.
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3948.
[94] Tirmizî/zühd:
57- îbn Mâce/fiten: 23-
Dâreml/rikak : 67
[95] Buharî/gusül:
20, enbiyâ: 20, tevhîd: 35-
Nesâî/gusul: 7- Ahmed: 2/314
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3949-3950.
[96] Tevrat'ta sözü edilen bu ülkenin bugün hangi isimle
anıldığını tesbit edemedik.
[97] El-Hakîm-lbn Ebî Dünya- Ebû Şeyh- tbn Murdeveyh: Ebû
Derdâ (R.A.) den- Câmiussağîr : 1/5 (İmam Süyûtî'ye göre, hadîs zayıftır).
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3950-3951.
[98] Geniş bilgi için bak : Sâd sûresi : 41-44. âyetlerin ve İbrahim sûresi: 7. âyetin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3952.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3952.
[100] Bilgi için bak : Meryem sûresi : 54-55 âyetlerin tefsiri
[101] Camiu'l-beyân Fi Tefsîri'l-Kur'ân; 17/58
[102] Lübabu't-te'vîl :
3/273
[103] Bilgi için bak :
Meryem sûresi : 56-57. âyetlerin tefsiri
[104] Tevrat/Tekvin :
5/23, 24
[105] Bilgi için bak :
Meryem sûresi ; 57. âyetin
tefsiri
[106] Evlâtla ilgili istek Zekeriya Peygamber'e (A.S.)
aittir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3953-3955.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3955-3956.
[108] Yunus Sûresi
: 98
[109] Bilgi için bak :
Yunus Sûresi: 98- Saffat Sûresi: 142
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3956-3957.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3957-3958.
[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3958.
[112] Bilgi için bak : Meryem Süresi: 1-15. âyetlerin
tefsiri
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3960.
[114] Bilgi için bak: Meryem Sûresi: 16-34. âyetlerin; Nisa Sûresi: 171. âyetin; Âl-i İmrân sûresi: 59. âyetin tefsiri
[115] Bilgi için bak :
Tahrim Sûresi : 12. âyetin
tefsiri
[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3961-3962.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3962.
[118] Euhari/enbiyâ: 48- Müslim/fezâil: 143, 145- Ebû Dâvud/sünnet: 13- Ah-med: 2/319, 406, 437, 482, 541
[119] Müsned-i Ahmed - Ebû Dâvud - Tirmizî/imân: 18- İbn Mâce/fiten : 17 Dâremî/siyer : 75
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3963-3964.
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3964.
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3965-3966.
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3966.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3966-3967.
[124] Bu benzetme şekil
itibariyledir. Abdüluzza, Huzaâ
oğullarından olup İslâm'dan
önce ölmüş ünlü bir kişidir.
[125] Sahih-i Müslim
- Tirraizî/fiten :. 62
[126] Buharî/fiten :
4, 28, enbiyâ:
7, menakıb: 25, talâk:
24- Müslim/fiten : I, 3
-Tirraizî/fiten: 23, - İbn Mâce/fiten: 9- Ahmed: 2/341, 430- 6/428, 429
[127] Ebû Dâvud/melahim:
12- Müslim/fiten : 30, 40-
Tirmizî/fiten: 21- tbn Mâce/fiten: 28- Ahmed:
4/6,7
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3968-3971.
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3971-3972.
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3972-3973.
[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3973.
[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3973.
[132] Buharî/tefsîr:
2/39, rikak: 44, tevhîd: 6-
Müslim/münafıkîn: 23- îbn Mâce/mukaddeme: 13-
Dâremî/rikak: 80- Ahmed: 2/348
[133] Müslim/cennet:
56- Buharî/enbiyâ: 8,
48, kıyamet: 3,
tefsir: 2/180-Nesâî/cenâiz
: 118,
119- Ahmed: 1/223,
229, 235- 3/95-
6/53
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3974-3975.
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3975.
[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3975-3976.
[136] Bilgi için bak:
Enbiyâ Sûresi: 30. âyetin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3976-3977.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3977.
[138] Müslim/birr:
87
[139] Tirmizî/tefsir :
66
[140] Hafız İbn Asâkir
[141] Müslim/birr:
88, 89, 91,
92, 94- Dâremî/rikak: 52-
Ahmed: 2/390, 488, 3-333, 384,
391, 400- 5/294, 337, 439- 6/45
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3979.
[142] Kitab-ı Mukaddes/Mezmurlar: 37/29
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3979-3980.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3980-3981.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3981.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3981-3983.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3983-3984.