Rahman ve Rahim Olan Allah 'in Adıyla
Nur
suresi edepleri ve faziletleri beyan etmek, hükümleri ve kaideleri ortaya
koymak suretiyle insanlara sosyal hayatın yolunu aydınlattığı için ve nur ayeti
olan "Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur, 25) yani gökleri ve yeri
nur-landırandır. O'nun nuruyla gökler ve yer aydınlanmakta, O'nun nuruyla şaşkınlar
ve sapıklar yollarını bulmaktadırlar- ayetini ihtiva ettiği için bu isimle
anılmıştır.
[1]
Bu
surenin Mü'minun süresiyle olan irtibatı iki yönden ortaya çıkmaktadır:
Birincisi: Cenab-ı Hak Mü'minun suresinin başında
"Namuslarını koruyanlar" ifadesini kullandı. Burada da namuslarını
korumayan zinakârların hükümleri, namuslu kadına iftira etmenin hükmü, ifk
(Hz. Aişe'ye iftira) kıssası, zinaya teşvik edici olan gözü yummanın emredilmesi,
yabancı meskenlere bakmak için izin istenilmesi, namusu korumak için
evlenmenin emredilmesi, evlenme masraflarından aciz kalan kimseye iffetli
olmanın ve namusu korumanın emredilmesi ve genç kızların zinaya zorlanmaktan
nehyedilmesi gibi namusla ilgili konular zikredilmiştir.
İkincisi: Allah Tealâ 'Mü'minun suresinde yaradılış
meselesindeki genel prensibi -yani, Allah mahlûkatı boşuboşuna yaratmamış,
bilâkis emir ve nehiy-le yükümlülük vermek üzere yaratmıştır, prensibini-
zikrettikten sonra burada da insanı isyana, sapmaya ve sapıklığa sürükleyen
bazı hususlardaki emir ve nehiylerinden bir kısmını zikretti.
[2]
Bu
surede ünsiyet ve huzur hissiyatı yer almaktadır. Çünkü mümin iffet ve gönül
temizliğinden huzur duyar. Fuhuş, su-i zan ve ithamdan tiksinir.
Mücahid,
Peygamberimiz'in (s.a.): "Erkeklerinize Mâide suresini öğretin.
Hanımlarınıza Nur suresini öğretin." buyurduğunu zikretmiştir.
Haris
b. Müdarrib (r.a.) diyor ki: Hz. Ömer (r.a.) bize: Nisa, Ahzab ve Nur
surelerini öğrenin, diye mektup yazdı.
Ayrıca
bu surenin hanımlara öğretilmesi hususu Hz. Aişe'den (r.a.) de rivayet
edilmiştir.
[3]
Bu
sure ailenin en sağlam esaslar üzerine kurulması, tehlikelerden ve fırtınalardan
korunması, ailenin tutarlı ve düzenli olmasına ağırlık verilmesi, yıkılmaktan
ve yok olmaktan sakınılması için aile ile ilgili önemli hükümleri ihtiva
etmektedir.
Bu
surenin ana maksadı iffet ve örtünme hükümlerini zikretmektir.
Sure
zina cezasını beyan etmekle başladı. Bundan sonra namuslu kadınlara iftira
(kazif) cezası, fuhuş yapma ithamında ya da çocuğun nesebini reddetme
konusunda toplumu çözülmeden, bozulmadan ve nesep karışıklığından korumak
için, ırzların mahremiyetini yıkmamak ve ümmeti her şeyi mubah görme ve ahlâkî
anarşi çamuruna düşürmemek için davalı ve davacının karşılıklı lânetleşmeleri
"Han" olayının hükmü beyan edildi.
Bundan
sonra müminlerin annesi Hz. Aişe'nin (r.a.) masumiyetini ortaya koymak, güven,
sevgi ve şeytanın vesveselerinden uzaklaşma üzerine kurulması gereken, ümmetin
yapısını kemiren, ümmetin kalesini yıkan fuhşa teşvik edici söylentilerin
tekrar edilmesiyle ve fuhşun yaygınlaşmasıyla savaşmak için tamamen su-i zan ve
suçlamada aceleci olma üzerine kurulan ifk (Hz. Ai-şe'ye iftira) olayını
anlattı.
Sure
daha sonra özel hayatta ve toplum hayatındaki sosyal edeplerden bir demet
sundu. Bunlar, evlere girişte izin istenmesi, gözlerin harama karşı yumulması,
namusların korunması, kadınların ziynetlerini mahremi olmayanlara
göstermemeleri -ki bu durum kadınlarla mahremi olmayan erkeklerin ihti-latının
haram olduğuna delâlet etmektedir, erkek ve kadınlardan bekâr olanların
evlendirilmesi, Allah'ın şeriatı üzerine hak yolda yürümeleri, müslüman ailenin
korunması, genç erkek ve kızların durumuna özen gösterilmesi ve fitneden
uzaklaşılması için aile masraflarını karşılayamayacak kimselerin iffetli olmalarının
tavsiye edilmesi hususlarıdır.
Bundan
sonra şer'î hükümlerin meziyetini, bunların nur ve hidayet olduklarını, Kur'an
ayetlerinin faziletini, Allah'ın evlerinin -yani mescitlerin- özelliklerini,
kâfirlerin amellerinin faydasız olduğunu, bunun aldatıcı bir seraba veya
denizlerin karanlığına benzediğini açıkladı.
Bunun
ardından gece ve gündüzün değişmeleri, yağmurun yağması, göklerin ve yerin
yaratılması, bütün canlı varlıkların Allah'a boyun eğmeleri, kuşların
uçmaları, garip ve acaip hayvanların yaratılması gibi kâinatın üst ve alt
sayfalarında bulunan Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerine insanların
dikkatini çekti.
Sonra
da münafıklarla sadık müminlerin Allah ve Rasulünün hükmüne karşı birincilerin
yüz çevirme ve ikincilerin itaat etme şeklindeki tavırlarını tavsif etme
konusuna ve salih amel işleyen müminleri Allah'ın yeryüzünün halifeleri
kılacağı vaadinde bulunmasına intikal etti.
Sonunda
ayetler evlerdeki köle, cariye (hizmetçi) ve çocukların üç vakitte izin
istemelerinin hükmünü, cihadda özürlülerin geri kalmalarında mahzur
bulunmaması, akrabaların ve arkadaşların birbirlerinin evlerinden izinsiz yeme
hususunda mahzur bulunmaması, müminlerin Rasulullah'm (s.a.) yanından
ayrılırken izin istemeleri, Peygamberimiz'in (s.a.) izin meselesini dilediği
kimseye havale etmesi, Rasulullah'm (s.a.) meclisinde hürmetkar olmaları ve 3na
hitap ederken ona ve peygamberliğine yakışacak tarzda büyük bir edep, haya ve
hürmetle hitapta bulunmaları hususlarını beyan etti.
[4]
1-
(Bu) bizim indirdiğimiz ve (uygulanmasını) farz kıldığımız bir suredir. Biz bu
surede ibret alasınız diye açık açık ayetler indirdik.
Ayette
"sûretün..." kelimesinin nekre olarak kullanılmış olması tefhim -değerini
yükseltmek- içindir. Yani bu, Allah'ın indirdiği şanı yüce bir suredir. Bu
ifadede bu sureye itina edilmesi, özen gösterilmesi uyarısında bulunulmaktadır.
Bu ifade tabiiki bunun dışındakilere itina gösterilmemesi anlamına gelmez.
"Bu
bizim indirdiğimiz ... bir suredir. Biz bu surede ... açık ayetler indirdik."
ifadesinde bu sureye itina edilmesini vurgulamak için ıtnab yapılmıştır. Bu da
umumî ifadeden sonra hususî ifade zikredilmesi şeklindedir.[5]
"Bu
sure" Sure kelimesi ıstılah olarak: Cibril aleyhisselâm vasıtasıyla gelen
ilâhî vahiyle ve Peygamberimiz'den (s.a.) sabit olan nakille (tevkifi olarak)
başı ve sonu şer'an belirlenmiş olan Kur'an ayetlerinden bir guruptur.
"bizim
indirdiğimiz" Rasul'e verdiğimiz ve kendisine vahyettiğimiz bir suredir.
Yüksekten aşağıya gönderilme demek olan ve geldiği makamın yüksekliğine işaret
eden nüzul (iniş) kelimesi bu Kur'anın her şeyden yüce ve yüksek olduğuna ve
O'nun dışındaki her şeyin O'ndan düşük bir seviyede olduğuna ve Allah
tarafından geldiğine delâlet etmek içindir. Bu ifadeden Allah Tealâ'nm bir
cihette bulunduğu anlaşılmaz. Ve uygulanmasını "farz kıldığımız bir suredir.
" Farz, kelime manasıyla takdir etmek yahut sert bir şeyi kesmek demektir.
Burada murad edilen mana ise icaptır. Yani biz bu surede bulunan hükümleri
kesin bir şekilde farz kıldık, demektir.
"Biz
bu surede ibret alasınız" düşünesiz, öğüt alasınız ve haramlardan
sa-kmasmız "diye açık açık ayetler indirdik." Ayat kelimesi alâmet
manasındaki "ayet" in çoğuludur. Buradaki anlamı ise, belirli bir
maksadı ifade etmek üzere kelimeleri arasında irtibat bulunan Kur'an-ı
Kerimdeki her bir cümledir.
[6]
Bu
sureyi Rasulullah'a (s.a.) biz verdik, biz vahyettik. Zina, kazif, Han, hayrı
terk etme üzerine yemin, izin isteme, gözü harama karşı yummak ziynetlerin
mahrem olan ve olmayanlara gösterilmesi, bekârları evlendirme, nikâh imkânı
bulamayanların iffetli olmaları, kölelerle yapılan mükâtebe sözleşmesi, genç
kızların zinaya zorlanması, Rasulullah'a (s.a.) itaat etme ve müminlere selâm
verme hükümleri gibi bu surenin içinde bulunan hükümleri farz kıldık.
Biz
bu surede düşünmeniz ve dolayısıyla Allah'ın birliğine ve kudretine anmanız
için Allah'ın birliğine ve mükemmel kudretine delâlet eden gayet açık alâmetler
ve gayet anlaşılır deliller indirdik. "Ve enzelnâ fihâ âyâtin beyyinâtin..."
cümlesinin tekrarı bu surenin şanına son derece itina gösterilmesi içindir.
Umumi ifade taşıyan kelimeden sonra özel ifadeli kelimenin gelişinin sebebi
daima buna itina gösterilmesi içindir.
[7]
Nur
suresi aile ve toplumda en sağlam sistemi ve en ideal hayat tarzını gösteren
apaçık ayetleri ihtiva etmektedir. Bu ayetlerle iffet, sakınma, ırzı koruma,
haramlardan sakınma; masıyet ve rezaletlere çağıran şeytanî vesveselerden ve
meşguliyetlerden uzak, gönül huzuru ve tatminkârlığın temini amacı güdülmektedir.
Yine
bu hükümlerle müminlere hatırlatma yapılmakta, öğüt verilmekte, nefisler
terbiye edilmekte, bu ayetlerle mümin Allah'ın celâlini ve azametini, :ilim ve
kudretini, Allah'ın büyük-küçük her şeyin hesabını göreceğini hatırlatan takva
derecesine ulaştırılmaktadır.
Bu
sebeple sure kendisine itina edilmesi ve hükümlerine önem verilmesine işaret ederek
başladı. Surenin ihtiva ettiği hükümler gelecek konuların başlıklarıdır.
[8]
2- Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun.
Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bunlara Allah'ın dininde acıma
hissi sizi tutmasın. Müminlerden bir gurup da bunların azabına (cezasına) şahit
olsunlar.
3- Zina eden erkek zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz.
Zina eden kadını da zina eden veya müşrik olan erkekten başkası nikahlamaz.
Bu, müminler üzerine haram kılınmıştır.
"Allah'a
ve ahiret gününe iman ediyorsanız" ifadesi teşvik ve yöneltme içindir.
[9]
"Zina
eden kadınla zina eden erkekten" ifadesinde evli olmayanlar söz konusudur.
Zina kelimesi fasih Arapçada maksûrdur ('ya' harfiyle kullanılmaktadır). Bu
Hicazlılarm kullanışıdır. Necd ahalisinin kullanışında medli ('elif harfiyle)
kullanılmaktadır.
Erkeğin
zina etmesi: Mülkü (nikâhlısı, cariyesi) olmayan ve mülkiyet şüphesi
bulunmayan bir kadınla ön taraftan cinsî münasebette bulunmasıdır. Kadının
zina etmesi de: Zina etmesi için kendini erkeğe teslim etmesidir.
"...
her birine yüzer değnek vurun." Ayette geçen celd, cilde vurmak demektir.
Bu evli olmayan bekâr kimsenin hükmüdür. Zira sünnette evli kimsenin haddinin
recm (ölünceye kadar taşlanmak) olduğu sabit olmuştur. Recmin şartı olan ihsan,
hür olmak, akıl sahibi olmak, baliğ olmak, sahih bir nikâh altında bulunmak ve
-Hanefîlere göre- müslüman olmak demektir.
"Eğer
Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bunlara Allah'ın dininde" O'nun
hükmünde ve O'na itaatte "acıma hissi", şefkat ve merhamet "sizi
tutmasın."
"Müminlerden
bir gurup" ifadesindeki taife kelimesi bir kişi için de birden fazla kişi
için de kullanılır, "da bunların azabına şahit olsunlar." Burada
mu-rad teşhirin meydana gelebileceği bir topluluktur ki en azı üç kişidir.
Böyle bir gurubun bulunması cezada ilâvede bulunmaktır. Zira suçlunun teşhir
edilmesi cezasının yapacağı tesirden daha çok tesirli olabilir.
"Zina
eden erkek zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz. "
Bunlar ancak böyle biriyle evlenir. Yani zina eden kadınla zina eden erkek
için genellikle uygun olan kendi benzerleriyle nikâhlanmaktır. Zira benzerlik
ülfetin gönül sıcaklığının ve kucaklaşmanın sebebidir, farklılık ise nefret
se-aebidir.
Bu,
ayette zina eden erkek öne alınmıştır. Çünkü anlatılmak istenen kalınlarla
evlenme arzusu içinde bulunan erkeklerin durumunu beyan etmektir. Zira burada
asıl olan arzu ve istek duyan erkektir.
"Bu,
müminler üzerine haram kılınmıştır." Yani seçkin müminler üzerine zina
eden kadınlarla nikahlanmak haram kılınmıştır. Çünkü bu durum sahiplerini
fasıklara benzetmekte, töhmete maruz bırakmakta, kötü sözlere sebebiyet
vermekte, neseplerin bozulmasına ve diğer kötülüklere sebep olmaktadır. Bu
sebeple sakınma yerine mübalağa olarak haram kılınma ifadesi kullanılmıştır.
[10]
Nesaî
Abdullah b. Amr'dan (r.a.) rivayet ediyor: Ümmü Mahzul (veya Üm-mü Mehdûn)
denilen bir kadın vardı. Bu kadın zina ediyordu. Peygamberi-nıiz'in (s.a.)
sahabilerinden biri bununla evlenmek istedi. Bunun üzerine Ce-nab-ı Hak şu
ayeti indirdi: "Zina eden kadını zina eden veya müşrik olan erkek-:en
başkası nikahlamaz. Bu, müminler üzerine haram kılınmıştır."
Ebu
Davud, Tirmizî, Nesaî ve Hakim, Amr b. Şuayb'dan o babasından, o da dedesinden
rivayet ediyor: Ensardan Mekke'ye taşımacılık yapan Mersed adlı bir adam vardı.
Onun Mekke'de Anâk adı verilen bir hanım dostu vardı. Mersed bu kadını
nikahlamak için Peygamberimiz'den (s.a.) izin istedi. Peygamberimiz (s.a.) ona
hiçbir cevap vermedi. Bunun üzerine şu ayet indi: "Zina iden erkek zina
eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz." Bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a.): "Ya Mersed! Zina eden erkek zina eden veya müşrik
olan kadından başkasını nikahlamaz. O kadını nikahlama." buyurdu.
Müfessirler
diyor ki: Bu ayet ya adı geçen Mersed b. Ebî Mersed hakkında ya da Medine'de
bulunan cariyelerden veya Hristiyanlardan fahişe kadınlarla evlenmek hususunda
Peygamberimiz'den (s.a.) izin isteyen fakir muhacirlerden bir gurup hakkında
nazil olmuştur. Allah onların hakkında bu ayeti indir-
Bu
ayetin zahiri iffetli kadının zina eden erkeğe, zina eden kadının da iffetli
erkeğe haram olmasıdır.
[11]
"Zina
eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun." Bu ayet
birinci ayette: "Bu, bizim indirdiğimiz ve uygulanmasını farz kıldığımız bir
suredir." ayetinde işaret edilen hükümleri beyan etmeye başlamaktadır. Bu
ayet, zina edenlere verilecek had cezasını beyan etmektedir.
Ayetin
manası, zina eden kadınla zina edenlerden hür, âkil, baliğ ve bekâr olanlardan
her birine yüz değnek vurmaktır. Zina haddi hakkındaki ayetin zina eden
kadınla, hırsızlık haddi hakkındaki ayetin hırsızlık eden erkekle başlamasının
hikmeti şudur:
Çünkü
zinaya sebebiyet ve teşvik genellikle kadından gelir. Kadın üzerinde zinanın
ayıbı daha şiddetli ve ondaki tesiri daha devamlıdır. Hırsızlık ise genellikle
erkekler tarafından yapılır. Erkekler hırsızlığa kadınlardan daha cür'etli ve
daha atılgandırlar. Bu sebeple erkekler kadınlardan önce zikredilmişlerdir.
Ayetin
zahiri zina edenlerin had cezasının mutlak olarak yüz değnek vurulması
şeklindedir. Fakat kesin mütevatir sünnette evli olanla olmayan arasında
farklılık rivayet edilmiştir.
Evli
olup zina edenin cezası öldürülünceye kadar taşla taşlanmaktır. Bu-harî ve
Müslim Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) Efendimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet
etmektedirler: "Müslümanın kanı ancak şu sebepten biriyle helâl olur:
a) Zina eden evli kadın,
b) Cana can,
c) Dinini terk eden, İslâm cemaatinden ayrılan kimse."
İbni
Mace dışında Kütüb-i Süte sahipleri, İmam Malik Muvatta'da ve Ah-med
Müsned'inde Ebu Hureyre (r.a.) ve Zeyd b. Halid el-Cühenî'den (r.a.) rivayet
ediyorlar ki: İki bedevi Arabî Peygamberimiz'e (s.a.) geldiler. Biri dedi ki:
Ya
Rasulallah! Benim oğlum bunun yanında ücretli işçi idi. Onun hanımıyla zina
etti. Oğluma karşılık ona yüz koyun ve bir cariye fidye teklif ettim. İlim ehline
sordum. Bana oğlumun üzerine yüz değnek vurulması ve bir yıl sürgüne gönderilmesi
cezası ve bu kadına da recm (ölünceye kadar taşlanma) cezası olduğunu haber
verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) buyurdular ki:
"Nefsimi
kudretinin elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, sizin aranızda Allah Tealâ'nm
kitabıyla hükmedeceğim: Cariye ve koyun sana iade edilmiştir. Oğluna yüz değnek
vurulacak ve bir yıl sürgün edilecektir.! -Eşlem Kabilesinden bir adama
hitaben-:
Kalk
ya Üneys! Bu adamın hanımına git. Zinayı itiraf ederse onu recm et! dedi. Üneys
o kadına gitti. Kadın zinayı itiraf edince Üneys kadını recm etti.
Sahabeden
bir guruptan sahih hadis kitaplarında mütevatir nakille rivayet edildiğine
göre Mâız b. Malik el-Eslemî Peygamberimiz (s.a.) mescitte iken onun huzurunda
dört defa zina itirafında bulundu. Peygamberimiz (s.a.) onun recm edilmesini
emretti.
Müslim,
Ahmed ve Ebu Davud Büreyde'den (r.a.) rivayet ettiğine göre Ga-mid oğullarından
bir kadın zina itirafında bulundu. Kadın doğum yaptıktan sonra Peygamberimiz
(s.a.) bu kadını recm etti.
Haricîler
recm cezasının meşru olduğunu inkâr ettiler. Onlara göre had cezası ikiye
bölünemez. Dolayısıyla Cenab-ı Hak şu ayette cariyelerin haddini hür ve evli
kadınların haddinin yarısı olarak tespit ettiğine göre recm cezasının hür ve
evli kadınların cezası olması doğru olamaz. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "O
kadınlar evlendikten sonra bir fuhuş işlerlerse o durumda üzerlerine hür
kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir." (Nisa, 4/25).
Ayrıca
recm Kur'an'da zina haddi ayetinde zikredilmiştir.
Kur'an'daki
yüz değnek ayeti bütün zina edenler için genel bir hükümdür. Bu ayet recm haddi
hakkında rivayet edilen haber-i vahidle tahsis edilemez.
Cumhur
bu delillere şu şekilde cevap vermişlerdir: Haddin ikiye bölünmesi celde
hakkında varit olmuştur. Onun dışındaki ceza -yani recm- genel ifade dahilinde
aynen kaldı. Ayrıca şer'î hükümler maslahatların (kamu menfaatlerinin)
yeniliğine göre iniyordu. Recmin farz kılınmasını gerekli kılan maslahat 'kamu
menfaati) belki de celde ayetinin inmesinden sonra meydana gelmişti. Kur'an'ın
umumi ifadelerinin haber-i vahid ile tahsis edilmesine gelince, bu bize göre
caizdir. Bununla birlikte recm hadisleri manevî tevatür ile sabittir. Bu konuda
ancak şekillerin ve hususî durumların tafsilatları hakkında varit olan hadisler
âhâd hadislerdir.
"Muhsan"
olmanın şartları: Baliğ olmak, akıl sahibi olmak, hür olmak, sahih bir evlilik
bağı altına girmektir. İmam Ebu Hanife ve Malik buna "Müslüman
olmak" şartını ilâve ettiler. Onlara göre zimmî recm edilmez. Bu iki imama
verilen cevap Peygamberimizin (s.a.) Yahudinin recmedilmesini emretmiş
olmasıdır.
Evli
olmayan -bekâr olan- kimsenin zina haddi ayete göre yüz değnek vurulmasıdır.
Cumhura
göre bu ceza sadece yüz değnek vurulması değildir. Ancak buna sünnette sabit
olan delille bir yıl sürgün cezası da ilâve edilir.
Bu
hadislerden biri az önce geçen ücretli işçi kıssasında yer alan: "Oğluna
yüz değnek vurulması ve bir yıl sürgün cezası vardır." hadisidir.
Bir
diğer hadis İmam Ahmed, Buharî ve Nesaî dışındaki Kütüb-i Sitte sahiplerinin
Ubade b. Samit'ten (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i
şerifidir: "Benden alın. Allah o kadınlar için bir yol gösterdi: Bekâr bekârla
zina ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası, evli evli ile zina ederse yüz
değnek ve recm cezası vardır."
Ancak
evliye celde vurulması sünnet-i nebeviyyede amel edilen bir hüküm olarak
istikrar bulmamış, tatbik edilen -daha önce geçtiği gibi- sadece recm olmuştur.
Bir yıl sürgün cezası cumhurun görüşüdür.
İmam
Ebu Hanife ise diyor ki: Sürgün had cezasından değildir. Sürgün devlet
başkanının görüşüne ve hükmüne havale edilmiş bir tazir cezasıdır.
Zahirîler
ise geçen Ubade hadisiyle amel ederek evli kadına hem celde hem de recm cezası
verilmesinin vacip olduğu görüşündedirler.
"Zina
eden kadın ve zina eden erkek" ifadesinin umum manası müslümanı da kâfiri
de içine alır. Ancak harbî olan kimseye zina haddi tatbik edilmez. Çünkü o
bizim hükümlerimize bağlı olma sözü vermemiştir. Zimmiye cumhurun görüşüne
göre celde vurulur. İmam Malik'ten zimmi zina ettiği zaman cel-de vurulmayacağı
rivayet edilmiştir.
"Bunlara
Allah'ın dininde acıma hissi sizi tutmasın." Yani şefkat ve merhamet
duygusu sizi zina edenlerin had cezasını terk etmeye sevk etmesin. Bu Allah
Tealâ'nın hükmüdür. Allah'ın hadlerini tatil etmek caiz değildir. Nassa
sarılarak Allah'ın haramlarını koruma gayreti içinde olmak vaciptir.
Nitekim
Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed ve Kütüb-i Süte sahiplerinin Hz. Aişe'den
(r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Nefsim kudretinin elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı
Fa-iıma hırsızlık yapmış olsa onun da elini keserim."
"Allah'a
ve ahiret gününe iman ediyorsanız..." Yani siz Allah'ı ve hesabın ve
cezanın görüleceği ahireti tasdik ediyorsanız zina eden kimseye hadleri uygulayın.
O ve benzerlerinin kaçınması için acıtıcı olmayan darbeleri şiddetle vurun. Bu
ifade Allah'ın hadlerini tatbik ve tenfiz etmeye şiddetli bir teşvik, kuvvetli
bir yönlendirmedir. Ahiret gününün zikredilmesiyle haddi tam anlamıyla yerine
getirmede yumuşaklık duygusundan etkilenen müslümanlara ceza verileceği
hatırlatılmaktadır.
Hadis-i
şerifte varit olmuştur ki: (Kıyamet günü) had cezasından bir kamçı eksilten
bir vali getirilir. Ona:
-
Bunu niçin yaptın? denilir. O da:
-
Ya Rabbi! Kullarına rahmet etmek için, der. Allah:
-
Sen onlara benden daha mı merhametlisin? der ve ateşe atılmasını emreder.
"Müminlerden
bir gurup da onların azabına (cezasına) şahit olsunlar." Yani zina
edenlere daha ziyade işkence olması için müslümanlardan bir gurubun önünde haddin
uygulanması açıktan olsun. Çünkü zina edenlere insanların huzurunda celde
vurulunca bu durum onları terbiye etme hususunda daha tesirli ve onları ezme
hususunda daha faydalı, daha şiddetli bir tehdit, ihtar ve azarlama
olmaktadır.
"Taife"nin
en azı bir kişidir. Denilmiştir ki: Taife iki veya daha fazlasıdır. Bir başka
görüşe göre, üç kişi veya daha fazlasıdır. Bir diğer görüşe göre, dört kişi ve
fazlasıdır. Çünkü zina şahitliğinde dört kişiden azı yeterli olmamaktadır. Bir
görüşe göre taife beş kişidir. Bir başka görüşe göre de on kişi veya daha
fazlasıdır.
Katade
diyor ki: Allah bir öğüt, ibret ve şiddetli ceza olması için müminlerden bir
gurubun zina edenlerin azabına -cezasına- şahit olmalarını emretti. Bu görüş
benim takdirime göre en evlâ görüştür.
Zina
şu üç şeyden biriyle sabit olur:
1- İkrar veya itiraf: Bu İslâm devrinde fiilen vaki olan bir olaydır.
2- Beyyine (delil) yahut şahitlik: Yani dört hür adil müslüman kişinin fiilen
zina halinde ve bu durumun mücerret gözle görülmesi şartıyla şahitlik etmeleri.
Ancak bu durumu mücerret gözle görmek çok nadir olup pek az defa meydana
gelmiştir.
3- Bilinen bir kocası olmaksızın kadının hamile kalması.
[12]
Zina
haddinin hikmeti, ırzları ve hakları korumak, neseplerin karışmasını
engellemek, iffet, namus ve toplumun temizliğini temin, sahipsiz çocukların
meydana gelmesine, zührevi hastalıkların yayılmasına mani olmak, kadının
nefsine değer vermek ve kendi geleceğini koruma altına almaktır.
Huzeyfe'den
(r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s .a.) buyurdular ki: "Ey
insanlar topluluğu! Zinadan sakının. Çünkü zinada üçü dünyada üçü ahirette altı
haslet vardır. Dünyada olan hasletler şunlardır:
-
Zina güzelliği giderir,
-
Fakirlik meydana getirir,
-
Ömrü eksiltir.
Ahirette
olan hasletler ise şunlardır:
-
Zina Allah Tealâ'nın gazabına,
-
Hesabın kötülüğüne,
-
Cehennem azabına sebep olur.
"Zina
eden erkek zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz. " Bu
ifade yaygın olan bir durumu bildirmekte, bununla ıstılahî anlamdaki haram
kastedilmemektedir. Sadece sakınma, uzaklaşma ve elini çekme amacı
güdülmektedir. Mana şudur: Fasık ve facir olan zinakâr erkek kendisi gibi zina
eden fasık kadınlarla evlenmeyi arzu eder. Bu tip erkek genellikle sa-liha bir
kadınla nikâhlanmayı arzu etmez. Sadece fasık ve terbiyesiz kadınla yahut ırz
ve namusun mahremiyetine önem vermeyen ve iffetli olup olmamaya aldırış etmeyen
kendisi gibi müşrik bir kadınla evlenmeye meyleder.
Zina
eden namussuz kadın da genellikle kendisi gibi zina eden namussuz ya da
genellikle iffetli olmayan müşrik bir erkekle evlenmeyi arzu eder.
Burada
"zina eden erkek" ile bir önceki ayette ise "zina eden
kadın" la başlanmıştır. Çünkü bu ayet nikâhtan ve evlenme teklifinde
bulunup arzuyu ortaya koymaktan bahsetmektedir. Genellikle bu çeşit teklif
kadından değil erkekten gelir. Ama zinaya teşvik çoğunlukla kadından olur.
Dolayısıyla önceki ayette kadın ile başlanmıştır. Kadın zinada asıl unsurdur.
Nikâhta ise erkek asıldır. Çünkü genellikle nikâhı arzu eden ve talip olan
erkektir.
Ayetteki
bu iki cümlenin manası aynı değildir. Zira birinci cümle zina eden erkeğin
iffetli mümine hanımları arzu etmediğini anlatmaktadır. İkinci cümle ise zina
eden kadının iffetli mümin erkekleri arzu etmediğini, sadece facir ve müşrik
erkeklere meylettiğini anlatmaktadır. Böylece mana farklı olmaktadır. Zira zina
eden erkeğin ancak kendi benzerini arzu etmesinden kendisi gibi olmayanları
istemediği manası anlaşılmaz. Ayet kadm-erkek her iki tarafta uyum, uygunluk,
anlaşma ve benzerlik olduğunu açıklamaktadır.
Bugün
artist kadın ve erkekler gibi sanatçıların kendisi gibi sanatçı ve artist
kimselerle evlenmek istediklerini duyuyoruz. Çünkü onların kanaatlerine göre
her iki tarafın aynı işlerinde devam etmeleri için kıskançlık unsuru kaldırılmalıdır.
Aksi takdirde evlilik yıkılmaya, kaldırılmaya, yok olmaya mahkûmdur.
Nasıl
iffetli erkek sadece iffetli kadınları kabul ederse iffetli şerefli kadın da
hiçbir zaman kocasının rezil bir durumda olmasını, iffet ve namus sınırlarını
aşmasını kabul edemez.
Belki
de kadın bu konuda erkekten daha çok öfke, kızgınlık ve nefret duyar. Aksi de
olabilir. Buradaki ölçü dindarlık, ahlâk, hassas duygular, mahremiyet ve ırz
hususunda dini kıskançlık bulunmasıdır. Halbuki bugün doğuda ve batıda ahlâk ve
değerler sözlüğünden ırz meselesini kaldıran dinsiz maddecilerde yaygın olduğu
gibi erkekle kadın arasındaki ilişkinin sadece maddî ve şehevî bir ilişki
olarak kabul edilmesi yaygınlaşmaktadır.
"Bu
müminler üzerine haram kılınmıştır." Zina eden kadınla evlenmek mümin
erkeklere ya da iffetli kadınları facir erkeklerle evlendirmek haram kılınmıştır.
Haram kılınmaktan murad sakındırmak ve iffetli olmak manasında olup insanları
zinadan şiddetle uzaklaştırmak içindir. Çünkü bu fasıklara benzemek demektir,
töhmete maruz bırakır, kötü söze sebebiyet verir. Nesepte tenkide ve başka
kötülüklere sebep olur.
Bu
görüş Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ile tabiinden bir gurup ile çeşitli diyar-lardaki
fakihlerin cumhurunun görüşüdür. Dolayısıyla zina eden kadınla evlenmek caizdir.
Zina o kadını kocasına haram kılmaz. Aralarını ayırmak da vacip değildir.
Taberanî
ve Darekutnî'nin Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerif bunu te'yit
etmektedir:
Rasulullah'a
(s.a.) bir kadınla zina edip onunla evlenmek isteyen adamın durumu soruldu.
Efendimiz (s.a.): "İlki zinadır. Sonuncusu nikâhtır. Haram helâli haram
kılmaz." buyurdu.
Ayetteki
"haram olma" hükmü ayetin varit olduğu sebeple tahsis edilmiştir.
Yahut "İçinizden bekâr olanları evlendirin." (Nur, 24/32) ayetiyle
mensûh-tur. Çünkü bu ayet zina edenleri de içine almaktadır.
Seleften
bir gurup (Hz. Ali, Hz. Aişe, Bera b. Azib ve bir rivayette İbni Me-sud) şöyle
demişlerdir: Kim bir kadınla zina ederse yahut o kadınla bir başkası zina
ederse zina edilen o kadınla evlenmesi helâl değildir. Hz. Ali (r.a.) diyor ki:
Adam zina ettiği zaman bundan dolayı hanımından ayrılmasına hükmedilmez. Kadın
da zina ederse böyledir.
Bu
gurubun delilleri şunlardır:
a) Ayetteki "haramlık" zahiriyle alınır.
b) "Zina eden erkek zina eden veya müşrik olan kadınlar başkasını
nikahlamaz. " ayetindeki haber nehiy manasmdadır.
c) Buna delâlet eden hadisler vardır. Bu hadislerden biri Ebu Davud'un
Ammar b. Yasir'den (r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i
şerifidir: "Deyyus Cennete giremez."
Yine
İmam Ahmed'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Üç kişi vardır ki Cennete giremez ve kıyamet günü
Allah onlara bakmaz.
-
Anne ve babasına isyan eden,
-
Erkeklere benzeyen erkekleşmiş kadın,
- Deyyus,
Üç
kişi vardır ki Allah kıyamet günü onlara bakmaz:
-
Anne ve babasına isyan eden,
-
Ayyaş,
-
Verdiğini başa kakan kimse."
İmam
Ahmed'e göre iffetli erkekle fahişe kadın arasında yapılan nikâh akdi, kadın
bu durumunda devam ettiği müddetçe sahih olmaz. Bu kadına tevbe etmesi teklif
edilir de tevbe ederse bununla yapılan nikâh akdi sahih olur. Aksi takdirde
sahih olmaz. Yine "Bu müminlere haram kılınmıştır." ayetine binaen
hür ve iffetli bir kadının facir, zinakâr bir erkekle evlendirilmesi, erkek sahih
bir şekilde tevbe etmedikçe sahih olmaz.
Bu
ayet aynen şu ayetler gibidir: "O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar
da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere onları ailelerinin izniyle kendinize
nikahlayın." (Nisa, 4/25); "... fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da
edinmeyen namuslu kadınlar..." (Maide, 5/5).
[13]
Bu
ayet aşağıdaki hükümlere delâlet etmektedir:
Zina
büyük günahlardandır. Çünkü Allah Tealâ zinayı şu ayette şirkle ve adam
öldürmekle bir arada zikretmektedir: "Onlar Allah 'la birlikte başka bir
ilâha tapmazlar. Allah 'm haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler.
Kim bunu yaparsa büyük cezaya çarpar." (Furkan, 25/68).
Çünkü
Cenab-ı Hak zinada had cezasını -yüz değnek vurulmasını- vacip kılmış; evliler
için recm cezasını koymuştur. Allah müminleri bu konuda acıma duymaktan
nehyetmiş, suçluları teşhir için mümin gurubun şahit kılınmasını emretmiştir.
Ayrıca az önce geçen Huzeyfe hadisi de buna delildir: "Ey insanlar topluluğu!
Zinadan sakınınız. Çünkü zinada altı haslet vardır..."
Zina:
Bir erkeğin nikâhsız olarak veya nikâh şüphesi bulunmaksızın bir kadının
fercine, kadının teslim olmasıyla duhûlde bulunmasıdır. Yahut tabiat gereği
şehvet duyulan ve seran haram olan bir ferce diğerinin organının idhal
edilmesidir. Ancak böyle olduğu zaman had cezası vacip olur.
Livata
(homoseksüellik) hükmü: İmam Şafiî'nin sahih olan görüşüne, İmam Malik, İmam
Ahmed, Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşüne göre zina hükmüdür. Lutîlik yapan
zinakâr sayılır ve ayetin umumî ifadesine dahil olur. İmam Şafiî'ye göre şu
delile binaen bu kimseye zina cezası uygulanır:
Beyhakî
Ebu Musa el-Eş'arî'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet
etmiştir: "Bir adam bir adamla cinsî münasebette bulunursa ikisi de
zi-nakârdır."
Malikîler
ve Hanbelîlere göre bunun cezası recimdir. Bazı Hanbelîler ise livata cezasının
ya yüksek bir yerden atmak, ya bir duvarın üzerine yıkılması, ya da taş atılmak
suretiyle öldürülmek olduğu görüşündedirler.
İmam
Ebu Hanife ise lûtînin sadece ta'zir edilmesi ve had uygulanmaması
görüşündedir. Zira livatada neseplerin karışması yoktur. Livatada genellikle livata
yapanın öldürülmesine sebep olacak derecede tartışmalar da meydana
gelmemektedir. Livata zina değildir, ona mihir de icap etmez, had cezası da uygulanmaz.
Ayrıca Peygamberimiz (s.a.) bir müslümanın şu üç sebeple öldürülmesini mubah
görmüştür: Evli kimsenin zina etmesi, cana haksız yere kıyılması ve dinden
dönülmesi. Peygamberimiz burada lûtîlik yapanı zikretmemiştir. Çünkü bu kimse
zinakâr diye isimlendirilmez. Peygamberimiz'in (s.a.) livata hakkında bir hüküm
verdiği de sabit olmamıştır.
Fıkıh
âlimleri zorla boşalma ve elle istimna (mastürbasyon) durumunda ta'zir, te'dip
ve azarlamanın meşru olduğunda ittifak etmişlerdir.
Hayvanlarla
cinsî münasebete gelince: Dört mezhep imamları bunu yapan kimseye karşı onu
sakındırmak için devlet başkanının uygun göreceği bir ta'zir cezası verilmesi
hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bozulmamış fıtrat bundan nefret eder.
Nesaî'nin
Sünen'inde İbni Abbas'tan rivayet ediliyor ki: "Hayvanla cinsî münasebette
bulunan kimseye had cezası yoktur." Bu hadis mevkuf olup merfu
hükmündedir.
Ölüyle
cinsî münasebet ise: Malikîler dışındaki Cumhura göre ta'zir cezası vardır.
Çünkü bu fıtratın nefret ettiği bir husustur. Burada zecr edici bir had
cezasına ihtiyaç yoktur. Sadece te'dip yeterlidir.
Malikîler
ise burada haddi vacip görmüşlerdir. Çünkü bu bir kadının fer-ciyle münasebette
bulunmaktır. Diri kadınla ilişkiye benzemektedir.
Kısaca:
Bütün bu fiiller haramdır, münkerdir, kaçınmak vaciptir.
[14]
İslâm
şeriatının zina konusunda vardığı son ceza had cezasıdır. İslâm'ın başlangıcında
zinanın cezası kadının hapsedilmesi, erkeğin de ayıplanması ve sözle eziyette
bulunulması idi. Bunun delili ise şu ayet-i kerime idi: "Kadınlarınızdan
fuhuş işleyenlere karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer bunlar şahitlik
ederlerse onları ölüm alıp götürünceye kadar yahut Allah onlara bir yol açınca-ya
kadar kendilerine evlerde alıkoyun (hapsedin). Sizlerden fuhşu işleyenlerin her
ikisine de eziyet edin (ayıplayın). Eğer tevbe edip ıslah olurlarsa artık
onları bırakın. Çünkü Allah tevbeleri çok kabul edendir, çok
merhametlidir." (Nisa, 4/15-16).
Sonra
bu neshedildi. Bunun delili Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Uba-de b.
Samit'ten (r.a.) rivayet ettiği az önce geçen hadistir: Peygamberimiz (s.a.)
buyuruyor ki: "Benden alın. Allah zina eden kadınlar için bir yol
belirlemiştir: Bekâr bakire ile zina ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası
verilir. Dul ile zina ederse yüz değnek ve recim cezası verilir."
Zinanın
had cezası iki çeşittir: Evli olan kimsenin had cezası bekâr olan kimsenin had
cezası.
a) Evli olan kimsenin had cezası: Bu ceza -daha önce geçen- ve tevatür derecesine
ulaşan kavlî ve fiilî hadislerin delaletiyle âlimlerin cumhurunun ittifakıyla
sadece "recm" cezasıdır. Bu hadislerle Kur'an'ın umumî ifadeleri
tahsis edilir. Nitekim cumhurun görüşüne göre Kur'an haber-i vahid ile tahsis
edilebilir.
Zahirîlerin,
İshak ve bir rivayete göre İmam Ahmed'in görüşüne göre daha önce geçen Ubade
hadisinin zahiriyle amel edilerek hem celde hem recm denilmiştir.
Haricîler
evli kadının haddinin sadece yüz değnek olduğu görüşündedirler. Recme gelince, cevaplan
verilen geçen üç delil sebebiyle meşru değildir.
Fakih
alimler evli kölelerin had cezasının bekâr gibi sadece celde olduğu ve
kölelerde recm cezasının bulunmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
b) Bekârın had cezasına gelince: Bu ceza Hanefîlerin görüşüne göre sadece
yüz değnek olup sürgün cezası yoktur. Burada ayetin sarih lafzıyla amel edilmiş
olup buna haber-i vahidle bir şey ilâve edilmez. Sürgün edilmesi konusuna
gelince bu durum devlet reisi maslahatı nerede görürse onun görüşüne havale edilmiştir.
Cumhura
göre bekârın had cezası, yüz değnek ve bir yıl sürgündür. Şafi-ilerin ve
Hanbelîlerin görüşüne göre kasr (namazı kısaltarak kılma) mesafesi 189 km)
kadar bir mesafedeki uzak bir beldeye sürgün edilir. Bunun delili daha önce
geçen: "Bekâr bekârla zina ederse yüz değnek vurulur, bir yıl sürgün edilir."
şeklindeki Ubade hadisidir.
Malikîlere
göre bu adam sürgün edildiği beldede hapsedilir. İkinci bir defa kendisiyle
zina edilir korkusuyla bütün imamların ittifakıyla kadının sürgün edilmesi cezası
yoktur.
c) Evli olan zimmîye gelince: Bunun had cezası Hanefî ve Malikîlerin görüşüne
göre recm olmayıp sadece celdedir. Bunun delili İshak b. Raheveyh'in İbni Ömer'den
(r.a.) naklettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Kim Allah'a
şirk koşarsa muhsan (evli, namuslu) kimse gibi değildir." Bu kavlî hadis
Peygamberimiz'den (s.a.) iki Yahudiyi recmettiği şeklindeki fiilî hadise tercih
edilir. Muhsanın kazf cezasına kıyas edilerek burada da icma ile İslama itibar
edilir. Muhsanın recmedilmesi de her iki durumda nimet kâmil olduğundan aynen
onun gibi kabul edilir.
İmam
Şafiî, Ahmed ve Ebu Yusuf un görüşüne göre evli olan zimmînin had cezası bizim
mahkememize müracaat edince recmdir. Zira Buharî ve Müslim'in Sahih 'lerinde ve
Ebu Davud'un Sünen 'indeki rivayete göre Peygamberimiz'e (s.a.) zina eden iki
Yahudi getirildi. Efendimiz (a.s.) onların recmedilmesini emretti. Çünkü kâfir
zina ettiği zaman şiddetle engellemeye muhtaç olması bakımından müslüman
gibidir. Ayrıca zimmî kâfirler de bizim şeriatımızın hükümlerine bağlanmakla
sorumludurlar.
"Kim
Allah'a şirk koşarsa muhsan (evli, namuslu) gibi değildir." hadisi ise
zimmîye uymaz. Çünkü zimmî bizim ıstılahımızda müşrik olarak adlandırılmaz.
Kazif haddine kıyas edilmesine ve kâfiri kazfeden (kâfire zina iftirasında
bulunan) kimseye had cezası olmamasına gelince bu kıyas "kıyas
maal-farık" tır. Zira şeriat bu haddi müslümana değer vermek ve ona
gelecek ayıbı kaldırmak için vacip kılmıştır. Gayri müslimin ise zina
hususlarında zaten genellikle laubali davranması sebebiyle buna ihtiyacı
yoktur.
[15]
Haddi
uygulamakla görevli olan kişi -bütün âlimlerin ittifakıyla- devlet reisi veya
onun vekilidir. Çünkü "yüz değnek vurun" ilâhî kavlinde hitap
veliy-yü'l-emr olan devlet reislerinedir. Çünkü bu emir bütün insanların
ıslahını ilgilendiren bir hükümdür. Bu da imama (devlet reisine) aittir. Dinin
ibadet şekillerini uygulamak bütün müslümanlara vaciptir. Bu konuda imam
(devlet reisi) onların vekilidir. Zira had cezalarını uygulamak üzerine bütün
müslümanlarm biraraya gelmesi mümkün değildir. Ayrıca cahiliyet adeti olan
intikam alma adetine dönmemek için de bu gereklidir.
İmam
Malik ve Şafiî, "Kölelerin cezasını vermekten efendileri sorumludur."
derken İmam Malik bu cezanın sadece celdede olup el kesme cezasını uygulayamayacaklarını
beyan etmiştir. İmam Şafiî'nin bir kavline göre her biri hakkında celde ve el
kesme cezası uygulanır.
İmam
Malik ve Şafiî'nin delilleri Nesaî dışındaki Kütüb-i Süte müelliflerinin
rivayet ettikleri Efendimiz'in (a.s.) cariye hakkındaki: "Zina ederse ona
celde vurun." hadisi ile Müslim, Ebu Davud ve Nesaî'nin Hz. Ali'den
(r.a.) rivayet ettikleri "Malik olduğunuz cariyelere evli olsalar da had
cezasını uygulayın." hadisi ve İbni Ömer'in (r.a.) bazı cariyelerine had
cezası uyguladığı şeklindeki rivayettir.
Hanefîler
diyor ki: "Zina eden kadınla zina eden erkeğe yüz değnek vurun..."
ayetinin delaletiyle efendi kölesine karşı herhangi bir had uygulayamaz.
Buradaki hitap hiç şüphesiz devlet reislerine aittir, yoksa diğer insanlara
değil.
Ayet
had uygulanacak kimseler hususunda hür-köle ayrımı yapmamıştır. Bu konudaki
hadislere gelince, bunlarla efendilerinin kölelerinin bu durumlarını
kendilerine had uygulanmak üzere yöneticilere bildirmeleri murad edilmektedir.
İbni Ömer'in (r.a.) fiili, kendi görüşü olup ayetle çelişki teşkil etmemektedir.
Celdeyi vuracak kimse devlet reisinin seçeceği hayırlı ve faziletli kimselerden
olur.
[16]
Alimler
celdenin, kırbaçla olması vaciptir, görüşündedirler. Bu kırbaç
Pey-gamberimiz'in (s.a.) yaptığı gibi ne çok sert ne de çok yumuşak olmalıdır.
İmam
Malik ve Şafiî diyorlar ki: Bütün hadlerde vuruş aynı şekildedir. Acıtmayan
(şiddetli olmayan) sert ve hafif arasında bir vuruş şeklidir. Zira bu vuruşun
hafif veya sert olması hususunda bir emir gelmemiştir.
Hanefiler
diyorlar ki: Tazir en şiddetli vuruştur. Zina sebebiyle vuruş içki sebebiyle
vuruştan daha şiddetlidir. İçki sebebiyle vuruş kazif sebebiyle vuruştan daha
şiddetlidir. Bu konuda içki sebebiyle hafif vuran Hz. Ömer'in (r.a.) fiili
delil getirilmiştir.
[17]
Celde
acı verici ama yaralamayan ve kesmeyen bir vuruş olmalıdır. Burada ne çok sert
ne de çok yumuşak olmayan bir kamçı ile vurmayı emreden Hz. Ömer'in (r.a.)
kavliyle amel edilmelidir. Hz. Ömer celdeyi vurana şöyle demişti: Vur ama
koltuğunun altı görünmesin. Her azanın hakkını ver." Ayrıca, Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın dininde (dinin bu hükmünü uygulamada) sizi
acıma duygusu kaplamasın." Bunun manası celde vururken hafif vurmaktan
nehyetmektir.
Had
ve ta'zirlerde vurma yerleri, İmam Malik'e göre insanın sırtıdır. Bunun delili
Buharî, Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ettiği
Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisidir: "Ya delil getirirsin, ya da sırtına
had vurulur." Cumhur'a göre vurulacak yerler yüz, avret mahalli ve baş
haricindeki azalardır.
Erkek
ve kadınlara vurma şekli hususunda ihtilâf edilmiştir. İmam Malik diyor ki:
Erkek ve kadın bütün hadlerde eşittirler. Ona göre had sadece sırta
vurulabilir. Hanefiler ve Şafîîler diyorlar ki: Hz. Ali'nin (r.a.) kavliyle
amel edilerek erkeğe ayakta iken, kadına oturduğu halde had vurulur.
Zina
sebebiyle celde vurulan kişinin soyulması da ihtilaflı bir konudur. İmam Malik,
Ebu Hanife ve başkaları diyorlar ki: Erkeğin göbeği ile dizinin arası dışındaki
elbiseleri çıkarılır. Çünkü celde emri bizzat bedene vurulmasını gerektirir.
Kadının üzerinde onu vurmanın tesirinden koruyacak şeyler bırakılmaz, sadece
onu örten örtü bırakılır. Evzaî diyor ki: Devlet reisi tercih sahibidir.
Dilerse elbiseleri soyar, dilerse bırakır.
İmam
Şafiî ve Ahmed'e göre had vurulacak kimsenin kalın elbiseleri dışındaki
elbiseleri soyulmaz. Kalın elbiseleri çıkarılır. Çünkü bu şekilde bırakılırsa o
kimse vurulan haddin acısı duyulmaz. Bu konuda İbni Mes'ud'un (r.a.) şu
kavliyle amel edilir: "Bu ümmette eziyet ve elbise soyma yoktur."
[18]
"Allah'ın
dininde (dinin hükümlerini uygulamada) o zina edenlere karşı sizi bir acıma
hissi kaplamasın." ayetiyle haddin hafifletilmesi ve düşürülmesi kasd
edilmektedir. Bu zina haddinin düşürülmesinde şefaat etmenin haram olduğuna
delildir. Çünkü bu Allah Tealâ'nm haddinin uygulanmasının kaldırılmasıdır.
Diğer hadlerde de aynı şekilde şefaat haramdır.
Bunun
delili İbni Mace dışında kalan meşhur beş hadis kitabının naklettiği, ziynet
eşyası ve kadife çalan Fatıma bt. Esved el-Mahzumiyye hakkında şefaatte
bulunan Üsame b. Zeyd'e Peygamberimiz (s.a.)'in söylediği şu hadistir:
"Allah Tealâ'nm koyduğu hadlerden bir had hakkında şefaat mi ediyorsun.
Sonra kalktı ve şu konuşmayı yaptı:
"Sizden
öncekileri helak eden şey içlerinde şerefli bir kimse hırsızlık yaptığı zaman
onu bırakmaları ve güçsüz bir kimse hırsızlık yaptığı zaman ona had cezası
uygulamaları olmuştur. Allah'a yemin olsun ki Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık
yapmış olsa O'nun da elini keserdim."
Ebu
Davud İbni Ömer'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim,
dediğini rivayet etmektedir: "Kim Allah Tealâ'nm hadlerinden bir haddin
uygulanmaması için şefaatte bulunursa Allah 'a karşı çıkmış olur."
Aynı
şekilde yönetici ve devlet reisinin de hadler hakkındaki şefaati kabul etmesi
de haramdır. Bunun delili İmam Malik'in Zübeyr b. Avvam'dan (r.a.) rivayet
ettiği şu hadistir: Zübeyr bir zatın bir hırsızı yakalayıp sultana götürmekte
olduğunu gördü. Zübeyr o zatın suçluyu serbest bırakması için şefaatte bulundu.
Adam:
-
Hayır, sultana götürmeden şefaat kabul etmem, dedi. Zübeyr dedi ki:
- Şefaat sultana ulaşmadan önce olur. Sultana
ulaştıktan sonra şefaat eden kimse de şefaat edilen kimse de bu durumda lanete
uğrar.
[19]
"Siz
eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız..." ayeti haddi uygula-
maya,
^sAata Tim
ni
yerine getirmeye teşvik etmektedir.
[20]
"Onların
azabına (cezasına) müminlerden bir gurup da şahit olsunlar" ayetinin
zahiri bir gurup müminin ibret ve öğüt olmak üzere bu uygulama anında orada bulunmalarının
vacip olduğuna delâlet etmektedir.
Ancak
fıkıh alimleri bu konuda ihtilâf etmişlerdir:
Hanefiler
ve Hanbelîler diyorlar ki: Bütün hadler insanlardan bir gurubun huzurunda
uygulanmalıdır. Çünkü hadden maksat insanları bu günahtan sa-kındırmaktır. İmam
Ahmed ve Nehaî'e göre taife, bir kişidir.
Malikîler
ve Şafiîler diyorlar ki: Bir topluluğun bulunması müstehaptır. İmam Malik'in
meşhur kavline göre bunlar en az iki kişidir. Şafiîlerin, İmam Malik'in diğer
bir görüşüne göre en az dört kişidir.
[21]
Had
hafifçe acı vermekle ıslah etme amacını bir arada bulunduran bir cezadır.
Acıtmaya gelince, bu şu ayet sebebiyledir: "Onların azabına -ilâhî cezasına-
bir gurup şahit olsun." Bu ceza "azap" olarak adlandırılmıştır.
Bu cezadan murad edilen husus suçu engellemek ve ıslah etmektir. Zira azaptan
işkence gibi tekrar suç işlemeye engel olmak murad edilmiş olabilir.
Dolayısıyla bundan maksat ıslah etmek olabilir.
[22]
"Zina
eden erkek sadece zina eden kadını nikâhlar..." ayeti alimlerin çoğunluğuna
göre "İçinizden bekârları evlendirin" (Nur, 24/32) ayetiyle neshedilmiştir.
Bu
sebeple Hanefîler demişlerdir ki: Kim bir kadınla zina ederse o kadınla o kişi
de bir başkası da evlenebilir. Hanefîlerden başkaları da diyorlar ki: Zina eden
kadınla evlenmek sahihtir. Bir adamın hanımı zina ederse nikâh fasit olmaz.
Erkek zina ederse onun hanımıyla olan nikâhı da fasit olmaz.
Rivayet
edilmiştir ki: Bir adam Hz. Ebubekir zamanında bir kadınla zina etti. Hz.
Ebubekir (r.a.) her ikisine yüzer değnek vurulmasını emretti. Sonra kadını bir
başkasıyla evlendirdi. İkisini de bir yıl müddetle sürgün etti. Bu hüküm şu
anda bazı memleketlerde uygulanmaktadır.
Bunun
benzeri Hz. Ömer, İbni Mes'ud ve Cabir'den (r.a.) de rivayet edilmektedir.
İbni Abbas diyor ki: Bunun ilki zina, sonraki nikâhtır. Bunun benzeri bir
bahçeden meyve çalan, sonra da bahçe sahibine gelip ondan ayrıca meyve satın
alan kimsenin durumu gibidir. Çaldığı haramdır. Satın aldığı helâldir.
İlk
devir alimlerinden biri diyor ki: Bu ayet mensuh değil, muhkemdir. Bundan
dolayı demişlerdir ki: Erkek bir kadınla zina ederse onunla hanımı arasındaki
nikâh fasit olur. Kadın biriyle zina ederse onunla kocası arasındaki nikâh da
fasit olur.
Bazı
alimler de şöyle demişlerdir: Nikâh zina ile kendiliğinden fesh olmaz. Fakat
kadın zina ettiği zaman kocasına bu zina eden hanımını boşaması emredilir.
Eğer boşamaz da nikâhı altında tutarsa günahkâr olur. Zina eden kadınla
evlenmek yahut zina eden erkekle evlenmek caiz değildir. Ancak tevbe ettikleri
zaman o durumda nikâh caiz olur. Bunların delilleri daha önce geçmişti.
[23]
Cenab-ı
Hak kitabında bu alemin neresinde olursa olsun zinayı haram kılmıştır. Adam
nerede zina ederse etsin ona had cezasının uygulanması vacip olur. Bu cumhurun
(İmam Malik, Şafiî, Ebu Sevr ve Ahmed b. Hanbel'in) görüşüdür.
İbni
Münzir diyor ki: Bu konuda darü'1-harb ile darü'l-İslâm aynıdır. "Zina
eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun." ayetinin
zahiri buna delâlet etmektedir.
Hanefîlere
göre Müslüman bir erkek darü'l-harb'de emniyet içerisinde olur da orada zina
eder, sonra da darü'l-İslâma gelirse ona had cezası uygulanmaz. Çünkü zina
müslüman devlet reisinin hakimiyetinin bulunmadığı bir yerde gerçekleşmiştir.
Fakat üzerine had cezası uygulanması vacip olmasa da onun zina etmesi haramdır.
Dolayısıyla onun haramdan tevbe etmesi gerekir.
[24]
4- Muhsan (namuslu, hür, mükellef) kadınlara (zina ettikleri şeklinde)
iftira atan, sonra da dört şahit getiremeyen kimselere seksen değnek vurun.
Ebe-diyyen onların şahitliklerini kabul etmeyin. İşte bunlar fasıkların ta
kendileridir.
5- Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesna. Çünkü Allah çok
mağfiret eden, çok merhamet edendir.
"Namuslu
kadınlara (iftira) atanlar..." ifadesi istiaredir. "Remy (atma)"
taş vb. bir şeyi uzağa fırlatma demektir ve burada ifadesi manevidir. Buna
göre, dille iftirada bulunmak demektir. Her ikisinin ortak noktası ise eziyette
bulunmaktır.
[25]
"Muhsan"
iffetli, hür, âkil ve baliğ müslüman "kadınlara" zina ettikleri
şeklinde "iftira atan..." Aslında erkekle kadın arasında hiçbir fark
yoktur. Muhsan kadınların özellikle zikredilmeleri gerçeği dikkate almak
içindir. Yahut kadınlara iftirada bulunmanın daha yaygın ve daha kötü olması
sebebiyledir. "Remy" kelime manasıyla zarar verecek ya da
rahatsızlık verecek şeyi atmak demektir. Bu kelime içinde eziyet ve zarar
verme manası bulunması sebe-: :yle zina iftirasında bulunmayı ifade için
istiare edilmiştir. Ey fasık! Ey ayyaş! gibi zina dışındaki bir fiille iftirada
bulunmak ise haddi değil, ta'ziri icap eder.
"...
sonra da" onların zina ettiklerini gördüklerini ispat etmek için
"dört mhit getiremeyen kimselere" gelince... Burada geçen
"şühedâ" kelimesi şahit, •jmk manasmdaki "şehîd"
kelimesinin çoğuludur. Şahid görerek, bilerek ve emanete riayet ederek haber
verdiği için bu adla adlandırılmıştır. Şafiîlere göre zina iftirasına uğrayan
kadının kocasının şahitliği muteber olmaz iken İmam jStou Hanffeye göre da
kişinin şaaita'ği muteberdir.
Bunlardan
her birine "seksen değnek vurun. Ebediyyen onların şahitliğini l
etmeyin." Yani onların adaleti sakıt olur. Bundan sonra onların yapacaksan
hiçbir şahitlik kabul edilmez. Çünkü bu kişi iftiracıdır. Şafiîlere göre bu
durum celdenin yerine getirilmesine bağlı değildir. Çünkü bu iki ceza aralarında
hiçbir sıralama olmaksızın -ayetteki şartın cevabı olarak- bir defada meydana
gelir. İmam Ebu Hanîfe'ye göre şahitliğin kabul edilmemesi had cezasının
uygulanmasına bağlı değildir. “Ebediyyen” ifadesi tevbe etmedikçe manasındadır.
İmam Ebu Hanife’ye göre ömrünün sonun* kadar manasındadır.
“İşte
bunlar” namuslu kadınlara zina iftirasında bulunanlar “fasıkların ta
kendileridir” Bunlar büyük günah işlemeleri sebebiyle fasık olduklarına
hükmedilen kimselerdir.
"Ancak
bundan" zina iftirasından "sonra tevbe edip ıslah olanlar"
eksiklerini tamamlayıp kendi amellerini düzeltenler meselâ had cezasına teslim
olan ya da iftiraya uğrayan kimseden affetmesini talep etmek (hakkını helâl
etmesini istemek) de bu kabildendir. "Çünkü Allah" onların bu zina
iftirasında bulunmalarına karşılık "çok mağfiret edici ve" onlara
tevbe ilham etmek suretiyle "çok merhamet edicidir." Tevbe ile
onların fasıklıkları sona ermekte ve Şafiîlere göre şahitlikleri artık kabul
edilmekte ancak Hanefilere göre tevbe etseler de şahitlikleri kabul
edilmemektedir. Çünkü Hanefîlerin görüşüne göre istisna üçüncü cümleye yani
"işte bunlar fasıkların ta kendileridir." cümlesine racidir.
Şafiîlerin görüşüne göre ise hükmün aslına ve bütün cümlelere racidir. Fakat
birinci cümle bundan müstesnadır. Kul hakkını korumak için had cezası alimlerin
ittifakıyla tevbe sebebiyle düşmez. İstisna, zahiriyle şahitliğin reddedilmesi
ve fasık olarak tavsif edilmesine raci olur.
[26]
Zina
eden kadınların ve zina eden erkeklerin evlendirilmesi nefretle karşılandıktan
sonra Cenab-ı Hak kazfi -zina iftirasında bulunmayı- nehyetti, kaz-fin
dünyadaki cezasının seksen değnek vurulması olduğunu, ahiretteki cezasının da
bu suçu işleyen kimse tevbe etmediği müddetçe acıklı bir azap olduğunu
zikretti.
"Namuslu
kadınlara iftirada bulunanlar" ifadesinden murad edilen mananın zina
iftirasında bulunmak olduğuna bütün alimler icma etmişler, bu ayetten önceki
ayetlerin zinadan bahsetmesi iftiraya uğrayan kadınların namuslu -yani zinadan
uzak kalan iffetli- kadınlar olarak nitelendirilmeleri, töhmetin ispat
edilmesinin şartı olarak şahit getirilmesinin belirtilmesi -ki bu kadar şahit
sadece zinada istenmektedir- hırsızlık, içki içme ve kâfirlikle iftirada bulunmak
gibi zina dışındaki iftiralarda celde vacip olmadığı hususunda icmam bulunması
gibi karineler bu manaya işaret etmişlerdir. Bu dört karinenin toplamı ayette
(Nur, 24/4) geçen iftiradan muradın zina iftirası olduğunu göstermektedir.
[27]
Bu
ayet muhsan -yani hür, akıl baliğ ve iffetli- olan kadına yapılan zina iftirasının
hükmünü beyan etmektedir. Bu iftirada bulunan kişiye 80 değnek vurulur.
İffetli adama iftirada bulunan kimseye de ittifakla aynı ceza verilir. Tıpkı
domuzun yağının haram olması, domuzun haram olması hükmüne dahil olduğu gibi,
erkeğe zina iftirasında bulunmak da bu ayetin hükmüne girmektedir. Ayette
kadınlar zikredilmiştir. Zira onlara fuhuş iftirasında bulunulması daha
kötüdür. Onlarla zina yapılmış olması daha çirkindir. Hırsızlık konusunda ise
erkek daha cür'etli ve daha muktedirdir. Bundan dolayı hırsızlık cezasını
bildiren ayette hırsız erkekler hırsız kadınlardan önce zikredilmiştir.
"Muhsanât"
ifadesiyle kadın olsun erkek olsun iffetli bir kimseye iftira edilmesinin
"kazif haddi" ni vacip kıldığına işaret edilmektedir. Fücûruyla (kötü
yolda olmasıyla) tanınan bir kimseye iftira edene had cezası uygulanmaz. Zira
fasıkın hiçbir değeri ve şerefi yoktur.
Ayetin
manası şudur: İffetli, hür, müslüman hanımlara zina iftira ederek kötü söz
söyleyip de bu suçlamayı o kadınları zina işlerken gören dört şahitle ispat
edemeyenlere yani yaptıkları iftiranın doğruluğuna delîl getiremeyenlere ait üç
hüküm vardır:
a) Zina iftirasında bulunan kimseye yüz değnek vurulması.
b)
Şahitliğinin ebediyyen
reddedilmesi, hayatı müddetince hiçbir işte şahitliğinin kabul edilmemesi.
c) Fasık olması, ne Allah katında ne de insanların nezdinde adil olarak
kabul edilmemesi. İsterse bu kişi zina iftirasında yalancı isterse doğru sözlü
olsun. Fısk, Allah Tealâ'ya itaatin dışına çıkma demektir.
Bu,
aşırı kötülemeye ve mümin kadınların mahremiyet perdesini yırtmaya sebep
olması sebebiyle zina iftirasında bulunmanın büyük günahlardan biri jlduğuna
delildir. Fakat ayetin açıkça belirttiği ve iftiracının üzerine düşen şart dört
şahit getirmekten aciz olmasıdır. Şeriatın kaideleri bu kişinin mükellef (yani
hür akil baliğ) olmasını, bu fiilin haram olduğunu gerçekten bilmesini yahut
yeni müslüman olup şeriatın hükümlerini bilebilecek kadar bir müddet geçiren
kimse gibi hükmen bilmesini gerekli kılmaktadır.
Ayetin
açık ifadesiyle kendisine zina iftira edilen kişinin şartı muhsan -yani
mükellef (akil baliğ) hür, müslüman ve zina etmeyen, iffetli bir kişi- olmasıdır.
Dolayısıyla kazif olayındaki "muhsan" kişinin şu altı şartı taşıması
gerekir:
a) Bulûğ (ergenlik çağma ermiş olmak),
b) Akıllı olmak. Bu iki şart zinadan uzak olmanın gerekli
esaslarındandır.
c) Hür olmak. Çünkü bu "muhsan" ifadesinin ihtiva ettiği
manalardan biridir.
ç) İslâm (müslüman olmak). Zira Peygamberimiz (s.a.) daha önce zikri geçen
hadis-i şeriflerinde: "Kim Allah'a şirk koşarsa muhsan değildir."
buyurdu.
d) Zinadan uzak kalıp iffetli olmak.
Buna
göre deli, çocuk, köle, kâfir ve zinakâr kimseler "muhsan" olarak
ka-ul edilmezler. Dolayısıyla bunlara zina iftira edenlere had cezası
uygulanmaz, incak eziyette bulunma sebebiyle ta'zir cezası uygulanır.
Dikkat
edilirse ayetin zahiri müslüman olsun, kâfir olsun, hür olsun buran iffetli
kadınları içine almaktadır. Ancak fıkıh âlimleri kazif olayındaki
muhsan"ın şartlarının beş tane olduğu görüşündedirler:
a) İslâm, b) Akıl, c) Bulûğ d) Hür olmak e) Zinadan
uzak, iffet sahibi olmak.
Daha
önce geçen hadisin delaletiyle müslüman olmayı dikkate aldık. İmam Ahmed, Ebu
Davud, Nesaî, İbni Mace ve Hakim'in Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettiği
Peygamberimiz'in (s.a.): "Kalem şu üç kişiden kaldırılmıştır: Çocuk,
deli..." hadis-i şerifinin delaletiyle akıllı ve buluğa ermiş olmayı
itibara aldık. Hür olmayı şart kabul ettik. Çünkü kölenin derecesi eksiktir.
Dolayısıyla köle zina ile ayıplanmayı çok büyük bir kusur olarak saymaz.
Zinadan uzak kalıp iffetli olmayı dikkate aldık. Çünkü zina iftirasında bulunan
kimseyi yalanlamak için had cezası meşrudur. Zina isnat edilen kişi gerçekten
zinakâr ise, bu isnatta bulunan kişi bu sözünde sadık ise bu isnadı yapan
kimseye had cezası uygulanmaz. Aynı şekilde zina isnat edilen kişi bir kadınla
nikâh şüphesiyle veya fasit bir nikâh sebebiyle münasebette bulunmazsa yine
had cezası uygulanmaz. Çünkü burada, zinada şüphe vardır.
Köle
veya kâfir zinadan uzak iffetli bir kimse ise bir yönden "muhsan"
olup diğer yönden muhsan sayılmaz. Bu ise onun muhsan oluşunda bir şüphe
sayılır. Dolayısıyla buna zina isnat eden kimseye verilecek had cezasının düşürülmesi
gerekir.
Evliliğin
de "muhsan" kişinin sıfatları arasında sayılması gerekir. Ancak
alimler burada evliliğin dikkate alınmaması yani zina isnadında bulunulan kişinin
evli erkek ya da evli kadın olması konusunun itibara alınmaması üzerinde lian
hakkındaki gelecek ayetlerin delaletiyle görüş birliğine varmışlardır. Bu
sebeble lian ayeti (Nur, 24/6) kazif ayetini (Nur, 24/4) tahsis etmektedir.
"Sonra
da dört şahit getiremeyenler..." ayetinin zahiri cezayı gerektiren kazfin
gerçekleşmesi için zina iftirasında bulunan kişinin zina isnat edilen kimseyi
zina ettiği halde gördüklerine tanık olan dört şahit getirmekten aciz olmasının
şart olduğuna delâlet etmektedir. "Erba'ati" kelimesinin
"tâ"sı zahirinde şahitlerin erkek olmalarının dikkate alındığını
ifade eder. Bu durum hadlerde kadınların şahitliğinin ittifakla muteber
olmadığını te'kit etmektedir.
Ayetler
bu dört erkek şahide şahitliğe ehil olmaktan başka ek şart koşma-maktadır.
Fakat alimler şahidin adil olmasının şart koşulmasında ihtilâf etmişlerdir:
Şafiî,
şahidin adaletli olması şarttır derken, Hanefîler, şahidin adaletli olması
şart değildir demişlerdir. Dört fasık şahitlikte bulundukları zaman Şafi-îlere
göre iftiracı sayılır, iftira eden gibi had cezasına tabi tutulur, Hanefîlerce
had cezası uygulanmaz, iftira edenden had cezası düşer. İftira edenden de aynı
şekilde zina isnat edilen kimseden de had cezası düşer.
Ayetin
umumî ifadesinin zahirine uyularak zina iftirasına uğrayan kadının kocasının
dört şahitten biri olması yeterlidir. Hanefîler bu zahirî manayı almışlardır.
İmam Malik ve Şafiî ise şöyle demişlerdir: Kocanın şahitlerden biri olması
muteber değildir. Kocaya lanette bulunur, diğer üç şahide had cezası vurulur.
Çünkü zina ettiğine şahitlikte bulunmak kaziftir, bu durumda, istenen şahitlik
nisabı tamamlanmamış demektir.
Ayetin
zahirdeki mutlak manasına göre şahitlerin ayrı ayrı veya toplu halde gelmeleri
sahihtir. Malikîler ve Şafîîler bunu almışlardır. Bu durum diğer hükümlerdeki
şahitlik gibidir.
İmam
Ebu Hanife diyor ki: Bu dört şahidin ayrı ayrı değil, sadece bir arada
yaptıkları şahitlik kabul edilir. Ayrı ayrı şahitlik yaparlarsa şahitlikleri kabul
edilmez. Çünkü bir kişi şahitlik yaptığı zaman (kazif) iftiracı olmuş ve dört
şahit getirmemiş olur. Dolayısıyla üzerine had cezası vacip olmaz, şahitliğe de
ehil olmaz. Bu görüş İmam Malik'ten de nakledilmiştir.
Yine
ayetin zahirinden anlaşıldığına göre zina iftirasında bulunan sadece iki veya
üç şahit getirmişse kendisine celde vurulur. Aynı şekilde bu şahitler de nisabı
tamamlamazlarsa kendilerine celde vurulur. Hz. Ömer'in fiili buna delildir.
Hz. Ömer Mugire b. Şu'benin zina ettiğine şahitlikte bulunan Şibl b. Ma'bed,
Ebu Bekre (Nüfey' b. Haris) ve kardeşine celde cezası uygulamış, dördüncüleri
olan Ziyad zinanın gerçekten meydana geldiğini kesin bir ifade ile
bildirmemişti.
"Onlara
seksen değnek vurun." ayetindeki hitap veliyyül-emr olan idarecileredir.
Bu umumi ifadenin zahiri hür ve köleyi de içine alır. Hür ve kölenin had cezası
seksen değnektir. İbni Mes'ud, Evzaî ve Şia bu görüşü kabul etmişlerdir. Diğer
fıkıh alimlerine göre kazifte kölenin had cezası yarı ceza olup 40 celdedir. Bu
zahir mana yöneticinin zina iftirasına uğrayanın talebi olmasa da haddi ikame
etmesine delâlet etmektedir. İbni Ebî Leylâ da bu görüştedir. Cumhur diyor ki:
Zina isnat edilen kimsenin talebi olmadıkça had cezası uygulanmaz. İmam Malik
diyor ki: Devlet reisi onun zina iftirasında bulunduğunu işittiği zaman bu
iftiraya uğrayan talep etmese bile devlet reisinin adil şahitleri varsa had
cezası uygular.
Kısaca:
Dört mezhebe göre devlet reisi kazif haddi cezasını ancak bu iftiraya uğrayan
kimsenin talebi üzerine uygular.
Kazif
haddinin uygulanmasında, ırzın korunması hususundaki Allah Te-alâ'nın hakkı
mahremiyeti çiğnenen kul hakkı gözetilmektedir. Fakat fıkıh alimleri bu hadde
ağır basan hususun ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir:
Şafiîler
demişlerdir ki: Allah'ın müstağni oluşuna ve kulun muhtaç oluşuna itibar
edilerek kul hakkı daha ağır gelir.
Hanefiler
ise Allah Tealâ'nm hakkının daha ağır basacağı görüşüne varmışlardır. Çünkü bu
haddin yerine getirilmesi kulun menfaatini de temin etmiş olmaktadır.
Bu
görüş ayrılığının neticesi şu örneklerde ortaya çıkar:
a) Zina iftirasına uğrayan kimse had cezasının yerine getirilmesinden önce
ölürse Hanefilere göre Allah'ın hakkı ağır bastığı için had cezası sakıt olur.
Şafiîler
diyor ki: İftira edilenin ölümü sebebiyle had sakıt olmaz. Bilakis kul hakkı
ağır geldiği için mirasçılarının bunu talep etme hakları vardır.
b) Bir kişi bir topluluğa bir kelime ile veya birkaç kelime ile zina
iftirasında bulunsa Hanefiler haddin birbirine girdiği görüşüne varmışlardır.
Allah'ın hakkı daha galip geldiği için hepsine sadece bir had yeterlidir.
Birkaç defa zina eden, yahut birkaç defa hırsızlık yapan veya birkaç defa içki
içen de aynı hükme tabidir.
c) Zina iftirasına uğrayan had cezasını affederse kul hakkı galip
sayıldığı için Şafiîlere göre had cezası sakıt olur. Hanefilere göre haddin
uygulanması talep edildikten sonra had cezası düşmez.
Zina
iftirasında bulunan kimsenin şahitliği Şafiînin görüşüne göre celde edilmeden
önce bile reddedilir. İmam Ebu Hanife ve Malik'e göre onun şahitliği celde
edildikten sonra reddedilir. Çünkü ayetteki "vav" atıf harfi tertibi
gerekli kılmasa da murad edilen mana tertiptir.
Zira
Peygamberimiz (s.a.) Deylemî'nin ve İbni Ebî Şeybe'nin İbni Ömer'den (r.a.)
merfu olarak naklettikleri hadiste "Müslümanlar birbirleri hakkında adalet
sahibidirler. Ancak kazif (zina iftirası) sebebiyle had cezasına tabi tutulan
kişi müstesna," buyurmaktadır. Bu hadisi Darakutnî Hz. Ömer'in (r.a.) Ebu
Musa el-Eş'arî'ye yazdığı meşhur mektubundan rivayet etmiştir.
Zina
iftirasında bulunan kimsenin şahitliğinin reddedilmesi genel bir hüküm olup
kaziften önce de sonra da olmasını ihtiva etmektedir. Bu hüküm kâfir olup da
sonra müslüman olan ve zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliğini de içine
almaktadır. Ancak Hanefîler kazif sebebiyle had cezasına tabi olan kâfiri,
sonra müslüman olursa bundan istisna etmişlerdir. Zira onun müs-lümanlıktan
sonra şahitliği İslâm sebebiyle yeni bir adalet sebebiyle makbuldür.
Zina
iftirasında bulunan kimsenin şahitliğinin reddedilmesi Allah'ın kazfe karşılık
verdiği iki cezayı belirten ayetin zahiriyle amel edilerek Hanefîlerin görüşüne
göre had cezasını tamamlayan bir hükümdür. Zahir olan husus bu iki noktanın
birlikte kazif haddini oluşturmasıdır.
İmam
Malik ve Şafiî demişlerdir ki: Had cezası sadece 80 değnektir. Şahitliğin
reddedilmesi had üzerine verilen ilâve bir cezadır. Çünkü had bedenî bir
cezadır, şahitliğin reddedilmesi ise manevî bir cezadır. Ayrıca
Peygamberi-miz'in (s.a.) Hilâl b. Ümeyye'ye (r.a.) söylediği -Buharî, Ebu Davud
ve Tirmi-zî'nin İbni Abbas'tan rivayet ettikleri- "Ya beyyine ya da sırtına
vurulacak had cezasıdır." şeklindeki hadis-i şerifi celdenin had cezasının
tamamı olduğuna delâlet etmektedir.
Hanefîlerin
görüşüne göre devlet reisi zina iftirasına uğrayan kişinin talebi olmadan bu
iftirayı yapan kimsenin şahitliğini reddedemez.
Cenab-ı
Hak bundan sonra tevbe durumunu reddederek şöyle buyurdu:
"Ancak
bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesna. Çünkü Allah çok mağfiret eden,
çok merhamet edendir." Yani sadece bu sözlerinden dönen, yaptıklarına
pişman olan, durumlarını ve davranışlarını düzelten ve muhsan (namuslu, hür)
kimselere tekrar zina iftirasında bulunmayan kimseler bundan müstesnadır.
İbni
Abbas diyor ki: Yani tevbeyi izhar eden kimseler demektir. Çünkü Allah çok
mağfiret eden, günahlarını örten, onlara merhamet edendir. Allah onların
tevoejfenhı'fcadul'eaer, onların aamgaıandUtıarı
j&sıAATtbTa&drfrrAmlftrrr:
Şafiî
diyor ki: Zina iftirasında bulunan kimsenin tevbesi kendisini yalan-lamasıdır.
Mana Şafiî'nin ashabından Istahrî'nin tefsir ettiği gibi şöyledir: Zina iftirasında
bulunan kimse: "Söylediğim hususta yalan söyledim. Bunun gibi bir
davranışa tekrar dönmeyeceğim" diyecektir. Şafiî'nin ashabından Ebu İshak
el-Mervezî Şafiî'nin bu sözünü şöyle tefsir etti: "Yalan söyledim."
demez. Çünkü doğru sözlü olabilir. Buna göre "yalan söyledim" demesi
yalan olur. Yalan ise masiyettir. Masıyet işlemek bir başka masıyetten tevbe
olmaz. Bilâkis şöyle der: "Kazif batıldır, dediğimden pişman oldum ve
döndüm. Bir daha tekrar bunu işlemiyeceğim." Ebul-Hasen el-Lahmî ise
tevbenin ancak kazifte yalanlamak suretiyle olacağını tercih etmiştir.
Alimlerden
biri ise şöyle demiştir: Zina iftirasında bulunan kimsenin tevbesi diğer
tevbeler gibidir. Bu tevbe de onunla rabbi arasında olur. Bunun muhtevası
söylediğine pişman olmak ve bir daha dönmemeye azmetmektir.
Alimler
bu istisna hakkında ihtilâf etmişlerdir: Bu istisna sadece son cümleye raci
olup tevbe yalnız fasıklığı mı kaldırır? Böylece bu kimse tevbe edip ıslah
olsa da daima şahitliği reddedilen bir kişi mi olur? Yoksa bu istisna ikinci ve
üçüncü cümleye ya da hepsine mi raci olur?
Dikkat
edilirse daha önce belirttiğimiz gibi bu ayet üç hükmü birbirlerine vav
harfiyle atfedilen üç cümle halinde zikredip istisna ile sona ermiştir. Alimler
bu istisnanın burada birinci cümleye raci olmadığını dolayısıyla kul hakkı
-yani iftiraya uğrayan kişinin hakkı- için zina iftirasında bulunan kimsenin
tevbesi sebebiyle haddin sakıt olmayacağı konusunda ittifak etmişlerdir.
İhtilâf,
istisnanın ikinci ve üçüncü cümleye -yani şahitliğin reddedilmesi ve fasıklık
noktasına- raci olmasında toplanmıştır.
Hanefi'ler
diyor ki: İstisna sadece son cümleye raci olup fasıklık tevbe ile ortadan
kalkar ve zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliği ebediyyen reddedilir.
Çünkü "İşte bunlar fasıkların ta kendileridir." ayeti ihbar sigasıyla
başlayan, daha önceki cümle ile irtibatı olmayan bir cümle olup faydasız yere
müminin namusunu çiğnemek suretiyle fasıklık sıfatının sabit olduğunu ve buna
sebep olma vehmini ortadan kaldırmak için getirilmiştir. Son cümle yeni bir
cümle olunca istisna da sadece o cümleye yöneltilmiş olmaktadır.
Cumhur
(Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler) diyor ki: İstisna ikinci ve üçüncü cümleye
racidir. "Onların şahitliğini ebediyyen kabul etmeyin" cümlesi yeni
bir cümle olup öncesi ile irtibatı yoktur. Çünkü bu durum had cezasını tamamlayan
bir husus değildir. "İşte bunlar fasıkların ta kendileridir." cümlesi
şahitliğin reddedilmesinin illetini beyan etmektedir. İllet olan fasıklık
tevbe sebebiyle kaldırılınca illete bağlı olan (ma'lul) şahitliğin reddedilmesi
durumu da ortadan kalkar. Bu cümle sebep bildiren bir cümledir, başlıbaşına
bir cümle değildir. Yani fasıkhkları sebebiyle şahitliklerini kabul etmeyin.
Fasıklık ortadan kalkınca onların şahitlikleri niçin kabul edilmesin?
İstisnanın
sadece son cümleye yahut bütün cümlelere raci olduğuna delil veya karine olduğu
zaman iki gurup arasında bu ihtilâf çıkmaz. Bunu şu iki örnekte görmekteyiz:
Birincisi,
hatayla öldürmenin diyeti hakkındaki Cenab-ı Hakkın şu ayetidir: "Kim bir
mümini yanlışlıkla öldürürse mümin bir köleyi azat etmesi ve (ölünün) ailesine
(mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır. Ancak onların (bu
diyeti) sadaka olarak bağışlamaları bundan müstesnadır." (Nisa, 4/92). Bu
ayette istisnanın köle azat etmeye değil de diyete raci olduğuna delâlet eden
bir karine vardır. Zira köle azat etmek Allah Tealâ'nm hakkıdır. Velinin sadaka
olarak bağışlaması Allah Tealâ'nm hakkını düşürmez.
İkincisi:
Cenab-ı Hakk'm Allah'a ve Rasülüne savaş açan yol kesiciler hakkındaki
ayetteki: "Ancak siz kendilerini ele geçirmeden önce tevbe eden (muhariplerle
yol kesen) kimseler bundan müstesnadır." (Maide, 5/34) ifadesi gibi. Burada
istisnanın önceki cümlelerin tamamına raci olduğuna dair delil vardır. Çünkü bu
ayetteki "kendilerini ele geçirmeden önce" sınırlaması istisnanın son
cümleye, yani ahirette ise onlara pek büyük bir azap vardır, cümlesine raci olmasını
engellemektedir. Zira tevbe ele geçirilmelerinden önce de sonra da olsa uhrevî
azabı düşürmektedir. Dolayısıyla bu sınırlamanın haddin sakıt olmasından başka
bir faydası da yoktur. Bu istisna ittifakla bütün cümlelere racidir.
[28]
1- Ayet, zina iftirasında bulunan kimsenin bu suçlamasını dört şahitle ispat
etmekten aciz kaldığı zaman 80 değnek vurularak cezalandırılmasının, had
cezasına tabi tutulmasının, şahitliğinin reddedilmesi ile hükmedilmesinin ve
fasık sayılmasının vacip olduğunu irşad etmektedir. Ancak tevbe ederse cumhura
göre şahitliği kabul edilip ve kendisinden fasıklık vasfı kalkar. Hanefî
mezhebine göre tevbe ile sadece fasıklık vasfı kalkar, tevbe etse de şahitliği
ebediyyen reddedilir.
2- Kazfin (zina iftirasında bulunmanın) alimlere göre dokuz şartı vardır:
-
Akıllı olmak,
-
Bulûğ çağına girmiş olmak.
Ayrıca
iftira fiilinde de iki şart bulunmalıdır:
-
Haddi gerektiren bir cinsî münasebetle iftirada bulunmaktır. Bu Hanefî-ler
dışındaki cumhura göre zina ve livata münasebetleridir.
-
Ya da diğer masiyetlerden farklı olarak bunu yerine getiren kimsenin şerefi
zedelenmelidir.
Geriye
kalan beş şart da zina iftirasına uğrayan kimsede bulunmalıdır: Bunlar:
-
Akıllı olmak,
-
Bulûğa ermiş olmak,
-
Müslüman olmak,
-
Hür olmak,
-
İftiraya uğradığı fuhuştan uzak, iffet sahibi olmak.
3- Alimler açıkça zina ifadesiyle yapılan iftiranın haddi icap
ettirdiğine ittifak etmişlerdir.
Ta'riz
veya kinaye yoluyla yapılan: "Ben zinakâr değilim." yahut "Annem
zinakâr değil." gibi ifadelere gelince:
a) İmam Malik'e göre, bu da kaziftir (iftiradır).
b) İmam Şafiî, "Bununla kazfi murad ettim." derse kaziftir.
c)
İmam Ebu Hanife ise bu ifadede
şüphe bulunduğu ve hadler de şüphe sebebiyle düşeceği için kazif değildir,
demiştir.
4- Cumhur Ehl-i Kitap'tan bir erkek veya kadına kazifte (zina
iftirasında) bulunan kimseye had cezası olmayacağı sadece ta'zir cezası
verileceği görüşüne varmışlardır. Zühri, Said b. Müseyyeb ve İbni Leyle ise:
"Bu kadının müslüman bir evlâdı varsa bu kadına iftirada bulunan kimseye
had cezası gerekir." demişlerdir.
5-
Bulûğdan önce kendisiyle cinsî
münasebet yapılması mümkün olacak derecede -gelişmiş- bir kızcağıza yapılan
zina iftirası İmam Malik'e göre kazif sayılır. Diğer imamlar ise: "Bu bir
kazif değildir. Çünkü bu zina değildir. Had gerekmez, sadece tazir
edilir." demişlerdir.
6- Şahitliğin edasının şartı olan dört şahidin aynı mecliste şahitlik
edip etmemesi konusuna gelince, bu konuda daha önce geçtiği gibi alimlerin iki
görüşü vardır:
Bir
görüş bütün şahitlerin tek bir mecliste şahitlik yapmalarını şart koşarken,
diğer bir görüş bunu şart koşmamakta, şahitlerin şahitliği ayrı ayrı
yapmalarının sahih olduğunu ifade etmektedir.
7- Zina sebebiyle aleyhinde şahitlik yapılan kişi recm edildikten sonra
şahitlerden biri şahitlikten vazgeçerse cumhura göre bu şahit diyetin dörtte
birini öder. Diğer şahitlere hiçbir şey icap etmez.
İmam
Şafiî diyor ki: Eğer bu şahit ben onun öldürülmesi için bunu kasden yaptım
derse recmedilen kimsenin velileri tercih hakkına sahiptirler: Dilerlerse onu
öldürürler (öldürülmesini isterler), dilerlerse affeder diyetin dörtte birini
alırlar. O kimseye de had cezası vurulması vacip olur.
8-
Kazif (zina iftirasında
bulunma) haddinin sıfatı hakkında da iki görüş vardır:
- İmam Ebu Hanife diyor ki: Bu Allah Tealâ'nın
haklarındandır. Bunda ağır basan Allah'ın hakkıdır.
-
Cumhur diyor ki: Bu Ademoğulları'nm haklarındandır.
Bu
görüş ayrılığının neticesi şudur: Birinci görüşe göre zina iftirasında bulunan
kimsenin tevbesinin Allah ile kendi arasında faydası vardır. Had mirasçılara
intikal etmez. Affetmekle de sakıt olmaz.
İkinci
görüşe göre, zina iftirasında bulunan kimseye tevbenin faydası olmaz. Ama
iftiraya uğrayan ona hoşgörülü davranabilir. Had mirasçılara intikal edebilir.
Affetmek suretiyle sakıt olur. Daha önce bu ihtilâfın diğer neticeleri
geçmişti.
İbnü'l-Arabî
diyor ki: Doğru olan bu hakkın Ademoğulları'nm hakkı olmasıdır. Bunun delili
bu hakkın iftiraya uğrayan kimsenin talebine bağlı olması ve iftiraya uğrayan
kimsenin bundan dönüş hakkının sahih olmasıdır.
9- Şahitlik zinayı bizzat görmekle olur. Şahitler zinayı sürmedanlığa
giren sürme çubuğu gibi görmelidirler. İmam Malik'e göre bir yerde
görmelidirler. Bu gerçekleşmezse -daha önce açıkladığımız gibi- şahitlere celde
vurulur.
10- Zina iftirasında bulunan kimse tevbe ederse Cumhurun görüşüne göre
şahitliği kabul edilir. Çünkü şahitliğin reddedilmesi fasıklık illeti
sebebiyledir. Fasıklık tevbe ile ortadan kalkınca şahitliği had vurulmadan önce
de sonra da mutlak olarak kabul edilir. Hanefîlerin görüşüne göre tevbe etse de
şahitliği ömür boyunca kabul edilmez.
Birinci
görüş (Cumhurun görüşü) tercih edilmeye lâyıktır. Zira tevbe küfrü sildiğine
göre, küfrün altındakiler gayet tabiî silinir. Ayrıca İbni Mace'nin İbni
Mes'ud'dan (r.a.) rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.): "Tevbe eden
kimse hiç günahı olmayan kimse gibidir." buyurmaktadır. Allah kulun
tevbesi-ni kabul ederse kulların bu tevbeyi kabul etmesi daha evlâdır.
11- İmam Şafiî ve İbni Macişûn'a göre zina iftirasında bulunan kimsenin
şahitliği iftirası ile sakıt olur. İmam Malik ve Ebu Hanife'ye göre celde
vuru-luncaya kadar şahitliği sakıt olmaz. Celde vurulmasına affedilmek gibi bir
engel çıkarsa onun şahitliği reddedilmez.
12- Çoğunluğun görüşüne göre kazif haddi vurulan kimsenin tevbe etmesinden
sonraki şahitliği her şeyde mutlak olarak caizdir.
İbni
Macişûn diyor ki: Kime kazif veya zina sebebiyle had vurulmuşsa o kimse adil
olsa bile onun şahitliği ne zina şekillerinden hiçbirinde, ne kazifte, ne de
lianda kabul edilebilir.
13- Zina iftirasına uğrayan kimse bu iftiraya yapana had cezası verilmesini
talep etmeden yahut bu durum sultana bildirilmeden ölmüşse ya da iftiraya
uğrayan kimse iftirayı yapanı affetmişse iftirayı yapan kimsenin şahitliği makbuldür.
Çünkü şahitliğin kabul edilmesinden nehyedilmesi celdeye atfedilmiş-tir.
Daha
önce beyan ettiğimiz gibi İmam Şafiî ve aynı şekilde İmam Leys ve İmam Evzaî
şöyle demişlerdir: Zina iftirasında bulunan kimseye had cezası vu-rulmasa da
bizzat kazif sebebiyle şahitliği reddedilir. Çünkü kazif sebebiyle o fasık
sayılır. Kazif (zina iftirasında bulunmak) ise büyük günahlardandır. Dolayısıyla
zina ithamına uğrayan kimsenin zinayı ikrar etmesiyle bu ithamda bulunan
kimsenin aklanması doğru sözlülüğü sahih oluncaya ya da ithamda bulunduğu
kimse aleyhine delil ortaya konuncaya kadar bu ithamda bulunan kimsenin
şahitliği kabul edilmez.
İmam
Ebu Hanife ve İmam Malik zina iftirasında bulunan kişinin ancak celde
vurulmasından ve kazif sebebiyle had cezasına tabi tutulmasından sonra
şahitliğinin reddedileceği görüşündedirler. Bunun delili daha önce geçen
Deyle-mî'nin ve İbni Ebî Şeybe'nin İbni Ömer'den (r.a.) rivayet ettikleri
hadis-i şeriftir: "Müslümanlar birbirleri üzerine adil kimselerdir. Ancak
kazif sebebiyle hadde, uğrayan kimse müstesnadır."
14- Zina iftirasında bulunan kimsenin itibarının iade edilmesi ve
şahitliğinin kabul edilmesi için şahsî ve kalbî tevbe yeterli değildir. Çünkü
bu emir başkasının -yani zina iftirasına uğrayan kimsenin- hakkı ile
ilgilidir. Bilakis bunun ilân edilmesi gereklidir. Bunun için Cenab-ı Hak
"ıslah olanlar" yani tev-beyi ortaya koyanlar buyurmuştur. Amelini
ıslah edenler anlamında denilmiştir. Fakat bu mana burada uygun değildir.
celde
vuru[29]
6-
Hanımlarına zina ithamında bulunan ve kendilerinin kendilerinden başka şahitleri
de bulunmayan kimselerden her birinin şahitliği, kendisinin gerçekten doğru
sözlü olduklarına dair Allah'a yemin ederek dört defa şahitliktir.
7-
Beşinci (defa şahitlik) de eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti muhakkak
kendisinin üstüne olsun (şeklindedir).
8-
O kadının Allah'a yemin ile onun (kocasının) muhakkak yalancılardan olduğuna
dört defa şahitlik etmesi,
9-
Beşinci (defa şahitlik) de eğer o (kocası) doğru sözlülerden ise muhakkak Allah'ın
gazabı kendi üzerine olsun demesi ondan (o kadından) bu azabı kaldırır.
10-
Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı ya da gerçekten Allah
tevbeleri çok çok kabul eden ve sonsuz hikmet sahibi olmasaydı? (durumunuz
nasıl olurdu?)
"...
tevbeleri çok çok kabul eden ve sonsuz hikmet sahibi..." Bu ayette geçen
"tevvâb" ve "hakîm" kelimeleri mübalağa sigalarmdandır.
"Doğru
sözlüler" ve "yalancılar" kelimeleri arasında tezat sanatı
vardır.
"Ya
üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı..." cümlesinin cevabı
korkunçluğu ve zecri ifade etmesi ve ifadenin daha beliğ olması için
hazfedil-miştir.
[30]
"Hanımlarına"
zina ettikleri şeklinde "ithamda bulunan ve kendilerinin kendilerinden
başka şahitleri de bulunmayan kimselerden" ki bu durum saha-bilerden bir
gurup için meydana gelmişti. Bunlardan "her birinin şahitliği, kendisinin"
hanımlarına yaptıkları zina ithamında "gerçekten doğru sözlü olduklarına
dair Allah'a yemin ederek dört defa şahitliktir."
"Beşinci"
defa şahitlik "de eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti muhakkak
kendisinin üstüne olsun." Lanet, Allah'ın rahmetinden kovulmaktır. Bu
ifade erkeğin lian (lânetleşme) ifadesidir. Bunun hükmü, kendisinden kazif
haddinin düşmesi ve kocayla hanımı arasında aynı lian ile Şafiîlere göre fesih
ayrımının meydana gelmesidir.
"O
kadının Allah'a yemin ile onun" kocasının kendisine yaptığı zina ithamında
"muhakkak yalancılardan olduğuna dört defa şahitlik etmesi, beşinci"
defa şahitlik "de eğer o" kocası "doğru sözlülerden ise muhakkak
Allah'ın gazabı" kızgınlığı veya azaba, cezaya uğraması "kendi
üzerine olsun demesi ondan" o kadından "bu azabı" ilâhî cezayı
"kaldırır."
"Ya
üzerinizde" bunu örtmek suretiyle "Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı
ya da gerçekten Allah" bu konuda ve diğer konulardaki "tevbeleri çok
çok kabul eden" bu konuda ve diğer hususlarda verdikleri hükümlerinde
"sonsuz hikmet sahibi olmasaydı?"
[31]
Buharî,
Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ettiğine göre Hilâl b.
Ümeyye (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) huzurunda hanımının Şerik b. Sahmâ ile
zina ettiği ithamında bulunmuştu.
Peygamberimiz
(s.a.) ona şöyle demişti:
- Ya beyyine (delil) getirirsin ya da sırtına
had vurulur. Hilâl b. Ümeyye (r.a.):
-
Ya Rasulallah! İçimizden biri hanımıyla beraber bir adam görse gidip delil mi
arayacaktır? dedi. Peygamberimiz (s.a.) ona yine:
-
Ya beyyine (delil) getirirsin ya da sırtına had vurulur buyurdu. Hilâl:
-
Seni hakla götüren Allah'a yemin olsun ki ben doğru sözlüyüm. Allah benim
sırtımı had cezasından koruyacak hükmü mutlaka indirecektir.
Bunun
üzerine Cebrail indi. Allah ona: "Hanımlarına zina ithamında bulunan ve
kendilerinin kendilerinden başka şahitleri de bulunmayan kimselerden her
birinin şahitliği..." ayetinden itibaren dört ayeti Peygamberimiz'e (s.a.)
indirdi.
İmam
Ahmed bu hadisi şu şekilde rivayet etti: "Muhsan (namuslu, hür, mükellef)
kadınlara (zina ettikleri şeklinde) iftira atan, sonra da (bu iddiasına) dört
şahit getiremeyen kimselere seksen değnek vurun. Ebediyyen onların şahitliklerini
kabul etmeyin..." (Nur, 24/4) ayeti inince Ensar'ın reisi olan Sa'd b.
Ubade (r.a.):
-
Ayet bu şekilde mi indirildi, ya Rasulallah? dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.):
-
Ey Ensar cemaati! Reisinizin söylediğini duymuyor musunuz? dedi. Ensar:
-
Ya Rasulallah! Onu kınama. O kıskanç bir adamdır. Allah'a yemin olsun ki onun
aşırı kıskançlığı sebebiyle bizden hiçbir adam onun evlenip de boşandığı bir
kadınla evlenmeye cesaret edememiştir, dediler.
Sa'd
dedi ki:
-
Allah'a yemin olsun ki, ya Rasulallah! Ben bunun hak olduğunu, bunun Allah
tarafından olduğunu da biliyorum. Fakat ben şayet alçak bir kadını bir adamla
bulsam o adamı uzaklaştırmaya veya ona dokunmaya hakkım olmadığına ve gidip
dört şahit getireceğime şaşıyorum. Vallahi o adam işini bitirinceye kadar ben
o dört şahidi bulup getiremem.
Ravi
diyor ki: Çok geçmeden Hilâl b. Ümeyye geldi. Hilâl Tebuk savaşma katılmayan
ancak tevbeleri kabul edilen üç kişiden biriydi. Bahçesinden eve gelmiş,
hanımının yanında bir adam bulmuş, adamı gözüyle görmüş, sözlerini kulağıyla işitmişti.
Sabah oluncaya kadar ona dokunmamıştı.
Hilâl
sabahleyin Peygamberimiz'e (s.a.) gelip:
- Ben akşamleyin evime geldim. Ailemin yanında
bir adam buldum. Gözümle gördüm. Kulağımla duydum. Peygamberimiz (s.a.)
Hilâl'in getirdiği bu haberi hoş karşılamadı. Bu haber ona ağır gelmişti.
Ensar
toplandı. Şöyle diyorlardı:
- Sa'd b. Ubade'nin söylediği sözle imtihana
tabi tutulduk. Rasulullah (s.a.) Hilâl b. Ümeyye'ye celde vuracak ve insanlar
içinde şahitliğini de reddedecek.
Hilâl:
"Allah'a yemin olsun ki, ben Allah'ın bu meselede bir çıkış yolu vereceğini
ümid ediyorum." dedi.
Rasulullah
(s.a.) Hilâl'e celde vurmayı düşünüyordu. Bunun üzerine Allah vahiy indirdi.
Hilâl'i serbest bıraktılar. Nihayet vahiy sona erdi. "Hanımlarına zina
ithamında bulunanlar..." hakkındaki önceki ayet (Nur, 24/4) nazil olup bu
ayetin zahiri kocaları da başkalarını da içine alınca Sa'd dedi ki:
-
Ya Rasulallah! Ben hanımımın yanında bir adam bulsam ona mühlet verip dört
şahit mi getireceğim? Allah'a yemin olsun ki onu anında kılıçla vururum,
öldürürüm, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Sa'din kıskançlığına mı şaşıyorsunuz? Vallahi
ben ondan daha kıskancım. Allah da benden daha kıskançtır, buyurdu.
Buharî
ve Müslim'in Sehl b. Sa'ddan rivayetine göre Uveymir Asım b. Adiyy'e gelip:
- Benim için Rasulullah'a (s.a.) sor bakalım:
Bir kişi hanımının yanında bir adamı görse ve onu öldürse o sebeple o kişi
öldürülür mü? Yahut ona nasıl davr anılır?
Asım
bu soruyu Peygamberimiz'e (s.a.) sordu. Rasulullah (s.a.) bu soruyu soranı
ayıpladı. Uveymir Asım'ı gördü. Asım'a:
-
Ne yaptın? diye sordu. Asım:
- Ne yapayım, sen bana hayırlı bir iş vermedin,
dedi. Ben bunu Rasulullah'a (s.a.) sordum. O da bu çeşit soru soranları
ayıpladı, dedi. Bunun üzerine Uveymir:
- O halde Allah'a yemin olsun ki, ben gidip
Rasulullah'a soracağım, dedi. ütti, sordu. Efendimiz (s.a.):
-
Allah senin hakkında ve arkadaşının hakkında -yani bu gibi olayla karşıdan
herkes hakkında- vahiy indirdi, dedi.
Hafız
İbni Hacer diyor ki: Bu konuda hadis imamları ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı bu
ayetlerin Uveymir'in meselesi hakkında nazil olduğu tercihinde bulunurken, bir
kısmı da Hilâl'in meselesi hakkında nazil olduğu görüşünü rercih etmiştir.
Diğer bir kısmı da bu olayla ilk defa Hilâl'in karşılaştığı, Uveymir'in
gelişinin de buna rastladığı ve bu ayetin bu ikisi hakkında nazil olduğu
şeklinde bu iki rivayeti birleştirmişlerdir. Nevevî bu görüşe meyletmiş,
Hatib-i Bağdadî de ona tabi olmuş, Hatib şöyle demiştir: Belki de bu olay her
ikisi için aynı vakitte meydana gelmiştir.
İbni
Hacer diyor ki: Nüzul sebeplerinin birden fazla olmasına hiçbir engel yoktur.
Kurtubî
diyor ki: Meşhur olan rivayet Hilâl'in olayının daha önce olduğu ve bu olayın
ayetin nüzul sebebi olduğu şeklindedir. Bir başka görüşe göre, Uveymir b.
Eşkar'ın olayı daha önce meydana gelmişti. Bu sahih, meşhur bir hadis olup
hadis imamları bunu rivayet etmişlerdi. Süheyli de: "Bu sahihtir."
demiştir. Kelbî diyor ki: Daha açık olan husus Uveymir el-Aclâni ile hanımı
arasında Han yaptığı şeklindeki rivayetlerin çokluğu sebebiyle, hanımının yanında
Şerik'i gören Uveymir el-Aclanî idi.
Önemli
olan bütün rivayetlerin şu üç noktada birleşmesidir:
Birincisi:
Lian ayetleri namuslu kadınlara iftira etmek hakkındaki ayetten bir müddet
sonra ve o ayetten ayrı olarak nazil olmuştur.
İkincisi:
Müminler lian ayetlerinin inmesinden önce "Namuslu kadınlara zina
ithamında bulunanlar..." ayetinden hem hanımı hem de yabancı kadınları söz
konusu ettiğini anlıyorlardı.
Üçüncüsü:
Bu ayet kocaya bir hafifletme olmak üzere nazil olmuştur.
[32]
Hanımların
dışındaki yabancı kadınlara zina ithamında bulunmanın hükmü beyan edildikten
sonra Cenab-ı Hak önceki ayetten bir istisna hükmü niteliğinde kişinin
hanımına zina ithamında bulunmasının hükmünü kocaya bir hafifletme olması için
ayrıca beyan etti. Zira bu arsızlık ve ayıp kocaya gelmekledir. Kocanın da
buna delil getirmesi zordur. Şahitleri getirme yükümlülüğü altında bulunması
onun için bir sıkıntı olmaktadır. Ailesine olan kıskançlığı da bir mazeret
sayılmalıdır. Ayrıca erkeğin hanımına zina isnadında bulunması çok zor
olduğundan genellikle doğru olabilir. Hatta bu durum erkek için hiç hoş
değildir, onun nazarında en çirkin şeydir.
[33]
Allah
Tealâ bu ayetle kocaların sıkıntısını gidermiş, onlardan biri hanımına zina
isnadında bulunduğunda delil getirmesi zor durumda olduğu zaman çıkış yolunu
göstermiştir. Bu çıkış yolu erkeğin hakime gidip hanımı hakkındaki iddiayı
söylemesi ve Allah Tealâ'nın emrettiği şekilde Handa bulunmasıdır. Li-an
hakimin kendisine dört şahit yerine geçmek üzere, hanımına yaptığı zina isnadında
doğru sözlü olduğuna dair Allah'a dört defa yemin ederek şahit getirmesidir.
Cenab-ı
Hak şöyle buyuruyordu: "Hanımlarına zina ithamında bulunan..." ve bu
isnatlarının doğruluğuna tanık olacak dört şahit getiremeyen kimselerden her
biri üzerine vacip olan şudur: Hanımına yaptığı zina ithamında doğru sözlü
olduğuna dair yemin ederek Allah'ı dört defa şahit tutar. Beşincide ise şöyle
der: Eğer ben hanımıma yaptığım bu zina ithamımda yalancı isem Allah'ın laneti
benim üzerime olsun. Lanet ise Allah'ın rahmetinden kovulmaktır.
Bunu
söylediği zaman bizzat Han sebebiyle Hanefiler dışındaki alimlerin cumhuruna
göre erkek hanımından ayrılmış olur. O kadın artık ebediyyen o erkeğe haram
olur. Erkek onun mihrini verir. Erkeğin kazif haddi sakıt olur. Çocuk varsa o
çocuğu erkek reddeder, kadın Han yapmazsa zina haddine çarpılır.
Kadının
dört defa, kocasının kendisine yaptığı bu zina ithamında kocasının yalancı
olduğuna dair yemin etmesi ve beşincisinde "Kocam eğer doğru söylüyorsa
Allah'ın gazabı üzerime olsun." demesi kadına zina haddi uygulamasını
ortadan kaldırır.
Erkeğin
lanetle kadının ise gazapla tahsis edilmek suretiyle aralarının ayrılmasının
sebebi kadına şiddetli davranmaktır. Çünkü bu fuhşun sebebi ve kaynağı
genellikle erkeği kendi nefsine çektiği için zinakâr kadındır.
Cenab-ı
Hak daha sonra bu hükmü vesilesiyle kullarına yaptığı lütuf, nimet ve rahmeti
beyan etmiştir. Zira erkeğin muradını gerçekleştirmek için ve kadının da bu
nefsini cezadan korumak için Hanı meşru kılmıştır. Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır:
"Ya
üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı ya da gerçekten Allah tevbeleri
çok çok kabul edici ve sonsuz hikmet sahibi olmasaydı?" Yani Allah'ın
zorluk ve darlıktan kurtarıcı, ferahlık verici hükmü sebebiyle size özellikle
verdiği lütfü, nimeti, ihsanı ve rahmeti olmasaydı siz pek çok işlerinizde
sıkıntı ve meşakkate düşerdiniz. Allah sizi rezil eder ve size derhal ceza
verirdi. Fakat O sizin hatalarınızı örttü ve Han vesilesiyle sizi tehlikeden
kurtardı. Onun zatî sıfatlarından birisi de kendi nefsine rahmet sahibi olmayı
yazması, kendisinin kullarının tevbesi, kasemden ve şiddetli yeminlerden sonra
olsa da tevbeleri çok çok kabul edici olması, O'nun takdir ettiği şer'î hükümlerde
verdiği emir ve nehiylerde son derece hikmet sahibi olmasıdır. Çünkü O Han
yapan karı-koca-dan birinin mutlaka yalancı olmasına rağmen her ikisinden de
dünyevî ceza olan had cezasını kaldırmakta ve bu cezadan daha ağır olan uhrevî
cezaya lâyık kılmaktadır.
Rahmet
tevbeye daha uygun olduğu halde ayetin "Rahîm" ismiyle değil de
"Hakîm" ismiyle sona ermesinin sebebi Cenab-ı Hakk'm karı-koca
arasında li-^n hükmünü meşru kılmak suretiyle kullarının hatalarını örtmeyi
murad etmelidir.
[34]
Bu
ayetler karı-koca arasında Hanın meşru oluşuna, Hanın yapılış şekline -!âlet
etmekledir. Fıkıh alimlerinin koyduğu şu hükümleri açık bir şekilde beyan etmek
gereklidir.
[35]
Lian
ayetleri, namuslu kadınlara zina ithamında bulunulması (Kazif) ayetinden sonra
zikredilmiştir. Hanefî usûl alimleri lian ayetleri kazif ayetinden daha sonra
nazil olduğu için kazif ayetinin genel hükmünü neshettiği görüşüne
varmışlardır. Dolayısıyla zevceye yapılan zina ithamı (kazif) cezası onun
yerine geçen lian ile nesh edilmiş olmaktadır.
Diğer
imamlar ise lian ayetlerinin kazif ayetinin genel hükmünü tahsis et-riği
kanaatındedirler. Dolayısıyla bu ayet zevceler dışındaki namuslu kadınlara ait
hususî bir hüküm, lian ayetleri ise zevcelere ait hususî bir hüküm ihtiva etmektedir.
Namuslu kadına yapılan zina ithamının sonucu sadece had cezası iken daha sonra
zevce bundan istisna edilmiştir. Dolayısıyla zevceye yapılan zina ithamının
gereği ya had cezası ya da Handır.
[36]
Lianın
hikmeti daha önce beyan ettiğimiz gibi hanımlarının zina ettiklerini dört
şahitle ispat edemeyen kocalara hafifletme yapılmasıdır.
[37]
Hanefiler
ayetlerde beş defa şahitlik lafzı zikredildiği için lian lafızlarının şahitlik
olduğu görüşüne varmışlardır. Bu beş yer şunlardır:
"...
kendilerinin, kendilerinden başka şahitleri de bulunmayan..." ifadesinden
anlaşıldığına göre bunların beyyinesi (delilleri) yoktur.
"...
her birinin şahitliği..." yani kendi hakkındaki meşru delili,
"Allah
adına dört defa şahitlik etmesi,"
"...
kadının da Allah adına dört defa şahitlikle şehadette bulunmasıdır."
Bu
üç şey şahitlikle te'kit edilmiş haberlerdir. Bunun üzerine lian yapan her iki
kişinin de şahitlik ehliyetini taşımalarını şart koştular.
Cumhur
lian lafızlarının şahitlik değil yemin olduğu kanaatine varmışlardır. Çünkü
"Allah adına dört defa şahitlik" ifadesi şehadet lafzıyla te'kit edilmiş
kasem veya yeminlerdir.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmuştur: "Münafıklar sana geldiklerinde:
"Biz şahadet ederiz ki sen Allah 'in Rasulüsün derler." (Münafikun,
63/1).
Ayrıca
Allah Tealâ "onlar yeminlerini... edindiler" buyurmakta, Peygamberimiz
(s.a.) "Şayet yeminler olmasaydı benimle o kadının araşındalsi tavır
değişik olurdu." Buyurmaktadır.[38]
Dolayısıyla cumhur buna dayanarak lian yapan her iki tarafta sadece yemin
ehliyetini şart koşmuştur.
İbnü'l-Arabî
diyor ki: Lianm şahitlik olmayıp yemin olmasının ölçüsü, kocanın iddiasını
ispat etmek ve azaptan kurtulmak için kendi nefsi lehine yemin etme ihtimalinin
varlığıdır. Şeriatle bir şahidin başkasının aleyhine hüküm icap ettirecek bir
şekilde kendi nefsi lehine şahitlikte bulunacağını kim iddia edebilir? Bu
aslında, mantık açısından da anlamsızdır.[39]
Şahitliklerin
tekrar edilmesinin hikmeti had cezasına, ayıplamaya, evlenmenin
feshedilmesine, varsa çocuğun reddedilmesine ve ebedî olarak haram kılınmasına
sebep olan çok önemli bir meselede şiddetli ve ağır ifade kullanılmasıdır.
[40]
Alimlerin
lian lafızlarının şahitlik ya da yemin olup olmadığı hususunda ihtilâf etmeleri
üzerine lian yapan iki tarafın vasıfları veya şartları hakkında ihtilâf meydana
gelmiştir.
a) Hanefîler, İmam Evzaî ve İmam Sevrî lian yapan kocanın müslüman
aleyhine şahitlik yapmaya ehil olmasını, lian yapan hanımın da aynı şekilde
müslüman aleyhine şahitlik yapmaya ehil olmasını ve kendisine zina ithamında
bulunan erkeğin had cezasına tabi olanlardan olmasını şart koşmuştur. Bu
sebeple lian sadece hür ve müslüman karı kocadan sahih olabilir. Zira lian
-Hanefîlere ve onlar gibi düşünenlere göre- şahitlik olarak kabul edilmiştir.
Dolayısıyla iki köle arasında, ya da iki kâfir arasında yahut dinleri ve
hürriyetleri, kölelikleri farklı karı-koca arasında lian olmaz.
Onların
delilleri Cenab-ı Hakkın Allah Tealâ "Onların kendilerinden başka
şahitleri yoktur." ayeti ile kocanın lian kelimelerinin yeminlerle te'kit
edilen şahitlikler olmasıdır. Bu yeminler şahitlerin yerini tutmaktadır. Zira
hanımın lianı kocanın lianma zıttır. Zina ithamında bulunan erkeğin had
cezasına tabi olan kimselerden olmasına gelince, lian, yabancı kadına zina
ithamında bulunma konusunda had cezasının yerine geçmektedir.
İbni
Abdilberr'in Abdullah b. Amr'dan (r.a.) rivayet ettiğine göre Peygamberimiz
(s.a.): "İki köle ve iki kâfir arasında lian yoktur." buyurmaktadır.
Darakutnî'nin
Abdullah b. Amr'dan (r.a.) merfu olarak rivayet ettiğine göre: "Dört kişi
vardır ki bunların arasında lian yoktur: Hür kadınla köle arasında lian
yoktur. Müslüman erkekle Yahudi kadın arasında lian yoktur. Müslü-manla Nasrani
kadın arasında lian yoktur."
b) Cumhura göre ise lianın, müslüman karı-koca, kâfir karı-koca, adil yahut
fasık karı-koca, ikisi de kazif sebebiyle had cezasına çarptırılmış ya da
çarptırılmamış, ikisi de hür, ya da ikisi de köle karı-koca arasında olması sahihtir.
Bunun
delili "Hanımlarına zina iftirasında bulunan" ayetinin genel hükmü
yahut Peygamberimizin (s.a.) liana yemin adını vermesidir. Hilal b.Ümeye’nin
hanımı, Şerik b. Sahmâ'ya benzeyen bir çocuk dünyaya getirince Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmuştu: "Şayet yeminler olmasaydı benimle o kadın
arasında tavır farklı olurdu."
5- Daha önce (4. maddede) geçen ihtilâf üzerine dilsizin Hanında da
itilâf meydana gelmiştir. Cumhur, lian yapar demiştir. Çünkü dilsiz boşaması,
zıharı., îlâsı - bu durum anlaşıldığı takdirde - sahih olan kimselerdendir.
İmam Ebu Hanife ise lian yapmaz; çünkü bu kimse şahitliğe ehil değildir,
demektedir.
6- Adam hanımını boşadıktan sonra, zina ithamında bulunursa, eğer ortada
reddetmek istediği bir neseb ya da berî olmak istediği hamilelik varsa erkek lian
yapar, aksi takdirde lian yapmaz.
İddet
bittikten sonra erkekle hanım arasında sadece bir durum hariç lian yoktur. O da
erkeğin uzakta olup kadının, erkeğin bulunmadığı bir zamanda erkeğin bilgisi
olmadığı halde bir çocuk dünyaya getirmesidir. Bu durumda erkek onu boşar.
Kadının iddeti son bulur. Sonra erkek gelir ve bu çocuğu reddeder. Erkekle
kadına iddetinden sonra ve kadının vefatından sonra bile olsa lian yapma ve
kadına varis olma hakkı vardır. Çünkü kadın kocasıyla aralarında ayrılık
meydana gelmeden önce ölmüştür. Şayet koca liandan önce ölmüşse Hanefilere göre
kadın kocasına varis olur.
Kadın
hamile ise cumhura göre doğumdan önce Han yapar. Zira Peygamberimiz (s.a.)
ölümden önce lian yaptırmış ve şöyle buyurmuştu: "Kadın böyle bir çocuk
dünyaya getirirse çocuk babasına attir. Şöyle bir çocuk dünyaya getirirse çocuk
falana aittir." İmam Ebu Hanife diyor ki: Karnın şişmesinden veya dert
sebebiyle olması ihtimalinden dolayı ancak doğumdan sonra lian yapılır.
Kadın
kocasının arka taraftan cinsi münasebette bulunduğunu iddia ederse cumhura göre
lian yapılır. Çünkü bu durum "hanımlarına zina ithamında bulunan "
ayetinin umumî hükmüne dahildir. İmam Ebu Hanife bu hususta lian yapılmaz
diyor. Çünkü ona göre livata haddi vacip kılmaz.
7 - Erkek hanımına zina ithamında bulunsa sonra da kadın zina etse ve zinanın
liandan önce olduğu sabit olsa zina ithamında bulunan kişiye ilim ehlinin
çoğunluğunun görüşüne göre had cezası da lian da yoktur. Çünkü haddin ve lianın
yerine getirilmesinden önce koca için haddin vücubunu ve lianın sahih oluşunu
engelleyen durum meydana gelmiştir.
Sevrî
ve Müzeni diyorlar ki: Zina ithamında bulunan kimseden had sakıt olmaz. Çünkü
zina ithamına uğrayan kimse iftira anında muhsandır. Muhsan ve iffet kazif
anında muteber olur, kaziften sonra muteber olmaz.
Kim
hamile olmayacak derecede yaşlı olan hanımına kazifte bulunursa; koca,
kendisinden had cezası düşmesi için, hanım da zina haddinin düşmesi için lian
yapar. Koca, hamile olmayacak derecede küçük olan hanımına kazifte bulunursa
erkek had cezasının düşmesi için lian yapar, kadın lian yapmaz. Çünkü kadın
ikrar ederse kadına hiç bir şey gerekmez.
8- Biri kadının kocası olmak üzere dört kişi bir kadının aleyhine zina
it-hamıyla şahitlikte bulunsalar Malikilere göre kadının kocası lian yapar ve
diğer üç şahide de had cezası vurulur. Zira kocanın dört şahitten biri olarak
kabul edilmesi doğru değildir. İmam Ebu Hanife ise şöyle der: Kadının kocası
ve üç kişi bu şekilde şahitlikte bulunursa şahitlikleri kabul edilir. Kadına
zina haddi uygulanır.
[41]
Koca
Hanı reddederse, İmam Ebu Hanife'ye göre kocaya had yoktur, lian yapıncaya
kadar süresiz hapsedilir. Çünkü hadler geciktirilemez. Cumhur ise şöyle
demişlerdir: Koca lian yapmazsa had cezasına tabi tutulur. Çünkü onun lian
yapması yabancı lehine şahitlik yapan kimseler gibi kendisini aklaması,
doğruluğunu ortaya koyması demektir. Eğer yabancı kişi dört şahit getirme-mişse
kazif haddi uygulanır. Lian yapmayan koca da böyledir.
Koca
Handan imtina ederse cumhurun görüşüne göre recmedilir, Hanefile-re göre
recmedilmez.
[42]
Lian
ayetlerinin nüzulünden sonra Resulullah (s.a.) Uveymir el Aclânî, hanımını ve
Şerik b. Sehmâ'nın çağrılmasını emretti. Peygamberimiz (s.a.) Uveymir'e:
-Hanımın
ve amcanın oğlu hakkında Allah'tan kork, zina ithamında bulunma, dedi.
Uveymir:
-
Ya Resulallah! Allah'a yemin olsun ki, ben Şerik'i hanımımın karnı üzerinde gördüm.
Dört aydır hanımıma yaklaşmıyorum. O benden başkasından hamiledir, dedi.
Bu
defa Peygamberimiz (s.a.) kadına döndü.Ona:
-
Allah'tan kork, yaptığını - doğru olarak - haber ver dedi. Kadın :
- Ya Resulallah! Uveymir gerçekten kıskanç bir
adamdır. Şerik'in bana uzun uzun baktığını ve benimle konuştuğunu gördü.
Kıskançlığı onun böyle söylemesine sebep oldu, dedi.
Bu
sırada halk namaza davet edildi. İkindi namazı kılındı. Namazdan sonra
Peygamberimiz (s.a.) Uveymir'e:
-
Ayağa kalk ve şöyle de: "Ben Allah'ı şahit tutarak diyorum ki hanımım
Havle gerçekten zina etmiştir. Ben hiç şüphesiz doğru kimselerdenim. Ben
Al-la'ı şahit tutuyorum ki o benden değil, başkasından hamiledir. Ben hiç şüphesiz
doğru sözlü kimselerdenim. Ben Allah'ı şahit tutuyorum ki hanımım zina
etmiştir. Dört aydan beri ben ona yaklaşmadım. Ben hiç şüphesiz doğru sözlü
kimselerdenim." Sonra da şöyle buyurdu: Şöyle de: (Uveymir bu söylediğinde
yalancılardan ise Allah'ın laneti Uveymir'in - yani kendisinin - üzerine
olsun.) Uveymir bunları söyledikten sonra da, otur, dedi.
Peygamberimiz
(s.a.) daha sonra Havle'ye :
-
Ayağa kalk, dedi. Havle kalktı ve şöyle dedi:
-
Allah'ı şahit tutuyorum ki ben zina etmedim. Kocam hiç şüphesiz ki yalancı
kimselerdendir. İkincisinde şöyle dedi:
-
Allah'ı şahit tutuyorum ki kocam Şerik'i benim karnımda görmedi. O hiç şüphesiz
yalancılardandır. Üçüncüsünde şöyle dedi: Ben kocamdan hamileyim Dördüncüsünde
şöyle dedi: Allahı şahit tutuyorum ki kocam beni hiçbir" zina halinde
görmemiştir. O hiç şüphesiz yalancılardandır. Beşincisinde şöyle dedi-Uveymır
bu söylediğinde doğru sözlü ise Allah'ın gazabı Havle'nin üzerine olsun. Bunun
üzerine Peygamberimiz (s.a.) onların aralarını ayırdı.
İmam
Ahmed'in İbni Abbas'tan (r.a.) yaptığı diğer rivayette şöyle bir ifade yer almaktadır:
"Beşinci defa olduğu zaman Hilâl'e denildi ki:
-
Ey Hilâl! Allah'tan kork. Çünkü dünya azabı ahiret azabından daha hafiftir.
Zira bu lanet sana azabı vacip kılmaktadır-. Hilâl-.
-Vallahi
Allah bana bundan dolayı celde vurmadığı gibi azap da etmeyecektir, dedi.
Sonra da eğer kendisi yalancılardan, ise Allah'ın lâneti üzerine olsun, diye
şahitlikte bulundu.
Sonra
kadına: Allah adına dört defa kocanın gerçekten yalancılardan olduğuna
şahitlikte bulun, denildi. Beşincisinde: "Allah'tan kork. Çünkü dünyanın
azabı ahiretin azabından hafiftir. Bu lanet sana azabı vacip kılmaktadır."
denildi.
Dili
sürçtü ve itiraf etmeye yöneldi. Sonra da:
-
Vallahi kavmimi rezil edemem, dedi. Beşincisinde: Eğer kocası doğru sözlü ise
Allah'ın gazabı kendi üzerine olsun, diye şehadette bulundu.
Peygamberimiz
(s.a.) her ikisinin arasını ayırdı. Bundan sonra çocuğa "zi-nakâr'm
çocuğu" gibi ifade kullanılmamalıdır. Kim artık bu kadına veya çocuğuna
böyle bir hakarette ve ithamda bulunursa o kimseye kazif haddi vurulur. Her
ikisi de talâksız ve vefatsız ayrıldıkları için kadının kocasından artık ne ev
isteme ne de nafaka isteme hakkı vardır.
Efendimiz
(s.a.) bundan sonra şöyle buyurdu:
- Eğer kadın (Hilâl'e benzeyen) esmer, saçları
kıvırcık, ayakları çelimsiz bir çocuk dünyaya getirirse bu çocuk itham edildiği
şahsa aittir.
Kadın
istenmeyen vasıfta bir çocuk dünyaya getirmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.):
-Şayet
yeminler olmasaydı benim o kadına tavrım değişik olacaktı, buyurdu.
Ayetten
ve bu olaydan Hanın yapılış şekli anlaşılmaktadır. Bu da hakimin lian yapan
kimseye:
-
Dört defa "Allah'ı şahit tutuyorum ki ben şüphesiz doğru sözlü kimselerdenim"
de. Beşincide "Eğer yalancılardan isem Allah'ın laneti benim üzerime
olsun." de, demesidir.
Kadın
da dört defa "Allah'ı şahit tutuyorum ki kocam hiç şüphesiz yalancılardandır."
diye şehadette bulunur. Beşinci defada ise kadın: "Eğer o erkek doğru
sözlü ise Allah'ın gazabı üzerime olsun." şeklinde şehadette bulunur.
Doğruluk
ve yalancılığın hangi noktalarda olacağı konusunda yani erkeğin yaptığı zina
ithamı, çocuğun kendisine ait olduğunu reddetmesi ve kadını itham etmesi
konusunda durumun ve karinelerin delaletiyle yetinilir.
Karı
- kocadan her ikisinin de beşer defa yemin etmeleri şarttır. Kocanın
"Allah'ın laneti" yerine "Allah'ın gazabı"demesi, yahut
kadının "Allah'ın gaza-bı"yerine "Allah'ın laneti" demesi
makbul değildir.
Ayetin
zahiri ifadesine uyularak -ki bu cumhurun görüşüdür- lianda Allah'ın başladığı
şekilde -yani kocadan- başlanılması esastır. Bunun faydası kocadan haddin
sakıt olması ve çocuğun nesebinin reddedilmesidir. Bunun delili Peygamberimizin
(s.a.) "Ya beyyine ( delil) getirirsin, ya da sırtına had vurulur. "
hadisidir. Erkekten önce kadınla başlanırsa bu caiz olmaz. Çünkü bu Allah'ın
gözettiği tertibe aykırı bir davranıştır.
İmam
Ebu Hanife ise, "Kadın Hana başlarsa yeterlidir, geçerlidir." demektedir.
Bu ihtilâfın sebebi şudur: Cumhur kocanın Hanının hanımına had cezasının
uygulanmasını vacip kıldığı, gerektirdiği ve kadının Hanının da bu haddi
düşürdüğü görüşündedirler. Dolayısıyla kadının Hanının kocasının Hanından daha
sonra olması gayet makuldür. İmam Ebu Hanife ise kocanın Hanının ondan önceki
bir şeyi vacip kılmadığı, dolayısıyla kadının Hanının kocasının li-anından geri
kalmasına ihtiyaç olmadığı görüşündedir.
Kadın
hamile ise ve kocası da bu hamileliğin kendisi sebebiyle olduğunu reddetmek
istiyorsa kocası, "Bu hamilelik benden değildir" der. Bu, cumhurun
görüşüdür. İmam Ebu Hanife diyor ki: Hamileliği reddetmek için Han yoktur.
Kadın doğum yapıncaya kadar bekler. Sonra da çocuğu reddetmek için Han yapar.
Ortada
kocanın nesebini reddetmek istediği çocuk varsa lianda buna da yer verilir.
Erkek
şahitlikte bulunurken ayağa kalkar, kadın oturur. Kadın şahitlikte bulunurken
ayağa kalkar, erkek oturur. Kadı veya vekili Hanın başlangıcında ayrıca
şahitliğin beşinci defa tekrarlanmasından önce her iki tarafa hatırlatma
yaparak, ahiret azabının dünyadaki cezadan daha şiddetli olduğunu bildirir ve
nasihatte bulunur. Müslümanların güvenilir şahsiyetlerinden bir gurup insanda
Han merasiminde bulunur.
[43]
Lian yapılması sebebiyle:
Birincisi: Kocadan kazif haddi düşer ve - kadın lian yapmazsa -
kadına zina haddi uygulanması vacip olur. Çünkü Cenab-ı Hak "Onlardan
(Karı kocadan) birinin şahitlikte bulunması..." buyurmaktadır.Yabancının
şahitliği zina ithamında bulunan kimseden kazif haddini düşürmekte ve zina
ithamında bulunan kimseye zina haddinin uygulanmasını vacip kılmaktadır. Allah
Tealâ kocanın şahitliğini yabancının şahitliği yerine saymıştır.
Cenab-ı
Hak daha sonra " kadından azabı (ilâhi cezayı) kaldırır." Burada
murad edilen mana dünyadaki cezadır. Çünkü "el-azab" kelimesindeki
harf-i ta'rif daha önceki bir ayette (Nur, 24/2) yer alan "Onların azabına
(ilâhî cezasına) müminlerden bir gurup şahit olsun." cümlesinde mezkûr
"azabethümâ" kelimesine gitmektedir (ahid içindir). Burada ahiret
azabının murad edilmiş olması sahih değildir. Çünkü zevcenin Hanı yalan ise
onun ahiretteki azabını artırır, doğru ise ahirette azap yoktur ki lian o
azabı düşürmüş olsun. Böylece bu ifadedeki "azab" kelimesinden
dünyadaki had cezasının murad edilmiş olduğu kesinleşmiştir.
Peygamberimiz'in
(s.a.) Havle bt. Kays'a söylediği "Recm sana Allah'ın gazabından daha
hafiftir." hadisi bu manayı te'yit etmektedir. Peygamberimiz s.a.)
düşürülecek azabı recm olarak tefsir etmiştir.
Bundan
daha açık delil Efendimiz'in (s.a.) Havle'ye beşinci şehadetinden önce
söylediği "Dünya azabı -yani dünyadaki had cezası- ahiret azabından daha
basittir." hadisidir. Cumhura göre buradaki dünya azabı hapis değil had cezasıdır.
İmam
Ebu Hanife ise şöyle diyor: Lian ayetleri hanımına zina ithamında bulunan
kimseye uygulanacak had cezasını neshetmiştir. Fakat kocanın lian yapması
hanımına zina haddi uygulanmasını vacip kılmaz. Çünkü zina haddi ya dört
şahitle ya da dört defa zina itirafında bulunmakla sabit olur.
Bu
ihtilâf sebebiyle karı-kocadan birinin liandan imtina etmesi durumunda imtina
edenin hükmünün ne olacağında ihtilâf edilmişir:
a) Cumhura göre -daha önce de geçtiği gibi- koca liandan imtina edince
nad cezasına tabi olur. Çünkü lian onun için bir ruhsattır. Lian yapmaktan imtina
ederse kendi nefsi aleyhine bu ruhsatı kaybetmiş olur. Dolayısıyla kocanın hükmü
ile başkasının hükmü aynı olmuş olur. Hanım liandan imtina ederse
muhsane"
(evli) ise kendisine zina haddi -yani recm cezası- uygulanır.
b) Hanefîlerin görüşüne göre, koca liandan imtina ederse -daha önce de
beyan ettiğimiz gibi- lian yapıncaya kadar hapsedilir. Çünkü lian ona yönelen
bir haktır. Hakim bu hakkı zorla veya ta'zir yoluyla alır. Ya lian yapıncaya kadar
hapsedilir, ya da kazif meselesinde kendisini yalanlar, o takdirde ise kendisine
kazif haddi uygulanır.
Bu
konuda ayetin zahiriyle amel edilir diyen cumhurun görüşü bize göre doğru olan
görüştür, diyoruz.
İkincisi: Lian üzerine doğan ikinci bir husus Hilâl b. Ümeyye
olayında sabit olduğu gibi çocuğun nesebinin reddedilmesidir.
Üçüncüsü: Lian yapan iki taraf arasında kesin olarak ayrılık
meydana gelir.
a) İmam Malik ve Ahmed diyorlar ki: Lianın tamamlanmasıyla lian yapan
karı-koca arasında ayrılık meydana gelir. Artık ebediyyen bir araya gelemezler,
birbirlerine mirasçı olamazlar. Ne başka bir eşle evlendikten sonra ne de önce
erkeğin hanımına tekrar dönmesi ebediyyen helâl değildir.
Darakutnî
İbni Ömer'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.): "Lian yapan iki taraf
ebediyyen bir araya gelemez." hadisini rivayet etmektedir.
b) İmam Şafiî ise ayrılığın kocanın Hanı sebebiyle derhal meydana geldiği
görüşündedir. Çünkü bu sözle olan bir ayrılıktır. Aynen talâk (boşama) gibi erkeğin
sözü bu hususta müstakil sayılır. Kocanın Hanının sadece kadından zina haddini
kaldırmaya etkisi vardır.
İmam
Şafiî, İmam Malik ve İmam Ahmed lian yapan iki taraf arasında ebedî haramlığın
meydana gelmesinde ittifak etmişlerdir. Ayetlerin zahiri ifadesi de bu
şekildedir.
c) İmam Ebu Hanife ve ashabı ise şöyle demişlerdir: Hakim karı-kocayı
ayırmadıkça lian sebebiyle ayrılık meydana gelmez.
Bunun
delili İbni Ömer ve İbni Abbas'm (r.a.) "Rasulullah (s.a.) lian yapan iki
tarafı birbirlerinden ayırdı." şeklindeki hadisidir. Hadiste ayırma
Peygam-berimiz'e (s.a.) nispet edilmiştir.
Yine
Peygamberimiz (s.a.) "Senin hanımına varacağın hiçbir yol yoktur."
buyurmuştur. Koca kendisini yalanlarsa nikah talebinde bulunanlardan biri olmuş
olur. Zira Cenab-ı Hak "Hanımlardan hoşunuza gidenleri nikahlayın."
(Nisa, 4/3) ve "Bunların dışındaki hanımlar size helâl kılındı..."
(Nisa, 4/24) buyurmaktadır.
[44]
Lian
şu dört şeye muhtaçtır:
a) Lafızların sayısı: Bunlar daha önce geçtiği gibi dört defa şahitlikte
bulunmaktır.
b) Yer: Ülkelerdeki en şerefli yerde yapılmalıdır. Mekke'de lian
yapılırsa Hacer-i Esved ile Makam-ı İbrahim arasında, Medine'de ise minberin
yanında, Beytülmakdis'te ise Sahra'nın yanında, diğer beldelerde mescitlerde
yapılmalıdır.
c) Vakit: Lian ikindi namazından sonra yapılacaktır.
ç) İnsanların toplanması: En az dört kişinin veya daha fazlasının bulunması.
Birinci
ve dördüncü husus şarttır. İkinci ve üçüncü husus ise müstehaptır.
13- Adam hanımıyla birlikte yabancı bir erkeğe zina ithamında bulunmuşsa,
İmam Ebu Hanife ve İmam Malik: "Herbirine ait hüküm uygulanır. Dolayısıyla
zevce için lian yabancı erkek için had cezası uygulanır." demişlerdir.
İmam
Ahmed: "Buna göre her ikisine bir had uygulanır. Koca Hanında itham
ettiği şahsı belirtsin belirtmesin bu had onun Hanıyla düşer." demiştir.
İmam
Şafiî ise: "Lianmda itham edilen şahsı belirtmişse onun haddi düşer,
zevcenin haddi de düşer. Eğer Hanında bunu belirtmemişse ona had cezası
uygulanır." demiştir.
İmam
Ahmed ve Şafiî'nin delili Peygamberimiz'in (s.a.) Şerik b. Şahma lehine Hilâl
b. Ümeyye'ye had cezası uygulamamasıdır. Halbuki Hilâl Şerik'in ismini açıkça
belirtmişti. Ayrıca kocanın zina eden erkeği itham etme zorunda olması da delil
olarak kabul edilmiştir.
14-
Lianın meşru olması belirli bir
yalancıya lanet ederek bedduada bulunmaya delil sayılmıştır. Çünkü koca:
"Allah'ın laneti üzerine olsun." demektedir. Bu da yalancılığı kesin
olan şahsa lanet etmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Yine
Hanın meşru olması Haricîlerin "Zina ve zina ithamında yalancılık
küfürdür." şeklindeki sözlerinin batıl olduğuna delildir. Çünkü koca doğru
söz-îü değilse yaptığı zina ithamında yalancı demektir. Dolayısıyla -Haricilere
göre- ikisinden birisi hiç şüphesiz kâfir ve mürteddir. Riddet (dinden dönme)
ise Han olmaksızın aralarının ayrılmasını vacip kılar.
15- Alimler diyorlar ki: Hanımının zina ettiğini kesin olarak bildiği veya
bunu kesin dereceye yakın bir zanla anladığı haller dışında kocanın hanımına
zina iftirasında bulunması haramdır. Kocanın hanımdan ayrılması bir zarar
meydana getirmeyecekse hanımının bu durumunu örtmek için hanımını boşaması
koca için daha evlâdır.
Eğer
hanımı kesin olarak kendisinden olmadığını bildiği bir çocuk dünyaya
getirmişse kocanın bu çocuğu reddetmesi vaciptir. Aksi takdirde susması sebebiyle
kendisinden olmayan bir şeyi kendisine ilhak etmek istemiş olur ki bu haramdır.
Nitekim kendisinden olan bir çocuğu reddetmek de aynı şekilde haramdır.
Koca
bu çocuğun kendisinden olmadığını hanımıyla kesin olarak münasebette
bulunmadığı ya da münasebette bulunduğu ama altı aydan önce bu çocuğu
doğurduğu durumlarda bilir. Eğer kadın altı ay veya daha fazla durumunda
istibra etmemişse çocuğu reddetmek haram olur. Herhangi bir hayız halinde
is-tibra etmişse -hamile kadının hayız görmeyeceği görüşünde olanlara göre- çocuğun
nesebini reddetmek helâl olur/D
[45]
11-
O iftira haberini getirenler içinizden küçük bir guruptur. Bunu kendiniz için
bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir hayırdır. Onlardan her birine
ait elde ettiği günah vardır. Onlardan günahın en büyüğünü yüklenen kimseye de
büyük bir azap vardır.
12-
Bunu (bu iftirayı) işittiğiniz zaman mümin erkeklerin ve mümin kadınların
kendiliklerinden hüsnü zanda bulunmaları ve "Bu apaçık bir
iftiradır." demeleri gerekmez miydi?
13-
Bu olay için dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki bu şahitleri
getiremediler, o halde o kimseler Allah nezdinde yalancıların ta kendileridir.
14- Eğer dünya ve ahirette sizin üzerinizde
Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, yaydığınız fitne yüzünden size mutlaka
büyük bir azap dokunurdu.
15- Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız.
Hakkında hiç bilginiz olmayan şeyi ağzınızla söylüyor ve bunu önemsiz bir şey
sanıyordunuz. Oysa bu Allah katında büyük bir günahtır.
16-
Bunu (bu iftirayı) işittiğiniz zaman: "Bu şekilde konuşmak bize yakışmaz.
Hâşâ! Bu büyük bir iftiradır." demeniz gerekmez miydi?
17-
Allah, eğer siz gerçekten mümin iseniz böyle bir günaha ebediyyen dönmemenizi
öğütler.
18-
Allah size ayetlerini açıklıyor. Allah
her
şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.
19-
İman edenler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere dünyada ve ahirette
acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
20-
Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı? Allah çok şefkatli ve çok
merhametli olmasaydı? (Durumunuz nasıl olurdu?)
413
21-
Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa
şüphesiz ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer
üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiri ebediyyen
temize çıkmazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah her şeyi gayet
iyi işiten ve gayet iyi bilendir.
22-
İçinizden fazilet ve imkân sahipleri, akrabalara, yoksullara, Allah yolunda
hicret edenlere yardımı esirgemesinler. Affetsinler ve
müsamahalı davransınlar. Siz
Allah'ın sizi affetmesini arzu etmez misiniz? Allah çok mağfiret eden ve çok
merhamet edendir.
"Levlâ"
kelimesi bu ayetlerin birkaç yerinde ""Hellâ (gerekmez miydi?) —
anasında, yapılan kusura karşı ihtar ve derhal itham maksadıyla teşvik için
iullanılmıştır.
"Bunu
kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir
hayırdır." ayetinde şerle hayır kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Siz
bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa bu Allah katında büyük bir
günahtır." ayetinde "heyyin (önemsiz)" ve "azîm (büyük)"
kelimeleri arasında da tezat sanatı vardır.
"Sübhâneke"
(Nur, 16) seni tenzih ederim ya Rabbi! demektir. Manası ise, Allah'ın yarattığı
gayet hayret verici varlıkları görünce bunu yaratmanın Allah'ın kudretinin
dışında olmadığına işaret etmek için Allah'ı tenzih etmektir. Sonra bu kelime
hayret verici her şey hakkında kullanılmıştır.
"Eğer
mümin iseniz..." (Nur, 17) ifadesi ise heyecan vermekte ve ihtar etmektedir.
"Şeytanın
adımlarına uymayın." (Nur, 21) ifadesi istiaredir. Şeytanın yolundan gitmek
başkasının adımlarına adım adım uyan kimseye benzetilmiştir.
"Vermeyi...esirgemesinler..."
(Nur, 22) Burada hazif yapılmak suretiyle îcaz yapılmıştır. Yani
"vermemeleri" demektir. Mana delâlet ettiği için "lâ" edatı
hazfedilmiştir.
"Siz
Allah'ın size mağfiret etmesini arzu etmez misiniz?" Murad edilen kişi Hz.
Ebubekir (r.a.) dir. Değerini yüceltmek için cemi sigasıyla hitap edilmiştir.
[46]
"O
iftira" "ifk" yalanın en mübalağalısı ve iftiranın en kötüsü
olup müminlerin annesi Hz. Aişe'ye zina ithamında bulunmak suretiyle
yapılmıştır. haberini getirenler içinizden küçük bir guruptur." Ayette
geçen "usbe" topluluk demektir. 10 ilâ 40 kişi arasındaki topluluk
için kullanılması yaygındır. Bu kimseler Abdullah b. Übeyy, Zeyd b. Rifaa, Hassan
b. Sabit, Mistah b. Esâse, müminlerin annesi Zeyneb'in kızkardeşi olan Hamne
bt. Cahş, Talha b. Ubey-dillah'ın hanımı ile bunlara destek verenler idi.
"Bunu
kendiniz için bir kötülük sanmayın." Ey bu iftira gurubu dışında kalan
müminler! Siz bunu şer zannetmeyin. Bu yeni bir hitaptır. "Şer"
zararı faydasından fazla olan şeydir.
"Bilakis
bu durum sizin için bir hayırdır." Bu sebeple Allah size ecir verecektir.
Beyzavî'nin belirttiği gibi sizin aklanmanız, şanınızın yüceliği ve size su-i
zan edenlere yapılan vaidin korkunçluğu hakkındaki 18 ayeti^ indirmek suretiyle
Allah Hz. Aişe'nin suçsuzluğunu ve sizin Allah katındaki değerinizi ortaya
koyacaktır.
"Onlardan"
iftiracılardan "herbirine ait elde ettiği günah vardır." Yani
her-birinin girdiği günah kadar kendisine ait cezası vardır.
"Onlardan
günahın en büyüğünü yüklenen " ki bu günahın büyük bir kısmını üstlenen
Abdullah b. Übeyy'dir. Zira bu iftirayı başlatan ve Rasulullah'a (a.s.)
düşmanlık etmek için yayan odur. "kimseye de büyük bir azap vardır."
Yani ahirette azap vardır ya da celde vurulmak suretiyle dünyada ceza vardır.
İb-ni Übeyy tard edilmiş, nifakıyla tanınmıştı. Hassan, âmâ ve çolak olmuş, Mistah
ise kör olmuştur.
'İftirayı
işittiğiniz zaman mümin erkekler ve mümin kadınların" birbirleri hakkında
"hüsnü zanda bulunmaları ve: Bu apaçık bir iftiradır." son derece
açık bir yalandır "demeleri gerekmezmiydi?" Burada hitap yön
değiştirmiştir. Ey topluluk! Sizin hüsnü zan etmeniz ve şöyle söylemeniz
gerekmez miydi? demektir.
"Bir
de" o gurubun bu olaya tanık olan "dört şahit getirmeleri gerekmez
miydi? Madem ki bu şahitleri getirmediler, o halde onlar Allah nezdinde"
Allah'ın hükmünde "yalancıların ta kendileridir."
"Allah'ın
lütuf ve rahmeti dünyada " biri tevbede mühlet tanımak olan çeşitli nimetleri
"ve ahirette" sizin için kararlaştırılmış olan af ve mağfireti
"üzerinizde olmasaydı yaydığınız fitne" daldığınız iftira
"yüzünden" ey iftiracılar topluluğu "size mutlaka" kınama
ve celdeye tabi tutulmanın yanında çok daha "büyük bir azap dokunurdu."
"Hani
o iftirayı dilinize dolamıştınız." Birbirinize anlatıyordunuz.
"Hakkında hiç bilginiz olmayan şeyi ağzınızla söylüyor ve bunu önemsiz bir
şey sanıyordunuz." Yani günah olmayan, sorumluluk bulunmayan basit bir iş
zannediyordunuz.
"Halbuki
bu , Allah nezdinde büyük bir günahtır." Yani bu durum Allah'ın
1-
Görünen odur ki bu ayetler (11-28) ayetlerdir. Daha doğru görüş Taberanî'nin
Hakem b. Utbe'den rivayet ettiği "Allah bu konuda 15 ayet indirdi"
şeklindeki görüştür (yani 11-26 ayetlerdir).
Tükmünde
sorumluluk ve günah açısından büyük bir iştir. Mana şudur: Şu üç aînah büyük
bir azabı hak etme sebebi olmuştur: İftirayı dillerine dolamaları, ^-aştırmadan
bunu konuşmaları, Allah katında ve Allah'ın hükmünde büyük günah olduğu halde
bu iftira olayını basite almaları.
"Bunu
(iftirayı) işittiğiniz zaman: Bu şekilde konuşmak bize yakışmaz." 3unu
konuşmak bize yakışmaz, doğru olmaz... "Hâşâ!" Bu ifade söylediklerinden
hayrete düşme ifadesi olup aslı Allah'a bunu meydana getirmek zor gelmeyeceği
şeklinde tenzihte bulunmaktır. Sonra her hayret verici konuda kullanılması
yaygınlaşmıştır.
"Bu
büyük bir iftiradır." Yani bu uydurma ve yalan bir haberdir "demeniz
gerekmez miydi?"
"Siz
eğer gerçek müminler iseniz" bundan öğüt almalısınız. Zira iman bunu
engeller. "Allah böyle bir günaha" sağ olduğunuz, mükellef olduğunuz
müddet-:e "ebediyyen dönmemenizi öğütler."
"Allah
size ayetlerini açıklıyor." Yani ibret almanız ve edep sahibi olmanız için
serî hükümleri ve güzel edepleri gösteren ayetleri açıklıyor. "Allah her
şeyi" bütün durumları emrettiği ve nehyettiği hususları "gayet iyi
bilendir," ve idaresinde "sonsuz hikmet sahibidir."
"İman
edenler arasında hayasızlığın" son derece çirkin fiil olan fuhşun, zinanın
"yayılmasını" yaygınlaşmasını ve ortaya çıkmasını "arzu
edenlere" yani bu küçük iftira gurubuna "dünyada" acıklı bir
azap yani kazif haddi "ve ahiret-Ae" Allah'ın hakkına riayet için
cehenneme ve alevli ateşe girmek suretiyle acıklı bir azap vardır."
Gönüllerde olanları ve müminlerin fuhuş işlemeyeceğini "Allah bilir.
Siz" ey iftira gurubu bu fuhşun müminler arasında olmayacağı gerçeğini
"bilmezsiniz."
'Ya
üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı?" Bu ayet cezanın der-bal
verilmemesi lütfunu beyan ve suçun büyüklüğüne delâlet etmek için yapılmış bir
tekrardır. "Allah" size karşı "çok şefkatli ve çok merhametli
olmasaydı?" .âyette geçen "Levlâ" edatının cevabı mahzuf olup
takdiri şöyledir: O takdirde îize derhal ceza verirdi.
"Ey
iman edenler!" Hayasızlığı yaygınlaştırmak suretiyle "Şeytanın
adım-znna" yani şeytanın batılı süslü gösterme yollarına, isteklerine ve
vesveselerime "uymayın." "Şüphesiz ki o" yani emrine
uyulan şeytan "hayasızlığı" son derece çirkin olan şeyleri "ve
kötülüğü" gönüllerin kabul etmediği, insan tabiatımın nefretle
karşıladığı ve şeriatın kabul etmediği kötü amelleri emreder. Bu ifade şeytana
uyulmasını nehyetmenin illetini beyan etmektedir.
"Eğer"
günahları silen tevbeye muvaffak kılmak ve günahlara kefaret olan - adleri
meşru kılmak şeklinde "üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti
olmasaydı" :v iftira eden insanlar "içinizden hiçbiri ebediyyen"
günahların kirliliğinden -; örtülüp "temize çıkmazdı. Fakat Allah"
tevbesini kabul etmek suretiyle "dile-zığini" günahından arındırıp
"temize çıkarır. Allah her şeyi" onların söylediklerini "gayet
iyi işiten" ve niyetlerini "gayet iyi bilendir."
"İçinizden"
dinde "fazilet" sahibi "ve imkân" mal mülk "sahipleri
akrabalara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere" vermemek
suretiyle "yardımlarını esirgemesinler." Bu ayette Hz. Ebubekir'in
(r.a.) fazilet sahibi olduğuna delil vardır.
Onlardan
gördükleri kusurlardan dolayı "Affetsinler" hatalara göz yumup
"müsamahalı davransınlar. Siz" size kötülük edenleri affetmeniz,
hoşgörülü davranmanız ve iyilikte bulunmanız sebebiyle Rabbinizin de size aynı
şekilde davranmasını "Allah'ın sizi affetmesini arzu etmez misiniz?"
"Allah" mükemmel kudretine rağmen "çok mağfiret eden ve çok
merhamet edendir." O halde siz de Onun ahlakıyla ahlâklanm; affedici ve
merhametli olun.[47]
İçlerinde
İmam Ahmed'in ve Müslim'in bulunduğu bir gurup hadis imamı ve ayrıca Buharî
muallak olarak Hz. Aişe'den (r.a.) şu hadisi naklediyorlar:[48]
Rasulullah
(s.a.) bir yolculuğa çıkmak istediği zaman hanımları arasında kur'a çekerdi.
Hangisinin oku çıkarsa Rasulullah (s.a.) onunla birlikte çıkardı. Yine
gazvelerden birinde[49]
bizim aramızda kura çekmiş, bu kurada benim nasibim çıkmıştı.
Ben
Rasulullahla (s.a.) birlikte yola çıktım. Bu hicab ayeti indikten sonra idi.
Ben hevdecimde (devenin üzerindeki özel kafesimde) taşmıyor, yere onun içinde
indiriliyordum. Bu şekilde yürüdük. Nihayet Rasulullah (s.a.) bu gazveyi
bitirince dönmüş, Medine'ye yaklaştığımızda bir gece konaklama için izin verilmişti.
Konaklama
izni verilince ben kalktım, yürüdüm. Orduyu bırakıp ileri geçtim. İşimi
bitirince bineğimin yanına yöneldim. Göğsüme dokundum. Bir de ne göreyim:
Yemen'deki Zafar şehrinden gelen beyaz benekli siyah gerdanlığım kopmuştu.
Döndüm,
gerdanlığımı aradım, onu aramak beni epey oyaladı. Beni taşıyan görevliler
gelmiş, hevdecimi yüklenmiş, beni hevdecin içinde zannederek bindiğim deveye
hevdeci yüklemişlerdi.
Hanımlar
o zaman gayet narin olup henüz ağırlaşmamışlar, şişmanlama-mışlardı. Sadece
basit yiyecekler yiyorlardı. Görevliler hevdeci kaldırıp yüklerken hevdecin
hafifliğini garip karşılamamışlardı. Ben henüz yaşı küçük genç bir kızdım.
Deveyi orduya katmışlar, hareket etmişlerdi.
Ben
gerdanlığımı ordu gittikten sonra buldum. Ordunun konakladığı yere geldim. Ne
çağıran ne de cevap veren vardı. Bulunduğum yerde beklemeye başladım. Ordu
beni bulamayacak ve bana dönüp gelecekler diye düşündüm.
Ben
böyle yerimde otururken gözlerim ağırlaştı ve uyuyakaldım. Saffan b. Muattal
es-Sülemî ez-Zekvanî ordunun gerisinde istirahat için kalmış, geceleyin
yürümüş ve sabahleyin benim bulunduğum yere gelmişti.
Safvan
beni uyurken görmüş, bana gelmişti. Beni görünce tanımıştı. Beni hicap farz
olmadan önce de görmüştü. Onun beni tanıyınca "İnna lillahi ve inna ileyhi
râciûn" demesiyle uyanmıştım. Yüzümü cilbabımla örttüm. Vallahi benimle
tek kelime konuşmadı. Ben ondan devesini çöktürünce işittiğim (inna lillah...)
kelimesinden başka tek kelime işitmedim. Devenin ön ayağına bastı, ben de
bindim. Devenin yularını çekerek yürüdü. Nihayet öğle üzeri konaklayan orduya
eriştik.
Benim
meselemde birçok kimseler helake maruz kaldılar. Bu günahın büyüğünü Abdullah
b. Übeyy b. Selül üstlenmişti.
Medine'ye
geldik. Medine'ye geldiğimizde bir ay rahatsızlandım. İnsanlar iftiracıların
sözlerini dillerine dolamışlardı. Ben bundan hiçbir şey hissetmiyordum. Bu
hasta halimde rahatsız olduğum zaman Peygamberimiz'den (s.a.) görmeye alışık
olduğum hoşluğu görmemem bana şüphe veriyordu. Sadece Rasulullah (s.a.) yanıma
giriyor, bana selâm veriyor, "Nasılsın?" diyordu. Bu durum beni
şüphelendiriyor ama bir kötülük hissetmiyordum.
Nihayet
iyileşmeye başlayınca dışarı çıktım."Menasi," denilen aptes bozma
yerine Ümmü Mıstah ile çıktım: Buraya geceden geceye çıkardık. Bu durum evimize
yakın tuvaletler yapılmasından önceydi. Biz eski Araplar gibi çölde aptes
bozardık. Evlerimizde tuvalet edinmek bize rahatsızlık veriyordu.
Ben
Ümmü Mıstah -bt. Ebî Ruhm b. Muttalib b. Abdimenaf- ile dışarı çıktım. Ümmü
Mıstah'ın annesi Hz. Ebubekir'in teyzesi olup Sahra b. Harbin kızıydı. Oğlu
Mıstah ise Mıstah b. Esase b. Abbad b. Abdilmuttalib idi. İşimizi binice Ümmü
Mıstah ile birlikte evime doğru döndüm. Ümmü Mıstah'ın ayağı eteğine takıldı.
Ümmü
Mıstah:
-
Mıstah helak olsun, dedi. Ben ona:
-Ne
kötü söz söyledin. Bedir'de bulunan bir adam için mi bu kötü sözü söylüyorsun,
dedim. Ümmü Mıstah:
-
Ey zavallı! Sen onun ne dediğini işitmedin mi? dedi. Ben:
-
Ne dedi? diye sordum. Ümmü Mıstah iftiracıların söylediklerini bana anlattı.
Hastalığım bir kat daha artmıştı. Evime döndüğüm zaman Rasulullah (s.a.s.) benim
yanıma gelip selâm verdi. Bana: -Nasılsın? dedi. Ben de:
-
Bana babama gitmem için izin verir misin? dedim.
- Evet, dedi. Ben haberi anne ve babamdan daha
yakînen öğrenmek istiyordum.
Rasulullah
(s.a.) bana izin verdi. Ana-babama geldim. Anneme: Anneciğim! İnsanlar niçin
böyle konuşuyor? dedim. Annem:
- Sevgili kızım! Sakin ol. Allah'a yemin olsun
ki kocası nezdinde değerli, kocasının sevgisini kazanan ve kumaları olan pek az
kadın vardır ki kumaları onun aleyhine çok laf söylememiş olsun, dedi. Ben de:
-Sübhanallah!
İnsanlar böyle mi konuşuyor? dedim. O gece sabaha kadar ağladım. Ne göz yaşım
diniyor, ne de gözüme uyku giriyordu.
Hz.
Aişe anlatmaya devam ediyor: Rasulullah (s.a.) bu müddet içinde vahiy
gelmeyince hanımından (yani benden) ayrılmak hakkında istişare etmek ve soru
sormak üzere Hz. Ali ile Üsame b. Zeyd'i çağırdı.
Üsame
b. Zeyd hanımının suçsuzluğu ve Peygamberimiz'in (s.a.) kendilerine olan
sevgisi hakkında bildiği gerçeklere işaret etti. Üsame şöyle demişti:
Ya
Rasulallah! Bu senin ailendir. Biz sadece hayır biliriz, dedi. Hz. Ali'ye
gelince:
Ya
Rasulullah! Allah sana darlık vermedi. Ondan başka kadınlar çoktur. Cariyelere
sorarsan sana doğru haberi verirler, dedi.
Bunun
üzerine Peygamberimiz (s.a.) Hz. Aişe'nin cariyesi Berire'yi çağırdı. Ona:
Aişe'de
sana şüphe verecek bir şey gördün mü? diye sordu. Berire:
-Seni
hak dinle gönderen Allah'a yemin olsun ki ben onu küçültecek hiç bir şey
görmedim. Sadece o henüz küçük yaşta bir genç kızdır. Bazen ailesinin hamuru
başında uyur. Tavuklar gelip hamuru yerdi, dedi.
O
gün Peygamberimiz kalktı, Abdullah b. Übeyy b. SelüTden özür beyan etmesini
istedi. Peygamberimiz (s.a.) minberde şöyle diyordu:
-
Ey nıüslümanlar cemaatı! Ailem hakkında ileri - geri sözleri bana ulaşan adam -
yani Abdullah b. Übeyd b. Selül - hakkında bana mazeretini beyan edecek kim
vardır? Allah'a yemin olsun ki ben ailemde sadece hayır gördüm. İnsanlar bir
adamı söz konusu ettiler ki ben onun hakkında sadece hayır biliyorum. O benim
ailemin yanına sadece benimle giriyordu.
Sa'd
b. Muaz el-Ensarî (r.a.) kalktı ve şöyle konuştu:
-
Ben onun mazeretini görürüm ya Rasulallah. Eğer o adam Evs kabilesinden ise
boynunu vururuz. Eğer bizim kardeşlerimiz olan Hazrec kabilesinden ise bize
emredersin, emrini yaparız, dedi.
Ondan
sonra Hazrecin Reisi Sa'd b. Ubade kalktı; Sa'd b. Ubade Salih bir kişi idi.
Fakat asabiyet damarı kabarmıştı. Sa'd b. Muaz'a hitaben:
-
Yalan söyledin. Allah'a yemin olsun ki o adamı öldüremezsin. Onu öldürmeye
senin gücün yetmez. Senin kabilenden ise ben o adamın öldürülmesini istemem,
dedi.
Sonra
Üseyd b. Hudayr kalktı. Üseyd, Sa'd b. Muaz'm amcasının oğluydu. Sa'd b.
Ubade'ye döndü:
-
Sen yalan söyledin. Allah'a yemin olsun ki onu mutlaka öldüreceğiz. Sen
münafıksın, bir münafık adına mücadele ediyorsun, dedi.
İki
kabile (Evs ve Hazrec kabileleri) de kızıştı. Hatta Rasulullah (s.a.) minberde
olduğu halde kavgaya yöneldiler. Rasulullah (s.a.) onları sakinleştirmeye
devam etti. Nihayet hepsi sustular. Peygamberimiz (s.a.) de sustu.
Hz.
Aişe (r.a.) devam etti. O gün ağladım; göz yaşım dinmiyor, gözüme uyku girmiyordu.
Anne ve babam ağlamam yüzünden ciğerlerimin parçalanacağını zannediyorlardı.
Anne -babam benim yanımda otururlarken, ben ağlamaya devam ediyordum. Bu sırada
Ensardan bir kadın benim yanıma girmek için izin istedi. Ben de ona izin
verdim. O kadın oturup benimle birlikte ağlamaya başladı. Biz bu durumda iken
Resulullah (s.a.) yanımıza girdi. Selâm verip oturdu, söylenti başlayalı beri
benim yanıma oturmamıştı. Benim durumum hakkında hiç bir vahiy gelmeden bir ay
geçmişti.
Rasulullah
(s.a.) oturduğu zaman önce şehadet getirdi. Sonra şöyle dedi:
-
Ya Aişe! Senin hakkında bana şöyle söylentiler geldi. Sen suçsuz isen Allah
seni aklayacaktır. Şayet bir günaha bulaştı isen Allah'tan mağfiret dile; tevbe
et. Zira kul günahını itiraf edip tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder.
Rasulullah
(s.a.) sözünü bitirince göz yaşım dindi. Nihayet bir damla bile hissetmiyordum.
Babama dedim ki:
-
Rasulullah'a benim yerime sen cevap ver. Babam:
-
Vallahi Rasulullah'a (s.a.) ne diyeceğimi bilemiyorum, dedi. Anneme:
-
Rasulullah'a (s.a.) cevap ver, dedim. Anneni;
- Vallahi Rasulullah'a (s.a.) ne diyeceğimi
bilemiyorum, dedi. Ben henüz kuçük yaşta bir genç olduğum, Kur’an’dan da pek
çok şey okumadığım halde şöyle dedim:
- Vallahi, görüyorum ki, sizler bu söylentiyi
duydunuz ve nihayet bu durum gönüllerinizde yerleşmiş bunu tasdik ettiniz.
Şayet ben size: "Allah benim suçsuz olduğumu biliyor, ben suçsuzum."
desem de siz beni tasdik etmezsiniz. Eğer ben bir şeyi itiraf edersem ki Allah
benim suçsuz olduğumu biliyor, siz benim bu itirafımı tasdik edersiniz.
Şüphesiz ki ben benimle sizin misalinizi ancak Hz. Yusuf un babasının dediği
gibi buluyorum: "Bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin yakıştırdıklarınıza
karşılık yardımı istenilecek olan sadece Allah'tır. "(Yusuf, 12/18).
Sonra
döndüm, yatağıma uzandım. Ben inanıyorum ki - Allah bu durumda benim suçsuz
olduğumu biliyor- Allah benim suçsuzluğum sebebiyle beni aklayacaktır. Fakat
Allah'a yemin olsun ki benim hakkımda okunacak bir vahiy ineceğini
beklemiyordum. Benim meselem benim gönlümde Allah'ın benim hakkımda okunacak
bir vahiy indirmesinden çok çok basittir. Fakat Rasulullah'ın (s.a.) uykuda bir
rüya görüp Allah'ın beni bu rüyada aklayacağını bekliyordum.
Allah'a
yemin olsun ki Rasulullah (s.a.) oturduğu yerden kalkmadan ve aile halkında
hiç bir kimse dışarı çıkmadan Allah Peygamberine vahiy indirdi. Vahiy esnasında
onu saran zorluk ve şiddet hali yine kaplamıştı. Hatta kendisine indirilen
sözün ağırlığı sebebiyle soğuk bir kış gününde alnından ter damlaları damladı.
Sonra
Rasulullah'ın (s.a.) yüzü açıldı. Tebessüm ediyordu. Söylediği ilk söz şu oldu:
-
Müjde ya Aişe! Allah seni akladı, buyurdu. Annem bana:
-
Kalk! Rasulullah (s.a.)'a git, dedi. Ben:
-
Allah'a yemin olsun ki ona kalkıp gitmem. Allah'tan başkasına da ham-detmem.
Benim suçsuzluğumu indiren Allah'tır. Allah (c.c.) "O iftira haberini
getirenler içinizden küçük bir guruptur..." ayetiyle başlayan on ayeti
indirdi.
Allah
benim suçsuzluğum hakkındaki bu ayetleri indirince babam Ebube-kir (r.a.) yakın
akrabalığı ve fakirliği sebebiyle yardımda bulunduğu Mistah b. Esase için:
"Vallahi Aişe hakkında söylediği bu sözlerden sonra ben ona hiçbir şey
infak etmeyeceğim." dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "İçinizden
fazilet ve imkân sahipleri akrabalara, yoksullara, Allah yolunda hicret
edenlere yardımlarını esirgemesinler..." (Nur, 24/22) ayetini indirdi.
Babam Ebubekir: Allah'a yemin olsun ki ben Allah'ın bana mağfirette bulunmasını
elbette arzu ederim, dedi. Mistah'a daha önce yaptığı yardımı tekrar yapmaya
başladı. Şöyle diyordu: Vallahi bu yardımı ebediyyen kesmeyeceğim.
Hz.
Aişe devam ediyor: Rasulullah (s.a.) benim durumum hakkında hanımı Zeynep bt.
Cahş'a soruyordu:
-
Ya Zeynep! Ne biliyorsun? Ne diyorsun? demişti. Zeynep de:
-
Ya Rasulallah! Kulağımı ve gözümü korurum. Vallahi ben hayırdan başka bir şey
bilmiyorum, demişti.
Hz.
Aişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz'in (s.a.) hanımlarından benimle daima
yarışan o idi. Allah Tealâ veraı, takvası sebebiyle onu korudu. Kızkardeşi
Hamne bt. Cahş ise onunla mücadele etmeye başladı. Helak olanlar arasında
helake mahkum oldu.
Mesruk,
Hz. Aişe'den (r.a.) hadis naklettiği zaman şöyle diyordu: Bana bu hadisi
Sıddîk'm kızı, Allah Rasulünün sevgilisi, semadan aklanmış Sıddîka nakletti.
[50]
Mahrem
olmayan yabancı kadınlara zina ithamında bulunmanın hükmünü ve kocanın
hanımına yapacağı zina ithamının hükmünü beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak bu
on ayette müminlerin annesi Hz. Aişe'nin (r.a.) münafık iftiracıların yaptığı
ithamdan uzak olduğunu açıkladı. Burada yerine getirmeleri gereken edeplerden
bir kısmını ve çiğnememeleri gereken ileride açıklanacak dokuz kadar yasağı
beyan etti.
[51]
Bu
ayet, Cenab-ı Hakk'm nebisinin hanımı olan Hz. Aişe'nin ve Peygamberin namusunu
korumak üzere münafıklardan olan iftira ve bühtancıların yaptıkları ithamlardan
Hz. Aişe’yi akladığı ayetlerdir.
“O
iftira haberini getirenler içinizden küçük bir gruptur.” Yani o yalan ve iftira
olan haberi getirenler bir veya iki kişi değildir. Hz. Aişe hakkında bu
iftirayı münafıkların lideri Abdullah b.
Übeyy'in liderliğindeki içinizden bir gurup getirmiştir. Bu yalanı uyduran ve
küçük bir gurupla anlaşan odur. Bunlar bu haberi nakletmeye ve insanlar
arasında yaymaya başladılar. Nihayet bu ha-her müs]üman]ardan bir kısmının
zihinlerine girdi. Bunu konuşmaya başladılar. Bu haberin yaygınlaşması bir aya
yakın sürdü. Nihayet ayet nazil oldu. Ayette geçen "usbe" tabiri
bunların küçük bir gurup olduğunu işaret etmektedir. Cenab-ı Hakk'ın
"minküm (sizden)" ifadesi "Ey müminler sizin içinizden"
demektir. Çünkü Abdullah b. Übeyy, zahiren mümin bilinen kimseler cümlesindendi.
"Bunu
kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir
hayırdır." Yani ey Ebu Bekir ailesi! Ey bu yalan haberden rahatsızlık
duyan ve üzülen müminler! Bu hitabın delili Cenab-ı Hakk'ın "minküm
(=içinizden)' ifadesidir. Bu olayın sizin için bir şer ve kötülük olduğunu
zannetmeyin. Bilâkis bu olay büyük sevap kazanmanız, Allah'ın müminlerin annesi
Hz. Aişeye verdiği önemi ortaya çıkarması ve onun suçsuzluğu hakkında kıyamete
kadar okunacak Kur'an ayetleri indirmesi sebebiyle dünya ve ahirette sizin için
hayırlara vesiledir.
"Onlardan
her birine ait elde ettiği günah vardır." Bu mesele hakkında ileri geri
konuşan ve müminlerin annesi Hz. Aişe'ye zina ithamında bulunan herkes için bu
konuya daldığı kadar büyük bir azap yahut girdiği kadar ceza vardır.
"Onlardan
günahın en büyüğünü yüklenen kimseye de büyük bir azap vardır. "
Münafıklardan bu günahın büyük bir kısmını yüklenen kimse -çoğunluğun görüşüne
göre bu kişi Abdullah b. Übeyy'dir- dünya ve ahirette büyük bir azaba lâyıktır.
Zira bu haberi ilk uyduran odur. Ya da bunu düzenleyen, bu dedikoduyu üreten,
yayan ve sağa sola duyuran odur. Şerrin çoğu ondan çıkmıştır. Dünyadaki azabı
münafıklığının ortaya çıkması ve toplumdan dışlanması-dır. Ahiretteki azabı ise
cehennemin en alt tabakasında olmaktır.
Denilmiştir
ki: Bundan murad Hassan b. Sabit'tir. İbni Kesir şöyle demektedir: Bu garip
bir sözdür. Sahih-i Buharı'de bunun irad edilmesine delâlet eden bir ifade
olmasaydı, bu lüzumsuz bir söz olurdu. Zira Hassan b. Sabit faziletleri,
menkıbeleri ve özellikleri olan bir sahabidir. En güzel özelliği şiiriyle
Peygamberimiz'i (s.a.) müdafaa etmesidir. Peygamberimiz'in (s.a.) kendisine:
"(Müşriklere) hücum et. Cebrail seninle beraberdir, "buyurmuştur.[52]
Daha
sonra Cenab-ı Hak Hz. Aişe (r.a.) kıssasıyla ilgili kötü sözlere dalan
müminlere edep dersi verdi. Ve onlara dört ayrı konuda ihtarda bulundu.
1-"Bunu -bu iftirayı- işittiğiniz zaman mümin erkeklerin ve mümin
kadınların kendiliklerinden hüsnü zanda bulunmaları ve 'Bu apaçık bir
iftiradır.' demeleri gerekmez miydi?" İftiracıların Hz. Aişe hakkındaki
sözlerini işittiğiniz zaman insanı hüsnü zanna sevk eden imanın gereğiyle amel
ederek Hz. Aişe hakkında hüsnü zanda bulunsaydmız ya! Onun suçsuzluğunu ilân
ederek açıktan: "Bu apaçık bir iftiradır," yani müminlerin annesine
yapılan gayet açık bir bühtan, uydurma, yalan bir haberdir." deseydiniz
ya! Çünkü meydana gelen olay Hz. Aişe'nin öğle vaktinde bütün ordunun gözleri
önünde Safvan b. Muat-tal'in bineği üzerinde gelmesi sebebiyle şüpheli bir olay
değildi. Rasulullah (s.a.) onlarla beraber her kötülüğü keşfeder, her şüpheyi
reddederdi. Eğer bu olayda bir şüphe olsaydı bu olay bu kadar açık olmazdı.
Bilakis -olması takdir edilseydi- gizli ve kapalı olurdu.
Bu
muazzam bir edeptir. İman lafzıyla tasrih edilmesi müminin müminlere sadece
hüsnü zan etmesi gerektiğine delâlet etmektedir.
2- "Bu olay için dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki bu
şahitleri getiremediler, o halde o kimseler Allah nezdinde yalancıların ta
kendileridir." Onlar getirdikleri bu haberin sabit olduğuna ve onların
söylediklerinin doğruluğuna ve Hz. Aişe'ye isnat ettikleri bu fiili bizzat
gördüklerine tanıklık edecek dört şahit getirselerdi ya! Bu töhmeti ispat etmek
için şahit getirmedikleri zaman onlar Allah'ın hükmünde yalancı ve facir
kimsedirler. Bu ayet bu iftirayı nehyeden, zecreden ayetlerdendir.
3- "Eğer dünya ve ahirette sizin üzerinizde Allah'ın lütfü ve
merhameti olmasaydı, yaydığınız fitne yüzünden size mutlaka büyük bir azap
dokunurdu." Şayet dünyada tevbeye mühlet vermek dahil çeşitli nimetlerle
Allah size lütuf-ta bulunmasaydı, ahirette ise af ve mağfiretle rahmet etmesi
olmasaydı, bu daldığınız iftira olayı sebebiyle sizi derhal cezalandırırdı. Bu
ayet de zecr ve ne-hiy ayetlerindendir. Buradaki "levlâ" edatı
başkasının varlığı sebebiyle bir şeyin imkânsız olduğunu beyan etmek içindir.
4- "Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkınızda hiç bilginiz
olmayan şeyi ağzınızla söylüyor ve bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa bu
Allah katında büyük bir günahtır." Eğer sizin üzerinizde Allah'ın lütuf
ve rahmeti olmasaydı iftira olayını dilinize doladığınız ve bunu birbirinize
sorduğunuz zaman ve bu konuda çok konuşup bilmediğiniz konu hakkında söz
söylediğiniz zaman size mutlaka azap dokunurdu. Siz bunu basit ve önemsiz
zannetmiştiniz. Halbuki bu Allah'ın şeriatında ve hükmünde büyük ve önemli bir
iştir. Peygamber ailesi çirkin fuhuşla lekelendiği için bu büyük
günahlardandır.
Buharî
ve Müslim'in Sa/«7undeki bir hadis-i şerifte: "Kişi Allah'ın gazabına
sebep olacak bir kelime söyler, bu kelimenin nereye ulaşacağını bilmez. Bu
kelime sebebiyle cehennemde yerle gök arasından daha derin bir mesafeye yuvarlanır."
buyurulmuştur. Bir rivayette ise: "Kişi bu kelimeye önem vermez."
buyurmuştur.
Bu
ayet de nehiy ve zecr ifade eden ayetlerdendir. Allah onları üç günahı
işlemekle tavsif etmiş ve büyük azabın dokunmasını bu günahlara bağlamıştır.
i
-ı günahlar şunlardır:
Birincisi: İftirayı dillerine dolamaları. Yani bu iftira
hakkında araştırma-\ önem vermemeleri, sadece rastgele dinlemekle kalmayıp bunu
yaygınlaştırman, birbirinden alıp yaymaları.
İkincisi: Kesin bilmedikleri ve delilleri bulunmayan bir şey
hakkında ko--şmaları. "Kesin bilgin olmayan bir hususta konuşma."
(İsra, 17/36). Bu ayet rı ayete benzemektedir: "Kalplerinde olmayan şeyi
dilleriyle söylüyorlar." (Âl-i -ran, 3/167).
Üçüncüsü: Bu hadise Allah nezdinde büyük günah olup şiddetli
cezayı ge-rktirdiği halde bunu küçümsemeleri.
Bu
da şu üç noktaya delâlet etmektedir:
a) Cenab-ı Hakkın "Bu Allah nezdinde büyüktür." ayetine binaen
kazfin ima iftirasında bulunmanın) büyük günahlardan oluşu.
b) Cenab-ı Hakkın "Halbuki siz bunu önemsiz zannediyorsunuz."
ayetinin iflâletiyle masiyetin büyüklüğü onu işleyenin zan ve kanaatiyle
değişmez. Bel-■:.: de onu işleyen onun büyüklüğünü bilmeyebilir.
c) Her haram olan şeyde mükellefin belki de büyük günahlardan olabilir
-..ye harama yönelmeyi büyük bir masıyet sayması gerekir.
5- "Bu iftirayı işittiğiniz zaman:"Bu şekilde konuşmak bize
yakışmaz. Hâ-:..' Bu büyük bir iftiradır." demeniz gerekmez miydi?"
Bu ayet bu konudaki
iiabı
insanlara öğretmektedir. Hüsnü zan etmek şeklindeki birinci emirden • -:nra bu
diğer bir edep dersidir. Mana şöyledir: Siz yakışık almayan kötü sözü
iittiğiniz
zaman şöyle demeliydiniz: Bunun gibi bir sözü ağzımıza almamız, 3asulullah'm
(s.a.) şerefini incitecek bir mevzuya dalmamız ve bunu bir kimseye anlatmamız
bizim için uygun değildir, doğru değildir. Bu bize helâl değildir. Zira bunun
hiçbir delili yoktur. Hâşâ, Allah'ın Rasulü'nün hanımı için bu sözü söylemekten
Allah'ı tenzih ederiz. Yani biz bu işin büyüklüğünden hayrete dü-
-yoruz.
Allah peygamberinin hanımını facire, zinakâr kılmaktan münezzehim Bu büyük bir
iftiradır, günah dolu bir uydurmadır. Hz. Peygamber'e eziyet ^ermektir. Cenab-ı
Hak buyuruyor ki: "Allah 'a ve Rasulüne eziyet edenleri Allah dünyada da
ahirette de lânetlemiştir." (Ahzab, 33/57).
Her
ne kadar küfrün nefrete sebep olmaması sebebiyle Hz. Nuh ve Hz. Lût'un hanımlan
gibi peygamber hanımlannın kâfir olmaları caiz olsa da facire. zinakâr olması
caiz değildir. Çünkü bu nefret ve aşağılamak için en büyük sebeplerdendir.
Kısaca:
Peygamberimiz'e (s.a.) eziyette bulunmak anlamına geldiği için ikil ve din bu
gibi konulara dalmayı yasaklamaktadır. Yine işledikleri büyük âunahı ve
dillerine doladıkları son derece hayret ve şaşkınlığa sebep olan bu if-draya
karşılık o iftiracı ve ithamcılann cezalandırılmamasını da anlamsız bulur.
6- "Allah, eğer siz gerçekten mümin iseniz, böyle bir günaha
ebediyyen dönmemenizi öğütler."
Bu
ayet de nehiy ve zecr ayetlerinden biridir. Allah müminleri tekrar böyle bir
davranışa dönmekten sakındırıyor. Yani Allah sizden asla buna benzer bir
davranış meydana gelmesin diye tehdit ve ihtarla yasaklıyor. Yani gelecekte
siz sağ ve mükellef olduğunuz müddetçe böyle bir harekette bulunmayın. Eğer siz
Allah'a ve O'nun şeriatine iman edenlerden, Rasulüne ta'zim edenlerden, O'nun
emrine uyan ve nehyinden sakınan kimselerden iseniz, sizin bu gibi bir
davranışa tekrar dönmemeniz için size bu gibi nasihat ve uyarılarla öğütte
bulunmaktadır.
"Allah
size ayetlerini açıklıyor. Allah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hikmet
sahibidir." Allah size şer'î hükümleri, dinî ve içtimaî edepleri
açıklıyor. Allah kullarını ıslah edecek şeyleri gayet iyi bilir, onların
durumlarından haberdardır. Herkese yaptığı amelinin karşılığını verir.
Şeriatında ve takdirinde, mahlûkatının işlerinde, dünya ve ahirette kullarının
saadetini gerçekleştirecek emir ve nehiyleri vermek hususunda sonsuz hikmet
sahibidir.
7- "İman edenler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere
dünya ve ahirette acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Bu,
kötü bir söz duyan kişinin takınacağı üçüncü bir edeptir. Ayetin manası şudur:
Kasıtlı, isteyerek ve severek hayasızlığı yayanlar, müminlerin topluluğunda
zina haberlerinin yayılmasını ve hayasızlığın yaygınlaşmasını arzu edenler için
dünyada acıklı bir azap -yani kazif haddi-, ahirette ise cehennem azabı vardır.
Allah her şeyin gerçek yönünü gayet iyi bilir. O'na hiçbir şey gizli kalmaz.
Kalplerde olan sırları gayet iyi bilir. Her şeyi O'na havale edin ki irşad
edilesiniz. Sizler bilginizin eksikliği, eşyayı tanıma eksikliği ve sadece
karine ve emarelere dayanmanız sebebiyle bu gerçekleri bilmezsiniz.
İmam
Ahmed, Sevban'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini
nakletmektedir: "Allah'ın kullarına eziyet etmeyin. Onları ayıplamayın.
Onların kusurlarını araştırmayın. Çünkü kim müslüman kardeşinin kusurlarını
araştırırsa Allah da onun kusurlarını ortaya koyar, hatta onu kendi evinde
rezil eder."
Rasulullah
(s.a.) Abdullah b. Übeyy, Hassan ve Mistah'a celde vurdu. Saf-van Hassan'a
vurmak üzere oturdu. Kılıçla bir defa vurdu. Hassan'ın gözü kör oldu.
Bu
eğitici edebin derin anlamı vardır. Zira bir toplumda hayasızlığın yaygınlaşması
ve insanların bu suçu işlemeleri hususunda cür'et verir, bu fiili kolayca
işlemelerine sebep olur.
Bu
ayet sadece hayasızlığın yaygınlaşmasını arzu etmenin bile azaba uğramak için
yeterli olduğuna delâlet etmektedir. Hayasızlığı fiilen yayanlar ise daha
şiddetli cürüm, günah ve cezaya maruz kalmaktadır. Hayasızlığın yayılmasını
arzu etmenin kaynağı kin ve nefrettir. İnsanların yaşadıkları düzenlilik,
istikrar, sevgi ve kaynaşmaya karşı kıskançlık yapmak ve insanlara karşı
böbürlenmektir. Abdullah b. Übeyy gibi kin ve haset dolu kişiler de bu şereftir
diye bu güzel toplumun temel direklerini kemirmeye ve onun şerefini düşürmeye,
ırz ve şerefine dil uzatmaya çalışırlar.
8-
"Ya üzerinizde Allah 'in
lütfü ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve çok merhametli
olmasaydı?"
Yani
eğer ilâhî lütuf ve rahmet olmasaydı başka bir durum olurdu. Hazfedilmiş olan
cevap şöyledir: Helak olurdunuz yahut Allah size azap eder ve sizi kökten yok
ederdi. Fakat Allah Tealâ kullarına karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
Bu olaydan dolayı tevbe edenlerin tevbelerini kabul etmiş, hayırlı olan yola
irşad etmiş, en sağlam yolu göstermiş, sapma yönünde devam etmenin
tehlikesinden sakındırmış, bu çirkin fiilin yani peygamber ailesinin ırzına dil
uzatmanın tehlikesini beyan etmiştir. Dolayısıyla hamd ve minnet sadece O'na
mahsustur.
Bu
sebeple Cenab-ı Hak bundan sonraki ayette şeytanın vesveselerine uymaktan
sakmdırmıştır:
9- "Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın
adımlarına uyarsa şüphesiz ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü
emreder. " Ey Allah'a ve Rasulü'ne inanıp onları tasdik edenler! Şeytanın
yollarında yürümeyi, şeytanın vesveselerine tesirlerine ve emrettiği şeylere,
iftiraya, iman edenler arasında hayasızlığı yayma tekliflerine kulak vermeyin.
Çünkü kim şeytanın vesveselerine uyarsa, onun izini takip ederse kaybeder,
hüsrana uğrar. Çünkü şeytan sadece hayasızlığı (son derece çirkin olan şeyleri)
ve mün-keri (yani şeriatın inkâr ettiği, haram kıldığı ve aklın çirkin görüp
nefret ettirdiği) şeyleri emreder. Dolayısıyla hiçbir müminin şeytana uyması
doğru değildir. Bu ifade açık bir uyarı ve nefret ettirme ifadesidir.
Allah
Tealâ her ne kadar bu ayette şeytanın vesveselerine tabi olmaktan nehyetmişse
de bu nehiy bütün mükelleflere aittir. Bunun delili "Kim şeytanın
adımlarına uyarsa şüphesiz ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü
emreder." ayetidir. Dolayısıyla bütün mükellefler bundan men
edilmişlerdir. Müminlerin özellikle zikredilmesinin hikmeti iftiracıların
durumuna benzememek için masiyeti terk etmek hususunda onların daha titiz
davranmaları içindir.
"Allah'ın
lütfü ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen temize çıkamazdı."
Bu tekrar kullara olan ikram ve nimeti te'kit etmek içindir. Ayetin manası
şudur: Allah günahları silip süpüren tevbeye muvaffak kılmak suretiyle
nimetlerle ve bol rahmetle sizin üzerinize lütufta bulunmasaydı, kimseyi günahından
temizlemezdi; şirk, fücur ve çirkin ahlâk hastalıklarından kurtarmaz, sadece
derhal ceza verirdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah zulümleri
sebebiyle insanları muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı
bırakmazdı." (Nahl, 16/61). Razî diyor ki: Mümin dinde "salih"
kişi olma hususunda Allah Tealâ'nın rızasını kazanacak dereceye ulaşınca
"zekî (temizlenmiş)" olarak adlandırılır.
"Fakat
Allah dilediğini temize çıkarır. Allah her şeyi gayet iyi işiten ve gayet iyi
bilendir." Sonsuz kudret ve hikmet sahibi olan Allah Tealâ, Hassan,
Mis-tah ve iftira kıssasına adı karışan diğer kimselerin tevbelerini kabul
etmek gibi mahlûkatından dilediklerinin tevbelerini kabul etmek ve onları
kendisini razı kılacak hususlara muvaffak kılmak suretiyle mahlûkatından
dilediği kimseleri temize çıkarır. Allah kullarının sözlerini özellikle
masiyete düşmede ve ma-siyetten kurtulma hususunda ihlâs sahibi olma durumunda
ve masıyetin günahlarından aklanmak noktasındaki sözlerini gayet iyi işitir.
Hidayet ve dalâlete lâyık olan kimseleri, sözleri, davranışları, hayasızlığın
yaygınlaşmasında ısrar edenleri ve bunlardan tevbe edenleri gayet iyi bilir.
Her insan yaptığı amellerinin karşılığını verir.
Bu
ifade günahlardan temizlenmeyi, tevbeye ihlâsla yönelmeyi açık bir şekilde
teşvik etmektedir.
İftiracılara
ve onların sözlerini duyanlara edep dersi verdikten sonra Allah Tealâ,
Mıstah'a artık ebediyyen infakta bulunmamaya yemin eden Hz. Ebubekir'e (r.a.)
de edep dersi verdi.
Müfessirler
diyorlar ki: Bu ayet (Nur, 24/22) iftiracılara uyan Hz. Ebubekir'in teyzesinin
oğlu Mistah'a infakta, yardımda bulunmamak üzere yemin etmesi üzerine nazil
olmuştu. Mistah, Hz. Ebubekr'in himayesinde bir yetim olup Hz. Ebubekir ona ve
diğer yakınlarına infakta bulunuyordu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"İçinizden
fazilet ve imkân sahipleri, akrabalara, yoksullara, Allah yolunda hicret
edenlere yardım etmemeye yemin etmesinler." Yani dinde, ahlakta ve ihsanda
fazilet sahipleri, mal ve servet hususunda imkân sahipleri Hz. Ebu Bekir'in
teyzesinin oğlu olan, Mekke'den Medine'ye hicret eden fakir bir müslü-man olup
Bedir savaşma katılan Mistah gibi yoksul ve muhacir yakınlarına vermemek üzere
yemin etmesinler. Bu ayette Hz. Ebubekir'in (r.a.) faziletine ve şerefine delil
vardır, sıla-i rahime teşvik vardır. Bu ayet sıla-i rahim hususunda yumuşaklık
ve şefkatte son noktadır.
"Affetsinler
ve müsamahalı davransınlar." Yani kötülük işleyenleri affetsinler,
günahkâr kimsenin hatasını bağışlasınlar. Ona ceza vermesinler. Onu
bağışlarından mahrum kılmasınlar. Önceki iyiliklerine tekrar dönsünler. Çünkü
bir defa hata eden kimseyi cezalandırmakta şiddetli davranılmamalıdır. Meselâ,
Mistah had ve darbe ile cezalandırıldı. Bu yeterlidir. Bir defa ayağı kaydı.
Allah da onun tevbesini kabul etti.
"Siz
Allah'ın sizi affetmesini arzu etmez misiniz1? Allah çok mağfiret eden ve çok
merhamet edendir." Yani siz Allah'ın sizin günahlarınızı örtmesini istemez
misiniz? Zira ceza amelin cinsindendir. Sana karşı hata edenin hatasını
affettiğin gibi Allah da seni affeder. Senin müsamaha gösterdiğin gibi sana müsamaha
gösterilir: "Merhamet etmeyene merhamet edilmez. "[53]
Allah,
itaat edip tevbe eden kullarının günahlarını mağfiret edicidir. Onlara karşı çok
merhametlidir. İşledikleri, sonra da tevbe ettikleri hata sebebiyle onlara azap
etmez. Siz de Allah'ın ahlakıyla ahlâklanın.
Bu
ifade müminleri af ve müsamahaya teşvik etme ve tevbe edenlerin günahlarını
mağfiret etme şeklinde değerli bir vaaddir. Bu sebeple Hz. Ebubekir (r.a.)
derhal şu sözü söyledi: "Evet Allah'a yemin olsun ki, ey Rabbimiz biz senin
bizi mağfiret etmeni arzu ediyoruz." Sonra da Mistah'a daha önce yaptığı
infakı tekrar yapmaya başladı. Şöyle diyordu. "Vallahi ona yaptığım bu
infakı ebediyyen kaldırmayacağım."
[54]
Bu
ayetler Hz. Aişe'ye iftira kıssasının irşad ettiği edepler ve nehiyler gurubudur.
Bunlar, toplumu yüksek bir terbiye ile terbiye etmek, toplumun ahlâkını
düşüklükten ve rezaletten korumak, bilgisizce ve incelemeksizin verilen
haberlerin yaygınlaşması hususundaki kötü âdetlerden sıyrılmak için yapılmaktadır.
Bu
ayetler şu noktalara işaret etmektedir:
1- Ümmetin hastalığı çoğu zaman kendi içinden doğmaktadır. Ümmet içindeki
en tehlikeli hastalık ümmetin liderlerine ve ıslah edici davetçilerine karşı
güvenin sarsılması, onlara karşı yıkıcı tenkitlerin yöneltilmesi, ırzları,
şerefleri ve itibarlarına dil uzatma teşebbüsünde bulunulmasıdır. İftiracılar
umumiyetle dış düşmanlar olmayıp -görünüşte- müminlerden bir gurup olmaktadırlar.
2- Hiçbir şeyde sırf hayır veya sırf şer yoktur. Ancak faydası zararına
galip olan şey hayırlıdır. Zararı faydasından fazla olan şey de şerlidir.
Hayrın hakikati, faydası zararından fazla olmasıdır. Şer ise zararı
faydasından fazla olan şeydir. İçinde şer olmayan tamamen hayırlı olan şey
cennettir. İçinde hayır bulunmayan baştanbaşa şer olan şey de cehennemdir.
Ancak Allah dostlarına gelen belâ hayırdır. Çünkü verdiği elem şeklindeki
zararı, dünyada pek azdır. Hayrı ise ahiretteki çok sevaptır.
Bu
sebeple iftira olayı Hz. Aişe (r.a.) ile Hz. Ebubekir (r.a.) ailesi ve iftira
kurbanı, suçsuz Safvan b. Muattal için hayra vesile olmuş, Cenab-ı Hak:
"Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir
hayırdır." buyurmuştur. Zira fayda ve hayır yönü kötülük yönüne daha ağır
basmıştır.
Safvan,
şecaati sebebiyle Peygamberimiz'in (s.a.) gazvelerinde onun sucularının reisi
idi. Safvan sahabenin en seçkinlerindendir. İbni İshak'tan hakkında şöyle bir
rivayet de nakledilmiştir: "Hasûr olup hanımlara yaklaş-mazdı".
Safvan diyor ki: "Bir kadının örtüsünü kaldırmadım" Yani zina etmedim,
son derece iffetli idim, demektir. Safvan Hz. Ömer devrinde hicrî 29 yılında
Ermenistan'da, bir başka rivayete göre Hz. Muaviye devrinde hicrî 58 yılında
Rum diyarında şehit oldu.
3- İftira günahına dalanlar için dünya ve ahirette ceza ve azap vardır.
Onlar zina ithamı üzerine ısrar eden kimselerdir. Hassan, Mistah ve Hamne gibi
tevbe edenleri ise Allah affetmiştir.
4- Münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy iftira olayının büyük bir kısmını
yüklenmiş, kıssanın büyük bir bölümünü uydurmayı, onu yayıp Müslümanlar
arasında duyurmayı kendisi üstlenmişti.
O
veya başkası celde cezasına tabi oldu mu? Tirmizî ve Muhammed b. İshak'ın
rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) iftira olayı sebebiyle iki erkek ve bir
kadına celde cezası vermişti. Bunlar Mistah, Hassan ve Hamne idi.
Kuşeyrî
İbni Abbas'tan naklediyor: Rasulullah (s.a.) İbni Übeyy'e 80 değnek vurdu.
Ahirette ise ona cehennem azabı vardır.
Maverdî
ve başkaları demişlerdir ki: Peygamberimiz'in (s.a.) iftiracılara had cezası
uygulayıp uygulamadığı hususunda alimler iki ayrı görüş beyan etmişlerdir:
Birinci
görüş: Peygamberimiz'in (s.a.) iftiracılardan hiçbirine had uygulamadığı
şeklindedir. Çünkü hadler itiraf veya beyyine (delil) sebebiyle uygulanır.
Allah bunu haber vermesi sebebiyle had uygulanmasını farz kılmadı. Nitekim
münafıkların küfrünü haber verdiği halde onların öldürülmesini farz kılmadı.
Bu
görüşü reddeden Kurtubî şöyle demiştir: Bu fasittir, Kur'anın nassma aykırıdır.
Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İffetli kadınlara zina isnat edip
de sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun." Yani iftiracılar
sözlerini doğrulayacak dört şahit getirememişlerdir.
İkinci
görüş: Peygamberimiz'in (s.a.) iftiracılardan Abdullah b. Übeyy, Mistah b.
Üsâse, Hassan b. Sabit ve Hamne bt. Cahş'a had cezası uyguladığı şeklindedir.
Kurtubî
diyor ki: Haberlerden meşhur olan ve alimler nezdinde bilinen husus had uygulanan
kişilerin sadece Hassan, Mistah ve Hamne olduğu şeklindedir. Abdullah b.
Übeyy'e had uygulandığı işitilmemiştir. Bu -yani had vurulan kişilerin
belirlenmesi rivayetini- Ebu Davud, Hz. Aişe'den (r.a.) naklet-miştir. Abdullah
b. Übeyy'e had vurulmamıştır. Çünkü Allah Tealâ ona ahirette büyük bir azap
hazırlamıştır. Dünyada had cezasına tabi olsaydı bu onun ahiretteki azabını
eksiltir ve hafifletirdi. Ayrıca Allah Tealâ Hz. Aişe'nin (r.a.) suçsuzluğuna
ve ona iftirada bulunanların yalancılıklarına şahitlikte bulunmuştur. Böylece
haddin faydası hasıl olmuştur. Zira kazif haddi vurulmasının maksadı, itham
edenin iftiracı olduğunun ve itham edilen kişinin de suçsuz olduğunun ortaya
çıkmasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Şahit getirmediklerine
göre onlar Allah nezdinde yalancıdırlar." (Nur, 24/13).
Bu
müslümanlara uygulanan had onlardan sadır olan günaha kefaretolması ve sonunda
ahirette bu konuda üzerlerinde bir sorumluluk kalmaması için uygulanmıştır.
Peygamberimiz (s.a.) -Müslim'in Ubâde b. Samıtten (r.a.) rivayet ettiği-
hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: »Kime bu had cezasın-dan bir şey
isabet eder ve bununla cezalandırıhrsa, bu ona kefaret olur. Yanı hadler bu
cezalara tabi olan kimseler için kefarettir.
5- Mümin erkek ve mümin kadınların birbirlerine hüsnü zan etmeleri gerekir.
Bunun için Allah Tealâ şu ayetiyle onlara hitapda bulunmuştur: "İftirayı
işittiğiniz zaman mümin erkeklerin ve mümin kadınların birbirlerine hüsnü zanda
bulunmaları gerekmez miydi?" Ayette geçen "bi-enfüsihim" ibaresi
birbirlerine yani mümin kardeşlerine demektir.
Bir
kişinin bir kişiye zina ithamında bulunduklarını işittikleri zaman yahut o
kişide görmedikleri çirkin bir davranışla onu andıkları zaman derhal bunu
reddetmeleri ve yalanlamaları müslümanlara vaciptir.
Bu
sebeple alimler şöyle demişlerdir: İnsanın kazandığı iman derecesinin, müminin
içinde bulunduğu salah mertebesinin ve müslümanı örten iffet elbisesinin
asılsız veya belirsiz ihtimaller taşıyan bir haber sebebiyle -bu haber yaygınlaşmış
olsa bile- hemen sökülüp atılmayacağı hususunda bu ayet asıl bir kaidedir.
6- Zina ithamının ispatı ya itirafla yahut dört şahitle olur. Cenab-ı
Hakk'm "Bir de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi?" kavli
iftiracıların ispat konusundaki kusurlarına karşılık bir azarlamadır. Yani
onlar iddia ettikleri bu iftiraya karşılık dört şahit getirselerdi ya!
demektir. Bu ifade geçen kazif ayetinde zikredilen hususa işaret etmektedir.
Bu şahitleri getirmediklerine göre onlar Allah'ın hükmünde yalancıdırlar.
7- İspat v.b. dünya hükümleri zahire göre verilir. Sırlar ise Allah'a
aittir.
Buharî
Hz. Ömer'in (r.a.) şu sözünü rivayet etmektedir: "Ey insanlar! Vahiy
kesildi. Biz sizin görünen amelleriniz sebebiyle sizi muaheze ederiz. Kim bize
hayırlı bir amel gösterirse, onu güvenilir sayar, hüküm vermeye onu yakın kabul
ederiz. Onun gönlünden geçenleri (sırlarını) bilemeyiz. Allah onu gönlüne göre
hesaba çekecektir. Bize kötü bir amel gösterirse onu güvenilir kabul etmez ve
doğrulamayız. İsterse o kalbim temiz, niyetim güzel desin."
8- Kazif kıssasında Allah Tealâ'nın kullarına olan lütfü "Allah'ın
sizin üzerinizdeki lütuf ve rahmeti olmasaydı." ifadesiyle iki defa
tekrar edilmiştir. Yani Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı Hz. Aişe (r.a.)
hakkında söyledikleriniz sebebiyle size dünya ve ahirette büyük bir azap
dokunurdu. Fakat O rahmetiyle dünyada sizin günahlarınızı örtmektedir. Ahirette
ise kendisine tevbekâr olarak gelenlere rahmetle muamele edecektir.
9- Allah iftira kıssasında günaha dalanları şu üç günahı işlemekle tavsif
etmiştir:
-
İftirayı dillerine dolayıp insanlar arasında yaymaları,
-
Bilgileri olmayan bir konuda konuşmaları,
- Bu büyük bir günah ve en büyük günahlardan
biri olduğu halde bunu küçümsemeleri.
Bu
ifadeler kazfin büyük günahlardan biri olduğuna, masıyetin büyüklüğünün bunu
işleyen kişinin zannı ve hesabına göre değişmeyeceğine, mükellefin her çeşit
harama el sürmeyi büyük bir günah olarak kabul etmesinin vacip olduğuna delâlet
etmektedir.
10- Allah bütün müminlere iftira haberini yalanlamaları ve bu haberi başkalarına
anlatmamaları ve birbirlerine nakletmemeleri ve Peygamberinin hanımından böyle
bir şeyin meydana gelmesi hususunda Allah'ı tenzih etmeleri ve bu söz hakkında
gerçekten açık bir bühtan olduğu şeklinde hüküm vermeleri gerektiği şeklinde
itabda bulundu. Bühtanın aslı bir insan hakkında onda bulunmayan bir şeyin
söylenmesidir. Gıybet ise insanda bulunan bir şeyin söy-lenmesidir.
İman
vasfı onları bu şekilde ahlâklanma ve edebe sevketmelidir.
11- Cenab-ı Hakk'ın "Allah size böyle bir günaha ebediyyen
dönmemenizi öğütler." ayeti Hz. Aişe hakkındaki bir ithamı tekrar
yapmamanız gerekir, demektir. İmam Malik diyor ki: Kim Ebubekir ve Ömer'e kötü
söz söylerse te'dip edilir. Kim Aişe hakkında kötü söz söylerse öldürülür.
Çünkü Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Siz gerçek müminler iseniz, Allah
sizin böyle bir günaha ebediyyen dönmemenizi öğütler." Dolayısıyla kim Hz.
Aişe hakkında kötü söz söylerse Kur'an'a aykırı davranmış olur. Kim Kur'an'a
aykırı davranırsa öldürülür.
İbni
Kesir diyor ki: Bütün alimler kim Hz. Aişe'ye bundan sonra ithamda bulunursa,
bu ayette zikredildikten sonra tekrar aynı ithamda bulunursa o kimse hiç
şüphesiz kâfirdir. Çünkü Kur'an'a karşı inatçı demektir.
Bu
ifade İbnü'l-Arabî'nin şu sözüne cevap mahiyetindedir: "İmam Şafiî ashabı
şöyle demişlerdir: Kim Hz. Aişe (r.a.) hakkında kötü söz söylerse o kimse diğer
müminler hakkında olduğu gibi te'dip edilir. "Siz müminler iseniz"
ifadesi Hz. Aişe (r.a.) hakkında değildir. Zira bu küfürdür. Bu ancak
"gerçek müminler iseniz" manasmdadır. Nitekim İmam Ahmed, Buharî ve
Müslim'in Ebu Hurey-re'den (r.a.) rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Allah'a yemin olsun ki
komşusunun şerrinden emin olmadığı kimse gerçek mümin olamaz." Yani iman-ı
kâmil sahibi olmaz demektir. Yoksa imanı sökülüp alınacak değildir.
12- Hz. Aişe (r.a.) ve Safvan (r.a.) gibi iffetli mümin erkek ve kadınlar
hakkında hayasızlığın yaygınlaşmasını arzu edenler (münafıklar) için dünyada
had uygulanması suretiyle, ahirette ise cehennem azabıyla acıklı bir azap vardır.
Müminlere uygulanan had ise kefarettir.
Bu
günahın miktarı ve buna verilecek cezayı Allah gayet iyi bilir. Allah her şeyi
bilir. Halbuki insanlar bunu bilemezler.
13- Allah müminleri ve başkalarını şeytanın yoluna ve görüşlerine uymaktan
nehyetmiştir. Zira şeytan sadece hayasızlığı ve kötülüğü emreder.
14- Müminlerin nefislerinin tezkiyesi, kirli duygulardan temizlenmesi ve
hidayete kavuşmaları amelleri sebebiyle değil, sadece Allah'ın lütfuyladır.
15- Mümin Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmalıdır. Dolayısıyla basit hataları,
kusurları, ayak sürçmelerini affetmelidir. Böyle yaparsa Allah da onu affeder,
günahlarını örter. Nasıl muamele ederseniz öyle muamele görürsünüz.
Allah
Tealâ buyuruyor ki: "Siz Allah'ın sizi affetmesini arzu etmez misiniz?"
Yani nasıl Allah'ın sizin günahlarınızı affetmesini arzu ediyorsanız aynı
şekilde siz de sizin maiyetinizde bulunan kişileri affedin. Peygamberimiz
(s.a.) Taberanî'nin Cerir'den (r.a.) rivayet ettiği hadiste: "Merhamet
etmeyene merhamet edilmez." buyurdu.
16- Bu ayette (Nur, 24/22) zina ithamında bulunmanın, her ne kadar büyük
bir masiyet olsa bile amelleri boşa çıkaracak derecede olmadığına delil vardır.
Zira Allah Tealâ hicret ve iman sözünden sonra Mıstah'ı tavsif etmiştir. Diğer
büyük günahlar da böyledir. Allah'a şirk koşmak dışında hiçbir şey amelleri
boşa çıkarmaz. Cenab-ı Hakk buyuruyor ki: "Eğer şirk koşarsan bütün amelin
mutlaka boşa çıkar." (Zümer, 39/65).
17- Kim bir şeyi yapmamaya yemin eder sonra da bunu yapmanın yapmamaktan
daha evlâ olduğu görüşüne varırsa bunu yapar ve yemininin kefaretini verir.
18- Bazı alimler demişlerdir ki: Bu ayet (Nur, 24/22) Allah Tealâ'nın kitabındaki
en ümit verici ayettir. Zira Allah isyankâr iftiracılara bu lafızla lütufta bulunmaktadır.
19- Bu ayet (Nur, 24/22) Hz. Ebubekir'in (r.a.) Peygamberimiz'den (s.a.)
sonra bütün insanların en üstünü, en faziletlisi olduğuna delâlet etmektedir.
Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette Hz. Ebubekir'i dindeki yüce şanını gösteren gayet
hoş sıfatlarla tavsif etmiştir.
Fahreddin
Razî bu ayetten "İçinizden fazilet ve imkân sahipleri... yardımlarını
esirgemesinler." (Nur, 24/22) ayetinden 14 husus çıkarmıştır.
Bu
sıfatlardan biri Cenab-ı Hakk'ın onu herhangi bir kişiyle sınırlamadan
"mutlak olarak fazilet sahibi" olarak tavsif etmesidir. Fazilete
faziletli kılmak da dahildir. Bu da Allah'ın ondan razı olduğuna delâlet eder.
Hz. Ebubekir (r.a.) mutlak olarak faziletli (fazıl) olduğu gibi mutlak olarak
da Allah tarafından faziletli kılınmış (mufaddal) kimsedir.
Bu
sıfatlardan bir diğeri Allah Tealâ'nın onu tekil değil çoğul kelimeyle, hususî
değil umumî ifadeyle "fazilet ve imkân sahipleri" olarak medih makamında
tavsif etmesidir. Bu sebeple Hz Ebubekir (r.a.) hakkında "O masıyetten uzak
idi." demek vacip olmuştur.[55]
20- Tahkik ehli alimlerden biri diyor ki: Hz. Yusuf (a.s.) zina ithamına
uğradığı zaman Allah onu beşikteki bir çocuğun diliyle akladı. Hz. Meryem
(a.s.) zina ithamına uğradığı zaman Allah onu oğlu Hz. İsa (a.s.) diliyle
akladı. Hz. Aişe (r.a.) zina ithamına uğradığı zaman Allah onu Kur'anla akladı,
suçsuzluğunu bildirdi. Hz. Aişe (r.a.) için bir çocuk veya bir peygamberin
aklamasına / razı olmadı. Bizzat kendi kelâmıyla onun iftira ve bühtandan uzak
olduğun/ bildirdi.[56]
23-
İffetli, hiç bir şeyden habersiz mümin kadınlara zina ithamında bulunanlar,
dünyada da ahirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır.
24-
O gün onların dilleri, elleri ve ayakları işledikleri fiiller sebebiyle
kendilerinin aleyhinde şahitlik edecektir.
25-
O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı tam olarak verecek ve onlar Allah'ın
apaçık hak olduğunu bileceklerdir.
26-
Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara, temiz kadınlar
temiz erkeklere, teiniz erkekler temiz kadınlara yakışır. İşte o tertemiz olanlar
onların söylediklerinden çok uzaktırlar. Onlar için mağfiret ve değerli rı-zık
vardır.
"Ya
melun" ve "ya'lemûn" kelimelerinde cinas-ı nakıs sanatı vardır.
"Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışır."
ifadesinde mukabele sanatı yapılmıştır.
[57]
"İffetli"
namuslu "hiç bir şeyden habersiz" masiyet ve ahlâksızlıklardan uzak,
kalpleri temiz Allah'a ve Rasulüne "mümin kadınlara zina ithamında
bulunanlar, dünyada da ahirette de lanetlenmişlerdir." Ahirette Allah'ın
rahmetinden kovulmuşlardır, dünyada ise kazif haddiyle cezalandırılmışlardır.
"O
gün Allah onlara hak ettikleri" sabit olan, hak olan "cezalarını tam
olarak verecek ve onlar Allah'ın apaçık hak" zatıyla sabit ulûhiyeti
açık, hiç kimseyi ortak kabul etmeyen, kendisinden başka sevap ve cezaya
muktedir varlık bulunmayan varlık "olduğunu bileceklerdir." Ya da
apaçık hakkın sahibidir. Yani adildir, adaleti açıktır. O, onların şüphe
ettikleri cezalarını gerçekleştirecektir. Ya da Allah'ın vaadi de vaîdi de
asla haksızlık bulunmayan adaletin ta kendisidir.
"Kötü
kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara... yakışır." Yani
kötüye yaraşan onun gibi kötü kişidir. İyiye yaraşan da onun gibi iyi kişidir.
"İşte
onlar" erkek ve kadınlardan tertemiz olanlar ki müminlerin annesi Hz. Aişe
de, takva ve vera sahibi mücahid, yalan yere iftiraya uğrayan sahabî Safvan da
bu çeşit kimselerdendir. "Onların" münafıkların
"söylediklerinden çok uzaktırlar. Onlar için" böyle iyi erkek ve
kadınlar için "mağfiret" hatalarının örtülmesi "ve değerli
rızık" yani cennet "vardır."
Beyzavî
diyor ki: Allah dört kişiyi dört kişi vasıtasıyla akladı:
-
Hz. Yusuf u Zeliha'nm ailesinden bir şahitle,
-
Hz. Musa'yı Yahudilerin onun hakkındaki sözlerinden elbisesini götüren taşla,
-
Hz. Meryem'i çocuğunun (Hz. İsa'nın) dile gelmesiyle,
- Hz. Aişe'yi bu ayetlerle ve bu mübalağalı
ifadelerle akladı. Bu sadece Kasulullah'ın (s.a.) yerini ortaya koymak ve
mertebesini yüceltmek içindi.
[58]
Taberanî
Dahhak b. Müzahim'den naklediyor: Bu ayet özellikle Peygam-:erimiz'in (s.a.)
hanımları hakkında indi: "İffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin
-adınların..."
İbni
Ebî Hatim, İbni Abbas'tan naklediyor: Bu ayet özellikle Hz. Aişe (r.a.) kkmda
inmiştir.
İbni
Cerir Hz. Aişe'den (r.a.) naklediyor: Bana bu iftira yapıldığında ben -r şeyden
habersizdim. Bu haber daha sonra bana ulaştı. Rasulullah (s.a.) -nim yanımda
iken ona vahyedüdi. Sonra doğrularak oturdu. Yüzünü sıvazladı ve:
-
Ya Aişe! Müjdeler olsun, dedi. Ben de:
-
Allah'a hamdolsun, sana değil, dedim. Peygamberimiz:
- "İffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin
kadınlara zina ithamında bulunanlar..." ayetini okudu.
Taberanî
Hakem b. Uteybe'den naklediyor: Halk Hz. Aişe'nin meselesini konuşunca
Rasulullah (s.a.) Hz. Aişe'ye haber gönderip şöyle dedi:
-
Ya Aişe! İnsanlar ne diyorlar? Hz. Aişe:
- Mazeretim
semadan ininceye kadar ben hiçbir şekilde özür ıilemeyeceğim, dedi.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak Nur suresinden 15 ayet in-ürdi. Sonra da 26. ayetin
sonuna kadar okudu. Bu hadis mürsel olup isnadı sahihtir.
[59]
İftira
haberinin ve iftiracıların cezasının açıklanmasından, iftiraya karışanlara edep
dersi verilmesinden sonra Allah Tealâ açıkça Hz. Aişe'nin suçsuz olduğunu
belirtti. Bununla birlikte umumî bir hüküm de zikretti. Bu hüküm "zinadan
uzak mümin bir kadına zina iftirasında bulunan herkesin Allah'm rahmetinden
kovulmuş, büyük bir azaba lâyık olduğu" şeklindeki hükümdür.
Bu
Allah tarafından hiçbir şeyden habersiz iffetli kadınlara zina ithamında
bulunanlara bir tehdit olup genel anlamda zikredilmiştir. Müminlerin anneleri
ise bu hüküm altına girme noktasında her iffetli kadından daha lâyıktır.
Özellikle bu ayetlerin nüzul sebebi olan Hz. Aişe bt. Sıddîk (r.a.) buna herkesten
lâyıktır.
[60]
"İffetli,
hiçbir şeyden habersiz mümin kadınlara zina ithamında bulunanlar..." Zina
ithamından çok uzak, iffetli, Allah ve Rasulü'ne inanan kadınları hayasızlık ve
fuhuşla itham edenler dünya ve ahirette Allah'ın rahmetinden koyulmuşlardır.
Allah'ın gazabı ve öfkesi onların üzerinedir.
Onlara
bu cürümlerinin ve iftiralarının karşılığı olarak ahirette büyük ve şiddetli
bir azap vardır. Bu kazfin büyük günahlardan biri olduğuna delildir.
İmam
Ahmed, Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiklerine göre
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Helak edici yedi şeyden sakının."
Peygamberimize:
-
Bunlar nelerdir ya Rasulallah, diye soruldu. Efendimiz:
-
Allah'a şirk koşmak, sihirbazlık, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü kaçmak, hiçbir şeyden habersiz
iffetli mümin kadınlara zina ithamında bulunmak.
Ebu'l-Kasım
et-Taberanî, Huzeyfe'den Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet
etmektedir: "İffetli bir kadına zina ithamında bulunmak 100 senelik ameli
silip götürür."
"O
gün onların dilleri, elleri ve ayakları işledikleri fiiller sebebiyle kendilerinin
aleyhine şahitlik edecektir." Yani onların kıyamet günündeki azabı,
dilleri, elleri ve ayakları vb. azalarıyla işledikleri söz ve fiiller sebebiyle
kendilerinin aleyhine şahitlik edecekleri günde olacaktır. Zira onları Allah
kudretiyle konuşturacaktır. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar derilerine: "Niçin bizim aleyhimize şahitlik yaptınız?"
diyecekler. Kendi derileri de: Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu
diyecektir." (Fussılet, 41/21).
İbni
Ebî Hatim ve İbni Cerir, Ebu Said el-Hudrîden Peygamberimiz'in (s.a.) şu
hadisini rivayet ediyorlar: "Kıyamet günü olduğu zaman kâfire kendi ameli
tanıtılır, kâfir inkâr eder ve tartışma çıkarır. Ona:
- İşte şunlar senin komşuların, senin aleyhine
şahitlik ediyorlar, denilir. Kâfir:
-
Yalan söylüyorlar, der. Ona:
-
İşte ailen ve yakın akrabaların da... denilir.
-
Yalan söylüyorlar, der. Kâfirlere:
-
Yemin edin, denilir. Yemin ederler. Sonra da Allah onları sağır kılar. Elleri,
dilleri onların aleyhine şahitlik ederler. Sonra da Allah onları cehenneme
koyar."
"O
gün Allah onlara hak ettikleri cezayı tam olarak verecek ve onlar Allah'ın
apaçık hak olduğunu bileceklerdir." Bugünde Allah onların hesaplarını veya
amellerinin karşılığını tam olarak verecektir. Onlar da Allah'ın vaadinin,
vaîdinin ve hesabının hiçbir zulmün bulunmadığı adaletin ta kendisi olduğunu
gayet iyi bileceklerdir.
Zemahşerî
-Allah ona rahmet eylesin ve Kur'an-ı Kerim'e yaptığı çok dakik tefsirinden
dolayı onu en hayırlı mükâfatla mükâfatlandırsın- diyor ki: Kur'an'm tamamını
incelesen ve Allah'ın isyankârlara yaptığı tehditleri araş-tırsan Allah
Tealâ'nın Hz. Aişe'ye (r.a.) iftira konusundaki sert ifadeler kadar hiçbir
konuda sert ifade kullanmadığını görürsün. Bu konuda şiddetli vaid, tesirli
ceza, dehşetli zecir ifadeleriyle dolu, bunu işleyenin cezasının büyük olduğunu,
buna teşebbüste bulunanın dehşetli bir şey yaptığını çeşitli yollarla, her biri
kendi babında yeterli, dikkat çekici üslûplarla anlattığını görürsün. Sadece bu
üç ayet inmiş olsaydı bile bu konuda yeterli olurdu. Zira zina ithamında
bulunanları her iki dünyada lanete müstahak kılmakta ve onları ahirette büyük
azapla tehdit etmektedir. Dillerinin, ellerinin ve ayaklarının yaptıkları
iftira ve bühtanlarla kendilerinin aleyhinde şahitlik yapacağını ve Allah'ın
kendilerine lâyık oldukları hak ve vacip olan cezalarını tam olarak vereceğini,
nihayet o zaman Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerini bir tehdit olarak
belirtmektedir.[61]
Bu
sözden de Fahreddin Razî'nin sözünden de anlaşılmaktadır ki Allah Tealâ bu zina
ithamında bulunanları üç şeyle cezalandırmıştır:
-
Dünya ve ahirette lanete uğramış olmaları ki bu büyük bir vaîddir.
-
Dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi yaptıklarına şahitlik etmeleri,
-
Amellerinin karşılığının tam olarak verilmesi.
"Din"
ceza manasındadır. Meselâ, nasıl muamele edersen öyle ceza görürsün, sözünde
"dâne" fiili bu anlamdadır. Bir başka görüşe göre din, hesap
manasındadır. Nitekim Cenab-ı Hak "İşte sağlam din budur." Yani doğru
hesap Dudur, buyurmaktadır. Hak: Verilen cezanın müstahak oldukları miktarda olmasıdır.
Çünkü bu haktır, bundan fazlası batıldır.
Cenab-ı
hak bundan sonra Hz. Aişe'nin suçsuz olduğuna elle tutulur, gözle jörülür maddi
delil getirerek şöyle buyurdu:
"Kötü
kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara, temiz kadın-
ar
temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara yakışır..." Yani zina eden
kötü
kadınlar zina eden kötü erkeklere yakışır. Zina eden kötü erkekler zina
eden
kötü kadınlara yakışır. Çünkü herkese lâyık olan, söz ve davranışlarda
onun
benzeridir. Zira ahlâk hususundaki benzerlik ve tabiatlerdeki uygunluk
ülfetin
ve iyi geçimin esaslarındandır. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Zina eden
erkek sadece zina eden kadınla veya müşrik kadınla nikahlanır. Zina eden kadını
da ya zina eden bir erkek ya da bir müşrik nikâhlar." (Nur, 24/3).
Buna
göre "kötü ve iyi olan" kadınlardır. Yani kötü kadınlara yaraşan kötü
erkeklerle evlenmektir. Temiz erkeklere yaraşan temiz kadınlarla evlenmektir.
"Habisat"
kelimesinden murad edilen mananın iftiracılardan vaki olan kazif kelimeleri
olması caizdir. Buna göre ayetin manası şudur: İftiracıların kötü sözleri kötü
adamlara yakışır. Aksi de doğrudur: İftirayı inkâr edenlerin iyi sözleri iyi
adamlara yaraşır. Aksi de doğrudur.
Rasulullah'ın
(s.a.) iyilerin incisi, ilklerin ve sonuncuların en hayırlısı olması sebebiyle
o yüce peygamberin hanımı Sıddîka (r.a.) iyi hanımların en iyilerindendir.
Böylece iftiracıların yaydığı söylenti batıl olmaktadır. Bu söz Hz. Aişe (r.a.)
için darb-ı mesel makamında cereyan etmektedir. Ona atılan iftira onun nezahet
ve iyiliği durumuna uymamaktadır. Birinci görüş zahir olan husustur.
"İşte
o tertemiz olanlar onların söylediklerinden (iftiradan) çok uzaktırlar.
Böyleleri için mağfiret ve değerli rızık vardır." İşte Safvan ve Hz. Aişe
gibi tertemiz kadın ve erkekler kötü erkek ve kadınlardan oluşan iftiracıların
söylediklerinden çok uzaktırlar.
Bu
kimseler için haklarında söylenen yalan söz sebebiyle günahlarından mağfiret ve
Allah nezdinde Naîm cennetlerinde değerli bol rızık vardır. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Biz onlar için bol rızık hazırladık." (Ahzab,
33/31).
Hz.
Aişe'den (r.a.) rivayet edilmiştir ki: Başka hiçbir kadına verilmeyen şu dokuz
şey bana verilmiştir:
1- Peygamberimiz (s.a.) benimle evlenmekle emrolunduğu zaman Cebrail
avucunda benim suretim olduğu halde inmiştir.
2- Peygamberimiz (s.a.) beni bakire olarak aldı. Benden başka bakire ile
evlenmedi.
3- Peygamberimiz (s.a.) başı benim kucağımda olduğu halde vefat etti.
4- Benim evime gömüldü. Melekler onu benim evimde kuşattılar.
5- Ona aileleriyle birlikte vahiy indiğinde diğer hanımları
Peygam-berimiz'den (s.a.) ayrılıyorlardı. Halbuki ben onunla aynı örtü altında
olduğum halde vahiy gelmişti.
6- Ben onun halifesinin ve Sıddîk'ının kızıyım.
7- Benim mazeretim (suçsuzluğum) semadan indi.
8- Ben tayyib (güzel şahsiyet) yanında tayyibe (güzel kadın) olarak
yaratıldım.
9-
Mağfiret ve bol, değerli rızık vaad olundu. Hz. Aişe bununla şu ayeti
kast etmektedir: "Bu kimseler için mağfiret ve değerli rızık -yani cennet-
vardır."
[62]
Bu
ayetler aşağıdaki hükümleri dile getirmektedir:
1- İçlerinde Hz. Aişe (r.a.) ve Peygamberimiz'in (s.a.) diğer
hanımlarının da bulunduğu iffetli, namuslu kadınlara ya da kıyasla, istidlal
yoluyla iffetli erkeklere zina ve fuhuş ithamında bulunanlar dünya ve ahirette
lanete uğramışlardır.
Dünyada
lanet, sürgün, had vurulması, müminlerin o kimseleri terk etmeleri,
itibarlarının lekelenmesi, adaletlerinin düşmesi manasındadır. Ahirette lanet
ise cehennemde azap görme sebebiyle Allah'ın rahmetinden kovulmak manasındadır.
Daha
doğru olan -müfessirlerin tercih ettikleri gibi- bu ve diğer hükümlerde
müminlerin diğer anneleri de Hz. Aişe (r.a.) gibidir. Onlara zina ithamında bulunanlar
dünya ve ahirette lanete uğramışlardır. İbni Kesir'in belirttiği gibi kim
onlara kötü söz söylerse kâfirdir.
Ebu
Ca'fer en-Nahhâs diyor ki: Bu ayetin tefsirinde söylenen en güzel görüşlerden
birisi şudur: Bu ayetin hükmü erkek-kadın zina ithamında bulunan bütün insanlar
hakkında umumidir. Takdir şöyledir: İffetli kimselere –ki buna kadın erkek
dahildir- iftira eden kimseler hakkında da erkek kadına galip kılınmıştır. Yani
zina ithamında bulunmak kadın-erkek her mükellef için haramdır, büyük günahtır.
2- Zina ithamında bulunanlara ait lanetten başka diğer bir hüküm daha vardır.
Bu hüküm dillerinin, ellerinin, ayaklarının şahitlikte bulunmasıdır. Bu azâlar
kıyamet günü hesap görme zamanında dünyada konuştukları ve yaptıkları şeyleri
söyleyeceklerdir.
3- Bir üçüncü hüküm ise onların hesaplarının ve cezalarının amellerine ve
sözlerine uygun olarak hak ettikleri
kadar verilmesidir. Çünkü Allah'ın kâfir ve günahkâra karşı cezası hak ve
adalet ölçüleriyledir; mümin ve muhsin kimiye karşı da iyilik ve lütufladır.
4- Kötü kadınlar kötü erkeklere yakışır. Aynı şekilde kötü erkekler de
kötü kadınlara yakışır. Yine iyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi
kadınlara yakışır. Nahhas'm tercih ettiği mana budur. Bu mana da gayet açıktır.
Mücahid,
İbni Cübeyr, Ata ve müfessirlerin çoğu şöyle demişlerdir: Kötü sözler kötü
erkeklere yaraşır. Kötü erkekler de kötü sözlere lâyıktır. Yine iyi, hoş
kelimeler, iyi erkeklere iyi erkekler de iyi sözlere lâyıktır.
5- Cenab-ı Hakkın "İşte o tertemiz olanlar onların söylediklerinden
(yapılan ithamdan) çok uzaktırlar." ayeti Hz. Aişe ve Safvan'm kötü erkek
ve cötü kadınların söylediklerinden çok çok uzak olduklarına delâlet
etmektedir.
[63]
27-
Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve orada
bulunanlara selâm vermeden girmeyin,
şünürseniz bu sızın için daha hayır- 1
28-
Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Eğer
size "geri dönün" denilirse hemen dönün. Bu (davranış) sizin için
daha temizdir. Allah yaptıklarınızı çok iyi
büir"
29-
İçinde eşyanız bulunan, oturuhnayan evlere (izinsiz) girmenizde bir mahzur yoktur.
Allah sizin açığa vurduğunuzu da, gizlediğinizi de gayet iyi bilir.
"Orada
bulunanlara selâm vermeden girmeyin." İzin isteyecek kimse -hadiste varit
olduğu gibi-: "Es-selâmü aleyküm. Girebilir miyim?" diye izin ister.
"Düşünürseniz"
ibret alırsanız yahut hayırlı olduğunu dikkate alır, bununla amel ederseniz
"bu" izin istemeniz "sizin için" izin istemeden girmekten
"daha hayırlıdır."
"Eğer
orada" size izin verecek "kimse bulamazsanız size izin verilmedikçe
içeriye girmeyin. Eğer size" izin istedikten sonra "geri dönün
denilirse hemen dönün. Bu" dönüş "sizin için" kapıda beklemekten
"daha temizdir." daha hayırlı ve daha nezih bir davranıştır.
"Allah" izinle ve izinsiz içeri girme şeklinde "yaptıklarınızı
çok iyi bilir." O her şeyden haberdardır. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Her insana ameline mukabil karşılık verir.
"İçinde
eşyanız bulunan" yani sizin için yararlanma hakkı olan, sıcak sebebiyle
gölgelenmek, soğuk sebebiyle sığınmak, eşyaları depo etmek veya alışveriş gibi
muameleler için oturmak suretiyle istifade edilen "oturulmayan" han,
dükkân ve otel gibi "evlere" izinsiz "girmenizde bir
mahzur" bir sakınca ve günah "yoktur."
"Allah
sizin açığa vurduğunuzu" ortaya koyduğunuzu "da gizlediğinizi
de" diğer evlere onarım v.b. maksatlarla girdiğinizi de "gayet iyi
bilir." Bu ayet bir yere bozgunculuk yapmak için veya ev sahiplerinin
gizli hallerine vakıf olmak[64]
"Kendi
evlerinizden başka evlere..." 27. ayetin nüzul sebebi ile ilgili, Fir-yabî
ve İbni Cerir, Adiyy b. Sabitten naklediyor: Ensar'dan bir kadın geldi ve şöyle
dedi:
- Ya Rasulallah! Ben evimde kimsenin beni
görmesini istemediğim bir şekilde duruyorum. Ben bu durumda iken ailemden biri
benim yanıma giriyor. Ben nasıl hareket edeyim? Bunun üzerine: "Ey iman
edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve orada bulunanlara
selâm vermeden girmeyin... " ayeti nazil oldu.
"İçinde
eşyanız bulunan..." 29. ayetin nüzul sebebi ile ilgili, İbni Ebî Hatim
Mukatil b. Hayyan'dan naklediyor: Evlere girmek için izin isteme ayeti indiği
zaman Hz. Ebubekir (r.a.):
- Ya Rasulallah! Ya Mekke, Medine ve Şam
arasında gidip gelen, yol üzerinde evleri bulunan Kureyş tüccarları nasıl
hareket edecek? Bu evlerde oturan olmayınca nasıl izin isteyecekler ve selâm
verecekler? diye sordu. Bunun üzerine: "İçinde eşyanız bulunan,
oturulmayan evlere (izinsiz) girmenizde bir mahzur yoktur..." ayeti indi.
[65]
İffetli
kadınlara zina ithamında bulunmanın ve iftiracıların hükmü beyan edildikten
sonra evlere izinsiz ve sessizce içeri girmek suretiyle töhmete düşmeyi
engellemek için yahut töhmet sebebi olabilecek ya da iftiracıların bühtan ve
iftiralarını belgelendirmek için baş vurdukları töhmet yolu olan halvetin
meydana gelmesini önlemek için insanların nasıl hareket edeceklerini beyan
etti. Yabancı bir kimsenin vakıf olmasını istemediği haller için kadın ve erkeklerin
durumlarını dikkate almak üzere Allah Tbalâ önceki töhmet konusuna uygun olan
bir konuyu: "Evlere izin isteyip selâm vererek girilmesinin adabını"
zikretti. Zira yabancılara bakmak ve onların özel durumlarına vakıf olmak
zinanın yoludur.
[66]
Bu
esaslar toplum hayatının düzenini ve ailelerin evlerdeki durumunu ortaya
koymaları sebebiyle sevgi ve muhabbet bağlarını korumak, müminler arasındaki
karşılıklı ziyaret ve iyi geçimi devam ettirmek için konulan ve yüksek
medeniyet ifade eden sosyal, şer'î edeplerdir.
Cenab-ı
Hak şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin
almadan ve orada bulunanlara selâm vermeden girmeyin..." Yani ey Allah'ı
ve Rasulünü tasdik edenlerîBaşkalarınm evine size izin verilmeden ve aile
halkına selâm vermeden girmeyin. Böylece başkalarının özel hayatına bakmamış,
vakıf olmanız sizin için helâl olmayan şeylere vakıf olmamış, orada bulunanlara
ansızın görünmemiş, böylece onları sıkıntıya düşürmemiş ve rahatsız etmemiş,
dolayısıyla can sıkıntısına, daralmaya ve nefrete sebep olmamış olursunuz.
O
halde bir yere girmeden önce mutlaka izin alınmalı ve gelen kimsenin bilinmesi
için kapının dışında selâm verilmelidir.
Selâm,
geçmiş zamanda da âdet idi. O zaman evlerin kapıları bugünkü gibi yeteri
şekilde sağlam kapanmış ve örtülmüş değildi. Ayrıca o zaman evlerde perde
yoktu.
"İsti'nâs"
kelimesi bilgi sahibi olmak, keşfetmeyi istemek demektir ve "ânese"
kökünden gelmiştir. Anese ise bir şeyi zahir ve açık olarak gördü demektir. Kim
başkasının evine girmek isterse ünsiyet sahibi olmalı yani o ev halkının
kendisine girmek için izin verip vermeyeceklerini öğrenmelidir.
"Çocuklarınız bulûğ çağına eriştikleri zaman onlardan öncekiler
(büyükleri) izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler." (Nur, 24/59)
ayetinin delaletiyle isti'nâs izin istemek manasındadır. İbni Abbas (r.a.)
kendisinden rivayet edilen daha sahih rivayete göre isti'nâsı isti'zân olarak
tefsir ediyordu. İsti'nâs izin istendikten ve iznin meydana gelmesinden sonra
hâsıl olur.
İzin
isteme mendup olarak üç defa olur. Ziyaretçiye izin verilirse içeri girer, aksi
takdirde ayrılır. Nitekim İmam Malik, Ahmed, Buharî, Müslim ve Ebu Davud'un Ebu
Musa ve Ebu Said'den rivayet ettikleri sahih hadise göre, Ebu Musa el-Eş'arî
Hz. Ömer'in huzuruna girmek için üç defa izin isteyip de izin verilmeyince
ayrıldı. Sonra Hz. Ömer (r.a.):
- Ben Abdullah b. Kays, Ebu Musa el-Eş'arî'nin
izin isteme sesini duymadım mı? Ona izin verin, buyurdu. Onu aradılar, gitmiş
olduğunu anladılar. Ebu Musa daha sonra gelince Hz. Ömer (r.a.):
-
Seni döndüren sebep nedir? diye sordu. Ebu Musa:
- Ben üç defa izin istedim, bana izin
verilmedi. Ben Peygamberimiz in (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Sizden
biriniz üç defa izin ister de izin verilmezse oradan ayrılsın."
Ayetin
zahirine göre içeri girmeden önce mutlaka izin istenmeli ve selâm verilmelidir.
Ancak birincisi yani izin istenmesi vacip, ikincisi yani selâm verilmesi
menduptur. Nitekim her yerde selâm vermenin hükmü budur. Ancak izin istemede de
vacip olan bir defa istemektir. Üç defa izin istemek ise daha önce geçtiği gibi
menduptur.
Görüldüğü
gibi izin istemek selâmdan önce zikredilmiştir. Çünkü Kuran tertibinde asıl
olan, olayların sırasına uygun olmasıdır. Bazı alimler de bu görüştedirler.
Cumhur
ise selâmın izin istemeye takdim edileceği görüşündedirler. Bunun delilleri ise
şunlardır:
Tirmizî,
Cabir'den (r.a.) rivayet ediyor: "Selâm kelâmdan öncedir." Buharî
el-Edebü'l-Müfred'de ve İbni Ebî Şeybe Musannef'inde Ebu Hurey-
re'den
(r.a.) selâm vermeden izin isteyen kimse hakkında: "Selâm verinceye
kadar
ona izin verilmez." dediğini nakletmişlerdir.
Kasım
b. Asbağ ve İbni Abdilberr, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyorlar: "Hz. Ömer
(r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girmek için izin istedi ve şöyle dedi:
Allah'ın Rasulüne selâm olsun. Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Ömer girebilir
mi?"
Selâm
da üç defa olmalıdır. Nitekim İmam Ahmed Enes'ten (r.a.) rivayet ediyor ki:
Peygamberimiz (s.a.) Sa'd b. Ubade'nin yanına girmek için izin istedi ve şöyle
buyurdu:
-
es-Selâmü aleyke ve rahmetullah. Sa'd de:
- Ve aleyke's-selâmü ve rahmetullah, diye cevap
verdi. Ancak sesini Pey-gamberimiz'e (s.a.) ulaştıramadı. Bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a.) üç defa telânı verdi. Sa'd de üç defa selâmını aldı.
İzin
istemenin ve selâm vermenin hikmeti Ebu Davud'un Hüzeyl'den nvayet ettiği şu
hadisin delaletiyle görülmesi haram olan şeylere muttali olmaya engel
olmaktır. Hüzeyl anlatıyor: Bir zat geldi (Osman: "Bu zatın ismi Sa'd
idi." diyor), izin istemek için Peygamberimiz'in (s.a.) kapısında ayakta
iurdu (Osman: "kapıya yönelerek" demiştir.). Peygamberimiz (s.a.)
yönünü çevirerek: "İşte böyle dur. İzin istemek bakmayı engellemek
içindir." buyurmuştur.
Buharî
ve Müslim'in Sa/u/ılerinde Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Eğer bir kişi senin evine izinsiz olarak muttali olursa sen
de ona bir taş atıp gözünü çıkarırsan sana hiçbir günah olmaz."
Bu
iki hadiste anlatılmak istenen husus şudur: İzin isteme edeplerinden biri, izin
isteyen kişinin açılacak kapıya doğru yüzünü çevirmemesi, kapının sağında veya
solunda durması ve evin içine bakmamasıdır.
Rivayete
göre Ebu Said el-Hudrî (r.a.) yüzünü kapıya çevirerek Peygam-berimiz'den (s.a.)
izin istedi. Peygamberimiz (s.a.): "Kapıya yüzünü dönerek izin
isteme." buyurdu.
Bu
durumda kapının açık veya kapalı olması fark etmez. Çünkü kapıyı çalan kimsenin
gözü kapı açıldığı anda caiz olmayan şeyleri ya da aile halkının görmesini
istemediği şeyleri görebilir.
Kapıyı
çalan kimse âmâ bile olsa izin istemek vaciptir. Çünkü evlerdeki bazı özel
durumlar kulakla idrak edilebilir. Ya da ev halkı âmânın eve girmesinden
rahatsızlık duyabilir. Daha önce geçen "İzin istemek bakışı engellemek
için meşru kılınmıştır." hadisi genel duruma göre söylenmiştir.
İzin
istemenin vacip oluşu konusunda kadınla erkek, mahremle nâmahrem arasında fark
yoktur. Çünkü hüküm umumidir. İsterse ziyaretçi baba olsun, isterse evlât
olsun aynıdır.
İmam
Malik'in Muvatta'ından Ata b. Yesar'dan rivayet ettiğine göre bir adam:
- Ya Rasulallah! Annemden de izin isteyeyim mi?
diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):
-
Evet, diye cevap verdi. Adam:
-
Ona benden başka hizmet eden kimse yok. Her yanma girdiğimde izin isteyeyim
mi? diye sordu. Efendimiz (s.a.):
-
Onu çıplak görmek ister misin? dedi. Adam:
-
Hayır, dedi. Efendimiz (s.a.):
-
O halde onun odasına girerken izin iste, buyurdu.
İbni
Cerir ve Beyhakî İbni Mes'ud'dan naklediyorlar: "Anneleriniz ve
kız-kardeşlerinizden izin istemek zorundasınız." Taberî Tavus'un şu sözünü
rivayet ediyor: "Mahrem olan bir kadının görülmesi haram olan yerlerini
görmekten daha çirkin saydığım bir şey yoktur."
Buna
göre mahrem kadınlardan izin istemek de vacip olmakta ve bunun terk edilmesi
caiz olmamaktadır. İbni Abbas buna şu ayeti delil gösterdi: "Çocuklarınız
bulûğa eriştikleri zaman kendilerinden öncekilerin -büyüklerinin- izin
istediği gibi izin istesinler." Ayet yabancı ile mahrem arasında ayırım
yapmamıştır.
27.
ayette yer alan evler anlamındaki kelime nehiy cümlesinde bir nekre olup
oturulan ve oturulmayan evleri içine alan genellemeyi ifade etmektedir. Ancak
bu ayeti takip eden "... oturulmayan evlere -izinsiz- girmenizde bir mahzur
yoktur." ayeti birinci ayetin manasının sadece oturulan evlere ait
sayılmasını gerektirmektedir. Buna göre 27. ayetin manası şöyle olacaktır-. Ey
muhataplar! Başkalarına ait olan içinde oturulan evlere izin almadan girmeyin.
Cenab-ı
Hak bundan sonra izin isteme ve selâm vermenin emredilmesinin hikmetini
zikrederek şöyle buyurdu:
"Düşünürseniz
bu sizin için daha hayırlıdır." Yani izin isteme ve selâm verme her iki
taraf için, hem izin isteyen hem de aile halkı için ansızın girmekten ve
cahiliyet selâmından daha hayırlıdır. Cahiliyette bir adam evinden başka bir
eve girerken "İyi sabahlar!. İyi akşamlar!" der ve içeri girerdi.
Bazan da ev sahibinin hanımıyla bir arada aynı örtü altında bulunduğu vakte
tesadüf ederdi. "Düşünürseniz" ifadesi bir mahzufa müteallaktır.
Yani, Rabbiniz size bu ayetleri düşünesiniz, ibret alasınız ve sizin için daha
uygun olanı bilmeniz için indirdi ve irşadda bulundu, demektir.
"Hayır"
kelimesi burada ism-i tafsildir. "Lealle" kelimesi de ta'lil (sebep
bildirmek) içindir. Bununla illeti beyan edilen hüküm cümlenin gelişinden anlaşılmaktadır.
Yani Allah size bu edebi gösterdi ve sizin daima bunu düşünmeniz ve gereğiyle
amel etmeniz için bunu size beyan etti.
Cenab-ı
Hak bundan sonra ikinci bir durumun -evlerin içinde oturanların bulunmadığı
durumun- hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"Eğer
orada kimseyi bulamazsanız size izin verilmedikçe içeriye girmeyin." Yani
başkalarının evinde size izin verecek bir kimse bulamazsanız, ev sahibi size
izin verinceye kadar oraya girmeyin. Bu durumda giriş helâl olmaz. Çünkü bu
durum başkasının mülkünde sahibinin izni olmadan tasarrufta bulunmak demektir.
Ayrıca evlerin bir mahremiyeti vardır.
Evlerde
ev sahiplerinin hiçbir kimsenin muttali olmasını istemediği özel gizli durumlar
da vardır. Eve girilmesine engel olan husus sadece haram olan noktalara muttali
olmak değildir. Bunun yanında insanların genellikle gizledikleri hususlara
muttali olmak da vardır. Çocuğun ve hizmetçinin izin vermesi de sahiplerinin
bulunmadığı evlere girmeyi mubah kılmaktadır. Eğer evde varsa ev sahibinin
elçisi durumunda olan çocuk ve hizmetçinin izni muteberdir. Aksi takdirde eve
girmek caiz değildir.
"Eğer
evlerde hiçbir kimseyi bulamazsanız ..."ayetinin kapıyı çalan kimsenin
kanaatidir. Kapıyı çalan kimse evde hiçbir kimsenin olmadığı kanaatinde ise
onun eve girmesi helâl değildir.
Fakat
mantık ve şeriat ölçüsü olarak yangın, boğulma veya bir münkere karşı koymak ya
da bir suçu engellemek v.b. sebeplerle eve zorla girmek gibi zaruret durumu
bundan müstesnadır.
"Eğer
size "geri dönün" denilirse hemen dönün. Bu (davranış) sizin için
daha temizdir." Yani ev sahibi sizden dönmenizi isterse dönün. Çünkü
dönmek sizin için daha hayırlı, din ve dünya bakımından daha temizdir. Ey
müminler! Sizin izin istemede, kapıda ayakta beklemekte veya reddedildikten
sonra kapının önünde oturmakta ısrarlı davranmanız sizin için uygun değildir.
Çünkü bu çeşit ısrar zillettir, ayıptır, ev sahibine sıkıntıdır.
"Allah
yaptıklarınızı çok iyi bilir." Yani Allah sizin niyetlerinizi, sözlerinizi
ve davranışlarınızı gayet iyi bilir, amellerinizin karşılığını verir. Bu
Allah'ın ir-şad ettiği hususlara aykırı davranan kimselere bir tehdittir.
Burada bu şekilde haber vermekten maksat bu amellere karşılığının verileceğini
kararlaştırmaktır.
Sonra
Allah Tealâ oturulmayan evlerin hükmünü beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"İçinizde
eşyanız bulunan, oturulmayan evlere -izinsiz- girmenizde bir mahzur
yoktur." Yani özel ikamet için kullanılmayan otel, ticari mağazalar, genel
hamamlar gibi umuma ait yerlerde sizin için bir menfaat varsa, gecelemek, eşya
depo etmek, alış-veriş yapmak, banyo etmek gibi istifade etmek için bu gibi
yerlere -izinsiz- girmekte hiçbir günah ve hiçbir sakınca yoktur.
"Allah
sizin açığa vurduğunuzu da gizlediğinizi de gayet iyi bilir." Allah Tealâ
eve giriş esnasında izin istemek gibi açığa vurduğunuz hususları ve insanların
özel durumlarına muttali olmak arzusu gibi kötü maksatlar gizlemenizi de gayet
iyi bilir. Bu ifade, gizli özel durumlara muttali olmak için evlere giren
şüphecilere bir tehdit niteliğindedir.
Bu
ayet-i kerime bir önceki ayetten daha özel bir ayettir. Başkalarının evine
girmeyi mutlak olarak engelleyen önceki ayetin genel hükmünü tahsis etmektedir.
Bu ayet içinde kimsenin bulunmadığı evlere veya konaklama yerlerine giren
kimsenin o yerlerde eşyası varsa izinsiz girebilmesini caiz kılmaktadır. Meselâ
ilk defa izin aldıktan sonra eve giren misafirin kendisi için hazırlanan
müstakil ev olması, diğer odalar arasında bir oda olmaması gibi...
[67]
Ayetler
şu hususlara işaret etmektedir:
1- Başkalarının evlerine izinsiz girmenin haram oluşu, selâm vermenin
mendup oluşu. Sünnet'in delâlet ettiği gibi selâm izinden önce olacaktır.
İzin
istemede sünnet olan -daha önce geçtiği gibi- üç defa olması, daha fazla
olmamasıdır. İzin isteme şekli erkek veya kadın, gözleri gören veya görmeyen
kişinin:
-"es-Selâmü
aleyküm. Girebilir miyim?" demesiyle başlar. Kendisine izin verilirse
içeri girer. Dönmesi emredilirse oradan ayrılır. Hiç kimse cevap vermezse üç
defa izin ister, üç defadan sonra ayrılır.
İmam
Malik diyor ki: İzin isteme üç defadır. Hiç bir kimsenin üçten fazla izin
istemesini mendup saymıyorum. Ancak kim sesini duyuramadığını yaki-nen
biliyorsa üçten fazla izin istemesinde bir beis görmüyorum.
Malikîler
demişlerdir ki: İzin istemek üç defa ile tahsis edilmiştir. Çünkü bir söz
umumiyetle üç defa tekrar edildiği zaman duyulup anlaşılır. Bu sebeple
Peygamberimiz (s.a.) bir söz söylediği zaman bunu üç defa tekrar eder, bu söz
anlaşılırdı. Bir topluluğa selâm verdiği zaman onlara üç defa selâm verirdi.
Durum genellikle böyle olduğuna göre üç defadan sonra izin verilmezse ev
sahibinin izin vermek istemediği ya da belki de ortadan kaldırması mümkün
olmayan bir mazeretin onun cevap vermesine engel olduğu ortaya çıkar. Bu
sebeple izin isteyenin oradan ayrılması gerekir. Çünkü üç defadan fazla izin isteme
ev sahibini endişeye sevkedebilir. Belki de ısrar ona zarar verebilir, meşgul
olduğu şeyi bırakabilir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) Ebu Eyyub'un yanına
girmek için izin istediği zaman Ebu Eyyub telâşla dışarı çıkmış, bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a.): "Belki de biz seni telâşlandırdık..." demişti.
Ama
bugün insanlar sağlam kapılar ve ziller icad edince, izin istemek kapıyı çalmak
ya da zili çalmak suretiyle olmaktadır. Kapıyı çalandan kendisini tanıtması
istenince rahatsız etmemek, korkutmamak, sıkıntı ve darlık vermemek için kapıyı
çalanın kendisini tanıtması vacip olur.
İzin
isteyen kapıya doğru yüzünü dönmez. Sadece kapının sağında veya solunda durur.
Zira kapı açıldığı zaman göz ev sahibinin hoşuna gitmeyen durumları ansızın
görebilir.
Kapıya
vurulma şekli işitilebilecek kadar hafif olur. Bu konuda şiddete baş vurulmaz.
Enes b. Malik (r.a.) şöyle demiştir: Peygamberimiz'in (s.a.) kapısı tırnakla
çalınıyordu.[68]
Eve
girmek isteyen şahsın tanınmasının delili Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde
Cabir b. Abdillah'tan (r.a.) rivayet ettikleri şu hadistir: Cabir anlatıyor:
Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girmek için izin istedim. Efendimiz (s.a.):
-
Kim o? diye sordu. Ben de:
-
Ben, diye cevap verdim. Peygamberimiz (s.a.):
- Ben, ben, dedi. Sanki bu ifade Efendimizin
hoşuna gitmemişti. Çünkü Cabir'in "ben" cevabı ile kendini tanıtma durumu
meydana gelmez. Tanıtma için Hz. Ömer ve Ebu Musa'nın (r.a.) yaptıkları gibi
kapıyı çalan kimsenin ismini zikretmesi gerekir.
İzin
isteme ifadeleri hususunda her topluluğa ait hususî örfler vardır. İnsanlar
geçmişte selâm veriyorlardı. Sonra tam örtülü sağlam kapanan kapılar edinince
selâmı terk ettiler. Bu umuma ait evlerdeki durum idi.
İnsanın
hususî evine gelince, evinde ailesi (hanımı) varsa orada izin almaya ihtiyaç
yoktur. Sünnet ise eve girerken selâm vermektir.
Katade
diyor ki: Evine girdiğin zaman ailene selâm ver. Onlar kendilerine selâm
vermene en lâyık olan kimselerdir. Eğer evinde ailenle birlikte annen veya
kızkardeşin varsa (alimler diyorlar ki:) öksür, ayağını yere vur ki senin
girişinden haberdar olsunlar. Çünkü seninle ailen arasında teklif yoktur. Ancak
anne ile kızkardeş sana görünmek istemedikleri bir durumda bulunabilirler.
Kişi
evine girer ve orada kimse yoksa "es-selâmü aleynâ ve alâ
ibâdillâhis-sâlihîn" der. Nitekim Katade de böyle demiştir. Melekler de
ona cevap verir.
Aile
halkından biri evlerinin deliğinden bakan bir kimseyi görür de gözüne vurup
çıkarırsa İmam Şafiî ve Ahmed: "Ona hiçbir şey icap etmez."
demişlerdir.
Bunun
delili Buharî ve Müslim'in Sa/u7ılerinde Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet
ettikleri, Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Kim bir ailenin
evine izinleri olmaksızın muttali olur da onlardan biri gözünü çıkarırsa onun
gözü heder olur (değersiz kabul edilir.)"
Müslim'in
ifadesi ise şöyledir: "Kim bir kavmin evine onların izinleri olmaksızın
muttali olursa onlardan birinin onun gözünü çıkarmaları helâldir."
Sehl
b. Sa'd (r.a.) rivayet ediyor ki: Peygamberimiz (s.a.) odalarından birine
muttali olmak isteyen kimseye o sırada elinde başını kaşımak için bulundurduğu
bir şişi göstererek:
"Senin
baktığını bilseydim, bu şişle gözünü çıkarırdım." demiştir.
İmam
Ebu Hanife ve Malik diyorlar ki: Eğer gözünü çıkarırsa kısas veya diyet olarak
tazmin etmesi gerekir. Bunun delili: "Biz onlara bu hususta cana can, göze
göz... (kısas yapılmasını) farz kıldık." (Maide, 5/45) ayetinin ifade ettiği
umumî hükümdür. Ayrıca bir âzâya tecavüz, diyeti veya kısası vacip kılan bir
cinayettir. Geçen hadisler ise mensuhtur. Bu hadisler "Ceza verdiğiniz
zaman siz de cezaya uğradığınız şekilde ceza verin." (Nahl, 16/126)
ayetinin inmesinden önce idi. Bu hadislerin vücup değil, vaîd şeklinde olması
da muhtemeldir. Haber Allah'ın kitabına muhalif olduğu zaman bununla amel etmek
caiz olmaz. Peygamberimiz (s.a.) bazan zahiren bir şey söyler bununla başka bir
şey murad ederdi. Nitekim bir hadiste varit olduğuna göre Abbas b. Mirdas
Peygamberimiz'i (s.a.) medhedince Bilâl'e: "Kalk, bunun dilini kes."
demişti. Bu ifadesiyle ona birşeyler verilmesini murad etmiş, gerçekten dilini
kesmeyi murad etmemişti. Aynı şekilde buradaki hadisteki "gözünü
çıkarmak" tabiriyle o kişiye bir daha başkasının evine bakmamasını temin
edecek bir muamele yapılmasını murad etmiş olabilir.
2- Ev sahibi olmadığı bir zamanda izin verilmedikçe başkalarının evine
girmenin haram oluşu: Bu hüküm
"Orada hiçbir kimse bulamazsanız..." ayetinden alınmıştır.
Doğru olan husus bu ayetin bir önceki ayetle irtibat içinde olduğudur. Ayetin
takdiri şu şekildedir: Ey iman edenler! Siz başkasının evlerine izin istemeden
ve selâm vermeden girmeyin. Eğer size izin verilirse girin. Aksi takdirde
dönün. Orada size izin verecek kimse bulamazsanız, size izin verecek birini
buluncaya kadar içeri girmeyin.
İznin
vacip olması ve izinsiz içeri girmenin haram oluşunda kapının kapalı veya açık
olması arasında bir fark yoktur.
İzin
küçük tarafından da büyük tarafından da olur. Enes b. Malik (r.a.)
Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girmek için izin istiyordu. Sahabenin çocukları
ve hizmetçileriyle olan tavrı da böyle idi.
3- "Allah yaptıklarını gayet iyi bilir." ayeti ile "Allah
sizin açığa vurduğunuzu da gizlediğinizi de gayet iyi bilir." ayeti
evlere gizlice bakanlara, günah işlemek niyetiyle ev sahibinin gafil olduğu
zaman eve girmek isteyenlere, helâl ve caiz olmayan şeylere bakmak isteyenlere
karşı bir vaîd, tehdit şeklindedir.
4- Oteller, dükkanlar, umumi banyolar gibi umumi yerlere giriş bir maslahat
gereği ise yahut geceleme, alış-veriş, banyo yapmak ve emanet eşya bırakmak
gibi istifade hakkı var ise bu çeşit yerlere ve oturulmayan evlere girmenin
mubah oluşu.
Buna
göre "Size hiçbir mahzur yoktur..." ayeti hiçbir kimsenin oturmadığı
her ev için izin istemenin hükmünü kaldırmaktadır. Çünkü izin istemedeki illet
sadece haramlara muttali olmayı engellemektir. İllet tamamen ortadan kaldırılınca
bu hüküm de zail olur, ortadan kalkar.
[69]
30-
Mümin erkeklere söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar, ırzlarını korusunlar.
Bu davranış onlar için daha temizdir. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarından
haberdardır.
31-
Mümin kadınlara söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar, ırzlarını korusunlar.
Görünmesi zaruri olanlar hariç ziynetlerini göstermesinler. Başörtülerini
yakalarının üzerine sarkıtsın- kocalarının ba-kocalarının oğul-kardeşlerinin oğulları,
kızkardeşlerinin oğulları, bunların hanımları, sahip oldukları köleler, cinsî
arzu duymayan erkek uşaklar müstesna, ziynetlerini göstermesinler. Gizledikleri
ziynetlerini bildirmek için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz
Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.
"Gözlerini
yumsunlar" cümlesinde hazif yoluyla îcaz vardır. Yani gözlerini herşeye
karşı değil, sadece Allah'ın haram kıldığı şeylere karşı yumsunlar demektir.
"Ziynetlerini
göstermesinler." ifadesi ise mecaz-i mürseldir. Murad edilen mana ziynet
yerleridir. Hal ıtlak edilip mahal murad edilmiştir. Tesettür ve korunma
emrinde mübalağa yapılmıştır.
[70]
"Mümin
erkeklere söyle gözlerini yumsunlar," yani kendilerine bakmak helâl
olmayan şeylere karşı gözlerini kapasınlar, harama bakmasınlar. "ırzlarını"
namuslarını helâl olmayan şeylerin tecavüzünden "korusunlar."
Gözlerini
yumsunlar, anlamındaki "yeguddû min-ebsârihim" cümlesinde fiilin
"min" harf-i cerriyle kullanılması ile ırzlarını korusunlar'
anlamındaki "yahfezû furûcehüm" cümlesinde fiilin "min"
harf-i cerri olmaksızın kullanılması arasındaki bu ayırımın sebebi şudur: Gözü
yummakta genişlik vardır. Zira göbekle diz arası dışında erkeklere bakmak
caizdir. Ayrıca yabancı kadının yüz ve ellerine -bir rivayete göre, ayaklarına
da- bakmak caizdir. Irz, namus meselesine gelince Keşşafta zikredildiği gibi
bunun durumu daraltılmıştır. Müstesna olanlar dışındakilere bakmanın mubah
oluşu, müstesna olan dışın-dakilerle cimanın haram oluşu fark olarak yeter.
Irz, namus konusunda asıl olan husus haram oluşudur. Bakışta asıl olan ise
mubah oluşudur. Gözleri yumma ırzı korumanın önünde zikredilmiştir. Çünkü
harama bakış zinanın habercisidir.
"Bu"
davranış "onlar için daha temizdir." Daha hayırlıdır, daha nezihtir.
"Şüphesiz ki Allah onların" gözleriyle ve fercleriyle
"yaptıklarından haberdardır. " Dolayısıyla onlara bunların
karşılığını verecektir.
"Mümin
kadınlara söyle. Gözlerini" harama karşı "yumsunlar" yani bakılması
helâl olmayan erkeklere bakmasınlar. "Irzlarını korusunlar."
Tesettürle yahut zinadan korunmak suretiyle yani ferclerini yapılması helâl
olmayan şeyleri yapmaktan muhafaza etsinler.
Elbise
ve yüzük gibi örtünmesinde meşakkat olanlar "Görünmesi zaruri olanlar
hariç" takı, güzel elbise ve boyalar gibi "ziynetlerini
göstermesinler." Yahut görmesi helâl olmayan kimselere ziynet yerlerini,
güzelliklerini, vücutlarını göstermesinler. Görünmesi zaruri olandan murad bir
görüşe göre yüz ve ellerdir. Dolayısıyla bu görüşe göre fitneden korkulmazsa
yabancının buralara bakması caizdir. Çünkü yüz ve eller avret -görülmesi haram-
değildir. İkinci görüşe göre ise, buralara bakmak haramdır. Çünkü fitne
kaynağıdır, fitneye sebeptir. Beyzavî diyor ki: Tercih edilen görüş bunun
namaz için caiz olmasıdır, yoksa bakılması caiz değildir. Zira hür kadının
bütün bedeni avrettir. Kocadan ve mahremden başkasının tedavi, eğitim, ticarî
muamele ve şahitlik gibi zaruretler dışında kadının yüz ve ellerine bakması
helâl değildir.
"Başörtülerini
yakalarının üstüne sarkıtsınlar." Yani başlarını, boyunlarını ve
göğüslerini başörtüsüyle örtsünler. "Khımâr" kadının başını örttüğü
örtüdür. "Cüyûb" elbisenin üst tarafında yaka tarafında bulunan
göğsünün üst kısmını gösteren açıklıktır.
"Kocaları"
eşleri ki süslenmeden asıl maksat kocaların beğenisini kazanmaktır; kocaların
eşlerinin bütün bedenlerine hatta mekruh olmakla birlikte ferçlerine bile bakma
hakları vardır.
"...
yahut babaları ya da kocalarının babaları" ifadesinden "... sahip
oldukları köleler" ifadesine kadar gelen ifadelerde çok muaşeret, görüşme
ve bir arada bulunma ve bunlardan fitnenin beklenmesinin azlığı sebebiyle
insan tabiatında yakın akraba ile cinsî temasta bulunmaktan nefret duyulduğu
için, meşakkat kaldırılmıştır.
"Onların
kadınları" tabiriyle kâfir kadınlar dışarıda bırakılmıştır. Cumhurun
görüşüne göre müslüman kadınların kâfir kadınların önünde açılmaları caiz
değildir. Çünkü kâfir kadınlar müslüman kadınları erkeklere anlatmaktan
sakınmazlar. Hanbelîler ise bunu caiz görmüşlerdir. Zira burada murad edilen kadın
cinsi yahut kadınların tamamıdır. "Ellerinin sahip oldukları"
kimseler köle ve cariyelerdir.
"cinsî
arzu duymayan erkek uşaklar..." Buradaki "el-irbe" ihtiyaç
demektir. Yani kadınlara ihtiyaç duymayanlar ki bunlar erkeklik organları
harekete geçmeyen çok yaşlı kimselerdir. Bir başka görüşe göre bunlar, ahmak
ve kadınların durumu hakkında hiçbir şey bilmeyen aptal kimselerdir. Burulmuş
veya iğdiş edilmiş kimseler hakkında ise ihtilâf edilmiştir.
"...
yahut" temyiz kudreti olmaması sebebiyle "kadınların mahrem yerlerini
henüz anlamayan çocuklar..." Yani şehvet haddine ulaşmamaları ya da yaşlarının
küçüklüğü sebebiyle cima nedir bilemeyen, kadınların avret yerleri hakkında
bilgi sahibi olmayan çocuklar... Bu çocuklara da kadınlar dizle göbek arası
hariç vücutlarını gösterebilirler.
"et-tıfl"
cins ismi olup vasfın delaletiyle yetinilerek cemi makamında kullanılmıştır.
Yahut bu kelime hem müfred hem de cemi için kullanılabilir.
"Gizledikleri
ziynetleri" yani ayağa takılan ve yere vurdukça ses çıkaran halhal"
adı verilen halkaları "bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar."
Çünkü bu erkeklerin dikkatini çeker ve kadınlara meyletmelerine sebep olur. Bu
ifade ziynetleri göstermekten nehyetme ifadesinden daha beliğdir. Sesleri
yük-seltmemeye daha iyi delâlet eder.
"Ey
müminler!" Sizlerden meydana gelen haram bakış günahı sebebiyle hep
birlikte Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa" iki cihan saadetine
"eresiniz." Tev-benin kabul edilmesi sebebiyle günahtan kurtulasınız.
Ayette erkekler kadınları da içine alacak şekilde (tağlib yoluyla)
zikredilmiştir.
[71]
İbni
Ebî Hatim, Mukatil'den naklediyor: Bize Cabir b. Abdillah'tan ulaşan habere
göre Esma bt. Mersel kendisine ait bir hurma bahçesinde idi. Bazı kadınlar
onun yanına izarlarını (eteklerini) tam örtmeden giriyorlar, ayakların-iaki
halkaları görünüyor, göğüsleri ve saçları belli oluyordu. Esma: "Bu ne
çir-kin durum!" dedi. Bunun üzerine Allah bu hususta şu ayeti indirdi:
"Mümin ıdınlara söyle. (Harama karşı) gözlerini yumsunlar."
İbni
Merduveyh, Hz. Ali'den (r.a.) rivayet ediyor ki: Rasulullah (s.a.) zamanında
bir adam Medine yollarından birinde bir kadına baktı. Kadın da ona oaktı.
Şeytan bunlara birbirlerinden hoşlandıkları için birbirlerine baktıkları
şeklinde vesvese verdi. Adam o kadına bakarak bir duvarın yanında yürürken
3nüne başka duvar çıktı. Duvara çarptı, burnu kırıldı. Adam bunun üzerine:
-
Allah'a yemin olsun ki Rasulullah'a (s.a.) gidip bu durumu haber verme-ien kanı
yıkamayacağım, dedi. Peygamberimiz'e (s.a.) gelip olayı anlattı. Peygamberimiz
(s. a.)
-
Bu, senin günahının cezasıdır, dedi. Cenab-ı Hak "Müminlere söyle. (Ha--ım
karşı) gözlerini yumsunlar." ayetini indirdi.
İbni
Cerir'in Hadremî'den rivayet ettiğine göre bir kadın gümüşten iki halka ve bir
de altın zincir takınmış, bir topluluğun yanından geçmişti. Ayağını yere
vurunca halka zincirin üzerine düşmüş, ses çıkarmıştı. Bunun üzerine Ce-nab-ı
Hak "Ayaklarını yere vurmasınlar" ayetini indirdi.
[72]
Bu
ayetin önceki ayetlerle irtibatı gayet açıktır. Çünkü evlere girmek mahrem
hususlara muttali olmaya sebep olabilir. Bu sebeple eve girmek için izin
isteyeni de başkalarını da içine alan umumî bir hüküm şeklinde mümin erkekler
ve mümin kadınlar gözlerini harama karşı yummakla emrolunmuşlar-dır. Bundan
dolayı hiçe alınması yasaklanan mahremiyetin çiğnenmemesi için eve girmeye izin
isteyen kimse izin isteme ve eve girme anında bu sıfatı taşımalıdır. Nitekim
kadınlar da ziynetlerini sadece mahremlerine göstermelidirler. Çünkü zinanın
habercisi olan haram bakışlar gibi ziynetleri göstermek de harama düşmeye sebep
olan fitneye sebep olmaktadır. Nâmahreme bakmanın haram oluşu ile örtünmenin
emredilmesi hususundaki ortak nokta fesada giden yolların kapanmasıdır.
[73]
"Müminlere
söyle, gözlerini yumsunlar." Yani ey Muhammedi Mümin kullarımıza de ki:
Allah'ın size haram kıldığı şeylere karşı gözlerinizi kapayın. Sadece Allah'ın
bakmaya izin verdiği şeylere bakın.
Ayette
"Müminler" kelimesinin kullanılması müminlerin vasıflarından birinin
emirlere derhal uymak olduğuna işarettir. Gözü yummaktan murad gözü kapatmak,
göz kapaklarını tamamen kapatmak değil, bilakis haya sebebiyle gözleri yere
indirmek, harama bakmamak demektir. Ayetteki "min" edatı
"teb'îz" içindir. Yani gözlerinin bir kısmını yummak yani harama
gözlerini dikip doyuncaya kadar bakmamaktır. Böylece harama çokça bakan kimse
ihtar edilmektedir, azarlanmaktadır.
Nitekim
İbni Merduveyh'in rivayet ettiği nüzul sebebinde de aynı durum meydana
gelmiştir. Gözleri yummak ile ırzları korumak arasındaki farka gelince,
ırzlarda asıl olan istisna edilenler dışında haram olması, bakışta ise asıl
olan istisna edilenler dışında mubah olmasıdır.
Eğer
herhangi bir kasıt olmaksızın gözümüz nâmahreme ilişirse derhal gözü yere
indirmek yahut bir başka tarafa çevirmek vaciptir. Bunun delili Müslim'in
Sahih'inde ayrıca Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî'nin Sürtenlerinde Cerir b.
Abdillah el-Becelî'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir. Cerîr diyor ki:
Peygamberimiz'e (s.a.) ansızın önüme çıkan bir nâmahreme bakmayı sordum. Bana
hemen gözümü çevirmemi emretti.
Ebu
Davud'un Büreyde'den (r.a.) rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) Hz. Ali'ye
şöyle demiştir: "Ey Ali! Birinci bakıştan sonra tekrar bakma. Çünkü birinci
bakış senin hakkındır, ikincisi senin hakkın değildir."
Buharî'nin
Sahih'inde Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) rivayet edildiğine göre ?.asulullah
(s.a.):
-
Yollar üzerinde oturmaktan sakının, dedi. Ashab:
-
Ya Rasulallah! Mutlaka bizim meclislerimiz olmalı, orada konuşmalıyız, rdiler.
Peygamberimiz (s.a.):
-
Eğer mutlaka olacaksa yolun hakkını verin, buyurdu. Ashab:
-
Yolun hakkı nedir, ya Rasulallah? diye sordular. Efendimiz:
-
Gözü (harama karşı) kapamak, eziyet verici şeyleri kaldırmak, selâmı almak,
iyiliği emretmek, kötülüğe mani olmaktır.
Gözü
(harama karşı) kapamanın emredilmesi fesada giden yolun kapatılması, günaha
varmaya mani olmaktır. Çünkü harama bakmak zinanın haberlisi, aracısıdır.
Seleften
biri şöyle demiştir: Harama bakma kalbe saplanan zehirli bir ok-:ur. Bunun için
Cenab-ı Hak ayette ırzı koruma emriyle aslî haram olan zinaya :eşvik edici
sebeplerden biri olan gözleri koruma emrini bir arada zikretti. Cenab-ı Hak
şöyle buyurdu:
"Irzlarını
korusunlar." Yani namuslarını zina, livata gibi hayasızlığı irtikap
etmekten ve başkalarının bakışlarından korusunlar. Nitekim İmam Ah-med ve Sünen
sahipleri diyor ki: "Hanımın ve elinin sahip olduğu cariyen hariç mahrem
yerini koru."
Allah
Tealâ bu iki hükümle emredilmesinin hikmetini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Bu
-davranış- sizin için daha nezihtir." Yani gözleri kapamak ve namusu
korumak daha hayırlıdır, kalpleri için daha temizdir, dinleri için daha
nezihtir. Nitekim şöyle denilmiştir: Kim gözünü korursa Allah onun basiretinde
bir nur meydana getirir.
İmam
Ahmed Ebu Ümame'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini nakletmektedir:
"Bir kadının güzelliğini görüp de gözünü kapayan hiçbir müs-lüman yoktur
ki, Allah ona bunun yerine tatlılığını bulacağı bir ibadet ihsan etmesin.
"
Taberanî
Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i kudsîsini
rivayet etmektedir: "Nâmahreme bakış İblis'in zehirli oklarından bir
oktur. Kim bunu benim korkumla terk ederse onun yerine kalbinde tatlılığını
bulacağı bir iman veririm."
İsm-i
tafdil veznindeki "daha nezih" manasında gelen "ezkâ"
kelimesi gözü harama kapatmanın ve ırzı korumanın gönülleri rezaletlerin
kirliliğinden temizleyeceği konusunda mübalağa ifade etmek içindir. Buradaki
üstünlük tak-iir yoluyla yahut bakışta fayda olduğu kanaatleri itibariyledir.
"Şüphesiz
ki Allah onların yaptıklarından haberdardır." Muhakkak ki Allah onlardan
sadır olan bütün amelleri tam bir ilimle gayet iyi bilir. Ona hiçbir şey gizli
kalmaz. Bu bir tehdit ve vaîddir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"O gözlerin hain bakışlarını ve gönüllerin gizlediği şeyleri (sırları) bilir.
" (Gafir, 40/19). O gizli bakışları ve sair duyguları bilir.
Buharî
Sahih'inde -muallak olarak- Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.)
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ademoğluna zinadan nasibi takdir
edilmiştir. Kul hiç şüphesiz buna erişecektir. Gözlerin zinası (nâmahreme )
bakmaktır. Dilin zinası konuşmaktır. Kulakların zinası işitmektir. Ellerin
zinası dokunmaktır. Ayakların zinası (harama doğru atılan) adımlardır. Nefis
temenni eder ve arzu duyar. Tenasül organı da ya bu arzuyu doğrular, ya da
yalanlar."
Şer'î
hitapların çoğunluğunda kadınlar genellikle erkekler için yapılan hitaplara
-tağlib yoluyla- dahil olmasına muhalif olarak Allah Tealâ erkeklere emrettiği
şekilde mümine kadınlara da kendilerine emrolunan hususları te'kit etmek için
gözü yummayı ve ırzı korumayı emretti. Kadınlara ait olan ziynetin
gösterilmesi, örtünme ve ziynetlerine dikkat çekecek her şeyden sakınma gibi
bazı hükümleri beyan etti. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu:
"Mümin
kadınlara söyle, gözlerini yumsunlar ve ırzlarını korusunlar." Yani Ey Peygamber!
Mümine kadınlara da şöyle de: Eşlerinizden başka bakmanız size haram olanlara
karşı gözlerinizi yumun. Zina, istimna gibi şeylerden ırzlarınızı koruyun. Bu
sebeple âlimlerin çoğuna göre kadının yabancı erkeklere şehvetli veya şehvetsiz
bakması asla caiz değildir.
Bunun
delili Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ümmü Seleme (r.a.) den rivayet ettikleri şu
hadis-i şeriftir: Ümmü Seleme Meymune ile birlikte Rasulullah'ın yanında idi.
O sıra İbni Ümmi Mektûm çıkageldi. Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girdi. Bu
örtünme ile emredildiğimizden sonra idi. Peygamberimiz (s.a.):
-
Ondan sakınarak örtünün, buyurdu. Dedim ki:
-
Ya Rasulallah! O âmâ değil mi? Bizi görmüyor ve tanımıyor değil mi?
Peygamberimiz (s.a.):
-
Peki! Siz ikiniz kör müsünüz? Sizler görmüyor musunuz?
Muvattada.
Hz. Aişe'nin (r.a.) yanma gelen âmâ sebebiyle örtündüğü rivayet edilmiştir.
Bunun üzerine Hz. Aişe'ye:
-
Amâ sana bakmaz, denildi. Hz. Aişe (r.a.):
-
Fakat ben ona bakıyorum, dedi.
Diğer
bir gurup alim ise kadınların yabancı erkeklere -diz kapağı ile göbek arası
hariç- şehvetsiz bakmalarını caiz görmüşlerdir. Bunun delili ise Buharî ve
Müslim'in Sahih 'lerinde sabit olan şu hadistir:
Peygamberimiz
(s.a.) Habeşlilere bakıyordu. Onlar mescitte bayram günü mızraklarıyla
oynuyorlardı. Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.) de geriden onlara bakıyor,
Peygamberimiz (s.a.) de Hz. Aişe'yi örtüyordu. Hz. Aişe nihayet yoruldu ve
döndü.
Bu
görüş asrımızda ruhsat verici, kolaylaştırıcı bir görüştür.
İkinci
görüşü -yani kadının erkeğe şehvetsiz bakmasının caiz olduğu görüşünü- ileri
sürenler Hz. Aişe'nin İbni Ümmi Mektum'dan dolayı örtüye bürünmesini mendup
olarak kabul etmektedirler. Aynı şekilde Hz. Aişe'nin âmâdan dolayı örtünmesi
de Hz. Aişe'nin takvası sebebiyle idi.
Kadınların
nikaba (peçeye) bürünmüş olarak hiçbir erkeğin kendilerini gö-remiyeceği
şekilde çarşılara, mescitlere ve yolculuğa çıkması şeklinde amelin asırlarca
devam etmesi ve kadınların erkekleri görmemeleri için erkeklere ni-kab (peçe)
takmalarının emredilmemesi bu görüşü desteklemektedir. Dolayısıyla bu durum bu
konuda erkeklerle kadınların hükmünün farklı olduğuna delildir.
Cenab-ı
Hak daha sonra kadınlara özel bazı hükümler zikretti ve şöyle buyurdu:
1-
"Görülmesi zaruri olanlar müstesna ziynetlerini göstermesinler." Yani
kadınlar ziynetlerini -süslendikleri takı, kına, boya gibi süslerini-
takındıkları zaman yabancı erkeklere ziynetlerinden hiçbir şey göstermesinler.
Ziynet
gösterilmezse ziynet yerlerinin gösterilmesi evlâ olarak yasak olmaktadır. Ya
da ziynet zikredilmiş, ziynet yerleri kastedilmiştir. Buna göre ziynet
yerlerini göstermesinler demektir. Bunun delili Cenab-ı Hakk'm "Görülmesi
zaruri olanlar müstesna..." kavl-i celilidir.
İkinci
görüşe göre, ziynet yerlerinin gösterilmemesi daha evlâdır. Çünkü bizzat
ziynetin kendisinin nehyedilmesi kastedilmemiştir. Her ne şekilde olursa olsun
ziynet ile ziynet yeri arasında ilişki bulunmaktadır. Gaye ziynetin mahalli
olan göğüs, kulak, boyun, kol, pazu ve ayak gibi vücut parçalarının gösterilmesinin
yasaklanmasıdır.
İbni
Abbas'tan ve bir gurup alimden nakledildiği üzere, ayrıca cumhurun meşhur
görüşü olarak nakledildiği gibi müstesna olan görünen kısım, yüz, iki el ve
yüzüktür.
Ebu
Davud'un Sünen'in&e Hz. Aişe'den (r.a.) yaptığı şu rivayet bu konuda
istifade edilen hadislerdendir: Esma bt. Ebîbekir (r.a.) üzerindeki ince elbiselerle
Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girdi. Peygamberimiz (s.a.) ondan yüz çevirdi
ve şöyle buyurdu:
-
"Ey Esma! Kadın hayız görme çağına ulaştığı zaman -yüzüne ve ellerine
işaret ederek- o kadının bu âzalarının görülmesi doğru değildir.' Bu mürsel bir
hadistir.
a) Bundan dolayı Hanefîler ve Malikîler hatta Şafiî bir kavlinde:
"Yüz ve eller avret değildir." demişlerdir. Buna göre "Görülen
kısım müstesna" ifadesinden murad genellikle veya âdet olarak görülen
kısım müstesna demektir.
İmam
Ebu Hanife'den (r.a.) rivayet edildiğine göre ayaklar da avretten değildir.
Çünkü ayakların örtülmesi - özellikle köy halkında - ellerin örtülmesin-ien
daha çok meşakkate sebeptir. İmam Ebu Yusuf tan bir rivayette ise şöyle-ür:
Kollan örtme meşakkate sebep olduğu için kollar da avret değildir.
b) İmam Ahmet ile İmam Şafiî'den nakledilen daha sahih ikinci kavle göre,
nâmahremi ansızın görme ve devamlı bakmanın haram oluşu hakkındaki
geçen
hadislerin ve Buharî'nin şu hadisinin delaletiyle hür kadının bütün bedeni
avrettir.
Buharî'nin
İbni Abbas'tan (r.a.) rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) Fadl b. Abbas'ı
kurban bayramı günü arkasına bindirmişti. Fadl da Peygamberi-miz'e (s.a.) soru
sormak için yaklaşan Has'am kabilesinden olan güzel kadına bakmaya başladı.
Peygamberimiz (s.a.) Fadl'ın çenesinden tuttu. Kadına bakmasın diye Fadl'ın
yüzünü çevirdi. Buna göre "Görünen kısım müstesna" ifadesi hiç bir
kasıt olmaksızın görünen kısım müstesna, manasmdadır.
Fıkıh
ve şeriat açısından tercih edilen görüşe göre; yüz ve eller fitne meydana
gelmediği müddetçe avret değildir. Fitneden korkulduğu, sıkıntı ve darlık
meydana geldiği ve fasık erkekler çoğaldığı zaman yüzü örtmek vacip olur.
İkinci gurubun delillerine gelince bunlar vera, ihtiyaç, fitneden korkulması ve
şeytanın kaygan zeminine dalmamak şeklinde açıklanabilir.
Şer'î
olarak, istisna ve zaruret gereği olarak kız isteme, şahitlik, yargılanma,
muamele, tedavi ve eğitim gibi durumlarda yabancı kadına bakmak caizdir. Kadın
doktor yoksa erkek doktorun hastalık ve dert yerine tedavi için bakması
caizdir.
2- "Başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar." Yani
saçlarını, boyunlarını ve göğüslerini örtmek için başörtülerini göğüsleri
üzerine bıraksınlar. Burada "Vel yadrıbne" kelimesi bıraksınlar;
aşağıya doğru salsınlar, demektir, "humür" kelimesi ise kadının
başına örttüğü örtü manasındaki "hımar" kelimesinin çoğuludur.
"Cüyüb" kelimesi ise elbisenin üst kısmında bulunan ve boğazın bir
kısmının göründüğü açıklık manasındaki "celb" kelimesinin çoğludur.
Bu,
kadınların bazı gizli ziynet yerlerini örtmeleri için verilen bir irşad
emridir. Buharî Hz. Aişe'nin (r.a.) şu sözünü rivayet ediyor: Allah ilk muhacir
kadınlara rahmet eylesin. "Başörtülerini yakalarının üzerine
sarkıtsınlar." ayeti indiği zaman geniş örtülerini yırtıp bununla
başörtüsü yapmışlardı.
3- "Kendi kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları,
kocalarının oğulları, kendi kardeşleri, kardeşlerinin oğulları veya kız
kardeşlerinin oğulları ... müstesna ziynetlerini göstermesinler." Yani
gizli ziynetlerini, vücutlarını istifade etmeleri, bakmaları için özellikle
evlendikleri kocalarına gösterebilirler. Yahut kendi babaları ve dedelerine,
kocalarının babalarına, kendi oğullarına, kocalarının oğullarına, kendi erkek
kardeşlerine, kızkardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğullarına, kızkardeşlerinin
oğullarına görünebilirler.
Bunların
hepsi mahrem olup kadın tamamen açılmaksızm ziynetleriyle bu kimselere
çıkabilir. Bu mahremler nesep yönünden yakın olan akrabalar olup beş
çeşittirler. Bunlardan başka hısımlık yoluyla akraba olan kocanın babası ile
kocanın erkek çocukları vardır. Fakat ayet nesep yoluyla mahrem olanlardan
amcaları ve dayıları zikretmemiştir. Zira amcalık ve dayılık babalık mertebesindedir.
Yine ayet süt yoluyla mahrem olanları zikretmemiştir. Ancak Sünnet İmam Ahmed,
Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî ve İbni Mace'nin Hz. Ai-şe'den (r.a.) rivayet
ettiği "Nesep yoluyla mahrem olan akraba süt voluyla -nahrem olur."
hadisiyle buna açıklık getirmiştir.
"...
yahut hanımları, sahip oldukları cariyeler, cinsî iktidarı olmayan hizmetçiler
veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklar müstes-
Bunlar
da kadının saçı, başı, kolları, ayakları gibi yerlerini görmelerinde mahzur
olmayan insanlardır. Bunlar,
-
Kadınlar,
-
Köleler,
- Kadınlara arzusu olmayan uşaklar,
hizmetçilerle, iğdiş, sakat kimseler gibi kadınlara karşı şehvet duymayan
kimseler,
- Küçüklüğü ve cinsî meselelere muttali olmamaları
sebebiyle kadınların âsnımlanaâaız ve mahrem meselelerinden anlamayan
kimselerdir.
Ancak
alimler arasında bunların herbiri hakkında ihtilâf meydana gelmiştir.
Kadınlara
gelince: Cumhur diyor ki: Buradaki kadınlardan murad müslüman kadınlardır, dinde
kardeşleri olan kadınlardır, ehl-i zimmet kadınları değildir. Müslüman kadının
yüz ve elleri dışında vücudundan hiçbir azayı kâfir kadının önünde açması
kocasına veya başkalarına anlatabilir diye caiz değildir. Kâfir kadın müslüman
kadına göre yabancı erkek gibidir.
Müslüman
kadın ise dinde kızkardeşinin bu güzelliklerini başka erkeklere anlatmanın
haram olduğunu bilir, bundan uzak kalır. Buharî ve Müslim'in <r.a.) İbni
Mes'ud'dan rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kadın kadının vücuduna temas edip de sanki kocası görüyor gibi açık bir
şekilde o kadını kocasına anlatmasın."
Said
b. Mansur, İbnül-Münzir ve Beyhakî Sünen'inde Hz.Ömer'den (r.a.) rivayet
ediyorlar: Hz.Ömer (r.a.) Ebu Ubeyde b. Cerrah'a şu mektubu yazdı: Müslümanların
hanımlarından bazı hanımların ehl-i şirkin hanımlarıyla birlikte hamamlara
girdikleri haberi bana ulaştı. Sen bunu yasakla. Allah'a ve ahiret gününe iman
eden hiçbir kadının vücuduna kendi dininden olan kadınlardan başkasının
bakması helâl değildir.
İçlerinde
Hanbelîlerin bulunduğu bir alimler topluluğu şöyle demişlerdir: Bunlardan murad
edilen mana müslüman ve kâfir kadınların umumudur. "Yahut onların
kadınları" kavl-i celîlindeki tamamlama müşakele ve benzerlik içindir.
Yani onların cinsindendir. Kadının kadına göre avreti mutlak olarak sadece
dizle kapak arasıdır.
"Sahip
oldukları köleler" e gelince: Çoğunluk diyor ki: Bu ifade hem köleleri,
hem de cariyeleri içine almaktadır. Dolayısıyla kadının saçı, başı, kollarının
köle ve cariyelerce görülmesi caizdir.
Bunun
delili İmam Ahmed, Ebu Davud, İbni Merduveyh ve Beyhakî'nin Enes'ten (r.a.)
rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) Hz. Fatıma'ya bir köle bağışladı.
O sırada Hz. Fatıma'nın üzerinde başını örttüğü zaman ayaklarma ulaşamayacak
kadar, ayaklarını örtüğü zaman da başına ulaşamayacak kadar kısa bir elbise
vardı. Peygamberimiz (s.a.) bu durumu görünce şöyle buyurdu: "Bunun
hiçbir mahzuru yoktur. Bu gelenler senin baban ve kölendir."
Bir
gurup alim bunun sadece cariyelere mahsus olduğu kanaatine varmışlardır. Çünkü
köle de haram olma noktasında yabancı hür adam gibidir.
Kadınlara
ihtiyaç duymayan kimselere gelince:
Alimler
bundan muradın ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Denilmiştir ki: Bu
şehveti tükenen yaşlı kimse ya da kadınların durumu hakkında hiçbir şey
bilmeyen aptal, yahut iğdiş edilmiş kimse, ya da âmâ, ya da hizmetçi veya
erkekliği dişiliği belli olmayan kimsedir.
Muteber
olan diğer bir görüşe göre bununla murad edilen, kadınlara ihti-jap duymadan,
kadının onun teiaündan y$ kadrolara) yasrfJajfflJ ytömS&Sfll nakletmesinden
emin olduğu kimsedir. Müslim, İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesaî, Hz. Aişe (r.a.)'dan
şöyle dediğini rivayet ederler:
"Hünsa bir adam Peygamber Efendimiz (s.a.)'in eşlerinin yanına
geliyordu. Onu kadınlara karşı arzu duymayanlardan sayıyorlardı. Adam bir
kadını tarif ederken Peygamberimiz (s. a.) içeri girdi. Adam şöyle diyordu:
"O kadın gelirken dört olarak gelir. Arkasını döndüğü zaman sekiz olarak
gelir." Bunun üzerine Peygamberimiz (s .a.) şöyle buyurdu: "Dikkat
edin. Görüyorsun ki o bu konuları gayet iyi biliyor. Sakın sizin huzurunuza
girmesin." Sonra da onu evden dışarı çıkardı.
Kadınların
mahrem yerlerine henüz muttali olmayan çocuklar kadınların durumlarını ve
avretlerini anlamayan, yaşlarının küçüklüğü sebebiyle kuvvetli cinsî eğilimleri
ortaya çıkmamış olan çocuklardır. Çocuk bunu anlamayacak kadar küçük ise
kadınların huzuruna girmesinde mahzur yoktur. Mürahık olan yahut buna yakın
henüz bulûğa erişmemiş ve gördüğünü anlatan, çirkin kadınla güzel kadını
birbirinden ayırdedebilen çocukların kadınların yanma girmelerine müsaade
edilmez. Bunun delili çocuğun üç vakitte odalara girmek için izin istemesinin
vacip olmasıdır. Cenab-ı Hak bunu şu ayetle beyan etmiştir: "Ey iman
edenler! Köleleriniz ve henüz bulûğ çağına erişmemiş çocuklarınız günde üç defa
sizden izin istesinler." (Nur, 24/59).
Diğer
bir grup alim ise şöyle demiştir: Kadının çocuklarca ziynetlerinin görülmesi
haram olmaz. Ancak çocuk mürahık olsun-olmasm kadınlara karşı arzu duyuyorsa bu
müstesnadır. Buradaki mubah oluş birinci görüş sahiplerinin
kararlaştırdıklarından daha geniştir.
Cenab-ı
Hak daha sonra fitneye vesile veya sebep olacak şeylerden neh-yetti:
"İnsanları
gizledikleri ziynetlerini bildirmek için ayaklarını yere vurmasınlar. "
Yani kadının, ayak halkalarının sesini duyurmak için yürürken ayaklarını yere
vurması caiz değildir. Çünkü bu fitne ve fesadın kaynağıdır, dikkatleri
çekmektir. Şehvet duygularını tahrik etmektir. O kadının fasıklar gurubundan
olduğu şeklinde su-i zanna sebep olur. Ziynetin sesini duyurmak o ziyneti göstermek
gibidir, hatta daha da şiddetlidir. Asıl maksat tesettürdür.
Bu
ifade bilezik dolu kolları sallamak, sağlardaki çıngırakları sallamak, evden
dışarı çıkarken kokulanmak, süslenmek gibi hususları da içine alır. Dolayısıyla
erkekler kadının kokusunu duyar, ziynetlerine kapılırlar.
Ebu
Davud, Tirmizi ve Nesaî'nin Ebu Musa el-Eş'arî'den (r.a.) rivayet ettikleri
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Her göz zina
eder. Kadın koku sürüp de bir meclise uğrarsa o kadın şöyle şöyledir."
Yanı zınakârdır.
Ebu
Davud ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri hadıs-i şerifte
Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kokulanıp bu mescide gelen kadın
evine dönüp cünüplükten dolayı gusletmedikçe Allah onun namazını kabul
etmez."
Kadın
ziynetlerini erkeklere duyurmayı kast etsin veya etmesin yabancı erkeklerin
huzurunda ayakları yere vurmaktan nehyedilmiştir. Zira halkalı ayaklan veya
benzerlerini (günümüzdeki yüksek topuklu ayakkabılar) yere vurmanın sonucu,
gizledikleri ziyneti insanlara duyurmak ve bununla fitnenin meydana gelmesidir.
Hanefiler
bu nehyi kadının sesinin avret olduğuna delil olarak getirmişlerdir. Çünkü
ayak halkalarının sesinin işitilmesine sebep olan husus yasaklanmışsa kadının
sesini yükseltmesi de yasaklanmıştır.
Kanaatimizce
kadının sesi fitneden emin olunduğunda avret değildir. Zira Peygamberimiz'in
(s.a.) hanımları yabancı erkeklere hadis rivayetinde bulunuyorlardı.
"Ey
müminler! Hep birlikte Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz." Yani ey
müminler topluca Allah'a itaate dönün ve ona yönelin. Allah'ın size emrettiği
bu güzel ahlâk ve sıfatları yerine getirin. Gözleri harama karşı yummak, ırzları
korumak, başkalarının evlerine izinsiz girmek, cahiliyetin üzerinde bulunduğu
rezil ahlâk ve sıfatlar gibi Allah'ın sizi nehyettiği hususları bırakın ki
dünya ve ahiret saadetini kazanasmız.
Burada
sahih imanın sahibi emre uymaya, tevbeye, hata ve kusurlardan dolayı istiğfar
etmeye sevkedeceği hususlarına dikkat çekmek için "iman" sıfatıyla
hitap edilmiştir. Zira tevbe kurtuluşun ve saadeti kazanmanın sebebidir.
[74]
Bu
ayetlerden şu hükümler çıkmaktadır:
1- Bakılması helâl olmayan bütün namahrem erkek ve kadınlara, fitneye
düşürmesinden korkulan her şeye karşı gözü kapamak vaciptir. Çünkü göz
münkerlere düşme, kalbi vesveselerle meşgul etme, gönlü vesveselerle harekete
geçirme hususunda anahtardır, fitneye ya da zinaya düşmenin postacısıdır, fesat
ve fücurun kaynağıdır.
2- Irz ve namusu helâl olmayan kimselerin görmesinden korumak, zina,
li-vata, dokunmak, kucaklaşmak ve istimna gibi fuhşiyata bulanmaktan korumak
vaciptir.
3- Hamama örtüsüz girmek haramdır. İbni Ömer diyor ki: Kişinin en güzel
sarfedeceği şey halvet zamanında -yani insanların bulunmadığı veya insanların
az bulunduğu bir zamanda- hamama girmek için verdiği bir dirhemdir.
Tirmizî
Abdullah b. Abbas'tan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini
zikretmektedir: Peygamberimiz (s.a.):
-
Hamam denilen evden sakının, buyurdu.
- Ya Rasulallah! Hamam kirleri giderir ve
cehennemi hatırlatır, denildi. Peygamberimiz (s.:a.)
-
"Mutlaka bu işi yapacaksanız hamama örtülü olarak girin." buyurdu.
4- Gözü harama karşı kapamak ve ırzı korumak dinde daha nezihtir, günah
kirine bulaşmaktan daha uzaktır. Allah kulların fiillerini, kalplerin niyetlerini,
dillerin fısıltılarını, göz ve kulağın her türlü tavırlarını, her şeyi gayet
iyi bilir, her şeye muttalidir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. Bütün bunların karşılığını
verir.
5- Avret yerleri dört kısımdır:
a) Erkeğin erkeğe karşı avreti: Erkeğin, göbekle diz arası dışında başka
bir erkeğin bütün bedenini görmesi caizdir. Göbekle diz ise avret değildir.
İmam
Ebu Hanife'ye göre diz avrettir. İmam Malik diyor ki: Baldır namazda avret
değil, bakışta avrettir. Baldırın avret olduğunun delili Huzeyfe'den (r.a.)
rivayet ettiği şu hadistir: Peygamberimiz (s.a.) baldırı açık olarak mescide
uğradı. Yine Peygamberimiz (s.a.) Hakim'in Muhammed b. Abdullah b. Cahş'tan
rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmuştur: "Baldırı ört. Çünkü baldır
avrettir." Yine Efendimiz (s.a.) Ebu Davud, İbni Mace ve Hakim'in rivayet
ettiği hadiste Hz. Ali'ye şöyle buyurdu: "Baldırını açma. Ölü veya dirinin
baldırına bakma." Kötü niyetle parlak oğlana bakmak da helâl değildir.
İki
erkekten her biri yatağın bir tarafında olsa bile aynı yatakta yatmaları caiz
değildir. Bunun delili Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî'nin Ebu Said
el-Hudrî'den (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i
şerifidir: "Erkek erkekle aynı örtü içinde birbirlerine sarılmasın. Kadın
kadınla aynı örtü içinde birbirlerine sarılmasın."
Kucaklaşma
ve öpüşme -kişinin oğluna şefkat duyması hali müstesna-mekruhtur. Musafaha etme
ise (tokalaşma) müstehaptır. Bunun delili Enesin (r.a.) rivayet ettiği şu
hadistir: Bir adam:
-
Ya Rasulallah! İçimizden bir adam kardeşi veya dostuyla karşılaştığı zaman ona
eğilebilir mi? dedi. Peygamberimiz (s.a.):
-
Hayır, dedi. Adam:
-
Ona sarılıp öpebilir mi? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):
-
Hayır, dedi. Adam:
- Elini tutup onunla musafaha edebilir mi? diye
sordu: Peygamberimiz
(s.a.):
-
Evet, diye cevap verdi.
b) Kadının kadına karşı avreti: Erkeğin erkeğe karşı avreti gibidir.
Kadın kadının -göbekle diz arası hariç- bütün bedenine bakma hakkına sahiptir.
Fitneden korkma durumunda ise caiz değildir. Beraber yatma caizdir.
Daha
doğru olan husus, zimmî (gayr-i müslim) kadının müslüman kadının bedenine
bakmasının caiz olmadığıdır. Çünkü bu şahıs din hususunda yabancı-:;r. Allah
Tealâ "yahut onların kadınları" buyuruyor. Zimmî ise bizim kadınlarımızdan
değildir.
c) Kadının erkeğe karşı avreti: Eğer kadın yabancı (nâmahrem) ise bütün
;edeni avrettir. Erkeğin yabancı kadının alışverişte ihtiyaç duyduğu için
sade-x yüzüne ve ellerine bakması caizdir. Erkeğin herhangi bir neden
olmaksızın yabancı kadının yüzüne kasden bakması caiz değildir. Erkeğin gözü
ansızın ka-iına takıhrsa: "Müminlere söyle, gözlerini (harama karşı)
yumsunlar." ayetine : ınâen erkek gözünü kapar veya çevirir.
İmam
Ebu Hanife fitneye mahal olmadıkça bir defa bakmayı caiz görmüş-:ür. Ancak
birkaç defa bakması caiz değildir. Bunun delili az önce geçen "Ey Ali! Bir
bakışın peşinden tekrar bakma. Çünkü birinci bakış senin hakkındır, ikinci
bakış senin hakkın değildir." şeklindeki hadis-i şeriftir.
Evlilik
maksadıyla kızı görmek için ona bakmak caizdir. Bunun delili İbni Hıbban ve
Taberanî'nin Ebu Humeyd es-Sâidî'den rivayet ettiği Peygamberi-miz'in (s.a.) şu
hadisidir: "Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediği zaman kadın
bilmese bile evlenmek niyetiyle baktığı zaman erkeğin kadına bakması
caizdir."
Ayrıca
alışveriş anında ihtiyaç duyulursa kadını tanımak için bakmak da caizdir.
Şahitlik esnasında da yüze bakmak caizdir. Çünkü tanımak ancak bu şekilde
gerçekleşir. Şehvetle bakmak ise yasaklanmıştır. Bunun delili Peygamberimiz'in
(s.a.) İmam Ahmed ve Taberanî'nin İbni Mes'uddan rivayet ettikleri "Gözler
de zina eder." hadisidir.
Güvenilir
doktorun tedavi için kadına bakması caizdir. Sünnetçinin sünnet çocuğunun
avret yerine bakması caizdir. Çünkü bu zaruret yeridir. Zinaya şahitlik yapmak
için zina edenlerin fercine kasden bakmak, doğum için fercine bakmak, sütanne
şahitliğinde bulunmak için emzikli kadının göğsüne bakmak caizdir. Boğulmaktan
veya yangından kurtarmak için kadının bedenine bakmak caizdir.
Kadın
nesep, sütanne veya hısımlık sebebiyle erkeğin mahremi ise aralarında İmam Ebu
Hanife'nin de bulunduğu bir gurup alime göre kadının göstermemesi gereken
yerleri gündelik iş esnasında da örttüğü yerlerdir.
Erkeğin
hanımının bütün bedenine, hatta fercine bile bakması caizdir. Ancak ferce
bakmak mekruhtur.
d) Erkeğin kadına karşı avreti: Erkek kadına yabancı ise erkeğin o kadına
karşı avreti dizle göbek arasıdır. Bir başka görüşe göre erkeğin yüzü ve elleri
dışındaki bütün bedeni kadına karşı avrettir. Tıpkı kadının erkeğe karşı avret olan
yerleri gibi kadının erkek hakkında avret olması hilâfına olan birinci görüş
daha doğrudur. Çünkü kadının bedeni bizzat avrettir. Bunun delili kadının
vücudu açık olarak namaz kılmasının sahih olmamasıdır. Erkeğin vücudu ise böyle
değildir. Kadının fitneye düşme ihtimali durumunda erkeğe kasden bakması veya
kadının erkeğin yüzüne tekrar tekrar bakması: "Siz ikiniz ondan -yani âmâ
olsa da İbni Ümmi Mektûm'dan- örtünün." şeklinde daha önce geçen hadise
binaen caiz değildir.
Kadın
kocasının bütün vücuduna bakabilir. Ancak kocanın hanımının fer-cine bakması
mekruh olduğu gibi hanımının da kocasının cinsi organlarına bakması mekruhtur.
Erkeğin
avret yerini örtecek elbisesi olduğu halde evde çıplak oturması caiz değildir.
Çünkü Peygamberinıiz'e (s.a.) bu durum sorulduğunda Buharî, Tirmizî ve İbni
Mace'nin rivayet ettiği hadiste şöyle buyurdular: "Allah kendisinden haya
edilmeye daha lâyıktır." Tirmizî'nin İbni Ömer'den (r.a.) rivayet ettiği
hadiste ise şöyle buyurdular: "Çıplaklıktan sakının. Çünkü tuvalette ve
erkeğin hanımına yaklaşma durumu haricinde sizden ayrılmayan melekler vardır.
"[75]
6- Allah Tealâ kadınlara fitneye düşmekten sakınmak için vücutlarının yüz
ve elleri dışındaki kısımlarını ve ziynetlerini bakanlara göstermemelerini
emretti. Görünmesi zaruri olan ve görünmeyecek olmak üzere ziynet iki
çeşittir:
-
Görünmesi zaruri: Mahrem veya nâmahrem bütün insanlara mubahtır.
-
Görünmeyecek kısım: Allah Tealâ'nın bu ayette bildirdiği kimseler dışındakilere
gösterilmesi helâl olmayan kısımdır.
Bilezikler
konusunda Hz. Aişe: "Bu görünmesi zaruri olan ziynetlerdendir. Çünkü
ellerdedir." demiştir. Mücahid ise: "Bu görünmeyecek olan
ziynetlerdendir. Çünkü ellerin dışındadır." demiştir. Zira bilezikler bileklerde
olur. Kına ise, İbnü'l-Arabî'nin görüşüne göre ayaklarda olursa görünmeyecek
olan ziynetlerden sayılır.
7- "Baş örtüleriyle yakalarının üstünü kapatsınlar." ayetine
binaen kadının saçlarını, boynunu ve göğsünü örtmesi vaciptir. Ayette geçen
"hımar" kelimesi kadının başına örttüğü örtü anlamındadır.
Buharî
Hz. Aişe'den (r.a.) şöyle rivayet ediyor: Allah ilk muhacir kadınlara rahmet
eylesin. "Başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar." ayeti
indiği zaman büyük izarları yırttılar, başörtüsü yaptılar.
8- Allah Tealâ kadının ziynetlerini göstermesi caiz olmayan erkeklerden
mahremleri, mahrem hükmünde olan kocalarını, kendi babalarını, aynı şekilde
ister anne tarafından isterse baba tarafından dedelerini, eşlerin kız-erkek çocuklarını,
öz kardeşleri, ana bir baba bir kardeşleri, aynı şekilde kardeşlerin oğullarını
istisna etti. Bunlara amcalar ve dayılar da katılır. Bunlar nesep yönünden
akrabalardır. Süt emme yönünden akraba olanlar da bunlar gibidirler. Bunların
hepsine "mahrem" adı verilir.
Yine
bundan, kadınlar, köleler, müslüman ve kitabî cariyeler çoğunluğun . raşüne
göre istisna edilmiştir. Bazıları ise sadece cariyeleri istisna etmiştir.
Ayrıca cinsî iktidarı olmayan, yahut aptal olan, ya da innîn (hastalık
sebebiyle iziz) olan ve âmâ olan hizmetçiler ile henüz kadınların mahrem
yerlerinden bir ^ey anlamayan, yaşlarının küçüklüğü sebebiyle kendilerinde
cinsî eğilim orta-a çıkmayan çocuklar da müstesna tutulmuştur.
9- Kadınların, erkekleri fitneye ye fesada düşürmeleri, açılıp
saçılmaları, ayaklarını yere vurmaları, evden dışarı çıkarken kokulanmak,
süslenmek gibi erkekleri baştan çıkaracak tavırlarda bulunmaları haramdır.
Kadının takıla-nyla böbürlenerek ayaklarını yere vurması, Kurtubî'nin
zikrettiği gibi, mekruhtur.
10- Mümin erkeklerin ve mümin kadınların tevbe etmeleri ümmet arasın-ia
hiçbir ihtilâf olmaksızın vaciptir, ve kesin bir farzdır. Çünkü her insan
tev-beye muhtaçtır. Zira insan Allah Tealâ'nm haklarını yerine getirirken hata
ve Kusurdan uzak kalmaz. Dolayısıyla hiçbir durumda tevbeyi terk etmez. İnsanın
günahını her hatırladığında tevbeyi yenilemesi gerekir. Çünkü kul Rabbine
kavuşuncaya kadar pişmanlığında ve azminde devam etmelidir.
İmam
Ahmed, Buharî ve Beyhakî Şuabü'l-lman'da İbni Ömer'den (r.a.) Peygamberimizin
(s.a.) şu hadisini rivayet etmektedirler: "Ey insanlar! Allah 'a tevbe
edin. Zira ben Allah 'a günde yüz defa tevbe ediyorum."
Tevbenin
şartlan dörttür:
-
Günahı tamamen terk etmek,
-
Geçmişte yaptığından pişman olmak,
-
Tekrar yapmamaya azmetmek,
-
Hakları sahiplerine vermek.
[76]
32- İçinizden bekârları, kölelerinizden ve
cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah onları
lüt-fuyla zengileştirir. Allah geniş lütuf sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.
33- Evlenme imkânı bulamayanlar Allah'ın
kendilerini lütfuyla zenginleştirmesine kadar iffetlerini korusunlar. Sahip
olduğunuz kölelerinizden azat olmak için bedel vermek isteyenlerin, eğer
kendilerinde bir hayır görüyorsanız hemen bedel vermelerini kabul edin.
Allah'ın size verdiği mallardan onlara da verin. İffetli olmak isteyen cariyelerinizi
dünya hayatının geçici menfaatini kazanma hırsıyla fuhşa zorlamayın. Kim
onları buna zorlarsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmalarından sonra
çok mağfiret eden, çok merhamet edendir.
34-
Andolsun ki, biz size apaçık 'ayetler, sizden önce gelip geçenlerden misaller
ve takva sahiplerine öğütler indirdik.
"Allah
geniş lütuf sahibidir ve her şeyi çok iyi bilendir." Yani her şeyden
müstağnidir, geniş imkân sahibidir. Nimeti tükenmez, zira onun kudretinin sonu
yoktur. Mahlûkatmı gayet iyi bilir. Hikmetinin gereği olarak rızkı genişletir
veya daraltır.
"Evlenme
imkânı bulamayanlar" nikâh masrafını, mehir ve nafaka gibi malî sebepleri
temin edemeyenler yahut kendisiyle nikâhlanabilecek şeyi elde edemeyenler
"Allah'ın kendilerini lütfuyla zenginleştirmesine kadar " kendilerine
lütfuyla genişlik verinceye ve evlenebilecek maddî imkân buluncaya kadar
"iffetlerini korusunlar "iffetli olmaya gayret etsinler.
"Sahip
olduğunuz kölelerinizden azat olmak için bedel vermek isteyenlerin ..."
Asıl ifadesiyle "el-kitâb," mükâtebe demektir. Bu da efendinin
kölesine "Şu şu hisselerle seninle mükâtebe akdi yapıyorum. Bunları
ödediğin zaman hürsün" demesidir. Mukâtebe akdi denilen bu sözleşme efendi
ile kölesi arasındâ kölenin efendisine mal/maddi değer verme ve bu şekilde
hürriyete kavuşma akdidir. Yahut kölenin taksitli olarak bir miktar mal
verdikten sonra azat olmasıdır.
Bu
şekilde azat olmak isteyenlerin "eğer kendilerinde bir hayır..." yani
mü-kâtebe malını ödemek için güven, kazanç kudreti ve meslek sahibi olmak; bir
görüşe göre dinde salih bir kimse olmak kabiliyeti "görüyorsanız
hemen" mükâ-tebe akdi yapın, "azatlık için bedel vermelerini kabul
edin." Buradaki emir alimlerin çoğunluğuna göre mendup içindir.
"Allah'ın
size verdiği mallardan onlara da verin." Bu kölelerin size verme-ti
taahhüt ettiklerini yerine getirmeleri hususunda yardımcı olmak için mükâ-:ebe
yaptıkları kölelere biraz mal vermeleri yahut mukâtebe malından bir parça
indirim yapmaları şeklinde efendilere verilen bir emirdir. Çoğunluğa göre 3u
vücup içindir. Bu hususfa kölenin kazanabileceği en az mal yeterlidir. Bir
başka görüşe göre, köleler bunu ödeyip azat olduktan sonra onlara infakta bulunmayı
teşvik eden "mendup" bir emirdir. Bir diğer görüşe göre ise, bu, mukâtebe
anlaşması yapan kölelere yardımda bulunmaları ve onlara zekâttan bir hisse
vermeleri için müslümanların umumuna verilen bir emirdir.
"İffetli
olmak" zinadan korunmak "isteyen cariyelerinizi dünya hayatının
geçici menfaatini kazanma hırsıyla fuhşa zorlamayın." "İffetli olmak
isterse" ibaresi zorlama için şarttır. Çünkü bunsuz zorlama olmaz. Bu
cümle "zorlamayın" fiili için şart olursa şartın hiçbir anlamı
olmaz. Yani iffetli olmayı istemekten zorlamanın caiz olduğu anlamı çıkmaz. Bu
çeşit zorlama mutlak olarak haramdır. Bu ayet altı cariyesini zina yoluyla
para kazanmaları için zorlayan Abdullah b. Übeyy hakkında nazil olmuştu.
""Kim
onları buna zorlarsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmalarından
sonra" o cariyelere karşı "çok çok mağfiret edici, çok merhamet
edicidir." Zorlama, muaheze ve cezaya aykırı değildir. Dolayısıyla
zorlanan kadın günahkâr değildir, mağfirete ihtiyacı yoktur, denemez. Bu
sebeple zorlanan kişiye katil/öldürme haram kılınmış, Şafiîler gibi bir gurup
alime göre kısas yapılması vacip kabul edilmiştir.
"Andolsun
ki, biz size apaçık ayetler" açıklanmasına ihtiyaç duyduğunuz hükümleri,
hadleri ve edepleri tafsilatıyla açıklayan ayetler indirdik.
Ayette
geçen "mübeyyinâtin" kelimesindeki "bâ" harfinin fetha
okunmasıyla mana, "kendisinde zikredilen hususları beyan eden
ayetler" şeklinde olmaktadır.
"...
Sizden önce gelip geçenlerden" yani sizden öncekilerin misallerinden bir
misal, yani Hz. Yusuf ve Hz. Meryem kıssası gibi onların hayret verici haberlerinden
ve misallerinden "misaller" yani gayet hayret verici ve düşündürücü
Hz. Aişe, Hz. Yusuf ve Hz. Meryem kıssası gibi kıssalar indirdik.
"...
takva sahiplerine" ders olacak "öğütler indirdik." Takva
sahipleri özellikle zikredilmişlerdir. Çünkü öğütlerden asıl istifade edecek
olanlar onlardır.
[77]
"Evlenme
imkanı bulamayanlar..." 33. ayetin nüzul sebebi ile ilgili İbnüs-Seken
rivayet ediyor ki: Bu ayet Huvaytıb b. Abdiluzza'nın Subeyh adı verilen kölesi
hakkında nazil olmuştu. Subeyh efendisinden kendisini bir bedel karşılığında
azat etmesini (mükâtebe akdi yapmayı) istemiş, efendisi de bunu kabul
etmemişti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. Huveytıb da yüz dinar
karşılığında onunla mükâtebe akdi yaptı. Yüz dinardan yirmi dinarını da ona
bağışladı. Subeyh Huneyn savaşında şehit oldu.
"Cariyelerinizi
fuhşa zorlamayın" ayetinin nüzulü ile ilgili Müslim ve Ebu Davud Cabir'den
rivayet ediyorlar ki Abdullah b. Übeyy'in Müseyke ve Ümey-me adlarında iki
cariyesi vardı. Bunları zinaya zorluyordu. Bu iki cariye bu durumu
Peygamberimiz'e (s.a.) şikâyet ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Cariyelerinizi
fuhşa zorlamayın." ayetini indirdi.
Mukatil
diyor ki: Cahiliyet ehlinin cariyeleri efendileri için çalışıyorlardı. Böyle
davrananlardan birisi olan Abdullah b. Übeyy'in Muâze, Müseyke. Ümeyme, Amra,
Erva ve Kuteyle isimlerinde altı cariyesi vardı. Abdullah b. Übeyy bunları zina
yapmaya zorluyor, bunlara vergi yüklüyordu. Bunlardan biri bir gün bir dinar
getirdi. Diğeri bunu da getirmemişti. Abdullah b. Übeyy bu iki cariyeye: Gidin
zina edin, dedi. Bunlar da: Allah'a yemin olsun ki biz bunu yapmayız. Allah
bize İslam'ı getirdi ve zinayı haram kıldı, dediler. Hemen Peygamberimiz'e
(s.a.) geldiler ve şikâyette bulundular. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti
indirdi.
[78]
Cenab-ı
Hak gözü harama karşı yummak ve ırzları korumak gibi emirlerle neseplerin
karışmasına sebep olan zina ve fuhşa götüren haramlardan nehyet-tikten sonra
bunun ardından helâl olan yolu, nesepleri koruyan, insan cinsini devam ettirme,
aile bağlılığı, ülfetin devamlılığı ve çocukların güzelce yetiştirilmesi
hususlarını temin eden evlilik yolunu beyan etti. Şöyle buyurdu: "İçinizden
bekârları evlendirin." Burada hitap velilere ve idarecileredir.
[79]
Ayetlerin
konusu birinci evliliğin emredilmesi olan bazı hükümleri ve emirleri beyan
etmektir. Yani buradaki hükümler evlilikle ilgili hükümlerdir.
Allah
Tealâ buyuruyor ki: "İçinizden bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden
salih olanları evlendirin." Ey veliler! Ey efendiler! Ey ümmet! Hür kadın
ve erkekleri engelleri kaldırmak ve işbirliği yapmak suretiyle evlendirin.
Ayrıca kölelerinizden ve cariyelerinizden kendisinde salâh bulunan ve evlilik
haklarını yerine getirmeye muktedir olanları evlendirin. Malla destek vermek,
evlenmeyi engellememek, buna ulaştıracak vesileleri kolaylaştırmak suretiyle
onlara yardımcı olun. Doğru olan görüşe göre bu hitap velilere, bir başka görüşe
göre ise eşlere aittir.
Bu
emrin zahirî şekli cumhurun görüşüne göre mendup, müstehap ve müstahsen manası
içindir. Çünkü Peygamberimiz'in (s.a.) asrında ve ondan sonraki asırlarda bekâr
erkek ve kadınlar bulunmuş hiçbir kimse bunu yadır-gamamıştır. Zira bekâr ve
dul kimse evlenmek istemezse velinin onu evlenmeye zorlama hakkı yoktur.
Alimlerin ittifakıyla efendi köle ve cariyesini evlenmeye zorlayamaz.
Razî
gibi alimlerden bir gurup buradaki emrin gücü yeten her kimse için vücup ifade
ettiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bunun delili ise Buharı ve Müslim'in
Sadi'lerinde İbni Mes'ud'dan rivayet edilen: "Ey gençler topluluğu! Sizden
kim evlilik masraflarını karşılamaya muktedir olursa evlensin. Çünkü evlilik
gözü daha çok kapatır, ırzı daha iyi korur. Kimin gücü yetmezse oruç tutsun.
Çünkü oruç ona (zinadan korunmak için size) kalkan olur." hadisidir.
Ebu
Davud ve Nesaî'nin Ma'kıl b. Yesar'dan (r.a.) rivayet ettikleri hadiste
Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sevecen ve doğurgan olan kadınla evlenin.
Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim." Bazı
fa-kihler bu emrin vacip olduğu görüşü üzerine nikâhın velisiz caiz olmayacağı
kaidesini bina ettiler.
"Salâh"
dan murad edilen mana şer'î manasıdır. Bu da dinin emirlerini ve nehiylerini
gözetmek demektir. Denilmiştir ki: Bundan murad edilen lügat manası olup
nikâha ehil olmak ve nikâhın haklarını yerine getirmek demektir.
Ayette
geçen "ves-sâlihîn" kelimesinde tağlib yoluyla erkekler sigası kullanılmıştır.
Salâh bekâr ve hür kimseler için değil de sadece köleler için itibara
alınmıştır. Çünkü bu vasıf efendinin köle ve cariyelerden elde edeceği menfaatleri
görmezden gelmeye teşvik edici bir unsurdur. Efendiyi köle ve cariyesini
evlendirmeye teşvik edecek olan husus bu köle ve cariyelerin istikamet üzere ve
salih kimseler olmaları ya da evlilik görevlerini yerine getirme kanaatlerini
taşımalarıdır.
İmam
Şafiî (rh.a) "İçinizden bekârları evlendirin." ayetinin zahirini,
velinin bulûğa ermiş bekâr kızı kızın rızası olmaksızın evlendirmesinin caiz
olduğuna delil getirmiştir. Çünkü ayetteki hitap velilere aittir. Velisi
oldukları kimseler ister büyük ister küçük olsunlar, ister evlenmeye razı
olsunlar, isterse razı olmasınlar, bu kimseleri evlendirmekle emrolunanlar
velilerdir. Sünnetten velinin büyük dul kadını rızası olmaksızın
evlendiremiyeceğine delâlet eden diğer deliller olmasaydı bu ayetin umumuna
binaen dul kadının hükmü de büyük bakire kızın hükmü şeklinde olurdu. Fakat
Peygamberimiz'in (s.a.): -Müslim, Ebu Davud ve Nesaî'nin İbni Abbas'tan (r.a.)
rivayet ettikleri- "Bakirenin kendisine sorulur. Susması onun izin
vermesidir." hadis-i şerifi bakireden izin istenmesinin ve onun rızasının
alınmasının vacip olduğuna delâlet etmekte ve bu hadis ayeti tahsis etmektedir:
Şafiîler
bu ayeti kadının evlilikte veli olamayacağına delil getirmişlerdir. Zira o
kadını evlendirmekle emrolunan velisidir. Lâkin evlâ olan, ayetteki bu hitabın
bütün insanlara yapılan ve onları evlilik hususunda yardımcı olmaya teşvik eden
bir hitap olarak kabul edilmesidir. Akit yapma hükmü ise bu ayet dışındaki
ayetlerden alınır.
Bazı
Hanefîler de "... evlendirin." ayetinin zahirini hür erkeğin, hür
kadının mihrini vermeye gücü yetse bile cariye ile evlenmesinin caiz olduğuna
delil olarak kabul etmişlerdir.
Şafiîler
de buna karşılık "Kim namuslu kadınlarla evlenmeye muktedir olmazsa..."
(Nisa, 4/25) ayetinin bu ayetten daha has olduğu şeklinde cevap vermişlerdir.
Has ise amma takdim edilir. Nitekim alimler "Bekârları evlendirin."
ayetindeki bekârların birtakım şartlarla mukayyed olduğu hususunda icma etmişlerdir.
Bu şartlar, kadının erkeğe hala veya teyze ile, erkek kardeşin kızı veya
(kızkardeşin kızıyla evlenmek gibi) nesep yönünden, yahut süt emme sebebiyle
ya da (iki kızkardeşle aynı anda evlenmek gibi) hısımlık yönünden haram
olmasıdır.
Alimler
"Kölelerinizden salih olanlar..." kavl-i cehlini şu iki hususa delil
saymışlardır.
a) Efendinin kölesini veya cariyesini rızası olmaksızın evlendirmesi caiz
değildir.
b) Kölenin veya cariyenin, efendisinin kendi üzerindeki haklarını kullanmasını
engellemek için onun izni olmaksızın evlenmeleri caiz değildir. Bunu İmam
Ahmed'in rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisi teyit etmektedir:
"Efendisinin izni olmadan evlenen her köle zinakârdır."
Cenab-ı
Hak mal bulamama sebebinin ileri sürülmesini ortadan kaldırdı ve şöyle buyurdu:
"Eğer
fakir iseler Allah onları lütfuyla zengileştirir. Allah geniş lütuf sahibidir,
her şeyi çok iyi bilendir."
Bu
ayet evlenecek kimseye zenginlik vaadinde bulunmaktadır. Evlenmek isteyen erkek
ya da kadın isterse fakir olsunlar fakirlik problemine bakmayın. Allah'ın
lütfunda onları zengin kılacak imkânlar vardır. Allah her şeyden müstağnidir,
geniş imkân sahibidir. O'nun hazineleri tükenmez, kudretinin sınırı da yoktur.
O mahlûkatmm durumlarını gayet iyi bilir. O dilediği kimseye rızkı genişletir,
dilediğine de hikmete ve maslahata uygun olarak daraltır.
İmam
Ahmed, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği
bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Üç
kişi vardır ki onlara yardım etmek Allah üzerine borçtur:
-
İffetli bir hayat isteyerek nikâh yapan,
-
Borcunu ödemek üzere mükâtebe akdi yapan köle,
-
Allah yolunda cihada çıkan kimse."
İbni
Mes'ud (r.a.) diyor ki: Zenginliği nikâhta arayın. Ancak evlenecek kimsenin
zengin kılınması ilâhî irade şartına bağlıdır. Bunun delili: "Fakirlikten
korkarsanız Allah sizi lütfuyla zengin kılar." (Tevbe, 9/28) ayetiyle
buradaki "Allah geniş lütuf sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir." ayetidir.
Yani Allah maslahatı gayet iyi bilir ve hikmetiyle bağışta bulunur.
"Eğer
onlar fakir iseler..." cümlesindeki "onlar" zamiri hür olan
bekâr erkeklerle bakire kızlara ve salih olan kölelerle saliha cariyelere
racidir. Dolayıyla zengin kılmaktan murad imkân genişliği verilmesi ve
muhtaçlığın kaldı-oinasıdır. Bir görüşe göre ise bu zamir sadece hür olan bekâr
ve bakirelere ra-r. Zira "Allah onları lütfuyla zengin kılar."
ayetindeki "zengin kılmak"tan jd zenginliğe sebep olacak mal vermektir.
Köleler ise mal sahibi olamazlar.
Bazı
alimler bu ayeti nafakadan âciz kalmak sebebiyle nikâhın feshedilmesinin caiz
olmadığına delil kabul etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak fakirliği peşin olarak
evliliğe engel kabul etmemiştir. Dolayısıyla evliliğin devamına hiç sagel sayılmaz.
Her ne olursa olsun ayetten maksat, Allah katında olan lütuf-lüira güvenerek
fakir olan gencin yaptığı evlilik talebinin reddedilmemesidir. ime aynı şekilde
kadının da kocası nafakasında zorlandığı zaman sabretmesi mendup olmaktadır.
Ayetten
anlaşılmaktadır ki fakir kimsenin evlilik masraflarını bulamasa İ» evlenmesi
menduptur. Çünkü velinin fakiri evlendirmesi teşvik edildiğine -t fakirin
kendisinin evlenmeye talip olması da teşvik edilmektedir.
Zengin
olsun fakir olsun, hür veya cariyelerin evlendirilmesi emredildik-,,--. sonra
Kur'an-ı Kerim evliliğin sebeplerinden aciz olup kendisini evlendire-si kimse
bulamayanın durumuna çare olarak şöyle buyuruyor:
"Evlenme
imkânı bulamayanlar Allah 'm kendilerini lütfuyla zenginleştirmesine kadar
iffetlerini korusunlar." Yani evlilik nafakalarını elde edemeyen nmseler
iffetli olmaya ve nefsini korumaya gayret etsinler. Nikâh lafzından murad şer'î
hakikatidir. "Nikâh bulamayanlar" nikâh kıyma imkânı bulamayanlar
demektir. Nikâhtan murad kendisiyle nikâhlanacak mihir de demek olabilir. Tıpkı
binilecek şeye alet ismi olarak verilen "rikâb" kelimesi gibi.
Ayette
evlenmekten aciz olan kimselerin Allah kendilerini lütfuyla zengin-eştirip
evleninceye kadar kendilerine haram kılınan fuhşu yapmayıp iffet ta-afını tutmaya
çalışmaları tavsiye edilmektedir. Haramdan uzaklaşıp iffet sa--ibi olmak bütün
müminlere vaciptir. Bu ayette Allah tarafından bu kimselere zenginlik
lutfedileceği şeklindeki önemli ve değerli bir vaad vardır. Yani insanlar hiç
bir zaman ümitsizliğe ve endişeye kapılmasınlar.
Daha
önce zikri geçen hadis-i şerifte: "Ey gençler topluluğu! Sizden kimin
evlenme masrafını karşılamaya gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü o gözü harama
karşı daha iyi kapatır, ırzı daha iyi korur. Kimin gücü yetmiyorsa oruç tutsun.
Çünkü oruç onun için kalkandır." buyrulmuştur.
Bazı
alimler bu ayeti, arzu duymakla birlikte hazırlığa sahip olmayan kimsenin
evliliği terk etmesinin mendup olduğuna delil getirmişlerdir. O za-raan
evliliği teşvik eden önceki ayetle çelişki meydana gelmektedir.
Şafiîler
diyor ki: Bu ayet önceki ayeti tahsis etmektedir. Yani önceki ayet evlilik
hazırlığına sahip olan fakirler hakkındadır. Bu ayet ise evlilik hazırlığından
aciz olan fakirler hakkındadır.
Hanefîler
bu ayetin te'vil edilmesi görüşündedirler. Ayette geçen "nikâh"
kelimesi "mektub" manasındaki "kitab" gibi;
"menkûha" yani nikâhlanacak kadın manasmdadır. Buradaki iffet sahibi
olma emri de eş bulamayan kimseye hamledilir. O zaman iki ayet arasında çelişki
yoktur. Fakat "Allah 'ırı kendilerini lütfuyla zenginleştirmesine
kadar..." kavl-i celîli bu te'vili uzak kılmaktadır.
[80]
"Sahip
olduğunuz kölelerinizden azat olmak için bedel vermek isteyenlerin eğer
kendilerinde bir hayır görüyorsanız hemen bedel vermelerini kabul edin."
Yani
efendilerinden belirli bir müddet içinde belirli bir mal ödemek üzere mükâtebe
akdi yapmak isteyen köleler salih, takva sahibi, güvenilir, efendisi için şart
koşulan malı ödemeye ve kazanmaya muktedir iseler onlarla mükâtebe akdi yapın.
"...
kendilerinde bir hayır görüyorsanız..." ayetindeki "hayır"
kelimesi birkaç şekilde tefsir edilmiştir.
a) Denilmiştir ki burada geçen "hayır" güvenilir olmak ve
kazanmaya muktedir olmak demektir. Bu İbni Abbas ve İmam Şafiî'nin tefsiridir.
b) Yine denilmiştir ki bu, meslek sahibi olmak demektir. Bu hususta Ebu
Davud'un Merasîl'de, Beyhakî'nin Sünen'inde rivayet ettiği şu merfu hadis
vardır: "Onlarda bir mesleğe ait beceri görüyorsanız onları insanlara yük
olarak bırakmayın."
c) Bir başka görüşe göre buradaki "hayır" mal manasmdadır. Bu
görüş Hz. Ali'den bir gurup alimden rivayet edilmiştir.
d) Bir diğer görüşe göre ise buradaki "hayır" salâh ve iman
demektir. Bu Hasan-ı Basrî'nin tefsiridir. Bu görüş müslüman olmayan kimse ile
mükâtebe yapılmamasını gerektirir ki bu görüşte sertlik vardır.
Cumhur'un
görüşü şudur: "... onlarla mükâtebe akdi yapın..." kavl-i celîlindeki
emir irşad içindir, mendup ve müstahap içindir, farz ve vücup emri değildir.
Bilakis efendi kölesi kendisinden mükâtebe istendiği zaman muhayyerdir:
Dilerse mükâtebe akdi yapar dilerse yapmaz. Bunun delili Peygamberi-miz'in
(s.a.) - İmam Ahmed ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri - şu hadisi şerifidir:
"Müslüman kişinin malı ancak kendisinin gönül hoşluğuyla helâl olur."
Nitekim
kefaret hususunda efendinin köleyi azat edecek birisinden satın alması vacip
olmaz, buna mecbur da edilmez. Efendiye mükâtebe akdi yapması vacip değildir,
buna mecbur da değildir. Bütün akitler karşılıklı rıza üzerine kurulur.
Ebu
Davut ez-Zahiri ile tabiinden bir gurup şöyle demişlerdir: Buradaki emir vücup
içindir. Bunun delili Buharî'nin muallak olarak rivayet ettiği ayrıca
Abdurrezzak, Abal b. Humeyt ve İbni Cerîr'in Enes b. Malik'ten rivayet ettikleri
şu hadistir: Şirin benden mükâtebe akdi yapmamı istedi. Ben kabul etmedim. Hz.
Ömer'e gitti. Hz. Ömer (r.a.) bana kamçı ile geldi ve şu ayeti okudu:
"Onlarla mükâtebe akdi yapın." Enes (r.a.) bunun üzerine Şirinle
mükâtebe akdi yaptı.
"Onlarla
mükâtebe akdi yapın." ayetinin mutlak oluşu zahiriyle amel edip bu
konulacak azat bedelinin ya peşin, ya da tek taksit ve ya bir kaç taksit ile
tecil edilmiş olması caizdir. Bu Hanefîlerin ve İmam Malîki'nin ashabının mezhebidir.
Şafîiler
ise peşin bedelle yapılan mükâtebeyi kabul etmemişlerdir. Çünkü mükâtebe
taksitle yapılmayı gerekli kılar. Zira mükâteb bu bedeli derhal ödemekten
acizdir. Dolayısıyla tekrar köleliğe döner. Mükâtebe maksadı hasıl olmaz.
Mükâtebe
yapılması ayette mükâtebe yapılacak kölede hayır ümid edilmesi şartına
bağlıdır. Eğer kölede hayır ümid edilmezse mükâtebe yapılması ne vacip olur ne
de mendup olur, bilakis bu durumda mükâtebe haram olur. Nitekim mükâteb
kölenin fasıklık yoluyla kazandığını ya da açlıktan öleceğini bilirse yine
haram olur. Tıpkı sadaka ve ya ödünç parayı haram yolda harcayacak kimseye sadaka
ve ya ödünç para vermenin haram olduğu gibi.
"Allah
'in size verdiği mallardan onlara da verin." Yani, ey efendiler! Mükâteb
kölelere mükâtebe malından dörtte bir, veya üçte bir, yahut yedide bir veyahut
onda bir gibi bir şey verin. Bütün bunlar tabiinden rivayet edilmiştir. Ya da
İmam Şafiî'nin dediği gibi verilebilecek çok az bir şey de olsa verin. Mükâtebe
malından bir kısmının indirilmesi vermekten daha evlâdır. Çünkü sahabeden
nakledilen de budur. Cumhura göre yardım ve kurtuluş için efendilerin bağışta
bulunmaları menduptur. İmam Şafiî bu bağışın yapılmasının vacip olduğu
görüşündedir. -Ayetin zahiriyle amel edilerek- indirim yapılan da bu manadadır.
Alimlerden
bir gurup şöyle demiştir: Buradaki emir bütün insanlara yönelik olup
"kölelerin hürriyete kavuşturulması" zekât hisselerinden biridir. Bu
Hanefîlerin mezhebidir. Bu durumdaki emir vücup içindir.
Bunu
daha önce geçen Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet edilen şu hadis teyit
etmektedir:
İbni
Kesir diyor ki: Birinci kavil daha meşhurdur. Yani hitabın efendilere ait olup
müslümanlann cemaatine ait olmaması kavli daha meşhurdur. Çünkü zekâtta hitap
kesin bir farzdır. Buradaki ayet zekâta efendilerden başka bir istek ilâve
etmektedir.
[81]
Allah
Tealâ müminleri haram yollardan mal toplamaktan nehyetmekte ve şöyle
buyurmaktadır: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi dünya hayatının
geçici menfaatini kazanma hırsıyla fuhşa zorlamayın." Yani cariyeleriniz
iffetli olmak istese de istemese de mal, evlât gibi dünya menfaatlerini talep
ederek cariyelerinizi zinaya zorlamayın.
Cenab-ı
Hakk'ın "iffetli olmak isterlerse..." kavli zorlamanın meydana gelmesi
için şarttır; ayetin iniş sebebi olan mevcut durumu beyan etmek için bir
kayıttır. Bunun delili İbni Merduveyh'in Hz. Ali'den (r.a.) rivayet ettiği şu
haberdir: Onlar cahiliyette ücret elde etmek için cariyelerini zinaya
zorluyorlardı. Müslüman olduktan sonra bundan nehyolunmuşlar ve bu ayet
inmişti. Nüzul sebebinin de Abdullah b. Übeyy'in cariyeleri olup para kazanmak
maksadıyla bunları zinaya zorladığını nüzul sebebinde beyan etmiştik.
İffetli
olmayı istemek ve dünya hayatının geçici menfaatlerini kazanma kayıtlarının
konulmasının pratikte yasaklamayı kaldıracak bir anlamı yoktur. Bu iki kayıt
bulunsa da bulunmasa da zinaya zorlamak mutlak olarak haramdır. Cahiliyet
zamanında uygulanan bir durumu ayıplamak için bu açıklama yapılmıştır. Ayrıca
iffetli olmayı isteme kaydı zorlamanın tasavvurunda ve gerçekleşmesinde
şarttır, nehiy için ise şart değildir. Fakat gerçekte zorlamanın zikredilmesi
bu kayda ihtiyaç bırakmamıştır. Zinayı isteyen cariyeler dışındakiler için
zorlama tasavvur edilebilir. İffetli olmayı isteme veya iffetli olmayı istememe
anında zinaya zorlamanın haram olduğunda icma meydana gelmiştir.
"Eğer
iffetli olmayı isterlerse..." cümlesinde "izâ" yerine
"in" edatının kullanılması iffetli olmayı isteme tereddüdü ve
şüphesi durumunda zinaya zorlama yapılmamasının vacip olduğuna işaret etmek
içindir. Bunun meydana geldiği anda zinaya zorlamanın haram oluşu daha
şiddetli, daha çirkin ve daha evlâdır.
"Kim
onları buna zorlarsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmalarından sonra
çok çok mağfiret eden, çok merhamet edendir." Kim bu cariyeleri zina
etmeye zorlamışsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmalarından sonra o
cariyelere karşı çok mağfiret edici, çok merhamet edicidir. Bu ifadeye göre
zorla zina olmuş olsa bile bu bir günahtır, mağfiret edilmesi bunun delilidir.
Çünkü bu gibi bir fiil teslim ve kabulden uzak değildir.
Gayet
açıktır ki mağfiret zorlanan cariyelere aittir. Bu alimlerin çoğunun görüşüdür.
İbni Mes'ud'un ayeti "min ba'di ikrâbihinne lehünne" şeklindeki kıraati
bunu teyit etmektedir.
Bazı
alimler de şöyle demiştir: "Mağfiret tevbe şartıyla zinaya zorlayan
kimselere aittir. Bu önlerinde ümit kapısının açılmasıdır." Bu zayıf ve
uzak bir tevildir. Çünkü bu ifade, zinaya zorlama emrinin basite alınmasıdır.
Bu hal zinayı zorlamaya teşebbüs eden kimseye karşı bir korkutma ve
ayıplamadır.
Bu
hükümlerin açıklanmasından ve beyanından sonra Allah Tealâ bu surenin
faziletlerini zikretmiş ve Kur'anı şu üç vasıfla tavsif etmiştir:
a) "Andolsun ki biz size apaçık ayetler ... indirdik." Yani biz
bu surede ve diğer surelerde sizin ihtiyaç duyduğunuz hükümleri, hadleri ve
şer'î esasları tafsilatlı ayetler halinde indirdik.
b) "... Sizden önce gelip geçenlerden misaller... indirdik."
Yani önceki ümmetlerin haberleri gibi hayret verici bir kıssa indirdik. Bu
kıssa Hz. Yusuf (a.s.) ve Hz. Meryem kıssasına benzeyen ve Hz. Aişe'ye yapılan
çirkin iftiraya konu olan kıssadır.
c) "... takva sahiplerine öğütler indirdik." Yani Allah'tan
korkan ve O'nun azabından sakınan kimselere öğütler ve tehditler indirdik.
Meselâ: "Zina edenlere karşı Allah'ın dininde (hükmün uygulanmasında)
sizi acıma duygusu kaplazmasın." (Nur, 24/2) ve "Siz bu iftirayı
işittiğiniz zaman..." (Nur, 24/12) ayetleri .gibi.
Yani
bu vasıflar ya bu surede bulunan hükümler, temsiller ve öğütler sebe-iipie, ya
da Kuranın tamamında bulunan apaçık ayetler, temsiller ve öğütler fle
verilmiştir. Birinci, Zemahşerî'nin, ikincisi ise Razî ile İbni Kesir'in lür.
[82]
Bu
ayetler üç büyük hükmü ihtiva etmektedir. Bu hükümler evlilik, kölelerle
mükâtebe akdi yapmak ve zinaya zorlamakla ilgili hükümlerdir.
1. Evlilikle ilgili hükümlere gelince: Allah Tealâ evliliğin
yükümlülüklerine kadir olanların ve bu hazırlığı yapmaktan aciz olanların
evlenmelerinin hükmünü zikretti.
a) Bu şahıs gerek sağlık gerekse malî yönden evlenmeye kadir olduğu zaman
Allah Tealâ iffet, örtünme ve şer'î esasları gerçekleştirmek için velilere ona
evlendirmeyi emreder. Çünkü evlilik iffetli olma yoludur. Doğrusu bu hitap evlilere
aittir. Bunun için alimlerin çoğu şöyle demişlerdir: Bu ayette kadının
elişi
olmaksızın kendi kendine evlenme hakkı olmadığına işaret vardır.
İmam
Ebu Hanife'ye göre kadın dul olsun, bakire olsun velisiz olarak -iendine denk
olan birisiyle- evlenirse caiz olur.
Evliliğin
hükmü zinaya düşme korkusu, sabırsızlık, sabra karşı güçlü olu-■-; ve
zina korkusunun kalkması gibi insanın durumunun değişmesiyle değiş-~ektedir.
Dinde ya da dünyada veya her ikisinde helak olmaktan korkarsa ev-;lik
lüzumludur, farzdır. Eğer hiçbir şeyden korkmaz ve bu hal mutedil olmazsa
Şafiî diyor ki: Evlilik mubahtır. İmam Malik, İmam Ebu Hanife ve İmam Ahmed ise
müstehap olduğu görüşündedirler.
Birinci
görüşün (İmam Şafiî'nin görüşünün) delili şudur: Evlilik bir lezzetin
tadılmasıdır. Dolayısıyla yemek ve içmek gibi mubahtır.
İkinci
görüşün (diğer üç imamın görüşünün) delili ise Buharî, Müslim ve .mam Ahmed'in
Enes'ten rivayet ettikleri şu sahih hadistir: "Kim benim sün-.etimden yüz
çevirirse benden değildir."
Hak
Tealâ kız ve erkeğin fakirlik sebebiyle evlendirmekten imtina edilmelinden
velileri nehyetmektedir. Allah'ın rızasına uymaya ve Allah'a isyan etmekten
sakınmaya talip olan her iki tarafa: "Eğer onlar fakir iseler Allah onla-n
lütfuyla zengin kılar." ayetiyle zenginlik vaad etmektedir.
Eğer
zengin olmayan bir evli bulunursa durum ayetin manasını ihlâl etmez. Zira bu
ayette zenginliğin devamlılığı ve sürekliliği şart değildir. Bilakis bu durum
bir an gerçekleşirse bu vaad doğru olmuş sayılır. Zira mal gelir, gider. Yahut
zenginlik Allah Tealâ'nm iradesine bağlıdır. Buna göre ayetin manası
"Allah onlardan dilediğini lütfuyla zengin kılar." şeklindedir. Bu
ayet aynen ;u ayet gibidir: "Allah dilediğine rızkı genişletir, ya da
daraltır." (Ra'd, 13/26).
"Eğer
onlar fakir iseler Allah onları lütfuyla zengin kılar." ayeti fakir gencin
evlendirilmesine delildir. Fakir, "Benim malım olmadığı halde nasıl evlenirim?"
diyemez. Çünkü onun rızkı Allah'a aittir.
Peygamberimiz
(s.a.) bir izardan başka hiçbir şeyi olmayan erkeğe nefsim hibe eden kadını
evlendirmişti. Kadının bundan sonra geçim darlığı sebebiyle evliliği feshetme
hakkı yoktur. Çünkü kadın artık bu hükme tabi olmuştur. Bu ayette kadın imkân
sahibi biriyle evlendikten sonra fakirlik sebebiyle ayrılmayacağına delil
yoktur "Eğer ayrılırlarsa Allah da her ikisine lütfunun genişliğinden
zenginlik verir." (Nisa, 4/130) ayetinin delaletiyle karı-kocanın ayrılığına
hükmedilebilir. Netice olarak bu ayet sadece fakir olarak evlenen kimseye
zenginlik vaad etmektedir.
b) Eğer kişi evlilik masraflarını karşılamaktan aciz ise Allah ona
iffetli bir hayat sürmesi için gayretli olmayı emrediyor: "Evlenme imkânı
bulamayanlar... iffetlerini korusunlar." Hitap kendi nefsine hakim olan
kimseleredir, yoksa geçimi başkasının elinde olanlara ait değildir. Çünkü bu
gibi kimse hacre tabî tutulmuş kişi gibi onun uygun gördüğü işe, yere ve fikre
sevkedilecektir. Ayetteki "isti'faf' iffetli olmayı istemek demektir.
Allah bu ayetle nikâh imkânı bulamayan veya bu konuda zorlanan herkese iffetli
olmaya çalışmayı emrediyor.
Evliliğe
engel sebeplerden en sık rastlanılan şey yeterli malın yokluğu olunca Cenab-ı
Hak evlenecek kişiyi lütfundan zengin kılması, damat adayına evlenebilecek bir
mal ihsan etmesi yahut az bir mehire razı olacak bir hanım nasip etmesi, yahut
ondan kadınlara karşı aşırı düşkünlüğü kaldırması şeklinde ihsanda bulundu.
"Evlenme
imkânı bulamayanlar..." ayeti nikâh masraflarını bulamayanlar demektir.
Muzaf hazfedilmiştir. Yahut bununla mehir ve nafaka gibi kadının nikâh için
harcayacağı masraflar murad edilmektedir. "Nikâh" kelimesi sarılacak
şey manasındaki "lihaf' ve giyilecek şey manasındaki "libas"
gibi isimdir. Buna göre ayette hazif yoktur.
Buna
göre nefsi evliliğe karşı arzu duyan kimse malî masrafları bulursa o kimsenin
evlenmesi müstahaptır. Bu masrafları karşılayamayacak durumda ise iffetli bir
hayat yaşamalıdır. Oruç tutma imkânı varsa -sahih hadiste yer aldığı gibi- oruç
bu kimse için kalkandır. Nefsi evlenme arzusu duymayan kimse için evlâ olan
Allah Tealâ'ya ibadete yönelmektir.
2- Köle cariyelerle mükâtebe akdi yapılması ise şer'an müstahaptır. Çünkü
şeriat nefislerin hürriyete kavuşmasını istemektedir. İnsan, hürriyete kavuşan
nefsine hakim olur. Bağımsızlığa kavuşur, ticarî kazanç elde edebilir ve dilerse
evlenebilir. Evlenme bu kimse için iffeti daha iyi koruma vesilesi olur.
Kitabet,
kelime anlamıyla efendi ile köle arasında akit yapmaktır. Şeriatte ise kişinin
belirli bir malı taksitle ödemesi ve bu malı ödediğinde hür olacağını
kararlaştırdığı kölesiyle yaptığı mükâtebe sözleşmesidir.
Efendi
kölesinde hayır görürse, yani dindarlık, doğruluk, salâh, muamelede
vefakârlık, güvenilirlik ve kazanç elde etme becerisi görürse mükâtebe yapmak
ister, aksi takdirde istemez. Alimler mesleği olmayan kimse ile mükâtebe akdi
yapmak hakkında ihtilâf etmişlerdir. Evzaî, Ahmed ve İshak bunu mekruh görmüş,
İmam Malik, İmam Ebu Hanife ve Şafiî buna ruhsat tanımışlardır.
Mükâtebe
az veya çok malla, taksitli olarak olur. Bu hususta alimler arasında ihtilâf
yoktur. İmam Şafiî diyor ki: Bu hususta mutlaka vade olmalıdır. En azı da üç
taksittir. Cumhur bir defa ödeme bile olsa caizdir demiştir. Şafiî'ye göre
peşin ödeme kesinlikle caiz değildir. Hanefîlere ve İmam Malikin ashabına göre
ise caizdir.
Mükâteb,
efendisine ödeyeceği maldan bir parça borcu kaldığı müddetçe köledir. Bunun
delili Ebu Davud'un Abdullah b. Amr'dan (r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in
(s.a.) şu hadisidir: "Mükâteb, mükâtebe malından üzerinde bir dirhem borç
kaldığı müddetçe köledir." Bu durum mezhepler arasında ittifak edilen bir
husustur.
Mükâteb,
bir taksiti ödemekten aciz kalır, efendisi de bunu talep etmezse her ikisi bu
durumda sabit kaldıkları müddetçe mükâtebe akdi kendiliğinden fesh olmaz.
Mükâteb
yükümlülük altına girdiği borcu ödediği zaman azat olmuş olur. Efendinin azat
etmesine muhtaç değildir. Onunla birlikte mükâtebe esnasında doğan çocukları da
azat olur. Mükâtebeden önceki çocuk ise ancak şartla azat olur.
Allah
efendilere ya ellerinde olan maldan bir şey vermeleri ya da mükâtebe malından
bir miktar indirim yapmaları suretiyle kölelere yardımda bulunmalarını
emretti.
3- Zinaya zorlamak yahut para karşılığı fuhuş yaptırmak, genç kız bunu istese
de istemese de kesinlikle haramdır. Bu zorlamanın haram oluşu konusunda
iffetli olmayı isteyip istememek arasında hiçbir fark yoktur. Yine dünyevî
kazanç ve evlât sahibi olmak kasdı olması ile olmaması arasında da hiçbir fark
yoktur.
Fuhşa
zorlanan bu kadının fiili haram olmasına rağmen Allah buna zorlanan kadınları
mağfiret edicidir, merhamet edicidir. Zira zorlama dünyevî cezayı kaldırır. Bu
zorlanan kadın için bir mazerettir. Ancak fuhşa zorlayan erkeğin bu yaptığında
hiçbir mazereti yoktur.
Bugün
düne ne kadar çok benzemektedir. Zira asrımızda kadın turizm ve müşteri çekmek
için reklâm aracı olmuştur.
4- "Andolsun ki biz size apaçık ayetler indirdik." ayetiyle
bildirdiği gibi Yüce Allah müminlere gayet açık ve nurlu ayetlerini
indirmiştir. Bu ayetlerde içine düştükleri durumdan kurtulmaları için
geçmişlerin temsilleri yer almaktadır. Bu ayetler aynı zamanda Allah'tan
korkan ve O'nun cezasından sakınan kimseler için bir öğüt ve ibrettir.
[83]
35-
Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde kandil bulunan
bir hücre gibidir. Kandil cam içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir
yıldızdır. Ne doğuda ne de tam olan mübarek zeytin ağacının yağıyla
tutuşturulur. Yağ neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verir. Bu nur
üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur, misaller verir. Allah her şeyi
gayet iyi bilendir.
"Allah
göklerin nurudur." ayetinde "nûr" kelimesi, masdarm mübalağa
kasdıyla ism-i fail yerine kullanılması şeklindedir. Yani "münevvir (her
şeyi nurlandıran)" demektir. Sanki o O'nun nurunun aynıdır. Kim ayeti
"O bütün göklerde ve yerde bulunanları burhanları ve beyanıyla
nurlandıran" diye tefsir ediyorsa bu bir istiaredir.
"O'nun
nurunun temsili, içinde kandil bulunan bir hücre gibidir." ayeti temsilî
bir teşbihtir. Allah'ın müminin kalbine koyduğu Allah'ın nuru bir cam içindeki
kandile benzetilmiştir. Kandil de güzellik ve berraklıkta inci gibi parlayan
yıldıza benzer. Bu teşbih temsili bir teşbihtir. Çünkü vech-i şebeh (benzetme
yönü ) bir kaç noktadan alınmıştır.
[84]
"Allah
nurdur." Yani göklerin ve yerin kendisiyle hidayete kavuşacağı nurun
sahibidir ya da gökleri ve yeryüzünü nurlandırandır. Burada mecaz yapılmıştır.
"Nur"
kelime manasıyla gözün görebileceği maddî planda aydınlık olan şeydir. Şer'an
ise kendisiyle hidayet olunan şey demektir. Göklerin ve yerin mahlûkatmın
tamamı O'nun nuruyla hidayete ermektedirler.
"O'nun
nurunun misali" O'nun nurunun müminin kalbindeki hayret verici sıfatı,
"içinde kandil bulunan bir hücre gibidir. Kandil cam içindedir. Cam"
ve içindeki nur "da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır."
"ed-Dürrî"
dürr kelimesine mensup demektir. Yahut dür' kelimesine nispet edilmiştir.
"Dür" ise defetmek demektir. Parlaklığı sebebiyle karanlığı ortadan
kaldırdığı için buna nispet edilmiştir.
"Ne"
güneşin bazan kendisine isabet edecek şekilde "doğuda ne de" güneşin
diğer bir vakit kendisine isabet edecek şekilde "batıda olan..." yani
güneş gün boyunca tam orta yerde olmakta, ne sıcak, ne de soğuk mutedil bir
hava olmakta; dolayısıyla meyvesi daha olgun ve daha hoş olmaktadır. Bu
"mübarek zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur." Bu zeytinin yağı
yağların en güzel ve en saf olanıdır.
"Bu
zeytin yağı neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verir... " Yani bu
yağ bizzat ateş olmaksızın, son derece saf, parlak ve son derece ışıklıdır.
"Bu,
nur üstüne nurdur." Yani kat kat nurdur. Çünkü zeytinyağının saflığı
kandilin nurunu artırmıştır. Bu, nurun üzerindeki nurdur. Burada kandilin nuru
ile kandilin camının ve zeytinyağının saflığı birleşmiştir. Dolayısıyla ışıklandırma
tamamlanmıştır. Allah'ın nurunun bu kandilin nuruna benzetilmesinin manası bu
durumu zihinlere yaklaştırmak içindir. Bu, manalarının açıklığı, muhtevasının
netliği hususunda apaçık ayetlerin delâlet ettiği hidayetin mezkûr vasıflarla
tavsif edilen kandile temsil edilmesidir. Yahut bu, müminin kalbini
nurlandırdığı ilim ve malûmatların bu hücrenin içindeki kandilin nuruna
benzetilmesidir.
"Allah
dilediğini nuruna kavuşturur." Allah kullarından dilediği kimseleri bu
kuvvetli nura; ayetlerin, İslâm dininin ve müminin imanının rehberliğine
kavuşturur.
"Allah
insanlara misaller verir." Allah zihinlere yaklaştırmak için, akılla anlaşılabilen
hususları elle tutulur, gözle görülür şeyler olarak tasvir etmek, açıklayıp
beyan etmek ve ibret alıp iman etmeleri için insanlara misallerle açıklar.
"Allah"
akılla yahut duyularla anlaşılan, gizli veya açık olan "her şeyi çok iyi
bilendir." Bunda düşünen kimse için vaad ve vaîd vardır.
[85]
İlâhî
beyan amelî ve cüz'î bazı hükümleri ve esasları (fıkhî hükümleri) ahlâk ve
edepleri (ahlâk ilmini) açıkladıktan sonra akide ve iman dairesine -yani
ilâhiyyat konusuna- geçmektedir.
Burada
Cenab-ı Hak iki temsil zikretmektedir:
Birincisi: İman delillerinin son derece açık olduğunun beyan
edilmesidir. Bütün bu âlemin kâinat ayetleriyle ve Rasulüne indirilen Kur'an
ayetleriyle nurlandırılması Allah Tealâ'nm varlığına, birliğine, kudretine,
ilmine ve diğer yüce sıfatlarına açık bir delildir. Allah aynı zamanda dünya ve
ahiretin salâhı (en güzel olması için) hak yolu göstermektedir.
İkincisi: Kâfirlerin dinlerinin ve yollarının son derece
karanlık ve kapalı olduğunun beyan edilmesidir. Bu da bundan sonra gelecek
ayetlerin konusudur.
[86]
"Allah
göklerin ve yerin nurudur." Yani Allah bütün âlemi nurlandıran, kâinatta
koyduğu varlığına ve birliğine delâlet eden, delillere ve Peygamberlerine
indirdiği apaçık ayetlerle bütün âlemi aydınlatan, hidayeti ihsan edendir.
Kim
bu nurla hidayet bulursa ve kalbi Allah'ın hidayetiyle nurlanırsa dünya ve
ahiret saadetini kazanır. İşte bu manevî nurdur. Maddî nur ise yine gayet
açıktır ki Allah nurun kaynağıdır, nurun yaratıcısıdır; karanlıkları silen
O'dur. Kâinatı değişmeyen hassas bir sistemle idare eden O'dur. Her an ve her
zaman bu âlem üzerinde O'nun tam ve en geniş manada daimî hakimiyeti ve
üstünlüğü vardır.
"O'nun
nuru, içinde kandil bulunan bir hücre gibidir. Kandil cam içindedir. Cam da
sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır." Yani kâinat sayfalarında,
Kur'an'm beyanında ve müminin kalbine yerleştirdiği imanda var olan bu ilâhî
nur saf ve parlak cam kandil içindeki fitilin ışığı gibidir. Bu ışık ihtiyaca
göre belirli bir tarafı aydınlatmak için bir fanusa konulmuştur. Sanki bu
fanusun camı bu parlaklığında büyük bir gezegen, parlak bir yıldız gibidir.
"O'nun
nurunun temsili" ifadesindeki zamir görüldüğü gibi kâinatı nur-landırmak
ve müminin kalbine hidayet vermek hususunda Allah'a racidir.
"Ne
tam doğuda, ne de tam batıda olan mübarek bir zeytin ağacının yağıyla
tutuşturulur." Yani kandilin yağı yüksek bir dağda ya da sahrada dikilmiş
olan çok faydalı mübarek zeytin ağacının yağından alınmıştır.
Bu
zeytin ağacı ne güneşin sadece doğuş vaktinde vurduğu ne de sadece güneşin
batış vaktinde vurduğu ağaçlardan değildir. Zira bunun dışındaki vakitlerde
güneşe perde olan gölge vardır. Bilâkis bu ağaç güneşin doğuş ve batış vaktinde
ayrıca gündüzün başından sonuna kadar güneş almaktadır. Bu hem doğudan hem batıdan
güneş almaktadır. Güneş ona sabah-akşam vurmaktadır. Dolayısıyla bunun
zeytinyağı gayet saf, mutedil ve parlak gelmektedir.
"Yağ
neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verecek şekildedir." Yani bu
zeytin ağacının (zeytininden çıkarılan) yağı saflığı, parlaklığı ve aydınlığı
sebebiyle fitili tutuşturulmadan ve ateş değmeden önce sanki kendi kendine
ışık vermektedir. Zira zeytinyağı halis ve saf olur da buna uzaktan bakılırsa
sanki ışığı varmış gibi görülür. Ona ateş dokunduğu zaman da ışığı daha çok
artar. Müminin kalbi de böyledir. Kendisine ilim gelmeden önce hidayetle amel
eder, ilim gelince de nur üzerine nuru artar, hidayet üzerine hidayeti artar.
Yahya
b. Sellâm diyor ki: Müminin kalbi hakka yatkın olduğu için hak kendisine beyan
edilmeden önce hakkı bilir.
Buharî'nin
et-Tarihu'l-Kebir'de ve Ebu Davud'un Sünen inde Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.)
rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.): "Müminin ferasetinden korkun.
Çünkü o baktığı zaman Allah'ın nuruyla bakar." hadis-i şerifinin manası da
budur.[87]
"Bu,
nur üzerine nurdur." Yani üstüste ve kat kat nurdur. Bu nurda kandil,
fanus, fitil ve yağ başka bir takviyeye gerek bırakmaksızın nurun kuvvetli ve
aydınlatıcı olması hususunda birleşmişlerdir. Kandil, nuru tek yönde, dağılmadan
yayılmadan toplar. Fanusun, camın şeffaflığı nuru, parlaklığı ve ışığın
yansımasını artırır. Fitil ise başka bir şeyde elde edilemeyen yeterli ışık ve
enerji kaynağıdır. Zeytinyağının saflığı ve temizliği tam yanma ve kamilen aydınlatmanın
en önemli sebeplerindendir.
"Allah
dilediğini nuruna kavuşturur." Yani Allah kullarından dilediği kimseyi
incelemek, fikrini kullanmak ve kâinat ayetlerini tefekkür etmek suretiyle
hidayete erdirir ve muvaffak kılar.
"Allah
insanlara misaller verir." Yani Allah Tealâ insanlardan mükellef olanlara
iman delillerini ve hidayet vesilelerini beyan eder. Allah onlara gizli kalan
gerçekleri zihinlere iyice yerleştirmek, kalbin ve gönlün derinliklerinde sabit
kılmak için misal vermek, tesbitler yapmak ve manaları elle tutulur, gözle
görülür alışılmış şekillerle tasvir etmek gibi değişik şekillerde anlatır,
böylece iman ulu dağlar gibi kalbe yerleşir. Aklî konuları ve manaları maddî
ve müşahhas şekillerle tasvir etmesi Kur'an-ı Kerim'in belagatla ilgili eşsiz
özellikle-rindendir.
"Allah
her şeyi gayet iyi bilir." Yani Yüce Allah maddî ve manevî, zahirî ve
batınî her şeyi tam ve kâmil bir ilim ile gayet iyi bilir. Hidayete ehil olan,
bunu telakki etmeye hazır olan kimseye hidayeti lütfeder. Bu düşüncesini
kullanan ve hidayet vesilelerini kavrayan kimse için bir vaad, bundan yüz
çeviren, bunları düşünüp tefekkür etmeyen ve buna aldırış etmeyen kimse için
bir vaîd ve tehdittir.
Kısaca:
Bu teşbih, müminin kalbindeki Allah'ın nurunun ve hidayetinin temsilidir. Tıpkı
saf zeytinyağı ateşe dokunmadan bile neredeyse ışık verecek durumda ise, ateş
değdiği zaman ışığı kat kat artıyorsa müminin kalbi de ilim gelmeden önce de
hidayeti bulur, ilim gelince de hidayeti kat kat olur.
[88]
Bu
ayetin zahirî ifadesi murad edilmemekte, ayet te'vil edilmektedir. Te'vilinde
ise ihtilâf edilmiştir. Bu te'villerin en doğrusu kelâmcılarm çoğunluğunun,
ayrıca İbni Abbas ve Enes hazretlerinin zikrettikleri şu tevildir:
Allah
yer ve göklerin ehline hidayeti ihsan edendir. Allah Tealâ'nm hidayeti açık ve
net oluşu hususunda son dereceye ulaşmıştır. Bu hidayet kâinatta bulunan kudret
ayetleriyle peygamberlere indirilen Kur'an ayetleri içinde billur fanus
bulunan ve içinde de son derece saf zeytinyağıyla tutuşturulan kandil bulunan
hücre gibidir.
Allah'ın
nurunun temsili yani müminin kalbine koyduğu nurunun delillerinin vasfı ışığı
bir arada toplayan (duvardaki bir boşluğa) bir hücreye konan, bütün nurlandırma
vesileleri bulunan bir kandil gibidir. Bu hücreye konan kandil başka yerden
daha çok ışık vermektedir. Kandilin fanusu ise şeffaf bir cisimdir. Kandil bu
fanus içinde başka yerdekinden daha nurludur. Dolayısıyla fanus nur ve ışık
verme konusunda inci gibi parlayan bir yıldız misalidir. Çok faydalı olan gün
boyunca güneş ve hava alan bir zeytin ağacından çıkan temiz ve saf
zeytinyağıyla tutuşturulmaktadır. Bu ağaç ne sadece güneşin doğuşunda ışık alan
(şarkî) bir ağaç ve ne de güneşin batışında ışık alan (garbı) bir ağaçtır.
Bilakis güneşin hem doğusunda hem batısında ışık olan, geniş bir sahrada
güneşten ışık almasına engel bulunmayan bir ağaçtır. Bu durum zeytin ağacı yağı
için daha güzeldir ve müsaittir.
Nurlar
kat kat ve bir arada bulunur. Müminin kalbindeki iman ve hidayet de aynı
şekilde Kur'anm ışıklarıyla ve Allah Tealâ'nın hidayetiyle artar.
Bu
müminin kalbindeki Kur'an'm temsilidir. Nasıl bu kandille aydmlanı-lırsa ve bu
ışık eksilmezse Kur'an da aynı şekilde kendisiyle hidayete erilen ve hiç
kaybolmayan bir kitaptır. Kandil Kur'an'dır. Billur fanus (cam) müminin
kalbidir. Hücre ise onun dilek ve anlayışıdır. Mübarek ağaç vahiy ağacıdır.
Onun yağı ateş dokunmasa bile nerdeyse ışık verecek durumdadır. Bu cümlenin
manası, "Kur'anm hüccetleri Kur'an okunmasa bile neredeyse apaçık olan
hüccetlerdir." demektir.
"Bu,
nur üstüne nurdur." ifadesinin manası ise şudur: Kur'an ortaya koyduğu
delillerle ve nüzulünden önce bildirilen hususlarla Allah Tealâ tarafından
mahlûkatına verilen bir nurdur. Bu şekilde insanlar nur üzerine nur ile kat kat
nura kavuşmuşlardır. Bu nur gayet değerli olup buna ancak Allah Tealâ'nın
hidayetini murad ettiği kimseler nail olabilir. Allah hidayete lâyık olanla
sapıtan kimseyi gayet iyi bilir.
Ayetle
hiç ilgisi olmayan hususa gelince: Medih yoluyla Allah Tealâ nurdur,
denebilir. Çünkü her şeyi var eden ve her şeyi nurlandıran O'dur. Eşyanın
başlangıcı O'ndandır, çıkışı O'ndandır. Ancak Allah idrak edilebilecek ışıklardan
değildir. Allah zalimlerin söylediklerinden çok çok yücedir.[89]
Allah
Tealâ göklerdeki ve yerdeki maddî nurun da yaratıcısıdır. Bu nuru en güzel, en
kâmil ve en hassas olarak tedbir edendir. Gökyüzünü melekler ve yıldızlarla,
yeryüzünü peygamberler, şeriatler, bozulmamış selim fıtrat ile, hayra irşad
eden nurlu akılla aydınlatan, nurlandıran O'dur.
İnsan
belirli bir yöne yönlendirilmeden, eski bir inancın etkisi altında kalmadan,
kirlenmemiş, bağımsız bir akılla düşünecek olursa tek bir rab ve tek bir ilâh
olarak Allah'a kâmil bir imanla iman eder. Bu imanı Kur'an'm hidayetiyle ve
açık ayetleriyle artar, gelişir ve billurlaşır. Şüphesiz en iyisini bilen Allah'tır.
[90]
36- Bu kandil, Allah'ın imar edilip yükseltilmesine
ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Orada insanlar
sabah-akşam O'nu teşbih ederler.
37-
Öyle adamlar vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alış-veriş Allah'ı anmaktan,
namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar dehşetinden
kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.
38-
Onlar, Allah'ın kendilerini işlediklerinin en güzeliyle mükâfatlandırması ve
lütfundan kendilerine daha da fazlasını ihsan etmesi için böyle yaparlar. Allah
dilediğine hesapsız rızık verir.
"Allah'ı
anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan... alıkoyamaz." cümlesinde umumî
ifadeden sonra hususî ifade zikretmekle itnâb yapılmıştır. Zira namaz Allah'ı
zikretmek mefhumuna dahildir.
[91]
"Fî
büyûtin (evlerde)" kelimesi kendisinden öncesiyle ilgilidir. Yani "Bu
kandil... evlerdedir, yahut bazı evlerde yakılır" demektir. Yahut bu
kelime ayetin sonunda gelen "yüsebbihu" kelimesine bağlıdır.
"Buradaki evler" Allah'ın zikrine tahsis edilen mescitlerdir. Çünkü
bu sıfat mescitlere uygun düşmektedir.
"Bu
kandil Allah'ın" imar edilmesi, ta'zim edilmesi, kirlerden, pisliklerden
ve boş sözlerden uzak tutulup "yükseltilmesine ve içlerinde" Allah'ın
birleşerek "adının anılmasına izin verdiği evlerdedir."
"Öyle
adamlar vardır ki" onlar Allah'ı teşbih ve tenzih ederler. Sabah akşam
Allah rızası için namaz kılarlar. "Onları ne bir ticaret" kazançlı
muamele veya sanat v.b. işler "ne de alış-veriş Allah'ı anmaktan,
namazı" vaktinde dosdoğru "kılmaktan ve" mallarından hak
sahipleri için çıkartılması gereken "zekâtı vermekten alıkoyamaz."
"Ticaret" kelimesinden sonra bey' (alış-veriş) kelimesinin
kullanılması mutlak manada anlaşıldığında tahsisten sonraki ta'mim yapılmak
(genelleştirilmek) suretiyle mübalağa ifade eder. İkinci görüş, ayette ticaretin
iki kısımdan sadece daha önemli olanı zikredilmektedir. Çünkü kazanç satmakla
gerçekleşir, almakla onaylanır. Bu ikinci görüş daha evlâdır.
"Onlar
dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği" korkudan değişeceği
"günden" yani kıyamet gününden "korkarlar."
"Böylece
Allah kendilerini işlediklerinin en güzeliyle" yani en güzel mükâfatla ya
da amellerinin sevabıyla "mükâfatlandıracak..."
[92]
Allah
Tealâ kulları için ortaya koyduğu apaçık ayetlerle, nurunun kullarının
hidayetine vesile olduğunu beyan ettikten sonra burada da bu nurdan istifade
edenlerin durumunu zikretti.
[93]
"Bu
kandil, Allah'ın imar edilip yükseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına
izin verdiği evlerdedir." Bu ayet önceki ayetle sıkı ilişkilidir. Yani bu
kandil Allah'ın bina edilip yükseltilmesini, maddî kirlerden şirk, putperestlik
ve boş sözler gibi manevî kirlerden temizlenerek ta'zim edilmesini emrettiği
mescitlerdedir. Orada dua ve ibadet sadece Allah'a tahsis edilir. Orada
Allah'ın tevhidi ve Allah'ın kitabını okumak suretiyle Allah'ın adı anılır.
Katâde
diyor ki: Burada zikri geçen evler mescitlerdir. Allah mescitlerin inşa
edilmesini, imar edilmesini, yükseltilmesini ve temiz tutulmasını emretti.
İbni
Abbas diyor ki: Mescitler, yeryüzünde Allah'ın evleri olup yıldızların yeryüzü
halkını aydınlattığı gibi bu mescitler de gökyüzü halkını aydınlatmaktadır.
Amr
b. Meymûn diyor ki: Ben "Mescitler Allah'ın evleridir. Allah'ın orada
kendisini ziyaret edenlere ikramda bulunması üzerine borçtur." diyen
Peygam-berimiz'in (s.a.) ashabına eriştim.
Buharî
ve Müslim Sa/u'/ı'lerinde müminlerin emiri Hz. Osman'dan (r.a.)
Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Kim Allah
için O'nun rızasını isteyerek bir mescit bina ederse Allah da onun için
cennette onun benzerini bina eder."
Kandilin
mescitlerde kılınmasının sebebi şudur: Saf cam içine konulan kandil mescitlerde
olursa daha muazzam ve daha büyük, daha nurlu olur. Fahreddin-i Razî'nin dediği
gibi bununla temsil verilmesi daha mükemmel olmuştur.
"Ne
bir ticaretin, ne de alış verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan
ve zekât vermekten alıkoymadığı kimseler orada sabah-akşam Allah'ı teşbih
ederler." Yani dünyanın ve kazançlı muamelelerin kendilerini bir olan
Allah'ı zikretmekten, namazları vaktinde dosdoğru kılmaktan, üzerlerine farz
olan ve hak sahiplerine verilecek zekâtı vermekten alıkoymayan kimseler bu
mescitlerde gündüzün başlangıcında ve sonunda Allah'ı tenzih eder, takdis eder
ve namaz kılarlar.
Ayette
geçen "rical (erler, yiğitler)" bu kimselerin yüksek gayretlerine ve
samimî azimlerine ve bu sayede Allah'ın yeryüzündeki evleri olan mescitleri
imar eden kimseler olduklarına işaret edilmektedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Müminlerden öyle yiğit
erler vardır ki, onlar Allah 'a verdikleri sözde durdular." (Ahzab,
33/23).
"Allah'ın
zikrinden onları alıkoymaz." ifadesiyle murad edilen mana tekrar olmaması
için namaz dışındaki zikirlerdir. Ayette ticaret özellikle zikredilmiştir.
Çünkü insanı namazdan alıkoyan en büyük meşguliyet ticarettir.
Bu
ayetin benzeri Cenab-ı Hakkın şu ayetidir: "Ey iman edenler! Mallarınız
ve evlâdınız sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın." (Münafîkun, 63/9).
"Rical"
kelimesiyle cemaatle namazın erkeklerden istendiğine delil getirilmiştir.
Kadınlara gelince onların evlerinde namaz kılmaları onlar için daha ef-daldir.
Bunun
delili ise Ebu Davud'un Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) rivayet ettiği
Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Kadının evinde kıldığı
namaz (camideki) hücresinde kıldığı namazdan daha efdaldir. Kadının gizli
köşesinde kıldığı zaman evinde kıldığı namazlar daha efdaldir." İmam Ahmed
Ümmü Se-leme'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Kadınların mescitlerinin en hayırlısı evlerinin en dip
köşesidir."
Mescitlerin
özellikle zikredilmesi buraların inanç, fikir, disiplin, ahlâkî tavır, ilim ve
siyaset yönünden müslümanların hayatında ışık kaynağı olmasındandır.
Erkeklerin
ibadete yönelmelerinin sebebi Allah'ın azabından korkmalarıdır: "Onlar
dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar." Yani
namazlarını mescitlerde cemaatle eda eden adamlar korku ve dehşetten kalplerin
ve gözlerin yuvalarından fırlayacağı kıyamet gününün cezasından korkarlar.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah onların cezalarını
gözlerin yuvalarından fırlayacağı o güne bırakır." (İbrahim, 14/43).
"Biz
asık suratlı katı bir günde Rabbimizin azabından korkarız." (Dehr, 76/10).
Onların
akibeti Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibidir: "Sonunda Allah kendilerini
işlediklerinin en güzeliyle mükâfatlandıracak ve kendilerine daha da fazlasını
ihsan edecektir." Yani onlar Allah'ın kendilerine güzel amellerinin
karşılığı olarak vereceği sevap sebebiyle namazlarını kılar, zekât verirler. Onlar
güzel amelleri kabul edilen, hataları affedilen, kendilerine kat kat güzel
mükâfat verilen kimselerdir.
Bu
aynen şu ayetler gibidir: "Kim bir hasene getirirse ona on misli
verilir." (En'am, 6/160).
"Güzel
amel işleyenler için güzel nimetler ve ziyadesi vardır." (Yunus, 10/26).
"Allah
dilediği kimseye kat kat verir." (Bakara, 2/261). Allah Tealâ İmam Ahmed,
Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği
hadis-i kudsîde şöyle buyuruyor: "Ben salih kullarım için hiçbir gözün
görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetler
hazırladım."
"Allah
dilediğine hesapsız rızık verir." Yani şüphesiz Allah Tealâ lütfü ve
ihsanı geniş olandır. İstediğine verir, dilediğine sayısız ve hesapsız bağışta
bulunur. Allah her şeye kadirdir.
[94]
Bu
ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Allah'ın hidayetinin ve nurunun ilk parladığı yer müminlerin
binalarını yaptığı, günün başında ve sonunda namaz ve zikirlerle imar ettikleri
mescitlerdir.
İbni
Abbas, Mücahid ve Hasan-ı Basrî'nin dediği gibi yıldızlar nasıl yeryüzü
halkına ışık saçıyorsa, Allah Tealâ'ya ibadete tahsis edilen mescitler de gökyüzü
ehline ışık saçmaktadır.
Enes
b. Malik (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini rivayet etmiştir:
"Kim Allah'ı seviyorsa beni sevsin. Kim beni seviyorsa ashabımı sevsin.
Kim ashabımı seviyorsa Kuranı sevsin. Kim Kur'an'ı seviyorsa mescitleri sevsin.
Çünkü mescitler Allah'ın bahçeleri ve binalarıdır. Allah bu binaların yükseltilmesine
izin verdi. Allah bu mescitlerin cemaatlerinin bereketiyle buralarını bereketli
kıldı. Ehlini koruma altına aldı. Onlar namazlarındadır. Allah ise onların
ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Onlar mescitlerindedir. Allah onların gerisindedir.
"
2- Allah mescitlerin hem bina edilmek suretiyle maddî olarak imar edilmesini,
hem de namaz, Kur'an tilâveti, zikirler, ilim halkaları ile manevî olarak imar
edilmesini emretmektedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın mescitlerini sadece Allah'a ve
ahiret gününe iman edenler imar edebilir." (Tevbe, 9/18).
İbni
Mace'nin Hz. Ali'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim Allah için bir mescit bina ederse Allah da
o kimse için cennette bir köşk bina eder."
Yine
İbni Mace Sünen'inde Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu
hadis-i şerifini rivayet etmektedir: "Kim mescitten müslümanlara rahatsızlık
verecek bir şeyi çıkarırsa Allah o kimse için cennette bir köşk bina
eder."
Efendimiz
(s.a.) İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Said'den (r.a.) rivayet
ettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Bir kimsenin sık sık
mescide gittiğini görürseniz onun mümin olduğuna şahitlik edin." Zira
Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve
ahiret gününe iman edenler imar eder."
Mescitlerin
süslenmesine gelince: Bazı alimler bunu mubah görmüşlerdir. Zira burada
mescitlere değer verilmesi söz konusudur. Allah Tealâ mescitlere değer
verilmesini emretmiş ve "Bu kandil, Allah'ın isminin yücelmesi -tazim
edilmesi- üzerine izin verdiği mabetlerdedir..." buyurmuştur.
Hz.
Osman'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Hz. Osman Peygamberimiz'in s.a.)
mescidini Hindistan'dan getirilen en güzel ağaç cinsi sayılan Sac ağacından
yapmış ve mescidi süslemiştir.
İmam
Ebu Hanife : "Mescitlerin altın suyu ile süslenmesinde hiçbir beis
yoktur." demiştir. Ömer b. Abdülaziz halifeliğinden önceki Medine Valiliği
döneminde Mescid-i Nebeviyi son derece imar ve tezyin etmiş, hiçbir kimse bunu
yadırgamamıştı.
Bir
gurup alim ise bunu mekruh görmüştür. Onların delili ise Ebu Davud'un Enes b.
Malik'ten (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) "İnsan-'.ar
mescitleriyle övünmedikçe kıyamet kopmaz." hadis-i şerifidir.
Mescitler
kötü kokular ve çirkin sözlerden korunmalıdır. Buharı ve Müslim'in Cabir'den
(r.a.) rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte: "Kim soğan-sarmısak .erse
mescitlerimize yaklaşmasın." buyurulmuştur. Yani bizden de mescitlerimizden
de uzak dursun, evinde otursun, demektir.
Bu
zikredilen konuda bütün mescitler aynıdır. Bunun delili zikredilen bu hadis-i
şerif ile İbni Ömer'den (r.a.) rivayet edilen Peygamberimiz'in (s.a.) Te-oük
çevresinde söylediği şu hadis-i şeriftir: "Kim bu kötü ağaçtan -yani sarımsaktan-
bir parça yerse mescitte bize yaklaşmasın."
Mescitler
ayrıca alış verişten ve bütün dünyevî meşgalelerden korunmalıdır. Bunun delili
Müslim'in Büreyde'den (r.a.) naklettiği Peygamberimiz'in s.a.) kırmızı
devesinin kaybolduğunu mescitte ilân eden adama söylediği şu sözdür:
"Bulamayasın. Zira mescitler sadece niçin bina edilmişlerse onun için
kullanılırlar." Bu hadis mescitte namaz, zikir ve Kur'an tilâveti dışında
hiçbir :ş yapılmamasına delâlet eder.
Tirmizî'nin
Abdullah b. Amr'dan (r.a) rivayet ettiği hadis-i şerife göre Ra-sulullah (s.a.)
insanları mescitte karşılıklı şiir söylemekten, mescit içinde alış veriş
yapmaktan ve cuma günü namazdan önce halka olmalarından nehyet-miştir. Fakat
bir başka hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) mescitte şiir söylemeye izin
vermiştir.
İmam
Malik ve bir gurup alime göre mescitte ilim tahsili v.b sebeplerle sesin yükseltilmesi
mekruhtur. Bunun delili imam Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Ebu
Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in s.a.) şu hadis-i
şerifidir:"Kim mescitte kayıp eşyasını ilân eden bir adam duyarsa ona:
"Allah sana bunu tekrar vermesin" desin. Çünkü mescitler bunun için
bina edilmemiştir."
İmam
Ebu Hanife ve ashabı mescidde dava görülmesi ve ilim meclisinde sesin
yükseltilmesini caiz görmüşlerdir. Çünkü bunlar gerekli hususlardır.
Malikilere
göre kadın veya erkek gariplerden ve evi olmayan kimselerden ihtiyaç duyanların
mescitte uyumaları caizdir. Peygamberimiz(s.a.) Ukl kabilesinden bir gurubu
mescidin sofasında ağırlamış ve konaklatmıştı. Buharî ve Müslim'in
Salih'lerinde İbni Ömer'in (r.a.) bekâr iken Mescid-i Nebevî'de uyuduğu rivayet
edilmektedir.
Şafîilere
göre ise mescitlerde uyumak mekruhtur. Mescide girerken dua okumak sünnettir.
Müslim Ebu Üseyd'den (r.a) Peygamberimiz'in(s.a) şu hadis-i şerifini rivayet
etmektedir: "Allahümmeftah li ebvâbe rahmetik (Allahım! Bana rahmetinin
kapılarını aç.) Mescitten çıkarken de şöyle desin: Allahümme in-nî es'elüke min
fadlik (Allahım! Ben senin lütfunu istiyorum)"
Mescide
girdikten sonra da iki rekât tahıyyetü'l-mescid namazı kılmak sünnettir. Bunun
delili Müslim'in Ebu Katade'den (r.a) rivayet ettiği Peygam-berimiz'in (s.a.)
şu hadis-i şerifidir: "Sizden biriniz mescide girdiğiniz zaman oturmadan
iki rekât namaz kılsın."
3- Allah Tealâ mescitlerde teşbih çekenleri Allah'ın emrini gözetenler,
Allah'ın rızasını talep edenler ve dünya işlerinden hiçbir şeyin kendilerini
namazdan ve Allah'ın zikrinden alıkoymadığı kimseler olarak tavsif etmektedir.
Sahabeden
pek çok kimse şöyle demişlerdir. Bu ayet namaz ezanını duydukları zaman bütün
işlerini bırakıp derhal namaza koşan çarşı halkı için nazil olmuştur. Onlar
mescitlerde cemaatle namaza derhal koşmakla kıyamet gününün azabından
korktuklarını ortaya koymuşlardır.
4- Allah güzel amellerin karşılığını ve mükâfatını verecek, sevabı on kat
artıracaktır. Allah kullarından dilediğine, verdiğinden hesap etmeksizin rızık
verir. Zira Onun bağışının sonu yoktur.
[95]
39-
Kâfirlerin amelleri engin çöldeki bir serap gibidir. Susayan onu su zanneder.
Nihayet oraya geldiğinde hiç bir şey bulamaz. Yanında sadece Allah'ı bulur. O
da onun hesabını tam olarak verir. Allah hesabı çok süratli olandır.
40-
Veya (kâfirlerin amelleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Bir deniz
ki onu üst üste dalgalar örtmüş, dalgaların üstünden de bulutlar, birbiri üstüne
yığılmış kat kat karanlıklar... İnsan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile
göremeyecek. Allah kime nur vermemişse artık onun nuru yoktur.
"inkâr
edenlerin amelleri engin çöldeki bir serap gibidir." ve aynı şekilde Veya
derin bir denizdeki karanlıklar gibidir." cümleleri gayet üstün ve eşsiz
temsilî teşbihlerdir.
[96]
"Kâfirler"
ise onların durumu müminlerin durumunun zıddı şeklindedir. Onların Allah
katında faydalı, iyi saydığı amellerini ahirette değersiz ve emellerini boşa
çıkaracak ameller olarak bulacaklardır.
"Onların
amelleri engin çöldeki bir serap gibidir." Serap, insanın çölde yürürken
öğle vakti şiddetli sıcaklıkta güneş parıltılarını görüp bunu yeryüzündeki bir
akarsu ya da durgun su zannetmesidir.
"Susayan
onu su zanneder." Burada amelinin neticesini elde etme ihtiyacını
hissettiği anda kâfirin yaşayacağı son derece ümitsiz ve eli boş dönme haline
benzetmek için susuz kimse özellikle zikredilmiştir.
"Nihayet
oraya geldiğinde" su diye zannettiği şeyin yanına geldiğinde umduğundan
veya zannettiğinden "hiçbir şey bulamaz." Kâfir de böyledir. Bağış
gibi amelinin kendisine fayda vereceğini zanneder. Nihayet öldüğü ve Rabbine
vardığı zaman bunun kendisine faydası olmadığını görür.
"Yanında"
yani amelinin yanında sadece "Allah'ı bulur. O da onun hesabını eksiksiz
görür." Dünyada bunun karşılığını verir. "Allah hesabı" yani
ceza görmesi "çok süratli olandır." Hiçbir hesap görme onu diğer
hesap görmeden alıkoymaz.
"Yahut"
inkâr edenlerin dünyadaki kötü amelleri üst üste yığılmış karanlıklar gibidir.
"Ev" edatı ya tercih içindir; çünkü kâfirlerin amelleri boş veya
faydasız olması sebebiyle serap gibidir. Hakkın nurundan uzak olması sebebiyle
engin deniz, dalgalar ve bulutlar içinde üst üste karanlıklar gibidir. Yahut da
çeşitlilik içindir. Çünkü onların amelleri güzel ise serap gibidir. Eğer çirkin
ise karanlıklar gibidir. "Ev" yahut iki vaktin dikkate alınması
sebebiyle taksim içindir. Çünkü bu durum dünyada karanlıklar, ahirette ise
serap gibidir. İnkâr edenlerin amelleri "derin bir denizdeki karanlıklar
gibidir."
"Bir
deniz ki, onu üst üste" birinci karanlığın yani dalganın üstünde "dalgalar
örtmüş, dalgaların üstünden de" yıldızları örten ve nurlarını kapatan
"bulutlar birbiri üstüne yığılmış kat kat" dalgalarla
"karanlıklar..." Bu karanlıklar denizin karanlığı, birinci dalganın
karanlığı, ikinci dalganın karanlığı ve bulutun karanlığıdır.
Bu
karanlıklara bakan "insan" bu karanlıklarda kendisine en yakın şey
olan "elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeyecek." Görmek
şöyle dursun onu görmeye bile yaklaşamayacak.
"Allah
kime nur vermemişse artık onun nuru yoktur." Yani Allah kime hidayet
nasip etmemişse o kimse hidayete eremez. Mana şudur: Allah kimi hidayet
sebeplerine ulaşmaya muvaffak kılmazsa o kimse hidayete erişemez.
[97]
"İnkar
edenlerin amelleri..." 39. ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayet edildiğine
göre bu ayet Utbe b. Rebîa b. Ümeyye hakkında nazil olmuştur. Utbe cahi-liyette
Hristiyanlığa göre ibadet etmiş, papaz elbisesi giymiş ve din yoluna girmişti.
İslâm gelince de İslâm'ı reddetmişti. Bir başka rivayete göre, bu ayet Şeybe b.
Utbe hakkında inmiştir. Utbe b. Rabia da Şeybe b. Utbe de kâfir olarak
ölmüşlerdi.
[98]
Müminlerin
durumu beyan edildikten sonra ve müminlerin dünyada Allah'ın nuru içinde
oldukları ve bu nur sebebiyle amel-i salihe sarıldıkları, ahirette de devamlı
nimet ve büyük sevap kazanacakları beyan edildikten sonra bunun ardından
kâfirlerin durumu beyan edildi. Çünkü kâfirler ahirette en şiddetli hüsran
içinde, dünyada da karanlık mekanların en korkuncu içindedirler.
Bu
iki durumdan her biri için bir misal verdi. Ahirette eli boş kalmaya delâlet
eden birinci misal Cenab-ı Hakk'ın şu ayet-i kerimesidir: "İnkâr edenlerin
amelleri engin çöllerdeki serap gibidir."
Dünyadaki
amellerinin ikinci misali de: "Veya inkâr edenlerin amelleri derin bir
denizdeki karanlıklara benzer" ayetindeki gibidir.
[99]
Bu
iki misal kâfirlerin dünya ve ahiretteki durumları için yahut biri küfrüne
davet eden, diğeri küfür liderlerini taklit eden iki çeşit kâfir için Cenab-ı
Hakkın verdiği iki misaldir. Nitekim kalplerde yerleşen hidayet ve ilim Ra'd
suresinde, su ve ateş şeklinde iki misal olarak verilmiştir.
Buradaki
birinci misal şudur: "İnkâr edenlerin amelleri engin göllerdeki serap
gibidir. Çok susayan kimse onu su zanneder. Fakat oraya vardığında hiçbir şey
bulamaz."
Yani
Allah'ın birliğini inkâr eden, Kur'an'ı ve kendisine vahiy indirilen peygamberi
inkâr eden kâfirlerin işledikleri salih ameller, yahut küfürlerine davet eden
ve bu amellerinin Allah nezdinde fayda vereceğini ve kendilerini O'nun
azabından kurtaracağını zanneden sonra da ahirette bu umutları boşa çıkan ve
umduklarının zıddıyla karşılaşan ve küfürlerine davet edenlerin amelleri, susuz
bir kimsenin bir çölde veya orada görüp de su zannettiği sonra da ümit ettiğini
bulamayan kimsenin gördüğü serap gibidir. Salih ameller, akraba ziyareti,
fakirlere iyilik ve hayırlı maksatları yerine getirmek gibi iyi amellerdir.
Kâfirlerin
ahiretteki durumu böyledir. Onlar dünyadaki amellerinin kendileri için faydalı
olacağını ve onların Allah'ın azabından kurtarıcı olacağını zannederler.
Kıyamet günü gelip de kendilerine azapla karşılık verilince amellerinin
kendilerine fayda vermediği gerçeğiyle yüzyüze kalırlar. Onlar sadece
kendilerini cehenneme götürecek Allah'ın zebanîleriyle karşılaşırlar ve orada
kaynar su ve irin içerler.
Kâfirler
kendileri hakkında Cenab-ı Hakk'ın şöyle buyurduğu kimselerdir: "De ki:
Dünya hayatında güzel ameller işlediklerini zannederek yaptıkları gayretleri
boşa giden ve amellerinde hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?"
(Kehf, 18/103-104).
Cenab-ı
Hak burada şöyle buyurdu: "Yanında sadece Allah'ı bulur. O da onun
hesabını eksiksiz görüverir. Allah hesabı süratli olandır." Yani bu kimse
Allah'ın kâfirlere tehditte bulunduğu azabını ve cezasını karşısında bulur.
Dünyadaki ameline karşılık Allah ona tam bir ceza verir; Allah cezası seri
olandır. Hiçbir hesap diğer hesaptan O'nu alıkoymaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Yaptıkları ameline geliriz. Onu saçılmış toz toprak haline
getiririz." (Furkan, 25/23). Bu onların ahiretteki durumudur, yahut küfre
davet eden kâfirlerin durumudur.
Kısaca:
Kâfirler ahirette kayıp ve hüsranla yüzyüze gelecekler, kendilerine fayda
verecek veya kendilerini kurtaracak bir şey bulamayacaklardır.
Onların
dünyadaki durumlarının yahut küfür liderlerini taklit eden bilgisiz kâfirlerin
durumlarının ikinci misali Cenab-ı Hakk'ın şu ayetiyle anlatılmaktadır:
"...
Veya inkâr edenlerin amelleri derin bir denizdeki karanlıklara benzer. Bir
deniz ki, onu üst üste dalgalar örtmüş, dalgaların üstünden de bulutlar. birbiri
üstüne yığılmış kat kat karanlıklar..." Yani kâfirlerin dünyada hidayet
üzerine olmaksızın işledikleri ameller yahut başkalarını taklit edenler derin
bir denizde üst üste gelen karanlıklara benzer. Bu denizi birbirine çarpan dalgalar
kaplamaktadır. Gökteki yıldızların nurunu da yoğun bir bulut perdelemektedir.
Bu
karanlıklar üç tanedir:
-
Denizin karanlığı,
-
Dalgaların karanlığı,
-
Bulutun karanlığı.
Aynı
şekilde kâfirin de üç karanlığı vardır:
-
İnanç karanlığı, . - Söz karanlığı,
-
Amel karanlığı.
Bu
karanlıklar kâfirin hakkı görmesine ve kâinatta bulunan ibretleri ve en doğru
yolu irşad eden ayetleri idrak etmesine engel olmaktadır.
Hasan-ı
Basrî diyor ki: Kâfirin üç karanlığı vardır: İnanç karanlığı, söz karanlığı ve
amel karanlığı.
İbni
Abbas diyor ki: Kalbini, gözünü ve kulağını bu üç karanlığa benzettiler.
Bu
misalden maksat dünyada kâfirin üzerinde çeşitli dalâletlerin üstüste
yığıldığını, dolayısıyla kalbinin gözünün ve kulağının şiddetli yoğun bir karanlık
içinde olduğunu bundan sonra doğru yolu ayırt etmeye ve Hakk'm nurunu bilmeye
muktedir olamayacağını beyan etmektedir.
Bu
sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "... Birbiri üstüne yığılmış kat
kat karanlıklar ... İnsan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeyecek.
"
Yani
bu üç karanlık üstüste yığılan, üstüste biriken karanlıklardır. Bunların her
biri diğerinin üzerini örtmüştür. Hatta insan bu karanlıklar içerisinde
kendisine en yakın olana elini uzatsa, eline bakmak şöyle dursun neredeyse hiç
göremiyecek durumdadır; bu karanlıklar o derece yoğundur.
"Allah
kime nur vermediyse onun nuru yoktur." Yani Allah kime hidayet vermemişse
veya kimi hidayete muvaffak kılmamışsa o kimse helak olacak, bilgisiz ve hüsran
içinde hiç nuru olmayan ve hiç yol göstericisi bulunmayan batıl yolda,
karanlıklar içindedir. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "Allah kimi
saptırmışsa ona hidayet verecek kimse yoktur." (Araf, 7/186); "Allah
kimi sap-tırmışsa ona hiç bir kimse hidayet verecek değildir." (Ra'd,
13/33); "Allah zalimleri saptırır. Allah dilediğini yapar."
(İbrahim, 14/27). Bu ifade Cenab-ı Hakk'm müminlerin temsili hakkındaki
"Allah nurunu dilediğine verir." ifadesinin karşılığıdır.
[100]
Bu
ayetler kâfirlerin amelleri için verilen iki temsili bulundurmaktadır.
Kâfirlerin
amelleri ya çöldeki yanıltıcı serap ya da karanlıklar gibidir. Birinci misal
-Razî'nin tercih ettiği gibi- ahirette kâfirin elinin boş kalacağına delâlet
etmektedir. İkinci misal kalpleri, gözleri ve kulakları, içinde çırpmacakla-rı
yoğun bir karanlık içinde oldukları için kâfirlerin amelleri aşmaları ve kurtulmaları
zor olan ıssız çöller, sapıklıklar ve karanlıklar içinde olduklarına delâlet
etmektedir. O kimse doğrunun ne olduğunu bilemeyecek, hatta bilmediğini
bilemiyecek derecede cahildir.
Bu
ayetlerden anlaşılmaktadır ki Allah'ın şeriatı ve nizamı dünya ve ahi-retin
hayrını gösteren doğru nurdur. Allah'ın şeriatına aykırı olan şeriat yanıltıcı
serap ve üstüste yığılan karanlıklar gibidir. Bunun hepsi akide sahasında-dır.
Dünyevî medenîleşme sahasında kâfir ileri olabilir, hayatın gizli sırlarını
idrak etme hususunda üstün, kalkınma ve medeniyet araçlarında yeni buluşlar
sahibi olabilir. Fakat o ahiretten ve ahirette kurtuluşa ermekten gafil ve
bilgisiz, nasipsizdir.
İbni
Abbas "Allah kime nur vermediyse, artık onun nuru yoktur." ayeti
hakkında şöyle demiştir: Yani Allah kime dindarlık vermemişse artık onun
dindarlığı yoktur. Allah kime kıyamet gününde ışığında yürüyeceği bir nur vermemişse
o kimse cennete yol bulamaz. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Allah size
ışığında yürüyeceği bir nur vermiştir."
Kâfirin
amellerinin boşa çıkarılmasına ve faydasız kalmasına sebep, onların itikat ve
amellerinin Allah Tealâ'ya iman etmek gibi sahih bir temele da-yanmamasıdır.
Allah, Allah'ı ve O'nun sıfatlarını itiraf eden amellerinin niyetinin sahih
olması için tam ve kâmil bir tehdit ile Allah'ı birleyen müminden başka hiçbir
kimsenin amelini kabul etmez.
Özetle:
Bu iki ayette zikredilen iki temsil kâfirleri uyarıp dikkatlerini çekmek
maksadını taşımaktadır. Bundan dolayı kim Allah'ın kelâmını düşünür ve
incelerse itikadını tashih eder. Böylece ameli düzelmiş ve dünyada istikamet
temin edilmiş olur. Kim Rabbinin ayetleri hakkında düşünmekten yüz çevirerek
küfründe ısrar etmeye devam ederse zorlu bir ceza ve acıklı bir azapla karşılaşır.
Onu kıyamet günü Allah'ın azabından kurtarmak için hiçbir salih amelin kendisine
faydası olmayacaktır.
[101]
41- Göklerde ve yerdeki varlıkların, sıra sıra
uçan kuşların Allah'ı teşbih ettiğini görmez inisin? Her biri kendi niyaz ve
teşbihini bilir. Allah da onların yaptıklarını bilir.
42- Göklerin ve yerin mülkü ancak Allah'ındır.
Dönüş de yalnız Allah'adır.
43-
Görmez misin ki, Allah bulutları yürütür, sonra onları bir araya getirip
birbirine kenetler, daha sonra da üstüs-te yığıp sıkıştırır. Bunun üzerine
aralarından yağmurun yağdığını görürsün. Allah gökteki dağ gibi bulut
kümelerinden dolu yağdırır da onu dilediğine uğratır, dilediğinden de
uzaklaştırır. Şimşeğinin parıltısı da neredeyse gözleri kapıp alıverecek!
44-
Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Şüphesiz ki bunda basiret
sahipleri için nice ibretler vardır.
45-
Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. Onlardan kimi karnı üzerinde yürür, kimi
iki ayağı üstünde yürür; kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır.
Çünkü Allah her şeye kadirdir.
46-
Yemin olsun ki biz açıklayıcı ayetler indirdik. Allah dilediğini dosdoğru bir
yola iletir.
"...onu
dilediğine uğratır." ve "dilediğinden de uzaklaştırır."
ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Allah
geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir." ifadesi istiaredir. Gece ve
gündüzün birbiri peşinden gelmeleri maddî eşyaların altüst çevrilmesine benzetilmiştir.
"Yezhebü
bil-ebsâr" ve "li-ülil-ebsâr" ifadeleri arasında tam bir cinas
vardır. Zira birinci "ebsâr" ile gözler, ikinci "ebsâr"
ile basiretler, akıllar ve kalpler murad edilmiştir.
[102]
"...
sıra sıra uçan kuşların Allah'ı teşbih ettiğini" O'nun zatını bütün noksanlıklardan
tenzih ettiğini "görmez misin?" Böyle olduğunu vahiyle yahut delille
meydana gelen güven ve yakîn ilim sebebiyle gözle görme derecesindeki kesin
bilgi ile bilmiyor musun?
"Uçan"
manasındaki "ve't-tayr" kelimesiyle, ağır varlıkları gökyüzünde
durdurmak suretiyle yaratıcının varlığına ve kudretine açık bir delil olduğu
için tahsis yapılmıştır.
Zikredilen
varlıklardan ya da kuşlardan "Herbiri kendi niyet ve teşbihini
bilir." Yani Allah her birine kendi tercihiyle yahut kendiliğinden
yapacağı duasını ve tenzihini öğretir. "Allah da onların yaptıklarını
bilir." Bu ifade tahsisten sonraki ta'mim (genelleştirme) şeklindedir.
Yani Allah onların davranışlarından her birini gayet iyi bilir ve buna
karşılık onları cezalandırır. "Yaptıklarını bilir" ifadesinde
akıllıların çoğunluğu dikkate alınır.
"Göklerin
ve yerin mülkü ancak Allah'ındır." Yani Allah göklerin, yerin, göklerde ve
yerde bulunan yağmur, rızık ve bitki hazinelerinin gerçek sahibidir, yer ve
göklerde var etme ve yok etme hususunda tasarruf ve hüküm sahibidir. Çünkü yer
ve gökleri, yer ve göklerde kişi, sıfat ve davranışları yaratan O'dur.
"Dönüş de yalnız Allah'adır." Varılacak ve dönülecek yer sadece Allah'tır.
"Görmez
misin ki, Allah bulutları yürütür." Yumuşaklıkla ve yavaşça bulutları
sürer, "sonra onları bir araya getirip birbirine kenetler," Yani
bulutları birbirine ekler, ayrı parçaları tek parça haline getirir, "daha
sonra da üstüste yığıp sıkıştırır." Yani bulutları birbiri üzerine yığar.
"Bunun üzerine aralarından yağmurun yağdığını görürsün."
"Allah
gökteki dağ gibi bulut kümelerinden dolu yağdırır." Ayette "buluttan
yağmur yağdırır." ifadesi yerine "gökten yağmur yağdırır"
denilmiştir. Üst te bulunan her şey semadır. Ayetteki "gökyüzündeki
dağlardan dolu yağdırır." ifadesindeki dağlar ifadesiyle gökyüzündeki
büyük bulut kütleleri kastedilmiştir. Ayetteki "cibâl" kelimesi
harf-i cerrin tekrar kullanılmasıyla bedel yapılmıştır.
Bu
bulut kütlelerini Yüce Allah isterse yağmur, isterse kar, isterse de dolu
olarak yağdırma kudretine sahiptir. Bütün bunlar sonsuz hikmet sahibi olan
Allah'ın iradesine dayanmaktadır. Buna "onu dilediğine uğratır,
dilediğinden de uzaklaştırır." ifadesiyle işaret etmektedir.
Bulutlardaki
"şimşeğinin parıltısı da neredeyse" az kalsın "gözleri kapıp
alıverecek." Yani aşırı ışıktan dolayı bakanların gözlerini kamaştıracak.
Bu ifade, zıttan zıttın (soğuktan sıcak) doğması açısından ilâhî kemaline
delâlet eden en kuvvetli delildir.
"Allah"
gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesi suretiyle "gündüzü geceye,
geceyi gündüze çevirir." Birini diğerinin yerine getirir, yahut birinden
eksiltip diğerine ilâve etmek suretiyle, ya da sıcak-soğuk, karanlık-aydmlık
gibi durumlarını değiştirmek suretiyle, ya da bütün bunları ihtiva edecek
şekilde gece gündüz arasında değişiklik meydana getirir. Bu sonuncusu en evlâ,
en uygun görüştür.
"Şüphesiz
ki bunda" bu değişiklikte ve anlatılan hususlarda ezelî olan eşsiz
sanatkârın varlığına, kudretinin mükemmel oluşuna, ilminin son derece genişliğine,
iradesinin nüfuz etmesine, ihtiyaçtan münezzeh olduğuna delâlet etmek üzere
"basiret sahipleri için" akıl ve basiret sahiplerinden bunu düşünen
kimseler için "nice ibretler vardır."
"Allah
her canlıyı sudan yaratmıştır." Ayette geçen "dâbbe (canlı)"
yeryüzünde hareket eden canlı varlık demektir. Bu kelime âdeten dört ayaklı
hayvanlar için kullanılır. "Su" canlının varlığının bir parçasıdır.
Yahut burada özel bir su yani nutfe murad edilmiş, çoğunluk tüm mertebesinde
gösterilmiştir. Zira hayvanlar arasında nutfeden (meniden) meydana gelmeyenler
de vardır.
"Onlardan
kimi" yılanlar ve bazı böcekler gibi "karnı üzerinde yürür." Burada
sürünmek istiare ya da müşakele yoluyla yürümek olarak adlandırılmıştır.
"Kimi"
insan ve kuşlar gibi "iki ayak üstünde yürür." "Kimi de"
pek çok hayvan gibi "dört ayak üstünde yürür." Buna dörtten fazla
ayaklı olan örümcekler (ve kırkayak vb.) dahildir. Zira bunlar da dört ayağa
dayanmaktadırlar.
Bu
mahlûkatın zikredilmesindeki sıralama ilâhî kudrete daha çok delâlet edeni öne
alma şeklindedir. "Allah" ilâhî iradesinin gereği olarak unsurları aynı
olmakla birlikte uzuv, şekil, hareket, tabiat, güç ve davranışları farklı
olarak zikredilen ve zikredilmeyen "dilediğini" varlıkları
"yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir." Dilediğini yapar.
[103]
Allah
Tealâ müminlerin kalplerinin hidayetle nurlandığını ve kâfirlerin kalplerinin de
dalâletle karardığını ifade ederek tavsifte bulunduktan sonra tevhidin ve ilâhî
kudretin delillerini beyan etti.
Bu
delillerden şu dört tanesini zikretti:
-
Bütün varlıkların Allah'ı teşbih etmeleri,
-
Yağmurun yağdırılması,
-
Gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmeleri,
-
Çeşitli hayvanların yaratılması.
[104]
Bu
delilleri sırasıyla açıklarsak:
"Göklerde
ve yerdeki varlıkların, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı teşbih ettiğini görmez
misin?" Yani ey peygamber! Ey bu ayetin muhatabı! Delil ile bilmiyor
musun ki, göklerde ve yerde bulunan, akıl sahibi olan ve olmayan melek, insan,
cin, canlı ve cansız bütün varlıklar, meselâ gökyüzünde düşmesin diye uçarken
kanatlarını çırpan kuşlar, selim akıl ile düşünenlerin idrak edebileceği
şekilde Allah'ı teşbih ve tenzih etmektedirler. Zira bu varlıkların farklı
hususi-yetleriyle yaratılmaları yaratıcının varlığına delâlet etmektedir.
Allah'ı
tenzih etmek yaratıcının bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu gösterir.
Cansız varlıkları Allah'a ortak koşan, Allah'a evlât nispet eden (Allah'ın
oğlu- Allah'ın kızı gibi isnatlarda bulunan) kâfirlerin sözlerini iptal eder.
Zira bunlar Allah'ın yarattığı varlıklardır.
Mücahid
ve başka alimler demişlerdir ki: Namaz insanın niyazıdır. Teşbih ise insan
dışındaki diğer varlıklara aittir.
"Kuşlar"
yer ve göklerdeki varlıklar ifadesine girdikleri halde ilâhî sanatın
eşsizliğine ve ilâhî kudretin kemaline, kendilerini yoktan var edenin son
derece latif tedbir ve idaresine özellikle delâlet ettikleri için ayrıca
zikredilmişlerdir. Zira ağır cisimlerin uçma anında gökyüzünde tutulmaları
yoktan var eden yaratıcının kudretinin kemaline delâlet eden açık bir
hüccettir.
Ayete
"Görmez misin?" ifadesiyle başlanılması, bütün varlıkların Allah'ı
teşbih etmelerinin hiç şüphe bulunmayan ve kesin ilim derecesine ulaşan açık
bir durum olması sebebiyledir.
*
"Her biri kendi niyaz ve teşbihini bilir. Allah da onların yaptıklarını
çok iyi bilir." Yani zikredilen varlıklardan her birine Allah niyazını ve
teşbihini öğretmiştir, yani Allah Tealâ'ya ibadet etme hususundaki usul ve
metodunu göstermiştir. Allah bunların hepsini gayet iyi bilir. İtaat etme
yahut isyan etme hali olsun mahlûkatm davranışlarından hiçbir şey O'na gizli
kalmaz. O bunların karşılığını verir.
"Göklerin
ve yerin mülkü ancak Allah'ındır. Dönüş de sadece Allah'adır." Yani
şüphesiz ki Allah Tealâ yer ve göklerde bulunan bütün varlıkların gerçek
sahibidir. Yer ve göklerde yaratma ve öldürme açısından tasarrufta bulunan
gerçek hüküm sahibi O'dur. O, ibadetin kendisinden başka hiçbir kimseye lâyık
olmadığı, hakiki ma'bud olan ilâhtır. O'nun hükmünü değiştirecek hiçbir varlık
yoktur. Bütün varlıkların kıyamet gününde dönüşü O'nadır. Bu hususta O dilediği
şekilde hükmeder, dilediği şekilde karşılık verir. "Böylece kötülük
edenlere yaptıklarının karşılığını verir. İyi ameller işleyenleri daha
güzeliyle mükâfatlandırır." (Necm, 53/31).
Kısaca:
Kâinatın azameti, yer ve göklerin eşsiz bir şekilde yoktan yaratılmaları,
Allah'ın yer ve göklerde yaydığı canlı ve cansız varlıklar, insanı vücudunda
müşahede ettiğimiz gayet üstün sistemde, kara, deniz ve havada yaşayan çeşitli
hayvanlar en büyük ve en küçük hayvanın yaptığı davranışlar, petek yapma ve
bal imal etme hususunda arının çeşitli yollara baş vurması, böcekleri avlama
hususunda güçsüz örümceklerin baş vurdukları hileler, kuşların hayret verici
davranışları, mahlûkatı hususunda var etme - yok etme, ilk yaradılış ve tekrar
dirilme şeklindeki Cenab-ı Hakk'm tasarrufları ... Bütün bunlar kendisinden
başka hiçbir rab bulunmayan, kendisine lâyıkıyla ibadet edilebilecek, O'ndan
başka ma'bud bulunmayan, her şeyde tasarruf sahibi olan tek bir rabbin, eşsiz
yaratıcı bir ilâhın varlığına kesin maddî delillerdir.
Bu,
Allah'ın varlığına, kudretine ve birliğine delâlet eden ilk kâinat delilidir.
Bu bütün delilleri içine almaktadır. Bu delillerden her bir delil kanaatin
oluşması konusunda tek başına yeterlidir.
İlk
iki ayette zikredilen hususları iki delil halinde tasnif etmek mümkündür:
-
Ulvî ve süflî alemdeki kulluk delili,
-
Mutlak mülkün ve bütün mahlûkatın dönüşlerinin sadece Allah'a olduğu delili.
Allah'ın
kudretine ve birliğine delâlet eden sonraki ayetlerde yer alan diğer iki delil
de şunlardır:
[105]
Ey
Peygamber! Ey muhatap! Yağmurun meydana gelmesi ve yağdırılması şeklini
bilmiyor musun? Allah yeryüzünün beşte dördünü meydana getiren denizlerden
yükselen buharın zerreciklerini ilâhî kudretiyle bir araya getiriyor,
birleştiriyor, bu da soğuk hava tabakalarında yüksek bulutlar meydana getiriyor.
Sonra da bu yağmur bulutlarını aşılama yapan rüzgârlarla yağmurun yağmasını
istediği yere gönderiyor, sonra da bu bulutlardan yeni bulutların parçaları
arasında meydana gelen küçük delâletlerden yağmur yağdırıyor.
Böylece
Allah dağlara benzeyen yoğun bulut tabakalarından yağmur yağdırır. Nitekim
atmosferdeki soğukluğun yükselen buharlara etkisi oranında kar ve dolu
yağmaktadır.
İnsanın
üstünde bulunan gökyüzüne "sema" denir. Ayetteki "sema"
insanların başları üzerinde yükselen bulut demektir. "Dağlar"
ifadesi de gökyüzünde ulu dağlar gibi bir araya gelen beyaz bulutların üstünde
normal olarak yerden 10.000 metreden daha fazla yükseklerde seyreden uçakta
yolculuk yapan herkesin gördüğü bulutlardan kinayedir.[106]
Bazı
müfessirler de buz dağlarının fiilen gökyüzünde bulunduğu ve Allah'ın doluyu
bu dağlardan indirdiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bazı modern nazariyeler bu
manayı teyit etmekte, gök tabakalarında doludan meydana gelen dağlara benzeyen
kümeler bulunduğunu, denizlerden yükselen buharlardan daha çok yağış olduğunu
ispat etmektedirler.
Yağmurun
nasıl yağdırılacağı hususunda Allah'ın iradesi, kudreti ve tasarrufu
geçerlidir. Kullarından dilediği kimselere rahmet olarak yağmur veya dolu
çeşitlerini gökyüzünden yağdırır, dilediğini de mahrum bırakır. Ya ceza olarak
ya da meyvaların ve çiçeklerin dökülmesine, bitki ve ağaçların telef olmasına
sebep olmamak için rahmetiyle dilediğine de yağmuru geç indirir.
Bütün
bunlardan daha şaşırtıcı olanı zıddı zıddmdan, ateşi soğuktan yaratmasıdır.
Hatta bulutların çarpışması sebebiyle çıkan şimşek neredeyse bakanların gözünü
ahverecek derecededir.
[107]
"Allah
geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Şüphesiz ki bunda basiret mhipleri için
nice ibretler vardır." Yani Allah Tealâ gece ve gündüzden birini artırıp
diğerini eksiltmekle, sıcaklık ve soğukluk gibi durumlarını değiştirmekle,
değişmeyen hassas bir sistemle birbiri ardınca gelmelerini temin etmekle gece
ve gündüzde tasarrufta bulunur. Bunda Allah Tealâ'nm azametine delil vardır,
akıl sahiplerinden düşünen kimseler için öğüt vardır.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin
yaratılmasında, gece ile gündüzün birbirlerini takip etmelerinde akıl sahipleri
için ibretler vardır." (Al-i İmran, 3/190).
Buharı
ve Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri bir hadis-i kudsîde
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ buyuruyor ki:
Âdemoğlu dehr'e (zamana) küfrederek bana eziyette bulunur. Dehr benim; emretmek
benim elimdedir. Geceyi gündüze, gündüzü geceye çeviririm."
[108]
"Allah
bütün canlıları sudan yaratmıştır... Çünkü Allah her şeye kadirdir."
Allah
Tealâ birliğine ve kudretine, gökyüzü ve yeryüzü âlemine delil getirdikten
sonra çeşitli şekil, renk, hareket, sessizlik ve görevlerdeki hayvanların
durumuyla delilini pekiştirdi. Yeryüzünde yürüyen bütün hayvan çeşitlerini
sodan yaratan O'dur. Su insanın ana maddesidir; meydana gelmenin temelidir. Yahut
kadının yumurtalıklarında aşı yapacak canlı meninin taşıdığı nutfedir. Suyun
özellikle zikredilmesinin sebebi, yaradılışın ilk aslı olmasıdır. O olmadan
hiçbir canlı ayakta kalamaz.
Hayvan
çeşitleri pek çoktur. Bunlardan kimi yılanlar, balıklar ve diğer sü-lüngenler
gibi karın adalelerini sıkmak ve serbest bırakmak suretiyle karnı üzerinde
sürünerek yürürler. İlâhî kudretin mükemmelliğine işaret etmek, nzık ara-: vb.
diğer gayelerini temin için hareket ve intikal etmelerini gerçekleştirmele-:
işaret etmek için bunların sürünmelerine "yürüme" adı verilmiştir.
Bu
hayvanlardan kimi de insan ve kuşlar gibi iki ayak üzerine yürürler, başka
gurup da evcil hayvanlarla diğer vahşî kara hayvanları gibi dört : üzerine
yürürler.
Allah
Tealâ kudretiyle dilediği her şeyi yaratır. Bu özlü bir ifade olup bunun
altına dört ayaktan fazla ayakları olan, şekilleri, tabiatları ve göçleri birbirinden
farklı olan böcekler ve benzeri hayvanlar da girmektedir.
Şüphesiz
ki Allah her şeyi yaratmaya kadirdir. Yerde ve gökte hiçbir şey Onu âciz
bırakamaz. O ne dilemişse olur, dilemediği de olmaz.
Cenab-ı
Hak daha sonra tevhid delillerini zikrederek ve bu delilleri bir arada toplayan
genel ve kapsamlı bir ifade ile konuya son verdi.
"Yemin
olsun ki biz açıklayıcı ayetler indirdik. Allah dilediğini dosdoğru bir yola
iletir." Yani Allah bu Kur'an-ı Kerim'de kâinatı yaratan ve idare eden,
varlığına delâlet eden, içindeki hikmetler, hükümler, esaslı ve açık misallerle
hak ve doğruluk yolunu gösteren, gayet açık, tafsilatlı ayetler indirdik. Allah
Tealâ akıl, basiret ve şuur sahiplerine bu ayetleri gayet iyi anlayıp düşünme
yolunu gösterir. Dilediği kimseye ise dosdoğru yolu gösterir.
[109]
Bu
ayetler tevhid ve ilâhi zatın varlığını ispat delilleri olup, bu değişen
varlıkların kâmil bir şekilde muktedir olan sanatkârane yaratıcısı olduğuna
maddî olarak delâlet etmektedir.
Bu
delillerin birincisi şudur: Bütün mahlûkat Allah'ı teşbih eder yani O'nu noksan
sıfatlardan tenzih eder, O'nu celâl ve kemal sıfatlarıyla tavsif eder. Allah
onların teşbihlerini, dualarını ve ibadetlerini gayet iyi bilir. Namaz kılanın
namazını, teşbih edenin teşbihini gayet iyi bilir. Mahlûkatm itaat ve
teşbihleri O'na gizli kalmaz.
Allah
Tealâ göklerde ve yerde olan mülkün gerçek sahibidir. O bütün mah-lûkatta
tasarrufta bulunan hakiki hüküm sahibi ve idare edicidir. Kıyamet gününde
yaratıkların dönüşü O'nadır. Hepsi Allah'ın kulu kölesidirler. Hepsi hesaba
çekilecek, hüküm vericinin, muhakeme edicinin önünde güçsüz ve zelildirler.
Delillerin
ikincisi ise hayret verici şekilde yağmur yağdırılmasıdır. Yağmur, su
buharlarının yükseklere çıkmasıyla oluşmaya başlar ve Allah'ın kudretiyle
havanın yüksek tabakalarına taşınır. Bu durumda hava tabakalarında bulutlar
toplanır. Bulutları rüzgârlar hareket ettirir, aşılar ve soğuk hava tabakası
bulutlara tesir eder. Tuzlu denizlerden buharlaşan sular daha sonra tatlı
yağmurlar olarak dökülür. Yeri suya kandırır, hayır temin eder, rızkı
bollaştı-rır, bütün canlı varlıklara canlılık verir. Zira rutubet hayat
unsurlarının en önemlisidir. Kışla yaz arasındaki en önemli fark da budur.
Delillerin
üçüncüsü de gece ve gündüzün artma-eksilme, sıcaklık-soğuk-luk, devamlı yer
değiştirme şeklinde değişiklik arz etmeleridir. Gece ile gündüzün herbirinin
insana uygun tabiatları vardır. Gece istirahat ve sükûnet için, gündüz ise
hareket ve geçim temini içindir.
Delillerin
dördüncüsü ise mahlûkatm değişik şekillerde, muhtelif tabiatlarda, farklı
yapılarda çeşitlilik arz etmesidir. Halbuki mahlûkatm kaynağı ı:r. O da sudur
ama terkipleri farklıdır. Allah sudan dilediği varlıkları, çe-: . :lmî
keşiflere rağmen bizim şu ana kadar bilemediğimiz çeşitlilikte yaratır.
2......■; Allah'ın bu âlemde ilk yarattığı şey sudur. Sonra bundan her
şeyi yaratır-::r. Allah'ın kudreti tespit ve sayıların üstündedir. Göz ve
kulağın hayret lec- :eği üstünlüktedir.
Bu
delillerin sonuncusu olarak zikredilen şeyler ne güzel, ne muhteşem-«îtr",
"Yemin olsun ki biz açıklayıcı ayetler indirdik..." Bu ayet bütün
delilleri ve rretleri ihtiva eder. Bu ibretlerden biri de iman, inanç
delillerini, ibadet ve neşri hükümlerini, fazilet, edep ve ahlâk esaslarını
ihtiva eden Kur'an-ı Ke--min açık beyanıdır. Allah bu delillerle dilediği
kimseyi hak yola, doğru yola, :_;oir sapma ve eğrilik olmayan istikamet yoluna
iletir. Hakkı beyan etmek dı-IST-1H3 delâletten başka hangi yol vardır!
[110]
47-
Onlar (münafıklar): "Allah'a ve Rasu-lüne iman ettik ve itaat ettik."
derler. Sonra da içlerinden bir gurup bunun ardından yüz çevirir.
İşte bunlar mümin değildirler.
48-
Onlar aralarında Peygamberin hükmetmesi için, Allah'a ve Rasulüne davet
edildikleri zaman bir de bakarsın ki, içlerinden bir gurup hemen yüz çevirmektedir.
49- Eğer hak kendilerinin lehine ise, Peygamberin
huzuruna boyunlarını bükerek gelirler.
50-
Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Ya da
Allah'ın ve Rasulünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korktular? Hayır,
işte bunlar zalimlerin ta kendileridir.
"Onlar"
yani münafıklar "Allah'a ve Rasulüne iman ettik" Allah'ın birliğini
ve peygamberi Hz. Muhammed'i (s.a.) tasdik ettik "ve itaat ettik"
Allah ve peygamberinin verdiği hükümlere razı olduk "derler. Sonra da
içlerinden bir gurup bunun ardından yüz çevirir." O'nun hükmünü kabul
etmekten imtina eder, vazgeçer. "İşte bunlar" bu yüz çevirenler
"mümin değildirler." Kalpleri dillerine muvafakat eden, imanında
sadık olan kimseler değildirler.
"Onlar
aralarında Peygamberin hükmetmesi için" Hz. Muhammed'in (s.a.) hükmetmesi
için "davet edildikleri zaman" ki Rasulullah (s.a.) zahiren dünyevî
hüküm sahibidir, Cenab-ı Hakk'm zikredilmesi O'nu ta'zim etmek için ve Rasulünün
hükmünün gerçekte Allah'ın hükmü olduğuna delâlet etmek içindir; "bir de
bakarsın ki, içlerinden bir gurup hemen yüz çevirmektedir." İçlerinden bir
gurup hak onların aleyhine olunca senin onların lehine hüküm vermeyeceğini
bildikleri için huzuruna gelmekten vaz geçerler.
"Eğer
hak kendilerinin lehine ise" aleyhine değilse Peygamberin kendi lehine
hüküm vereceğini bildikleri için, "Peygamberin huzuruna boyunlarını bükerek"
yani itaat ederek teslim olarak "gelirler." Ayetteki
"ileyhi" kelimesinin öne alınması "sadece onun huzuruna
gelirler" anlamında tahsis içindir.
"Onların
kalplerinde bir hastalık" küfür ya da zulme meyil hastalığı "mı var?
Yoksa şüpheye mi düştüler?" Peygamberliğinden şüphe mi ettiler? Onların
sana güvenleri mi kayboldu? "Ya da Allah'ın ve Rasulünün kendilerine
haksızlık yapacağından" verdiği hükümde zulme uğrayacaklarından "mı
korktular? Hayır, işte bunlar zalimlerin ta kendileridir." Hayır hayır! Bu
kimseler senden yüz çevirmek suretiyle insanlara zulmetmek ve insanların
haklarını inkâr etmek isteyen kimselerdir.
[111]
Müfessirler
diyorlar ki: Bu ayetler bir arazi konusunda tartışan münafık Bişr ile Yahudi
hasmı hakkında nazil olmuştur. Rasulullah'm aralarında hüküm vermesi için
Yahudi, münafık Bişr'i çekip Rasulullah'a (s.a.) getirmek istiyordu. Münafık
da Yahudiyi Ka'b b. Eşrefe götürmek istemiş ve "Muhammed bize haksızlık
yapar" demişti. Bu iki kişinin kıssası Nisa suresinde geçmişti.
İbni
Ebî Hatim, Hasan-ı Basrî'nin mürsel rivayetini şöyle nakletmektedir: İki kişi
arasında bir anlaşmazlık olup da Rasulullah'a (s.a.) davet edildiği zaman
taraflardan biri haklı ise boyun eğer, Hz. Peygamber'in (s.a.) kendi lehinde
hüküm vereceğini gayet iyi bilirdi. Haksız olduğunu biliyorsa, Hazreti
Pey-gamber'e (s.a.) davet edildiği zaman yüz çevirir, falana gidelim derdi.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Onlar aralarında Peygamberin hükmetmesi için
Allah'a ve Rasulüne davet edildikleri zaman..." ayetini indirdi.
Mukatil
diyor ki: Bu ayet münafık Bişr hakkında nazil oldu. Bişr'in hasmı olan Yahudi,
Bişr'i Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna davet etti. Bişr ise Yahudiyi Ka'b b.
Eşrefin huzuruna davet etti. Daha sonra Rasulullah'm (s.a.) huzurunda muhakeme
oldular. Rasulullah (s.a.) Yahudinin lehine hükmetti. Çünkü o haklıydı. Münafık
Peygamberimiz'in (s.a.) verdiği hükme razı olmadı. Yahudiye:
-
Hz. Ömer'in huzurunda muhakeme olalım, dedi. Hz. Ömer'in yanma gittiklerinde
Yahudi Hz. Ömer'e:
-
Hz. Peygamber (s.a.) benim lehime hükmetti ama bu onun verdiği hükme razı
olmadı, dedi. Hz. Ömer münafık'a:
-
Öyle mi? diye sordu. Münafık:
-
Evet, diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.):
- Ben gelinceye kadar yerlerinizden ayrılmayın
dedi. Evine girdi. Kılıcını alıp çıktı ve kılıçla münafıkm boynunu vurdu. Sonra
da:
-
Allah ve Rasulünün hükmüne razı olmayan kimse için böyle hüküm veririm.
[112]
Tevhid
delillerini beyan ettikten sonra Allah Tealâ dilleriyle dini itiraf edip
kalpleriyle bunu kabul etmeyen "Allah'a ve Rasulüne iman ettik."
deyip bunun zıddını yapan kimseleri -yani münafıkları- zemmetti.
[113]
Bu
sıfatlar içlerinde gizledikleri düşüncelerinin zıddını ortaya koyan münafıkların
sıfatlarıdır.
Cenab-ı
Hak şöyle buyuruyor: "Onlar: Allah 'a ve Rasulüne iman ettik ve itaat
ettik derler. Sonra da içlerinden bir gurup bunun ardından yüz
çevirirler." "İşte onlar mümin değildirler." Yani münafıklar
bütün insanların önlerinde: "Biz rab olarak Allah'ı, rasul olarak
Muhammed'i (s.a.) tasdik ettik. Takdir ettiği hususlarda Allah'a, hükmettiği
hususlarda Rasulullah'a (s.a.) itaat ettik." derler. Sonra da onlardan bir
gurup Rasulullah'ın verdiği hükmü kabul etmekten yüz çevirir. Amelleriyle
sözlerine aykırı davranırlar. Yapmadıkları, yapmayacakları şeyleri söylerler.
Bundan sonra da diğer geri kalan münafık arkadaşlarının yanlarına dönerler. Bu
ilân ettikleri şeylerden döndüklerini açıklarlar. Gerçek şudur ki bunlar
münafık kimselerdir. Fiilen iman ehli değildirler. Sadece münafıklık üzerine
ısrar etmektedirler.
Bu
ayet imanın sadece sözle olmayacağının açık bir delilidir. Zira sadece bununla
olsaydı, onların mümin olmadıkları ifadesi doğru olmazdı.
Onların
münafıklık ve dengesizliklerinin örneklerinden biri şudur:
"Onlar
aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah ve Rasulüne davet edildikleri
zaman, bir de bakarsın ki içlerinden bir gurup hemen yüz çevirmiştir. "
Yani onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Peygamberin hüküm vermesi için,
Allah'ın kitabının hakemliğine ve O'nun hidayetine tabi olmaya ve Allah'ın
Rasulüne çağırıldıkları zaman Allah ve Rasulünün hükmünü kabul etmekten yüz
çevirirler. O'nun hükmüne uymak yerine böbürlenirler.
Bu
Rasulullah'ın (s.a.) hükmüne razı olmamaktır. Bu aynen şu ayet gibidir:
"Sana indirilen Kitab 'a ve senden önce indirilen kitaplara iman
ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Onlar tagutun hakemliğini
istemektedirler. Halbuki onlar tagutu inkâr etmekle emrolundular. Şeytan onları
gayet derin bir sapıklığa düşürmek istemektedir. Onlara: "Allah'ın
indirdiğine (Kur'an a) ve Rasule gelin." denildiği zaman münafıkların
senden yüz çevirdiklerini görürsün." (Nisa, 4/60-61).
Bu
ayette Rasulullah'ın (s.a.) hükmünün hak ve adalet üzerine kurulu Allah'ın
hükmü olduğuna delâlet vardır.
"Eğer
hak onların lehine ise Peygamberin huzuruna boyunlarını bükerek gelirler."
Yani verilecek hüküm onların lehine ise onun sadece hakla hüküm vereceğini bildikleri
için, onun hükmünü kabul ederek, ona itaat ederek gelirler. Bu onların açıkça
taraf olduklarına ve peşin menfaatlere talip olduklarına açık bir delildir.
Onlar hakkın başkalarına ait olduklarını bildikleri yahut şüphe ettikleri zaman
Hz. Peygamber'in (s.a.)hükmünden yüz çevirirler. Ama hakkın kendi lehlerine
olduğunu bilirlerse nebevi hükmü kabul edip O'na razı olmaya koşarlar.
Sonra
Kur'an-ı Kerim onların psikolojilerini tahlil etti. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Onların
kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Ya da Allah'ın ve
Rasulünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korktular?"^
Yani
onların bazan Hz. Peygamberin (s.a.) hükmünü kabul etmekte tereddüt edip
şüpheye düşmeleri, bazan da ondan yüz çevirmeleri şu sebeplerden biriyle
meydana gelmişti.
Ya
onlar küfür ve nifak sebebiyle kalpleri hasta olan kimselerdir, hastalık
anlardan ayrılmamaktadır. Yahut Allah ve Rasulünün hükümde onların aleyhine
bir haksızlık yapacaklarından korkmaktadırlar.
Sebep
ne olursa olsun bunlar sırf küfürdür. Allah da onların tamamını ve sıfatlarını
gayet iyi bilmektedir.
Bu
sebeple Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Hayır, onlar zalimlerin ta kendileridir.
" Yani haksızlık yapan facirler asıl kendileridir. Onlar kendileri haksız
oldukları halde haklı olana karşı haksızlık yapmak istemektedirler. Yoksa onar
Rasulullah'm (s.a.) emin olduğunu, hükmünde adil olduğunu ve zulümden i-zak
olduğunu bildikleri için Rasulullah'm (s.a.) kendilerine haksızlık yapaca-pndan
korkmamaktadırlar.
[114]
Bir
ilkeye veya prensibe inanmanın gerekleri vardır: Bu da açıkgözlülük, ;edbirli
olmak, kesin inanç ve söz ve davranış uygunluğudur.
İslâm'ın
ilk asrında ve her asırda içlerinde gizlediklerinin tersini ortaya tayan
münafıklar İslâm'a arkadan vuran ve gerçekte İslâm'ı yıkmak, onun hü-ömlerinden
ve esaslarından tamamen sıyrılmak isteyen korkak kâfirlerdir.
Bu
Kur'an-ı Kerim'in arz ettiği onları rezil edecek bir şekildir: Hakkın tendi
yanlarında olduğunu hissettikleri zaman onların Hz. Peygamber'in (s.a.) lûkmünü
kabul ettiklerini görürsün. Çünkü olayların ispat ettiği gibi Hz. îfuhammed
(s.a.) sadece hakla hükmeder.
Hakkın
başkalarının yanında olduğunu bildiklerinde ve hakkı inkâr et-~Tk
istediklerinde heva ve hevesleriyle hükmeden Peygamber düşmanlarının
il-;emliğine müracaat ederler.
"Yoksa"
kelimesi soru içindir. Bu da Allah için caiz değildir. Bundan murad sadece
onlar hakkında bilgi vermektir. Bu ayet Cerir'in şu sözü gibidir: - Siz deveye
binenlerin en hayırlısı değil misiniz?
Ayetin
manası onların böyle olduklarını ispat etmeyi ifade etmektedir. Eğer soru
hakiki manasında olsaydı onları kötülemiş olurdu. Ayetteki soru azarlama ve zem
hususunda iaha belâgatli olduğu için getirilmiştir.
Onlar
kalplerindeki inkarcılık ve münafıklık hastalığı yüzünden Hz. Peygamberin
(s.a.) peygamberliğinde ve adaletinde şüpheye düşerler. Aslında onlar
zalimdirler. Yani Allah Tealâ'nm hükmünden yüz çevirdikleri için hakları inkâr
etmek isteyen inatçı kâfirlerdir. Halbuki Allah ve Rasulünün hükmünde en küçük
bir haksızlık yoktur.
Kendi
menfaatleri olduğu zaman İslâmla pazarlığa giren ve müslümanla-ra yaranmak
isteyenlerin âdeti böyledir. Bunlar menfaat kaybolduğu ve değiştiği zaman
İslâm'dan ve İslâm kervanından uzaklaşıverirler.
Bu
ayet hakime davet edenin davetine icabet etmenin vacip olduğuna delildir.
Çünkü Cenab-ı Hak kendisiyle hasmı arasında Peygamberin hüküm vermesi için
Rasulüne davet olunup da bunu reddeden kimseyi en ağır şekilde zemmetmekte ve
"Onların kalplerinde bir hastalık mı var?" buyurmaktadır. Dolayısıyla
hakimin meclisine davet edilen herkesin, hakimin fasık olduğunu kesinlikle
bilmesi yahut davalı ya da davacı ile hakim arasında düşmanlık olduğunu
bilmesi durumu hariç bu davete icabet etmesi vaciptir.
Bilindiği
gibi, müslümanla zimmî arasında hüküm verme, yargılama müs-lüman hakimlere
aittir. Zimmîlerin bu konuda hiçbir haklan yoktur. Zimmîle-rin kendi aralarında
hüküm vermeleri ise kendilerine racidir. Eğer her iki taraf karşılıklı olarak
razı olur, İslâm hakimine gelirlerse İslâm hakimi isterse onların aralarında
hüküm verir, isterse vermeyebilir.
[115]
51-
Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne davet edildikleri
zaman müminlerin sözü ancak: 'İşittik ve itaat ettik." olur. İşte bunlar
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
52-
Kim Allah'a ve Rasulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa işte
onlar gerçek kazancı elde edenlerdir.
53-
Onlar (münafıklar) kendilerine emrettiğin takdirde, mutlaka cihada çıkacaklarına
dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Sen onlara şöyle de:
"Yemin etmeyin. Nasıl itaat ettiğiniz malûmdur. Şüphesiz ki Allah
yaptıklarınızdan haberdardır."
54- (Ey Muhammed!) Onlara: "Allah'a itaat
edin. Rasul'e itaat edin." de. Eğer siz yüz çevirirseniz Peygamber ancak
kendisine yükletilen vazifeden, siz de ancak kendinize yükletilen vazifeden
sorumlusunuz. Eğer O'na itaat ederseniz hidayeti bulursunuz. Peygamber'e düşen
görev sadece apaçık bir tebliğdir.
"En
ağır yeminleriyle Allah 'a yemin ettiler." ibaresi istiaredir. Mübalağa
ile ve üstüste te'kitlerle yapılan yeminler güç yetiremeyeceği zor bir işi
kendine yükleyen kimseye benzetilmiştir.
"Peygamber
ancak kendisine yükletilen vazifeden, siz de ancak kendinize yükletilen
vazifeden sorumlusunuz." ifadesinde müşakele sanatı vardır. Yani ona düşen
tebliğ etmektir. Yalanlamanızın günahı elbette ki size aittir.
[116]
"Aralarında
Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne" Allah Te-alâ'nın ve
Rasulünün hükmüne "davet edildikleri zaman müminlerin sözü ancak:
"İşittik ve kabul ettik." olur. Yani onlara lâyık olan, onlara
yaraşan söz icabet etmek suretiyle itaat ettiklerini bildirmektir. "İşte
bunlar kurtuluşa erenlerin" kurtulanların "ta kendileridir."
"Kim
Allah'a ve Rasulüne" emrettikleri hususlarda ya da farz ve sünnetlerde
"itaat eder, Allah'tan korkarsa" geçmişte kendisinden sadır olan
günahları sebebiyle Allah'ın azabından korkarsa ve bundan sonraki ömründe de
O'na itaat etmek suretiyle isyandan "sakınırsa, işte onlar gerçek
kazancı" Allah'ın cennetlerinde ebedî nimetleri "elde
edenlerdir".
Ey
Muhammedi "Onlar" yani münafıklar "kendilerine" cihada
çıkmayı ya da mallarını ve evlâtlarını terk etmeyi "emrettiğin takdirde
mutlaka cihada çıkacaklarına dair" vallahi biz cihada çıkacağız diyerek
"en ağır yeminleriyle yemin ettiler. Sen onlara şöyle söyle: "Yalan
yere "yemin etmeyin. Nasıl itaat ettiğiniz malûmdur." Sizden istenen
meşru bir şekilde itaattir. Yoksa yemin etmek ve inkâr dolu münafıkça itaat
etmek değildir. "Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Onların hiçbir gizli sırları Allah'a gizli kalmaz.
Ey
Muhammedi Onlara: "Allah'a itaat edin. Rasul'e itaat edin, de." Bu Allah'ın
onlara yaptığı hitabın aynı ifadeyle tebliğ edilmesi emri olup onları susturmak
için mübalağa şeklindedir. "Eğer siz yüz çevirirseniz..." yani kabul
etmezseniz "Peygamber ancak kendisine yükletilen vazifeden, siz de ancak
kendinize yükletilen vazifeden mesulsünüz." Yani Muhammed'in üzerine
düşen yüklendiği tebliğ vazifesini yerine getirmektir. Sizin üzerinize düşen
de emre uymak, itaat etmektir. Verdiği hükümde "O'na itaat ederseniz
hidayeti" hakka "bulursunuz. Peygamber'e düşen" sizin
yüklendiğiniz hususları "apaçık" bir şekilde "tebliğ
etmektir."
[117]
Cenab-ı
Hak Kur'an-ı Kerim'de batılın ardından hakkı zikredip, yapılması uygun olmayan
şeyleri reddettikten sonra uygun olanları zikretmesi şeklindeki ilâhî âdetine
uygun olarak; münafıkların sözlerini, davranışlarını nifak üzerine devam
etmelerini ve hakikî imanı reddetmelerini anlattı. Daha sonra itaat ve emre
uyma konusunda iman ehlinin durumunu, kâmil müminin sıfatlarını ve müminlerin
girmeleri gereken yolu gösterdi.
[118]
Şu
sıfatlar Allah ve Rasulüne icabet eden, Allah Tealâ'nın kitabına ve Ra-sulünün
sünnetine uyan müminlerin sıfatlarıdır:
'Aralarında
Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne davet edildikleri zaman
müminlerin sözü ise ancak: "İşittik ve kabul ettik." olur. İşte bunlar
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."
Yani
imanlarında sadık olan müminlerin tavrı ve âdeti, bir kimse kendilerinden
kaynaklanan anlaşmazlıklarda Allah'ın ve Rasulünün hükmüne çağırdığı zaman:
"İşittik kabul ediyoruz ve itaat ediyoruz." demeleridir. Bu sebeple Allah
Tealâ onları kurtuluşa ermekle tavsif etti. İşte bunlar istenilen dereceye
ulaşmak, korkulan şeylerden salim olmak, korkulardan kurtulmak suretiyle gerçek
kazancı elde edenlerdir.
Kabul
ve itaat ilk müslümanlarla yapılan ilk misakm (anlaşmanın) ana mihveridir. İlk
Akabe Biatı'nda Ubade b. Samit'in rivayet ettiği gibi Ensar'dan 12 kişi meşru
hususlarda kabul edip itaat etmek hususunda Peygamberimiz'e (s.a.) biat
etmişlerdi.
Ebu
Davud ve Tirmizî'nin Ebu Necîh el-Irbad b. Sariye'den (r.a.) rivayet
ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) sahabeye vaazda bulunmuş ve şöyle buyurmuştu:
"Size Allah korkusunu, Allah'ın emirlerini kabul edip itaat etmenizi
tavsiye ederim..."
Ubade
b. Samit (r.a.) kardeşinin oğlu Cünade b. Ebî Ümeyye'ye ölüm hastalığı
sırasında vasiyette bulunarak şöyle demişti:
-
Senin lehinde ve aleyhinde olan hususları sana haber vereyim mi? Cünade:
-
Evet, dedi. Ubade şöyle dedi:
-
Senin üzerine düşen görev, zor veya kolay, hoşuna giden veya hoşuna gitmeyen
emirleri kabul edip itaat etmek ve bu emirleri kendi nefsine tercih etmektir.
Dilini adaletle kullanmalısın. Sana Allah'a karşı açık bir isyan emret-medikçe
idareye ehil olanla çekişmemelisin. Sana Allah'ın kitabına aykırı bir şey
emrettiğinde Allah'ın kitabına uy.
Ebu'd-Derdâ
diyor ki: Allah'a itaat olmadıkça İslâm olmaz. Hayır, sadece cemaatte vardır.
Nasihat Allah için, Rasulü için, halife ve bütün müminler içindir.
Cenab-ı
Hak daha sonra Allah ve Rasulü için yapılan her taatin gerçek kazancı
gerçekleştireceğini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Kim
Allah ve Rasulüne itaat eder, O'na sığınırsa işte onlar gerçek kazancı elde
edenlerin ta kendileridir." Yani kim emrettikleri hususlarda Allah ve Rasulüne
itaat ederse, nehyettikleri hususları terk ederse, geçmiş günahları için Allah'tan
korkarsa, gelecek günleri için de O'ndan sakınırsa işte bu kimseler her hayrı
kazanan, dünya ve ahirette her çeşit kötülükten emin olan kimselerdir.
Allah
Tealâ daha sonra bu müminlerin tavrı ile her zaman çok sayıda bulunan
münafıkların tavrını karşılaştırdı. Münafıkların Rasulullah'm (s.a.) hükmünden
hoşlanmadıklarını beyan ettikten sonra münafıkların itaat hususundaki
tavırlarını tekrar ortaya koyarak şöyle buyurdu:
"Ey
Muhammedi Münafıklar kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka cihada
çıkacaklarına dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler." Yani nifak
ehli ağır ve şiddetli yeminler ederek ve son derece mübalağa yaparak Peygamberimiz'e
(s.a.) eğer kendilerine cihadı ve mücahitlerle çıkmayı emredecek olursa
istediği şekilde cihada çıkacaklarını söylediler. Şöyle diyorlardı: Allah'a yemin
olsun ki, bize diyarımızdan, mallarımızdan ve hanımlarımızdan vazgeçmemizi
emredip cihadı emredersen cihad ederiz.
Allah
Tealâ onların yalanlarını beyan ederek şöyle cevap verdi:
"Sen
onlara şöyle de: Yemin etmeyin. Nasıl itaat ettiğiniz malûmdur." Ya
Muhammedi Onlara şöyle de: Yemin etmeyin. Sizden istenen meşru bir itaattir. O
da dille doğruluk, kalple ve fiille tasdik etmektir. Bunun manası, "Sizin
ne şekilde itaat ettiğiniz malûmdur, bu ise kalben tasdik olmaksızın sadece dille
itaat etmek, fiil olmaksızın sadece sözle itaat etmektir, ne zaman yemin ettiyseniz
yalan söylediniz." demektir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kendilerinden hoşnut olmanız için size
yemin ederler. Eğer siz onlardan razı olursanız şüphesiz Allah fa-sıklar
topluluğundan razı olmaz." (Tevbe, 9/96).
"Onlar
yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah yoluna engel oldular. İşte onların
hakkı horlayıcı bir azaptır." (Mücadile, 58/16).
^Bu'ıîaae
yalan yere yapnan\)oş yettnnoen ne^fe. im »İîMltagfiJîgft gerektiği şekilde
olsaydı, ondan nehyetmek caiz olmazdı. Bununla onların yeminlerinin
münafıklıkları sebebiyle olduğu ve onların içlerinin dışlarına uymadığı ortaya
çıkmıştır.
"Şühhesiz
ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Yani Allah sizin gizli-
dardır.
Bizin yalancı yeminlerinizi âe.kuftatt.m'n ğ'ÖTm\\eYmu& OtenfefiİT,
ve
müminleri aldatma gibi her şeyi gayet iyi bilir; dolayısıyla her kötü amele
karşı
size ceza verir. Bu bir tehdit ve korkutmadır.
Cenab-ı
Hak daha sonra onlara teşvikte bulunup korkutarak şöyle buyurdu:
"De
ki: Allah'a itaat edin. Rasul'e itaat edin." Ey Rasulüm! Onlara şöyle de:
Allah'ın kitabına ve Rasulünün sünnetine uyun. Bu ifade münafıkların Allah'ın
kitabına ve rasulünün sünnetinde bulunanlara itaat etmediklerine delildir.
"Eğer
yüz çevirirseniz Peygamber ancak kendisine yükletilen, siz de ancak kendinize
yükletilen vazifeden mes 'ulsünüz." Eğer O'ndan yüz çevirip size getirdiği
hususları terk ederseniz, Rasül'e düşen görev ilâhî mesajı tebliğ etmek ve
emaneti yerine iade etmektir. Sizin üzerinize düşen bunu kabul etmek ve emrettiği
hususlarda O'na itaat edip Onu ta'zim etmektir. Sizin üzerinize yükletilen
vazife ise itaattir.
"Eğer
O'na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygamber'e düşen sadece apaçık
bir tebliğdir." Yani bu Peygamber'e size emrettiği ve nehyettiği hususlarda
itaat ederseniz hakka nail olursunuz. Çünkü O doğru bir yola davet etmektedir.
Rasul'e düşen sizin muhtaç olduğunuz şeyleri apaçık bir şekilde tebliğ
etmektir. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir. "Senin üzerine düşen sadece
tebliğdir. Hesabı görmek de bize aittir." (Ra'd, 13/40). Ya Muhammed sen
hatırlat! Sen sadece hatırlatıcısın. Onların üzerine zorla hükmedici değilsin.
[119]
Allah
Tealâ bu ayetlerde itaat noktasında yani emir ve nehiy hususunda kendisine ve
Rasulullah'a (s.a.) itaat noktasında, müminlerle münafıklar arasında
karşılaştırma yaptı.
Çünkü
sadık müminler -ki bu ayetlerin indiği sırada bunlar muhacir ve ensar idiler-
Allah Tealâ'nın kitabına ve Rasulü'nün (s.a.) hükmüne davet edildikleri zaman
hiç beklemeden ve tereddüt etmeden: "Kabul ettik, itaat ettik."
derler.
Onlar
bu sözlerinde kayba uğramadılar. Sadece dünya ve ahirette kendileri için
kurtuluş ve gerçek kazancı temin ettiler. Bundan dolayı kim Allah Tealâ'nın
emirlerine itaat ederse ve Rasulullah'ın (s.a.) hükmüne ve emrine sarı-lırsa,
geçmiş günahları için Allah'ın azabından korkarsa ve ömrünün gelecek döneminde
Allah'tan sakınırsa o kimse her çeşit hayrı kazanan ve her çeşit serden
uzaklaşan kimselerden olur.
Eşlem
anlatıyor: Hz. Ömer (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) mescidinde namaz kılarken
birden baş ucunda Rum diyarından bir adam beliriverdi: Adam:
-
Eşhedü en-lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden rasulullâh, diyordu. Hz.
Ömer (r.a.) ona:
- Durumun
nedir? diye sordu. Adam:
-
Allah için müslüman oldum, dedi. Hz. Ömer (r.a.):
-
Bunun bir sebebi var mı? diye sordu. Adam:
-
Evet, ben Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i ve peygamberlerin kitaplarından pek-çoğunu
okudum. Bir esirin Kur'an'dan geçmiş kitaplarda olan herşeyi içinde toplayan
bir ayet okuduğunu duydum. Anladım ki bu Allah tarafindandır. Bunun üzerine
müslüman oldum dedi, Hz. Ömer (r.a.):
-
Bu ayet nedir? diye sordu. Adam:
- Cenab-ı Hakk'ın şu ayetidir: "Kim"
farzlarda "Allah'a" sünnetlerde "Ra-sulüne" itaat eder,
geçmiş ömründe "Allah'tan korkar" ömrünün geriye kalan kısmında
"O'ndan sakınırsa işte onlar gerçek kazancı elde edenlerdir." Kazanan
kimse cehennemden kurtulan ve cennete girendir. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.)
Beyhakî'nin rivayetine göre şöyle dedi:
-
Peygamberimiz (s.a.) buyurdu ki: "Bana özlü sözler verildi."
Münafıklara
gelince, bunlar en ağır yeminlerle güçleri yettiği kadar gelecekte Peygamber
(s.a.) ile birlikte cihad edeceklerine ve emrettiği hususlarda ona itaat
edeceklerine yemin ediyorlar. Fakat onların yeminleri yalandır. Bunun için
Allah onları bu çirkin yalan yeminden nehyetti. Müminlerin nezdinde bilinen
itaati emretti. Bu itaat kalbin itilâsından doğan bir itaattir. Bundan sonra
ise yemine ihtiyaç yoktur. Zira Allah onların, sözle itaat ettik deyip de fiilinde
aykırı davranarak işledikleri amellerden haberdardır.
Cenab-ı
Hak daha sonra insanlara Allah'ın emirlerine ve Rasulü'nün hükmüne hiç nifak
olmaksızın ihlâsla itaat etmeleri emrini te'kit etti.
Eğer
itaatten yüz çevirirlerse Peygamber'e (s.a.) düşen sadece ilâhî mesajı tebliğ
etmek, onlara düşen ise Hz. Peygamber'e itaat etmektir. Ona itaat ederlerse
hakka nail olurlar.
Cenab-ı
Hak hidayete ermeyi kendisine itaat etmekle birlikte zikretti. Daha sonra da
Rasulü (s.a.) üzerine düşen görevin insanların mükellef oldukları hususları
hiçbir leke bulunmayan apaçık bir şekilde tebliğ etmek olduğunu te'kit etti.
Peygamber hiçbir kimseyi gerçek imana zorlamaz. Hiçbir insanı en doğru dine
zorla çağırmaz.
Selef
alimlerinden biri diyor ki: Kim sünneti söz ve davranışlarında nefsine emir
olarak tayin etmişse hikmetle konuşur. Kim de heva ve hevesini söz ve
davranışlarında nefsine emir olarak tayin etmişse bidatle konuşur. Bunun delili
ise: "Siz O'na itaat ederseniz hidayete nail olursunuz." ayetidir.
[120]
55-
Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki,
kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine getirdiği gibi mutlaka onları da
yeryüzüne hakim kılacak, kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice
yerleştirecek ve kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır.
Onlar sadece bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim
bundan sonra inkâr ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir.
56-
Namazı dosdoğru kılın. Zekâtı verin ve Peygamber'e itaat edin ki rahmete
eresiniz.
57-
Sakın yeryüzünde kâfirlerin başkalarını aciz bırakacaklarını sanma. Onların
varacakları yer Cehennem'dir. O ne kötü bir dönüş yeridir!
"...
ve kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır." Ayetteki
korku" ve "emniyet" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
[121]
"Allah
içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki,"
ifadesindeki hitap Rasulullah'a (s.a.) ve ümmetinedir. "kendilerinden öncekileri"
İsrailoğullarını "kâfirlerin yerine" Firavun ve benzeri diktatörlerin
yerine Mısır ve Filistin'de "getirdiği gibi muhakkak onları da yeryüzüne
hakim kılacak, " Meliklerin ülkelerinde tasarrufta bulundukları gibi
onları da yeryüzünde tasarrufta bulunan halifeler kılacaktır, "kendileri
için razı olup seçtiği dinlerini" İslâm'ı güçlendirmek, sabitleştirmek ve
bütün dinlere hakim kılmak suretiyle "iyice yerleştirecek" Ayette
geçen "temkin" kelimesi bu dinin temellerini iyice sağlam atmak ve
sahiplerini güçlü kılmak suretiyle bu dini iyice yerleştirmek demektir,
"ve kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır."
Kâfirlerden korktukları bir zamandan sonra onları güven ve barış durumuna
ulaştıracaktır. Allah bu zikredilen hususlardaki vaadini yerine getirmiştir.
Ra-sulullah (s.a.) ve ashabı Mekke'de on sene korku içinde yaşamışlardı. Daha sonra
Medine'ye hicret ettiler. Sabah-akşam silâh kuşanmış halde seferberlik halinde
idiler. Nihayet Allah vaadini gerçekleştirdi, onları bütün Araplara galip
kıldı. Onlara doğu ve batı beldelerinin fethini nasip etti. Bu ayette gaybı
(gelecekte olacak olayları) aynen olduğu gibi haber vermek suretiyle peygamberliğin
ve raşid halifelerin doğruluğuna delil vardır. "Onlar sadece bana ibadet
ederler." ifadesi bu vaadi tevhid üzerine sebatkâr olmakla sınırlamak için
"ellezine" kelimesinden haldir. Yahut yeryüzüne hakim olmak ve
emniyete kavuşmak gerektiren durumu bildirmek için yeni bir "isti'naf'
cümlesidir.
"Kim
bundan sonra inkâr ederse..." yani dinden dönerse ya da vaadden sonra veya
hilâfetin gerçekleşmesinden sonra dinden dönerse, "işte bunlar
fa-sıkların" yani fasıklığı kâmil olanların "ta kendileridir."
Bir kısım insanlar bu gibi ayetlerin apaçık ortaya konmasından sonra dinden
döndüler, ya da bu büyük nimeti inkâr ettiler. Bunu ilk inkâr edenler Hz.
Osman'ın (r.a.) katilleridir. Bunlar daha önce kardeş iken birbirleriyle
çarpışmışlardır. "Namazı dosdoğru kılın. Zekâtı verin ve Peygamber'e itaat
edin...." ayeti "Allah'a itaat edin." kavline atfedilmiştir.
Emrolunan şeylere vaad edilmesi şeklinde ara cümlesi uzun olsa bile bu ayet
Rasulullah'a (s.a.) itaatin vacip olduğunu tekit etmek ve rahmeti itaate bağlı
kılmak için Rasulullah'a (s.a.) itaat emrinin tekrarı olmaktadır.
"Peygamber e itaat edin ki merhamete nail olasınız." Yani merhameti
ümit ederek bu şekilde hareket edin.
"Sakın
yeryüzünde kâfirlerin başkalarını aciz bırakacaklarını" yani Allah'ın
onları yok etmeye kadir olamayacağını, onların bundan kurtulacaklarını "sanma.
" Bu hitap Peygamberimiz'edir. Yani Ey Muhammedi Kâfirlerin Allah'ı kendilerine
erişmekten ve onları yeryüzünde helak etmekten aciz bırakacaklarını zannetme.
"Onların varacakları yer Cehennem 'dir." Onların dönüş yeri
cehennemdir. Bu ifade mana açısından "Sakın yeryüzünde kâfirlerin
başkalarını aciz bırakacaklarını sanma." ayetine atfedilmiştir. Sanki
"küfredenler Allah'tan kurtulamayacaklar ve onların varacakları yer
Cehennem'dir." denilmiş gibidir. Bununla murad edilen kimseler en ağır
yeminleriyle Allah'a yemin eden kimselerdir. "O ne kötü bir dönüş
yeridir!" Yani varacakları yer ne kötü yerdir!
[122]
Hâkim'in
rivayet edip sahihtir, dediği ayrıca Taberanî'nin Übeyy b. Ka'b-dan (r.a.)
rivayet ettiği hadis-i şerife göre Rasulullah (s.a.) ve ashabı Medine'ye gelip
de Ensar onlara yardımcı olduklarında bütün Araplar tek bir ok gibi onları
hedef almışlardı. Müminler silâhla yatıp silâhla kalkıyorlar ve:
-
Ne dersiniz, biz de emniyet ve huzur içinde geceleyeceğimiz, Allah'tan başka
hiç kimseden korkmayacağımız bir zamana erişecek miyiz? diyorlardı. Bunun
üzerine "Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad
etmiştir ki..." (Nur, 24/55) ayeti indi.
İbnî
Ebî Hatim, Berâ b. Azib'den (r.a.) rivayet ediyor: Bu ayet bizim şiddetli bir
korku içinde bulunduğumuz sırada bizim hakkımızda nazil oldu.
[123]
İtaat
ve itaatin "Kim Rasulullah'a (s.a.) itaat ederse hakka yol bulur ve
cenneti kazanır." şeklindeki neticeleri hakkında söz ettikten sonra
Cenab-ı Hak itaatkâr müminleri yeryüzünde halife ve iktidarla te'yit edeceğini,
dinini bütün dinlere hakim kılacağını, onları düşmanlarından korkma yerine
emniyete kavuşturacağını vaad etti. Bunun üzerine onlar da Allah'a hiçbir şeyi
şirk koşmadan, korkmadan emniyet içinde O'na kulluk ederler.
Cenab-ı
Hak daha sonra onlara bu nimetlere şükür olarak namaz ve zekâtı emretti.
Kâfirlerin helak olacakları ve cehennem ateşine sokulacakları şeklindeki geçen
vaadin gerçekleşmesiyle onların gönüllerini tatmin etti.
[124]
"Allah
içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, mutlaka
kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine getirdiği gibi onları da yeryüzünde
mirasçı kılacaktır."
Yani
Allah kendilerinden şu iki vasfı yani Allaha ve Rasulüne iman etme ve kulu
Allah Tealâ'ya yaklaştıracak, O'nu razı kılacak salih amel işleme vasıflarını
bir arada bulunduran kimselere şu vaadde bulunmuştur: Peygamber'in < s.a.)
ümmetini yeryüzünden halifeler, yani ülkeleri salâha ve huzura kavuşturacak
önemli liderler ve yöneticiler kılacağını vaad etmiştir. Nitekim Hz. Da-vud ve
Süleyman'ı (a.s.) da yeryüzünde örnek liderler kılmış, diktatör Firavunların
helak edilmesinden sonra İsrailoğulları'nı Mısır ve Şam'a varis kılmıştı.
Ayetteki
"Minküm" Sizden, sizin içinizden ifadesindeki (min) harfi Fetih
Suresi'nin son ayetinde yer alan (min) harfi gibi "beyan (açıklama)"
içindir: "Allah onların içinden iman edip salih amel işleyenlere büyük
bir ecir ve mağfiret vaad etmiştir" (Fetih, 105/ 29).
Allah'ın
vaadinin sadık ve mutlaka gerçekleşecek olması sebebiyle Cenab-ı Hak "Bu,
Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez." (Zümer, 39/20) buyurduğu
gibi, bu vaadini de yerine getirmiştir. Arap yarımadasında müslümanları hakim
kılmıştır. Daha sonra müslümanlar doğu-batı ülkelerini feth etmişler,
kisraların (İran hükümdarlarının) mülkünü ve hazinelerini ele geçirmişler,
kayserlerin (Rum imparatorlarının) ülkesini fethetmişlerdir. Peşpeşe gelen halifeliklerle
yani Raşid Halifeler, sonra Şam ve Endülüs'teki Emevî halifeleri, daha sonra
Abbasi halifeleri, son olarak da 20. asrın ilk çeyreğinin sonuna 1924 yılında
halifeliğin ilga edilmesine kadar devam eden Osmanlı Halifeleri ile İslâm
devleti güçlü, kuvvetli bir devlet olarak hayatını devam ettirmiştir.
Peygamberimiz'in
(s.a.) zamanında Mekke, Hayber, Bahreyn, Arap yarımadasının diğer kısımları ve
Yemen'in tamamı fethedilmişti. Hecer mecusile-rinden bazı Şam beldelerinden
cizye alınmıştı. Rum kralı Heraklius, Mısır'daki Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs,
Habeşistan Kralı Necaşi ve Umman kralı Pey-gamberimiz'e (s.a.) hediyeler
göndermişlerdi.
Raşid
Halifeler devrinde doğuda ve batıda pek çok ülkeler fethedilmişti.
Bunların
arasında İran ve Rum diyarının Irak ve Şam'da pek çok şehirleri, Mısır ve bazı
Kuzey Afrika ülkeleri de vardı. Irak şehirleriyle, Horasan ve Ehvaz şehirleri
fethedilmiş, bu savaşlarda Tatar ve Moğollardan pek çok kişi öldürülmüştü.
Emevî
devrinde geniş fetihler devam etmiş, Endülüs ve Hindistan'a kadar yayılmıştı.
Abbasî
devrinde İslâm diyarının çeşitli kısımlarında İslâm idaresi istikrara
kavuşmuştu.
Osmanlı
Devleti zamanında İslâm toprakları doğu ve batının en uç noktalarına kadar
genişlemişti. Endülüs'ün en uç noktasına kadar batı toprakları, İstanbul,
Kıbrıs, Atlantik okyanusuna kadar Kayravon ve Septe toprakları fethedilmiş,
Fetih, Çin diyarının en doğu noktasına kadar uzanmıştı.
Buharî,
Müslim ve İmam Ahmed'in Müsned'inde yer alan Peygamberi-miz'in (s.a.) şu
hadis-i şerifi gerçekleşmişti: "Allah bana yeryüzünü dürdü. Doğusunu da
batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü (varlığı) dürülen yere kadar
ulaşacak."
Bu
ayetin benzeri şu ayetler vardır: "Hatırlayın ki bir zaman sayınız azdı.
Yeryüzünde ezilmiştiniz. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz.
Öyle iken Allah sizi barındırdı, yardımıyla destekledi ve sizi helâl ve temiz
şeylerle rızıklandırdı ki şükredesiniz."
"Biz
ise istiyorduk ki yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunalım. Onları önderler
yapalım. Onları varisler kılalım. Ve onları yeryüzünde yerleştirelim. Firavun'a,
Haman'a ve askerlerine sakındıkları şeyi o zayıfların eliyle gösterelim."
(Kasas, 28/5-6).
"...
kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice yerleştirecektir." Yani
İslâm dinini yeryüzünde hakim ve sabit kılacak, izzetli, güçlü, kuvvetli,
düşmanlarının gözünde korku uyandıran, küfür milletine karşı muzaffer
yapacaktır.
"...
kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır." Yani onların
durumlarını korkudan emniyete çevirecektir.
Peygamberimiz
(s.a.) Adiyy b. Hatim geldiğinde:
-
Hîre'yi bilir misin? diye sordu. Adiyy:
-
Bilmiyorum, ama duydum, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
-
Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki Allah bu dini tamamlayacak, hatta
devenin üstündeki hevdec (kafes) içerisindeki kadın Hîre'den yola çıkacak,
hiçbir arkadaşı olmadan gelip Beytullah'ı tavaf edecektir. Kisra b. Hürmüz'ün
hazineleri de fethedilecektir, buyurdu. Adiyy:
-
Kisra b. Hürmüz'ün hazineleri mi? dedi. Efendimiz:
- Evet, Kisra b. Hürmüz'ün hazineleri. Mal çok
bollaşacak, hatta kimse mal (sadaka) kabul etmeyecek.
Adiyy
b. Hatim diyor ki: "Bugün Hîre'den yolcu kadın yola çıkıyor, yanında
hiçbir kimse bulunmadan Mekke'ye geliyor, Kâ'be'yi tavaf edip geri dönüyor.
Ayrıca ben Kisra b. Hürmüz'ün hazinelerini fetheden ordu içerisindeydim. Nefsimi
elinde tutan Allah'a yemin olsun ki üçüncüsü (malın bollaşması) mutlak olarak
gerçekleşecektir. Çünkü bunu Rasulullah (s.a.) söylemiştir."
Üçüncü
haber adaletli raşid halife Ömer b. Abdülaziz (rh.a.) zamanında
gerçekleşmiştir.
İmam
Ahmed'in Übeyy b. Ka'b'dan (r.a.) rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Bu ümmet yücelik, yükseklik, dindarlık, zafer ve
yeryüzüne hakim olmakla müjdelendi. İçinizden kim ahiret amelini dünya için
işlerse o kimsenin ahiretten hiçbir nasibi yoktur."
Cenab-ı
Hak daha sonra bu ümmetin yeryüzüne hakimiyeti esnasındaki durumunu yahut
yeryüzüne hakim olma sebebini şöyle beyan etti:
"Onlar
sadece bana ibadet ederler.[125]
Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar." Yani bu ümmet hiçbir ortağı olmayan
bir Allah'a ibadet eder. Allah Tealâ'ya ibadeti bırakıp şirke dönmezler. Allah
onlara bu müjdeyi ibadet etmeleri ve ihlâslı olmaları halinde vaad etmiştir.
İmam
Ahmed, Buharî ve Müslim Muaz b. Cebel'den (r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şu
hadisini rivayet ederler: "Allah'ın kulları üzerindeki hakkı O'na hiçbir
şeyi şirk koşmadan kulluk etmeleridir. Kulların da Allah'ın üzerindeki hakkı
onlara azap etmemesidir."
"Artık
bundan sonra kim inkâr ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir." Yani
kim dinden dönerse veya bu nimete nankörlük ederse "Allah 'm nimetlerini
inkâr ederse..." (Nahl, 16/112) yahut Rabbine itaat etmekten vazgeçer ve
O'nun emrinden çıkarsa işte onlar bu büyük nimeti inkâr etmeleri ve üzerlerinde
olan Allah'ın lütfunu unutmaları sebebiyle fasıklıkları tam olan kimselerdir,
onlar tam anlamıyla fasıktırlar.
Ümmetin
içinden bazılarında bazan nankörlük görülebilir. Buharî ve Müslim'in
Sa/u'A'lerindeki şu hadis buna delildir: "Ümmetimden bir gurup hak üzerinde
devam edecekler. Kıyamete kadar onları hiçe sayanlar ya da onlara muhalif
olanlar kendilerine zarar veremezler."
Allah'a
ve Rasulullah'a (s.a.) itaati emrettikten sonra Cenab-ı Hak nimete şükür olarak
namaz kılmayı, Allah'ın fakir kullarına bir iyilik olmak üzere zekât vermeyi
ve te'kit olmak üzere Rasulullah'a (s.a.) itaati emrederek şöyle buyurdu:
"Namazı
dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Peygamber'e itaat edin ki merhamete nail
olasınız." Yani namazı vaktinde rükün ve şartları tam olarak eda edin.
Hiçbir ortağı olmayan tek olan Allah'a ibadet edin. Sizin üzerinize farz kılınan,
zayıf ve fakirlere iyilik olan zekâtı verin. Emrettiği, nehyettiği ve yasakladığı
hususlarda Allah Rasulüne (s.a.) itaat edin. Umulur ki bu sebeple Allah size
rahmet eder ve sizi acıklı bir azaptan kurtarır. Hiç şüphe yok ki kim bunu
yaparsa Allah ona rahmet edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Onlara Allah rahmet edecektir." (Tevbe, 9/71).
Allah
Tealâ'ya ve Rasulüne (s.a.) itaati görmezden gelenler ise Allah Te-alâ'nın
buyurduğu gibidir:
"Sakın
yeryüzünde kâfirlerin başkalarını aciz bırakacaklarını sanma. Onların varacakları
yer Cehennem'dir. O ne kötü bir dönüş yeridir!" Yani Ey Peygamber! Sana
muhalefet edenlerin, seni yalanlayanların, senin peygamberliğini inkâr
edenlerin Allah'ı aciz bırakacaklarını, Allah onları helak etmeyi mu-rad ettiği
zaman kaçacaklarını sanma. Bilâkis Allah onlara kadirdir. Buna karşılık onları
dünyada hastalık, tasa, endişe ve intihar gibi çeşitli ferdî azaplarla ve
savaşlarda öldürülmek, depremler, volkanlar, yangınlar ve boğulmak gibi toplu
afet ve azaplarla onlara azap edecektir. Ahirette onların varacakları yer
cehennem ateşidir. Kâfirlerin varacağı yer ne kötüdür. Orası ne kötü bir dönüş
yeri, ne kötü bir karargâhtır.
[126]
Bu
esaslar en önemli prensibi iman ve salih ameli bir arada toplamak olan ana
prensip ve kaideleri bildiren iman devletinin esaslarıdır.
Bu
esasların meyvesi ve neticesi ilk olarak Allah'ın dünyada izzet ve yeryüzünde
liderlik vaadi, İslâm'ın küfre karşı zaferi ve razı olunan bu dinin -İslâm
dininin- yeryüzünde yerleşmesi, tespit edilmesi, kökleşmesi, tüm insanlığa
güven vermesi, mensuplarını güvene kavuşturması ve içlerinde bulundukları
korkuyu ortadan kaldırmasıdır. İkinci olarak, ahiret Allah'ın rahmetinin elde
edilmesidir.
Bu
ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:[127]
1- Allah için "kelâm" sıfatının ve O'nun "mütekellim"
olmasının ispat edilmesi. Çünkü vaad kelâm çeşitlerinden biridir. Bir çeşitle
tavsif edilen onun cinsiyle de tavsif edilmiş olur.
2- Allah Tealâ "hayat" ve dilediği her türlü işi yapmaya
"kudret" sahibidir. Çünkü O şöyle buyurmaktadır: "... Mutlaka
kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine getirdiği gibi onları da yeryüzünde
hakim kılacak, kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice yerleştirecek
ve kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır." Az önce
geçen açıklamada beyan ettiğimiz gibi Cenab-ı Hak bütün bunları yerine
getirmiştir. Bu hususlar ancak bütün işlere kadir olan bir varlık tarafından
yerine getirilebilir.
3-
"Onlar yalnız bana ibadet
ederler." ifadesi gereğince ibadete lâyık olan sadece Allah Tealâ'dır,
demektir.
4-
"Bana hiçbir şeyi şirk
koşmasınlar." ifadesinin delaletiyle Allah Tealâ ortak edinmekten
münezzehtir. Bu başka bir ilâhı reddetmeye delildir; ayrıca ister Sabiîlerin
dediği gibi bir yıldız, isterse putperestlerin dediği gibi bir put olsun, Allah
Tealâ'dan başka hiçbir varlığa ibadet edilmesinin caiz olmadığına delâlet
etmektedir.
5-
Hz. Muhammed'in (s.a.)
peygamberliği sahihtir. Çünkü "Allah onları yeryüzünde hakim
kılacaktır.''ayetinde gaybdan haber vermiştir. Bu mucizevî haber gerçekleşmiş,
dolayısıyla bu ifadeler, bunu haber veren Hz. Muhammed'in (s.a.) doğruluğuna
delâlet etmektedir.
6- Salih amel iman muhtevasının dışındadır.
7- Raşid Halifeler olan dört imamın halifeliği ispat edilmiştir. Zira
"Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir
ki.." ayeti en açık ve en net delildir. Zira bu halifeler iman edip salih
amel işleyen ve Peygamberimiz'den (s.a.) sonra Allah'ın vaad ettiği yeryüzünde
hakim olan kimselerdir.
"İstihlâf'
sadece imamet demektir. Bunlardan öncekiler ise ya peygamberlik ya da imamet
ve hilâfet suretiyle yeryüzünde hakim olan kimselerdir.
Ancak
hilâfet bunlara has bir durum değildir. Bilakis müslümanlar üzerine halife
olacak başka kimseleri de ihtiva etmektedir.
8- Sahabe ve tabiîlere verilen İslâmın zaferinden sonraki en değerli
nimetlerden biri Allah Tealâ'nın vaad ettiği şekilde korkularının emniyet ve
güvene dönüşmesidir.
Ashab-ı
kiram Rasulullah'a (a.s):
-
Emniyete kavuşacağımız ve silâhı bırakacağımız gün gelmeyecek mi? dediklerinde
Efendimiz (s.a.) şu sözleriyle bunu te'kit etmişti: Şöyle buyurmuşlardı:
"-
Az zaman sonra sizden biriniz büyük bir toplulukta üzerinde silâh olmadan
rahat bir şekilde oturacaktır."
Müslim'in
Sahih'inde rivayet ettiği başka bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle
buyurdular: "Allah'a yemin olsun ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Hatta
bir yolcu Allah'tan başka kimseden korkmadan kurt koyunların başında olduğu
halde San'adan Hadramût'a kadar rahatlıkla gidecektir. Fakat siz çok acele
ediyorsunuz."
Dolayısıyla
bu ayet Peygamberlik mucizesidir. Çünkü olacak bir şeyden haber vermektedir ve
bu da daha önce beyan ettiğimiz gibi aynen olmuştur.
9 - İslâmî amelin temeli açık ya da riya gibi gizli şirke bulaşmadan
ihlâsla Allah'a ibadet etmektir.
10- "Artık kim bundan sonra inkâr ederse..." ayetindeki
"inkâr etmek" müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre nimeti inkâr
etmek yani nankörlük anlamındadır. Çünkü Cenab-ı Hak "işte onlar
fasikların ta kendileridir." buyurmaktadır. Hakiki kâfire gelince o bu
nimetten önce de sonra da fasıktır.
11- Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Rasulün (s.a.) emirlerine itaat
edip nehiylerinden kaçınmak, Allah Tealâ tarafından verilecek umumî rahmete
sebeptir.
12- Kâfirlerden hiçbiri yeryüzünde kaçmak suretiyle Allah'ı asla aciz bırakamaz.
Allah'ın kudreti her yerde onlara kadar uzanır. Onlar horlanmaya mahkûmdurlar.
Varacakları yer cehennemdir.
Keşşaf
müellifi diyor ki: "Onların varacakları yer cehennemdir." ifadesinin
"sakın zannetme" fiiliyle irtibat içinde olması mümkün değildir.
Çünkü ilki olumsuz, sonraki ise olumlu bir ifadedir. O halde kendisinden önceki
gizli bir cümleye vav'la atfedilmiştir. Bu cümlenin takdiri şöyledir:
Kâfirlerin yeryüzünde başkalarını aciz bırakacaklarını sanma. Bilakis onlar
horlanmaya mahkûmdurlar. Varacakları yer cehennemdir.
[128]
58- Ey iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve
cariyelerle sizden henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklar sabah namazından önce,
öğle sıcağında elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve yatsı namazından sonra
olmak üzere üç vakitte, (yanınıza girmek için) sizden izin istesinler. Bunlar
üç mahrem vakittir. Bunun dışındaki vakitlerde sizin için de, onlar için de
hiçbir mahzur yoktur. Siz de birbirinize sık sık gider gelirsiniz. İşte Allah
size ayetleri böyle açıklar. Allah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hikmet
sahibidir.
59- Sizin çocuklarınız bulûğ çağına erince
kendilerinden öncekiler (büyükler) gibi izin istesinler. İşte Allah ayetlerini
böylece size açıkça beyan eder. Allah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz
hüküm ve hikmet sahibidir.
60- Evlenme ümidi kalmayan yaşlı kadınların
ziynet yerlerini göstermemek üzere dış örtülerini bırakmalarında bir mahzur
yoktur. Ama iffet sahibi olmaları (örtünüp sakınmaları) kendileri için daha
hayırlıdır. Allah her şeyi gayet iyi işiten, her şeyi gayet iyi bilendir.
"Ey
iman edenler!. Sahip olduğunuz kimseler..." yani köle ve cariyeler
"ve sizden henüz bulûğ çağına ermemiş kimseler" hür çocuklarınız
"günde üç defa sizden izin istesinler."
"Üç
defa..." yani üç vakit... Bu üç vakit şunlardır: "Sabah namazından
önce, öğle sıcağında elbiselerinizi çıkarttığınız zaman ve yatsı namazından
sonra" Zira bu vakitler elbiseleri çıkarma ve yatağa yatma ihtiyacının
olduğu vakitlerdir.
"Bunlar
üç mahrem vakittir. " Yani bu üç vakit örtünmenin olmadığı, elbi-îcleri
çıkarma sebebiyle mahrem yerlerin açıldığı halvet vakitleridir.
"Bunun
dışındaki" bu üç vakit haricindeki "vakitlerde sizin için de,
onlar" yani köle, carice ve çocuklarınız "işin de hiçbir mahzur"
yâm §j^ö ymmZ3
izinsiz
girmelerinde RıçDir guna
Çünkü
onlar hizmet, bir arada bulunmak ve çokça girip çıkmak sebebiyle sizin
etrafınızda dolaşmaktadırlar. Burada hükümlerin illetlerinin belirtilmesine
delil vardır. "Siz de birbirinize sık sık gider gelirsiniz." Sizin
bir kısmınız diğerlerinizin etrafında dolaşırsınız. Bu cümle bir önceki
cümleyi te'kit etmektedir.
"İşte
Allah size ayetleri" yani hükümleri "bu şekilde açıkça beyan eder. Allah"
mahlûkatmın yaptıkları işleri ve durumlarını yani "her şeyi gayet iyi bilendir.
" Onlara tayin ettiği ve meşru kıldığı işlerde "sonsuz hüküm, ve
hikmet sahibidir." Fakat insanlar izin istemeyi terk etmekte laubali davrandılar.
"Sizin"
hür olan "çocuklarınız" ki köle olanlar bu hükme dahil değildir;
"bulûğ çağına erince kendilerinden öncekiler" büyük hür kimseler
"gibi" evlere girmek için bütün vakitlerde "izin
istesinler."
"işte
Allah ayetlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz
hüküm ve hikmet sahibidir." Cenab-ı Hak izin isteme emrini te'kit ve
mübalağa için bu ifadeyi tekrar etti.
"Evlenme
ümidi kalmayan" yani yaşlılıkları sebebiyle evlenme arzuları kesilmiş,
hayız, hamilelik ve çocuklardan kesilmiş "yaşlı kadınların, ziynet yerlerini
göstermemek kaydıyla" yani gerdanlık, bilezik gibi gizli ziynetlerini ortaya
koymaksızm "dış örtülerini bırakmalarında" cilbab, rida, başörtü
üzerindeki peçe gibi dışarıda görünen elbiselerini almamalarında "bir
günah yoktur." Ayette geçen teberrüc kelimesi "gizlenen ziynetin
tamamen açığa vurulması" anlamına gelmektedir. Ancak bu kelime özellikle
kadının ziynetlerini ve güzelliğini erkeklerin önünde açmasını ifade için
kullanılmaktadır. "Ama iffetli olmaları" en kâmil elbiseleriyle
örtünmeleri elbiselerini bırakmalarından "kendileri için daha
hayırlıdır." Çünkü bu, töhmetten daha uzaktır. "Allah" kadınların
erkeklere söylediklerini ve sizin sözlerinizi "herşeyi gayet iyi
işitendir" ve onların maksatlarını ve sizin kalplerinizdeki niyetlerinizi
"çok iyi bilendir."
[129]
İbni
Abbas diyor ki: Rasulullah (s.a.) Müdlic b. Amr denilen ensardan bir genci öğle
vakti davet etmek üzere Hz. Ömer'e (r.a.) gönderdi. Müdlic Hz. Ömer'in (r.a.)
yanma girdi ve Hz. Ömer'i (r.a.) kendisinin görünmesini istemediği bir durumda
gördü. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
-
Ya Rasulallah! Öyle arzu ediyorum ki Allah Tealâ izin isteme hakkında bize emir
ve nehiyler verse... dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi: "Ey
iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyeler... yanınıza girmek için izin
istesinler." (Nur, 24/58).
Mukatil
diyor ki: Bu ayet Esma bt. Ebî Mersed hakkında nazil oldu. Onun büyük bir erkek
hizmetçisi vardı. Bu hizmetçi Esmanın hoşlanmadığı bir vakitte onun yanına
girdi. Esma Peygamberimiz'e (s.a.) geldi ve ona şöyle dedi:
-
Hizmetçilerimiz, uşaklarımız hoşlanmadığımız bir durumda bizim yanımıza
giriyorlar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.
Bir
rivayete göre; Hz. Ömer (r.a.), Rasulullah'a (s.a.) geldi. Bu ayeti nazil olmuş
halde buldu. Allah'a şükretmek üzere secdeye vardı. Bu hadise Hz. Ömer'in
(r.a.) görüşünün vahye muvafık olduğu yerlerden biridir.
İbni
Ebî Hatim, Süddî'den naklediyor: Rasulullah'ın (s.a.) ashabından bazı kimseler
bu saatlerde hanımlarıyla buluşmayı arzuluyor, sonra guslediyor, sonra da
namaza çıkıyorlardı. Bunun üzerine Allah Tealâ köle ve hizmetçilere bu
saatlerde izin verilmeden evlere girmemelerini emretti: "Ey iman edenler!
Sahip olduğunuz köle ve cariyeler... yanınıza girmek için izin
istesinler."
Nüzul
sebebi olarak beyan ettiğimiz az önce geçen Esma'nın kıssası sahih olsaydı
"Ey iman edenler" hitabı tağlib yoluyla erkek ve kadınlara hitap olurdu.
Zira nüzul sebebinin hükme dahil olması kesindir. Usulde tercih edilen görüş
de budur.
[130]
Bu
ayetler zikredilen hükümlerde itaatin vacip olduğuna delâlet eden "ilahiyat"
konularından ve bu konuda yapılan vaadlerden ve yüz çevirmeye karşılık yapılan
vaîd ve tehditlerden sonra bu suredeki hükümleri tamamlayıcı diğer hükümlere
dönüş niteliğindedir.
Bu
ayetler, akrabaların birbirlerinden izin istemelerinin ve yaşlı kadınların dış
elbiselerini bırakmalarının bir ruhsat olduğu konularını beyan etmektedir. Bu
surenin başlarında yer alan ayetler ise yabancıların birbirlerinden izin
istemeleri hakkında idi. Bu ayetlerin tefsiri şöyledir:
"Ey
iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyeler ve sizden henüz bulûğ çağına
ermemiş çocuklar şu üç vakitte yanınıza girmek için sizden izin istesinler:
Sabah namazından önce, öğle sıcağında elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve
yatsı namazından sonra."
Ey
Allah'a ve Rasulüne iman eden mümin erkek ve kadınlar! Sizin sahip olduğunuz
köle ve cariye gibi hizmetçilerinizden ve küçük çocuklarınızdan şu üç durumda
veya şu üç vakitte izin istemeleri istenmektedir:
a) Sabah namazından önce: Çünkü bu vakit yatakta uyuma, yataktan kalkma,
uyku elbiselerini değiştirip normal elbiseleri giyme vakti olup mahrem
yerlerin açılması ihtimalinin bulunduğu vakittir.
b) Öğle sıcağı vaktinde yahut öğle istirahati vaktinde iş elbiseleri
çıkarılıp uykuya hazırlanılacak vakit: Zira insan bu durumda ailesiyle birlikte
olup elbiselerini çıkarmış bulunabilir.
c) Yatsı namazından sonra: Çünkü bu vakit günlük elbiseleri çıkarıp uyku
elbiselerini (pijama ve gecelikleri) giyme vaktidir.
Bu
durumlarda mahrem yerlerinin açılması korkusuyla ve benzeri uyku ve istirahat
hazırlıkları sebebiyle hizmetçi ve çocuklara aile halkının yanma ansızın
girmemeleri emredilir. Zira bu saatler halvet, yalnızlık ve elbiseleri çıkarma
vaktidir.
"İzin
istesinler" ilâhî kavlindeki emir açıkça vücup ifade etmektedir. Ancak
cumhur şöyle demiştir: Bu ifade mendup ve müstahap anlamında güzel adapları
ta'lim ve irşad makammdadır. Bu aynen İmam Ahmed, Ebu Davud ve Hakim'in
Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet ettikleri: "Çocuklarınız yedi yaşına
geldiği zaman onlara namaz kılmalarını emredin. On yaşına geldikleri halde
(namaz kılmazlarsa) dövün." hadis-i şerifi gibidir.
Zira
izinsiz yanlarına girme vuku bulursa bu masıyet olmaz ama evlâ olana
aykırıdır, edeb ihlâl edilmiştir. Eğer hizmetçi efendisinin huzuruna girmekle
ona eziyet vermiş olduğunu bilirse başkasına eziyet vermek sebebiyle içeri
girmesi haram olur.
Bazıları
bu geçen üç vakitte izin istemenin hükmü asr-ı saadette sahabe ve tabiînin
amelinin buna muhalif olarak cereyan etmesi sebebiyle yahut evlerin kapısında
örtü bulunmadığı zamanda bununla amel edilmesi sebebiyle "mensuhtur"
görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ancak daha doğru olan bu vakitlerde izin istemenin
hükmünün mensuh olmayıp muhkem oluşudur. İlim ehlinin çoğunluğunun görüşü de
budur.
İmam
Ebu Hanife, "Alimlerden hiçbir kimse izin istemenin mensuh olduğu
görüşünü kabul etmemiştir." demektedir.
Cumhur
bu ayetteki hitabın kölelerin erkekleri ve kadınları (cariyeler), küçükleri ve
büyükleri için umumi olduğu görüşündedir. İbni Abbas'tan bunun küçüklere has
olduğu rivayet edilmiştir. Sülemî'den de bunun sadece cariyelere ait özel bir
hüküm olduğu rivayet edilmiştir. Bu iki görüşten hiçbiri makul değildir.
"Sizden
bulûğ çağına ermemiş kimseler" mahrem ya da yabancı erkek ve kız
çocuklarıdır. " Kadınların mahrem yerleri hakkında bilgi sahibi olmayan
çocuklar..." (Nur, 24/31) ayetinin delaletiyle burada adı geçen çocuklar
mürâhik (temyiz çağındaki) çocuklardır.
İzin
istemesinin illeti Cenab-ı Hakk'ın şu ayetinde belirtilmiştir: "Bunlar
mahrem yerlerinizin açılabileceği üç halvet vaktidir." Yani burada
zikredilen üç vakit genellikte tesettürün olmadığı üç halvet vaktidir. Avrete
bakmak ise caiz değildir. Bu üç vaktin dışında ise Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu
gibi mubahtır:
"Bunun
dışındaki vakitlerde sizin için de, onlar için de hiçbir mahzur yoktur. "
Yani bu üç vaktin dışındaki vakitlerde izin istemeyi terk etmekte hiçbir günah
ve sakınca yoktur. Ancak "Eşyada asi olan mübahlıktır." kaidesine
göre bu durum mubahtır.
Yatsıdan
sabah namazına kadar süren vakit evlâ olarak "Sabah namazından önce"
denilen vakit içine girer. Ancak uyku sebebiyle bu vakitte özel yerlere girmek
nadir olduğu için ayetin nassı bunu zikretmemiştir. Zira genellikle kendisiyle
amel edilen husus töhmeti ve su-i zannı engellemek için bu hususta izin
istenmesidir.
;
Mubah olmanın illeti ise Cenab-ı Hakk'm zikrettiği şekildedir: "Çünkü onlar
sizin yanınıza çokça girip çıkarlar. Siz de birbirinize sık sık gider gelirsiniz.
" Yani bu hizmetçiler ve küçük çocuklar hizmet ve benzeri sebeplerle sizin
etrafınızda dolaşırlar. Sizinle ünsiyet kazanmak, iyi geçinmek ve işlerini görmek
için sizin meclislerinize sık sık girip çıkarlar. Siz de genellikle birbirinize
gider gelirsiniz. Cenab-ı Hak te'kit için bu ifadeyi birkaç defa zikretti.
Birinci ifade köle ve hizmetçileri teselli etmek içindir, ikinci ifade
kendilerine hizmet edilen efendilerin tarafını gözetmek ve onların
hizmetçilerin hizmetine ihtiyaç duyduklarına işaret etmek içindir.
I
Burada hükümlerin illetlerinin beyan edilmesine delil vardır. Çünkü Allah Tealâ
"Bunlar mahrem yerlerinizin açılabileceği üç halvet vaktidir."
ifadesiyle izin istemenin illetine dikkat çekmektedir. Nitekim bu üç vakit
dışında izin istememenin mubah olduğunun illetinin "çokça girip
çıkma" olduğuna dikkat çekilmiştir. Meşakkati ve mahzuru kaldırmak için
başkaları hakkında affedilmeyecek hususlar "çokça girip çıkanlar"
için affedilmiştir.
Bundan
dolayı İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel ve Sünen sahipleri Peygamberimiz'in
(s.a.) kedi hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "O necis (pis)
değildir. O sizin yanınıza çokça girip çıkanlardandır."
Bu
ayette aynı zamanda bulûğa ermeyen temyiz çağındaki çocuklara edep, intizam,
disiplin dersi verilmekte, mes'uliyeti ve şer'î yükümlülükleri taşımaya
hazırlamak için alıştınlmaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Nefislerinizi ve ailelerinizi cehennem ateşinden koruyun." (Tahrim,
66/6). Yani onlara edep verin, ilim öğretin.
Bu
edep verme, ta'lim, beyan ve teşri gibi hususlar Allah Tealâ'nın lütfuy-la
olmuştur. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İşte Allah size
ayetleri bu şekilde açıkça beyan eder. Allah her şeyi çok iyi bilendir, sonsuz
hüküm ve hikmet sahibidir." Yani zikredilen hükümleri beyan etmek
suretiyle Allah manaları ve maksatlarına delâleti açık apaçık ayetleriyle size
şer'î hükümleri ve sistemleri beyan eder. Allah kullarının durumlarını,
kullarının menfaatlerine olan ve olmayan hususları gayet iyi bilir. Kullarının
işlerini düzenlemek dünya ve ahirette onlar için en faydalı ve en münasip olan
hükmü koyma hususunda sonsuz hikmet sahibidir.
Ayetler
bundan sonra bulûğa eren hür kimselerin izin istemesinin hükmünü bilmeye geçiş
yaptı. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Sizin hür çocuklarınız bulûğ çağına
erince, kendilerinden önceki büyükleri gibi evlere girmek için izin istesinler.
" Bu üç mahrem vakitte izin isteyen çocuklar bulûğ çağına erince onların
da her durumda akrabalar ve yabancılara karşı tıpkı kendilerinden önceki büyüklerin
yakınlarından izin istedikleri gibi izin istemeleri vaciptir.
Bu
ayet: "Kadınların mahrem yerleri hakkında bilgi sahibi olmayan çocuklar..."
(Nur, 24/31) ayetini beyan etmektedir. Yani kadınların mahrem yerleri hakkında
bilgi sahibi olmayan çocuklar müstesnadır. Bu çocuklar kadınların mahrem
yerleri hakkında bilgi sahibi olurlarsa -ki bu da bulûğ sebebiyle olur-o zaman
izin isterler. Ayette "tıfl" kelimesi müfret olarak zikredilmiştir.
Çünkü bununla cins murad edilmektedir.
Burada
köleler zikredilmemiştir. Daha önce geçen hüküm - bu üç vakitte izin isteme
hükmü - köleler için de geçerlidir. Zira büyüklerinin ve küçüklerinin hükmü
birdir.
Bulûğa
erme, ya ihtilâm yoluyla ya da alimlerin çoğunluğunun görüşüne göre onbeş yaşa
ulaşmakla gerçekleşir. Bunun delili Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet edilen
hadis-i şeriftir: Abdullah b. Ömer Uhud günü Peygaberi-miz'e (s.a.) arz
olunduğunda ondört yaşında idi. Peygamberimiz (s.a.) ona izin vermedi. Hendek
savaşında onbeş yaşlarında olduğ ı halde arz olundu. Peygamberimiz (s.a.) ona
izin verdi.
İmam
Ebu Hanife şöyle demiştir: Bir delikanlı 18 yaşına erişip bu yaşı tamamlamadıkça
bulûğa erişmiş sayılmaz. Bir genç kız 17 yaşma erişmedikçe bulûğa ermiş
sayılmaz. Bunun delili şu ayettir: "Yetim malına rüştüne erişince-ye
kadar, o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın." (En'am,
6/152). Rüşte ermenin en az haddi 18 yaştır. İhtiyat için hüküm bunun üzerine
bina edilir. Genç kızlara gelince onların erişmeleri ve yetişmeleri daha
süratlidir. Onların haklarında bu noksanlık bir yıldır.[131]
Alimlerden
içlerinde İmam Şafiî'nin de bulunduğu bir gurup kasıklarda kılların çıkmasının
bulûğ emarelerinden olduğu görüşündedirler. Bu delili Atıyye el -Kurazî'nin
rivayet ettiği hadisi şerife göre Peygamberimiz (s.a.) ku-rayza kabilesinde
kılları çıkan kimselerin öldürülmesini, kılları çıkmayan kimselerin
bırakılmasını emretti. Atıyye devamla diyor ki: Bana baktılar, kıllarım
çıkmamıştı. Peygamberimiz (s. a.) beni öldürmeyip bıraktı.
Hanefilere
göre "Sizden henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklar..." ayetinin
delaletiyle kılların çıkması bulûğa erme olarak dikkate alınmaz. Zira bu ayet
çocuk ihtilâm olmamışsa kılların çıkmasını bulûğa erme olarak kabul etmemektedir,
aynı şekilde onbeş yaşı bulûğa erme yaşı olarak kabul etmemektedir.
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim tekrar bu hükümleri ifade ederek Allah'ın nimetlerini
tekit etmeye döndü. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "İşte Allah ayetlerini
size böyle açıkça beyan eder. Allah her şeyi çok iyi bilendir, sonsuz hikmet
sahibidir." Yani Cenab-ı Hak zikredilen hususları yeterli ve şifa verici
bir şekilde size beyan ettiği gibi istikrarı, huzuru, dünya ve ahiret saadetini
gerçekleştiren diğer hükümleri de size beyan eder. Allah kullarının durumlarını
gayet iyi bilendir, onların işlerini çözüme kavuşturmakta sonsuz hikmet sahibidir.
"Evlenme
arzuları kesilmiş yaşlı kadınların ziynet yerlerini göstermemek kaydıyla dış
örtülerini bırakmalarında bir günah yoktur."
Bu
yaşlı kadınların hükmünü beyan etmektedir. Ayetin manası şudur: Yaşı ilerlemiş,
hayızdan kesilmiş, çocuk sahibi olmaktan ümidi kalmamış evlenme arzuları
bulunmayan kadınların saç, boyun, ayak gibi gizli ziynetlerini ortaya koyma
kasıtları olmayıp kendilerinde bariz bir güzellik yoksa cilbab, rida ve peçe
gibi dış elbiselerini çıkarmalarında hiçbir günah ve mahzur yoktur. Eğer bu
gibi ziynetleri varsa dış elbiselerini çıkarmaları haramdır. Ayrıca bu durum
mahrem yerleri açmaya sebep olmamalıdır.
"...
Ama örtünüp sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah her şeyi çok iyi
işitendir, çok iyi bilendir." Yani iffet sahibi olmak ve örtünmek
suretiyle ihtiyat sahibi olmak ve mutad elbiselerini çıkarmak caiz olsa da
çıkarmamak kendileri için daha hayırlı ve daha efdaldir. Allah o kadınların
sözlerini, erkeklerle konuşmalarını, erkeklerin kendileriyle konuşmalarını
gayet iyi işitendir. O, kadınların maksatlarını gayet iyi bilendir. Onların
durumlarından hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Şeytanın vesveselerinden
sakının.
[132]
Bu
ayetler şu üç hüküm bulundurmaktadır:
1- Kölelerin, cariyelerin ve bulûğa ermeyen çocukların (ailenin temel
direği olan) anne ve babanın yanına girerken,
-
Sabah namazından önce,
-
Öğle vakti istirahat ederken,
-
Yatsı namazından sonra, izin istemeleri te'kitli olarak menduptur.
İbni
Abbas diyor ki: Şüphesiz ki Allah, müminlere son derece hilim ve rahmet
sahibidir, mahrem yerlerin örtülmesini sever. Eskiden insanların evlerinin
örtüleri ve kapıları yoktu. Adam ailesiyle beraber iken hizmetçi, çocuk veya
kız bazan anne-babalarmın yanlarına ansızın girebiliyordu. Allah bu mahrem vakitlerde
onlara izin istemelerini emretti. Allah, onlara örtü ve hayır getirdi.
Bu
vakitlerin tahsis edilmesinin sebebi şudur: Bu vakitler genellikle insanların
mahrem yerlerinin açık bulunduğu vakitlerdir. Mahrem yerlerin görülmesine
engel olmak için bu vakitlerde izin istenmesi talep edilmiştir. Bu ayet hususî,
bundan önceki şu ayet ise umumî hüküm ihtiva etmektedir: "Ey iman edenler!
Evlerinizden başka evlere girerken izin istemeden ve selâm vermeden
girmeyin." (Nur, 24/27).
2- Bulûğa eren hür kimselerin akraba veya yabancıların evlerine, odalarına
girerken izin istemeleri vaciptir.
3- Evlerde oturan genellikle erkeklere arzu ve şehvet duymayan yaşlı kadınların
mahrem yerlerini açmamaları ve erkeklerin kendilerine bakmalarına sebep olacak
ziynetlerini ortaya koymamaları ve açılıp saçılmamaları kaydıyla, genellikle
erkekler bunlara bakmıyor ise, bu yaşlı kadınların cilbab (çarşaf, abaye, geniş
pardesü), rida (ihram) ve peçelerini çıkarmaları mubahtır. Ancak iffet sahibi
olmaları (örtünüp sakınmaları) mubah fiili yapmaktan daha hayırlı ve daha
efdaldir.
Allah
Tealâ genellikle gönüllerin kendilerinden uzaklaşmaları sebebiyle sadece yaşlı
kadınlara özel olan ve başkalarına ait olmayan bu hükmü zikretti.
Kadının
vücut hatlarını ortaya koyan ince, şeffaf elbise giymesi de teber-rüc
(açık-saçıklık) sayılır. Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği şu
"sahih" hadiste murad edilen de budur: "Nice giyili-çıplak olan,
kıvırtan ve başkalarını kendilerine meylettiren kadınlar vardır ki, bunlar
cennete giremezler, kokusunu da duyamazlar." Bu kadınlar üzerlerinde
görünüşte elbise olduğu için "giyili" elbiseleri ince ve tenlerini
gösterecek şekilde olduğu için "çıplak" sayıldılar. Bu ise haramdır.[133]
4- Ebubekir er-Razî el-Cessas diyor ki: Bu ayet akıl sahibi olan ancak bulûğa
ermeyen çocukların şeriat fiiliyle emrolunduklarını ifade eder. Çirkin fiilleri
işlemekten nehyolunur. Zira Allah onlara bu vakitlerde izin istemelerini
emretti. İmam Ahmed, Ebu Davud ve Hakim'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet
ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Çocuklarınız
yedi yaşına geldikleri zaman onlara namaz kılmalarını emredin. On yaşına
geldikleri halde namaz kılmazlarsa hafifçe dövün."
Abdullah
b. Ömer (r.a.) çocuk sağını solundan ayırd ettiği zaman biz ona namazı
öğretirdik, demiştir.
Zeynel-Abidin
Ali b. Hüseyin çocuklara öğle ile ikindiyi birlikte, akşamla yatsı namazını
birlikte kılmalarını emrederdi. Ona:
-
Çocuklar namazlarını vaktinde kılmıyorlar, denildi. O da:
-
Bu hiç kılmamalarından daha hayırlıdır, dedi.
Abdullah
b. Mes'ud diyor ki: Çocuk on yaşına erişince bulûğ çağına erişin-ceye kadar
sevapları yazılır, günahları yazılmaz.
Çocuklar
için verilen bu emir öğretmek, onları alıştırmak ve âdet haline gelmesini temin
etmek, böylece bulûğ çağından sonra daha kolay olmasını ve bundan
uzaklaşmamasını sağlamak içindir.
Aynı
şekilde içki içmek ve domuz eti yemekten de sakındırılır, diğer haramlardan da
nehyedilir. Çünkü küçükken buna engel olunmazsa ileri yaşlarda bu haramlardan
uzaklaşması zor olur. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Nefislerinizi ve
ailelerinizi cehennem ateşinden koruyun." Tefsirde şöyle denilmiştir:
Onlara adab öğretin, ilim öğretin"[134]
5- Bu ayet (Nur, 24/58) mümkün olduğu kadar şer'î hükümlerde illetlere
itibar edildiğine delildir. Çünkü Cenab-ı Hak bu üç vakitte illete iki açıdan
dikkat çekmiştir:
a) "Bu vakitler mahrem yerlerinin açılabileceği üç halvet
vaktidir." ayetiyle izin isteme talebinin illeti açıklanmaktadır.
b) Bu üç vakitle bunların dışındaki vakitler arasındaki farka dikkat
çekilmiştir. Bu fark da bu üç vakitte mahrem yerlerin açılma durumudur. Bu üç
vaktin dışındaki vakitler daha önce açıklandığı gibi farklı olabilir.
[135]
61-
Âmâ kimse için hiçbir güçlük yoktur. Topal kimse için de hiçbir güçlük yoktur.
Hasta olan için de hiçbir güçlük yoktur. Sizin de kendi evlerinizde, babalarınızın
evlerinde, annelerinizin evlerinde, erkek kardeşlerinizin evlerinde, kız
kardeşlerinizin evlerinde, amcalarınızın evlerinde, halalarınızın evlerinde,
dayılarınızın evlerinde, teyzelerinizin evlerinde veya anahtarları size teslim
edilen evlerde veya arkadaşınızın evinde yemek yemenizde bir mahzur yoktur.
Birlikte veya ayrı ayrı yemenizde de bir mahzur yoktur. Evlere girdiğiniz
zaman kendinize ve ev halkına selâm verin. Bu, Allah nezdinde meşru kılınmış
ve gönül okşayıcı bir sıhhat ve afiyet temennisidir. Aklınızı kullana-sınız
diye Allah ayetleri size işte böylece açıkça beyan ediyor. .
"Âmâ
kimse için hiçbir güçlük yoktur. Topal kimse için de hiçbir güçlük yoktur.
Hasta olan için de hiçbir güçlük yoktur." ifadesinde şer'î hükmü tekit etmek
için "harec (güçlük)" kelimesi tekrar edilmiştir.
[136]
"...
anahtarları size teslim edilen evlerde... yemek yemenizde bir mahzur
yoktur." Yani başkasının vekili olduğunuz yahut korumakla yükümlü olduğunuz
evlerde...
Ayetin
manası şudur: Adı geçen kimselerin evlerinden yemek yemek, bu kimseler
bulunmasalar da onların razı oldukları bilindiği takdirde caizdir.
"Birlikte"
yani toplu halde "yahut ayrı ayrı" yani tek tek "yemenizde bir
günah yoktur." İçinde oturan kimse bulunmayan size ait "Evlere"
yahut yukarıda adı geçen kimselerin evlerine "girdiğiniz zaman
kendinize" ev halkına "selâm verin" yahut "es-selâmü
aleynâ ve alâ ibadillâhissâlihiyn" deyin. Çünkü melekler size cevap verir.
Eğer içinde oturan kimse varsa onlara selâm verin.
"Bu
Allah nezdinde meşru kılınmış mübarek" hayrı çok "vegönül
okşayıcı" dinleyenin gönlünün memnun kalacağı "bir sıhhat ve afiyet
temennisidir. Aklınızı kullanasınız" bunu anlayasınız ve işlerinizde hakkı
ve hayrı düşünesiziniz "diye Allah ayetleri" dininizin esaslarını
"bu şekilde" açık bir beyan ile "size açıklıyor. "Bu ifade
daha fazla tekit etmek ve geçmiş hükümlerin büyüklüğünü bildirmek için üçüncü
defa tekrar edilmektedir.
[137]
Raviler
bu ayetin (Nur, 24/61) nüzul sebebi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan üç
rivayet zikredeceğiz:
1- Belirli evlerde yemenin mahzurlu olmaması:
Said
b. Müseyyeb diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) ile sefere çıktıkları zaman
evlerinin anahtarını âmâ, topal, hasta kimselere yahut akrabalarına teslim eden
birşeyler alıp yemelerini söyleyen ama anahtarları teslim alanların bu evlerden
yemek yemekten sakınıp: "Ev sahiplerinin gönüllerinin bundan razı olmamasından
korkuyoruz." demeleri üzerine bu ayet (Nur, 14/61) nazil olmuştur. İbni
Cerir'in tercih ettiği görüş budur.
Bu
ayet her ne kadar söz konusu edilen özür sahiplerinin evlerinin anahtarlarını
aldıkları kimselerin evlerinden yemek yemek hususunda sakınmaları hakkında
nazil olsa da bütün insanlar için umumî bir hüküm zikretmektedir. Onların
evlerinden birşeyler alıp yemenin günah olmamasının manası, onların evlerinden
birşeyler yemek ile akrabaları, anahtarları veren müvekkilleri ve
arkadaşlarının evlerinden yemenin eşit tutulmasıdır.
2- Cihaddan geri kalan özürlülerin günahının kaldırılması:
Hasan-ı
Basrî diyor ki: Bu ayet Allah'ın kendisinden cihadı kaldırdığı âmâ İbni Ümmi
Mektum hakkında nazil olmuştur.
Ebu
Hayyan da şöyle diyor: Bu ayet âmâ, topal ve hasta kimsenin cihaddan geri
kalması hususundaki mahzuru kaldırmaktadır. Ayrıca muhatapların Allah'ın
zikrettiği bu kimselerin evlerinden birşeyler yemeleri hususundaki mahzuru da
kaldırmaktadır. Fetva verme ve beyan etme makamında bunların bir arada
cem'edilmesi, makbul olup garip karşılanmaz. Bu durumda bu ayetin öncesi ile
irtibat yönü şudur: Cenab-ı Hak izin istemenin hükmünü zikrettikten sonra
özürlülerin cihada katılmamalarının Peygamberimiz'den (s.a.) izin almaya bağlı
olmadığını beyan etmiştir.
3- Hastalarla birlikte yemek yemenin mahzurlu olmaması:
İbni
Abbas diyor ki: Cenab-ı Hak "Mallarınızı aranızda batıl yollarla
yemeyin" ayetini indirdiği zaman müslümanlar hastalar, özürlüler ve
topallarla birlikte yemek yemekten sakınmışlar ve: Yemek malların en efdalidir.
Allah Tealâ malı batıl yollarla yemekten nehyetti. Amâ kimse iyi ve güzel
yemekleri görmez, hasta olan da yemeği tam anlamıyla yiyemez. Bunun üzerine
Allah Tealâ bu ayeti indirdi.
Said
b. Cübeyr ve Dahhak diyor ki: Topal ve âmâ kimseler sağlıklı kimselerle
birlikte yemek yemekten sakınıyorlardı. Zira insanlar kendilerinden tiksiniyor,
onlarla birlikte yemek yemekten hoşlanmıyorlardı. Medine'liler âmâ, topal veya
hasta bir kimseyi, onlardan tiksinti duydukları için bulundurmuyorlardı. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.
Ayetin
nüzul sebebi ne olursa olsun ayet yemek yeyenin mal sahibinin açık yahut zımnî
izni sebebiyle rızası olduğunu bilmesi şartıyla adıgeçen kimselerin evlerinde
yemek yemeyi mubah kılmaktadır. İnsanlar aralarında genellikle akrabaları,
müvekkilleri ve arkadaşlarının evlerinde serbestçe yemek yemeleri sebebiyle bu
çeşit evler özellikle zikredilmiştir.
Bu
ayette geçen "Birlikte veya ayrı ayrı yemenizde de bir mahzur
yoktur." ifadesinin nüzul sebebi:
Katâde
ve Dahhak diyor ki: Bu ayet kendilerine Leys b. Amroğulları denilen
Kinâneoğulları'nın bir sülâlesi hakkında nazil oldu. Bunlar bir kişinin yalnız
başına yemek yemesini uygun görmüyorlardı. Hatta adam önünde yemek olduğu halde
yalnız yemekten sakındığı için sabahtan akşama kadar beklerdi. Akşam olup da
hiçbir kimseyi bulamazsa o zaman yalnız olarak yemek yerdi. Bunun üzerine Allah
Tealâ bu ayeti indirdi.
İkrime
diyor ki: Bu ayet kendilerine misafir geldiği zaman sadece misafirle birlikte
yemek yiyen Ensar'dan bir topluluk hakkında nazil olmuştu. Ayet onlara
diledikleri gibi halka halinde, toplu olarak yahut ayrı ayrı yemek yemelerine
ruhsat vermiştir.
Bu
ifade öncesiyle irtibat halindedir. Belirtilen kimselerin evinde yemek yemenin
mubah olduğu söylendikten sonra yemek yeme şeklinde de bir sakınca bulunmadığı
ifade edilmek istenmiştir. O halde bu evlerin sahipleriyle olsun veya olmasın
bu evlerde yemek yemede mahzur yoktur. Bir başka görüşe göre: Bu cümle önceki
hükme benzer ayrı bir hüküm beyan etmek için müstakil bir cümledir. Buna göre
yalnız başına yemek yemek caiz olduğu gibi misafirle birlikte yemek yemek de
emirdir.
[138]
Allah
Tealâ kölelerin ve çocukların mahrem yerlerin açılabileceği üç vakit dışında
evlere izinsiz girmelerinin hükmünü zikrettikten sonra, burada da özürlülerin
izinsiz olarak cihaddan geri kalmanın hükmünü ve ayette zikredilen evlerden
sahiplerinin rızası bilindiği zaman açık izin alınmaksızın yemek yemenin
hükmünü zikretti.
[139]
"Âmâ
kimse için hiçbir mahzur yoktur. Topal için de hiçbir mahzur yoktur. Hasta
kimse için de hiçbir mahzur yoktur." Yani bu üç kimsenin güçsüzlükleri ve
acizlikleri sebebiyle cihadı terk etmek hususunda hiçbir günah ve sakınca yoktur.
Bu tefsir Ata Horasanı ve Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den nakledilmiştir.
Cenab-ı Hak Berâe suresinde ise şöyle buyurmuştur: "Allah'a Rasulü için
samimi olmaları şartıyla ne zayıflara ne de harcayacaklarını bulamayanlara
(geri kalmakta) bir günah yoktur. İyilik edenlere karşı (kınamak için) bir yol
yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." Bir de şu
kimselere de günah yoktur. "Kendilerini bindirmen için ne zaman sana geldilerse
"Size bir binek bulamıyorum" dedin ve harcayacak bir şey bulamadılar
da kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler." (Tevbe, 9/91-92).
Fahreddin
Razî'ye göre alimlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir: Bundan murad edilen mana
şudur: Bazı kimseler bu üç kimse ile birlikte ve bu evlerde birlikte yemek
yemekten sakınıyorlardı. Allah Tealâ bu mahzuru kaldırdı.
Kanaatimce
evlere girerken izin istemek ve yaşlı kadınların dış elbise almamaları
hakkında geçen ayetler gibi bu ayet ailedeki hayat nizamı ile ilgili bir
hususla ilgilidir. Ayet ailenin sağlıklı ve özürlü fertlerini yemek esnasında
bir sofrada toplamak, özel evlerden, akrabaların ve arkadaşların evlerinden
açık bir izin olmaksızın yemek yemek hakkındaki meşakkat ve külfeti kaldırmak
istemektedir. Ayrıca hususi ev hakkındaki hüküm yakın akraba ve arkadaş eviyle
aynı şekildedir. Ayet daha sonrakilerle aynı hükmü taşıması ve buna atıf
yapılması sebebiyle evlerde yemek yemenin hükmünü zikretti. Bu, İslâm'ın yüce
adabından sosyal bir husustur.
"Evlerinizden
yemenizde size hiçbir mahzur yoktur." Yani özel evlerinizden yemek
yemenizde sizin için hiçbir günah yoktur. Bu ifade çocukların evlerini de içine
alır. Ayet bunları açıkça belirtmese de çocukların evleri insanın kendi evi
gibidir. Çocuğun evi babasının evi gibidir, çocuğun malı babasının malı yerindedir.
İmam
Ahmed Müsned'inde ve Sünen sahipleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini
rivayet etmektedirler: "Sen ve malın babana aitsiniz."
Yine
Buharî'nin Tarih, Tirmizî, Nesai ve İbni Mace'nin Sünen'lerinde Hz. Aişe'den
(r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Yediğiniz şeylerin en helâli ve en temizi kendi kazancınızla elde ettiğiniz
şeydir. Evlâdınız da sizin kazancınızdır."
"Kendinize
mahzur yoktur." ifadesi özürlülerle birlikte yemek yemenin sağlıklı
kimselerin şanını lekelemeyeceğini beyan etmektedir. Onlarla yemek yemeyerek
üstünlük taslamak reddedilmiş, şer'an ve dinen zemmedilmiştir. Bu ifadeyle
insanlara genişlik verilmiş, fertler arasındaki muhabbet, irtibat ve sevgi
bağlarının gerekleri beyan edilmiştir.
"Ya
da babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, kardeşlerinizin
evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın
evlerinden, teyzelerinizin evlerinden yemenizde de sizin için bir günah
yoktur."
Yani
Allah Tealâ yemek yemekten razı ve memnun olduklarını, cimri olmadıklarını ve
üzüntü duymadıklarını bildiğimiz onbir yerden açık izin alınmaksızın yemek
yememizi bize mubah kıldı. Eğer bu ev sahipleri sıkılır, oflar yahut
rahatsızlık duyarsa ev sahiplerinin yokluğunda yemeklerinden yemeyiz, bu
durumda sakınmaları talep edilir. Ayette geçen bu yerler şunlardır:
-
Evlerimiz ve daha önce beyan ettiğimiz çocuklarımızın evleri,
-
Babalarımızın ve dedelerimizin evleri,
-
Annelerimizin ve ninelerimizin evleri,
-
Kardeşlerimizin evleri,
-
Kızkardeşlerimizin evleri
-
Amcalarımızın evleri,
-
Halalarımızın evleri,
-
Dayılarımızın evleri,
-
Teyzelerimizin evleri,
- Ev sahiplerinden vekâlet yoluyla
anahtarlarını elimizde bulundurduğumuz evler,
-
Arkadaşlarımızın evleri...
Sahiplerinin
yemek yememizden razı ve memnun olacaklarını bildiğimiz takdirde bu evlerden
yemek yiyebiliriz. Aksi takdirde İmam Ahmed ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri
Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifinin delaletiyle caiz değildir.
Efendimiz (s.a.) buyurdular ki: "Müslüman kişinin malı ancak gönlünün
rızasıyla helâl olur." Buharî ve Müslim'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.)
rivayet ettikleri şu hadis de buna delildir: "Hiçbir kimse kimsenin
hayvanını onun izni olmaksızın sağmasın."
Bu
zikredilen yakın akrabalar genellikle ve gayet tabiî olarak yakın akrabalarının
kendi yanlarında yemek yemelerinden gönülden razı olurlar.
"Anahtarlarını
elinizde bulundurduğunuz evler'" maksat -İbni Abbas'm (r.a.) dediği gibi-:
Adamın vekili yahut malında ve hayvanında kayyımı olan kimsedir. Bu kimsenin
koruduğu malın meyvesinden yemesinde, hayvanın sütünü içmesinde hiçbir mahzur
yoktur.
Anahtarlara
sahip olmak: Başkasına ait bir evin anahtarlarını elinde tutmak ve
muhafazasında bulundurmaktır. Böyle kimselere müvekkil (vekil tayin eden kimse)
tarafından zımnen izin verilmiş demektir. Vekil bu ameline karşı ücret
almıyorsa bu kimselerin evlerinden yiyebilir ama başka yere taşıyamaz, depo
edemez; bu işine karşılık ücret alıyorsa bu evlerden yemek yemez.
Aralarında
tekellüf kaldırılan, katıksız sevgi bulunan samimî arkadaşların evlerine
gelince, arkadaşının açık veya karinelerle memnun olacağını bilirse onların
evinden yiyebilir.
Rivayete
göre Hasan-ı Basrî evine girdi. Bir de ne görsün, arkadaşları halka olmuşlar,
yatağının altından içinde tatlı yiyecekler bulunan bir sepet çekmişler, oturup
yiyorlardı. Yüzünün hatları sevinçle dolmuş, gülmüş ve şöyle demişti:
-
Biz onları -yani sahabenin büyüklerini- bu şekilde bulduk.
Arkadaşların
evlerine girmek hususunda böyle denilir. Ancak konuda açık izin veya karine
bulunmalıdır.
İmam
Ebu Hanife (rh.a.) Allah'ın bu ayetle yakın akrabaların evlerinden yemek
yenmesini ve evlerine izinsiz girilmesini mubah kılması sebebiyle yakın
mahreminin mülkünden hırsızlık yapanın elinin kesilmeyeceğine bu ayeti delil
getirmiştir. Zira izin şüphesi bulunması sebebiyle mahremin malı korunma altındaki
mal sayılmaz. Gerçek şudur ki ya açık izin bulunmalı yahut karinelerle bilinen
zımnî izin bulunmalıdır.
Cenab-ı
Hak daha sonra toplu veya yalnız olarak yemek yemenin hükmünü zikrederek şöyle
buyurdu:
"Toplu
halde yahut ayrı ayrı yemek yemenizde hiçbir mahzur yoktur." Yani nasıl
dilerseniz toplu halde veya ayrı ayrı yemek yemenizde sizin için hiçbir günah
yoktur; sizin için mubahtır.
Bu,
kişinin yalnız başına ve toplu halde yemek yemesi hususunda Allah Tealâ
tarafından verilen bir ruhsattır. Fakat toplu halde yemek yemek daha bereketli
ve daha faziletlidir.
İmam
Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Vahşi b. Harb'den, o da babasından, babası da
dedesinden rivayet ettiği hadis-i şerife göre bir adam Peygamberimiz'e (s.a.):
-
Biz yemek yiyoruz, ama doymuyoruz, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Belki de ayrı ayrı yemek yiyorsunuz. Yemek
üzerine toplanınız ve Allah'ın adım anınız ki Allah size bereket ihsan
eylesin, buyurdu.
İbni
Mace de Hz. Ömer'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz'in
(s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Toplu halde yemek yeyin.
Ayrı ayrı yemeyin. Zira bereket cemaatle beraberdir."
Allah
Tealâ daha sonra evine girenin selâm vermesinin hükmünü zikrederek şöyle
buyurdu:
"Evlere
girdiğinizde kendi ev halkınıza selâm verin." Yani birbirinize selâm
veriniz. Yahut yemek yemek için bu evlerden bir eve girdiğiniz zaman din ve
akrabalık yönünden sizden olan ev halkına selâm verin.
Ayette,
aile halkının kişinin kendisinden olduğuna, onun kendisi mertebesinde olduğuna
delâlet etmek için "enfüsiküm (kendiniz)" kelimesi kullanılmıştır.
Sanki, siz ev halkına selâm verdiğiniz zaman kendinize selâm vermiş
oluyorsunuz demektir.
"Bu,
Allah tarafından mübarek ve gayet hoş bir iyilik ve afiyet temennisidir."
Yani Allah'ın emriyle sabit olan, Allah tarafından meşru olan, daha fazla hayır
ve sevap umulan, bunu duyan kimsenin kalbinin memnun olacağı bir selâmla
selâmlayın. Zira tahıyye ve selâmın manası selâm verilen kimse için selâmet ve
esenlik talep edilmesidir. Bu selâm bereket ve hoşlukla tavsif edilmiştir.
Çünkü bu, Allah'tan daha fazla hayır ve helâl rızık umulan, müs-lümanın
sevgisini çeken müminin mümine duasıdır.
Katade
diyor ki: Ailenin yanına girdiğinde onlara selâm ver. İçinde hiç kimsenin
bulunmadığı bir eve girdiğinde: "Es-selâmü aleynâ ve alâ
ibâdillâhis-sâlihîn" de. Çünkü bu şekilde emredilmektedir. Mücahid ve İbni
Abbas (r.a.) da böyle demektedirler.
Buharî,
Cabir b. Abdillah'tan (r.a.) naklediyor: "Ailenin yanma girdiğinde onlara
Allah tarafından mübarek ve hoş bir selâm ile selâm ver."
Bu
hüküm -yani aile halkına selâm verilmesi- önceki ayetten "izin alıp aile
halkına selâm vermedikçe" ayetinden belli olsa da yakın akrabalar arasındaki
yakınlık ilişkisinin karşılıklı selâm alışverişine muhtaç olmadığı zannedilmesin
diye selâmın talep edildiği burada tekrar edilmektedir. Bu hareketler, ihmal
edilmesi sahih olmayan umumî adab ve İslâmî haklardandır.
Dahhak
diyor ki: Selâmda on hasene, rahmette yirmi hasene, bereketlerde otuz hasene
vardır.
"Düşünesiniz
diye Allah ayetleri size bu şekilde açıkça beyan ediyor." Yani bu ayetleri
düşünmeniz, Allah'ın emrini, nehyini ve adabını anlamanız ve böylece dünya ve
ahiretin saadetini kazanmanız için Allah bu ayette sizlere helâl kıldığı
şeyleri anlattığı gibi, bu surede bulunan hükümleri ve şer'î esasları şifa
verici bir beyanla açıklıyor ve dininizin esaslarını bu şekilde beyan ediyor.
[140]
Bu
ayet şu hususlara işaret etmektedir:
1- Özürlü olan -âmâ, topal ve hasta kimselerin- cihaddan geri kalmalarında
hiçbir günah ve mahzur yoktur.
Yani
gözün şart kılındığı yükümlülüklerde âmâ kimseden, yürümek şart kılman
hususlarda ve topallığın varlığıyla yapılması mazur sayılan hususlarda topal
kimseden, hastalığın oruç, namazın şartları, rükünleri ve cihad gibi farzları
düşürmekte etkili olduğu hususlarda hasta kimseden Allah günah ve cezayı
kaldırmıştır.
Bu
özürlü kimselerle birlikte yemek yemekte hiçbir engel yoktur. Kendilerinden
tiksinilmesi ve onlarla birlikte oturmaya tenezzül etmemek gibi tavırlardan
sakınmak için bu kimselere hususi bir yemek verilmesi genellikle terk
edilmiştir.
2- Yemek sahibinin razı olduğu bilindiği takdirde, âdet olarak evlerine
giren kimsenin yemek yemesinden ev sahibi hoşnut kalırsa yahut rahatsızlık
duymazsa bu durum izin gibi sayılır. Bunun için açıkça bir izin verme durumu
olmadan da bu on bir evden yemek yemeği Cenab-ı Hak mubah görmektedir. Bundan
dolayı Allah bu kimseleri özellikle zikretmiştir. Cenab-ı Hak sahiplerine has
evlerde yemek yemekle başladı. Bununla bu özel evlerle geriye kalan on ev
arasında eşitliğe işaret edilmiştir.
O
halde bu yerlerden yemek yemek hususunda mahzurun kaldırılmasının sebepleri, ya
hususî mülk, ya akrabalık, ya vekâlet ve kiralama, ya da arkadaşhktır.
Akrabalık ve evlerin hususî mülkiyeti çocukların, babaların, annelerin,
kardeşlerin, kızkardeşlerin, amcaların, halaların, dayıların ve teyzelerin evlerini
içine almaktadır. Vekâlet ise "anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz
evler" ifadesinden anlaşılmaktadır. Çünkü bu ifade müfessirlerin
çoğunluğuna göre vekilleri, köleleri ve ücretli işçileri içine almaktadır.
Herhangi bir kişinin, sahip olduğu şeyin önemsizliği yahut ucuzluğu sebebiyle
yahut arkadaşlarıyla arasındaki sevgi sebebiyle kıymetli bir şeyi ona gönül
rızasıyla vereceği bilinirse bu çeşit arkadaşlık arkadaşının evinden izinsiz
yeme-içmeyi mubah kılar. Arkadaş, sevgisinde samimî ve sadık olan,
karşısındakinin de ona olan sevgisinde samimî ve sadık olduğu kimsedir. Ancak o
arkadaşın evinden alıp bir yere depo etmek veya taşıyıp başka yere götürmek
caiz değildir. Arkadaşın malı basit ve önemsiz olsa da onun malını korumak
için bu esas getirilmiştir.
Peygamberimiz
(s.a.) Ebu Talha'nm "Beyruhâ" isimli bahçesine girer ve onun izni
olmadan o bahçede bulunan tatlı sudan içerdi.
Bundan
dolayı Malikîlerin görüşüne göre arkadaşın arkadaş lehine, yakın akrabanın
yakını lehine şahitliği caiz değildir.
3- Yalnız başına yahut yemekte toplulukta bulunanların durumu miktar ve
şekil olarak farklı olsa da toplu halde yemek yemek mubahtır. Dolayısıyla insan
yalnız başına yiyebilir, yahut yakımyla, arkadaşıyla, komşusuyla yahut müslüman
veya kâfir kişiyle yemek yiyebilir.
Bu
ayet -daha önce belirttiğimiz gibi- Kinane Kabilesi'nden Leys b. Amroğulları
hakkında nazil olmuştur. Leysoğulları kişinin yalnız başına yemek yemesini
mahzurlu görüyorlar, beraberce yemek yiyecek bir kimse buluncaya kadar günlerce
aç bekliyorlardı.
Yahut
bu ayet kendilerine misafir geldiği zaman mutlaka misafirle birlikte yemek
yiyen, yalnız başına yemiyen Ensar'dan bir gurup hakkında yahut insan tabiatı
tiksinme hususunda farklı olduğu için toplu halde yemek yemeyi mahzurlu gören
bir gurup insan hakkında nazil olmuştur.
İbni
Atıyye diyor ki: Bu âdet Araplar arasında Hz. İbrahim'den (a.s.) miras
kalmıştır. Zira Hz. İbrahim (a.s.) yalnız başına yemezdi. Araplardan bazıları
da kendilerine misafir geldiği zaman mutlaka misafirle birlikte yemek yer
yalnız başına yemezlerdi. Dolayısıyla yemek yeme sünnetini beyan etmek ve buna
muhalif Arap âdetlerini kaldırmak ve Araplara göre haram sayılan yalnız başına
yemek yemeyi mubah kılmak üzere bu ayet nazil oldu. Ayet buna karşılık güzel
ahlâkı tavsiye etti. Güzel ahlâka sarılmayı sıkı sıkı öğütledi. Beraber yemek
yiyecek kimse bulmak güzeldir ama yalnız başına yemek yemek de haram
sayılmamıştır.
4- İçerisinde oturulan evlere girerken ev halkına ve yakınlara selâm vermek
sünnettir. İçerisinde oturulmayan evlerin hükmü de böyledir. Kişi buralara
girerken: "es-Selâmü aleynâ ve alâ ıbâdillâhis-sâlihîn" diyerek kendi
nefsine selâm verir. Mescitler de böyledir. Mescitte bulunanlara selâm verilir.
Mescitte
hiç kimse yoksa: "es-Selâmü alâ rasûlillâh" diyerek selâm verilir.
İbrahim
Nehaî ve Hasan-ı Basrî "Evlere girmek istediğiniz zaman..." ayeti
hakkında buradaki "evler" den murad mescitlerdir, demişlerdir.
İbnü'l-Arabî
diyor ki: "Evler" kelimesiyle genelleme yapıldığı görüşü doğru olan
görüştür. Tahsis yapılmasının hiçbir delili yoktur. Bu umumî ifade özel yahut
başkalarına ait bütün evler kastedildiği için mutlak olarak kullanılmıştır.
Dolayısıyla insan başkasına ait eve girdiği zaman -daha önce geçtiği gibi-izin
ister. Kendine ait eve girdiği zaman da selâm verir. İbni Ömer'den (r.a.) varid
olan -zikri geçen- hadiste yer aldığı gibi "Esselâmü aleynâ ve alâ
ıbâdil-lâhis-sâlihîn" der. Evde aile halkı ve hizmetçileri varsa
"Esselâmü aleyküm" der. Mescit ise "Es-selâmü aleynâ ve alâ
ıbâdillâhis-salihîn" desin.
Kuşeyrî
diyor ki: "Evlere girmeyi istediğiniz zaman" ifadesi hakkında en
münasip görüş, bu ayetin her eve giriş için umumî olduğu şeklindeki görüştür.
Eğer evde oturan biri varsa "es-Selâmü aleyküm ve-rahmetullâhi ve
berekâtühü" der. Eğer evde müslüman olmayan kimse varsa "Es-selâmü
alâ menittebeal-Hüdâ" yahut "Es-selâmü aleynâ ve alâ
ıbadillâhis-sâlihîn" der.
5- Allah Tealâ: "İşte Allah ayetleri bu şekilde size açıkça beyan
ediyor." ifadesini peşpeşe üç ayette (58, 59 ve 61.) tekrar etmiştir.
Ancak 59. ayette te'k-it için ve bu ayette yer alan hükümlerin büyüklüğüne
işaret için "âyâtihî (ayetlerini)" kelimesini kullanmıştır.
Mana
şu şekildedir: Bu konularda dininizin esaslarını size beyan ettiği gibi
dininizde ihtiyaç duyduğunuz diğer hususları da size açıkça beyan etmektedir.
[141]
62- Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasulüne iman ederler,
toplanmayı gerektiren önemli bir meselede onunla bir araya geldikleri zaman
Peygamber'den izin almadan ayrılmazlar. Senden izin isteyenler işte onlar
Allah'a ve Rasulüne (samimiyetle) iman edenlerdir. Eğer onlar bazı işleri için
senden izin isterlerse, dilediğine izin ver. Onlar için Allah'tan mağfiret
dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
63- Peygamber'e aranızda hitap ederken birbirinize hitap eder gibi hitap
etmeyin. Allah içinizden başkalarını siper edinerek sıvışıp gidenleri çok iyi
bilir. Onun emrine karşı gelenler başlarına bir belâ gelmesinden yahut şiddetli
bir azaba uğramaktan sakınsınlar.
64- İyi bilin ki göklerde ve yerde olan her şey mutlaka Allah'ındır. Allah
sizin içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir. Kendisine döndürülecekleri
gün Allah onlara yaptıklarını haber verecektir. Allah her şeyi gayet iyi
bilir.
"Gafur
(çok mağfiret eden)", "rahim (çok merhamet eden)", "elim
(çok acıklı)", "alîm (her şeyi gayet iyi bilen)" kelimeleri
mübalağa sigasında gelmiştir.
"Sizin
bulunduğunuz durum" ve "döndürülecekleri gün" ibarelerinde ikinci
şahıstan üçüncü şahsa geçiş (iltifat) vardır.
[142]
"Gerçek
müminler" imanı kâmil olanlar "ancak o kimselerdir ki Allah'a ve
Rasulüne iman ederler," Cum'a, bayram, savaş ve idarî işlerde danışma gibi
"toplanmayı" ve müşavereyi "gerektiren" önemli, umumî
"bir meselede onunla"
Rasulullah
(s.a.) ile "bir araya geldikleri zaman ondan" Rasulullah'tan (s.a.)
"izin almadan" O da kendilerine izin vermeden kendilerine bir mazeret
çıktığı için "ayrılmazlar." İzin talebinde bulunmak ve imanın
kemalinde bunun dikkate alınması imanın sıhhatini tasdik eden bir delildir, bu
husus da muhlis olanla münafık olanı ayırd edici bir özelliktir. Rasulullah'ın
(s.a.) meclisinden izinsiz ayrılma günahının büyüklüğünü beyan etmektedir. Bu
sebeple bunu daha beliğ bir üslupla te'kit etmek üzere tekrar zikrederek şöyle
buyurdu:
"Senden
izin isteyenler işte onlar Allah 'a ve Rasulüne iman edenlerdir." Zira bu
ayet izin isteyen kimsenin hiç şüphesiz mümin olduğunu, izinsiz ayrılan
kimsenin mümin omadığını ifade etmektedir.
"Eğer
onlar bazı işleri için" meydana gelen bazı önemli meşguliyetleri için
"senden izin isterlerse" bu ifadede mübalağa ve bu izin meselesini
daraltma düşüncesi vardır. O takdirde onlardan "dilediğine" ayrılması
için "izin ver."
"Peygambere
aranızda hitap ederken" Rasulullah'ın (s.a.) sizlerle bir araya gelmesini
talep ederken "birbirinize hitap eder gibi" Ya Muhammed! diyerek
"hitap etmeyin." Bilakis yumuşaklık ve tevazu ile, alçak sesle,
"Ya Rasulallah! Ya Nebiyyallah" deyin. Yüz çevirmeyi, çekip gitmeyi
caiz görme, cevap verirken gevşeklik yapma ve izinsiz dönüp gitme gibi
hususlarda onun size olan hitabıy-la sizin birbirinize hitap etmenizi
kıyaslamayın. Zira ona derhal cevap vermeniz vaciptir. Onun izni olmadan
çıkmak ise haramdır.
"Allah
içinizden başkalarını siper edinerek" başka bir şeyin perdesi altına
girerek gizlice "sıvışıpgidenleri" mescitten çıkanları "çok iyi
bilir."
"O'nun
emrine" yani Allah Tealâ'nın yahut Rasulullah'ın (s.a.) emrine "karşı
gelenler..." Burada emir gerçekte Allah'ın emridir. Zamirin Rasulullah'a
(s.a.) raci olması da mümkündür. Çünkü burada kastedilen O'dur. Muhalefet, söz
veya davranışta muhalif bir yol tutmak demektir, "başlarına bir
fitne" bir belâ, mihnet ve dünyada imtihan "gelmesinden yahut"
ahirette "acıklı" şiddetli, can yakıcı "bir azaba uğramaktan
sakınsınlar."
"İyi
bilin ki göklerde ve yerde olan" mülk, yaratık ve kul olarak "her
şey" mutlaka "Allah'ındır." Ey mükellef olanlar! "Allah
sizin içinde bulunduğunuz durumu" iman, nifak, muhalefet ve itaati
"gayet iyi bilir." Vaîdi, azabı te'kit etmek için bildiğini
"kad" edatıyla te'kit etti. Münafıkların ceza görmeleri için
"kendisine döndürülecekleri gün Allah onlara" hayır veya şer
"yaptıklarını haber verecektir." Yani, kötü amellere karşılık
azarlama ve diğer cezalarla cezalarını verecektir. "Allah her şeyi"
onların amellerinin tamamını "gayet iyi bilir." O'na hiç bir şey
gizli kalmaz.
[143]
İbni
İshak ve Beyhaki Delâil adlı kitabında Urve Muhammed b. Ka'b el Kurazî ve
başkalarından şu rivayeti naklederler:
Kureyşliler
Hendek Savaşı için geldiklerinde Medine'de Rûme kuyusu civarında bir vadide
karargâh kurmuşlardı. Komutanları Ebu Süfyan idi.
Gatafan
kabilesi de Uhud tarafında Na'ma denilen yerde çadır kurmuşlardı.
Bu
haber Rasulullah'a (s.a.) gelmiş, Hz. Peygamber (s.a.) de Medine önüne hendek
kazmıştı. Bu hendekte Rasulullah (s.a.) da müslümanlar da çalışmıştı.
Münafıklardan bazı kimseler ağır davranmışlar, zayıf bir çalışma göstermişlerdi.
Bunlar Rasulullah'in (s.a.) bilgisi ve izni olmaksızın gizlice ailelerinin yanlarına
sıvışıp gidiyorlardı. Müslümanlardan birine mutlak bir ihtiyaç ve zaruret
meydana geldiğinde bunu Rasulullah'a (s.a.) zikrediyor, ihtiyaçlarını görmek
için izin istiyorlar, Peygamber (s.a.) de izin veriyordu. İhtiyacını görünce
de derhal dönüp geliyordu. Cenab-ı Hak o müminler hakkında bu ayetleri (Nur
24/62-64) indirdi.
Kelbî
diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) hutbesinde münafıklara ta'rizde bulunuyor ve
onları ayıplıyordu. Münafıklar sağlarına-sollanna bakıyorlar, onları hiç kimse
görmediği bir zamanda mescidden çıkıyorlar, namaz kılmıyorlardı. Eğer biri
onları görürse sebat ediyor, korkarak namaz kılıyorlardı. Bunun üze-rine ayet
nazil oldu. Bu ayetin inmesinden sonra mümin kimse Rasulul-lah'tan (s.a.) izin
almadıkça ihtiyacı için -mescitten dışarı- çıkmıyordu. Münafıklar ise izinsiz
çıkıyorlardı.
"Peygambere
aramızda hitab ederken..." 63. ayetin nûzulüyle ilgili Ebu Nüaym Delâil
adlı kitabında İbni Abbas'tan (r.aj naklediyor: Bedeviler "Ya Muhammedi Ya
Ebel Kasım!" diye hitap ediyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
"Peygambere aranızda hitap ederken birbirinize hitap eder gibi hitap etmeyin."
ayetini indirdi. Bundan sonra "Ya Nebiyyallah! Ya Rasulullah!" diye
hitap etmeye başladılar.
[144]
Eve
girerken izin isteme emrinden sonra Cenab-ı Hak evden çıkış anında da özellikle
cuma namazı, bayram namazı, cemaatle namaz ya da önemli bir iş hususunda
istişare etmek gibi toplanmayı gerektiren bir meselede Rasulullah (s.a.) ile
bir araya geldikleri zaman ayrılma anında izin istemeyi emretti. Daha sonra da,
müminlere Peygamberi (s.a.) ta'zim etmelerini, ona hitap ederken edebe riayet
etmelerini, onun emrine, sünnetine ve şeriatına aykırı davranmaktan
sakınmalarını emretti.
[145]
Şu
davranışlar zorunlu dinî ve içtimaî kurallardır.
1- Allah Tealâ buyuruyor ki: "Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki
Allah'a ve Rasulüne iman ederler. Toplanmayı gerektiren önemli bir meselede
Peygamberle bir araya geldikleri zaman Peygamberden izin almadan ayrılmazlar.
"
Yani
imanı kâmil olan müminler Allah'ın varlığını, birliğini, Rasulünün O'nun
tarafından getirdiği risaletinin doğruluğunu tasdik ederler. Cuma namazı,
cemaatle namaz, bayram namazı, düşmanla savaşmaya katılma, meydana gelen çok
önemli bir meselede danışma gibi önemli içtimaî bir meselede Rasulullah'tan
(s.a.) izin isteyip de o kendilerine izin vermedikçe onun meclisinden
ayrılmazlar.
Bu
adap önceki adabı tamamlayıcıdır. Allah eve girerken izin istemeyi emrettiğinde
evden çıkarken de izin istemeyi, özellikle toplanmayı gerektiren önemli bir
meselede Peygamberle bir araya geldikleri zaman izin istemeyi emretti.
"el-Emru'1-Cami"'
ibaresi toplanmayı gerekli kılan herhangi bir meseledir. Emr kelimesi burada
mecaz yoluyla "toplayıcı" sıfatıyla tavsif edilmiştir.
İmam
Ahmed, Müsned'inde, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Hıbban ve Hakim Ebu Hureyre'den
(r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:
"Sizden biriniz bir meclise vardığında selâm versin. Oturmayı arzu ederse
otursun. Kalktığı (ayrılacağı) zaman da selâm versin. Birinci selâm sonuncu
selâmdan daha evlâ değildir."
Cenab-ı
Hak bundan sonra izin isteme emrini imanın kemaline delâlet eden, ihlâslı olanı
olmayandan ayırd eden bir özellik sayacak tarzda daha beliğ bir üslûpla te'kit
yoluyla tekrar ederek şöyle buyurdu:
"Senden
izin isteyenler işte onlar Allah 'a ve Rasulüne (samimiyetle) iman
edenlerdir." Yani meclisinden ayrılmak için Rasulullah'tan (s.a.) izin
isteyenler, oradan çıkmak için onunla istişare edenler Allah ve Rasulünü tasdik
eden, imanın icabı ve gereğiyle amel eden kâmil müminlerdir.
Hz.
Peygamberi (s.a.) ta'zim etmek ve adaba riayet etmek için izin istemekten
sonra izin verme hürriyeti de ona ait olacaktır. Bunun için Cenab-ı Hak buyuruyor
ki:
"Eğer
onlar bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin
ver." Yani onlardan biri aniden ortaya çıkan önemli bir iş için senden
izin isterse hikmet ve maslahata uygun olarak onlardan dilediğin kimseye izin
ver.
Hz.
Ömer (r.a.) Tebuk Gazvesi'nde ailesine dönmek için Peygam-berimiz'den (s.a.)
izin istemiş, Efendimiz de (s.a.) ona izin vermiş ve:
- Git, Allah'a yemin olsun ki sen münafık
değilsin, demiştir. Efendimiz (s.a.) bu sözünü münafıkların işitmelerini
istemişti. Münafıklar bunu işitince şöyle dediler:
- Muhammed'e ne oluyor? Yakın arkadaşları ondan
izin isteyince onlara izin veriyor, biz izin istediğimiz zaman da bize izin
vermiyor. Allah'a yemin olsun ki, onun adaletle davranmadığını görüyoruz.
İbni
Abbas (r.a.) diyor ki: Hz. Ömer (r.a.) Rasulullah'tan (s.a.) umre için izin
istedi. Peygamberimiz de (s.a.) ona izin verdi. Sonra da şöyle buyurdu:
-
Ya Eba Hafs! Bizi salih duanda unutma.
Bu
ayet Cenab-ı Hakk'ın, dinin bazı hususlarını kendi re'yi ile içtihat etmesi
için Rasulüne havale ettiğine delâlet etmektedir.
"Onlar
için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir." Yani Allah'tan onlardan sadır olan hata ve kusurları
bağışlamasını iste. Zira Allah tevbe eden kullarının günahlarını
bağışlayıcıdır, onlara çok merhamet edicidir. Tevbeden sonra onları
cezalandırmayacaktır.
Bu
ifade izin istemenin makbul bir mazeretle bile olsa evlâ olanı terk etmek
anlamında olduğuna işaret etmektedir. Çünkü izin istemekle dünya menfaatleri
ahiret menfaatlerinin önüne geçirilmektedir. Dolayısıyla izin istemek daha
önemli olanı terk etmek olduğu için izin isteme sebepleri ne olursa olsun
istiğfarı gerektiren hususlardandır.
Cenab-ı
Hak daha sonra Peygamberine (s.a.) hürmet, ta'zim ve saygı gösterilmesini
emrederek şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber'e
aranızda hitap ederken birbirinize hitap eder gibi hitap etmeyin." Yani
Allah'ın Rasulünü "Ya Muhammedi Ey Abdullah'ın oğlu!" diyerek ismiyle
çağırmayın. Onu ta'zim edin. Hürmet ve ta'zimle, gayet alçak sesle ve tevazu
ile "Ya Nebiyyallah! Ya Rasulallah!" deyin.
Bu
ifade Allah tarafından peygamber'i ismiyle ya da nesebiyle çağırmaktan
nehiydir. Bu, ayetin üslûbundan açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Birbirinizin
adını anar gibi onun adını anmayın. Onu anne-babasının verdiği ismiyle
çağırmayın.
Bir
başka açıklamaya göre: Yüz çevirmeyi, çekip gitmeyi caiz görme, cevap verirken
laubali davranmak ve onun meclisinden izinsiz dönüp gitmek gibi hususlarda onun
size olan hitabıyla, sizin birbirinize hitap etmenizi kıyaslamayın. Zira ona
derhal cevap vermek vaciptir, onun izni olmadan çıkmak ise haramdır.
Cenab-ı
Hak daha sonra uyarıda bulunarak ve bu adaba aykırı davrananları tehdit ederek
şöyle buyurdu:
"Allah
içinizden başkalarını siper edinerek sıvışıp gidenleri çok iyi bilir."
Yüce
Allah hutbe esnasında mescitten sıyrılıp gidenleri yahut gizlice Hz.
Peygamber'in (s.a.) meclisinden birbirlerini veya başka bir şeyi siper edinerek
izinsiz peşpeşe sıyrılıp giden o kimseleri yakinen çok iyi bilir. Yerde ve gökte
hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O sebepleri ve şartları, söz ve fiillerden açık
olanları, gizlilikleri ve sırları gayet iyi bilir.
Ebu
Davud rivayet ediyor ki: Bazı münafıklara hutbe dinlemek ve mescitte oturmak
ağır geliyordu. Müslümanlardan biri Peygamberimiz'den (s.a.) izin istese
münafık da onu siper edinerek onunla birlikte kalkar giderdi. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.
"O'nun
emrine karşı gelenler başlarına bir belâ gelmesinden yahut şiddetli bir azaba
uğramaktan sakınsınlar."
Yani
Rasulullah'm (s.a.) şeriatına gizli-açık muhalefet eden, karşı çıkan, onun
emrinden ve ona itaatten yani onun yolundan, metodundan, çizgisinden,
sünnetinden ve şeriatından uzaklaşan kimseler -yani münafıklar- başlarına bir
mihnet ve belâ gelmesinden veya küfür ve nifak gibi dünyada bir imtihana tabi
tutulmaktan,
yahut ahirette acıklı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.
"Onun
emri" ibaresindeki zamir ya Allah Tealâ'nm emrine yahut Rasulünün (s.a.)
emrine racidir.
Bu
ayet emrin zahirî şeklinin vücup ifade ettiğine delildir. Zira emrolunan şeyi
terk eden kimse bu emre muhalif olmaktadır. Emre muhalif olan da cezaya
müstahaktır. Dolayısıyla emrolunan şeyi terk eden cezaya müstahak olmaktadır.
Vücubun da bundan başka manası yoktur.
Ayet
aynı zamanda sadece münafıkları değil, Allah Tealâ'nm emrine ve Rasulünün
emrine muhalif olan herkesi içine almaktadır.
Cenab-ı
Hak daha sonra sureye mahlûkatm çerçevesini beyan ederek ve bütün yaratıkların
Allah'ın hakimiyeti ve ilmi altında olduklarını beyan ederek son vermekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"İyi
bilin ki göklerde ve yerde olan her şey mutlaka Allah'ındır. O içinde
bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir."
Burada
ayetteki "kad" edatı daha önceki gibi tahkik içindir. Yani göklerde
ve yerde olan her şey yaratık, mülk, ilim, tasarruf, var etme ve yok etme
açısından Allah'a mahsustur. O, kulların nezdindeki gizli-açık her şeyi bilir.
Münafıklar durumlarını gözlerden örtmeye ve gizlemeye gayret etseler de
münafıkların durumları Allah'a nasıl gizli kalır?
"Allah
içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir." ifadesinin manası şudur:
Allah sizin durumunuzu bilir, görür, O'ndan zerre ağırlığınca bir şey gizli
kalmaz. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ne
yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne bundan daha küçüğü ne de daha
büyüğü Rabbindengizli kalmaz. Hepsi apaçık bir kitaptadır." (Yunus,
10/61).
"Kendisine
döndürülecekleri gün Allah onlara yaptıklarını haber verecektir. Allah her
şeyi gayet iyi bilir." Yani Allah Tealâ kıyamet gününde onlara gizledikleri
kötü amelleri bildirecek ve onları hakkıyla cezalandıracaktır: "İnsana o
gün öne aldığı ve geciktirdiği her şeyi bildirilecektir."( Kıyamet,
75/13); "Onlar yaptıklarını hazır olarak buldular. Rabbin hiçbir kimseye
zulmetmez. "(Kehf, 18/49). Allah her şeyi kuşatan tam bir ilme
sahiptir.Onlara bu durumu bildirecek, hesap ve arz gününde ansızın bu bilgiyle
onların karşısına çıkacaktır. Bu, Allah Tealâ'ya has, hüküm verme hususuna
delildir.
[146]
Bu
ayetler aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:
1- Rasulullah'm (s.a.) meclisinden ayrılma anında Rasulullah'tan izin istemek
vaciptir. Peygamberimiz'in (s.a.) dışındaki kimselere gelince - daha öncede
geçtiği gibi- misafirin eve girerken izin istemesi vacip olduğu gibi mahrem
hususlara muttali olmaması için evden çıkarken de izin alması vaciptir. Devlet
reisinden (imamdan) izin istemesi de talep edilmelidir.
Ayet-i
Kerime toplanmayı gerektiren önemli bir meselede - devlet reisinin maslahat
gereği insanları toplamaya ihtiyaç duyduğu dinde bir sünneti yaşamak, bir araya
gelmek suretiyle düşmanları korkutmak ya da savaş gibi meselelerin görüşüldüğü
bir toplantıda- izin istemeyi vacip kılmıştır. Allah Tealâ buyuruyor ki:
"İşlerinde onlarla istişare et." ( Al-i İmran, 3/159). Devlet reisinin
faydalı yahut zararlı olabilecek işlerde görüş ve meşveret ehlini ya da
insanları toplama hakkı ve selâhiyeti vardır.
2- "Onlardan dilediğin kimseye izin ver." Bu ayet-i kerime,
dinin bazı emirlerinde, şeriatın temel esaslarında ve İslâm hukukunun ruhundan
doğan şer'î esaslarla uyum içindeki görüşüyle içtihad etmesi için
Peygamberimiz'e (s.a.) yahut müçtehit imama yetki verildiğine delildir.
3- Ayet -daha önce belirttiğimiz gibi- emrin zahirinin vücup manasında olduğuna
delildir.
4- Münafıklar cemaattan gizlice çıkıyorlar ve Rasulullah'ı (s.a.) terk
ediyorlardı. Allah bütün müslümanlara onlardan hiç birinin, imanını anlamak
için Rasulullah (s.a.) kendisine izin vermedikçe dışarı çıkmamalarını emretti.
Çünkü münafıklara cuma gününden ve hutbeyi dinlemekten daha ağır bir şey yoktu.
5- "O'ndan izin almadan ayrılmazlar." ifadesiyle "onlardan
dilediğine izin ver." ifadesi bunun savaşa mahsus olduğuna delâlet
etmektedir. Ama hutbe esnasında imamın o kimseyi men etme ya da bıraktırma
gibi tercih hakkı yoktur. Daha doğru olan umumîlik ifade etmesidir. Bu daha
evlâ ve daha güzeldir. Bu Peygamberimiz'in (s.a.) her meclisini ihtiva
etmektedir.
6- Rasulullah'ı (s.a.) ta'zim etmek vaciptir. İnsanların birbirlerini
çağırdıkları gibi onu çağırmaları, "Ya Muhammedi yahut Ya Ebel-
Kasım" dememeleri sadece gayet yumuşak ve nazik bir ifadeyle, değer
vererek ve yükselterek "Ya Rasulallah" demeleri gerekir.
Nitekim
Cenab-ı Hak Hucurât suresinde şöyle buyurmaktadır: "Rasulullah'm yanında
sesini kısanlar Allah'ın, kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir.
Onlar için büyük bir ecir ve mağfiret vardır." (Hucurât,49/3)
7- Allah'ın ilminin her şeyi - bu arada münafıkların niyetlerini,
davranışlarını ve sözlerini - kuşattığı gerçeğinin te'kidi ayetlerde tekrar
edilmiştir. "Allah içinizden başkalarını siper edinerek sıvışıp gidenleri
çok iyi bilir."; "Allah sizin içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi
bilir."; "Allah her şeyi gayet iyi bilir."
Bu
durumlarda Allah'ın bildiğinin beyan edilmesi onun emrine muhalefet etmekten
sakındırmak, tehdit etmek ve bunu engellemek içindir.
8- Fıkıh alimleri "Onun emrine karşı gelenler... sakınsınlar"
ayetindeki emrin vücup için olduğuna ve Rasulullah'a (s.a.) itaat etmenin vacip
olduğuna delil getirmişlerdir. Zira Cenab-ı Hak emrine karşı sakındırmış ve
buna karşılık ceza ve azapla tehdit etmiştir: "Onun emrine karşı gelenler
başlarına bir belâ gelmesinden yahut şiddetli bir azaba uğramaktan
sakınsınlar."
Dolayısıyla
Ona karşı çıkmak haram olmakta, Onun emrine uymak da farz olmaktadır. Onun emrine
karşı gelmek şu iki şeyden birini gerektirir:
-
Dünyada ölüm, deprem, korkunç olaylar, zalim yöneticilerin musallat olması,
Rasulullah'a (s.a.) karşı çıkma uğursuzluğunun kalbe mühür olarak vurulması
gibi cezalar.
-
Ahirette ise acıklı ve şiddetli azap.
"O'nun
emrine karşı gelirler..." ifadesinin manası, O'nun emrinden yüz
çevirirler, yahut O'nun emrinden sonra aykırı hareket ederler demektir.
9- Göklerde ve yerde bulunan her şey mülk, yaratık ve ilim olarak Allah'a
mahsustur. Münafıkların durumunu bilmek de buna dahildir. Allah buna karşılık
onları cezalandırır ve kıyamet günü onlara kendi amellerini haber verir. Bu
amellerine karşılık onlara ceza verir. Allah her şeyi amelleri ve durumlarıyla
en iyi bilendir.
Bu
ifadeler Allah'ın sonsuz yüce kudretine ve mükellefe karşı sevap ve azapla ceza
verme muamelesine muktadir olduğuna, insanın gizlediği ve açıkladığı her şeyi
bildiğine ve hükmetmenin sadece Allah'a mahsus olduğuna delildir.
[147]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/367.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/367.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/367-368.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/368-369.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/370.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/370.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/370-371.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/371.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/372.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/372-373.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/373.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/373-377.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/377-379.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/379-380.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/380-382.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/382-383.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/383.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/383-384.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/384.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/384.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/384-385.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/385.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/385.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/385-386.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/387.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/387-388.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/388.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/388-394.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/394-397.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/398.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/398-399.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/399-401.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/401.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/401-403.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/403.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/403.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/403.
[38] Bu hadisi Ebu Davud "beis olmayan" bir
senedle rivayet etmiştir.
[39] Ahkâmu'l-Kur'an, III/1332.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/403-404.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/404-406.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/406.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/406-408.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/408-410.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/410-411.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/413.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/413-416.
[48] İbni Kesir, III/268.
[49] Benî Mustalık Gazvesi, Gazvetü'l-Müreysî.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/416-420.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/420.
[52] İbni Kesir, III/272.
[53] Bu sahih bir hadis olup Taberani bu hadisi Cerir'den
"Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Affetmeyen affa nail olamaz.
Pişmanlık kabul etmeyenin pişmanlığı, tevbesi kabul edilmez, "şeklinde
rivayet etmiştir.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/420-427.
[55] Razî, XXIII/187-190.
[56] Taberî, XII/212.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/427-431.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/432.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/432-433.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/433.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/433-434.
[61] Zemahşeri, 11/380.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/434-436.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/437.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/438.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/439.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/439.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/439-444.
[68] Bu hadisi Ebu Bekir Ali b. Sabit el-Hatib, Cami' adlı
kitabında zikretmektedir.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/444-446.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/447.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/447-449.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/449-450.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/450.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/450-457.
[75] Razî, XXIII/202 204.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/457-461.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/462-463.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/464.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/464.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/464-468.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/468-469.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/469-471.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/471-473.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/474.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/474-475.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/475.
[87] Razî, XXIII/237.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/475-477.
[89] Kurtubî, XII/256-264.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/477-478.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/479.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/479-480.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/480.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/480-482.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/482-484.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/485.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/485-486.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/486.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/486.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/487-488.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/489.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/490-491.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/491-492.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/492.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/492-494.
[106] Bazı nahiv alimleri "Ve yenzilü mines-semâi min
cibâlin fîhâ min beredin" ayetindeki birinci "min" edatının
ibtidâul-gâye, ikinci "min" edatının teb'ıziyye, üçüncü
"min" edatının cinsi beyan etmek için olduğunu söylemişlerdir. Ancak
bu açıklama bazı müfessirlerin gökyüzünde dolu dağları olduğu, Allah'ın doluyu
oradan yağdırdığı şeklindeki ifadelerine göredir. Burada (dağlar), bulutlardan
kinaye olarak kabul edenlere göre ayetteki ikinci "min" edatı da
ibtidâu'l-gâye içindir. Fakat bu birincisinden bedeldir. En doğruyu bilen
Allah'tır." İbni Kesir, III/297.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/494-495.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[112] Bu hüküm hak ve adalettir. Zira münafıklar gerçekte
Peygamberimiz'in (s.a.) hükümlerine karşı çıkmayı mubah sayan, onun hükmüyle
alay eden, onun adaleti ve peygamberliği hususunda anarşi ve kargaşa çıkartan
imansız kimselerdir. Bütün bu hususiyetlerde normal kâfirden ayrılırlar.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[125] Ayette geçen "ya'büdûnenî" fiili hal
mevkiindedir. Yani Allah'a ihlâsla ibadet etmeleri halinde demektir. Bu fiil
onlara övgü yoluyla yeni bir isti'naf cümlesi de olabilir.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[127] Razî, XXIV/24.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[131] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, III/331.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[133] İbnü'l-Arabî, Ahkâmul-Kur'an, III/1389.
[134] Cessas;Ahkâmul-Kur'an, III/323.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/
[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/