ENBİY      SÛRESİ 7

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 7

Meali; 7

İniş Sebebi 8

Kıyametin Yaklaşması 8

Kin Ve Nefret Nefsin Ürünüdür. 8

Kur'ân'ın Yüceliği Karşisinda Şaşıranlar. 9

Peygamberler Yemek Yemiyen Birer Ceset  Değildirler. 9

Hakka Karşı Gelenlerin  Hazin Akibeti 10

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali: 10

Kur'ân'in Arap Yarımadasında Arapça Olarak İndirilmesi 10

Kur'ân Ve Peygamberin Araplara Şan Ve Şeref Veren Kalıcı Beyânları 11

Nimete Karşı Nankörlük Azabı Gerektirir. 11

Âyetler Arasında Bağlantı 12

Meali; 12

Gökler Ve Yer Oyuncak Olsun Diye Yaratılmamıştır. 12

Allah Eğlence Ve Oyuncak Edinseydi, Onu Şanına Lâyık Şekilde Vücuda Getirirdi 13

<<ESer biz oyun-eğlen-ce edinmeyi dileseydik, elbette onu kendi katımızda (kudretimizin yüceliğine uygun anlamda) edinirdik. Ama biz böyle (gereksiz şeyleri) yapanlar da (hiçbir zaman) olmadık.». 13

Hak Bâtılın  Beynini  Parçalar. 13

Her Şey Allah'a Aittir. 13

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meali: 14

Allah'ın Bazı Vasıfları 14

Allah'ın  Birliğine  Delil 14

Allah Yaptığından Sorulmaz. 15

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meâli: 16

İniş Sebebi 16

Allah, Çocuk Edinmekten Münezzehtir. 16

Melekler Allah'ın Şerefli Kullarıdır. 16

İlâhlık İddiası 17

Âyetler Arasinda Bağlantı 17

Meali: 18

İlgili Hadîsler. 18

İlmî Yönü Göklerle Yerin Önceleri Bitişik Olması 18

Her Canlı Sudan Yaratılmıştır. 18

Sabit Dağların Oluşturulması 19

Gök, Dengesizlikten Korunmuş Bir Tavandır. 19

Hiçbir İnsana Dünyada  Ölümsüzlük Verilmemiştir. 20

İmtihan Olsun  Diye  İyilik Ve Kötülüklerin  Kıstas Gösterilmesi 20

Âyetler Arasında Bağlantı 20

Meali: 21

İniş Sebebi 21

Alaya Almak Aczin, Kinin Ve Kıskançlığın Belirtisidir. 21

İnsan Aceleden Yaratılmıştır. 21

İnkarcıları Saran Ateş. 22

Âyetler Arasında Bağlantı 22

Meali 22

İlgili Hadîsler. 23

Rahmanın Azabından Kim Koruyabilir?. 23

Yerkürenin Kutuplardan  Basık Olması 24

Azap Esintisinden Gelen Uyarı 24

Âyetler Arasında Bağlantı 24

Meali; 24

İlgili Hadîsler. 25

Musa'ya (A.S.) İndirilen Kitap Ve O Kitaba Furkan Denilmesi 25

İbrahim  (A.S.)  Kıssasından  Mü'minlere  Mesajlar. 26

Namaz Ve Zekât 27

Âyetler Arasında Bağlantı 28

Meali: 28

Mü'minleri Teselli 28

Milletlerin Yıkılış Nedenleri 28

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali: 29

İlgili Hadîsler. 29

İçtihat Ve Hüküm.. 30

Her Peygambere Temel Bilgiler Dışınd.A Bir De Ayrı İlim Verilmiştir. 30

Peygamberlerin  İçtihatta Bulunması Caiz Midir?. 30

Dağların Ve Kuşların Teşbihi 31

Zırh  Yapma Sanatı 32

Süleyman Peygamber Ve Emrine Verilen Rüzgâr. 33

Mübarek Kılınan Yer. 34

Dalgıç Şeytanlar. 34

Davud (A.S.) İle Süleyman (A.S.) Kıssalarının Tekrari 35

Ayetler Arasında Bağlantı 35

Meali: 35

İlgili Hadîsler. 35

Eyyub Peygamber (A.S.) 36

Mevcut Nîmetin Elden Çıkması 36

Eyyub (A.S.) Kıssasından Öğütler Ve Mesajlar. 37

İsmail, İdris Ve Zelkifl (A.S-) 37

İsmail Ve İdris Peygamberler. 38

Zünnun (Yunus) Peygamber (A.S.) 38

Zünnun (A.S.) Kıssasından Mesajlar. 39

Âyetler Arasında Bağlantı 39

Meali: 39

Zekeriya Peygamber  (A.S.) 40

İffet Ve Namus Simgesi Meryem.. 40

Âyetler Arasında Bağlantı 41

Meali: 41

İlgili  Hadîsler. 41

Dinlerin Tekâmülü. 41

Kendi Aralarında Bölünüp Parçalananlar. 42

Kendilerini Yok Edilme Çizgisine Getirenler. 42

Âyetler Arasında Bağlantı 42

Meali; 43

İlgili Hadîsler. 43

Ye'cüc Ve Me'cüc. 44

Kıyametten Birkaç Safha. 45

İnsandan İman Denilen Manevî Cevher Çekilip Alınınca, Geriye Et, Kan Ve Kemik Yığını Kalır. 45

Âyetler Arasında Bağlantı 45

Meali: 45

İlgili Hadîsler. 45

Samimi İman Ve Salih Amel 46

En Büyük Dehşet Salan Korku. 46

Göğün Dürülüp Katlanması 46

Âyetler Arasında Bağlantı 47

Meali: 47

İlgili Hadîsler. 47

Zebur. 47

Yeryüzüne Veya Âhiretteki Saadet Yurduna Salih Kullar Vâris Olurlar. 47

Allah'a İbâdetin Mükâfatı 48

Âlemlere Rahmet Olarak Gönderilen Son  Peygamber. 48

Aramızda Hak İle Hükmet 49


 

 

 

 




 

ENBİY      SÛRESİ

 

Tamamı Mekke'de inmiştir. Peygamberlerden, özellikle İbrahim Pey-gamber'den (A.S.) söz edildiği ve kıssalarına geniş yer verildiği için «pey­gamberler» anlamına gelen «Enbiyâ» ismini almıştır.

 

Âyet sayısı                  :    112

Kelime »                     : 1168

Harf      »                     : 4890 [1]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  Kıyametin yakın olduğuna dikkatler çekilerek, ikinci hayata ha­zırlanmayanlar uyarılıyor.

2—  Putperestlerin, Hz. Muhammed'in (A.S.) de kendileri gibi bir in­san olduğunu ileri sürerek onu ret ve inkâr ettikleri konu ediliyor ve daha önceki sapık milletlerin de bu gibi iddialarla ortaya çıktıkları ve o yüzden yok edildikleri haber veriliyor.

3—  Göklerin ve yerin   boşuna  yaratılmadığı,   hiçbir  şeyin  anlamsız ve hikmetsiz vücut bulmadığı belirtiliyor. Allah'a ibâdette meleklerin bü­yüklük taslamadıkları üzerinde durularak; dindarlığı, Allah'a  kulluğu gu­rurlarına yediremiyenlerin derin bir sapıklık içinde bulunduklarına işaret ediliyor.

Allah'ın varlığı ve birliği akla ve düşünceye ışık tutar anlamda deliller getirilerek isbat ediliyor.

5— Göklerin ve yerin ilk yaratılışta tek bir parça halinde olduğu, son­radan bölünüp bugünkü duruma geldiği anlatılıyor. Güneş ve ayın her bi­rinin kendine has bir yörüngede hareket halinde bulunduğu haber verile­rek ilim adamlarına ana fikir veriliyor.

6—  Birçok  peygamberlerden  ve   kıssalarından   parçalar  sıralanıyor. Semavî dinlerin hepsinin aynı esasta birleştiği; ahkâm yönünden farklı hükümler ve sistemler taşıdıkları açıklanıyor.

7—  Ye'cuc-Me'çuc'un  kıyametin alâmetlerinden  biri  olduğu  hatırla­tılarak konu üzerinde araştırma yapmamız işaret yoluyla isteniliyor.

8—  Kâfirlere verilecek azap ve Cennetliklerin erişeceği yüksek nî-metler çok çekici ve düşündürücü bir anlatımla işleniyor.

9—  Kıyametin kopmasıyla yerkürenin değişeceği, göklerin kitap for­maları gibi katlanıp üstüste yığılacağı bildirilerek, mevcut düzenin mut­laka alt-üst olacağı ve yeni bir düzenin kurulacağı üzerinde iyice düşün­memiz ilham ediliyor,

10—  Yeryüzünü kimler daha çok ıslah edip bayındır hale getirirse, onların ona vâris olabileceği üzerinde durularak, hayatın ancak bilerek çalışanların yüzüne güleceğine dolaylı şekilde atıf yapılıyor.

11—  Peygamber  ile  müşrikler arasında  Allah'ın  hükmetmesinin   is­tenmesi ve Allah'ın müşriklerin vasfedegeldikleri benzetme ve noksanlık­lardan, beşerî her türlü sıfatlardan pak ve münezzeh olduğu anlatılarak sûre noktalanıyor. [2]

 

Meali;

 

1— İnsanların hesap verme (günü) yaklaştı; onlar hâlâ gaflet içinde (Hak'tan) yüzçevirirler.

2—  Rablarından kendilerine gelen her yeni uyarıyı mutlaka eğlenerek dinlerler.

3—  Kalpleri (iyice) oyun ve eğlenceye dalmıştır. O zulmedenler gizli gizli görüşüp fısıldaşırlar: «bu da sizin gibi ancak bir insandır. Siz görüp durduğunuz halde sihre-büyüye mi gidiyorsunuz?»  (derler).

(Onların bu tutumuna karşı Peygamber de şöyle) dedi: «Rabbım gökte ve yerde söyleneni bilir; O her şeyi işiten ve bilendir.»

Onlar, «hayır, (Kur'ân ve Muhammed'in dedikleri) olsa olsa (şuur altında biriken) rüya saçmalarıdır. Hayır, O bunları uydurmuştur; hayır O şâirdir; değilse, bize önceki peygamberlere gönderildiği gibi bir mu'cize getirsin» derler.

6—  Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir kasaba halkı imân etmemiş­ti, bunlar mı inanacaklar?

7—  Senden önce ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak  gönderdik.   (Kadınlardan   peygamber   göndermedik). Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun.

8—  Biz, o peygamberleri yemek verniyen birer ceset kılmadık ve on­lar (dünyada) ebedî de değildirler.

9—  Sonra da onlara verdiğimiz sözü doğrulukla yerine getirdik. On­ları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık, (inkârda, sapıklık ve azgınlıkta) aşı­rı gidenleri ise yok ettik.

 

İniş Sebebi

 

Kıyameti inkâr edip Hz. Muhammed'in (A.S.) başarılı oiamıyacağını ddia edenlere veya öyle sananlara bir cevap olmak üzere yukarıdaki âyet-er indirildi. [3]                                                                    

 

Kıyametin Yaklaşması

 

«İnsanların hesap verme (günü) yaklaştı; onlar hâlâ gaflet içinde (Hak'tan) yüzçevirirler.»

En son hesaplamalara göre, yaklaşık olarak dünyamız dört buçuk veya beş milyar yaşındadır. Tabii bu onun oluşma tarihidir. İnsanların ve diğer canlıların yeryüzünde var kılınması ise, dünyanın yaşına nisbetle pek fazla uzun bir süre değildir. Fosiller üzerinde yapılan araştırma ve incelemelere göre, insanın «buzu! devri»nin sonlarına doğru var kılındığı sanılmaktadır.

Dünyanın dört buçuk veya beş milyar yıl önce oluşup meydana gel­diği kesinlik kazanmış mıdır? Doğru ise, bu nasıl hesaplanmıştır? Birçok metotlar vardır; çoğunun sağlıklı ve güvendirici olmadığı bilinmektedir. Ancak bunlardan en uygun ve isabetli kabul edileni şudur: «Dünya'da kütleler oluştuğu sırada, onların içinde bulunan bazı radyoaktif (ışınım yapan) maddelerin, yıllar boyunca parçalanarak başkd maddeleri mey­dana getirmesinden yararlanılır. Bu maddelerin miktarları ölçülerek küt­lelerin ve dolayısıyla yerin yaşı hesaplanır.» [4]

Bu kadar uzun ömürlü olan dünyanın oluşma noktasını dikkate alın­ca, onun iyice yaşlanıp kıyametin yakın olduğu rahatlıkla anlaşılır. Nite­kim Resûlüllah (A.S.) Efendimizin iki parmağını göstererek : «Benle kıya­met bu ikisi gibi beraber geldik; ne var ki ben ondan biraz önce gelmiş bulunuyorum» [5] buyurması da bu konuda bizi aydınlatmakta ve bir ipucu vermektedir.

Âyetin bir diğer yorumu şöyledir: Mekke müşriklerinin artık hesap verme, baş eğme günü ve saati yaklaşmıştır. Oysa onlar hâlâ bundan gaflet etmekte ve devamlı haktan yüz çevirmekteler.

Bu yoruma göre, Mekke'nin fethi yaklaştığı; müşriklerin İslâm'ın za­feri karşısında baş aşağı gelmelerine çok az bir süre kaldığı anlaşılıyor. Nitekim sonuç, yorumda belirtildiği gibi gerçekleşmiştir. Böylece bir bakı­ma Mekke müşriklerinin kıyameti kopmuş, kutsal Kabe putlardan temiz­lenerek eski bâtıl düzen yıkılmış ve yerine ilâhî düzen kurulmuştur. [6]

 

Kin Ve Nefret Nefsin Ürünüdür

 

Nefis denilen biyolojik ihtiyaç duygusu; aklın yolundan uzak, hakikat ışığından mahrum olunca, hoşuna gitmeyen şeyler, ne kadar gerçek olur­sa olsun, onlara karşı kin ve nefretle bakar. Üstünlük sağlayamadığı za­man ise, işi alaya alır, saçmalamaya başlar ve bütün duygularını bu doğ­rultuda araç olarak kullanır. Öyle ki göz hakkı göremez, kulak işitemez olur.

İşte Mekke müşrikleri ve o tiynette olanlar Allah'tan gelen her yeni haberi ve uyarıyı, alay konusu ediniyorlardı. Sağduyuları işlemez olmuştu. Akıllarını nefislerinin emrine verip kendilerini geçici hayatın cazibesine kaptırarak ruhlarını bütünüyle ihmal etmişlerdi. Bu duygularından kaynak­lanan kin, nefret, kıskançlık, baş olma hırsı basiretlerini iyice kapatmış, akıllarını işlemez hale getirmişti.

Hz. Muhammed'i (Â.S.), rastgele sıfatlar yakıştırarak küçük düşürme­ye çalışmaları, insanî ölçüleri aşan isnatlarda bulunmaları, Allah'ın son peygamberinin yüksek şahsiyeti karşısında tesirsiz kalıyor, O'nun nübüv­vet duvarına çarpıp ayaklar altına dökülüp belirsiz oluyordu. Bunu hiç hazmedemiyen inkarcı şaşkınlar bu defa taktik değiştirip, «Canım o da sizin gibi bir insandır. Size karşı bir üstünlüğü yoktur. Göz göre göre bü-yülenmeye mi gidiyorsunuz?!» diyerek zihinleri bulandırmaya gayret sar-fediyor ve bunun için hayli mesai sarfediyorlardı. Oysa daha önce gön­derilen bütün peygamberlerin birer insan olduğu çok iyi biliniyordu. Aşkın gözü kördür, denildiği gibi, kin ve düşmanlığın da basireti kapalıdır, O nedenle Kur'ân bu şaşkınlara: «Eğer bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun» diyerek yol gösteriyor; Musa, İsa, Harun, İbrahim, Nuh ve diğer peygam­berlerin (salat-ü selâm hepsine olsun) insan olup olmadığını öğrenin, diyor.

Sonuç olarak Kur'ân ilgili âyetlerle bizlere şu ölçüyü vermektedir: Sivrilen bir kişi hakkında -lehte veya aleyhte- konuşabilmek için;

a)  Önce onun geçmişini araştırıp öğrenmek,

b)  Ortaya attığı fikir ve savunduğu davayı kendi kişisel çıkarına alet edinip edinmediğini tesbite çalışmak,

c)  Yükselmeye, baş olmaya, önemli makamları ele geçirmeye eğili­mi olup olmadığını iyice anlamak,

d)  Ortaya attığı fikir ve savunduğu davanın insanlığa rahmet, huzur, güven ve mutluluk va'dedip etmediğini gözden geçirmek,

e)  Yalan söyleyip söylemediğini, insanları aldatıp aldatmadığını araştınp delillere dayalı belgeler elde etmek gerekir.

Mekkeli putperestlerin böyle bir araştırma ve inceleme, gerçeği tes-bit etme temayülleri olmadığı gibi, günümüzde az-çok aydın geçinen mü­rekkep yalamışların çoğu da böyle bir zahmete ve külfete katlanmaya ya-naşmamakta ve kulaktan dolma birtakım fikir kırıntılarıyla ahkâm kesmek­tedirler. [7]

 

Kur'ân'ın Yüceliği Karşisinda Şaşıranlar

 

«Onlar, hayır (Kur'ân ve Muhammed'in dedikleri) olsa olsa (şuur altında biriken) rüya saçmalarıdır. Hayır, O bunları uydurmuştur; hayır O şâirdir,- değil­se, bize önceki peygamberlere gönderildiği gibi bir mu'cize getirsin, der­ler.»

Şüphesiz ki, Mekke müşriklerinin çoğunun Kur'ân'ın yüceliğini, Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyetini tam anlamıyla idrâk etmeleri dü­şünülemez. Ancak doruğuna yükselen şiir ve edebiyat dalındaki üstünlük­lerinin Kur'ân'ın ilâhî belâğati karşısında sönük kaldığını ve hayat ayna­sına hiç leke dokunmayan Hz. Muhammed'in (A.S.) emin bir kişi oldu­ğunu biliyorlardı. O'nun başarılı olması, kendilerinin silinmesi demekti. Buna da hiç tahammülleri yoktu. O bakımdan Kur'ân ve Peygamber aley­hine bir şeyler uydurup yakıştırmaya çalışıyor ve tam bir tutarsızlık için­de bocalıyorlardı.

Günümüzde Kur'ân'ın bir bakıma her konuda ortaya koyduğu parlak fikirler, ana düşünceler, temel bilgiler, ilmî konular, fizikötesi haberler ve bilgiler karşısında hayranlık duyan sağduyu sahipleri bulunduğu gibi; bundan nefret duyanlar, Kur'ân âyetleri karşısında şaşkınlıkları artan ve hakikatleri bilimsel olarak reddedemeyince, işi alaya alıp alçaldıkça al­çalanlar da eksik değildir.

Kur'ân'ın lahutî kudreti karşısında acze düşen inkarcılar, ileri sür­dükleri iddialar, yakıştırmalar sonuç vermeyince, Hz. Muhammed'e (A.S.) büyücü, Kur'ân'a sihirleyici kitap demeye başladılar. Ne var ki, Kur'ân hedefine doğru hem ilerliyor, hem de kalpleri ilim ve irfanla dolduruyordu. Onu durduramayınca, bu defa daha da saçmalamaya başladılar ve «rüya saçmalan, şuuraltı birikimleri» diyerek hakikat güneşini balçıkla sıvamaya kalkıştılar. Ama her şeye rağmen Kur'ân ikbal ve başarı grafiğinde dur­madan yükseliyordu. Bu karalamadan da sonuç alamayanlar, bu defa, «Kur'ân Muhammed'in uydurmasıdır» diyerek başka bir taktik uyguladılar. Ne var ki, Hz. Muhammed'in (A.S.) hayatında yalan söylemediğini, kimseleri aldatmadığını, kişisel çıkarla ortaya çıkmadığını Mekke halkının ve çevresindeki kabilelerin çoğu biliyordu.

Derken müşrikler başka bir çare düşündüler ve önceki peygamberler gibi, Muhammed'in (A.S.) tehdit edip durduğu âyeti (ilâhî azabı) getirme­sini istediler. Bir takım mu'cizeler beklediler. Oysa en büyük mu'cize olan Kur'ân bütün açıklık ve parlaklığıyla önlerinde duruyordu. Kur'ân'ın haber verdiği tehdidin yaklaşmakta olduğu ise, muhakkaktı. Ama onun belirtilerini bir türlü göremiyor, anlayamıyorlardı. Bu tehdît, küfrün he--zimete uğraması, Mekke'nin fethi ve putperestliğin sonu idi. [8]

 

Peygamberler Yemek Yemiyen Birer Ceset  Değildirler

 

«Biz- Peygamberleri ye­mek yemiyen birer ceset kılmadık ve onlar (dünyada) ebedî de değildirler.»

Allah'ın değişmeyen âdetlerinden biri de, insanlara kendi cinslerin­den peygamber göndermesidir. Meleğin peygamber olarak gönderilmesiy­le ilgili câri bir sünnet yoktur. Bir an farzedelim ki, insanlara gönderilen peygamber meleklerden seçilip gönderilseydi, ne gibi sakıncaları olabi­lirdi? Bunu birkaç madde halinde şöyle belirtebiliriz:

a)  Melek  kendi  sıfat ve  heyetinde  inip  gelse,   inkarcılar ona  yine inanmayacaklar; onu ya cin, ya da peri sanacaklardı. Bu durumda mele­ğin görevi zorlaşacak ve insanlarla kendi arasında kapatılması belki müm­kün olmayan boşluk meydana gelecekti.

b)  İnen melek, melek ve aynı zamanda peygamber olduğunu  isbat edecek kanıt, belge ve olağanüstü şeyler ortaya koysa, o takdirde Al­lah'a ve âhirete inanmada aklın, irâdenin ve idrâkin yeri kalmaz, insan is­ter istemez bu fizikötesi olay karşısında teslimiyet gösterir ve meleğin peşine takılırdı. Böyle olunca da insanın hılkatına enjekte edilen asıl ma­ya ve cevherinin değer ölçüsü'kapalı kalır, kimin ne olduğunu belirleye­cek kıstas yok olurdu.

ç) Melek insan suretine girip gelse, onu melek değil yabancı bir kim­se kabul edip, kendi inançlarını, âdet ve geleneklerini kaldırmaya çalışan bir yabancıya iltifat etmez ve çok geçmeden onu ülkelerinin sınırları dışı­na çıkarırlardı.

O halde Allah en doğrusunu yapmış, insanlara kendilerinden birini seçip peygamber olarak göndermiştir.

Peygamberlerin hep erkek cinsinden gönderildiği de âyetin açık an­latımından anlaşılmaktadır. Çünkü peygamberlik taşınması zor ve olduk­ça ağır bir görevdir. Önünde birçok engeller olmakla beraber, çetin mü­cadeleler, sıkıntılar, ıstıraplar ve işkenceye kapı açacak dertler ve musî-betler de pusuda onu beklemektedir. Kadınlar yaratılış özelikleri gereği, zayıf, az sabırlı, az dayanıklıdırlar ve daha çok duygusaldırlar. Önemli da­valarda sürükleyici güce sahip değildirler. Hele erkekleri sevk ve idare etmeleri çok zordur. [9]

 

 

Hakka Karşı Gelenlerin  Hazin Akibeti

 

«Sonra da onlara verdiğimiz sözü doğrulukla yerine getirdik. Onları ve, dilediğimiz kimse­leri kurtardık, (inkârda, sapıklık ve azgınlıkta) aşırı gidenleri ise, yok et­tik.»

İlgili âyetle, ilahî rahmetin mutlak adalet ölçülerine göre tecelli et­mekte olduğu; peygamber göndermeden ve gereken irşat ve uyarılar ya­pılmadan milletlerin yok edilmediği anlaşılıyor. O halde indirilen kitqp ta, gönderilen peygamberler de Allah'ın insanlardan yana geniş rahmetinin bir uzantısı; yeryüzünde denge ve düzeni kurmaya yönelik tecellileridir.  ,

O'nun bu rahmetini görmeyen, nasibini almak istemiyen ve içine düş­tüğü küfür ve ahlâksızlık, zulüm ve tuğyan bataklığından çıkmak istemi­yen inkarcılar, kâinatta hâkim olup şaşmadan hedefine doğru ilerleyen denge ve düzen kanunlarına ters düşmek gibi tehlikeli bir noktaya ken­dilerini itmişlerdir. Dönüş yapmadıkları takdirde, en şiddetli şaman bu ka­nundan yer ve her şeylerini kaybetme bedbahtlığına uğratılırlar. Dokuzun­cu âyetle bilhassa bu hassas çizgiye dikkatler çekiliyor. [10]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, hesap verme gününün yaklaştığına dikkatler çe­kilerek kıyamet olayına işaret edildi. İnkarcıların gerek indirilen âyetler, gerekse gönderilen son peygamberle ilgili düşünce ve tavırları konu edi­lerek, hesap günü gelmeden dönüş yapmaları hatırlatıldı. Daha önce ge­lip geçen inkarcı kavim ve milletlerden yok edilenlerin sonlarının ne ol­duğuna bakmaları ve ona göre dünya hayatlarını düzenlemeleri istenildi. Peygamberlerin bazı önemli vasıfları ile inkarcıların bu konuda çok yanlış düşüncelere ve iddialara sahip oldukları üzerinde durularak aydınlatıcı bilgiler verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Arapların, özellikle Mekke'de yaşayanların şan ve şerefini yükseltecek hayli sözlerin Kur'ân'da yer aldığı açıklanıyor. Daha önceki inkarcı kavim ve milletlerin haktan kaçıp uzaklaştıkları konu ediliyor ve sonlarının biçilmiş ota döndüğü belirtilerek Mekkeli müşrikler, sonra da yaşamakta olan maddeci sapıklar uyarılıyor. [11]

 

Meali:                

 

10—  And olsun kiF size öyle bir kitap indirdik ki şeref ve itibarınız on­dadır (onunla gerçekleşir). Hâlâ aklınızı kullanmıyacak mısınız?

11—  Zâlim olan nice kasaba halkını kırıp-geçirdik de onlardan sonra başka bir kavim yaratıp oluşturduk.

12—  Onlar, yok edici baskınımızı hissedince hemen oradan tabana kuvvet kaçmağa koyuldular.

13—  Kaçmayın, refah içinde geçirdiğiniz nimetlere ve konaklarınıza dönünüz; çünkü herhalde sorguya çekileceksiniz.

14—  (Kaçmakla kurtulamıyacaklarını anlayınca), «vay yazık oldu bi­ze! doğrusu biz zâlimler idik,» dediler.

15—  Onların, biçilmiş ot, sönüp bir yığın kül haline gelinceye kadar hayıflanıp söylenmeleri böyle oldu.

 

Kur'ân'in Arap Yarımadasında Arapça Olarak İndirilmesi

 

«And olsun ki, size öy­le bir kitap indirdik ki şeref ve itibarınız ondadır (onunla gerçekleşir). Hâ­lâ aklınızı kullanmayacak mısınız?»

İnsanlığın düşünce ufkunu genişleten; ilmin, medeniyetin, ahlâk ve faziletin temelini oluşturan ve milletleri, daldıkları gaflet uykusundan uyandıran; insan unsuruna lâyık olduğu değeri veren Kur'ân, Arapları düş­tükleri cehalet bataklığından kurtarmış, ahlâksızlık girdabında bir ömür tüketen kavim ve kabilelerin elinden tutarak onları ilmin, medeniyetin ve yüksek ahlâkın hizmetine sevketmiş; dillerini en yüksek edebî ölçülerle ko­rumuştur. Araplar için bundan daha üstün bir şeref ve itibar düşünüle­mez. Son peygamberin onlardan seçilmesi, şüphesiz ki ilâhî lûtfun yüksek tecellisi ve Allah'ın kitabının onların dili üzere inmesi ise, ayrı bir rahmet ve atıfet tezahürüdür.

Ne yazık ki Arapların çoğu o dönemde bu üstün şeref ve itibarı anla­yamamış, üstelik bütün hırçınlık ve azgınlıklarıyla onun karşısına çıkma­yı marifet saymışlardı.

İlgili âyetle aklını bu gerçekten yana kullanmayan Araplar kınanıyor. [12]

 

 

Kur'ân Ve Peygamberin Araplara Şan Ve Şeref Veren Kalıcı Beyânları

 

Şüphesiz ki, Kur'ân'tn bir kişiden, bir kavim ve milletten söz etmesinin birtakım kalıcı faydalan, diğer yönden bazıları için de kalıcı zararları var­dır. Bunu birkaç misalle açıklayalım :

a) Fir'avn ve yandaşlarından söz etmesi, hem onların kıyamete kadar anılıp tanınmasını sağlamış, hem de kötü örnek oldukları için lanetle yâdedilmelerine sebep olmuştur.

b)  Karun'dan ve hazinelerinden bahsetmesi, hem onun kıyamete ka­dar anılıp tanınmasına neden olmuş, hem de hırs ve bencillikte, mal ve serveti amaç seçmesinde cok ileri gidip bu uğurda bütün kutsal değer­leri tanımadığı konu edilerek bu mevzuda en kötü misal olarak tanıtılmıştır.

c)  Araplardan, özellikle Mekke müşriklerinden ve imân eden bahti­yarlardan geniş çapta bahsetmesi, o milletin kıyamete kadar tanınıp anıl­masına imkân vermiş ve Allah'a imân ettikten sonra ilim ve medeniyete hizmetleri övülerek unutulmaz izler bırakılmıştır. Böylece Kur'ön, inkarcı müşriklerden söz ederken kıyamete kadar anılmalarına ve tanınmalarına sadece vesile olmakla kalmamış, o bölgeye  ve içinde yaşayan kavim ve kabilelere, İslâm âleminde yazılan siyer ve tarih kitaplarında yer ayrılma­sına zemin hazırlamıştır. [13]

 

Nimete Karşı Nankörlük Azabı Gerektirir                     

 

«Zâlim olan nice kasaba halkını kırıp geçirdik de onlardan sonra başka bir kavim yaratıp oluşturduk.»

Kur'ân, Müslüman milletleri ve toplulukları, kendilerine sunulan yük­sek nimetler konusunda daha duyarlı ve kadirbilir olmaya çağırıyor. Dü­şünebilen bir millet için Allah'a imândan ve O'nun dinine uymaktan daha üstün bir nimet olmadığına işarette bulunuyor. Çünkü bu yüksek nîmet insanın geleceğini aydınlatacağı gibi, bulunduğu hayatı ilâhî rahmete çe­virecek özelliktedir. Aynı zamanda insanın manevî boşluğunu bütünüyle doldurmakta ve büyük bir ümit va'detmektedir. Ölümün bir geçiş dönemi olduğunu öğretmekte ve hem ferdi, hem aileyi, hem de toplumu eğitip Allah'a kul olma düzeyine getirmekte; ebediyen mutlu olabilmenin bütün yo! ve yöntemlerini beraberinde taşımaktadır. Dünyada hiçbir makam ve rütbe, hiçbir servet ve ihtişam insanı bu derece mutlu ve ümitli edeme­miştir ve edemiyecektir de..

Nitekim günümüzde çok gelişmiş ülkelerde insanoğlu refah içinde nefsanî bütün arzularını yerine getirmekle beraber yine de bunalım geçir­mektedir. Özellikle gençleri tatmin etmeyen maddî refah, cazibesini kay­betmiştir. O bakımdan manevî boşluk içinde bocalayan nesil birtakım arayışlar içindedir. Kimi uyuşturucu maddelerle, kimi kadınlarla, kimi içki ve kumarla gününü gün etmek suretiyle bunalım ve sıkıntısını atmaya çaışımaktadır. Ne var ki, bütün bu tür arayışlar dertlere deva olamamış, genç kuşakların hem ruhlarını silik hale getirmiş, hem sağlıklarını bozup tehdit etmiştir. O kadar ki, bazı ülkelerde seksüel sapıklıkların en kötüsü olan homoseksüellik alabildiğine yaygınlaşmıştır. Bu, Allah'tan uzaklaşan, âhiret inancını kaybeden ve kutsal değerlerle ruhî boşluğunu doldurma­yan nesillerin hazin akıbetini yansıtan bir aynadır. Ana-babalara, eğitim­cilere, devletin yetkililerine düşen en önemli görev, yetişmekte olan genç­lere bu aynadaki çirkef manzarayı en ibretli yanlarıyla göstermek ve ger­çek huzur ve mutluluğun nerede olduğunu öğretmektir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz ilâhî nimetler insanoğlunun kapısını gelip çaldığı halde, onu reddetmeleri, bununla da kalmayıp başkalarının da o nimetlerden yararlanmalarına engel olup haksızlığın en çirkinini ortaya koymaları, elim bir azabın yaklaşmakta olduğunu fısıldamaktadır. Bu azap ne olabilir? Kur'ân ve hadîslerin ışığında onları şöyle özetleyebiliriz:

a)  Güçlü bir düşman istilâsı,

b)  Tedavisi çok zor öldürücü hastalıkların yaygınlaşması,

c)  Müthiş bir kuraklık ve kıtlığın başgöstermesi,

d)  Şehirleri yok edecek, ülkeleri batıracak bir nükleer savaşın başla­tılması,

e)  İnsanlar arasında güven,  huzur, dayanışma,  kardeşlik, sevgi ve saygı gibi her türlü birleştirip barıştırıcı bağların kopması,

f)  Aile yuvalarının temelinden sarsılıp bunalımlara sürüklenmesi, evlât ile ana-babası  arasındaki   manevî  bağların   kopup  otoritenin  bütünüyle kalkması bu cümledendir.

Âhiretteki azap ise daha elim ve daha devamlı olacaktır.

Kur'ân-ı Kerîm gelip geçen milletlerden bu yola sapanların başlarına gelenleri özetleyip bir komprime halinde sunmaktadır. Kahredici azap geldikten sonra uyanmanın ne yararı olabilir? Tarihte, niçin yaratıldığının hikmetini düşünmeyen, kâinat düzen ve dengesinde Hakk'ın kudret dam­gasını görmeyen ve o yüzden ahlaken dejenere olan milletlerin ilâhî emir karşısında biçilmiş ot misali etrafa savruldukları ve çok geçmeden belir­siz hale geldikleri anlatılırken, onların yıkılıp yok ediliş sebeplerini çok iyi incelememiz emredilmektedir,

On beşinci âyetle onların bu hazin tablosu gözler önüne serilirken şu sözler kullanılmaktadır: «Onların biçilmiş ot, sönüp bir yığın kül haline gelinceye kadar hayıflanıp söylenmeleri böyle oldu.» [14]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kur'ân'ın hem Mekke'de inmesi, hem de Arap-oa olarak Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbine ilka edilmesi, Araplar için şük­rü ödenmeyecek yüksek bir nîmet, şan ve şeref olduğu konu edildi. An­cak bunu idrâk etmiyenlerin nasıl büyük bir fırsatı kaçırdıklarına işaretle, gelip geçen inkarcı ve nankör milletlerin hayatı misal verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî kudreti yansıtan göklerdeki ve yerdeki mut­lak düzen, denge, plân ve kusursuz programa dikkatler çekiliyor ve böy­lece hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığı hatırlatılıyor. Sonra da varlık âle­minde Allah'ın kusursuz tasarrufa sahip bulunduğuna atıf yapılarak hak­kın er-geç üstün geleceği ve bâtılın beynini parçalayacağı haber verili­yor. Böylece Mekke'de çok sıkıntılı günler geçiren mü'minlere zaferin ya­kın olduğu müjdesi dolaylı şekilde veriliyor. [15]

 

Meali;

 

16—  Biz, göğü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri oyuncak alarak yarat-madik,

17—  Eğer biz oyun-eğlence edinmeyi dileseydik, herhalde onu ken­di katımızda (kudretimizin yüceliğine uygun anlamda) edinirdik. Ama biz böyle (gereksiz şeyleri) yapanlar da (hiç bir zaman) olmadık.

18—  Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine fırlatırız da onun beynini parça­lar; bir de bakarsın ki bâtıl yok oluvermiştir. (Allah'a yakıştırmaya çalış­tıkları) vasıflardan dolayı çok, hem çok yazıklar olsun size!

19—  Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nundur. O'nun huzurunda bulunanlar O'na ibâdet etmeyi (bir hafiflik sayıp) büyüklük taslamazlar ve bıkkınlık da duymazlar.

20—  Gece gündüz durmadan, dinlenmeden tesbîh ederler.

 

Gökler Ve Yer Oyuncak Olsun Diye Yaratılmamıştır

 

«Biz» göğü, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri oyuncak olarak yaratmadık.»

İlâhî sünnetten biri de, varlık âleminde yer alan her şeyin birtakım yararlar ve hikmetler için yaratılmasıdır. Hiçbir sistem ve oluşum tesa­düflerin biraraya getirdiği oyuncak anlamında birtakım boş ve anlamsız şeyler değildir. Aslında tesadüflerin oluşturduğu bir düzenin varlığını dü­şünmek, bilimsel olarak da mümkün değildir.

Eşyaya dikkatle bakıp her biri üzerinde ciddi bir inceleme yaptığımız­da, onları mükemmel bir plânda yer alan ve her biri bir amaea yönelmiş bulunan varlıklar olarak görebiliriz. Bir meyva ağacını düşünelim: Bu ağa­cın verdiği kereste, gölge, çiçek ve meyvadan hangisi ağacın kendisi için­dir? Şüphesiz hepsi de insanoğlunun birtakım ihtiyaçlarını karşılamaktan yana yaratılmıştır. Eğer o ağaç kendisi için, yani bütün yararı kendisinden yana yaratılmış olsaydı, cidden var kılınması boş ve anlamsız olur, hikme­te ters düşer ve bir bakıma oyuncak kavramının dar çerçevesi içinde ka­lırdı.

Görülüyor ki, biz var olan eşyaya bir şeyler vermiyoruz; verdiğimiz oluyorsa mutlaka karşılığını fazlasıyla alıyoruz. Dolayısıyla verdiğimizi kendimize vermiş oluyoruz. Yakalamak için tavşanın yoluna havuç koy-mamıza benzer.. .

Tarlayı sürüp ekmemiz, fidanı dikip yetiştirmemiz, tarladan, ağaçtan yana değil, bizden yanadır.

İlmî açıdan bakılınca, kâinat nizamı hep bizim için hizmete yönelmiş­tir. Onlardan bir kısmının hizmet ve faydalarını biliyoruz, çoğunun hem hizmetini, hem faydasını henüz bilemiyoruz. İlmî araştırma ve incelemeler ilerledikçe, bu konuda bize yeni yeni bilgiler verecektir.

Oyuncak tabiri burada, gerçek bir amacı, faydalı bir hizmeti olmayan ve belli bir plân ve programa bağlanmayan şey demektir. Onunla program­lı ve yararlı bir sonuç elde etmek hayal olur, o bakımdan çok geçmeden bir tarafa terkedilir.

Şu görebildiğimiz âlemden neleri terkedip, neleri hizmet dışı bıraka­biliriz? Aslında böyle bir ayrım kudretimiz dışındadır. Bir an farzedelim ki Ay bir oyuneaktır. O bakımdan onu bir tarafa atmak istiyoruz; yine var­sayalım ki, Ay'ı bir tarafa atabiliyoruz; o zaman neler olur? Hemen söyle­yelim ki, kâinat düzeninde câri olan hayat kanunlarında bazı değişiklik­ler meydana gelir ve bunun zararı bütünüyle insana dokunur. Çünkü Ay da insana hizmet vermek üzere yaratılıp plânda belli bir yere oturtulmuş­tur.

Bu konuda misalleri çoğaltmaya gerek yok. Kur'ân bu yüksek hikme­tin perdesini aralarken insan aklına seslenmektedir. Gökler ve yer oyun­cak olarak boş ve hikmetsiz yaratılmamıştır. İnanmayanlar aksini isbat etsinler. [16]

 

 

Allah Eğlence Ve Oyuncak Edinseydi, Onu Şanına Lâyık Şekilde Vücuda Getirirdi                                                  

 

<<ESer biz oyun-eğlen-ce edinmeyi dileseydik, elbette onu kendi katımızda (kudretimizin yüce­liğine uygun anlamda) edinirdik. Ama biz böyle (gereksiz şeyleri) yapan­lar da (hiçbir zaman) olmadık.»

Cenâb-ı Hak eğlence ve oyun edinmekten münezzehtir ve çok yüce­dir. Çünkü O, mutlak anlamda Ganî ve Samed'dir. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Zira ihtiyaç içinde olan noksandır, zayıftır. Noksan ve zayıf olan her şey, yaratan değil, yaratılandır. Eğer Allah gökleri ve yeri oyuncak yapsaydı, bugünkü düzen olmazdı. Her gün yeni yeni düzenler ortaya çıkar ve öyleee amaçsızlık ve hikmetsizlik başlardı. Bu da uluhiyet vasfına ters düşerdi. Hem o durumda insan diye bir canlı yaratmanın anlam ve hikmeti kalmazdı. Zira oyuncak edinilen bir âlemde, insanın yaşaması abes olur, niçin yaratıldığı, neden bu oyuncak edinilen âleme getirtüdiği ve bundan sonra nereye niçin gönderileceği cevapsız kalırdı. Âhiret kav­ramı diye bir şey olmaz, Cennet, Cehennem, hesap ve ceza diye birtakım, müeyyidelere yer verilmezdi.

O halde Cenâb-ı Hakk'ın «Adi» ve «Hakîm» sıfatlan böylesine karma­şık, düzensiz, oyuncak bir âlem yaratmaya hiçbir zaman müsait değildir ve olamaz da.. [17]

 

Hak Bâtılın  Beynini  Parçalar

 

«Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine fırlatırız da onun beynini parçalar; bir de bakarsın ki bâtıl yok olu­vermiştir.»

Kâinat hak ve hikmet üzere yaratılmıştır. Onu hikmetin dışında hak­tan uzak gören bâtıl, her varlıktaki hikmet, yarar, amaç ve maksat karşı­sında ezilmeğe mahkûmdur. Görünen düzeni' tesadüfe bağlayan- bâtıla, «madem öyledir, Güneş'ten vazgeçelim» denilse, buna ne cevap verebi­lir? Çünkü tesadüfün oluşturduğu bir sistem, plânlı, hikmetli ve amaçlı değildir, olamaz da.. Böyie olunca da tesadüflerin biraraya getirdiklerin­den birkaçını terkedelim: Havadan, sudan kendimizi tecrit edelim. Bu mümkün müdür?

Görülüyor ki, İlâhî plânda yer alan her şey bir amaç ve hikmete, bir hizmet ve fayda sağlamaya yöneliktir ve onların hepsi de insan unsu­ruyla ilgilidir..

İşte böylece hak yumruğunu bâtılın başına indirip onun içi boş olan beynini parçalar da bir bakarsın ortada bâtıl diye bir şey yok.

Allah'a yakışmayan sıfatları O'na nisbet eden beyni boş inkarcılara kızmaktan ziyade acımak gerekir. İsbat edemiyeceği, hikmetini ortaya koyamıyâcağı inkâr halkalarını birbirlerine ekliyerek bir zincir haline ge­tirmesiyle ellerini, ayaklarını bağlayıp, kendini hareketsiz hale soktuğunun farkında mıdır? [18]

 

Her Şey Allah'a Aittir

 

«Göklerde ve yerde bulunan her şey O'nundur..»

Sonsuz kudret ve enerji O'nun; plân ve düzen yine O'nundur. O'nun varlığı bunların illeti, bunların varlığı O'nun varlığının ve birliğinin delili­dir. Her varlık hilkat kanununa bağlı kalarak hizmetini sürdürür. Mutlak kudrete baş eğmesi, O'nun varlığına ve birliğine şahit olması ve O'nu tes-bîh ve tenzîh etmesi anlamına gelir. O halde her varlık bu manayla her an Hakk'a ibâdet halindedir. Ona baş eğmiyen hiç bir şey yoktur ve düşünü­lemez de..

Allah'ın mülkünde sayısı bizce bilinmeyen meleklere gelince: Onlar hayvanî sıfatlardan uzak, nefis denilen biyolojik ihtiyaç duygusundan be-rîdirler. O bakımdan onlar nuranî özellikleriyle durmadan, dinlenmeden Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve tenzîh etmekteler ve ibâdetlerini böylece ara­lıksız sürdürmekteler. Bizim nefes alıp verdiğimiz gibi, her dem «Allah» de­yip kulluğun gereğini yerine getirmekteler.

Melekler, «bizde nefis ve şehvet yoktur. Biz nurdan yaratıldık. Ne di­ye ibâdet edelim?» diye bir kibir ve gurura kapılmazlar. Çünkü bu gibi sı­fatlar insanlarda zuhur eder. O insan ki, ciddi anlamda dinî eğitim görme-mişse, yüksek bir makamı da işgal ediyorsa, Allah ile yarışmayı düşünecek kadar küstahlasın Böylece öyleleri bâtılın baş temsilcisi clurlar. Ona: «Cenâb-ı Hak suyu ağacın kökleri vasıtasıyla en yüksek dallarındaki yap­rakların hücrelerine, dokularına kadar kusursuz şekilde, fakat düzenli ve dengeli biçimde çıkartmaktadır. Midemize indirdiğimiz gıda maddelerini, Cenâb-ı Hakk'ın kurduğu sindirim sistemimizle en az yetmiş kısma ayırmak­ta, her birini analize edip gideceği yere sevketmektedir. Haydi sen de bu ameliyeyi ve sistemi değiştir; daha yararlı bir sistem meydana getir!» de­nilince susup kalır. Böylece hakkın tokmağı başına düşer de beynini par­çalar.

Sonuç olarak ilgili âyet bize şu mesajı veriyor:

Melekler hiç bir suretle günah işlemedikleri ve insanların muhtaç bu­lunduğu yiyecek ve içeceklere ihtiyaç duymadıkları, bir geçim kaygıları bulunmadığı halde, bütün nuraniyet ve safiyetlerine rağmen, Allah'a ibâ­det edip kulluklarını izhar etmekte asla büyüklük taslamazlar. Hılkatla-rındaki yüksek hikmete bakıp gururlanmazlar. Onların aksine insanlar de­vamlı birtakım ihtiyaçlar içinde hayatlarını kazanmak zorundadırlar. Günah ve sevap işlemeğe eğilimlidirler. Her gün Allah'ın hazırladığı sayısız nîmetlerle geçinip hayatlarını sürdürmeye çalışırlar. Bu durumda onların meleklerden ziyade ibâdet etmeleri, itaat üzere bulunmaları ve her dem Hakk'ı tenzîh ve tesbîh etmeleri gerekmez mi? Gurur ve kibir onlara ya­kışır mı? Geee ile gündüzün, ilâhî kanuna başeğerek durmadan düzenli ve plânlı hareketleriyle Hakk'ı tesbîh ettiklerini görmüyorlar mı?

Gerçek bu olmakla beraber, insan nankörlük eder, hakkı bırakıp bâ­tılın peşine takılır ve onu savunursa, kendi vücudunun hikmetini inkâr et­miş olur. Plândaki yerinden ayrılıp yüklendiği programın aksine bir yol tut­muş olur. Bunun bütün seyyiat ve vebali de ancak kendisine aittir. [19]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle göklerde ve yerde hâkim olan mutlak düzen ve dengeye dikkatler çekildi. Hiçbir şeyin boşuna, anlamsız ve hikmetsiz ya­ratılmadığı belirtilerek kâinat nizamında bu gerçeği görmemiz ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, bir ülkede birden fazla hükümdarın bulunamı-yacağı gibi, göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olmuş olsaydı, bu­günkü düzenin olamıyacağı; birinin yaptığını diğerinin bozacağı hatırlatı­larak, konuyu bu açıdan değerlendirmemiz isteniliyor. Sonra da Allah'ın mutlak hükümran bulunduğu konusu üzerinde durularak, O'nun yaptığın­dan sorumlu olmadığı açıklanıyor. Arkasından da her peygamberin aynı inanç sistemini işleyip toplumu eğitmeğe çalıştığı hatırlatılıyor. [20]

 

Meali:

 

21—  Yoksa yeryüzünde birtakım ilâhlar edindiler de onlar mı ölüleri diriltip kaldıracaklar?

22—  Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı gökle yerin düzeni bozulup alt-üst olurdu. Arş'ın Rabbi olan Allah onların vasıflandır­dıkları şeylerden münezzehtir.

23—  OF yaptığından sorulmaz;  onlar   ise   (yaptıklarından)   sorulur­lar.

24—  Yoksa Allah'tan başka ilâhlar mı edindiler? De ki, haydi getirin kesin hüccetlerinizi! İşte (bu Kur'ân) benimle beraber olanların zikri ve benden öncekilerin zikridir! Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler de o se­beple yüzçevirirler.

25__ Senden önce gönderdiğimiz,  istisnasız her peygambere şöyle

vahyettik: Şüphesiz   ki   benden   başka   ilâh    yoktur,   artık   bana   ibâdet edin.

 

Allah'ın Bazı Vasıfları

 

«Yoksa yeryüzünde birtakım ilâhlar edindiler de onlar mı ölüleri diriltip kaldıracaklar?»

Allah'ın birtakım ezelî sıfatları vardır ki, o sıfatları başka hiçbir var­lıkta görmemiz mümkün değildir. Çünkü Allah eksiklik, acz ve kararsız­lık belirten şeylerden münezzehtir. Onun sıfatları, sonradan vücut bulup bilâhare yok olan arazlar cinsinden de değildir; bilakis onlar ezelîdir, ebe­dîdir, öncesizdir ve Allah'ın zatı ile mevcuttur.

O'nun diriltme, yoktan var kılma kudretini yansıtan sıfatı da öyledir. Bu sıfatı O'ndan başkasına nisbet edemeyiz, çünkü yok olanı var kılmak, diriltip kaldırmak O'na mahsustur. [21]

O halde belli bir plâna göre insanı yaratıp yokluk karanlığından var­lık düzeyine getiren; terbiye edip büyülten, cinsinin özelliğine, temelinde­ki mayaya göre olgunlaştıran; hayatını belli bir süre devam ettirebilmesi için eşyayı onun emrine veren, yani hizmetine sevkeden ve sonra ebedî hayata hazırlık için onu öldüren, sonra da yepyeni bir bedenle onu diril­ten yüce kudret ancak ilâh olabilir. Taştan, ağaçtan, resimden edinilen sahte tanrılar hakikî ilâh olamazlar. [22]

 

Allah'ın  Birliğine  Delil

 

«Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı gökle yerin düzeni bozulup alt-üst olurdu, Arş'ın Rabbı olan Allah onların vasıflandırdıkları şeylerden mü­nezzehtir.»

Yerde ve göklerde Allah'tan başka ilâhlar da olsaydı, bugünkü düzen olmaz, yer ve göklerin nizamı bozulup alt-üst olurdu. Ortada süregelen ve hedefinden şaşmayan mutlak bir düzen varsa, mutlaka bir düzenleyici vardır; öyle ki bu düzenleyicinin ortağı, dengi ve benzeri yoktur.

Akaidçilerin «Delil-i Temânü'i» dedikleri bu çok mantıkî delil ve ku­ralın sebebi gayet açıktır:

1— Mutlak düzeni vücuda getiren, sınırsız bir kudret sahibidir. Zira düzenin büyüklüğü ve mükemmelliği, yaratanın kudretinin sınırsızlığına ve benzersizliğine delâlet eder.

2— Bu kudret dilediği gibi tasarruf etme ve var kıldığı eşyayı belli ölçülerde tutup devam ettirmeye sahiptir. Çünkü O, başkasının em­rinde olmadığı gibi, kendisine fikir verecek bir yardımcıya da muhtaç de­ğildir. Varlığı kendisinden olduğu gibi, üstün kudret, sınırsız ilim ve irâ­desi de kendisindendir,

3__ o her şeyi mcdelsiz, örneksiz ve benzersiz yaratır. Çünkü kendi­sinden önce hiçbir kudret yoktur ki, onu misal alsın; ortaya konmuş hiç­bir eşya yoktur ki, onları örnek edinsin. Başlangıcı olmadığı gibi, sonu da yoktur. O bakımdan tedbir ve tasarrufunda hiçbir şeye muhtaç değil­dir. Zira ihtiyaç noksanlıktan, kudretsizlikten kaynaklanır. O her türlü nok­sanlıktan ve kudretsizlikten pak ve yücedir.

4—  Yerde ve göklerde bu ölçü ve anlamda, bu vasıf ve kemalde iki ayrı kudret sahibi bulunsaydı, durum ne olurdu? Onlardan yalnız birisi tasarruf ve tedbire sahipse, diğeri âciz ve noksan demektir. Âciz olan hiç­bir zaman ilâh olamaz. İkisi de eşit kudrete sahip bulunsaydı, ayrı ayrı dü­zenlerin, sistemlerin bulunması gerekirdi, O takdirde bugünkü tek ve şaş­maz düzen olmazdı. İkisinin anlaşabildiğim ve teks düzen kurup birleştik­lerini varsayalım; o takdirde iki illetin bir malûl üzerinde çarpışması ve sürtüşmesi gerekirdi. Böyle olunca da yine görünen nizam olmazdı. Bir­birleriyle anlaşmazlık halinde olsalar, 'birinin yaptığını diğeri bozar, anar­şi başlar ve düzen diye bir şey vücut bulmazdı.

Her biri düzen için cüz'î bir kudret ve illeti meydana getirmiş dersek, o takdirde her biri kendi kudretini tam olarak ortaya koyma imkânına sa­hip değildir. Bu durumda da ilâh olmaları düşünülemez.

5—  İlâhlardan biri diğerinin illeti, o diğeri de kâinatın illetidir dersek, malûl olan ilâh illete muhtaç bulunduğu için ilâh olamaz. Hem o takdirde illet-malûl geriye doğru gider ve böylece illetler, malûller zincirinin önce­si ve başlangıcı olmaz, illet-mâlûl halkaları uzayıp giderdi. Bu da caiz de-ğidir. Aynı zamanda ilâhlık vasfını temelinden yıkmaktadır.

İşte Kur'ân-ı Kerim bu gerçeği belirterek bize şu aydınlatıcı ana bil­giyi veriyor; «Eğer gökte ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, gökle yerm düzeni bozulup esit-üsî olurdu.»

O halde bir olan, dengi, benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı bulunmayan Allah, inkarcı sapıkların, maddeci şaşkınların, putperest azgınların, şüp­heci beyinsizlerin vasfettikieri noksanlıklardan, mahlukî sıfatlardan çok yücedir, çok münezzehtir. Selim akıl bunun şahidi, sağduyu bunun açık­layıcısı, ilim bunun kan:tiayıcısı, imân bunun temel yapısıdır. [23]

 

Allah Yaptığından Sorulmaz

 

«O, yaptığından sorulmaz; onlar ise, (yaptıklarından) sorulurlar.»

Ezelî ve ebedî olan; ilmiyle, kudretiyle varlık âlemini bütünüyle kap­sayıp kuşatan, her zerreye nüfuz eden; tedbir ve tasarrufunda yardıma ve yardımcıya ihtiyaç duymayan Allah (C.C.), mutlak hikmet sahibidir. Abesle uğraşmaz, hiçbir şeyi boşuna yaratmaz.

O halde neden bizleri yarattı? Neden şu aşağı âlem sayılan Dünya'-ya getirdi? Neden daha önoe insanları yaratmadı? Bu düzeni neden son­ra yaratıp bu şekle soktu? gibi sorular hatıra gelse bile sorulmaz. Mülk O'nundur, dilediğini işler, dilemediğini yaratmaz. Hikmetsiz bir fiilde bu­lunmaz. O bakımdan Allah (C.C.) işlediklerinden hem sorulmaz, hem de sorumlu sayılmaz. Çünkü birinden sormak veya onu sorumlu tutabilmek için, onun üstünde bir kudret ve yeteneğe sahip olmayı gerektirir.

Ama biz insanlar ve sonra da cinler Allah'ın mülkünde bulunduğumuz, O'nun kulları olduğumuz ve O'nun hazırlayıp verdiği nimetlerle geçimimi­zi sağladığımız için O'nun kurduğu düzene, koyduğu yasaya uymamız; sünnetullaha göre hayatımızı düzenlememiz, yolumuzu O'nun kitabına göre çizmemiz gerekmektedir. O bakımdan her işlediğimizden ve yaptığı­mızdan sorulacağız ve sorumlu tutulacağız.

Başka ilâhların varlığını iddia edenler, getirsinler kesin delil ve ka­nıtlarını.. Unutmayalım ki, Allah'ın yokluğunu isbat etmek mümkün de­ğildir, ama varlığını isbat etmek için sayılmayacak kadar deliller, belge­ler ve hüccetler mevcuttur. Zira akıl ve ilim bu mükemmel düzenin mutlaka bir düzenleyicisi bulunduğunu kabul eder. En dakik saatten daha dakik ve düzenli çalışan kâinat sistemini, en ince hesaplarla, fiziksel kanunlarla var kılan bir yaratıcının bulunması zaruridir. O bakımdan Kur'ân ilgili âyetler­le, inkarcı sapıklardan kesin delil ve açık belge getirmelerini istiyor.

Kur'ân bir olan Allah'ın varlığına ve birliğine yüzlerce kesin deliller, açık kanıtlar ve belgeler sunmakta ve bu konuda duygudan ziyade akla ve sağduyuya, uyanık idrâke seslenmektedir. Araştırıcılara ve gerçeği bu­lup öğrenmek isteyenlere bu konuda da ana fikirler, temel bilgiler vererek hareket noktasını belirler.

Nitekim bütün peygamberlerin ve kutsal kitapların birleştiği tek esas vardır. O da, Allah'tan başka ilâh olmadığıdır. Tapılmaya da ancak O lâ­yıktır.

Tevrat'ın Tekvin kitabının birinci babında «Allah gökleri ve yeri ya­rattı..» diye başlanır ve her vesileyle O'nun bir olduğu vurgulanır.

Dört İncil'de de yer yer Allah'tan, O'nun kudretinden söz edilir ve- bir olduğuna atıflar yapılır. Ancak insan elinin müdahalesiyle bu «Tevhîd İnan­cı» zedelenir ve İsa Mesîh için «Allah'ın oğlu» sözü kullanılır.

Bernaba İncil'inde ise, «Tevhîd İnancı» bütün tazeliğiyle korunur ve sık sık bu gerçek ifade edilerek aydınlatıcı bilgiler verilir.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakikat bir defa daha şöyle ilân edilerek her türlü yanlış inançlar kaldırılır: «Senden önce gönderdiğimiz -istisnasız-her peygambere şöyle vahyettik : Şüphesiz ki benden başka ilâh yoktur, artık bana ibâdet edin.» [24]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, akıl ve mantığı harekete geçirecek bir delil ge­tirildi; göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar da olsaydı, göklerle yer bozuiur, alt-üst olurdu, denilerek Tevhîd İnancı'nı bütün sadeliğiyle koru­mamız emredildi. Sonra da Allah'ın işlediklerinden sorulmayacağı, ama insanların her yaptıklarından sorulacağı belirtilerek ilâhî düzene uymamı­zın lüzumuna parmak basıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Tevhîd İnancı'nı zedeliyen iddialara dikkatler çe­kiliyor. Allah'ın oğul edinmekten pâk ve münezzeh olduğu bildiriliyor. Me­leklerin de Allah'ın kızları olamıyacağına atıf yapılıyor ve onların mutlak itaat içinde verilen görevleri kusursuz yerine getiren Allah'ın şerefli kul­ları oldukları açıklanıyor. [25]

 

Meâli:

 

26—  Rahman (ajan Allah) çocuk edindi, dediler. O, (çocuk edinmek­ten) çok yücedir, münezzehtir. Hayır onlar, (o melekler) ikrama ermiş şe­refli kullardır.

27—  Sözleriyle O'nun önüne geçmezler ve ancak O'nun buyruğuyla amel ederler,

28—  Allah  onların önlerindekini  de,  arkalarmdakini  de bilir.  Onlar ancak Allah'ın razı olacağı kimse için şefaat ederler ve onlar Allah kor­kusundan saygıyla titrerler.

29—  Onlardan kim, «ben Allah'tan başka bîr ilâhım» derse, işte onu Cehennem ile cezalandırırız. Zulmedenleri de işte böylece cezalandırırız.

 

İniş Sebebi

 

Benî Huzaa kabilesinden kendini bilgili sanan birkaç kişi, meleklerin Allah'ın kızları olduklarını iddia ediyorlar ve bu nedenle de onların şefaa­tini istiyorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [26]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Melekler, Allah'ın kendilerinden râzi olduğu Lâ ilahe İllallah ehline şefaat ederler.» [27]

Tabiîn'den Mücahid diyor ki:

«Allah kimden râzi olursa, âhirette melekler onlar için şefaatçi olur­lar.» [28]

Katade diyor ki:

«Melekler, Tevhîd Ehline şefaat ederler. Çünkü Allah'ın kendilerinden hoşnut olduğu kulları bunlardır.» [29]

 

Allah, Çocuk Edinmekten Münezzehtir

 

«Rahman (olan Allah) ço­cuk edindi, dediler. O, (çocuk edinmekten) çok yücedir, münezzehtir. Ha­yır onlar, (o melekler) ikrama ermiş şerefli kullardır.»

Çocuk hem babasının benzeridir, hem de ona malûl, baba da illet olur. Oysa Allah'ın benzeri yoktur. Çocuğu olan varlığın vücudu mümkün­dür, vacip değildir. Vücudu mümkün olan, mutlaka vücudu vacip olan bi­ri tarafından yaratılmış olması gerekir. Bu da Allah hakkında caiz değil­dir. O halde Allah çocuk edinmekten mutlak anlamda beridir, pâk ve yü­cedir.

Böylece bu âyetler bazı Arap kabilelerinin «Melekler Allah'ın kızları­dır» ve hıristiyanların da «İsâ Allah'ın biricik oğludur» iddialarını reddet­mekte; evlât edinme vasfının uluhiyete ters düştüğünü hatırlatarak, bu tarz bir inancın temelinden yanlış olduğuna ve sahibini dinden, imân­dan uzaklaştıracağına işarette bulunmaktadır. [30]

 

Melekler Allah'ın Şerefli Kullarıdır                  

 

«Hayır (o melekler) ikrama ermiş şe­refli kullardır. Sözleriyle O'nun önüne geçmezler ve ancak O'nun buy-ruğuyla amel ederler.»

Melekler nurdan yaratılmış, hayvani sıfatlardan uzak ruhanî ve nu-ranî varlıklardır. Onların diğer kullardan ayrıldıkları bazı özellikleri ve vasıfları vardır. Kur'ân'da onlar şöyle belirtilmektedir:

1—  İbâdette ve kullukta, asla kusur etmezler. Yaptıkları her işi, her ameli ancak Allah'ın buyruğuyla yerine getirirler.

2— Allah onların içini, dışını, yaptıklarını ve yapacaklarını mutlaka bilir. Onlar ise ilâhî sırların önemli kısmını bilmezler. Allah hep ibâdet edil­meğe lâyıktır. Meleklere ise ibâdet edilmez. Melekler devamlı Allah'a ibâ­det ederler.

3—  Melekler ancak Allah'ın hoşnut olduğu kulları için şefaatçi olur­lar.

4— Melekler, Allah'ın kudret ve adaletinin şaşmazlığını bildikleri ve asıl saygı duyulup korkulmaya ancak Allah'ın lâyık olduğunu idrâk ettik­leri için, her an Allah'tan saygı ile korkarlar.

5— Melekler de diğer kullar gibi, ilâhî müjde ve tehdide muhatap­tırlar.

Böylece Kur'ân ilgili âyetle meleklerin «ikrama ermiş şerefli kullar» olduğunu açıklayarak, haklarında «kul» sözünü kullanmış ve bununla di­ğer bütün yanlış inanç ve benzetmeleri temelinden reddedip hepsinin de sakıncalı neticeler doğuracağına dikkatleri çekmiştir. [31]

 

İlâhlık İddiası

 

Ruhî yönüyle körpe veya cılız kalmış bazı kişiler var ki, tesadüfler onları kahraman yapınca, halkın sevgi ve saygısını, hayranlık ve takdiri­ni kazanırlar. Halk bu düzeyde ölçüyü kaçırıp övgü ve sevgide çok ileri gidince, o da kendi değer ölçüsünü kaybeder ve çok geçmeden onu ilâh-laştıran şaşkınlar ortaya çıkar; derken o da ister-istemez kendini öyle görmeğe veya öyle kabul etmeğe başlar. Böylece o kesim veya bölgede tek ilâh inaneı yara alır ve bir süre sonra yerine çok ilâh inancı geçmiş olur.

Tarihte bunun birçok örnekleri vardır. Biz sadece bir tanesini misal vererek konuyu çeşnilendirmek istiyoruz.

Babilik, Bahailik:

Kurucusu Şirazlı Mirza Ali Muhammed'dir. Bâtınî mezhebinin kolla­rından birini kurup geliştirdi. Çok geçmeden halkın, daha doğrusu yete­rince İslâm kültürü olmayan tabakanın geniş çapta sevgi ve saygısını toplayınca rotayı değiştirdi: Önce beklenilen imama açılan kapı olduğunu iddia etti. Onun bu sözleri de zihinlerde yer edip aşırı bir tepki görmesi

şöyle dursun, sevdiklerinin ve hayranlarının artmasına neden oldu. Bu geniş ve fakat şuursuzca sempatiden cesaret alarak bu defa kendini bek­lenen Mehdi alarak ilân etti. Sempatileri her gecen gün biraz daha arttı. Müritleri onun büyüklüğü hakkında hiçbir sınır tanımamaya başladılar. Çevrede geniş yankılar meydana getirdi. Cahil halkın daha çok ilgisini çekti ve ortamı müsait bulunca da, bu defa kutsal kitapların geleceğini haber verdiği, müjdelediği peygamberin kendisi olduğunu ilân etti. Ancak Hz. Muhammed'in (A.S.) peygamberliğini reddetmedi, Onun son peygam­ber olmadığını, buna şahit ve delil olarak da Ahzab Sûresinin 40. âyetini gösterdi. Bu âyette geçen «Hâteme'n-Nebiyyîn» sözünü, «Peygamberle­rin yüzüğü» veya «Peygamberlerin yüzük taşı» şeklinde yorumlayarak id­diasını isbata çalıştı, Hayranlarına bunu da kabul ettirince, işi biraz daha ileriye götürerek bu defa kendisine EL-BEYAN diye bir de uydurma kitap indirildiğini açıkladı. Aradan bir süre geçtikten sonra, peygamberliği de kendisine az gören bu maceracı şaşkın bu defa tanrısal ruhun ken­disine gelip getirdiğini iddia ederek Hanlığını ilân edecek kadar ölçüyü ka­çırdı. «Ben bir aynayım ve bende görünen Allah'tan başkası değildir» di­yerek yeryüzünde Allah'ı temsil ettiğini ve aslında Allah'ın inip kendisine hülûl ettiğini telkîne çalıştı.

Ve nihayet 1849'da küfrüne hükmedilerek İslâm'dan çok uzak kalan bir sürü cahilin sahte peygamberi Mirza Ali idam edildi. Ama attığı kı­vılcım sönmedi, ondan sonra halefleri onun mezhebini devam ettirdiler ve hâlâ da devam etmektedir.

Bu konuda şunu hemen ilâve edelim ki.: Şeyh uçmaz, ama müritleri onu uçurur. Kişi belki ilâhlık iddiasında bulunmaz, ama aşırı hayranları onu ilâhlaştırır.

Kur'ân ilgili âyetle mü'minlerin dikkatini bu önemli noktaya çekiyor ve her şeyin asıl değer ölçüsünü bilip ona göre yargıda bulunmanın ge­reğine işaret ediyor: «Onlardan kim, ben Allah'tan başka bir tanrıyım derse, işte onu Cehennem ile cezalandırırız. Zulmedenleri de işte böylece cezalandırırız.»

Âyette «zulmedenlerden maksat, kulluk derecesini bilmeyip, ilâhlık taslayanlann hem kendilerine, hem de çevrelerindekilere haksızlık edenler olduğudur. Zira her şeyi lâyık olduğu yere koymak, her şeyin değer ölçü­sünü belirlemek ve herkese doğruyu söylemek, doğruyu telkin etmek ada­lettir; bunun aksine bir yol izlemek zulümdür. [32]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Tevhîd İnancı'nı zedeleyen her türlü iddia ve yakıştırmalar reddedildi. Allah'ın dengi, benzeri, ortağı ve yardımcısı ol­madığı gibi, oğul ve kız edinmekten de çok pâk ve yüce olduğu açıklandı.

Allah'a oğlan ve kız isnat eden sapıkların aklını harekete geçirmek, düşünce ufuklarını genişletmek üzere Allah'ın varlığına ve birliğine, eş­siz ve benzersiz olduğuna delâlet eden âyet, belge ve deliller sıralanıyor. Sonra da her canlının ölümü tadacağına dikkatler çekilerek ölümlü bir hayatı ilâhi nizama göre değerlendirmemiz emrediliyor. İyilik ve kötülük kavramlarının insanlar için bir ölçü ve kıstas olduğu belirtilerek her gün bu düzeyde sınav verdiğimiz açıklanıyor. [33]

 

Meali:

 

30—  İnkarcı sapıklar, göklerin ve yerin bitişik olduğunu, onları bizim ayırdığımızı ve her canlı olanı sudan yaratıp meydana getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı? Hâlâ inanmıyorlar mı?

31—  Yeryüzü, insanları sarsıp çalkalar diye onda sabit dağlar oluş­turduk (da sarsıntıyı önledik); doğru hareket edebilsinler (şaşırmadan va­racakları yere varsınlar) diye onda yollar, geçitler meydana getirdik.

32—  Göğü de (bozulup dengesizliğe düşmekten) korunmuş bir tavan (gibi) yaptık. Halbuki onlar, bundaki belge ve delillerden yüzçeviriyorlar.

33—  Gece ve gündüzü; Güneş ve Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedir.

34—  Senden önce de hiçbir insana (Dünya'da) ebedîlik vermedik. Sen ölürsün de onlar ebedî mi kalırlar?

35—  Her canlı ölümü tadacaktır ve sizi imtihan olsun diye iyilik ve kötülükle mübtelâ kılarız, (yaratılışınız bu  iki şeyi  işlemeye müsaiddir). Sonunda bize döndürüleceksiniz.                                                

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Hüreyre (R.A.) anlatıyor:

«Peygamber (A.S.) Efendimize dedim ki: «Ey Allah'ın Resulü! Seni görünce gözlerim aydınlanıyor, içim rahatlıyor, huzura kavuşuyorum. Bize her şeyden haber ver.» Bunun üzerine şöyle buyurdu : «Her şey sudan ya­ratılıp meydana gelmiştir.» [34]

 

İlmî Yönü Göklerle Yerin Önceleri Bitişik Olması                     

 

«İnkarcı sapıklar, göklerin ve yerin bitişik olduğunu, onları bizim ayırdığımızı., görüp anla­mıyorlar mı?»

Kur'ân ilgili âyetle astronomi (yıldızları konu edinen bilim) de önemli bir konuya parmak basıyor ve temel bilgi vermek suretiyle ilim adamlarına hareket noktası belirtiyor. Günümüze kadar bu ilim dalındaki araştırma­larla birçok sistemler hakkında kesin bir sonuç elde edilmemişse de, ba­zı hususlarda Kur'ân'ın verdiği ana fikre yaklaşılmıştır. Şöyle ki : İlim bize Güneş Sistemi'nin nasıl meydana geldiğini kesin şekilde ortaya koyama­mıştır. Bazı ilim adamları Güneş'i çevreleyen gaz kümesinin yer yer yo­ğunlaşması sonucunda 'gezegenlerin meydana geldiğini ileri sürerken ve­ya varsayarken; diğer bazı ilim adamları, Dünya dahil, dokuz gezegenin Güneş'ten kopma birer parça olduklarını belirtmişlerdir.

Eğer «gökler» tabirinden maksat «Güneş Sistemi» ise, Kur'ân geze­genlerin güneşten kopma parçalar olduğunu açıklıyor demektir. Yok bu tabirden maksat bütün yıldızlar, sistemler ve galeksiler ise, hepsinin ön­celeri gaz halinde tek parça olduğunu, sonra o gazın yoğunlaşarak katı-[aştığını ve arkasından bölünüp parçalandığını ve öylece bugünkü duru­mun meydana geldiğini belirtiyor demektir.

Kur'ön'm astronomi ile ilgili verdiği bu ana fikir, diğer bir deyimle te-mef bilgiden hareketle gerçeği araştırıp bulmak, konuyla ilgili ilim adam­larına düşmektedir.

Gökten düşen meteorlar ve keşfedilen Ay üzerindeki incelemeler, yer­küreyle diğer gezegenler ve yıldızlarda aynı elementlerin bulunduğunu ve bu açıdan bakılınca hepsinin aynı bütünün bölünmüş parçalan olduğunu gösteriyor. [35]

 

Her Canlı Sudan Yaratılmıştır

 

«Ve her canlı olanı sudan yaratıp meydana getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı? Hâlâ inanmıyorlar mı?»

Su nedir? Su : İki molekül hidrojen ve bir molekül oksijenden oluş­muş, renksiz, kokusuz bir maddedir.

İlim adamlarının su hakkında tesbit edip verdikleri bilgileri toplayıp biraraya getirmemiz mümkün değildir. Ancak bu konu üzerinde ana fikir mahiyetinde açıklamada bulunanlardan önemli gördüğümüz bir parçayı tefsirimize almayı yararlı gördük :

«Bilindiği gibi, bütün hayat, suda, maddelerin bir eriyiği olan protop-lazma'da oluşur. Bununla korunur ve sürekliliği sağlanır. Susuz hiçbir protoplazma mevcut olmayacağı gibi, protoplazmasız da hayatın oluşmayacağı açıktır. Kuşkusuz sadece insan bünyesi değil, dünyamızda mevcut bütün bitki, hayvan ve bakteri gibi hayat şekillerinde de su mevcut olup, susuz bunlar da var olamazlardı.

Su, hayatın sadece temeli değil, aynı zamanda yaşayan varlıkların büyük bir ekseriyetinin barınağı yani bir bakıma evidir de.. Çünkü bitki ve hayvanların gerek sayısal, gerekse kütlesel olarak onda dokuzu suda ya^ şamaktadır.

Hayatın önce suda doğması nedeniyle su,=genel anlamda «beşiğimiz» ve karalar üzerindeki varlıkların ergeç tekrar bu atalar evine dönmeleri nedeniyle de «mezarımız»  olacaktır.

Yeryüzünde sihirli bir faaliyet olarak tanımlanan «hayat» için gerek­li olan maddelerden biri de su'dur. Dünyamızda su ve hayat birbirlerin­den ayrılmayacak biçimde içice girmiş ve birbirine kenetlenmiştir. Hepi­mizin bünyesinde %70 oranında su bulunmakta ve etrafımızı saran mad­delerin pek çoğu suda yapılmış ürünlerden oluşmaktadır.» [36]

Her şeyin, özellikle canlıların sudan yaratılıp meydana getirildiğine dair Kur'ân'da üç âyet bulunmaktadır. Önce onların meallerini, sonra da aradaki az farkı belirtelim :

  «Allah hareket edip debelenen her canlıyı sudan yaratmıştır..» [37]

«O ki, sudan bir insan (türü) yarattı..» [38]

«Ve her canlı olanı sudan yaratıp meydana getirdiğimizi görüp an­lamıyorlar mı? Hâlâ inanmıyorlar mı?» [39]

Nur sûresinde «dabbe»nin sudan yaratıldığı, Furkan sûresinde «be­şersin sudan yaratıldığı ve Enbiya sûresinde canlı olan her şeyin sudan yaratıldığı açıklanıyor.

Dabbe : Yeryüzünde yürüyen, hareket eden her canlıyı kapsayan bir isimdir. Böylece insan başta olmak üzere bütün hayvanların sudan ya­ratılıp meydana geldiği anlaşılıyor. Sonra insanın mükerremliği dikkate alınarak Furkan sûresinde «beşersin sudan yaratılıp meydana geldiği be­lirtilerek umumdan sonra hususa yer veriliyor. Çünkü «beşer»den mak­sat ve en yaygın olan mana, insandır. Konumuzu oluşturan Enbiyâ sûresi­nin ilgili âyetinde ise, mevzu daha kapsamlı anlatılarak hem hayvanları, hem insanları, hem bitkileri içine alacak şekilde bir tabir kullanılarak «can­lı olan her şey» deniliyor.

Görüldüğü gibi, aynı konuyla ilgili az farkla beyân edilen üç âyet bir-araya getirilince asıl maksat daha iyi anlaşılıyor ve böylece zihinlerde si­linmez izler bırakılarak idrâkler uyanık tutuluyor.

O ha!de ilmî araştırmalar ilerledikçe, elde edilen müsbet sonuçlar Kur'ân'ı tasdîk etmekte ve onun ilâhî olduğuna şehadet etmektedir. [40]

 

Sabit Dağların Oluşturulması

 

«Yeryüzü, insanları sarsıp çalkar diye onda sabit dağlar oluşturduk (da sarsıntıyı önledik)..»

Bilindiği gibi yeryüzündeki kara parçalarının dörtte birini dağlar kap­lar. Yer kabuğunu meydana getiren katmanlar, oluştukları çağlardaki esas durumlarını çok ender olarak saklarlar. Bu katmanlar, dünyanın geçirdiği jeolojik çağlar içinde zaman zaman oluşarak, yükselerek, kıvrılarak, kırı­larak türlü kıpırdamalara uğramışlardır.

İlâhî plân ve düzenleme gereği, sözü edilen şekilde dağların oluşma­sında ve sonra sabitleşip kalmasında birçok yararlar vardır. Onları şöyle özetliyebiliriz:           '

1—  Ekvatorda dakikada 27 km. hızla kendi ekseni etrafında, saatte 110.000 km. hızla güneşin etrafında baş döndürücü bir süratle dönen dün­yanın kara parçalarının dörtte biri dağ olmasaydı, bugünkü denge olmaz­dı. Birtakım sarsıntı ve çalkantılar meydana gelirdi. Kur'ân özellikle dağ­ların bu faydası üzerinde durmakta ve bunu tam on yerde az değişik keli­me ve anlatımla işlemektedir.[41]  Diğer birçok önemli konularda olduğu gibi, bu konuda da Kur'ân araştırıcılara, meraklılara ana fikir ve temel bilgi vermekte ve aynı zamanda üzerinde^dfkkatle durulması için de on yerde zikretmektedir.

2—  Şiddetli kasırga ve fırtınaları daha az zararsız hale getirir.

3—  Hava akımını ayarlamada rol oynar.

4—  Kaplı bulunduğu bitki örtüsüyle havayj temizleyip filitre görevini yapar. [42]

 

Gök, Dengesizlikten Korunmuş Bir Tavandır

 

«Göğü de (bozul"Pdengesizliğe düşmekten) korunmuş bîr tavan (gibi) yaptık. Halbuki onlar bun­daki belge ve delillerden yüz çeviriyorlar.»

Fezadaki sistemler ve yıldızlar üzerinde asırlardır birçok araştırma ve incelemeler yapılmaktadır. Bu konuda bilmediklerimiz bildiklerimizden çoktur. Kur'ân bu konuda da bazı ipuçları ve ana fikirler vermekte, in­san aklına ışık tutarak yol göstermektedir. Göklerin bozulup dengesizliğe düşmekten korunması ve yeryüzüne -bizim bakış açımıza göre- bir tavan durumuna getirilmesi bize neleri hatırlatıyor veya ilham ediyor?

Önee şunu belirteyim ki : İlmî araştırma bize uzaydaki yıldızlar, geze­genler ve sistemler hakkında Kur'ân'ı tasdik eder mahiyette şu bilgiyi ver­mektedir: «Gezegenler ve yıldızlar uydularını kendilerine çekerler. Güneş, dünya ve öbür gezegenler sanki görünmez bağlarla bağlıymışlar gibi uy­dularını kendileriyle birlikte onlara has yörüngeleri içinde ve doğrultu­sunda döndürürler ki buna çekim kanunu diyoruz. Bu durumda uydular neden gezegenlerin üzerine .düşmezler? Çünkü gezegenlerin çevresinde hızla dönmeleri onlara santrifüj kuvveti denilen bir kuvvet vermektedir. Böylece uydular gezegenlerine çekim kanunuyla bağlanırlar, ama santri­füj kuvvetiyle onlardan uzaklaşırlar. Bu iki kuvvet birbirine eşit olduğu için uydular, gezegenlerinin üzerine düşmedikleri gibi onlardan uzaklaşıp uzayda kaybolma tehlikesiyle de karşılaşmazlar. Onlar sadece yörünge­leri içinde dönerler.

İşte kâinatı bir bütün olarak bu açıdan incelediğimizde, sistemlerinde zincirleme birbirine aynı çekim kanunuyla bağlı bulunduklarını ve bunun Arş'a kadar uzandığını, Arş-ı A'lâ'nın bütün sistemler üzerinde tarifi müm­kün olmayacak kadar büyük bir çekim kuvveti bulunduğunu söyleyebili­riz veya böyle varsayabiliriz.

İnkarcı maddeciler, Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden bun­ca âyet ve belgeleri görmeyip haktan yüzçevirirler. Doğrusu şaşılacak şey!

Dünyayı hem kendi ekseni, hem de güneşin çevresinde belli kanun­larla döndüren Yüce Kudret, gece-gündüzü oluşturmakta ve güneş ile ayın her birinin kendine ait yörüngesinde yüzüp seyretmesini sağlamakta ve «gecenin de gündüzün önüne geçemiyeceğini» belirterek, dünyanın ters dönüş yapmıyacağıriı, yani hep batıdan doğuya doğru dönüşünü sürdüreceğini hatırlatmakta ve böylece kurduğu  plânın  kusursuz  uygulandığını bize öğretmektedir. [43]

 

Hiçbir İnsana Dünyada  Ölümsüzlük Verilmemiştir

 

«Senden önce hiç­bir insana (dünyada) ebedîlik vermedik. Sen ölürsün de onlar ebedi mi ka­lırlar? Her canlı ölümü tadacaktır..»

Ölüm, değişmez bir kanundur. Her canlı mutlaka onu tadacaktır. Bun­dan kurtuluş yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ı bilip anlama, inanıp bağlan­ma, hayatın tadını alıp onu hep arzulama, nîmetin kıymetini idrâk etme, yüksek ve sonsuz nîmetlere hazırlanma ancak dünyada mümkündür. O bakımdan dünya hayatı, ebedî hayata hazırlanma dönemidir.

Bunun için ikinci, fakat ebedî hayatın asıl değerini takdir edebilmek için ölmemiz gerekiyor.

Ölüm denilen geçişten ne peygamberJer, ne imparatorlar, ne kahra­manlar, ne veliler, ne de âlimler kurtulabilmiştir. Yol budur; sünnetullah tahvil ve tebdil kabul etmez.

İsa Peygamber'in (A.S.) diri olarak göğe yükseltilmesi ve hâlen diri olarak orada beklemesi; bir rivayete göre, Hızır ile İlyas'ın (selât-ü selâm onlara olsun) hâlen hayatta olup ilâhî kudretin bazı tecellilerini yansıtma­ları, ölüm hakkındaki genel kaideyi bozmamaktadır. Çünkü bunlar da kı­yamet kopmadan önce mutlaka ölüm şerbeti içeceklerdir. [44]

 

İmtihan Olsun  Diye  İyilik Ve Kötülüklerin  Kıstas Gösterilmesi

 

«Ve sîzi, imtihan ol­sun diye iyilik ve kötülükle mübtelâ kılarız, (yaratılışınız bu iki şeyi işle­meye müsaittir). Sonunda bize döndürüleceksiniz.»

Her şey zıddıyla daha iyi anlaşılır ve gelişme sağlar. Âyette bilhassa bu kurala dikkatlerimiz çekiliyor. İblîs'in Âdem'in (A.S.) karşısına çıkması, ruh iklimine nefis denilen karşıt duygunun yerleştirilmesi, yararlı ve za­rarlı şeylerin birbirini izlemesi hep bu hikmete dayanır.

Böylece insan ömür boyunoa zıtlar âleminde, zttlarla dolu bir yolda yürür. İyilik ve kötülük, hak ve bâtıl bunların başında gelen zıtlardan iki­sidir. İnsan hangi tarafa daha çok meylederse, onunla vasıflanır, diğer bir tabirle o tarafın rengini alır. Unutmayalım ki, -peygamberler müstesnâ-hepimizin hayatında bu iki kavramın yeri ve anlamı, hükmü ve sonucu söz-konusudur. Sonunda insan hangi renge boyanırsa, o renkle Allah'a dön­dürülür. [45]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin erişilmez-liğine delâlet eden yedi kadar belge sıralandı. Böylece insan aklına mal­zeme verilerek ışık tutuldu ve hareket noktası belirlendi. Ölümlü bir ha­yatta ömrü en iyi şekilde değerlendirmemize dikkatler çekilerek zıtlar âle­minde yaşadığımız hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, bunca âyet, belge ve kanıt karşısında hâlâ ger­çeği görmeyip Hz. Muhammed'i (A.S.) alaya alan şaşkınların yaramaz ha­li konu ediliyor. Peygamber'in (A.S.) haber verdiği azabın hemen inmesini acele eden inkarcıların ne yazık ki, inanmadıkları o azaptan kurtulamıya-cakları, o bakımdan acele etmenin bir anlam taşımadığı hatırlatılıyor. Son­ra da tarih boyunca inkarcı şaşkınların hakka karşı düşünce ve davranış­larının hep aynı olduğu bildirilerek Hz. Peygamber (A.S.) ve arkadaşları teselli ediliyor. [46]

 

 

Meali:

 

36—  O  küfredenler,  seni gördükleri  zaman  alaya  almaktan  başka bir şey yapmazlar; «bu mu ilâhlarınızı diline dolayıp duran?» derler. Rah-mân'ın (indirdiği) Kur'ân'ı inkâr edip kâfir olanlar da ancak bunlardır.

37—  İnsan (karakteri gereği) aceleden (acele hareket etme duygu­suyla) yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim, artık siz pek acele et­meyin.

38—  Onlar size, «eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bu tehdidiniz ne zaman (gerçekleşir)?» derler.

39 — o küfredenler, önlerinden ve arkalarından kendilerini saran ateşi men'edemiyecekleri ve yardım da göremiyecekleri anı bir bilselerdi..

40—  Hayır, o onlara aniden gelecek de kendilerini şaşırtacak ve ar­tık onu geri çevirmeye güc getiremiyecekler ve onlara süre de taninmıyacak..

41—  And olsun ki, senden önceki peygamberler de alaya alınmıştı da, alaya alanları alay ettikleri şey (çepeçevre) kuşatmıştı.

 

İniş Sebebi

 

Kureyş müşriklerinin elebaşısı Ebû Ceh[ yandaşlarıyla otururken, az ileriden Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz geçiyordu. Ebû Cehl'in gözü Ona dokununca, alaylı bir tavırla: «Bu mudur Abdülmenaf oğullarının peygam­beri?» diyerek güldü. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [47]

 

Alaya Almak Aczin, Kinin Ve Kıskançlığın Belirtisidir

 

O küfredenler, seni gör­dükleri zaman alaya almaktan başka bir şey yapmazlar.»

Hz. Muhammed (A.S.)ın yüksek şahsiyeti, Kur'ân'ın erişilmez ilâhî ahengi ve yüceliği karşısında âciz kalıp ne bilgin ve bilgileriyle, ne edip ve şairleriyle bir üstünlük sağlayamayınca, meseleyi daha da basite ve şarlatanlığa döndürüp, Peygamber (A.S.) Efendimizi gördükleri zaman ala­ya alıp gülüşürlerdi. Böylece kinlerini, kıskançlıklarını ve acizliklerini gi­dermeye, kendi kendilerini bu yoldan tatmin etmeye çalışırlardı.

Bu bir bakıma tez-antitez sürtüşme ve tartışmasının bir başka safha­sını oluşturmaktaydı. Dış görünüşüyle çirkin ve üzücü idi. Ama altında mutlak bir hayır ve başarının temel felsefesi yatmaktaydı. Şöyle ki; Sapık putperestler, İslâm'a ve Onun Peygamberine saldırdıkça, dikkatler bu ta­rafa çekiliyor, çevre kabile ve kavimler ister istemez konuyla ilgilenme ve olup bitenleri öğrenme ihtiyacını duyuyordu. Böylece yeni doğan İslâmi­yet unutulmaktan, ilgisizlikten, bir tarafa itilmekten kurtuluyor; çevredeki insanların kafasını durmadan meşgul eden aktüel bir konu halini alıyordu. Ayrıca mü'minler bu tür saldırılardan dolayı dinlerini daha ciddi ve heye­canlı savunma çarelerini araştırıyor ve imânları daha da güçleniyordu.

Olay ile ilgili inen âyetler ise, inkarcıları büsbütün azdırıyor; mü'minlerin ise, imân ve irfanlarını, sabır ve azimlerini artırıyordu. İşte Kur'ân'ın yaklaşık olarak 23 yılda parça parça inmesinin hikmetlerinden biri de bu­dur. Tevrat ve İncil toplu halde bir defada indirildiğinden, hem unutulma­ya yüztutmuş, hem de dikkatleri devamlı ilâhî buyruklara çekme metodun­dan mahrum kalmıştır. Çünkü her iki kitap da sadece İsrail oğulları'na in­dirilmiş ve onların sosyal, ekonomik hayatlarıyla ilgili hükümler getirmişti. Cenâb-ı Hak insanlara tâ kıyamete kadar devam edecek mesai olan Kur'ân'ı böyle bir âkibete uğramaktan korumuştur. [48]

 

İnsan Aceleden Yaratılmıştır

 

Kmsan (karakteri gereği) aceleden (acele ha-reket etme duygusuyla) yaratılmıştır.»

Acelecilik insanın ruhunda ve mayasında vardır. Onu tamamen söküp atmak mümkün değildir. O bakımdan Asr-ı Saadet'te küfür yaranıyla iman erbabı dediğimiz iki taraf da kendi düşünce ve inançları doğrultusunda acele ediyorlardı. Kâfirler, va'dedilen azabın hemen gelmesini; mü'minler ise, iyice azgınlaşıp insan haklarını çiğneyen putperestlerin bir an önce ilâhi gazaba çarpılmalarını istiyorlardı. Oysa ilâhi sünnet, belli şartların gerçekleşmesi ve sebeplerin oluşmasıyla hükmünü yürütür. Sırası gelin­ce kimselerin ne acelesine, ne de göz yaşlarına bakmaz.;

İnsan nasıl aceleden yaratılmıştır?

Bu cümle biraz yorum ister. O nedenle ilim adamları bununla ilgili di­ğer âyetleri de dikkate alarak farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Onları bi­rer özet halinde şöyle sıralayabiliriz :

a)  Müfessir Kurtubî'ye göre : Acele üzerine oluşturulup acele olarak yaratılmıştır.

b)  Müfessîr İbn Kesîr'e göre : İnsan çoğu işlerinde ve durumlarında acelecidir.

c)   Müfessir Alâeddin Ali'ye göre :  İnsanın yapısı ve aceleden yara­tılması, tabiatının acelecilik üzere kurulmasıyla ilgilidir.

d)  Râzî'ye göre : İnsanlar aceleci olarak yaratılmışlardır. Yani acele­cilik onların huyu ve karakteridir.

e)  Himyer lûgatına göre : İnsan çamurdan yaratılmıştır. Çünkü «acel» bu lügate göre çamur demektir.

f)  Ahfeş'e göre : İnsan ivedi bir emirle yaratılmıştır ki o, «kün» em­ridir.

Bu son iki yorum pek itibar görmemiştir.

g)  İnsan çoğu zanian sabırsızlık gösterdiği için, sanki aceleden ya­ratılmıştır. Bu tabir, sabırsızlığın mübalâğa ifade eden şeklîdir.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm'in tam 32 yerinde insanın aceleci olduğu, bir­çok şeyleri acele edip istediği açıklanarak, bunun insanın doğuştan ma­yasında  bulunduğuna işaret edilir,

Ayrıca bu konuda, ilgili âyeti açıklar mahiyette İsrâ Sûresi 11. âyette şöyle buyurulmaktadır: «İnsan hayra duâ eder gibi kötülük için duâ eder. Zaten insan çok acelecidir.»

O bakımdan insanı bu havadan kurtarmak ve daha temkinii bir düze­ye getirmek gerekmektedir. Aile terbiyesi, okul, çevre ve her şeyin başın­da dinî eğitime ihtiyaç vardır. Zira en iyi şekilde tasarlanmış teşebbüsler, aeeleye getirilirse bozulur. İtinayla yapılmakta olan çok önemli iş, acele karışınca rayından çıkarılmış olur. [49]

 

İnkarcıları Saran Ateş

 

«O küfredenler önlerinden ve arkalarından  kendilerini saran ateşi men'-edemiyecekleri ve yardım da göremiyecekleri anı bir bilselerdi.»

Hz. Muhammed (A.S.), küfür ve tuğyan, şer ve haksızlık ateşinin pek yakında müşrikleri yakıp mahvedeceğini, Kur'ân'dan aldığı işarete daya­narak söylemişti. Müşrikler Onun bu sözünü dillerine dolayıp alaylı bir ifa­deyle : «Eğer doğru sözlülerden iseniz, bu tehdidiniz ne zaman?» diye so­rup duruyorlardı. Kur'ân onları saracak ateşin biri dünyada, diğeri âhiret-te olmak üzere iki çeşit ortaya çıkacağını haber verdi. Nitekim Bedir sava­şı ve arkasından Uhud ve diğer savaşlar meydana geldi, derken Mekke fethedildi. Böylece hakkın bâtılı yok edeceği, beynini parçalayıp tesirsiz hale getireceği günlerin yakın olduğu anlaşılıyordu. Nitekim öyle oldu. Zafer ateşi putperestleri önlerinden ve arkalarından sardı. O durumda yar­dım da göremediler.                                                                                    

Şüphesiz kıyamet günündeki azap daha şiddetli ve devamlıdır.

Hz,  Muhammed'den  (A.S.)  önceki  peygamberler de  inkarcılar tarafından alaya alınmışlardı. Ama bu onları ilâhî hükmün tecelli edeceği sı­nıra kadar götürünce, yok edilmişler; yerlerine başkaları gelip oturmuştu. Böylece Kur'ân 41. âyetle tarihin tekerrür ettiğini ve edeceğini dolaylı şe­kilde haber vererek, yaşamakta olan inkarcıların daha etraflı ve ölçülü düşünmelerini hatırlatıyor. [50]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kalp gözleri kör olmuş inkarcıların, İslâmiyeti alaya alıp Peygamber (A.S.) Efendimize dil uzatan müşriklerin söz ve dav­ranışları üzerinde duruldu. Tehdit edilegeldikleri azabın hemen gelmesini acele istediklerine temasla, yakında o azabın kendilerini çepeçevre kuşa­tacağı haber verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, geceleyin veya gündüzleyin gelecek azaptan kim­senin onları koruyamıyacağı belirtilerek, Kur'ân'dan yüz çevirmelerinin on­lara hiçbir yarar sağlamıyacağı, ama çok zarar getireceği hatırlatılıyor. Sonra da gerek kendilerinin, gerekse babalarının bir süre geçinip gitme­lerinin kendilerini aldatmaması için uyarı yapılıyor. İslâmiyetin yavaş yavaş onların sahasını daraltacağına ve çok geçmeden büyük başarılar sağlaya­cağına işaret ediliyor. Sonra da ilâhî azaptan onlara bir esinti dokunacak olsa, o zaman ne «kadar nankörlük yaptıklarını anlayarak, kendilerine na­sıl haksızlık ettiklerini itiraf edeceklerine atıflar yapılıyor ve kıyamet-gü­nünde ise, adaletin kılı kırk yararcasına tecelli edeceğine dikkatler çekili­yor. [51]

 

Meali

 

42—  De ki: «Geceleyin yo da gündüzleyin sizi Rahman (olan Allah) tan (gelecek azaptan) kim koruyabilir?» Aksine onlar, Rablarınin zikrin­den (kitabından) yüzçevîrirler!

43—  Yoksa kendilerini bizim   (azabımızdan   koruyup)   engelleyecek bizden başka tanrıları mı vardır? (Nerede?..) O tanrılar kendilerine yardı­ma güc getiremezler, bizden ise hiç dostluk ve yakınlık göremezler.

44—  Doğrusu biz, bunları da babalarını da geçindirdik de ömürleri uzayıp gitti. Yerlerine (yaşadıkları ülkelerine) gelip onu çevresinden ya­vaş yavaş eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Üstün gelenler onlar mıdır?

45—  De ki: «ben ancak sizi vahiy ile uyarıyorum.» Ama ne kadar uya-rılsalar da sağırlar uyarı davetini işitmezler.

46—  Yemin ederim ki, Rabbın azabından onlara bir esinti dokunsa, mutlaka, «yazıklar olsun bize! doğrusu biz zâlimler idik» diyecekler.

47—  Kıyamet gününe has adalet terazileri  koyacağı .  Hiçbir  kimse en az bir haksızlığa uğramaz. Hardal tanesi ağırlığında oh a bile (yapılan

İyilik ve kötülüğü) getirip ortaya koyacağız. Hesapçılar olarak biz yeteriz.

 

İlgili Hadîsler

 

«Dile hafif, terazide ağır ve Rahman olan Allah'a sevimli gelen iki ke­lime vardır: Sübhane'llahi ve bi-hamdihi - Sübhane'llahi'l-Azîm.» [52]

«Şüphesiz ki Azîz ve Celîl olan Allah, ümmetimden bir adamı kıyamet gününde mahşer ehlinin önünde kurtarır. Şöyle ki: Allah o adama, her birinin büyüklüğü gözün alabildiği ölçüde doksan dokuz defter ortaya çı­karır. Sonra da ona : «Bunlarda yazılı olanlardan bir şeyi inkâr ediyor mu­sun? Koruyucu olan kâtip melekler sana haksızlık etmişler mi?» diye sorar. O da : «Hayır, Ya Rab!» diye cevap verir. Allah ona: «Senin için bir özür veya bir iyilik var mı?» diye sorar. Adam şaşırır ve «hayır, ya Rab!» der. Allah: «Öyle değil, senin için yanımızda bir tek iyilik var. Bugün sana hiç bir haksızlık olmayacaktır» buyurur ve üzerinde «Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammed'en Resûlüllah» yazılı bir yafta (etiket) çıkarır ve «Onu hazırlayın» buyurur. O adam : «Ya Rab! bu yaftanın şu defterler yanında (ağırlığı) ne olabilir?!» der. Allah ona: «Kulum, sen el­bette haksızlığa uğramıyacaksın» buyurur. Ve o defterleri terazinin bir ke­fesine, yaftayı da diğer kefesine koyar; defterler hafif, yafta ise ağır ge­lir.» [53]

«Hiçbir şey Bismi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm'le   tartılınca   ondan   daha ağır gelmez.» [54]

Hz. Âişe (R.A.) anlatıyor:

«Bir adam gelip Hz. Peygamberin (A.S.) önünde oturdu ve şöyle sor­du: «Ey Allah'ın Peygamberi! benim iki kölem var; bana yalan söylerler, ihanet ederler, baş kaldırırlar. Ben de onları döver ve söverim. Benim on­larla durumum ne olacak?» Peygamber (A.S.) Efendimiz ona: «Onların sa­na ihaneti, isyanı ve yalanıyla; senin onlara verdiğin ceza hesaplanır. Eğer verdiğin ceza onların suçuna denk gelirse, bu yeterli sayılır da aleyhine olmaz. Az gelirse, bu senin için bir fazilet olur. Verdiğin ceza fazla ise, bunun karşılığı senden kısaslanarak alınır» diyerek cevap verince, adam ağlamaya ve üzülmeye başladı. Peygamber (A.S.) şöyle buyurdu: «Bu adam Allah'ın şu âyetini okumuyor mu? (Kıyamet gününe has adalet te­razileri koyacağız. Hiç kimse en az bir haksızlığa uğramıyacak.,)» [55]

 

Rahmanın Azabından Kim Koruyabilir?

 

«Geceleyin, ya da gündüz-leyin sizi Rahman (olan Allahjdan (gelecek azaptan) kim koruyabilir?»

Kâinat ve ondan bir parça olan yerküre, ilâhî plâna ve plânın bağlı bulunduğu kanunlara göre hareket halindedir. Öyle ki, olaylar sebeplere, sebepler sünnetullaha, sünnetullah da ilâhî kudrete bağlanmıştır." O hal­de sebepler kendiliğinden oluşmuyor; onları oluşturan belli kanunlar söz konusudur. O bakımdan «hiçbir olay tesadüflerin değil, yüce kudretin ese­ridir» neticesi ortaya çıkıyor.

Allah bir milleti hangi olayla terbiye edeceğini daha iyi bilir. Bu hu­susta irâdesi tecelli edince, koyduğu kanunlar harekete geçer; önce se­bepler oluşur, sonra da olay meydana gelir.

Bir topluluk, ya da millet kendini bir azaba lâyık görünce, sünnetul­lah gereği onların kötü tutumu ve ameli belirlenmiş bir kerteye kadar ser­best bırakılır. Yani o kerteye gelmeden haklarında ilâhî hüküm inmez; ge­lince de onu durduracak bir kuvvet bulunmaz.

Kur'ân'da bu gerçek hatırlatılarak, körükörüne, rastgele meydana ge­len olaylara, «tabiat olaylarıdır» veya «tabii olaylardan biridir» diyenler uyarılıyor; olayların hakiki sebeplerine ve sebeplerin bağlı bulunduğu ka­nunlara, kanunların da bağlı bulunduğu ilâhî nizama veya ezelî ve ebedî kudrete dikkatler çekiliyor.

Şüphesiz olayları sadece «tabiat kanununa» bağlayıp bunun ötesin­de bir kudret, bir nizam düşünmeyenler, ilimle imân arasında kapanması çok zor uçurumlar meydana getirenlerdir. Onların aksine, olaylarla sebep­ler, sebeplerle kanunlar, kanunlarla ilâhî kudret arasında köprü ve ilgi kuranlar ise, olayların iç yüzünü bilenler ve ilimle imân arasında kopmaz bağlar oluşturanlardır.

Kur'ân bu inceliğe parmak basarken, Allah'tan başkasında ilâhlık vas­fı ve kudreti düşünülemiyeceğine, kuvvet ve kudreti ondan başkasına çe­virmenin derin bir gaflet ve sapıklık olacağına işarette bulunmaktadır. Zi­ra Allah'tan başka her şey «mahlûkluk» kapsamına girmektedir. Allah'ın varlığı ise kendindendir ve O «vâcibü'l-vücut»tur. O'ndan başka her şey «mümkünü't-vücut»tur, yani varlıkları kendilerinden değil, «vâcibü'l-vücut» olan yüce kudrettendir. [56]

 

Yerkürenin Kutuplardan  Basık Olması

 

«Doğrusu biz bunları da, babalarını da geçindirdik de ömürleri uzayıp gitti. Yerlerine (yaşadıkları ülkelerine) gelip onu çevresinden yavaş yavaş eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Üstün gelenler onlar mıdır?»

Kur'ân bu âyetle bize iki önemli olaydan söz ediyor; diğer bir tabirle, ilâhî sünnetlerden ikisine parmak basıyor:

Birincisiyle, Hakk'a baş kaldırıp tuğyan eden inkarcıların ülkelerini, ^Hakk'a ibâdet eden mü'minlerin yavaş yavaş kuşatıp yeryüzünü onlara daraltacağı ve böylece yakın gelecekte Arap Yarımadasını bir baştan bir başa fethedeceği müjdesi veriliyor. Nitekim öyle oldu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medinede şehir devletinin temellerini atıp bir devlet hüviyetiy­le sahneye çıkınca, yapılan fetihler, irşatlar ve uyarılarla Arap Yarımadası müşriklere daraltıldı ve çok geçmeden yanmada bir baştan bir başa mü'­minlerin kontrolü altına girdi.

İkincisiyle, günümüzde inkârı, aydın kişi olmanın gereği sayan bazı olgunlaşmamış sözde ilim adamları uyarılıyor. Şöyle ki: Yerkürenin ilâhî plân gereği kutuplardan basık şekilde yaratıldığı haber veriliyor. Oysa on beş asır önce yerkürenin yuvarlak olduğu bile bilinmezken, Kur'ân hem onun yuvarlak olduğunu, hem de kutuplardan basık bulunduğunu açıklı­yordu.

Böylece Kur'ân bu beyanıyla da ilâhî olduğunu kanıtlamakta ve in­karcıları uyararak Allah'ın kitabında yer alan ana fikirler ve temel bilgiler ile ilmî buluşları karşılaştırmalarını hatırlatmaktadır.

Birinci yorumla,' hakkın er-geçüstün geleceğine; ikinci yorumla Kur'-ân'm çağların, medeniyetlerin, ilmî buluşların önünde yürüdüğüne işaret ler vardır. [57]

 

Azap Esintisinden Gelen Uyarı

 

İnsanın refah içinde bulunduğu süre uzadıkça, Allah'ı unutma basi­retsizliği, ilâhî nimetlere karşı nankörlüğü de artar. Ansızın ilâhî azaptan bir esinti gelip dokununca sendeler ve Hakk'a dönme duygusu harekete geçer. Sıkıntı ve üzüntüyü veya dert ve musibeti atınca da, çok geçmeden aynı nankörlüğe döner. Şüphesiz ki böyle durumlarda uyanma ve Hakk'a yönelme duygusunun harekete geçmesi, aklın ve sağduyunun ürünü de­ğil, daha çok doğuştan kendisinde mevcut olan din ve Allah duygusunun kıpırdamasıdır.

İnsanlardan çoğunun hayatı bu zikzak içinde geçer. İlâhî uyarılar ve sınavlar aralıksız devam eder ve değişik görüntüler vererek doğru yoldan sapanları daldıkları gafletten uyandırmayı amaçlar. Uyananlar olur, uyanmayanlar olur. İlâhî hidâyet kendine has sınırda hep uyanacak alan­ları bekler.

Tam uyanma olunca da günahkâr suçluların ruhuna enjekte edilen Allah duygusu, üzerindeki kabuğu çatlatıp ortaya çıkar ve 180-derecelik dönüş başlar. Hemen arkasından o kimseler şöyle itirafta bulunma ihtiya­cını için için hissederler: «Yazıklar olsun bize! Doğrusu biz zalimler idik» derler. [58]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, birkaç günlük refahın kimseleri aldatmaması ko­nu edilerek, inkarcılar uyarılıyor. Kur'ân'dan yüzçevirmenin hiç kimseye saadet ve rahmet getirmiyeceği belirtilerek, ilâhî nizama uymanın gereği üzerinde duruluyor. Sonra da İslâm'ın yakın gelecekte yeryüzünü yavaş yavaş kâfirlere daraltacakları haber veriliyor. Aynı zamanda yerkürenin kutuplardan basık olduğuna işarette bulunuluyor.

Aşağıdaki âyetlerle, Mekke'de çok sıkıntılı günler geçirmekte olan mü'minler teselli ediliyor. Benzeri olayların İbrahim (A.S.) ile Musa (A.S. zamanlarında da meydana geldiğine dikkatler çekilerek, tarihin yine te­kerrür edip hakkın mutlaka üstün geleceğine işaret yoluyla atıf yapılıyor. [59]

 

Meali;

 

48— And olsun ki biz Musa ile Harun'a hak ile bâtılı ayıran, Allah'tan korkup fenalıklardan sakınanlar için bir ışık, bir öğüt olan kitap verdik,

49—  o sakınanlar ki Rablarından gıyabında saygı ile korkarlar ve kıyametin meydana geliş saatinden endişe içinde titreyip dururlar.

50—  İşte bu (Kur'ân), indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Şimdi siz mi bunu inkâr ediyorsunuz?!

51—  And olsun ki, bundan önce de İbrahim'e rüşdünü (uygun olanı, doğru yolu, doğru düşünmeyi) vermiştik ve biz bunu bilenlerdik..

52—  Hani o bir vakit babasına ve kavmine, «nedir bu üzerine kapanıp durduğunuz heykeller?» demişti.

53—  Onlar da, «babalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk» demiş­lerdi.                    

54—  o da, «yemin ederim ki siz de, babalarınız da çok açık bir sapık­lık içindesiniz» demişti.

55—  Onlar, «sen bize hakikati mi getirdin, yoksa sen şaka edenler­den misin?» demişlerdi.

56—  İbrahim onlara, «bilâkis (ciddi söylüyorum). Sizin Rabbınız, gök­lerin ve yerin Rabbıdır ki onları  yokluk  karanlığını yırtıp yaratmıştır ve ben de buna şahit olanlardanım» demişti.

57—  «Allah'a and olsun ki, siz arkanızı çevirip gittiğinizde herhalde putlarınıza bir tuzak kuracağım» (diye kendi kendine fısıldamıştı).

58—  Derken İbrahim, onları parça parça etti; ancak dönüp başvu­rurlar diye (putların en) büyüğünü kırmadı.

59—  «İlâhlarımıza bu işi kim yaptı? O herhalde zâlimlerdendir» dedi­ler.

60—  Onlardan bir kısmı, «İbrahim denen bir genç bunları diline do-layıp duruyordu» dediler.

61—  «Bunların şahitlik etmeleri için onu halkın önüne getirin» dediler.

62—  «Ey İbrahim! bunu sen mi yaptın ilâhlarımıza?» dediler.

63—  İbrahim, «belki bu işi onların şu büyüğü yapmıştır; eğer konuşa-biliyorlarsa, onlara sorun» dedi.

64—  Bunun üzerine kendi vicdanlarına dönüp «şüphesiz ki siz haksız­larsınız» dediler.

65— Sonra da başları üzerine döndüler de «and olsun ki bunların ko-nuşmıyacağmı sen de bilirsin» dediler.

66—  İbrahim, «siz Allah'ı bırakıp hiçbir şey ile size yarar ve zarar vermeyecek şeylere mi tapıyorsunuz?!

67—  Size de, Allah'tan başka taptıklarınıza da yuh olsun! Hâlâ aklı­nızı kullanmıyacak mısınız?» dedi.

68—  Onlar, «eğer (İbrahim'e ceza olarak bir şey) yapacaksınız onu ateşte yakın da tanrılarınıza yardımcı olun» dediler.

69—  Biz de «ey ateş! serin ve selâmet ol İbrahim'e» dedik.

70—  İbrahim'e tuzak kurmak istediler. Biz de onları hüsrana uğrat­tık.

71—  Hem İbrahim'i, hem Lût'u âlemler için mübarek kıldığımız ül­keye (ulaştırıp) kurtardık.

72—  Ve İbrahim'e İshâk'ı, fazla olarak da Yâkub'u verdik ve hepsini de iyi-yararlı kişiler kıldık.

73—  Onları  emrimiz uyarınca  doğru yolu  gösteren  önderler kıldık. Onlara hayırlı işleri işlemeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi vohyettik. Za­ten onlar bize ibâdet eden kullardı.

 

İlgili Hadîsler                                                                  

 

«İbrahim Peygamber (A.S.) (dış görünüşüyle) yalana benzer, (iç yü­züyle doğrunun tâ kendisi olan) üç söz söylemiştir. Bunlardan ikisi, Al­lah'a ortak koşulan konuyla ilgilidir. Şöyle ki: Bayram yerine davet edil­diğinde «ben rahatsızım» demiştir. Putları kırıp parçaladığında, «bunları kim kırdı?» sorusuna, «belki de büyükleri bu işi yapmıştır» diye cevap vermiştir ve eşi Sare'nin kim olduğu kendisinden sorulunca da «kızkardeşimdir» demiştir.» [60]

İbrahim Peygamber'in (A.S.) yalana benzer bu sözleri, aslında yalan değildir. «Ben hastayım» veya «Ben rahatsızım» demesi, ruhunun ve vic­danının putlardan, kötü ve bâtıl âdetlerden rahatsız bulunduğunu; «Put­ları kim kırdı?» sorusuna, «Belki de büyükleri bu işi yapmıştır» derken onu şarta bağlamıştı, «eğer konuşabileceklere...» diye ilâve ederek, eğer bunlar cidden tanrılar iseler neden kendilerini koruyamadılar ve eğer ak-lediyorlarsa, kim tarafından kırılıp parçalandıklarını neden söyleyemiyor­lar? şeklinde birtakım sorular doğurmayı amaçlamıştı. Nikâhlı eşi için de «kızkardeşimdir» demesi, dinde kardeşi olduğunu kasdetmesine yönelik bir anlatım şeklidir.

Bu yorumumuzun dayanağı ise, peygamberlere vacip olan beş sıfa­tın söz konusu .olmasıdır. O sıfatlardan biri de «sıdk»dır, yani her peygam­ber doğrudur, doğruyu söyler, asla yalana tevessül ve tenezzül etmez.

«İbrahim Peygamber (A.S.) ateşe atılırken, Allah bize yeter ve O ne güzel vekildir, demişti.» [61]

«İbrahim (A.S.) ateşe atıldığında ise, şöyle demiştir: Allahım! Sen gökte birsin; ben de yeryüzünde yalnız sana ibâdet eden kulunum.» [62]

«İbrahim Peygamberi (A.S.) ateşe atılmak üzere bağladıkları zaman şöyle dediği rivayet edilmektedir: Allahım, senden başka ilâh yoktur. Se­ni tenzih ederim. Hamd sanadır. Mülk de senindir. Ortağın yoktur.» [63]

 

Musa'ya (A.S.) İndirilen Kitap Ve O Kitaba Furkan Denilmesi

 

«And olsun ki biz Musa ile Harun'a hak ile bâtılı ayıran, Allah'tan korkup fenalıklardan sa­kınanlar için bir ışık, bir öğüt olan kitap verdik.»

Putperestlerin ve kitap ehlinin, Kur'ân-ı Kerîm'in ilâhî bir kitap olma­dığını iddia etmeleri üzerine Cenâb-ı Hak ilgili âyetle, Tevrat'ın süzülüp indirildiği kaynaktan Kur'ân'ın da süzülüp indirildiğine dikkatleri oekmekte ve şu âyetle her türlü şüphe ve iddiaları reddetmektedir: «İşte bu (Kur1-ân), indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Şimdi siz mi bunu inkâr ediyorsu­nuz?!»

Böylece, her iki kutsal kitabın da hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, günahı sevaptan, iyiyi kötüden ayıran, insanları dünya ve âhiret konula­rında aydınlatan ve her yanlarıyla öğüt ve ibret yansıtan ilâhî belgeler ol­duğu açıklanıyor.

Ne var ki, Tevrat indiği gibi korunamamış ve peşpeşe gelen istilâlar­la ortadan kaybolmuş, sonraları bulunan bazı kısımları ve hafızalarda ka­lanları biraraya getirilerek bugünkü şeklini almıştır. İçinde ilâhî kelâm ve beyândan ziyade insan sözüne yer verilmiştir.

Arap Yarımadası'nda yaşayan putperestler Tevrat hakkında yumu­şak davrandıkları halde, Kur'ân-ı Kerîm'e fazlasıyla hücum ediyorlardı. Oysa her ikisi de aynı bahçenin ayrı ayrı gülleri olarak bulunuyordu.

Putperestlerin bu haksız hücumlarının birtakım psikolojik, sosyal ve ekonomik sebeplen söz konusu idi. Şöyle ki : Tevrat sadece İsrail oğul-ları'na indirilmiş bir kitaptı. Yahudiler misyonerlikten uzak, kendi anlayış­larına göre, miilî bir din ve hattâ millî bir ilâh düşünce ve inancı içinde dışa açılmayan bir millet idi. O bakımdan putperestlerin menfaatlerine dokunan bir yanı yoktu. Kur'ân-ı Kerîm, cihan kitabı olarak bütün mil­letleri yönlendirecek, insan hayatının her safhasıyla yakından ilgilenecek kudrette idi. Her türlü maddî ve manevî müeyyideleri beraberinde getiren bir muhtevada bulunuyordu. Arap Yanmadası'nda her türlü hayas.ızhğın önüne geçmeyi, ahlâksızlığa son vermeyi, bâtıl ilâhları kaldırmayı, zulüm ve talancılığın önüne aşılması mümkün olmayan bir sed koymayı, sağlam aiie yuvalarını kurmayı, kadınları çarşı, pazarda satılmaktan kurtarmayı, onları annelik vakar ve şerefiyle lâyık oldukları yere oturtmayı, her yan­da mutlak adaleti sağlamayı, yalnız Allah'a kul olmayı müesseseleştiren Allah'ın insanlara en son mesajıydı.

Bunca hakikatleri beraberinde taşıyan Kur'ân ve ondan önce indiri­len diğer ilâhî kitaplardan kimler öğüt alabilir, kimler onlarla doğru yolu görüp seçebilir? Kur'ân ilgili âyetlerle şu üç özelliğe sahip olanları gös­termektedir :

1—  Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar.

2—  Allah'tan utanıp gizli-aşikâr her.hal ve durumda kendini ilâhî ni­zama uydurmaya çalışanlar.

3—  Kıyametten ve o gündeki hesap ve cezadan korkup tetik üzere olanlar..

Kalpleri küfür isiyle kararıp kapananlar; gözleri kin ve azgınlıkla kö-relip hakikati göremiyenler; kulakları mal ve şehvet hırsıyla tıkanıp başka hiçbir şeyi duyamıyacak kadar sağırlaşanlar, elbette ki Kur'ân'ın ışığını göremez, onun bütünüyle ilâhî kudretten alıp yansıttığını anlayamaz ve peygamber sesini işitemezler. [64]

 

İbrahim  (A.S.)  Kıssasından  Mü'minlere  Mesajlar

 

<<And olsun ki- bundan ön­ce de İbrahim'e rüşdünü (uygun olanı, doğru yolu, doğru düşünmeyi) ver­miştik ve biz bunu bilenlerdik.»

Önce Cenâb-ı Hak, doğru yoldan sapıp azdıran ve hakka karşı tuğ­yan eden milletlerin, tarihin hiç bir dönem ve çağında sahneden eksik ol­madığını; gönderilen her peygambere daha çok taunların tepki gösterip karşı koyduğunu belirtiyor. Bu tür olayların kaynağının küfür ve cehalet olduğuna temasla inkâr ve tuğyanın günün şartlarına, sosyal gelişmele­rine göre kılıf değiştirdiğine işarette bulunuyor. Böylece Mekke'de çok çe­tin mücadeleler veren ve o yüzden birçok saldırılara mâruz kalan mü'-minler teselli edilmekte; yaşamakta olan imân ehlinin de bu gibi zorluk­larla, şarlatanlıklarla karşılaşabilecekleri dolaylı şekilde anlatılmaktadır. Ama her şeye rağmen, imân cephesi, Hz. Muhammed'in (A.S.) nurlu yo­lunda yürümesini bildiği takdirde, er-gec başarıya erişeceğinde şüphe yok­tur; tıpkı İbrahim Peygamber (A.S.)ın azgın kâfirlerin şerrinden kurtulup Tevhid İnancı'nı yayma imkânı bulduğu ve başarılı hizmetler verdiği gibi..

O bakımdan Cenâb-ı Hak, Musa Peygamber'e indirilen Tevrat'ın bir özelliğini hatırlattıktan sonra, Mekke'deki olayların seyriyle benzerlik arzeden İbrahim (A.S.) kıssasına geçti ve mü'minlere öğretici, eğitici ve düşündürücü birtakım mesajlar vermeyi murat etti. Şöyle ki:

1—  Peygamberlik Allah'ın yüksek bir lûtfudur ki onu dilediğine verir. Nitekim İbrahim'e (A.S,} bu şerefli görev pek genç yaşında tevdi edilmiş ve o da örnek alınacak hizmetlerde bulunmuştur.

O halde peygamberlik Hz. Muhammed (A.S.} ile son bulup mühürlen­diğine göre, Ondan sonra kime dinde anlayışlı ve bilgili olma basîreti ve­rilmişse, mutlaka o, hizmete ehil görülmüş ve peygamberlere vâris olma düzeyine getirilmiş demektir.

2—  Olgun insan, kâmil mü'min ve şerefli bir kişi olabilmek için herhalde Allah'a dosdoğru kul olmak gerekir. Peygambere (A.S.) uymak bu kulluğun statüsünü insana öğretir.

3—  Allah'a imân, şereflerin, nîmetlerin en  üstünüdür. Allah'ın  hoş­nutluğu her şeyin fevkindedir. Babası ve ailesi sapıtmış bulunan bir mü'-minin, onları günün şartlarını dikkate alarak ve mantıkî ölçülerle hareket ederek uyarması, doğru yola çağırması farzdır. İbrahim (A.S.)ın ilk adım­da babasını ve yakınlarını Allah'ı bilip ibâdet etmeğe çağırmasının anlamı budur.

4—  Kötü âdetlere; dede ve babalardan mîras kalan yanlış yola uy­mak, şüphesiz ki aklın ve sağduyunun ölçüsü ve gereği değildir. Ruhun muhtaç olduğu hakiki gıdayı ancak İlâhî buyruklar ve onlara uygun olan iyi, yararlı âdetler karşılar.

5—  İnsanları Allah yoluna davet ederken, çok oiddi olmak gerekir. Gerçekleri öğretirken, hakikat ışığını yansıtırken şakanın, ciddiyetsizliğin yeri yoktur. İbrahim Peygamber'in  (A.S.)  kâfirleri Hakk'a  kulluğa daveti hep ciddiyet içinde geçmiştir.

6—  İyice güç oluşturmadan küfrün karşısına şiddetle çıkmak, yarar yerine zarar getirir. İbrahim (A.S.)ın gerek Nemrud'a, gerekse kendi çev­resine ve yakınlarına karşı tutumu hep bu metodun yönlendirici zerafeti doğrultusunda cereyan etmiştir.

7—  Ateşin  İbrahim  Peygamber'i   (A.S.)  yakmaması,  peygamberliğini kanıtlar mahiyette bir mu'cizedir ve mu'cize ise,  peygamberlere  hastır. Diğer kâmil mürşitler ancak -Allah dilerse- keramet izhar edebilirler.

8—  Hak dine davet ederken keskin bir zekâya, kuvvetli bir mantığa, geniş dinî kültüre ve sonra da genel kültüre ihtiyaç vardır. Bu gibi yete­nekleri olmayanların irşat hizmetinde öncülük etmeleri başarıya pek gö­türmez. O bakımdan işi ehline vermek ve devamlı ehil kişileri yetiştirmek şarttır. İbrahim Peygamber'in Lût Peygamberi belli  bir bölgeye gönder­mesi bunun güzel örneklerinden biridir.

9—  İrşat ve tebliğ görevini sürdürürken karşımıza çıkan bir düşün­ceyi, bir ideolojiyi, bir tezi duygumuzla değil, aklımızla inceleyip sonuca varmaya   çalışmamız   en   uygun   metottur.   İbrahim   Peygamber'in   gerek Nemrud'a, gerekse diğer kâfirlere karşı aklî delilleri sıralaması ve çoğu zaman aklın  rehberliğini seçmesi  bundandır.

10—  Hak, kemiyet bakımından zayıf da olsa, keyfiyet bakımından mut­laka kuvvetlidir ve üstündür. O bakımdan olayları sabırla karşılayıp akıl ve mantık ölçülerine göre incelediğimiz ve sonucu imânın ışığı altında

değerlendirdiğimiz ölçüde başarılı olabiliriz. İbrahim Peygamber'in haya­tı boyunca bu ölçünün dışına çıkmadığını anlıyoruz.

11— Yahudilerin dikkati İbrahim'e, İshak'a ve Yakub'a çekilerek Kur'ân'ın bu peygamberleri lâyık oldukları şekilde tanıttığı, o bakımdan Ya­hudilerin de son peygamber Hz. Muhammed'i (A.S.) akıl ve insaf ile in­celemeleri ve Tevrat'ta haber mahiyetinde geçen belgelerle karşılaştırma­ları hatırlatılıyor.

12— İbrahim (A.S.) ile Lût (A.S.)ın âlemler için mübarek kılınan ül­keye giderek kurtuldukları anlaşılıyor. Burada mübarek kılınan ülkenin Şam; Filistin, Mekke ve Medine olması kuvvetle muhtemeldir. Klasik tef­sirlerde bu yerin Harran veya Şam olduğundan söz edilir. Nitekim İbra­him Peygamber'in önceleri Harran ve Musul dolaylarında bulunduğu, son­ra Şam ve Hicaz yörelerine hicret ettiği ve Lût Peygamber'in de İbrahim Peygamberle birlikte Harran ve Musul kesiminden ayrıldığı, önce Şam'a uğradığı, sonra da Lût gölünün bulunduğu Sodom şehrini irşada memur edildiği bilinmektedir. [65]

 

Namaz Ve Zekât

 

(Onlara hayırlı işleri işlemeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Zaten onlar bize ibâdet eden kullardı.»

İbrahim, İshak ve Yakub (salât-ü selâm hepsine olsun) peygamber­lerin iyi-yararlı kişiler oldukları; topluma ve milletlere önder olma vasıf ve yeteneğinde yaratıldıkları; ilâhî emirlere uyarak insanları doğru yola çağırdıkları belirtildikten sonra, daha çok şu dört önemli hususun kendi­lerine vahiy ile emredildiği açıklanıyor:

1—  Hayırlı işlerde bulunmak,

2—  Namaz kılmak,

3—  Zekât vermek,

4—  Allah'a ibâdete devam etmek..

İşte her peygambere mutlaka bu dört emir verilmiştir, İbrahim, İshak ve Yakub (salât-ü selâm hepsine olsun) bu konuda misal veriliyor. Çünkü hayırsız, namazsız, zekâtsız ve ibâdetsiz hak din yoktur ve olamaz da. Bu vecîbeler dindarlığın temelini, özünü ve mayasını oluşturur,

Kur'ân-ı Kerîm bu açıklama ile namaz kılmayan, zekât vermeyen Yahudi ve Hıristiyanların dikkatini çekiyor; dinin özünden ve mayasından koptuklarını hatırlatarak, Hakk'ın dâvetine gönül kulağını vermelerini is­tiyor.

Aynı zamanda insanlara lider ve önder ojacak kişilerde bu ve benzeri sıfatların ve özelliklerin bulunmasının lüzumuna işaretle, mü'minlere sağ­lam bir ölçü ve kıstas veriliyor. Sonra da daha önce gönderilen her pey­gamberin, insan olduğuna, insanlar arasından seçilip görevlendirildiğine işaretle, putperestlerin yersiz birtakım iddiaları reddediliyor; Hz. Muham-med'in de (A.S.) şerefli bir aileden gelme bir insan olmasından daha tabii ne olabilir, hususu işlenerek ilâhî sünnetin bu yöndeki tecellisi bildiriliyor.

Kur'ân-ı Kerîm'de tam beş yerde az farklı safhaiarıyla, değişik öğüt ve ibretli yanlarıyla İbrahim (A.S.) kıssası anlatılmakta ve her beş yerde de bu kadri yüce peygamber hakkında idrâklerimizi uyanık tutmamız is­tenmektedir. Çünkü semavî dinler bu büyük peygamberin «hanîf» odağın­da birleşip «Tevhîd İnancı»na lâyıkıyla sarılabiiirler. [66]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda gecen âyetlerle, Mekke'de çetin mücadele verip küfrün sal­dırısına uğrayan mü'minler teselli edildi. Bunun için Musa Peygamber'e (A.S.) indirilen Tevrat'ın ışık ve sağlam bir kıstas olduğuna dikkatler çe­kilerek, Yahudilerin bu kitapla amel etmediklerine, son peygamberle ilgi­li belgeleri değiştirdiklerine işaret edildi. Arkasından İbrahim (A.S.)in kıs­sasına geniş yer verilerek hem müşriklerin iddiaları reddedildi, hem de mü'minlere on iki kadar mesaj verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, tarihte küfrün saldırısına uğrayan iki peygamber daha misal veriliyor. Dayanma gücünü ortaya koyan o peygamberlerin çok geçmeden Allah'ın yardımına mazhar oldukları belirtilerek, Hz. Mu-hammed'in (A.S.) yakında küfür diyarından kurtulacağına işaret ediliyor; aynı zamanda mü'minlere moral verilip teselli ilhamında bulunuluyor. [67]

 

Meali:

 

74—  Lût'a da hüküm-hikmet ve ilim verdik ve onu çok iğrenç işler­de bulunan kasabadan kurtardık. Şüphesiz ki onlar, kötü; doğru yoldan çıkmış ahlâksız bir kavim idi.

75—  Lût'u rahmetimize aldık; çünkü o, iyi-yararlı kişilerden idi.

76—  Nuh'u da hatırla, hani o duâ etmişti de duasını kabul edip onu da, ev halkını da büyük bir felâket ve sıkıntıdan kurtarmıştık.

77—  Ve âyetlerimizi yalanlayan kavme karşı ona yardım edip inti­kam aldık. Şüphesiz ki onlar kötü bir kavim idi; biz de hepsini olduğu gibi (tufanda) boğduk.

 

Mü'minleri Teselli

 

Kur'ân-ı Kerîm burada iki peygamber'in, kâfirleri doğru yola çağırır­ken karşılaştıkları zorlukların bir özetini vererek, hakkın nasıl zafer bul­duğuna işarette bulunuyor vş böylece Mekke'de müşriklerin ölçü ve in­saf tanımaz saldırılarına hedef olan, o yüzden hayli sıkıntı ve üzüntü çe­ken mü'minlere, kurtuluşun yakın olduğunu ilham ediyor. Zira sünnetuliah gereği, hangi millet hakka karşı baş kaldırıp zulüm ve tuğyana baş­larsa, mutlaka Allah onlara «Müntakim» ismiyle gereken dersi ve­rir ve çok geçmeden köklerini kesip gereken cezayı indirir. Mekkeli müşriklerin de başlarını eğecek, gururlarını kıracak bir cezayla yüzyüze gelmelerinin kaçınılmaz olduğuna işaretle, inkarcılar uyarılıyor. [68]

 

Milletlerin Yıkılış Nedenleri

 

Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed'e (A.S.) zaferin yakın olduğu müjde­sini verirken, putperest Arapların da başaşağı gelecekleri günlerin sayılı olduğuna işarette bulunuyor ve gelip geçen milletlerin yıkılış sebepleri­nin bir özetini veriyor:

a)  Lût kavmi hem Allah'a ve âhirete inanmazlar, hem de birçok fe­nalıkları açıktan işlerlerdi. Daha kötüsü cinsel sapıklığın en çirkini ve en kötüsü   olan   homoseksüellik  onların   değişmeyen   sanatıydı.   Kendilerine doğru yolu gösteren  Lût Peygamber'e  (A.S.)  karşı geldiler ve onu  çok incitip  üzdüler.  Gelen  misafirlere saldıracak  kadar ahlâksızlıklarını   ileri götürdüler. Böylece küfür ve ahlâksızlıkta, zulüm ve tuğyanda işin son kertesine gelip dayandıkları zaman  ilâhî sünnet hükmünü yürüttü. Akıp gelen lâvlar altında belirsiz hale getirildiler.   '

Oysa sözü edilen o azgın kavmi doğru yola irşat etmek için Lut Pey­gamber'e (A.S.) bir çok meziyetleriyle birlikte bir de «hüküm» ve «ilim» ve-rilmjşti. O bu iki sıfatıyla hakkı batıldan ayırt edecek, doğru yolu en an­laşılır şekilde gösterecek, bâtılı tanımlayacak, geçmişten misal getirerek aydınlatıcı ve yönlendirici bilgiler verecek bir kudrette idi. Ne çare ki, kavmi cinsel sapıklığın sarhoşluğu içinde ne yaptıklarını, nereye gittik­lerini, peygamberin neler getirdiğini anlayacak ve idrâk edecek bir kalbe ve kafaya sahip değillerdi. Oünkü küfür, şehvet ve cehalet onların kalp ve kafalarını iyice islendirip işlemez hale getirmişti.

Böylece bir milletin yıkılış sebeplerinden ücü üzerinde durularak Lut kavmi misal veriliyor.

Ayrıca Kur'ân A'raf, Hud ve Hicr sûrelerinde gecen bu kıssanın çok önemli ve değişik safhalarının bir özetini burada vermek suretiyle konuya karşı idrâklerimizi tekrar uyanık tutmamızı ilham ediyor. [69]

b)   Nuh Peygamber (A.S.) asırlarca putperest cahillerle; kaba, hırçın, söz dinlemez, öğüt almaz bir milletle mücadele etti. Onları çok sistemli

şekilde Hakk'a davet ederek gerçekleri anlatmaya çalıştı. Fakat her de­fasında onların ancak azgınlık ve inkârları arttı. Bütün teşebbüsler, me­totlar ve uyanlar sonuçsuz kaldı. Nuh (A.S.) böylesine nankör ve azgın, aynı zamanda hakka karşı alaycı bir milleti, Allah'ın değişmeyen sünne­tine terketti. O yüzden ilâhî intikam tecelli etti. Başgösteren tufan eanlı adına ne varsa silip süpürüp temizledi.

Anlaşıldığı üzere ilâhî sünnet her azgın ve inkarcı millete değişik öl­çüde tecelli etmektedir. Lût (A.S.)ın kavmi lavlar altında can vermiştir. Nuh (A.S.)ın kavmi ise tufanda boğulup yok olmuştur. Mekkeli'ler ve o paralelde olan putperestler hakkında ise, önce elebaşılarından önemii bir kısmının Bedir savaşında can vermesi; sonra da imân ve irfan ordusunun Mekke'yi fethedip mağrur müşriklere başeğdirmesiyle tecelli etmiştir. Çünkü Mekke kutsal bir beldedir. Cenab-ı Hak o yüzden müşrikleri kah­redici, öldürücü bir. afetle yeryüzünden silmemiş, ama düne kadar alaya aldıkları fakir ve kölelerin önünde onları dize getirip istemedikleri bir so­nuçla karşılaşmalarını gerçekleştirmiştir.

Günümüzde maddeyi temel esas sayıp soysuzlaşanlar; insanları ilâh-laştırıp aşağılaşan toplum ve milletler hakkında ise, sünnetullah daha de­ğişik görüntü ve biçimde tecelli ediyor ve etmeye devam edecektir.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm, A'raf, Yunus, Hud ve İsra sûrelerinde önemli ve ibretli safhalarıyla açıkladığı Nuh (A.S.) kıssasının burada bir özetini vererek, hem Mekkeli'leri, hem de yaşamakta olan inkarcı sapıkları uyar­maktadır. [70]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Küfür ve cehaletin amansız saldırısına uğrayan iki peygamberin mü­cadelesinin ve sonra da kavimlerinin yok edilmesinin özeti verilerek Mek­keli'ler ve yaşamakta olan inkarcı toplum ve milletler uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, İsrail oğulları'na altın devri yaşatan Davud (A.S.) ile Süleyman (A.S.) konu ediliyor. Hem peygamber, hem de hükümdar ol­ma düzeyinde bulunan bu iki peygamberin insanlar arasında geniş tasar­ruflara sahip olduklarına dikkatler çekiliyor ve böylece İslâm'a hasım olan Yahudiler insafa davet edilerek, Kur'ân'ın onların peygamberlerinin kad­rini nasıl yücelttiğine atıflar ve işaretler yapılıyor. [71]

 

Meali:                                                     

 

78—  Dâvud ve Süleyman'ı da an, hani bir vakit bîr kavmin koyunla­rının yayıldığı ekin tarlası hakkında hüküm veriyorlardı ve biz de onların hükmüne şahitler idik.

79—  Biz  onun  (çözümünü  gerektiren  hükmü)  Süleyman'a  anlattık. Her ikisine de ayrı bir hüküm, ayrı bir bilgi verdik. Dövud'Ia beraber tes-bîh etsinler diye dağlara ve kuşlara başeğdirdik; (evet) biz idik (bunları düzenleyip) yapanlar.

80—  Sizin için, sizi kendinizin (savaş) şiddetinden koruması için Da­vud'a giyilecek şekilde (zırh imâl etme) sanatını öğrettik; artık siz (bun­ca nimetlere) şükredenler misiniz?

81—  Süleyman'a  şiddetle  esen  rüzgarı   başeğdirdik;  onun  emriyle, mübarek kıldığımız yere akıp eserdi ve biz her şeyi bilenleriz.

82—  Şeytanlardan da onun için dalgıçlık edenleri ve daha başka iş­ler görenleri başeğdirdik; onun buyruğuna verdik ve onları koruyup disip­lin altında tutan biz idik.

 

İlgili Hadîsler

 

«Hâkim hükmedeceği zaman, İçtihatta bulunup isabetli hüküm verir­se, onun için iki ecir (karşılık sevap) vardır. Yine hükmedeceği zaman iç­tihatta bulunur da hatalı hüküm verirse, onun için bir ecir vardır.» [72]

«Hâkimler üçe ayrılır: Biri Cennet'te, ikisi Cehennem'dedir. Hakkı bi­lip onunla hükmeden kişi Cennet'tedir. Bilgisizlik üzere halk arasında hük­meden Cehennem'dedir. Hakkı bilip onun hilâfına hükmeden kişi de Ce­hennem'dedir.» [73]

«İki kadın kendi çocukları yanlarında iken kurt gelip o iki çocuktan birini parçalayıp yiyor. Geriye sağ kalan çocuğa ise her iki kadın birden sahip çıkıyor. Aralarında anlaşma ve uzlaşma imkânı kalmayınca Davud Peygamber'e (A.S.) başvuruyorlar. O da çocuğu, yaşça büyük olan kadı­na veriyor. (Diğer kadın çok üzülüyor) ve dışarı çıkıyorlar, derken Süley­man Peygamberle karşılaşıyorlar. Kadının çok üzgün olduğunu görünce, onlara ; «Bana çabuk bir bıçak getirin, bu çocuğu ikiye bölüp herbirinize bir parçasını vereceğim» diyor. Yaşça küçük olan kadın feryat edip, «Aman çocuğu kesme, varsın o kadının çocuğu olsun» diyor. Bunun üzerine Da­vud Peygamber çocuğu yaşça büyük olan kadından alıp asıl anası olan bu kadına veriyor.» [74]

 

İçtihat Ve Hüküm

 

Geceleyin başında çoban bulunmaksızın birine ait koyun sürüsü, di­ğer bir adamın ekinine veya üzüm mevsiminde üzüm bağına yayılıp tamamini yiyip bitiriyor. Dava konusu Davud Peygambere arzediliyor. O da ko­yunların ekin sahibine -zarar ziyan karşılığı olarak- verilmesine hükme­diyor. Oğlu Süleyman (A.S.) ise, kendisine yapılan ilhamla içtihatta bulu­narak babasının vermiş olduğu hükmün hatalı olduğunu anlıyor ve tarla­nın koyun sahibine, koyunların da tarla sahibine verilmesinin; tarla eski durumuna getirilinceye kadar tarla sahibinin koyunların ürünlerinden ya­rarlanmasının, sonra da koyunların asıl sahibine, tarlanın veya bağın da yine asıl sahibine iade edilmesinin daha uygun ve âdil olacağını açıklıyor.

Bu fetva veya içtihat, Davud Peygamber'in (A.S.) çok hoşuna gidi­yor ve ona göre hükmünü değiştiriyor. [75]

İlgili 78. âyetle bu konuya dikkatler çekiliyor ve verilen bir hükmün isabetsiz olduğu anlaşıldığı takdirde ondan vazgeçip doğru olanını hük­metmenin lüzumu belirtiliyor ve bu sebeple hâkim, kadı ve benzeri kimse­lerin hükümlerinde yanılabileceklerine işaret ediliyor. Böylece içtihadın önemi üzerinde durularak bu kapının her zaman açık bulunduğuna dolay­lı atıf yapılıyor. [76]

 

Her Peygambere Temel Bilgiler Dışınd.A Bir De Ayrı İlim Verilmiştir

 

Allah'ın ilmi öncesizdir ve sonsuzdur. Varlık âleminde yer alan eşya ve sistemlerin sayısını ve sınırını ancak Allah bilir. Kâinatta câri olan ilâ­hî kanunları, esrar ve hikmetleri de sayı kapsamına sığdırmamız bir ba­kıma mümkün değildir. Kâinattan bir parça olan insan, aslında bu muh­teşem düzenin özeti ve küçültülmüş modelidir. Birçok eşya onun için ya­ratılıp var kılınmıştır. Böyle olmasına rağmen onun eşya hakkındaki bil­gisi pek azdır. Ledünnî ilme sahip olan peygamberlerin de bilgileri sınırlı ve farklıdır. O bakımdan her peygambere -temel bilgiler dışında- bir de ayrı bir ilim ve başka başka hikmetler verilmiştir. Hızır (A.S.)ın bildiği bazı şeyleri, birtakım sır ve hikmetleri Musa Peygamber; Onun bildiği sır ve hikmetlerin çoğunu da Hızır (A.S.) bilmiyordu. Davud Peygamber'e (A.S.) verilen bazı üstün yetenekler Süleyman Peygamber'e (A.S.); Ona verilen bazı özelliklerde Davud Peygamber'e (A.S.) verilmemiştir. Diğer ilim adam­ları arasındaki durum da buna yakındır; her ilim adamının uzmanlık ko­nusu vardır, o, o konuyu daha iyi bilir.

Açıklama : Bu tarz bir yargı, Davud ve Süleyman Peygamberlerin şeriatleri-ne göredir. İslâmiyet çok daha farklı hükümler getirmiştir. [77]

 

Peygamberlerin  İçtihatta Bulunması Caiz Midir?

 

Peygamberlerin içtihatta bulunabilmelerinin cevazı hakkında farklı görüşler ve yorumlar ortaya çıkmıştır. Araştırıcı ilim adamları, bunun caiz olduğunu, aklî yönden yadırganacak bir husus bulunmadığını belirtmiş­lerdir. Çünkü onlara göre de içtihat, şer'î delillerden biridir ve buna her devirde ihtiyaç vardır.

Ancak nass-ı ilâhî inmediği ve ihtiyaç da duyulduğu bir zamanda pey­gamberlerin içtihatta bulunması caizdir. Onlarla diğer müctehitler arasın­daki fark şudur: Peygamberler içtihatlarında fazla hata yapmazlar. Diğer içtihat seviyesinde olan ilim adamları ise, bazı konularda hatâ yapabilir­ler.

Bazı ilim adamlarına göre ise, peygamberler içtihatlarında hiç hatâ yapmazlar. Davud Peygamber'in koyunlar hakkındaki içtihadı hatâ değil, daha uygun olanına isabet etmemektir. Nitekim bir adam Resûlüllah (A,S.) Efendimize: «Ne dersin ya Resûlellah! Sevabını Allah'tan bekleyerek O'nun yolunda öldürülürsem, artık benimle cennet arasında bir engel kalır mı?» diye sorduğunda. Efendimiz (A.S.) ona : «Hayır bir engel kalmaz» diye ce­vap verdi. Az sonra onu çağırarak şunu ilâve etti: «Ancak (kullara olan) borçların müstesna.. Cebrail (A.S.) bana bunu böyle haber verdi.» [78] diye eevap verdi.

Ayrıca bir kadın Peygamber (A.S.) Efendimizden iddet (şer'î bekleme süresinjden sordu: Peygamber (A.S.) ona: «Dilediğin kadar iddet yap» buyurdu. Az sonra ona: «Kitap eceline erişinoeye, yani gerekli şer'î bek­leme süresi sona erinceye kadar, otur» diyerek ayrı bir hüküm bildirdi. [79]Bu sürenin üç temizlenme veya üç ayhali görme ile sınırlandığı yine Kur'-ân'da belirtilmektedir.

Bu olay da gösteriyor ki, Peygamberler (salât-ü selâm hepsine olsun) içtihatta bulunmuşlardır ve bazan daha uygun olana isabet edememişler de Melek Cebrail, daha uygun olanı bildirmiştir.

Peygamberler dışında diğer müctehitlere gelince: Hem hatâ, hem de sevap kaydedebilirler. Nitekim İbn Kasım, İmam Mâlik'ten ashabın farklı görüşlerinden sorduğunda, ona şu cevabı vermiştir: «Hatâ da olabilir, se­vap da olabilir. Onların bütün söz ve görüşleri hak değildir.» [80]

Ayrıca ilgili âyet, bir müctehidin kendi içtihadından vazgeçip diğer müetehidin içtihadını benimsemesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. [81]

 

Dağların Ve Kuşların Teşbihi

 

«Davud'la beraber tesbîh etsinler diye dağlara ve kuşlara baş eğdirdik. (Evet) biz idik (bunları düzenfeyip) yapanlar.»

Varlık âleminde Cenab-ı Hakk'ı tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Can-lı-cansız ne varsa, kimi kalbi ve diliyle, kimi durumu ve özelliğiyle -yaratıl­dığı sünnete bağlı kalarak- teşbihlerini sürdürmektedirler. Ne var ki ço­ğumuz onların teşbihini anlayamıyoruz. Gökteki mevcut' sistemlerin ha­reketinden atom çekirdeğinin etrafındaki elektronların hareketlerine ka­dar büyük-küçük her şey kurulu düzende hılkatına bağlı kalarak tam ahenk içinde hareketini devam ettirmekte ve böylece Cenâb-ı Hakk'ın kanunla­rına başeğerek O'nu tesbîh ve tenzih etmekteler.

Peygamberlerin ruhî yapıları kutsî âlemden devamlı güç ve ilham al­dıkları, sık sık ilâhî vahya mazhar oldukları için çok daha duyarlı ve ilâhî sırları daha fazla farkedecek bir düzeydedirler. Bütün peygamberlerde bu hal çok belirgindir. Bu tür yetenekler daha çok onlara verilmiştir. Ancak her birinin ruhunun kendine has özel bir belirginliği söz konusudur ki, o her dem faaliyet halindedir. Davud Peygamber'in de dağların ve kuşların teşbihlerini anlaması ve onların bu kadri yüce peygamberle birlikte Al­lah'ı tesbîhe dalması, onun özelliklerinden biri ve en belirgin olanıdır.

Yoksa bazı klasik tefsirlerin anladığı ve anlattığı gibi, dağlar ve kuş­ların insanlara has şekilde tesbîhte bulunup seslerini, yine insanların an­layabileceği bir dille yerine getirdikleri söz konusu değildir. Gerçi böyle bir olayın meydana gelmesi bir mu'cize sayılabilir ve bir peygamber için mümkündür. Ama devam etmesi ve insanların da buna şahit olması, sün-netullaha uymamaktadır. Zira o takdirde aklın ve irâdenin değeri kalmaz. Olağanüstü olbya her gün şahit olanlar ister istemez inanırlardı.

Ancak sesi çok güzel olan Davud Peygamber kendine has nağme ile Zebur'u okurken dağların yankı yapmasının, kuşların o sırada toplanıp öt­mesinin mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Bu bir ilâhî teshîrdir ki, peygam­berlerden yana tecelli etmesi her zaman mümkündür. Özellikle bu, Davud Peygamber hakkında çok daha belirgindir.

Âyetteki «teshîr»den maksat, dağların ve kuşların bağlı bulundukları ilâhî hilkat kanununa şaşmadan uymaları ve Davud Peygamber'in (A.S.) onlara has bu kanunu anlaması ve dağların yankısından, kuşların ötmesin­den birtakım tesbîh anlamında neticeler çıkarmasıdır.

Bunların hepsini Cenab-ı Hak ezelde hazırladığı plâna göre yürüt­mektedir. O'nün kurduğu nizamda bir anormalliğe rastlamak mümkün de­ğildir. Bazı şeyleri çarpık görüp ilâhî nizamı tenkit eder mahiyette ortaya çıkanlar varsa, çarpıklık onların görüş ve anlayışındadır.

Diğer bir husus da şöyledir; Âyetin açık anlatımından, dağların ve kuşların Davud Peygamber'e musahhar kılınmadıği; ancak Davud Pey­gamberle birlikte tesbîhe musahhar kılındıkları anlaşılmaktadır. Zira eşya insana musahhar kılınmamış, insana hizmet vermek üzere başeğdirilmiş-tir, yani ona göre yaratılıp belli kanunlara bağlanmıştır.

Davud Peygamberle ilgili bu olay Kur'ân'ın üç yerinde değişik ifade­lerle ve farklı belgelerle belirtilmektedir, Bunları biraraya getirip müşte­rek noktalar tesbit etmemiz ve hepsini birleştirip bütünleştirerek olayı da­ha iyi anlamaya çalışmamız daha uygun olur.

Enbiyâ Sûresinde :

Dâvud Peygamber'in (A.S.) dört kadar özelliğinden söz edilmekte ve böylece onda belirgin olan sıfatlara dikkatler çekilmektedir:

1—  Davalıyla davacı arasında, kendi  içtihadına dayanarak hükmet­mesi ve yapılan ilhamla oğlu Süleyman'ın daha uygun ve isabetli bir hü­küm ortaya koyması,

2—  Hem Davud'a, hem de Süleyman'a (salât-ü selâm ikisine de ol­sun) ayrı ayrı hüküm verme yeteneklerinin ve farklı bilgilerin verilmesi,

3—  Davud  Peygamberle  birlikte tesbîhte bulunmaları  için  dağların ve kuşların musahhar kılınması,

4—  Savaşın şiddetinden ve tehlikesinden korunmak için Davud Pey­gamber'in demir madeninden zırh yapması ve bu gibi sanatlarda uzman sayılması,.

Sâd Sûresinde :

Bu sûrede ise, Davud Peygamber'in (A.S.) yedi kadar özelliği anlatıl­makta ve bir bakıma Enbiya süresindeki özellikleri biraz daha açıklanmak­tadır. Şöyle ki :

1—  Davud Peygamber'in güçlü ve kudretli bir peygamber, aynı za­manda hükümdar olması,

2—  Hemen her hususta Allah'a yönelip gönül vermesi,

3—  Sabah akşam Onunla birlikte tesbîh etsinler diye dağların mu­sahhar kılınması.

4—  Kuşların toplu halde Davud (A.S.)a uyup sabah-akşam tesbîh için musahhar kılınması ve hepsinin de ona yönelip uyum içinde bulunması,

5—  Mülkünün sağlam temellere oturtulması,

6—  Kendisine hikmet verilmesi,

7—  Hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırt etme yeteneğiyle kuvvet­lendirilmesi..

Görüldüğü gibi, Sâd süresindeki altıncı ve yedinci özellikler, Enbiyâ süresindeki ikinci sırada yer alan özelliği açıklamaktadır.

Enbiyâ sûresinde sadece dağların ve kuşların Onunla beraber tesbîh ettikleri belirtilirken, Sâd sûresinde bu teşbihlerin sabah ve akşam vakit­lerinde yapıldığı açıklanır.

Yine Enbiya sûresinde, kuşların onunla beraber tesbîh etmeleri için musahhar kılındıkları belirtilirken, Sâd sûresinde kuşların toplu halde onun nağmelerine uyum sağladığı anlatılır.

Ve Sâd sûresinde yer alan beşinci ve altıncı maddelerdeki özellikle. Enbiyâ süresindeki birinci maddeye açıklık getirilir. Fazla olarak da Sâd sûresinde anılmadığı halde Enbiyâ sûresinde Davud Peygamber'e (A.S.) zırh yapma sanatının öğretildiği konu edilir.

Sebe' sûresinde ise, Davud Peygamber'in bu özellikleri üç madde ha­linde belirtilerek az farkla konu aydınlatılır ve nasıl bir zırh yaptığının kıs­men ayrıntıları anlatılırken bilhassa şu noktaya işarette bulunulur: Mek­ke'de İslâm aleyhine koparılan fırtına, sergilenen saldırı, sahnelenen işken­ce ve çeşitli sataşmalar sürüp giderken, Cenâb-ı Hak, güçlü ve kudretli bir peygamber, aynı zamanda hükümdar olan Davud Peygamber'i misal veri­yor. Bununla İslâm'ın yakında çok daha güçlü ve kudretli olan son peygam­ber Hz. Muhammed'in (A.S.) liderliğinde büyük bir devlet oluşturacağını müjdeliyor. Sonra da Davud'un (A.S.) bazı özellikleri şöyle sıralanıyor:

a)  Davud Peygamber'in özelliklerinden biri de, Allah'a çokça yönelip gönül vermesi idi. Bu tevekkül, teslimiyet ve rıza Hz. Muhammed (A.S.)da doruğuna eriştirilmişti. O bakımdan zafer mutlaka Onun olacaktı.

Böylece Sebe' sûresinin (b) maddesindeki ifade, Sâd sûresinin bir ve ikinci maddesindeki hususları az değişik bir anlatımla kuvvetlendirmek­te ve bir yönüyle de değişik bir özellik arzetmektedir.

b)   Dağların  da  Davud'la   (Â.S.)   beraber sabah-akşam  tesbîh  ettiği şöyle belirtiliyor: «Ey dağlar ve kuşlar! onunla beraber teşbihte bulunup sesinizi çıkarın.»

Bu anlatım, dağların ve kuşların ses çıkartarak tesbîhe katıldıklarını gösteriyor ki bu, az yukarıda değindiğimiz gibi, dağların yankı yapması ve kuşların da toplanıp kendilerine has bir nağme tutturması anlamına ge­lir. Zira kuşların belirtilen durumu tamamiyle meleklerin ilhamına, sevk ve idaresine dayanmaktadır. Çünkü canlıları, hilkat kanunlarına göre hiz­mete sevkeden, görevli meleklerdir.

ç) Demir'in Davud Peygamber'e yumuşatıldığı konu ediliyor. Bu, ilâ­hî sünneti bilmeyen bazı kimselerin sandığı gibi, demir onun elinde ha­mur gibi yumuşatılmış değildir. Bütünüyle, belli ısı derecesinde demiri erit­tiğine işarettir. Nitekim o çağda ön asyada demir madeninden çeşitli harp aletlerinin ve silahlarının yapıldığı bilinmektedir. Bilhassa demirin bir sa­nayi ürünü olarak işletilmesinin, Hitit'lerden hemen sonra Önasya'da yay­gınlaştığını tarihçilerimiz kaydetmektedir.

Ayrıaa Davud Peygamber'in yaptığı ve yaptırdığı zırhların belli bir öl­çü ve hesaba göre imal edildiği ve sanat değeri taşıdığı da 11. âyetten an­laşılmaktadır.

Sonuç oiarak, üç ayrı yerde Davud Peygamber'in kıssası anlatılırken, biri diğerini açıklamakta ve az değişik bilgiler verilmektedir.

En önemli noktalarından biri de, M.Ö. XI. yüzyılda hangi madenden daha çok yararlanıldığı ve savaş için ne gibi korunma aletlerinin imal edil­diğidir.

Böyleee Kur'ân'daki bu tekrar da farklı bilgiler getirmekte, konunun önemli olduğu belirtilerek idrâkleri uyanık tutmakta ve Davud Peygamber'­in dağ eteklerinde ormanlar içinde o tatlı, .çekici muhrik sesiyle Zebur okuduğu, Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh edip ilâhî söylediği; böyle bir ortam için­de dağların o güzel nağmeye yankı ile karşılık verdiği, kuşların toplanıp aynı nağmelerin havasına katılarak uyum sağladığı, değişik bir bilgi ola­rak verilirken o asırda demir madeninin işletildiğine de parmak basılmak­ta ve araştırıcılara ipucu verilmektedir. [82]

 

Zırh  Yapma Sanatı

 

«Sizin için, sizi kendinizin (savaş) şiddetinden korumak için Davud'a, giyilecek şe­kilde (zırh imal etme) sanatını öğrettik. Artık siz (bunca, nimetlere) şük-redenler misiniz?»

Zırh : Çeşitli maddelerden ve farklı biçimlerde imal edilip kullanılan koruyucu anlamda savaş araçlarından biridir. Tarihi çok gerilere uzanır. Yapılan ciddi araştırmalara göre: Demir, az önce belirttiğimiz gibi Ön As­ya ülkelerinde M.Ö. 1100 yıllarından sonra yayılmış ve her türlü alet ve silahın yapımında kullanılmıştır. Davud Peygamber de M.Ö. 1015-975 yılla­rında hüküm sürdüğüne göre bu madenden yeteri kadar yararlandığı anla­şılıyor, Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bununla ilgili olarak şöyle bu­yurmuştur: «Sizden hiçbiriniz elinin emeğinden daha hayırlısını yememiş-t... Şüphesiz ki Allah'ın peygamberi Davud (A.S.) elinin emeğinden yeyip geçinirdi.» [83]

«Ona demiri yumuşattık» buyurulması, yukarıda da belirttiğimiz gibi, demirin onun elinde mum haline getirilmesi demek değildir. Ocakta erit­me becerisinin kendisine verildiğine işarettir. Nitekim o çağa ait kalıntılar üzerinde yapılan arkeolojik araştırmalar neticesi birçok bölgelerde demir ocaklarına  rastlandığı bilinmektedir.

Şüphesiz Davud Peygamber'in (A.S.) savaştaki başarıları, idarecilik­teki muvaffakiyeti, oluşturduğu sistemdeki üstün becerisi, elindeki sanatı ve Cenâb-ı Hakk'a kulluk ve ibâdetteki teslimiyet ve devamlılığı İsrail oğul­ları için şükredilecek güzel nimetlerdendir. Zira onların güçlü bir devlet kurmasını ancak Davud Peygamber (A.S.) gerçekleştirmiştir. [84]

 

Süleyman Peygamber Ve Emrine Verilen Rüzgâr

 

Süleyman Peygamber, Davud Peygamber'in oğludur. Babasından he­men sonra İsrail oğulları'nın başına geçmiş ve onlara uzun süre altın dev­ri yaşatmıştır. Oda babası gibi, hem peygamber, hem de hükümdardı. M.Ö. 970'e doğru hükmettiği söylenir.

Tevrat'ta ona özel bir bölüm ayrılmış ve «Süleyman Meseleleri» baş-. lığı altında toplanmıştır. Yaklaşık 30 sahifelik bu bölüm onun meseleleri­ni konu etmektedir. Ayrıca «Birinci Krallar» kitabında hem Dâvud Pey­gamber'e, hem de oğlu Süleyman Peygamber'e geniş yer verilmiş ve özel­likle Süleyman Peygamber'le ilgili birçok olaylar nakledilmiş ve aynı za­manda bir peygambere yakışmayacak birtakım davranışlardan söz edil­miştir ki, onları buraya nakletmeğe gerek görmedik.

Kur'ân-ı Kerîm'de ise dört ayrı yerde bu peygamberden söz edilmek­te ve onun hayatı, başarıları, hizmetleri hakkında qok kısa, fakat özlü ve yeterli bilgiler verilmektedir. Buna paralel olarak da Kur'ân bir peygambe­re yakışan ne ise, Süleyman Peygamber'i de (A.S.) o çerçeve içinde de-

ğerlendirmekte ve her türlü şüpheleri, yakışıksız rivayetleri ve Tevrat'ta meydana gelen fahiş hataları giderip en doğru bilgiyi akıl sahiplerinin gözlen önüne sermektedir.

Sözünü ettiğimiz dört yerde Süleyman Peygamber kıssası değişik an­latımlarla, farklı bilgilerle, çok yönlü mesajlarla tekrarlanır. Bunları kar­şılaştırmak suretiyle kıssanın hem tamamını yansıtmış, hem de mü'min-lerden yana ne gibi işaretler ve mesajlar taşıdığını belirtmek kolaylığını sağlamış oluruz. Şöyle ki:

Enbiyâ Sûresinde :

1—  Süleyman Peygamber'e şiddetle esen rüzgar başeğdirilmiş, ya­ni deniz filosuna sahip oian bu peygamberin yelkenli gemileri  istenilen cihete rahatlıkla gönderilebilmiştir.

2—  Şeytanların onun için dalgıçlık etmeleri ve başka önemli işlerde Onun hizmetinde bulunmaları sağlanmıştır.

Böylece bu sûrede Süleyman Peygamber'in birçok özelliklerinden iki­si konu edilmekte ve Onun karada ve denizde çok başarılı işler gördüğü belirtirmektedir.

Nemi Sûresinde :

Süleyman peygamber kıssasına geniş yer verilerek onun dört kadar özelliğinden bahsedilmektedir. Onları da şöyle özetleyip sıralayabiliriz:

1—  Ona kuşların dilinin öğretildiği belirtilir.

Bu, Süleyman Peygamber'in kuşların ötmelerinden ve cıvıldaşmala­rından birbirlerine neler anlatmak istediklerini anlaması demektir. Her peygambere birtakım özellikler verildiği gibi, ona da birçok özellikler ara­sında bunun da verildiği açıklanır.

2—  İnsanlardan, cinlerden ve kuşlardan meydana gelen  büyük  bir orduya kumanda ettiğine dikkatler çekilir.

Böylece Süleyman Peygamber'in cinler ve kuşlar üzerinde birtakım tasarruflara sahip olduğu anlaşılıyor. Nitekim Nemi sûresinde ilgili âyet­lerin tefsirinde bu husus yeterince açıklanmıştır,

3—  Karıncanın neler söylediğini anladığı ve ona göre hareket halin­de olan ordusuyla  «Karınca Vâdisi»nden geçerken  mevcut  karıncaların çiğnenmemesine dikkat ettiği açıklanır ve böylece hayvanların seslerin­den ne dediklerini anladığına işaret edilir.

4— Hüdhüd kuşunun btrara ortadan kaybolması ve sonra da Sebe1 ülkesinden önemli haberler- getirmesi ve Süleyman Peygamber'in o ülke kraliçesine mektup göndermesi anlatılarak bu konuda geniş bilgi verilir.

Görüldüğü gibi, Süleyman kıssası Nemi sûresinde daha etraflı ve farklı özellikleriyle anlatılırken bir bakıma Enbiyâ sûresindeki-bötümü hem açıklamakta, hem de tamamlamaktadır.

Sebe' Sûresinde :

Bu sûrede Süleyman Peygamber'in üç ayrı özelliği daha konu edile­rek onun hakkındaki bilgimize yenileri katılmış oluyor. Şöyle ki :

1—  Esen rüzgarla bir aylık mesafedeki ülkelere deniz filosunun gi­dip geldiği belirtilir. «Sabah bir aylık, akşam bir aylık» sözünden maksat, bu iki vakitte onun arzusuna uygun esen rüzgarın bir aylık mesafeye ka­dar devam ettiğidir,

2—  Bakır yataklarını işlettiği ve kurdurduğu ocaklarda su gibi bakır akıttığı anlatılır.

3—  Cinlerin onun emrine verildiği, verilen emirleri yerine getirmeyen­lere ceza verildiği   üzerinde durulur.  Böylece  Enbiyâ  süresindeki   ikinci madde biraz daha açıklanır.

Cinlerden birçok uzman ustaların Süleyman Peygamber için hey­keller, kaleler, lengerler, büyük kazanlar yaptıklarına dikkatler çekilerek Sâd sûresinde 37. âyette geçen «benna'» tabiri açıklanır.

5— Sonra da Süleyman Peygamber'in ölüm olayı konu edilerek ib­retli bir misal mahiyetinde verilir.

Sâd Sûresinde :

4— Bu sûrede ise, diğer sûrelerde geçen üç özelliği değişik kelimelerle anlatılır, ayrıca onlarda anlatılmayan iki ayrı özelliğine değinilerek bu peygamber hakkında en doğru bilgi demeti tamamlanmış olur.

Burada geçen iki ayrı özelliği :

1—  Ata meraklı olduğu ve onları yetiştirip beslettiği anlatılır.

2—  Tahtının  üzerine  bir ceset  konularak   Süleyman   Peygamber'in ciddi bir imtihandan geçirildiğine atıf yapılır. [85]

Konumuzu oluşturan âyette, az önce kısaca değindiğimiz gibi,  rüzgarın Süleyman Peygamber'in (A.S.) emrine verilmesi kapalı bir anlatım­la belirtilmektedir. Klâsik tefsirlerden bir kısmında, Süleyman Peygam­ber'in büyük bir tahtı bulunduğu ve emrinde olan rüzgarla bu tahtın ha­vada uçtuğu hikâye edilirse de, isrâiliyat mahiyetinde bir rivayet olmak­tan öteye geçmez.

Aslında bu, Süleyman Peygamber'in (A.S.) Kızıldeniz ile Umman kör­fezi arasında seyreden ve yelkenle çalışan büyük çapta donanmasının bulunduğuna yönelik bir ifadedir. Allah'ın sebepleri onun donanmasından yana kolaylaştırıp şiddetli rüzgar estirmesi, donanmanın süratle yol al­masını sağlıyor ve her defasında rüzgar donanmanın varmak istediği ci­hete doğru esiyordu.

Böylece Süleyman Peygamber'in (A.S.) hem karada, hem denizde üs­tün bir hâkimiyet kurduğu ve bunu ölümüne kadar devam ettirdiği anlaşı­lıyor. [86]

 

Mübarek Kılınan Yer

 

leyman'a şiddetle esen rüzgarı başeğdirdik; onun emriyle mübarek kıldı­ğımız yere akıp eserdi ve biz her şeyi bilenleriz.»

Müfessirler bu yerin Şam olduğunu söylerlerse de, bu bir tahminden ibarettir, Adı geçen peygamberin hazırladığı ticarî ve askerî donanmanın Lâzikiye'ye kadar geldiğini tesbit etmek çok zor. Kızıldeniz'de seyrettiği ise, bazı tarihçiler ve bir de Yahudi Ansiklopedisi tarafından araştırılıp belirtilmiştir. Fenikelilerle ticarî işlerde bulunduğu ve Akabe körfezinden Kızıldeniz'e açıldığı, böylece Umman körfezi ile Aden körfezi arasında me­kik dokuduğu sanılmaktadır. Nitekim «Tevrat I. Krallar» bölümünde Sü­leyman Peygamber'in tîcarî alanda deniz yoluyla işleyen gemilerinden söz edilir, şöyle ki :

«Süleyman günlerinde gümüş bir şeyden sayılmazdı. Çünkü Hiramın gemileriyle beraber kralın denizde Tarşiş gemileri vardı. Tarşiş gemileri üç yılda bir kere altın ve gümüş, fil dişi ve maymunlar ve tavus kuşları ile yüklü olarak gelirlerdi.» [87]

 

Dalgıç Şeytanlar

 

«Şey­tanlardan da onun için dalgıçlık edenleri ve daha başka işleri görenleri başeğdirdik; onun buyruğuna verdik ve onları koruyup disiplin altında tu­tan biz idik.»

Önce «şeytan» ismi üzerinde duralım. Bu, «uzaklaştı» anlamına gelen «şatane» fiilinden, ya da «öfkesinden yanıp kavruldu» mânasına gelen «şâte-yeşîtu» fiilinden türetilmedir.

Ebû Ubeyde, «Şeytan'ın fena huylu edepsiz olan cinden, insandan ve hayvandan her biri hakkında kullanılan bir isim» olduğunu söylemiş­tir. [88]

Bunun gibi her kötü ahlâka da «şeytan» denildiği vakidir. Nitekim Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz «Hased bir şeytandır. Öfke de bir şeytandır» bu­yurmuştur. Bu manayla âyet üzerinde iki farklı yorum yapılmıştır:

a)  «Şeytanlar» isminden, ateşten yaratılan ve ilâhî buyruğa karşı ge­len İblîs'in zürriyeti kasdedilmektedir ki, bu durumda cinlerin Süleyman Peygamber'in emrine verildiği belirtiliyor.

Nitekim Nemi sûresinde : «Süleyman'ın (buyruğu gereği) cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen ordusu toplanıp biraraya geti­rildi...» buyuruluyor. [89]Ayrıca cinlerden bir ifritin: «Sen yerinden henüz kalkmadan ben onu sana getiririm..»demesi, yani Sebe' melikesi Belkis'in tahtını çok kısa bir zamanda alıp getirebileceğini belirtmesi bu yorumu destekliyor.

Sebe' sûresinde ise, bu konu şöyle açıklanmaktadır: «Cinlerden de Rabbının izniyle onun ellerinin altında çalışanlar vardı. Onlardan buyru­ğumuzun gereğini yapmayıp sapanlara çılgın ateşin azabını tattırdık.» [90]

Sâd sûresinde de aynı olayın değişik safhaları anlatılıyor.

b)  «Şeytanlardan maksat, içleri kin ve öfkeyle dolup taşan cinler, yani başka yerden getirilen ve soyu-sopu bilinmeyen yabancılardır.

Bu yorum ve ihtimale göre, Süleyman Peygamber (A.S.) güçlü ordusu ve sağladığı geniş otorite ile sapık putperestleri, inkarcı şaşkınları toplayıp kendi  ülkesinde çalıştırmış ve onların sanatkârlarından yararlan­mıştır.

Ancak bu yorum pek isabetli değildir. Çünkü Süleyman (A.S.) güçlü bir hükümdar olmakla beraber, aynı zamanda peygamber idi. İnsanları top­layıp bazı imparator ve kralların uyguladığı gibi, karın tokluğuna çalıştır­dığı ve onları kendi ülkelerinden, ev halkından koparıp köle misali iş gör­dürdüğü düşünülemez. Peygamberlerin hepsi de âdildirler. İnsanları hiç bir zaman köle gibi çalıştırmaya cevaz vermezler. O halde birinci yorum daha isabetlidir diyebiliriz. Allah daha iyisini bilir.

Hem Süleyman Peygamber'in çalıştırdığı ve yararlandığı işçiler ve us­talar cinlerden değil de insanlardan olsaydı, Kur'ân'ın bunu konu edin­mesine pek gerek kalmazdı. Zira birçok imparatorların ve kralların yap­tıkları savaşlarda insanları sürüler halinde esir edinip kendi ülkelerin­de ağır işlerde çalıştırdıkları bilinmektedir. O bakımdan Süleyman Pey­gamber'in (A.S.) böyle bir yola sapması, hem önemli bir olay değil, hem de peygamberlik mertebesiyle bağdaşmamaktadır. [91]

 

Davud (A.S.) İle Süleyman (A.S.) Kıssalarının Tekrari

 

Bu iki peygamberin kıssaları, yukarıda da açıkladığımız gibi, Kur'ân'ın birkaç yerinde tekrar edilmektedir. Hemen hepsinde müşterek nokta ola­rak şu husus tebarüz ettirilir: Her iki peygambere Cenâb-ı Hakk'ın büyük lütuf ve ihsanları olmuş ve her nîmet âdeta birer mu'cize ölçüsünde te­celli etmiştir. Bununla beraber her tekrar yeni bir bilgi, ayrı bir hakikati yansıtmakta, mü'minlere başka başka mesajlar vermektedir.

Bu olayın dört yerde tekrarlanmasının bir diğer hikmeti.şu üç nokta­da toplanıyor:

1—  Tevrat'ta insan elinin yaptığı tahrifatı düzeltmek,

2—  Yahudilerin dikkatini  gerçeğe  çekip,  Kur'ân'ın  bütünüyle  haki­kati yansıttığını göstermek suretiyle onları  İslâmiyete  ısındırmak,

3—  Davud ve Süleyman   (salât-ü  selâm  ikisine de  olsun)  çağında hangi madenlerin daha çok işlendiği ve gerek askerî alanda, gerekse di­ğer alanlarda sanayie önem verildiği hakkında bilgi vermek ve peygam­berlerin dünya işlerini de yürüttüğünü belirtmek.. [92]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yahudilere altın devri yaşatan Davud (A.S.) ile Oğlu Süleyman (A.S.)dan bahsedildi. Allah'ın onlara verdiği yüksek nimet­lere dikkatler çekildi ve bu arada tarihî bilgiler aktarıldı. Mü'minlerin tek­nolojiye çok önem vermeleri ve günün şartlarına göre donatılmış ordulara sahip bulunmaları ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, beş peygamberin kıssasından özetler verilerek, kâfirlerin amansız saldırılarına maruz kalan Resûlüllah (A.S.) ile yakın arkadaşları teselli ediliyor ve kurtuluşun yakın olduğuna işaretle sabırlı olmaları isteniliyor. [93]

 

Meali:

 

83—  Eyyûb'u da an, hani bir vakit o, Rabbına şöyle (boyun eğip) ses­lenmişti: «Doğrusu dert ve maraz bana gelip sürtündü. Sen ise merhamet edenlerin en çok merhametlisisin.»

84—  Onun duasını kabul etmiş, kendisinden o dert ve marazı gider­miştik ve bizden bir rahmet, ibâdete gönül verip devam edenlere bir anı olmak üzere ona, ailesini, onlarla beraber (kaybettiklerinin) bir mislini de vermiştik.

85—  İsmail, İdris ve Zelkifl'i de an, hepsi de sabredenlerdi.

86—  Onları rahmetimize aldık. Şüphesiz ki  onlar iyi-yararlı  kişiler­dendi.

87—  Zünnûn'u da an, hani bir vakit o öfkelenerek gitmişti de ken­disini hiç sıkıştırmıyacağımızı sanmıştı;  ne var ki o karanlıklar  içinde, «senden başka ilâh yoktur, seni tenzih ederim; doğrusu ben kendime hak­sızlık edenlerdenim» diye duâ etmişti.

88—  Onun duasını kabul ettik de kendisini üzüntü ve sıkıntıdan kur­tardık. İşte biz, mü'minleri böyle kurtarırız.

 

İlgili Hadîsler

 

«İnsanlardan en şiddetli belâya uğrayanlar, peygamberlerdir. Sonra derece derece farkeder. Kişi dindarlığı ölçüsünde belâya uğrar. Dinine sımsıkı bağlı ve köklü bir dindarlığı varsa, belâsı (o nisbette) şiddetlenir. Dininde zayıf ve yufka ise, o da dindarlığı nisbetinde belâya uğrar. Kul yeryüzünde hatasız (günahsız) yürüyünceye kadar belâ ondan ayrıl­maz.» [94]

«Bir ara Eyyub Peygamber (A.S.) çıplak bir vaziyette yıkanırken üze­rine altından bir çekirge düşüverdi; o da onu elbisesinin içine attı. Bunun üzerine Rabbı ona : «Ya Eyyûb! o gördüğün şeyden seni müstağni kılma­dım mı?» buyurunca, o : «Evet ya Rabbi! ama benim için senin bereketi­ne karşı istiğna (doygunluk) yoktur» diye cevap verdi.» [95]

 

Eyyub Peygamber (A.S.)    

 

Kitab-ı Mukaddes'in 40 sahifelik bir bölümü Eyyûb Peygamberle il­gilidir. Uîs ülkesinden [96]olduğu belirtilir. Allah'ın hem ona geniş mal ve mülk verdiği, hem de çetin bir sınavdan geçirdiği anlatılır. Ayrıca şeyta­nın ona musallat olduğuna dikkatler çekilir ve sonunda her şeyini kaybet­tiği üzerinde durularak onun ne kadar sabırlı olduğuna parmak basılır. Aynı zamanda şiddetli bir hastalığa yakalanıp çok ıstıraplı günler geçir­mesine rağmen Allah'tan hiçbir zaman ümidini kesmediği, olayların kah­redici darbeleri altında dengesini kaybetmediği açıklanır.

Sonra da şeytanın Eyyub Peygamber'e nasıl musallat, olduğu ve onun­la Allah arasında bu konuyla ilgili geçen söyleşiye geniş yer verilerek olay mecrasından saptırılır ve bir hikâyeye dönüştürülür. Arkasından Eyyub Peygamber'in ağzını açtığı ve belâlı geçen gün ve geceleri, ay ve yıldız­ları lanetlediği anlatılarak bir peygambere yakışmayan ölçüsüzlükler sı­ralanır.

Kur'ân-ı Kerîm'de ise, Enbiyâ ve Sâd sûrelerinde Eyyub Peygamber'­in Allah'a olan bağlılığı ve her şeyini kaybetmesine rağmen ümidini yitir-mediği; üstün bir sabır gösterip teslimiyet gösterdiği çok özlü, ibretli ve anlamlı noktalarıyla anlatılır. Böylece Kitab-ı Mukaddes'teki bazı lü­zumsuz, ölçüsüz ilâveleri ve o yüzden meydana gelen yanlışları düzeltir.

Müfessirlerin bir kısmı Eyyub Peygamber hakkında da bazı dayanak­sız rivayetlere, münker ve zayıf hadîslere yer vermişlerdir. Oysa önemli olan, olayın teferruatı değil, ibret ve öğüt alınacak safhaları, yönlendirici mesajlarıdır:

Kur'ân'da Eyyub Peygamber'den birkaç yerde söz edilirse de, daha çok Enbiya ve Sâd sûrelerinde onun kıssası açıklanır. Diğer yerlerde sa­dece isminden ve yararlı amellerde bulunan bir kul olduğundan söz edilir.

Kıssanın iki ayrı yerde anılması, değişik öğütler, farklı hikmetler ve başka başka mesajlar yansıtmaya yönelik olmakla beraber, olay hakkın­da idrâkleri uyanık tutma hikmeti de söz konusudur.

Enbiyâ Sûresinde:

a)  Eyyub Peygamber'e (A.S.) dert ve musibet dokunduğu anlatılır ve Onun tam teslimiyet içinde Allah'ın merhametine sığındığı belirtilir.

b)   Duasının kabul edildiği ve kaybettiği mal ve mülkün bir kat fazla­sıyla kendisine verildiği hatırlatılır.

c)  Onunla ilgili olayın ibâdete devam edenler için ibret ve öğüt alı­nacak bir anı olduğuna dikkatler çekilir,

Sâd Sûresinde ;

a)  Eyyub Peygamber'e dokunan sıkıntı, yorgunluk ve işkencenin şey­tandan kaynaklandığı üzerinde durulur.

b)  Verilen  ilâhî emir üzerine ayağını yere vurmak suretiyle  soğuk bir suyun fışkırması ve o suda yıkandığı ve şifa bulduğu açıklanır.

c)  Kaybettiği aile ve malının bir kat fazlasıyla kendisine verildiği ve bunun akıl sahiplen için bir öğüt olduğu belirtilir.

d)  Daha önce yaptığı yemini  yerine getirmesi hususunda eline bir demet sap alıp (eşine) vurmasının  telkîn edildiği konu edilir ve onun Al­lah yanında seçkin, hayırlı bir kişi  olduğuna atıf yapılarak konu noktala­nır.

Böylece iki sûreden her birinde bazı bölümlerine yer verilen Eyyub (A.S.) kıssasının asıl mana ve mahiyeti anlaşılır. Sâd süresindeki âyetle Enbiyâ süresindeki âyete açıklık getirilir ve Eyyub Peygamber'in cilt has­talığına yakalandığına işaret edilir ve bunun için yerden kaynayıp çıkan maden suyunda yıkanmak suretiyle bu hastalıktan kurtulduğu dolaylı şe­kilde anlatılır.

Sonra da önemli bir hususa parmak basılarak, cilt hastalığının bula­şıcı türden olduğu, mikropla ilgili bulunduğu imâ edilir. Zira ateşten ya­ratılan İblîs'in zürriyetinden her birine «şeytan» denildiği gibi, zararlı ha­şereye, mikroplara da «şeytanlar» denildiğini şu hadîsten öğreniyoruz: «Azîz ve Celîl olan Allah cinni üç sınıf üzere yaratmıştır: Bir sınıfı yılanlar, akrepler ve yerdeki haşerattır, Bir sınıfı havadaki rüzgar gibidir. Bir sınıfı da üzerlerine hesap ve ıkab gerekenlerdir......»[97]

 

Mevcut Nîmetin Elden Çıkması

 

Kur'ön-ı Kerîm burada bir diğer önemli konu üzerinde durarak mü'-minleri aydınlatmaktadır. Şöyle ki: İnsan için dünyada üzücü olaylardan, sıkıcı azaplardan biri de mevcut nîmetin elden çıkıp gitmesidir. İmanı ol­mayanlar veya imânı zayıf olanlar böyle bir musîbet ve felâkete pek ta­hammül edemezler. Kimi büsbütün dinden imândan çıkar, kimi de aklî dengesini kaybedip timarhanelik olur. Bir kısmı da intihar edecek kadar kendini kaybeder. Şüphesiz, bu gibi musîbet ve felâketler karşısında böy­lesine tahammülsüzlük göstermek, imtihanı tamamiyle kaybetmek ve her iki hayatın mutluluk va'deden havasından mahrum kalmak demektir. O bakımdan Cenâb-ı Hak, sözünü ettiğimiz konuda EyyubPeygamber'i mi­sal veriyor ve mutlu sonucun sabredenlere yöneleceğini hatırlatıyor. [98]

 

Eyyub (A.S.) Kıssasından Öğütler Ve Mesajlar

 

1—  İnsanoğlunun ömrü sınavlarla doludur.

2—  Kişi Allah'a dosdoğru imândan sonra dinine bağlı ve bağlılıkta samimi olduğu nisbette belâ ve imtihanla karşılaşır. Zira dert ve belâ nî­metin  kıymetiyle paralel yürür.

3—  İmanın en sağlam kalesi, Allah'a ümit bağlayıp olaylar- karşısın­da dayanma gücünü ortaya koymaktır.

4—  Başa gelen dert ve sıkıntıdan,  insanlara değil  Cenâb-ı  Hakk'a arz-ı hal etmek gerekir. Çünkü O, merhamet edenlerin en çok merhamet-lisidir. Kendisine ümit ve samimiyetle yönelen kullarını sever ve merha­met eder.

5—  Nitekim Eyyub Peygamber (A.S.) belirtilen doğrultudan ayrılma­dığı için duası kabul olunmuş; sıhhatına kavuşmakla beraber, mal ve ev-iâttan kaybettikleri bir misli fazlasıyla kendisine verilmiştir.

6—  Hayatta en sıkıcı azaplardan biri, mevcut nîmetin elden gitme­sidir. O halde mevcut nîmetin şükrünü yerine getirmek vaciptir. İlâhî bir sınav olarak elden gidince de Allah'a tam teslimiyetle yönelip ümit bağ­lamak gerekir. Eyyub Peygamber (A.S.) bunun en güzel misallerinden bi­rini vermiştir. Zaten Kur'ân'da onun duasının kabul edildiği belirtilirken, «İbâdete gönül verip devam edenlere bir anı   olmak   üzere..»   ifadesiyle onun öğüt ve ibret alınacak bir misal olduğu hatırlatılmaktadır. [99]

 

İsmail, İdris Ve Zelkifl (A.S-)

 

«İsmail, İdris ve Zelkifl'i de an. Hepsi de sabredenlerdi.»

Az yukarıda Eyyub Peygamber kıssasından bir özet verildi. Ancak bu peygamberin nerede görev yaptığı, nereli olduğu belirtilmedi. Klâsik tef­sirlerde birçok dayanaksız rivayetlere yer verilmiştir. Onları buraya nak­letmeyi uygun görmedik. Onun Süleyman Peygamber'den hemen sonra yaşadığı sanılmaktadır. O bakımdan M.Ö. 8. yüzyılda yaşadığı söylenebi­lir. Süleyman Peygamber'den sonra o kesimde gönderilen peygamberle­rin çoğunun İsrail oğullarından olduğuna bakılırsa, Eyyub Peygamber'in de onlardan olduğu ağırlık kazanır.

İsmail Peygamber'e (A.S.) gelince, onun Hz. İbrahim (A.S.)ın oğlu ol­duğunu ve henüz kundakta iken anası ile birlikte, Hz. İbrahim (A.S.) tara­fından getirilip Mekke'ye yerleştirildiğini biliyoruz. Bu konuda bizim için en kuvvetli dayanak, İbrahim Sûresi 37. âyettir. Ayrıca siyercilerin nak­lettikleri rivayetler de bu doğrultudadır. [100]

İdris Peygamber (A.S.) hakkında birtakım farklı tesbit ve görüşler var­dır :

a)  İbn Cerîr et-Taberî'ye göre : Asıl adı Ahnoh'tur. [101] Lübabu't-te'vîl sahibi Alâeddin Ali de aynı görüştedir. [102] Meryem sûresi 56. âyetin tef-sîrinde belirtildiği gibi, Ahnoh, Nuh Peygamber'in babasının dedesidir. [103]

b)  Tevrat üzerinde araştırma yapanlar ise, Tekvin kitabında ismi ge­çen Hanok'un İdris olduğunu söylerler. Meryem sûresinde de belirtildiği gibi, Tevrat bu zattan bahsederken şu ifadeye yer verir:  «Ve Hanok'un bütün günleri üç yüz altmış beş yıl oldu ve Hanok Allah ile yürüdü ve göz­den kayboldu. Çünkü onu Allah aldı.» [104]

«Allah ile yürüdü ve gözden kayboldu. Çünkü onu Allah aldı» sözün­den onun göğe yükseltildiği anlaşılıyor. Böylece Nuh Peygamberden ön­ce gelip geçtiği ağırlık kazanıyor. Allah daha iyisini bilir.

Diğer bir husus ise, Kur'ân-ı Kerîm'in, Tevrat'ın bu anlatımındaki hatayi düzelttiği ve İdris'in yüksek bir mekâna yükseltildiğini haber verdiğidir.[105]

Zelkifl (A.S.) hakkında da hayli farklı görüşler ortaya konulmuş ve birçok rivayetlere yer verilmiştir. Asıl adının ne olduğu bilinmemektedir. Hz. Nuh'un (A.S.) oğullarından olduğu söylenirse de, sağlam dayanak gösterilmediğinden bu rivayete pek itibar edilmemiştir. Ancak isim olarak iki kelimeden meydana geldiğini dikkate alanlar, «pay ve kısmet sahibi» anlamına geldiğini belirtirler. İbn Cerîr Taberî bir de bu konuda uzun bir hikâye nakleder. Sıhhatına güvenemediğimiz için tefsirimize nakletmedik.

Adı geçen üç peygamber hakkında ilgili âyetlerle iki önemli sıfat üze­rinde durulmuş ve bu açıdan mü'minlere iki ayrı mesaj verilmiştir:

Birincisi : Sabredenlerden idiler. İkincisi  : Sâlihlerden  idiler..

Bu iki sıfat daha çok peygamberler hakkında kullanılmıştır. Çünkü nübüvvet görevi ancak bu iki sıfatla taşınabilir. Allah'ın emirlerini inkarcı azgınlara, ahlâksız sapıklara teblîğ edebilmek için, imân ve azim temeli üzerinde gelişen geniş sabra ihtiyaç söz konusudur. Aynı zamanda ibâ­det de sabır isteyen bir konudur. Sonra da insanları Allah'ın doğru yoluna çağıran peygamberlerin, önce kendilerinin ilâhî buyruklara göre yaşama­ları gerekmektedir. Onun için salih amel, yani iyi-yararlı iş işlemek bunun en belirgin ürünüdür.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm, İslâmiyete hizmetle yükümlü bulunan mü'­minlere her hâi-ü kârda sabırlı olmalarını ve günlük hayatlarını salih amel­lerle süslemelerini tavsiye ediyor. Başarılı olabilmek için bu iki sıfatla ya­şamanın gerekli olduğuna işaretle, gelip geçen peygamberlerden bir kıs­mını misal veriyor.

Kur'ân-ı Kerîm asıl öğüt alınacak yanlarını açıkladıktan sonra onla­rın kıssalarının detayına inmiyor; kimin kimden önce geldiğini belirtmeye gerek görmüyor. Hayatları ve başlarına gelen sıkıntıları birbirlerine ben­zerlik arzedenleri anmamızı tavsiye ederek bunları beş, altı grup halinde gözlerimizin önüne seriyor. Şöyle ki;

1—  Hayırlı işlerde bulunup namaz ve zekât emrini ibâdetin yüksek anlamı doğrultusunda uygulayanlar:  İbrahim, İshak ve Yakub..  (Salât-ü-selâm hepsine olsun).

2—  Hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayıran, gönülleri ve kafaları ay­dınlatan; insanlara öğüt veren; fenalıklardan sakınanlara ışık tutup ilâhî

hitaba mazhar olanlar: Musa ve Harun., (Salât-ü selâm ikisine olsun).

3—  Ahlâkî yönden çok düşük, iğrenç fiil işlemede çok ileri bir ka­vimle uğraşıp çetin mücadelelerde bulunan; sonunda çok azgın ve alçak olan kavminden kurtulup selâmete erişenler: Lût ve Nuh.. (Salât-ü-selâm ikisine olsun).

4—  Allah'ın iki ayrı lûtfuna geniş çapta mazhar kılınan; peygamber­likle dünya hükümdarlığını birarada yürütmekle   emrolunan ve bu saye­de büyük bir saltanat kurup İsrail oğullan'na altın devri yaşatanlar: Da-vud ile Süleyman. (Salât-ü selâm ikisine olsun).

5—  Büyük dert ve sıkıntılarla yüzyüze gelen, çetin sınavlardan ge­çirilen; Hakk'a olan teslimiyet ve güvenlerini tazeliyenler: Eyyub, İsmail, İdris, Zelkifl ve Yunus.. (Salât-ü selâm hepsine olsun),

6—  Sabırlı olmakta hayli ileri bir safhada bulunan, merhamette ıs­rarlı olan, insanlığa iyi bir evlât bırakmada çok istekli olan: Zekeriya ve Yahya.. (Salât-ü selâm hepsine olsun), [106]

 

İsmail Ve İdris Peygamberler

 

Az yukarıda bu iki peygamberden kısaca bahsettik. Burada ise, Kur'-ân'ın diğer sûrelerindeki ilgili âyetleri de dikkate alarak değişik bilgi ver­meyi uygun gördük.

Bu iki peygamberin ana vasıfları daha çok Meryem sûresinde, biri beş, diğeri üç madde halinde belirtilmiştir.

İsmail (A.S.) :

1—  Sözünde ve özünde doğru..

2—  Resul derecesinde bir peygamber..

3—  Namaza devam eder ve yakınlarına namazı emreder.. A— Zekât verir ve verilmesini emreder..

4— Allah yanında «rıza mertebesinde bulunmaktadır. Yani Allah on­dan razı, o da Allah'tan razı idi.

5—Allah'a ve Hz. Muhammed'e (A.S.) imân eden her mü'min, ilâhî rıza mertebesine lâyık olmak istiyorsa, peygamberlik dışında kalan dört sı­fatla kendini donatmalı ve hayatı boyunca bunları yerine getirmelidir.

İdris (A.S.) :

1—  Doğru idi..

2—  Peygamberdi..

3—  Yüce bir makama yükseltilmiştir.

Allah yanında azizlik mertebesine yükselmek isteyenler, doğruluktan ayrılmamalıdırlar.

Enbiyâ Sûresinde ise, az yukarıda belirttiğimiz gibi, bu iki peygam­berin iki ayrı vasfından ve nail oldukları rahmetten söz edilmektedir. [107]

 

Zünnun (Yunus) Peygamber (A.S.)  

 

«Zünnun'u da an, hani bir vakit o öf­kelenerek gitmişti...»

Asıl adı Yunus olan bu peygamber, Allah'ın emriyle bir süre büyük bir balık tarafından yutulduğu ve sonra yaptığı duâ ve tesbîh neticesi o ka­ranlık yerden kurtarıldığı için «Balık sahibi» veya «Balığın arkadaşı» an­lamına gelen Zünnun adıyla da anılmıştır.

Musul dolaylarında Ninova kasabası halkına peygamber olarak gön­derilmiştir. Hakkında çok şeyler anlatılmış ve çok şeyler yazılmıştır. Ne var ki, çoğunun sıhhatli bir dayanağı yoktur. O bakımdan Kur'ân'ın ışı­ğında kıssayı değerlendirip özetleyelim :

Yunus Peygamber de (A.S.) kavmini Allah'ın varlığını ve birliğini ta­nımaya çağırmışsa da, inkarcı azgınlar büsbütün küfürlerini artırmışlar­dı. Olumlu bir sonuç almaktan umudunu kesince, aldığı vahiy üzerine, kavmine-. «Üç gün sonra başınıza büyük bir azap inecektir!» diyor ve Ni-nova'yı terketmesi hakkında ilâhî emir gelmeden öfkeli bir halde kavmini terkedip ayrılıyor..

Yunus Peygamberin (A.S.) duasının makbul olduğunu bilenler, O ay­rılıp gittikten sonra akıllarını kullanmışlar ve büyük bir endişe ve korkuya kapılmışlardı. Son çare olarak çocukları, kadınları ve hayvanları toplayıp şehrin dışına çıkmışlar, inmek üzere olan ve alâmetleri beliren azaptan kurtulmak için Allah'a yalvarıp yakarmışlar; ağlayıp sızlanmışlardı. Der­ken Allah onlara indirdiği azabı kaldırmıştır. Nitekim Yunus sûresinde bu konu şöyle açıklanmaktadır: «İman edip de imanı kendilerine yarar sağla­yan bir kasaba varsa, şüphesiz ki Yunus'un kavmidir. İman ettiklerinde rüsvaylık azabını açıp kaldırdık ve bir süreye kadar onları yararlandır­dık.» [108]

Yunus Peygamber (A.S.) ise, o öfkeyle denize doğru gidip hareket et­mek üzere bulunan bir gemiye bindi. Bu deniz İran körfezi veya Akdeniz olabilir. Denizde fırtınaya yakalandılar. İçindeki lüzumsuz eşyayı attıktan sonra bir kişinin de denize atılmasının gerektiğini söylediler. Böylece üç defa kura çektiler, her-defasında kura Yunus Peygamber'e isabet etti. O nedenle Yunus Peygamber ister-istemez kendini denize attı. Cenâb-ı Hakk'ın emriyle büyük bir balık onu yuttu.

Onun böylesine çetin bir sınavdan geçirilmesinin birtakım sebepleri vardır. Önce bazı müfessirlere göre, azap istemekte acele etmişti. Sonra da hicret emri gelmeden Ninova kasabasını terketmişti.

Yunus Peygamber bir mu'cize olarak balığın karnında yaşadı ve ku­surunu anlayarak Allah'a yönelip duâ ve teşbihte bulundu: «Seni tenzih ederim Rabbım! Doğrusu ben haksızlık edenlerden idim..» diyerek aczini dile getirdi. Bir süre sonra Cenâb-ı Hak onu balığın karnından kurtardı.

Bu konuda senedi çok zayıf hadîsler rivayet edilmiştir. Buraya nak­letmeyi uygun görmedik. Ancak İbn Cerîr et-Taberî, Beyhakî ve el-Cema-at'in Sa'd (b. Ebî Vakkas (R.A.)dan rivayet ettikleri şu hadîsi teberrüken tefsirimize  alıyoruz :

«Zünnun'un balığın karnında iken duası şöyle idi: Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Doğrusu ben haksızlardan idim.

Hangi müslüman bir şey hakkında bu duâ ile Rabbına (el açıp) duâ ederse, mutlaka kabul olunur.»

Yine Kur'ân'da açıklandığı üzere, Yunus Peygamber balığın karnın­dan kurtulduktan sonra ilâhî emir üzerine kavmine dönmüş ve tebliğ gö­revine devam etmiştir. [109]

 

Zünnun (A.S.) Kıssasından Mesajlar

 

1— Allah'ın emirlerini insanlara teblîğ ederken büyük bir sabır gös­termek şarttır. İnkarcı sapıkların birtakım yersiz söz ve davranışlarına öf­kelenmemek, hissî davranmamak gereklidir. Aksi halde başarılı olmanın yolunu kapatmış oluruz.

2—  Duygusal davranıp öfkesine mağlup olan mürşit ve dâüerin, çok geçmeden bu kusurlarından dolayı Allah'a yöneüp tevbe ve istiğfarda bu­lunmaları; Cenâb-ı Hakk'ı tenzih edip O'nun inayet ve rahmetini dileme­leri tavsiye edilmektedir.

3—  Yaptığı hatayı anlayıp tam teslimiyet içinde Hakk'a yönelmesini bilen kişiyi Cenâb-ı Hak sıkıntıdan kurtarır.

Ayrıca Zünnun kıssasında, Mekke'de çok zor günler geçiren Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz ile arkadaşlarına, kurtuluşun yakın olduğu müjde­si yer almaktadır. [110]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, dört peygamber'in kıssası kısaca belirtildi ve Allah yolunda mücadele eden, teblîğ ve irşat görevini sürdüren mü'-minlere yönlendirici anlamda misaller verilerek, birtakım sıfatlarla ken­dilerini donatmaları tavsiye edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kendinden sonra insanlığın yararına hizmet ede­cek bir evlât isteyen Zekeriya Peygamber'in kıssasından bir iki bölüm veriliyor. Sonra da iffet timsali olan Meryem'e ilâhî ruhtan üflendiğine değinilerek hem kendisinin, hem de oğlunun -ilâhî kudreti yansıtan- bi­rer belge olduklarına dikkatler çekiliyor. [111]

 

Meali:

 

89—  Zekeriyâ'yı da an, hani bir vakit o, «Rabbım, beni tek başıma bırakma; sen ki vârislerin en hayırlısısrn» diyerek Rabbma duâ edip yal­varmıştı.

90—  Onun duasını kabul ettik de Yahya'yı kendisine bağışladık; eşi­ni de (gebe kalmaya) elverişli duruma getirdik. Şüphesiz ki onlar hayırlı işlerde  birbirleriyle yanşıyorlar,  ümit  besleyerek   için   için   saygı  duyup korkarak bize duâ ediyorlardı. Hem bize içten derin saygı duyup (kalp­leri) ürperenlerdi onlar..

91—  İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan o kadını (Meryem'i) de an ki, biz ona ruhumuzdan üfledik; kendisini de, oğlunu da âlemlere açık bir âyet (belirgin bir mu'cize) yaptık.

 

Zekeriya Peygamber  (A.S.)

 

«Zekeriyo'y da an; hani bir vakit o, «Rabbım, benî tek başıma bırakmd; sen ki vârisle­rin en hayırhsısın» diyerek Rabbına duâ edip yalvarmıştı..»

Zekeriya (A.S.) kıssasına hem Âl-i İmrân, hem de Meryem sûrelerin­de geniş yer verilmiş ve gereken açıklama yapılmıştır. Burada ise, pey­gamberlerin bazr vasıfları ve karşılaştıkları önemli olaylar birer teselli ve öğüt anlamında nakledilirken, Zekeriya Peygamber kıssasına kısaca dokunulmakta ve değişik bir anlatımla onun özellikleri ve duasının kabu­lüne neden olan hususlar şöyle açıklanmaktadır:

1— Allah'a büyük bir ümitle bağlı bulunuyorlardı..

2—  Kendisi ve eşi hayırlı işlerde yarışıyorlardı..   

3—  İçlerini ve dışlarını Allah korkusuyla disipline edip düzenli bir ha­yat yaşıyorlardı..

4—  Her ikisi de içlerinde derîn saygı duyarak Allah'ın yüce kudreti karşısında korkup ürperiyorlardı..

Buna mükâfat olarak, -kendisi hayli yaşlı, eşi de kısır olmalarına rağ­men- Allah (c.c.) Yahya Peygamberi onlara bağışladı. [112]

Zekeriya kıssasının bu safhasıyla, Hz. Muhammed'in (A.S.) İslâmi­yet ve ümmeti hakkındaki dileklerinin kabul olunduğuna; yakın gelecek­te İslâm'ın önce Arap Yarımadası'nı fethedeceğine işaret edilmekte, son­ra da kıtalar üzerine yayılacağı dolaylı şekilde haber verilmektedir.

Böylece mutlu günlerin yaklaştığı müjdelenerek sabır tavsiye edil­mekte ve tebliğ, irşat hizmetinin sürdürülmesi istenmektedir.

Ayrıca kıssada bütün mü'minleri ilgilendiren bir incelik söz konusu­dur. Şöyle ki; Duanın kabulüne neden olan dört husus her çağda, her mü'min için geçerli bir sünnettir. Kur'ân'da nakledilen bu ve benzeri olay­larla sünnetullahın ölçüleri sergileniyor ve mü'minlere yol gösteriliyor. [113]

 

İffet Ve Namus Simgesi Meryem

 

«İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan o kadın (Meryem)i de an ki, biz ona ruhumuzdan üfledik; kendisini de, oğlunu da âlemlere açık bir âyet (belirgin bir mu'cize) yaptık.»

Yine Âl-i İmrân, Nisa ve Meryem sûrelerinde Hz. Meryem hakkında geniş açıklama yapılmıştır. [114]Burada ise, Mekke'de çok ağır şartlar al­tında sıkıntılı günler geçiren Müslüman hanımlar teselli edilmekte ve taklîde lâyık örnek bir kadın misal verilmektedir. İmân, namus, iffet, doğ­ruluk, hakka bağlılık ve gönül yatışkanlığıyla ibadet gibi güzel vasıfların bir kadını ne kadar ünlü ve bahtiyar bir düzeye getirdiğine özellikle par­mak basılmaktadır.

Meryem'in bakire olduğu halde Melek Cebrail'in nefhasıyla İsa'ya {A.S.) gebe kaldığı ve İsa (A.S.)ın babasız doğduğu birer mu'cize mahiye­tinde belirtilerek, bu gibi olağanüstü olayların mevcut ve câri kanunlar­la izahının mümkün olamıyacağı hatırlatılıyor. Aynı zamanda Âde-m Pey-gamber'in ilk insan olarak anasız, babasız yaratıldığına benzer bir duru­mun İsa (A.S.) hakkında* tecelli ettiğine atıf yapılıyor.

İsa Peygamber'in (A.S.), büyük bir hayat ve enerji kaynağı olan Me­lek Cebrail'in üflemesiyle vücut bulması, bir bakıma âhireti unutup ken­dilerini tamamen dünya saltanatına veren İsrail oğulları yapısında bozu­lan denge ve düzeni yeniden kurmaya yönelik bir hikmeti yansıtmakta-. dır. Çünkü yaratılışı gereği, İsa (A.S.)ın yüzü bütünüyle âhirete yönelik bulunuyordu. Yahudilerin ise, o dönemlerde de yüzleri olduğu gibi dünya­ya çevrili idi. Böylece İsa (A.S.)ın onlara peygamber olarak gönderilmesinin, dünyaları ile âhiretleri arasında bozulan bu dengenin sağlanmasıyla ilgili olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. [115]

Sonuç olarak :

Buraya kadar isimleri anılan peygamberler ve onlarla ilgili kıssalar, mü'minlere yeni bilgiler vermekte, yönlendirici mesajlar taşımaktadır; şöy­le ki :

a) Peygamberler de hastalığa yakalanabilirler. Asıl şifayı veren  ise Allah'tır. O takdirde başımıza bir hastalık gelip çatınca, hem tedavi yol­larını aramamız, hem de hakiki şifayı Allah'tan beklememiz gerekmekte­dir. Zira Eyyub Peygamberin yakalandığı cilt hastalığından kurtulmak için bu iki yola başvurduğu kesindir. Yerden fışkıran ve maden suyu olduğu tahmin edilen suda yıkanması, tedavi yollarından birini öğretmektedir. Di­ğer yandan Eyyub Peygamberin Allah'tan şifa ve rahmet dilemesi, Allah'­ın şifa kaynağı olduğunun bir başka delilidir.

O halde üzücü bir hastalığa yakalanan mü'minler şu iki şeye baş­vurmakla emrolunmuşlardır: Allah'a yönetip O'ndan şifa ve rahmet dile­mek ve arkasından tedavi yollarını sorup öğrenmek, uzman doktora gidip bilgi almak.. Bunun dışına çıkıp şu üfürükçüye, bu muskacıya, şu cinciye ve bu büyücüye gitmek şifa yerine hastalık getirir; sevap yerine insanı büyük günahlara sokar.

b)  Zünnun  kıssası  bize şu  inceliği  öğretmektedir:  İman  edip Allah yolunda yürüyen bir mü'min, mürşit ve dâî, sabırsızlık gösterir de yanlış bir harekette bulunursa, çetin bir sınav ile karşı karşıya bırakılır. Kişi pey­gamber de olsa, bu ilâhî sınav ve uyandan kendini kurtaramaz,

c)  Zekeriya kıssası, bize şu mesaiı vermektedir: Çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin, gereken tedavi yollarına başvurmakla beraber, her şeyin dizginini kendi kudret elinde tutan Allah'a yönelip hayırlı, salih bir evlât istemeleri en uygun çaredir. Bunun dışında şu ve bu muskacı ve üfürük­çüden, büyücü ve cinciden medet ummak, onların yardımını istemek hem büyük günahlardan biridir, hem de ilâhî gazaba sebep olan bir ölçüsüz­lüktür. [116]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, Zekeriya ve Meryem kıssalarından öğüt alı­nacak bir-iki safhaya yer verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, peygamberlerin kıssalarından anlaşıldığı üzere, semavî dinlerin hepsinin esasta birleştiği; hepsinin de Tevhid İnancı'nı teb-lîğ ettiği konu edinilmektedir. İnsanların aşın taassubu ve cehaletleri yüzün­den bölünmelerin meydana geldiği ve böylece Tevhîd İnancı'nın zaman zaman yara alıp yerini başka inançlara bıraktığı anlatılmakta ve bu çok sakıncalı yolda ısrar etmenin çok tehlikeli sonuçlar doğuracağı hatırlatıl­maktadır; zira dönüşün mutlaka Allah'a olacağı bildirilerek ölmeden önce inkarcıların ve bölücülerin dönüş yapmaları tavsiye edilmektedir. [117]

 

Meali:

 

92— Şüphesiz ki bu sizin dininiz ve şeriatınız tek bir din ve şeriattır ve ben de Rabbınızım. Artık bana ibâdet ediniz.

93— (Ne var ki insanlar) kendi aralarında bölünüp parça parça ol­dular. (Ama sonunda) hepsi de bize döneceklerdir.

94— Artık kim mü'min olduğu halde iyi-yararlı amellerde bulunursa, onun iş ve gayreti inkâr edilmiyecektir ve şüphesiz ki biz onları yazmak­tayız.

95— Yok etmemiz gereken kasaba halkının (yok olduktan sonra dünyaya dönmesi veya yok olma noktasına geldikten sonra pişmanlık du­yup tevbe ederek) dönüş yapması haramdır  (mümkün değildir).

 

İlgili  Hadîsler

 

«Biz peygamberler topluluğu baba bir kardeşleriz; dinimiz (Tevhîd İnancı doğrultusunda) birdir.» [118]

«Haberiniz olsun ki: Sizden önceki kitap ehli yetmiş iki fırkaya (din ve mezhebe) ayrıldılar. Şüphesiz ki şu ümmet de ileride yetmiş üç fırkaya (mezhebe) ayrılacaktır. Onlardan yetmiş iki fırka Cehennemdedir, bir fır­kası ise cennettedir ki o da (kitap ve sünnet üzere bir araya gelen) ce­maattir.» [119]

 

Dinlerin Tekâmülü

 

«Şüphesiz ki bu sizin dininiz ve şeriatınız tek bir din ve şeriattır ve ben de Rabbınızım. Artık bana ibâdet ediniz.»

İlâhî dinler, sosyal alandaki tekâmüle paralel olarak tekâmül ede-gelmiştir. Ancak bu tekâmül dinlerin aslında değil, furuatındadır. Zira bü­tün dinler Allah'ın varlığını, birliğini ve âhiretteki hesap ve cezayı, ebedî saadet ve azabı tebliğ etmiştir, yani hepsi bu esas üzerine kurulmuştur.

Dinlerin taşıdığı hükümler ve ahlâkî kurallar ise, indirildiği çağdaki toplumların seviyesine ve ihtiyacına göre belirlenmiştir. İşte bu hükümler ve kurallarda tekâmül söz konusudur ki İslâmiyetle son kertesine ulaş­mıştır. Çünkü İslâm, kıyamete kadar gelişip tekâmül eden ilmi esas ka­bul edip ana fikirler, temel bilgiler getirerek daha çok beşer aklına sesle­nip malzeme vermektedir. O nedenle ilim ne kadar tekâmül ederse etsin, sosyal yapı ne kadar değişirse değişsin, Kur'ân'ın getirdiği genel kaide­ler, esaslar ve temel bilgiler her çağda tazeliğini koruyacak ve her dö­nemde insanlar ona ihtiyaç duyacaktır, Nitekim gün geçtikçe bu gerçek­ler daha iyi anlaşılmakta ve İslâm'a olan ihtiyaç kendini daha çok hisset­tirmektedir. Unutmamak gerekir ki, insan düşüncesinin ürünü olan sistem­ler insan kadar noksan ve onun kadar hatalıdır. Allah'ın sonsuz kudretin­den süzülüp indirilen sistem ise, o kudret kadar mükemmeldir ve hatasız­dır. İnsan hiç bir zaman Allah ile yanşamaz ve O'nun önüne geçemez.

İlgili âyet, hak dine sahip bütün milletlere ve kitap ehline sesleniyor: Ayrılığı bırakın, birliğe gelin. Sadece Allah'a ibâdet edin, O'na ortak koş­maktan vazgeçin. Bu doğrultuda hepinizin yararına en son din en mükem­mel ölçüde indirilmiştir. Artık dininiz de, şeriatınız da birdir. Son dinin gön­derilmesiyle önceki dinlerin taşıdıkları hükümler yürürlükten kaldırılmıştır. [120]

 

Kendi Aralarında Bölünüp Parçalananlar

 

«(Ne var ki insanlar) kendi aralarında bölünüp parça parça oldular. (Ama sonunda) hepsi de bize dö­neceklerdir.»

Şüphesiz ki, dinde birlik rahmettir; ayrılık ise azaptır. Aynı zamanda birlikte gütme ve kuvvet; ayrılıkta güdülme ve başkasına uydu.olma orta­mı hâkimdir. O halde dinde birliğe, beraberliğe karşı olan her şey, dinden ve Kur'ân'dan değildir ve bütünüyle tehlikelidir. Birliği, beraberliği sağla­yan meşru her şey, Kur'ân'dandır ve bütünüyle rahmet ve hayırdır.

İnsanlar ne kadar bölünür, gruplara ayrılırsa ayrılsın, bunun zararı sadece kendilerinedir, Zira İslâm'ın birlik ruhuna ters düşen her şey mü1-minler için zararlıdır.

Allah'a ve âhirete dosdoğru imân, iyi, yararlı iş işlemeyi; iyi ve yarar­lı iş ise, birlik ve beraberliği gerektirir. İşte bu manayla ve hikmetle Kur'ân/ Allah'a inanan bütün milletleri İslâm'ın getirdiği Tevhîd Esası'na çağırmak­ta, din ve mezhep taassubunu bırakıp hakka dönmelerini hatırlatmaktadır. Bunun ikinci bir yorumu söz konusu değildir. Zira, tekrar edelim ki, imânın hedefi «amel-i sâlihstir. Amel-i sâlih'in hedefi ise, Allah'a kul, peygam­bere ümmet doğrultusunda Allah kullarıyla birleşip bütünleşmektir.

İşte bu düzeydeki söz, davranış, azim ve gayret; teblîğ ve irşat hiçbir zaman karşılıksız kalmaz. Çünkü ilâhî sünnet nankör değildir. Bunun ak­sine bir yol tutan ve her geçen gün sünnetullaha ters düşerek mesafeyi açan bir topluluk, ya da millet bir gün dönüş yapmaz da mesafeyi açmak­ta son noktaya gelirse, artık onların büyük bir azaba uğratılmaları ger-' çekleşir.

İlgili hadîste de ifadesini bulduğu gibi, İslâm'da da bölünüp gruplaş­mak, başka başka isimler bulup İslâm'ın birleştirici rahmet havasından uzaklaşmak büyük azaptır. Çünkü İslâm'ın gecesi de gündüzü kadar ay­dınlıktır. Onu kendi kısır bilgimize veya mantığımıza göre şekillendireme-yiz. Ancak bu hususta bilmeden hata yapabiliriz. Zira peygamberler hariç elbetteki kusursuz, günahsız mü'min yoktur. O bakımdan Müslümanlar birbirlerinin kusur ve günahlarıyla meşgul olacakları yerde, birbirlerini sa­mimiyetle uyarıp dinin birlik ve beraberlik ruhunu harekete geçirirlerse, Hz. Peygamber'in (A.S.) aziz ruhunu sevindirmiş olurlar. Aynı zamanda ilâhî yardıma lâyık görülürler.

Dine hizmette senlik, benlik davası yoktur ve olamaz da.. Herkes kendi yetenek ve imkânları nisbetinde, fakat belli bir plân ve programa göre hizmet etmekle yükümlüdür. Peygamberler nasıl baba bir kardeşler iseler, dine hizmet edenler de bu anlamda kardeştirler. Herkesin hizme­tini ise, Allah değerlendirir ve kişilerin niyetlerine göre, karşılık verir. [121]

 

Kendilerini Yok Edilme Çizgisine Getirenler

 

«Yok etmemiz gereken kasa­ba halkının (yok olduktan sonra dünyaya dönmesi veya yok olma nokta­sına geldikten sonra pişmanlık duyup tevbe ederek) dönüş yapması ha­ramdır  (mümkün değildir).»

Kur'ân burada çok ince bir noktaya parmak basmakta ve toplumları, milletleri uyarmaktadır. Özellikle bu âyetle İslâm ülkelerine seslenilmek-te ve kitap ehli gibi dinin esasından kopup hiziplere ayrılmamaları tenbih edilmektedir. Din adına bölünüp birbirine hasım kesilen, Kur'ân adına baş­ka başka isimler alıp itikat alanında gruplaşanlar bilmelidirler ki, İslâm düşmanlarının yapamadığı ve yapamıyacağı kötülüğü kendileri kendi din­lerine yapmaktadırlar. Birlik ve beraberlik çizgisine gelmedikleri takdirde ilâhî inayete mazhar olamayacaklgr ve neticeleri de hüsran olacaktır.

Gruplar arasında sürtüşme, tartışma, çamur atma sürüp giderse, dö­nüşü mümkün olmayan bir noktaya kendilerini getirmiş olurlar ve o tak­dirde ilâhî hüküm iner. Bu noktaya gelip de kurtulan tek bir kavim var, o da Yunus Peygamber'in kavmidir; her zaman için o, bir istisna teşkil eder. [122]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ilâhî dinlerin aynı esasta birleştiklerine dikkat­ler çekildi. Bölünüp parçalanmaların, Tevhîd İnançı'ndan sapmaların son­radan insanların taassup ve ihtirasları yüzünden meydana geldiğine dik­katler çekildi. Müslümanların bölünüp parçalanma konusunda çok dik­katli olmaları istenildi.

Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî uyarıya kulak vermeyenlerin, kıyamet olayı meydana gelince gözlerinin belerip kalacağı, fırsatları nasıl kaçırdıkları­nı anlayacakları konu ediliyor. Buna alâmet olarak da Yeeüç ve Me'cüc'ün sökülüp gelmesi gösteriliyor. Allah'ı bırakıp başka başka şeyleri ilâh edinenlerin kıyamet gününde ah, vah edecekleri haber verilerek inkarcılar, müşrikler, putperestler, bölünüp haktan uzaklaşanlar uyarılıyor. [123]     

 

Meali;

 

96—  Sonunda Ye'cüc ve Me'cüc (şeddi) açılır da her bir tepeden sö­külüp sür'atle inerler.

97—  Hak olan va'd (kıyametin safhaları) yaklaşınca bir de bakarsın ki o inkâr edenlerin gözleri belerip kalır, «eyvah bize! biz bundan gaflette bulunuyorduk; daha doğrusu biz zâlimler idik» derler.

98—  Şüphesiz ki siz ve Allah'tan başka taptıklarınız Cehennem odunusunuz ve siz oraya varacaksınız.

99—  Eğer bu taptıkları (putlar) gerçek ilâhlar olsaydı, herhalde Ce-hennem'e varmazlardı. Hepsi de orada devamlı kalıcılardır.

100—  Onlara, orada ah, vah edip inlemek vardır ve orada bir şey de işitmiyeoeklerdir.

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kirâm'dan Nevvas b. Sem'ân (R.A.) anlatıyor:

  Bir gün Resûiüllah (A.S.) Efendimiz, Deccal'dan söz etti ve onun hakkında o kadar alçaltıcı, yükseltici şeyler söyledi ki, biz onu bir hur­malıkta oturuyor sandık. Bunun üzerine (hayli korktuk ve toplanıp) kendi­sine gittik. Durumumuzu anladı ve şöyle buyurdu:

«Ben sizin aranızda iken o ortaya çıkarsa, sizin önünüzde (durup) ona karşı engel olurum. Ben aranızda bulunmadığım zaman ortaya çıkar­sa, artık her kişi kendinin savunucusu ve koruyucusudur. Allah ise benim yerime her müslüman üzerinde (koruyucudur).

Doğrusu o, kıvırcık saçlı bir gençtir. Bir gözü, salkımından dışarı çık­mış üzüm tanesi gibidir. Onu sanki Abdüluzza b. Katan'a benzetiyorum[124]Sizden kim ona erişirse, ona karşı Kehf Sûresi'nin baş kısmını okusun. Şüpheniz olmasın ki o, Şam ile Irak arasında kayalık bir kesimden çıka­cak. Sağda ve doğu cihetinde seri halde fitne ve fesat çıkaracak. Artık Ey Alfanın kulları, (ona karşı) dayanma gücü gösterin.»

Biz dedik ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Deccal yeryüzünde ne kadar kalacak?

Buyurdu ki:

  Kırk gün. Bir günü bir yıl gibi, bir günü bir ay gibi, bir günü bir haf­ta gibi; diğer kalan günleri sizin (normal) günleriniz gibi olacak.

Bunun üzerine dedik ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi, o bir yıl gibi olan bir günde, bir günlük ,  namaz bize yeter mi?

Buyurdu ki:

  Hayır,  siz  (normal  günlerinizdeki  namaz vakitlerini)  takdir edip ona göre kılarsınız.

Biz yine dedik ki:

— Ey Allah'ın Resulü! Onun yeryüzündeki sürati ne kadardır? 1      Buyurdu ki:

  Arkasından rüzgarın itip getirdiği yağmurun sürati gibidir. Deccal bir millete gelir, onları davet eder. Onlar da ona inanıp davetini kabul ederler. Deccal göğe emreder, o yağmur yağdırır; yere emreder o da bitki yeşertir. O milletin davarları akşamleyin en uygun ve en güzel görünüm­de ve memeleri de sütün çokluğundan en dolgun vaziyettedir. Böğürleri de en iyi şekilde gelişmiş bir vaziyette (ağıllarına) dönerler. Sonra Deccal başka bir millete gelip onları davet eder, ama onlar onun sözünü dinle­meyip reddederler. O da ayrılıp gider. Ama o millet öyle bir ortam içinde sabahlar ki, ellerinde mallarından bir şey kalmaz.

Deccal bir yıkıntıya uğrar da ona: «Hazinelerini çıkar» diye emreder. O yıkıntının hazineleri, baf arılarının kendi beylerinin arkasına takılıp git­tikleri gibi, onun peşine takılıp gider. Sonra gençlik ve hayat dolu bir odamı çağırır ve bir kılıç darbesiyle onu ikiye ayırır ve o parçaları birbi­rinden bir ok atımı mesafesi kadar uzaklaştırdıktan sonra onu çağırır; o da yüzü dalga dalga parıldayarak güler bir vaziyette ona gelir.

İşte Deccal bu halde iken Allah, Meryem oğlu Mesih'i gönderir. Dı-maşk'ın doğusunda beyaz minare (alâmet) üzerine, vers ve za'feranla bo­yalı iki parça elbise arasında, ellerini de iki meleğin kanatları üzerine koy­muş bulunduğu halde iner. Başını eğince ondan su damlar; kaldırınca, iri taneli inci misali berrak su İner. Artık onun nefesini duyan her kâfir, mümkün değil mutlaka ölür. Mesîh İsa'nın nefesi gözünün görebileceği yere kadar ulaşır. Sonra Deccal'ı aramaya koyulur. Derken ona Beytül-makdis'de «Lüdd Kapısı» denilen yerde yetişir ve hemen öldürür. Sonra Meryem oğlu Mesîh İsa, Allah'ın kendilerini Deccal'dan koruduğu bir kav­me gelir, eliyle onların yüzünü okşar ve onlara Cennet'teki derecelerini anlatır. Onlar bu durumda iken Allah (c.c.) İsa'ya şöyle vahyeder: «Bana ait kullarımı şimdi ortaya çıkardın. Hiç kimsenin onlarla savaşmaya gücü ve kudreti yetmez. Sen kullarımı Tûr'da koruyup emniyete al.»

Sonra da Allah (c.o.) Ye'cüc ve Me'cüc'ü gönderir. Onlar her tüm­sekten ve tepeden süratle kopup gelirler. Onların önde yürüyen kafileleri Taberiye Gölüne uğrarlar da ondaki mevcut suyu olduğu gibi içerler. Son­raki kafileleri o gölün yerine uğradıkları zaman, «burada bir vakitler su varmış» derler. Böylece Allah'ın Peygamberi İsa ile arkadaşları Allah'a yönelip rağbet duasında bulunurlar. Allah da o düşmanların üzerine hay­vanlara musallat olan parazitler (gibi öldürücü parazitler) gönderir. Hepsi de bir tek canın ölmesi gibi ölüp gider. Sonra Allah'ın Peygamberi İsa ile arkadaşları o yere inerler de Ye'cüc ve Me'cüc'ün yağ ve pis kokularının girmediği bir karış boş (temiz) yer bulamazlar. Allah'ın Peygamberi İsa ve arkadaşları yine Allah'a yönelip rağbet duasında bulunurlar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Horasan bölgesinin develerinin boyunları gibi (bo­yunları olan) kuşlar gönderir de, o kokuşmuş leşleri alıp Allah'ın dilediği yere götürüp atarlar. Sonra Cenâb-ı Hak bir yağmur indirir de ister ker­piçten ev olsun, ister kıldan çadır olsun hiç biri kendini o yağmurdan ör­tülü tutamaz; yeryüzünü öylesine yıkar ki, onu tertemiz ayna gibi bırakır. Sonra da yeryüzüne: «Artık ürününü yetiştir, bereketini geri ver» denilir. O gün bir cemaat mevcut nar meyvasından yer de, onun çanakvari kabu-ğuyla gölgelenirler. Sütlerde de bereket başlar, o kadar ki sağmal deve­nin sütü kalabalık bir cemaate yeter. Sağmal sığırın sütü bir kabile halkı­na yeter. Sağmal koyun sütü bir hane halkına yeter.

Onlar bu hal üzere iken Allah hoş bir rüzgar gönderir de her birini kol­tukları altından yakalar ve böylece her mü'min ve her muslimin ruhunu alır. Geriye insanların şerirleri kalır. Bunlar, eşeklerin açıktan açığa bir­birleriyle çiftleştikleri gibi, cinsel temasta bulunurlar ve işte kıyamet on­ların üzerine kopar.» [125]

«Resûfüllah (A.S.) Efendimiz bir ara telaşla Cahş kızı Zeyneb'in yanı­na gelerek şöyle buyurdu :

  Lâ ilahe illallah. Yaklaşmakta olan serden vay Arabın haline!. Bu­gün Ye'oüc ve Me'cüc'ün şeddinden şunun gibi bir menfez açıldı.

Böyle derken baş parmağıyla şehadet parmağını halka yaptı. Bunun üzerine Cahş kızı Zeyneb (R.A.):

  Ey Allah'ın Peygamberi! İçimizde bunca sâlih kişiler varken, he­lak olur muyuz? diye sorunca, Efendimiz şöyle cevap verdi:

  Evet,  ahlâksızlık, fitne, fesat ve fuhuş  çoğalınca  (elbete  helak olursunuz).» [126]

Huzeyfe b. Esîd el-Gıffarî (R.A.) anlatıyor :

  Biz kendi arkadaşlarımızla bir ara oturup karşılıklı konuşuyorduk.derken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz çıkageldi ve :

  Neler konuşuyorsunuz? diye sordu.  Biz de :

  Kıyametin kopuşu hakkında konuşuyoruz, diye cevap verdik. Bu­nun üzerine şöyle buyurdu :

  Daha önce on alâmet görülmedikçe kıyamet kopmaz.

Böylece Duhan, Deccal, Dabbe, güneşin batıdan doğması, Meryem oğ­lu İsa'nın inmesi, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, doğuda üç yerin, batıda bir yerin çöküp batma olayının gerçekleşmesi, Arap Yanmadası'nda da bir yerin çöküp batma olayının zuhuru gibi alâmetleri saydı ve en so­nuncusu da, «Yemen'den bir ateşin çıkıp insanları, toplanacakları yere sürüp götürmesi olacak» buyurdu [127]

 

Ye'cüc Ve Me'cüc

 

Kehf sûresi 94. âyetin tefsirinde Zulkarneyn'le ilgili kıssanın izahın­da bu iki isim üzerinde durduk, az da olsa bazı bilgiler vermeye çalıştık. Burada ise, sadece iki tesbit üzerinde durup konunun aydınlatıcı mahi­yette özetini vermekle yetinmek istiyoruz:

1—  Ye'cüc ve  Me'cüc, ya   İbn   Haldun'un   Mukaddime's inde  dediği gibi : Bu iki ismin aslı, Gûg-Mâgûg'dur. Arapça'da (g) harfi kullanılmadığı iCin onun yerine (c) harfi kullanılmıştır. Lügam'ı «lücam» okudukları gibi. Bu takdirde  Frenklerin,  Batı   Roma  imparatorluğunu  alt-üst eden   Hun-lara, «çok barbar» anlamına gelen bu isimleri taktıkları bilinmektedir.

Böylece yeryüzünde fesat çıkaran, kan döken her istilâcı büyük or­dular hakkında da bu iki isim kullanılabilir. Ancak kıyamete ygkın bu fit­ne, tarihte benzeri görülmemiş biçimde ortaya çıkacaktır.

2—  Ye'cüc ve Me'cüc belâsı yalnız Araplara mı yönelmiş veya yöne­lecektir? Hadîste tahsîs yoktur. Ancak Arapların bu büyük fitneye mâruz kalacağı bildiriliyor. O halde gerek Emevî-Abbasî rekabet ve sürtüşmesi ve Horasanlı Ebû Müslim'in sergilediği zulüm, gerekse Moğol istilâsı ile de bir bakıma yorumlanabilir.

Nitekim Buharî'nin Ebû Saîd ei-Hudrî'den (R.A.) rivayet ettiği hadîste, bu konuya açıklık getirilerek buyuruluyor ki: «Allah, Âdem Peygamber'e Cehennem'e girecek olanları çıkarıp gönder» buyuracak. Âdem: «Ya Rab!

Cehenem'e girecek olanların sayısı nedir?» diye soracak. O da :  «Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu..» buyuracak......»

Bunun üzerine Ashab-ı Kiram, Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :

  Ya Resûlellah! O binde bir hangimiz olabiliriz? Efendimiz (A.S.) cevap verdi:

  Size müjde! Sizden bir kişiye karşılık Ye'cüc ve Me'cüc'den bin kişi (Cehennem'e gönderilecektir).»

O halde denilebilir ki, Ye'cüc ve Me'cüc, biri özel, diğeri genel olmak üzere iki manada kullanılmıştır. Kehf sûresinde özel, Enbiyâ sûresinde ge­nel anlamda bir hüküm ifade etmektedir. Bu acıdan bakınca, her asırda yeryüzünde fitne ve fesat çıkaran, haksız yere kan döken, insan hakları­na tecavüz eden her topluluk ve millete Ye'cüc-Me'cüc diyebiliriz. Zira genel anlamda bu iki isim daha çok fitne çıkarıp ortalığı, hercü-merc eden barbarları hatırlatır. Allah daha iyisini bilir. [128]

 

Kıyametten Birkaç Safha

 

«Eğer bu taptıkları (putlar) gerçek ilâhlar olsaydı, elbette Cehennem'e varmazlardı.»

Hak olan va'd, Allah'ın ezelde plânlayıp gerçekleştireceği kıyamet olayı ve safhalarıdır. İnkarcı sapıklar yeniden diriltilip kıyamet safhala-rıyla karşılaştırıldıklarında şaşırıp kalacaklar. Çünkü onlar böyle bir gü­nün tahakkuk edeceğine hiç, ama hiç inanmazlardı. O yüzden gözleri be-lerip kalacak: «Eyvah bize! biz bundan gaflette bulunuyorduk; daha doğ­rusu biz zâlimler idik» diyecekler. Ama neden sonra..

Kur'ân bu uyarıcı tabloyu çizerken o günde meydana gelecek ibretli olaylardan üç ayrı safhayı gözler önüne seriyor;

1—  Putperestler putlarıyla birlikte Cehennem'e odun olacaklar.

2—  Hepsi de Cehennem'de devamlı kalacak, bütün ümitleri yok ola­cak.

3—  Onlar orada sadece ah, vah edip inleyecekler, kaçırdıkları fır­satlara hayıflanıp kahrolacaklar..

Böylece Kur'ân-ı Kerîm, inkarcı azgınların âhiretteki durumlarını en duyarlı anlatımla işlerken, onları daldıkları gafletten uyandırmayı amaçlıyor ve ilâhî rahmet ve gufran kapılarının açık bulunduğuna işaret ediyor. Çünkü Allah'ın rahmeti gazabının önünde yürümektedir. [129]

 

İnsandan İman Denilen Manevî Cevher Çekilip Alınınca, Geriye Et, Kan Ve Kemik Yığını Kalır

 

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önde gelen faktör: Aklı ve düşün­cesidir. Bu iki nîmeti kaybeden kimse hayvandan daha aşağı duruma dü­şer. Ama akıl ve düşünceye gerçek değerini kazandıran ve onları iyiye, hayra ve fazîlete yönlendiren şey ise, imân ve ilimdir, Birincisi küfrün, ikincisi cehaletin karanlığını kurutup gidericidir.

İnsandan, -onun içini ve dışını aydınlatıp ruhunun asıl renk ve ma­yasını ortaya çıkaran- bu iki aydınlatıcı nimeti çekip alın, geriye karanlığa gömülü bir et, kan ve kemik yığını kalır ve bu da Cehennem'e yakıt ol­maktan başka bir şeye yaramaz.

Onun için Kur'ân'da inkarcılara,: «Şüphesiz ki siz ve Allah'tan başka taptıklarınız Cehennem odunusunuz ve siz oraya varacaksınız.» diye ses-lenilmektedir. [130]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kıyamet alâmetlerinden biri hatırlatıldı ve ar­kasından o günde diriltilip kaldırılacak inkâroı sapıkların gözlerinin nasıl belerip-şaşkınlık içinde kalacaklarına dikkatler çekildi. Sonra da imân ve irfansız kalan bir bedenin Cehennem'e yakıt olmaktan başka bir şeye yaramıyacağı ve başka bir değer taşımayacağı belirtilerek, o ilâhî emâne­ti ilim, imân ve ahlâk ile donatmamız ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, dünya hayatını ilâhî rıza doğrultusunda değer­lendirip imân temeli üzerinde sâlih ameller işleyenlere âhirette hazırla­nan mükâfatlardan bir bir haber veriliyor. Böylece imânın en büyük nîmet ve devlet olduğu vurgulanıyor. Kıyametin kopuşuyla kâinat düzeninin ne şekilde bozulacağına dair kısa bir ön bilgi veriliyor. [131]

 

Meali:                                  

 

101—  Şüphesiz ki bizden kendilerine en güzel (en doyurucu mutlu­luk) sözü verilmiş olanlar (var ya), işte onlar Cehennem'den uzak tutul­muşlardır.

102—  Cehennem uğultusunu da duymazlar ve onlar canlarının çek­tiği nimetler içinde ebedîdirler.

103—  En büyük dehşet salan korku onları üzmez.  Melekler onları karşılar da «bu sîze söz verilen gündür!» (derler).

104—  O gün göğü, kitap (sahifelerini ya da formalarını) katladığımız gibi katlarız. İlk yaratmaya başladığımız gibi -üzerimize gerekli bir va'd olarak- tekrar (yaratıp) geri çeviririz. Şüphesiz ki biz (böyle) yaparız.

 

İlgili Hadîsler

 

«Ey insanlar! Şüphesiz ki yalınayak, çıplak ve sünnetsiz bir halde Allah'ın huzurunda toplanacaksınız. «İlk yaratmaya başladığımız gibi, öylece yaratıp geri çeviririz,.» [132]

«Şüphesiz ki Allah, kıyamet gününde yerleri tutup kudret eline ala­cak; gökler de O'nun (kudretini sembolize eden) sağ elinde olacak..» [133]

 

Samimi İman Ve Salih Amel

 

«şüphesiz ki bizden kendilerine en güzel (en doyurucu mutluluk) sözü verilmiş olanlar (var ya) işte onlar Cehennem'den uzak tutulmuşlardır..»

Şüphesiz ki samimi imân ve onun ürünü olan sâlih amel, bu en güzel mutluluk müjdesinin ortamını hazırlayan temel esaslardır. Allah'ın başa­rılı kılma lûtfu erişince, bu esaslara sahip olanlar Cehennem'den uzak tutulurlar. İçlerinde büyük ümit doğuran, ruhlarına aralıksız gıda sunan gerçek imân, dünyada Cennet'i onların gönüllerinde oluşturmuştur. Âhi-rette gönüllerindeki bu imân ve irfan cenneti, sonsuz nimetlerle süslü maddî cennete dönüşür. O kadar ki, o bahtiyarlar Ğehennem uğultusunu bile duymazlar. Canlarının çektiği nimetler içinde ebedileşirler. Çünkü dünyada nefislerinin çektiği her türlü haram ve şüpheli şeylerden kaçın­mışlardı.

Bütün bu va'dler, birer aldatma, ümitlendirme değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın buna hiç ihtiyacı yoktur. O ezele kurduğu kâinat düzenini aksat­madan hedefine doğru götürmektedir. Ancak bu düzende en önemli unsur mutlaka insandır. Onun varlığıyla düzen değer, anlam ve hikmet kazanı­yor. O bakımdan dünya hayatında da her şey insan için hazırlanmıştır; âhiret hayatı da bütünüyle onun için kurulmuştur.

' İnsanoğlu, kendi değer ölçüsüne bu açıdan baktığı takdirde, Allah'ın kendisini ne kadar aziz ve şerefli yarattığını ancak anlayabilir ve niçin ya­ratıldığının anlam ve hikmetini kavrayıp öğrenebilir. [134]

 

En Büyük Dehşet Salan Korku

 

«En büyük dehşet salan korku onları üzmez.»

Bir daha Sûr'a üflenip kabirlerden kalkış, görülecek bir manzaradır. Bir anda dehşet salan bir korku etrafı kaplar; başlar döner, gözler bir nok­taya dikilip kalır. Ama dünya hayatında, Allah'tan korkup ömrünü ona gö­re düzene sokup disipline eden mü'minleri, bu dehşet salıcj manzara üz­mez. Rahmet melekleri onları karşılar da «Bu size va'dedilen gündür» der­ler ve mü'minleri rahatlatırlar. [135]

 

Göğün Dürülüp Katlanması

 

«O gün göğü kitap (sahifelerini, ya da formalarını) katlar gibi katlarız. İlk yaratmaya başladığımız gibi -üzerimize gerekli bir va'd olarak-tekrar (yaratıp) geri çeviririz. Şüphesiz ki biz böyle yaparız..»

Kur'ân bu anlatımla, yaratmaya ilk başlandığı duruma dönüleceğini açıklıyor. Günümüzde, gerek ay, gerekse düşen meteorlar üzerinde yapı­lan ciddi araştırmalardan, yerin ve göklerin, yani bunlardaki cisimlerin tek parça halinde olduğu; sonraları ilâhî plân ve program gereği parçalanıp bugünkü duruma getirildiği anlaşılıyor. Kıyametin kopması ise, mevcut düzenin bozulması ve canlı adına her şeyin son bulması demektir. Bu du­rumda gök cisimlerinin biraraya getirilip kitap sahifeleri gibi üstüste ko­nulup katlanması, ilk yaratıldığı şekle sokulması anlamına gelir.

Sonra da âhiretteki ölümsüz bir hayata uygun şartları ve ortamı oluş­turacak yeni bir düzen kurulur. Bunun sebebi gayet açıktır: Bugünkü mev­cut sistemler ve düzenler, insan hayatını bir süre devam ettirmeğe, onun ihtiyaçlarını karşılayacak nesneleri periyodik olarak vermeye yönelik bir ölçüdedir. Âhiret hayatı ise, sonsuzdur ve ölümsüzdür. O bakımdan kurula­cak olan yeni düzenin buna cevap verecek bir plân ve programda olması gerekir.

İkinci düzen hemen kurulacak mı?

İlk yaratılmada tekâmül söz konusu olduğu gibi, ikinci yaratmada da aynı şeyi düşünebilir miyiz? Bu konuda kesin bir şey söylemek çok zor. Ancak ilk yaratılışta, insanın yararlanabileceği kaynakların oluşması için uzun bir süreye ihtiyaç vardı. O bakımdan yerküre beş-altı jeolojik de­vir geçirdikten ve gerekli kaynaklar oluştuktan sonra insan yaratılmıştır. Âhiret'te ise, buna gerek yoktur. Çünkü Cennet ve Cehennem çok önce­den hazırlanmıştır. Yeniden hazırlanacak bir hayat düzeni, sadece mev­cut sistemlerle ilgilidir. O halde yerin ve göklerin katlanmasından hemen sonra yeni sistemlere dönüşmesi düşünülebilir. Kurulan yeni sistem ve dü­zen içinde Cennet ve Cehennem de plâna uygun hazırlanan yerlerini almış olurlar. Allah daha iyisini bilir. [136]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, mü'minler için hazırlanan uhrevî mükâfatlardan bir kısmı açıklandı ve dünya hayaUridan amacın ne olduğuna parmak ba­sılarak iyi düşünmemiz ilham edildi. Sonra da kıyamet olayıyla göklerin katlanacağına dikkatler çekilerek ilk yaratılış plânı hakkında temel bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, yeryüzüne veya âhiretteki saadet yurduna kim­lerin vâris kılınacağına temas ediliyor ve Zebur'da bununla ilgili belge­nin bulunduğuna dikkatler çekiliyor. Sonra da Peygamber'in (A.S.) insan­lara rahmet olarak gönderildiği konu edilerek, dünyada da, âhiret yurdun­da da mutlu olabilmenin tek yolunun o rahmete uymak olduğu dolaylı şe­kilde anlatılıyor. Arkasından yakın gelecekte küfrün baş aşağı geleceği ve mü'minlerin dünya sahnesinde lâyık oldukları yeri alacakları anlatılarak, o gün gelmeden ilâhî rahmetin havasına girmenin lüzumuna işarette bu­lunuluyor. [137]

 

Meali:

 

105—  And olsun ki, Zikir (Levh-i mahfuz veya Tevrat) dan sonra Ze­bur'da da yeryüzüne (veya âhiretteki saadet yurduna) iyi-yararh kullarım vâris olacak diye yazmışızdir.

106—  Şüphesiz ki bu (Kur'ân)da kendini ibâdete veren bir millet için amaca ulaşma ve yeterli öğüt (yolları) vardır.

107—  Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.

108—  De ki: «Bana ancak ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyedîüyor. Artık siz Müslüman olmuyor musunuz?»

109—  Yüzçevirirlerse de ki : «Size düpedüz bildirdim: Tehdîd edildi­ğiniz o şey yakın mı, uzak mı bilmem..

110—  Şüphesiz ki O, sözün açığa vurulanını da bilir, gizlediğinizi de bilir.

111—  Bu (tehdîd edilen şeyin) geciktirilmesi sizin için bir sınav ve belki bir süreye kadar geçindirmek için midir bilmiyorum.»

112—  (Peygamber) dedi ki: «Ey Rabbim! aramızda hak ile hükmet. Rahman olan Rabbımız, sizin vasfedegeldiğiniz şeylere karşı yardımı is­tenilendir.»

 

İlgili Hadîsler

 

«Peygamber (A.S.) Efendimize denildi ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Şu müşrikler için beddua etseniz ya.. Bunun üzerine o rahmet peygamberi şöyle buyurdu :

  Ben lânetleyioi olarak değil, rahmet olarak gönderildim.» [138]

«Allah beni ancak mübelliğ (ilâhî buyrukları tebliğ edici) olarak gön­derdi; zillet, meşakkat, ve sıkıntı verici olarak göndermedi.» [139]

«Ben ancak doğru yolu gösteren bir rahmetim.» [140]

«Şayet bir kimseye öfkelendiğimde sövmüş veya lanet etmişsem, bi­lin ki ben de adem oğullarından biriyim. Sizin öfkelendiğiniz gibi ben de öfkelenirim. Allah beni ancak âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Ben o laneti kıyamet gününde onun için rahmetli bir duâ kılacağım.» [141]

 

Zebur

 

Hâlen mevcut Kitab-ı Mukaddes'in, Davud Peygambere (A.S.) ait mezmurlar bölümünde, bazı değişikliklere uğramasına rağmen Kur'ân'da açıklanan belgeye rastlamaktayız. Deniliyor ki :

«Fakat kötülerin zürriyeti kesilip atılacak. Salihler (iyi, yararlı kullar) yeri mîras alır ve onda ebediyen otururlar. Salihin ağzı hikmet anlatır.» [142]

Zebur sözlükte: Kalınca geniş muhtevalı kitaba denilir. Çoğulu «zu-bur» gelir. Bu, Davud'a (A.S.) indirilen ve daha çok ilâhîleri-içeren kita­bın özel ismidir. Tamamı 150 fasıldan veya baptan oluşmaktadır. «Kötü­lerin öğüdü ile yürümeyen kimsenin mutlu olduğunu» belirterek başlar ve «Rabbe hamd edin» sözüyle biter. [143]

 

Yeryüzüne Veya Âhiretteki Saadet Yurduna Salih Kullar Vâris Olurlar

 

«And olsun ki, Zikir (Levh-i mahfuz veya Tevrat)dan sonra Zebur'a da, yeryüzüne (veya âhiretteki saadet yurduna) sâlih kullarım vâris olacak diye yazmışızdır.»

«İyi, yararlı işlerde bulunan» diye çevirisini yaptığımız «salih». sıfatı, «salâh» kökünden türetilmedin Salâh: Bozgunculuğa karşıt olarak "dü­zeltmek, yön ve yöntemine koymak anlamına delâlet eder. Daha çok fiil­lerde kullanılır. Kur'ân'da ise, bazan fesat, bazan kötülük ve günaha kar­şıt olarak yer alır. Konumuzu oluşturan âyette ise, «fesat» karşıtı olarak bir anlam taşımaktadır.

Âyetin bu cümle ile asıl delâlet ettiği mana ve hüküm ne olabilir? Burada üç yorum söz konusudur: Birincisi, arzdan maksat, Arap Yarım-adasıdır ki, buna Allah'ın sâlih kulları olan mü'minler vâris olacaktır. Ni­tekim olmuşlardır. Bu zayıf bir yorumdur. Çünkü Zebur'da zikredilen bu belge, daha kapsamlı bir anlam taşımaktadır. .

İkincisi, sâlih kullardan maksat, imân temeli üzerinde iyi, yararlı amel­lerde bulunanlar değil, yeryüzünü daha çok bayındır hale sokanlar, boz­gunculuğu önleyenlerdir.

Bu yorum akla yakın ve mantıkî görünüyorsa da, tarihin akışı içinde buna uymayan bir çok olaylar cereyan etmiştir. Misal olarak Hun impa­ratorluğunu, Cengiz ve Hülagu istilâsını verebiliriz. Bunlar yeryüzünü ba­yındır hale getirmekten ziyade, bayındır yerleri yıkıp yerle bir etmişler­dir. Ancak yeryüzüne vâris olmaktan maksat, geçici bir istilâ ve bozgun­culuk değil de, daha çok uzun süre devam eden bir veraset söz konusu olabilir. Abbasîler!, Büyük Selçukluları, Osmanlıları buna misal verebili­riz.

Üçüncüsü, «arz»dan maksat, âhiretteki ebedî saadet yurdu olan cen­nettir. Ona ancak imân temeli üzerinde gelişen salih kişiler vâris olabilir. Zira bu âyetten bir önceki âyette kıyametin kopuş safhası üzerinde du­ruluyor, mevcut düzenin bozulacağı, göklerin, yani ondaki sicimlerin üst-üste katlanacağı ve sonra da yeni düzenin kurulacağı anlatılıyor ve he­men arkasından, arza ancak sâlih kulların vâris olacağı kaydediliyor ki bu, üçüncü yorumun daha isabetli olduğuna ağırlık kazandırmaktadır.

Allah daha iyisini bilir.

Bir dördüncü yorum daha ekleyebiliriz. Şöyle ki : Kıyamete yakın bir çağda İslâmiyet iyice gelişecek, birçok milletler kurtuluşu, huzur ve güve­ni onda bulacak ve böylece Hz. Muhammed'e (A.S,) gerçek ümmet olan salih kullar yeryüzüne varis olacaklar. Nitekim bunu destekler mahiyette hadîsler rivayet edilmiştir. [144]

 

Allah'a İbâdetin Mükâfatı

 

İbâdet ruhun gıdası, kalbin cilâsıdır. Zevkine ererek ibâdete devam edenlere Kur'ân, dünyada da iki önemli mükâfat va'dediyor: Birincisi, amaca ulaşma, yani hilkatin hikmet ve gayesi düzeyine erişmektir. İkin­cisi, yeterli öğüt alıp böylece düzenli bir hayat yaşamaktır. Şüphesiz ki, bir fâniyi dünyada en çok mutlu eden bu iki mükâfattır. O halde ibâdet konusunda istenilen neticeyi sağlayabilmek için, imânla beslenen bir kalbe ihtiyaç vardır. Meselâ Çiçeğin yeşermesi, iyi bir saksının varlığına bağlıdır. O bakımdan Kur'ân sözünü ettiğimiz iki mükâfatı sunarken, bu­nu imânla birleşip bütünleşen ibâdete bağlamaktadır. [145]

 

Âlemlere Rahmet Olarak Gönderilen Son  Peygamber

 

«Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.»

İnsana, insan olmanın hikmet ve anlamını öğreten, ona yaratanını tanıtan; insanla Allah arasındaki yolu işlek duruma getiren ve aradaki engelleri kaldıran; kalbe sağlam inanç, güven ve ümit aşılayan son pey­gamber Hz, Muhammed (A.S.) Efendimiz, elbette ki bütün milletlere rah­met olarak gönderilmiştir.

Aynı zamanda insanı maddenin ezici ve üzücü esaretinden kurtaran, mananın serinletici havasına kavuşturan; insanlar arasındaki sınıf farkını kaldırmak suretiyle -Allah'a dosdoğru inandıkları takdirde- onları kar­deş yapan ve tek kelimeyle insana yakışanı emreden Hz. Muhammed'in (A.S.) en seçkin ve belirgin vasfı, elbette ki «âlemlere rahmet» olmasıdır.

O bakımdan Hz. Muhammed (A.S.) çok yönlü bir rahmettir. Bu rah­metin anlamını özetleyip maddeleştirecek olursak, daha kolay anlaşılma­sını sağlamış oluruz:

1—  İnsana kişilik kazandırır. Onu, kula kui olmaktan kurtarıp Yüce Yaratan'a kul olma derecesine yükseltir.

2—  Aileyi en sağlam ve kalıcı temele oturtur; sevgi, saygı, ahlâk, fa-zîlet ve dayanışma bağlarıyla onu bütünleştirir.

3—  Kadını  şehvetperestlerin  ağından  uzaklaştırır.  Ona   annelik va-karıyla birlikte iffet ve namus kaftanını giydirir. «Cennet annelerin ayak­ları altındadır» buyurarak, bir kadın için en güzel vasfın annelik olduğunu öğretir.

4—  Babayı da sorumlu tutar; eşine, çocuklarına karşı neler yapmak­la yükümlü bulunduğunu kalıcı bir programla telkîn eder.

5—İnsanı malın hizmetçisi ve bekçisi olma zilletinden kurtarıp malı ve serveti onun hizmetine verir. Dünyalığın amaç olmadığını, ama amaca ulaşabilmenin araçlarından biri olduğunu belirler.

6— İnsanlar arasında dayanışma ve yardımlaşma duygusunu geliş­tirir ve bunu sadakanın sekiz misline çıkararak geniş bir mükâfatla gerçek değerini ortaya  koyar.

7—  İnsan haklarını kutsal sayıp, bu haklardan dolayı terettüp eden günahların ve veballerin -ödenmedikçe, helallcföılmadıkca- affedilmeyece­ğini ilân eder.

8—  Yetimin, dulun, kimsesizin, köle ve esirin elinden tutar, onlara değer verip diğer insanlardan farksız olduklarını müjdeler ve kıstas olarak da imân ve takvayı gösterir. Yani kim daha çok Allah'tan korkarsa, Allah yanında o daha çok üstündür, diyerek insanı zillet çukurundan kurtarıp azizlik mertebesine yükseltir.

9—  Hukukta eşitlik ve adaleti emreder. Bir saat adaletle hükmetmeyi, altmış yıllık nafile ibâdetten üstün sayar.

10—  İnsana dünyayı tanıttığı kadar, âhireti de tanıtır ve bu iki ayrı âlem arasında kopmaz köprüler oluşturur. 11—Bedenle ruh, maddeyle mana arasında denge sağlayarak kalp ve kafaları  ümit ve güvenle doldurur. Kalplere manevî bekçi yerleştirerek iç disiplinin lüzumunu belirtir.

12—  Allah'a  ibâdetin  insan  ruhuna  ve  hayatına,  dünyasına ve  âhi-retine nasıl feyiz kapılarını açacağını en anlamlı sözlerle açıklar.

13—  «Çocuk kokusu cennet kokusudur»  buyurarak, onun ne kadar büyük bir nîmet, aynı zamanda emânet olduğunu vurgular ve ona, aklı er­meye, dili dönmeye  başlayınca  Allah'ın  varlığını,  birliğini;   Hz.   Muham­med'in (A.S,) hak peygamber olduğunu öğretmemizi; işe Besmeleyle baş­lamasını, işin sonunda Allah'a hamdetmeyi unutmamasını sağlamamızı ve yedi yaşına girince ona namaz kılmasını emretmemizi tavsiye eder.

14—  Kız çocuğuna itina gösterilmesini, toplumdan yana iffetli ve kül­türlü, aynı zamanda dindar bir hanım olarak yetiştirilmesini emreder. İki veya üç kızını İslâmî ölçülere göre eğitip yetiştiren anne ve babanın Cen-net'i hakettiklerini müjdeler.

15— Milletleri zulüm, inkâr ve ahlâksızlık bataklığına düşmemek için devamlı uyarır ve millet olabilmenin ana vasıflarını kusursuz şekilde be­yân eder. Aynı zamanda bunun en güzel örneğini kendi hayatında sergi­ler.

16—  Milletlerarası münasebetlerin ölçülerini açıklar.

17—  İyi ve yararlı devlet adamı olabilmenin yol ve yöntemini en in­ce tarafına kadar belirler.

Tabii bütün bu gerçekleri insanlığın anlayış ve irfanına yansıtırken ışığını tamamiyle Kur'ân'dan alır.

İnsanlıktan yana bir kısmını ancak belirttiğimiz bunca hizmetlerde bulunan ve bunları sözde bırakmayıp, tatbikatta örneğini veren, sonra da kıyamete kadar bütün insanların istifadesine yazılı olarak bırakan son peygamber büyük bir rahmet değil midir? [146]

 

Aramızda Hak İle Hükmet

 

«(Peygamber) dedi ki: Ey Rabbım! Aramızda hak ife hükmet. Rahman olan Rabbımız sizin vasfedegeldiğiniz şeylere karşı yardımı istenilendir.»

Hz. Muhammed'in (A.S.) âlemlere rahmet olduğu açıklandıktan son­ra, Tevhîd İnancı üzerinde duruldu. Bundan yüz çevirenlerin kendilerine büyük bir haksızlık ettiklerine işaretle, Allah'ın onlarla ilgili va'dinin mut-laka gerçekleşeceğine değinildi. Buna rağmen bir türlü kendini inkâr ve ahlâksızlık bataklığından kurtarmak   istemeyen   beyinsizlerin   durmadan hakka karşı çıkmalarına dikkatler çekiliyor ve bu dünyada ihtilâfı giderme yolları kapansa bile, âhirette Cenâb-ı Hakk'in en âdil şekilde hükmedece­ği haber veriliyor. Şöyle ki :

Peygamber (A.S.) Efendimiz sözüyle, davranışlarıyla; tevazu ve ba-ğışlamasıyla hep rahmet kapısını açık tuttu. Ne yazık ki, iyice şartlanmış inkarcı sapıkların kafalarında derin iz bırakan önyargıyı gidermek müm­kün olmamıştır. Aralarında kim hakemlik yapabilirdi? Zira hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, iyiyi kötüden ayırt etme yeteneğine sahip ve taraflarca kabullenebilecek kimseler yoktu. Gerçi mü'minlerin hepsi bu yetenekte idi, ama müşrikler onların hakemliğini kabul etmezlerdi.

Bunun için Peygamber (A.S.) bu hakemliği Kur'ân'dan aldığı ilhqmla en yüce kudret sahibi Cenab-ı Hakk'a bıraktı. O'nun vereceği hükmün mutlaka âdil olacağını çok iyi biliyordu.

Ancak Cenâb-ı Hakk'ın vereceği bu hüküm çok yakın bir tarihte de olabilirdi, uzak bir tarihe bırakılmış da olması muhtemeldi, Nitekim birkaç yıl sonra Bedir savaşı, arkasından Uhud savaşı ve sonra da Mekke'nin fethi peşpeşe gerçekleşti. Hak üstün geldi, bâtıl silinip yok oldu. İlâhî hü­küm şaşmazlığını ortaya koydu. Böylece Arap Yarımadasına Allah'ın sâ-lih kulları vâris kılındı. Allah'ın her türlü noksanlıktan, şirkten, eş ve or­taktan, evlât edinmekten pak ve münezzeh olduğu bütün açıklığıyla o bölgede bir defa daha tecelli etti.

Enbiyâ sûresinin tefsîri burada noktalanırken, bizi buna muvaffak kı­lan Cenâb-ı Hakk'a hamd-ü senalar olsun. Kalbimize ışık tutan, önümüzü aydınlatan, idrâkimize yön veren, çalışma azmimizi kamçılayan Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed'e (A.S.); O'nun âl ve ashabına salât-ü selâm­lar eyleriz..

Allah bize yeter. O ne güzel vekildir; ne güzel mevlâ ve ne güzel yar­dımcıdır!. [147]

 



[1] Lübabu't-te'vîl :  3/254

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3875.

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3875-3876.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3878.

[4] Fazla bilgi için bak : Modern Biyoloji:  1/61-62 -Millî Eğitim Bakanlığı Basımevi - İstanbul : 1970

[5] Buharî/rikak:   39, talâk:   25, tefsir:   79- Müslim/cumua:  43, fiten:   132, 135- tbn Mâce/mukaddeme: 7, fiten: 25- Dâremî/rikak : 46- Ahmed: 4/309- 5/ 92, 103, 108

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3879.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3880-3881.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3881-3882.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3882-3883.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3883.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3883-3884.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3885.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3885-3886.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3886-3887.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3888.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3889-3890.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3890-3891.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3891.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3892-3893.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3893.

[21] Bilgi için bak : Mü'minûn Sûresi :  14. âyetin tefsiri

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3895.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3895-3896.

[24] Tâ-Hâ sûresi :   14

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3897-3898.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3898.

[26] Tefsîr-i Kurtubî :   11/28- Mefatihülgayb:  6/142

[27] Tefsîr-i Kurtubî :   11/28

[28] Sahîh-i Müslim

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3899-3900.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3900.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3900-3901.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3901-3902.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3903.

[34] Müsned-i Atımed:  2/295, 323, 324, 493- İbn Ebî Hatim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3904.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3904-3905.

[36] Bilim ve Teknik:  165. sayı/Ağustos 1981

[37] Nûr Sûresi :   45

[38] Furkan Sûresi : 54

[39] Enbiyâ Sûresi :   30

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3905-3907.

[41] Bilgi için bak : Ra'd Süresi: 3~ Hicr Sûresi: 19- Nahl Sûresi: 15- Enbiyâ Sûresi: 31- Nemi Sûresi: 61- Lukman Sûresi : 10- Fussilet Sûresi: 10- Kaf Sû­resi:  7- Murselat Sûresi:  27- Naziât Sûresi:   32. âyetlerin tefsiri

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3907.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3908-3909.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3909.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3909-3910.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3910.

[47] Lübabu't-te'vll :  3/260

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3912.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3912-3913.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3913-3914.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3914-3915.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3915.

[52] Buharı/tevhîd:   58,   daavat:   66,   imân:   19-   Müslim/zikir:   30-   Tirmizî/ daavat:   59- İbn Mâce/edeb:   56-  Ahmed:   2/232

[53]   Müsned-i Ahmed:   2/213

[54] »                   »           »   s,

[55] Tirmizî/tefsîr:  2/21- Müsned-i Ahmed:  6/280

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3917-3918.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3918-3919.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/39019-3920.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3920.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3920-3921.

[60] Hafız îbn Ya'lâ

[61] Buhari/enbiyâ:   8,  nikâh:   12-   MÜslim/fezâil:   154-   Ebû   Dâvud/talâk: 16.- Tirmizî/tefsîr:  3/21- Ahmed:  2/403

[62] Lübabu't-te'vîl:   3/265

[63] Tefsîr-i ibn Kesir :  3/184

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3924-3925.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3925-3927.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3927-3929.

[66] Bilgi için bak ; Bakara Sûresi: 124-141, 258-260- En'âm Sûresi: 74-84-Tevbe Sûresi: 114- Hud Sûresi: 69-76- Hicr Sûresi: 51-58- İbrahim Sûresi: 35-41. âyetlerin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3929-3930.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3930.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3931-3932.

[69] Fazla bilgi için bak : A'raf Sûresi: 80-84; Hicr Sûresi : 57-76; Hud Sû­resi:  69-83. âyetlerin tefsiri '

[70]  Geniş bilgi için bak: A'raf Sûresi: 59-64, Yunus Sûresi:  72-74, Hud Sû­resi; 25-48 ve İsrâ Sûresi: 3. âyetlerin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3932-3933.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3933.

[72] Buhari/i'tisam:   20,  21-  Müslim/akziye:   15-  Ebû Dâvud/akziye:   2-  Ne-sâi/ahkâm:   3-  Ahmed:   4/198,  204,  205

[73] Ebû Dâvud/akziye:   2-  İbn Mâce/ahkâm:   3

[74] Buharı/enbiyâ:  40- Müslim/akziye:   20- Nesâî/kuzat:   14- Ahmed:  2/322

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3935.

[75] Lübabu't-te'vîl:   3/266,  267

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3935-3936.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3936.

[78] Tefsîr-i Kurtubî:   11/308

[79] »             »           »    »

[80] »             »   .        11/311

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3937.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3938-3941.

[83] Buharî/büyû':  15- enbiyâ:  37

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3941-3942.

[85] Geniş bilgi için bak: Nemi Sûresi:   15-44;  Sebe' Sûresi:   12-14;  Sâd Sû­resi :   31-40. âyetlerin tefsiri

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3942-3945.

[87] Tevrat/I. Krallar:   10/21,22

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3945.

[88] Bilgi için bak : Mu'cemu Müfredati-i Elfazi'l-Kur'ân:  Ştn maddesi

[89] Nemi Sûresi: -17

[90] sebe' Sûresi :  12

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3946-3947.

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3947.

[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3948.

[94] Tirmizî/zühd:   57-  îbn Mâce/fiten:   23-  Dâreml/rikak :   67

[95] Buharî/gusül:  20, enbiyâ: 20, tevhîd:  35- Nesâî/gusul:  7- Ahmed:  2/314

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3949-3950.

[96] Tevrat'ta sözü edilen bu ülkenin bugün hangi isimle anıldığını tesbit edemedik.

[97] El-Hakîm-lbn Ebî Dünya- Ebû Şeyh- tbn Murdeveyh: Ebû Derdâ (R.A.) den- Câmiussağîr :  1/5  (İmam Süyûtî'ye göre, hadîs zayıftır).

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3950-3951.

[98] Geniş bilgi için bak : Sâd sûresi :  41-44. âyetlerin ve İbrahim sûresi:  7. âyetin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3952.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3952.

[100] Bilgi için bak : Meryem sûresi :  54-55 âyetlerin tefsiri

[101] Camiu'l-beyân Fi Tefsîri'l-Kur'ân;   17/58

[102] Lübabu't-te'vîl :   3/273

[103] Bilgi için bak :  Meryem sûresi :  56-57.  âyetlerin tefsiri

[104] Tevrat/Tekvin :   5/23, 24

[105] Bilgi için bak :  Meryem sûresi ;  57. âyetin tefsiri

[106] Evlâtla ilgili istek Zekeriya Peygamber'e (A.S.) aittir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3953-3955.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3955-3956.

[108] Yunus  Sûresi :   98

[109] Bilgi için bak :  Yunus Sûresi:   98-  Saffat Sûresi:   142

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3956-3957.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3957-3958.

[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3958.

[112] Bilgi için bak : Meryem Süresi: 1-15. âyetlerin tefsiri

[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3960.

[114] Bilgi için bak: Meryem Sûresi:   16-34. âyetlerin; Nisa Sûresi:   171. âye­tin; Âl-i İmrân sûresi:  59. âyetin tefsiri

[115] Bilgi için bak :  Tahrim Sûresi :   12. âyetin tefsiri

[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3961-3962.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3962.

[118] Euhari/enbiyâ: 48- Müslim/fezâil:  143, 145- Ebû Dâvud/sünnet: 13- Ah-med:  2/319, 406, 437, 482, 541                               

[119] Müsned-i Ahmed - Ebû Dâvud - Tirmizî/imân:  18- İbn Mâce/fiten : 17 Dâremî/siyer : 75

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3963-3964.

[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3964.

[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3965-3966.

[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3966.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3966-3967.

[124] Bu  benzetme   şekil   itibariyledir.   Abdüluzza,   Huzaâ   oğullarından   olup İslâm'dan önce  ölmüş ünlü bir kişidir.

[125] Sahih-i Müslim   -  Tirraizî/fiten :. 62

[126] Buharî/fiten :  4,  28,  enbiyâ:   7, menakıb:   25,  talâk:   24-  Müslim/fiten : I, 3 -Tirraizî/fiten: 23, - İbn Mâce/fiten: 9- Ahmed:  2/341, 430- 6/428, 429

[127] Ebû Dâvud/melahim:   12- Müslim/fiten :   30, 40- Tirmizî/fiten:   21-  tbn Mâce/fiten:  28- Ahmed:  4/6,7

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3968-3971.

[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3971-3972.

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3972-3973.

[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3973.

[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3973.

[132] Buharî/tefsîr:   2/39, rikak:  44, tevhîd:   6-  Müslim/münafıkîn:   23-  îbn Mâce/mukaddeme:   13-  Dâremî/rikak:   80- Ahmed:   2/348

[133] Müslim/cennet:   56-  Buharî/enbiyâ:   8,  48,  kıyamet:    3,   tefsir:    2/180-Nesâî/cenâiz :   118,  119-  Ahmed:   1/223,  229,  235-  3/95-  6/53

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3974-3975.

[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3975.

[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3975-3976.

[136] Bilgi için bak:  Enbiyâ Sûresi:   30.  âyetin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3976-3977.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3977.

[138] Müslim/birr:   87

[139] Tirmizî/tefsir :   66

[140] Hafız İbn Asâkir

[141] Müslim/birr:   88,  89,  91,  92,  94-  Dâremî/rikak:   52-  Ahmed:   2/390, 488, 3-333, 384, 391, 400-  5/294, 337, 439- 6/45

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3979.

[142] Kitab-ı Mukaddes/Mezmurlar:    37/29

[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3979-3980.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3980-3981.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3981.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3981-3983.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/3983-3984.