NÛR     SÛRESİ 4

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 4

Meali: 4

İlgili  Rivayetler. 4

Yorumlar. 4

Âyetler Arasında Bağlantı 4

Meali: 5

İlgili Hadîsler. 5

Zina Nedir?. 5

Zina Sucu Ne İle Sübut Bulur?. 5

Dört Şahidin Şehadeti Gerekir. 6

Recm Hakkında Âyet Var Mıdır?. 6

Değnekte Uygulanacak Ölçü. 6

Zina Kesinlikle Haram Kılınıp Yasaklanmıştır. 7

Konuyu Şöyle Özetliyebiliriz. 7

Recm Cezası Sadece Müslümanlara Mı Hastır?. 7

Suçun Tekrarı Cezanın Tekrarını Gerektirir Mi?. 7

Âyetler Arasında Bağlantı 8

M E A L 1 ; 8

İniş Sebebi 8

Âyette Geçen Nikâh Kavramı 8

Zina, Mevcut Nikâh Akdini Bozar Mı?. 9

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali: 9

İniş Sebebi 10

İlgili Hadîs. 10

Fıkhî Yönü. 10

Suçlanan Kimse, Suçlayanın Evlâdı İse. 10

Lûtîlikle Suçlamak. 11

Suçlamada Bulunanın Şahitliği 11

Zina Suçlamasında Bulunana Ceza Verilmeden Tevbe Ederse. 11

Muhsanat Sıfatı 11

Karısını Zina İle Suçlayan Kimseyle İlgili Hüküm.. 11

Meselenin  Fıkhı  Tahlili 12

Liân Kimler Arasında Yapılır?. 12

Adam-Karısıyla Kimin Zina Ettiğini İsmen Açıklarsa. 13

Eşini Suçlayan Adamın Şahitliği Muteber Midir?. 13

Hakların Korunması 13

Âyetler Arasında Bağlantı 13

Meali: 14

İniş Sebebi 14

Münafıklara Dikkat 14

İfk'in Tarifi 15

Âyetler Arasında Bağlantı 15

Meali 16

İniş Sebebi 16

İlgili Hadisler. 16

Şeytan, Kötülüklerin Kaynağıdır. 16

Duygu Ve Düşüncelerin Eğilimini En İyi Bilen Allah'tır. 17

Kendisine İyilik De Yapılsa, İnsan Yine De Nankör Olabilir. 17

Âyetler Arasında Bağlantı 17

Meali: 18

İlgili Hadîsler. 18

Hz. Âişe (R.A.) Validemiz. 18

Evlilikte  Kefaet  (Denklik) 18

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 19

İniş Sebebi 19

İlgili Hadisler. 19

Mesken Dokunulmazlığı 19

Başkasının Evine Girmek İçin Prensip. 20

Meskûn Olmayan  Evler. 20

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali: 21

İniş Sebebi 21

İlgili Hadîsler. 21

Erkeklerin Gözlerini Haramdan Sakınması 22

Kadınların Gözlerini Sakınması, İffetlerini Koruması 22

Kadınların Zınetı Ve Zınet Yerleri 22

Zinet Kavramıyla İlgili Açıklama. 23

Başörtüsünü Yaka Üzerine Gelecek Şekilde Örtünmek. 23

Konunun Fıkhı Yönü. 24

Kadinlar Zinet Yerlerini Kimlerin Yaninda Açabilirler. 25

Zîneti Teşhirden Sakınmak Vaciptir. 26

Âyetler Arasinda Bağlantı 26

İlgili Hadîsler. 26

Bekârları  Evlendirmek. 27

Fıkhî Yönü. 27

Evlenemiyen Bekârlar. 28

İslâm'da Köleliğin Yeri Ve Anlamı 28

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali: 30

Açık Seçik Âyetler. 30

Âyetler Arasında Bağlantı 31

Meali: 31

İlgili Hadîs. 31

Allah, Göklerin Ve Yerin Nurudur. 31

Kur'ân-I Kerîm'e Göre Nurun Delâlet Ettiği Manalar. 31

Nefis Bir Benzetme. 33

Âyetler Arasında Bağlantı 33

M E A L İ : 33

İlgili Hadîsler. 34

Mescidlerin Yükseltilmesi 34

Allah'ın Nurunun Camilerde Yansıması 34

Ticaretle İbâdet Arasında Tercih. 35

Kalplerin Ve Gözlerin  Döneceği Gün. 35

Âyetler Arasında Bağlantı 35

Meali: 35

İki Nefis Misal İle Düşündürücü İki Benzetme. 35

Denizlerde İç Ve Dış Dalgalar. 36

Misallerden Alınacak Öğütler. 36

Âyetler Arasında Bağlantı 36

Meali: 36

Kudsî Hadîs. 37

Her Şey Yaratanı Teşbih Ediyor. 37

Kuşların  Teşbihi 37

Göklerin Ve Yerin Mülkü Kime Aittir?. 38

Bulutların Oluşması 38

Gece İle Gündüzün Birbirini İzlemesi Olayı 38

Her Canlı Sudan Yaratılmıştır. 38

Yürüyenler Ve Sürünenler. 39

Açıklayıcı Ve Yönlendirici Âyetler. 39

Âyetler Arasında Bağlantı 39

Meali; 40

İniş Sebebi 40

İlgili Rivayetler. 40

Mü'minle Münafık Arasında Bir Diğer Fark. 40

Kurtuluşa Erenler. 41

Görev Ve Sorumluluk. 41

Meali: 41

İlgili Hadîsler. 42

Allah Ve Peygamberi Adına Söz Söylemek Ve Hükmetmek. 42

İmânla Küfür Mücadelesi 42

Küfür, Hakkı Âciz Bırakamaz. 43

Âyetler Arasinda Bağlantı 43

Meali: 43

İniş Sebebi 44

İlgili Hadîsler. 44

İslâm'da Aile Düzeni 44

Fıkhî Yönü. 45

Terkedilen Üç Emir. 46

Müslüman Kardeşliğinin Bir Diğer Ölçüsü. 46

Toplu Ve Dağinik Halde Yemek. 47

Evlere Girince Selâm Vermek. 47

Evlenme Ümidi Kalmamış Yaşlı Kadınlar. 47

Âyetler Arasında Bağlanti 47

Meali: 47

İniş Sebebi 48

İlgili Hadîs. 48

Toplantı Adabı 48

Peygamber (A.S.) Efendimize Hitap Etme Adabı 49

Peygamber (A.S.) Efendimize Muhalefet Edenler. 49

Allah, Her Şeyi Hakkıyla Bilir. 49


NÛR     SÛRESİ

 

Müfessirlerin ve diğer ilim adamlarının icma'ıyla, bu sûrenin Medine'­de indiği kesinlik kazanmıştır. [1] Nitekim İbn Murdeveyh'in İbn Abbas (R.A.) ile İbn Zübeyir'den yaptığı rivayette, onlar şöyle demişlerdir: «Nûr Sûresi Medine'de inmiştir.» [2]

Ebû Ubeyde kendi te'lîf ettiği Fezâil'de Harise b. Madar'ın şöyle dedi­ğini rivayet etmiştir: «Ömer b, Hattab (R.A.) bize. Nisa,. Ahzâb ve Nûr sû­relerini öğretmemiz için bir emirname yazıp gönderdi.» [3]

Âyet sayısı        :     64 Kelime »           : 1316

Harf     »            : 5330 [4]

Sûre, ismini, «Allah göklerin ve yerin nurudur» mealindeki 35, âyetten alır. [5]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  Zina suçunun cezasından; iffetli evli kadınlara zina isnat etmek­ten dolayı gereken hadden söz edilir.            

2—  Hz. Aişe (R.A.) Validemize atılan iftira açıklanır.

3—  Namus ve iffetin korunması, gözün harama bakmaktan sakınma­sı emredilir; kadınların zînet yerlerini açmamaları üzerinde durulur.

4__ Nikâh konusuna yer verilir.

5— İnkarcıların dünyada yaptıkları iyi-yararlı amellerin Kıyamet gü­nünde bir fayda sağlamıyacağı hatırlatılır.

6—  Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden belgeler sergilenir.

7—  Münafıkların ve mü'minlerin birtakım vasıf ve özellikleri, karak­ter yapıları açıklanır.

8—  Aile düzeni, aile fertlerinin davranışları konu edilir ve bazı kural­lara yer verilir.

9—  Özürlülerin savaşa katılmamaları hakkındaki hüküm bildirilir.

10—  Hısımların birbirlerinin gıda maddelerinden izin almaksızın ye­melerinin caiz olduğu belirtilir.

11—  Peygamber (A.S.) Efendimizin yüce meclisinden izin istemeden ayrılanlar uyarılır ve bu hususta uygulanacak kural açıklanır. [6]

 

Meali:      

 

1— Bu bir sûredir ki, onu indirdik ve (hükümlerini) farz kıldık. İçinde açık seçik âyetleri, düşünüp öğüt alasınız diye indirdik.

 

İlgili  Rivayetler

 

Hz. Ömer (R.A.), Küfe halkına, kadınlarına Nûr Sûresini öğretmelerini tavsiye eder mahiyette bir genelge yazıp göndermiştir.

Hz. Aişe (R.A.) Validemiz de, «Kadınlarınızı çardak ve teraslarda işsiz-güçsüz oturtmayın; onlara Nûr Sûresi'ni ve bir de iplik eğirmeyi öğretin» diye tavsiyede bulunmuştur. [7]

 

Yorumlar

 

Bu bir suredir ki'' onu indirdik ve (hükümlerini) farz kıldık.»

İlim adamları âyetin bu bölümünü şöyle yorumlamışlardır:

A) Sûrede gecen hükümleri farz ve onlarla amel etmenizi gerekli kıl­dık.

B)  İçindeki şer'İ cezaları takdîr ettik.

C) İçindeki hükümleri ve oezâları size ve sizden sonrakilere -Kıyamet kopuncaya kadar- farz kılıp kesinleştirdik.

Bu yorumlardan, sûrede yer alan hükümlerin vücup (farziyet) ifâde et­tiği anlaşılıyor. Nitekim müctehit imamlar da .ilgili hükümlerin farz olduğu­nu bilistidlâl açıklamışlardır. Resûlüllah (A.S.) ile dört halîfe devrindeki uygulama da bu doğrultuda cereyan etmiştir. Onun için ilim adamları âyetteki «faraznaha»yı «kata'nâha» şeklinde tefsîr etmişlerdir. Yani sûre­deki hükümleri kesinleştirdik demektir ki bu da her bakımdan farziyeti ifâ­de eder. [8]

 

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, Nûr Sûresi'nde yer alan hükümlerin kesinlik arz-eder ölçüde olduğu belirtildi. Buradaki «vücup»tan maksat, yukarıda da açıkladığımız gibi «farziyet»tir.

Aşağıdaki âyetle, sûrede yer alan farz hükümlerden birinin de zina su­çundan dolayı haddin gerekmesi ve uygulanması olduğu açıklanıyor. [9]

 

Meali:

 

2— Zina eden erkek ve zina eden kadından her birine yüz değnek vu­run. Eğer Allah'a ve Âhiret gününe inanıyorsanız Allah'ın dinin(in hüküm­lerini uygulamada) bunlardan yana bir şefkat ve acıma duygusu sizi tut­masın ve mü'minlerden bir topluluk da onlar hakkında uygulanan azap (cezây)a şahit olsunlar, (hazır bulunsunlar).

 

İlgili Hadîsler

 

«Bedevilerden iki adam, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e geldi. Onlardan birisi şöyle dedi: «Ey Allah'ın Peygamberi! oğlum bu adamın yanında üc­retli işçi olarak çalışıyordu. Derken oğlum bunun karısıyla zina etmiş. Bu suça karşılık fidye olarak yüz koyun ve bir de câriye verdim. Sonra da durumu bazı ilim adamlarına sordum. Onlar bana : «Oğluna yüz değnek vurulması ve bir yıl sürgün edilmesi; kadının da recm edilmesi gerekir.» dediler. Olay bu, siz ne buyurursunuz?»

Peygamber (A.S.) Efendimiz ona şöyle buyurdu :

«Canımı kudret elinde bulunduran yüce zata and olsun ki, aranız­da Allah'ın kitabıyla hükmedeceğim : Ona fidye olarak verdiğin yüz koyun ve bir câriye sana geri verilecek. Oğluna da yüz değnek vurulup bir yıl sür­gün edilecek.» Sonra da Eşlem kabilesinden Enîs veya Üneys adında bir adama seslenerek şöyle buyurdu : «Sabah olunca o kadına git. Suçunu itiraf ederse kendisini recmet!» Enis veya Üneys (R.A.) aldığı bu emir üze­rine sabahlayın o kadına gitti. Kadın suçunu itiraf edince recmedildi.» [10]

«Benden (gerçeği) alın, benden (doğru olan hükmü) alın: Allah kadınlar için bir yol koymuştur: Bekâr erkek bakire kızla zina ederse, (her biri­ne) yüz değnek vurulur ve bir yıl sürgün edilir. Evli erkek evli veya dul ka­dınla zina ederse, taraflara, hem yüz değnek, hem de recm gerekir.» [11]

«Yeryüzünde yerine getirilen bir hadd (şer'î ceza), yeryüzü ehline kırk sabah yağmurundan daha hayırlıdır.» [12]

 

Zina Nedir?

 

Arada nikâh akdi ve nikâh akdi şüphesi olmaksızın aklî dengeleri ye­rinde ergen erkekle ergen kadının cinsel temasta bulunmasıdır. Ancak zi­na konusunda.evli ile bekâr hakkında uygulanan ceza değişik olduğundan zina eden erkekle kadını altı kısma ayırmışlardır:

1—  İkisinin de evli, aklî dengeleri yerinde ve ergen olması,

2—  İkisinin de bekâr, aklî dengesi yerinde ve ergen olması,

3—  İkisinden birinin evli, birinin bekâr olması,

4— İkisinin de bekâr olup, henüz ergenlik çağına girmemiş olması,

5—  İkisinden birinin ergen olması, diğerinin ergen olmaması,

6—  İkisinin veya birinin aklî dengesinin bozuk olması..

Birinci gruba girenler, suçları ya kendi itiraflarıyla, ya da dört şahi­din şehadetiyle sabit görüldüğü takdirde, recmedilirler.

İkinci gruba girenlere yüzer değnek vurulur.

Üçüncü gruba girenlerden evli olanı recmedilir; bekâr olantna yüz değnek vurulur

Dördüncü gruba girenler hakkında başka cezalar uygulanır.

Beşinci gruba girenlerden ergen olan bekâra yüz değnek vurulur; er­gen olmayana başka ceza verilir.

Altıncı gruba girenlerden aklî dengesi yerinde olana, hâkimin takdir edeceği bir ceza uygulanır; aklî dengesi yerinde olmayana ceza verilmez. [13]

 

Zina Sucu Ne İle Sübut Bulur?

 

Zina suçu şu üc şeyden biriyle sübut bulur:

1—  Zina eden kimsenin bu fiili işlediğini kendisinin itiraf etmesi, (bu­na ikrar da denilir).

2—  Kocasız olan kadının gebe kalması,

3—  Zina fiilini dört kimsenin gözleriyle gördüklerine dair şahitlik et­mesi.

Zorla, ölüm tehdidiyle tecavüze uğradığı sabit görülen kadına ceza gerekmez. Nitekim âyette «zâniye» sıfatı kullanılmıştır ki bu, kendi arzu­suyla zina fiilini işleyen kadın hakkında sıfat olur. Zinaya zorlanan, tehdit edilerek ırzına geçilen kadın «zâniye» değil, «mezniyye»dir ve o takdirde sadece mef'ûl olduğundan herhangi bir ceza gerekmez. [14]

 

Dört Şahidin Şehadeti Gerekir

 

Nisa Sûresi 15. âyette belirtildiği üzere, «aleyhlerine aranızdan dört şahit getirin» buyurulmaktadır. Bu anlatımda yer alan ikinci şahıs zamiri «minküm»den şahitlerin erkek, aynı zamanda müslüman olması gerekiyor. Ayrıca bu şahitlerin zina olayını tam fiil halinde görmelerinin şart olduğu hadîs ile sabit olmuştur. İlim adamlarının bu hususta icma'ı vardır.

Nisa Sûresinde, zina suçu dört erkek şahitle sübut bulan kadına, ev­de tutuklanarak hapis cezasıyla cezalandırılması öngörülmüşse de, bu İs­lâm'ın ilk yıllarına mahsus bir hükümdür ki, Nûr Sûresi'nin ikinci âyetiyle kaldırılmıştır. Nitekim recm âyeti inince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «(Zina hakkındaki ilâhî hükmü) benden alın, benden alın...» buyurarak ilk inen hükmün neshedildiğine işarette bulunmuştur. [15]

İbn Zeyd, zina eden kadının evde hapsedilmesinin bir ceza anlamı ta­şıdığını ve bu durumda olan kadının evlenmesine müsaade edilmediğini belirtmiştir. [16]

 

Recm Hakkında Âyet Var Mıdır?

 

Recm cezası hakkında Kur'ân'da bir açıklama ve hüküm yoktur. Ancak lafzı neshedilen ve hükmü baki kalan, aynı zamanda tevatüren sabit olmayan, «Yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina ettikleri zaman onları elbette, mutlaka recm ediniz» mealinde bir âyet söz konusudur.

O halde recm cezası sahîh hadîsle sübut bulmuş bir hükümdür ve ilim adamlarının bu hususta icma'ı vardır. Bunun gibi yüz değnek cezasından sonra bir yıl sürgün cezası da hadîsle sübut bulmuştur.

Recm ile ilgili sahîh hadîs meâlen şöyledir:

«(Zina hakkındaki ilâhî hükmü) benden alın, benden alın: Allah ger­çekten onlara bir yol (gösterip hüküm) koydu: Bekâr erkek, bekâr kadın­la zina ederse herbirine yüzer değnek vurulur ve birer yıl sürgün edilir. Ev­li erkek evli kadınla veya dul kadınla zina ederse, herbirine yüzer değnek vurulur ve recm edilir.» [17]

Recm cezasıyla birlikte suçluya yüz değnek vurulması; diğer yandan zina eden bekâra yüz değnek cezasıyla birlikte bir yıl sürgün cezasının uy­gulanması hakkında müctehit imamların ve bu sahada söz sahibi ilim adam­larının farklı istidlal ve içtihatları vardır. Şöyle ki:

a)  İmam Şafiî'ye göre, yüz değnek cezasıyla birlikte bir yıl sürgün de gerekir. Çünkü bu hususta sahîh hadîs mevcuttur.

b)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, sürgün cezası hükümdarın re'yine ve iradesine bırakılır; dilerse uygular, dilerse uygulamaz.

c)  İmam Mâlik'e göre, zina eden bekâr erkeğe hem yüz değnek vu­rulur, hem de bir yıl sürgün edilir. Zina eden bakire kıza ise, sadece yüz değnek cezası uygulanır, ama sürgün edilmez. [18]

Zina eden evli kişiye recm ile birlikte yüz değnek vurulmasına gelin­ce: Bu hususta da imamların farklı görüş ve içtihatları ortaya çıkmıştır. Şöyle ki:

a) İmam Ahmed b. Hanbel'den farklı iki rivayet tesbit edilmiştir. İkin­ci rivayete göre, sadece recm cezasıyla yetinilir. [19]

b) Nahaî, Zührî, Evzâî, Mâlik, Şafiî ve rey tarafdarı olan müctehitlere göre, sadece recm cezasıyla yetinilir. [20]

 

 

Değnekte Uygulanacak Ölçü

 

Vurulacak yüz değneğin ölüme sebebiyet vermiyecek, vücutta yara açmayacak ve sağlığı tehlikeye düşürmeyecek şekilde kullanılması gere­kir. Konuyla ilgili hadîslerin ve başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere dört halîfe devrindeki uygulamanın ışığı altında müctehit imamlar şöyle bir sıralamada bulunmuşlardır:

1—  Değnek  kalın  olmayacak,  ince  bir çubukla  da  yetinilmeyecek, normal bir parmak kalınlığında olacak, üzerinde budak bulunmayacak,

2—  Çıplak  bedene  vurulmayacak,  aynı   zamanda  değneğin  tesirini büsbütün kesecek kadar kalın bir elbise suçlunun üzerinde bulunurken uygulanmayacak,

3—  Yüz, karın, böbrek, utanç yerleri gibi tehlike arzedecek, sağlığı bozacak yerlere vurulmayacak,

4—  Değneği kullanacak olan kimsenin orta güçte olmasına ve elini kaldırırken  omuz  seviyesini  aşmayacak  ölçüde  tutmasına  dikkat  edile­cek,

5—  Değnek vücudun kaba et kısımlarına tevzi edilecek şekilde yay­gınlaştırılacak, sadece bir iki yere teksif edilmeyecek..

Uygulanan zina cezasından ibret alınması için müsiümanlardan bir topluluğun hazır bulunması gerekir. Aynı zamanda hem cezayı uygulayan­ların, hem de ona hazır olanların duygusal davranmamaları, ilâhî emrin yerine getirilmesinde birçok fayda ve hikmetlerin söz konusu olduğunu düşünerek ne gerekiyorsa onu aynen tatbik etmeleri bir emri ilâhîdir. [21]

 

Zina Kesinlikle Haram Kılınıp Yasaklanmıştır

 

Zinanın haram kılınıp büyük günahlardan sayılması ve o bakımdan kesinlikle yasaklanması, kitap, sünnet ve icma' ile sübut bulmuştur. Ehl-i Sünnet'ten buna muhalefet eden olmamıştır.

Zina sucuyla ilgili maddî ve manevî müeyyidenin ağırlığının şüphesiz birtakım önemli sebepleri vardır. Onları şöyle sıralayabiliriz:

a)   Ümmet ve milletin temelini oluşturan aile yuvasını iffet ve namus düzeyinde koruyup devam ettirmek,

b)  Nesebi gayr-i sahih soysuz bir neslin oluşmasını önlemek,

c)  Bulaşıcı olup tehlike arzeden birtakım hastalıklardan yetişmekte olan nesli korumak,

d)  Kadınların annelik vasfını, iffet ve namusunu her türlü tecavüzden uzak bulundurmak,

e)  Gözü dönmüş şehvetperestierin kötü emellerini frenlemek ve böy­lece onları meşru aile sınırlarında tutmak,

f)  Kötü niyet taşıyan namus düşmanlarının önünde caydırıcı bir set oluşturmak,

g)  Aile ve toplumu güven ve huzur havasında bulundurmak.. [22]

 

Konuyu Şöyle Özetliyebiliriz

 

Ahlâk ve fazileti, aile ve sağlığı tehdit eden zinayı semavî dinlerin hepsi haram kılıp yasaklamıştır. Aynı zamanda tarihin birçok dönemlerin­de de beşeri kanunnamelerle idare edilen birçok ülkelerde zinayı yasak­lar mahiyette hükümler konulduğunu biliyoruz.

Günümüzde doğu ve batı ülkelerinin çoğunda yetişmekte olan kuşak­ların kalp ve kafasına Allah ve Âhiret kavramları ve inançları eğitim yo­luyla işlenmediği, kutsal değerlerin çiğnenmesine göz yumulduğu ve aile yuvasının kutsallığı göz ardı edildiği için fuhşun yaygınlaştığını, o yüzden aile yuvasının derin bir çıkmaza itildiğini, ahlâkî değerlerle alay edildiğini; frengi ve AİDS gibi bulaşıcı ve öldürücü hastalıkların -Allah'ın bir cezası olarak- o toplum ve milletleri tehdit ettiğini görmekteyiz.

İslâmiyet bu konuda da Allah'a ve Âhiret'e imanı ilim ve yüksek ah­lâkla birleştirerek en güzel önlemi almış; dünyevî ve uhrevî anlamda ağır müeyyideler koymak suretiyle fuhşun gelişmesini en tesirli şekilde önle­miştir. Bugün İslâmî inançlara bağlı kalınan bölge ve ülkelerde sözü edi­len tehlikeli hastalıklar en asgarî düzeyde bulunuyor.

İslâm'ın ilk yıllarında zina eden kadının evde hapsedilmesinin emre-dilmesi, bir tedbir olarak fuhşun yayılmasını önlemiş ve ileride daha ön­leyici müeyyide konulacağına işaretle «Allah onlara bir yol açıncaya ka­dar» mealindeki Nisa Sûresinin 15. âyeti indirilmiş ve bir süre sonra Nûr Sûresinin 2. âyetiyle bu yol açılarak çirkin ve tehlikeli fiilin önüne -kıyame­te kadar baki kalacak- müeyyide konulmuştur. [23]

 

Recm Cezası Sadece Müslümanlara Mı Hastır?

 

Bu konuda müctehit imamların tesbit ve yorumu, istidlal ve içtihat­ları farklıdır:

a)  İmam Ahmed, İmam Şafiî ve İmam Nahâî'ye göre, gayr-i müslim-ler sözü edilen konuda İslâm kadısına başvururlarsa, kadı onları muha­keme etmek veya terkedip ilgilenmemek arasında serbesttir.

b)  Ebû Hattab'ın yaptığı bir diğer rivayette ise, İmam Ahmed'e göre, onlar arasında hükmetmek vaciptir. Nitekim İmam Şafiî'den yapılan ikinci bir rivayetten de onun bu anlamda içtihatta bulunduğu anlaşılıyor.. Çün­kü Cenâb-ı Hak : «Ve artık aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet; anların arzu ve heveslerine uyma» buyurmuştur. [24] Bu âyetin Medineli yahudi-lerle ilgili olduğu ve o maksatla indirildiği kesinlik arzetmektedir. [25]

c)  İmam  Mâlik ve İmam Ebû Hanîfe'ye göre,  recm cezası sadece müslümanlara uygulanır. Gayr-i müsiimier için söz konusu değildir.

d)  Zina ve diğer bir konuda müslümanla gayr-i müslim muhakeme edilmek üzere kadıya başvururlarsa, bütün imamların ittifakıyla, kadının onlar arasında hükmetmesi vacip olur. [26]

 

Suçun Tekrarı Cezanın Tekrarını Gerektirir Mi?

 

Bir kac defa zina ettikten sonra suçu sabit görülen kimseye sadece bir had (şer'î ceza) uygulanır. Ancak birinci defa zina suçundan dolayı ce­zaya çarptırılan kimse, aynı sucu tekrar işlerse, yeniden tecziye edilmesi gerekir. Bu hususta ilim adamlarının ittifakı vardır. Nitekim İslâm Huku­kunda yetkili kabul edilen ilim otoritelerinden Atâ1, Zühri, İmam Mâlik, İmam Ebû Hanîfe, İmam Ahmed b, Hanbel, İmam Şafiî, İshak b. Rahaveyh, Ebû Sevr ve Ebû Yusuf'un içtihat ve görüşleri bu anlamdadır.

İbn Münzir'in tesbitine göre: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den, evlen­meden önce zina eden cariye hakkında sorulduğunda şu cevabı vermiş­tir: «Zina ederse, ceza olarak değnek vurun, sonra yine zina ederse, yine değnek vurun, sonra yine zina ederse, değnek vurun..» [27]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, zina sucu sübut bulduğu takdirde ne gibi bir ceza verileceği açıklandı.

Aşağıdaki âyetle, zina ettiği kesinlik kazanan bir kadınla, mü'min bir erkeğin; aynı zamanda zina ettiği kesinlik kazanan bir erkekle mü'mine bir kadının evlenmesinin caiz olmadığı belirtiliyor. [28]

 

M E A L 1 ;

 

3— Zina eden erkek, ancak zînâ eden bir kadınla veya Allah'a ortak koşan bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadın da, ancak zina eden bir er­kekle veya Allah'a ortak koşan bir erkekle evlenebilir. Bu, mü'minlere ha­ram kılınmıştır.

 

İniş Sebebi

 

Bir rivayete göre, Medine'ye hicret eden çok fakir müslüman erkek­ler, oradaki zengin fahişe kadınlarla evlenmek suretiyle geçimlerini sağ­lamayı düşünüyorlardı. O bakımdan durumu Resûlüllah (A.S,) Efendimiz'e arzetme ihtiyacını duydular. Bunun üzerine yukarıdaki âyet inmiştir. [29]

Başka bir rivayete göre ise, Medine'ye hicret edenlerden Mersed b. Ebî Mersed bir ara Mekke'ye sefer yaptı. Cahiliye günlerinde ilişki kurdu­ğu Ânâk adındaki kadınla karşılaştı. Kadın eskiden olduğu gibi onunla yaşamak istedi. Mersed ise İslâm'ın bunu haram kıldığını anlattı. Kadın «o halde meşru şekilde evlenelim» diye öneride bulundu. Mersed, «böyle bir evlenmenin caiz olup olmadığını Hz. Peygamber'den (A.S.) sormam gerekir» diye cevap verdi ve ayrılıp Medine'ye dönünce durumu Peygam­ber (A.S.) Efendimize arzetti. O sebeple yukarıdaki âyet indi. [30]

 

Âyette Geçen Nikâh Kavramı

 

İlim adamları ilgili âyette geçen «nikâh» kavramı üzerinde durmuş ve farklı birtakım yorumlarda bulunmuşlardır:

a)  İbn Abbas (R.A.) ile Tabiîn'den Saîd b. Cübeyr ve Dahhak'e göre, cinsel temastır. [31]

b)  Saîd b. Müseyyeb'e göre, bu âyetle, zaniye bir kadınla mü'min bir erkeğin veya zânî erkekle mü'mine bir kadının evlenmesi haram kılınmış­tır. Sonra da Nûr Sûresi'nin «İçinizden bekâr kalanları evlendirin» mealin­deki 32. âyetiyle hükmü kaldırılmıştır. Zira «bekâr» ile çevirisini yaptığımız «eyâma» tabirinden maksat, hem hiç evlenmemiş bekârlardır, hem de ev­lendikten sonra dul kalanlardır.

Böylece daha önoe zina edip de tevbe edenlerle evlenmeye cevaz ve­rilmiş oluyor.

c)  İmam Ahmed b. Hanbel'e göre de, zina eden müslüman, bu fiilin­den dolayı tevbe eder ve kendini düzeltirse, onunla evlenmekte bir sakın­ca yoktur. Aksi halde sakıncalı kabul edilir. Diğer müctehit imamların da içtihatları bu anlamda bir hüküm ifade etmektedir.

d)  el-Hasan'a ve Zeccac'e göre, zina eden erkek ve kadından mak­sat, zina suçundan ceza görenlerdir ki bunlar ancak birbirleriyle evlene­bilirler. [32]  İbrahim en-Nahaî de aynı görüştedir.  Nitekim Ebû  Davud'un Musannafı'ında Ebû Hüreyre'den (R.A.) yapılan rivayette: «Zinadan dolayı had vurulmuş erkek ancak zinadan dolayı had vurulmuş kadınla evlene­bilir» mealinde bir hadîs nakledilmiştir.

Böylece üçüncü âyetin hükmü iki cihetle kaldırılmıştır. Birincisi hadîs­le, ikincisi âyetle belirlenmiştir. Birinci şık, âyetin hadîsle neshini caiz gö­renlerin kavlidir. Şöyle ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Haram, helâli ha­ram kılmaz» buyurmuştur, [33]

O halde zina eden müslüman erkek veya kadın -şer'î cezaya çarptı­rıldıktan sonra- tevbe eder ve pişmanlık duyarlarsa, başka bir müslüman-Ja evlenmelerine cevaz verilir.

Bu konuda İbn Abbas (R.A.) şöyle demiştir: «Evveli sifah (zina), sonu ise nikâhtır.» Yani zina eden bekâr erkek ve bekâr kadın -şer'İ cezayla tec­ziyeden sonra- pişmanlık duyup tevbe ederlerse, evlenmelerinde bir sa­kınca yoktur.

îbn Abbas (R.Â.) buna şöyle bir misal vermiştir: «Adam bahçeye gi­rip meyva çalar ve sonra o bahçe sahibine gidip bahçenin meyvasmı sa­tın alırsa, çaldığı haram, satın aldığı helâl olur.» [34]

İkinci şık ise, âyetin âyetle neshedilme konusudur ki, ilim adamları­nın hepsi bunun caiz olduğuna kaildirler. Tabiîn'den Saîd b. Müseyyeb'-in belirttiği gibi, âyet, «Sizden evli olmayanları evlendirin» mealindeki Nûr Sûresinin 32. âyetiyle neshedilmiştir. [35]

 

Zina, Mevcut Nikâh Akdini Bozar Mı?

 

Yukarıda belirttiğimiz her iki nesih cihetinden hangisi dikkate alınır­sa alınsın, zina eden kadınla -tevbe edip pişmanlık duyduğu takdirde- ev­lenmenin sahîh olduğu anlaşılıyor. O bakımdan adamın karısı zina ederse, aralarındaki nikâh akdini hükümsüz bırakmayacağı gibi, adamın zina et­mesi de eşiyle olan nikâh akdini hükümsüz bırakmaz. Nitekim İmam Ebû Hanîfe ile İmam Şafiî de aynı görüş ve içtihattadırlar. İmam Mâlik'e [36]göre ise, adam zina ettiği kadınla evlenirse, her ikisi de ebediyen zinâkâr sayılırlar. İmam bu görüş ve içtihadına dayanak olarak ashab-i kiram­dan İbn Mes'ûd'un (R.A.) şu sözünü seçmiştir: «Adam, kadınla zina et­tikten sonra nikahlarsa, ikisi de ebediyen zânî olurlar.» Ancak İmam Mâ­lik bu tahrîmin bazı şartlarla kalkacağını belirterek şöyle bir yorum ortaya koymuştur: «Kadını fasit sudan, yani zina ile rahmine akıttığı meniden is-tibra etmedikçe onunla evlenemez. Çünkü nikâh için hürmet söz konusu­dur; o da zina suyu üzerine nikâh suyunu akıtmaması ve o yüzden hara­mın helâla karışmamasıdır.» [37] Buradaki «istibra»dan maksat, kadının zi­nadan hamile kalmadığı kesinlik arzedinceye kadar beklemek ve ondan sonra nikahlayıp cinsel temasta bulunmaktır.

Mütekaddimîn âlimlerden bir kısmı bu konuda şu görüş ve yorumu ortaya koymuşlardır: «Âyet muhkemdir, mensûh değildir. O bakımdan zi­na eden kimsenin kendisiyle nikâhlı bulunan zevcesi arasındaki nikâh ak­di hükümsüz olur. Bunun gibi, adamın zevcesi zina ederse, aralarındaki nikâh akdi keza hükümsüz kaiır.» Onlardan diğer bir kısmı ise, şöyle de­mişlerdir: «Zina sebebiyle nikâh hükümsüz olmaz. Ancak adamın karısı zina ederse, onu boşamakla emrolunur. Yanında tutarsa günahkâr olur.»

Sonuç olarak, zâni ve zâniye işledikleri o çirkin günahtan dolayı piş­manlık duyup tevbe etmedikçe bir müslümanın onlarla evlenmesi caiz de­ğildir. [38]

Ancak İbn Ömer, Salim, Cabir b. Zeyd, Atâ', Tavus, İmam Mâlik, İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşları böyle bir şart ileri sürmeden zina eden erkeğin zina ettiği kadınla evlenebileceği gibi, başka bir erkeğin de evlenmesi ca­izdir demişlerdir. Şüphesiz ki böyle bir cevaz pişmanlık, ve tevbeyi de göz ardı etmez. [39]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, zina eden erkek veya kadınla evlenmenin caiz olup olmadığı konu edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, iffetli-namuslu kadınlara zina isnat etmek sure­tiyle İftirada bulunanlar hakkında uygulanacak ilâhî hüküm açıklanıyor. Sonra da adamın kendi eşine zina isnat etmesi halinde uygulanacak hük­me yer verilerek mü'minler bu iki konuda aydınlatılıyor. [40]

 

Meali:

 

İffetli hür kadınlara zina (suçunu yakıştırıp iftira) atan, sonra (bu­nu isbat için) dört şahit getiremiyenlere seksen değnek vurun ve onların şahitliklerini ebediyen kabul etmeyin ve işte onlar günah işleyip ilâhî yol­dan çıkmış kimselerdir.

5—  Ancak bu iftira günahından sonra tevbe edip kendini düzelterek ilâhî yola dönenler müstesna. Çünkü gerçekten Allah çok bağışlayan ve cok merhamet edendir.

6—  Kendi eşlerine (zina suçu isnâd edip iftira) atanlar ve kendllerinden başka şahitleri bulunmayanlardan herbirinin şahitliği, doğrulardan olduğuna dair dört defa Allah ile (yemin edip) şehadette bulunmasıdır.

7—  Beşinci defa, eğer yalancılardan ise Allah'ın lanetinin kendi üze­rine olmasını söylemesidir.

8—  Kocasının elbette yalancılardan olduğuna dair dört defa Allah ile yemin edip şehadette bulunması,

9—  Beşinci defa, eğer kocası doğrulardan ise Allah'ın gazabının ken­disi üzerine {inmesini) dilemesi, kadından cezayı savar.

10—  Eğer Allah'ın size olan fazl-ü rahmeti olmasaydı, (durumunuz ne olurdu?) ve şüphesiz ki Allah tevbeyi çokça kabul eden yegâne hikmet sa­hibidir.

 

İniş Sebebi

 

Sehl b. Sa'd es-Sâidî kendisinden yapılan rivayette, şöyle nakletmiştir:

— Uveymir el-Aclânî (R.A.), Âsim b. Adiy'e (R.A.) gelerek dedi ki: «Ne dersin, adam karısıyla birlikte bir adamı (zina halinde) görür de o yüz­den öldürürse, kısas gerekir mi veya ne yapması gerekir? Bu hususu Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz'den sorsan ya..» Bunun üzerine Âsim (R.A.) ko­nuyu Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den sordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz hem böyle bir soruyu hoş karşılamadı, hem de ayıpladı. O kadar ki Âsim (R.A.)ın Resûlüilah (A.S.)dan işittiği kendisine çok ağır geldi. Evine dön­düğünde Uveymir ona geldi ve : «Ya Âsim! Resûlüllah (A.S.) sana ne söy­ledi?» diye sordu. Âsim (R.A.) ona : «Sen bana hayır ile gelmedin! Resû-lüllah (A.S.) senin sorduğun meseleden hiç de hoşlanmadı» dedi. Bunun üzerine Uveymir: «Vazgeçecek değilim, gidip Peygamber (A.S.)dan soraca­ğım» dedi ve gelip insanların arasında oturan Peygamber'den (A.S.) mesele­yi sordu. Peygamber (A.S.) ona şöyle emretti: «Allah gerçekten sen ve eşin hakkında Kur'ân (hükmü) indirdi. Git de eşini al ve birlikte buraya geliri.» Sonra da bu karıkocaya Allah'ın Kur'ân'da belirttiği şekilde mülââne et­melerini buyurdu. Önce erkek karısına karşı lanetle yemin etti. (Sonra da kadın kocasına karşı yemin etti). Bunun üzerine Uveymir (R.A.) şöyle de­di; «Ya Resûlellah! bu kadını artık nikahımda tutarsam ona haksızlık et­miş olurum» dedi ve karısını boşadı. Böylece ondan sonra lânetleşen çift­lerin -kocanın talâkıyla- ayrılmaları takrirî mahiyette bir sünnet oldu... [41]

Diğer bir rivayetin özeti:

Hilâl b. Umeyye, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in huzurunda konuşarak, karısının Şerîk b. Sahmâ ile zina ettiğini iddiayla suçlamada bulundu. Pey­gamber (A.S.) Efendimiz dört şahit istedi, aksi halde sırtına seksen değ­nek vurulacağını hatırlattı. Hilâl hayret ederek şöyle dedi: «Ya Resûlellah! adam kendi eşinin üstünde birini görünce şahit aramaya mı çıkacak?» Ce-nâb-ı Peygamber (A.S.) ilk sözünü tekrarlayarak ondan dört şahit istedi. Aksi halde bu suçlamasından dolayı seksen değnek ceza uygulanacağını bildirdi. Bunun üzerine Hilâl: «Ya Resûiellah! Allah bilir ki ben doğru söy­lüyorum ve herhalde Cenâb-ı Hak sırtımı, seksen değnek vurulmaktan kur­taracak bir âyet indirecektir» dedi. Çok geçmeden Cebrail (A.S.) «Mü­lââne» âyetini indirdi. Böylece Hilâl ve suçladığı eşi Resûlüllah'ın (A.S.) huzurunda mülâânede bulundular..» [42]

 

İlgili Hadîs

 

«Helak edici yedi şeyden kaçınıp uzak durun!»

Bunun üzerine ashab-ı kiram sordu : «Onlar nelerdir ya Resûlellah?!» Şöyle buyurdu: «Allah'a ortak koşmak, sihirbazlık yapmak, Allah'ın (öldü­rülmesini) haram kıldığı canı (kimseyi) öldürmek, riba (faiz) yemek, yetim malını yemek, savaş için düşmana karşı çıkıldığı gün arka çevirip kaçmak, suçtan habersiz hür mü'mine kadınlara zina atmak (zina ile onları suçla­mak)..» [43]

 

 

Fıkhî Yönü

 

Namuslu, iffetli, suçtan habersiz hür kadına zina isnat eden kimse, bu suçlamasını dört şahitle isbatlamak zorundadır. Aksi halde kendisine bu suçlamasından dolayı ceza olarak seksen değnek vurulur.

Konumuzu oluşturan âyette, suçtan habersiz, iffetli hür mü'mine ka­dına «muhsane» denilmektedir. Hadîslerin ve uygulamanın ışığı altında, atılan iftiradan dolayı şer'i ceza olarak seksen değnek vurulmasının ge­rekmesi için şu beş şartın gerçekleşmesi söz konusudur:

1— Suçlanan kadının müslüman olması,

2—  Aklî dengesinin yerinde bulunması,

3—  Ergenlik çağına girmiş olması,

4—  Câriye olmayıp hür olması,

5—  Daha önce zina suçu işlememiş bulunması.

O halde bu şartlardan biri mevcut olmazsa, zina suçlamasında bulu­nan kimseye seksen değnek değil de ta'zîr gerekir. Zina ile suçlanan ka­dın câriye ise, suçlayana kırk değnek vurulması gerekir. [44]

 

Suçlanan Kimse, Suçlayanın Evlâdı İse

 

Anne veya baba kendi evlâdını veya torununu zina ile suçlar da bu­nu isbat etmek için dört şahit getiremezse, «hadd-i kazf» yani seksen değ­nek ceza gerekir mi? Müctehit imamların bu mesele hakkındaki içtihat ve istidlalleri az farklıdır;

a)  el-Hasan, İmam Şafiî, İshak b. Rahaveyh ve rey taraftarlarına gö­re, «hadd-i-kazf» gerekmez. İmam Ahmed b. Hanbel'in de içtihadı bu an­lamdadır.

b)  Ömer b. Abdülaziz, İmam Mâlik, Ebû Sevr ve İbn el-Münzir'e göre, «hadd-i-kazf» gerekir. Çünkü âyette umum ifade edilmekte, istisna yapıl­mamaktadır. [45]             

 

Lûtîlikle Suçlamak

 

Lûtîlik, yani homoseksüellikle suçlamaktan dolayı -dört şahitle isbat edilmediği takdirde- «hadd-i kazf» gerekir mi?

Böyle bir isnatla suçlanan kimse ister fail, ister mef'ûl olsun fark et­mez mi ve her iki hususta da dört şahit istenilir mi? Bu mesele hakkında da ilim adamlarının görüş ve içtihatları az farklıdır. Şöyle ki:

a)  el-Hasan, İmam Şafiî, Nahaî, Zührî, İmam Mâlik b.  Enes, İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed b. Hasan ve Ebû Sevr'e göre, hadd-i kazf gerekir.

b)  Atâ', Katade, İmam Ebû Hanîfe ve diğer rey tarafdarı olan bazı müctehitlere göre, hadd-i kazf gerekmez, sadece ta'zîr vacip olur. [46]

 

Suçlamada Bulunanın Şahitliği

 

(Ve onlar"i şahitliklerini ebediyen kabul etmeyin.»

İlgili âyetin açık anlatımından: İffetli hür mü'mine kadına zina isnat etmek suretiyle suçlamada bulunan kimsenin, bu suçlamasını dört şahitle isbat edemediği takdirde, herhangi bir mesele hakkında şahitliğinin kabul edilemiyeceği anlaşılmaktadır. Ancak böyle bir durumda kişi pişmanlık duyar da kendini düzeltirse, hüküm ne olabilir? Yapılan araştırma ve tes-bitlere göre, bu mesele hakkında da ilim adamlarının ve müctehit imam­ların içtihat, istidlal ve görüşleri az farklıdır:

a)  Hz. Ömer (R.A.), İbn Abbas (R.A.), Saîd b. Cübeyr, Saîd b, Müsey-yeb, Süleyman b. Yesar, Şa'bî ve İkrime'ye göre : İster had uygulandıktan sonra, ister uygulanmadan önce tevbe edip kendini düzeltirse, hem fâsık-lıktan kurtulur, hem de gerektiği zaman şahitliği kabul edilir.

İmam Mâlik ile İmam Şafiî'nin içtihat ve görüşleri de bu anlamdadır.

b)  Nahaî, Şerik ve rey taraftarlarına göre: Böylesi tevbe de etse şa­hitliği bir daha kabul edilmez. Tevbe ve pişmanlık ancak onu fâsıklıktan kurtarır. [47]

 

Zina Suçlamasında Bulunana Ceza Verilmeden Tevbe Ederse

 

Zina ile suçtamada bulunup dört şahit getiremiyen kimse, hakkında henüz, şer'î ceza uygulanmadan, yani seksen değnek vurulmadan önce pişmanlık duyup tevbe ederse, verilecek ceza düşer mi? İmam Şafiî'ye göre, düşer. Diğer müctehit imamlara göre, düşmez, Meğer ki İftiraya uğ­rayan mü'mine hür kadın onu affetmiş olsun.. [48]

 

Muhsanat Sıfatı

 

«İffetli, suçtan habersiz hür mü'mine kadınlar» diye çevirisini yapabi­leceğimiz «muhsanat» sıfatı Kur'ân'da dört mana üzere kullanılmaktadır:

1—  Evli olsun, bekâr olsun iffetli, suçtan habersiz hür mü'mine ka­dınlar,

2—  Evli kadınlar,                  

3—  Hür kadınlar,                        

4— Masdar karşılığı  olarak  İslâmiyet..

Nitekim İbn Mes'ud  (R.A.) şöyle demiştir:  «Kadının ihsanı, İslâmiyeti demektir.»

Ancak konumuzu oluşturan âyetteki «muhsanat» sıfatı ve «yermûne» fiili, tağlîb kaidesi uyarınca kadın, erkek her İki cinsi kapsamaktadır. [49]

Kur'ân-ı Kerîm'de  «muhsanat»ın dört değişik manada kulamldığı âyet­ler :

1—  Nûr Sûresi      : 4 ve 23. âyetier

2—  Nisa  Sûresi    :  24. âyet

3—     »        »          : 25. âyet

4—     »        »          : 25. âyet[50]

 

Karısını Zina İle Suçlayan Kimseyle İlgili Hüküm

 

Karısına zina isnat eden kimse, olayı isbat etmek için dört şahit ge­tirmek zorundadır. Aksi halde «mülââne» gerekir. Bu da, doğrulardan ol­duğuna dair dört defa Allah'ı şahit tutması, yani Allah ile yemin etmesi ve beşinci defada, «yalancılardan ise Allah'ın laneti üzerine olsun» deme­siyle gerçekleşir. Aynı şekilde kadına da Mânda bulunması teklif edilir. O da dört defa Allah'ı şahit tutup yemin eder ve beşinci defasında «eğer ko­cası doğrulardan ise, Allah'ın gazabı üzerime olsun» derse, mesele çözül­müş olur. Artık iki tarafa da had gerekmez ve birbirlerinden ayrıimaları gerekir. Kadın yemin etmemekte ısrar ederse, ya ikrar edinceye kadar hapsedilir, ya da İmam Şafiî'ye göre, şer'î ceza hemen uygulanır.

Mülââne'den sonra adam artık karısını boşar ve böylece birbirlerin­den ayrılmış olurlar. Zira bu durumda artık eşlerin birarada yaşaması bir bakıma zorlaşır ve huzurlu, güvenli bir aile ortamı sağlanamaz.

Karısını zina ile suçlayan adam hem dört şahit getiremez, hem de mülââneden kaçınırsa, o takdirde aleyhine «hadd-i kazf» yani seksen değ­nek vurulma cezası vacip olur, [51]

 

Meselenin  Fıkhı  Tahlili

 

Karısını zina fiiliyle suçlayan adamdan da, -konu zina iddiası olduğu için- dört şahit ikame etmesi istenir. Getiremediği takdirde hüküm ne olabilir? İffetli bir kadını zina ile suçlayıp dört şahit getiremiyen kimse gibi, hakkında «hadd-i-kazf» uygulanır, yani seksen değnek vurulmak suretiyle tecziye edilir.

Ancak bu mesele, dördüncü âyetle belirtilen meseleden biraz farklı­dır. Şöyle ki :

a)  Karısını zina halinde yakalayan adam, onlara dokunmayıp şahit aramaya mı gitmeli?

b)  Yoksa sineye çekip hareketsiz ve ilgisiz mi kalmalı?

c)  Veya kocalık gayretinin tesiri ve onuruyla zani ve zaniyeyi oracık­ta öldürmeli mi?

Birinoi şıkkı uygulaması düşünülemez. Çünkü kendisi şahit aramaya giderken zani ile zaniye çoktan işlerini bitirip oradan uzaklaşmış olurlar.

İkinci şıkka katlanması hem çok zor, hem de aile yuvasının selâmeti bakımından endişe vericidir. Zira olayın bilinmesiyle aile yuvasındaki hu­zur ve güven de kalkmış oluyor, Daimi bir nefret, öfke ve tiksinme, endişe ve korku sürüp gider ve bu durumda aile yuvası özelliğini kaybeder.

Üçüncü şık büsbütün tehlikeye ve hattâ felâkete dönüşebilir. Kati ola­yı büyük bir cezalandırmaya yol açar ve o takdirde olumlu hiçbir sonuç da elde edilmiş olmaz. Aksine aile büsbütün yıkılıp mutlak bir felâketle

noktalanır.

Nitekim İmam Ahmed'in yaptığı rivayete göre : Nûr Sûresi'nin «İffetli hür kadınlara zina (suçunu yakıştırıp iftira) atan, sonra bunu isbat için dört şahit getiremiyenlere seksen değnek vurun...... mealindeki dördüncü âye­ti inince, Ansarın ileri gelenlerinden Sa'd b. Ubâde (R.A.) kendini tutama-yarak şöyle dedi ;

  Ya Resûlellah! böyle   mi   indirildi?!   Bunun   üzerine   Peygamber (A.S.) :

  Ey ansar topluluğu! reisinizin ne dediğini duyuyor musunuz? bu­yurarak üzüntüsünü belirtti. Ansar ise şu karşılığı verdi:

  Ya Resûjellah! onu pek kınama. Çünkü gerçekten yemin ederiz ki, o ne kadar bir kadınla evlendiyse mutlaka bakire olanını seçip evlendi ve ne kadar bir kadın boşadıysa bizden hiç birimiz onun gayretinin şiddetin­den boşadığı kadınla evlenmeye cesaret edemedik.

Sonra Sa'd b. Ubâde (R.A.) şöyle konuştu :

  Vallahi ya Resûlellah! şüpheniz olmasın ki ben inen hükmün hak olduğunu ve aynı zamanda Allah'tan geldiğini biliyorum. Ama hayret etti­ğim şu ki: «Ben, Lekâ'ın (evdeki eşimin) bacakları arasında bir adama rastlayacağım, onları dört şahit bulup getirinceye kadar kendi hallerine bırakıp dokunmayacağım, kıpırdatmıyacağım! Vallahi onlar işlerini bitirin­ceye kadar ben gidip dört şahit getirmiyeceğim, (onların oracıkta işlerini bitirip meseleyi kısa yoldan çözeceğim).

Bunun üzerine çok geçmeden Hilâl b. Ümeyye (R.A.) geldi.... ve be­şinci âyet indi. [52]

Sa'd b. Ubâde (R.A.) ile ilgili haber hakkında cok farklı rivayetler tes-bit edilmiştir. Onlardan birini de İmam Kurtubî şu sözlerle nakietmiştir:

— Ya Resûlellah! ben, eşimle zina eden bir adamı göreceğim de dört şahit bulup getirinceye kadar ona mühlet vereceğim! Olur şey değil.. Val­lahi vazgeçmeksizin onu kılıçla vurup öldürürüm.

Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : «Sa'd'in gayretine mi şaşıyorsunuz? Allah'a and olsun ki bert Sa'd'dan daha gayretliyim, Allah da benden daha gayretlidir.» [53]

 

Liân Kimler Arasında Yapılır?

 

Müctehit imamların bu mesele hakkındaki içtihat ve yorumları az fark­lıdır:

a)  İmam Ebû Hanife'ye göre, liân ancak müslüman hür karı-koca ara­sında meşrudur. Çünkü liân bir bakıma şahitlik demektir,

b)  İmam Şafiî ve İmam Mâlik'e göre : İster müslüman, ister kâfir, is­terse köle olsun mutfak anlamda her karı-koca arasında yapılması caiz ve meşru'dur. Çünkü liân bir bakıma yemindir ve yemini sahih olan her­kesin kazfta bulunması ve liân hükmü kapsamına alınması sahihtir.

Ancak liân konusunda karı-kocanın teklif cağına girmiş olmaları şart­tır. Aksi halde mükellef olmayanlar arasında mülââne yapılmaz. Bu hu­susta imamların görüş birliği vardır. [54]

Adam veya eşi Mâna yanaşmaz, yani mülâânede bulunmak istemez­lerse, ne lâzım gelir? Müctehit imamların bu mesele hakkındaki içtihat ve yorumlan az farklıdır. Şöyle ki :

a)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre : İkrar edinceye kadar hapsedilir.

b)  İmam Şafiî'ye göre, hapsedilmez,   hakkında had uygulanır. İmam mâlik ve cumhur-i fukaha da aynı görüş ve içtihadı benimsemişlerdir. [55]

 

Adam-Karısıyla Kimin Zina Ettiğini İsmen Açıklarsa

 

Adam, karısını zina fiiliyle suçlarken kiminle zina ettiğini ismen açık­larsa, ne lâzım gelir? Zira bu durumda ikinci bir kimseyi zina ile suçlamış oluyor. Bu mesele hakkında da müctehit imamların farklı içtihatları söz konusudur. Şöyle ki :

a)  İmam Mâlik'e göre : Karısına zina isnadından dolayı liân, zina ile suçladığı adamdan dolayı hadd-i kazf gerekir.

b)  İmam Ebû Hanîfe de aynı görüş ve içtihadı izhar etmiştir.

c)  İmam Şafiî'ye göre : Zina ile suçladığı adamdan dolayı hadd-i kazf gerekmez. Çünkü Cenâb-ı Hak, ilgili âyette, karısını zina ile suçlayıp dört şahit getiremiyen kimseye sadece had gerekeceğini beyân buyurmuştur. Nitekim Şerîk ve Hilâl olayları ve onlarla ilgili uygulama belirtilen şekilde cereyan etmiştir. [56]

 

Eşini Suçlayan Adamın Şahitliği Muteber Midir?

 

Eşini zina fiiliyle suçlayan adamın kendisinin şahitliğiyle beraber üç şahit getirmesi yeterli sayılabilir mi? İmamların bu meselede de içtihat ve yorumları farklıdır. Şöyle ki:

a)  İmam Ebû Hanîfe ve rey tarafdarlarına göre, adamın daha önce hadd-i kazf ile tecziye edilme durumu yoksa, şahitliği kabul edileceğin­den, üç >âhit ikame etmesi yeterlidir.

b)  İmam Şafiî'ye göre, kocanın bu meselede şahitliği kabul edilmez. O bakımdan üç şahit bulup getirmesi yeterli değildir. Zira koca bu durum­da müttehim sayılır; müttehim olanın şahitliği ise, Resûlüllah'ın (A.S.) di­liyle muteber değildir. [57]

 

Hakların Korunması

 

İslâm Dini, insan haklarını, kişilerin namus, iffet, şeref ve itibarlarını korumayı ön plâna almış ve bunun için hem maddî, hem de manevî ağır müeyyideler koymuştur. Zina suçlamasında dört şahit istemesi, dört müs-lümanın yalan şahitlik üzerinde anlaşıp birleşmesinin çok zor olduğuna yönelik bir tedbirdir. Böylece iffetli, namuslu hür kadınların namus ve şe­refi, aynı zamanda aile itibarları iftiracıların dilinden korunmuş oluyor.

Kendi eşine aynı şekilde zina suçu isnat eden adamdan da dört şahit istemektedir. Getirmediği takdirde mülâânede bulunması gerekir. Eşlerin ikisi de tarif edildiği şekilde yemin ederlerse, ikisi de şer'î cezadan kurtu­lur ve temize çıkmış olurlar. Ancak bu durumda ayrılmaları daha isabetli olacağından, adamın eşini boşaması uygun bir çare olarak düşünülmüş­tür.

Şüphesiz ki, mülââne usûlü, kadınları kocalarının iftirasından koruma­ya yönelik bir çaredir. Aynı zamanda beraet-i zimmetin asıl olduğunu or­taya koymaya ve şahitlerle isbat edilmediği takdirde, kadının bu asla uygun zinadan beri olduğunu kanıtlamaya müteveccih bir şer'î tedbirdir. Şüphe­siz ki bu da Allah'ın bizlerden yana bir fazl-ü rahmetidir. [58]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle iffetli hür mü'min kadınları zina fiiliyle suçlayan­lar ile kendi eşini aynı suç ile suçlayan kocalar hakkında uygulanacak hü­kümler konu edildi. Aşağıdaki âyetlerle, Benî Mustalık kabilesi üzerine ter­tiplenen sefer dönüşü esnasında Hz. Aişe (R.A.) Validemizin mazereti se­bebiyle kafileden ayrı kalması ve ordunun arkasından gelen Hz. Safvan'ın ona rastlaması üzerine devesine bindirip kafileye gelip yetişmesi ve bu olaydan dolayı münafıkların iftiraya başvurması, dedikodunun yayılması konu ediliyor ve böyle nazik ve hassas durumlarda mü'minlerin nasıl dü­şünüp hareket etmelerinin gereğine parmak basılıyor. Sonra da aydınlatıcı bilgiler veriliyor. [59]

 

Meali:

 

11—  Doğrusu, iftira ile gelenler sizden birkaç kişidir. Bunu kendiniz için şer sanmayın, bilâkis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılardan her birine kazandığı günah vardır. Onlardan iftiranın büyüklüğüne sahip çıkıp yürü­tene ise büyük bir azap vardır.

12—  Onu işittiğiniz zaman mü'min erkekler ve mü'min kadınlar ken­di kendilerine iyi zan besleyip «bu açık bir iftiradır» deselerdi olmaz mıydı?

13—  Onlar iftiraya karşı dört şahit getirmeli değiller miydi? Şahitleri getiremediklerine göre, onlar evet onlar Allah yanında yalancılardır.

14—  Allah'ın size Dünya ve Âhiret'te fazl-ü keremi olmasaydı o ifti­radan dolayı size büyük bir azap dokunurdu.

15—  Bir vakit ki o iftirayı dilden dile aktarıyor, hakkında hiçbir (doğ­ru) bilginiz olmadığı şeyi söyleyip duruyordunuz ve siz bunu kolay sanıyor­dunuz. Halbuki o Allah yanında oldukça büyük (bir bühtan ve iftira)dır.

16—  Onu işittiğiniz vakit, (Peygamberin eşiyle ilgili)  böyle  bir şey konuşmamız bize uygun olmaz; Hakk'ı tenzih ederiz, bu en büyük bir ifti­radır, deseydiniz ya..

17—  Eğer mü'minler iseniz benzeri şeye bir daha dönmeyesiniz diye Allah size öğüt veriyor.

18—  Allah size âyetleri bir bir açıklıyor; Allah bilendir ve hikmet sa­hibidir.

19—  İmân edenler arasında edep dışı, iffet iekeleyici sözlerin yayıl­masını arzu edip duranlar için Dünya'da da, Âhiret'te de elem verici bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

20—  Eğer Allah'ın size fazl-ü keremi ve rahmeti olmasaydı, ve doğ­rusu Allah çok esirgeyen ve çok merhamet eden bulunmasaydı, (aranızda büyük fitneler çıkardı, bu yüzden cezanızı çarçabuk verirdi).

 

İniş Sebebi

 

Siyercilerle hadîscilere göre, hicretin beşinci yılında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz askerî anlamda bir kuvvet oluşturup Beni Mustalik kabilesi üze­rine harekete geçmişti. Birçok seferlerinde olduğu gibi, bu seferinde de eşleri arasında kur'a çekmiş; kur'a Hz, Aişe'ye isabet ettiğinden onu be­raberinde götürmüştü. Medine'ye dönerlerken mahfe içinde bulunan Hz. Aişe (R.A.) askerin karargâh kurduğu yerden, bazı tabii ihtiyacını gidermek üzere uzaklaşıyor. Derken mahfeye döndüğü zaman gerdanlığını düşürdü­ğünü farkederek geri dönüyor. Bulup dönünceye kadar askerin hareket et­tiğini görüyor. O tarihlerde kadınların örtünmesiyle ilgili ilâhî emir indi­ğinden, görevliler, içinde Hz. Aişe'nin (R.A.) bulunduğunu sandıkları mah­feyi deveye yüklüyorlar ve mahfenin içinde bir kimsenin olup olmadığını tefrik edemiyorlar.

Hz. Aişe (R.A.)  konuyu özetle şöyle anlatıyor:

— Farkına varılınca gelip beni rahatlıkla bulabilmelerini düşünerek bulunduğum yerde oturup beklemeyi uygun gördüm. Derken uyuya kalmı­şım. Ayak sesiyle uyandığımda, ordunun arkasından unutulan malzemeyi toplamakla görevli bulunan Safvan b. Muattal'i gördüm. Beni tanıdı ve «İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn» diyerek yüzünü başka tarafa çevirdi ve ben de hemen örtündüm. O arkasını dönerek devesini çökertti, ben binin-ceye kadar dönüp bakmadı. Sonra devenin yularından tutup yürüdü. Öğle vakti orduya yetiştik.

Bu olayı, başta münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selûl olmak üzere bazı münafıklar fırsat sayıp kötüye yorumlamışlar ve haberim ol­madan aleyhime bir dedikodu almış yürümüş. Neler olup bittiğini bilmi­yordum. Fark ettiğim tek şey, daha önceleri gördüğüm yakın ve sıcak il­giyi Peygamber (A.S.) Efendimiz'den göremediğimdi. Şüphesiz o günlerde bunun asıl sebebini de teşhis etmiş değildim. İşte o sıralarda hastalandım. Bir gün bir ihtiyaç için dışarı çıkmam gerekti.. Mistah'ın annesi bana re­fakat etti. Derken yün çarşafına bürünmüş olan kadıncağız sürçüp düştü ve «yok olası Mistah» diye mırıldandı. Ben de «Bedir savaşına katılan bir sahabîye dil mi uzatıyorsun?» diyerek onu uyardım. Bunun üzerine bana : «Neler döndüğünden haberin yok mu?» dedi. Hayretle dönüp yüzüne bak­tığımda, münafıkların bana attıkları iftirayı anlattı. Bir anda sarsıldım ve hastalığım büsbütün arttı. Bu hal bir ay kadar devam etti. Resûlüllah (A.S.) bir ara olup bitenleri anlatıp benim cevap vermemi istedi. Ben de; «Ben bu gibi kötülüklerden beriyim, desem belki inanmayacaksınız. Kendimi suçlu göstersem, hemen tasdîk edeceksiniz. O bakımdan durumun aydınlanmasını Cenâb-ı Hakk'a bırakıyorum. O elbette benim masum olduğu­mu haber verecektir» dedim. Çok geçmeden yukarıdaki âyetler indi ve be­ri bulunduğum; yani ak-pak olduğum kesinlik kazandı. [60]

 

Münafıklara Dikkat

 

«Doğrusu iftira ile gelenler sizden bir-kaç kişidir..»

Münafıklar bir bakıma sapık kâfirlerden daha tehlikelidirler. Çünkü küfrün ve kâfirin rengi bellidir, ama münafığın ve ortaya attığı nifağın ren­gi belli değildir. Ancak olaylar birbirini izleyip belli bir hedefe yönelince anlaşılabilir.

O bakımdan Kur'ân-i Kerîm, namuslu, iffetli kadınlara zina isnat eden kimseden, olayı gözleriyle görüp tesbit eden dört şahit istemekte; geti­remediği takdirde hadd-i-kazfle ilgili hükmün uygulanmasını emretmek­tedir. Zira dört münafığın veya iftiracının bir iftira hususunda görüş bir­liğine varıp biraraya gelmeleri çok zordur, aynı zamanda hayli uzak bir ihtimaldir.

İşte Hz. Aişe (R.A.) ile ilgili olayı nifak düzeyinde ilk değerlendiren, münafıkların elebaşısı Abdullah b. Übey'in yaydığı nifak ve iftira tohumu­nu, iman ve idrâki zayıf olup kendi nefis ve karakterini ölçü ve kıstas ola­rak dikkate alan bazı müsîümanlar da ne yazık ki iffeti şehvete kıyas etme gafletine düşmüşler ve Abdullah b. Übey'in nifak akıntısına kapılmışlardı,

Kur'ân'da bu olaya parmak basılıp iffetin lekesizliği belirtilirken mü'-minlers dokuz maddelik bir öğüt ve uyarı paketi veriliyor.

1—  Sözü edilen iftira dış görünüşüyle şer sanılsa bile, aslında mü minlerin lehine hayırdır. Zira bu olay bir yandan da hem münafıkların iyi tanınmasını, hem de zayıf imanlıların ölçüsünün bilinmesini sağlamıştır.

2—  Hemen isbat edilmeyen bu tür haberler açıklığa kavuşuncaya ka­dar, mü'minlerin hüsn-ü zanda bulunmaları ve «bu açık bir iftiradır» de­meleri gerekir. Çünkü suç sabit oluncaya kadar suçlu zanlısı suçsuz kabul edilir. Nitekim hukukta «beraet-i zimmet asıldır» kuralı yer almıştır,

3—  Gerek şahsî, gerekse amme haklarıyla ilgili olarak ortaya attığı iddia ve suçlamasını beyyine (belge ve şahit) ile isbat edemeyen kimse İslâm nazarında yalancı ve müfteri kabul edilir. O yüzden hakkında cezaî müeyyide kusursuz şekilde uygulanır.

4—  İslâm Dini biri manevî, diğeri maddî olmak üzere iki ayrı caydırı­cı, ıslâh edici müeyyide koymuştur. Manevî müeyyidenin uygulanması Ce­nâb-ı Hakk'a aittir, O, rahmeti ve sünneti gereği bunu daha çok Âhiret'e bırakmıştır.  Kişi  iyice azıp sapıtmadıkça,  ahlâksızlığı  zulümle  birleştirip Allah kullarını .huzursuz ve tedirgin edecek bir çizgiye getirip dayamadıkça Cenâb-ı Hak onu dünyada hemen cezalandırmaz. Ancak indirdiği kitap ile insanlar arasında düzen ve huzuru, adalet ve hakkaniyeti sağlamayı, hak­ların korunmasını, mütecavizlerin durdurulmasını ve kitapta yer alan mad­dî müeyyidelerin kusursuz uygulanmasını emretmiştir.

5—  İçyüzünü  bilmediğimiz bir olayı  dilimize dolamamız,  gerçekmiş gibi bir görüntü verip yaymamız bizi çok yanlış ve tehlikeli bir noktaya gö­türür. Söylemek kolay, ama sonucuna katlanmak çok zor olur. Çünkü bir yalan ve iftiranın doğuracağı netice, masum kişileri lekeleyebilir. O ba­kımdan içyüzünü iyice araştırıp öğrenmeden ortaya atılan bir haberi ger­çekmiş gibi kabul edip yargıda bulunmamız Allah katında çok büyük bir günah ve ağır bir vebaldir.

6—  Bu gibi durumlarda konuşmamak, gerçek bilgiyi Allah'a irca' et­mek ve isbat edilinceye kadar kendi kendimize fısıldayarak «sus, bu bü­yük bir iftira olabilir; zan ve şüpheyle hükmedilmez» dememiz en uygun ve en selim yoldur. Çünkü beraet-i zimmet asıldır.

7—  Belirtilen şekilde bir hata  işlenmişse,  bunun  hakikî ve tahkiki imânla bağdaşamıyacağını düşünerek bir benzerini işlememeye azmetmek, Allah tarafından affedilmemizin şartlarından biridir.

8—  Olay ve iddiaları, suçlama ve tahminleri Kur'ân ve Hadîs terazi­sine koyup tartmak ve öylece değerlendirmek vaciptir. Zira Cenâb-ı Hak, fert, aile ve toplumun düzen ve huzuru, haklarının korunması için gere­ken hükümleri apaçık ortaya koymuştur.

9—  Mü'minler arasında   hayâsızlık ve  ahlâksızlığın  yaygınlaşmasını her çağda arzu eden sapıklar, dinsizler ve şehvetperestler bulunabilir. Mü'-minlere düşen görev, onlara karşı hoşgörülü davranmamak, ilâhî müey­yideleri uygulamaktır. Bin bir türlü kurnazlık ve nilelere başvurarak ken­dini kanunun pençesinden kurtaranları ise, belirlenmiş çizgiye geldiklerin­de Cenâb-ı Hak hem dünyada, hem âhirette rezil ve rüsvay eder, [61]

 

İfk'in Tarifi

 

Üzerinde bulunması lâyık olduğu ölçü ve düzenden alınıp ters çevrilen her şeyi kapsayan bir kavramdır. Bu manayla, haktan bâtıla, doğrudan eğriye, güzelden çirkine döndürülen şey hakkında da yaygındır. Ay­rıca aslından çevrilen, temelinden uzaklaştırılan her şey de bu kelimenin kapsamına girer. İftira ve bühtan gibi gerçek dışı suçlamalar da bu cüm­ledendir.

Özetliyecek olursak: Bu kavramın «ifk», «efek» ve «ufak» vezinlerinden geldiğini ve kök mâna olarak yalan söylemek, iftirada bulunmak, aslı ol­mayan günah ve kötü fiillerle suçlamak demek olduğunu söyleyebiliriz. [62]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Hz. Aişe (R.A.) Validemize atılan iftira konu edildi. Münafıkların elle­rine geçen her fırsatı nasıl değerlendirip mü'minler aleyhine kullandıkları­na dikkatler çekildi ve dolayısıyla mü'minlere dokuz öğüt verilerek aslı ol­mayan, isbatlanmayan haberler hakkında çok temkinli olmaları tavsiye edidi.

Aşağıdaki âyetlerle, şeytanın insanları nasıl bir ahlâksızlık ve haya­sızlığa sürüklemek istediği konu edilerek olayları, ortaya atılan haberleri gerçek yönüyle değerlendirmemiz isteniliyor. Arkasından yakınlarımızla olan iyi-yararh ilgimizi sürdürmemiz emrediliyor. Sonra da bir önceki ko­nuların manevî müeyyideleri açıklanarak münafıklar uyarılıyor. [63]

 

Meali

 

21— Ey imân edenler! Şeytan'yı adımlarına uymayın. Kim Seylan'ın adımlarına uyarsa, şüphesiz ki o, (Şeytan) hayasızlığı, uygunsuzluğu; di­nin, aklın ve sağlam örfün çirkin kabul ettiği şeyi emreder. Allah'ın sizin üzerinize bol rahmeti ve lütfü olmasaydı, sizden hiç biriniz ebediyen (gü­nah ve fenalıktan) temize çıkamazdı. Ama Allah dilediğini temize çıkarır.

Allah (her şeyi gereği gibi) işitendir, bilendir.

22—  Sizden fazilet ve varlık sahibi olanlar yakınlarına, düşkünlere, Allah yolunda hicret edenlere (yardımda) bulunmamaya yemin etmesin­ler (veya vermekte kusur etmesinler); affetsinler, bağışlayıp aldırış etme­sinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevip arzu etmez misiniz? Allah çok ba­ğışlayan ve çok merhamet edendir.

23—  Onlar ki, iffetli, (hayasızlıktan) habersiz mü'mine kadınlara zina iftirasında bulunurlar, şüphesiz ki Dünya'da da, Âhiret'te de lanetlenmiş­lerdir; onlar için büyük bir azap vardır.

24—  Öyle bir günde ki elleri ve ayakları onların yaptıklarına, işledik­lerine karşılık aleyhlerinde şahitlik ederler.

25—  o gün Allah, onlara hakkettikleri hesap ve cezayı tastamam ve­recek ve onlar da Allah'ın apaçık hak olduğunu (her şeyi açıklayıp orta­ya koyduğunu) bilecekler.

 

İniş Sebebi         

 

Ebû Bekir Siddîk (R.A.), çok fakir olan teyzesi oğlu Mistah'a daha ön­celeri sürekli yardımda bulunurdu. Hz. Aişe (R.A.) ile ilgili iftira fırtınası onda da bir zan ve şüphe doğurmuş ve şurada, burada Hz. Aişe (R.A.) aleyhine birtakım sözler sarfetmesine, daha doğrusu münafıkların yalan ve iftira bataklığına düşmesine sebep olmuştu. Bunun farkına varan Ebû Bekir Siddîk (R.A.) çok üzülmüş ve bir daha ona yardımda bulunmayacağı­na yemin etmişti. Oysa Mistah'ın gerçekte kötü niyeti yoktu, olayın ters çevrilip yaygınlaştırılması ister istemez onda da birtakım şüpheler uyan­dırmıştı. Kendisi hem muhacirlerden, hem ete Bedir Savaşı'na katılan bah­tiyarlardan biriydi.

O sebeple yukarıdaki 22. âyet indi ve Ebû Bekir Sıddîk'ın (R.A.) yine teyzesi oğluna yardıma devam etmesi istendi. [64]

Hz. Aişe (R.A.) Validemize zina isnadında bulunan Abdullah b. Ubey, bilindiği gibi münafıkların reisi idi. İslâmiyeti içinden çökertip yıkmak için elinden gelen hiçbir kötülüğü geri bırakmamış, sonunda Peygamber (A,S.) Efendimizin ailesine dil uzatacak kadar azıtmıştı. 23. âyet onun dünyada da, âhirette de lanetlendiğini bildirmek üzere inmiştir. [65]

 

İlgili Hadisler

 

«Helak edici yedi şeyden kaçınıp uzak durun.»

Bunun üzerine ashab-ı kiram sordu: «Onlar nelerdir ya Resûlellah?!» Şöyle buyurdu : «Allah'a ortak koşmak, sihirbazlık yapmak, Allah'ın (öldü­rülmesini) haram kıldığı canı (kimseyi) öldürmek, ribâ (faiz) yemek, yetim malını yemek, savaş için düşmana karşı çıkıldığı gün arka çevirip kaçmak, suçtan habersiz hür mü'mine kadınlara zina atmak (zina ile onları suçla­mak). [66]

«İffetli kadını zina ile suçlayıp iftirada bulunmak, yüz yıllık (iyi) ameli yıkar.» [67]

«Kıyamet günü olunca, kâfir ameliyle tanınacak, ama o bunu inkâr edecek ve tartışmaya başlayacak. Kendisine : «İşte şunlar senin komşu­ların, senin aleyhinde şahitlik ediyorlar» denilecek. O yine: «Onlar yalan söylüyor» diyecek. Sonra ona : «Senin evlâd-u lyâlin ve hısımların şahit­lik ediyorlar» denilecek. O yine, «onlar da yalan söylüyorlar» diye itiraz edecek. Sonra da o inkarcı sapıklara : «Yemin ediniz» denilecek. Hepsi de yemin edecek. Bunun üzerine Allah o inkarcı sapıkların kulaklarını mühür-leyecek de elleri ve dilleri onların aleyhlerine şahitlik edecek. Sonra Ce-nâb-ı Hak onları Cehennem'e sokacak.» [68]

 

Şeytan, Kötülüklerin Kaynağıdır

 

«Şüphesiz ki o (şeytan) hayasızlığı, uygunsuzluğu... emreder.»

İnsanın içinde hem iyiliklerin, hem de kötülüklerin mayası vardır. Esa­sen insan bu ölçü ve özellikte yaratılmıştır. Melek, peygamber ve kitap iyilik mayasını geliştirmekle; şeytan ve nefis de kötülük mayasını geliştir­mekle ilgili olup plândaki yerlerini almışlardır. Ayrıca insana verilen akıl, zekâ, idrâk, hafıza, şuur gibi yetenekler bu iki zıt kutuplar arasında tercîh yapacak kudret ve özelliktedir. Bunlar hangi tarafa meylederse, o taraf üstünlük sağlar.

Şeytan daha çok iki şeyi fısıldar:

1—  Her türlü hayâsızlığı ve uygunsuzluğu,

2—  Aklın, dinin ve sağlam örfün fena ve zararlı kabul ettiği şeyleri..

Kur'ân-ı Kerîm bu konuda genel bir ölçü verip mü'minleri hem aydın­latıyor, hem de İblîs'in aralıksız telbîsine karşı uyarıyor. Sonra da akıl ve diğer yeteneklerin insana verilen büyük lütuf ve bol rahmet olduğunu ha­ber veriyor. Şüphesiz ki bunlardan her birinin hem yararını, hem değerini bilmekte mutlak hayır vardır. Aynı zamanda bu yetenekler Kitap ve Sün­net ile birleştikleri zaman mutlak saadete kapı açmış olurlar. [69]

 

Duygu Ve Düşüncelerin Eğilimini En İyi Bilen Allah'tır

 

«Ama Allah dilediğini temize çıka­rır. Allah işitendir, bilendir.»

İslâm'da ameller, işler ve görüntüler niyetlere göre değer ölçüsünü bulur. Her ne kadar biz insanlar zahire göre hükmetmekle emrolunmuşsak da bu, niyetleri, duygu ve düşünceleri değiştirmiyeceği gibi, onların hem dünyada, hem de âhirette kıstas sayılmasını da hükümsüz bırakmaz.

Şüphesiz insan aklı ve diğer yetenekleri hakikati bilip anlamaya, ebe­di mutluluk yolunu seçmeye ve bunun gereğini düşünüp lâyıkıyla yerine getirmeğe tek başına yeterli değildir. O bakımdan aklın mutlaka peygam­berin irşat ve tebliğine, ilâhî kitabın beyânına ihtiyacı vardır.

Gerçek bu olunca, peygamber ve kitap ışığından kendini uzak tutan­lar bilmelidirler ki, kendilerini ilâhî lütuf ve bol rahmetten mahrum bırak­maktadırlar. O bakımdan sadece akıl ve bilgisine güvenip onları ilâhî kıs­tas dışında tutmak suretiyle kendini her türlü kötülükten temize çıkaran­ların Allah yanında kayda değer hiçbir değer ve meziyetleri yoktur. Ayrıca peygamber ve kitabullah ile kendilerini aydınlatanlar da böyle bir iddiayla ortaya çıkamazlar, Zira amel ile niyet arasındaki uyumluğu veya uyum­suzluğu en iyi bilip takdîr eden ancak Cenâb-ı Hak'tır. Bunun içindir ki il­gili 21. âyetle: «Allah'ın sizin üzerinizde bol rahmet ve lûtfu olmasaydı, sizden hiç biriniz ebediyen temize çıkamazdı. Ama Allah dilediğini temize çıkarır. Allah işitendir, bilendir» buyurularak mü'minlere hatırlatmada bu­lunuluyor. [70]

 

Kendisine İyilik De Yapılsa, İnsan Yine De Nankör Olabilir

 

«Affetsinler, bağışlayıp aldırış etmesinler.»

Kur'ân ilgili 22. âyetle iyilikte bulunma konusunda mü'minlere aydın­latıcı bilgi verirken dört önemli noktaya dikkatleri çekiyor:

1—  Mal ve serveti fazîletle birleştirmek; öylece muhtaç durumda olan yakınlara ve hısımlara yardıma devam etmek,

2—  Yakınların ve hısımların bütün iyiliklere rağmen nankörlük etme­lerine kızıp onlardan yardımı kesmemek,

3—  Bu konuda bağışlayıcı ve hoşgörülü olmak,

4—  Sadece Cenâb-ı Hakk'ın bizi bağışlamasını arzu etmek..

Birinci nokta, insanın yalnız kendisi için değil, ailesi, hısımları ve çev­resi için de çalışıp kazandığını öğretmekte ve böylece ferdi topluma bağ­layıp onun kopmaz bir parçası yapmaktadır. Aynı zamanda ahlâk ve fa­ziletten kopuk bir servette hayır ve rahmet havası bulunmadığına işaret etmektedir.

İkinci nokta, yaptığımız ve yapacağımız iyiliklerin karşılığını yalnız Allah'tan beklememizi ilham etmekte, insanlardan takdîr ve teşekkür bek­lemeye gerek olmadığını hatırlatmaktadır.

Üçüncü nokta, bağışlayıcı ve hoşgörü sahibi olmanın mü'minlere ya­kışan güzel hasletlerden olduğunu belirtmektedir.

Dördüncü nokta, iyilikte bulunduğumuz, insanları affettiğimiz, hoşgö­rüyle davrandığımız nisbette Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve mağfiretine lâyık düzeye gelebileceğimizi öğretmektedir. [71]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, şeytanın her türlü kötülüğün kaynağı olduğu ha­ber verildi. Sonra da verilen bir haberin aslını öğrenmeden hemen yargıda bulunmanın çok tehlikeli sonuçlar doğuracağı dolaylı şekilde hatırlatıldı. Ar--kasından   hısımlarımıza  yardımda   bulunmamız   istenilerek,   bazı   dünyevî nedenlerle yardımın kesilmemesi tavsiye edildi.

Aşağıdaki âyetle, yeni bir yuva kuracak mü'min erkek ve kadın­ların kendilerine eş olarak seçecekleri kişiye çok dikkat etmelerinin lüzumu üzerinde duruluyor ve hangi kadının hangi erkeğe, hangi erkeğin de hangi kadına yakıştığı açıklanarak müslümanlara sağlam bir ölçü verili­yor. [72]

 

Meali:

 

26— Kötü yaramaz kadınlar (veya sözler), kötü yaramaz erkeklere; kötü yaramaz erkekler, kötü yaramaz kadınlara (veya sözlere); iyi temiz kadınlar (veya sözler) iyi temiz erkeklere; iyi temiz erkekler de iyi temiz kadınlara (veya sözlere) yakışır. İşte bunlar, onların dediklerinden pâk ve uzaktırlar. Bunlar için bağışlanma ve çok şerefli rızık vardır,

 

İlgili Hadîsler

 

«Dinini ve ahlâkını (yani dindarlığını ve huyunu) beğendiğiniz kimse size geldiğinde (kızınızı veya kızkardeşinizi) ona nikahlayınız.» [73]

«İnsanlar madenler (gibidir). Dinde anlayışlı ve bilgili olduktan sonra cahiliye devrinde iyi ve seçkin olanlar, İslâm'a girdikten sonra da iyi ve seçkindirler.» [74]

«Dünyanın hepsi yararlanılacak şeydir, ama onun en hayırlı yararla­nılacak şeyi, sâliha kadındır.» [75]

«Cenâb-ı Hak kime sâliha bir kadın nasip ederse, gerçekten dininin yarısını (koruması için) ona yardım etmiş olur. Artık geri kalan yarısı hak­kında Allah'tan korksun.» [76]

«Kadın (şu) özelliklerinin birinden dolayı nikahlanır: Güzelliği, malı, ahlâkı ve dini (dindarlığı). Sen dindar ve ahlâklı olanına gerekli ol ki sağ elin feyiz ve bereketle dolsun.» [77]

«Kadın şu dört hasletinden doiayı nikahlanır: Malı, soyu, güzelliği ve dini (dindarlığı). Sen dindar olanına zafer bul ki ellerin feyiz ve bereketle dolsun.» [78]

«İlim ve hikmete kulak verip sadece işittiği kötülüğü anlatan kimse­nin misali, koyun sahibine gelip «şu koyunlardan semiz olan birini bana ayır» diyen ve koyun sahibinin de ona -. «Sen kendin git de arzu ettiğin ko­yunun kulağından tut» demesi üzerine gidip sürü köpeğinin kulağından tutan adamın misâline benzer.» [79]

 

Hz. Âişe (R.A.) Validemiz

 

Çirkin bir iftiraya uğrayan Hz. Âişe (R.A.), soyundakt asalet, iffetinde-ki beraet, evliliğindeki nezahetiyte övülüyor. Kötü, yaramaz sözlerin ona hiçbir suretle yakışmadığı, ancak iyi, temiz ve nezih sözlerin yakışabilece­ği ve onun her zaman güzel, temiz ve nezih sözlere ve sıfatlara lâyık oldu­ğu belirtiliyor. Övgü olarak bu ilâhî beyan ona yeter. Onun da, Safvan'ın da o çirkin iftiradan berî oldukları açık ve net şekilde açıklanıyor.

Ayrıca mü'minlerin aile yuvası kurarken dikkat edecekleri çok önem­li bir hususa parmak basılıyor. O da : İyi temiz erkeklerin iyi temiz kadın­larla, iyi temiz kadınların da iyi temiz erkeklerle evlenmesinin lüzumudur. Zira evlenen çiftlerin inanç, ahlâk, nezaket, kültür, edep ve terbiye hu­suslarında uyum sağlaması, kalıcı bir yuvanın kurulmasını, faziletli bir neslin yetişmesini sağlar. [80]

 

Evlilikte  Kefaet  (Denklik)

 

Kur'ân-ı Kerîm huzurlu, güvenli, aynı zamanda ahlâk ve fazilet ölçü­leri düzeyinde aile yuvasının sağlıklı biçimde kurulmasının genel çerçevesini çiziyor. İslâm hukukçuları bu âyetin ve ilgili hadîslerin ışığı altında evlenecek olan çiftlerden kefaet (denklik) prensibini koymuşlardır. Bu denk­liğin daha çok erkek tarafında aranması ise, aile reisine vakar ve onur kazandırmak içindir.

Hanefî Mezhebî'ne göre : Kefaet şu altı şeyde aranır: Soy, İslâmiyet, sanat-kültür, hürriyet, dindarlık ve servet..

Şafiî Mezhebi'ne göre ; Kefaet şu dört şeyde aranır: Soy, din, hürri­yet, sanat.. [81]

Böyleee bu iki mezhebe göre «kefaet» nikâhın lüzumundan sayılsa bi­le şartından sayılmaz. Yani arada kefaet gözetilmeksizin yapılan nikâh ak­di caizdir. Hanbelî Mezhebi'ne göre ise, İmam Ahmed b. Hanbel'den bu mesele hakkında iki farklı rivayet yapılmıştır. Biri kefaet'in nikâhın şart­larından olduğu, diğerinin olmadığı anlam ve hükmündedir. Birinci rivaye­ti Süfyan es-Sevrî de benimsemiş, yani o da bu anlamda bir içtihatta bu­lunmuştur. İkinci rivayeti ise benimseyenler ekseriyettedir. Aynı zamanda Hz. Ömer (R.A.), İbn Mes'ud (R.A.), Ömer b. Abdülaziz, Ubeyd b. Umeyr, Hammad b. Ebî Süleyman, İbn Sirîn, İbn Avn, İmam Mâlik ve rey tarafdar-larının da içtihatları bu anlamdadır. [82]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Evlenecek olan çiftler arasında kefaet (denklik) konusuna temas edil­di ve kötü yaramaz kadınların ancak kötü yaramaz erkeklere ve böyle olan erkeklerin de aneak öyle olan kadınlara yakıştığı belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, başkalarına ait evlere izin almadan girmenin caiz olmadığı konu ediliyor ve böylece «adâb-ı muaşeret»le ilgili bir husus hak­kında mü'minler aydınlatılıyor. [83]

 

Meali:

 

27—  Ey imân edenler! kendi evlerinizden başka evlere, sahipleriyle alışkanlık sağlayıp (onlardan) izin almadıkça ve onlara selâm vermedik­çe girmeyin. Bu sizin için hayırlıdır. Umulur ki iyice düşünürsünüz.

28—  İçinde bir kimse bulamazsanız, size izin verilmedikçe yine de girmeyin. Size, «geri dönün» denilirse, geri dönün. Bu sizin için daha ne­zih ve daha uygundur. Allah yapageldiklerinizi bilir.

29—  İçinde sîzinle ilgili bir yarar bulunup oturulmayan evlere girme­nizde bir günah ve vebal yoktur. Ailah açıkladığınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir.

 

İniş Sebebi

 

Taberâni'nin Adiy b. Sâbit'ten yaptığı rivayete göre : Ansar'dan bir kadın. Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek şöyle dedi: «Ya Resûlellah! doğrusu ben kendi evimde öyle vaziyetlerde bulunuyorum ki başkasının beni o vaziyette görmesini arzu etmiyorum. Hattâ babam ve oğlumun bi­le görmesini istemiyorum. Ama (zaman zaman) babam gelip içeri girmek­te, ailemizden biri gelip girmektedir. Bu durumda ne yapmalıyım?»

Bu sebeple ilgili âyetin indiği tesbit edilmiştir.

Diğer bir rivayet de şöyledir: Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) da, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e şöyle demiştir: «Ya Resûlellah! Şam yolu üzerinde bir­takım haneler ve meskenler vardır ki içlerinde kimseler oturmamaktadır. Onlar hakkında ne buyurursunuz? Bu soru üzerine 29. âyet inmiştir. [84]

 

İlgili Hadisler

 

Kind b. Hanbel anlatıyor: «Peygamber (A.S.) Efendimizin (evinde bu­lunduğu bir sırada) izin almadan yanına girdim. Bunun üzerine bana şöy­le buyurdu: «Geri dön ve es-selâmü aleyküm, içeri girebilir miyim? de de izin iste.» [85]

Rebi'î b. Harraş (R.A.) anlatıyor:

  Beni Âmir kabilesinden bir adam  gelip,  evinde oturmakta olan Peygamber {A.S.) Efendimizin yanına girmek için izin isteyerek «içeri gi­rebilir miyim?» dedi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) kendisine hizmet eden adama şöyle emretti: «Dışarı çık da o adama eve girme adabını öğ­ret; ona: es-selâmü aleyküm. İçeri girebilir miyim? şeklinde söylemesini bellet.» Adam bu uyarıyı duydu ve «es-selâmü aleyküm. Girebilir miyim?» diyerek izin istedi. Peygamber (A.S.) izin verdi. [86]

Ebû Saîd (R.A.) anlatıyor:

  Bir toplantıda bulunuyordum. O sırada Ebû Musa (R.A.) üzgün bir halde geldi ve şöyle dedi: «Hz, Ömer'den içeri girmek için üç defa izin istedim, cevap alamadım. Geri  döndüm. Sonra beni tekrar çağırttı  ve şöyle dedi: «Seni daha önce çağırdığım halde neden gelmedin?» «Ben de: «Geldim, üç defa izin istedim, cevap alamadım ve geri döndüm. Nitekim Peygamber (A.S,) da «bir eve girmek istediğin zaman üç defa izin iste. Cevap verilmeyince geri dön» buyurmuştu, diye ilâve ettim. Bunun üze­rine Hz. Ömer (R.A.): «Vallahi bunu Peygamberin (A.S.) dediğine dair şa­hit getirmelisin; aksi halde elimden kurtulamazsın!» dedi. Ebû Musa (R.A.) olayı anlattıktan sonra hazır olanlara : «Sizden bu hadîsi duyan yok mudur?» diye sordu. Ubay b. Kâb (R.A.): «Ben duydum» dedi ve kalkıp Hz, Ömer'e (R.A.) gittiler. [87]

 

Mesken Dokunulmazlığı

 

İslâm Dini her vatandaşın canını, malını, namus ve şerefini korumuş ve bunlara tecavüzü kesinlikle yasaklayıp haram kılmıştır. O kadar ki izin istemeden, selâm vermeden başkasının evine girmeye cevaz vermemiş; başkasının kapı ve penceresinden içeri bakmayı büyük günahlardan say­mıştır.

İslâm bütün bu yasakları, biri dünyevî, diğeri uhrevî olmak üzere iki ayrı cezaî müeyyide koymakla asıl amacına ulaştırmayı planlamıştır. Dün­yevî ceza için devletin ilgili kurumlarını yetkili kılmış ve böylece başkasının meskenine izinsiz girmeyi hukukî ve kazaî açıdan yasaklamıştır.

Kitap ve sünnetten anlaşıldığı üzere, aynı evde oturan karı-koca dı­şındaki diğer yakınların da birbirlerinin, özellikle ana-babalarının odaları­na izin isteyerek girmeleri tavsiye edilmiş; daha çok üç vakit üzerinde du­rularak gereken açıklama yapılmıştır. [88]

Böylece İslâm insanların birbirlerine karşı saygılı olmalarını ve bunu günlük hayatlarında sergilemelerini sağlamış; namus ve iffeti, şeref ve haysiyeti korumayı her zaman ön plânda tutmuştur.

. Ziyaret veya herhangi bir iş için gidilen eve girmeye üç defa izin is­tenildiği halde izin verilmezse, üzülmeden, öfkelenmeden, kırılmadan dön­menin çok daha hayırlı olduğu belirtiliyor. Bununla ev sahibinin kendine göre mazereti, başkasının görmesi uygun olmayan bazı durumları buluna­bileceğine işaret ediliyor.

İslâm'ın gerçek medeniyetin en sağlam esasını oluşturduğunu, beşe­rî münasebetlerin bu bölümünden de rahatlıkla anlamak mümkün.. [89]

 

Başkasının Evine Girmek İçin Prensip

 

Kur'ân-ı Kerîm'de başkasının evine girmek istenildiğinde riâyet edil­mesi gereken iki prensip konulmuştur:

1— İsti'nas            

2— Teslîm

İsti'nas : Hafif öksürmek, «sübhanellah» veya «AHahu Ekber» ya da «el-Hamdu lillah» demek suretiyle dışarda beklemekte olduğunu ev hal­kına duyurmaktır. Böylece ziyaretçi daha güven verici bir hava oluşturur ve ev sahibinin toparlanmasını sağlar.

Aynı zamanda «isti'nas» izin isteme manasını içerir. Nitekim yedi kı­raatten birinde «isti'nas» yerine «isti'zan» okunmuştur. Bir kısmı İbn Ab-bas'ın, bir kısmı ise Tabiîn'den Saîd b. Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: «Teste'nisû hatadır ve kâtipten sadır olan bir vehimdir. Onun aslı teste'zinû'dur.» Ancak yapılan ciddi araştırmalara göre bu rivayetin sahih olmadığı ve bütün İslâm mushaflarında «teste'nisû» olduğu anlaşıl­mış ve Hz. Osman (R.A.) döneminde de böyle yazıldığı görülmüştür. [90]

Nitekim İbn Mâce'nin Ebû Eyyub el-Ansarî (R.A.) den yaptığı rivayete göre, adi geçen sahabt, Peygamber (A.S.) Efendimiz'den soruyor: «Ya Re-sûlellah! birinin evinin kapısına gelinince selâm vermeyi anlıyoruz, ama isti'nas nedir bilmiyoruz.» Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber (A.S.) ona şöyie cevap veriyor: «Sübhanellah veya Allahu Ekber veya el-Hamdu lif-lah demek, ya da hafif öksürmek ve ev halkından izin istemektir.»

Cahiliye devrinin kötü âdetlerinin izlerini kendi üzerlerinde taşıyan ba­zı Araplar, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in odasının arka kısmına gelip gö­rüşmek istediklerini yüksek sesle duyurmaya çalışırlardı. Cenâb-ı Hak onların bu davranışının ev schibine hem saygısızlık olduğunu, hem de edep ve terbiye kuralları dışına taştığını Hücurat Sûresi dördüncü âyetle şöyie açıklayarak mü'minleri aydınlatmıştır: «Şüphesiz onlar ki (sana ait) oda­ların arkasından sana seslenirler, çoğunun aklı ermez.»

Teslîme gelince : O, «es-Selâmu aleyküm» demektir. Bu, henüz içeri girmeden gelen ziyaretçinin müslüman olduğunu hatırlatmak, aynı zaman­da güven telkin etmek ve ev sahibine dünya ve âhiret selâmeti dilemek içindir.

İzin istemeyi gerekirse üç defa tekrarlamak sünnettir. Üçüncü defa da izin verilmezse veya cevapsız bırakılırsa, artık dördüncü defa izin is­temeye gerek kalmayıp geri dönmek sünnettir.

İzin istemenin şekli şöyledir: «es-Selâmü aieyküm, içeri girebilir mi­yim?» Bu durumda izin verilirse girilir, «kabul edemiyeaeğiz» denilirse, ge­ri dönülür. Cevap verilmezse, aynı söz iki defa daha söylenir. Ayrıca ziyaretcinin kendini tanıtması da sünnettir. Nitekim sahih rivayete göre : Ca-bir b. Abdullah, Peygamber (A.S.)ın kapışma gelip izin istedi. Peygamber (A.S.) Efendimiz: «Kim o?» diye sorunca, Câbir (R.A.) «Benim» diye cevap verdi. Peygamber (A.S.) bu cevabı beğenmeyip «ben, ben (ne demekmiş?) buyurdu. [91]

 

Meskûn Olmayan  Evler

 

«İçinde sizinle ilgili bir yarar bulunup oturulmayan evlere girmenizde bir günah ve vebal yoktur..»

Meskûn olmayan evler hangisidir? Bu konuda müfessirlerin az farklı yorumları  olmuştur. Şöyle  ki :

a)  Yol üstündeki hanlar ve kervansaraylardır. Zira bunlar ya devlet, ya da hayır sahipleri tarafından sırf yolcuların yararlanması için yapılmış tesislerdir.

b)  Zamanında meskûn olarak yapılmış, sonraları sahipleri bütünüyle terkedip başka yere göçmüş olan evlerdir. Ancak bunların kapılarına kilit vurulmuşsa, bu, başkalarının girmesine müsaade edilmediğine alâmet sa­yılır ve o takdirde sahiplerinden izin almak gerekir.

c)  Medine yolu üzerinde yolcuların konaklaması için hazırlanıp içine öteberi yerleştirilen evlerdir. [92]

d)  Muhammed b. Hanîfe, Katade ve Mücahid'e göre : Yolcuların ge­lip geçtiği yol üzerine yapılan han ve benzeri te'sislerdir. Bunlar sırf yol­cular yararlansın diye vakfedilmişlerdir. İçlerine, yolcuların istifade ede­bileceği bazı eşyalar da konulmuştur.

e)  Yine Muhammed b. Hanîfe'ye göre : Mekke'deki mevcut evlerdir. Mekke silah zoruyla fethedildiği için oradaki evler bütün müslümanlara ait­tir. [93]

f)  Ata'a göre : Yol üzerlerindeki yıkık binalardır. Bunlarda küçük ve büyük abdest bozacak ve geceyi geçirecek yerler mevcuttur. [94]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, başkalarına ait evlere izin istemeden ve selâm vermeden girmenin caiz olmadığı belirtildi. Ancak yol üzerlerinde yolcu­lar yararlansın diye yapılan han ve benzeri tesislere izin istemeden gir­mekte bir sakınca olmadığına dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, erkek ve kadınların kendilerine helâl olmayana bakmamaları emrediliyor ve her iki cinsin de namus ve iffetlerini koruma­larının lüzumu üzerinde durularak mahalle ve sokaklarda nasıl davranıl-masının gereğine işaret ediliyor. Sonra da kadınların zınet yerleri konu edi­liyor. Başlarını da örtmelerinin gereğine değinilerek sağlam bir kıstas ve­riliyor. Zînetlerini ve zînet yerlerini kimler yanında açık bulundurabilecek­lerine atıf yapılarak sınırlı bir cevaza yol açılıyor. [95]

 

 

Meali:

 

30—  (Ey Muhammedi) Mü'min erkeklere de ki: gözlerini (kendilerine helâl olmayanlardan) sakınsınlar, utaıTc yerlerini (hem açmaktan, hem de zinadan) korusunlar. Bu onlar için daha nezih ve daha uygundur. Şüphe­siz ki Allah onların işleyegeldiklerinden haberlidir.

31—  Mü'mine kadınlara da de ki: (Bakılması haram olan şeylerden) gözlerini sakınsınlar; iffet ve namuslarını korusunlar, süs yerlerini -görü­nen kısımlar dışında- açmasınlar; başörtülerini yakaları üzerine (geleoek şekilde) örtünüp salıversinler; zînetlerini (ve zînet yerlerini) kocalarından veya babalarından veya kocalarının babalarından veya oğullarından veya kocalarının oğullarından veya kardeşlerinden veya kardeşlerinin oğulların­dan veya kızkardeşlerinin oğullarından veya kendi (din kardeşleri sayılan) kadınlardan veya ellerinin sahip olduğu cariyelerden veya erkeklikten ke­silip (kadınlara) ihtiyaç duymayan hizmetçilerden veya kadınların utanç yerlerine ilgi duymayan çocuklardan başkasına açmasınlar. Süslerinden gizledikleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar (ayak bileklerindeki halhali taşıdıklarını hissettirmesinler). Hepiniz birden Allah'a tevbe edin ey mü'minler! Ola ki korktuklarınızdan kurtulup umduklarınıza erişirsiniz.

 

İniş Sebebi

 

Mersed kızı Esma (R.A.), Benî Harise mahallesinde oturuyordu. Ken­disi oldukça zeki ve sözü sohbeti dinlenen bir hanımdı. Müslüman hanım­lar sık sık onu görmeye ve sohbetinden yararlanmaya gelirlerdi. Ancak ona gelen hanımların çoğu iyice örtünmezlerdi; ayak bileklerindeki halhal, göğüslerindeki gerdanlık, saç örgüleri açık bir vaziyette bulunuyordu. Hz. Esma (R.A.) onların bu halini hiç de hoş karşılamadı ve «bunlar ne çirkin şeyler» diyerek üzüntüsünü belirtti. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler in­di. [96]

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kîrâm'dan Cerîr (R.A.) diyor ki: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz1-den, farkına varmadan ansızın (karşılaşılan bir kadına) bakmaktan sor­dum. Buyurdu ki; «Gözünü (ondan) derhal çevir.» [97]

Bir adam annesinin odasına girmek için izin isteyip istemiyeceği hak­kında sordu. Peygamber (A.S.) ona: «İzin iste de öyle gir» buyurdu. Bu­nun üzerine adam tekrar sorma ihtiyacını duydu ve aralarında şu konuş­ma geçti:

  Ama ben evin içinde onunla beraber bulunuyorum?

  İzin iste de öylece yanına gir.

  Ben ona hizmet ediyorum, yine de izin istemem gerekir mi?

  İzin al da öylece gir. Onu çıplak vaziyette görmek ister misin? [98]

«Ademoğluna (kendi iradesi doğrultusunda) zinadan ulaşacak payı yazılmıştır; bundan kurtuluş yoktur. İki gözün zinası (harama) bakmaktır. Dilin zinası, (o gibi müstehcen şeyi) konuşmaktır. Kulağın zinası, (o gibi müstehcen şeyleri) dinlemektir. Ellerin zinası, (o gibi şeyleri) tutmaktır. Ayakların zinası, (o gibi şeylere doğru) adım atmaktır. Nefis ise, (o gibi şeyleri) temenni edip ilgi duyar; utanç yeri ise, ya onu doğrular, ya da ya­lanlar.» [99]«Kıyamet günü bütün gözler ağlayacak; ancak Allah'ın haram kıldığı şeyden sakınan göz; Allah yolunda uyumayıp (nöbet bekleyen) göz ve Al­lah korkusundan sinek başı kadar olsun yaş akıtan göz müstesna..» [100]

«Allah'a tevbe edin. Çünkü ben Yüce Rabbıma bir günde yüz defa tevbe ediyorum.» [101]

«Allah kulun tevbesinden dolayı, çölde kaybettiği devesini bulan kim­seden daha çok sevinir.» [102]

 

Erkeklerin Gözlerini Haramdan Sakınması

 

«Mü'mîn erkeklere de ki: Göz­lerini (kendilerine helâl olmayanlardan) sakınsınlar. Utanç yerlerini (hem açmaktan, hem de zinadan) korusunlar.»

Kur'ân haramdan sakınma, namus ve iffeti koruma konusunda, ka-dıniardan önce erkeklere seslenmekte ve bu hususta onların daha eğiti­ci, yönlendirici ve otokontrolü sağlayıcı rol oynayabileceklerine işaret et­mektedir. Aynı zamanda kadınlardan ziyade erkekler cadde ve sokaklar­da, çarşı ve pazarlarda bulunurlar. Onların rastladıkları her kadını din kardeşi bilip anne ve kız kardeşlerine gösterdikleri saygıyı onlara göster­dikleri; şehvet nazarıyla değil, iş icabı baktıkları takdirde, topium yapısın­da güven, huzur, namus, edep ve terbiye duygu ve düşüncesi hâkim olur. Yetişmekte olan kuşaklara da toplum içinde nasıl davranılması gerektiği -en tesirli yanlarıyla- gösterilmiş olur.

Böylece kadınların da kocalarına karşı şüphe ve zan beslemelerine, güvensizlik duymalarına neden kalmaz ve aile yuvası daha huzurlu bir düzeye kavuşmuş olur. [103]

 

Kadınların Gözlerini Sakınması, İffetlerini Koruması

 

Mü’min kadınlara da de ki: (Bakılması haram olan şeylerden) gözlerini sakınsınlar; iffet ve na­muslarını korusunlar..»

Kadınların da erkeklere şehvetle bakması haramdır. Aiım-satım, iş ve mahkeme gibi durumlarda -şehvetle olmamak kaydıyla- erkeğin kadına, kadının da erkeğe bakmasına cevaz verilmiştir. Bu cevazı veren ilim adam­ları ve müctehit imamlar şu olayı delil ve dayanak göstermektedirler: «Bay­ram günü Habeşlî oyuncular Mescid-i Saadet'in yanında kılıç-kalkan oyunları oynarken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onları seyrediyor, aynı za­manda teşvikte bulunuyordu. Derken gelip Peygamber (A.S.) Efendimiz'in arkasında yer alan Hz. Aişe (R.A.) Validemiz de -erkeklere görünmeyecek şekilde korunmak suretiyle- onları bıkıncaya kadar seyretti.»

Bunun aksini iddia edenlerin delili ise, Tirmizî'nin rivayet ettiği İbn Ümmi Mektûm'un (R.A.), Hz. Meymune'nin (R.A.) yanında Hz. Ümmü Se­leme (R.A.) bulunduğu bir sırada içeri girmesi ve Peygamber (A.S.)ın, zevçelerine perde arkasına geçmelerini emretmesidir.

Ancak ilim adamları hicretin yedinci yılında meydana gelen Habeşlî oyuncular olayıyla ilgili rivayeti delil edinme bakımından daha sıhhatli ka­bul etmişlerdir.

Şüphesiz ki, müslüman kadınların gözlerini ve namuslarını haramdan sakınmalarının sayılmayacak kadar faydaları vardır. Onları şöyle madde-leştirip özetliyebiliriz :

a)  İffetsiz erkeklerin gizli arzularının ortaya çıkmasına engel olur.

b)  Şehevî duygusunun tesiri altında kalanların bir ölçüsüzlükte bulun­malarına fırsat vermez.

c)   Erkeklerin kadınlara, yani iffetli ve namuslu kadınlara daha çok saygı duymalarına ortam hazırlar.

d)  Ahlâkan düşük kadınların ister-istemez o iffet ve edep havasına uymalarını sağlar.

e)   Kız çocuklpnnın edep ve terbiye, namus ve iffet havası içinde ye­tişmelerini kolaylaştırır. [104]

 

Kadınların Zınetı Ve Zınet Yerleri

 

Süs yerlerini -görünen kısmın dışında- açmasınlar.,»

«Süs» ile çevirisini yaptığımız «zînet» kavramı üzerinde hayli durul­muş ve birtakım farklı yorumlar ortaya konulmuştur:

1—  İbn Abbas'a (R.A.) göre : Kadının yüzü, elleri ve yüzüğü gibi gö-rünebilen kısımları dışındaki süs yerleridir. Nitekim İbn Ömer ve Tabiîn'den Saîd b. Cübeyr de aynı görüştedirler.

2—  Ebû İshak ve Ebû Ahves'e göre : Küpe, halhal, gerdanlık gibi an­cak kocasının görebileceği süsleri ve süs yerleridir.

3—  İbn Mesûd'a (R.A.) göre : Sokak kıyafeti (çarşaf, manto, pelerin) ve entari dışında kalan giysileridir.

Bunlardan İbn Abbas'm (R.A.) yorum ve tesbiti daha sıhhatli kabul edilmiş ve delil olarak Ebû Bekir Sıddîk'ın (R.A.) kızı Hz. Esma (R.A.) olayı gösterilmiştir. Şöyle ki: Hz. Esma (R.A.) üzerinde ince bir entari bulunduğu halde Hz. Aişe'nin {R.A.) odasına giriyor. O sırada Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de orada idi. Hz. Esmâ'yı o vaziyette görünce yüzünü başka tarafa çeviriyor ve şöyle uyarıda bulunuyor: «Ya Esma! kadın ergen olun­ca, artık onun şundan ve bundan başka yerlerinin görünmesi uygun olmaz»

buyuruyor ve mübarek eliyle yüzünü ve iki elini gösteriyor. [105]

 

Zinet Kavramıyla İlgili Açıklama

 

Zînet, biri kapalı diğeri açık olmak üzere iki kısma ayrılır. Kapalı ola­nı: Ayak bileğine takılan halhal, kollara takılan bilezikler, kulaklara takı­lan küpe ve boyuna takılan gerdanlıktır. Acık olanı ise: Dış kıyafettir ve bedeni örten elbiselerdir. Nitekim A'raf Sûresi 31. âyette buna değinilerek şöyle buyurulmaktadır: «Ey Adem oğulları! her mescidde (namaz vakitle­rinde orada bulunduğunuzda) zinetinizi (güzel ve temiz elbisenizi) giyinin..» Böylece zînet'in temiz olan sokak kıyafeti olduğu anlaşılıyor. [106]

Aynı zamanda bundan maksadın sürme, yüzük, bilezik, yüz ve eller olduğunu belirtenler de olmuştur. [107]Nitekim Hz. Aişe (R.A.) diyor ki: «Anabir kardeşim Abdullah'ın kızı Müzeyyene yanıma geldi. Az sonra Pey­gamber (A.S.) da içeri girdi ve o kızı görünce yüzünü başka tarafa çevirdi. Bunun üzerine dedim ki: «Ya Resûlellah! o kardeşimin kızıdır.» Benim bu sözüme karşılık O şöyle buyurdu : «Ya Aişe! kız ergen olunca, yüzünden ve (eliyle kendi bileğini tutup elini göstererek) bundan başka yerlerini açık bulundurması helâf olmaz.» [108]

Konumuzla ilgili âyette «fürûc» sözü geçmektedir. Bu «ferc»in çoğu­ludur. Nûr Sûresi 30 ve 31. âyetler dışında hep zina anlamında kullanıl­mıştır. Bu iki âyette ise, utanç yerleri kasdedilmiştir. [109]

 

Başörtüsünü Yaka Üzerine Gelecek Şekilde Örtünmek

 

«Başörtüsünü yakaları üzerine (gelecek şekilde) örtünüp salıversinler; zînetlerini (ve zînet yerleri­ni)...... açmasınlar.»

Cenâb-ı Hak, mü'min kadınları saygı duyulacak, iffet ve namus tim­sali olacak bir düzeyde bulundurmak için onlara hem baş örtülerini nasıl örtünmelerini, hem de zînet yerlerini, avret mahallerini iyice örtecek dış kıyafetlerini nasıi kullanmalarını belirterek yol gösteriyor. Anlaşıldı­ğı gibi, konuyu oluşturan bölümde biri emir, diğeri nehiy (yasak) olmak üzere iki ayrı hüküm yer almaktadır. Emir burada vücubu, yani farziyeti, nehiy ise tahrîmi gerektirir. O halde müslüman kadınların mahremleri ol­mayan erkeklere karşı başlarını, boyun, göğüs, kulak ve saçları kapsaya­cak şekilde örtünmeleri farzdır. Sokağa çıkarken de, bir rivayete göre, yüz ve elleri dışında kalan kısımlarını -tenin rengi görünmeyecek şekilde-örtmeleri de farzdır. Bunun aksine bir kıyafet yasaklanmıştır ki bu tahrîmi gerektirir.

Müfessîr Kurtubî'nin tesbitine göre : Bu iki âyet inmeden önce Müs­lüman kadınlar başörtülerini omuzları arasından salıverirlerdi. O yüzden boyunları, kulakları, saçlarının bir kısmı ve göğüslerinin boğazla birleşen kısmı açık, yani örtülmedik kalırdı. Cenâb-ı Hak bu şekil örtünmenin sa­kıncalı olduğunu beyanla Nûr Sûresi'nin 30 ve 31. âyetlerini indirdi. Böy­lece hükmü kıyamete kadar baki kalacak bir örtünme şeklini emretti. [110]

Nitekim Hz. Aişe'nin (R.A.) kardeşi Abdurrahman'ın kızı Hafsa, Hz. Aişe'nin yanına geldiğinde, başında -boyun ve göğsün rengini belli ede­cek şekilde- ince bir baş örtüsü bulunuyordu. Hz. Aişe (R.A.) onun bu ha­line fazlasıyla üzüldü ve öfkelendi, o sebeple Hafsa'nın başındaki ince ör­tüyü çekip aldı ve yırttı. Sonra da şöyle buyurdu : «Kalınca bir örtü örtü­lür..» [111]

Yine Hz. Aişe (R.A.) diyor ki:

«Bu âyetler indiğinde, Allah rahmet eylesin, ilk muhacirlerden olan kadınlar üstlerinde taşıdıkları entari, çarşaf ve benzeri elbiselerinden ke­sip başlarını (emredilen şekilde) örttüler.»

Hz. Aişe (R.A.) devamla diyor ki :

«Vallahi Ansardan olan kadınları, Allah'ın kitabına uyup onu en çok doğrulayan kadınlar olarak gördüm. Nûr Sûresi'nin bu âyetleri indiği za­man kocaları gidip onlara okuyunca hepsi de başörtülerini güzelce örtü­nüp Peygamber (A.S.) Efendimiz'in arkasında (namaza) durdular; sanki «hepsinin başında birer (siyah) karga bulunuyordu.» [112]

Anlaşıldığı gibi, başörtüsünün boynu, gerdanı, kulağı ve saçı örteoek şekilde örtülmesi emredilmekte ve böyle yapmanın farz olduğu belirtil­mektedir. [113]

Ellere ve yüze gelince : Bunların açık tutulmasında zaruret söz konu­sudur. O bakımdan bir fitneye sebep teşkil etmediği sürece bu iki organı açık bulundurmakta bir sakınca yoktur. Aynı zamanda bununla ilgili rivayet­ler kolaylık getirmektedir. Bir konu hakkında iki veya daha fazla sahih ri­vayet varsa ve biri diğerinin hükmünü kaldirmıyorsa, o takdirde hafif ve kolay olanını seçmekte yarar vardır. Kurtubî de ihtiyat cihetiyle bu delilin daha kuvvetli olduğunu belirtmiştir. (Tefsîr-i Kurtubî: 12/229) [114]

 

Konunun Fıkhı Yönü

 

Hanbelî Mezhebine göre :

Namazda erkeğin avret yeri: Göbekle diz kapağı arasıdır. Göbek ile diz kapağı avret değildir. [115]

Avret yerini örtünmede vacip olan ölçü, tenin rengini örtüp beyazlık ve kırmızılığı görülmeyecek ve belli edilmeyecek kadar elbisenin kalın bu­lunmasıdır. Aksi halde tenin rengini belli edecek kadar ince bir elbiseyle namaz caiz olmaz.             

Kadınlara gelince :

Onların namazda yüzlerinden ve ellerinin içinden başka yerlerini açık bulundurmaları caiz değildir. Cariyelerin ise başları açık bir vaziyette na­maz kılmaları caizdir. Bu meseleye el-Hasan'dan başka muhalefet eden bir ilim adamı bilmiyoruz. [116]

İmam Ahmed b. Hanbel'e göre : Cariyenin başı, dirseklere kadar kol­ları ve dizlere kadar bacakları dışında kalan kısmının tamamı avrettir. [117]

Hanefî Mezhebine göre :

Namazda erkeğin avret.yeri, göbekle diz kapağı arasıdır. Diz kapağı da avrettir. Hür kadının avret yeri ise, yüzü, ellerinin içi ve ayaklarının üs­tü dışında bedeninin tamamıdır. Cariyenin avret yeri, diz kapağıyla göbek arası, karın ve belinin tamamıdır. [118]

Şafiî Mezhebine göre :

Erkeğin ve cariyenin namazda avret yeri, göbekle diz kapağı arasıdır. Göbek ve diz kapağı avret değildir.

Hür kadının namazda avret yeri, yüzü ve elleri dışında bedeninin ta­mamıdır. [119]

Mâliki Mezhebine göre :

Erkeğin ve kadının mugallaza ve muhaffafa, yani galiz ve hafif olmak üzere avret yerleri iki kısma ayrılır. Erkeğin galiz olan avret yeri, ön ve ar­ka organlarıdır. Hafif olanı ise, göbekle diz arasıdır.

Hür kadının galiz avreti: Yüz, eller, ayaklar, göğüs ve göğüs hizasın­da-olan kısımların dışında kalan bedeninin tamamıdır. Hafif olanı, göğüs ve göğüs hizasına gelen arka kısmı, kolları, boynu ve başıdır. Aynı zaman­da dizden ayak ucuna kadar olan kısmı da hafif avret kapsamına girer. Yüz ve elleri avret değildir. [120]

Bu mezhebe göre, hafif sayılan avret yerlerini açık bulundurmak ha-ramsa da namazı bozmaz. [121]

Aynı zamanda giyilen elbisenin, tenin rengini örtüp belli etmiyecek şekilde kalın olması şarttır.[122]

Namaz dışında avret yerleri:

Hanefî Mezhebine göre : Hür kadının halvette avret yeri, dizle göbek arasıdır. Gerek mahreminin, gerekse müslüman kadınların yanında belirti­len kısmın dışındaki yerlerini açık bulundurması haram değildir. [123]

Yabancı erkek veya gayr-i müslim kadınların yanında ise, yüzü ve iki elleri dışında kalan bedeninin tamamı avrettir. Bir fitne söz konusu olma­dığında, lüzum ettiği zaman kadının yüzüne ve eline bakmak haram değil­dir. [124]

Mâlikî Mezhebine göre : Hür kadının erkeklerden olan mahremlerine karşı ancak yüzünü, başını, boynunu, ellerini ve ayaklarını açık bulundur­ması helâldir.

Hanbelî Mezhebine göre : Hür kadının erkeklerden olan mahremlerine karşı ancak yüzünü, boynunu, başını, ellerini ve dizden aşağı kısmını açık bulundurması caizdir.

Şafiî Mezhebine göre : Kadının yüzü de, elleri de yabanoı erkeğe kar­şı avrettir. Gayr-i müslime kadınlara karşı avret değildir.

Mâlikî ve Şafiî imamlarına göre :

Kadının namaz dışında avreti, kendi mahremine nisbetle, göbek ile diz arasıdır. Yabancı erkeklere nisbetle, bedeninin tamamıdır. Ancak Mâ­likî imamlarından çoğuna göre, yüzü ve elieri başı ve ayakları istisna teş­kil eder. Şehevî telezzüzden kendini emin hisseden yabancı erkeğin, ka­dının belirtilen yerlerine -lüzum ettiği takdirde- bakması haram değildir. [125]

Kadın sesi avret değildir. Nitekim Ashab-ı Kiram, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin zevcelerinden dinî konuları sorup öğrenirlerdi. [126] Ancak er­keklere karşı şarkı, türkü söylemeleri bu genellemenin dışında kalıp ha­ram kapsamına girer. [127]

 

Kadinlar Zinet Yerlerini Kimlerin Yaninda Açabilirler

 

«Zinetlerinî (ve zînet yerlerini) kocalarından ve­ya babalarından......»

Kur'ân-ı Kerîm yukarıdaki otuz birinci âyetle, kadınların -mezheplerce sınırı belirlenen- zînet yerlerini ancak şu on iki sınıf kimsenin yanında aça­bileceklerinin caiz olduğunu belirtmektedir. Şöyle ki :

1—  Babalar

Bu, baba ve dedeleri kapsamaktadır. Öyle ki, kadın zînet yerlerini na­sıl babasının yanında açabilirse, öylece babasının babasının ve anasının babasının yanında da açabilir.

2—  Kocalar

Kocadan maksat sahîh nikâhla evlendiği erkektir. Ayrıca «ba'l» efen­di hakkında da kullanılmıştır. Ona göre, (hizmetçi) kadın efendisinin ya­nında zînet yerlerini açabilir. [128]

3—  Kocaların babaları

Bu, kadının kocasının babasını ve dedesini kapsamaktadır. Öyle ki, kadın kocasının babasının yanında zînet yerlerini açık bulundurabileceği gibi, onun babasının babası yanında da açık bulundurabilir.

4—  Oğullar

Bu, kadın ve erkek tarafından olan hem oğulları, hem de torunları kapsamaktadır.

5—  Kocaların oğulları

Dördüncü maddede bunu belirttik. Kadın evlendiği kocasının başka bir eşinden doğan oğlunun yanında zînet yerlerini açık bulundurabilir. Çünkü onunla evlenmesi müebbeden (ömür boyunca) haram kılınmıştır.

6—  Erkek kardeşler

Bu, hem ana-baba bir, hem baba bir, hem de ana bir kardeşleri kapsa­maktadır.

7—  Erkek kardeşlerin oğulları     

Bu, altıncı maddede açıklandığı üzere, öz ve üvey kardeşlerin oğul­larını kapsamaktadır.

8—  Kız kardeşin oğulları

Bu, ana-baba bir, baba bir ve ana bir kız kardeşlerin oğullarını ve to­runlarını kapsamaktadır.      

9—  Müslüman kadınlar»?

Âyette «nisâi-hinne» ifadesi yer almaktadır. Üçüncü şahıs zamiri ka­dınlara hasolmakla beraber, hangi kadınlara raci', yani aittir? İbn Cüreyc ve İmam Kurtubî'ye göre, «Müslüman kadınlarsa râci'dir.[129] Bu takdirde müslüman bir kadının avret yerlerini gayr-i müslim kadınların yanında aç­ması caiz değildir. Nitekim İkinci Halîfe Hz. Ömer'in (R.A.), Ebû Ubeyde b. Cerrah'a (R.A.) şöyle bir mektup yazdığı rivayet edilmiştir: «Bana gelen haberlere göre, gayr-i müslim vatandaş kadınlar, Müslüman kadınlarla be­raber hamamlara giriyorlarmış. Bunu derhal yasakla. Zira zimmîye (gayr-i müslim vatandaş kadınjnın, Müslüman kadının çıplak tenini görmesi caiz değildir.»[130]

Ancak müşrike, kâfire kadın, Müslüman kadının cariyesi ise, hanım­efendisinin zînet yerlerine bakmasında bir sakınca yoktur. [131]

10—  Ellerinin sahip olduğu cariyeler

«Ellerinizin sahip olduğu cariyeler» diye çevirisini yaptığımız «ev ma meleket eymanuküm» cümlesinin zahiri, müslüman olsun, kitaplı olsun köle ve cariyelere şâmil gelmektedir. Nitekim Hz. Aişe ile Hz. Ümmu Sele­me (Allah ikisinden de razı olsun) âyeti bu manada anlayıp yorumlamış­lardır.[132] İbn Abbas (R.A.) da «kölenin kendi hanımefendisinin saçlarına bakmasında bir sakınca yoktur» demiştir. [133]

İmam Mâlik'e :

  Bir hanımefendinin, iğdiş olan kölesinin yanında başörtüsüz otur­ması caiz midir? diye sorulduğunda, o şu cevabı vermiştir:

  Evet...

Tabiîn'den Saîd b. Müseyeb'e göre, âyetteki «eyman»dan maksat, ca­riyelerdir.

Birincilerin delili şudur: Peygamber (A.S.) Efendimiz kızı Hz. Fatıma'-ya (R.A.) bir köle hediye etti. Bu esnada Hz. Fatma'nın üzerinde bir üstlük (veya entari) bulunuyordu. Öyle ki, başını onunla örtünce ayaklan açık kalıyor, ayaklarını örtünce de başı açık kalıyordu. Peygamber (A.S.) Efen­dimiz onun bu durumunu görünce şöyle buyurdu : «Senin için bir sakınca yoktur. Çünkü burada senin baban ve bir de köle hizmetçin bulunuyor.»[134]

11—  Erkeklikten kesilip (kadınlara) ihtiyaç duymayanlar

Bu cümle üzerinde az farklı yorumlar yapılmıştır. Onları şöyle özetle­yip sıralayabiliriz:

a)  Geri zekâlı olup, kadınlara ilgi duymayan erkekler.

b)  Bön, akılsız budala erkekler.

c)  Şuna-buna  hizmet etmek suretiyle geçinen ve  kadınlara  ihtiyaç duymayan zayıf ve güçsüz erkekler.

d)  Tenasül aleti harekete geçmiyen erkekler.

e)  İğdiş edilmiş erkekler.                        

f)  Ook yaşlanıp cinsel iktidarı olmayan erkekler,

g)  Kadınlara ilgi duymayan çocuklar.

Bunlardan daha çok {d} ve (f) maddelerinin âyetin umumî seyrine uy­gun geldiği görülmüştür. Bununla beraber yorumların hepsi de şer'î bakım­dan uygun kabul edilebilir.[135]

12— Kadınların avret yerlerine ilgi duymayan çocuklar.

Böylece Cenâb-ı Hak müslüman kadının zînet yerlerini kimlerin ya­nında açık tutabileceğini kesin çizgileriyle belirlemiş, onların dışında ka­lanlara gösterilmesini yasaklamıştır. Amaç, kadının iffet ve namusunu kem gözlerden, kötü niyetlilerden korumak; şehvetperestlerin nazarların­dan uzak bulundurmaktır. Zira kadın hem ailenin, hem ülkenin huzur, gü­ven ve terbiye kaynağı olduğu kadar; faziletli, ahlâklı ve dindar nesiller yetiştirmenin temeli, millet olarak yaşamanın en sağlam teminatıdır. Ka­dının ahlâkının yıkılması, iffetinin ayaklar altına düşmesi ve bir şehvet oyuncağı haline sokulması, sözünü ettiğimiz üç şeyin yıkılması demektir. Şüphesiz ki Cenâb-ı-Hak ancak hikmetle emreder ve hayat düzenimizi en faydalı ve kalıcı unsurlarla ayakta tutmamızı ister. [136]

 

Zîneti Teşhirden Sakınmak Vaciptir

 

 «Süslerinden gizledikleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar..»

Âyette geçen «gizledikleri süsleri»nden maksat, ayak bileklerine tak­tıkları halhaldir. Yürürken ses çıkaracak şekilde imal edilmiş olanlarını alıp kullanmak mekruh olduğu gibi, takılar» halhal ses çıkarsın diye yü­rürken ayakları yere vurmak da tahrîmen mekruhtur.

Aynı zamanda kadın bu hareketiyle kibir ve gurur duyuyorsa, bu açı­dan da ses çıkaracak bir süs eşyasını kullanması keza haramdır. Bunun gibi, kollara ve kulaklara, sokakta yürürken veya bazı hareketlerde bulu­nurken ses çıkaracak şekilde imal edilmiş bilezik ve küpeleri de tak­mak mekruhtur. Zira bu gibi süs eşyası, ses çıkartıp dikkatleri zînet yerle­rine çekme hususunda «halhaba kıyas edilmiştir.

Artık dinin yasakladığı bu gibi şeylerden sakınmak vaciptir. Nefsine uyup ilâhî emirlere riâyet etmiyenlerin, vakit kaybetmeden pişmanlık duyup Cenâb-ı Hakk'a yönelerek tevbe etmeleri, günahlarının bağışlanması­nı dilemeleri gerekir, [137]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, erkek ve kadın mü'minlerin gözlerini bakılması haram kılınan şeyden sakınmaları emredildi. Ayrıca kadınların ev içi ve ev dışı kıyafetleri üzerinde duruldu. Zînet yerlerini mahremleri ve âyette belirtilen yakınları dışında kalan kimselerin yanında açmalarının haram kılındığı belirtildi. Sonra da boyunlarını, kulaklarını, saçlarının tamamını ve göğüslerini örtecek, tenin ve saçların rengini belli etmiyecek şekilde başörtülerini örtünmeleri emredildi.

Aşağıdaki âyetlerle, erkek ve kadınların iffetlerini daha iyi koruyabil­melerine işaretle, bekâr olanları evlendirmemiz emrediliyor. Böylece hem ailenin, hem de toplumun sorumlulukları bulunduğuna işaret ediliyor. Ev­lenmek için malî imkândan mahrum olanların, yani evlendikleri takdirde aileyi geçindirme kudretinden yoksun bulunanların, Cenâb-ı Hak kendi­lerine imkân verinceye kadar sabretmeleri tavsiye ediliyor.

Arkasından köle ve cariyelerin haklarının korunması konu ediliyor ve onlarla ilgili hükümler açıklanıyor. [138]

 

Meali:

 

32—  Sizden evli olmayanları; kölelerinizden ve cariyelerinizde*, (yu­va kurmaya, evlilik hukukuna saygılı olmaya) elverişli bulunanları evlen­dirin. Fakir iseler Allah onları fazl-ü kereminden zengin kılar. Allah'ın ver­gisi bol ve geniştir; Allah bilendir.

33—  Evlenemeyenler (malî imkânı buna elvermiyenler) Allah kendile­rini fazl-ü kereminden zengin kılıncaya kadar iffetli kalmaya çalışsınlar. Sahip olduğunuz köle ve cariyelerinizden belli bir para ödemek suretiyle azat edilmesi hakkında yazılı bir anlaşma yapmak isteyenlerle, -onlarda iyi bir durum biliyorsanız- yazılı anlaşma yapın. Allah'ın size verdiği mal­dan onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için ca­riyelerinizi -iffetli kalmayı arzu edip duruyorlarsa- fuhşa sakın zorlama­yın. Kim onları (bu hususta) zorlarsa, elbette Allah onların zorlamasından sonra (o cariyeleri) çok bağışlayan ve (haklarında) çok merhamet edendir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Ey gençler topluluğu! Sizden kim evlenmeye gücü yeterse, evlensin. Çünkü evlilik gözü (haramdan daha) çok sakındırıcı, iffeti daha çok koru­yucudur. Kimin de evlenmeye gücü yetmezse, oruç tutmaya gerekli olsun. Çünkü oruç cinsel arzuyu kesicidir.» [139]

«Doğurgan kadınla evlenin ki nesliniz devam etsin. Çünkü ben kıya­met gününde sizinle diğer ümmetlere karşı övünürüm.» [140]

«Üç kimseye yardımda bulunmak Allah üzerine (sünnetullah gereği) bir haktır:

a)  İffetli kalmayı dileyerek evlenen,

b)  Hürriyetine kavuşmak için bedel bulup vermek suretiyle kölelikten kurtulmak isteyen,

c)  Allah yolunda savaşan..» [141]

 

Bekârları  Evlendirmek

 

«Sizden evli olmayanları; kölelerinizden ve cariyelerinizden (yuva kurmaya, evlilik hukukuna say­gılı olmaya) elverişli bulunanları evlendirin.»

Âyette «eyyama» kelimesi kullanılmıştır. Bu, «eyyimsin çoğuludur. Ko­cası olmayan kadını, eşi olmayan erkeği, evlenip de dul kalanları veya hiç evlenmiyen bekârları kapsayan bir kavramdır.

İslâm, toplum yapısında ahlâkı korumak, güveni sağlamak, aile yu­vasını sağlam temellere oturtmak, faziletli nesiller yetişmesine ortam ha­zırlamak için meşru ölçüler içinde evlenmeyi hem emretmiş, hem de bir­takım müeyyidelerle onu cazip hale getirmiştir.

O bakımdan ilim adamlarından bir kısmı âyetteki «evlendirin» emrinin vücup manasına; bir kısmı ise, âyeti hadîslerle ve Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz ile dört halîfe dönemindeki uygulamayla açıklayarak tavsiye mahiye­tinde sünnet manasına geldiğini belirtmişlerdir.

Diğer yandan kitap ve sünnet toplumun yakından ilgilenmesi gereken köle ve cariyeleri evlendirme hususuna yer ayırmış, onları da toplum ara­sında insanî açıdan değerlendirerek lâyık oldukları yere oturtmayı tav­siye etmiştir. Öyle ki: Köle ve cariyelerde sâiih, yani iyi huylu, iffetli, ev­lilik hukukuna saygılı olanları kendi hallerine terketmenin doğru olmaya­cağına parmak basılmakta ve onları topluma kazandırma emredilmekte-dir. Gerçi bugün artık köle ve câriye diye bir konu yoktur. Ancak İslâm Di-ni'nin açılan bu yarayı tedavi edip kapamak için meşru her türlü tedbiri aldığını yansıtma bakımından Kur'ân'ın onlarla ilgili hükümlerini açjtekı-makta büyük yarar söz konusudur. Aynı zamanda günümüzde hizmetçi, kapıcı ve benzeri kişilerle yakından ilgilenmemize işaretler vardır. Onlar­dan da bekâr olanları -şartlar müsait olduğu takdirde- evlendirmemiz sün­nettir. [142]

 

Fıkhî Yönü

 

İlgili âyette «evli olmayanları evlendirin» hitabı kimlere yöneliktir? Aileye mi, topluma mı, devlete mi, yoksa zenginlere mi râci'dir? Aynı za­manda âyetteki emir vücup için midir, yoksa tavsiye mi ifade etmektedir?

Önce şunu belirtelim ki, hitap topluma veya zenginlere ya da devlete yönelikse, mutlaka tavsiye anlamına gelmektedir. Aileye, yani ana-baba-ya ise, -ki bu ilim adamlarından çoğunun yorum ve görüşüdür- kimine gö­re vücuba, kimine göre tavsiyeye delâlet etmektedir.

Aileye yöneliktir diyenlerin delili, âyeti açıklayan şu hadislerdir: «Ni­kâh ancak veli ile (sahih ve caiz) olur.» [143] «Kadın kadını evlendirmesin ve kadın kendini evlendirmesin (veya evlendîremez). Çünkü ancak zâniye olandır ki kendi kendini evlendirir.» [144] «Hangi kadın velisinin izni olmak­sızın nikâhlanırsa, onun nikâhı hükümsüzdür, nikâhı hükümsüzdür, nikâhı hükümsüzdür.» [145]

Birinci hadîs ve taşıdığı hüküm Hz. Ömer, Ali b. Ebî Tâlib, İbn Mes'ud, İbn Abbas ve Ebû Hüreyre'den (Allah hepsinden razı olsun) rivayet edil­miştir. Tabiîn'den Saîd b. Müseyyeb, Hasan el-Basrî, Ömer b. Abdülaziz de aynı içtihattadırlar. Süfyan es-Sevrî, İmam Şafiî, İmam Ahmed; İshak b.

Rehaveyh ve Ebû Ubeyd'in de içtihat ve mezhepleri bu doğrultuda bir hü­küm ortaya koymuştur.

Ancak sözü edilen hadîsin mürsel, yani senedinden bir sahabinin düşmüş olduğu tesbit edilmiştir. O bakımdan mürsel hadîsi senet ka­bul edenlere göre, «bekârları evlendirmek velilerine vaciptir ve velisiz ni­kâh caiz değildir» hükmü ortaya çıkmaktadır. İmam Ebû Hanîfe ve rey ta­raftarlarının çoğu mürsel hadîsle istidlal ve ihticacı uygun görmemişlerdir. O bakımdan onlara göre, evlilik çağına girmiş kız kendi re'yiyle evlene­bilir, aynı zamanda başkasına vekâlet edip nikâh akdi yaptırabilir.

İmam Ebû Hanîfe ve onun içtihadını benimseyenlerin bu konudaki da­yanak ve delilleri Bakara Sûresi 232. âyette yer alan şu hükümdür: «Ka­dınları boşadığınızda şer'î bekleme süresi sona erince, aralarında örfe uy­gun iyilik ölçüleri içinde anlaştıkları takdirde kocalarıyla (koca seçmek is­tedikleri kimselerle) evlenmelerine engel olmayın.»

Aynı zamanda İmam Ebû Hanîfe «Nikâh ancak velî ile olur» mealinde­ki hadîsteki terkip vücup ve sıhhate değil, kemal derecesine işarettir, yani kâmil bir nikâh ancak veli ile olur şeklinde bir yorumda bulunmuştur.

İmam Mâlik'e göre : Velisinin izni olmaksızın üçüncü bir şahıs tara­fından evlendirilen kadın, hür-şerefli ise, velisi isterse o nikâhı feshede­bilir. [146]

İmam Şafiî'nin mezhebine göre: Veli, iznini almadan bakireyi evlen-direbilir. Ancak bu durumda da ondan izin istemesi müstehabdır. Dul ka­dını ise, ancak iznini almak suretiyle evlendirebilir.[147]

 

Evlenemiyen Bekârlar

 

«Evlenemiyenler (malî imkânları buna elvermeyenler) Allah kendilerini fazl-ü kereminden zengin kıfıncaya kadar iffetli kalmaya çalışsınlar.»

Her şeye rağmen malî imkânsızlıktan ve yakınlarının ilgisizliğinden ev-lenemiyenlere Cenâb-ı Hak imkân ortamını sağlayincaya kadar iffetlerini koruyup sabretmeleri tavsiye ediliyor. Şüphesiz ki Kur'ân-ı Kerîm bu tav­siyesini, önce imân ve İslâm temeline dayalı bir irfana sahip olan kişilere yapmaktadır. O bakımdan fertleri bu düzeye getirmek için ciddi bir eğiti­min gerekli olduğu kendiliğinden ortaya çıkmakta ve böylece dinî eğitimin vacip olduğu kesinlik kazanmaktadır. Ancak bu konuda bir incelik söz konusudur. Şöyle ki: Her müslümanın ilmihalini bilmesi ve kendi kültür seviyesine göre dinini öğrenmesi vaciptir. Dinî ilimleri tahsil etmek ise, farz-ı kifayedir; yani Müslümanlardan bir kısmının tahsil yapmasıyla bu vecibe diğerlerinin üzerinden kalkmış olur.

Bunun için diyebiliriz ki; Kur'ân, dinî duygu ve kültürleri gelişen genç­lere ve bekârlara seslenmekte ve diğer taraftan da hısımlara ve zengin müsiümanlara hitapta bulunup evlenemiyenleri zekât ve diğer yardımla­rıyla desteklemelerini, onlara evlenme imkânları hazırlamalarını tavsiye etmektedir.

Böylece İslâm, ferdin desteklenip korunmasını topluma bir görev ola­rak yüklerken, ferdi topluma bağlayıp onun kopmaz bir parçası haline ge­tirmeyi amaçlamaktadır. [148]

 

İslâm'da Köleliğin Yeri Ve Anlamı

 

«Sahip olduğunuz köle ve cariyelerinizden belli bir para ödemek suretiyle azat edilmesi hak­kında yazılı bir anlaşma yapmak isteyenlere -onlarda iyi bir durum biliyor­sanız- yazılı anlaşma yapın. Allah'ın size verdiği maldan onlara verin..»

İslâm, köleleri hürriyetlerine kavuşturma, onları toplumun faydalı, ay­nı zamanda bütünleyici bir parçası yapma ve bu açıdan hareketle köleli­ği kaldırma konusunda birtakım hukukî kurallar ve yönlendirici statüler koymuştur. Çeşitli keffaretleri köle azat etmeye bağlamış, bedel ödemek suretiyle yazılı bir anlaşma cihetine gidilmesini ve bu durumda olan kö­lelere malî yardımda bulunulmasını tavsiye mahiyetinde emretmiştir. Ay­rıca köle ve cariyeleri gayr-i ahlâkî yollara itmeyi yasaklamış ve bu husus­ta hem aile ve toplumu, hem de devletin yetkili organlarını görevlendirip sorumluluk yüklemiştir. Zira Kur'ön-ı Kerîm'de Peygamber'e (A.S.) ve top­luma yapılan hitaplar, daha çok devlete yöneliktir.

Konuyu bu açıdan değerlendirdiğimiz zaman, İslâm'da köleliğin ye­rini ve anlamını şöyle açıklayabiliriz :

Kölelik yeni bir olay değildir. Tarihi çok gerilere uzanır. İlkçağda kö­leliğin iktisadî düzenin kopmaz bir parçası olduğunu görüyoruz. Uygula­manın hemen birçok ülkelerde bu anlamda ortaya çıktığında şüphe yoktur. O çağda insan haklarıyla ilgili yasal hükümler yok gibiydi. O nedenle bu işin ticaretiyle uğraşan birçok ülke devamlı hareket halinde olmuş, pa­zarlar kurmuş, pazarlara köle ve cariyeler sevketmiştir.

Önceleri savaş esirleri köle edinilirken, işin kazanç yönü ağırlık ka­zanınca yağmacılık yoluyla kaçırılan insanlar da kölelik kaydı altına so­kulmuş ve bu çirkin olay toplumları, aileleri ve ülkeleri tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Böylece kölelik veraset kapsamına da sokularak kö­le olan ana-babaların çocukları da köle kabul edilerek kölelik insanlığın tam yüzkarası olarak yaşatılmıştır.

İslâm Dini ortaya çıktığında kölelik tam anlamıyla geçim kaynağı ola­rak iyice yaygınlaşmış durumda idi. Yüz binlerce köle alınıp satılıyor ve ülkelerin esir pazarlarında çilelerini dolduruyorlardı. İslâmiyet bu kadar yaygınlaşıp gelişen ve ekonominin kopmaz bir unsuru haline getirilen kö­leliği tek yanlı olarak elbette bir çırpıda kaldırma şansına sahip bulunmu­yordu. Zira İslâmiyet bütün ülkelere ve milletlere söz geçirecek bir kud­rette değildi. Aynı zamanda aralıksız devam eden savaşlarda, sürüp ge­len yağmacılıkta karşı taraf Müslümanlardan elde ettiği esirleri köle sta­tüsüne sokuyordu. O nedenle Müslümanlar savaşlarda elde ettikleri esir­leri köle saymamakla beraber sırf mübadeleyi sağlamak için o ismi kullan­mak zorunda kalıyordu. Hem o dönemlerde de esirlerin durumunu ele alıp insan hakları açısından düzenleyen yasalar ve sağlam kurallar da mev­cut değildi.

Bunun için İslâmiyet insanlık adına yüzkarası olan köleliği kaldırmak için, yukarıda da değindiğimiz gibi, birtakım yasal müeyyideler koydu, sta­tüler hazırladı. İnsan haysiyet ve şerefini koruyucu kurallar düzenledi. On­lardan bir kısmını şöyle özetleyip maddeleştirebiliriz:

1—  Köle ve cariyelerin fuhuş aracı olarak kullanılması haramdır. Hiç kimse onları buna zorlayamaz.[149]

2—  Başkasına  ait cariyeleri ancak efendilerinin  izniyle nikahlamak caizdir. [150]

3—  Cariyeyle evlenen kimse onun mehrini takdir edip vermekle yü­kümlüdür. [151]

4—  Savaş dışı esir edinmek caiz değildir. Yağmacılık, adam kaçırmak ise bütünüyle haramdır ve yasaktır. Ancak savaşta zafer elde edildiğinde veya savaş sona erdiğinde elde edilen kişiler esir kabul edilebilir. [152]

5—  Esirlere  her bakımdan  insanca  muamelede  bulunmak vaciptir. Onlardan kendi rızalarıyla İslâmiyeti seçenler olursa, kendilerinden -başta hürriyetleri olmak üzere- alınan her şeyleri geri verilir ve fazla olarak da müslümanların kardeşleri kabul edilirler. [153]

6—  Esirleri hiçbir karşılık beklemeksizin yedirip içirmekte büyük se­vap ve uhrevî mükâfat sözkonusudur. [154]

7—  Savaş sonu elde edilen esirleri köle edinmeyip onları iyilikle sa­lıvermek   veya  gerekirse   fidye (kurtuluş akçesi) alıp öylece serbest bı­rakmak,  İslâm'a yakışan ve ona has olan bir uygulamadır. [155]

8—  Müslüman bir adamın, kendine eş seçmede, hür kadınla evlen­me imkânı yoksa, imân eden bir cariyenin, Allah'a ortak koşan bir müş-rikeden mutlaka hayırlı olduğunu bilmesi gerekir. O bakımdan hür kadın­la evlenme imkânına sahip olmayan bekâr bir kimse ancak mü'mine bir ca­riyeyle evlenebilir. Allah'ı tanımayan, Allah'a ortak koşan bir kâfire ve müşrikeyle evlenmesi kesinlikle haram ve yasaktır. [156]

9—  Hür kadınla evlenmek için malî imkâna sahip olmayan mü'min erkeklerin, ellerindeki cariyelerle evlenmeleri tavsiye edilmiştir. Bu da on­ların hürriyetlerine kavuşturulmasına yönelik bir tedbirdir. [157]

10—  Köle ve cariyelerden -evlenmeye ve aile yuvası kurmaya- ehil olanları evlendirmek dinin tavsiye mahiyetindeki emirlerinden biridir.[158]

11—  Ramazanda bilerek orucunu bozan kimseye, varsa bir köle azat etmesi vaciptir. [159]

12—  Hatâ ile adam öldürenin, varsa bir înü'min köle azat etmesi ge­rekir.[160]

13—  Yeminini bozan kimsenin, varsa bir köle azat etmesi vâciptir.[161]

14—  Eşine ziharda bulunup sonra onunla birleşmek isteyen adamın, varsa bir köle azat etmesi gerekir.[162]

15—  Müctehit imamların bir kısmına göre : Köle öldüren hür kimse hakkında kısas hükmü uygulanır. [163]

16—  Allah rızası gözetilerek köle azat etmenin sevabının büyüklüğü ve uhrevî mükâfatının genişliği sünnet ile sabit olmuştur.

17—  Ayrıca köle ve cariyelerin aileden birer fert gibi sayılması, ev halkının yediğinden onlara yedirilmesi, giydiklerinden onlara da giydiril­mesi tavsiye edilerek sünnet kılınmıştır.[164] Onlara güçlerinin yetmiyece-ği işleri yüklemenin vebal olacağı, o bakımdan takatlerini aşan işlere zor­lanmamaları emredilmiştir

18—  Savaşlarda   müsle   haram  kılınmıştır. Yani elde edilen esir­lerin organlarını kesmek mutlaka yasaklanmıştır.

19—  Esir edilen ana ile çocuğunun arasını ayırmak yasaklanmıştır.

20—  Kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması için «mükâteb» ve «mü-debber» statüsü düzenlenerek buna meşruluk  kazandırılmıştır. Yani ta­mamladığı zaman azat edilmek üzere bedele bağlanan köle ve hürriyetine kavuşması efendisinin ölümüne bağlanan köle ve cariyelere böyle bir akit­te bulunma imkânı tanınmıştır. O bakımdan «mükâteb» olan köleye zekât vermek, yardımda bulunmak teşvik edilmiştir.

Böylece İslâmiyet kölelik konusunu belli kural ve statülere bağlayıp onları hürriyetlerine kavuşturmanın bütün yollarını açık tutmuş; maddî ve mânevi müeyyide ve mükâfatlar belirliyerek insana insanca muamele edil­mesini hem savunmuş, hem de uygulamıştır.

İşte bütün bu insancıl nedenlerle ve insan haklarına gösterilen çok yakın ilgi ve saygı sebebiyle hareket eden ashab-ı kiramın İleri gelen var­lıklı kişileri kendi imkânları nisbetinde köle satın alıp azat etme yarışına girişmişler ve bu sayede binlerce zavallı insan kölelikten kurtulma şansı­na erişebilmiştir. [165]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, aile ve toplumun selâmeti, ahlâksızlığın önlenmesi bakımından bekârları evlendirmemiz tavsiye edildi. Sonra da insan­lığın yüz karası sayılan köle ve cariyelerin haklarının korunması üzerinde duruldu ve onları hürriyetlerine kavuşturmamız için yollar gösterildi.

Aşağıdaki âyetle, beşer aklına ışık tutan belgelere dikkatler çekiliyor. Arkasından tarihin tekerrür ettiğine değinilerek gelip gecen milletlerin ha­yatında meydana gelen önemli olaylardan öğüt ve ibret almamız isteniliyor. [166]

 

Meali:

 

34— And olsun ki size çok açık-seçik âyetler, sizden önce gelip ge­çenlerden birtakım misaller ve Allah'tan korkup fenalıklardan sakınanlar, ilâhî sınırlara saygılı (ve bağlı) olanlar için öğüt(ler) indirdik.

 

Açık Seçik Âyetler

 

Kur'ân çok yönlü bir kitaptır. Muhatabı insan, hitap alanı insan haya­tının her bölüm ve safhasıdır. O bakımdan insan haklarını koruyup temi­nat altına almak için başlı başına bir hukukî sistem getirmiştir. İnsanın ruh ve beden sağlığını koruyup onu hep afiyet düzeyinde tutmak için ne­lerin faydalı, nelerin de zararlı olduğunu belirtmekle, helâl ve haram sı­nırlarını göstermektedir. Aile ve toplum düzenini imân, ahlâk ve fazilet te­meli üzerinde geliştirmenin bütün yol ve yöntemlerini ortaya koymakta ve bunların statülerini vermektedir. Gelip geçen milletlerden ilâhî nizama uymayıp Hakk'a başkaldıran ve ahlâksızlık ve zulmü inkârla birleştirip bü­tünleştirenlerin nasıl yıkılıp yok edildiklerine dikkatle bakmamızı emret­mekte; tarihin tekerrür edeceğine işarette bulunmaktadır.

Böylece  Kur'ân-ı  Kerîm  mü'minlerin  hayat alanında  bütün  insanlar için uyulması gereken en  güzel  misal olmalarının tezgâhını  hazırlayan, eğitimini veren Allah'ın son mesajıdır.

Nitekim ilgili âyetin açık anlatımında Kur'ân'ın bu özellikleri üç mad­de halinde özetlenmektedir:

a)  Olayları, konuları ve meseleleri açıklayıp olumlu sonuca bağlayan açıklayıcı belgeler mecmuasıdır.

b) Gelip gecen milletlerin hayatlarından ibret ve öğüt alınacak saf­haları en tesirli yanlarıyla anlatan bir uyarıcıdır.

c)  Allah'tan korkup fenalıklardan sakınan mü'minler için öğüttür. Bu üç özellikte izlenen metot şöyledir:

Emirlerin ve yasakların hedefine ulaşabilmesi için dünyevî ve uhrevî, yani maddî ve manevî azap ve sıkıntı; müeyyide ve tehdit sık sık hatırlatılır. Önemli ve ibretli olaylar az farkla tekrarlanarak idrâkler uyanık tutulma­ya ve hafızalardaki iz derinleştirilmeye yönelinir. Gerçek imânın en tabii ürünleri olan ibâdet ve takvanın lüzumu üzerinde durulur ve kalplere neş­ter vururcasına insanın madde esaretinden, şöhret hastalığından kurtul­masına çalışılarak dengeli ve düzenli bir ömür sürmenin plân ve progra­mı verilir.

Bu maksatla Nûr Sûresinin buraya kadar olan kısmında fert ve aile­nin namus, iffet, şeref ve vakarını korumak, sağlam karakterli nesiller ye­tiştirmek, toplumu en güzel, aynı zamanda yönlendirici hasletlerle birbiri­ne bağlayıp kenetlemek için on iki kadar hükme ve bir o kadar ahlâkî ku­rallara yer verildi. Otuz dördüncü âyetle de bunlara yönelmemiz ve bir daha hatırlamamız istenilerek özellikle bu sûreyi günlük hayatımızda hep göz önünde bulundurmamızın çok yararlı sonuçlar doğuracağına atıf ya­pıldı.

O halde buraya kadar açıklanan hüküm ve kuralları özetleyip mad-deleştirmemiz gerekmektedir:

1—  Zina eden kadın ve erkeğin sucu sabit görüldüğünde, mutlaka belirlenen ceza uygulanır; bu bir emr-i ilâhîdir ki farziyet ifade eder.

2—  Allah'ın caydırıcı anlamda koyduğu hükümleri uygularken duygu­sal davranılmaz.

3— Uygulanacak zina cezasından ibret ve öğüt alsınlar diye müs-lümanlardan bir grubun hazır bulunması sağlanır.

4—  Zina edenlerle, dosdoğru tevbe etmedikleri ve kendilerini düzeltmedikleri sürece mü'minlerin evlenmesi doğru değildir. Zira zina ancak ahlâksızlara ve müşriklere yakışan bir sıfattır.

5—  Namuslu, iffetli suçsuz kadına zina suçu isnat edenden, iddia­sını isbat için mutlaka dört şahit istenir. Getiremediği takdirde, iftiradan dolayı kendisine ceza olarak seksen değnek vurulur. ,islâh-ı nefs etme­dikçe, dosdoğru tevbe edip dönüş yapmadıkça hiçbir konuda şahitliği ka­bul edilmez.

6—  Kendi eşine zina suçu isnat eden adamdan da dört şahit getir­mesi istenilir. Getiremediği takdirde haklarında Mân hükmü uygulanır.

7—  Zina ve benzeri haysiyet kırıcı suçlama ve iftiralara, olay delil ile sübut bulmadıkça inanmak ve etrafa yaymak hem yasaktır, hem de büyük günahtır.

8—  Hısım ve yakınlardan, bazı hata ve günahlarından dolayı ilgi ve yardımı kesmek doğru değildir. Affetmek, hoşgörüyle davranmak mü'minin şiarıdır.

9—  Evlilikte «kefaet» yani çiftler arasında bazı hususlarda denklik aramak sünnettir.

10—  Başkasının evine izin istemeden, müsaade almadan ve selâm vermeden girilmez. İzin verilmediği takdirde ısrar edilmeyip geri dönülür.

11—  Yolcular yararlansın diye güzergahlara yapılan konaklama yer­lerine izinsiz girmekte bir sakınea yoktur.

12—  Mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların bakılması haram olan­dan gözlerini sakınmaları, uyulması gereken ilâhî yasaklardan biridir.

13—  Mü'min erkek ve kadınların iffet ve namuslarını korumaları, ha­yasızlıktan sakınmaları farzdır.

14—  Mü'min kadınların sokakta ve yabancı erkekler yanında zînet yerlerini açık bulundurmaları kesinlikle haramdır, büyük günahtır.

15—  Mü'min kadınların saçlarını, kulaklarını, boyunlarını ve göğüsle­rini kaplayacak şekilde başörtüsü örtünmeleri farzdır.

16—  Mü'min kadınların zînet yerlerini (saç, kulak, boyun, kol ve diz­den aşağı kısımlarını) mahremleri olan erkeklerin yanında açık bulundur­malarında bir sakınca yoktur.

17—  İmkânlar elverdiği takdirde bekârları evlendirmek sünnettir. Bu­nun vacip olduğunu söyleyenler de olmuştur.

18—  Evlenme imkânı bulamayan bekârların sabredip iffet ve namus­larını korumaları vaciptir.

19—  Evliliğe ehil olup aile yuvası kurabilecek kadar aklı başında olan köle ve cariyeleri evlendirmek de sünnettir.

20—  Köle ve cariyeleri her vesileyle hürriyetlerine kavuşturmak, ilâhî rızaya vesîledir. [167]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, ilâhî hükümlere dikkatler çekildi. Gelip geçen mil­letlerin başına gelen önemli olaylardan ibret almamız istendi.

Aşağıdaki âyetle, İlâhî nurun kâinatı nasıl kapsayıp kuşattığı, nefis bir misal verilerek anlatılıyor. İlim ve kudretinin kâinatın her parçasında tezahür ettiği, her şeyin o kudretin damgasını taşıdığı hatırlatılarak, ha­yatımızı ona göre düzenlememiz isteniliyor. [168]

 

Meali:

 

35— Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misâli, içinde kandil bulunan içe açık bir pencere gibidir. Kandil cam içindedir; cam pı­rıl pırıl ışık veren bir yıldıza benzer; ne yalnız doğunun, ne de yalnız batı­nın ürünü olan mübarek zeytin ağacından yakılır. O'nun yağı ateş dokun-masa bile neredeyse ışık verir; nûr üstüne nurdur. Allah, (gerçeği arılaya­bilsinler diye) insanlara birtakım misâller verir. Allah her şeyi bilendir.

 

İlgili Hadîs

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz geçe (ibâdetine) kalktığı zaman şöyle duâ ederdi; «Allahım, hamd sana mahsustur. Sen göklerin, yerin ve ikisi ara­sındaki her şeyin nurusun. Hamd sana mahsustur. Sen gökleri ve yeri ve bu ikisindeki her şeyi belli düzen ve dengede tutansın.» [169]

 

Allah, Göklerin Ve Yerin Nurudur    

 

«Allah, göklerin ve yerin nurudur.»

Kur'ân-ı Kerîm'in yüzden fazla âyetinde «gökler ve yer» kelimelerinin anildjğını görüyoruz. Bu bütün kâinatı ifade eden bir tabirdir. «Zikri cüz, irâdeyi kül» kuralınca bir «mecaz-i mürsel» söz konusudur.

Klâsik tefsirlerde bu âyete geniş yer verilmiş ve birtakım farklı yo­rumlarda bulunulmuştur. Oniardan faydalı gördüklerimizi şöyle özetliye-biliriz :

a)   Cenâb-ı Hak göklerdeki ve yeryüzündeki varlıkları; diğer bir an­latımla, ehil olanları kendi nuruyla doğru yola iletendir. O bakımdan doğru yola erişen herkes, O'nun hidâyet nuruyla desteklenmiştir.

b)  Allah  gökleri   meleklerle,  yeryüzünü   peygamberlerle  aydınlatmış­tır.

c)  Allah gökleri güneş, ay ve yıldızlarla, yeryüzünü de peygamberler ve sâlih kişilerle nuriandırmıştır.

d) Kandil yuvası, Hz. Muhammed'in (A.S.) mübarek göğsüdür. İçin­deki kandil nübüvvet ve risalettir. Mübarek ağaç ise, Kur'ân-ı Kerîm'dir. [170]

 

Kur'ân-I Kerîm'e Göre Nurun Delâlet Ettiği Manalar

 

1—  İman ve irfan aydınlıktır; küfür ve cehalet karanlıktır.

Çünkü küfür hem kalbi ve ruhu karartır, hem de hayatın sonunu ka­ranlığa boğar. İman ve irfan ise. kalbi ve ruhu ilâhî feyiz ve hidâyetle nur-landırır. Aynı zamanda ölümden sonra mü'minleri daha nurlu bir hayata kavuşturur.

Kur'ân-ı Kerîm'de buna değinilerek şöyle buyurulmaktadır:

«Allah, imân edenlerin dost ve yardımcısıdır; onları karanlıklardan ay­dınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostu ve yardımcıları sapık azgınlardır, bâ­tılı temsil edenlerdir ki onları aydınlık (hak dinin nurun)dan karanlıklara çıkarırlar..» [171]

«Elif - Lâm - Râ. Bu kitabı, Rabbının izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa (nur)a, O yegâne üstün ve övülmeğe lâyık olanın yoluna çıkar­mak için sana indirdik.» [172]

«O Allah ki sizi karanlıklardan nur {aydınlıkla çıkarmak için, O da, melekleri de üzerinize rahmet ve gufran indirir. O, mü'minlere oldukça merhametlidir.» [173]

«Ayrıca imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanları karanlıklardan nur (aydınlığ)a çıkarmak için size Allah'ın açık-seçik ve açıklayıcı âyetlerini okuyan bir peygamber göndermiştir,.» [174]

2—  Vahiy ve Kur'ân.

Vahiy, ölmüş kalpleri, paslanmış ruhları temizleyip nurlandırır. Kur'ân, amel edildiği takdirde insanın hem dünya, hem de âhiret hayatını nura

(aydınlığa) kavuşturur.

Kur'ân'da «nur»un bu manası dört ayrı yerde belirtilmektedir. On­lardan birinin mealini nakletmekle yetiniyoruz :

«Şüphesiz ki size Allah'tan bir nur ve çok açık bir kitap gelmiştir.» [175]

3—  İlâhî emirler, tavsiyeler ve öğütler.

Bunlar hem doğru yolu aydınlatıp gösterir, hem de milletlerin hayatı­nı yönlendirerek nur (aydinlığ)a kavuşturur.

Kur'ân'da nurun bu manaya delâlet ettiği şu âyetle açıklanmaktadır:

«Ardından da peygamberlerin izleri üzerine Meryem oğlu İsa'yı, önün­deki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderdik ve ona, içinde hidâyet (doğru yolu gösterici, kalp ve kafaları nurlandırıcı) belgeler bulunan, önündeki Tevrat'ı tasdik eden; sakınanlar için hidâyet ve öğüt olan İncil'i verdik.»[176]

4—  Kâinatı aydınlatan güneş.

Her gezegen ve sistemin güneşten (veya güneşlerden) ışık aldığı za­manlar nur ile, almadığı zamanlar zulümat ile tasvîr edilmektedir. En'am Sûresinde bu husus şöyle belirtilmiştir: «Hamd O Allah'a ki gökleri ve yeri yaratmış, zulümat ve nuru (karanlıkları ve aydınlığı) düzenleyip var kıl­mıştır.» [177]

5—  İslâmiyet.

İslâm Dini bütünüyle ilâhîdir ve her yönüyle kalp ve kafaları nurlan-dırıcıdır. Küfür ehli bu nuru söndürmeye çalışır, ama Allah kendi nurunu hep tamamlar.. 

Tevbe Sûresinde nurun bu manaya delâlet ettiği şöyle ifade edilmek­tedir : «Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, kâfirler hoşlan-masalar bile Allah öyle istemiyor. O, mutlaka nurunu tamamlamayı dili­yor.» [178]

6—  Allah'ın tecelli eden ilim ve kudreti.

Kâinat her parçasıyla O'nun ilim ve kudretinin ve her yönüyle O'nun düzenlemesinin eseridir. Aynı zamanda kâinatın her parçası O'nun ilim ve kudretinin damgasını taşımakta; her şey O'nun yüklediği programa gö­re görevini kusursuz sürdürmektedir ve bütün nurlar bu tecelliden yayıl­maktadır. Nûr Sûresinde bu husus şöyle belirtilmektedir: «Allah göklerin ve yerin nurudur..» [179]

7—  Zeytin yağı.

Kur'ân'da zeytin yağı da nur olarak tavsîf edilmektedir.. Zira bu yağ hem kandile konularak çevreyi aydınlatır, hem de gıda olarak insana ener-

ji verir. Nûr Sûresinde buna şöyle değinilmektedir: «O'nun nurunun misâli, içinde kandil bulunan içe açık bir pencere gibidir. Kandil cam içindedir; çam pırıl pırıl ışık veren bir yıldıza benzer; ne yalnız doğunun, ne de yalnız batının ürünü olan mübarek zeytin ağacından yakılır. Onun yağı ateş do-kunmasa bile neredeyse ışık verir; nur üstüne nurdur..»[180]

8—  Âhirette tecelli edecek ilâhî kudret ve adalet.

Şüphesiz âhireti, mahşer alanını, hesabı ve bütün hakları aydınlatan Allah'tır. Haklıyı haksızdan, zâlimi mazlumdan da ayırt edecek O'dur. Zü­mer Sûresinde O'nun bu tecelli edecek nuruna değinilerek şöyle Duyurul­maktadır: «Yeryüzü Rabbının nuruyla parıldar, kitap konur, peygamberler ve şahitler getirilir ve insanlar arasında hak ile hükmedilir ve onlar hak­sızlığa uğramazlar.»[181]

9—  Kalp ve vicdan diriliği.

Gerçekten inanmayan kalp ve vicdan hakka karşı ölüdür. Dosdoğru imân edenlerin kalpleri ise haktan yana diridir. En'am Sûresinde bu ince­lik şöyle tasvîr edilmektedir: «Ölü iken dirilttiğimiz, insanlar arasında yü­rümesi için kendisine bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp bir türlü çıkamayan kimse gibi midir?..» [182]

10—  Ay,.

Ay, ışığını güneşten alıp yansıttığı, kendisinde bizatihi ışık kaynağı mevcut olmadığı için «nur» diye anılmıştır. Bu, Kur'ân'ın iki ayrı yerinde şöyle açıklanmaktadır: «Orada Ay'ı bir nur, Güneş'i ise bir kandil yap­mıştır.» [183]«Güneş'i ziya (ışık ve enerji), Ay'ı nur (aydınlık) yapan ve yıl­ların sayısını ve hesabı bilmeniz için Ay'a konaklar takdir eden O'dur.» [184]

11—  Hidâyet ışığı.

Peygamberler ve mürşitlerin görevi, doğru yolu göstermek ve insan­ları bu yoldan alıkoymaya çalışan engelleri tanıtmak, tarif etmektir. Doğru yola iletmek ise Allah'a aittir. Artık Allah kimin kalbinde hidâyet nurunu, ışığını doğurursa, o doğru yolu bulmuş olur. Nûr Sûresinde bu husus şöy­le açıklanmaktadır: «Allah kime nur vermemişse onun için nur yoktur.»[185]

12— Âhiret'te mü'minlerin önlerini ve çevrelerini aydınlatan iiâhî rah­metten tecelli edecek ışık.

İmân ilâhî rahmete vesiledir. O bakımdan ilâhî rahmet ve inayete maz~ har olan mü'min o rahmet ile içini aydınlatmış olur. Kıyamet gününde bu aydınlık bir nur özelliğinde tezahür ederek mü'minin önünü ve çevresini aydınlatır. Hadîd ve Tahrîm Sûrelerinde Allah'ın tecelli edecek bu rahmeti şöyle bildirilmektedir: «O gün mü'min erkekleri ve mü'min kadınları, nur­ları önlerinde ve sağlarında koşarcasına seyrederken görürsün.» [186] «O günde ki, Allah, Peygamberi ve Onunla beraber bulunup İmân edenleri rüsvay etmez. Nurları önlerinde ve sağlarında yürür.» [187]

 

Nefis Bir Benzetme

 

«O'nun nurunun misâli, içinde   kandi bulunan içe açık bir pencere gibidir....»

Burada Allah'ın «nur»u, içinde lamba bulunan bir iç pencereye ben­zetilmektedir. Öyle ki lamba cam içindedir. Cam ise pırıl pırıl ışık saçan parlak bir yıldız gibidir.

Biz mevcut teknik imkânlarla da olsa kâinatın sınırını tayin edemiyo­ruz. Ancak biliyoruz ki sonradan yaratılıp var kılınan her şey sınırlıdır. Bu kural parça hakkında geçerli olduğu gibi bütün hakkında da geçerlidir. Allah ise zaman, mekân ve sınır kavram ve kapsamından pâk ve münez­zehtir.

O halde kâinat O'nun tecelli eden rahmet ve kudretinin nuruna bir iç penceredir. Rahmet ve kudretinin tecellisi ise, kâinatı aydınlatan bir kandildir. Bu kandil ilâhî «Kelâm Sıfatı»ndan fecelli eden şeffaf cam mi­sali olan Kur'ân içindedir. Böylece Kur'ân pırıl pırıl ışık verip dikkatleri kendi üzerinde toplayan çok parlak bir yıldız gibidir. İmân edenler de, et­meyenler de o çok parlak yıldıza bakmaktan kendilerini alamazlar. Ne var ki imân edenler onun ışığıyla kalp ve kafalarını aydınlatıp hayatlarını dü­zenlerler. İnkarcı maddeciler ise onu küfür isiyle karartmaya çalışırlar, di­ğer bir deyimle, kalpleriyle Kur'ân arasına küfrü engel bir set olarak kor­lar. O bakımdan Kur'ân nuru ne yalnız doğuya, ne de yalnız batıya aittir. O, aklını kullanıp kalp penceresini hakka açan her insanın ortak ışık kay­nağıdır.

Cenâb-ı Hak bazı hakikatlerin anlaşılmasını ve anlaşıldıktan sonra ha­fızalardan silinmemesini kolaylaştırmak ve gerçekleştirmek için duyuları­mızla anlayabileceğimiz şekilde misaller vermekte ve birtakım benzetme­lerde bulunmaktadır. Öyle ki, kalplerini ilâhî hidâyete açık tutanların id­râkini harekete geçirerek anlayış ve kavrayışlarına kolay gelecek beyan­ları kendi kitabında yer yer serpiştirerek inayette bulunmuştur.

O halde Kur'ân'da verilen misallerin ve benzetmelerin ne gibi haki­katleri yansıttığını araştırıp bulmamız gerekmektedir. [188]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, Cenâb-ı Hakk'ın ilim, kudret ve rahmetiyle kâina­tı aydınlattığı belirtilirken birtakım misaller verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, günlük ibâdetleriyle camileri şenlendiren ve ora­daki ilâhî nurdan nasîplerini alan; sabah-akşam mabetlerde Hakk'ı tesbîh ve tenzih eden mü'minlerin bu güzel haline parmak basılıyor; Allah'ın emir­lerini yerine getirmeyi ticarete ve günlük kazanca tercih ettikleri övgüyle anlatıhyor. Buna karşılık onlara verilecek mükâfatın çok büyük olacağı müjdelenerek ibâdete sımsıkı sanlmayanlar dolaylı şekilde uyarılıyor. [189]

 

M E A L İ :

 

36—  Allah'ın, saygıyla yüksek tutulmasına ve içlerinde isminin anıl­masına izin verdiği evlerde (cami ve mescidlerde) sabah-akşam O'na tes-bîh ederler.

37—  Öyle adamlar ki, ne ticaret, ne alım-satım onları Allah'ı anmak­tan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Kalplerin ve gözlerin (korkudan) döne­ceği günden korkarlar.

38—  (Bu da) Allah'ın onları işlediklerinin en güzeliyle mükâfatlandır­ması ve kendi bol nimetini, geniş rahmetini onlara fazlasiyle vermesi için­dir. Allah dilediği kimseleri hesapsız rızıklandırır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim Allah'ın hoşnutluğunu arzulayarak bir cami yaparsa, Allah o ca­minin bir benzerini onun için Cennette yapıp hazırlar.» [190]

«Kim içinde Allah'ın anılacağı bir cami yaparsa, Cenâb-ı Hak onun İçin Cennet'te bir ev yapar.» [191]

Hz. Aişe (R.A.) diyor ki:

«Peygamber (A.S.) bize, evler arasında mescitler yapmamızı ve onla­rı temiz ve pak tutmamızı emretti.»

«Sizden biriniz camiye girdiği zaman şöyle desin: «Allahım, bana rah­met'kapılarını aç.» Camiden çıkarken de şöyle desin: «Allahım, şüphesiz ki senin fazl-ü keremini istiyorum.» [192]

Hz. Fatıma (R.A.) anlatıyor:

' «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mescid'e girerken şöyle derdi: «Bismil­lah. Salât Resûlüllah'a olsun. Allahım! günahlarımı bağışla ve bana rahmet ve faziletinin kapılarını aç.» [193]

«Kim temizlenmiş bir halde evinden çıkıp farz namazı kılmaya gider­se, onun mükâfatı, ihrama giren hacının mükâfatı gibidir.» [194]

 

Mescidlerin Yükseltilmesi

 

«Allah'ın, saygıyla yüksek tutulmasına ve içlerinde isminin anılmasına izin verdiği evlerde (cami ve mes­citlerde) sabah-akşam O'na tesbîh ederler.»

Cami ve mescitlerin yüksek tutulması hem maddî, hem de manevî olarak yorumlanabilir. Camileri yükseltip onları göz ve gönül dolduracak ihtişamda yapmakta birçok faydalar söz konusudur. Onları şöyle sırala­yabiliriz :

a)   İbâdeti sık sık hatırlamaya vesîle olur ve Allah'ı anmamızı ilham eder.

b)  Cami kavramının kalp ve kafalarda iz bırakmasını sağlar.

c)  Çevreye saygı telkîn eder.

d)  Şehre gelen yabancı misafirlerin dikkatini çeker; onlara güven ve huzur verir.

e)  Aynı zamanda Müslümanların evlerinden ve iş yerlerinden fazla ibâdet yerlerine önem verdiğini gösterir.

Manevî yükseltme ise, camileri evlerimizden ve iş yerlerimizden çok daha fazla düzenli ve temiz tutmamız, ibâdet için gelenlere her bakımdan huzur ve ferahlık verecek şekilde düzenlememiz ve ibâdetimizle şenlendir­memiz ile yorumlanır.

O bakımdan ilim adamlarımız bu âyetin tefsirinde üç farklı yorum or­taya koymuşlardır:

1—  Camilerin yüksekçe inşa edilmesi,

2—  Camilere her zaman sevgi ve saygı gösterilmesi,.

3—  İbâdet yerlerinin her türlü pislik, süprüntü ve dağınıklıktan uzak tutulması tavsiye anlamında bir emr-i ilâhîdir. [195]

 

Allah'ın Nurunun Camilerde Yansıması

 

«(Cami ve mescidlerde) sabah-akşam O'na teşbih ederler.»

Cenâb-ı Hakk'ın nuru bir yönüyle de camilerde tecelli eder. Mü'minin imân cevheri o nurdan ışık alıp çevresini aydınlatır. O bakımdan mü'min her zaman camiye ve ibâdete bağlıdır; sabah-akşam, yani günün beş vak­tinde camide namaz kılıp Allah'ı tesbîh etmek onun ruhunun değişmeyen gıdasıdır. İmân ile bu nur arasında zaman zaman yer alan nefis perdesi, ancak zevkine erişilen namaz ve zikir ile ortadan kalkar. Böylece nefis denilen behimî duygu, camiye devam edilmek suretiyle gücünü ve tesiri­nin çoğunu kaybeder.

İlgili âyetle, mü'minin bu müstesna durumuna işaret edilerek, ne tioa-retin, ne alım-satımın, ne de başka dünyevî bir yararın onu namaz kılmak­tan, zekât vermekten alıkoyamıyacağı hatırlatılıyor.

Neden sadece namaz ve zekât?

Zira beş vakit namaz, günlük hayatı bütünüyle disipline edip feyizli ve yararlı biçimde kanalize eder. İnsanla Allah arasındaki engelleri kaldırır ve düzenli, dengeli bir ömür sürme ortamını hem hazırlar, hem de gündemde tutar. Böylece nefsin tezahürü olan behimî sıfatlar eğitilir ve meşru sınır­lar içine alınma imkânına eriştirilir. O bakımdan namazsız, niyazsız hak din olmamıştır; namaz kılmayan bir peygamber ortaya çıkmamıştır.

Zekât ise, bedenî ve kalbî ibâdeti malî ibâdetle birleştirip bütünleş­tirir. Ferdi topluma bağlayıp sosyal yapıdaki gedikleri  kapatır.  Böylece zekât farizası, İslâm'ın sosyal adalete yönelik fiili esaslarından biridir. Her bakımdan imânın tabii ürünü kabul edilir. [196]

 

Ticaretle İbâdet Arasında Tercih

 

Öyle adamlar ki, ne ticaret, ne de alım-satım onları Allah'ı anmaktan, zekât vermek­ten alıkoymaz..»

Mü'min her gün imân ve irfanı nisbetinde madde ile İbâdet arasında büyük sınav vermektedir. Namaz vakti gelince ezan sesine mi, yoksa pa­ra şıkırtısına mı gönül kulağını açık tutar? Bunlardan hangisi onun gön­lünde taht kurmuşsa, gönül kapısı ondan yana açık tutulur.

Böylece günde beş defa ve yılda farz zekât olarak bir defa mü'min parayla ibâdet arasında bir tercihte bulunmak zorundadır. Şüphesiz ki imânın bütün şartlarını Allah'a ve Âhiret'e dosdoğru inanma teknesinde hamur edip şekillendirenler ibâdeti, dünyaya iyice gönül verenler ise pa­rayı tercîh ederler.

Hemen belirtelim ki, namaz vakti iş yerini, alım-satımı ve kulağa hoş gelen parayı bırakıp camiye gitmek nefse ağır gelir. Ama bu ağırlık ve kül­fetin önünde en güzel mükâfatlar mü'mini beklemektedir. [197]

 

Kalplerin Ve Gözlerin  Döneceği Gün

 

«Kalplerin ve gözlerin (korkudan) döneceği günden korkarlar.»

İnsan hayatında hiçbir müeyyide, Allah'a imandan sonra «Âhiret İnan­cı» kadar tesirli ye yönlendirici değildir. Cenâb-ı Hak ezelî plânı gereği insan oğlunu birtakım nefsanî duygularla donatmış ve onun hayatına can­lılık kazandırmak için dünyayı bu doğrultuda çok çekici kılmış; sonra da bu duygulan meşru sınırlar içinde tutmak için kitap indirmiş ve peygam­ber göndermiştir. Aynı zamanda insanı her işlediğinden sorumlu tutmuş ve Âhiret Âlemi'nde ona göre mükâfat ve müoazat hazırladığını bildirmiş ve ilgili âyette «Kalplerin ve gözlerin (korkudan) döneceği günden..» söz ederek manevî müeyyidenin ne kadar ağır olduğuna dikkatleri çekmiştir.

Unutmamak gerekir ki, insanı en çok heyecanlandıran ve endişelen­diren olaylardan biri de mahkemede yargılanmak ve hesap vermektir. Bir de mahkeme ve hesap sorma Cenâb-ı Hakk'ın adaleti huzurunda cereyan edeceğine bakılınca, korku ve heyecanın ne kadar yüksek derecede ola­cağını anlatmaya gerek kalmaz.

İşte hayatını bu inanç ve duygu düzeyinde tutup iş yeriyle cami, pa­rayla ibâdet arasında köprü kurarak birini diğeriyle değerlendirmek su­retiyle lâyık olduğu ölçü ve anlamda tutan mü'miniere işlediklerinin en gü-zeliyle karşılık verilmekle kalınmayacak; Cenâb-ı Hak bol nimetinden ve geniş rahmetinden onlara fazlasıyla ihsanda bulunacağını va'detmekte-dir.

Zira âdet-i ilâhiyeden biri de, dosdoğru amel edenlerin karşılığını nok­sansız vermektir. Fazladan ihsan ve in'âmda bulunmak ise, O'nun şanın-dandır. Kendini ilâhî lütuf ve ihsana lâyık olma düzeyine getirene O'nun geniş ihsanı dünyada da, âhirette de teveccüh eder. Ancak âhiretteki te­veccühün ayrı bir hikmet ve anlamı söz konusudur.

Böylece âhirette her mü'min kendi imân, irfan ve ameline göre nasi­bini alır. Buna günlük hayatımızdan bir misal verecek olursak, güneş, yağ­mur ve toprağı hatırlatabiliriz; şöyle ki: Her toprak kendi özellik ve isti'da-dına göre yağan yağmurdan ve ısıtıp aydınlatan güneşten yararlanabilir. Çorak olan toprağın ise, yararlanma isti'dadı dumura uğramıştır. O bakım­dan kusur yağmur ve güneşte değil, toprağın kendisindedir. [198]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, mü'minlerin ibâdet ve camilerle olan yakın ilgi­si konu edildi. İman ve ibâdet zevkini alanların, hiçbir zaman ticarî meş­guliyetten, alım-satımdan ve para kazanmaktan dolayı camileri, namaz ve zekâtı ihmal etmiyecekleri üzerinde durularak dengeli bir hayat yaşama­mız tavsiye edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, küfre sapıp hilkatin hikmetinden habersiz olan­ların amellerinin serap misali hayalden başka bir anlam taşımadığı konu ediliyor. Kâfirlerin hep manevî bir karanlık içinde ümitsiz oldukları hatır­latılarak gerçek anlamda manevî gıda almayanların sonu gelmeyen bir şaşkınlık içinde ömürlerini boşuna harcadıklarına işaret ediliyor. [199]

 

Meali:

 

39—  Küfre sapanların amelleri, alabildiğine düz bir çöldeki serap gi­bidir; susayan kimse onu su sanır, sonunda ona gelince bir şey bulamaz, orada Allah'ı (O'nun hükmünü, kader çizgisini) bulur; O da onun hesabını noksansız görür. Allah hesabı çarçabuk görendir.

40—  Veya (küfre sapanların işleri) engin bir denizdeki karanlıklara benzer; üstüste dalgalar ve onun üstünde birbiri üstüne karanlık bulut­lar çökmüş vaziyettedir; elini çıkardığında neredeyse onu bile göremez. Allah kime nûr vermemişse, onun için nûr yoktur.

 

İki Nefis Misal İle Düşündürücü İki Benzetme

 

«Küfre sapanların amel­leri, alabildiğine düz bir çöldeki serap gibidir..»

İnkarcı şaşkınlar birtakım şüphe ve nazariyelere bağlanıp gerçeği bul­duklarını sanırlar ve toplumu kendi bâtıl saplantılarına çağırırlar. Böylece gerçeği bulmakta başarılı olduklarının gururuyla kendi kendilerini aldatırIbr. Bunların iş ve amelleri çölde güneş ışınları altında su görünümü veren seraba benzer. Öğle sıcağında beyinleri kaynarken serabın su görünümü ne kadar aldatıcı, oyalayıcı ve sonunda da ümitsizliğe düşürücü ise, küf­rün ateşi de kalpleri yakıp bâtılı ferahlatıcı bir iksir görünümünde gözler önüne sererken inkarcıları boş bir ümit ve neticesiz bir hayal peşinde koş­turur. Sonunda derin bir ümitsizliğe düşürür. İkinci hayata adım atarken, bütün bir ömür peşinde koştukları şeyin hayal olduğunu anlar ve karşı­larında sadece Allah'ın kudret ve adaletini bulurlar.

İnkarcıların saplandıkları bâtıl ve yapageldikleri iş ve ameller, derin bir denizin dibindeki karanlıklara benzer ki, üstüste gelen dalgalar ve bir­biri üstüne yığılan bulutlarla kaplanır da ışık adına bir şey görünmez olur. İnkarcının iç âleminde katmerleşen cehalet ve küfür karanlığı onu öylesi­ne kaplar ki, Hakk'ın ışığına en küçük bir menfez ve geçiş yolu kalmaz. [200]

 

Denizlerde İç Ve Dış Dalgalar

 

«Veya (küfre sapanların işleri) engin bir denizdeki karanlıklara benzer; üst­üste dalgalar ve onun üstünde birbiri üstüne karanlık bulutlar çökmüş vaziyettedir..»

İlgili âyetle, denizin dibindeki ve yüzeyindeki dalgalara değinilmekte­dir. Denizlerde meydana gelen dalgaların en kalın ve en korkuncu, dipten gelen ve bir hat üzere seyredenidir. Kuzey Kutbu'na giden gemilerin «ölü deniz» diye adlandırılan ölü dalgalara tutularak bir hayli zorluklarla yol aldığı öteden beri bilinen bir gerçektir. Bugünkü araştırmalar sonucunda, ölü dalganın uzun olduğu ve dipten geldiği anlaşılmıştır. Bu dalga uzak bîr fırtınayı haber verir. Bunun için denizciler «ölü denizsin daha tehlikeli olduğunu söylerler. Nitekim 1900 yılları başında İskandinavya Yarım Ada­sına sefer yapan gemilerdeki mürettebatın tâ o günlerden denizin dibin­den uzun ve korkunç dalgaların geldiğine şahit oldukları ve o sebeple bir­çok kimselerin bu olayın gerçek sebepleri üzerinde dikkatle durdukları söylenir. Bugün ise bu olayın esrarı artık çözülmüştür. Deniz dibindeki dep­remlerin ve bir yanardağın bu dalgalara neden olduğu bilinmektedir. [201]

 

Misallerden Alınacak Öğütler

 

Kur'ân, yukarıda açıklandığı üzere iki ayrı misal ile mü'minlere bir­takım öğütler vermekte ve inkarcı sapıkları uyarmaktadır. Şöyle ki:

a)  Küfür ve cehalet aldatıcı, oyalayıcı, hayal peşinde koşturucudur. Aziz ömrü amacından saptırır, bir hiç uğruna harcatarak sahibini iflas et­tirir.

b)  İnkâr ve azgınlık önoe ümit verir, sonra da insanı ümitsizliğin eşi­ğine getirir.

c)  İnkâr ve sapıklık insanı birtakım kuruntularla oyalar, gurura kap­tırır ve sonra da ölüm anında ve Berzah âleminde pişmanlığa, üzüntü ve sıkıntıya sebep olur. Allah ise hesabı çarçabuk görendir. Kâfirin ümitleri­nin tükendiği çizgide Allah'ın takdir ve hükmü tezahür eder de kişinin ni­yet ve ameline göre, ikinoi hayatını belirler.

d)  Küfür ve cehalet içte kesîf bir karanlık doğurur, şüphe dalgaları­nın üstüste gelmesini hızlandırır; inkâr ve inat bulutları kat kat onu çe­peçevre kuşatıp örter. Bu durumda olan inkarcı imân ve irfan nuru diye bir ışık göremez olur. Ölümle birlikte ancak gerçeği  görüp anlayabilir, ama neden sonra.. [202]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kendini hidâyet çizgisine getirmeyen inkarcı sa­pıkların hayalci oldukları, susuzluktan ölüm derecesine gelip çölde serab su zannederek koşan zavallıya benzedikleri belirtildi. Sonra da hakkı in­kârın ve bâtılı savunmanın kalbi ve ruhu karanlığa boğan manevî bir fır­tına olduğuna değinilerek denizlerde meydana gelen ve kat kat bulutlar la örtülen fırtınaya benzetilerek inkarcıların ciddi şekilde düşünüp gerceğ öğrenmelerine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kâinatta var olan her şeyin belirlenmiş bir ama­ca yönelik yaratıldığı ve her şeyin yüklendiği programı kusursuz yerine getirmek suretiyle Hakk'ı tesbîh ve tenzîh ettiği konu ediliyor ve böylece eşyada Cenâb-ı Hakk'ın kudret damgasını inceleyip görmemiz isteniliyor,

Sonra da bulutların oluşması, yağmur yağması, rüzgarların bulutları sürükleyip götürmesi, şimşeğin oluşması, gece ile gündüzün birbirini dü­zenli izlemesi gibi fiziksel olaylara dikkatler çekilerek kâinat üzerinde mut­lak bir düzenleyici ve proğramlayıcmın mevcut olduğu haber veriliyor.   .

Arkasından  Cenâb-i Hakk'ın her canlıyı sudan yarattığı  bildirilerek araştırıcılara temel bilgi veriliyor. [203]

 

Meali:

41— Görmedin mi ki, göktekilerle yerdekiler ve dizi dizi olan kuşlar Allah'ı tesbîh ederler. Her biri cidden duâ ve teşbihini bilmiştir. Allah on­ların yaptıklarını bilendir.

42— Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; gidiş ancak Allah'adır.

43— Görmedin mi ki, Allah bulutları (dilediği ölçülere göre) bir ta­rafa sürer, sonra onları toplayıp birleştirir, sonra da üstüste yığar; yağ­murun bunun arasından çıktığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar) indirir de onu dilediğine dokundurur, dilediğinden de onu çevirip uzaklaştırır. Şimşeğin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp alır.

44—  Allah gece ile gündüzü (birbiri ardınca) devrettirir. Şüphesiz ki bunda kalp gözü, kafa gözü (açık) olanlar için ibret vardır.

45—  Allah hareket edip debelenen her canlıyı sudan yaratmıştır; on­lardan bir kısmı karnı üzerine yürür, bir kısmı iki ayak üzerine yürür, bir kısmı da dört ayak üzerine yürür. Allah dilediğini (dilediği biçimde, diledi­ği kadar ayak üzerinde) yaratır. Allah'ın her şeye kudreti yeter.

46—  And olsun  ki,  nice açıklayıcı âyetler indirdik.  Allah dilediğini (sünneti uyarınca) doğru yola iletir.

 

Kudsî Hadîs

 

Şanı Yüce Allah buyurdu: «Ademoğlu bana eziyet ediyor, zamana sö­vüp dil uzatıyor. Zaman(ı yaratan) benim. Emir benim elimdedir. Gece ile gündüzü birbiri ardınca devrettiririm.» [204]

 

Her Şey Yaratanı Teşbih Ediyor

 

«Görmedin mi ki, göktekilerle yerdekiler ve dizi dizi olan kuşlar Allah'ı tesbîh ederler..»

Cenâb-ı Hak, mü'minlerin kalbini nur ve hidâyetle donattığını belirt­tikten ve kâfirlerin kalplerinin karanlıklarla örtülüp manevî fırtınaya tutulmakla vasfettikten sonra varlığına ve kudretine delâlet eden açık belge­leri sıralamaktadır. Şöyle ki :

T e s b î h : Çokluk ifade eden ve «sebh» kökünden türetilen bir mas-dardır. Kök mana olarak, suda, havada çok seri geçiş ve hareket demektir. Güneş, ay ve yıldızların kendi yörüngelerindeki seri hareketlerine de «tes-bîh» denilerek asıl maksada parmak basılmıştır. Atın seri koşması da aynı tâbirle ifade edilir.

Terim olarak, Cenâb-ı Hakk'ı her türlü noksanlıktan, arızî sıfatlardan tenzîh edip varlığını, birliğini, benzersizliğini belirtmektir. Yine bu manay­la ibâdette düzenli sürat göstermek de bu kökten türetilen fiille ifade edil­miştir.

Böylece terim olarak tesbîh, varlık âleminin her parçasında: Kiminde ihtiyarî, .kiminde teshîrî mânada câridir. Yani eşyadan bir kısmı kendi irâ­de ve ihtiyariyle Hakk'ı tesbîh ve tenzîh etmek suretiyle ibâdet eder; bir kısmı ise, yaratıldığı amaca ister istemez bağlı kalıp yüklendiği programı kusursuz yerine getirmek suretiyle Hakk'ın varlığına ve birliğine delâlet edip O'nu her türlü noksanlıktan tenzîh eder.

O halde hayvanlar, bitkiler ve diğer eşyanın tesbîhi, yaratıldıkları ama­ca yönelik olup hilkat kanunlarına bağlı kalarak başeğmeleridir. Melekler sırf ibâdet etme özelliğinde yaratıldıkları ve kendilerinde nefis ve şehvet bulunmadığı için sadece emrolundukları hususları kusursuz yerine getirir­ler ve belirlenen ibâdetten biran olsun sapmazlar. İmân eden insan ve cin-terin ibâdet ve taâti ise, ihtiyarî anlamdadır.

Böylece insan ve cinler dışında kalan diğer bütün canlılar yaratıldık­ları kanuna bağlı kalıp duâ ve tesbîhlerini hem bilmekte, hem de sürdür­mektedirler,  [205]                                                         

 

Kuşların  Teşbihi

 

«Dizi dizi olan kuşlar Allah'ı tesbîh ederler. Her biri cidden duâ ve teşbihini bilmiştir. Al­lah onların yaptıklarını bilendir.»

İlgili âyetle Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh eden varlıklar arasından kuşların seçilip anılması elbette ki çok anlamlıdır. Zira kuşların öyle özellikleri var­dır ki, onları incelediğimiz zaman hem akıllara durgunluk verir, hem de Cenâb-ı Hakk'ın yüksek kudretinin onlardan yana tecellisini yansıtır. Bir kısmını şöyle özetleyip maddeleştirebiliriz :

a)  Uçan kuşların vücutlarının hemen her parçası ve bölümü uçuşa uygun ve yardımcı ölçüde yaratılmıştır. Şöyle ki: Vücut boşluklarında ve uzun  kemiklerinde  akciğerle  bağlantılı   hava  torbacıklan  vardır.  Göğüs kasları geminin ön kısmını andırır şekildedir ve vücudun önemli kısmını meydana getirir. Kanat tüyleri, kanatlar kapandığı zaman havanın süzüle-bileçeği delikler ve aralıklar bırakmayacak şekilde üstüste biner. Kanat­larını açıp çırptığı zaman hava tüylerin arasından kayar ve öne doğru sürat­lenmesini sağlar.

b)  Yağışlı havada ıslanmamaları için vücutları çok ince yağ salgılar da o sayede tüyleri kaygan hale gelir.

c)  Vücutlarındaki ve uzun kemiklerindeki hava torbacıklan sayesin­de hem uçmaları sağlanır, hem de yeterli oksijen aldıkları için terlemez­ler. Böylece çok uzun yolculuklarında su içmeden yollarına devam edebi­lirler.

d)  Gözleri çok keskindir. Yerdeki taneyi, havada uçuşan sineği uzak­tan farkedebilirler.

e)  Göç mevsiminde bir kısmı binlerce kilometre yol katederek, okya­nusları aşarlar. Nereye göc etmeleri gerekiyorsa  bir yanlışlığa  meydan vermeden oraya doğru yol alırlar.

f)  Nesillerini devam ettirmede büyük  ustalık gösterirler. Yuva yap­ma ve yer seçmedeki maharetleri harikadır.

g)  Her kuş kendi türüyle yaşar ve onlarla gruplar halinde hayatını sürdürür.

h) Her kuş yine kendi türünün özelliğine göre hareket sağlar, ses çı­karır ve bağlı bulunduğu grupla haberleşir.

Böylece kuşlar bütün bu özellikleriyle Yüoe Kudret'in varlığının delili, O'nun sanatının eşsizliğinin belgesi, O'nun bir ve benzersizliğinin şahidi­dir. Kuşların kâinat planındaki yerlerini almaları, yaratılış amaçlarına yö-nelip yaşamlarını sürdürmeleri, hilkat kanununa başeğmeleri bütünüyle Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve tenzihi isbatlar.

«Her bîri cidden duâ ve teşbihini bilmiştir» mealindeki ilâhî beyân, kuş­ların her bir türünün en ince ve son derece hassas hesaplara göre plânla­nıp yaratıldığını özetlemekte ve bize onlar hakkında doğru bir sonuca vara­bilmemiz için ön fikir, temel bilgi vermektedir.

Şimdi bunca açık belgeler ve ince hesaplara rağmen kalkıp kuşlardaki bunca özellikleri tesadüflere bağlamanın makul ve mantıkî bir yanı var mıdır? [206]

 

Göklerin Ve Yerin Mülkü Kime Aittir?

 

«Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; gidiş ancak Allah'adır.»

Tesbîh kavramı çerçevesinde de her varlığın kendisi Allah'ındır, her mülk O'na aittir. Öyle ki her şey kâinat düzenlemesinde lâyık oiduğu yeri almış ve O Yüce Yaratan'a ister istemez başeğmiştir. Dönüş ve varış da ancak Allah'adır. Çünkü O'nun mülkünden başka bir mülk, O'nun kudre­tinin üstünde bir kudret söz konusu değildir. O halde inkarcı sapık ne kadar Hakk'ı red ve inkâr ederse etsin, ne kadar O'ndan kaçıp uzaklaş­mak isterse istesin, sonunda O'nun koyduğu kanunlara boyun eğmek, ram olmak zorundadır ve dönüşü de ancak O'na olacaktır[207]

 

Bulutların Oluşması

 

«Görmedin mi ki, Allah bu­lutları (dilediği ölçülere göre) bir tarafa sürer, sonra onları toplayıp birleş­tirir; sonra da üstüste yığar..»

Bulutların oluşması, birbirine imtizacı, üstüste yığılıp yağmur yüklen- mesi hep şaşmayan fiziksel kanunlarla meydana gelmektedir. Şüphesiz bulut ve yağmur olayı dünyamızda hayat dengesini sağlamakta ve bütü­nüyle insanın hizmetine yönelik bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi, bulut ve yağmurun oluşması da belli bir plâna ve de­ğişmeyen kanunlara bağlanmıştır. O halde ortada bir plân ve program, bir denge ve düzen varsa, mutlaka bir plânlayıcı, proğramlayıcı ve denge ile düzeni sağlayıcı vardır. Bunun aksini iddia etmek hiçbir zaman olumlu bir  neticeye götürücü değildir.

O bakımdan Kur'ân-ı Kerîm, bulut ve yağmur olayını da Cenâb-i Hakk'ın varlığına ve birliğine delil ve belge olarak göstermektedir. [208]

 

Gece İle Gündüzün Birbirini İzlemesi Olayı

 

<<Allah gece ile aündüzü {bir­biri ardınca) devrettirir. Şüphesiz ki bunda kalp gözü, kafa gözü (açık) olanlar için ibret vardır.»

Gece ile gündüzün birbirini izleyip bir devridaim halinde sürüp gitme­sine dikkatler çekiliyor; sebebinin ve hikmetinin araştırılması ise insan ak­lına, düşüncesine ve ilmî tesbitlere bırakılıyor. Zira ortada çok düzenli, faydalı ve devamlı bir olay vardır. Her yönüyle ve yanıyla insan hayatına yöneliktir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın insanı dünyaya getirmeden, bütün şart ve ortamları hazırladığı; hayatın belirlenen süre içinde devamını sağ­lama kanunlarını koyduğu kendiliğinden anlaşılıyor. Gece ile gündüzün birbirini izleyip devam etmesi sadece o şart ve ortamlardan biridir. Nite­kim İsrâ Sûresinde bu konu biraz daha açıklanarak gece ile gündüzün nasıl düzenlendiği konu ediliyor ve ayın güneşten kopma bir ateş parçası olduğu, o yüzden önceleri gece ile gündüz diye bir düzenleme bulunma­dığı, sonraları ayın sönüp bugünkü duruma getirilmesiyle gece ile gündüz düzenlemesi sağlandığı belirtiliyor. Şöyle ki: «Gece ve gündüzü (varlığı­mıza, kudretimize) birer delil ve belge kıldık: Gece belgesini silip gündüz belgesini aydınlık yaptık..» [209]

Böylece Kur'ân'da uygulanan ilâhî metottan biri de, Cenâb-ı Hakk'ın kendi varlığına ve kudretinin sınırsızlığına delâlet eden belgeleri ana te­ma olarak vermesidir. Gece île gündüzün birbirini izlemesi hakkındaki te­mel bilgi de bu temalardan biridir. Nitekim ilgili âyette : «Şüphesiz ki bun­da kalp gözü, kafa gözü (açık) olanlar için ibret vardır» buyurulmasi, bü­tünüyle akla, ilme ve sağduyuya yöneliktir. Âyette önce gecenin anılması, dünyanın kendi ekseni etrafında batıdan doğuya doğru döndü­ğüne işarettir. Nitekim Yasin Sûresi kırkıncı âyette: «Ne de gece gündü­zün önüne geçebilir» buyurularak, dünyanın ters dönüş yapması, yani do­ğudan batıya dönmesinin mümkün olmadığı belirtilmektedir. [210]

 

Her Canlı Sudan Yaratılmıştır

 

«Allah hareket edip debelenen her canlıyı su-dan yaratmıştır.»

Âyette «su» ile çevirisini yaptığımız «mâ» ismi nekre (belirsiz) zikre­dilmiştir. Bu durumda iki değişik yorum ve takdir söz konusu olabilir. Biri «bir çeşit su» şeklinde; diğeri, tenvînin «elif-iâm»a bedel takdirinde, bizim bildiğimiz iki molekül hidrojen ve bir molekül oksijenden oluşan belirli su şeklinde yorumlanır.

Birinci yoruma göre, «her canlı bir çeşit sudan yaratılmıştır» neticesi ortaya çıkar. İkinci yoruma göre, «her canlı bizim bildiğimiz sudan yara­tılmıştır» şeklinde bir sonuç doğar. Şüphesiz her iki yorum da maksat ve amaca uygundur. Ancak biz ikinci yoruma göre bilimsel bir açıklamada bulunmayı daha faydalı görüyoruz. Şöyfe ki:

Su hayatın kaynağıdır diyebiliriz. Bilindiği gibi bütün hayat, suda, mad­delerin bir eriyiği olan PROTOPLAZMA'da oluşur. Bununla korunur ve sü­rekliliğini sağlar. Susuz hiçbir protoplazma mevcut olmayacağı gibi pro-toplazmasız da hayatın oluşmayacağı açıktır.

Şüphesiz sadece insan bünyesi değil, dünyamızda mevcut bitki, hay­van ve bakteri gibi bütün hayat şekillerinde de su mevcut olup susuz bun­lar da var olamazlardı.

Su, hayatın sadece temeli değil, aynı zamanda yaşayan varlıkların büyük bir ekseriyetinin barınağı yani bir bakıma evidir. Çünkü bitki ve hay­vanların gerek sayısal, gerekse kütlesel olarak onda dokuzu suda yaşa­maktadır.

Hayatın önce suda doğması nedeniyle su, genel anlamda «beşiğimiz» ve karalar üzerindeki varlıkların er-gec tekrar bu atalar evifıe dönmeleri nedeniyle de bir bakıma «mezarımız» sayılır. (Nitekim canlılar hayatiyet­lerini kaybedince bünyelerindeki suyun tamamı toprağa karışmakta ve kı­sa bir süre sonra buharlaşıp bulutlara katılmakta ve bir süre sonra yağ­mur olup denizlere, ırmaklara yani asıl yurduna dönmektedir).

Yeryüzünde sihirli bir faaliyet olarak tanımlanan «hayat» için gerek­li olan maddelerden biri de sudur. Dünyamızda su ve hayat birbirlerinden ayrılmayacak biçimde içice girmiş ve birbirine kenetlenmiştir. Hemen he­pimizin bünyesinde %70-72 oranında su bulunmakta ve etrafımızı saran maddelerin pek çoğu suda yapılmış ürünlerden oluşmaktadır. [211]

Konunun önemine binaen Kur'ân'da bir yerde «diri olan her şey sudan meydana gelmiştir.» buyurulurken, bir diğer yerde «her canlı sudan yara­tılmıştır.» denilmekte, bir üçüncü yerde ise beşerin sudan yaratıldığı açık­lanmaktadır. [212]

 

Yürüyenler Ve Sürünenler

 

Onlordan bir kısmı karnı üzerine yürür, bîr kısmı iki ayak üzerine yürür, bir kısmı da dört ayak üzerine yürür. Allah dilediğini (dilediği biçimde, dilediği kadar ayak üzerinde) yaratrr. Allah'ın her şeye kudreti yeter.»

Cenâb-ı Hak her alanda olduğu gibi canlılar alanında da kudretini ke­mal derecede izhar etmiştir. Öyle ki: Canlılardan bir kısmını dört ve daha fazla ayak üzerinde, bir kısmını iki ayak üzerinde yürütürken, bir kısmını da ayaksız yaratıp sürünerek hareket sağlamalarına imkân vermiştir.

Böylece hilkat fırçasının kemal derecesinde işleyişini görmemiz iste­niliyor ve her canlının taşıdığı birtakım özelliklerinde Cenâb-ı Hakk'ın «Muhyî» sıfatının tecellisini araştırıp idrâk etmemiz'için birtakım ipuçları veriliyor. [213]

 

Açıklayıcı Ve Yönlendirici Âyetler

 

«And olsun ki nice açıklayıcı âyetler indirdik..»

Kur'ân-ı Kerîm insan aklına malzeme verip ışık tutmak, idrâkleri Önem­li konulara karşı uyanık bulundurmak için varlık âleminde Allah'ın mutlak ilim ve kudretine delâlet eden belgeleri, ana temaları sık sık açıklamakta; bazan özetini, bazan mayasını, bazan da özelliklerini vermektedir. Bu du­rumda aklını hakikati arayıp bulmak için kullananların doğru yolu bulma şansları artar, Cenâb-ı Hak onlardan yana dilediği takdirde hidâyet kapı­sını açar. Aklını belirtilen ölçüde kullanmayanların ise sapıklıkları içinde bocalayıp kalmaları amellerinin gereğidir ve tabii neticesidir. Zira Cenab-ı Hak kimseye haksızlık etmez, ama insanlar kendilerine haksızlık ederler. Kendini hidâyet çizgisine getirenleri doğru yola eriştirir. Getirmeyenleri ise kendi hallerine bırakır. Evet O, «dilediğini (sünneti uyarınca) doğru yo­la iletir» mealindeki cümle belirttiğimiz hikmeti yansıtmaktadır. [214]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına ve birliğine; ilminin ve kudre­tinin sınırsızlığına delâlet eden belgelere yer verilerek insan aklına ışık tu­tuldu ve yanlış düşüncelerin düzeltilmesi istendi.

Aşağıdaki âyetlerle, ikiyüzlü münafıkların karakteri üzerinde durulu­yor. Kendilerini Tevhîd İnancı çizgisine getirecek binlerce belgeye insaf gözüyle bakmadıklarına işaretle kalp gözlerinin kapanmış olduğu dolaylı şekilde anlatılıyor. Allah ve Resulünün vereceği hükme rıza gösterme ko­nusunda mü'minlerle münafıklar arasındaki açık farka dikkatler çekiliyor. Sonra da Peygamber ve mürşitlere düşen görevin sınırı belirtilerek bilgi veriliyor. [215]

 

Meali;

 

47—  (İkiyüzlü dönekler): «Biz Allah'a ve Peygamber'e İmân edip buy­ruklarına başeğdik» derler. Sonra bunun ardından onlardan bir kısmı yüz-çevirirler. İşte bunlar (gerçek) mü'minler değillerdir.

48—  Aralarında hükmetmek için onlar Allah'a ve Peygamberine da­vet edildikleri zaman bir de bakarsın ki onlardan bir grup sırt çevirip (bu davete) aldırış etmezler.

49—  Eğer hak kendilerinden yana ise, başeğerek koşa koşa gelirler.

50— (Sahi) bunların kalbinde hastalık mı var, yoksa şüphe mi edi­yorlar, ya da Allah ve Peygamberinin kendileri aleyhine haksızlık edece­ğinden mi korkuyorlar?! Hayır, (ikiyüzlü dönekler olmaları onları bu du­ruma düşürmüştür). İşte zâlimler bunlardır!

51—  Aralarında hükmetmek üzere Allah ve  Peygamber'ine  çağırıl­dıkları zaman mü'minlerin sözü ancak şu olmuştur: «İşittik, itaat ettik». İşte korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşanlar bunlardır.

52—  Ve kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat eder de Allah'tan saygı ile korkar ve (karşı gelmekten) sakınırsa, işte kurtuluşa erenler onlardır

53—  Eğer kendilerine emredersen,   mutlaka   savaşa   çıkacaklarına dair olanca yeminleriyle and içerler. De ki: And içmeyin, bu, bilinegelen (sahte) bir itaâtınızdır. Şüphesiz ki Allah, işleyegeldiğiniz şeylerden haber­lidir.

54—  De ki: Allah'a itaat ediniz, Peygamber'e itaat ediniz. Bununla beraber yüzçevirirseniz, Peygamber'e gereken, kendisine yükletilen (teb-lîğ ve irşâd)dır; size de kendinize yükletilen düşer   (herkes kendine yük­letilenden sorumludur). Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olur­sunuz. Peygamber'e gereken sadece açık tebliğdir.

 

İniş Sebebi

 

Münafıklardan Bişir adında bir adamla bir yahudi arasında dava ko­nusu bir mesele zuhur etmişti. Yahudi davanın çözümü için Hz. Muham-med'e (A.S.) başvurmayı; münafık ise yahudilerin ileri gelenlerinden Kâb b. Eşrefe gitmeyi öneriyordu. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [216]

Müfessir İbn Kesîr'in tesbitine göre : Münafıklardan bir kısmı ihtilâf konusu olan bîr meselenin çözümünde kendilerini haklı bildikleri takdirde Hz. Muhammed'e (A.S.) koşarak gelirler ve O'nun karar vermesini ister­lerdi. Haksız olduklarını bildikleri bir konuda ise, başkasının hakemliğine başvurulmasını önerirlerdi. Bu sebeple yukarıdaki âyetler inmiştir. [217]

 

İlgili Rivayetler

 

Ebû Derdâ (R.A.) dîyor ki:

«İslâm ancak Allah'a itaatle (kalp ve kafalarda yer edip) gerçekleşir. Hayır ise ancak (müslüman) cemaatiyle beraber bulunmaktadır.»[218]

Hz. Ömer (R.A.) diyor ki:

«İslâm'ın kulpu LA İLAHE İLLALLAH şehadetidir. Aynı zamanda na­mazı vaktinde kılmak, zekâtı vermek ve Allah'ın müslümanları idare etmek­le görevlendirdiği kimseye itaat etmektir.» [219]

 

Mü'minle Münafık Arasında Bir Diğer Fark

 

Münafıklar Allah ve Peygamberinin hayat veren emirlerine çağrılınca kararsız bir duruma girerler. İkiyüzlülüğün açık örneğini ortaya koymakla -tabii bir tehlike söz konusu olmadığı zaman- yüz çevirmekten çekinmez­ler. Kendilerine bir zarar geleceğini sezdikleri zaman ise, itaatkâr görün­meye çalışırlar.

Münafıklar davalı veya davacı oldukları zaman, haklı bulunduklarını isbatlayacak delil ve belgeleri yeterli ise ihtilâfın Hz. Muhammed (A.S.) tarafından çözülüp hükme bağlanmasını talep eder ve hiç tereddüt etme­den O'nun vereceği hükme razı olurlardı. Zira çok iyi biliyorlardı ki Hz. Muhammed (A.S.) ancak haklı olanın lehine karar verir ve ancak hakkı söyler. Haksız olduklarını bildikleri bir ihtilâf ve dâvada ise başka kişile­rin hakem tayin edilmesini ısrarla savunurlardı.

Mü'minlere gelince- Onlar Allah ve Peygamberinin emirlerine çağı­rıldıkları zaman hiç tereddüt etmeden şu cevabı verirlerdi: «İşittik ve itaat ettik..» Resûlüllah (A.S.) Efendimizin vereceği hükme önceden razı olur, ister lehlerine, ister aleyhlerine tecelli etsin kalplerinde en küçük bir sı­kıntı ve güvensizlik hissetmezlerdi.

Münafıklar, bir savaş durumu ortaya çıkıp Resûlüllah'in (A.S.) daveti ilân edilince, mutlaka emre uyup savaşa çıkacaklarını olanca yeminleriyle söylerlerdi. Savaş emri verilince de bir sürü olmadık mazeretler göstere­rek kaçamak yollarını araştırırlardı.

Mü'minler ise, savaş emrini sabırsızlıkla bekler, emir verilince de can­ları dahil, herşeylerini Allah yoluna vermeğe koşarlardı.

İşte tam anlamıyla imân edenlerle, şüphe ve tereddüt fırtınasına yaka­lanıp kararsız durumda olan ikiyüzlüler arasındaki açık farklardan bir kıs­mı bunlardır ve hemen her devirde bu farkları müşahede etmek mümkün­dür. Ancak çağın özelliklerine göre, bazan taktik değişikliği ve kılıf baş­kalığı olabilir. Ama ruhta, niyette bir değişiklik söz konusu değildir.

Böylece Cenâb-ı Hak, ilâhî emirler düzeyinde münafıkların durumunu belirtirken onların üç huyuna parmak basmakta ve mü'miniere sağlam bir kıstas vermektedir. Resûlüllah (A.S,) Efendimiz onların bu üç kötü huyu­nu tasvîr ederken şu üç alâmeti ortaya koymuştur: «Münafığın alâmeti üç­tür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez,, ken­disine bir şey emanet edildiğinde ona hıyanet eder.» [220]

 

Kurtuluşa Erenler

 

«Ve kim Allah'a ve Peygamberine itaat eder de Allah'tan saygı ile korkar ve (karşı gelmek­ten) sakınırsa, işte kurtuluşa erenler onlardır.»

Sözü edilen kurtuluş, biri dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki tür­lüdür. Dünyadaki kurtuluş, küfür, isyan ve nifaktan korunup imân selâme­tine erişmek; nefis ve İblîs'in dürtüşlerini tesirsiz hale getirip ilâhî düzene göre ömrü değerlendirmektir. Âhiretteki kurtuluş, kabirdeki soruya iki şehadet ile cevap vermek ve kıyamet gününde imân nuruyla aydınlanıp pey­gamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle beraber bulunmaktır.

İşte bu iki kurtuluşa ermemiz için ilgili âyette belirtilen üç esasa bağlı kalmamız öneriliyor:

1—  Allah ve peygamberinin bütün emir ve yasaklarına uymak,

2—  Allah'tan her zaman saygı Üe korkmak, O'nun denetimi altında bulunduğumuzu unutmamak,

3—  Allah'a karşı gelmekten sakınıp günah ve kötülüklerden kaçın­mak.. [221]

 

Görev Ve Sorumluluk

 

«Bununla beraber yüzçevirirseniz, Peygamber'e gereken, kendisine yükletilen (tebliğ ve irşat)ttr. Size de, kendinize yükletilen düşer. (Herkes kendine yükletilenden sorumlu­dur).»

Peygamber'in (A.S.) ve O'nun izinde olan mürşitlerin görevi ve so­rumluluğu, hakkı, doğruyu, güzeli ve faydalı olanı söylemek; tehlikeli yolu bildirmek ve gerektiğinde uyarmaktır. Diğer bir anlatımla: Hidâyet yolunu göstermek; sapıklık ve tuğyanın doğuracağı tehlikeden haber vermektir.

İrşat edilenlere, ilâhî buyruklara göre Peygamber veya mürşitler ta­rafından teblîğ doğrultusunda eğitilmek istenenlere gereken mutlak itaat­tir. Zira Allah ve Peygamber'! mutlaka iyiyi ve doğruyu emreder.

Böylece Kur'ân uyaranla uyarılana, irşat edenle, irşat edilene düşen görev ve sorumlulukların ölçü ve sınırını belirlemektedir. O halde ne Pey­gamber (A.S.) Efendimiz, ne de O'nun yolunda olan bir mürşit istediği kim­seyi doğru yola eriştirme yetkisine sahiptir. Çünkü hidâyet, yani doğru yo­la eriştirmek ancak Allah'a aittir. [222]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle münafıkların bazı vasıfları üzerinde duruldu ve onlarla gerçek mü'minler arasındaki alâmet-i farikalardan birine işaret edildi. Sonra da Peygamber (A.S.) ile O'nun yolunda ve izinde yürüyen mürşitlerin görev sınırı belirlendi.

Aşağıdaki âyetlerle, Mekke'nin ve dolayısıyla Arap Yarımadası'nın yakında fethedileceğine işaret ediliyor. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın mü'minler hakkındaki va'dini yerine getirme günlerinin yaklaştığı haber veriliyor. Al­lah'ın mü'minlerden yana bunca geniş lütuf ve rahmetini hatırlatıp namaz, zekât ve bir de her hususta Peygambere itaatin gereğine dikkatler çekili­yor. [223]

 

Meali:                                

 

55— Allah sizden imân edip iyi-yararlı işlerde bulunanları, onlardan öncekileri yeryüzünde (inkarcı sapıkların) yerine getirdiği gibi, onları da (putperest müşriklerin) yerine getireceğini, onlar için hoş görüp razı ol­duğu dini yine onlar için sağlam temellere oturtup yerleştireceğini ve kor­kularının ardından güvene çevireceğini yeminle va'detmiştir: «Öyle ki ba­na ibâdet edecekler, hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Bundan sonra kim küfrederse, işte onlar ilâhî sınırları aşanların kendileridir.»

56—  Namazı dosdoğru  kılın, zekâtı verin.  Peygamber'e itaat edin. Olaki rahmete lâyık görülürsünüz.

57—  Küfre sapanların  (bizi)  yeryüzünde âciz bırakacaklarını  sakın sanma; onların varacağı yer ateştir ve o ne kötü bir gidiştir!

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kİrâm'dan Adiy b. Hâtem (R.A.) anlatıyor:

«Bir ara Peygamber (A.S.) Efendimizin yanında bulunuyordum. İki adam huzura girdi. Biri fakirlikten söz edip dert yandı; diğeri yol kesicilik-ten şikâyet edip (yollarda güven bulunmadığını) anlattı. Bunun üzerine Re-sûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : «Yol kesicilik konusuna gelince: Senin üze­rinden çok bir zaman geçmeden (durum düzelir. O kadar ki): ticarî kervan kimsenin koruyuculuğuna ihtiyaç duymaksızın çıkıp Mekke'ye kadar gelir. Fakirlik ve sıkıntıya gelince: Sizden biriniz sadakasını alıp kapı kapı do­laşarak onu kabul edecek bir kimse bulamadıkça kıyamet kopmaz.

Sonra da (Kıyamet gününde) sizden (her)biriniz Allah'ın huzurunda -onunla Allah arasında bir perde ve tercüman olmaksızın- durur. Allah ona: «Sana mal vermedim mi?» diyerek mutlaka sorar. O da şüphesiz şu ceva­bı verir: «Evet, verdin.» Sonra Cenâb-ı Hak ona: «Sana peygamber gönder­medim mi?» diye sorar. O da: «Evet gönderdin» der ve sağına bakar Ce­hennem ateşinden başka bir şey görmez: soluna bakar yine Cehennem ateşinden başka bir şey görmez.

Artık sizden (her) biriniz yarım hurma ile olsun kendini ateşten koru­sun. Onu da bulamazsa güzel bir söz ile korumaya çalışsın.»[224]

«Şüphesiz ki Allah yeryüzünü dürüp (bir tablo gibi) elime verdi; onun doğusunu ve batısını gördüm. Ümmetimin mülkü, dürülüp önüme konulan (tablodaki) yere kadar ulaşacaktır.» [225]

 

Allah Ve Peygamberi Adına Söz Söylemek Ve Hükmetmek

 

«Allah sîzden imân edip iyi yararlı işlerde bulunanları, onlardan öncekileri yeryüzünde (inkar­cı) cı sapıkların) yerine getirdiği gibi bunları da (putperest müşriklerin) yeri­ne getireceğini... yeminle va'detmiştir..»

Kur'ân, Allah'ı inkâr eden azgınların yerine, sâiih amellerde bulunan mü'minlerin yerleştirileceğini haber verirken önce Medine'deki sâlih mü'-minlerin yakında Mekke'yi ve Arap Yanmadası'nı putperest müşriklerden temizliyeceklerini müideliyor. Böylece kimlerin Peygamber'e (A.S.J halîfe olabileceğinin kesin çizgilerini belirliyor ve bunu iki maddede özetliyor:

1— Kur'ân çerçevesinde dosdoğru imân edip,     

2— İman temeli üzerinde sâlih amellerde bulunmak..

İman, dinde ana temel ve değişmeyen esastır. Şartları doğrultusunda Allah ve Resulüne mutlak itaati gerektirir. Sâlih amel ise, hem böyle bir imânın tabii ürünü kabul edilen ibâdetlerin tamamıdır, hem de insanlıktan yana yine imân temeline dayalı yapılan her türlü iyilik ve yararlı hizmet­tir.

Böylece ismen müslüman olup, gerçek imânın gereğini yerine getir­meyenlerin Peygamber adına konuşmaya ve hükmetmeye lâyık ve ehil ol­madıkları sonucu ortaya çıkmış oluyor. Tarih boyunca İslâm âlemi belir­tilen iki hususa ciddi şekilde bağlı kaldıkları dönemlerde hem güçlü dev­let kurabilmişler, hem de faziletli hizmetlerde bulunmuşlardır. Sözü edilen iki husustan uzak kaldıklarr dönemlerde ise, başka milletlere yem olmak­tan, en azından uydu durumuna düşmekten kendilerini kurtaramamışlardır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in ilgili hadîsle verdiği müjdenin, hem dört halîfe döneminde, hem Emevîlerden Ömer b. Abdülaziz ve Endülüs'ü fetih dönemlerinde, hem Abbasîlerin bazı dönemlerinde, hem de Büyük Selçuklular ve Osmanlıların yükselme dönemlerinde gerçekleştiğini görü­yoruz.

Zira Allah'ın bu va'dinin ilk muhatabı Hz. Peygamber (A.S.) ve arka­daşlarıdır. Onlardan sonraki muhatabı, kıyamete kadar birlik ve dirlik için­de imân ve sâlih ameli hayat düsturu seçen mü'minlerdir.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın imân ve sâlih amele muvaffak kılıp yeryüzün­de inkârci sapıkların, azgın müşriklerin yurduna yerleştirdiği mü'minlere diğer bir hususu hatırlatarak dikkatlerini çekiyor. O da şudur: Başarıya eriştikten sonra şımarmanın, ekonomik yönden de güçlendikten sonra lüks ve konfora yönelip Allah'ın ve Peygamberinin dinini unutmanın veya ihmal etmenin nankörlük olacağıdır. Nankörlüğün sonu ise hüsrandır. Kendilerini böylesine yanlış bir çizgiye getirenler hakkında Cenâb-ı Hak, «fâsikîn» sıfatını kullanmaktadır. Bilindiği gibi, bu sıfatın «Allah'ın emirleri­ni terkedip O'na karşı gelen, azıtıp sapıtmak suretiyle ilâhî yoldan çıkan» günahkârlar hakkında kullanılması yaygındır.

Bu durumda artık o gibi müsiümanların Allah ve Peygamberi adına söz söylemeleri ve hükmetmeleri söz konusu olamaz. Zira onlar kendi­lerini o şerefli hizmetten azletmiş sayılırlar. [226]

 

İmânla Küfür Mücadelesi

 

Kur'ân ilgili 55. âyetle bu mücadelenin ölçü ve şartlarını özetliyerek Allah'a dosdoğru inananların gözleri önüne seriyor. Şöyle ki: İman cep­hesi bütün imkânlarını dinin ayakta kalması ve insanlığa mutlak rahmet ve huzur kaynağı olması için harcar; karşısına çıkan üzücü olayları imân ve akl-i selîm ile değerlendirip hislerine mağlûp olmaz ve sabrı elden bırak­mazsa, başarıyı sağlamanın en uygun ortamını hazırlamış olur. Bundan sonra dünya hayatından maksat ve amacın Allah'ı bilip yalnız O'na kulluk etmek, lâyık görüp verdiği imân ve İslâm nîmetinin kıymetini idrâkle, ömrün her safha ve dönemini Cenâb-ı Hakk'ın rızası doğrultusunda salih amellerle süslerse, küfür cephesinin bütün hile ve entrikaları boşa çıkar. Sonunda ilâhî sünnet gereği nankör sapıklar hezimete uğrar ve böylece imân cephesi onların yerlerini ve yurtlarını işgal eder.

İman cephesi bu mutlu sonuca erişince de Allah'a olan kulluk göre­vini unutmaz, ibâdete ve salih amele devam eder ve hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmazsa, o takdirde hem çok uzun ömürlü bir devlete sahip olur­lar, hem de aralıksız ilâhî rahmete lâyık görülürler.

Nîmete eriştikten sonraki dönemlerde inkâr ve ahlâksızlık, azgınlık ve zulüm yıkılıp yok olmanın en açık sinyalleridir. Bunun için Kur'ân-ı Ke­rîm, nîmete erdikten sonra mü'minlerin daha çok şu üç hususu yerine getirmelerini emrediyor:

1—  Namazı vaktinde kılmak,                    

2—  Zekâtı gerektiği gibi vermek,

3—  Peygambere  itaat  etmek.

Birinci emir, ferdin imân, ahlâk ve fazîletini korur ve artırır. Aynı za­manda ona şahsiyet kazandırır. Günlük hayatını ilâhî denetim altında dü­zenlemesini ilham eder,

İkinci emir, ferdi topluma bağlayıp onun kopmaz bir parçası haline getirir. Bir insanın yalnız kendisi için yaşamadığını ve çalışmadığını öğre­tir. Sınıf mücadelesini önleyerek sosyal adaletin gerçekleşmesine ortam hazırlar. Din kardeşliğinin lüzumunu, yüksek ahlâkı, hayırhahhğı, insan haklarını korumayı telkîn eder.

Üçüncü emir, insanlığa rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'i (A.S.) örnek almayı ve O'nun gibi faziletli bir hayat yaşamayı, insan sev­gisiyle dolup taşmayı, ancak bu sevgiyi Allah sevgisinden kaynaklanan bir düşünce atmosferinde tutmayı; küçüğün büyüğe, memurun âmire itaat edip bu itaati sevgi ve saygı havasında sürdürmeyi öğretir.

Sonra da namaz, merhamet ve şefkat duygusunu geliştirdiği, ferdi topluma yaklaştırıp ondan bir parça kıldığı için zekâttan önce anılmıştır. Öyle ki: Namaz mutlaka zekâta ortam hazırlar. Zekât zengin olmayı, alan el değil veren el durumuna gelmeyi ve başkaları için de çalışıp var olma şuurunu geliştirmeyi sağlar. Böylece din kardeşliğinin gerçek ölçüsünü kalp ve kafalara işler. O bakımdan Peygamber'e (A.S.) mutlak itaatin ba­şında imândan sonra namaz ve zekâtın gerekli olduğuna işaret edilmek­tedir. [227]

 

Küfür, Hakkı Âciz Bırakamaz

 

«Küfre sapanların (bizi) yeryüzün-de âciz bırakacaklarını sakın sanma..»

Allah'a dosdoğru inananlar kendilerini ilâhî yardım çizgisine getirdik­leri takdirde; küfrün güçlü olması, dörtnala yol alması olumlu sonuç ver­mez ve zahirî saltanatı bir köpük gibi sönmeye mahkûm olur. Hiçbir güç Allah'ı âciz bırakamaz. O'nun inkarcı azgınlara mühlet vermesi, ezelde koyduğu kanun ve hazırladığı plân gereğidir. Her şeyin belli bir vakti, belirlenmiş bir saati vardır. O noktaya gelindiğinde artık dö­nüşü mümkün değildir. 57. âyetle bilhassa bu gerçeğe değinilerek mü'minler aydınlatılıyor ve endişe duymaya gerek olmadığına işarette bulunuluyor. Resûlüllah (A.S.) Efendimizle arkadaşlarının çeyrek asırda­ki üstün başarıları bunun en güzel misallerinden biri değil midir? [228]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Mekke ve Arap Yarımadası'nın pek yakında fet­hedileceği kapalı bir anlatımla müjdelendi. Sonra da Resûlüllah'ın (A.S.) izinde yürüyen mü'minlerin de başarıya erişecekleri haber verilerek, bu konuda da sünnetullah'ı cok iyi bilmemiz istendi. Arkasından namaz ve zekât ibâdetlerinin ve Peygamber'e (A.S.) itaatin lüzumu üzerinde duruldu.

Aşağıdaki âyetlerle, aile bünyesinde yer alan fertlerin nasıl davranmaları ve birbirlerine karşı nasıl saygılı olmaları gerektiği açıklanıyor. Böylece gerek aile çatısı altında, gerekse hısım ve yakınlar arasında uy­gulanması faydalı olan muaşeret adabından bir kısmı öğretilerek gerçek anlamda medenice yaşamanın ölçülerinden birine değinilip müslüman-lar aydınlatılıyor. [229]

 

Meali:

 

58—  Ey imân edenler! ellerinizin sahip bulunduğu köle, câriye ve hiz­metçileriniz ve sizden henüz ergen olmayanlar, (odanıza girmek istedik­lerinde şu) üç vakit sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle sıcağından  (bunalıp) elbisenizi çıkararak (bir tarafa)  koyduğunuzda ve yatsı namazından sonra. Bu üc vakit utanç yerlerinizin açık olabileceği halvet zamamdır. Bu vakitlerin dışında (yanınıza girmelerinde) birbirinize uğrayıp dolaşmanızda ne size, ne de onlara bir sakınca yoktur. İşte Allah böylece âyetlerini size açıklar. Allah bilendir, hikmet sahibidir.

59—  Sizden olan çocuklar, ergenlik çağına girince, onlardan önce (doğup ergen) olanların izin istediği gibi izin isteyerek (öylece yanınıza)

girsinler, İşte Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, hikmet sahibidir.

60—  Evlenme ümidi kalmamış (ayhali ve lohusalıktan kesilip) oturan kadınların, süs yerlerini    göstermeksizin dış elbiselerini    çıkarmalarında kendilerine bir günah yoktur. Bununla beraber iffetli davranmaları, ken­dileri için hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir,

61—  (Kendilerine anahtar teslim edilen) â'maya (teslim edilen evde­ki gıda maddesinden bir şeyler yemesinde) bir vebal yoktur. (Aynı şekilde) topala da bir vebal yoktur, hastaya da bir vebal yoktur. Size de kendi ev­lerinizde izinsiz yemek yemenizde veya babalarınızın evlerinde veya ana­larınızın evlerinde veya kardeşlerinizin evlerinde veya kızkardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halâlarınızın evlerinde veya dayılarınızın  evlerinde veya  teyzelerinizin  evlerinde veya   anahtarlarına sahip (kâhyası) bulunduğunuz evlerde veya samimi dostunuzun evinde ye­menizde bir sakınca yoktur. Gerek bir arada, gerekse dağınık ayrı ayrı ye­mek yemenizde de bir sakınca yoktur.

Evlere girdiğiniz zaman kendinize Allah'tan feyiz, bereket, iyilik, gü­zellik esenliği olmak üzere selâm verin. Allah böylece size âyetlerini açık­lar. Ola ki aklınızı kullanırsınız.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Peygamber (A.S.) Efendimiz ansardanMûd'-ic b. Amr adında bir hizmetçiyi öğle sıcağının iyice arttığı bir sırada Hz. Ömer'i (R.A.) çağırması için gönderdi. O da Hz. Ömer'in_başkalarınm gör­mesinden hoşlanmadığı bir durumda bulunduğu bir sırada yanına girmiş oldu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indiı.[230]

Diğer bir rivayet:

;jı Esma bint Mürsed (R.A.) odasında açık bir vaziyette dinlenirken er­gen olan hizmetçi kölesi içeri girmiş bulundu. Kadıncağız buna çok üzül-dü,vve kalkıp Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek dedi ki:

— Ya Resûlellah! doğrusu hoşlanmadığımız bazı vakitlerde hizmet­çilerimiz ve kölelerimiz yanımıza giriyorlar. (Bunu önlemeğe yönelik bir tavsiyeniz yok mudur?)

Bu sebeple yukarıdaki âyetler indirilmiştir. [231]

«Ey imân edenler! mallarınızı kendi aranızda bâtıl sebeplerle yeme­yin» mealindeki Bakara Sûresi 188. âyet inince, Müslümanlar, hasta, yaşlı, topal ve kör kimselerle aynı kapta yemek yemekten endişe duymaya baş­ladılar. Çünkü sözü edilen arızalı kişiler henüz karınlarını iyice doyurma fırsatı, bulmadan arızasız olanlar karınlarını iyice doyurmuş bulunuyorlar­dı. O sebeple 61. âyet indi. [232]

Ayrıca sağlam, güçlü mü'minlerden bazısı savaşa giderken evlerinin anahtarlarını çok yaşlılara veya hastalara, ya da topal ve gözleri görme­yen mü'minlere teslim ediyorlardı. Onlar da evdeki gıda maddelerinden -kendilerine izin verildiği halde- yemekten endişe duyuyor ve helâl olup olmadığında şüphe ediyorlardı. O sebeple 61. âyetin indiği rivayet edi­lir. [233]

 

İlgili Hadîsler

 

«Ya Enes! abdestini tastamam yerine getir ki ömrün artsın. Ümmetim­den rastladığın kimseye selâm ver ki iyiliklerin çoğalsın. Evine girdiğin zaman ev halkına selâm ver ki evin hayrı çoğalsın. Kuşluk namazını kıl; çünkü o senden önce Allah'a çokça yönelenlerin namazıdır.

Ya Enes! küçüklere merhametli ol, büyüklere saygı göster ki kıyamet gününde yakın arkadaşlarımdan olabilesin.» [234]

«Bir adam Peygamber'e (A.S.) şöyle dedi: «Doğrusu biz yemek yiyo­ruz ama doymuyoruz.» Bunun üzerine Peygamber (A.S.) ona şöyle tavsi­yede bulundu: «Belki de ayrı ayrı (şekilde) yiyorsunuz! Yemeğinizin başın­da biraraya gelin, Allah'ın ismini anın ki o yemek size feyizli ve bereketli kılınsın.» [235]

«Hep birarada yemek yeyin, dağılmayın. Çünkü bereket toplulukla beraberdir.» [236]

«Adam evine girdiği zaman şöyle duâ etsin: Allahım, doğrusu ben sen­den hayırlı çıkış diliyorum, Allah'ın ismiyle girdik, Allah'ın ismiyle çıktık; Allah'a güvenip dayandık.

Sonra da ev halkına selâm versin.» [237]

 

İslâm'da Aile Düzeni

 

Cinsel konuya ilgi duymak insanın ruhuna ve mayasına enjekte edil­miştir. Onu tamamen söküp atmak mümkün değildir. Zira insan melek de­ğildir. Hayvanî sıfatları da kendinde taşıyan ayrı bir varlıktır. O bakımdan insanın şehvet duygusunu ve arzusunu meşru sınırlar içinde tutmak lâ­zımdır. Dinin ana kaidelerinden ve değişmeyen hedeflerinden biri de budur. Din bu amaca ulaşabilmek için güzel âdetlerden yararlanmayı ihmal et­mez ve aynı zamanda akıldan yeterince yardım ister. 58. âyetle aile yapı­sında cinsel ilişkiyi ve ona yo! açan davranışları meşru sınırlar içinde tut­manın ve bu düzeyde edep ve terbiye ölçüsünde yönlendirmede bulun­manın bir bölümünü konumuzu oluşturan âyetle açıklar. Daha çok ana-babanın bu hususta aile bünyesinde disiplinli, düzenli ve ölçülü şekilde bir aile hayat düzeni hazırlamalarını emreder.

Unutmamak gerekir ki, çocuklar ana-babalarını, evdeki büyüklerini taklît ederler ve birçok yönleriyle onların kopyası olurlar. Bunun için Kur'ân aileyi edep ve terbiyenin, ahlâk ve faziletin doruğuna yükseltmeyi plânlar ve bu konuda gereken eğitimin sağlanması için kendine has bir müfredat düzenler. [238]

 

Fıkhî Yönü

 

Nûr Sûresinin 27. âyetinde başkalarına ait evlere girmek istediğimiz­de -belli bir vakit sözkonusu olmaksızın- izin istememiz emredilirken, bu­rada aile çatısı altında bulunan köle ve cariyelerin ve bir de ev halkından ergen olan ve henüz ergenlik çağına girmeyen çocukların şu üç vakitte ana-babalarının ve evdeki evli çiftlerin odalarına izin isteyerek girmeleri emredilmektedir:

1—  Sabah namazından önce,

2—  Öğle sıcağından elbisemizi çıkarıp istirahata çekildiğimizde,

3—  Yatsı namazından sonra..

Bu üç vakitte başkalarının görmesi asla hoş karşılanmayacak şekil­de kadın ve erkek açık bir vaziyette bulunabilecekleri gibi, çiftler cinse! temas veya ona yol açan davranış durumunda da olabilirler.

Cenâb-ı Hak aile mahremiyetini edep, terbiye ve yüksek ahlâk düze­yinde tutmamızı istemekte ve bu konuda bir ölçü ve kural vermektedir.

Sağ ellerimizin sahip oldukları, hem köle, hem de cariyelerdir. Gerçi bu iki sınıf insan bugün artık dünyanın birçok bölgelerinde tarihe karışmış vaziyetteyse de evlerimizde bulundurduğumuz bahcivan, hizmetçi kadın ve benzeri kişiler de bu tabirin kapsamına girer.

Ergenlik çağma henüz ayak basmayan kız ve erkek çocuklarına ge­lince : Bunlar daha cok iştiha cağına girip avret yerlerine ilgi duyan, bazı cinsel davranışları tefrîk edebilen çocuklardır. İştiha çağına girmeyen 0-4 yaş arası çocukları ise bu kurala uydurmak elbetteki zordur. Ancak 3-4 yaşlarında olanları bu hususta da eğitip onlara güzel alışkanlıklar kazan­dırmak oldukça önemlidir. Nitekim Ebû İshak el-Fezârî diyor ki: «İmam Evzâî'ye sözü edilen üç vakitte izin almakla emrolunan çocuğun taban yaş haddi nedir? diye sorduğumda, dört yaştır diye cevap verdi.» [239]

Ayrıca 59. âyette ergenlik cağına giren çocuklar hakkında ise bir yo­ruma göre, - 27. âyette, başkasına ait bir eve mutlaka sahibinden izin ala­rak içeri girmemiz emredildiği gibi - bütün vakitleri kapsar mahiyette bir emir söz konusudur. Öyle ki ergen olan çocukların günün hemen her saa-  tinde ana-babalarından ve aile çatısı altında bulunan evli çiftlerden izin isteyerek odalarına girmeleri emredilmektedir.

Ancak bu emir vücuba mı, yoksa tavsiyeye mi delâlet etmektedir? İlim adamlarının üc farklı yorumu söz konusudur:

a)  İbn Cüreyc'în Atâ'dan yaptığı rivayete göre, vücuba delâlet eder.

b)  Tavsiye anlamına gelir. Zira uygulamasında meşakkat vardır. Me­şakkat ise teysiri gerektirir.

c)  Nedb ifade eder. Zira muhatab olan daha yeni ergen olanlardır. Günün her saatinde vücubu gerektiren bir emri yerine getirememeleri en­dişesi söz konusudur.

Ergen olmayan çocukların izin istemeleriyle ilgili emir ise altı şekil­de yorumlanmıştır:

1—  Tabiînden İbn Müseyyeb ve İbn Cübeyr'e göre, bu âyet mensûh-tur, yani hükmü kaldırılmıştır.

2—  Ebû Kılâbe'ye göre, âyetteki emir  nedb  içindir, vücuba delâlet etmemektedir.

3—  jbn Ömer'e (R.A.) göre. âyette sadeee erkek çocuklar kasdedil-mektedir. Bu durumda kız çocuklarının izin istemesine gerek yoktur.

4—  Ebû Abdurrahman es-Sülemî'ye göre, kız çocukları kasdedilmiş-tir.

Bu son iki rivayet de zayıftır ve âyetin kapsadığı mana ve hükme uy­mamaktadır.

5_lbn Abbas'a (R.A.) göre, kapısız ve kilitsiz odalar söz konusudur. Zira o dönemdeki odaların çoğunda kapı bulunmazdı da sadece basit bjr perde asmakla yetinilirdi. Bu durumda çocukların sözlü izin istemeleri ge­rekiyordu. Kapı ve kilidi olan odalar ise, daha emin olduğundan çocuğun hemen içeri dalması mümkün değildir. İçeri girmek isteyen çocuklar ya sözlü olarak, ya da kapıyı çalmak suretiyle bu kurala uyabilirler.

6— İlim ehlinin çoğuna göre, âyet erkek ve kız çocuklarının hepsini kapsamakta ve vücub ifade etmektedir. Oysa ergen olmayan çoouklar şer'î bir vücub ile mükellef sayılmazlar. Bu inceliği dikkate aldığımızda, sözü edilen vücub ana-babaların çocuklarını eğitmesiyle ilgili bir hüküm olabilir. [240]

 

Terkedilen Üç Emir

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Müslümanlar Kur'ân'ın şu üç âyetiyle amel etmeyi terketmişlerdir:

Birincisi: Hücurat Sûresi 13. âyet. Meâlen şöyledir: «Şüphesiz ki Al­lah yanında en şerefli ve itibarlınız, (O'ndan) en çok saygı ile korkup (fe­nalıklardan) sakınanmızdır.»

İkincisi: Nisa Sûresi 8. âyet, Meâlen şöyledir; «Mîras taksiminde (mi­rasçı olmayan) hısımlar, öksüzler ve yoksullar hazır bulunursa, azık ola­cak ölçüde onlara da bir şey verin ve güzel söz söyleyin (kırıcı, ineitici ol­mayın).»

Üçüncüsü : Konumuzu oluşturan Nûr Sûresi 58. âyet. Meâlen şöyle­dir: «Ey imân edenler! Ellerinizin sahip bulunduğu köle, cariye ve hizmet­çileriniz ve sizden henüz ergen olmayanlar, (odanıza girmek istediklerin­de şu) üç vakit sizden izin istesinler......» [241]

İnsanların yüzü mânadan ziyade maddeye, âhiretten çok dünyaya yö­nelince, ekserisi şeref ve itibarı, azizlik ve erdemliği takvada değil, mal ve makamda görmeye başladı. Böylece Allah'ın koymuş olduğu kıstas ile amel edilmez oldu.

Mîras taksiminde birbirlerinin haklarına göz dikecek kadar ac gözlü olan mirasçıların çoğu, diğer mîrasçı olmayan hısımları, yetim ve yoksullan göremez oldular ve o sebeple Allah'ın belirtilen tavsiyesi yer yer ter-kedilmeye başlandı.

Yabancı kültürün tesiri altında kalan bazı İslâm ülkeleri, aile bünye­sinde edep ve terbiye Kurallarıyla amel etmez oldular. Böylece Kur'ân'ın belirlediği aile yuvası ciddi biçimde zedelenmiş oldu.

Yapılan rivayete göre: Iraklı'lardan bir grup Nûr Sûresi 58. âyetle amel etme hususunu İbn Abbas (R.A.)dan sorduklarında, adı geçen onlara şöyle bir açıklamada bulunmuştur: «Önceleri evlerin kapılarında örtü ve perde yoktu. Birçok defa evdeki hizmetçi, hadim, adamın yetimesi ve ken­disi ehlinin odasına izinsiz girerlerdi. O yüzden Cenab-ı Hak belirtilen üç vakitte izin isteyerek ana-babalarının (ve evli olan çiftlerin) odasına gir­melerini emretti. Sonraları Cenâb-ı Hak onlara örtü (kapı) ve hayırlı (ted­birler tavsiye edip) getirdi. Ne var ki artık bu hükümle amel eden bir kimse göremiyorum diyebilirim.» [242]

 

Müslüman Kardeşliğinin Bir Diğer Ölçüsü

 

İslâm, din kardeşliğine, hısım ve akrabalığa, dost ve arkadaşlığa lâ­yık olduğu yeri ayırmış ve gereken ilgiyi göstermiştir. Aynı zamanda bu havayı ruhların derinliğine işlemek için birçok manevî müeyyideler koy­muştur. Şöyle ki: Önce Allah'ın hoşnutluğuna erişmeyi amaç olarak be­lirlemiş, sonra da Müslüman topluluğun diğer kavim ve milletlere bu konuda da örnek olmalarını sağlamayı planlamıştır.

«Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin.,» mealindeki Bakara Sûresi 188. âyet inince -az yukarıda da belirttiğimiz gibi- Müslümanlar da­ha duyarlı ve titiz davranmaya başlamışlardı. O kadar ki, kardeş kardeşin kilerinden bir lokma ekmek, ya da bir hurma almaktan çekinmeye başla­mıştı. Allah bu kadar duyarlığın gereksiz olduğunu hatırlatarak âyette isimlen geçenlerin -aşırı gitmemek, israfa yolaçmamak şartıyla- birbirleri­nin yiyeceğinden izinsiz yiyebileceklerini, kardeşliğin, dostluğun ve hısım­lığın bir tezahürü sayıldığını bildirerek buna ruhsat verdi.

Bununla beraber ilim adamları sözü edilen 61. âyeti farklı anlamda yorumlamışlardır. Şöyle ki -.

1— «Sizin de kendi evlerinizde izinsiz yemek yemenizde..» cümlesin­den sonraki hükümler kaldırılmıştır. Nitekim Abdurrahman İbn Zeyd diyor ki: Bu hüküm artık uygulanmaz olmuştur. İslâm'ın ilk yıllarında kapıların

üstünde kilit yoktu, sadece birer basit perde asılı bulundurulurdu. Bazan (hısımlardan) biri acıkırdı da evde kimse bulunmadığı halde içeri girer ve karnını doyururdu. O sebeple Cenâb-ı Hak da buna cevaz vererek mü'min-leri birtakım şüphe ve sıkıntıdan kurtardı. Sonraları evlere kapı ve kilit takılınca artık kimselere kapı ve kilidi izinsiz açmak, içeri girmek helâl sayılmadı ve ilk verilen cevaz böylece kalkmış oldu.»

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Sizden hiç biriniz diğer bir kim­senin davarını izinsiz sağmasın» buyurmuştur. [243]

2—  Ali b. Talha ve İbn Abbas'a (R.A.) göre, âyet bizatihi nâsihtir, ya­ni diğer bir âyetin delâlet ettiği hükmü kaldırmıştır. Şöyle ki : «Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin..» mealindeki Bakara Sûresi 188. âyet inince, Müslümanlar «Allah bizi birbirimizin malını yemekten men'ediyor. Mallarımızın en üstünü ise yiyecek maddeleridir.  Bu durumda artık hiç birimize diğerinin malından (izinsiz yemesi) helâl olmaz» dediler. Bu se­beple Cenâb-ı Hak Nûr Sûresi 61. âyeti indirerek isimlen belirtilen hısım ve yakınların izinsiz olarak birbirlerinin yiyecek maddelerinden aşırı olma­mak kaydıyla yemelerinde bir sakınca olmadığı açıklandı.

3—  Saîd b. Müseyyeb, Abdullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ûd, Urve ve Hz. Aişe'ye (R.A.) göre, âyet muhkemdir. Yani hükmü kaldırılmamıştır, kıyamete kadar devam edecektir. Şöyle ki: Müslümanlar Resûlüllah (A.S.) ile beraber bir sefere çıktıkları zaman evlerinin anahtarlarını güvendikleri mültezimlerine veya kefillerine verirler ve «ihtiyaç duyduğunuzda evdeki gıda maddelerinden yiyebilirsiniz» derlerdi. Onlar da «Bunlar bize kendi yiyeceklerini tam bir gönül hoşnutluğuyla helâl etmiyorlar» şeklinde dü­şünerek yemekten kaçmıyorlardı. O sebeple 61. âyet inerek bunda bir sa­kınca olmadığı açıklandı. [244]

 

Toplu Ve Dağinik Halde Yemek

 

«Gerek bir arada, gerekse dağınık ayrı ayrı yemek yemenizde de bir sakınca yoktur.»

Yapılan rivayete göre, Kinane Kabilesine mensup Leys b. Bekir oğul­larında devam edegelen bir âdet vardı : Onlardan biri hazırlanan yemeği bir arkadaş veya misafir buluncaya kadar yalnız başına yemez; bazan günlerce ac kalırdı. Kur'ân-ı Kerîm bu âdeti 61. âyetle kaldırmış oldu. Ayrı ayrı veya toplu halde aynı kaptan veya her kişinin kendine ait kaptan ye­mek yemesinde bir sakınca olmadığı belirtilerek rahatlatıcı bir hüküm ge­tirildi.

Yolculuk halinde de yol arkadaşları isterlerse yiyeceklerini biraraya getirip toplu halde yiyebilecekleri gibi, herkesin kendine ait yiyeceğini ay­rı ayrı olarak yiyebileceklerinde bir sakınca söz konusu değildir.

Düğün ve derneklerde ise önceleri genellikle davetliler toplu halde, yani gruplar halinde büyükçe bir kaba konulan yemekten yerlerdi. Günü­müzde ise bu âdet yer yer kaldırılarak davetlilere ayrı ayrı kaplarda yemek ikram edilmektedir. Şüphesiz bunda da bir sakınca yoktur. [245]

 

Evlere Girince Selâm Vermek

 

«Ev­lere girdiğiniz zaman kendinize Allah'tan feyiz, bereket, iyilik, güzellik esenliği olmak üzere selâm verin.»

Âyette geçen «büyüt» «beyt»in çoğuludur, «evler» anlamına gelir. İlim adamlarının bu isim üzerindeki yorumları az farklıdır. Şöyle ki:

a)  İbrahim en-Nahaî ve el-Hasan'a  göre,  camiler kasdedilmektedir. O bakımdan camilere girildiğinde içeride namaz kılmayıp oturanlar varsa, onlara selâm verilir; ibâdet eden varsa veya içeride kimse yoksa, giren kişi kendine selâm verir.

Kendine selâm vermenin şekli şöyledir:  «es-Selâmu  aleyna ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn», yani «Selâm bize ve Allah'ın sâlih kullarına olsun.»

İbn Abbas'ın da (R.A.) aynı görüşte olduğu rivayet edilir.

b)  Cabir b. Abdullah'a ve Atâ b. Ebî Rebah'a (R.A.) göre, konut ola­rak kullanılan evler kasdedilmektedir. İçinde aile halkı bulunuyorsa onlara selâm verilir, kimseler bulunmuyorsa,  (a) maddesinde belirtildiği şekilde selâm verilir. [246]

 

Evlenme Ümidi Kalmamış Yaşlı Kadınlar

 

Altmışıncı âyette Cenâb-ı Hak evlenme ümidi kalmamış yaşlı kadın­larla ilgili bir kolaylık getirmektedir. Şöyle ki: Bu durumda olan kadmlann sokağa çıkarken bir üstlük, manto, çarşaf ve benzeri bir kıyafet giyin­mesi zorunlu değildir. Başları örtülü olduğu halde entariyle çıkmalarında bir sakınca yoktur.

İslâm Dini her vesileyle kadını şehvetperestlerin kötü nazarından ko­rumayı emreden son dindir. Bunun için de cinsel duyguyu zararsız bir dü­zeyde tutmak için ciddi bir eğitimle işe başlamakla birlikte, onu tahrik edici sebepleri en azına indirmeyi planlamıştır. O bakımdan önce kadın­ların belli bir ölçüde kendilerini korumaları şarttır. Kadın yaşlansa bile top­lum içinde zîneî yerlerini örtmekle emrolunmuştur. Ancak üzerindeki üst­lük, çarşaf, manto ve benzeri sokak kıyafetini atıp baş örtüsü ve genişçe entarisiyle sokağa çıkmasında bir sakınca görülmemiştir. Çünkü kötü ni­yetlilerin şehvetini tahrik edecek veya bir fitneye sebebiyet verecek bir görüntü mevcut değildir. Bununla beraber yaşlı kadınların sokak kıyafet­lerini giyinmek suretiyle dışarı çıkmaları her zaman tavsiye edilir. Zira böy­le bir davranış onlara vakar ve saygınlık kazandırır. [247]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, aile bünyesinde yer alan fertlerin nasıl davran­maları ve birbirlerine karşı nasıl saygılı olmaları gerektiği üzerinde duruldu. Böylece aile çatısı altında muaşeret adabına dikkatler çekilerek birtakım emir ve tavsiyelere yer verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Peygamber (A.S.) Efendimiz'in meclisinde yer alan mü'minlerin nasıl davranmaları gerektiğine atıf yapılarak liderlerin bulunduğu toplantılarda uygulanacak kurallardan bir kısmına yer verili­yor. Aynı zamanda Peygambere (A.S.) hitap etme adabı öğretiliyor. Sonra da dikkatler ölüm ötesi âleme çekilerek her söz ve davranışın ona göre ayarlanmasına işarette bulunuluyor. [248]

 

Meali:

 

62— Mü'minler ancak o kimselerdir kî, Allah'a ve Peygamber'ine imân etmişler ve Peygamberle beraber toplu bir iş üzerinde bulunup (gö­rüştüklerinde) ondan izin istemedikçe (bir tarafa ayrılıp) gitmemişlerdir. Şüphesiz ki senden izin isteyenler var ya, işte onlar Allah'a ve Peygam­ber'ine (dosdoğru) inananlardır. Artık onlar bazı işleri için senden izin isterlerse, onlardan dilediğine izin ver. Onlar için Allah'tan bağışlanma is­teğinde bulun. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

63— Peygamber'e (kendisiyle konuşurken) seslenmenizi, kendi ara­nızda birbirinize seslendiğiniz gibi saymayın. İçinizden birbirini siper edi­nip sıvışarak gidenleri elbette Allah bilir. Artık Peygamberin emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin dokunmasından veya kendilerine elem verici bir azabın erişmesinden (korkup) çekinsinler.

64— Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Üze­rinde bulunduğunuz durumu ve (insanların) kendisine döndürüleceği gü­nü çok iyi bilir de onlara nefer yaptıklarını bir bir açık-seçik haber verir, Allah her şeyi bilir.

 

İniş Sebebi

 

Hicretin beşinci yılında Mekkeli'ler başlarında Ebû Süfyan; Gatafan-lı'lar başlarında Uyeyne b. Hisn bulunduğu halde Medine üzerine geldiler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, ashab-ı kiramın ileri gelenleriyle yaptığı isti-şarî toplantıdan sonra savunmaya geçmek üzere Medine'nin çevresinde hendek kazdırmaya karar verdi. Münafıklar birer bahane uydurup hem savunmadan, hem de hendek kazmaktan gizlice kaçıyor, yan yan sıvışı­yorlardı. İlgili âyet hem onları kınamak, hem de olgun mü'minlerin ölçü ve bağlılığını ortaya koymak için indirildi. [249]

 

İlgili Hadîs

 

«Sizden biriniz meclise (önemli bir konuyu görüşmek üzere toplantı halinde bulunanların yanına) girdiğinizde selâm versin. Meclisten kalkıp ayrılmak istediği zaman yine selâm versin. Çünkü önceki selâmı sonraki selâmdan daha uygun ve daha üstün değildir, (ikisi de sünnettir.)» [250]

 

Toplantı Adabı

 

<{Ve Peygamberle beraber toplu bir iş üzerinde bulunup (görüştüklerinde) ondan izin istemedikçe (bir tarafa ayrılıp) gitmemişlerdir.»

İslâm Dini günlük hayatımızın hemen her bölümüyle içiçedir. Söz ve davranışlarımızı yönlendirir, düşüncelerimizi berraklaştırtr, gerçek anlam­da medenice yaşamamızın ölçü ve kurallarını öğretir. Böylece İslâm dü­zenli, disiplinli, ahlâklı ve fazîletli bir ömür sürmemizi emreder. Müslüman liderin başkanlığında yapılan toplantılara özel şekilde önem vermemizi va­cip kılar. 0 gibi toplantılara bilerek ve nezaket kurallarına uyarak girmemiz veya katılmamız ne kadar Müslümanlığımıza yakışıyorsa, toplantıdan ayrılmak istediğimiz zaman liderden veya başkandan izin istememiz de o nisbette imânımızın ve irfanımızın gereğidir. Böylece hem toplantıyı idare eden lider veya başkana saygı göstermiş, hem de toplantıda yer alan ki­şilerin nefretini kazanmamış, aleyhimizde şüphelenmelerine imkân verme­miş oluruz.

«Toplu bir iş» diye yorumladığımız «emr-i câmbden maKsat nedir? Bu konuda az farkla da olsa bazı yorumlarda bulunan ilim adamlarımız ol­muştur. Şöyle ki :

a)   Müfessir İbn Kesîr'e göre : Cuma ve bayram namazı, cemaatle kı­lınan namaz, önemli bir konunun müzakere edilmesine matuf yapılan top­lantı ve benzeri toplantılardır.

b)  Halktan yana maslahatı gerektiren bir konu üzerinde müslüman-ların görüşünü almak üzere yapılan istişarî mahiyetteki toplantıdır.

c)  Dinde bir sünnetin yerine getirilmesini sağlamaya yönelik yapılan toplantıdır,

d)  Savaşmaya niyetlenen düşmanı korkutmak   ve   o konuda önemli karar almak için yapılan toplantıdır.

e)  Umumun yarar ve zararını gerektiren önemli konulan görüşüp so­nuca bağlamak üzere yapılan toplantıdır. [251]

Bu yorumları biraraya getirip değerlendirdiğimizde, hepsinden şu or­tak sonucu çıkarmamız mümkündür: Müslümanların din ve dünya işlerini düzene koymak, lüzumlu ve yararlı kararlar almak, güngörmüş, bilgili, tec­rübeli kişilerin görüşlerine müracaat etmek üzere yapılan her toplantı «emr-i cami» sayılır.

Kur'ân ilgili âyette bu gibi toplantılara katılanların davranışları üze­rinde durarak mü'minle münafığı ayırt etmek hususunda birtakım kıstas­lar vermektedir. Onları şöyle sıralayabiliriz :

Münafığın davranışları:

a)  Konuya pek ilgi duymaz,

b)  Toplantının  neticesini beklemeden sudan  bir mazeret uydurarak kalkıp dışarı çıkar,

c)  Yanındaki arkadaşlarıyla göz-kaş işaretlerinde bulunur,

d)  Çoğu zaman Peygamber (A.S.) Efendimiz'den, O'ndan sonra İslâm lider veya başkanından izin istemeden ara yerden sıvışıp toplantıyı terk-eder..

Mü'minin davranışları:

a) Allah'a ve Peygamberine dosdoğru inanırlar.

b} Peygamber'in (A.S.} meclisinde saygı ve edep kurallarına bağlı ka­larak otururlar.

c)  Önemli bir işleri çıktığı takdirde meclisten ayrılmak için Peygam­ber (A.S.)dan izin isterler.

d)  Toplantıda ortaya atılan konuyu ve yapılan konuşmaları dikkatle takip ederler,

d) Hz. Peygamberi (A.S.) üzecek her türlü söz ve davranıştan sakı­nırlar. [252]

 

Peygamber (A.S.) Efendimize Hitap Etme Adabı

 

«Peygamber'e (kendisiyle konuşurken) seslenmenizi, kendi aranızda birbirinize seslendiğiniz gibi sayma­yın..»

Bu, hem Resûlüllah'a (A.S.), hem de Ondan sonra Müslümanların ba­şına geçen İslâm liderlerine nasıl hitap etmemizi öğretmektedir. İslâmiye-ti din olarak seçip Hz. Peygamberin (A.S.) meclisine ilk defa katılanlarla, içlerinde kin ve nifak tohumu bulunan münafıklardan çoğunun: «Ya Mu­hammedi», «Ya Ebâ'l-Kasım!» gibi isim veya künyesini anarak seslenmele­ri, hem Resûlüllah'ı (A.S.), hem de şuurlu mü'minleri üzmekteydi. Cenâb-ı Hak bunu bir saygısızlık ve nezaket dışı davranış olarak vasıflandırmakta ve Peygamber'e (A.S.), aynı zamanda İslâm büyüklerine saygı ifade eden sıfatlarla seslenilerek hitap edilmesini emretmektedir. O bakımdan ilâhî muradı idrâk eden mü'minler, daha çok' «Ya Resûlellah!», «Ya Nebiyyel-lah!» gibi saygı ifade eden sözler kullanarak Peygamber (A.S.) Efendimize seslenirlerdi.

O bakımdan İslâm liderlerine de günün adabına, saygı kurallarına gö­re hitap etmek gerekmektedir. Zira edep ve terbiye, nezaket ve saygı müslümanın şiarıdır. Hattâ Tabiînden Said b. Cübeyr ve Müoahid'in bu konuda şöyle tefsirde bulundukları rivayet edilmiştir: «Ya Resûlellah! diye hitap ederken sesi rıfk ve lîn ölçüsünde tutun.» Bilindiği gibi bu iki kelime nezaket havası içinde yumuşaklık ifade eder.

Cenâb-ı Hak konunun önemini belirtmek için bir de Hücurat Sûresin­de Peygamberin huzurunda konuşma adabın* açıklayarak mü'minleri ye­terince aydınlatmaktadır. Şöyle ki: «Ey imân edenler! Allah ve peygam­berinin huzurunda ileri geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah işi­tendir, bilendir. Ey imân edenler! seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne (onu bastıracak şekilde) yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle konuştuğu­nuz gibi, O'na yüksek sesle hitap etmeyin. Sonra farkına varmıyarak amel­leriniz boşa gidebilir. Şüphesiz o kimseler ki Resûlüllah'in yanında sesle­rini kısarlar, işte onlar Allah'ın kalplerini takva ile denediği kimselerdir. Onlar için bol bağışlanma ve büyük karşılık vardır.» [253]

 

Peygamber (A.S.) Efendimize Muhalefet Edenler

 

«Artık Peygam­ber'in emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin dokunmasından veya kendilerine elem verici bir azabın erişmesinden (korkup) çekinsin-ler.»

Şüphesiz Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Allah'tan aldığı vahyi aynen teblîğ ile görevlidir. İmân edenlerin Ona dosdoğru inanıp uyması farz, muhalefet etmeleri büyük günahtır. Muhalefette kasıt söz konusu olduğu zaman, kişiyi dinden çıkaran, yani küfrü gerektiren bir olaydır. Zira âyet­teki emir -ilim adamlarının çoğuna göre- vücubu gerektirmektedir.

Ancak unutmamak gerekir ki, Resûlüllah'a (A.S.) uymak yalnız O'nu görüp meclisinde yer alan mü'minlere has olmayıp, Peygamber (A.S.)ın getirip teblîğ ettiği İslâmî esas ve hükümlerle yükümlü olan her mü'mine -kıyamete kadar- farzdır.

Peygamber'e (A.S.) uymak, Allah'ın emirlerine uymak ve aynı za­manda sünnetullaha uymak, ruhumuzun yüceliğine uygun bir yol seçmek demektir. Ona muhalefet ise, bu saydıklarımıza ters düşmek ve ruhumu­zun manevî gıdasını kesmek demektir. Böyle bir tutum, insanı mutlaka mutlu etmez, onu huzursuz edecek olaylarla karşı karşıya getirir ve son­ra da elim bir azaba sebep olur.

O bakımdan Cenâb-ı Hak, bütün mü'minlerin. insanlığa rahmet ola­rak gönderilen Hz. Muhammed'e (A.S.) muhalefetten sakınmalarını emre­diyor ve aksine bir yol tutanları uyarıyor. Çünkü dönüş ancak Allah'adır. O yaptıklarımızdan bir bir haber veren yegâne kudret sahibidir. [254]

 

Allah, Her Şeyi Hakkıyla Bilir

 

Mülk O'nundur, nimetler de O'nundur. Kâinat bütünüyle O'nun kud­retinin eseridir. Mutlak tasarruf sahibi ancak O'dur. Yerde ve göklerde olup biten her şeyden O mutlaka haberdardır. İlmi ve kudreti her şeyi kap­sayıp kuşatmıştır.

İlgili 64. âyetle bu gerçeklere parmak basılmakta ve hayatta olan in­sanlar uyarılmaktadır. Böylece Kur'ân günlük hayatımızı yönlendirmek için bazı önemli âdap ve kuralları, farz ve vecîbeleri açıkladıktan sonra duygu ve düşüncelerimize seslenmekte, Peygamber'e uyma hususunda düşün­ce ve davranışlarımızı, inanç ve sözlerimizi aynı noktada birleştirmemizi tenbîh etmektedir. Çünkü eninde sonunda dönüşümüz Allah'a olacak ve dünyada işlediklerimizden bize bir bir haber verecektir. O mutlak anlam­da her şeyi lâyıkıyla bilendir.

Nûr Sûresi biterken :

Nûr Sûresine, içinde yer alan hükümlerin farz olduğu ifade edilerek başlandı ve dünyada işlediklerimizi Cenâb-ı Hakk'ın âhirette bize bir bir haber vereceği belirtilip ilâhî hükümlere bağlı ve sadık kalmamız emre­dilerek atıf yapıldı ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bildiği açıklanarak sûre noktalandı.

Bizi bu sûrenin de tefsirini muvaffak eyleyen Allah'a hamd-u senalar oisun.. [255]

 



[1] Tefsîr-I Kurtubl: 12/158- Lübabu't-te'vîl : 3/313- İbn Kesîr: 3/260

[2] Tefsîr-i Pethi'l-Kadîr : 4/3

[3] »              >            »    :   >                                                              

[4] Hak Dini Kur'ân Dili: 5/3466-Tefsir-i Nisâbûrl :  18/36

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4152.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4152-4153.

[7] Tefsir-i Kurtubî :   12/158

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4154.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4154-4155.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4155.

[10] Buharî/ahkâm: 39, sulh: 5, şürût: 9, eyman: 3, hudûd: 30, 34, 38, 46-Müslim/hudûd : 25- Ebû Dâvud/hudûd: 25- Tirmizî/hudûd: 8- Nesâî/kuzat: 22-İbn Mâce/hudûd: 7- Dâremî/ hudûd : 1- Taberânî/hudûd: 6- Ahmed: 3/113, 116

[11] Müslim/hudûd:   12,   13-   Ebû  Dâvud/hudüd:   23-  Tirmizi/hudûd:   8-   İbn Mâce/hudûd:   7

[12] Nesâl/sânk:   7-  İbn  Mâce/hudûd:   3-   Ahmed:   2/362,  402

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4156-4157.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4157.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4158.

[15] Bilgi için bak : Nisa Sûresi : 15. âyetin tefsirine

[16] Tefsîr-i Kurtubî :   15/85

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4158.

[17] Müslim/hudûd:  12, 14- Buharî/tefsîr:  4- Ebû Dâvud/hudûd:  23- Tirmi-zî/hudûd: 8- İbn Mâce/hudûd: 19- Ahmed: 3/476

[18] Lübabu't-te'vîl : 3/313

[19] el-Muğnî/İbn Kudame :  8/157

[20] el-Muğnî/İbn Kudame :   8/160

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4158-4159.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4160.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4160-4161.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4161.

[24] Mâide Sûresi: 45

[25] el-Muğnî/îbn Kudame: 8/214

[26] »                 »:8/215

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4162.

[27] »                 »:8/213

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4162.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4163.

[29] Lübabu't-te'vîl :  3/314- tbn Kesir:   3/263

[30] Lübabu't-te'vîl - Esbab-ı Nüzul:  80

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4163-4154.

[31] Bilgi için bak : Bakara Sûresi: 221. âyet tefsiri

[32] Tefsîr-i Kurtubî :   12/168

[33] İbn Mâce/nikâh: 63- Beyhakî: Hz. Aişe (R.A.)dan (îmana Sûyûti hadi­sin zayıf olduğunu belirtmiştir.)

[34] Tefsir-i Kurtubî :   12/170

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4164-4165.

[36] >  „_         »            >    >

[37] s.                 s            :   12/168        '

[38] Geniş bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî:  12/170, 171

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4165-4166.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4166.

[41] Sahîh-i Buharî :   11/1716 - Sahîh-i Müslim

[42] Sahîh-i Buharî/şahadat : 21, tefsir: 24, talâk : 28- Müslim/liân : 11- Ebû Dâvud/talâk:  27- Tirmizî/tefsîr:   24- Nesâî/talâk :  37, 38- İbn Mâce/talâk :  27-Ahmed :   1/273, 3/142

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4168-4169.

[43] Müslim/imân:  144- Buharî/vasaya :  23, hudûd: 44- Ebû Dâvud/vasaya: 10- Nesâî/vasaya :   12, tahrîm:  18- Ahmed:  1/202-5/291

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4169.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4169-4170.

[45] Geniş bilgi için bak : el-Muğnî/lbn Kudame : 8/219

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4170.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4170.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4171.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4171.

[49] el-Muğnî/tbn Kudame :   8/216

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4171-4172.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4172.

[52] Müsned-i Ahmed :   2/38

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4172-4174.

[54] Tefsîr-i Kurtubî :  12/186

[55] Tefsİr-i   Kurtubî :  12/1191   -   Bedayi'u's-Sanayi' :   3/238

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4174-4175.

[56] »             s         :   12/193

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4175.

[57] Bedayi'us-Sanayi'  Fi Tertibi'ş-Şerayi1 :   3/240

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4175.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4176.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4176.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4179-4180.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4180-4181.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4181-4182.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4182.

[64] Lübabu't-te'vîl: 3/320 - Esbab-ı Nüzûli'l-Kur'ân/Süyûtî:  83

[65] Buharı - Müslim : Ebû HÜreyre  (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4184.

[66] Buharî/vasaya: 23, hudûd : 44- Müslim/imân :  144- Ebû Dâvud/vasaya: 10- Nesâî/vasaya:   12, tahrîra:  18- Ahmed :   1/202-5/219

[67] Taberânî: Huzayfe (R.A.)den

[68] tbn Ebî Hatim : Ebû Saîd  (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4185.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4185-4186.

[70] Bilgi için bak :  Necm Sûresi :  32- Nİsâ Sûresi :' 49

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4186.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4187.

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4187-4188.

[73] tbn Mâce/nikâh :  46

[74] Buharî/enbiya :  8, 14, 19, menakıb :  1, tefsîr:   12- Müslim/fezâil : 168-

[75] Müslim/redâ' ;  59- Ibn Mâce/nikâh :  5- Ahmed:  2/166

[76] Taberâni - el-Hâkim - Beyhakî : îsnad-i sahîh ile

[77] Müsned-i Ahmed :  3/80

[78] Buharî/nikâh :   15- Ebû Dâvud/nikâh :  2- Nesâi/nikâh :   13- tbn Mâce/ nikâh:  6-  Dâremî/nikâh:   4- Taberânî/nikâh :   21

[79] İbn Mâce/zühd :   15- Ahmed:  2/353, 405, 508

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4188-4189.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4189.

[81] Fazla bilgi için bak : Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı/Celâl YILDIRIM- 2/481 482

[82] el-Muğnî/lbn Kudame :   6/480

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4189-4190.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4190.

[84]  Tefsir-i Kurtubî :   12/213       

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4191-4192.                   

[85] Ebû Dâvud - Tirraizî                                      

[86] Ebû Dâvud/edeb :  127- Ahmed :  5/269     

[87] Buharî/isti'zan :  13- Müslim/edeb: 32, 34, 36- İbn Mâce/edeb:   17

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4192-4193.

[88] Bilgi için bak :  Nur Sûresi :   58.  âyetin tefsiri

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4193.

[90] Tefsîr-i Kurtubî;    12/214

[91] Buharî:   12/324

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4193-4195.

[92] Fazla bilgi için bak :   Câmiu'l-beyân Tefsiri/İbn Cerîr et-Taberî:   8/89, yu

[93] Tefsîr-i Kurtubî:   12/221

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4195.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4196.

[96] Esbab-ı Nüzûli'l-Kur'ân :   84

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4197.

[97] Müslim/edeb :   45-  Ebû Davud/nikâh :   43-   Tirmizî/edeb :   28-  Dâremî/ isti'zan :   15- Ahmed :  4/258, 261

[98] Muvatta' :  Ata b. Yesar'dan

[99] Buharı/isti'zan :   12, kader:   9-  Müslim/kader:   20-  Ebû Davud/nikâh : 43- Ahmed :  2/276, 344, 3/379, 431, 536

[100] îbn Ebî Dünya:   Ebû Hüreyre   (R.A.)den

[101] Buharî/daavat:   3-  Müslim/zikir:   42-  Ebû  Davud/diyat:   3-   îbn  Mâce/ edeb:  57- Ahmed:  4/211, 260, 261, 410- 5/411

[102] Müslim/tevbe:   1-8-  Buharî/daavat;   4-   İbn  Mâce/zühd:   7/30/kıyâmet: 49,  daavat:   98-  Dâremî/rikak:   19-  Ahmed:   1/383-   2/316,  500,  524-   3/83,  213-4/273,  275, 283

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4198.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4199.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4199-4200.

[105] Bu hadîs hakkında Ebû Dâvud ile Ebû Hatim er-Râzî şöyle demişlerdir: «Hadîs murseldir. Çünkü râvî Halid b. Derîk bunu bizzat Hz. Aişe'den (R.A.) işit-meraiştir.s.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4200-4201.

[106] İbn  Cerîr et-Taberî

[107]  %        »             »:18/93

[108] »         »             »:18/93

[109] »         »             »:18/92

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4201.

[110] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Kurtubî:   12/230

[111] Tefsîr-i Kurtubî :  12/230                             

[112] Tefsîr-i îbn Kesîr :   3/284

[113] Bilgi için bak :  Ahzab Sûresi :  59. âyetin tefsiri

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4201-4203.

[115] 'îbn Kudame/el-Muğnî :  1/578, 579

[116] s>           »                 »        :  1/601

[117] »           >                 »        :  1/604

[118] Kitabu'l-Fıkhi  Alâ'l-Mezahibi'l-Arabaa :   1/188

[119] Abdurrahman  el-Cezîrî/el-Fıkhu  Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa :  1/189

[120] »                               »                  »              »              »                   »             s.   »

[121] »                            »                »            »            »          : A   »           »   »

[122] v>                               »                  »              »              »             »             1/190

[123] »                         »               »           »           »                *           1/192

[124] »                            »                >            >            >             >            »     _     Tef_ sîr-i Kurtubî:  12/229                                                  

[125] Abdurrahman el-Cezîrî/Kitabu'1-Fıkhi Alâ'l-Mezahibi'l-arbaa : 1/192

[126] »                                 »»»»»»:  1/193

[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4203-4205.

[128] Bilgi için bak :  Tefsîr-i Kurtubî:   12/231

[129] İbn Cerîr et-Taberî/Câmiu'1-beyân :  18/95 - Tefsîr-i Kurtubî :  12/233

[130] »»                »           »             »          s    »           »             »             »

[131] Tefsîr-i Kurtubî :  12/233                      

[132] »            »              »    >

[133] »            »              »    »

[134] Ebû Dâvud/libas :  32- Müsned-i Ahmed :  1/106

[135] Fazla bilgi için  bak:   Tefsîr-i Kurtubî :   12/234

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4205-4208.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4208-4209.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4209.

[139] Buharî/nikâh:  2- Müslim /nik âh:   1, 3- Nesâı/nikâh :  3, siyam:  43- İbn Mâce/nikâh:   1- Dâremî/nikâh :   2

[140] İbn Mâce/nikâh:  8- Ahmed :  2/172

[141] Tirmizî/fezâil-i  cihad:   20-  Nesâî/nikâh:   5,  cihad :   12

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4211.

[142] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4211-4212.

[143] Buharî/nikâh:   36-  Ebû  Dâvud/nikâh:   15-  Dâremî/nikâh:   11-   Ahmed: 1/250-4/394,   413,  418

[144] Dârekutnî:  Ebû Hüreyre  (R.A.)den

[145] Ebû Dâvud/nikâh:   19- Tirmizi/nikâh:   14- Dâremî/nikâh:   11-  Ahmed: 6/166

[146] Bilgi için bak :   Tefsîr-i Kurtubî :   3/75

[147] Ebû  Zekeriya  en-Nevevî/Minhacüttâlibîn :   85

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4212-4213.

[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4213-4214.

[149] Nur Suresı :33

[150] Nisa Suresi :25

[151] Nisa Suresi :25

[152] Enfal  Sûresi         :  67                                         

[153] »          »             : 70                                  

[154] însan Sûresi : 8,9

[155] Muhammed Sûresi: 4

[156] Bakara Sûresi:  221

[157] >            >       : 25                                   

[158] Nur Sûresi:  32

[159] Mecmeû'l-Enhür :   1/239-Matbaa-i Osmaniye :   1327

[160] Nisa Sûresi :   92

[161] Mâide Sûresi: 89

[162] Mücadele Sûresi :  3,4

[163] Bakara Sûresi:   128

[164] Buharî/imân :   22,  itk :   15-   Müslim/eymân :   40

[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4214-4217.

[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4217-4218.

[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4218-4221.

[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4221.

[169] Buharî/teheccüd : 1, daavat : 9, tevhîd : 8, 24, 35- Müslim/müsafirîn 199- Ebû Dâvud/vitir: 25, salât: 119- Tirmizî/daavat: 29- Nesâî/kıyamülleyl 9- İbn Mâce/ikamet: 180- Dâremî/salât: 169- Taberânî/Kur'ân: 24- Ahmed 1/298, 308, 385- 4/369

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4222.

[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4222-4223.

[171] Bakara   Sûresi:   257

[172] îbrâhim Sûresi :  1

[173] Ahzab Sûresi :  43

[174] Talâk Sûresi : 11

[175] Mâide Sûresi :  15 (Ayrıca bak : Hadîd : 9, Nisa : 52, A'raf : 157. âyetlerin tefsîri)

[176] Mâide Sûresi :  46  (Ayrıca bak :  Mâide Sûresi :  44. âyetin tefsiri)

[177] En'am Sûresi : 1 (Ayrıca bak : Ra'd Sûresi : 16. âyetin tefsiri)

[178] Tevbe Sûresi : 32  (Ayrıca bak :  Zümer Sûresi :  22. âyetin tefsiri)

[179] Nur  Sûresi:   35                 

[180] Nûr  Sûresi :  35

[181] Zümer Sûresi :  69

[182] En'âm Sûresi:  122

[183] Nuh Sûresi :   16

[184] Yunus Sûresi :  5

[185] Nur Sûresi:  40

[186] Hadîd Sûresi:   12

[187] Tahrîm Sûresi:  8

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4223-4226.

[188] Zeytin ağacı hakkında bak : Nahl Sûresi: n, Tîn Sûresi; 1, Abese Sû­resi :   39. âyetlerin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4226-4227.

[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4227.

[190] Buharî/salât :   65-  Müslim/mesacid :   24          

[191] tbn Mâce/mukaddeme :  20, mesacid:   1

[192] Ahmed :  1/53, 61, 70, 241- 2/221- 3/490- 4/386- 6/461- Tirmizî/cumua: 64- Ebû Dâvud/salât:   13

[193] İbn Mâce/mesacid:   13- Daremî/isti'zan :   56- Taberânî/sefer :   58

[194] Ebû Dâvud/salât :  48- Ahmed:  5/268

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4228-4229.

[195] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4229-4230.

[196] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4230-4231.

[197] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4231.

[198] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4231-4232.

[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4232.

[200] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4233-4234.

[201] Kur'ân Ve Modern Îlim/Celâl YILDIRIM tercümesi - Sebat Matbaası?

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4234.

[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4235.

[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4235-4236.

[204] Buharî/tefsîr:   1/45, tevhîd:   35- Müslim/elfaz :   2.3-  Ebû Dâvud/edeb: 169- Ahmed : 2/238, 282

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4237.

[205] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4237-4238.

[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4238-4240.

[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4240.

[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4240.

[209] Bilgi için bak : tsrâ Sûresi :  12. âyetin tefsîri

[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4241.

[211] Bu konuda bilgi için bak :  Bilim ve Teknik 165, Ağustos 1981

[212] Fazla bilgi için bak : Enbiyâ Sûresi 30 ve Furkan Sûresi 54. âyetin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4241-4242.

[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4243.

[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4243.

[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4243-4244.

[216] Lübabu't-te'vîl :   3/336

[217] Tefsîr-i İbn Kesir :  3/298

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4246.

[218] Tefsîr-i İbn Kesîr : 3/299

[219] İbn Ebî Hatim - îbn Kesîr :  3/299

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4246.

[220] Buharî/şehadat: 28- Müslim/imân:  107, 109- Tirmizî/imân :  14

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4246-4247.

[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4247-4248.

[222] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4248.

[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4248-4249.

[224] Buharî/menakıb : 25 (Hadîs farklı lafızlarla birkaç tarikten rivayet edil­miştir.)

[225] Müslim/f İten :   19- Ebü Dâvud/fiten:   14- îbn Mâce/fiten:   9-  Ahmed: 3/278,  284-  4/123

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4250.        -                                

[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4250-4252.

[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4252-4253.

[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4253.

[229] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4253-4254.

[230] Lübabu't-te'vîl :  3/339

[231] »         »         »    » Tefsîr-i Kurtubî:   2/302

[232] Lübabu't-te'vîl :  340, 341- İbn Kesîr :  3/304

[233] »        >         »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4256-4257.

[234] Hafız Bezzar :  Enes b. Mâlik   (R.A.)den

[235] Ebû Dâvud/et'ime: 14

[236] îbn Mâce/et'ime : 17                              

[237] Ebû Dâvud/edeb    : 103

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4257.

[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4258.

[239] Tefsîr-i Kurtubî :   12/308

[240] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4258-4260.

[241] Tefsîr-i İbn Kesîr :  3/303

[242] Geniş bilgi için bak: Tefsîr-i Kurtubî :  12/303-304

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4260-4261.

[243] İbn Mâce/ticarat: 68- Ebû Dâvud/cihad : 85- Tirmizî/büyû' : 59- Tabe-rânî/isti'zan :   17- Müsned-i Ahmed :  2/6,57

[244] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4261-4262.

[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4262-4263.

[246] Geniş bilgi için bak :   Tefsîr-i Kurtubî :   12/318

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4263.

[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4263-4264.

[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4264.

[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4266.

[250] Tirmizî/isti'zan :   13,   15

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4266.

[251] Fazla bilgi için bak : Ibn Cerîr Taberî/CâitiÖI-beyân fi Tefsîri'I-Kur'ân: 18/133,  134- Tefsir-İ Kurtubî :   12/320                

[252] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4266-4268.

[253] Hücurat Sûresi : 1-3. âyet

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4268-4269.

[254] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4269-4270.

[255] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4270.