Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Zina Kesinlikle Haram Kılınıp Yasaklanmıştır
Recm Cezası Sadece Müslümanlara Mı Hastır?
Suçun Tekrarı Cezanın Tekrarını Gerektirir Mi?
Zina, Mevcut Nikâh Akdini Bozar Mı?
Suçlanan Kimse, Suçlayanın Evlâdı İse
Zina Suçlamasında Bulunana Ceza Verilmeden Tevbe Ederse
Karısını Zina İle Suçlayan Kimseyle İlgili Hüküm
Adam-Karısıyla Kimin Zina Ettiğini İsmen Açıklarsa
Eşini Suçlayan Adamın Şahitliği Muteber Midir?
Şeytan, Kötülüklerin Kaynağıdır
Duygu Ve Düşüncelerin Eğilimini En İyi Bilen Allah'tır
Kendisine İyilik De Yapılsa, İnsan Yine De Nankör Olabilir
Başkasının Evine Girmek İçin Prensip
Erkeklerin Gözlerini Haramdan Sakınması
Kadınların Gözlerini Sakınması, İffetlerini Koruması
Kadınların Zınetı Ve Zınet Yerleri
Zinet Kavramıyla İlgili Açıklama
Başörtüsünü Yaka Üzerine Gelecek Şekilde Örtünmek
Kadinlar Zinet Yerlerini Kimlerin Yaninda Açabilirler
Zîneti Teşhirden Sakınmak Vaciptir
İslâm'da Köleliğin Yeri Ve Anlamı
Allah, Göklerin Ve Yerin Nurudur
Kur'ân-I Kerîm'e Göre Nurun Delâlet Ettiği Manalar
Allah'ın Nurunun Camilerde Yansıması
Ticaretle İbâdet Arasında Tercih
Kalplerin Ve Gözlerin Döneceği Gün
İki Nefis Misal İle Düşündürücü İki Benzetme
Her Şey Yaratanı Teşbih Ediyor
Göklerin Ve Yerin Mülkü Kime Aittir?
Gece İle Gündüzün Birbirini İzlemesi Olayı
Açıklayıcı Ve Yönlendirici Âyetler
Mü'minle Münafık Arasında Bir Diğer Fark
Allah Ve Peygamberi Adına Söz Söylemek Ve Hükmetmek
Müslüman Kardeşliğinin Bir Diğer Ölçüsü
Evlenme Ümidi Kalmamış Yaşlı Kadınlar
Peygamber (A.S.) Efendimize Hitap Etme Adabı
Peygamber (A.S.) Efendimize Muhalefet Edenler
Allah, Her Şeyi Hakkıyla Bilir
Müfessirlerin ve diğer
ilim adamlarının icma'ıyla, bu sûrenin Medine'de indiği kesinlik kazanmıştır. [1]
Nitekim İbn Murdeveyh'in İbn Abbas (R.A.) ile İbn Zübeyir'den yaptığı
rivayette, onlar şöyle demişlerdir: «Nûr Sûresi Medine'de inmiştir.» [2]
Ebû Ubeyde kendi
te'lîf ettiği Fezâil'de Harise b. Madar'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Ömer b, Hattab (R.A.) bize. Nisa,. Ahzâb ve Nûr sûrelerini öğretmemiz için
bir emirname yazıp gönderdi.» [3]
Âyet sayısı :
64 Kelime » : 1316
Harf » : 5330 [4]
Sûre, ismini, «Allah göklerin
ve yerin nurudur» mealindeki 35, âyetten alır.
[5]
1— Zina suçunun cezasından; iffetli evli
kadınlara zina isnat etmekten dolayı gereken hadden söz edilir.
2— Hz. Aişe (R.A.) Validemize atılan iftira
açıklanır.
3— Namus ve iffetin korunması, gözün harama
bakmaktan sakınması emredilir; kadınların zînet yerlerini açmamaları üzerinde
durulur.
4__ Nikâh
konusuna yer verilir.
5—
İnkarcıların dünyada yaptıkları iyi-yararlı amellerin Kıyamet gününde bir
fayda sağlamıyacağı hatırlatılır.
6— Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden
belgeler sergilenir.
7— Münafıkların ve mü'minlerin birtakım vasıf ve
özellikleri, karakter yapıları açıklanır.
8— Aile düzeni, aile fertlerinin davranışları
konu edilir ve bazı kurallara yer verilir.
9— Özürlülerin savaşa katılmamaları hakkındaki
hüküm bildirilir.
10— Hısımların birbirlerinin gıda maddelerinden
izin almaksızın yemelerinin caiz olduğu belirtilir.
11— Peygamber (A.S.) Efendimizin yüce meclisinden
izin istemeden ayrılanlar uyarılır ve bu hususta uygulanacak kural açıklanır. [6]
1— Bu bir
sûredir ki, onu indirdik ve (hükümlerini) farz kıldık. İçinde açık seçik
âyetleri, düşünüp öğüt alasınız diye indirdik.
Hz. Ömer (R.A.), Küfe
halkına, kadınlarına Nûr Sûresini öğretmelerini tavsiye eder mahiyette bir
genelge yazıp göndermiştir.
Hz. Aişe (R.A.) Validemiz de,
«Kadınlarınızı çardak ve teraslarda işsiz-güçsüz oturtmayın; onlara Nûr
Sûresi'ni ve bir de iplik eğirmeyi öğretin» diye tavsiyede bulunmuştur. [7]
Bu bir suredir ki''
onu indirdik ve (hükümlerini) farz kıldık.»
İlim adamları âyetin
bu bölümünü şöyle yorumlamışlardır:
A) Sûrede
gecen hükümleri farz ve onlarla amel etmenizi gerekli kıldık.
B) İçindeki şer'İ cezaları takdîr ettik.
C) İçindeki
hükümleri ve oezâları size ve sizden sonrakilere -Kıyamet kopuncaya kadar- farz
kılıp kesinleştirdik.
Bu yorumlardan, sûrede yer
alan hükümlerin vücup (farziyet) ifâde ettiği anlaşılıyor. Nitekim müctehit
imamlar da .ilgili hükümlerin farz olduğunu bilistidlâl açıklamışlardır.
Resûlüllah (A.S.) ile dört halîfe devrindeki uygulama da bu doğrultuda cereyan
etmiştir. Onun için ilim adamları âyetteki «faraznaha»yı «kata'nâha» şeklinde
tefsîr etmişlerdir. Yani sûredeki hükümleri kesinleştirdik demektir ki bu da
her bakımdan farziyeti ifâde eder. [8]
Yukarıdaki âyetle, Nûr
Sûresi'nde yer alan hükümlerin kesinlik arz-eder ölçüde olduğu belirtildi.
Buradaki «vücup»tan maksat, yukarıda da açıkladığımız gibi «farziyet»tir.
Aşağıdaki âyetle, sûrede yer
alan farz hükümlerden birinin de zina suçundan dolayı haddin gerekmesi ve
uygulanması olduğu açıklanıyor. [9]
2— Zina eden
erkek ve zina eden kadından her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah'a ve
Âhiret gününe inanıyorsanız Allah'ın dinin(in hükümlerini uygulamada)
bunlardan yana bir şefkat ve acıma duygusu sizi tutmasın ve mü'minlerden bir
topluluk da onlar hakkında uygulanan azap (cezây)a şahit olsunlar, (hazır
bulunsunlar).
«Bedevilerden iki
adam, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e geldi. Onlardan birisi şöyle dedi: «Ey
Allah'ın Peygamberi! oğlum bu adamın yanında ücretli işçi olarak çalışıyordu.
Derken oğlum bunun karısıyla zina etmiş. Bu suça karşılık fidye olarak yüz
koyun ve bir de câriye verdim. Sonra da durumu bazı ilim adamlarına sordum.
Onlar bana : «Oğluna yüz değnek vurulması ve bir yıl sürgün edilmesi; kadının
da recm edilmesi gerekir.» dediler. Olay bu, siz ne buyurursunuz?»
Peygamber (A.S.)
Efendimiz ona şöyle buyurdu :
«Canımı kudret elinde
bulunduran yüce zata and olsun ki, aranızda Allah'ın kitabıyla hükmedeceğim :
Ona fidye olarak verdiğin yüz koyun ve bir câriye sana geri verilecek. Oğluna
da yüz değnek vurulup bir yıl sürgün edilecek.» Sonra da Eşlem kabilesinden
Enîs veya Üneys adında bir adama seslenerek şöyle buyurdu : «Sabah olunca o
kadına git. Suçunu itiraf ederse kendisini recmet!» Enis veya Üneys (R.A.)
aldığı bu emir üzerine sabahlayın o kadına gitti. Kadın suçunu itiraf edince
recmedildi.» [10]
«Benden (gerçeği)
alın, benden (doğru olan hükmü) alın: Allah kadınlar için bir yol koymuştur:
Bekâr erkek bakire kızla zina ederse, (her birine) yüz değnek vurulur ve bir
yıl sürgün edilir. Evli erkek evli veya dul kadınla zina ederse, taraflara,
hem yüz değnek, hem de recm gerekir.» [11]
«Yeryüzünde yerine getirilen
bir hadd (şer'î ceza), yeryüzü ehline kırk sabah yağmurundan daha hayırlıdır.» [12]
Arada nikâh akdi ve
nikâh akdi şüphesi olmaksızın aklî dengeleri yerinde ergen erkekle ergen
kadının cinsel temasta bulunmasıdır. Ancak zina konusunda.evli ile bekâr
hakkında uygulanan ceza değişik olduğundan zina eden erkekle kadını altı kısma
ayırmışlardır:
1— İkisinin de evli, aklî dengeleri yerinde ve
ergen olması,
2— İkisinin de bekâr, aklî dengesi yerinde ve
ergen olması,
3— İkisinden birinin evli, birinin bekâr olması,
4— İkisinin
de bekâr olup, henüz ergenlik çağına girmemiş olması,
5— İkisinden birinin ergen olması, diğerinin
ergen olmaması,
6— İkisinin veya birinin aklî dengesinin bozuk
olması..
Birinci gruba
girenler, suçları ya kendi itiraflarıyla, ya da dört şahidin şehadetiyle sabit
görüldüğü takdirde, recmedilirler.
İkinci gruba girenlere
yüzer değnek vurulur.
Üçüncü gruba
girenlerden evli olanı recmedilir; bekâr olantna yüz değnek vurulur
Dördüncü gruba
girenler hakkında başka cezalar uygulanır.
Beşinci gruba
girenlerden ergen olan bekâra yüz değnek vurulur; ergen olmayana başka ceza
verilir.
Altıncı gruba girenlerden
aklî dengesi yerinde olana, hâkimin takdir edeceği bir ceza uygulanır; aklî
dengesi yerinde olmayana ceza verilmez. [13]
Zina suçu şu üc şeyden
biriyle sübut bulur:
1— Zina eden kimsenin bu fiili işlediğini
kendisinin itiraf etmesi, (buna ikrar da denilir).
2— Kocasız olan kadının gebe kalması,
3— Zina fiilini dört kimsenin gözleriyle
gördüklerine dair şahitlik etmesi.
Zorla, ölüm tehdidiyle
tecavüze uğradığı sabit görülen kadına ceza gerekmez. Nitekim âyette «zâniye»
sıfatı kullanılmıştır ki bu, kendi arzusuyla zina fiilini işleyen kadın
hakkında sıfat olur. Zinaya zorlanan, tehdit edilerek ırzına geçilen kadın
«zâniye» değil, «mezniyye»dir ve o takdirde sadece mef'ûl olduğundan herhangi
bir ceza gerekmez. [14]
Nisa Sûresi 15. âyette
belirtildiği üzere, «aleyhlerine aranızdan dört şahit getirin» buyurulmaktadır.
Bu anlatımda yer alan ikinci şahıs zamiri «minküm»den şahitlerin erkek, aynı
zamanda müslüman olması gerekiyor. Ayrıca bu şahitlerin zina olayını tam fiil
halinde görmelerinin şart olduğu hadîs ile sabit olmuştur. İlim adamlarının bu
hususta icma'ı vardır.
Nisa Sûresinde, zina
suçu dört erkek şahitle sübut bulan kadına, evde tutuklanarak hapis cezasıyla
cezalandırılması öngörülmüşse de, bu İslâm'ın ilk yıllarına mahsus bir
hükümdür ki, Nûr Sûresi'nin ikinci âyetiyle kaldırılmıştır. Nitekim recm âyeti
inince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «(Zina hakkındaki ilâhî hükmü) benden
alın, benden alın...» buyurarak ilk inen hükmün neshedildiğine işarette
bulunmuştur. [15]
İbn Zeyd, zina eden kadının
evde hapsedilmesinin bir ceza anlamı taşıdığını ve bu durumda olan kadının
evlenmesine müsaade edilmediğini belirtmiştir. [16]
Recm cezası hakkında
Kur'ân'da bir açıklama ve hüküm yoktur. Ancak lafzı neshedilen ve hükmü baki
kalan, aynı zamanda tevatüren sabit olmayan, «Yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina
ettikleri zaman onları elbette, mutlaka recm ediniz» mealinde bir âyet söz
konusudur.
O halde recm cezası
sahîh hadîsle sübut bulmuş bir hükümdür ve ilim adamlarının bu hususta icma'ı
vardır. Bunun gibi yüz değnek cezasından sonra bir yıl sürgün cezası da hadîsle
sübut bulmuştur.
Recm ile ilgili sahîh
hadîs meâlen şöyledir:
«(Zina hakkındaki
ilâhî hükmü) benden alın, benden alın: Allah gerçekten onlara bir yol
(gösterip hüküm) koydu: Bekâr erkek, bekâr kadınla zina ederse herbirine yüzer
değnek vurulur ve birer yıl sürgün edilir. Evli erkek evli kadınla veya dul
kadınla zina ederse, herbirine yüzer değnek vurulur ve recm edilir.» [17]
Recm cezasıyla
birlikte suçluya yüz değnek vurulması; diğer yandan zina eden bekâra yüz değnek
cezasıyla birlikte bir yıl sürgün cezasının uygulanması hakkında müctehit
imamların ve bu sahada söz sahibi ilim adamlarının farklı istidlal ve
içtihatları vardır. Şöyle ki:
a) İmam Şafiî'ye göre, yüz değnek cezasıyla
birlikte bir yıl sürgün de gerekir. Çünkü bu hususta sahîh hadîs mevcuttur.
b) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, sürgün cezası hükümdarın
re'yine ve iradesine bırakılır; dilerse uygular, dilerse uygulamaz.
c) İmam Mâlik'e göre, zina eden bekâr erkeğe hem
yüz değnek vurulur, hem de bir yıl sürgün edilir. Zina eden bakire kıza ise,
sadece yüz değnek cezası uygulanır, ama sürgün edilmez. [18]
Zina eden evli kişiye
recm ile birlikte yüz değnek vurulmasına gelince: Bu hususta da imamların
farklı görüş ve içtihatları ortaya çıkmıştır. Şöyle ki:
a) İmam
Ahmed b. Hanbel'den farklı iki rivayet tesbit edilmiştir. İkinci rivayete
göre, sadece recm cezasıyla yetinilir. [19]
b) Nahaî,
Zührî, Evzâî, Mâlik, Şafiî ve rey tarafdarı olan müctehitlere göre, sadece recm
cezasıyla yetinilir. [20]
Vurulacak yüz değneğin
ölüme sebebiyet vermiyecek, vücutta yara açmayacak ve sağlığı tehlikeye
düşürmeyecek şekilde kullanılması gerekir. Konuyla ilgili hadîslerin ve başta
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere dört halîfe devrindeki uygulamanın
ışığı altında müctehit imamlar şöyle bir sıralamada bulunmuşlardır:
1— Değnek
kalın olmayacak, ince
bir çubukla da yetinilmeyecek, normal bir parmak
kalınlığında olacak, üzerinde budak bulunmayacak,
2— Çıplak
bedene vurulmayacak, aynı
zamanda değneğin tesirini büsbütün kesecek kadar kalın bir
elbise suçlunun üzerinde bulunurken uygulanmayacak,
3— Yüz, karın, böbrek, utanç yerleri gibi
tehlike arzedecek, sağlığı bozacak yerlere vurulmayacak,
4— Değneği kullanacak olan kimsenin orta güçte
olmasına ve elini kaldırırken omuz seviyesini
aşmayacak ölçüde tutmasına
dikkat edilecek,
5— Değnek vücudun kaba et kısımlarına tevzi
edilecek şekilde yaygınlaştırılacak, sadece bir iki yere teksif edilmeyecek..
Uygulanan zina cezasından
ibret alınması için müsiümanlardan bir topluluğun hazır bulunması gerekir. Aynı
zamanda hem cezayı uygulayanların, hem de ona hazır olanların duygusal
davranmamaları, ilâhî emrin yerine getirilmesinde birçok fayda ve hikmetlerin
söz konusu olduğunu düşünerek ne gerekiyorsa onu aynen tatbik etmeleri bir emri
ilâhîdir. [21]
Zinanın haram kılınıp
büyük günahlardan sayılması ve o bakımdan kesinlikle yasaklanması, kitap,
sünnet ve icma' ile sübut bulmuştur. Ehl-i Sünnet'ten buna muhalefet eden
olmamıştır.
Zina sucuyla ilgili
maddî ve manevî müeyyidenin ağırlığının şüphesiz birtakım önemli sebepleri
vardır. Onları şöyle sıralayabiliriz:
a) Ümmet ve milletin temelini oluşturan aile
yuvasını iffet ve namus düzeyinde koruyup devam ettirmek,
b) Nesebi gayr-i sahih soysuz bir neslin
oluşmasını önlemek,
c) Bulaşıcı olup tehlike arzeden birtakım
hastalıklardan yetişmekte olan nesli korumak,
d) Kadınların annelik vasfını, iffet ve namusunu
her türlü tecavüzden uzak bulundurmak,
e) Gözü dönmüş şehvetperestierin kötü emellerini
frenlemek ve böylece onları meşru aile sınırlarında tutmak,
f) Kötü niyet taşıyan namus düşmanlarının önünde
caydırıcı bir set oluşturmak,
g) Aile ve toplumu güven ve huzur havasında
bulundurmak.. [22]
Ahlâk ve fazileti,
aile ve sağlığı tehdit eden zinayı semavî dinlerin hepsi haram kılıp
yasaklamıştır. Aynı zamanda tarihin birçok dönemlerinde de beşeri
kanunnamelerle idare edilen birçok ülkelerde zinayı yasaklar mahiyette
hükümler konulduğunu biliyoruz.
Günümüzde doğu ve batı
ülkelerinin çoğunda yetişmekte olan kuşakların kalp ve kafasına Allah ve
Âhiret kavramları ve inançları eğitim yoluyla işlenmediği, kutsal değerlerin
çiğnenmesine göz yumulduğu ve aile yuvasının kutsallığı göz ardı edildiği için
fuhşun yaygınlaştığını, o yüzden aile yuvasının derin bir çıkmaza itildiğini,
ahlâkî değerlerle alay edildiğini; frengi ve AİDS gibi bulaşıcı ve öldürücü
hastalıkların -Allah'ın bir cezası olarak- o toplum ve milletleri tehdit
ettiğini görmekteyiz.
İslâmiyet bu konuda da
Allah'a ve Âhiret'e imanı ilim ve yüksek ahlâkla birleştirerek en güzel önlemi
almış; dünyevî ve uhrevî anlamda ağır müeyyideler koymak suretiyle fuhşun
gelişmesini en tesirli şekilde önlemiştir. Bugün İslâmî inançlara bağlı
kalınan bölge ve ülkelerde sözü edilen tehlikeli hastalıklar en asgarî düzeyde
bulunuyor.
İslâm'ın ilk yıllarında zina
eden kadının evde hapsedilmesinin emre-dilmesi, bir tedbir olarak fuhşun
yayılmasını önlemiş ve ileride daha önleyici müeyyide konulacağına işaretle
«Allah onlara bir yol açıncaya kadar» mealindeki Nisa Sûresinin 15. âyeti
indirilmiş ve bir süre sonra Nûr Sûresinin 2. âyetiyle bu yol açılarak çirkin
ve tehlikeli fiilin önüne -kıyamete kadar baki kalacak- müeyyide konulmuştur. [23]
Bu konuda müctehit
imamların tesbit ve yorumu, istidlal ve içtihatları farklıdır:
a) İmam Ahmed, İmam Şafiî ve İmam Nahâî'ye göre,
gayr-i müslim-ler sözü edilen konuda İslâm kadısına başvururlarsa, kadı onları
muhakeme etmek veya terkedip ilgilenmemek arasında serbesttir.
b) Ebû Hattab'ın yaptığı bir diğer rivayette
ise, İmam Ahmed'e göre, onlar arasında hükmetmek vaciptir. Nitekim İmam
Şafiî'den yapılan ikinci bir rivayetten de onun bu anlamda içtihatta bulunduğu
anlaşılıyor.. Çünkü Cenâb-ı Hak : «Ve artık aralarında Allah'ın indirdiğiyle
hükmet; anların arzu ve heveslerine uyma» buyurmuştur. [24] Bu
âyetin Medineli yahudi-lerle ilgili olduğu ve o maksatla indirildiği kesinlik
arzetmektedir. [25]
c) İmam
Mâlik ve İmam Ebû Hanîfe'ye göre,
recm cezası sadece müslümanlara uygulanır. Gayr-i müsiimier için söz
konusu değildir.
d) Zina ve diğer bir konuda müslümanla gayr-i
müslim muhakeme edilmek üzere kadıya başvururlarsa, bütün imamların
ittifakıyla, kadının onlar arasında hükmetmesi vacip olur. [26]
Bir kac defa zina
ettikten sonra suçu sabit görülen kimseye sadece bir had (şer'î ceza)
uygulanır. Ancak birinci defa zina suçundan dolayı cezaya çarptırılan kimse,
aynı sucu tekrar işlerse, yeniden tecziye edilmesi gerekir. Bu hususta ilim
adamlarının ittifakı vardır. Nitekim İslâm Hukukunda yetkili kabul edilen ilim
otoritelerinden Atâ1, Zühri, İmam Mâlik, İmam Ebû Hanîfe, İmam Ahmed b, Hanbel,
İmam Şafiî, İshak b. Rahaveyh, Ebû Sevr ve Ebû Yusuf'un içtihat ve görüşleri bu
anlamdadır.
İbn Münzir'in tesbitine göre:
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den, evlenmeden önce zina eden cariye hakkında
sorulduğunda şu cevabı vermiştir: «Zina ederse, ceza olarak değnek vurun,
sonra yine zina ederse, yine değnek vurun, sonra yine zina ederse, değnek
vurun..» [27]
Yukarıdaki âyetle,
zina sucu sübut bulduğu takdirde ne gibi bir ceza verileceği açıklandı.
Aşağıdaki âyetle, zina ettiği
kesinlik kazanan bir kadınla, mü'min bir erkeğin; aynı zamanda zina ettiği
kesinlik kazanan bir erkekle mü'mine bir kadının evlenmesinin caiz olmadığı
belirtiliyor. [28]
3— Zina eden
erkek, ancak zînâ eden bir kadınla veya Allah'a ortak koşan bir kadınla
evlenebilir. Zina eden kadın da, ancak zina eden bir erkekle veya Allah'a
ortak koşan bir erkekle evlenebilir. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.
Bir rivayete göre,
Medine'ye hicret eden çok fakir müslüman erkekler, oradaki zengin fahişe
kadınlarla evlenmek suretiyle geçimlerini sağlamayı düşünüyorlardı. O bakımdan
durumu Resûlüllah (A.S,) Efendimiz'e arzetme ihtiyacını duydular. Bunun üzerine
yukarıdaki âyet inmiştir. [29]
Başka bir rivayete göre ise,
Medine'ye hicret edenlerden Mersed b. Ebî Mersed bir ara Mekke'ye sefer yaptı.
Cahiliye günlerinde ilişki kurduğu Ânâk adındaki kadınla karşılaştı. Kadın
eskiden olduğu gibi onunla yaşamak istedi. Mersed ise İslâm'ın bunu haram
kıldığını anlattı. Kadın «o halde meşru şekilde evlenelim» diye öneride
bulundu. Mersed, «böyle bir evlenmenin caiz olup olmadığını Hz. Peygamber'den
(A.S.) sormam gerekir» diye cevap verdi ve ayrılıp Medine'ye dönünce durumu
Peygamber (A.S.) Efendimize arzetti. O sebeple yukarıdaki âyet indi. [30]
İlim adamları ilgili
âyette geçen «nikâh» kavramı üzerinde durmuş ve farklı birtakım yorumlarda
bulunmuşlardır:
a) İbn Abbas (R.A.) ile Tabiîn'den Saîd b.
Cübeyr ve Dahhak'e göre, cinsel temastır. [31]
b) Saîd b. Müseyyeb'e göre, bu âyetle, zaniye
bir kadınla mü'min bir erkeğin veya zânî erkekle mü'mine bir kadının evlenmesi
haram kılınmıştır. Sonra da Nûr Sûresi'nin «İçinizden bekâr kalanları
evlendirin» mealindeki 32. âyetiyle hükmü kaldırılmıştır. Zira «bekâr» ile
çevirisini yaptığımız «eyâma» tabirinden maksat, hem hiç evlenmemiş
bekârlardır, hem de evlendikten sonra dul kalanlardır.
Böylece daha önoe zina
edip de tevbe edenlerle evlenmeye cevaz verilmiş oluyor.
c) İmam Ahmed b. Hanbel'e göre de, zina eden
müslüman, bu fiilinden dolayı tevbe eder ve kendini düzeltirse, onunla
evlenmekte bir sakınca yoktur. Aksi halde sakıncalı kabul edilir. Diğer müctehit
imamların da içtihatları bu anlamda bir hüküm ifade etmektedir.
d) el-Hasan'a ve Zeccac'e göre, zina eden erkek
ve kadından maksat, zina suçundan ceza görenlerdir ki bunlar ancak birbirleriyle
evlenebilirler. [32] İbrahim en-Nahaî de aynı görüştedir. Nitekim Ebû
Davud'un Musannafı'ında Ebû Hüreyre'den (R.A.) yapılan rivayette:
«Zinadan dolayı had vurulmuş erkek ancak zinadan dolayı had vurulmuş kadınla
evlenebilir» mealinde bir hadîs nakledilmiştir.
Böylece üçüncü âyetin
hükmü iki cihetle kaldırılmıştır. Birincisi hadîsle, ikincisi âyetle
belirlenmiştir. Birinci şık, âyetin hadîsle neshini caiz görenlerin kavlidir.
Şöyle ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Haram, helâli haram kılmaz»
buyurmuştur, [33]
O halde zina eden
müslüman erkek veya kadın -şer'î cezaya çarptırıldıktan sonra- tevbe eder ve
pişmanlık duyarlarsa, başka bir müslüman-Ja evlenmelerine cevaz verilir.
Bu konuda İbn Abbas
(R.A.) şöyle demiştir: «Evveli sifah (zina), sonu ise nikâhtır.» Yani zina eden
bekâr erkek ve bekâr kadın -şer'İ cezayla tecziyeden sonra- pişmanlık duyup
tevbe ederlerse, evlenmelerinde bir sakınca yoktur.
îbn Abbas (R.Â.) buna
şöyle bir misal vermiştir: «Adam bahçeye girip meyva çalar ve sonra o bahçe
sahibine gidip bahçenin meyvasmı satın alırsa, çaldığı haram, satın aldığı
helâl olur.» [34]
İkinci şık ise, âyetin âyetle
neshedilme konusudur ki, ilim adamlarının hepsi bunun caiz olduğuna
kaildirler. Tabiîn'den Saîd b. Müseyyeb'-in belirttiği gibi, âyet, «Sizden evli
olmayanları evlendirin» mealindeki Nûr Sûresinin 32. âyetiyle neshedilmiştir. [35]
Yukarıda belirttiğimiz
her iki nesih cihetinden hangisi dikkate alınırsa alınsın, zina eden kadınla
-tevbe edip pişmanlık duyduğu takdirde- evlenmenin sahîh olduğu anlaşılıyor. O
bakımdan adamın karısı zina ederse, aralarındaki nikâh akdini hükümsüz
bırakmayacağı gibi, adamın zina etmesi de eşiyle olan nikâh akdini hükümsüz
bırakmaz. Nitekim İmam Ebû Hanîfe ile İmam Şafiî de aynı görüş ve içtihattadırlar.
İmam Mâlik'e [36]göre ise, adam zina ettiği
kadınla evlenirse, her ikisi de ebediyen zinâkâr sayılırlar. İmam bu görüş ve
içtihadına dayanak olarak ashab-i kiramdan İbn Mes'ûd'un (R.A.) şu sözünü
seçmiştir: «Adam, kadınla zina ettikten sonra nikahlarsa, ikisi de ebediyen
zânî olurlar.» Ancak İmam Mâlik bu tahrîmin bazı şartlarla kalkacağını
belirterek şöyle bir yorum ortaya koymuştur: «Kadını fasit sudan, yani zina ile
rahmine akıttığı meniden is-tibra etmedikçe onunla evlenemez. Çünkü nikâh için
hürmet söz konusudur; o da zina suyu üzerine nikâh suyunu akıtmaması ve o
yüzden haramın helâla karışmamasıdır.» [37]
Buradaki «istibra»dan maksat, kadının zinadan hamile kalmadığı kesinlik
arzedinceye kadar beklemek ve ondan sonra nikahlayıp cinsel temasta
bulunmaktır.
Mütekaddimîn
âlimlerden bir kısmı bu konuda şu görüş ve yorumu ortaya koymuşlardır: «Âyet
muhkemdir, mensûh değildir. O bakımdan zina eden kimsenin kendisiyle nikâhlı
bulunan zevcesi arasındaki nikâh akdi hükümsüz olur. Bunun gibi, adamın
zevcesi zina ederse, aralarındaki nikâh akdi keza hükümsüz kaiır.» Onlardan
diğer bir kısmı ise, şöyle demişlerdir: «Zina sebebiyle nikâh hükümsüz olmaz.
Ancak adamın karısı zina ederse, onu boşamakla emrolunur. Yanında tutarsa
günahkâr olur.»
Sonuç olarak, zâni ve
zâniye işledikleri o çirkin günahtan dolayı pişmanlık duyup tevbe etmedikçe
bir müslümanın onlarla evlenmesi caiz değildir. [38]
Ancak İbn Ömer, Salim, Cabir
b. Zeyd, Atâ', Tavus, İmam Mâlik, İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşları böyle bir şart
ileri sürmeden zina eden erkeğin zina ettiği kadınla evlenebileceği gibi, başka
bir erkeğin de evlenmesi caizdir demişlerdir. Şüphesiz ki böyle bir cevaz
pişmanlık, ve tevbeyi de göz ardı etmez. [39]
Yukarıdaki âyetle,
zina eden erkek veya kadınla evlenmenin caiz olup olmadığı konu edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
iffetli-namuslu kadınlara zina isnat etmek suretiyle İftirada bulunanlar
hakkında uygulanacak ilâhî hüküm açıklanıyor. Sonra da adamın kendi eşine zina
isnat etmesi halinde uygulanacak hükme yer verilerek mü'minler bu iki konuda
aydınlatılıyor. [40]
İffetli hür kadınlara
zina (suçunu yakıştırıp iftira) atan, sonra (bunu isbat için) dört şahit
getiremiyenlere seksen değnek vurun ve onların şahitliklerini ebediyen kabul
etmeyin ve işte onlar günah işleyip ilâhî yoldan çıkmış kimselerdir.
5— Ancak bu iftira günahından sonra tevbe edip
kendini düzelterek ilâhî yola dönenler müstesna. Çünkü gerçekten Allah çok
bağışlayan ve cok merhamet edendir.
6— Kendi eşlerine (zina suçu isnâd edip iftira)
atanlar ve kendllerinden başka şahitleri bulunmayanlardan herbirinin şahitliği,
doğrulardan olduğuna dair dört defa Allah ile (yemin edip) şehadette
bulunmasıdır.
7— Beşinci defa, eğer yalancılardan ise Allah'ın
lanetinin kendi üzerine olmasını söylemesidir.
8— Kocasının elbette yalancılardan olduğuna dair
dört defa Allah ile yemin edip şehadette bulunması,
9— Beşinci defa, eğer kocası doğrulardan ise
Allah'ın gazabının kendisi üzerine {inmesini) dilemesi, kadından cezayı savar.
10— Eğer Allah'ın size olan fazl-ü rahmeti olmasaydı,
(durumunuz ne olurdu?) ve şüphesiz ki Allah tevbeyi çokça kabul eden yegâne
hikmet sahibidir.
Sehl b. Sa'd es-Sâidî
kendisinden yapılan rivayette, şöyle nakletmiştir:
— Uveymir el-Aclânî
(R.A.), Âsim b. Adiy'e (R.A.) gelerek dedi ki: «Ne dersin, adam karısıyla
birlikte bir adamı (zina halinde) görür de o yüzden öldürürse, kısas gerekir
mi veya ne yapması gerekir? Bu hususu Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz'den sorsan
ya..» Bunun üzerine Âsim (R.A.) konuyu Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den sordu.
Peygamber (A.S.) Efendimiz hem böyle bir soruyu hoş karşılamadı, hem de
ayıpladı. O kadar ki Âsim (R.A.)ın Resûlüilah (A.S.)dan işittiği kendisine çok
ağır geldi. Evine döndüğünde Uveymir ona geldi ve : «Ya Âsim! Resûlüllah
(A.S.) sana ne söyledi?» diye sordu. Âsim (R.A.) ona : «Sen bana hayır ile
gelmedin! Resû-lüllah (A.S.) senin sorduğun meseleden hiç de hoşlanmadı» dedi.
Bunun üzerine Uveymir: «Vazgeçecek değilim, gidip Peygamber (A.S.)dan soracağım»
dedi ve gelip insanların arasında oturan Peygamber'den (A.S.) meseleyi sordu.
Peygamber (A.S.) ona şöyle emretti: «Allah gerçekten sen ve eşin hakkında
Kur'ân (hükmü) indirdi. Git de eşini al ve birlikte buraya geliri.» Sonra da bu
karıkocaya Allah'ın Kur'ân'da belirttiği şekilde mülââne etmelerini buyurdu.
Önce erkek karısına karşı lanetle yemin etti. (Sonra da kadın kocasına karşı
yemin etti). Bunun üzerine Uveymir (R.A.) şöyle dedi; «Ya Resûlellah! bu
kadını artık nikahımda tutarsam ona haksızlık etmiş olurum» dedi ve karısını
boşadı. Böylece ondan sonra lânetleşen çiftlerin -kocanın talâkıyla-
ayrılmaları takrirî mahiyette bir sünnet oldu... [41]
Diğer bir rivayetin
özeti:
Hilâl b. Umeyye, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in huzurunda konuşarak, karısının Şerîk b. Sahmâ ile zina
ettiğini iddiayla suçlamada bulundu. Peygamber (A.S.) Efendimiz dört şahit
istedi, aksi halde sırtına seksen değnek vurulacağını hatırlattı. Hilâl hayret
ederek şöyle dedi: «Ya Resûlellah! adam kendi eşinin üstünde birini görünce
şahit aramaya mı çıkacak?» Ce-nâb-ı Peygamber (A.S.) ilk sözünü tekrarlayarak
ondan dört şahit istedi. Aksi halde bu suçlamasından dolayı seksen değnek ceza
uygulanacağını bildirdi. Bunun üzerine Hilâl: «Ya Resûiellah! Allah bilir ki
ben doğru söylüyorum ve herhalde Cenâb-ı Hak sırtımı, seksen değnek
vurulmaktan kurtaracak bir âyet indirecektir» dedi. Çok geçmeden Cebrail
(A.S.) «Mülââne» âyetini indirdi. Böylece Hilâl ve suçladığı eşi Resûlüllah'ın
(A.S.) huzurunda mülâânede bulundular..» [42]
«Helak edici yedi
şeyden kaçınıp uzak durun!»
Bunun üzerine ashab-ı kiram
sordu : «Onlar nelerdir ya Resûlellah?!» Şöyle buyurdu: «Allah'a ortak koşmak,
sihirbazlık yapmak, Allah'ın (öldürülmesini) haram kıldığı canı (kimseyi)
öldürmek, riba (faiz) yemek, yetim malını yemek, savaş için düşmana karşı
çıkıldığı gün arka çevirip kaçmak, suçtan habersiz hür mü'mine kadınlara zina
atmak (zina ile onları suçlamak)..» [43]
Namuslu, iffetli,
suçtan habersiz hür kadına zina isnat eden kimse, bu suçlamasını dört şahitle
isbatlamak zorundadır. Aksi halde kendisine bu suçlamasından dolayı ceza olarak
seksen değnek vurulur.
Konumuzu oluşturan
âyette, suçtan habersiz, iffetli hür mü'mine kadına «muhsane» denilmektedir.
Hadîslerin ve uygulamanın ışığı altında, atılan iftiradan dolayı şer'i ceza olarak
seksen değnek vurulmasının gerekmesi için şu beş şartın gerçekleşmesi söz
konusudur:
1— Suçlanan
kadının müslüman olması,
2— Aklî dengesinin yerinde bulunması,
3— Ergenlik çağına girmiş olması,
4— Câriye olmayıp hür olması,
5— Daha önce zina suçu işlememiş bulunması.
O halde bu şartlardan biri
mevcut olmazsa, zina suçlamasında bulunan kimseye seksen değnek değil de
ta'zîr gerekir. Zina ile suçlanan kadın câriye ise, suçlayana kırk değnek
vurulması gerekir. [44]
Anne veya baba kendi
evlâdını veya torununu zina ile suçlar da bunu isbat etmek için dört şahit
getiremezse, «hadd-i kazf» yani seksen değnek ceza gerekir mi? Müctehit
imamların bu mesele hakkındaki içtihat ve istidlalleri az farklıdır;
a) el-Hasan, İmam Şafiî, İshak b. Rahaveyh ve
rey taraftarlarına göre, «hadd-i-kazf» gerekmez. İmam Ahmed b. Hanbel'in de
içtihadı bu anlamdadır.
b) Ömer b. Abdülaziz, İmam Mâlik, Ebû Sevr ve
İbn el-Münzir'e göre, «hadd-i-kazf» gerekir. Çünkü âyette umum ifade edilmekte,
istisna yapılmamaktadır. [45]
Lûtîlik, yani
homoseksüellikle suçlamaktan dolayı -dört şahitle isbat edilmediği takdirde-
«hadd-i kazf» gerekir mi?
Böyle bir isnatla
suçlanan kimse ister fail, ister mef'ûl olsun fark etmez mi ve her iki hususta
da dört şahit istenilir mi? Bu mesele hakkında da ilim adamlarının görüş ve
içtihatları az farklıdır. Şöyle ki:
a) el-Hasan, İmam Şafiî, Nahaî, Zührî, İmam
Mâlik b. Enes, İmam Ebû Yusuf, İmam
Muhammed b. Hasan ve Ebû Sevr'e göre, hadd-i kazf gerekir.
b) Atâ', Katade, İmam Ebû Hanîfe ve diğer rey
tarafdarı olan bazı müctehitlere göre, hadd-i kazf gerekmez, sadece ta'zîr
vacip olur. [46]
(Ve onlar"i
şahitliklerini ebediyen kabul etmeyin.»
İlgili âyetin açık
anlatımından: İffetli hür mü'mine kadına zina isnat etmek suretiyle suçlamada
bulunan kimsenin, bu suçlamasını dört şahitle isbat edemediği takdirde,
herhangi bir mesele hakkında şahitliğinin kabul edilemiyeceği anlaşılmaktadır.
Ancak böyle bir durumda kişi pişmanlık duyar da kendini düzeltirse, hüküm ne
olabilir? Yapılan araştırma ve tes-bitlere göre, bu mesele hakkında da ilim
adamlarının ve müctehit imamların içtihat, istidlal ve görüşleri az farklıdır:
a) Hz. Ömer (R.A.), İbn Abbas (R.A.), Saîd b.
Cübeyr, Saîd b, Müsey-yeb, Süleyman b. Yesar, Şa'bî ve İkrime'ye göre : İster
had uygulandıktan sonra, ister uygulanmadan önce tevbe edip kendini düzeltirse,
hem fâsık-lıktan kurtulur, hem de gerektiği zaman şahitliği kabul edilir.
İmam Mâlik ile İmam
Şafiî'nin içtihat ve görüşleri de bu anlamdadır.
b) Nahaî, Şerik ve rey taraftarlarına göre:
Böylesi tevbe de etse şahitliği bir daha kabul edilmez. Tevbe ve pişmanlık
ancak onu fâsıklıktan kurtarır. [47]
Zina ile suçtamada bulunup
dört şahit getiremiyen kimse, hakkında henüz, şer'î ceza uygulanmadan, yani
seksen değnek vurulmadan önce pişmanlık duyup tevbe ederse, verilecek ceza
düşer mi? İmam Şafiî'ye göre, düşer. Diğer müctehit imamlara göre, düşmez,
Meğer ki İftiraya uğrayan mü'mine hür kadın onu affetmiş olsun.. [48]
«İffetli, suçtan
habersiz hür mü'mine kadınlar» diye çevirisini yapabileceğimiz «muhsanat»
sıfatı Kur'ân'da dört mana üzere kullanılmaktadır:
1— Evli olsun, bekâr olsun iffetli, suçtan
habersiz hür mü'mine kadınlar,
2— Evli kadınlar,
3— Hür kadınlar,
4— Masdar
karşılığı olarak İslâmiyet..
Nitekim İbn
Mes'ud (R.A.) şöyle demiştir: «Kadının ihsanı, İslâmiyeti demektir.»
Ancak konumuzu
oluşturan âyetteki «muhsanat» sıfatı ve «yermûne» fiili, tağlîb kaidesi
uyarınca kadın, erkek her İki cinsi kapsamaktadır. [49]
Kur'ân-ı Kerîm'de «muhsanat»ın dört değişik manada kulamldığı
âyetler :
1— Nûr Sûresi : 4 ve 23. âyetier
2— Nisa
Sûresi : 24. âyet
3— »
» : 25. âyet
4— »
» : 25. âyet[50]
Karısına zina isnat
eden kimse, olayı isbat etmek için dört şahit getirmek zorundadır. Aksi halde
«mülââne» gerekir. Bu da, doğrulardan olduğuna dair dört defa Allah'ı şahit
tutması, yani Allah ile yemin etmesi ve beşinci defada, «yalancılardan ise
Allah'ın laneti üzerine olsun» demesiyle gerçekleşir. Aynı şekilde kadına da
Mânda bulunması teklif edilir. O da dört defa Allah'ı şahit tutup yemin eder ve
beşinci defasında «eğer kocası doğrulardan ise, Allah'ın gazabı üzerime olsun»
derse, mesele çözülmüş olur. Artık iki tarafa da had gerekmez ve
birbirlerinden ayrıimaları gerekir. Kadın yemin etmemekte ısrar ederse, ya
ikrar edinceye kadar hapsedilir, ya da İmam Şafiî'ye göre, şer'î ceza hemen
uygulanır.
Mülââne'den sonra adam
artık karısını boşar ve böylece birbirlerinden ayrılmış olurlar. Zira bu
durumda artık eşlerin birarada yaşaması bir bakıma zorlaşır ve huzurlu, güvenli
bir aile ortamı sağlanamaz.
Karısını zina ile suçlayan
adam hem dört şahit getiremez, hem de mülââneden kaçınırsa, o takdirde aleyhine
«hadd-i kazf» yani seksen değnek vurulma cezası vacip olur, [51]
Karısını zina fiiliyle
suçlayan adamdan da, -konu zina iddiası olduğu için- dört şahit ikame etmesi
istenir. Getiremediği takdirde hüküm ne olabilir? İffetli bir kadını zina ile
suçlayıp dört şahit getiremiyen kimse gibi, hakkında «hadd-i-kazf» uygulanır,
yani seksen değnek vurulmak suretiyle tecziye edilir.
Ancak bu mesele,
dördüncü âyetle belirtilen meseleden biraz farklıdır. Şöyle ki :
a) Karısını zina halinde yakalayan adam, onlara
dokunmayıp şahit aramaya mı gitmeli?
b) Yoksa sineye çekip hareketsiz ve ilgisiz mi
kalmalı?
c) Veya kocalık gayretinin tesiri ve onuruyla
zani ve zaniyeyi oracıkta öldürmeli mi?
Birinoi şıkkı
uygulaması düşünülemez. Çünkü kendisi şahit aramaya giderken zani ile zaniye
çoktan işlerini bitirip oradan uzaklaşmış olurlar.
İkinci şıkka
katlanması hem çok zor, hem de aile yuvasının selâmeti bakımından endişe
vericidir. Zira olayın bilinmesiyle aile yuvasındaki huzur ve güven de kalkmış
oluyor, Daimi bir nefret, öfke ve tiksinme, endişe ve korku sürüp gider ve bu
durumda aile yuvası özelliğini kaybeder.
Üçüncü şık büsbütün
tehlikeye ve hattâ felâkete dönüşebilir. Kati olayı büyük bir cezalandırmaya
yol açar ve o takdirde olumlu hiçbir sonuç da elde edilmiş olmaz. Aksine aile
büsbütün yıkılıp mutlak bir felâketle
noktalanır.
Nitekim İmam Ahmed'in
yaptığı rivayete göre : Nûr Sûresi'nin «İffetli hür kadınlara zina (suçunu
yakıştırıp iftira) atan, sonra bunu isbat için dört şahit getiremiyenlere
seksen değnek vurun...... mealindeki dördüncü âyeti inince, Ansarın ileri
gelenlerinden Sa'd b. Ubâde (R.A.) kendini tutama-yarak şöyle dedi ;
— Ya Resûlellah! böyle mi
indirildi?! Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) :
— Ey ansar topluluğu! reisinizin ne dediğini
duyuyor musunuz? buyurarak üzüntüsünü belirtti. Ansar ise şu karşılığı verdi:
— Ya Resûjellah! onu pek kınama. Çünkü
gerçekten yemin ederiz ki, o ne kadar bir kadınla evlendiyse mutlaka bakire
olanını seçip evlendi ve ne kadar bir kadın boşadıysa bizden hiç birimiz onun
gayretinin şiddetinden boşadığı kadınla evlenmeye cesaret edemedik.
Sonra Sa'd b. Ubâde
(R.A.) şöyle konuştu :
— Vallahi ya Resûlellah! şüpheniz olmasın ki
ben inen hükmün hak olduğunu ve aynı zamanda Allah'tan geldiğini biliyorum. Ama
hayret ettiğim şu ki: «Ben, Lekâ'ın (evdeki eşimin) bacakları arasında bir
adama rastlayacağım, onları dört şahit bulup getirinceye kadar kendi hallerine
bırakıp dokunmayacağım, kıpırdatmıyacağım! Vallahi onlar işlerini bitirinceye
kadar ben gidip dört şahit getirmiyeceğim, (onların oracıkta işlerini bitirip
meseleyi kısa yoldan çözeceğim).
Bunun üzerine çok
geçmeden Hilâl b. Ümeyye (R.A.) geldi.... ve beşinci âyet indi. [52]
Sa'd b. Ubâde (R.A.)
ile ilgili haber hakkında cok farklı rivayetler tes-bit edilmiştir. Onlardan
birini de İmam Kurtubî şu sözlerle nakietmiştir:
— Ya Resûlellah! ben,
eşimle zina eden bir adamı göreceğim de dört şahit bulup getirinceye kadar ona
mühlet vereceğim! Olur şey değil.. Vallahi vazgeçmeksizin onu kılıçla vurup
öldürürüm.
Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) şöyle buyurdu : «Sa'd'in gayretine mi şaşıyorsunuz? Allah'a and olsun ki
bert Sa'd'dan daha gayretliyim, Allah da benden daha gayretlidir.» [53]
Müctehit imamların bu
mesele hakkındaki içtihat ve yorumları az farklıdır:
a) İmam Ebû Hanife'ye göre, liân ancak müslüman
hür karı-koca arasında meşrudur. Çünkü liân bir bakıma şahitlik demektir,
b) İmam Şafiî ve İmam Mâlik'e göre : İster
müslüman, ister kâfir, isterse köle olsun mutfak anlamda her karı-koca
arasında yapılması caiz ve meşru'dur. Çünkü liân bir bakıma yemindir ve yemini
sahih olan herkesin kazfta bulunması ve liân hükmü kapsamına alınması
sahihtir.
Ancak liân konusunda
karı-kocanın teklif cağına girmiş olmaları şarttır. Aksi halde mükellef
olmayanlar arasında mülââne yapılmaz. Bu hususta imamların görüş birliği
vardır. [54]
Adam veya eşi Mâna
yanaşmaz, yani mülâânede bulunmak istemezlerse, ne lâzım gelir? Müctehit
imamların bu mesele hakkındaki içtihat ve yorumlan az farklıdır. Şöyle ki :
a) İmam Ebû Hanîfe'ye göre : İkrar edinceye
kadar hapsedilir.
b) İmam Şafiî'ye göre, hapsedilmez, hakkında had uygulanır. İmam mâlik ve
cumhur-i fukaha da aynı görüş ve içtihadı benimsemişlerdir. [55]
Adam, karısını zina
fiiliyle suçlarken kiminle zina ettiğini ismen açıklarsa, ne lâzım gelir? Zira
bu durumda ikinci bir kimseyi zina ile suçlamış oluyor. Bu mesele hakkında da
müctehit imamların farklı içtihatları söz konusudur. Şöyle ki :
a) İmam Mâlik'e göre : Karısına zina isnadından
dolayı liân, zina ile suçladığı adamdan dolayı hadd-i kazf gerekir.
b) İmam Ebû Hanîfe de aynı görüş ve içtihadı
izhar etmiştir.
c) İmam Şafiî'ye göre : Zina ile suçladığı
adamdan dolayı hadd-i kazf gerekmez. Çünkü Cenâb-ı Hak, ilgili âyette, karısını
zina ile suçlayıp dört şahit getiremiyen kimseye sadece had gerekeceğini beyân
buyurmuştur. Nitekim Şerîk ve Hilâl olayları ve onlarla ilgili uygulama
belirtilen şekilde cereyan etmiştir. [56]
Eşini zina fiiliyle
suçlayan adamın kendisinin şahitliğiyle beraber üç şahit getirmesi yeterli
sayılabilir mi? İmamların bu meselede de içtihat ve yorumları farklıdır. Şöyle
ki:
a) İmam Ebû Hanîfe ve rey tarafdarlarına göre,
adamın daha önce hadd-i kazf ile tecziye edilme durumu yoksa, şahitliği kabul
edileceğinden, üç >âhit ikame etmesi yeterlidir.
b) İmam Şafiî'ye göre, kocanın bu meselede
şahitliği kabul edilmez. O bakımdan üç şahit bulup getirmesi yeterli değildir.
Zira koca bu durumda müttehim sayılır; müttehim olanın şahitliği ise,
Resûlüllah'ın (A.S.) diliyle muteber değildir. [57]
İslâm Dini, insan
haklarını, kişilerin namus, iffet, şeref ve itibarlarını korumayı ön plâna
almış ve bunun için hem maddî, hem de manevî ağır müeyyideler koymuştur. Zina
suçlamasında dört şahit istemesi, dört müs-lümanın yalan şahitlik üzerinde
anlaşıp birleşmesinin çok zor olduğuna yönelik bir tedbirdir. Böylece iffetli,
namuslu hür kadınların namus ve şerefi, aynı zamanda aile itibarları
iftiracıların dilinden korunmuş oluyor.
Kendi eşine aynı
şekilde zina suçu isnat eden adamdan da dört şahit istemektedir. Getirmediği
takdirde mülâânede bulunması gerekir. Eşlerin ikisi de tarif edildiği şekilde
yemin ederlerse, ikisi de şer'î cezadan kurtulur ve temize çıkmış olurlar.
Ancak bu durumda ayrılmaları daha isabetli olacağından, adamın eşini boşaması
uygun bir çare olarak düşünülmüştür.
Şüphesiz ki, mülââne usûlü,
kadınları kocalarının iftirasından korumaya yönelik bir çaredir. Aynı zamanda
beraet-i zimmetin asıl olduğunu ortaya koymaya ve şahitlerle isbat edilmediği
takdirde, kadının bu asla uygun zinadan beri olduğunu kanıtlamaya müteveccih
bir şer'î tedbirdir. Şüphesiz ki bu da Allah'ın bizlerden yana bir fazl-ü
rahmetidir. [58]
Yukarıdaki âyetlerle iffetli
hür mü'min kadınları zina fiiliyle suçlayanlar ile kendi eşini aynı suç ile
suçlayan kocalar hakkında uygulanacak hükümler konu edildi. Aşağıdaki
âyetlerle, Benî Mustalık kabilesi üzerine tertiplenen sefer dönüşü esnasında
Hz. Aişe (R.A.) Validemizin mazereti sebebiyle kafileden ayrı kalması ve
ordunun arkasından gelen Hz. Safvan'ın ona rastlaması üzerine devesine bindirip
kafileye gelip yetişmesi ve bu olaydan dolayı münafıkların iftiraya başvurması,
dedikodunun yayılması konu ediliyor ve böyle nazik ve hassas durumlarda
mü'minlerin nasıl düşünüp hareket etmelerinin gereğine parmak basılıyor. Sonra
da aydınlatıcı bilgiler veriliyor. [59]
11— Doğrusu, iftira ile gelenler sizden birkaç
kişidir. Bunu kendiniz için şer sanmayın, bilâkis o sizin için hayırlıdır. O
iftiracılardan her birine kazandığı günah vardır. Onlardan iftiranın
büyüklüğüne sahip çıkıp yürütene ise büyük bir azap vardır.
12— Onu işittiğiniz zaman mü'min erkekler ve
mü'min kadınlar kendi kendilerine iyi zan besleyip «bu açık bir iftiradır»
deselerdi olmaz mıydı?
13— Onlar iftiraya karşı dört şahit getirmeli
değiller miydi? Şahitleri getiremediklerine göre, onlar evet onlar Allah
yanında yalancılardır.
14— Allah'ın size Dünya ve Âhiret'te fazl-ü
keremi olmasaydı o iftiradan dolayı size büyük bir azap dokunurdu.
15— Bir vakit ki o iftirayı dilden dile
aktarıyor, hakkında hiçbir (doğru) bilginiz olmadığı şeyi söyleyip
duruyordunuz ve siz bunu kolay sanıyordunuz. Halbuki o Allah yanında oldukça
büyük (bir bühtan ve iftira)dır.
16— Onu işittiğiniz vakit, (Peygamberin eşiyle
ilgili) böyle bir şey konuşmamız bize uygun olmaz; Hakk'ı
tenzih ederiz, bu en büyük bir iftiradır, deseydiniz ya..
17— Eğer mü'minler iseniz benzeri şeye bir daha
dönmeyesiniz diye Allah size öğüt veriyor.
18— Allah size âyetleri bir bir açıklıyor; Allah
bilendir ve hikmet sahibidir.
19— İmân edenler arasında edep dışı, iffet
iekeleyici sözlerin yayılmasını arzu edip duranlar için Dünya'da da, Âhiret'te
de elem verici bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
20— Eğer Allah'ın size fazl-ü keremi ve rahmeti
olmasaydı, ve doğrusu Allah çok esirgeyen ve çok merhamet eden bulunmasaydı,
(aranızda büyük fitneler çıkardı, bu yüzden cezanızı çarçabuk verirdi).
Siyercilerle
hadîscilere göre, hicretin beşinci yılında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz askerî
anlamda bir kuvvet oluşturup Beni Mustalik kabilesi üzerine harekete geçmişti.
Birçok seferlerinde olduğu gibi, bu seferinde de eşleri arasında kur'a çekmiş;
kur'a Hz, Aişe'ye isabet ettiğinden onu beraberinde götürmüştü. Medine'ye
dönerlerken mahfe içinde bulunan Hz. Aişe (R.A.) askerin karargâh kurduğu
yerden, bazı tabii ihtiyacını gidermek üzere uzaklaşıyor. Derken mahfeye
döndüğü zaman gerdanlığını düşürdüğünü farkederek geri dönüyor. Bulup dönünceye
kadar askerin hareket ettiğini görüyor. O tarihlerde kadınların örtünmesiyle
ilgili ilâhî emir indiğinden, görevliler, içinde Hz. Aişe'nin (R.A.)
bulunduğunu sandıkları mahfeyi deveye yüklüyorlar ve mahfenin içinde bir
kimsenin olup olmadığını tefrik edemiyorlar.
Hz. Aişe (R.A.) konuyu özetle şöyle anlatıyor:
— Farkına varılınca
gelip beni rahatlıkla bulabilmelerini düşünerek bulunduğum yerde oturup
beklemeyi uygun gördüm. Derken uyuya kalmışım. Ayak sesiyle uyandığımda,
ordunun arkasından unutulan malzemeyi toplamakla görevli bulunan Safvan b.
Muattal'i gördüm. Beni tanıdı ve «İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn» diyerek
yüzünü başka tarafa çevirdi ve ben de hemen örtündüm. O arkasını dönerek
devesini çökertti, ben binin-ceye kadar dönüp bakmadı. Sonra devenin yularından
tutup yürüdü. Öğle vakti orduya yetiştik.
Bu olayı, başta münafıkların
reisi Abdullah b. Ubey b. Selûl olmak üzere bazı münafıklar fırsat sayıp kötüye
yorumlamışlar ve haberim olmadan aleyhime bir dedikodu almış yürümüş. Neler
olup bittiğini bilmiyordum. Fark ettiğim tek şey, daha önceleri gördüğüm yakın
ve sıcak ilgiyi Peygamber (A.S.) Efendimiz'den göremediğimdi. Şüphesiz o
günlerde bunun asıl sebebini de teşhis etmiş değildim. İşte o sıralarda
hastalandım. Bir gün bir ihtiyaç için dışarı çıkmam gerekti.. Mistah'ın annesi
bana refakat etti. Derken yün çarşafına bürünmüş olan kadıncağız sürçüp düştü
ve «yok olası Mistah» diye mırıldandı. Ben de «Bedir savaşına katılan bir
sahabîye dil mi uzatıyorsun?» diyerek onu uyardım. Bunun üzerine bana : «Neler
döndüğünden haberin yok mu?» dedi. Hayretle dönüp yüzüne baktığımda,
münafıkların bana attıkları iftirayı anlattı. Bir anda sarsıldım ve hastalığım
büsbütün arttı. Bu hal bir ay kadar devam etti. Resûlüllah (A.S.) bir ara olup
bitenleri anlatıp benim cevap vermemi istedi. Ben de; «Ben bu gibi
kötülüklerden beriyim, desem belki inanmayacaksınız. Kendimi suçlu göstersem,
hemen tasdîk edeceksiniz. O bakımdan durumun aydınlanmasını Cenâb-ı Hakk'a
bırakıyorum. O elbette benim masum olduğumu haber verecektir» dedim. Çok
geçmeden yukarıdaki âyetler indi ve beri bulunduğum; yani ak-pak olduğum
kesinlik kazandı. [60]
«Doğrusu iftira ile
gelenler sizden bir-kaç kişidir..»
Münafıklar bir bakıma
sapık kâfirlerden daha tehlikelidirler. Çünkü küfrün ve kâfirin rengi bellidir,
ama münafığın ve ortaya attığı nifağın rengi belli değildir. Ancak olaylar
birbirini izleyip belli bir hedefe yönelince anlaşılabilir.
O bakımdan Kur'ân-i
Kerîm, namuslu, iffetli kadınlara zina isnat eden kimseden, olayı gözleriyle
görüp tesbit eden dört şahit istemekte; getiremediği takdirde hadd-i-kazfle
ilgili hükmün uygulanmasını emretmektedir. Zira dört münafığın veya
iftiracının bir iftira hususunda görüş birliğine varıp biraraya gelmeleri çok
zordur, aynı zamanda hayli uzak bir ihtimaldir.
İşte Hz. Aişe (R.A.)
ile ilgili olayı nifak düzeyinde ilk değerlendiren, münafıkların elebaşısı
Abdullah b. Übey'in yaydığı nifak ve iftira tohumunu, iman ve idrâki zayıf
olup kendi nefis ve karakterini ölçü ve kıstas olarak dikkate alan bazı
müsîümanlar da ne yazık ki iffeti şehvete kıyas etme gafletine düşmüşler ve
Abdullah b. Übey'in nifak akıntısına kapılmışlardı,
Kur'ân'da bu olaya
parmak basılıp iffetin lekesizliği belirtilirken mü'-minlers dokuz maddelik bir
öğüt ve uyarı paketi veriliyor.
1— Sözü edilen iftira dış görünüşüyle şer
sanılsa bile, aslında mü minlerin lehine hayırdır. Zira bu olay bir yandan da
hem münafıkların iyi tanınmasını, hem de zayıf imanlıların ölçüsünün
bilinmesini sağlamıştır.
2— Hemen isbat edilmeyen bu tür haberler
açıklığa kavuşuncaya kadar, mü'minlerin hüsn-ü zanda bulunmaları ve «bu açık
bir iftiradır» demeleri gerekir. Çünkü suç sabit oluncaya kadar suçlu zanlısı
suçsuz kabul edilir. Nitekim hukukta «beraet-i zimmet asıldır» kuralı yer
almıştır,
3— Gerek şahsî, gerekse amme haklarıyla ilgili
olarak ortaya attığı iddia ve suçlamasını beyyine (belge ve şahit) ile isbat
edemeyen kimse İslâm nazarında yalancı ve müfteri kabul edilir. O yüzden
hakkında cezaî müeyyide kusursuz şekilde uygulanır.
4— İslâm Dini biri manevî, diğeri maddî olmak
üzere iki ayrı caydırıcı, ıslâh edici müeyyide koymuştur. Manevî müeyyidenin
uygulanması Cenâb-ı Hakk'a aittir, O, rahmeti ve sünneti gereği bunu daha çok
Âhiret'e bırakmıştır. Kişi iyice azıp sapıtmadıkça, ahlâksızlığı
zulümle birleştirip Allah
kullarını .huzursuz ve tedirgin edecek bir çizgiye getirip dayamadıkça Cenâb-ı
Hak onu dünyada hemen cezalandırmaz. Ancak indirdiği kitap ile insanlar
arasında düzen ve huzuru, adalet ve hakkaniyeti sağlamayı, hakların
korunmasını, mütecavizlerin durdurulmasını ve kitapta yer alan maddî
müeyyidelerin kusursuz uygulanmasını emretmiştir.
5— İçyüzünü
bilmediğimiz bir olayı dilimize
dolamamız, gerçekmiş gibi bir görüntü
verip yaymamız bizi çok yanlış ve tehlikeli bir noktaya götürür. Söylemek
kolay, ama sonucuna katlanmak çok zor olur. Çünkü bir yalan ve iftiranın
doğuracağı netice, masum kişileri lekeleyebilir. O bakımdan içyüzünü iyice
araştırıp öğrenmeden ortaya atılan bir haberi gerçekmiş gibi kabul edip
yargıda bulunmamız Allah katında çok büyük bir günah ve ağır bir vebaldir.
6— Bu gibi durumlarda konuşmamak, gerçek bilgiyi
Allah'a irca' etmek ve isbat edilinceye kadar kendi kendimize fısıldayarak
«sus, bu büyük bir iftira olabilir; zan ve şüpheyle hükmedilmez» dememiz en
uygun ve en selim yoldur. Çünkü beraet-i zimmet asıldır.
7— Belirtilen şekilde bir hata işlenmişse,
bunun hakikî ve tahkiki imânla
bağdaşamıyacağını düşünerek bir benzerini işlememeye azmetmek, Allah tarafından
affedilmemizin şartlarından biridir.
8— Olay ve iddiaları, suçlama ve tahminleri
Kur'ân ve Hadîs terazisine koyup tartmak ve öylece değerlendirmek vaciptir.
Zira Cenâb-ı Hak, fert, aile ve toplumun düzen ve huzuru, haklarının korunması
için gereken hükümleri apaçık ortaya koymuştur.
9— Mü'minler arasında hayâsızlık ve ahlâksızlığın
yaygınlaşmasını her çağda arzu eden sapıklar, dinsizler ve
şehvetperestler bulunabilir. Mü'-minlere düşen görev, onlara karşı hoşgörülü
davranmamak, ilâhî müeyyideleri uygulamaktır. Bin bir türlü kurnazlık ve
nilelere başvurarak kendini kanunun pençesinden kurtaranları ise, belirlenmiş
çizgiye geldiklerinde Cenâb-ı Hak hem dünyada, hem âhirette rezil ve rüsvay
eder, [61]
Üzerinde bulunması
lâyık olduğu ölçü ve düzenden alınıp ters çevrilen her şeyi kapsayan bir
kavramdır. Bu manayla, haktan bâtıla, doğrudan eğriye, güzelden çirkine
döndürülen şey hakkında da yaygındır. Ayrıca aslından çevrilen, temelinden
uzaklaştırılan her şey de bu kelimenin kapsamına girer. İftira ve bühtan gibi
gerçek dışı suçlamalar da bu cümledendir.
Özetliyecek olursak: Bu
kavramın «ifk», «efek» ve «ufak» vezinlerinden geldiğini ve kök mâna olarak
yalan söylemek, iftirada bulunmak, aslı olmayan günah ve kötü fiillerle
suçlamak demek olduğunu söyleyebiliriz. [62]
Hz. Aişe (R.A.)
Validemize atılan iftira konu edildi. Münafıkların ellerine geçen her fırsatı
nasıl değerlendirip mü'minler aleyhine kullandıklarına dikkatler çekildi ve
dolayısıyla mü'minlere dokuz öğüt verilerek aslı olmayan, isbatlanmayan
haberler hakkında çok temkinli olmaları tavsiye edidi.
Aşağıdaki âyetlerle, şeytanın
insanları nasıl bir ahlâksızlık ve hayasızlığa sürüklemek istediği konu
edilerek olayları, ortaya atılan haberleri gerçek yönüyle değerlendirmemiz
isteniliyor. Arkasından yakınlarımızla olan iyi-yararh ilgimizi sürdürmemiz
emrediliyor. Sonra da bir önceki konuların manevî müeyyideleri açıklanarak
münafıklar uyarılıyor. [63]
21— Ey imân
edenler! Şeytan'yı adımlarına uymayın. Kim Seylan'ın adımlarına uyarsa,
şüphesiz ki o, (Şeytan) hayasızlığı, uygunsuzluğu; dinin, aklın ve sağlam
örfün çirkin kabul ettiği şeyi emreder. Allah'ın sizin üzerinize bol rahmeti ve
lütfü olmasaydı, sizden hiç biriniz ebediyen (günah ve fenalıktan) temize
çıkamazdı. Ama Allah dilediğini temize çıkarır.
Allah (her şeyi gereği
gibi) işitendir, bilendir.
22— Sizden fazilet ve varlık sahibi olanlar
yakınlarına, düşkünlere, Allah yolunda hicret edenlere (yardımda) bulunmamaya
yemin etmesinler (veya vermekte kusur etmesinler); affetsinler, bağışlayıp
aldırış etmesinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevip arzu etmez misiniz?
Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
23— Onlar ki, iffetli, (hayasızlıktan) habersiz
mü'mine kadınlara zina iftirasında bulunurlar, şüphesiz ki Dünya'da da,
Âhiret'te de lanetlenmişlerdir; onlar için büyük bir azap vardır.
24— Öyle bir günde ki elleri ve ayakları onların
yaptıklarına, işlediklerine karşılık aleyhlerinde şahitlik ederler.
25— o gün Allah, onlara hakkettikleri hesap ve
cezayı tastamam verecek ve onlar da Allah'ın apaçık hak olduğunu (her şeyi
açıklayıp ortaya koyduğunu) bilecekler.
Ebû Bekir Siddîk
(R.A.), çok fakir olan teyzesi oğlu Mistah'a daha önceleri sürekli yardımda
bulunurdu. Hz. Aişe (R.A.) ile ilgili iftira fırtınası onda da bir zan ve şüphe
doğurmuş ve şurada, burada Hz. Aişe (R.A.) aleyhine birtakım sözler
sarfetmesine, daha doğrusu münafıkların yalan ve iftira bataklığına düşmesine
sebep olmuştu. Bunun farkına varan Ebû Bekir Siddîk (R.A.) çok üzülmüş ve bir
daha ona yardımda bulunmayacağına yemin etmişti. Oysa Mistah'ın gerçekte kötü
niyeti yoktu, olayın ters çevrilip yaygınlaştırılması ister istemez onda da
birtakım şüpheler uyandırmıştı. Kendisi hem muhacirlerden, hem ete Bedir
Savaşı'na katılan bahtiyarlardan biriydi.
O sebeple yukarıdaki
22. âyet indi ve Ebû Bekir Sıddîk'ın (R.A.) yine teyzesi oğluna yardıma devam
etmesi istendi. [64]
Hz. Aişe (R.A.) Validemize
zina isnadında bulunan Abdullah b. Ubey, bilindiği gibi münafıkların reisi idi.
İslâmiyeti içinden çökertip yıkmak için elinden gelen hiçbir kötülüğü geri
bırakmamış, sonunda Peygamber (A,S.) Efendimizin ailesine dil uzatacak kadar
azıtmıştı. 23. âyet onun dünyada da, âhirette de lanetlendiğini bildirmek üzere
inmiştir. [65]
«Helak edici yedi
şeyden kaçınıp uzak durun.»
Bunun üzerine ashab-ı
kiram sordu: «Onlar nelerdir ya Resûlellah?!» Şöyle buyurdu : «Allah'a ortak
koşmak, sihirbazlık yapmak, Allah'ın (öldürülmesini) haram kıldığı canı
(kimseyi) öldürmek, ribâ (faiz) yemek, yetim malını yemek, savaş için düşmana
karşı çıkıldığı gün arka çevirip kaçmak, suçtan habersiz hür mü'mine kadınlara
zina atmak (zina ile onları suçlamak). [66]
«İffetli kadını zina
ile suçlayıp iftirada bulunmak, yüz yıllık (iyi) ameli yıkar.» [67]
«Kıyamet günü olunca, kâfir
ameliyle tanınacak, ama o bunu inkâr edecek ve tartışmaya başlayacak. Kendisine
: «İşte şunlar senin komşuların, senin aleyhinde şahitlik ediyorlar»
denilecek. O yine: «Onlar yalan söylüyor» diyecek. Sonra ona : «Senin evlâd-u
lyâlin ve hısımların şahitlik ediyorlar» denilecek. O yine, «onlar da yalan
söylüyorlar» diye itiraz edecek. Sonra da o inkarcı sapıklara : «Yemin ediniz»
denilecek. Hepsi de yemin edecek. Bunun üzerine Allah o inkarcı sapıkların
kulaklarını mühür-leyecek de elleri ve dilleri onların aleyhlerine şahitlik
edecek. Sonra Ce-nâb-ı Hak onları Cehennem'e sokacak.» [68]
«Şüphesiz ki o
(şeytan) hayasızlığı, uygunsuzluğu... emreder.»
İnsanın içinde hem
iyiliklerin, hem de kötülüklerin mayası vardır. Esasen insan bu ölçü ve
özellikte yaratılmıştır. Melek, peygamber ve kitap iyilik mayasını
geliştirmekle; şeytan ve nefis de kötülük mayasını geliştirmekle ilgili olup
plândaki yerlerini almışlardır. Ayrıca insana verilen akıl, zekâ, idrâk,
hafıza, şuur gibi yetenekler bu iki zıt kutuplar arasında tercîh yapacak kudret
ve özelliktedir. Bunlar hangi tarafa meylederse, o taraf üstünlük sağlar.
Şeytan daha çok iki
şeyi fısıldar:
1— Her türlü hayâsızlığı ve uygunsuzluğu,
2— Aklın, dinin ve sağlam örfün fena ve zararlı
kabul ettiği şeyleri..
Kur'ân-ı Kerîm bu konuda
genel bir ölçü verip mü'minleri hem aydınlatıyor, hem de İblîs'in aralıksız
telbîsine karşı uyarıyor. Sonra da akıl ve diğer yeteneklerin insana verilen
büyük lütuf ve bol rahmet olduğunu haber veriyor. Şüphesiz ki bunlardan her
birinin hem yararını, hem değerini bilmekte mutlak hayır vardır. Aynı zamanda
bu yetenekler Kitap ve Sünnet ile birleştikleri zaman mutlak saadete kapı
açmış olurlar. [69]
«Ama Allah dilediğini
temize çıkarır. Allah işitendir, bilendir.»
İslâm'da ameller,
işler ve görüntüler niyetlere göre değer ölçüsünü bulur. Her ne kadar biz
insanlar zahire göre hükmetmekle emrolunmuşsak da bu, niyetleri, duygu ve
düşünceleri değiştirmiyeceği gibi, onların hem dünyada, hem de âhirette kıstas
sayılmasını da hükümsüz bırakmaz.
Şüphesiz insan aklı ve
diğer yetenekleri hakikati bilip anlamaya, ebedi mutluluk yolunu seçmeye ve
bunun gereğini düşünüp lâyıkıyla yerine getirmeğe tek başına yeterli değildir.
O bakımdan aklın mutlaka peygamberin irşat ve tebliğine, ilâhî kitabın
beyânına ihtiyacı vardır.
Gerçek bu olunca, peygamber
ve kitap ışığından kendini uzak tutanlar bilmelidirler ki, kendilerini ilâhî
lütuf ve bol rahmetten mahrum bırakmaktadırlar. O bakımdan sadece akıl ve
bilgisine güvenip onları ilâhî kıstas dışında tutmak suretiyle kendini her
türlü kötülükten temize çıkaranların Allah yanında kayda değer hiçbir değer ve
meziyetleri yoktur. Ayrıca peygamber ve kitabullah ile kendilerini
aydınlatanlar da böyle bir iddiayla ortaya çıkamazlar, Zira amel ile niyet
arasındaki uyumluğu veya uyumsuzluğu en iyi bilip takdîr eden ancak Cenâb-ı
Hak'tır. Bunun içindir ki ilgili 21. âyetle: «Allah'ın sizin üzerinizde bol
rahmet ve lûtfu olmasaydı, sizden hiç biriniz ebediyen temize çıkamazdı. Ama
Allah dilediğini temize çıkarır. Allah işitendir, bilendir» buyurularak
mü'minlere hatırlatmada bulunuluyor. [70]
«Affetsinler,
bağışlayıp aldırış etmesinler.»
Kur'ân ilgili 22.
âyetle iyilikte bulunma konusunda mü'minlere aydınlatıcı bilgi verirken dört
önemli noktaya dikkatleri çekiyor:
1— Mal ve serveti fazîletle birleştirmek; öylece
muhtaç durumda olan yakınlara ve hısımlara yardıma devam etmek,
2— Yakınların ve hısımların bütün iyiliklere
rağmen nankörlük etmelerine kızıp onlardan yardımı kesmemek,
3— Bu konuda bağışlayıcı ve hoşgörülü olmak,
4— Sadece Cenâb-ı Hakk'ın bizi bağışlamasını
arzu etmek..
Birinci nokta, insanın
yalnız kendisi için değil, ailesi, hısımları ve çevresi için de çalışıp
kazandığını öğretmekte ve böylece ferdi topluma bağlayıp onun kopmaz bir
parçası yapmaktadır. Aynı zamanda ahlâk ve faziletten kopuk bir servette hayır
ve rahmet havası bulunmadığına işaret etmektedir.
İkinci nokta,
yaptığımız ve yapacağımız iyiliklerin karşılığını yalnız Allah'tan beklememizi
ilham etmekte, insanlardan takdîr ve teşekkür beklemeye gerek olmadığını
hatırlatmaktadır.
Üçüncü nokta,
bağışlayıcı ve hoşgörü sahibi olmanın mü'minlere yakışan güzel hasletlerden
olduğunu belirtmektedir.
Dördüncü nokta,
iyilikte bulunduğumuz, insanları affettiğimiz, hoşgörüyle davrandığımız
nisbette Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve mağfiretine lâyık düzeye gelebileceğimizi
öğretmektedir. [71]
Yukarıdaki âyetlerle,
şeytanın her türlü kötülüğün kaynağı olduğu haber verildi. Sonra da verilen
bir haberin aslını öğrenmeden hemen yargıda bulunmanın çok tehlikeli sonuçlar
doğuracağı dolaylı şekilde hatırlatıldı. Ar--kasından hısımlarımıza yardımda
bulunmamız istenilerek, bazı
dünyevî nedenlerle yardımın kesilmemesi tavsiye edildi.
Aşağıdaki âyetle, yeni bir
yuva kuracak mü'min erkek ve kadınların kendilerine eş olarak seçecekleri
kişiye çok dikkat etmelerinin lüzumu üzerinde duruluyor ve hangi kadının hangi
erkeğe, hangi erkeğin de hangi kadına yakıştığı açıklanarak müslümanlara sağlam
bir ölçü veriliyor. [72]
26— Kötü
yaramaz kadınlar (veya sözler), kötü yaramaz erkeklere; kötü yaramaz erkekler,
kötü yaramaz kadınlara (veya sözlere); iyi temiz kadınlar (veya sözler) iyi
temiz erkeklere; iyi temiz erkekler de iyi temiz kadınlara (veya sözlere)
yakışır. İşte bunlar, onların dediklerinden pâk ve uzaktırlar. Bunlar için
bağışlanma ve çok şerefli rızık vardır,
«Dinini ve ahlâkını
(yani dindarlığını ve huyunu) beğendiğiniz kimse size geldiğinde (kızınızı veya
kızkardeşinizi) ona nikahlayınız.» [73]
«İnsanlar madenler
(gibidir). Dinde anlayışlı ve bilgili olduktan sonra cahiliye devrinde iyi ve
seçkin olanlar, İslâm'a girdikten sonra da iyi ve seçkindirler.» [74]
«Dünyanın hepsi
yararlanılacak şeydir, ama onun en hayırlı yararlanılacak şeyi, sâliha
kadındır.» [75]
«Cenâb-ı Hak kime
sâliha bir kadın nasip ederse, gerçekten dininin yarısını (koruması için) ona
yardım etmiş olur. Artık geri kalan yarısı hakkında Allah'tan korksun.» [76]
«Kadın (şu)
özelliklerinin birinden dolayı nikahlanır: Güzelliği, malı, ahlâkı ve dini
(dindarlığı). Sen dindar ve ahlâklı olanına gerekli ol ki sağ elin feyiz ve
bereketle dolsun.» [77]
«Kadın şu dört
hasletinden doiayı nikahlanır: Malı, soyu, güzelliği ve dini (dindarlığı). Sen
dindar olanına zafer bul ki ellerin feyiz ve bereketle dolsun.» [78]
«İlim ve hikmete kulak verip
sadece işittiği kötülüğü anlatan kimsenin misali, koyun sahibine gelip «şu
koyunlardan semiz olan birini bana ayır» diyen ve koyun sahibinin de ona -.
«Sen kendin git de arzu ettiğin koyunun kulağından tut» demesi üzerine gidip
sürü köpeğinin kulağından tutan adamın misâline benzer.» [79]
Çirkin bir iftiraya
uğrayan Hz. Âişe (R.A.), soyundakt asalet, iffetinde-ki beraet, evliliğindeki
nezahetiyte övülüyor. Kötü, yaramaz sözlerin ona hiçbir suretle yakışmadığı,
ancak iyi, temiz ve nezih sözlerin yakışabileceği ve onun her zaman güzel,
temiz ve nezih sözlere ve sıfatlara lâyık olduğu belirtiliyor. Övgü olarak bu
ilâhî beyan ona yeter. Onun da, Safvan'ın da o çirkin iftiradan berî oldukları
açık ve net şekilde açıklanıyor.
Ayrıca mü'minlerin aile
yuvası kurarken dikkat edecekleri çok önemli bir hususa parmak basılıyor. O da
: İyi temiz erkeklerin iyi temiz kadınlarla, iyi temiz kadınların da iyi temiz
erkeklerle evlenmesinin lüzumudur. Zira evlenen çiftlerin inanç, ahlâk,
nezaket, kültür, edep ve terbiye hususlarında uyum sağlaması, kalıcı bir
yuvanın kurulmasını, faziletli bir neslin yetişmesini sağlar. [80]
Kur'ân-ı Kerîm
huzurlu, güvenli, aynı zamanda ahlâk ve fazilet ölçüleri düzeyinde aile
yuvasının sağlıklı biçimde kurulmasının genel çerçevesini çiziyor. İslâm
hukukçuları bu âyetin ve ilgili hadîslerin ışığı altında evlenecek olan
çiftlerden kefaet (denklik) prensibini koymuşlardır. Bu denkliğin daha çok
erkek tarafında aranması ise, aile reisine vakar ve onur kazandırmak içindir.
Hanefî Mezhebî'ne göre
: Kefaet şu altı şeyde aranır: Soy, İslâmiyet, sanat-kültür, hürriyet,
dindarlık ve servet..
Şafiî Mezhebi'ne göre
; Kefaet şu dört şeyde aranır: Soy, din, hürriyet, sanat.. [81]
Böyleee bu iki mezhebe göre
«kefaet» nikâhın lüzumundan sayılsa bile şartından sayılmaz. Yani arada kefaet
gözetilmeksizin yapılan nikâh akdi caizdir. Hanbelî Mezhebi'ne göre ise, İmam
Ahmed b. Hanbel'den bu mesele hakkında iki farklı rivayet yapılmıştır. Biri
kefaet'in nikâhın şartlarından olduğu, diğerinin olmadığı anlam ve
hükmündedir. Birinci rivayeti Süfyan es-Sevrî de benimsemiş, yani o da bu
anlamda bir içtihatta bulunmuştur. İkinci rivayeti ise benimseyenler
ekseriyettedir. Aynı zamanda Hz. Ömer (R.A.), İbn Mes'ud (R.A.), Ömer b.
Abdülaziz, Ubeyd b. Umeyr, Hammad b. Ebî Süleyman, İbn Sirîn, İbn Avn, İmam
Mâlik ve rey tarafdar-larının da içtihatları bu anlamdadır. [82]
Evlenecek olan çiftler
arasında kefaet (denklik) konusuna temas edildi ve kötü yaramaz kadınların
ancak kötü yaramaz erkeklere ve böyle olan erkeklerin de aneak öyle olan
kadınlara yakıştığı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
başkalarına ait evlere izin almadan girmenin caiz olmadığı konu ediliyor ve
böylece «adâb-ı muaşeret»le ilgili bir husus hakkında mü'minler
aydınlatılıyor. [83]
27— Ey imân edenler! kendi evlerinizden başka
evlere, sahipleriyle alışkanlık sağlayıp (onlardan) izin almadıkça ve onlara
selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için hayırlıdır. Umulur ki iyice
düşünürsünüz.
28— İçinde bir kimse bulamazsanız, size izin
verilmedikçe yine de girmeyin. Size, «geri dönün» denilirse, geri dönün. Bu
sizin için daha nezih ve daha uygundur. Allah yapageldiklerinizi bilir.
29— İçinde sîzinle ilgili bir yarar bulunup
oturulmayan evlere girmenizde bir günah ve vebal yoktur. Ailah açıkladığınızı
da, gizli tuttuklarınızı da bilir.
Taberâni'nin Adiy b.
Sâbit'ten yaptığı rivayete göre : Ansar'dan bir kadın. Peygamber (A.S.)
Efendimiz'e gelerek şöyle dedi: «Ya Resûlellah! doğrusu ben kendi evimde öyle
vaziyetlerde bulunuyorum ki başkasının beni o vaziyette görmesini arzu
etmiyorum. Hattâ babam ve oğlumun bile görmesini istemiyorum. Ama (zaman
zaman) babam gelip içeri girmekte, ailemizden biri gelip girmektedir. Bu
durumda ne yapmalıyım?»
Bu sebeple ilgili
âyetin indiği tesbit edilmiştir.
Diğer bir rivayet de
şöyledir: Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) da, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e şöyle
demiştir: «Ya Resûlellah! Şam yolu üzerinde birtakım haneler ve meskenler
vardır ki içlerinde kimseler oturmamaktadır. Onlar hakkında ne buyurursunuz? Bu
soru üzerine 29. âyet inmiştir. [84]
Kind b. Hanbel
anlatıyor: «Peygamber (A.S.) Efendimizin (evinde bulunduğu bir sırada) izin
almadan yanına girdim. Bunun üzerine bana şöyle buyurdu: «Geri dön ve es-selâmü
aleyküm, içeri girebilir miyim? de de izin iste.» [85]
Rebi'î b. Harraş
(R.A.) anlatıyor:
— Beni Âmir kabilesinden bir adam gelip,
evinde oturmakta olan Peygamber {A.S.) Efendimizin yanına girmek için
izin isteyerek «içeri girebilir miyim?» dedi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.)
kendisine hizmet eden adama şöyle emretti: «Dışarı çık da o adama eve girme
adabını öğret; ona: es-selâmü aleyküm. İçeri girebilir miyim? şeklinde
söylemesini bellet.» Adam bu uyarıyı duydu ve «es-selâmü aleyküm. Girebilir miyim?»
diyerek izin istedi. Peygamber (A.S.) izin verdi. [86]
Ebû Saîd (R.A.)
anlatıyor:
— Bir toplantıda bulunuyordum. O sırada Ebû
Musa (R.A.) üzgün bir halde geldi ve şöyle dedi: «Hz, Ömer'den içeri girmek
için üç defa izin istedim, cevap alamadım. Geri döndüm. Sonra beni tekrar çağırttı ve şöyle dedi: «Seni daha önce çağırdığım
halde neden gelmedin?» «Ben de: «Geldim, üç defa izin istedim, cevap alamadım
ve geri döndüm. Nitekim Peygamber (A.S,) da «bir eve girmek istediğin zaman üç
defa izin iste. Cevap verilmeyince geri dön» buyurmuştu, diye ilâve ettim.
Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.): «Vallahi bunu Peygamberin (A.S.) dediğine dair
şahit getirmelisin; aksi halde elimden kurtulamazsın!» dedi. Ebû Musa (R.A.)
olayı anlattıktan sonra hazır olanlara : «Sizden bu hadîsi duyan yok mudur?»
diye sordu. Ubay b. Kâb (R.A.): «Ben duydum» dedi ve kalkıp Hz, Ömer'e (R.A.)
gittiler. [87]
İslâm Dini her
vatandaşın canını, malını, namus ve şerefini korumuş ve bunlara tecavüzü
kesinlikle yasaklayıp haram kılmıştır. O kadar ki izin istemeden, selâm
vermeden başkasının evine girmeye cevaz vermemiş; başkasının kapı ve
penceresinden içeri bakmayı büyük günahlardan saymıştır.
İslâm bütün bu
yasakları, biri dünyevî, diğeri uhrevî olmak üzere iki ayrı cezaî müeyyide
koymakla asıl amacına ulaştırmayı planlamıştır. Dünyevî ceza için devletin
ilgili kurumlarını yetkili kılmış ve böylece başkasının meskenine izinsiz
girmeyi hukukî ve kazaî açıdan yasaklamıştır.
Kitap ve sünnetten
anlaşıldığı üzere, aynı evde oturan karı-koca dışındaki diğer yakınların da
birbirlerinin, özellikle ana-babalarının odalarına izin isteyerek girmeleri
tavsiye edilmiş; daha çok üç vakit üzerinde durularak gereken açıklama
yapılmıştır. [88]
Böylece İslâm
insanların birbirlerine karşı saygılı olmalarını ve bunu günlük hayatlarında
sergilemelerini sağlamış; namus ve iffeti, şeref ve haysiyeti korumayı her
zaman ön plânda tutmuştur.
. Ziyaret veya
herhangi bir iş için gidilen eve girmeye üç defa izin istenildiği halde izin
verilmezse, üzülmeden, öfkelenmeden, kırılmadan dönmenin çok daha hayırlı
olduğu belirtiliyor. Bununla ev sahibinin kendine göre mazereti, başkasının
görmesi uygun olmayan bazı durumları bulunabileceğine işaret ediliyor.
İslâm'ın gerçek medeniyetin
en sağlam esasını oluşturduğunu, beşerî münasebetlerin bu bölümünden de
rahatlıkla anlamak mümkün.. [89]
Kur'ân-ı Kerîm'de
başkasının evine girmek istenildiğinde riâyet edilmesi gereken iki prensip
konulmuştur:
1—
İsti'nas
2— Teslîm
İsti'nas : Hafif
öksürmek, «sübhanellah» veya «AHahu Ekber» ya da «el-Hamdu lillah» demek
suretiyle dışarda beklemekte olduğunu ev halkına duyurmaktır. Böylece
ziyaretçi daha güven verici bir hava oluşturur ve ev sahibinin toparlanmasını
sağlar.
Aynı zamanda
«isti'nas» izin isteme manasını içerir. Nitekim yedi kıraatten birinde
«isti'nas» yerine «isti'zan» okunmuştur. Bir kısmı İbn Ab-bas'ın, bir kısmı ise
Tabiîn'den Saîd b. Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: «Teste'nisû
hatadır ve kâtipten sadır olan bir vehimdir. Onun aslı teste'zinû'dur.» Ancak
yapılan ciddi araştırmalara göre bu rivayetin sahih olmadığı ve bütün İslâm
mushaflarında «teste'nisû» olduğu anlaşılmış ve Hz. Osman (R.A.) döneminde de
böyle yazıldığı görülmüştür. [90]
Nitekim İbn Mâce'nin
Ebû Eyyub el-Ansarî (R.A.) den yaptığı rivayete göre, adi geçen sahabt,
Peygamber (A.S.) Efendimiz'den soruyor: «Ya Re-sûlellah! birinin evinin
kapısına gelinince selâm vermeyi anlıyoruz, ama isti'nas nedir bilmiyoruz.»
Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber (A.S.) ona şöyie cevap veriyor: «Sübhanellah
veya Allahu Ekber veya el-Hamdu lif-lah demek, ya da hafif öksürmek ve ev
halkından izin istemektir.»
Cahiliye devrinin kötü
âdetlerinin izlerini kendi üzerlerinde taşıyan bazı Araplar, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in odasının arka kısmına gelip görüşmek istediklerini yüksek sesle
duyurmaya çalışırlardı. Cenâb-ı Hak onların bu davranışının ev schibine hem
saygısızlık olduğunu, hem de edep ve terbiye kuralları dışına taştığını Hücurat
Sûresi dördüncü âyetle şöyie açıklayarak mü'minleri aydınlatmıştır: «Şüphesiz
onlar ki (sana ait) odaların arkasından sana seslenirler, çoğunun aklı ermez.»
Teslîme gelince : O,
«es-Selâmu aleyküm» demektir. Bu, henüz içeri girmeden gelen ziyaretçinin
müslüman olduğunu hatırlatmak, aynı zamanda güven telkin etmek ve ev sahibine
dünya ve âhiret selâmeti dilemek içindir.
İzin istemeyi
gerekirse üç defa tekrarlamak sünnettir. Üçüncü defa da izin verilmezse veya
cevapsız bırakılırsa, artık dördüncü defa izin istemeye gerek kalmayıp geri
dönmek sünnettir.
İzin istemenin şekli
şöyledir: «es-Selâmü aieyküm, içeri girebilir miyim?» Bu durumda izin
verilirse girilir, «kabul edemiyeaeğiz» denilirse, geri dönülür. Cevap
verilmezse, aynı söz iki defa daha söylenir. Ayrıca ziyaretcinin kendini
tanıtması da sünnettir. Nitekim sahih rivayete göre : Ca-bir b. Abdullah,
Peygamber (A.S.)ın kapışma gelip izin istedi. Peygamber (A.S.) Efendimiz: «Kim
o?» diye sorunca, Câbir (R.A.) «Benim» diye cevap verdi. Peygamber (A.S.) bu
cevabı beğenmeyip «ben, ben (ne demekmiş?) buyurdu. [91]
«İçinde sizinle ilgili
bir yarar bulunup oturulmayan evlere girmenizde bir günah ve vebal yoktur..»
Meskûn olmayan evler
hangisidir? Bu konuda müfessirlerin az farklı yorumları olmuştur. Şöyle ki :
a) Yol üstündeki hanlar ve kervansaraylardır.
Zira bunlar ya devlet, ya da hayır sahipleri tarafından sırf yolcuların
yararlanması için yapılmış tesislerdir.
b) Zamanında meskûn olarak yapılmış, sonraları
sahipleri bütünüyle terkedip başka yere göçmüş olan evlerdir. Ancak bunların
kapılarına kilit vurulmuşsa, bu, başkalarının girmesine müsaade edilmediğine
alâmet sayılır ve o takdirde sahiplerinden izin almak gerekir.
c) Medine yolu üzerinde yolcuların konaklaması
için hazırlanıp içine öteberi yerleştirilen evlerdir. [92]
d) Muhammed b. Hanîfe, Katade ve Mücahid'e göre
: Yolcuların gelip geçtiği yol üzerine yapılan han ve benzeri te'sislerdir.
Bunlar sırf yolcular yararlansın diye vakfedilmişlerdir. İçlerine, yolcuların
istifade edebileceği bazı eşyalar da konulmuştur.
e) Yine Muhammed b. Hanîfe'ye göre : Mekke'deki
mevcut evlerdir. Mekke silah zoruyla fethedildiği için oradaki evler bütün
müslümanlara aittir. [93]
f) Ata'a göre : Yol üzerlerindeki yıkık
binalardır. Bunlarda küçük ve büyük abdest bozacak ve geceyi geçirecek yerler
mevcuttur. [94]
Yukarıdaki âyetlerle,
başkalarına ait evlere izin istemeden ve selâm vermeden girmenin caiz olmadığı
belirtildi. Ancak yol üzerlerinde yolcular yararlansın diye yapılan han ve
benzeri tesislere izin istemeden girmekte bir sakınca olmadığına dikkatler
çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle, erkek ve
kadınların kendilerine helâl olmayana bakmamaları emrediliyor ve her iki cinsin
de namus ve iffetlerini korumalarının lüzumu üzerinde durularak mahalle ve
sokaklarda nasıl davranıl-masının gereğine işaret ediliyor. Sonra da kadınların
zınet yerleri konu ediliyor. Başlarını da örtmelerinin gereğine değinilerek
sağlam bir kıstas veriliyor. Zînetlerini ve zînet yerlerini kimler yanında
açık bulundurabileceklerine atıf yapılarak sınırlı bir cevaza yol açılıyor. [95]
30— (Ey Muhammedi) Mü'min erkeklere de ki:
gözlerini (kendilerine helâl olmayanlardan) sakınsınlar, utaıTc yerlerini (hem
açmaktan, hem de zinadan) korusunlar. Bu onlar için daha nezih ve daha
uygundur. Şüphesiz ki Allah onların işleyegeldiklerinden haberlidir.
31— Mü'mine kadınlara da de ki: (Bakılması haram
olan şeylerden) gözlerini sakınsınlar; iffet ve namuslarını korusunlar, süs
yerlerini -görünen kısımlar dışında- açmasınlar; başörtülerini yakaları
üzerine (geleoek şekilde) örtünüp salıversinler; zînetlerini (ve zînet
yerlerini) kocalarından veya babalarından veya kocalarının babalarından veya
oğullarından veya kocalarının oğullarından veya kardeşlerinden veya kardeşlerinin
oğullarından veya kızkardeşlerinin oğullarından veya kendi (din kardeşleri
sayılan) kadınlardan veya ellerinin sahip olduğu cariyelerden veya erkeklikten
kesilip (kadınlara) ihtiyaç duymayan hizmetçilerden veya kadınların utanç
yerlerine ilgi duymayan çocuklardan başkasına açmasınlar. Süslerinden
gizledikleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar (ayak bileklerindeki
halhali taşıdıklarını hissettirmesinler). Hepiniz birden Allah'a tevbe edin ey
mü'minler! Ola ki korktuklarınızdan kurtulup umduklarınıza erişirsiniz.
Mersed kızı Esma (R.A.), Benî
Harise mahallesinde oturuyordu. Kendisi oldukça zeki ve sözü sohbeti dinlenen
bir hanımdı. Müslüman hanımlar sık sık onu görmeye ve sohbetinden yararlanmaya
gelirlerdi. Ancak ona gelen hanımların çoğu iyice örtünmezlerdi; ayak
bileklerindeki halhal, göğüslerindeki gerdanlık, saç örgüleri açık bir
vaziyette bulunuyordu. Hz. Esma (R.A.) onların bu halini hiç de hoş karşılamadı
ve «bunlar ne çirkin şeyler» diyerek üzüntüsünü belirtti. Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [96]
Ashab-ı Kîrâm'dan
Cerîr (R.A.) diyor ki: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz1-den, farkına varmadan
ansızın (karşılaşılan bir kadına) bakmaktan sordum. Buyurdu ki; «Gözünü
(ondan) derhal çevir.» [97]
Bir adam annesinin
odasına girmek için izin isteyip istemiyeceği hakkında sordu. Peygamber (A.S.)
ona: «İzin iste de öyle gir» buyurdu. Bunun üzerine adam tekrar sorma
ihtiyacını duydu ve aralarında şu konuşma geçti:
— Ama ben evin içinde onunla beraber bulunuyorum?
— İzin iste de öylece yanına gir.
— Ben ona hizmet ediyorum, yine de izin istemem
gerekir mi?
— İzin al da öylece gir. Onu çıplak vaziyette
görmek ister misin? [98]
«Ademoğluna (kendi
iradesi doğrultusunda) zinadan ulaşacak payı yazılmıştır; bundan kurtuluş
yoktur. İki gözün zinası (harama) bakmaktır. Dilin zinası, (o gibi müstehcen
şeyi) konuşmaktır. Kulağın zinası, (o gibi müstehcen şeyleri) dinlemektir.
Ellerin zinası, (o gibi şeyleri) tutmaktır. Ayakların zinası, (o gibi şeylere
doğru) adım atmaktır. Nefis ise, (o gibi şeyleri) temenni edip ilgi duyar;
utanç yeri ise, ya onu doğrular, ya da yalanlar.» [99]«Kıyamet
günü bütün gözler ağlayacak; ancak Allah'ın haram kıldığı şeyden sakınan göz;
Allah yolunda uyumayıp (nöbet bekleyen) göz ve Allah korkusundan sinek başı
kadar olsun yaş akıtan göz müstesna..» [100]
«Allah'a tevbe edin.
Çünkü ben Yüce Rabbıma bir günde yüz defa tevbe ediyorum.» [101]
«Allah kulun tevbesinden
dolayı, çölde kaybettiği devesini bulan kimseden daha çok sevinir.» [102]
«Mü'mîn erkeklere de
ki: Gözlerini (kendilerine helâl olmayanlardan) sakınsınlar. Utanç yerlerini
(hem açmaktan, hem de zinadan) korusunlar.»
Kur'ân haramdan
sakınma, namus ve iffeti koruma konusunda, ka-dıniardan önce erkeklere seslenmekte
ve bu hususta onların daha eğitici, yönlendirici ve otokontrolü sağlayıcı rol
oynayabileceklerine işaret etmektedir. Aynı zamanda kadınlardan ziyade
erkekler cadde ve sokaklarda, çarşı ve pazarlarda bulunurlar. Onların
rastladıkları her kadını din kardeşi bilip anne ve kız kardeşlerine
gösterdikleri saygıyı onlara gösterdikleri; şehvet nazarıyla değil, iş icabı
baktıkları takdirde, topium yapısında güven, huzur, namus, edep ve terbiye
duygu ve düşüncesi hâkim olur. Yetişmekte olan kuşaklara da toplum içinde nasıl
davranılması gerektiği -en tesirli yanlarıyla- gösterilmiş olur.
Böylece kadınların da
kocalarına karşı şüphe ve zan beslemelerine, güvensizlik duymalarına neden
kalmaz ve aile yuvası daha huzurlu bir düzeye kavuşmuş olur. [103]
Mü’min kadınlara da de
ki: (Bakılması haram olan şeylerden) gözlerini sakınsınlar; iffet ve namuslarını
korusunlar..»
Kadınların da
erkeklere şehvetle bakması haramdır. Aiım-satım, iş ve mahkeme gibi durumlarda
-şehvetle olmamak kaydıyla- erkeğin kadına, kadının da erkeğe bakmasına cevaz
verilmiştir. Bu cevazı veren ilim adamları ve müctehit imamlar şu olayı delil
ve dayanak göstermektedirler: «Bayram günü Habeşlî oyuncular Mescid-i
Saadet'in yanında kılıç-kalkan oyunları oynarken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
onları seyrediyor, aynı zamanda teşvikte bulunuyordu. Derken gelip Peygamber
(A.S.) Efendimiz'in arkasında yer alan Hz. Aişe (R.A.) Validemiz de -erkeklere
görünmeyecek şekilde korunmak suretiyle- onları bıkıncaya kadar seyretti.»
Bunun aksini iddia
edenlerin delili ise, Tirmizî'nin rivayet ettiği İbn Ümmi Mektûm'un (R.A.), Hz.
Meymune'nin (R.A.) yanında Hz. Ümmü Seleme (R.A.) bulunduğu bir sırada içeri
girmesi ve Peygamber (A.S.)ın, zevçelerine perde arkasına geçmelerini
emretmesidir.
Ancak ilim adamları
hicretin yedinci yılında meydana gelen Habeşlî oyuncular olayıyla ilgili
rivayeti delil edinme bakımından daha sıhhatli kabul etmişlerdir.
Şüphesiz ki, müslüman
kadınların gözlerini ve namuslarını haramdan sakınmalarının sayılmayacak kadar
faydaları vardır. Onları şöyle madde-leştirip özetliyebiliriz :
a) İffetsiz erkeklerin gizli arzularının ortaya
çıkmasına engel olur.
b) Şehevî duygusunun tesiri altında kalanların
bir ölçüsüzlükte bulunmalarına fırsat vermez.
c) Erkeklerin kadınlara, yani iffetli ve
namuslu kadınlara daha çok saygı duymalarına ortam hazırlar.
d) Ahlâkan düşük kadınların ister-istemez o
iffet ve edep havasına uymalarını sağlar.
e) Kız çocuklpnnın edep ve terbiye, namus ve
iffet havası içinde yetişmelerini kolaylaştırır. [104]
Süs yerlerini -görünen
kısmın dışında- açmasınlar.,»
«Süs» ile çevirisini
yaptığımız «zînet» kavramı üzerinde hayli durulmuş ve birtakım farklı yorumlar
ortaya konulmuştur:
1— İbn Abbas'a (R.A.) göre : Kadının yüzü,
elleri ve yüzüğü gibi gö-rünebilen kısımları dışındaki süs yerleridir. Nitekim
İbn Ömer ve Tabiîn'den Saîd b. Cübeyr de aynı görüştedirler.
2— Ebû İshak ve Ebû Ahves'e göre : Küpe, halhal,
gerdanlık gibi ancak kocasının görebileceği süsleri ve süs yerleridir.
3— İbn Mesûd'a (R.A.) göre : Sokak kıyafeti
(çarşaf, manto, pelerin) ve entari dışında kalan giysileridir.
Bunlardan İbn Abbas'm
(R.A.) yorum ve tesbiti daha sıhhatli kabul edilmiş ve delil olarak Ebû Bekir
Sıddîk'ın (R.A.) kızı Hz. Esma (R.A.) olayı gösterilmiştir. Şöyle ki: Hz. Esma
(R.A.) üzerinde ince bir entari bulunduğu halde Hz. Aişe'nin {R.A.) odasına
giriyor. O sırada Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de orada idi. Hz. Esmâ'yı o
vaziyette görünce yüzünü başka tarafa çeviriyor ve şöyle uyarıda bulunuyor: «Ya
Esma! kadın ergen olunca, artık onun şundan ve bundan başka yerlerinin
görünmesi uygun olmaz»
buyuruyor ve mübarek eliyle
yüzünü ve iki elini gösteriyor. [105]
Zînet, biri kapalı
diğeri açık olmak üzere iki kısma ayrılır. Kapalı olanı: Ayak bileğine takılan
halhal, kollara takılan bilezikler, kulaklara takılan küpe ve boyuna takılan
gerdanlıktır. Acık olanı ise: Dış kıyafettir ve bedeni örten elbiselerdir.
Nitekim A'raf Sûresi 31. âyette buna değinilerek şöyle buyurulmaktadır: «Ey
Adem oğulları! her mescidde (namaz vakitlerinde orada bulunduğunuzda)
zinetinizi (güzel ve temiz elbisenizi) giyinin..» Böylece zînet'in temiz olan
sokak kıyafeti olduğu anlaşılıyor. [106]
Aynı zamanda bundan
maksadın sürme, yüzük, bilezik, yüz ve eller olduğunu belirtenler de olmuştur. [107]Nitekim
Hz. Aişe (R.A.) diyor ki: «Anabir kardeşim Abdullah'ın kızı Müzeyyene yanıma
geldi. Az sonra Peygamber (A.S.) da içeri girdi ve o kızı görünce yüzünü başka
tarafa çevirdi. Bunun üzerine dedim ki: «Ya Resûlellah! o kardeşimin kızıdır.»
Benim bu sözüme karşılık O şöyle buyurdu : «Ya Aişe! kız ergen olunca, yüzünden
ve (eliyle kendi bileğini tutup elini göstererek) bundan başka yerlerini açık
bulundurması helâf olmaz.» [108]
Konumuzla ilgili âyette
«fürûc» sözü geçmektedir. Bu «ferc»in çoğuludur. Nûr Sûresi 30 ve 31. âyetler
dışında hep zina anlamında kullanılmıştır. Bu iki âyette ise, utanç yerleri
kasdedilmiştir. [109]
«Başörtüsünü yakaları
üzerine (gelecek şekilde) örtünüp salıversinler; zînetlerini (ve zînet yerlerini)......
açmasınlar.»
Cenâb-ı Hak, mü'min
kadınları saygı duyulacak, iffet ve namus timsali olacak bir düzeyde
bulundurmak için onlara hem baş örtülerini nasıl örtünmelerini, hem de zînet
yerlerini, avret mahallerini iyice örtecek dış kıyafetlerini nasıi
kullanmalarını belirterek yol gösteriyor. Anlaşıldığı gibi, konuyu oluşturan
bölümde biri emir, diğeri nehiy (yasak) olmak üzere iki ayrı hüküm yer
almaktadır. Emir burada vücubu, yani farziyeti, nehiy ise tahrîmi gerektirir. O
halde müslüman kadınların mahremleri olmayan erkeklere karşı başlarını, boyun,
göğüs, kulak ve saçları kapsayacak şekilde örtünmeleri farzdır. Sokağa
çıkarken de, bir rivayete göre, yüz ve elleri dışında kalan kısımlarını -tenin
rengi görünmeyecek şekilde-örtmeleri de farzdır. Bunun aksine bir kıyafet
yasaklanmıştır ki bu tahrîmi gerektirir.
Müfessîr Kurtubî'nin
tesbitine göre : Bu iki âyet inmeden önce Müslüman kadınlar başörtülerini
omuzları arasından salıverirlerdi. O yüzden boyunları, kulakları, saçlarının
bir kısmı ve göğüslerinin boğazla birleşen kısmı açık, yani örtülmedik kalırdı.
Cenâb-ı Hak bu şekil örtünmenin sakıncalı olduğunu beyanla Nûr Sûresi'nin 30
ve 31. âyetlerini indirdi. Böylece hükmü kıyamete kadar baki kalacak bir
örtünme şeklini emretti. [110]
Nitekim Hz. Aişe'nin
(R.A.) kardeşi Abdurrahman'ın kızı Hafsa, Hz. Aişe'nin yanına geldiğinde,
başında -boyun ve göğsün rengini belli edecek şekilde- ince bir baş örtüsü
bulunuyordu. Hz. Aişe (R.A.) onun bu haline fazlasıyla üzüldü ve öfkelendi, o
sebeple Hafsa'nın başındaki ince örtüyü çekip aldı ve yırttı. Sonra da şöyle
buyurdu : «Kalınca bir örtü örtülür..» [111]
Yine Hz. Aişe (R.A.)
diyor ki:
«Bu âyetler indiğinde,
Allah rahmet eylesin, ilk muhacirlerden olan kadınlar üstlerinde taşıdıkları
entari, çarşaf ve benzeri elbiselerinden kesip başlarını (emredilen şekilde)
örttüler.»
Hz. Aişe (R.A.)
devamla diyor ki :
«Vallahi Ansardan olan
kadınları, Allah'ın kitabına uyup onu en çok doğrulayan kadınlar olarak gördüm.
Nûr Sûresi'nin bu âyetleri indiği zaman kocaları gidip onlara okuyunca hepsi
de başörtülerini güzelce örtünüp Peygamber (A.S.) Efendimiz'in arkasında
(namaza) durdular; sanki «hepsinin başında birer (siyah) karga bulunuyordu.» [112]
Anlaşıldığı gibi,
başörtüsünün boynu, gerdanı, kulağı ve saçı örteoek şekilde örtülmesi
emredilmekte ve böyle yapmanın farz olduğu belirtilmektedir. [113]
Ellere ve yüze gelince :
Bunların açık tutulmasında zaruret söz konusudur. O bakımdan bir fitneye sebep
teşkil etmediği sürece bu iki organı açık bulundurmakta bir sakınca yoktur.
Aynı zamanda bununla ilgili rivayetler kolaylık getirmektedir. Bir konu
hakkında iki veya daha fazla sahih rivayet varsa ve biri diğerinin hükmünü kaldirmıyorsa,
o takdirde hafif ve kolay olanını seçmekte yarar vardır. Kurtubî de ihtiyat
cihetiyle bu delilin daha kuvvetli olduğunu belirtmiştir. (Tefsîr-i Kurtubî:
12/229) [114]
Hanbelî Mezhebine göre
:
Namazda erkeğin avret
yeri: Göbekle diz kapağı arasıdır. Göbek ile diz kapağı avret değildir. [115]
Avret yerini örtünmede
vacip olan ölçü, tenin rengini örtüp beyazlık ve kırmızılığı görülmeyecek ve
belli edilmeyecek kadar elbisenin kalın bulunmasıdır. Aksi halde tenin rengini
belli edecek kadar ince bir elbiseyle namaz caiz olmaz.
Kadınlara gelince :
Onların namazda
yüzlerinden ve ellerinin içinden başka yerlerini açık bulundurmaları caiz
değildir. Cariyelerin ise başları açık bir vaziyette namaz kılmaları caizdir.
Bu meseleye el-Hasan'dan başka muhalefet eden bir ilim adamı bilmiyoruz. [116]
İmam Ahmed b. Hanbel'e
göre : Cariyenin başı, dirseklere kadar kolları ve dizlere kadar bacakları
dışında kalan kısmının tamamı avrettir. [117]
Hanefî Mezhebine göre
:
Namazda erkeğin
avret.yeri, göbekle diz kapağı arasıdır. Diz kapağı da avrettir. Hür kadının
avret yeri ise, yüzü, ellerinin içi ve ayaklarının üstü dışında bedeninin
tamamıdır. Cariyenin avret yeri, diz kapağıyla göbek arası, karın ve belinin
tamamıdır. [118]
Şafiî Mezhebine göre :
Erkeğin ve cariyenin
namazda avret yeri, göbekle diz kapağı arasıdır. Göbek ve diz kapağı avret
değildir.
Hür kadının namazda
avret yeri, yüzü ve elleri dışında bedeninin tamamıdır. [119]
Mâliki Mezhebine göre
:
Erkeğin ve kadının
mugallaza ve muhaffafa, yani galiz ve hafif olmak üzere avret yerleri iki kısma
ayrılır. Erkeğin galiz olan avret yeri, ön ve arka organlarıdır. Hafif olanı
ise, göbekle diz arasıdır.
Hür kadının galiz
avreti: Yüz, eller, ayaklar, göğüs ve göğüs hizasında-olan kısımların dışında
kalan bedeninin tamamıdır. Hafif olanı, göğüs ve göğüs hizasına gelen arka
kısmı, kolları, boynu ve başıdır. Aynı zamanda dizden ayak ucuna kadar olan
kısmı da hafif avret kapsamına girer. Yüz ve elleri avret değildir. [120]
Bu mezhebe göre, hafif
sayılan avret yerlerini açık bulundurmak ha-ramsa da namazı bozmaz. [121]
Aynı zamanda giyilen
elbisenin, tenin rengini örtüp belli etmiyecek şekilde kalın olması şarttır.[122]
Namaz dışında avret
yerleri:
Hanefî Mezhebine göre
: Hür kadının halvette avret yeri, dizle göbek arasıdır. Gerek mahreminin,
gerekse müslüman kadınların yanında belirtilen kısmın dışındaki yerlerini açık
bulundurması haram değildir. [123]
Yabancı erkek veya
gayr-i müslim kadınların yanında ise, yüzü ve iki elleri dışında kalan
bedeninin tamamı avrettir. Bir fitne söz konusu olmadığında, lüzum ettiği
zaman kadının yüzüne ve eline bakmak haram değildir. [124]
Mâlikî Mezhebine göre
: Hür kadının erkeklerden olan mahremlerine karşı ancak yüzünü, başını,
boynunu, ellerini ve ayaklarını açık bulundurması helâldir.
Hanbelî Mezhebine göre
: Hür kadının erkeklerden olan mahremlerine karşı ancak yüzünü, boynunu,
başını, ellerini ve dizden aşağı kısmını açık bulundurması caizdir.
Şafiî Mezhebine göre :
Kadının yüzü de, elleri de yabanoı erkeğe karşı avrettir. Gayr-i müslime
kadınlara karşı avret değildir.
Mâlikî ve Şafiî
imamlarına göre :
Kadının namaz dışında
avreti, kendi mahremine nisbetle, göbek ile diz arasıdır. Yabancı erkeklere
nisbetle, bedeninin tamamıdır. Ancak Mâlikî imamlarından çoğuna göre, yüzü ve
elieri başı ve ayakları istisna teşkil eder. Şehevî telezzüzden kendini emin
hisseden yabancı erkeğin, kadının belirtilen yerlerine -lüzum ettiği takdirde-
bakması haram değildir. [125]
Kadın sesi avret değildir.
Nitekim Ashab-ı Kiram, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin zevcelerinden dinî konuları
sorup öğrenirlerdi. [126]
Ancak erkeklere karşı şarkı, türkü söylemeleri bu genellemenin dışında kalıp
haram kapsamına girer. [127]
«Zinetlerinî (ve zînet
yerlerini) kocalarından veya babalarından......»
Kur'ân-ı Kerîm
yukarıdaki otuz birinci âyetle, kadınların -mezheplerce sınırı belirlenen-
zînet yerlerini ancak şu on iki sınıf kimsenin yanında açabileceklerinin caiz
olduğunu belirtmektedir. Şöyle ki :
1— Babalar
Bu, baba ve dedeleri
kapsamaktadır. Öyle ki, kadın zînet yerlerini nasıl babasının yanında
açabilirse, öylece babasının babasının ve anasının babasının yanında da
açabilir.
2— Kocalar
Kocadan maksat sahîh
nikâhla evlendiği erkektir. Ayrıca «ba'l» efendi hakkında da kullanılmıştır.
Ona göre, (hizmetçi) kadın efendisinin yanında zînet yerlerini açabilir. [128]
3— Kocaların babaları
Bu, kadının kocasının
babasını ve dedesini kapsamaktadır. Öyle ki, kadın kocasının babasının yanında
zînet yerlerini açık bulundurabileceği gibi, onun babasının babası yanında da
açık bulundurabilir.
4— Oğullar
Bu, kadın ve erkek
tarafından olan hem oğulları, hem de torunları kapsamaktadır.
5— Kocaların oğulları
Dördüncü maddede bunu
belirttik. Kadın evlendiği kocasının başka bir eşinden doğan oğlunun yanında
zînet yerlerini açık bulundurabilir. Çünkü onunla evlenmesi müebbeden (ömür
boyunca) haram kılınmıştır.
6— Erkek kardeşler
Bu, hem ana-baba bir,
hem baba bir, hem de ana bir kardeşleri kapsamaktadır.
7— Erkek kardeşlerin oğulları
Bu, altıncı maddede
açıklandığı üzere, öz ve üvey kardeşlerin oğullarını kapsamaktadır.
8— Kız kardeşin oğulları
Bu, ana-baba bir, baba
bir ve ana bir kız kardeşlerin oğullarını ve torunlarını kapsamaktadır.
9— Müslüman kadınlar»?
Âyette «nisâi-hinne»
ifadesi yer almaktadır. Üçüncü şahıs zamiri kadınlara hasolmakla beraber,
hangi kadınlara raci', yani aittir? İbn Cüreyc ve İmam Kurtubî'ye göre, «Müslüman
kadınlarsa râci'dir.[129] Bu
takdirde müslüman bir kadının avret yerlerini gayr-i müslim kadınların yanında
açması caiz değildir. Nitekim İkinci Halîfe Hz. Ömer'in (R.A.), Ebû Ubeyde b.
Cerrah'a (R.A.) şöyle bir mektup yazdığı rivayet edilmiştir: «Bana gelen
haberlere göre, gayr-i müslim vatandaş kadınlar, Müslüman kadınlarla beraber
hamamlara giriyorlarmış. Bunu derhal yasakla. Zira zimmîye (gayr-i müslim
vatandaş kadınjnın, Müslüman kadının çıplak tenini görmesi caiz değildir.»[130]
Ancak müşrike, kâfire
kadın, Müslüman kadının cariyesi ise, hanımefendisinin zînet yerlerine
bakmasında bir sakınca yoktur. [131]
10— Ellerinin sahip olduğu cariyeler
«Ellerinizin sahip
olduğu cariyeler» diye çevirisini yaptığımız «ev ma meleket eymanuküm»
cümlesinin zahiri, müslüman olsun, kitaplı olsun köle ve cariyelere şâmil
gelmektedir. Nitekim Hz. Aişe ile Hz. Ümmu Seleme (Allah ikisinden de razı
olsun) âyeti bu manada anlayıp yorumlamışlardır.[132] İbn
Abbas (R.A.) da «kölenin kendi hanımefendisinin saçlarına bakmasında bir
sakınca yoktur» demiştir. [133]
İmam Mâlik'e :
— Bir hanımefendinin, iğdiş olan kölesinin
yanında başörtüsüz oturması caiz midir? diye sorulduğunda, o şu cevabı
vermiştir:
— Evet...
Tabiîn'den Saîd b.
Müseyeb'e göre, âyetteki «eyman»dan maksat, cariyelerdir.
Birincilerin delili
şudur: Peygamber (A.S.) Efendimiz kızı Hz. Fatıma'-ya (R.A.) bir köle hediye
etti. Bu esnada Hz. Fatma'nın üzerinde bir üstlük (veya entari) bulunuyordu.
Öyle ki, başını onunla örtünce ayaklan açık kalıyor, ayaklarını örtünce de başı
açık kalıyordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz onun bu durumunu görünce şöyle
buyurdu : «Senin için bir sakınca yoktur. Çünkü burada senin baban ve bir de
köle hizmetçin bulunuyor.»[134]
11— Erkeklikten kesilip (kadınlara) ihtiyaç
duymayanlar
Bu cümle üzerinde az
farklı yorumlar yapılmıştır. Onları şöyle özetleyip sıralayabiliriz:
a) Geri zekâlı olup, kadınlara ilgi duymayan
erkekler.
b) Bön, akılsız budala erkekler.
c) Şuna-buna
hizmet etmek suretiyle geçinen ve
kadınlara ihtiyaç duymayan zayıf
ve güçsüz erkekler.
d) Tenasül aleti harekete geçmiyen erkekler.
e) İğdiş edilmiş erkekler.
f) Ook yaşlanıp cinsel iktidarı olmayan
erkekler,
g) Kadınlara ilgi duymayan çocuklar.
Bunlardan daha çok {d}
ve (f) maddelerinin âyetin umumî seyrine uygun geldiği görülmüştür. Bununla
beraber yorumların hepsi de şer'î bakımdan uygun kabul edilebilir.[135]
12—
Kadınların avret yerlerine ilgi duymayan çocuklar.
Böylece Cenâb-ı Hak müslüman
kadının zînet yerlerini kimlerin yanında açık tutabileceğini kesin
çizgileriyle belirlemiş, onların dışında kalanlara gösterilmesini
yasaklamıştır. Amaç, kadının iffet ve namusunu kem gözlerden, kötü
niyetlilerden korumak; şehvetperestlerin nazarlarından uzak bulundurmaktır.
Zira kadın hem ailenin, hem ülkenin huzur, güven ve terbiye kaynağı olduğu
kadar; faziletli, ahlâklı ve dindar nesiller yetiştirmenin temeli, millet
olarak yaşamanın en sağlam teminatıdır. Kadının ahlâkının yıkılması, iffetinin
ayaklar altına düşmesi ve bir şehvet oyuncağı haline sokulması, sözünü
ettiğimiz üç şeyin yıkılması demektir. Şüphesiz ki Cenâb-ı-Hak ancak hikmetle
emreder ve hayat düzenimizi en faydalı ve kalıcı unsurlarla ayakta tutmamızı
ister. [136]
«Süslerinden gizledikleri bilinsin diye
ayaklarını yere vurmasınlar..»
Âyette geçen
«gizledikleri süsleri»nden maksat, ayak bileklerine taktıkları halhaldir.
Yürürken ses çıkaracak şekilde imal edilmiş olanlarını alıp kullanmak mekruh
olduğu gibi, takılar» halhal ses çıkarsın diye yürürken ayakları yere vurmak
da tahrîmen mekruhtur.
Aynı zamanda kadın bu
hareketiyle kibir ve gurur duyuyorsa, bu açıdan da ses çıkaracak bir süs
eşyasını kullanması keza haramdır. Bunun gibi, kollara ve kulaklara, sokakta
yürürken veya bazı hareketlerde bulunurken ses çıkaracak şekilde imal edilmiş
bilezik ve küpeleri de takmak mekruhtur. Zira bu gibi süs eşyası, ses çıkartıp
dikkatleri zînet yerlerine çekme hususunda «halhaba kıyas edilmiştir.
Artık dinin yasakladığı bu
gibi şeylerden sakınmak vaciptir. Nefsine uyup ilâhî emirlere riâyet
etmiyenlerin, vakit kaybetmeden pişmanlık duyup Cenâb-ı Hakk'a yönelerek tevbe
etmeleri, günahlarının bağışlanmasını dilemeleri gerekir, [137]
Yukarıdaki âyetlerle,
erkek ve kadın mü'minlerin gözlerini bakılması haram kılınan şeyden sakınmaları
emredildi. Ayrıca kadınların ev içi ve ev dışı kıyafetleri üzerinde duruldu.
Zînet yerlerini mahremleri ve âyette belirtilen yakınları dışında kalan
kimselerin yanında açmalarının haram kılındığı belirtildi. Sonra da
boyunlarını, kulaklarını, saçlarının tamamını ve göğüslerini örtecek, tenin ve
saçların rengini belli etmiyecek şekilde başörtülerini örtünmeleri emredildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
erkek ve kadınların iffetlerini daha iyi koruyabilmelerine işaretle, bekâr
olanları evlendirmemiz emrediliyor. Böylece hem ailenin, hem de toplumun
sorumlulukları bulunduğuna işaret ediliyor. Evlenmek için malî imkândan mahrum
olanların, yani evlendikleri takdirde aileyi geçindirme kudretinden yoksun
bulunanların, Cenâb-ı Hak kendilerine imkân verinceye kadar sabretmeleri
tavsiye ediliyor.
Arkasından köle ve
cariyelerin haklarının korunması konu ediliyor ve onlarla ilgili hükümler
açıklanıyor. [138]
32— Sizden evli olmayanları; kölelerinizden ve
cariyelerinizde*, (yuva kurmaya, evlilik hukukuna saygılı olmaya) elverişli
bulunanları evlendirin. Fakir iseler Allah onları fazl-ü kereminden zengin
kılar. Allah'ın vergisi bol ve geniştir; Allah bilendir.
33— Evlenemeyenler (malî imkânı buna
elvermiyenler) Allah kendilerini fazl-ü kereminden zengin kılıncaya kadar
iffetli kalmaya çalışsınlar. Sahip olduğunuz köle ve cariyelerinizden belli bir
para ödemek suretiyle azat edilmesi hakkında yazılı bir anlaşma yapmak
isteyenlerle, -onlarda iyi bir durum biliyorsanız- yazılı anlaşma yapın.
Allah'ın size verdiği maldan onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatini
elde etmek için cariyelerinizi -iffetli kalmayı arzu edip duruyorlarsa- fuhşa
sakın zorlamayın. Kim onları (bu hususta) zorlarsa, elbette Allah onların
zorlamasından sonra (o cariyeleri) çok bağışlayan ve (haklarında) çok merhamet
edendir.
«Ey gençler topluluğu!
Sizden kim evlenmeye gücü yeterse, evlensin. Çünkü evlilik gözü (haramdan daha)
çok sakındırıcı, iffeti daha çok koruyucudur. Kimin de evlenmeye gücü
yetmezse, oruç tutmaya gerekli olsun. Çünkü oruç cinsel arzuyu kesicidir.» [139]
«Doğurgan kadınla
evlenin ki nesliniz devam etsin. Çünkü ben kıyamet gününde sizinle diğer
ümmetlere karşı övünürüm.» [140]
«Üç kimseye yardımda
bulunmak Allah üzerine (sünnetullah gereği) bir haktır:
a) İffetli kalmayı dileyerek evlenen,
b) Hürriyetine kavuşmak için bedel bulup vermek
suretiyle kölelikten kurtulmak isteyen,
c) Allah yolunda savaşan..» [141]
«Sizden evli
olmayanları; kölelerinizden ve cariyelerinizden (yuva kurmaya, evlilik hukukuna
saygılı olmaya) elverişli bulunanları evlendirin.»
Âyette «eyyama»
kelimesi kullanılmıştır. Bu, «eyyimsin çoğuludur. Kocası olmayan kadını, eşi
olmayan erkeği, evlenip de dul kalanları veya hiç evlenmiyen bekârları kapsayan
bir kavramdır.
İslâm, toplum
yapısında ahlâkı korumak, güveni sağlamak, aile yuvasını sağlam temellere
oturtmak, faziletli nesiller yetişmesine ortam hazırlamak için meşru ölçüler
içinde evlenmeyi hem emretmiş, hem de birtakım müeyyidelerle onu cazip hale
getirmiştir.
O bakımdan ilim
adamlarından bir kısmı âyetteki «evlendirin» emrinin vücup manasına; bir kısmı
ise, âyeti hadîslerle ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile dört halîfe
dönemindeki uygulamayla açıklayarak tavsiye mahiyetinde sünnet manasına
geldiğini belirtmişlerdir.
Diğer yandan kitap ve
sünnet toplumun yakından ilgilenmesi gereken köle ve cariyeleri evlendirme
hususuna yer ayırmış, onları da toplum arasında insanî açıdan değerlendirerek
lâyık oldukları yere oturtmayı tavsiye etmiştir. Öyle ki: Köle ve cariyelerde
sâiih, yani iyi huylu, iffetli, evlilik hukukuna saygılı olanları kendi
hallerine terketmenin doğru olmayacağına parmak basılmakta ve onları topluma
kazandırma emredilmekte-dir. Gerçi bugün artık köle ve câriye diye bir konu
yoktur. Ancak İslâm Di-ni'nin açılan bu yarayı tedavi edip kapamak için meşru
her türlü tedbiri aldığını yansıtma bakımından Kur'ân'ın onlarla ilgili
hükümlerini açjtekı-makta büyük yarar söz konusudur. Aynı zamanda günümüzde
hizmetçi, kapıcı ve benzeri kişilerle yakından ilgilenmemize işaretler vardır.
Onlardan da bekâr olanları -şartlar müsait olduğu takdirde- evlendirmemiz sünnettir. [142]
İlgili âyette «evli
olmayanları evlendirin» hitabı kimlere yöneliktir? Aileye mi, topluma mı,
devlete mi, yoksa zenginlere mi râci'dir? Aynı zamanda âyetteki emir vücup
için midir, yoksa tavsiye mi ifade etmektedir?
Önce şunu belirtelim
ki, hitap topluma veya zenginlere ya da devlete yönelikse, mutlaka tavsiye
anlamına gelmektedir. Aileye, yani ana-baba-ya ise, -ki bu ilim adamlarından
çoğunun yorum ve görüşüdür- kimine göre vücuba, kimine göre tavsiyeye delâlet
etmektedir.
Aileye yöneliktir
diyenlerin delili, âyeti açıklayan şu hadislerdir: «Nikâh ancak veli ile
(sahih ve caiz) olur.» [143]
«Kadın kadını evlendirmesin ve kadın kendini evlendirmesin (veya evlendîremez).
Çünkü ancak zâniye olandır ki kendi kendini evlendirir.» [144]
«Hangi kadın velisinin izni olmaksızın nikâhlanırsa, onun nikâhı hükümsüzdür,
nikâhı hükümsüzdür, nikâhı hükümsüzdür.» [145]
Birinci hadîs ve
taşıdığı hüküm Hz. Ömer, Ali b. Ebî Tâlib, İbn Mes'ud, İbn Abbas ve Ebû
Hüreyre'den (Allah hepsinden razı olsun) rivayet edilmiştir. Tabiîn'den Saîd
b. Müseyyeb, Hasan el-Basrî, Ömer b. Abdülaziz de aynı içtihattadırlar. Süfyan
es-Sevrî, İmam Şafiî, İmam Ahmed; İshak b.
Rehaveyh ve Ebû
Ubeyd'in de içtihat ve mezhepleri bu doğrultuda bir hüküm ortaya koymuştur.
Ancak sözü edilen
hadîsin mürsel, yani senedinden bir sahabinin düşmüş olduğu tesbit edilmiştir.
O bakımdan mürsel hadîsi senet kabul edenlere göre, «bekârları evlendirmek
velilerine vaciptir ve velisiz nikâh caiz değildir» hükmü ortaya çıkmaktadır.
İmam Ebû Hanîfe ve rey taraftarlarının çoğu mürsel hadîsle istidlal ve
ihticacı uygun görmemişlerdir. O bakımdan onlara göre, evlilik çağına girmiş
kız kendi re'yiyle evlenebilir, aynı zamanda başkasına vekâlet edip nikâh akdi
yaptırabilir.
İmam Ebû Hanîfe ve
onun içtihadını benimseyenlerin bu konudaki dayanak ve delilleri Bakara Sûresi
232. âyette yer alan şu hükümdür: «Kadınları boşadığınızda şer'î bekleme
süresi sona erince, aralarında örfe uygun iyilik ölçüleri içinde anlaştıkları
takdirde kocalarıyla (koca seçmek istedikleri kimselerle) evlenmelerine engel
olmayın.»
Aynı zamanda İmam Ebû
Hanîfe «Nikâh ancak velî ile olur» mealindeki hadîsteki terkip vücup ve
sıhhate değil, kemal derecesine işarettir, yani kâmil bir nikâh ancak veli ile
olur şeklinde bir yorumda bulunmuştur.
İmam Mâlik'e göre :
Velisinin izni olmaksızın üçüncü bir şahıs tarafından evlendirilen kadın,
hür-şerefli ise, velisi isterse o nikâhı feshedebilir. [146]
İmam Şafiî'nin
mezhebine göre: Veli, iznini almadan bakireyi evlen-direbilir. Ancak bu durumda
da ondan izin istemesi müstehabdır. Dul kadını ise, ancak iznini almak
suretiyle evlendirebilir.[147]
«Evlenemiyenler (malî imkânları
buna elvermeyenler) Allah kendilerini fazl-ü kereminden zengin kıfıncaya kadar
iffetli kalmaya çalışsınlar.»
Her şeye rağmen malî
imkânsızlıktan ve yakınlarının ilgisizliğinden ev-lenemiyenlere Cenâb-ı Hak
imkân ortamını sağlayincaya kadar iffetlerini koruyup sabretmeleri tavsiye
ediliyor. Şüphesiz ki Kur'ân-ı Kerîm bu tavsiyesini, önce imân ve İslâm
temeline dayalı bir irfana sahip olan kişilere yapmaktadır. O bakımdan fertleri
bu düzeye getirmek için ciddi bir eğitimin gerekli olduğu kendiliğinden ortaya
çıkmakta ve böylece dinî eğitimin vacip olduğu kesinlik kazanmaktadır. Ancak bu
konuda bir incelik söz konusudur. Şöyle ki: Her müslümanın ilmihalini bilmesi
ve kendi kültür seviyesine göre dinini öğrenmesi vaciptir. Dinî ilimleri tahsil
etmek ise, farz-ı kifayedir; yani Müslümanlardan bir kısmının tahsil yapmasıyla
bu vecibe diğerlerinin üzerinden kalkmış olur.
Bunun için diyebiliriz
ki; Kur'ân, dinî duygu ve kültürleri gelişen gençlere ve bekârlara seslenmekte
ve diğer taraftan da hısımlara ve zengin müsiümanlara hitapta bulunup
evlenemiyenleri zekât ve diğer yardımlarıyla desteklemelerini, onlara evlenme
imkânları hazırlamalarını tavsiye etmektedir.
Böylece İslâm, ferdin
desteklenip korunmasını topluma bir görev olarak yüklerken, ferdi topluma
bağlayıp onun kopmaz bir parçası haline getirmeyi amaçlamaktadır. [148]
«Sahip olduğunuz köle
ve cariyelerinizden belli bir para ödemek suretiyle azat edilmesi hakkında
yazılı bir anlaşma yapmak isteyenlere -onlarda iyi bir durum biliyorsanız-
yazılı anlaşma yapın. Allah'ın size verdiği maldan onlara verin..»
İslâm, köleleri
hürriyetlerine kavuşturma, onları toplumun faydalı, aynı zamanda bütünleyici
bir parçası yapma ve bu açıdan hareketle köleliği kaldırma konusunda birtakım
hukukî kurallar ve yönlendirici statüler koymuştur. Çeşitli keffaretleri köle
azat etmeye bağlamış, bedel ödemek suretiyle yazılı bir anlaşma cihetine
gidilmesini ve bu durumda olan kölelere malî yardımda bulunulmasını tavsiye
mahiyetinde emretmiştir. Ayrıca köle ve cariyeleri gayr-i ahlâkî yollara
itmeyi yasaklamış ve bu hususta hem aile ve toplumu, hem de devletin yetkili
organlarını görevlendirip sorumluluk yüklemiştir. Zira Kur'ön-ı Kerîm'de
Peygamber'e (A.S.) ve topluma yapılan hitaplar, daha çok devlete yöneliktir.
Konuyu bu açıdan
değerlendirdiğimiz zaman, İslâm'da köleliğin yerini ve anlamını şöyle
açıklayabiliriz :
Kölelik yeni bir olay
değildir. Tarihi çok gerilere uzanır. İlkçağda köleliğin iktisadî düzenin
kopmaz bir parçası olduğunu görüyoruz. Uygulamanın hemen birçok ülkelerde bu
anlamda ortaya çıktığında şüphe yoktur. O çağda insan haklarıyla ilgili yasal
hükümler yok gibiydi. O nedenle bu işin ticaretiyle uğraşan birçok ülke devamlı
hareket halinde olmuş, pazarlar kurmuş, pazarlara köle ve cariyeler
sevketmiştir.
Önceleri savaş
esirleri köle edinilirken, işin kazanç yönü ağırlık kazanınca yağmacılık
yoluyla kaçırılan insanlar da kölelik kaydı altına sokulmuş ve bu çirkin olay
toplumları, aileleri ve ülkeleri tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Böylece
kölelik veraset kapsamına da sokularak köle olan ana-babaların çocukları da
köle kabul edilerek kölelik insanlığın tam yüzkarası olarak yaşatılmıştır.
İslâm Dini ortaya
çıktığında kölelik tam anlamıyla geçim kaynağı olarak iyice yaygınlaşmış
durumda idi. Yüz binlerce köle alınıp satılıyor ve ülkelerin esir pazarlarında
çilelerini dolduruyorlardı. İslâmiyet bu kadar yaygınlaşıp gelişen ve
ekonominin kopmaz bir unsuru haline getirilen köleliği tek yanlı olarak
elbette bir çırpıda kaldırma şansına sahip bulunmuyordu. Zira İslâmiyet bütün
ülkelere ve milletlere söz geçirecek bir kudrette değildi. Aynı zamanda
aralıksız devam eden savaşlarda, sürüp gelen yağmacılıkta karşı taraf
Müslümanlardan elde ettiği esirleri köle statüsüne sokuyordu. O nedenle
Müslümanlar savaşlarda elde ettikleri esirleri köle saymamakla beraber sırf
mübadeleyi sağlamak için o ismi kullanmak zorunda kalıyordu. Hem o dönemlerde
de esirlerin durumunu ele alıp insan hakları açısından düzenleyen yasalar ve
sağlam kurallar da mevcut değildi.
Bunun için İslâmiyet
insanlık adına yüzkarası olan köleliği kaldırmak için, yukarıda da değindiğimiz
gibi, birtakım yasal müeyyideler koydu, statüler hazırladı. İnsan haysiyet ve
şerefini koruyucu kurallar düzenledi. Onlardan bir kısmını şöyle özetleyip
maddeleştirebiliriz:
1— Köle ve cariyelerin fuhuş aracı olarak
kullanılması haramdır. Hiç kimse onları buna zorlayamaz.[149]
2— Başkasına
ait cariyeleri ancak efendilerinin
izniyle nikahlamak caizdir. [150]
3— Cariyeyle evlenen kimse onun mehrini takdir
edip vermekle yükümlüdür. [151]
4— Savaş dışı esir edinmek caiz değildir.
Yağmacılık, adam kaçırmak ise bütünüyle haramdır ve yasaktır. Ancak savaşta
zafer elde edildiğinde veya savaş sona erdiğinde elde edilen kişiler esir kabul
edilebilir. [152]
5— Esirlere
her bakımdan insanca muamelede
bulunmak vaciptir. Onlardan kendi rızalarıyla İslâmiyeti seçenler
olursa, kendilerinden -başta hürriyetleri olmak üzere- alınan her şeyleri geri
verilir ve fazla olarak da müslümanların kardeşleri kabul edilirler. [153]
6— Esirleri hiçbir karşılık beklemeksizin
yedirip içirmekte büyük sevap ve uhrevî mükâfat sözkonusudur. [154]
7— Savaş sonu elde edilen esirleri köle
edinmeyip onları iyilikle salıvermek
veya gerekirse fidye (kurtuluş akçesi) alıp öylece serbest
bırakmak, İslâm'a yakışan ve ona has
olan bir uygulamadır. [155]
8— Müslüman bir adamın, kendine eş seçmede, hür
kadınla evlenme imkânı yoksa, imân eden bir cariyenin, Allah'a ortak koşan bir
müş-rikeden mutlaka hayırlı olduğunu bilmesi gerekir. O bakımdan hür kadınla
evlenme imkânına sahip olmayan bekâr bir kimse ancak mü'mine bir cariyeyle
evlenebilir. Allah'ı tanımayan, Allah'a ortak koşan bir kâfire ve müşrikeyle
evlenmesi kesinlikle haram ve yasaktır. [156]
9— Hür kadınla evlenmek için malî imkâna sahip
olmayan mü'min erkeklerin, ellerindeki cariyelerle evlenmeleri tavsiye
edilmiştir. Bu da onların hürriyetlerine kavuşturulmasına yönelik bir
tedbirdir. [157]
10— Köle ve cariyelerden -evlenmeye ve aile
yuvası kurmaya- ehil olanları evlendirmek dinin tavsiye mahiyetindeki
emirlerinden biridir.[158]
11— Ramazanda bilerek orucunu bozan kimseye,
varsa bir köle azat etmesi vaciptir. [159]
12— Hatâ ile adam öldürenin, varsa bir înü'min
köle azat etmesi gerekir.[160]
13— Yeminini bozan kimsenin, varsa bir köle azat
etmesi vâciptir.[161]
14— Eşine ziharda bulunup sonra onunla birleşmek
isteyen adamın, varsa bir köle azat etmesi gerekir.[162]
15— Müctehit imamların bir kısmına göre : Köle
öldüren hür kimse hakkında kısas hükmü uygulanır. [163]
16— Allah rızası gözetilerek köle azat etmenin
sevabının büyüklüğü ve uhrevî mükâfatının genişliği sünnet ile sabit olmuştur.
17— Ayrıca köle ve cariyelerin aileden birer fert
gibi sayılması, ev halkının yediğinden onlara yedirilmesi, giydiklerinden
onlara da giydirilmesi tavsiye edilerek sünnet kılınmıştır.[164]
Onlara güçlerinin yetmiyece-ği işleri yüklemenin vebal olacağı, o bakımdan
takatlerini aşan işlere zorlanmamaları emredilmiştir
18— Savaşlarda
müsle haram kılınmıştır. Yani elde edilen esirlerin
organlarını kesmek mutlaka yasaklanmıştır.
19— Esir edilen ana ile çocuğunun
arasını ayırmak yasaklanmıştır.
20— Kölelerin hürriyetlerine
kavuşturulması için «mükâteb» ve «mü-debber» statüsü düzenlenerek buna
meşruluk kazandırılmıştır. Yani tamamladığı
zaman azat edilmek üzere bedele bağlanan köle ve hürriyetine kavuşması
efendisinin ölümüne bağlanan köle ve cariyelere böyle bir akitte bulunma
imkânı tanınmıştır. O bakımdan «mükâteb» olan köleye zekât vermek, yardımda
bulunmak teşvik edilmiştir.
Böylece İslâmiyet
kölelik konusunu belli kural ve statülere bağlayıp onları hürriyetlerine
kavuşturmanın bütün yollarını açık tutmuş; maddî ve mânevi müeyyide ve
mükâfatlar belirliyerek insana insanca muamele edilmesini hem savunmuş, hem de
uygulamıştır.
İşte bütün bu insancıl
nedenlerle ve insan haklarına gösterilen çok yakın ilgi ve saygı sebebiyle
hareket eden ashab-ı kiramın İleri gelen varlıklı kişileri kendi imkânları
nisbetinde köle satın alıp azat etme yarışına girişmişler ve bu sayede binlerce
zavallı insan kölelikten kurtulma şansına erişebilmiştir. [165]
Yukarıdaki âyetlerle,
aile ve toplumun selâmeti, ahlâksızlığın önlenmesi bakımından bekârları
evlendirmemiz tavsiye edildi. Sonra da insanlığın yüz karası sayılan köle ve
cariyelerin haklarının korunması üzerinde duruldu ve onları hürriyetlerine
kavuşturmamız için yollar gösterildi.
Aşağıdaki âyetle,
beşer aklına ışık tutan belgelere dikkatler çekiliyor. Arkasından tarihin
tekerrür ettiğine değinilerek gelip gecen milletlerin hayatında meydana gelen
önemli olaylardan öğüt ve ibret almamız isteniliyor. [166]
34— And
olsun ki size çok açık-seçik âyetler, sizden önce gelip geçenlerden birtakım
misaller ve Allah'tan korkup fenalıklardan sakınanlar, ilâhî sınırlara saygılı
(ve bağlı) olanlar için öğüt(ler) indirdik.
Kur'ân çok yönlü bir
kitaptır. Muhatabı insan, hitap alanı insan hayatının her bölüm ve safhasıdır.
O bakımdan insan haklarını koruyup teminat altına almak için başlı başına bir
hukukî sistem getirmiştir. İnsanın ruh ve beden sağlığını koruyup onu hep
afiyet düzeyinde tutmak için nelerin faydalı, nelerin de zararlı olduğunu
belirtmekle, helâl ve haram sınırlarını göstermektedir. Aile ve toplum
düzenini imân, ahlâk ve fazilet temeli üzerinde geliştirmenin bütün yol ve
yöntemlerini ortaya koymakta ve bunların statülerini vermektedir. Gelip geçen
milletlerden ilâhî nizama uymayıp Hakk'a başkaldıran ve ahlâksızlık ve zulmü
inkârla birleştirip bütünleştirenlerin nasıl yıkılıp yok edildiklerine
dikkatle bakmamızı emretmekte; tarihin tekerrür edeceğine işarette
bulunmaktadır.
Böylece Kur'ân-ı
Kerîm mü'minlerin hayat alanında bütün
insanlar için uyulması gereken en
güzel misal olmalarının
tezgâhını hazırlayan, eğitimini veren
Allah'ın son mesajıdır.
Nitekim ilgili âyetin
açık anlatımında Kur'ân'ın bu özellikleri üç madde halinde özetlenmektedir:
a) Olayları, konuları ve meseleleri açıklayıp
olumlu sonuca bağlayan açıklayıcı belgeler mecmuasıdır.
b) Gelip
gecen milletlerin hayatlarından ibret ve öğüt alınacak safhaları en tesirli
yanlarıyla anlatan bir uyarıcıdır.
c) Allah'tan korkup fenalıklardan sakınan
mü'minler için öğüttür. Bu üç özellikte izlenen metot şöyledir:
Emirlerin ve
yasakların hedefine ulaşabilmesi için dünyevî ve uhrevî, yani maddî ve manevî azap
ve sıkıntı; müeyyide ve tehdit sık sık hatırlatılır. Önemli ve ibretli olaylar
az farkla tekrarlanarak idrâkler uyanık tutulmaya ve hafızalardaki iz
derinleştirilmeye yönelinir. Gerçek imânın en tabii ürünleri olan ibâdet ve
takvanın lüzumu üzerinde durulur ve kalplere neşter vururcasına insanın madde
esaretinden, şöhret hastalığından kurtulmasına çalışılarak dengeli ve düzenli
bir ömür sürmenin plân ve programı verilir.
Bu maksatla Nûr
Sûresinin buraya kadar olan kısmında fert ve ailenin namus, iffet, şeref ve
vakarını korumak, sağlam karakterli nesiller yetiştirmek, toplumu en güzel,
aynı zamanda yönlendirici hasletlerle birbirine bağlayıp kenetlemek için on
iki kadar hükme ve bir o kadar ahlâkî kurallara yer verildi. Otuz dördüncü
âyetle de bunlara yönelmemiz ve bir daha hatırlamamız istenilerek özellikle bu
sûreyi günlük hayatımızda hep göz önünde bulundurmamızın çok yararlı sonuçlar
doğuracağına atıf yapıldı.
O halde buraya kadar
açıklanan hüküm ve kuralları özetleyip mad-deleştirmemiz gerekmektedir:
1— Zina eden kadın ve erkeğin sucu sabit
görüldüğünde, mutlaka belirlenen ceza uygulanır; bu bir emr-i ilâhîdir ki
farziyet ifade eder.
2— Allah'ın caydırıcı anlamda koyduğu hükümleri
uygularken duygusal davranılmaz.
3—
Uygulanacak zina cezasından ibret ve öğüt alsınlar diye müs-lümanlardan bir
grubun hazır bulunması sağlanır.
4— Zina edenlerle, dosdoğru tevbe etmedikleri ve
kendilerini düzeltmedikleri sürece mü'minlerin evlenmesi doğru değildir. Zira
zina ancak ahlâksızlara ve müşriklere yakışan bir sıfattır.
5— Namuslu, iffetli suçsuz kadına zina suçu
isnat edenden, iddiasını isbat için mutlaka dört şahit istenir. Getiremediği
takdirde, iftiradan dolayı kendisine ceza olarak seksen değnek vurulur.
,islâh-ı nefs etmedikçe, dosdoğru tevbe edip dönüş yapmadıkça hiçbir konuda
şahitliği kabul edilmez.
6— Kendi eşine zina suçu isnat eden adamdan da
dört şahit getirmesi istenilir. Getiremediği takdirde haklarında Mân hükmü
uygulanır.
7— Zina ve benzeri haysiyet kırıcı suçlama ve
iftiralara, olay delil ile sübut bulmadıkça inanmak ve etrafa yaymak hem
yasaktır, hem de büyük günahtır.
8— Hısım ve yakınlardan, bazı hata ve
günahlarından dolayı ilgi ve yardımı kesmek doğru değildir. Affetmek,
hoşgörüyle davranmak mü'minin şiarıdır.
9— Evlilikte «kefaet» yani çiftler arasında bazı
hususlarda denklik aramak sünnettir.
10— Başkasının evine izin istemeden, müsaade
almadan ve selâm vermeden girilmez. İzin verilmediği takdirde ısrar edilmeyip
geri dönülür.
11— Yolcular yararlansın diye güzergahlara yapılan
konaklama yerlerine izinsiz girmekte bir sakınea yoktur.
12— Mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların
bakılması haram olandan gözlerini sakınmaları, uyulması gereken ilâhî
yasaklardan biridir.
13— Mü'min erkek ve kadınların iffet ve
namuslarını korumaları, hayasızlıktan sakınmaları farzdır.
14— Mü'min kadınların sokakta ve yabancı erkekler
yanında zînet yerlerini açık bulundurmaları kesinlikle haramdır, büyük
günahtır.
15— Mü'min kadınların saçlarını, kulaklarını,
boyunlarını ve göğüslerini kaplayacak şekilde başörtüsü örtünmeleri farzdır.
16— Mü'min kadınların zînet yerlerini (saç,
kulak, boyun, kol ve dizden aşağı kısımlarını) mahremleri olan erkeklerin
yanında açık bulundurmalarında bir sakınca yoktur.
17— İmkânlar elverdiği takdirde bekârları
evlendirmek sünnettir. Bunun vacip olduğunu söyleyenler de olmuştur.
18— Evlenme imkânı bulamayan bekârların sabredip
iffet ve namuslarını korumaları vaciptir.
19— Evliliğe ehil olup aile yuvası kurabilecek
kadar aklı başında olan köle ve cariyeleri evlendirmek de sünnettir.
20— Köle ve cariyeleri her vesileyle
hürriyetlerine kavuşturmak, ilâhî rızaya vesîledir. [167]
Yukarıdaki âyetle,
ilâhî hükümlere dikkatler çekildi. Gelip geçen milletlerin başına gelen önemli
olaylardan ibret almamız istendi.
Aşağıdaki âyetle,
İlâhî nurun kâinatı nasıl kapsayıp kuşattığı, nefis bir misal verilerek
anlatılıyor. İlim ve kudretinin kâinatın her parçasında tezahür ettiği, her
şeyin o kudretin damgasını taşıdığı hatırlatılarak, hayatımızı ona göre
düzenlememiz isteniliyor. [168]
35— Allah
göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misâli, içinde kandil bulunan içe açık
bir pencere gibidir. Kandil cam içindedir; cam pırıl pırıl ışık veren bir
yıldıza benzer; ne yalnız doğunun, ne de yalnız batının ürünü olan mübarek
zeytin ağacından yakılır. O'nun yağı ateş dokun-masa bile neredeyse ışık verir;
nûr üstüne nurdur. Allah, (gerçeği arılayabilsinler diye) insanlara birtakım
misâller verir. Allah her şeyi bilendir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz geçe (ibâdetine) kalktığı zaman şöyle duâ ederdi; «Allahım, hamd sana
mahsustur. Sen göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin nurusun. Hamd
sana mahsustur. Sen gökleri ve yeri ve bu ikisindeki her şeyi belli düzen ve
dengede tutansın.» [169]
«Allah, göklerin ve
yerin nurudur.»
Kur'ân-ı Kerîm'in
yüzden fazla âyetinde «gökler ve yer» kelimelerinin anildjğını görüyoruz. Bu
bütün kâinatı ifade eden bir tabirdir. «Zikri cüz, irâdeyi kül» kuralınca bir
«mecaz-i mürsel» söz konusudur.
Klâsik tefsirlerde bu
âyete geniş yer verilmiş ve birtakım farklı yorumlarda bulunulmuştur. Oniardan
faydalı gördüklerimizi şöyle özetliye-biliriz :
a) Cenâb-ı Hak göklerdeki ve yeryüzündeki
varlıkları; diğer bir anlatımla, ehil olanları kendi nuruyla doğru yola
iletendir. O bakımdan doğru yola erişen herkes, O'nun hidâyet nuruyla
desteklenmiştir.
b) Allah
gökleri meleklerle, yeryüzünü
peygamberlerle aydınlatmıştır.
c) Allah gökleri güneş, ay ve yıldızlarla,
yeryüzünü de peygamberler ve sâlih kişilerle nuriandırmıştır.
d) Kandil
yuvası, Hz. Muhammed'in (A.S.) mübarek göğsüdür. İçindeki kandil nübüvvet ve
risalettir. Mübarek ağaç ise, Kur'ân-ı Kerîm'dir. [170]
1— İman ve irfan aydınlıktır; küfür ve cehalet
karanlıktır.
Çünkü küfür hem kalbi
ve ruhu karartır, hem de hayatın sonunu karanlığa boğar. İman ve irfan ise.
kalbi ve ruhu ilâhî feyiz ve hidâyetle nur-landırır. Aynı zamanda ölümden sonra
mü'minleri daha nurlu bir hayata kavuşturur.
Kur'ân-ı Kerîm'de buna
değinilerek şöyle buyurulmaktadır:
«Allah, imân edenlerin
dost ve yardımcısıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr
edenlerin dostu ve yardımcıları sapık azgınlardır, bâtılı temsil edenlerdir ki
onları aydınlık (hak dinin nurun)dan karanlıklara çıkarırlar..» [171]
«Elif - Lâm - Râ. Bu
kitabı, Rabbının izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa (nur)a, O yegâne
üstün ve övülmeğe lâyık olanın yoluna çıkarmak için sana indirdik.» [172]
«O Allah ki sizi karanlıklardan
nur {aydınlıkla çıkarmak için, O da, melekleri de üzerinize rahmet ve gufran
indirir. O, mü'minlere oldukça merhametlidir.» [173]
«Ayrıca imân edip
iyi-yararlı amellerde bulunanları karanlıklardan nur (aydınlığ)a çıkarmak için
size Allah'ın açık-seçik ve açıklayıcı âyetlerini okuyan bir peygamber
göndermiştir,.» [174]
2— Vahiy ve Kur'ân.
Vahiy, ölmüş kalpleri,
paslanmış ruhları temizleyip nurlandırır. Kur'ân, amel edildiği takdirde
insanın hem dünya, hem de âhiret hayatını nura
(aydınlığa)
kavuşturur.
Kur'ân'da «nur»un bu
manası dört ayrı yerde belirtilmektedir. Onlardan birinin mealini nakletmekle
yetiniyoruz :
«Şüphesiz ki size
Allah'tan bir nur ve çok açık bir kitap gelmiştir.» [175]
3— İlâhî emirler, tavsiyeler ve öğütler.
Bunlar hem doğru yolu
aydınlatıp gösterir, hem de milletlerin hayatını yönlendirerek nur (aydinlığ)a
kavuşturur.
Kur'ân'da nurun bu
manaya delâlet ettiği şu âyetle açıklanmaktadır:
«Ardından da
peygamberlerin izleri üzerine Meryem oğlu İsa'yı, önündeki Tevrat'ı tasdik
edici olarak gönderdik ve ona, içinde hidâyet (doğru yolu gösterici, kalp ve
kafaları nurlandırıcı) belgeler bulunan, önündeki Tevrat'ı tasdik eden;
sakınanlar için hidâyet ve öğüt olan İncil'i verdik.»[176]
4— Kâinatı aydınlatan güneş.
Her gezegen ve
sistemin güneşten (veya güneşlerden) ışık aldığı zamanlar nur ile, almadığı
zamanlar zulümat ile tasvîr edilmektedir. En'am Sûresinde bu husus şöyle
belirtilmiştir: «Hamd O Allah'a ki gökleri ve yeri yaratmış, zulümat ve nuru
(karanlıkları ve aydınlığı) düzenleyip var kılmıştır.» [177]
5— İslâmiyet.
İslâm Dini bütünüyle
ilâhîdir ve her yönüyle kalp ve kafaları nurlan-dırıcıdır. Küfür ehli bu nuru
söndürmeye çalışır, ama Allah kendi nurunu hep tamamlar..
Tevbe Sûresinde nurun
bu manaya delâlet ettiği şöyle ifade edilmektedir : «Allah'ın nurunu
ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, kâfirler hoşlan-masalar bile Allah öyle
istemiyor. O, mutlaka nurunu tamamlamayı diliyor.» [178]
6— Allah'ın tecelli eden ilim ve kudreti.
Kâinat her parçasıyla
O'nun ilim ve kudretinin ve her yönüyle O'nun düzenlemesinin eseridir. Aynı
zamanda kâinatın her parçası O'nun ilim ve kudretinin damgasını taşımakta; her
şey O'nun yüklediği programa göre görevini kusursuz sürdürmektedir ve bütün
nurlar bu tecelliden yayılmaktadır. Nûr Sûresinde bu husus şöyle belirtilmektedir:
«Allah göklerin ve yerin nurudur..» [179]
7— Zeytin yağı.
Kur'ân'da zeytin yağı
da nur olarak tavsîf edilmektedir.. Zira bu yağ hem kandile konularak çevreyi
aydınlatır, hem de gıda olarak insana ener-
ji verir. Nûr Sûresinde buna şöyle değinilmektedir: «O'nun nurunun
misâli, içinde kandil bulunan içe açık bir pencere gibidir. Kandil cam
içindedir; çam pırıl pırıl ışık veren bir yıldıza benzer; ne yalnız doğunun, ne
de yalnız batının ürünü olan mübarek zeytin ağacından yakılır. Onun yağı ateş do-kunmasa
bile neredeyse ışık verir; nur üstüne nurdur..»[180]
8— Âhirette tecelli edecek ilâhî kudret ve
adalet.
Şüphesiz âhireti,
mahşer alanını, hesabı ve bütün hakları aydınlatan Allah'tır. Haklıyı
haksızdan, zâlimi mazlumdan da ayırt edecek O'dur. Zümer Sûresinde O'nun bu
tecelli edecek nuruna değinilerek şöyle Duyurulmaktadır: «Yeryüzü Rabbının
nuruyla parıldar, kitap konur, peygamberler ve şahitler getirilir ve insanlar
arasında hak ile hükmedilir ve onlar haksızlığa uğramazlar.»[181]
9— Kalp ve vicdan diriliği.
Gerçekten inanmayan
kalp ve vicdan hakka karşı ölüdür. Dosdoğru imân edenlerin kalpleri ise haktan
yana diridir. En'am Sûresinde bu incelik şöyle tasvîr edilmektedir: «Ölü iken
dirilttiğimiz, insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz
kimse, karanlıklar içinde kalıp bir türlü çıkamayan kimse gibi midir?..» [182]
10— Ay,.
Ay, ışığını güneşten
alıp yansıttığı, kendisinde bizatihi ışık kaynağı mevcut olmadığı için «nur»
diye anılmıştır. Bu, Kur'ân'ın iki ayrı yerinde şöyle açıklanmaktadır: «Orada
Ay'ı bir nur, Güneş'i ise bir kandil yapmıştır.» [183]«Güneş'i
ziya (ışık ve enerji), Ay'ı nur (aydınlık) yapan ve yılların sayısını ve
hesabı bilmeniz için Ay'a konaklar takdir eden O'dur.» [184]
11— Hidâyet ışığı.
Peygamberler ve
mürşitlerin görevi, doğru yolu göstermek ve insanları bu yoldan alıkoymaya
çalışan engelleri tanıtmak, tarif etmektir. Doğru yola iletmek ise Allah'a
aittir. Artık Allah kimin kalbinde hidâyet nurunu, ışığını doğurursa, o doğru
yolu bulmuş olur. Nûr Sûresinde bu husus şöyle açıklanmaktadır: «Allah kime
nur vermemişse onun için nur yoktur.»[185]
12—
Âhiret'te mü'minlerin önlerini ve çevrelerini aydınlatan iiâhî rahmetten
tecelli edecek ışık.
İmân ilâhî rahmete
vesiledir. O bakımdan ilâhî rahmet ve inayete maz~ har olan mü'min o rahmet ile
içini aydınlatmış olur. Kıyamet gününde bu aydınlık bir nur özelliğinde tezahür
ederek mü'minin önünü ve çevresini aydınlatır. Hadîd ve Tahrîm Sûrelerinde
Allah'ın tecelli edecek bu rahmeti şöyle bildirilmektedir: «O gün mü'min
erkekleri ve mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarcasına
seyrederken görürsün.» [186] «O
günde ki, Allah, Peygamberi ve Onunla beraber bulunup İmân edenleri rüsvay
etmez. Nurları önlerinde ve sağlarında yürür.» [187]
«O'nun nurunun misâli,
içinde kandi bulunan içe açık bir
pencere gibidir....»
Burada Allah'ın
«nur»u, içinde lamba bulunan bir iç pencereye benzetilmektedir. Öyle ki lamba
cam içindedir. Cam ise pırıl pırıl ışık saçan parlak bir yıldız gibidir.
Biz mevcut teknik
imkânlarla da olsa kâinatın sınırını tayin edemiyoruz. Ancak biliyoruz ki
sonradan yaratılıp var kılınan her şey sınırlıdır. Bu kural parça hakkında
geçerli olduğu gibi bütün hakkında da geçerlidir. Allah ise zaman, mekân ve
sınır kavram ve kapsamından pâk ve münezzehtir.
O halde kâinat O'nun
tecelli eden rahmet ve kudretinin nuruna bir iç penceredir. Rahmet ve
kudretinin tecellisi ise, kâinatı aydınlatan bir kandildir. Bu kandil ilâhî
«Kelâm Sıfatı»ndan fecelli eden şeffaf cam misali olan Kur'ân içindedir.
Böylece Kur'ân pırıl pırıl ışık verip dikkatleri kendi üzerinde toplayan çok
parlak bir yıldız gibidir. İmân edenler de, etmeyenler de o çok parlak yıldıza
bakmaktan kendilerini alamazlar. Ne var ki imân edenler onun ışığıyla kalp ve
kafalarını aydınlatıp hayatlarını düzenlerler. İnkarcı maddeciler ise onu
küfür isiyle karartmaya çalışırlar, diğer bir deyimle, kalpleriyle Kur'ân
arasına küfrü engel bir set olarak korlar. O bakımdan Kur'ân nuru ne yalnız
doğuya, ne de yalnız batıya aittir. O, aklını kullanıp kalp penceresini hakka
açan her insanın ortak ışık kaynağıdır.
Cenâb-ı Hak bazı
hakikatlerin anlaşılmasını ve anlaşıldıktan sonra hafızalardan silinmemesini
kolaylaştırmak ve gerçekleştirmek için duyularımızla anlayabileceğimiz şekilde
misaller vermekte ve birtakım benzetmelerde bulunmaktadır. Öyle ki, kalplerini
ilâhî hidâyete açık tutanların idrâkini harekete geçirerek anlayış ve
kavrayışlarına kolay gelecek beyanları kendi kitabında yer yer serpiştirerek
inayette bulunmuştur.
O halde Kur'ân'da
verilen misallerin ve benzetmelerin ne gibi hakikatleri yansıttığını araştırıp
bulmamız gerekmektedir. [188]
Yukarıdaki âyetle,
Cenâb-ı Hakk'ın ilim, kudret ve rahmetiyle kâinatı aydınlattığı belirtilirken
birtakım misaller verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
günlük ibâdetleriyle camileri şenlendiren ve oradaki ilâhî nurdan nasîplerini
alan; sabah-akşam mabetlerde Hakk'ı tesbîh ve tenzih eden mü'minlerin bu güzel
haline parmak basılıyor; Allah'ın emirlerini yerine getirmeyi ticarete ve
günlük kazanca tercih ettikleri övgüyle anlatıhyor. Buna karşılık onlara
verilecek mükâfatın çok büyük olacağı müjdelenerek ibâdete sımsıkı sanlmayanlar
dolaylı şekilde uyarılıyor. [189]
36— Allah'ın, saygıyla yüksek tutulmasına ve
içlerinde isminin anılmasına izin verdiği evlerde (cami ve mescidlerde)
sabah-akşam O'na tes-bîh ederler.
37— Öyle adamlar ki, ne ticaret, ne alım-satım
onları Allah'ı anmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Kalplerin ve gözlerin
(korkudan) döneceği günden korkarlar.
38— (Bu da) Allah'ın onları işlediklerinin en
güzeliyle mükâfatlandırması ve kendi bol nimetini, geniş rahmetini onlara
fazlasiyle vermesi içindir. Allah dilediği kimseleri hesapsız rızıklandırır.
«Kim Allah'ın
hoşnutluğunu arzulayarak bir cami yaparsa, Allah o caminin bir benzerini onun
için Cennette yapıp hazırlar.» [190]
«Kim içinde Allah'ın
anılacağı bir cami yaparsa, Cenâb-ı Hak onun İçin Cennet'te bir ev yapar.» [191]
Hz. Aişe (R.A.) diyor
ki:
«Peygamber (A.S.)
bize, evler arasında mescitler yapmamızı ve onları temiz ve pak tutmamızı
emretti.»
«Sizden biriniz camiye
girdiği zaman şöyle desin: «Allahım, bana rahmet'kapılarını aç.» Camiden
çıkarken de şöyle desin: «Allahım, şüphesiz ki senin fazl-ü keremini
istiyorum.» [192]
Hz. Fatıma (R.A.) anlatıyor:
' «Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Mescid'e girerken şöyle derdi: «Bismillah. Salât Resûlüllah'a olsun.
Allahım! günahlarımı bağışla ve bana rahmet ve faziletinin kapılarını aç.» [193]
«Kim temizlenmiş bir
halde evinden çıkıp farz namazı kılmaya giderse, onun mükâfatı, ihrama giren
hacının mükâfatı gibidir.» [194]
«Allah'ın, saygıyla
yüksek tutulmasına ve içlerinde isminin anılmasına izin verdiği evlerde (cami
ve mescitlerde) sabah-akşam O'na tesbîh ederler.»
Cami ve mescitlerin yüksek
tutulması hem maddî, hem de manevî olarak yorumlanabilir. Camileri yükseltip
onları göz ve gönül dolduracak ihtişamda yapmakta birçok faydalar söz
konusudur. Onları şöyle sıralayabiliriz :
a) İbâdeti sık sık hatırlamaya vesîle olur ve
Allah'ı anmamızı ilham eder.
b) Cami kavramının kalp ve kafalarda iz
bırakmasını sağlar.
c) Çevreye saygı telkîn eder.
d) Şehre gelen yabancı misafirlerin dikkatini
çeker; onlara güven ve huzur verir.
e) Aynı zamanda Müslümanların evlerinden ve iş
yerlerinden fazla ibâdet yerlerine önem verdiğini gösterir.
Manevî yükseltme ise,
camileri evlerimizden ve iş yerlerimizden çok daha fazla düzenli ve temiz
tutmamız, ibâdet için gelenlere her bakımdan huzur ve ferahlık verecek şekilde
düzenlememiz ve ibâdetimizle şenlendirmemiz ile yorumlanır.
O bakımdan ilim
adamlarımız bu âyetin tefsirinde üç farklı yorum ortaya koymuşlardır:
1— Camilerin yüksekçe inşa edilmesi,
2— Camilere her zaman sevgi ve saygı
gösterilmesi,.
3— İbâdet yerlerinin her türlü pislik, süprüntü
ve dağınıklıktan uzak tutulması tavsiye anlamında bir emr-i ilâhîdir. [195]
«(Cami ve mescidlerde)
sabah-akşam O'na teşbih ederler.»
Cenâb-ı Hakk'ın nuru
bir yönüyle de camilerde tecelli eder. Mü'minin imân cevheri o nurdan ışık alıp
çevresini aydınlatır. O bakımdan mü'min her zaman camiye ve ibâdete bağlıdır;
sabah-akşam, yani günün beş vaktinde camide namaz kılıp Allah'ı tesbîh etmek
onun ruhunun değişmeyen gıdasıdır. İmân ile bu nur arasında zaman zaman yer
alan nefis perdesi, ancak zevkine erişilen namaz ve zikir ile ortadan kalkar.
Böylece nefis denilen behimî duygu, camiye devam edilmek suretiyle gücünü ve
tesirinin çoğunu kaybeder.
İlgili âyetle,
mü'minin bu müstesna durumuna işaret edilerek, ne tioa-retin, ne alım-satımın,
ne de başka dünyevî bir yararın onu namaz kılmaktan, zekât vermekten
alıkoyamıyacağı hatırlatılıyor.
Neden sadece namaz ve
zekât?
Zira beş vakit namaz,
günlük hayatı bütünüyle disipline edip feyizli ve yararlı biçimde kanalize
eder. İnsanla Allah arasındaki engelleri kaldırır ve düzenli, dengeli bir ömür
sürme ortamını hem hazırlar, hem de gündemde tutar. Böylece nefsin tezahürü
olan behimî sıfatlar eğitilir ve meşru sınırlar içine alınma imkânına
eriştirilir. O bakımdan namazsız, niyazsız hak din olmamıştır; namaz kılmayan
bir peygamber ortaya çıkmamıştır.
Zekât ise, bedenî ve
kalbî ibâdeti malî ibâdetle birleştirip bütünleştirir. Ferdi topluma bağlayıp
sosyal yapıdaki gedikleri kapatır. Böylece zekât farizası, İslâm'ın sosyal
adalete yönelik fiili esaslarından biridir. Her bakımdan imânın tabii ürünü
kabul edilir. [196]
Öyle adamlar ki, ne
ticaret, ne de alım-satım onları Allah'ı anmaktan, zekât vermekten
alıkoymaz..»
Mü'min her gün imân ve
irfanı nisbetinde madde ile İbâdet arasında büyük sınav vermektedir. Namaz
vakti gelince ezan sesine mi, yoksa para şıkırtısına mı gönül kulağını açık
tutar? Bunlardan hangisi onun gönlünde taht kurmuşsa, gönül kapısı ondan yana
açık tutulur.
Böylece günde beş defa
ve yılda farz zekât olarak bir defa mü'min parayla ibâdet arasında bir tercihte
bulunmak zorundadır. Şüphesiz ki imânın bütün şartlarını Allah'a ve Âhiret'e
dosdoğru inanma teknesinde hamur edip şekillendirenler ibâdeti, dünyaya iyice
gönül verenler ise parayı tercîh ederler.
Hemen belirtelim ki,
namaz vakti iş yerini, alım-satımı ve kulağa hoş gelen parayı bırakıp camiye
gitmek nefse ağır gelir. Ama bu ağırlık ve külfetin önünde en güzel mükâfatlar
mü'mini beklemektedir. [197]
«Kalplerin ve gözlerin
(korkudan) döneceği günden korkarlar.»
İnsan hayatında hiçbir
müeyyide, Allah'a imandan sonra «Âhiret İnancı» kadar tesirli ye yönlendirici
değildir. Cenâb-ı Hak ezelî plânı gereği insan oğlunu birtakım nefsanî
duygularla donatmış ve onun hayatına canlılık kazandırmak için dünyayı bu
doğrultuda çok çekici kılmış; sonra da bu duygulan meşru sınırlar içinde tutmak
için kitap indirmiş ve peygamber göndermiştir. Aynı zamanda insanı her
işlediğinden sorumlu tutmuş ve Âhiret Âlemi'nde ona göre mükâfat ve müoazat
hazırladığını bildirmiş ve ilgili âyette «Kalplerin ve gözlerin (korkudan)
döneceği günden..» söz ederek manevî müeyyidenin ne kadar ağır olduğuna
dikkatleri çekmiştir.
Unutmamak gerekir ki,
insanı en çok heyecanlandıran ve endişelendiren olaylardan biri de mahkemede
yargılanmak ve hesap vermektir. Bir de mahkeme ve hesap sorma Cenâb-ı Hakk'ın
adaleti huzurunda cereyan edeceğine bakılınca, korku ve heyecanın ne kadar
yüksek derecede olacağını anlatmaya gerek kalmaz.
İşte hayatını bu inanç
ve duygu düzeyinde tutup iş yeriyle cami, parayla ibâdet arasında köprü
kurarak birini diğeriyle değerlendirmek suretiyle lâyık olduğu ölçü ve anlamda
tutan mü'miniere işlediklerinin en gü-zeliyle karşılık verilmekle kalınmayacak;
Cenâb-ı Hak bol nimetinden ve geniş rahmetinden onlara fazlasıyla ihsanda
bulunacağını va'detmekte-dir.
Zira âdet-i ilâhiyeden
biri de, dosdoğru amel edenlerin karşılığını noksansız vermektir. Fazladan
ihsan ve in'âmda bulunmak ise, O'nun şanın-dandır. Kendini ilâhî lütuf ve
ihsana lâyık olma düzeyine getirene O'nun geniş ihsanı dünyada da, âhirette de
teveccüh eder. Ancak âhiretteki teveccühün ayrı bir hikmet ve anlamı söz
konusudur.
Böylece âhirette her
mü'min kendi imân, irfan ve ameline göre nasibini alır. Buna günlük hayatımızdan
bir misal verecek olursak, güneş, yağmur ve toprağı hatırlatabiliriz; şöyle
ki: Her toprak kendi özellik ve isti'da-dına göre yağan yağmurdan ve ısıtıp
aydınlatan güneşten yararlanabilir. Çorak olan toprağın ise, yararlanma
isti'dadı dumura uğramıştır. O bakımdan kusur yağmur ve güneşte değil,
toprağın kendisindedir. [198]
Yukarıdaki âyetlerle,
mü'minlerin ibâdet ve camilerle olan yakın ilgisi konu edildi. İman ve ibâdet
zevkini alanların, hiçbir zaman ticarî meşguliyetten, alım-satımdan ve para
kazanmaktan dolayı camileri, namaz ve zekâtı ihmal etmiyecekleri üzerinde
durularak dengeli bir hayat yaşamamız tavsiye edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
küfre sapıp hilkatin hikmetinden habersiz olanların amellerinin serap misali
hayalden başka bir anlam taşımadığı konu ediliyor. Kâfirlerin hep manevî bir
karanlık içinde ümitsiz oldukları hatırlatılarak gerçek anlamda manevî gıda
almayanların sonu gelmeyen bir şaşkınlık içinde ömürlerini boşuna
harcadıklarına işaret ediliyor. [199]
39— Küfre sapanların amelleri, alabildiğine düz
bir çöldeki serap gibidir; susayan kimse onu su sanır, sonunda ona gelince bir
şey bulamaz, orada Allah'ı (O'nun hükmünü, kader çizgisini) bulur; O da onun
hesabını noksansız görür. Allah hesabı çarçabuk görendir.
40— Veya (küfre sapanların işleri) engin bir
denizdeki karanlıklara benzer; üstüste dalgalar ve onun üstünde birbiri üstüne
karanlık bulutlar çökmüş vaziyettedir; elini çıkardığında neredeyse onu bile
göremez. Allah kime nûr vermemişse, onun için nûr yoktur.
«Küfre sapanların amelleri,
alabildiğine düz bir çöldeki serap gibidir..»
İnkarcı şaşkınlar
birtakım şüphe ve nazariyelere bağlanıp gerçeği bulduklarını sanırlar ve
toplumu kendi bâtıl saplantılarına çağırırlar. Böylece gerçeği bulmakta
başarılı olduklarının gururuyla kendi kendilerini aldatırIbr. Bunların iş ve
amelleri çölde güneş ışınları altında su görünümü veren seraba benzer. Öğle
sıcağında beyinleri kaynarken serabın su görünümü ne kadar aldatıcı, oyalayıcı
ve sonunda da ümitsizliğe düşürücü ise, küfrün ateşi de kalpleri yakıp bâtılı
ferahlatıcı bir iksir görünümünde gözler önüne sererken inkarcıları boş bir
ümit ve neticesiz bir hayal peşinde koşturur. Sonunda derin bir ümitsizliğe
düşürür. İkinci hayata adım atarken, bütün bir ömür peşinde koştukları şeyin
hayal olduğunu anlar ve karşılarında sadece Allah'ın kudret ve adaletini
bulurlar.
İnkarcıların
saplandıkları bâtıl ve yapageldikleri iş ve ameller, derin bir denizin dibindeki
karanlıklara benzer ki, üstüste gelen dalgalar ve birbiri üstüne yığılan
bulutlarla kaplanır da ışık adına bir şey görünmez olur. İnkarcının iç âleminde
katmerleşen cehalet ve küfür karanlığı onu öylesine kaplar ki, Hakk'ın ışığına
en küçük bir menfez ve geçiş yolu kalmaz. [200]
«Veya (küfre
sapanların işleri) engin bir denizdeki karanlıklara benzer; üstüste dalgalar
ve onun üstünde birbiri üstüne karanlık bulutlar çökmüş vaziyettedir..»
İlgili âyetle, denizin
dibindeki ve yüzeyindeki dalgalara değinilmektedir. Denizlerde meydana gelen
dalgaların en kalın ve en korkuncu, dipten gelen ve bir hat üzere seyredenidir.
Kuzey Kutbu'na giden gemilerin «ölü deniz» diye adlandırılan ölü dalgalara
tutularak bir hayli zorluklarla yol aldığı öteden beri bilinen bir gerçektir.
Bugünkü araştırmalar sonucunda, ölü dalganın uzun olduğu ve dipten geldiği
anlaşılmıştır. Bu dalga uzak bîr fırtınayı haber verir. Bunun için denizciler
«ölü denizsin daha tehlikeli olduğunu söylerler. Nitekim 1900 yılları başında
İskandinavya Yarım Adasına sefer yapan gemilerdeki mürettebatın tâ o günlerden
denizin dibinden uzun ve korkunç dalgaların geldiğine şahit oldukları ve o
sebeple birçok kimselerin bu olayın gerçek sebepleri üzerinde dikkatle
durdukları söylenir. Bugün ise bu olayın esrarı artık çözülmüştür. Deniz
dibindeki depremlerin ve bir yanardağın bu dalgalara neden olduğu
bilinmektedir. [201]
Kur'ân, yukarıda
açıklandığı üzere iki ayrı misal ile mü'minlere birtakım öğütler vermekte ve
inkarcı sapıkları uyarmaktadır. Şöyle ki:
a) Küfür ve cehalet aldatıcı, oyalayıcı, hayal
peşinde koşturucudur. Aziz ömrü amacından saptırır, bir hiç uğruna harcatarak
sahibini iflas ettirir.
b) İnkâr ve azgınlık önoe ümit verir, sonra da
insanı ümitsizliğin eşiğine getirir.
c) İnkâr ve sapıklık insanı birtakım
kuruntularla oyalar, gurura kaptırır ve sonra da ölüm anında ve Berzah
âleminde pişmanlığa, üzüntü ve sıkıntıya sebep olur. Allah ise hesabı çarçabuk
görendir. Kâfirin ümitlerinin tükendiği çizgide Allah'ın takdir ve hükmü
tezahür eder de kişinin niyet ve ameline göre, ikinoi hayatını belirler.
d) Küfür ve cehalet içte kesîf bir karanlık
doğurur, şüphe dalgalarının üstüste gelmesini hızlandırır; inkâr ve inat
bulutları kat kat onu çepeçevre kuşatıp örter. Bu durumda olan inkarcı imân ve
irfan nuru diye bir ışık göremez olur. Ölümle birlikte ancak gerçeği görüp anlayabilir, ama neden sonra.. [202]
Yukarıdaki âyetlerle,
kendini hidâyet çizgisine getirmeyen inkarcı sapıkların hayalci oldukları,
susuzluktan ölüm derecesine gelip çölde serab su zannederek koşan zavallıya
benzedikleri belirtildi. Sonra da hakkı inkârın ve bâtılı savunmanın kalbi ve
ruhu karanlığa boğan manevî bir fırtına olduğuna değinilerek denizlerde
meydana gelen ve kat kat bulutlar la örtülen fırtınaya benzetilerek
inkarcıların ciddi şekilde düşünüp gerceğ öğrenmelerine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kâinatta var olan her şeyin belirlenmiş bir amaca yönelik yaratıldığı ve her
şeyin yüklendiği programı kusursuz yerine getirmek suretiyle Hakk'ı tesbîh ve
tenzîh ettiği konu ediliyor ve böylece eşyada Cenâb-ı Hakk'ın kudret damgasını
inceleyip görmemiz isteniliyor,
Sonra da bulutların
oluşması, yağmur yağması, rüzgarların bulutları sürükleyip götürmesi, şimşeğin
oluşması, gece ile gündüzün birbirini düzenli izlemesi gibi fiziksel olaylara
dikkatler çekilerek kâinat üzerinde mutlak bir düzenleyici ve proğramlayıcmın
mevcut olduğu haber veriliyor. .
Arkasından Cenâb-i Hakk'ın her canlıyı sudan
yarattığı bildirilerek araştırıcılara
temel bilgi veriliyor. [203]
41— Görmedin
mi ki, göktekilerle yerdekiler ve dizi dizi olan kuşlar Allah'ı tesbîh ederler.
Her biri cidden duâ ve teşbihini bilmiştir. Allah onların yaptıklarını
bilendir.
42— Göklerin
ve yerin mülkü Allah'ındır; gidiş ancak Allah'adır.
43— Görmedin
mi ki, Allah bulutları (dilediği ölçülere göre) bir tarafa sürer, sonra onları
toplayıp birleştirir, sonra da üstüste yığar; yağmurun bunun arasından
çıktığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar) indirir
de onu dilediğine dokundurur, dilediğinden de onu çevirip uzaklaştırır.
Şimşeğin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp alır.
44— Allah gece ile gündüzü (birbiri ardınca)
devrettirir. Şüphesiz ki bunda kalp gözü, kafa gözü (açık) olanlar için ibret
vardır.
45— Allah hareket edip debelenen her canlıyı
sudan yaratmıştır; onlardan bir kısmı karnı üzerine yürür, bir kısmı iki ayak
üzerine yürür, bir kısmı da dört ayak üzerine yürür. Allah dilediğini (dilediği
biçimde, dilediği kadar ayak üzerinde) yaratır. Allah'ın her şeye kudreti
yeter.
46— And olsun
ki, nice açıklayıcı âyetler
indirdik. Allah dilediğini (sünneti
uyarınca) doğru yola iletir.
Şanı Yüce Allah
buyurdu: «Ademoğlu bana eziyet ediyor, zamana sövüp dil uzatıyor. Zaman(ı
yaratan) benim. Emir benim elimdedir. Gece ile gündüzü birbiri ardınca
devrettiririm.» [204]
«Görmedin mi ki,
göktekilerle yerdekiler ve dizi dizi olan kuşlar Allah'ı tesbîh ederler..»
Cenâb-ı Hak,
mü'minlerin kalbini nur ve hidâyetle donattığını belirttikten ve kâfirlerin
kalplerinin karanlıklarla örtülüp manevî fırtınaya tutulmakla vasfettikten
sonra varlığına ve kudretine delâlet eden açık belgeleri sıralamaktadır. Şöyle
ki :
T e s b î h : Çokluk
ifade eden ve «sebh» kökünden türetilen bir mas-dardır. Kök mana olarak, suda,
havada çok seri geçiş ve hareket demektir. Güneş, ay ve yıldızların kendi
yörüngelerindeki seri hareketlerine de «tes-bîh» denilerek asıl maksada parmak
basılmıştır. Atın seri koşması da aynı tâbirle ifade edilir.
Terim olarak, Cenâb-ı
Hakk'ı her türlü noksanlıktan, arızî sıfatlardan tenzîh edip varlığını,
birliğini, benzersizliğini belirtmektir. Yine bu manayla ibâdette düzenli
sürat göstermek de bu kökten türetilen fiille ifade edilmiştir.
Böylece terim olarak
tesbîh, varlık âleminin her parçasında: Kiminde ihtiyarî, .kiminde teshîrî
mânada câridir. Yani eşyadan bir kısmı kendi irâde ve ihtiyariyle Hakk'ı
tesbîh ve tenzîh etmek suretiyle ibâdet eder; bir kısmı ise, yaratıldığı amaca
ister istemez bağlı kalıp yüklendiği programı kusursuz yerine getirmek
suretiyle Hakk'ın varlığına ve birliğine delâlet edip O'nu her türlü
noksanlıktan tenzîh eder.
O halde hayvanlar,
bitkiler ve diğer eşyanın tesbîhi, yaratıldıkları amaca yönelik olup hilkat
kanunlarına bağlı kalarak başeğmeleridir. Melekler sırf ibâdet etme özelliğinde
yaratıldıkları ve kendilerinde nefis ve şehvet bulunmadığı için sadece
emrolundukları hususları kusursuz yerine getirirler ve belirlenen ibâdetten
biran olsun sapmazlar. İmân eden insan ve cin-terin ibâdet ve taâti ise,
ihtiyarî anlamdadır.
Böylece insan ve
cinler dışında kalan diğer bütün canlılar yaratıldıkları kanuna bağlı kalıp
duâ ve tesbîhlerini hem bilmekte, hem de sürdürmektedirler, [205]
«Dizi dizi olan kuşlar
Allah'ı tesbîh ederler. Her biri cidden duâ ve teşbihini bilmiştir. Allah
onların yaptıklarını bilendir.»
İlgili âyetle Cenâb-ı
Hakk'ı tesbîh eden varlıklar arasından kuşların seçilip anılması elbette ki çok
anlamlıdır. Zira kuşların öyle özellikleri vardır ki, onları incelediğimiz
zaman hem akıllara durgunluk verir, hem de Cenâb-ı Hakk'ın yüksek kudretinin
onlardan yana tecellisini yansıtır. Bir kısmını şöyle özetleyip
maddeleştirebiliriz :
a) Uçan kuşların vücutlarının hemen her parçası
ve bölümü uçuşa uygun ve yardımcı ölçüde yaratılmıştır. Şöyle ki: Vücut
boşluklarında ve uzun kemiklerinde akciğerle
bağlantılı hava torbacıklan
vardır. Göğüs kasları geminin ön
kısmını andırır şekildedir ve vücudun önemli kısmını meydana getirir. Kanat
tüyleri, kanatlar kapandığı zaman havanın süzüle-bileçeği delikler ve aralıklar
bırakmayacak şekilde üstüste biner. Kanatlarını açıp çırptığı zaman hava
tüylerin arasından kayar ve öne doğru süratlenmesini sağlar.
b) Yağışlı havada ıslanmamaları için vücutları
çok ince yağ salgılar da o sayede tüyleri kaygan hale gelir.
c) Vücutlarındaki ve uzun kemiklerindeki hava
torbacıklan sayesinde hem uçmaları sağlanır, hem de yeterli oksijen aldıkları
için terlemezler. Böylece çok uzun yolculuklarında su içmeden yollarına devam
edebilirler.
d) Gözleri çok keskindir. Yerdeki taneyi, havada
uçuşan sineği uzaktan farkedebilirler.
e) Göç mevsiminde bir kısmı binlerce kilometre
yol katederek, okyanusları aşarlar. Nereye göc etmeleri gerekiyorsa bir yanlışlığa meydan vermeden oraya doğru yol alırlar.
f) Nesillerini devam ettirmede büyük ustalık gösterirler. Yuva yapma ve yer
seçmedeki maharetleri harikadır.
g) Her kuş kendi türüyle yaşar ve onlarla
gruplar halinde hayatını sürdürür.
h) Her kuş
yine kendi türünün özelliğine göre hareket sağlar, ses çıkarır ve bağlı
bulunduğu grupla haberleşir.
Böylece kuşlar bütün
bu özellikleriyle Yüoe Kudret'in varlığının delili, O'nun sanatının
eşsizliğinin belgesi, O'nun bir ve benzersizliğinin şahididir. Kuşların kâinat
planındaki yerlerini almaları, yaratılış amaçlarına yö-nelip yaşamlarını
sürdürmeleri, hilkat kanununa başeğmeleri bütünüyle Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve
tenzihi isbatlar.
«Her bîri cidden duâ
ve teşbihini bilmiştir» mealindeki ilâhî beyân, kuşların her bir türünün en
ince ve son derece hassas hesaplara göre plânlanıp yaratıldığını özetlemekte
ve bize onlar hakkında doğru bir sonuca varabilmemiz için ön fikir, temel
bilgi vermektedir.
Şimdi bunca açık
belgeler ve ince hesaplara rağmen kalkıp kuşlardaki bunca özellikleri
tesadüflere bağlamanın makul ve mantıkî bir yanı var mıdır? [206]
«Göklerin ve yerin
mülkü Allah'ındır; gidiş ancak Allah'adır.»
Tesbîh kavramı
çerçevesinde de her varlığın kendisi Allah'ındır, her mülk O'na aittir. Öyle ki
her şey kâinat düzenlemesinde lâyık oiduğu yeri almış ve O Yüce Yaratan'a ister
istemez başeğmiştir. Dönüş ve varış da ancak Allah'adır. Çünkü O'nun mülkünden
başka bir mülk, O'nun kudretinin üstünde bir kudret söz konusu değildir. O
halde inkarcı sapık ne kadar Hakk'ı red ve inkâr ederse etsin, ne kadar O'ndan
kaçıp uzaklaşmak isterse istesin, sonunda O'nun koyduğu kanunlara boyun eğmek,
ram olmak zorundadır ve dönüşü de ancak O'na olacaktır[207]
«Görmedin mi ki, Allah
bulutları (dilediği ölçülere göre) bir tarafa sürer, sonra onları toplayıp
birleştirir; sonra da üstüste yığar..»
Bulutların oluşması,
birbirine imtizacı, üstüste yığılıp yağmur yüklen- mesi hep şaşmayan fiziksel
kanunlarla meydana gelmektedir. Şüphesiz bulut ve yağmur olayı dünyamızda hayat
dengesini sağlamakta ve bütünüyle insanın hizmetine yönelik bulunmaktadır.
Görüldüğü gibi, bulut
ve yağmurun oluşması da belli bir plâna ve değişmeyen kanunlara bağlanmıştır.
O halde ortada bir plân ve program, bir denge ve düzen varsa, mutlaka bir
plânlayıcı, proğramlayıcı ve denge ile düzeni sağlayıcı vardır. Bunun aksini
iddia etmek hiçbir zaman olumlu bir
neticeye götürücü değildir.
O bakımdan Kur'ân-ı
Kerîm, bulut ve yağmur olayını da Cenâb-i Hakk'ın varlığına ve birliğine delil
ve belge olarak göstermektedir. [208]
<<Allah gece ile
aündüzü {birbiri ardınca) devrettirir. Şüphesiz ki bunda kalp gözü, kafa gözü
(açık) olanlar için ibret vardır.»
Gece ile gündüzün
birbirini izleyip bir devridaim halinde sürüp gitmesine dikkatler çekiliyor;
sebebinin ve hikmetinin araştırılması ise insan aklına, düşüncesine ve ilmî
tesbitlere bırakılıyor. Zira ortada çok düzenli, faydalı ve devamlı bir olay
vardır. Her yönüyle ve yanıyla insan hayatına yöneliktir. O halde Cenâb-ı
Hakk'ın insanı dünyaya getirmeden, bütün şart ve ortamları hazırladığı; hayatın
belirlenen süre içinde devamını sağlama kanunlarını koyduğu kendiliğinden
anlaşılıyor. Gece ile gündüzün birbirini izleyip devam etmesi sadece o şart ve
ortamlardan biridir. Nitekim İsrâ Sûresinde bu konu biraz daha açıklanarak
gece ile gündüzün nasıl düzenlendiği konu ediliyor ve ayın güneşten kopma bir
ateş parçası olduğu, o yüzden önceleri gece ile gündüz diye bir düzenleme
bulunmadığı, sonraları ayın sönüp bugünkü duruma getirilmesiyle gece ile
gündüz düzenlemesi sağlandığı belirtiliyor. Şöyle ki: «Gece ve gündüzü (varlığımıza,
kudretimize) birer delil ve belge kıldık: Gece belgesini silip gündüz belgesini
aydınlık yaptık..» [209]
Böylece Kur'ân'da
uygulanan ilâhî metottan biri de, Cenâb-ı Hakk'ın kendi varlığına ve kudretinin
sınırsızlığına delâlet eden belgeleri ana tema olarak vermesidir. Gece île
gündüzün birbirini izlemesi hakkındaki temel bilgi de bu temalardan biridir.
Nitekim ilgili âyette : «Şüphesiz ki bunda kalp gözü, kafa gözü (açık) olanlar
için ibret vardır» buyurulmasi, bütünüyle akla, ilme ve sağduyuya yöneliktir.
Âyette önce gecenin anılması, dünyanın kendi ekseni etrafında batıdan doğuya
doğru döndüğüne işarettir. Nitekim Yasin Sûresi kırkıncı âyette: «Ne de gece
gündüzün önüne geçebilir» buyurularak, dünyanın ters dönüş yapması, yani doğudan
batıya dönmesinin mümkün olmadığı belirtilmektedir. [210]
«Allah hareket edip
debelenen her canlıyı su-dan yaratmıştır.»
Âyette «su» ile
çevirisini yaptığımız «mâ» ismi nekre (belirsiz) zikredilmiştir. Bu durumda
iki değişik yorum ve takdir söz konusu olabilir. Biri «bir çeşit su» şeklinde;
diğeri, tenvînin «elif-iâm»a bedel takdirinde, bizim bildiğimiz iki molekül
hidrojen ve bir molekül oksijenden oluşan belirli su şeklinde yorumlanır.
Birinci yoruma göre,
«her canlı bir çeşit sudan yaratılmıştır» neticesi ortaya çıkar. İkinci yoruma
göre, «her canlı bizim bildiğimiz sudan yaratılmıştır» şeklinde bir sonuç
doğar. Şüphesiz her iki yorum da maksat ve amaca uygundur. Ancak biz ikinci
yoruma göre bilimsel bir açıklamada bulunmayı daha faydalı görüyoruz. Şöyfe ki:
Su hayatın kaynağıdır
diyebiliriz. Bilindiği gibi bütün hayat, suda, maddelerin bir eriyiği olan
PROTOPLAZMA'da oluşur. Bununla korunur ve sürekliliğini sağlar. Susuz hiçbir
protoplazma mevcut olmayacağı gibi pro-toplazmasız da hayatın oluşmayacağı açıktır.
Şüphesiz sadece insan
bünyesi değil, dünyamızda mevcut bitki, hayvan ve bakteri gibi bütün hayat
şekillerinde de su mevcut olup susuz bunlar da var olamazlardı.
Su, hayatın sadece
temeli değil, aynı zamanda yaşayan varlıkların büyük bir ekseriyetinin barınağı
yani bir bakıma evidir. Çünkü bitki ve hayvanların gerek sayısal, gerekse
kütlesel olarak onda dokuzu suda yaşamaktadır.
Hayatın önce suda
doğması nedeniyle su, genel anlamda «beşiğimiz» ve karalar üzerindeki
varlıkların er-gec tekrar bu atalar evifıe dönmeleri nedeniyle de bir bakıma
«mezarımız» sayılır. (Nitekim canlılar hayatiyetlerini kaybedince
bünyelerindeki suyun tamamı toprağa karışmakta ve kısa bir süre sonra
buharlaşıp bulutlara katılmakta ve bir süre sonra yağmur olup denizlere,
ırmaklara yani asıl yurduna dönmektedir).
Yeryüzünde sihirli bir
faaliyet olarak tanımlanan «hayat» için gerekli olan maddelerden biri de
sudur. Dünyamızda su ve hayat birbirlerinden ayrılmayacak biçimde içice girmiş
ve birbirine kenetlenmiştir. Hemen hepimizin bünyesinde %70-72 oranında su
bulunmakta ve etrafımızı saran maddelerin pek çoğu suda yapılmış ürünlerden
oluşmaktadır. [211]
Konunun önemine binaen
Kur'ân'da bir yerde «diri olan her şey sudan meydana gelmiştir.» buyurulurken,
bir diğer yerde «her canlı sudan yaratılmıştır.» denilmekte, bir üçüncü yerde
ise beşerin sudan yaratıldığı açıklanmaktadır. [212]
Onlordan bir kısmı
karnı üzerine yürür, bîr kısmı iki ayak üzerine yürür, bir kısmı da dört ayak
üzerine yürür. Allah dilediğini (dilediği biçimde, dilediği kadar ayak
üzerinde) yaratrr. Allah'ın her şeye kudreti yeter.»
Cenâb-ı Hak her alanda
olduğu gibi canlılar alanında da kudretini kemal derecede izhar etmiştir. Öyle
ki: Canlılardan bir kısmını dört ve daha fazla ayak üzerinde, bir kısmını iki
ayak üzerinde yürütürken, bir kısmını da ayaksız yaratıp sürünerek hareket
sağlamalarına imkân vermiştir.
Böylece hilkat
fırçasının kemal derecesinde işleyişini görmemiz isteniliyor ve her canlının
taşıdığı birtakım özelliklerinde Cenâb-ı Hakk'ın «Muhyî» sıfatının tecellisini
araştırıp idrâk etmemiz'için birtakım ipuçları veriliyor. [213]
«And olsun ki nice
açıklayıcı âyetler indirdik..»
Kur'ân-ı Kerîm insan
aklına malzeme verip ışık tutmak, idrâkleri Önemli konulara karşı uyanık
bulundurmak için varlık âleminde Allah'ın mutlak ilim ve kudretine delâlet eden
belgeleri, ana temaları sık sık açıklamakta; bazan özetini, bazan mayasını,
bazan da özelliklerini vermektedir. Bu durumda aklını hakikati arayıp bulmak
için kullananların doğru yolu bulma şansları artar, Cenâb-ı Hak onlardan yana
dilediği takdirde hidâyet kapısını açar. Aklını belirtilen ölçüde
kullanmayanların ise sapıklıkları içinde bocalayıp kalmaları amellerinin
gereğidir ve tabii neticesidir. Zira Cenab-ı Hak kimseye haksızlık etmez, ama
insanlar kendilerine haksızlık ederler. Kendini hidâyet çizgisine getirenleri
doğru yola eriştirir. Getirmeyenleri ise kendi hallerine bırakır. Evet O,
«dilediğini (sünneti uyarınca) doğru yola iletir» mealindeki cümle
belirttiğimiz hikmeti yansıtmaktadır. [214]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına ve birliğine; ilminin ve kudretinin sınırsızlığına delâlet
eden belgelere yer verilerek insan aklına ışık tutuldu ve yanlış düşüncelerin
düzeltilmesi istendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ikiyüzlü münafıkların karakteri üzerinde duruluyor. Kendilerini Tevhîd İnancı
çizgisine getirecek binlerce belgeye insaf gözüyle bakmadıklarına işaretle kalp
gözlerinin kapanmış olduğu dolaylı şekilde anlatılıyor. Allah ve Resulünün
vereceği hükme rıza gösterme konusunda mü'minlerle münafıklar arasındaki açık
farka dikkatler çekiliyor. Sonra da Peygamber ve mürşitlere düşen görevin
sınırı belirtilerek bilgi veriliyor. [215]
47— (İkiyüzlü dönekler): «Biz Allah'a ve
Peygamber'e İmân edip buyruklarına başeğdik» derler. Sonra bunun ardından
onlardan bir kısmı yüz-çevirirler. İşte bunlar (gerçek) mü'minler değillerdir.
48— Aralarında hükmetmek için onlar Allah'a ve
Peygamberine davet edildikleri zaman bir de bakarsın ki onlardan bir grup sırt
çevirip (bu davete) aldırış etmezler.
49— Eğer hak kendilerinden yana ise, başeğerek
koşa koşa gelirler.
50— (Sahi)
bunların kalbinde hastalık mı var, yoksa şüphe mi ediyorlar, ya da Allah ve
Peygamberinin kendileri aleyhine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar?! Hayır,
(ikiyüzlü dönekler olmaları onları bu duruma düşürmüştür). İşte zâlimler
bunlardır!
51— Aralarında hükmetmek üzere Allah ve Peygamber'ine
çağırıldıkları zaman mü'minlerin sözü ancak şu olmuştur: «İşittik,
itaat ettik». İşte korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşanlar bunlardır.
52— Ve kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat eder de
Allah'tan saygı ile korkar ve (karşı gelmekten) sakınırsa, işte kurtuluşa
erenler onlardır
53— Eğer kendilerine emredersen, mutlaka
savaşa çıkacaklarına dair olanca
yeminleriyle and içerler. De ki: And içmeyin, bu, bilinegelen (sahte) bir
itaâtınızdır. Şüphesiz ki Allah, işleyegeldiğiniz şeylerden haberlidir.
54— De ki: Allah'a itaat ediniz, Peygamber'e
itaat ediniz. Bununla beraber yüzçevirirseniz, Peygamber'e gereken, kendisine
yükletilen (teb-lîğ ve irşâd)dır; size de kendinize yükletilen düşer (herkes kendine yükletilenden sorumludur).
Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e gereken sadece
açık tebliğdir.
Münafıklardan Bişir
adında bir adamla bir yahudi arasında dava konusu bir mesele zuhur etmişti.
Yahudi davanın çözümü için Hz. Muham-med'e (A.S.) başvurmayı; münafık ise
yahudilerin ileri gelenlerinden Kâb b. Eşrefe gitmeyi öneriyordu. O sebeple
yukarıdaki âyetler indi. [216]
Müfessir İbn Kesîr'in
tesbitine göre : Münafıklardan bir kısmı ihtilâf konusu olan bîr meselenin
çözümünde kendilerini haklı bildikleri takdirde Hz. Muhammed'e (A.S.) koşarak
gelirler ve O'nun karar vermesini isterlerdi. Haksız olduklarını bildikleri
bir konuda ise, başkasının hakemliğine başvurulmasını önerirlerdi. Bu sebeple
yukarıdaki âyetler inmiştir. [217]
Ebû Derdâ (R.A.) dîyor
ki:
«İslâm ancak Allah'a
itaatle (kalp ve kafalarda yer edip) gerçekleşir. Hayır ise ancak (müslüman)
cemaatiyle beraber bulunmaktadır.»[218]
Hz. Ömer (R.A.) diyor
ki:
«İslâm'ın kulpu LA
İLAHE İLLALLAH şehadetidir. Aynı zamanda namazı vaktinde kılmak, zekâtı vermek
ve Allah'ın müslümanları idare etmekle görevlendirdiği kimseye itaat
etmektir.» [219]
Münafıklar Allah ve
Peygamberinin hayat veren emirlerine çağrılınca kararsız bir duruma girerler.
İkiyüzlülüğün açık örneğini ortaya koymakla -tabii bir tehlike söz konusu olmadığı
zaman- yüz çevirmekten çekinmezler. Kendilerine bir zarar geleceğini
sezdikleri zaman ise, itaatkâr görünmeye çalışırlar.
Münafıklar davalı veya
davacı oldukları zaman, haklı bulunduklarını isbatlayacak delil ve belgeleri
yeterli ise ihtilâfın Hz. Muhammed (A.S.) tarafından çözülüp hükme bağlanmasını
talep eder ve hiç tereddüt etmeden O'nun vereceği hükme razı olurlardı. Zira
çok iyi biliyorlardı ki Hz. Muhammed (A.S.) ancak haklı olanın lehine karar
verir ve ancak hakkı söyler. Haksız olduklarını bildikleri bir ihtilâf ve
dâvada ise başka kişilerin hakem tayin edilmesini ısrarla savunurlardı.
Mü'minlere gelince-
Onlar Allah ve Peygamberinin emirlerine çağırıldıkları zaman hiç tereddüt
etmeden şu cevabı verirlerdi: «İşittik ve itaat ettik..» Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin vereceği hükme önceden razı olur, ister lehlerine, ister
aleyhlerine tecelli etsin kalplerinde en küçük bir sıkıntı ve güvensizlik
hissetmezlerdi.
Münafıklar, bir savaş
durumu ortaya çıkıp Resûlüllah'in (A.S.) daveti ilân edilince, mutlaka emre
uyup savaşa çıkacaklarını olanca yeminleriyle söylerlerdi. Savaş emri verilince
de bir sürü olmadık mazeretler göstererek kaçamak yollarını araştırırlardı.
Mü'minler ise, savaş
emrini sabırsızlıkla bekler, emir verilince de canları dahil, herşeylerini
Allah yoluna vermeğe koşarlardı.
İşte tam anlamıyla
imân edenlerle, şüphe ve tereddüt fırtınasına yakalanıp kararsız durumda olan
ikiyüzlüler arasındaki açık farklardan bir kısmı bunlardır ve hemen her
devirde bu farkları müşahede etmek mümkündür. Ancak çağın özelliklerine göre,
bazan taktik değişikliği ve kılıf başkalığı olabilir. Ama ruhta, niyette bir
değişiklik söz konusu değildir.
Böylece Cenâb-ı Hak,
ilâhî emirler düzeyinde münafıkların durumunu belirtirken onların üç huyuna
parmak basmakta ve mü'miniere sağlam bir kıstas vermektedir. Resûlüllah (A.S,)
Efendimiz onların bu üç kötü huyunu tasvîr ederken şu üç alâmeti ortaya
koymuştur: «Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz
verdiğinde yerine getirmez,, kendisine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet
eder.» [220]
«Ve kim Allah'a ve
Peygamberine itaat eder de Allah'tan saygı ile korkar ve (karşı gelmekten)
sakınırsa, işte kurtuluşa erenler onlardır.»
Sözü edilen kurtuluş,
biri dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki türlüdür. Dünyadaki kurtuluş,
küfür, isyan ve nifaktan korunup imân selâmetine erişmek; nefis ve İblîs'in
dürtüşlerini tesirsiz hale getirip ilâhî düzene göre ömrü değerlendirmektir.
Âhiretteki kurtuluş, kabirdeki soruya iki şehadet ile cevap vermek ve kıyamet
gününde imân nuruyla aydınlanıp peygamberler, sıddîklar, şehitler ve
sâlihlerle beraber bulunmaktır.
İşte bu iki kurtuluşa
ermemiz için ilgili âyette belirtilen üç esasa bağlı kalmamız öneriliyor:
1— Allah ve peygamberinin bütün emir ve
yasaklarına uymak,
2— Allah'tan her zaman saygı Üe korkmak, O'nun
denetimi altında bulunduğumuzu unutmamak,
3— Allah'a karşı gelmekten sakınıp günah ve
kötülüklerden kaçınmak.. [221]
«Bununla beraber
yüzçevirirseniz, Peygamber'e gereken, kendisine yükletilen (tebliğ ve
irşat)ttr. Size de, kendinize yükletilen düşer. (Herkes kendine yükletilenden
sorumludur).»
Peygamber'in (A.S.) ve
O'nun izinde olan mürşitlerin görevi ve sorumluluğu, hakkı, doğruyu, güzeli ve
faydalı olanı söylemek; tehlikeli yolu bildirmek ve gerektiğinde uyarmaktır.
Diğer bir anlatımla: Hidâyet yolunu göstermek; sapıklık ve tuğyanın doğuracağı
tehlikeden haber vermektir.
İrşat edilenlere,
ilâhî buyruklara göre Peygamber veya mürşitler tarafından teblîğ doğrultusunda
eğitilmek istenenlere gereken mutlak itaattir. Zira Allah ve Peygamber'!
mutlaka iyiyi ve doğruyu emreder.
Böylece Kur'ân
uyaranla uyarılana, irşat edenle, irşat edilene düşen görev ve sorumlulukların
ölçü ve sınırını belirlemektedir. O halde ne Peygamber (A.S.) Efendimiz, ne de
O'nun yolunda olan bir mürşit istediği kimseyi doğru yola eriştirme yetkisine
sahiptir. Çünkü hidâyet, yani doğru yola eriştirmek ancak Allah'a aittir. [222]
Yukarıdaki âyetlerle
münafıkların bazı vasıfları üzerinde duruldu ve onlarla gerçek mü'minler
arasındaki alâmet-i farikalardan birine işaret edildi. Sonra da Peygamber
(A.S.) ile O'nun yolunda ve izinde yürüyen mürşitlerin görev sınırı belirlendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Mekke'nin ve dolayısıyla Arap Yarımadası'nın yakında fethedileceğine işaret
ediliyor. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın mü'minler hakkındaki va'dini yerine getirme
günlerinin yaklaştığı haber veriliyor. Allah'ın mü'minlerden yana bunca geniş
lütuf ve rahmetini hatırlatıp namaz, zekât ve bir de her hususta Peygambere
itaatin gereğine dikkatler çekiliyor. [223]
55— Allah
sizden imân edip iyi-yararlı işlerde bulunanları, onlardan öncekileri
yeryüzünde (inkarcı sapıkların) yerine getirdiği gibi, onları da (putperest
müşriklerin) yerine getireceğini, onlar için hoş görüp razı olduğu dini yine
onlar için sağlam temellere oturtup yerleştireceğini ve korkularının ardından
güvene çevireceğini yeminle va'detmiştir: «Öyle ki bana ibâdet edecekler,
hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Bundan sonra kim küfrederse, işte onlar ilâhî
sınırları aşanların kendileridir.»
56— Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Peygamber'e itaat edin. Olaki rahmete lâyık
görülürsünüz.
57— Küfre sapanların (bizi)
yeryüzünde âciz bırakacaklarını
sakın sanma; onların varacağı yer ateştir ve o ne kötü bir gidiştir!
Ashab-ı Kİrâm'dan Adiy
b. Hâtem (R.A.) anlatıyor:
«Bir ara Peygamber
(A.S.) Efendimizin yanında bulunuyordum. İki adam huzura girdi. Biri
fakirlikten söz edip dert yandı; diğeri yol kesicilik-ten şikâyet edip
(yollarda güven bulunmadığını) anlattı. Bunun üzerine Re-sûlüllah (A.S.) şöyle
buyurdu : «Yol kesicilik konusuna gelince: Senin üzerinden çok bir zaman
geçmeden (durum düzelir. O kadar ki): ticarî kervan kimsenin koruyuculuğuna
ihtiyaç duymaksızın çıkıp Mekke'ye kadar gelir. Fakirlik ve sıkıntıya gelince:
Sizden biriniz sadakasını alıp kapı kapı dolaşarak onu kabul edecek bir kimse
bulamadıkça kıyamet kopmaz.
Sonra da (Kıyamet
gününde) sizden (her)biriniz Allah'ın huzurunda -onunla Allah arasında bir
perde ve tercüman olmaksızın- durur. Allah ona: «Sana mal vermedim mi?» diyerek
mutlaka sorar. O da şüphesiz şu cevabı verir: «Evet, verdin.» Sonra Cenâb-ı
Hak ona: «Sana peygamber göndermedim mi?» diye sorar. O da: «Evet gönderdin»
der ve sağına bakar Cehennem ateşinden başka bir şey görmez: soluna bakar yine
Cehennem ateşinden başka bir şey görmez.
Artık sizden (her)
biriniz yarım hurma ile olsun kendini ateşten korusun. Onu da bulamazsa güzel
bir söz ile korumaya çalışsın.»[224]
«Şüphesiz ki Allah
yeryüzünü dürüp (bir tablo gibi) elime verdi; onun doğusunu ve batısını gördüm.
Ümmetimin mülkü, dürülüp önüme konulan (tablodaki) yere kadar ulaşacaktır.» [225]
«Allah sîzden imân
edip iyi yararlı işlerde bulunanları, onlardan öncekileri yeryüzünde (inkarcı)
cı sapıkların) yerine getirdiği gibi bunları da (putperest müşriklerin) yerine
getireceğini... yeminle va'detmiştir..»
Kur'ân, Allah'ı inkâr
eden azgınların yerine, sâiih amellerde bulunan mü'minlerin yerleştirileceğini
haber verirken önce Medine'deki sâlih mü'-minlerin yakında Mekke'yi ve Arap
Yanmadası'nı putperest müşriklerden temizliyeceklerini müideliyor. Böylece
kimlerin Peygamber'e (A.S.J halîfe olabileceğinin kesin çizgilerini belirliyor
ve bunu iki maddede özetliyor:
1— Kur'ân
çerçevesinde dosdoğru imân edip,
2— İman
temeli üzerinde sâlih amellerde bulunmak..
İman, dinde ana temel
ve değişmeyen esastır. Şartları doğrultusunda Allah ve Resulüne mutlak itaati
gerektirir. Sâlih amel ise, hem böyle bir imânın tabii ürünü kabul edilen
ibâdetlerin tamamıdır, hem de insanlıktan yana yine imân temeline dayalı
yapılan her türlü iyilik ve yararlı hizmettir.
Böylece ismen müslüman
olup, gerçek imânın gereğini yerine getirmeyenlerin Peygamber adına konuşmaya
ve hükmetmeye lâyık ve ehil olmadıkları sonucu ortaya çıkmış oluyor. Tarih
boyunca İslâm âlemi belirtilen iki hususa ciddi şekilde bağlı kaldıkları
dönemlerde hem güçlü devlet kurabilmişler, hem de faziletli hizmetlerde
bulunmuşlardır. Sözü edilen iki husustan uzak kaldıklarr dönemlerde ise, başka
milletlere yem olmaktan, en azından uydu durumuna düşmekten kendilerini
kurtaramamışlardır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in ilgili hadîsle
verdiği müjdenin, hem dört halîfe döneminde, hem Emevîlerden Ömer b. Abdülaziz
ve Endülüs'ü fetih dönemlerinde, hem Abbasîlerin bazı dönemlerinde, hem de
Büyük Selçuklular ve Osmanlıların yükselme dönemlerinde gerçekleştiğini görüyoruz.
Zira Allah'ın bu
va'dinin ilk muhatabı Hz. Peygamber (A.S.) ve arkadaşlarıdır. Onlardan sonraki
muhatabı, kıyamete kadar birlik ve dirlik içinde imân ve sâlih ameli hayat
düsturu seçen mü'minlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm,
Allah'ın imân ve sâlih amele muvaffak kılıp yeryüzünde inkârci sapıkların,
azgın müşriklerin yurduna yerleştirdiği mü'minlere diğer bir hususu
hatırlatarak dikkatlerini çekiyor. O da şudur: Başarıya eriştikten sonra
şımarmanın, ekonomik yönden de güçlendikten sonra lüks ve konfora yönelip
Allah'ın ve Peygamberinin dinini unutmanın veya ihmal etmenin nankörlük
olacağıdır. Nankörlüğün sonu ise hüsrandır. Kendilerini böylesine yanlış bir
çizgiye getirenler hakkında Cenâb-ı Hak, «fâsikîn» sıfatını kullanmaktadır.
Bilindiği gibi, bu sıfatın «Allah'ın emirlerini terkedip O'na karşı gelen,
azıtıp sapıtmak suretiyle ilâhî yoldan çıkan» günahkârlar hakkında kullanılması
yaygındır.
Bu durumda artık o
gibi müsiümanların Allah ve Peygamberi adına söz söylemeleri ve hükmetmeleri
söz konusu olamaz. Zira onlar kendilerini o şerefli hizmetten azletmiş
sayılırlar. [226]
Kur'ân ilgili 55.
âyetle bu mücadelenin ölçü ve şartlarını özetliyerek Allah'a dosdoğru
inananların gözleri önüne seriyor. Şöyle ki: İman cephesi bütün imkânlarını
dinin ayakta kalması ve insanlığa mutlak rahmet ve huzur kaynağı olması için
harcar; karşısına çıkan üzücü olayları imân ve akl-i selîm ile değerlendirip
hislerine mağlûp olmaz ve sabrı elden bırakmazsa, başarıyı sağlamanın en uygun
ortamını hazırlamış olur. Bundan sonra dünya hayatından maksat ve amacın
Allah'ı bilip yalnız O'na kulluk etmek, lâyık görüp verdiği imân ve İslâm
nîmetinin kıymetini idrâkle, ömrün her safha ve dönemini Cenâb-ı Hakk'ın rızası
doğrultusunda salih amellerle süslerse, küfür cephesinin bütün hile ve
entrikaları boşa çıkar. Sonunda ilâhî sünnet gereği nankör sapıklar hezimete
uğrar ve böylece imân cephesi onların yerlerini ve yurtlarını işgal eder.
İman cephesi bu mutlu
sonuca erişince de Allah'a olan kulluk görevini unutmaz, ibâdete ve salih
amele devam eder ve hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmazsa, o takdirde hem çok uzun
ömürlü bir devlete sahip olurlar, hem de aralıksız ilâhî rahmete lâyık
görülürler.
Nîmete eriştikten
sonraki dönemlerde inkâr ve ahlâksızlık, azgınlık ve zulüm yıkılıp yok olmanın
en açık sinyalleridir. Bunun için Kur'ân-ı Kerîm, nîmete erdikten sonra
mü'minlerin daha çok şu üç hususu yerine getirmelerini emrediyor:
1— Namazı vaktinde kılmak,
2— Zekâtı gerektiği gibi vermek,
3— Peygambere itaat etmek.
Birinci emir, ferdin
imân, ahlâk ve fazîletini korur ve artırır. Aynı zamanda ona şahsiyet
kazandırır. Günlük hayatını ilâhî denetim altında düzenlemesini ilham eder,
İkinci emir, ferdi
topluma bağlayıp onun kopmaz bir parçası haline getirir. Bir insanın yalnız
kendisi için yaşamadığını ve çalışmadığını öğretir. Sınıf mücadelesini
önleyerek sosyal adaletin gerçekleşmesine ortam hazırlar. Din kardeşliğinin
lüzumunu, yüksek ahlâkı, hayırhahhğı, insan haklarını korumayı telkîn eder.
Üçüncü emir, insanlığa
rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'i (A.S.) örnek almayı ve O'nun gibi
faziletli bir hayat yaşamayı, insan sevgisiyle dolup taşmayı, ancak bu sevgiyi
Allah sevgisinden kaynaklanan bir düşünce atmosferinde tutmayı; küçüğün büyüğe,
memurun âmire itaat edip bu itaati sevgi ve saygı havasında sürdürmeyi öğretir.
Sonra da namaz,
merhamet ve şefkat duygusunu geliştirdiği, ferdi topluma yaklaştırıp ondan bir
parça kıldığı için zekâttan önce anılmıştır. Öyle ki: Namaz mutlaka zekâta
ortam hazırlar. Zekât zengin olmayı, alan el değil veren el durumuna gelmeyi ve
başkaları için de çalışıp var olma şuurunu geliştirmeyi sağlar. Böylece din
kardeşliğinin gerçek ölçüsünü kalp ve kafalara işler. O bakımdan Peygamber'e
(A.S.) mutlak itaatin başında imândan sonra namaz ve zekâtın gerekli olduğuna
işaret edilmektedir. [227]
«Küfre sapanların
(bizi) yeryüzün-de âciz bırakacaklarını sakın sanma..»
Allah'a dosdoğru
inananlar kendilerini ilâhî yardım çizgisine getirdikleri takdirde; küfrün
güçlü olması, dörtnala yol alması olumlu sonuç vermez ve zahirî saltanatı bir
köpük gibi sönmeye mahkûm olur. Hiçbir güç Allah'ı âciz bırakamaz. O'nun
inkarcı azgınlara mühlet vermesi, ezelde koyduğu kanun ve hazırladığı plân
gereğidir. Her şeyin belli bir vakti, belirlenmiş bir saati vardır. O noktaya
gelindiğinde artık dönüşü mümkün değildir. 57. âyetle bilhassa bu gerçeğe
değinilerek mü'minler aydınlatılıyor ve endişe duymaya gerek olmadığına
işarette bulunuluyor. Resûlüllah (A.S.) Efendimizle arkadaşlarının çeyrek
asırdaki üstün başarıları bunun en güzel misallerinden biri değil midir? [228]
Yukarıdaki âyetlerle,
Mekke ve Arap Yarımadası'nın pek yakında fethedileceği kapalı bir anlatımla
müjdelendi. Sonra da Resûlüllah'ın (A.S.) izinde yürüyen mü'minlerin de başarıya
erişecekleri haber verilerek, bu konuda da sünnetullah'ı cok iyi bilmemiz
istendi. Arkasından namaz ve zekât ibâdetlerinin ve Peygamber'e (A.S.) itaatin
lüzumu üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
aile bünyesinde yer alan fertlerin nasıl davranmaları ve birbirlerine karşı
nasıl saygılı olmaları gerektiği açıklanıyor. Böylece gerek aile çatısı
altında, gerekse hısım ve yakınlar arasında uygulanması faydalı olan muaşeret
adabından bir kısmı öğretilerek gerçek anlamda medenice yaşamanın ölçülerinden
birine değinilip müslüman-lar aydınlatılıyor. [229]
58— Ey imân edenler! ellerinizin sahip bulunduğu
köle, câriye ve hizmetçileriniz ve sizden henüz ergen olmayanlar, (odanıza
girmek istediklerinde şu) üç vakit sizden izin istesinler: Sabah namazından
önce, öğle sıcağından (bunalıp)
elbisenizi çıkararak (bir tarafa)
koyduğunuzda ve yatsı namazından sonra. Bu üc vakit utanç yerlerinizin
açık olabileceği halvet zamamdır. Bu vakitlerin dışında (yanınıza girmelerinde)
birbirinize uğrayıp dolaşmanızda ne size, ne de onlara bir sakınca yoktur. İşte
Allah böylece âyetlerini size açıklar. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
59— Sizden olan çocuklar, ergenlik çağına
girince, onlardan önce (doğup ergen) olanların izin istediği gibi izin
isteyerek (öylece yanınıza)
girsinler, İşte Allah
size âyetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
60— Evlenme ümidi kalmamış (ayhali ve
lohusalıktan kesilip) oturan kadınların, süs yerlerini göstermeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir günah
yoktur. Bununla beraber iffetli davranmaları, kendileri için hayırlıdır. Allah
işitendir, bilendir,
61— (Kendilerine anahtar teslim edilen) â'maya
(teslim edilen evdeki gıda maddesinden bir şeyler yemesinde) bir vebal yoktur.
(Aynı şekilde) topala da bir vebal yoktur, hastaya da bir vebal yoktur. Size de
kendi evlerinizde izinsiz yemek yemenizde veya babalarınızın evlerinde veya
analarınızın evlerinde veya kardeşlerinizin evlerinde veya kızkardeşlerinizin
evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halâlarınızın evlerinde veya
dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya anahtarlarına sahip (kâhyası) bulunduğunuz
evlerde veya samimi dostunuzun evinde yemenizde bir sakınca yoktur. Gerek bir
arada, gerekse dağınık ayrı ayrı yemek yemenizde de bir sakınca yoktur.
Evlere girdiğiniz
zaman kendinize Allah'tan feyiz, bereket, iyilik, güzellik esenliği olmak
üzere selâm verin. Allah böylece size âyetlerini açıklar. Ola ki aklınızı
kullanırsınız.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: Peygamber (A.S.) Efendimiz ansardanMûd'-ic b. Amr adında bir hizmetçiyi
öğle sıcağının iyice arttığı bir sırada Hz. Ömer'i (R.A.) çağırması için
gönderdi. O da Hz. Ömer'in_başkalarınm görmesinden hoşlanmadığı bir durumda
bulunduğu bir sırada yanına girmiş oldu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indiı.[230]
Diğer bir rivayet:
;jı Esma bint Mürsed
(R.A.) odasında açık bir vaziyette dinlenirken ergen olan hizmetçi kölesi
içeri girmiş bulundu. Kadıncağız buna çok üzül-dü,vve kalkıp Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e gelerek dedi ki:
— Ya Resûlellah!
doğrusu hoşlanmadığımız bazı vakitlerde hizmetçilerimiz ve kölelerimiz
yanımıza giriyorlar. (Bunu önlemeğe yönelik bir tavsiyeniz yok mudur?)
Bu sebeple yukarıdaki
âyetler indirilmiştir. [231]
«Ey imân edenler!
mallarınızı kendi aranızda bâtıl sebeplerle yemeyin» mealindeki Bakara Sûresi
188. âyet inince, Müslümanlar, hasta, yaşlı, topal ve kör kimselerle aynı kapta
yemek yemekten endişe duymaya başladılar. Çünkü sözü edilen arızalı kişiler
henüz karınlarını iyice doyurma fırsatı, bulmadan arızasız olanlar karınlarını
iyice doyurmuş bulunuyorlardı. O sebeple 61. âyet indi. [232]
Ayrıca sağlam, güçlü
mü'minlerden bazısı savaşa giderken evlerinin anahtarlarını çok yaşlılara veya
hastalara, ya da topal ve gözleri görmeyen mü'minlere teslim ediyorlardı.
Onlar da evdeki gıda maddelerinden -kendilerine izin verildiği halde- yemekten
endişe duyuyor ve helâl olup olmadığında şüphe ediyorlardı. O sebeple 61.
âyetin indiği rivayet edilir. [233]
«Ya Enes! abdestini
tastamam yerine getir ki ömrün artsın. Ümmetimden rastladığın kimseye selâm
ver ki iyiliklerin çoğalsın. Evine girdiğin zaman ev halkına selâm ver ki evin
hayrı çoğalsın. Kuşluk namazını kıl; çünkü o senden önce Allah'a çokça
yönelenlerin namazıdır.
Ya Enes! küçüklere
merhametli ol, büyüklere saygı göster ki kıyamet gününde yakın arkadaşlarımdan
olabilesin.» [234]
«Bir adam Peygamber'e
(A.S.) şöyle dedi: «Doğrusu biz yemek yiyoruz ama doymuyoruz.» Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) ona şöyle tavsiyede bulundu: «Belki de ayrı ayrı (şekilde)
yiyorsunuz! Yemeğinizin başında biraraya gelin, Allah'ın ismini anın ki o
yemek size feyizli ve bereketli kılınsın.» [235]
«Hep birarada yemek
yeyin, dağılmayın. Çünkü bereket toplulukla beraberdir.» [236]
«Adam evine girdiği
zaman şöyle duâ etsin: Allahım, doğrusu ben senden hayırlı çıkış diliyorum,
Allah'ın ismiyle girdik, Allah'ın ismiyle çıktık; Allah'a güvenip dayandık.
Sonra da ev halkına
selâm versin.» [237]
Cinsel konuya ilgi
duymak insanın ruhuna ve mayasına enjekte edilmiştir. Onu tamamen söküp atmak
mümkün değildir. Zira insan melek değildir. Hayvanî sıfatları da kendinde
taşıyan ayrı bir varlıktır. O bakımdan insanın şehvet duygusunu ve arzusunu
meşru sınırlar içinde tutmak lâzımdır. Dinin ana kaidelerinden ve değişmeyen
hedeflerinden biri de budur. Din bu amaca ulaşabilmek için güzel âdetlerden
yararlanmayı ihmal etmez ve aynı zamanda akıldan yeterince yardım ister. 58.
âyetle aile yapısında cinsel ilişkiyi ve ona yo! açan davranışları meşru
sınırlar içinde tutmanın ve bu düzeyde edep ve terbiye ölçüsünde yönlendirmede
bulunmanın bir bölümünü konumuzu oluşturan âyetle açıklar. Daha çok
ana-babanın bu hususta aile bünyesinde disiplinli, düzenli ve ölçülü şekilde
bir aile hayat düzeni hazırlamalarını emreder.
Unutmamak gerekir ki,
çocuklar ana-babalarını, evdeki büyüklerini taklît ederler ve birçok yönleriyle
onların kopyası olurlar. Bunun için Kur'ân aileyi edep ve terbiyenin, ahlâk ve
faziletin doruğuna yükseltmeyi plânlar ve bu konuda gereken eğitimin sağlanması
için kendine has bir müfredat düzenler. [238]
Nûr Sûresinin 27.
âyetinde başkalarına ait evlere girmek istediğimizde -belli bir vakit
sözkonusu olmaksızın- izin istememiz emredilirken, burada aile çatısı altında
bulunan köle ve cariyelerin ve bir de ev halkından ergen olan ve henüz ergenlik
çağına girmeyen çocukların şu üç vakitte ana-babalarının ve evdeki evli
çiftlerin odalarına izin isteyerek girmeleri emredilmektedir:
1— Sabah namazından önce,
2— Öğle sıcağından elbisemizi çıkarıp istirahata
çekildiğimizde,
3— Yatsı namazından sonra..
Bu üç vakitte
başkalarının görmesi asla hoş karşılanmayacak şekilde kadın ve erkek açık bir
vaziyette bulunabilecekleri gibi, çiftler cinse! temas veya ona yol açan
davranış durumunda da olabilirler.
Cenâb-ı Hak aile
mahremiyetini edep, terbiye ve yüksek ahlâk düzeyinde tutmamızı istemekte ve
bu konuda bir ölçü ve kural vermektedir.
Sağ ellerimizin sahip
oldukları, hem köle, hem de cariyelerdir. Gerçi bu iki sınıf insan bugün artık
dünyanın birçok bölgelerinde tarihe karışmış vaziyetteyse de evlerimizde
bulundurduğumuz bahcivan, hizmetçi kadın ve benzeri kişiler de bu tabirin
kapsamına girer.
Ergenlik çağma henüz
ayak basmayan kız ve erkek çocuklarına gelince : Bunlar daha cok iştiha cağına
girip avret yerlerine ilgi duyan, bazı cinsel davranışları tefrîk edebilen
çocuklardır. İştiha çağına girmeyen 0-4 yaş arası çocukları ise bu kurala
uydurmak elbetteki zordur. Ancak 3-4 yaşlarında olanları bu hususta da eğitip
onlara güzel alışkanlıklar kazandırmak oldukça önemlidir. Nitekim Ebû İshak
el-Fezârî diyor ki: «İmam Evzâî'ye sözü edilen üç vakitte izin almakla
emrolunan çocuğun taban yaş haddi nedir? diye sorduğumda, dört yaştır diye
cevap verdi.» [239]
Ayrıca 59. âyette
ergenlik cağına giren çocuklar hakkında ise bir yoruma göre, - 27. âyette,
başkasına ait bir eve mutlaka sahibinden izin alarak içeri girmemiz
emredildiği gibi - bütün vakitleri kapsar mahiyette bir emir söz konusudur.
Öyle ki ergen olan çocukların günün hemen her saa- tinde ana-babalarından ve aile çatısı altında
bulunan evli çiftlerden izin isteyerek odalarına girmeleri emredilmektedir.
Ancak bu emir vücuba
mı, yoksa tavsiyeye mi delâlet etmektedir? İlim adamlarının üc farklı yorumu
söz konusudur:
a) İbn Cüreyc'în Atâ'dan yaptığı rivayete göre,
vücuba delâlet eder.
b) Tavsiye anlamına gelir. Zira uygulamasında
meşakkat vardır. Meşakkat ise teysiri gerektirir.
c) Nedb ifade eder. Zira muhatab olan daha yeni
ergen olanlardır. Günün her saatinde vücubu gerektiren bir emri yerine getirememeleri
endişesi söz konusudur.
Ergen olmayan
çocukların izin istemeleriyle ilgili emir ise altı şekilde yorumlanmıştır:
1— Tabiînden İbn Müseyyeb ve İbn Cübeyr'e göre,
bu âyet mensûh-tur, yani hükmü kaldırılmıştır.
2— Ebû Kılâbe'ye göre, âyetteki emir nedb
içindir, vücuba delâlet etmemektedir.
3— jbn Ömer'e (R.A.) göre. âyette sadeee erkek
çocuklar kasdedil-mektedir. Bu durumda kız çocuklarının izin istemesine gerek
yoktur.
4— Ebû Abdurrahman es-Sülemî'ye göre, kız
çocukları kasdedilmiş-tir.
Bu son iki rivayet de
zayıftır ve âyetin kapsadığı mana ve hükme uymamaktadır.
5_lbn
Abbas'a (R.A.) göre, kapısız ve kilitsiz odalar söz konusudur. Zira o dönemdeki
odaların çoğunda kapı bulunmazdı da sadece basit bjr perde asmakla yetinilirdi.
Bu durumda çocukların sözlü izin istemeleri gerekiyordu. Kapı ve kilidi olan
odalar ise, daha emin olduğundan çocuğun hemen içeri dalması mümkün değildir.
İçeri girmek isteyen çocuklar ya sözlü olarak, ya da kapıyı çalmak suretiyle bu
kurala uyabilirler.
6— İlim
ehlinin çoğuna göre, âyet erkek ve kız çocuklarının hepsini kapsamakta ve vücub
ifade etmektedir. Oysa ergen olmayan çoouklar şer'î bir vücub ile mükellef
sayılmazlar. Bu inceliği dikkate aldığımızda, sözü edilen vücub ana-babaların
çocuklarını eğitmesiyle ilgili bir hüküm olabilir. [240]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: «Müslümanlar Kur'ân'ın şu üç âyetiyle amel etmeyi terketmişlerdir:
Birincisi: Hücurat
Sûresi 13. âyet. Meâlen şöyledir: «Şüphesiz ki Allah yanında en şerefli ve
itibarlınız, (O'ndan) en çok saygı ile korkup (fenalıklardan) sakınanmızdır.»
İkincisi: Nisa Sûresi
8. âyet, Meâlen şöyledir; «Mîras taksiminde (mirasçı olmayan) hısımlar,
öksüzler ve yoksullar hazır bulunursa, azık olacak ölçüde onlara da bir şey
verin ve güzel söz söyleyin (kırıcı, ineitici olmayın).»
Üçüncüsü : Konumuzu
oluşturan Nûr Sûresi 58. âyet. Meâlen şöyledir: «Ey imân edenler! Ellerinizin
sahip bulunduğu köle, cariye ve hizmetçileriniz ve sizden henüz ergen
olmayanlar, (odanıza girmek istediklerinde şu) üç vakit sizden izin
istesinler......» [241]
İnsanların yüzü
mânadan ziyade maddeye, âhiretten çok dünyaya yönelince, ekserisi şeref ve
itibarı, azizlik ve erdemliği takvada değil, mal ve makamda görmeye başladı.
Böylece Allah'ın koymuş olduğu kıstas ile amel edilmez oldu.
Mîras taksiminde
birbirlerinin haklarına göz dikecek kadar ac gözlü olan mirasçıların çoğu,
diğer mîrasçı olmayan hısımları, yetim ve yoksullan göremez oldular ve o
sebeple Allah'ın belirtilen tavsiyesi yer yer ter-kedilmeye başlandı.
Yabancı kültürün
tesiri altında kalan bazı İslâm ülkeleri, aile bünyesinde edep ve terbiye
Kurallarıyla amel etmez oldular. Böylece Kur'ân'ın belirlediği aile yuvası
ciddi biçimde zedelenmiş oldu.
Yapılan rivayete göre:
Iraklı'lardan bir grup Nûr Sûresi 58. âyetle amel etme hususunu İbn Abbas
(R.A.)dan sorduklarında, adı geçen onlara şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
«Önceleri evlerin kapılarında örtü ve perde yoktu. Birçok defa evdeki hizmetçi,
hadim, adamın yetimesi ve kendisi ehlinin odasına izinsiz girerlerdi. O yüzden
Cenab-ı Hak belirtilen üç vakitte izin isteyerek ana-babalarının (ve evli olan
çiftlerin) odasına girmelerini emretti. Sonraları Cenâb-ı Hak onlara örtü
(kapı) ve hayırlı (tedbirler tavsiye edip) getirdi. Ne var ki artık bu hükümle
amel eden bir kimse göremiyorum diyebilirim.» [242]
İslâm, din
kardeşliğine, hısım ve akrabalığa, dost ve arkadaşlığa lâyık olduğu yeri
ayırmış ve gereken ilgiyi göstermiştir. Aynı zamanda bu havayı ruhların
derinliğine işlemek için birçok manevî müeyyideler koymuştur. Şöyle ki: Önce
Allah'ın hoşnutluğuna erişmeyi amaç olarak belirlemiş, sonra da Müslüman
topluluğun diğer kavim ve milletlere bu konuda da örnek olmalarını sağlamayı
planlamıştır.
«Mallarınızı aranızda
haksız sebeplerle yemeyin.,» mealindeki Bakara Sûresi 188. âyet inince -az
yukarıda da belirttiğimiz gibi- Müslümanlar daha duyarlı ve titiz davranmaya
başlamışlardı. O kadar ki, kardeş kardeşin kilerinden bir lokma ekmek, ya da
bir hurma almaktan çekinmeye başlamıştı. Allah bu kadar duyarlığın gereksiz
olduğunu hatırlatarak âyette isimlen geçenlerin -aşırı gitmemek, israfa
yolaçmamak şartıyla- birbirlerinin yiyeceğinden izinsiz yiyebileceklerini,
kardeşliğin, dostluğun ve hısımlığın bir tezahürü sayıldığını bildirerek buna
ruhsat verdi.
Bununla beraber ilim
adamları sözü edilen 61. âyeti farklı anlamda yorumlamışlardır. Şöyle ki -.
1— «Sizin de
kendi evlerinizde izinsiz yemek yemenizde..» cümlesinden sonraki hükümler
kaldırılmıştır. Nitekim Abdurrahman İbn Zeyd diyor ki: Bu hüküm artık
uygulanmaz olmuştur. İslâm'ın ilk yıllarında kapıların
üstünde kilit yoktu,
sadece birer basit perde asılı bulundurulurdu. Bazan (hısımlardan) biri
acıkırdı da evde kimse bulunmadığı halde içeri girer ve karnını doyururdu. O
sebeple Cenâb-ı Hak da buna cevaz vererek mü'min-leri birtakım şüphe ve
sıkıntıdan kurtardı. Sonraları evlere kapı ve kilit takılınca artık kimselere
kapı ve kilidi izinsiz açmak, içeri girmek helâl sayılmadı ve ilk verilen cevaz
böylece kalkmış oldu.»
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz : «Sizden hiç biriniz diğer bir kimsenin davarını izinsiz
sağmasın» buyurmuştur. [243]
2— Ali b. Talha ve İbn Abbas'a (R.A.) göre, âyet
bizatihi nâsihtir, yani diğer bir âyetin delâlet ettiği hükmü kaldırmıştır.
Şöyle ki : «Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin..» mealindeki Bakara
Sûresi 188. âyet inince, Müslümanlar «Allah bizi birbirimizin malını yemekten
men'ediyor. Mallarımızın en üstünü ise yiyecek maddeleridir. Bu durumda artık hiç birimize diğerinin
malından (izinsiz yemesi) helâl olmaz» dediler. Bu sebeple Cenâb-ı Hak Nûr
Sûresi 61. âyeti indirerek isimlen belirtilen hısım ve yakınların izinsiz
olarak birbirlerinin yiyecek maddelerinden aşırı olmamak kaydıyla yemelerinde
bir sakınca olmadığı açıklandı.
3— Saîd b. Müseyyeb, Abdullah b. Abdullah b.
Utbe b. Mes'ûd, Urve ve Hz. Aişe'ye (R.A.) göre, âyet muhkemdir. Yani hükmü
kaldırılmamıştır, kıyamete kadar devam edecektir. Şöyle ki: Müslümanlar
Resûlüllah (A.S.) ile beraber bir sefere çıktıkları zaman evlerinin anahtarlarını
güvendikleri mültezimlerine veya kefillerine verirler ve «ihtiyaç duyduğunuzda
evdeki gıda maddelerinden yiyebilirsiniz» derlerdi. Onlar da «Bunlar bize kendi
yiyeceklerini tam bir gönül hoşnutluğuyla helâl etmiyorlar» şeklinde düşünerek
yemekten kaçmıyorlardı. O sebeple 61. âyet inerek bunda bir sakınca olmadığı
açıklandı. [244]
«Gerek bir arada,
gerekse dağınık ayrı ayrı yemek yemenizde de bir sakınca yoktur.»
Yapılan rivayete göre,
Kinane Kabilesine mensup Leys b. Bekir oğullarında devam edegelen bir âdet
vardı : Onlardan biri hazırlanan yemeği bir arkadaş veya misafir buluncaya
kadar yalnız başına yemez; bazan günlerce ac kalırdı. Kur'ân-ı Kerîm bu âdeti
61. âyetle kaldırmış oldu. Ayrı ayrı veya toplu halde aynı kaptan veya her
kişinin kendine ait kaptan yemek yemesinde bir sakınca olmadığı belirtilerek
rahatlatıcı bir hüküm getirildi.
Yolculuk halinde de
yol arkadaşları isterlerse yiyeceklerini biraraya getirip toplu halde
yiyebilecekleri gibi, herkesin kendine ait yiyeceğini ayrı ayrı olarak
yiyebileceklerinde bir sakınca söz konusu değildir.
Düğün ve derneklerde
ise önceleri genellikle davetliler toplu halde, yani gruplar halinde büyükçe
bir kaba konulan yemekten yerlerdi. Günümüzde ise bu âdet yer yer kaldırılarak
davetlilere ayrı ayrı kaplarda yemek ikram edilmektedir. Şüphesiz bunda da bir
sakınca yoktur. [245]
«Evlere girdiğiniz
zaman kendinize Allah'tan feyiz, bereket, iyilik, güzellik esenliği olmak üzere
selâm verin.»
Âyette geçen «büyüt»
«beyt»in çoğuludur, «evler» anlamına gelir. İlim adamlarının bu isim üzerindeki
yorumları az farklıdır. Şöyle ki:
a) İbrahim en-Nahaî ve el-Hasan'a göre,
camiler kasdedilmektedir. O bakımdan camilere girildiğinde içeride namaz
kılmayıp oturanlar varsa, onlara selâm verilir; ibâdet eden varsa veya içeride
kimse yoksa, giren kişi kendine selâm verir.
Kendine selâm vermenin
şekli şöyledir: «es-Selâmu aleyna ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn», yani
«Selâm bize ve Allah'ın sâlih kullarına olsun.»
İbn Abbas'ın da (R.A.)
aynı görüşte olduğu rivayet edilir.
b) Cabir b. Abdullah'a ve Atâ b. Ebî Rebah'a
(R.A.) göre, konut olarak kullanılan evler kasdedilmektedir. İçinde aile halkı
bulunuyorsa onlara selâm verilir, kimseler bulunmuyorsa, (a) maddesinde belirtildiği şekilde selâm
verilir. [246]
Altmışıncı âyette
Cenâb-ı Hak evlenme ümidi kalmamış yaşlı kadınlarla ilgili bir kolaylık
getirmektedir. Şöyle ki: Bu durumda olan kadmlann sokağa çıkarken bir üstlük,
manto, çarşaf ve benzeri bir kıyafet giyinmesi zorunlu değildir. Başları
örtülü olduğu halde entariyle çıkmalarında bir sakınca yoktur.
İslâm Dini her
vesileyle kadını şehvetperestlerin kötü nazarından korumayı emreden son
dindir. Bunun için de cinsel duyguyu zararsız bir düzeyde tutmak için ciddi
bir eğitimle işe başlamakla birlikte, onu tahrik edici sebepleri en azına
indirmeyi planlamıştır. O bakımdan önce kadınların belli bir ölçüde
kendilerini korumaları şarttır. Kadın yaşlansa bile toplum içinde zîneî
yerlerini örtmekle emrolunmuştur. Ancak üzerindeki üstlük, çarşaf, manto ve
benzeri sokak kıyafetini atıp baş örtüsü ve genişçe entarisiyle sokağa
çıkmasında bir sakınca görülmemiştir. Çünkü kötü niyetlilerin şehvetini tahrik
edecek veya bir fitneye sebebiyet verecek bir görüntü mevcut değildir. Bununla
beraber yaşlı kadınların sokak kıyafetlerini giyinmek suretiyle dışarı
çıkmaları her zaman tavsiye edilir. Zira böyle bir davranış onlara vakar ve
saygınlık kazandırır. [247]
Yukarıdaki âyetlerle,
aile bünyesinde yer alan fertlerin nasıl davranmaları ve birbirlerine karşı
nasıl saygılı olmaları gerektiği üzerinde duruldu. Böylece aile çatısı altında
muaşeret adabına dikkatler çekilerek birtakım emir ve tavsiyelere yer verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in meclisinde yer alan mü'minlerin nasıl
davranmaları gerektiğine atıf yapılarak liderlerin bulunduğu toplantılarda
uygulanacak kurallardan bir kısmına yer veriliyor. Aynı zamanda Peygambere
(A.S.) hitap etme adabı öğretiliyor. Sonra da dikkatler ölüm ötesi âleme
çekilerek her söz ve davranışın ona göre ayarlanmasına işarette bulunuluyor. [248]
62—
Mü'minler ancak o kimselerdir kî, Allah'a ve Peygamber'ine imân etmişler ve
Peygamberle beraber toplu bir iş üzerinde bulunup (görüştüklerinde) ondan izin
istemedikçe (bir tarafa ayrılıp) gitmemişlerdir. Şüphesiz ki senden izin
isteyenler var ya, işte onlar Allah'a ve Peygamber'ine (dosdoğru)
inananlardır. Artık onlar bazı işleri için senden izin isterlerse, onlardan
dilediğine izin ver. Onlar için Allah'tan bağışlanma isteğinde bulun. Şüphesiz
ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
63—
Peygamber'e (kendisiyle konuşurken) seslenmenizi, kendi aranızda birbirinize
seslendiğiniz gibi saymayın. İçinizden birbirini siper edinip sıvışarak
gidenleri elbette Allah bilir. Artık Peygamberin emrine muhalefet edenler,
kendilerine bir fitnenin dokunmasından veya kendilerine elem verici bir azabın
erişmesinden (korkup) çekinsinler.
64—
Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Üzerinde
bulunduğunuz durumu ve (insanların) kendisine döndürüleceği günü çok iyi bilir
de onlara nefer yaptıklarını bir bir açık-seçik haber verir, Allah her şeyi
bilir.
Hicretin beşinci
yılında Mekkeli'ler başlarında Ebû Süfyan; Gatafan-lı'lar başlarında Uyeyne b.
Hisn bulunduğu halde Medine üzerine geldiler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
ashab-ı kiramın ileri gelenleriyle yaptığı isti-şarî toplantıdan sonra
savunmaya geçmek üzere Medine'nin çevresinde hendek kazdırmaya karar verdi.
Münafıklar birer bahane uydurup hem savunmadan, hem de hendek kazmaktan gizlice
kaçıyor, yan yan sıvışıyorlardı. İlgili âyet hem onları kınamak, hem de olgun
mü'minlerin ölçü ve bağlılığını ortaya koymak için indirildi. [249]
«Sizden biriniz
meclise (önemli bir konuyu görüşmek üzere toplantı halinde bulunanların yanına)
girdiğinizde selâm versin. Meclisten kalkıp ayrılmak istediği zaman yine selâm
versin. Çünkü önceki selâmı sonraki selâmdan daha uygun ve daha üstün değildir,
(ikisi de sünnettir.)» [250]
<{Ve Peygamberle
beraber toplu bir iş üzerinde bulunup (görüştüklerinde) ondan izin istemedikçe
(bir tarafa ayrılıp) gitmemişlerdir.»
İslâm Dini günlük
hayatımızın hemen her bölümüyle içiçedir. Söz ve davranışlarımızı yönlendirir,
düşüncelerimizi berraklaştırtr, gerçek anlamda medenice yaşamamızın ölçü ve
kurallarını öğretir. Böylece İslâm düzenli, disiplinli, ahlâklı ve fazîletli
bir ömür sürmemizi emreder. Müslüman liderin başkanlığında yapılan toplantılara
özel şekilde önem vermemizi vacip kılar. 0 gibi toplantılara bilerek ve
nezaket kurallarına uyarak girmemiz veya katılmamız ne kadar Müslümanlığımıza
yakışıyorsa, toplantıdan ayrılmak istediğimiz zaman liderden veya başkandan
izin istememiz de o nisbette imânımızın ve irfanımızın gereğidir. Böylece hem
toplantıyı idare eden lider veya başkana saygı göstermiş, hem de toplantıda yer
alan kişilerin nefretini kazanmamış, aleyhimizde şüphelenmelerine imkân vermemiş
oluruz.
«Toplu bir iş» diye
yorumladığımız «emr-i câmbden maKsat nedir? Bu konuda az farkla da olsa bazı
yorumlarda bulunan ilim adamlarımız olmuştur. Şöyle ki :
a) Müfessir İbn Kesîr'e göre : Cuma ve bayram
namazı, cemaatle kılınan namaz, önemli bir konunun müzakere edilmesine matuf
yapılan toplantı ve benzeri toplantılardır.
b) Halktan yana maslahatı gerektiren bir konu
üzerinde müslüman-ların görüşünü almak üzere yapılan istişarî mahiyetteki
toplantıdır.
c) Dinde bir sünnetin yerine getirilmesini
sağlamaya yönelik yapılan toplantıdır,
d) Savaşmaya niyetlenen düşmanı korkutmak ve o
konuda önemli karar almak için yapılan toplantıdır.
e) Umumun yarar ve zararını gerektiren önemli
konulan görüşüp sonuca bağlamak üzere yapılan toplantıdır. [251]
Bu yorumları biraraya
getirip değerlendirdiğimizde, hepsinden şu ortak sonucu çıkarmamız mümkündür:
Müslümanların din ve dünya işlerini düzene koymak, lüzumlu ve yararlı kararlar
almak, güngörmüş, bilgili, tecrübeli kişilerin görüşlerine müracaat etmek
üzere yapılan her toplantı «emr-i cami» sayılır.
Kur'ân ilgili âyette
bu gibi toplantılara katılanların davranışları üzerinde durarak mü'minle
münafığı ayırt etmek hususunda birtakım kıstaslar vermektedir. Onları şöyle
sıralayabiliriz :
Münafığın
davranışları:
a) Konuya pek ilgi duymaz,
b) Toplantının
neticesini beklemeden sudan bir
mazeret uydurarak kalkıp dışarı çıkar,
c) Yanındaki arkadaşlarıyla göz-kaş
işaretlerinde bulunur,
d) Çoğu zaman Peygamber (A.S.) Efendimiz'den,
O'ndan sonra İslâm lider veya başkanından izin istemeden ara yerden sıvışıp
toplantıyı terk-eder..
Mü'minin davranışları:
a) Allah'a
ve Peygamberine dosdoğru inanırlar.
b}
Peygamber'in (A.S.} meclisinde saygı ve edep kurallarına bağlı kalarak
otururlar.
c) Önemli bir işleri çıktığı takdirde meclisten
ayrılmak için Peygamber (A.S.)dan izin isterler.
d) Toplantıda ortaya atılan konuyu ve yapılan
konuşmaları dikkatle takip ederler,
d) Hz.
Peygamberi (A.S.) üzecek her türlü söz ve davranıştan sakınırlar. [252]
«Peygamber'e
(kendisiyle konuşurken) seslenmenizi, kendi aranızda birbirinize seslendiğiniz
gibi saymayın..»
Bu, hem Resûlüllah'a
(A.S.), hem de Ondan sonra Müslümanların başına geçen İslâm liderlerine nasıl
hitap etmemizi öğretmektedir. İslâmiye-ti din olarak seçip Hz. Peygamberin
(A.S.) meclisine ilk defa katılanlarla, içlerinde kin ve nifak tohumu bulunan
münafıklardan çoğunun: «Ya Muhammedi», «Ya Ebâ'l-Kasım!» gibi isim veya
künyesini anarak seslenmeleri, hem Resûlüllah'ı (A.S.), hem de şuurlu
mü'minleri üzmekteydi. Cenâb-ı Hak bunu bir saygısızlık ve nezaket dışı
davranış olarak vasıflandırmakta ve Peygamber'e (A.S.), aynı zamanda İslâm
büyüklerine saygı ifade eden sıfatlarla seslenilerek hitap edilmesini
emretmektedir. O bakımdan ilâhî muradı idrâk eden mü'minler, daha çok' «Ya
Resûlellah!», «Ya Nebiyyel-lah!» gibi saygı ifade eden sözler kullanarak
Peygamber (A.S.) Efendimize seslenirlerdi.
O bakımdan İslâm
liderlerine de günün adabına, saygı kurallarına göre hitap etmek
gerekmektedir. Zira edep ve terbiye, nezaket ve saygı müslümanın şiarıdır.
Hattâ Tabiînden Said b. Cübeyr ve Müoahid'in bu konuda şöyle tefsirde
bulundukları rivayet edilmiştir: «Ya Resûlellah! diye hitap ederken sesi rıfk
ve lîn ölçüsünde tutun.» Bilindiği gibi bu iki kelime nezaket havası içinde
yumuşaklık ifade eder.
Cenâb-ı Hak konunun
önemini belirtmek için bir de Hücurat Sûresinde Peygamberin huzurunda konuşma
adabın* açıklayarak mü'minleri yeterince aydınlatmaktadır. Şöyle ki: «Ey imân
edenler! Allah ve peygamberinin huzurunda ileri geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz
ki Allah işitendir, bilendir. Ey imân edenler! seslerinizi Peygamber'in
sesinin üstüne (onu bastıracak şekilde) yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle
konuştuğunuz gibi, O'na yüksek sesle hitap etmeyin. Sonra farkına varmıyarak
amelleriniz boşa gidebilir. Şüphesiz o kimseler ki Resûlüllah'in yanında seslerini
kısarlar, işte onlar Allah'ın kalplerini takva ile denediği kimselerdir. Onlar
için bol bağışlanma ve büyük karşılık vardır.» [253]
«Artık Peygamber'in
emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin dokunmasından veya
kendilerine elem verici bir azabın erişmesinden (korkup) çekinsin-ler.»
Şüphesiz Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Allah'tan aldığı vahyi aynen teblîğ ile görevlidir. İmân
edenlerin Ona dosdoğru inanıp uyması farz, muhalefet etmeleri büyük günahtır.
Muhalefette kasıt söz konusu olduğu zaman, kişiyi dinden çıkaran, yani küfrü
gerektiren bir olaydır. Zira âyetteki emir -ilim adamlarının çoğuna göre-
vücubu gerektirmektedir.
Ancak unutmamak
gerekir ki, Resûlüllah'a (A.S.) uymak yalnız O'nu görüp meclisinde yer alan
mü'minlere has olmayıp, Peygamber (A.S.)ın getirip teblîğ ettiği İslâmî esas ve
hükümlerle yükümlü olan her mü'mine -kıyamete kadar- farzdır.
Peygamber'e (A.S.)
uymak, Allah'ın emirlerine uymak ve aynı zamanda sünnetullaha uymak, ruhumuzun
yüceliğine uygun bir yol seçmek demektir. Ona muhalefet ise, bu saydıklarımıza
ters düşmek ve ruhumuzun manevî gıdasını kesmek demektir. Böyle bir tutum,
insanı mutlaka mutlu etmez, onu huzursuz edecek olaylarla karşı karşıya getirir
ve sonra da elim bir azaba sebep olur.
O bakımdan Cenâb-ı
Hak, bütün mü'minlerin. insanlığa rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'e
(A.S.) muhalefetten sakınmalarını emrediyor ve aksine bir yol tutanları
uyarıyor. Çünkü dönüş ancak Allah'adır. O yaptıklarımızdan bir bir haber veren
yegâne kudret sahibidir. [254]
Mülk O'nundur,
nimetler de O'nundur. Kâinat bütünüyle O'nun kudretinin eseridir. Mutlak
tasarruf sahibi ancak O'dur. Yerde ve göklerde olup biten her şeyden O mutlaka
haberdardır. İlmi ve kudreti her şeyi kapsayıp kuşatmıştır.
İlgili 64. âyetle bu
gerçeklere parmak basılmakta ve hayatta olan insanlar uyarılmaktadır. Böylece
Kur'ân günlük hayatımızı yönlendirmek için bazı önemli âdap ve kuralları, farz
ve vecîbeleri açıkladıktan sonra duygu ve düşüncelerimize seslenmekte,
Peygamber'e uyma hususunda düşünce ve davranışlarımızı, inanç ve sözlerimizi
aynı noktada birleştirmemizi tenbîh etmektedir. Çünkü eninde sonunda dönüşümüz Allah'a
olacak ve dünyada işlediklerimizden bize bir bir haber verecektir. O mutlak
anlamda her şeyi lâyıkıyla bilendir.
Nûr Sûresi biterken :
Nûr Sûresine, içinde
yer alan hükümlerin farz olduğu ifade edilerek başlandı ve dünyada
işlediklerimizi Cenâb-ı Hakk'ın âhirette bize bir bir haber vereceği belirtilip
ilâhî hükümlere bağlı ve sadık kalmamız emredilerek atıf yapıldı ve Allah'ın
her şeyi hakkıyla bildiği açıklanarak sûre noktalandı.
Bizi bu sûrenin de
tefsirini muvaffak eyleyen Allah'a hamd-u senalar oisun.. [255]
[1] Tefsîr-I Kurtubl: 12/158- Lübabu't-te'vîl : 3/313- İbn
Kesîr: 3/260
[2] Tefsîr-i Pethi'l-Kadîr : 4/3
[3] »
> » :
>
[4] Hak Dini Kur'ân Dili: 5/3466-Tefsir-i Nisâbûrl : 18/36
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4152.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4152-4153.
[7] Tefsir-i Kurtubî :
12/158
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4154.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4154-4155.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4155.
[10] Buharî/ahkâm: 39, sulh: 5, şürût: 9, eyman: 3, hudûd:
30, 34, 38, 46-Müslim/hudûd : 25- Ebû Dâvud/hudûd: 25- Tirmizî/hudûd: 8-
Nesâî/kuzat: 22-İbn Mâce/hudûd: 7- Dâremî/ hudûd : 1- Taberânî/hudûd: 6- Ahmed:
3/113, 116
[11] Müslim/hudûd:
12, 13- Ebû
Dâvud/hudüd: 23- Tirmizi/hudûd: 8-
İbn Mâce/hudûd: 7
[12] Nesâl/sânk:
7- İbn Mâce/hudûd:
3- Ahmed: 2/362,
402
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4156-4157.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4157.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4158.
[15] Bilgi için bak : Nisa Sûresi : 15. âyetin tefsirine
[16] Tefsîr-i Kurtubî :
15/85
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4158.
[17] Müslim/hudûd: 12,
14- Buharî/tefsîr: 4- Ebû
Dâvud/hudûd: 23- Tirmi-zî/hudûd: 8- İbn
Mâce/hudûd: 19- Ahmed: 3/476
[18] Lübabu't-te'vîl : 3/313
[19] el-Muğnî/İbn Kudame :
8/157
[20] el-Muğnî/İbn Kudame :
8/160
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4158-4159.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4160.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4160-4161.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4161.
[24] Mâide Sûresi: 45
[25] el-Muğnî/îbn Kudame: 8/214
[26] »
»:8/215
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4162.
[27] »
»:8/213
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4162.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4163.
[29] Lübabu't-te'vîl :
3/314- tbn Kesir: 3/263
[30] Lübabu't-te'vîl - Esbab-ı Nüzul: 80
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4163-4154.
[31] Bilgi için bak : Bakara Sûresi: 221. âyet tefsiri
[32] Tefsîr-i Kurtubî :
12/168
[33] İbn Mâce/nikâh: 63- Beyhakî: Hz. Aişe (R.A.)dan (îmana
Sûyûti hadisin zayıf olduğunu belirtmiştir.)
[34] Tefsir-i Kurtubî :
12/170
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4164-4165.
[36] > „_ » > >
[37] s.
s : 12/168
'
[38] Geniş bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî: 12/170, 171
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4165-4166.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4166.
[41] Sahîh-i Buharî :
11/1716 - Sahîh-i Müslim
[42] Sahîh-i Buharî/şahadat : 21, tefsir: 24, talâk : 28-
Müslim/liân : 11- Ebû Dâvud/talâk: 27-
Tirmizî/tefsîr: 24- Nesâî/talâk : 37, 38- İbn Mâce/talâk : 27-Ahmed :
1/273, 3/142
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4168-4169.
[43] Müslim/imân:
144- Buharî/vasaya : 23, hudûd:
44- Ebû Dâvud/vasaya: 10- Nesâî/vasaya :
12, tahrîm: 18- Ahmed: 1/202-5/291
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4169.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4169-4170.
[45] Geniş bilgi için bak : el-Muğnî/lbn Kudame : 8/219
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4170.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4170.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4171.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4171.
[49] el-Muğnî/tbn Kudame :
8/216
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4171-4172.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4172.
[52] Müsned-i Ahmed :
2/38
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4172-4174.
[54] Tefsîr-i Kurtubî :
12/186
[55] Tefsİr-i
Kurtubî : 12/1191 -
Bedayi'u's-Sanayi' : 3/238
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4174-4175.
[56] »
s : 12/193
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4175.
[57] Bedayi'us-Sanayi'
Fi Tertibi'ş-Şerayi1 : 3/240
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4175.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4176.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4176.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4179-4180.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4180-4181.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4181-4182.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4182.
[64] Lübabu't-te'vîl: 3/320 - Esbab-ı
Nüzûli'l-Kur'ân/Süyûtî: 83
[65] Buharı - Müslim : Ebû HÜreyre (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4184.
[66] Buharî/vasaya: 23, hudûd : 44- Müslim/imân : 144- Ebû Dâvud/vasaya: 10- Nesâî/vasaya: 12, tahrîra:
18- Ahmed : 1/202-5/219
[67] Taberânî: Huzayfe (R.A.)den
[68] tbn Ebî Hatim : Ebû Saîd (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4185.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4185-4186.
[70] Bilgi için bak :
Necm Sûresi : 32- Nİsâ Sûresi :'
49
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4186.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4187.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4187-4188.
[73] tbn Mâce/nikâh :
46
[74] Buharî/enbiya :
8, 14, 19, menakıb : 1,
tefsîr: 12- Müslim/fezâil : 168-
[75] Müslim/redâ' ;
59- Ibn Mâce/nikâh : 5-
Ahmed: 2/166
[76] Taberâni - el-Hâkim - Beyhakî : îsnad-i sahîh ile
[77] Müsned-i Ahmed :
3/80
[78] Buharî/nikâh :
15- Ebû Dâvud/nikâh : 2-
Nesâi/nikâh : 13- tbn Mâce/ nikâh: 6-
Dâremî/nikâh: 4- Taberânî/nikâh
: 21
[79] İbn Mâce/zühd :
15- Ahmed: 2/353, 405, 508
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4188-4189.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4189.
[81] Fazla bilgi için bak : Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı/Celâl
YILDIRIM- 2/481 482
[82] el-Muğnî/lbn Kudame :
6/480
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4189-4190.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4190.
[84] Tefsir-i
Kurtubî : 12/213
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4191-4192.
[85] Ebû Dâvud - Tirraizî
[86] Ebû Dâvud/edeb :
127- Ahmed : 5/269
[87] Buharî/isti'zan :
13- Müslim/edeb: 32, 34, 36- İbn Mâce/edeb: 17
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4192-4193.
[88] Bilgi için bak :
Nur Sûresi : 58. âyetin tefsiri
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4193.
[90] Tefsîr-i Kurtubî;
12/214
[91] Buharî: 12/324
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4193-4195.
[92] Fazla bilgi için bak : Câmiu'l-beyân Tefsiri/İbn Cerîr
et-Taberî: 8/89, yu
[93] Tefsîr-i Kurtubî:
12/221
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4195.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4196.
[96] Esbab-ı Nüzûli'l-Kur'ân : 84
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4197.
[97] Müslim/edeb :
45- Ebû Davud/nikâh : 43-
Tirmizî/edeb : 28- Dâremî/ isti'zan : 15- Ahmed :
4/258, 261
[98] Muvatta' : Ata
b. Yesar'dan
[99] Buharı/isti'zan :
12, kader: 9- Müslim/kader: 20-
Ebû Davud/nikâh : 43- Ahmed :
2/276, 344, 3/379, 431, 536
[100] îbn Ebî Dünya:
Ebû Hüreyre (R.A.)den
[101] Buharî/daavat:
3- Müslim/zikir: 42-
Ebû Davud/diyat: 3-
îbn Mâce/ edeb: 57- Ahmed:
4/211, 260, 261, 410- 5/411
[102] Müslim/tevbe:
1-8- Buharî/daavat; 4-
İbn Mâce/zühd: 7/30/kıyâmet: 49, daavat:
98- Dâremî/rikak: 19-
Ahmed: 1/383- 2/316,
500, 524- 3/83,
213-4/273, 275, 283
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4198.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4199.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4199-4200.
[105] Bu hadîs hakkında Ebû Dâvud ile Ebû Hatim er-Râzî
şöyle demişlerdir: «Hadîs murseldir. Çünkü râvî Halid b. Derîk bunu bizzat Hz. Aişe'den
(R.A.) işit-meraiştir.s.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4200-4201.
[106] İbn Cerîr
et-Taberî
[107] % » »:18/93
[108] » » »:18/93
[109] » » »:18/92
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4201.
[110] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Kurtubî: 12/230
[111] Tefsîr-i Kurtubî :
12/230
[112] Tefsîr-i îbn Kesîr :
3/284
[113] Bilgi için bak :
Ahzab Sûresi : 59. âyetin tefsiri
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4201-4203.
[115] 'îbn Kudame/el-Muğnî :
1/578, 579
[116] s>
» » :
1/601
[117] »
> » :
1/604
[118] Kitabu'l-Fıkhi
Alâ'l-Mezahibi'l-Arabaa : 1/188
[119] Abdurrahman
el-Cezîrî/el-Fıkhu
Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa : 1/189
[120] » » » » » » s. »
[121] » » » » » : A
» » »
[122] v> » » » » » 1/190
[123] » » » » » * 1/192
[124] » » > > > > » _
Tef_ sîr-i Kurtubî: 12/229
[125] Abdurrahman el-Cezîrî/Kitabu'1-Fıkhi
Alâ'l-Mezahibi'l-arbaa : 1/192
[126] » »»»»»»: 1/193
[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4203-4205.
[128] Bilgi için bak :
Tefsîr-i Kurtubî: 12/231
[129] İbn Cerîr et-Taberî/Câmiu'1-beyân : 18/95 - Tefsîr-i Kurtubî : 12/233
[130] »»
» » » s
» » » »
[131] Tefsîr-i Kurtubî :
12/233
[132] »
» » >
[133] » » » »
[134] Ebû Dâvud/libas :
32- Müsned-i Ahmed : 1/106
[135] Fazla bilgi için
bak: Tefsîr-i Kurtubî : 12/234
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4205-4208.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4208-4209.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4209.
[139] Buharî/nikâh:
2- Müslim /nik âh: 1, 3-
Nesâı/nikâh : 3, siyam: 43- İbn Mâce/nikâh: 1- Dâremî/nikâh : 2
[140] İbn Mâce/nikâh:
8- Ahmed : 2/172
[141] Tirmizî/fezâil-i
cihad: 20- Nesâî/nikâh:
5, cihad : 12
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4211.
[142] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4211-4212.
[143] Buharî/nikâh:
36- Ebû Dâvud/nikâh:
15- Dâremî/nikâh: 11-
Ahmed: 1/250-4/394, 413, 418
[144] Dârekutnî: Ebû
Hüreyre (R.A.)den
[145] Ebû Dâvud/nikâh:
19- Tirmizi/nikâh: 14-
Dâremî/nikâh: 11- Ahmed: 6/166
[146] Bilgi için bak :
Tefsîr-i Kurtubî : 3/75
[147] Ebû
Zekeriya
en-Nevevî/Minhacüttâlibîn : 85
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4212-4213.
[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4213-4214.
[149] Nur Suresı :33
[150] Nisa Suresi :25
[151] Nisa Suresi :25
[152] Enfal
Sûresi : 67
[153] »
» : 70
[154] însan Sûresi : 8,9
[155] Muhammed Sûresi: 4
[156] Bakara Sûresi:
221
[157] >
> : 25
[158] Nur Sûresi: 32
[159] Mecmeû'l-Enhür :
1/239-Matbaa-i Osmaniye : 1327
[160] Nisa Sûresi :
92
[161] Mâide Sûresi: 89
[162] Mücadele Sûresi :
3,4
[163] Bakara Sûresi:
128
[164] Buharî/imân :
22, itk : 15-
Müslim/eymân : 40
[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4214-4217.
[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4217-4218.
[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4218-4221.
[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4221.
[169] Buharî/teheccüd : 1, daavat : 9, tevhîd : 8, 24, 35-
Müslim/müsafirîn 199- Ebû Dâvud/vitir: 25, salât: 119- Tirmizî/daavat: 29-
Nesâî/kıyamülleyl 9- İbn Mâce/ikamet: 180- Dâremî/salât: 169- Taberânî/Kur'ân:
24- Ahmed 1/298, 308, 385- 4/369
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4222.
[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4222-4223.
[171] Bakara Sûresi: 257
[172] îbrâhim Sûresi :
1
[173] Ahzab Sûresi :
43
[174] Talâk Sûresi : 11
[175] Mâide Sûresi :
15 (Ayrıca bak : Hadîd : 9, Nisa : 52, A'raf : 157. âyetlerin tefsîri)
[176] Mâide Sûresi :
46 (Ayrıca bak : Mâide Sûresi : 44. âyetin tefsiri)
[177] En'am Sûresi : 1 (Ayrıca bak : Ra'd Sûresi : 16.
âyetin tefsiri)
[178] Tevbe Sûresi : 32
(Ayrıca bak : Zümer Sûresi : 22. âyetin tefsiri)
[179] Nur
Sûresi: 35
[180] Nûr Sûresi
: 35
[181] Zümer Sûresi :
69
[182] En'âm Sûresi:
122
[183] Nuh Sûresi :
16
[184] Yunus Sûresi :
5
[185] Nur Sûresi: 40
[186] Hadîd Sûresi:
12
[187] Tahrîm Sûresi:
8
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4223-4226.
[188] Zeytin ağacı hakkında bak : Nahl Sûresi: n, Tîn
Sûresi; 1, Abese Sûresi : 39.
âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4226-4227.
[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4227.
[190] Buharî/salât :
65- Müslim/mesacid : 24
[191] tbn Mâce/mukaddeme :
20, mesacid: 1
[192] Ahmed : 1/53,
61, 70, 241- 2/221- 3/490- 4/386- 6/461- Tirmizî/cumua: 64- Ebû
Dâvud/salât: 13
[193] İbn Mâce/mesacid:
13- Daremî/isti'zan : 56-
Taberânî/sefer : 58
[194] Ebû Dâvud/salât :
48- Ahmed: 5/268
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4228-4229.
[195] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4229-4230.
[196] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4230-4231.
[197] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4231.
[198] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4231-4232.
[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4232.
[200] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4233-4234.
[201] Kur'ân Ve Modern Îlim/Celâl YILDIRIM tercümesi - Sebat
Matbaası?
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4234.
[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4235.
[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4235-4236.
[204] Buharî/tefsîr:
1/45, tevhîd: 35- Müslim/elfaz
: 2.3-
Ebû Dâvud/edeb: 169- Ahmed : 2/238, 282
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4237.
[205] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4237-4238.
[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4238-4240.
[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4240.
[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4240.
[209] Bilgi için bak : tsrâ Sûresi : 12. âyetin tefsîri
[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4241.
[211] Bu konuda bilgi için bak : Bilim ve Teknik 165, Ağustos 1981
[212] Fazla bilgi için bak : Enbiyâ Sûresi 30 ve Furkan
Sûresi 54. âyetin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4241-4242.
[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4243.
[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4243.
[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4243-4244.
[216] Lübabu't-te'vîl :
3/336
[217] Tefsîr-i İbn Kesir :
3/298
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4246.
[218] Tefsîr-i İbn Kesîr : 3/299
[219] İbn Ebî Hatim - îbn Kesîr : 3/299
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4246.
[220] Buharî/şehadat: 28- Müslim/imân: 107, 109- Tirmizî/imân : 14
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4246-4247.
[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4247-4248.
[222] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4248.
[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4248-4249.
[224] Buharî/menakıb : 25 (Hadîs farklı lafızlarla birkaç
tarikten rivayet edilmiştir.)
[225] Müslim/f İten :
19- Ebü Dâvud/fiten: 14- îbn
Mâce/fiten: 9- Ahmed: 3/278,
284- 4/123
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4250. -
[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4250-4252.
[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4252-4253.
[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4253.
[229] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4253-4254.
[230] Lübabu't-te'vîl :
3/339
[231] » » »
» Tefsîr-i Kurtubî: 2/302
[232] Lübabu't-te'vîl :
340, 341- İbn Kesîr : 3/304
[233] »
> »
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4256-4257.
[234] Hafız Bezzar :
Enes b. Mâlik (R.A.)den
[235] Ebû Dâvud/et'ime: 14
[236] îbn Mâce/et'ime : 17
[237] Ebû Dâvud/edeb
: 103
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4257.
[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4258.
[239] Tefsîr-i Kurtubî :
12/308
[240] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4258-4260.
[241] Tefsîr-i İbn Kesîr :
3/303
[242] Geniş bilgi için bak: Tefsîr-i Kurtubî : 12/303-304
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4260-4261.
[243] İbn Mâce/ticarat: 68- Ebû Dâvud/cihad : 85-
Tirmizî/büyû' : 59- Tabe-rânî/isti'zan :
17- Müsned-i Ahmed : 2/6,57
[244] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4261-4262.
[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4262-4263.
[246] Geniş bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî : 12/318
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4263.
[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4263-4264.
[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4264.
[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4266.
[250] Tirmizî/isti'zan :
13, 15
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4266.
[251] Fazla bilgi için bak : Ibn Cerîr Taberî/CâitiÖI-beyân
fi Tefsîri'I-Kur'ân: 18/133, 134-
Tefsir-İ Kurtubî : 12/320
[252] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4266-4268.
[253] Hücurat Sûresi : 1-3. âyet
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4268-4269.
[254] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4269-4270.
[255] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4270.