NUR SURESİ 4

Surenin İsmi: 4

Önceki Sure ile İlişkisi: 4

Surenin Fazileti: 4

Surenin Muhtevası: 4

Nur Suresinin Meziyeti 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Açıklaması 5

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 5

Zina Haddi Ve Zina Edenlerin Hükmü. 6

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Nüzul Sebebi 6

Açıklama. 7

Zina Haddinin Hikmeti: 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 10

1- Zinanın Haram Kılınması: 10

2- Zina fiilinde Had Cezası Uygulamanın Farz Oluşu: 10

3- Had Cezasını Uygulamada Velayet (Yetki) Sahibi Kimdir?. 11

4- Celde Aracı: 11

5- Cumhura Göre Celdenin Vasfı, Vuruş Şekli ve Vuruş Yeri: 12

6- Hadlerde Şefaat Edilmesi: 12

7- Hadleri Uygulamayı Teşvik Etme: 12

8- Hadlerin Uygulanmasında Bulunmak: 12

9- Haddin Hikmeti: 13

10- Bu ayet Mensuh mudur?. 13

11- Haram Kılınmanın Umumî Oluşu: 13

Kazifin (Zina İftirasında Bulunmanın) Cezası 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 14

Ayetler Arası İlişki 14

Açıklaması 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 17

Lianın Ve Kocanın Hanımına Zina Ettiği Şeklinde İthamda Bulunmasının Hükmü. 19

Belagat: 19

Kelime ve İbareler: 19

Nüzul Sebebi 19

Ayetler Arası İlişki 21

Açıklama. 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 21

1-  Lian Ayetleri Ve Kazif Ayeti: 22

2-  Lianın Hikmeti: 22

3- Lian lafızları Şahitlikle mi Yoksa Yemin midir?. 22

4- Lian Yapan İki Tarafın Şartları: 22

9-Liânın Reddi: 23

10- Lianın Yapılış Şekli: 24

11 - Lianın Bıraktığı Tesirler Ve Han Sebebiyle Meydana Gelen Durum: 25

12- Lian İçin Gerekli Olan Hususlar: 26

İfk (Hz. Aişe'ye İftira) Kıssası 26

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 27

Nüzul Sebebi Veya İfk (Hz. Âişe'ye İftira) Hadisesi 28

Ayetler Arası İlişki 31

Açıklaması 31

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

İfk (Hz. Aişe'ye İftira) Kıssasında Zina İthamının Ahiretteki Cezası 37

Belagat: 37

Kelime ve İbareler: 37

Nüzul Sebebi 37

Ayetler Arası İlişki 38

Açıklaması 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 39

Kelime ve İbareler: 40

Nüzul Sebebi 40

Ayetler Arası İlişki 41

Açıklaması 41

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 43

Harama Bakmanın Ve Örtünmenin Hükmü. 44

Belagat: 45

Kelime ve İbareler: 45

Nüzul Sebebi 46

Ayetler Arası İlişki 46

Açıklama. 46

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 50

Hür Kadınlarla Evlenmek, Kölelerle Mükatebe. 52

Kelime ve İbareler: 52

Nüzul Sebebi 53

Ayetler Arası İlişki 53

Açıklama. 53

Kölelerin Mükâtebe Akdi: 55

Zinaya Zorlama: 56

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 57

Allah İman Delilleriyle Gökleri Ve Yeri Nurlandırandır. 58

Belagat: 58

Kelime ve İbareler: 59

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 60

Allah Tealâ'nın Nuruyla Hidayete Eren Müminler. 61

Belagat: 61

Kelime ve ibareler: 61

Ayetler Arası İlişki 61

Açıklaması 61

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 62

Kafirlerin Dünyadaki Durumu Ve Ahirette Hüsrana Uğramaları 64

Nüzul Sebebi 64

Ayetler Arası İlişki 64

Açıklaması 65

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 66

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Kâinat Delilleri 66

Belagat: 66

Kelime ve İbareler: 67

Ayetler Arası İlişki 67

Açıklaması 68

1- Bütün Varlıkların Allah'ı Teşbih Etmeleri: 68

2- Yağmurun Yağdırılması: 68

3- Gece İle Gündüzün Birbiri Ardına Gelmesi: 69

4- Çeşitli Hayvanların Yaratılması: 69

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 70

Yeterli Beyana Rağmen Sapıklık Ve Nifak Üzerinde Devam Etme. 70

Kelime ve İbareler: 70

Nüzul Sebebi 71

Ayetler Arası İlişki 71

Açıklaması 71

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 72

Müminlerin İtaatleri Ve Emirlere Uyma Görevleri 72

Belagat: 73

Kelime ve İbareler: 73

Ayetler Arası İlişki 73

Açıklaması 73

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 74

İmanın Temelleri 75

Belagat: 75

Kelime ve İbareler: 75

Nüzul Sebebi 76

Ayetler Arası İlişki 76

Açıklaması 76

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 78

Aile İçinde İzin İsteme Durumları, Yaşlı Kadınların Dış Elbiseleri Hususunda Ruhsatlar. 79

Kelime ve İbareler: 79

Nüzul Sebebi 80

Açıklaması 80

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 82

Belirli Bazı Evlerde İzin Almadan Yemek Yemenin Mubah Olusu. 83

Belagat: 83

Kelime ve İbareler: 83

Nüzul Sebebi 83

Ayetler Arası İlişki 84

Açıklaması 84

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 86

Evden Çıkarken İzin İsteme, Hz. Peygambere (S.A.) Hitap Etme Adabı, Onun Emrine Aykırı Hareket Etmekten Sakındırma  87

Belagat: 88

Kelime ve İbareler: 88

Nüzul Sebebi 88

Ayetler Arası İlişki 89

Açıklaması 89

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 90


Rahman ve Rahim Olan Allah 'in Adıyla

 

NUR SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Nur suresi edepleri ve faziletleri beyan etmek, hükümleri ve kaideleri or­taya koymak suretiyle insanlara sosyal hayatın yolunu aydınlattığı için ve nur ayeti olan "Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur, 25) yani gökleri ve yeri nur-landırandır. O'nun nuruyla gökler ve yer aydınlanmakta, O'nun nuruyla şaş­kınlar ve sapıklar yollarını bulmaktadırlar- ayetini ihtiva ettiği için bu isimle anılmıştır. [1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin Mü'minun süresiyle olan irtibatı iki yönden ortaya çıkmaktadır:

Birincisi: Cenab-ı Hak Mü'minun suresinin başında "Namuslarını koru­yanlar" ifadesini kullandı. Burada da namuslarını korumayan zinakârların hü­kümleri, namuslu kadına iftira etmenin hükmü, ifk (Hz. Aişe'ye iftira) kıssası, zinaya teşvik edici olan gözü yummanın emredilmesi, yabancı meskenlere bak­mak için izin istenilmesi, namusu korumak için evlenmenin emredilmesi, ev­lenme masraflarından aciz kalan kimseye iffetli olmanın ve namusu koruma­nın emredilmesi ve genç kızların zinaya zorlanmaktan nehyedilmesi gibi na­musla ilgili konular zikredilmiştir.

İkincisi: Allah Tealâ 'Mü'minun suresinde yaradılış meselesindeki genel prensibi -yani, Allah mahlûkatı boşuboşuna yaratmamış, bilâkis emir ve nehiy-le yükümlülük vermek üzere yaratmıştır, prensibini- zikrettikten sonra burada da insanı isyana, sapmaya ve sapıklığa sürükleyen bazı hususlardaki emir ve nehiylerinden bir kısmını zikretti. [2]

 

Surenin Fazileti:

 

Bu surede ünsiyet ve huzur hissiyatı yer almaktadır. Çünkü mümin iffet ve gönül temizliğinden huzur duyar. Fuhuş, su-i zan ve ithamdan tiksinir.

Mücahid, Peygamberimiz'in (s.a.): "Erkeklerinize Mâide suresini öğretin. Hanımlarınıza Nur suresini öğretin." buyurduğunu zikretmiştir.

Haris b. Müdarrib (r.a.) diyor ki: Hz. Ömer (r.a.) bize: Nisa, Ahzab ve Nur surelerini öğrenin, diye mektup yazdı.

Ayrıca bu surenin hanımlara öğretilmesi hususu Hz. Aişe'den (r.a.) de ri­vayet edilmiştir. [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu sure ailenin en sağlam esaslar üzerine kurulması, tehlikelerden ve fır­tınalardan korunması, ailenin tutarlı ve düzenli olmasına ağırlık verilmesi, yı­kılmaktan ve yok olmaktan sakınılması için aile ile ilgili önemli hükümleri ih­tiva etmektedir.

Bu surenin ana maksadı iffet ve örtünme hükümlerini zikretmektir.

Sure zina cezasını beyan etmekle başladı. Bundan sonra namuslu kadınla­ra iftira (kazif) cezası, fuhuş yapma ithamında ya da çocuğun nesebini reddet­me konusunda toplumu çözülmeden, bozulmadan ve nesep karışıklığından ko­rumak için, ırzların mahremiyetini yıkmamak ve ümmeti her şeyi mubah gör­me ve ahlâkî anarşi çamuruna düşürmemek için davalı ve davacının karşılıklı lânetleşmeleri "Han" olayının hükmü beyan edildi.

Bundan sonra müminlerin annesi Hz. Aişe'nin (r.a.) masumiyetini ortaya koymak, güven, sevgi ve şeytanın vesveselerinden uzaklaşma üzerine kurul­ması gereken, ümmetin yapısını kemiren, ümmetin kalesini yıkan fuhşa teşvik edici söylentilerin tekrar edilmesiyle ve fuhşun yaygınlaşmasıyla savaşmak için tamamen su-i zan ve suçlamada aceleci olma üzerine kurulan ifk (Hz. Ai-şe'ye iftira) olayını anlattı.

Sure daha sonra özel hayatta ve toplum hayatındaki sosyal edeplerden bir demet sundu. Bunlar, evlere girişte izin istenmesi, gözlerin harama karşı yu­mulması, namusların korunması, kadınların ziynetlerini mahremi olmayanla­ra göstermemeleri -ki bu durum kadınlarla mahremi olmayan erkeklerin ihti-latının haram olduğuna delâlet etmektedir, erkek ve kadınlardan bekâr olanla­rın evlendirilmesi, Allah'ın şeriatı üzerine hak yolda yürümeleri, müslüman ai­lenin korunması, genç erkek ve kızların durumuna özen gösterilmesi ve fitne­den uzaklaşılması için aile masraflarını karşılayamayacak kimselerin iffetli ol­malarının tavsiye edilmesi hususlarıdır.

Bundan sonra şer'î hükümlerin meziyetini, bunların nur ve hidayet olduk­larını, Kur'an ayetlerinin faziletini, Allah'ın evlerinin -yani mescitlerin- özellik­lerini, kâfirlerin amellerinin faydasız olduğunu, bunun aldatıcı bir seraba veya denizlerin karanlığına benzediğini açıkladı.

Bunun ardından gece ve gündüzün değişmeleri, yağmurun yağması, gökle­rin ve yerin yaratılması, bütün canlı varlıkların Allah'a boyun eğmeleri, kuşla­rın uçmaları, garip ve acaip hayvanların yaratılması gibi kâinatın üst ve alt sayfalarında bulunan Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerine insanların dik­katini çekti.

Sonra da münafıklarla sadık müminlerin Allah ve Rasulünün hükmüne karşı birincilerin yüz çevirme ve ikincilerin itaat etme şeklindeki tavırlarını tavsif etme konusuna ve salih amel işleyen müminleri Allah'ın yeryüzünün ha­lifeleri kılacağı vaadinde bulunmasına intikal etti.

Sonunda ayetler evlerdeki köle, cariye (hizmetçi) ve çocukların üç vakitte izin istemelerinin hükmünü, cihadda özürlülerin geri kalmalarında mahzur bulunmaması, akrabaların ve arkadaşların birbirlerinin evlerinden izinsiz ye­me hususunda mahzur bulunmaması, müminlerin Rasulullah'm (s.a.) yanın­dan ayrılırken izin istemeleri, Peygamberimiz'in (s.a.) izin meselesini dilediği kimseye havale etmesi, Rasulullah'm (s.a.) meclisinde hürmetkar olmaları ve 3na hitap ederken ona ve peygamberliğine yakışacak tarzda büyük bir edep, haya ve hürmetle hitapta bulunmaları hususlarını beyan etti. [4]

 

Nur Suresinin Meziyeti

 

1- (Bu) bizim indirdiğimiz ve (uygulan­masını) farz kıldığımız bir suredir. Biz bu surede ibret alasınız diye açık açık ayetler indirdik.

 

 

Belagat:

 

Ayette "sûretün..." kelimesinin nekre olarak kullanılmış olması tefhim -de­ğerini yükseltmek- içindir. Yani bu, Allah'ın indirdiği şanı yüce bir suredir. Bu ifadede bu sureye itina edilmesi, özen gösterilmesi uyarısında bulunulmakta­dır. Bu ifade tabiiki bunun dışındakilere itina gösterilmemesi anlamına gel­mez.

"Bu bizim indirdiğimiz ... bir suredir. Biz bu surede ... açık ayetler indir­dik." ifadesinde bu sureye itina edilmesini vurgulamak için ıtnab yapılmıştır. Bu da umumî ifadeden sonra hususî ifade zikredilmesi şeklindedir.[5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bu sure" Sure kelimesi ıstılah olarak: Cibril aleyhisselâm vasıtasıyla ge­len ilâhî vahiyle ve Peygamberimiz'den (s.a.) sabit olan nakille (tevkifi olarak) başı ve sonu şer'an belirlenmiş olan Kur'an ayetlerinden bir guruptur.

"bizim indirdiğimiz" Rasul'e verdiğimiz ve kendisine vahyettiğimiz bir su­redir. Yüksekten aşağıya gönderilme demek olan ve geldiği makamın yüksekli­ğine işaret eden nüzul (iniş) kelimesi bu Kur'anın her şeyden yüce ve yüksek olduğuna ve O'nun dışındaki her şeyin O'ndan düşük bir seviyede olduğuna ve Allah tarafından geldiğine delâlet etmek içindir. Bu ifadeden Allah Tealâ'nm bir cihette bulunduğu anlaşılmaz. Ve uygulanmasını "farz kıldığımız bir sure­dir. " Farz, kelime manasıyla takdir etmek yahut sert bir şeyi kesmek demektir. Burada murad edilen mana ise icaptır. Yani biz bu surede bulunan hükümleri kesin bir şekilde farz kıldık, demektir.

"Biz bu surede ibret alasınız" düşünesiz, öğüt alasınız ve haramlardan sa-kmasmız "diye açık açık ayetler indirdik." Ayat kelimesi alâmet manasındaki "ayet" in çoğuludur. Buradaki anlamı ise, belirli bir maksadı ifade etmek üzere kelimeleri arasında irtibat bulunan Kur'an-ı Kerimdeki her bir cümledir. [6]

 

Açıklaması

 

Bu sureyi Rasulullah'a (s.a.) biz verdik, biz vahyettik. Zina, kazif, Han, hayrı terk etme üzerine yemin, izin isteme, gözü harama karşı yummak ziynetlerin mahrem olan ve olmayanlara gösterilmesi, bekârları evlendirme, nikâh imkânı bulamayanların iffetli olmaları, kölelerle yapılan mükâtebe sözleşmesi, genç kızların zinaya zorlanması, Rasulullah'a (s.a.) itaat etme ve müminlere selâm verme hükümleri gibi bu surenin içinde bulunan hükümleri farz kıldık.

Biz bu surede düşünmeniz ve dolayısıyla Allah'ın birliğine ve kudretine anmanız için Allah'ın birliğine ve mükemmel kudretine delâlet eden gayet açık alâmetler ve gayet anlaşılır deliller indirdik. "Ve enzelnâ fihâ âyâtin beyyinâtin..." cümlesinin tekrarı bu surenin şanına son derece itina gösterilmesi içindir. Umumi ifade taşıyan kelimeden sonra özel ifadeli kelimenin gelişinin sebebi daima buna itina gösterilmesi içindir. [7]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Nur suresi aile ve toplumda en sağlam sistemi ve en ideal hayat tarzını gösteren apaçık ayetleri ihtiva etmektedir. Bu ayetlerle iffet, sakınma, ırzı koruma, haramlardan sakınma; masıyet ve rezaletlere çağıran şeytanî vesveselerden ve meşguliyetlerden uzak, gönül huzuru ve tatminkârlığın temini amacı güdülmektedir.

Yine bu hükümlerle müminlere hatırlatma yapılmakta, öğüt verilmekte, nefisler terbiye edilmekte, bu ayetlerle mümin Allah'ın celâlini ve azametini, :ilim ve kudretini, Allah'ın büyük-küçük her şeyin hesabını göreceğini hatırlatan takva derecesine ulaştırılmaktadır.

Bu sebeple sure kendisine itina edilmesi ve hükümlerine önem verilmesine işaret ederek başladı. Surenin ihtiva ettiği hükümler gelecek konuların başlıklarıdır. [8]

 

Zina Haddi Ve Zina Edenlerin Hükmü

 

2- Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Al­lah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bunlara Allah'ın dininde acıma hissi sizi tutmasın. Müminlerden bir gurup da bunların azabına (cezasına) şahit olsun­lar.

3- Zina eden erkek zina eden veya müş­rik olan kadından başkasını nikahla­maz. Zina eden kadını da zina eden ve­ya müşrik olan erkekten başkası nikah­lamaz. Bu, müminler üzerine haram kı­lınmıştır.

 

Belagat:

 

"Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız" ifadesi teşvik ve yöneltme içindir. [9]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Zina eden kadınla zina eden erkekten" ifadesinde evli olmayanlar söz ko­nusudur. Zina kelimesi fasih Arapçada maksûrdur ('ya' harfiyle kullanılmakta­dır). Bu Hicazlılarm kullanışıdır. Necd ahalisinin kullanışında medli ('elif har­fiyle) kullanılmaktadır.

Erkeğin zina etmesi: Mülkü (nikâhlısı, cariyesi) olmayan ve mülkiyet şüp­hesi bulunmayan bir kadınla ön taraftan cinsî münasebette bulunmasıdır. Ka­dının zina etmesi de: Zina etmesi için kendini erkeğe teslim etmesidir.

"... her birine yüzer değnek vurun." Ayette geçen celd, cilde vurmak demek­tir. Bu evli olmayan bekâr kimsenin hükmüdür. Zira sünnette evli kimsenin haddinin recm (ölünceye kadar taşlanmak) olduğu sabit olmuştur. Recmin şartı olan ihsan, hür olmak, akıl sahibi olmak, baliğ olmak, sahih bir nikâh altında bulunmak ve -Hanefîlere göre- müslüman olmak demektir.

"Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bunlara Allah'ın dinin­de" O'nun hükmünde ve O'na itaatte "acıma hissi", şefkat ve merhamet "sizi tutmasın."

"Müminlerden bir gurup" ifadesindeki taife kelimesi bir kişi için de birden fazla kişi için de kullanılır, "da bunların azabına şahit olsunlar." Burada mu-rad teşhirin meydana gelebileceği bir topluluktur ki en azı üç kişidir. Böyle bir gurubun bulunması cezada ilâvede bulunmaktır. Zira suçlunun teşhir edilmesi cezasının yapacağı tesirden daha çok tesirli olabilir.

"Zina eden erkek zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahla­maz. " Bunlar ancak böyle biriyle evlenir. Yani zina eden kadınla zina eden er­kek için genellikle uygun olan kendi benzerleriyle nikâhlanmaktır. Zira benzer­lik ülfetin gönül sıcaklığının ve kucaklaşmanın sebebidir, farklılık ise nefret se-aebidir.

Bu, ayette zina eden erkek öne alınmıştır. Çünkü anlatılmak istenen ka­lınlarla evlenme arzusu içinde bulunan erkeklerin durumunu beyan etmektir. Zira burada asıl olan arzu ve istek duyan erkektir.

"Bu, müminler üzerine haram kılınmıştır." Yani seçkin müminler üzerine zina eden kadınlarla nikahlanmak haram kılınmıştır. Çünkü bu durum sahip­lerini fasıklara benzetmekte, töhmete maruz bırakmakta, kötü sözlere sebebi­yet vermekte, neseplerin bozulmasına ve diğer kötülüklere sebep olmaktadır. Bu sebeple sakınma yerine mübalağa olarak haram kılınma ifadesi kullanıl­mıştır. [10]

 

Nüzul Sebebi

 

Nesaî Abdullah b. Amr'dan (r.a.) rivayet ediyor: Ümmü Mahzul (veya Üm-mü Mehdûn) denilen bir kadın vardı. Bu kadın zina ediyordu. Peygamberi-nıiz'in (s.a.) sahabilerinden biri bununla evlenmek istedi. Bunun üzerine Ce-nab-ı Hak şu ayeti indirdi: "Zina eden kadını zina eden veya müşrik olan erkek-:en başkası nikahlamaz. Bu, müminler üzerine haram kılınmıştır."

Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve Hakim, Amr b. Şuayb'dan o babasından, o da dedesinden rivayet ediyor: Ensardan Mekke'ye taşımacılık yapan Mersed adlı bir adam vardı. Onun Mekke'de Anâk adı verilen bir hanım dostu vardı. Mersed bu kadını nikahlamak için Peygamberimiz'den (s.a.) izin istedi. Pey­gamberimiz (s.a.) ona hiçbir cevap vermedi. Bunun üzerine şu ayet indi: "Zina iden erkek zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz." Bu­nun üzerine Peygamberimiz (s.a.): "Ya Mersed! Zina eden erkek zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz. O kadını nikahlama." buyurdu.

Müfessirler diyor ki: Bu ayet ya adı geçen Mersed b. Ebî Mersed hakkında ya da Medine'de bulunan cariyelerden veya Hristiyanlardan fahişe kadınlarla evlenmek hususunda Peygamberimiz'den (s.a.) izin isteyen fakir muhacirler­den bir gurup hakkında nazil olmuştur. Allah onların hakkında bu ayeti indir-

Bu ayetin zahiri iffetli kadının zina eden erkeğe, zina eden kadının da if­fetli erkeğe haram olmasıdır. [11]

 

Açıklama

 

"Zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun." Bu ayet birinci ayette: "Bu, bizim indirdiğimiz ve uygulanmasını farz kıldığımız bir suredir." ayetinde işaret edilen hükümleri beyan etmeye başlamaktadır. Bu ayet, zina edenlere verilecek had cezasını beyan etmektedir.

Ayetin manası, zina eden kadınla zina edenlerden hür, âkil, baliğ ve bekâr olanlardan her birine yüz değnek vurmaktır. Zina haddi hakkındaki ayetin zi­na eden kadınla, hırsızlık haddi hakkındaki ayetin hırsızlık eden erkekle baş­lamasının hikmeti şudur:

Çünkü zinaya sebebiyet ve teşvik genellikle kadından gelir. Kadın üzerin­de zinanın ayıbı daha şiddetli ve ondaki tesiri daha devamlıdır. Hırsızlık ise ge­nellikle erkekler tarafından yapılır. Erkekler hırsızlığa kadınlardan daha cür'etli ve daha atılgandırlar. Bu sebeple erkekler kadınlardan önce zikredil­mişlerdir.

Ayetin zahiri zina edenlerin had cezasının mutlak olarak yüz değnek vu­rulması şeklindedir. Fakat kesin mütevatir sünnette evli olanla olmayan ara­sında farklılık rivayet edilmiştir.

Evli olup zina edenin cezası öldürülünceye kadar taşla taşlanmaktır. Bu-harî ve Müslim Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) Efendimiz'in (s.a.) şu hadisini ri­vayet etmektedirler: "Müslümanın kanı ancak şu sebepten biriyle helâl olur:

a) Zina eden evli kadın,

b) Cana can,

c) Dinini terk eden, İslâm cemaatinden ayrılan kimse."

İbni Mace dışında Kütüb-i Süte sahipleri, İmam Malik Muvatta'da ve Ah-med Müsned'inde Ebu Hureyre (r.a.) ve Zeyd b. Halid el-Cühenî'den (r.a.) riva­yet ediyorlar ki: İki bedevi Arabî Peygamberimiz'e (s.a.) geldiler. Biri dedi ki:

Ya Rasulallah! Benim oğlum bunun yanında ücretli işçi idi. Onun hanımıyla zina etti. Oğluma karşılık ona yüz koyun ve bir cariye fidye teklif ettim. İlim ehli­ne sordum. Bana oğlumun üzerine yüz değnek vurulması ve bir yıl sürgüne gön­derilmesi cezası ve bu kadına da recm (ölünceye kadar taşlanma) cezası olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) buyurdular ki:

"Nefsimi kudretinin elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, sizin aranızda Al­lah Tealâ'nm kitabıyla hükmedeceğim: Cariye ve koyun sana iade edilmiştir. Oğluna yüz değnek vurulacak ve bir yıl sürgün edilecektir.! -Eşlem Kabilesin­den bir adama hitaben-:

Kalk ya Üneys! Bu adamın hanımına git. Zinayı itiraf ederse onu recm et! dedi. Üneys o kadına gitti. Kadın zinayı itiraf edince Üneys kadını recm etti.

Sahabeden bir guruptan sahih hadis kitaplarında mütevatir nakille riva­yet edildiğine göre Mâız b. Malik el-Eslemî Peygamberimiz (s.a.) mescitte iken onun huzurunda dört defa zina itirafında bulundu. Peygamberimiz (s.a.) onun recm edilmesini emretti.

Müslim, Ahmed ve Ebu Davud Büreyde'den (r.a.) rivayet ettiğine göre Ga-mid oğullarından bir kadın zina itirafında bulundu. Kadın doğum yaptıktan sonra Peygamberimiz (s.a.) bu kadını recm etti.

Haricîler recm cezasının meşru olduğunu inkâr ettiler. Onlara göre had ce­zası ikiye bölünemez. Dolayısıyla Cenab-ı Hak şu ayette cariyelerin haddini hür ve evli kadınların haddinin yarısı olarak tespit ettiğine göre recm cezası­nın hür ve evli kadınların cezası olması doğru olamaz. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "O kadınlar evlendikten sonra bir fuhuş işlerlerse o durumda üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir." (Nisa, 4/25).

Ayrıca recm Kur'an'da zina haddi ayetinde zikredilmiştir.

Kur'an'daki yüz değnek ayeti bütün zina edenler için genel bir hükümdür. Bu ayet recm haddi hakkında rivayet edilen haber-i vahidle tahsis edilemez.

Cumhur bu delillere şu şekilde cevap vermişlerdir: Haddin ikiye bölünme­si celde hakkında varit olmuştur. Onun dışındaki ceza -yani recm- genel ifade dahilinde aynen kaldı. Ayrıca şer'î hükümler maslahatların (kamu menfaatleri­nin) yeniliğine göre iniyordu. Recmin farz kılınmasını gerekli kılan maslahat 'kamu menfaati) belki de celde ayetinin inmesinden sonra meydana gelmişti. Kur'an'ın umumi ifadelerinin haber-i vahid ile tahsis edilmesine gelince, bu bi­ze göre caizdir. Bununla birlikte recm hadisleri manevî tevatür ile sabittir. Bu konuda ancak şekillerin ve hususî durumların tafsilatları hakkında varit olan hadisler âhâd hadislerdir.

"Muhsan" olmanın şartları: Baliğ olmak, akıl sahibi olmak, hür olmak, sa­hih bir evlilik bağı altına girmektir. İmam Ebu Hanife ve Malik buna "Müslü­man olmak" şartını ilâve ettiler. Onlara göre zimmî recm edilmez. Bu iki ima­ma verilen cevap Peygamberimizin (s.a.) Yahudinin recmedilmesini emretmiş olmasıdır.

Evli olmayan -bekâr olan- kimsenin zina haddi ayete göre yüz değnek vu­rulmasıdır.

Cumhura göre bu ceza sadece yüz değnek vurulması değildir. Ancak buna sünnette sabit olan delille bir yıl sürgün cezası da ilâve edilir.

Bu hadislerden biri az önce geçen ücretli işçi kıssasında yer alan: "Oğluna yüz değnek vurulması ve bir yıl sürgün cezası vardır." hadisidir.

Bir diğer hadis İmam Ahmed, Buharî ve Nesaî dışındaki Kütüb-i Sitte sa­hiplerinin Ubade b. Samit'ten (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Benden alın. Allah o kadınlar için bir yol gösterdi: Bekâr be­kârla zina ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası, evli evli ile zina ederse yüz değnek ve recm cezası vardır."

Ancak evliye celde vurulması sünnet-i nebeviyyede amel edilen bir hüküm olarak istikrar bulmamış, tatbik edilen -daha önce geçtiği gibi- sadece recm ol­muştur. Bir yıl sürgün cezası cumhurun görüşüdür.

İmam Ebu Hanife ise diyor ki: Sürgün had cezasından değildir. Sürgün devlet başkanının görüşüne ve hükmüne havale edilmiş bir tazir cezasıdır.

Zahirîler ise geçen Ubade hadisiyle amel ederek evli kadına hem celde hem de recm cezası verilmesinin vacip olduğu görüşündedirler.

"Zina eden kadın ve zina eden erkek" ifadesinin umum manası müslümanı da kâfiri de içine alır. Ancak harbî olan kimseye zina haddi tatbik edilmez. Çünkü o bizim hükümlerimize bağlı olma sözü vermemiştir. Zimmiye cumhu­run görüşüne göre celde vurulur. İmam Malik'ten zimmi zina ettiği zaman cel-de vurulmayacağı rivayet edilmiştir.

"Bunlara Allah'ın dininde acıma hissi sizi tutmasın." Yani şefkat ve mer­hamet duygusu sizi zina edenlerin had cezasını terk etmeye sevk etmesin. Bu Allah Tealâ'nın hükmüdür. Allah'ın hadlerini tatil etmek caiz değildir. Nassa sarılarak Allah'ın haramlarını koruma gayreti içinde olmak vaciptir.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed ve Kütüb-i Süte sahiplerinin Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadırlar: "Nefsim kudretinin elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fa-iıma hırsızlık yapmış olsa onun da elini keserim."

"Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız..." Yani siz Allah'ı ve hesabın ve cezanın görüleceği ahireti tasdik ediyorsanız zina eden kimseye hadleri uy­gulayın. O ve benzerlerinin kaçınması için acıtıcı olmayan darbeleri şiddetle vurun. Bu ifade Allah'ın hadlerini tatbik ve tenfiz etmeye şiddetli bir teşvik, kuvvetli bir yönlendirmedir. Ahiret gününün zikredilmesiyle haddi tam anla­mıyla yerine getirmede yumuşaklık duygusundan etkilenen müslümanlara ce­za verileceği hatırlatılmaktadır.

Hadis-i şerifte varit olmuştur ki: (Kıyamet günü) had cezasından bir kam­çı eksilten bir vali getirilir. Ona:

- Bunu niçin yaptın? denilir. O da:

- Ya Rabbi! Kullarına rahmet etmek için, der. Allah:

- Sen onlara benden daha mı merhametlisin? der ve ateşe atılmasını emre­der.

"Müminlerden bir gurup da onların azabına (cezasına) şahit olsunlar." Ya­ni zina edenlere daha ziyade işkence olması için müslümanlardan bir gurubun önünde haddin uygulanması açıktan olsun. Çünkü zina edenlere insanların hu­zurunda celde vurulunca bu durum onları terbiye etme hususunda daha tesirli ve onları ezme hususunda daha faydalı, daha şiddetli bir tehdit, ihtar ve azar­lama olmaktadır.

"Taife"nin en azı bir kişidir. Denilmiştir ki: Taife iki veya daha fazlasıdır. Bir başka görüşe göre, üç kişi veya daha fazlasıdır. Bir diğer görüşe göre, dört kişi ve fazlasıdır. Çünkü zina şahitliğinde dört kişiden azı yeterli olmamakta­dır. Bir görüşe göre taife beş kişidir. Bir başka görüşe göre de on kişi veya daha fazlasıdır.

Katade diyor ki: Allah bir öğüt, ibret ve şiddetli ceza olması için mümin­lerden bir gurubun zina edenlerin azabına -cezasına- şahit olmalarını emretti. Bu görüş benim takdirime göre en evlâ görüştür.

Zina şu üç şeyden biriyle sabit olur:

1- İkrar veya itiraf: Bu İslâm devrinde fiilen vaki olan bir olaydır.

2- Beyyine (delil) yahut şahitlik: Yani dört hür adil müslüman kişinin fi­ilen zina halinde ve bu durumun mücerret gözle görülmesi şartıyla şahitlik et­meleri. Ancak bu durumu mücerret gözle görmek çok nadir olup pek az defa meydana gelmiştir.

3- Bilinen bir kocası olmaksızın kadının hamile kalması. [12]

 

Zina Haddinin Hikmeti:

 

Zina haddinin hikmeti, ırzları ve hakları korumak, neseplerin karışmasını engellemek, iffet, namus ve toplumun temizliğini temin, sahipsiz çocukların meydana gelmesine, zührevi hastalıkların yayılmasına mani olmak, kadının nefsine değer vermek ve kendi geleceğini koruma altına almaktır.

Huzeyfe'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s .a.) buyurdular ki: "Ey insanlar topluluğu! Zinadan sakının. Çünkü zinada üçü dünyada üçü ahirette altı haslet vardır. Dünyada olan hasletler şunlardır:

- Zina güzelliği giderir,

- Fakirlik meydana getirir,

- Ömrü eksiltir.

Ahirette olan hasletler ise şunlardır:

- Zina Allah Tealâ'nın gazabına,

- Hesabın kötülüğüne,

- Cehennem azabına sebep olur.

"Zina eden erkek zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahla­maz. " Bu ifade yaygın olan bir durumu bildirmekte, bununla ıstılahî anlamda­ki haram kastedilmemektedir. Sadece sakınma, uzaklaşma ve elini çekme amacı güdülmektedir. Mana şudur: Fasık ve facir olan zinakâr erkek kendisi gibi zina eden fasık kadınlarla evlenmeyi arzu eder. Bu tip erkek genellikle sa-liha bir kadınla nikâhlanmayı arzu etmez. Sadece fasık ve terbiyesiz kadınla yahut ırz ve namusun mahremiyetine önem vermeyen ve iffetli olup olmamaya aldırış etmeyen kendisi gibi müşrik bir kadınla evlenmeye meyleder.

Zina eden namussuz kadın da genellikle kendisi gibi zina eden namussuz ya da genellikle iffetli olmayan müşrik bir erkekle evlenmeyi arzu eder.

Burada "zina eden erkek" ile bir önceki ayette ise "zina eden kadın" la baş­lanmıştır. Çünkü bu ayet nikâhtan ve evlenme teklifinde bulunup arzuyu orta­ya koymaktan bahsetmektedir. Genellikle bu çeşit teklif kadından değil erkek­ten gelir. Ama zinaya teşvik çoğunlukla kadından olur. Dolayısıyla önceki ayet­te kadın ile başlanmıştır. Kadın zinada asıl unsurdur. Nikâhta ise erkek asıl­dır. Çünkü genellikle nikâhı arzu eden ve talip olan erkektir.

Ayetteki bu iki cümlenin manası aynı değildir. Zira birinci cümle zina eden erkeğin iffetli mümine hanımları arzu etmediğini anlatmaktadır. İkinci cümle ise zina eden kadının iffetli mümin erkekleri arzu etmediğini, sadece facir ve müşrik erkeklere meylettiğini anlatmaktadır. Böylece mana farklı olmaktadır. Zira zina eden erkeğin ancak kendi benzerini arzu etmesinden kendisi gibi ol­mayanları istemediği manası anlaşılmaz. Ayet kadm-erkek her iki tarafta uyum, uygunluk, anlaşma ve benzerlik olduğunu açıklamaktadır.

Bugün artist kadın ve erkekler gibi sanatçıların kendisi gibi sanatçı ve ar­tist kimselerle evlenmek istediklerini duyuyoruz. Çünkü onların kanaatlerine göre her iki tarafın aynı işlerinde devam etmeleri için kıskançlık unsuru kaldı­rılmalıdır. Aksi takdirde evlilik yıkılmaya, kaldırılmaya, yok olmaya mahkûm­dur.

Nasıl iffetli erkek sadece iffetli kadınları kabul ederse iffetli şerefli kadın da hiçbir zaman kocasının rezil bir durumda olmasını, iffet ve namus sınırları­nı aşmasını kabul edemez.

Belki de kadın bu konuda erkekten daha çok öfke, kızgınlık ve nefret du­yar. Aksi de olabilir. Buradaki ölçü dindarlık, ahlâk, hassas duygular, mahre­miyet ve ırz hususunda dini kıskançlık bulunmasıdır. Halbuki bugün doğuda ve batıda ahlâk ve değerler sözlüğünden ırz meselesini kaldıran dinsiz madde­cilerde yaygın olduğu gibi erkekle kadın arasındaki ilişkinin sadece maddî ve şehevî bir ilişki olarak kabul edilmesi yaygınlaşmaktadır.

"Bu müminler üzerine haram kılınmıştır." Zina eden kadınla evlenmek mümin erkeklere ya da iffetli kadınları facir erkeklerle evlendirmek haram kı­lınmıştır. Haram kılınmaktan murad sakındırmak ve iffetli olmak manasında olup insanları zinadan şiddetle uzaklaştırmak içindir. Çünkü bu fasıklara ben­zemek demektir, töhmete maruz bırakır, kötü söze sebebiyet verir. Nesepte ten­kide ve başka kötülüklere sebep olur.

Bu görüş Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ile tabiinden bir gurup ile çeşitli diyar-lardaki fakihlerin cumhurunun görüşüdür. Dolayısıyla zina eden kadınla ev­lenmek caizdir. Zina o kadını kocasına haram kılmaz. Aralarını ayırmak da va­cip değildir.

Taberanî ve Darekutnî'nin Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerif bu­nu te'yit etmektedir:

Rasulullah'a (s.a.) bir kadınla zina edip onunla evlenmek isteyen adamın durumu soruldu. Efendimiz (s.a.): "İlki zinadır. Sonuncusu nikâhtır. Haram he­lâli haram kılmaz." buyurdu.

Ayetteki "haram olma" hükmü ayetin varit olduğu sebeple tahsis edilmiş­tir. Yahut "İçinizden bekâr olanları evlendirin." (Nur, 24/32) ayetiyle mensûh-tur. Çünkü bu ayet zina edenleri de içine almaktadır.

Seleften bir gurup (Hz. Ali, Hz. Aişe, Bera b. Azib ve bir rivayette İbni Me-sud) şöyle demişlerdir: Kim bir kadınla zina ederse yahut o kadınla bir başkası zina ederse zina edilen o kadınla evlenmesi helâl değildir. Hz. Ali (r.a.) diyor ki: Adam zina ettiği zaman bundan dolayı hanımından ayrılmasına hükmedilmez. Kadın da zina ederse böyledir.

Bu gurubun delilleri şunlardır:

a) Ayetteki "haramlık" zahiriyle alınır.

b) "Zina eden erkek zina eden veya müşrik olan kadınlar başkasını nikah­lamaz. " ayetindeki haber nehiy manasmdadır.

c) Buna delâlet eden hadisler vardır. Bu hadislerden biri Ebu Davud'un Ammar b. Yasir'den (r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifi­dir: "Deyyus Cennete giremez."

Yine İmam Ahmed'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayetine göre Peygam­berimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üç kişi vardır ki Cennete giremez ve kıyamet günü Allah onlara bakmaz.

- Anne ve babasına isyan eden,

- Erkeklere benzeyen erkekleşmiş kadın,

- Deyyus,

Üç kişi vardır ki Allah kıyamet günü onlara bakmaz:

- Anne ve babasına isyan eden,

- Ayyaş,

- Verdiğini başa kakan kimse."

İmam Ahmed'e göre iffetli erkekle fahişe kadın arasında yapılan nikâh ak­di, kadın bu durumunda devam ettiği müddetçe sahih olmaz. Bu kadına tevbe etmesi teklif edilir de tevbe ederse bununla yapılan nikâh akdi sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz. Yine "Bu müminlere haram kılınmıştır." ayetine binaen hür ve iffetli bir kadının facir, zinakâr bir erkekle evlendirilmesi, erkek sahih bir şekilde tevbe etmedikçe sahih olmaz.

Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost­lar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere onları ailelerinin izniyle ken­dinize nikahlayın." (Nisa, 4/25); "... fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edin­meyen namuslu kadınlar..." (Maide, 5/5). [13]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet aşağıdaki hükümlere delâlet etmektedir:

 

1- Zinanın Haram Kılınması:

 

Zina büyük günahlardandır. Çünkü Allah Tealâ zinayı şu ayette şirkle ve adam öldürmekle bir arada zikretmektedir: "Onlar Allah 'la birlikte başka bir ilâha tapmazlar. Allah 'm haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina et­mezler. Kim bunu yaparsa büyük cezaya çarpar." (Furkan, 25/68).

Çünkü Cenab-ı Hak zinada had cezasını -yüz değnek vurulmasını- vacip kılmış; evliler için recm cezasını koymuştur. Allah müminleri bu konuda acıma duymaktan nehyetmiş, suçluları teşhir için mümin gurubun şahit kılınmasını emretmiştir. Ayrıca az önce geçen Huzeyfe hadisi de buna delildir: "Ey insanlar topluluğu! Zinadan sakınınız. Çünkü zinada altı haslet vardır..."

Zina: Bir erkeğin nikâhsız olarak veya nikâh şüphesi bulunmaksızın bir kadının fercine, kadının teslim olmasıyla duhûlde bulunmasıdır. Yahut tabiat gereği şehvet duyulan ve seran haram olan bir ferce diğerinin organının idhal edilmesidir. Ancak böyle olduğu zaman had cezası vacip olur.

Livata (homoseksüellik) hükmü: İmam Şafiî'nin sahih olan görüşüne, İmam Malik, İmam Ahmed, Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşüne göre zina hükmüdür. Lutîlik yapan zinakâr sayılır ve ayetin umumî ifadesine dahil olur. İmam Şafiî'ye göre şu delile binaen bu kimseye zina cezası uygulanır:

Beyhakî Ebu Musa el-Eş'arî'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmiştir: "Bir adam bir adamla cinsî münasebette bulunursa ikisi de zi-nakârdır."

Malikîler ve Hanbelîlere göre bunun cezası recimdir. Bazı Hanbelîler ise livata cezasının ya yüksek bir yerden atmak, ya bir duvarın üzerine yıkılması, ya da taş atılmak suretiyle öldürülmek olduğu görüşündedirler.

İmam Ebu Hanife ise lûtînin sadece ta'zir edilmesi ve had uygulanmaması görüşündedir. Zira livatada neseplerin karışması yoktur. Livatada genellikle li­vata yapanın öldürülmesine sebep olacak derecede tartışmalar da meydana gelmemektedir. Livata zina değildir, ona mihir de icap etmez, had cezası da uy­gulanmaz. Ayrıca Peygamberimiz (s.a.) bir müslümanın şu üç sebeple öldürül­mesini mubah görmüştür: Evli kimsenin zina etmesi, cana haksız yere kıyılma­sı ve dinden dönülmesi. Peygamberimiz burada lûtîlik yapanı zikretmemiştir. Çünkü bu kimse zinakâr diye isimlendirilmez. Peygamberimiz'in (s.a.) livata hakkında bir hüküm verdiği de sabit olmamıştır.

Fıkıh âlimleri zorla boşalma ve elle istimna (mastürbasyon) durumunda ta'zir, te'dip ve azarlamanın meşru olduğunda ittifak etmişlerdir.

Hayvanlarla cinsî münasebete gelince: Dört mezhep imamları bunu yapan kimseye karşı onu sakındırmak için devlet başkanının uygun göreceği bir ta'zir cezası verilmesi hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bozulmamış fıtrat bun­dan nefret eder.

Nesaî'nin Sünen'inde İbni Abbas'tan rivayet ediliyor ki: "Hayvanla cinsî münasebette bulunan kimseye had cezası yoktur." Bu hadis mevkuf olup merfu hükmündedir.

Ölüyle cinsî münasebet ise: Malikîler dışındaki Cumhura göre ta'zir cezası vardır. Çünkü bu fıtratın nefret ettiği bir husustur. Burada zecr edici bir had cezasına ihtiyaç yoktur. Sadece te'dip yeterlidir.

Malikîler ise burada haddi vacip görmüşlerdir. Çünkü bu bir kadının fer-ciyle münasebette bulunmaktır. Diri kadınla ilişkiye benzemektedir.

Kısaca: Bütün bu fiiller haramdır, münkerdir, kaçınmak vaciptir. [14]

 

2- Zina fiilinde Had Cezası Uygulamanın Farz Oluşu:

 

İslâm şeriatının zina konusunda vardığı son ceza had cezasıdır. İslâm'ın başlangıcında zinanın cezası kadının hapsedilmesi, erkeğin de ayıplanması ve sözle eziyette bulunulması idi. Bunun delili ise şu ayet-i kerime idi: "Kadınları­nızdan fuhuş işleyenlere karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer bunlar şahitlik ederlerse onları ölüm alıp götürünceye kadar yahut Allah onlara bir yol açınca-ya kadar kendilerine evlerde alıkoyun (hapsedin). Sizlerden fuhşu işleyenlerin her ikisine de eziyet edin (ayıplayın). Eğer tevbe edip ıslah olurlarsa artık onları bırakın. Çünkü Allah tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir." (Nisa, 4/15-16).

Sonra bu neshedildi. Bunun delili Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Uba-de b. Samit'ten (r.a.) rivayet ettiği az önce geçen hadistir: Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Benden alın. Allah zina eden kadınlar için bir yol belirlemiştir: Bekâr bakire ile zina ederse yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası verilir. Dul ile zina ederse yüz değnek ve recim cezası verilir."

Zinanın had cezası iki çeşittir: Evli olan kimsenin had cezası bekâr olan kimsenin had cezası.

a) Evli olan kimsenin had cezası: Bu ceza -daha önce geçen- ve tevatür de­recesine ulaşan kavlî ve fiilî hadislerin delaletiyle âlimlerin cumhurunun ittifa­kıyla sadece "recm" cezasıdır. Bu hadislerle Kur'an'ın umumî ifadeleri tahsis edilir. Nitekim cumhurun görüşüne göre Kur'an haber-i vahid ile tahsis edilebi­lir.

Zahirîlerin, İshak ve bir rivayete göre İmam Ahmed'in görüşüne göre daha önce geçen Ubade hadisinin zahiriyle amel edilerek hem celde hem recm denil­miştir.

Haricîler evli kadının haddinin sadece yüz değnek olduğu görüşündedirler. Recme gelince, cevaplan verilen geçen üç delil sebebiyle meşru değildir.

Fakih alimler evli kölelerin had cezasının bekâr gibi sadece celde olduğu ve kölelerde recm cezasının bulunmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.

b) Bekârın had cezasına gelince: Bu ceza Hanefîlerin görüşüne göre sadece yüz değnek olup sürgün cezası yoktur. Burada ayetin sarih lafzıyla amel edil­miş olup buna haber-i vahidle bir şey ilâve edilmez. Sürgün edilmesi konusuna gelince bu durum devlet reisi maslahatı nerede görürse onun görüşüne havale edilmiştir.

Cumhura göre bekârın had cezası, yüz değnek ve bir yıl sürgündür. Şafi-ilerin ve Hanbelîlerin görüşüne göre kasr (namazı kısaltarak kılma) mesafesi 189 km) kadar bir mesafedeki uzak bir beldeye sürgün edilir. Bunun delili daha önce geçen: "Bekâr bekârla zina ederse yüz değnek vurulur, bir yıl sürgün edi­lir." şeklindeki Ubade hadisidir.

Malikîlere göre bu adam sürgün edildiği beldede hapsedilir. İkinci bir defa kendisiyle zina edilir korkusuyla bütün imamların ittifakıyla kadının sürgün edilmesi cezası yoktur.

c) Evli olan zimmîye gelince: Bunun had cezası Hanefî ve Malikîlerin görü­şüne göre recm olmayıp sadece celdedir. Bunun delili İshak b. Raheveyh'in İbni Ömer'den (r.a.) naklettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Kim Al­lah'a şirk koşarsa muhsan (evli, namuslu) kimse gibi değildir." Bu kavlî hadis Peygamberimiz'den (s.a.) iki Yahudiyi recmettiği şeklindeki fiilî hadise tercih edilir. Muhsanın kazf cezasına kıyas edilerek burada da icma ile İslama itibar edilir. Muhsanın recmedilmesi de her iki durumda nimet kâmil olduğundan ay­nen onun gibi kabul edilir.

İmam Şafiî, Ahmed ve Ebu Yusuf un görüşüne göre evli olan zimmînin had cezası bizim mahkememize müracaat edince recmdir. Zira Buharî ve Müslim'in Sahih 'lerinde ve Ebu Davud'un Sünen 'indeki rivayete göre Peygamberimiz'e (s.a.) zina eden iki Yahudi getirildi. Efendimiz (a.s.) onların recmedilmesini em­retti. Çünkü kâfir zina ettiği zaman şiddetle engellemeye muhtaç olması bakı­mından müslüman gibidir. Ayrıca zimmî kâfirler de bizim şeriatımızın hüküm­lerine bağlanmakla sorumludurlar.

"Kim Allah'a şirk koşarsa muhsan (evli, namuslu) gibi değildir." hadisi ise zimmîye uymaz. Çünkü zimmî bizim ıstılahımızda müşrik olarak adlandırıl­maz. Kazif haddine kıyas edilmesine ve kâfiri kazfeden (kâfire zina iftirasında bulunan) kimseye had cezası olmamasına gelince bu kıyas "kıyas maal-farık" tır. Zira şeriat bu haddi müslümana değer vermek ve ona gelecek ayıbı kaldır­mak için vacip kılmıştır. Gayri müslimin ise zina hususlarında zaten genellikle laubali davranması sebebiyle buna ihtiyacı yoktur. [15]

 

3- Had Cezasını Uygulamada Velayet (Yetki) Sahibi Kimdir?

 

Haddi uygulamakla görevli olan kişi -bütün âlimlerin ittifakıyla- devlet reisi veya onun vekilidir. Çünkü "yüz değnek vurun" ilâhî kavlinde hitap veliy-yü'l-emr olan devlet reislerinedir. Çünkü bu emir bütün insanların ıslahını ilgi­lendiren bir hükümdür. Bu da imama (devlet reisine) aittir. Dinin ibadet şekil­lerini uygulamak bütün müslümanlara vaciptir. Bu konuda imam (devlet reisi) onların vekilidir. Zira had cezalarını uygulamak üzerine bütün müslümanlarm biraraya gelmesi mümkün değildir. Ayrıca cahiliyet adeti olan intikam alma adetine dönmemek için de bu gereklidir.

İmam Malik ve Şafiî, "Kölelerin cezasını vermekten efendileri sorumlu­dur." derken İmam Malik bu cezanın sadece celdede olup el kesme cezasını uy­gulayamayacaklarını beyan etmiştir. İmam Şafiî'nin bir kavline göre her biri hakkında celde ve el kesme cezası uygulanır.

İmam Malik ve Şafiî'nin delilleri Nesaî dışındaki Kütüb-i Süte müellifleri­nin rivayet ettikleri Efendimiz'in (a.s.) cariye hakkındaki: "Zina ederse ona cel­de vurun." hadisi ile Müslim, Ebu Davud ve Nesaî'nin Hz. Ali'den (r.a.) rivayet ettikleri "Malik olduğunuz cariyelere evli olsalar da had cezasını uygulayın." hadisi ve İbni Ömer'in (r.a.) bazı cariyelerine had cezası uyguladığı şeklindeki rivayettir.

Hanefîler diyor ki: "Zina eden kadınla zina eden erkeğe yüz değnek vu­run..." ayetinin delaletiyle efendi kölesine karşı herhangi bir had uygulayamaz. Buradaki hitap hiç şüphesiz devlet reislerine aittir, yoksa diğer insanlara değil.

Ayet had uygulanacak kimseler hususunda hür-köle ayrımı yapmamıştır. Bu konudaki hadislere gelince, bunlarla efendilerinin kölelerinin bu durumlarını kendilerine had uygulanmak üzere yöneticilere bildirmeleri murad edilmekte­dir. İbni Ömer'in (r.a.) fiili, kendi görüşü olup ayetle çelişki teşkil etmemekte­dir. Celdeyi vuracak kimse devlet reisinin seçeceği hayırlı ve faziletli kimseler­den olur. [16]

 

4- Celde Aracı:

 

Alimler celdenin, kırbaçla olması vaciptir, görüşündedirler. Bu kırbaç Pey-gamberimiz'in (s.a.) yaptığı gibi ne çok sert ne de çok yumuşak olmalıdır.

İmam Malik ve Şafiî diyorlar ki: Bütün hadlerde vuruş aynı şekildedir. Acıtmayan (şiddetli olmayan) sert ve hafif arasında bir vuruş şeklidir. Zira bu vuruşun hafif veya sert olması hususunda bir emir gelmemiştir.

Hanefiler diyorlar ki: Tazir en şiddetli vuruştur. Zina sebebiyle vuruş içki sebebiyle vuruştan daha şiddetlidir. İçki sebebiyle vuruş kazif sebebiyle vuruş­tan daha şiddetlidir. Bu konuda içki sebebiyle hafif vuran Hz. Ömer'in (r.a.) fi­ili delil getirilmiştir. [17]

 

5- Cumhura Göre Celdenin Vasfı, Vuruş Şekli ve Vuruş Yeri:

 

Celde acı verici ama yaralamayan ve kesmeyen bir vuruş olmalıdır. Bura­da ne çok sert ne de çok yumuşak olmayan bir kamçı ile vurmayı emreden Hz. Ömer'in (r.a.) kavliyle amel edilmelidir. Hz. Ömer celdeyi vurana şöyle demişti: Vur ama koltuğunun altı görünmesin. Her azanın hakkını ver." Ayrıca, Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın dininde (dinin bu hükmünü uygulamada) sizi acıma duygusu kaplamasın." Bunun manası celde vururken hafif vurmak­tan nehyetmektir.

Had ve ta'zirlerde vurma yerleri, İmam Malik'e göre insanın sırtıdır. Bu­nun delili Buharî, Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisidir: "Ya delil getirirsin, ya da sırtına had vu­rulur." Cumhur'a göre vurulacak yerler yüz, avret mahalli ve baş haricindeki azalardır.

Erkek ve kadınlara vurma şekli hususunda ihtilâf edilmiştir. İmam Malik diyor ki: Erkek ve kadın bütün hadlerde eşittirler. Ona göre had sadece sırta vurulabilir. Hanefiler ve Şafîîler diyorlar ki: Hz. Ali'nin (r.a.) kavliyle amel edi­lerek erkeğe ayakta iken, kadına oturduğu halde had vurulur.

Zina sebebiyle celde vurulan kişinin soyulması da ihtilaflı bir konudur. İmam Malik, Ebu Hanife ve başkaları diyorlar ki: Erkeğin göbeği ile dizinin arası dışındaki elbiseleri çıkarılır. Çünkü celde emri bizzat bedene vurulmasını gerektirir. Kadının üzerinde onu vurmanın tesirinden koruyacak şeyler bırakıl­maz, sadece onu örten örtü bırakılır. Evzaî diyor ki: Devlet reisi tercih sahibi­dir. Dilerse elbiseleri soyar, dilerse bırakır.

İmam Şafiî ve Ahmed'e göre had vurulacak kimsenin kalın elbiseleri dışın­daki elbiseleri soyulmaz. Kalın elbiseleri çıkarılır. Çünkü bu şekilde bırakılırsa o kimse vurulan haddin acısı duyulmaz. Bu konuda İbni Mes'ud'un (r.a.) şu kavliyle amel edilir: "Bu ümmette eziyet ve elbise soyma yoktur." [18]

 

6- Hadlerde Şefaat Edilmesi:

 

"Allah'ın dininde (dinin hükümlerini uygulamada) o zina edenlere karşı sizi bir acıma hissi kaplamasın." ayetiyle haddin hafifletilmesi ve düşürülmesi kasd edilmektedir. Bu zina haddinin düşürülmesinde şefaat etmenin haram ol­duğuna delildir. Çünkü bu Allah Tealâ'nm haddinin uygulanmasının kaldırıl­masıdır. Diğer hadlerde de aynı şekilde şefaat haramdır.

Bunun delili İbni Mace dışında kalan meşhur beş hadis kitabının nakletti­ği, ziynet eşyası ve kadife çalan Fatıma bt. Esved el-Mahzumiyye hakkında şe­faatte bulunan Üsame b. Zeyd'e Peygamberimiz (s.a.)'in söylediği şu hadistir: "Allah Tealâ'nm koyduğu hadlerden bir had hakkında şefaat mi ediyorsun. Sonra kalktı ve şu konuşmayı yaptı:

"Sizden öncekileri helak eden şey içlerinde şerefli bir kimse hırsızlık yaptığı zaman onu bırakmaları ve güçsüz bir kimse hırsızlık yaptığı zaman ona had ce­zası uygulamaları olmuştur. Allah'a yemin olsun ki Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa O'nun da elini keserdim."

Ebu Davud İbni Ömer'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu­nu işittim, dediğini rivayet etmektedir: "Kim Allah Tealâ'nm hadlerinden bir haddin uygulanmaması için şefaatte bulunursa Allah 'a karşı çıkmış olur."

Aynı şekilde yönetici ve devlet reisinin de hadler hakkındaki şefaati kabul etmesi de haramdır. Bunun delili İmam Malik'in Zübeyr b. Avvam'dan (r.a.) ri­vayet ettiği şu hadistir: Zübeyr bir zatın bir hırsızı yakalayıp sultana götür­mekte olduğunu gördü. Zübeyr o zatın suçluyu serbest bırakması için şefaatte bulundu. Adam:

- Hayır, sultana götürmeden şefaat kabul etmem, dedi. Zübeyr dedi ki:

-  Şefaat sultana ulaşmadan önce olur. Sultana ulaştıktan sonra şefaat eden kimse de şefaat edilen kimse de bu durumda lanete uğrar. [19]

 

7- Hadleri Uygulamayı Teşvik Etme:

 

"Siz eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız..." ayeti haddi uygula-

maya, ^sAata Tim

ni yerine getirmeye teşvik etmektedir. [20]

 

8- Hadlerin Uygulanmasında Bulunmak:

 

"Onların azabına (cezasına) müminlerden bir gurup da şahit olsunlar" ayetinin zahiri bir gurup müminin ibret ve öğüt olmak üzere bu uygulama anında orada bulunmalarının vacip olduğuna delâlet etmektedir.

Ancak fıkıh alimleri bu konuda ihtilâf etmişlerdir:

Hanefiler ve Hanbelîler diyorlar ki: Bütün hadler insanlardan bir gurubun huzurunda uygulanmalıdır. Çünkü hadden maksat insanları bu günahtan sa-kındırmaktır. İmam Ahmed ve Nehaî'e göre taife, bir kişidir.

Malikîler ve Şafiîler diyorlar ki: Bir topluluğun bulunması müstehaptır. İmam Malik'in meşhur kavline göre bunlar en az iki kişidir. Şafiîlerin, İmam Malik'in diğer bir görüşüne göre en az dört kişidir. [21]

 

9- Haddin Hikmeti:

 

Had hafifçe acı vermekle ıslah etme amacını bir arada bulunduran bir ce­zadır. Acıtmaya gelince, bu şu ayet sebebiyledir: "Onların azabına -ilâhî cezası­na- bir gurup şahit olsun." Bu ceza "azap" olarak adlandırılmıştır. Bu cezadan murad edilen husus suçu engellemek ve ıslah etmektir. Zira azaptan işkence gibi tekrar suç işlemeye engel olmak murad edilmiş olabilir. Dolayısıyla bun­dan maksat ıslah etmek olabilir. [22]

 

10- Bu ayet Mensuh mudur?

 

"Zina eden erkek sadece zina eden kadını nikâhlar..." ayeti alimlerin ço­ğunluğuna göre "İçinizden bekârları evlendirin" (Nur, 24/32) ayetiyle neshedilmiştir.

Bu sebeple Hanefîler demişlerdir ki: Kim bir kadınla zina ederse o kadınla o kişi de bir başkası da evlenebilir. Hanefîlerden başkaları da diyorlar ki: Zina eden kadınla evlenmek sahihtir. Bir adamın hanımı zina ederse nikâh fasit ol­maz. Erkek zina ederse onun hanımıyla olan nikâhı da fasit olmaz.

Rivayet edilmiştir ki: Bir adam Hz. Ebubekir zamanında bir kadınla zina etti. Hz. Ebubekir (r.a.) her ikisine yüzer değnek vurulmasını emretti. Sonra kadını bir başkasıyla evlendirdi. İkisini de bir yıl müddetle sürgün etti. Bu hü­küm şu anda bazı memleketlerde uygulanmaktadır.

Bunun benzeri Hz. Ömer, İbni Mes'ud ve Cabir'den (r.a.) de rivayet edil­mektedir. İbni Abbas diyor ki: Bunun ilki zina, sonraki nikâhtır. Bunun benzeri bir bahçeden meyve çalan, sonra da bahçe sahibine gelip ondan ayrıca meyve satın alan kimsenin durumu gibidir. Çaldığı haramdır. Satın aldığı helâldir.

İlk devir alimlerinden biri diyor ki: Bu ayet mensuh değil, muhkemdir. Bundan dolayı demişlerdir ki: Erkek bir kadınla zina ederse onunla hanımı arasındaki nikâh fasit olur. Kadın biriyle zina ederse onunla kocası arasındaki nikâh da fasit olur.

Bazı alimler de şöyle demişlerdir: Nikâh zina ile kendiliğinden fesh olmaz. Fakat kadın zina ettiği zaman kocasına bu zina eden hanımını boşaması emre­dilir. Eğer boşamaz da nikâhı altında tutarsa günahkâr olur. Zina eden kadınla evlenmek yahut zina eden erkekle evlenmek caiz değildir. Ancak tevbe ettikleri zaman o durumda nikâh caiz olur. Bunların delilleri daha önce geçmişti. [23]

 

11- Haram Kılınmanın Umumî Oluşu:

 

Cenab-ı Hak kitabında bu alemin neresinde olursa olsun zinayı haram kıl­mıştır. Adam nerede zina ederse etsin ona had cezasının uygulanması vacip olur. Bu cumhurun (İmam Malik, Şafiî, Ebu Sevr ve Ahmed b. Hanbel'in) görü­şüdür.

İbni Münzir diyor ki: Bu konuda darü'1-harb ile darü'l-İslâm aynıdır. "Zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun." ayetinin zahiri buna delâlet etmektedir.

Hanefîlere göre Müslüman bir erkek darü'l-harb'de emniyet içerisinde olur da orada zina eder, sonra da darü'l-İslâma gelirse ona had cezası uygulanmaz. Çünkü zina müslüman devlet reisinin hakimiyetinin bulunmadığı bir yerde gerçekleşmiştir. Fakat üzerine had cezası uygulanması vacip olmasa da onun zina etmesi haramdır. Dolayısıyla onun haramdan tevbe etmesi gerekir. [24]

 

Kazifin (Zina İftirasında Bulunmanın) Cezası

 

4- Muhsan (namuslu, hür, mükellef) ka­dınlara (zina ettikleri şeklinde) iftira atan, sonra da dört şahit getiremeyen kimselere seksen değnek vurun. Ebe-diyyen onların şahitliklerini kabul et­meyin. İşte bunlar fasıkların ta kendile­ridir.

5- Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesna. Çünkü Allah çok mağfiret eden, çok merhamet edendir.

 

Belagat:

 

"Namuslu kadınlara (iftira) atanlar..." ifadesi istiaredir. "Remy (atma)" taş vb. bir şeyi uzağa fırlatma demektir ve burada ifadesi manevidir. Buna göre, dille iftirada bulunmak demektir. Her ikisinin ortak noktası ise eziyette bulun­maktır. [25]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhsan" iffetli, hür, âkil ve baliğ müslüman "kadınlara" zina ettikleri şeklinde "iftira atan..." Aslında erkekle kadın arasında hiçbir fark yoktur. Muhsan kadınların özellikle zikredilmeleri gerçeği dikkate almak içindir. Ya­hut kadınlara iftirada bulunmanın daha yaygın ve daha kötü olması sebebiyle­dir. "Remy" kelime manasıyla zarar verecek ya da rahatsızlık verecek şeyi at­mak demektir. Bu kelime içinde eziyet ve zarar verme manası bulunması sebe-: :yle zina iftirasında bulunmayı ifade için istiare edilmiştir. Ey fasık! Ey ayyaş! gibi zina dışındaki bir fiille iftirada bulunmak ise haddi değil, ta'ziri icap eder.

"... sonra da" onların zina ettiklerini gördüklerini ispat etmek için "dört mhit getiremeyen kimselere" gelince... Burada geçen "şühedâ" kelimesi şahit, •jmk manasmdaki "şehîd" kelimesinin çoğuludur. Şahid görerek, bilerek ve emanete riayet ederek haber verdiği için bu adla adlandırılmıştır. Şafiîlere göre zina iftirasına uğrayan kadının kocasının şahitliği muteber olmaz iken İmam jStou Hanffeye göre da kişinin şaaita'ği muteberdir.

Bunlardan her birine "seksen değnek vurun. Ebediyyen onların şahitliğini l etmeyin." Yani onların adaleti sakıt olur. Bundan sonra onların yapacak­san hiçbir şahitlik kabul edilmez. Çünkü bu kişi iftiracıdır. Şafiîlere göre bu durum celdenin yerine getirilmesine bağlı değildir. Çünkü bu iki ceza araların­da hiçbir sıralama olmaksızın -ayetteki şartın cevabı olarak- bir defada meydana gelir. İmam Ebu Hanîfe'ye göre şahitliğin kabul edilmemesi had cezasının uygulanmasına bağlı değildir. “Ebediyyen” ifadesi tevbe etmedikçe manasındadır. İmam Ebu Hanife’ye göre ömrünün sonun* kadar manasındadır.

“İşte bunlar” namuslu kadınlara zina iftirasında bulunanlar “fasıkların ta kendileridir” Bunlar büyük günah işlemeleri sebebiyle fasık olduklarına hükmedilen kimselerdir.

"Ancak bundan" zina iftirasından "sonra tevbe edip ıslah olanlar" eksikle­rini tamamlayıp kendi amellerini düzeltenler meselâ had cezasına teslim olan ya da iftiraya uğrayan kimseden affetmesini talep etmek (hakkını helâl etmesi­ni istemek) de bu kabildendir. "Çünkü Allah" onların bu zina iftirasında bulun­malarına karşılık "çok mağfiret edici ve" onlara tevbe ilham etmek suretiyle "çok merhamet edicidir." Tevbe ile onların fasıklıkları sona ermekte ve Şafiîlere göre şahitlikleri artık kabul edilmekte ancak Hanefilere göre tevbe etseler de şahitlikleri kabul edilmemektedir. Çünkü Hanefîlerin görüşüne göre istisna üçüncü cümleye yani "işte bunlar fasıkların ta kendileridir." cümlesine racidir. Şafiîlerin görüşüne göre ise hükmün aslına ve bütün cümlelere racidir. Fakat birinci cümle bundan müstesnadır. Kul hakkını korumak için had cezası alim­lerin ittifakıyla tevbe sebebiyle düşmez. İstisna, zahiriyle şahitliğin reddedil­mesi ve fasık olarak tavsif edilmesine raci olur. [26]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Zina eden kadınların ve zina eden erkeklerin evlendirilmesi nefretle karşı­landıktan sonra Cenab-ı Hak kazfi -zina iftirasında bulunmayı- nehyetti, kaz-fin dünyadaki cezasının seksen değnek vurulması olduğunu, ahiretteki cezası­nın da bu suçu işleyen kimse tevbe etmediği müddetçe acıklı bir azap olduğunu zikretti.

"Namuslu kadınlara iftirada bulunanlar" ifadesinden murad edilen mana­nın zina iftirasında bulunmak olduğuna bütün alimler icma etmişler, bu ayet­ten önceki ayetlerin zinadan bahsetmesi iftiraya uğrayan kadınların namuslu -yani zinadan uzak kalan iffetli- kadınlar olarak nitelendirilmeleri, töhmetin is­pat edilmesinin şartı olarak şahit getirilmesinin belirtilmesi -ki bu kadar şahit sadece zinada istenmektedir- hırsızlık, içki içme ve kâfirlikle iftirada bulun­mak gibi zina dışındaki iftiralarda celde vacip olmadığı hususunda icmam bu­lunması gibi karineler bu manaya işaret etmişlerdir. Bu dört karinenin toplamı ayette (Nur, 24/4) geçen iftiradan muradın zina iftirası olduğunu göstermekte­dir. [27]

 

Açıklaması

 

Bu ayet muhsan -yani hür, akıl baliğ ve iffetli- olan kadına yapılan zina if­tirasının hükmünü beyan etmektedir. Bu iftirada bulunan kişiye 80 değnek vu­rulur. İffetli adama iftirada bulunan kimseye de ittifakla aynı ceza verilir. Tıp­kı domuzun yağının haram olması, domuzun haram olması hükmüne dahil olduğu gibi, erkeğe zina iftirasında bulunmak da bu ayetin hükmüne girmekte­dir. Ayette kadınlar zikredilmiştir. Zira onlara fuhuş iftirasında bulunulması daha kötüdür. Onlarla zina yapılmış olması daha çirkindir. Hırsızlık konusun­da ise erkek daha cür'etli ve daha muktedirdir. Bundan dolayı hırsızlık cezası­nı bildiren ayette hırsız erkekler hırsız kadınlardan önce zikredilmiştir.

"Muhsanât" ifadesiyle kadın olsun erkek olsun iffetli bir kimseye iftira edilmesinin "kazif haddi" ni vacip kıldığına işaret edilmektedir. Fücûruyla (kö­tü yolda olmasıyla) tanınan bir kimseye iftira edene had cezası uygulanmaz. Zira fasıkın hiçbir değeri ve şerefi yoktur.

Ayetin manası şudur: İffetli, hür, müslüman hanımlara zina iftira ederek kötü söz söyleyip de bu suçlamayı o kadınları zina işlerken gören dört şahitle ispat edemeyenlere yani yaptıkları iftiranın doğruluğuna delîl getiremeyenlere ait üç hüküm vardır:

a) Zina iftirasında bulunan kimseye yüz değnek vurulması.

b)  Şahitliğinin ebediyyen reddedilmesi, hayatı müddetince hiçbir işte şa­hitliğinin kabul edilmemesi.

c) Fasık olması, ne Allah katında ne de insanların nezdinde adil olarak ka­bul edilmemesi. İsterse bu kişi zina iftirasında yalancı isterse doğru sözlü ol­sun. Fısk, Allah Tealâ'ya itaatin dışına çıkma demektir.

Bu, aşırı kötülemeye ve mümin kadınların mahremiyet perdesini yırtma­ya sebep olması sebebiyle zina iftirasında bulunmanın büyük günahlardan biri jlduğuna delildir. Fakat ayetin açıkça belirttiği ve iftiracının üzerine düşen şart dört şahit getirmekten aciz olmasıdır. Şeriatın kaideleri bu kişinin mükel­lef (yani hür akil baliğ) olmasını, bu fiilin haram olduğunu gerçekten bilmesini yahut yeni müslüman olup şeriatın hükümlerini bilebilecek kadar bir müddet geçiren kimse gibi hükmen bilmesini gerekli kılmaktadır.

Ayetin açık ifadesiyle kendisine zina iftira edilen kişinin şartı muhsan -ya­ni mükellef (akil baliğ) hür, müslüman ve zina etmeyen, iffetli bir kişi- olması­dır. Dolayısıyla kazif olayındaki "muhsan" kişinin şu altı şartı taşıması gerekir:

a) Bulûğ (ergenlik çağma ermiş olmak),

b) Akıllı olmak. Bu iki şart zinadan uzak olmanın gerekli esaslarındandır.

c) Hür olmak. Çünkü bu "muhsan" ifadesinin ihtiva ettiği manalardan bi­ridir.

ç) İslâm (müslüman olmak). Zira Peygamberimiz (s.a.) daha önce zikri ge­çen hadis-i şeriflerinde: "Kim Allah'a şirk koşarsa muhsan değildir." buyurdu.

d) Zinadan uzak kalıp iffetli olmak.

Buna göre deli, çocuk, köle, kâfir ve zinakâr kimseler "muhsan" olarak ka-ul edilmezler. Dolayısıyla bunlara zina iftira edenlere had cezası uygulanmaz, incak eziyette bulunma sebebiyle ta'zir cezası uygulanır.

Dikkat edilirse ayetin zahiri müslüman olsun, kâfir olsun, hür olsun bu­ran iffetli kadınları içine almaktadır. Ancak fıkıh âlimleri kazif olayındaki muhsan"ın şartlarının beş tane olduğu görüşündedirler:

a) İslâm, b) Akıl, c) Bulûğ d) Hür olmak e) Zinadan uzak, iffet sahibi ol­mak.

Daha önce geçen hadisin delaletiyle müslüman olmayı dikkate aldık. İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesaî, İbni Mace ve Hakim'in Hz. Aişe'den (r.a.) ri­vayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.): "Kalem şu üç kişiden kaldırılmıştır: Ço­cuk, deli..." hadis-i şerifinin delaletiyle akıllı ve buluğa ermiş olmayı itibara al­dık. Hür olmayı şart kabul ettik. Çünkü kölenin derecesi eksiktir. Dolayısıyla köle zina ile ayıplanmayı çok büyük bir kusur olarak saymaz. Zinadan uzak kalıp iffetli olmayı dikkate aldık. Çünkü zina iftirasında bulunan kimseyi ya­lanlamak için had cezası meşrudur. Zina isnat edilen kişi gerçekten zinakâr ise, bu isnatta bulunan kişi bu sözünde sadık ise bu isnadı yapan kimseye had cezası uygulanmaz. Aynı şekilde zina isnat edilen kişi bir kadınla nikâh şüphe­siyle veya fasit bir nikâh sebebiyle münasebette bulunmazsa yine had cezası uygulanmaz. Çünkü burada, zinada şüphe vardır.

Köle veya kâfir zinadan uzak iffetli bir kimse ise bir yönden "muhsan" olup diğer yönden muhsan sayılmaz. Bu ise onun muhsan oluşunda bir şüphe sayılır. Dolayısıyla buna zina isnat eden kimseye verilecek had cezasının düşü­rülmesi gerekir.

Evliliğin de "muhsan" kişinin sıfatları arasında sayılması gerekir. Ancak alimler burada evliliğin dikkate alınmaması yani zina isnadında bulunulan ki­şinin evli erkek ya da evli kadın olması konusunun itibara alınmaması üzerin­de lian hakkındaki gelecek ayetlerin delaletiyle görüş birliğine varmışlardır. Bu sebeble lian ayeti (Nur, 24/6) kazif ayetini (Nur, 24/4) tahsis etmektedir.

"Sonra da dört şahit getiremeyenler..." ayetinin zahiri cezayı gerektiren kazfin gerçekleşmesi için zina iftirasında bulunan kişinin zina isnat edilen kimseyi zina ettiği halde gördüklerine tanık olan dört şahit getirmekten aciz olmasının şart olduğuna delâlet etmektedir. "Erba'ati" kelimesinin "tâ"sı zahi­rinde şahitlerin erkek olmalarının dikkate alındığını ifade eder. Bu durum hadlerde kadınların şahitliğinin ittifakla muteber olmadığını te'kit etmektedir.

Ayetler bu dört erkek şahide şahitliğe ehil olmaktan başka ek şart koşma-maktadır. Fakat alimler şahidin adil olmasının şart koşulmasında ihtilâf et­mişlerdir:

Şafiî, şahidin adaletli olması şarttır derken, Hanefîler, şahidin adaletli ol­ması şart değildir demişlerdir. Dört fasık şahitlikte bulundukları zaman Şafi-îlere göre iftiracı sayılır, iftira eden gibi had cezasına tabi tutulur, Hanefîlerce had cezası uygulanmaz, iftira edenden had cezası düşer. İftira edenden de aynı şekilde zina isnat edilen kimseden de had cezası düşer.

Ayetin umumî ifadesinin zahirine uyularak zina iftirasına uğrayan kadı­nın kocasının dört şahitten biri olması yeterlidir. Hanefîler bu zahirî manayı almışlardır. İmam Malik ve Şafiî ise şöyle demişlerdir: Kocanın şahitlerden biri olması muteber değildir. Kocaya lanette bulunur, diğer üç şahide had cezası vu­rulur. Çünkü zina ettiğine şahitlikte bulunmak kaziftir, bu durumda, istenen şahitlik nisabı tamamlanmamış demektir.

Ayetin zahirdeki mutlak manasına göre şahitlerin ayrı ayrı veya toplu hal­de gelmeleri sahihtir. Malikîler ve Şafîîler bunu almışlardır. Bu durum diğer hükümlerdeki şahitlik gibidir.

İmam Ebu Hanife diyor ki: Bu dört şahidin ayrı ayrı değil, sadece bir ara­da yaptıkları şahitlik kabul edilir. Ayrı ayrı şahitlik yaparlarsa şahitlikleri ka­bul edilmez. Çünkü bir kişi şahitlik yaptığı zaman (kazif) iftiracı olmuş ve dört şahit getirmemiş olur. Dolayısıyla üzerine had cezası vacip olmaz, şahitliğe de ehil olmaz. Bu görüş İmam Malik'ten de nakledilmiştir.

Yine ayetin zahirinden anlaşıldığına göre zina iftirasında bulunan sadece iki veya üç şahit getirmişse kendisine celde vurulur. Aynı şekilde bu şahitler de nisabı tamamlamazlarsa kendilerine celde vurulur. Hz. Ömer'in fiili buna delil­dir. Hz. Ömer Mugire b. Şu'benin zina ettiğine şahitlikte bulunan Şibl b. Ma'bed, Ebu Bekre (Nüfey' b. Haris) ve kardeşine celde cezası uygulamış, dör­düncüleri olan Ziyad zinanın gerçekten meydana geldiğini kesin bir ifade ile bildirmemişti.

"Onlara seksen değnek vurun." ayetindeki hitap veliyyül-emr olan idareci­leredir. Bu umumi ifadenin zahiri hür ve köleyi de içine alır. Hür ve kölenin had cezası seksen değnektir. İbni Mes'ud, Evzaî ve Şia bu görüşü kabul etmiş­lerdir. Diğer fıkıh alimlerine göre kazifte kölenin had cezası yarı ceza olup 40 celdedir. Bu zahir mana yöneticinin zina iftirasına uğrayanın talebi olmasa da haddi ikame etmesine delâlet etmektedir. İbni Ebî Leylâ da bu görüştedir. Cumhur diyor ki: Zina isnat edilen kimsenin talebi olmadıkça had cezası uygu­lanmaz. İmam Malik diyor ki: Devlet reisi onun zina iftirasında bulunduğunu işittiği zaman bu iftiraya uğrayan talep etmese bile devlet reisinin adil şahitle­ri varsa had cezası uygular.

Kısaca: Dört mezhebe göre devlet reisi kazif haddi cezasını ancak bu iftira­ya uğrayan kimsenin talebi üzerine uygular.

Kazif haddinin uygulanmasında, ırzın korunması hususundaki Allah Te-alâ'nın hakkı mahremiyeti çiğnenen kul hakkı gözetilmektedir. Fakat fıkıh alimleri bu hadde ağır basan hususun ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir:

Şafiîler demişlerdir ki: Allah'ın müstağni oluşuna ve kulun muhtaç oluşu­na itibar edilerek kul hakkı daha ağır gelir.

Hanefiler ise Allah Tealâ'nm hakkının daha ağır basacağı görüşüne var­mışlardır. Çünkü bu haddin yerine getirilmesi kulun menfaatini de temin et­miş olmaktadır.

Bu görüş ayrılığının neticesi şu örneklerde ortaya çıkar:

a) Zina iftirasına uğrayan kimse had cezasının yerine getirilmesinden ön­ce ölürse Hanefilere göre Allah'ın hakkı ağır bastığı için had cezası sakıt olur.

Şafiîler diyor ki: İftira edilenin ölümü sebebiyle had sakıt olmaz. Bilakis kul hakkı ağır geldiği için mirasçılarının bunu talep etme hakları vardır.

b) Bir kişi bir topluluğa bir kelime ile veya birkaç kelime ile zina iftirasın­da bulunsa Hanefiler haddin birbirine girdiği görüşüne varmışlardır. Allah'ın hakkı daha galip geldiği için hepsine sadece bir had yeterlidir. Birkaç defa zina eden, yahut birkaç defa hırsızlık yapan veya birkaç defa içki içen de aynı hük­me tabidir.

c) Zina iftirasına uğrayan had cezasını affederse kul hakkı galip sayıldığı için Şafiîlere göre had cezası sakıt olur. Hanefilere göre haddin uygulanması talep edildikten sonra had cezası düşmez.

Zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliği Şafiînin görüşüne göre celde edilmeden önce bile reddedilir. İmam Ebu Hanife ve Malik'e göre onun şahitliği celde edildikten sonra reddedilir. Çünkü ayetteki "vav" atıf harfi tertibi gerekli kılmasa da murad edilen mana tertiptir.

Zira Peygamberimiz (s.a.) Deylemî'nin ve İbni Ebî Şeybe'nin İbni Ömer'­den (r.a.) merfu olarak naklettikleri hadiste "Müslümanlar birbirleri hakkında adalet sahibidirler. Ancak kazif (zina iftirası) sebebiyle had cezasına tabi tutu­lan kişi müstesna," buyurmaktadır. Bu hadisi Darakutnî Hz. Ömer'in (r.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'ye yazdığı meşhur mektubundan rivayet etmiştir.

Zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliğinin reddedilmesi genel bir hü­küm olup kaziften önce de sonra da olmasını ihtiva etmektedir. Bu hüküm kâ­fir olup da sonra müslüman olan ve zina iftirasında bulunan kimsenin şahitli­ğini de içine almaktadır. Ancak Hanefîler kazif sebebiyle had cezasına tabi olan kâfiri, sonra müslüman olursa bundan istisna etmişlerdir. Zira onun müs-lümanlıktan sonra şahitliği İslâm sebebiyle yeni bir adalet sebebiyle makbul­dür.

Zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliğinin reddedilmesi Allah'ın kazfe karşılık verdiği iki cezayı belirten ayetin zahiriyle amel edilerek Hanefîlerin görüşüne göre had cezasını tamamlayan bir hükümdür. Zahir olan husus bu iki noktanın birlikte kazif haddini oluşturmasıdır.

İmam Malik ve Şafiî demişlerdir ki: Had cezası sadece 80 değnektir. Şahit­liğin reddedilmesi had üzerine verilen ilâve bir cezadır. Çünkü had bedenî bir cezadır, şahitliğin reddedilmesi ise manevî bir cezadır. Ayrıca Peygamberi-miz'in (s.a.) Hilâl b. Ümeyye'ye (r.a.) söylediği -Buharî, Ebu Davud ve Tirmi-zî'nin İbni Abbas'tan rivayet ettikleri- "Ya beyyine ya da sırtına vurulacak had cezasıdır." şeklindeki hadis-i şerifi celdenin had cezasının tamamı olduğuna de­lâlet etmektedir.

Hanefîlerin görüşüne göre devlet reisi zina iftirasına uğrayan kişinin tale­bi olmadan bu iftirayı yapan kimsenin şahitliğini reddedemez.

Cenab-ı Hak bundan sonra tevbe durumunu reddederek şöyle buyurdu:

"Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesna. Çünkü Allah çok mağfiret eden, çok merhamet edendir." Yani sadece bu sözlerinden dönen, yap­tıklarına pişman olan, durumlarını ve davranışlarını düzelten ve muhsan (na­muslu, hür) kimselere tekrar zina iftirasında bulunmayan kimseler bundan müstesnadır.

İbni Abbas diyor ki: Yani tevbeyi izhar eden kimseler demektir. Çünkü Allah çok mağfiret eden, günahlarını örten, onlara merhamet edendir. Allah onla­rın tevoejfenhı'fcadul'eaer, onların aamgaıandUtıarı j&sıAATtbTa&drfrrAmlftrrr:

Şafiî diyor ki: Zina iftirasında bulunan kimsenin tevbesi kendisini yalan-lamasıdır. Mana Şafiî'nin ashabından Istahrî'nin tefsir ettiği gibi şöyledir: Zina iftirasında bulunan kimse: "Söylediğim hususta yalan söyledim. Bunun gibi bir davranışa tekrar dönmeyeceğim" diyecektir. Şafiî'nin ashabından Ebu İshak el-Mervezî Şafiî'nin bu sözünü şöyle tefsir etti: "Yalan söyledim." demez. Çünkü doğru sözlü olabilir. Buna göre "yalan söyledim" demesi yalan olur. Yalan ise masiyettir. Masıyet işlemek bir başka masıyetten tevbe olmaz. Bilâkis şöyle der: "Kazif batıldır, dediğimden pişman oldum ve döndüm. Bir daha tekrar bu­nu işlemiyeceğim." Ebul-Hasen el-Lahmî ise tevbenin ancak kazifte yalanla­mak suretiyle olacağını tercih etmiştir.

Alimlerden biri ise şöyle demiştir: Zina iftirasında bulunan kimsenin tev­besi diğer tevbeler gibidir. Bu tevbe de onunla rabbi arasında olur. Bunun muhtevası söylediğine pişman olmak ve bir daha dönmemeye azmetmektir.

Alimler bu istisna hakkında ihtilâf etmişlerdir: Bu istisna sadece son cüm­leye raci olup tevbe yalnız fasıklığı mı kaldırır? Böylece bu kimse tevbe edip ıs­lah olsa da daima şahitliği reddedilen bir kişi mi olur? Yoksa bu istisna ikinci ve üçüncü cümleye ya da hepsine mi raci olur?

Dikkat edilirse daha önce belirttiğimiz gibi bu ayet üç hükmü birbirlerine vav harfiyle atfedilen üç cümle halinde zikredip istisna ile sona ermiştir. Alim­ler bu istisnanın burada birinci cümleye raci olmadığını dolayısıyla kul hakkı -yani iftiraya uğrayan kişinin hakkı- için zina iftirasında bulunan kimsenin tev­besi sebebiyle haddin sakıt olmayacağı konusunda ittifak etmişlerdir.

İhtilâf, istisnanın ikinci ve üçüncü cümleye -yani şahitliğin reddedilmesi ve fasıklık noktasına- raci olmasında toplanmıştır.

Hanefi'ler diyor ki: İstisna sadece son cümleye raci olup fasıklık tevbe ile ortadan kalkar ve zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliği ebediyyen redde­dilir. Çünkü "İşte bunlar fasıkların ta kendileridir." ayeti ihbar sigasıyla başla­yan, daha önceki cümle ile irtibatı olmayan bir cümle olup faydasız yere müminin namusunu çiğnemek suretiyle fasıklık sıfatının sabit olduğunu ve bu­na sebep olma vehmini ortadan kaldırmak için getirilmiştir. Son cümle yeni bir cümle olunca istisna da sadece o cümleye yöneltilmiş olmaktadır.

Cumhur (Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler) diyor ki: İstisna ikinci ve üçün­cü cümleye racidir. "Onların şahitliğini ebediyyen kabul etmeyin" cümlesi yeni bir cümle olup öncesi ile irtibatı yoktur. Çünkü bu durum had cezasını tamam­layan bir husus değildir. "İşte bunlar fasıkların ta kendileridir." cümlesi şahitli­ğin reddedilmesinin illetini beyan etmektedir. İllet olan fasıklık tevbe sebebiyle kaldırılınca illete bağlı olan (ma'lul) şahitliğin reddedilmesi durumu da orta­dan kalkar. Bu cümle sebep bildiren bir cümledir, başlıbaşına bir cümle değil­dir. Yani fasıkhkları sebebiyle şahitliklerini kabul etmeyin. Fasıklık ortadan kalkınca onların şahitlikleri niçin kabul edilmesin?

İstisnanın sadece son cümleye yahut bütün cümlelere raci olduğuna delil veya karine olduğu zaman iki gurup arasında bu ihtilâf çıkmaz. Bunu şu iki ör­nekte görmekteyiz:

Birincisi, hatayla öldürmenin diyeti hakkındaki Cenab-ı Hakkın şu ayeti­dir: "Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse mümin bir köleyi azat etmesi ve (ölünün) ailesine (mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır. An­cak onların (bu diyeti) sadaka olarak bağışlamaları bundan müstesnadır." (Ni­sa, 4/92). Bu ayette istisnanın köle azat etmeye değil de diyete raci olduğuna delâlet eden bir karine vardır. Zira köle azat etmek Allah Tealâ'nm hakkıdır. Velinin sadaka olarak bağışlaması Allah Tealâ'nm hakkını düşürmez.

İkincisi: Cenab-ı Hakk'm Allah'a ve Rasülüne savaş açan yol kesiciler hak­kındaki ayetteki: "Ancak siz kendilerini ele geçirmeden önce tevbe eden (muha­riplerle yol kesen) kimseler bundan müstesnadır." (Maide, 5/34) ifadesi gibi. Bu­rada istisnanın önceki cümlelerin tamamına raci olduğuna dair delil vardır. Çünkü bu ayetteki "kendilerini ele geçirmeden önce" sınırlaması istisnanın son cümleye, yani ahirette ise onlara pek büyük bir azap vardır, cümlesine raci ol­masını engellemektedir. Zira tevbe ele geçirilmelerinden önce de sonra da olsa uhrevî azabı düşürmektedir. Dolayısıyla bu sınırlamanın haddin sakıt olmasın­dan başka bir faydası da yoktur. Bu istisna ittifakla bütün cümlelere racidir. [28]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Ayet, zina iftirasında bulunan kimsenin bu suçlamasını dört şahitle is­pat etmekten aciz kaldığı zaman 80 değnek vurularak cezalandırılmasının, had cezasına tabi tutulmasının, şahitliğinin reddedilmesi ile hükmedilmesinin ve fasık sayılmasının vacip olduğunu irşad etmektedir. Ancak tevbe ederse cum­hura göre şahitliği kabul edilip ve kendisinden fasıklık vasfı kalkar. Hanefî mezhebine göre tevbe ile sadece fasıklık vasfı kalkar, tevbe etse de şahitliği ebediyyen reddedilir.

2- Kazfin (zina iftirasında bulunmanın) alimlere göre dokuz şartı vardır:

- Akıllı olmak,

- Bulûğ çağına girmiş olmak.

Ayrıca iftira fiilinde de iki şart bulunmalıdır:

- Haddi gerektiren bir cinsî münasebetle iftirada bulunmaktır. Bu Hanefî-ler dışındaki cumhura göre zina ve livata münasebetleridir.

- Ya da diğer masiyetlerden farklı olarak bunu yerine getiren kimsenin şe­refi zedelenmelidir.

Geriye kalan beş şart da zina iftirasına uğrayan kimsede bulunmalıdır: Bunlar:

- Akıllı olmak,

- Bulûğa ermiş olmak,

- Müslüman olmak,

- Hür olmak,

- İftiraya uğradığı fuhuştan uzak, iffet sahibi olmak.

3- Alimler açıkça zina ifadesiyle yapılan iftiranın haddi icap ettirdiğine it­tifak etmişlerdir.

Ta'riz veya kinaye yoluyla yapılan: "Ben zinakâr değilim." yahut "Annem zinakâr değil." gibi ifadelere gelince:

a) İmam Malik'e göre, bu da kaziftir (iftiradır).

b) İmam Şafiî, "Bununla kazfi murad ettim." derse kaziftir.

c)  İmam Ebu Hanife ise bu ifadede şüphe bulunduğu ve hadler de şüphe sebebiyle düşeceği için kazif değildir, demiştir.

4- Cumhur Ehl-i Kitap'tan bir erkek veya kadına kazifte (zina iftirasında) bulunan kimseye had cezası olmayacağı sadece ta'zir cezası verileceği görüşüne varmışlardır. Zühri, Said b. Müseyyeb ve İbni Leyle ise: "Bu kadının müslüman bir evlâdı varsa bu kadına iftirada bulunan kimseye had cezası gerekir." demiş­lerdir.

5-  Bulûğdan önce kendisiyle cinsî münasebet yapılması mümkün olacak derecede -gelişmiş- bir kızcağıza yapılan zina iftirası İmam Malik'e göre kazif sayılır. Diğer imamlar ise: "Bu bir kazif değildir. Çünkü bu zina değildir. Had gerekmez, sadece tazir edilir." demişlerdir.

6- Şahitliğin edasının şartı olan dört şahidin aynı mecliste şahitlik edip et­memesi konusuna gelince, bu konuda daha önce geçtiği gibi alimlerin iki görü­şü vardır:

Bir görüş bütün şahitlerin tek bir mecliste şahitlik yapmalarını şart ko­şarken, diğer bir görüş bunu şart koşmamakta, şahitlerin şahitliği ayrı ayrı yapmalarının sahih olduğunu ifade etmektedir.

7- Zina sebebiyle aleyhinde şahitlik yapılan kişi recm edildikten sonra şa­hitlerden biri şahitlikten vazgeçerse cumhura göre bu şahit diyetin dörtte biri­ni öder. Diğer şahitlere hiçbir şey icap etmez.

İmam Şafiî diyor ki: Eğer bu şahit ben onun öldürülmesi için bunu kasden yaptım derse recmedilen kimsenin velileri tercih hakkına sahiptirler: Dilerler­se onu öldürürler (öldürülmesini isterler), dilerlerse affeder diyetin dörtte biri­ni alırlar. O kimseye de had cezası vurulması vacip olur.

8-  Kazif (zina iftirasında bulunma) haddinin sıfatı hakkında da iki görüş vardır:

-  İmam Ebu Hanife diyor ki: Bu Allah Tealâ'nın haklarındandır. Bunda ağır basan Allah'ın hakkıdır.

- Cumhur diyor ki: Bu Ademoğulları'nm haklarındandır.

Bu görüş ayrılığının neticesi şudur: Birinci görüşe göre zina iftirasında bu­lunan kimsenin tevbesinin Allah ile kendi arasında faydası vardır. Had miras­çılara intikal etmez. Affetmekle de sakıt olmaz.

İkinci görüşe göre, zina iftirasında bulunan kimseye tevbenin faydası ol­maz. Ama iftiraya uğrayan ona hoşgörülü davranabilir. Had mirasçılara intikal edebilir. Affetmek suretiyle sakıt olur. Daha önce bu ihtilâfın diğer neticeleri geçmişti.

İbnü'l-Arabî diyor ki: Doğru olan bu hakkın Ademoğulları'nm hakkı olma­sıdır. Bunun delili bu hakkın iftiraya uğrayan kimsenin talebine bağlı olması ve iftiraya uğrayan kimsenin bundan dönüş hakkının sahih olmasıdır.

9- Şahitlik zinayı bizzat görmekle olur. Şahitler zinayı sürmedanlığa giren sürme çubuğu gibi görmelidirler. İmam Malik'e göre bir yerde görmelidirler. Bu gerçekleşmezse -daha önce açıkladığımız gibi- şahitlere celde vurulur.

10- Zina iftirasında bulunan kimse tevbe ederse Cumhurun görüşüne göre şahitliği kabul edilir. Çünkü şahitliğin reddedilmesi fasıklık illeti sebebiyledir. Fasıklık tevbe ile ortadan kalkınca şahitliği had vurulmadan önce de sonra da mutlak olarak kabul edilir. Hanefîlerin görüşüne göre tevbe etse de şahitliği ömür boyunca kabul edilmez.

Birinci görüş (Cumhurun görüşü) tercih edilmeye lâyıktır. Zira tevbe küf­rü sildiğine göre, küfrün altındakiler gayet tabiî silinir. Ayrıca İbni Mace'nin İbni Mes'ud'dan (r.a.) rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.): "Tevbe eden kimse hiç günahı olmayan kimse gibidir." buyurmaktadır. Allah kulun tevbesi-ni kabul ederse kulların bu tevbeyi kabul etmesi daha evlâdır.

11- İmam Şafiî ve İbni Macişûn'a göre zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliği iftirası ile sakıt olur. İmam Malik ve Ebu Hanife'ye göre celde vuru-luncaya kadar şahitliği sakıt olmaz. Celde vurulmasına affedilmek gibi bir en­gel çıkarsa onun şahitliği reddedilmez.

12- Çoğunluğun görüşüne göre kazif haddi vurulan kimsenin tevbe etme­sinden sonraki şahitliği her şeyde mutlak olarak caizdir.

İbni Macişûn diyor ki: Kime kazif veya zina sebebiyle had vurulmuşsa o kimse adil olsa bile onun şahitliği ne zina şekillerinden hiçbirinde, ne kazifte, ne de lianda kabul edilebilir.

13- Zina iftirasına uğrayan kimse bu iftiraya yapana had cezası verilmesi­ni talep etmeden yahut bu durum sultana bildirilmeden ölmüşse ya da iftiraya uğrayan kimse iftirayı yapanı affetmişse iftirayı yapan kimsenin şahitliği mak­buldür. Çünkü şahitliğin kabul edilmesinden nehyedilmesi celdeye atfedilmiş-tir.

Daha önce beyan ettiğimiz gibi İmam Şafiî ve aynı şekilde İmam Leys ve İmam Evzaî şöyle demişlerdir: Zina iftirasında bulunan kimseye had cezası vu-rulmasa da bizzat kazif sebebiyle şahitliği reddedilir. Çünkü kazif sebebiyle o fasık sayılır. Kazif (zina iftirasında bulunmak) ise büyük günahlardandır. Dola­yısıyla zina ithamına uğrayan kimsenin zinayı ikrar etmesiyle bu ithamda bu­lunan kimsenin aklanması doğru sözlülüğü sahih oluncaya ya da ithamda bu­lunduğu kimse aleyhine delil ortaya konuncaya kadar bu ithamda bulunan kimsenin şahitliği kabul edilmez.

İmam Ebu Hanife ve İmam Malik zina iftirasında bulunan kişinin ancak celde vurulmasından ve kazif sebebiyle had cezasına tabi tutulmasından sonra şahitliğinin reddedileceği görüşündedirler. Bunun delili daha önce geçen Deyle-mî'nin ve İbni Ebî Şeybe'nin İbni Ömer'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerif­tir: "Müslümanlar birbirleri üzerine adil kimselerdir. Ancak kazif sebebiyle hadde, uğrayan kimse müstesnadır."

14- Zina iftirasında bulunan kimsenin itibarının iade edilmesi ve şahitliği­nin kabul edilmesi için şahsî ve kalbî tevbe yeterli değildir. Çünkü bu emir baş­kasının -yani zina iftirasına uğrayan kimsenin- hakkı ile ilgilidir. Bilakis bu­nun ilân edilmesi gereklidir. Bunun için Cenab-ı Hak "ıslah olanlar" yani tev-beyi ortaya koyanlar buyurmuştur. Amelini ıslah edenler anlamında denilmiş­tir. Fakat bu mana burada uygun değildir.

celde vuru[29]

 

Lianın Ve Kocanın Hanımına Zina Ettiği Şeklinde İthamda Bulunmasının Hükmü

 

6- Hanımlarına zina ithamında bulunan ve kendilerinin kendilerinden başka şa­hitleri de bulunmayan kimselerden her birinin şahitliği, kendisinin gerçekten doğru sözlü olduklarına dair Allah'a ye­min ederek dört defa şahitliktir.

7- Beşinci (defa şahitlik) de eğer yalan­cılardan ise Allah'ın laneti muhakkak kendisinin üstüne olsun (şeklindedir).

8- O kadının Allah'a yemin ile onun (ko­casının) muhakkak yalancılardan oldu­ğuna dört defa şahitlik etmesi,

9- Beşinci (defa şahitlik) de eğer o (koca­sı) doğru sözlülerden ise muhakkak Al­lah'ın gazabı kendi üzerine olsun demesi ondan (o kadından) bu azabı kaldırır.

10- Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rah­meti olmasaydı ya da gerçekten Allah tevbeleri çok çok kabul eden ve sonsuz hikmet sahibi olmasaydı? (durumunuz nasıl olurdu?)

 

Belagat:

 

"... tevbeleri çok çok kabul eden ve sonsuz hikmet sahibi..." Bu ayette geçen "tevvâb" ve "hakîm" kelimeleri mübalağa sigalarmdandır.

"Doğru sözlüler" ve "yalancılar" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı..." cümlesinin cevabı korkunçluğu ve zecri ifade etmesi ve ifadenin daha beliğ olması için hazfedil-miştir. [30]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hanımlarına" zina ettikleri şeklinde "ithamda bulunan ve kendilerinin kendilerinden başka şahitleri de bulunmayan kimselerden" ki bu durum saha-bilerden bir gurup için meydana gelmişti. Bunlardan "her birinin şahitliği, ken­disinin" hanımlarına yaptıkları zina ithamında "gerçekten doğru sözlü oldukla­rına dair Allah'a yemin ederek dört defa şahitliktir."

"Beşinci" defa şahitlik "de eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti muhakkak kendisinin üstüne olsun." Lanet, Allah'ın rahmetinden kovulmaktır. Bu ifade erkeğin lian (lânetleşme) ifadesidir. Bunun hükmü, kendisinden kazif haddinin düşmesi ve kocayla hanımı arasında aynı lian ile Şafiîlere göre fesih ayrımının meydana gelmesidir.

"O kadının Allah'a yemin ile onun" kocasının kendisine yaptığı zina itha­mında "muhakkak yalancılardan olduğuna dört defa şahitlik etmesi, beşinci" defa şahitlik "de eğer o" kocası "doğru sözlülerden ise muhakkak Allah'ın gaza­bı" kızgınlığı veya azaba, cezaya uğraması "kendi üzerine olsun demesi ondan" o kadından "bu azabı" ilâhî cezayı "kaldırır."

"Ya üzerinizde" bunu örtmek suretiyle "Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasay­dı ya da gerçekten Allah" bu konuda ve diğer konulardaki "tevbeleri çok çok ka­bul eden" bu konuda ve diğer hususlarda verdikleri hükümlerinde "sonsuz hik­met sahibi olmasaydı?" [31]

 

Nüzul Sebebi

 

Buharî, Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ettiğine gö­re Hilâl b. Ümeyye (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) huzurunda hanımının Şerik b. Sahmâ ile zina ettiği ithamında bulunmuştu.

Peygamberimiz (s.a.) ona şöyle demişti:

-  Ya beyyine (delil) getirirsin ya da sırtına had vurulur. Hilâl b. Ümeyye (r.a.):

- Ya Rasulallah! İçimizden biri hanımıyla beraber bir adam görse gidip de­lil mi arayacaktır? dedi. Peygamberimiz (s.a.) ona yine:

- Ya beyyine (delil) getirirsin ya da sırtına had vurulur buyurdu. Hilâl:

- Seni hakla götüren Allah'a yemin olsun ki ben doğru sözlüyüm. Allah be­nim sırtımı had cezasından koruyacak hükmü mutlaka indirecektir.

Bunun üzerine Cebrail indi. Allah ona: "Hanımlarına zina ithamında bu­lunan ve kendilerinin kendilerinden başka şahitleri de bulunmayan kimseler­den her birinin şahitliği..." ayetinden itibaren dört ayeti Peygamberimiz'e (s.a.) indirdi.

İmam Ahmed bu hadisi şu şekilde rivayet etti: "Muhsan (namuslu, hür, mükellef) kadınlara (zina ettikleri şeklinde) iftira atan, sonra da (bu iddiasına) dört şahit getiremeyen kimselere seksen değnek vurun. Ebediyyen onların şahit­liklerini kabul etmeyin..." (Nur, 24/4) ayeti inince Ensar'ın reisi olan Sa'd b. Ubade (r.a.):

- Ayet bu şekilde mi indirildi, ya Rasulallah? dedi. Bunun üzerine Peygam­berimiz (s.a.):

- Ey Ensar cemaati! Reisinizin söylediğini duymuyor musunuz? dedi. Ensar:

- Ya Rasulallah! Onu kınama. O kıskanç bir adamdır. Allah'a yemin olsun ki onun aşırı kıskançlığı sebebiyle bizden hiçbir adam onun evlenip de boşandı­ğı bir kadınla evlenmeye cesaret edememiştir, dediler.

Sa'd dedi ki:

- Allah'a yemin olsun ki, ya Rasulallah! Ben bunun hak olduğunu, bunun Allah tarafından olduğunu da biliyorum. Fakat ben şayet alçak bir kadını bir adamla bulsam o adamı uzaklaştırmaya veya ona dokunmaya hakkım olmadı­ğına ve gidip dört şahit getireceğime şaşıyorum. Vallahi o adam işini bitirince­ye kadar ben o dört şahidi bulup getiremem.

Ravi diyor ki: Çok geçmeden Hilâl b. Ümeyye geldi. Hilâl Tebuk savaşma katılmayan ancak tevbeleri kabul edilen üç kişiden biriydi. Bahçesinden eve gelmiş, hanımının yanında bir adam bulmuş, adamı gözüyle görmüş, sözlerini kulağıyla işitmişti. Sabah oluncaya kadar ona dokunmamıştı.

Hilâl sabahleyin Peygamberimiz'e (s.a.) gelip:

-  Ben akşamleyin evime geldim. Ailemin yanında bir adam buldum. Gö­zümle gördüm. Kulağımla duydum. Peygamberimiz (s.a.) Hilâl'in getirdiği bu haberi hoş karşılamadı. Bu haber ona ağır gelmişti.

Ensar toplandı. Şöyle diyorlardı:

-  Sa'd b. Ubade'nin söylediği sözle imtihana tabi tutulduk. Rasulullah (s.a.) Hilâl b. Ümeyye'ye celde vuracak ve insanlar içinde şahitliğini de reddedecek.

Hilâl: "Allah'a yemin olsun ki, ben Allah'ın bu meselede bir çıkış yolu vere­ceğini ümid ediyorum." dedi.

Rasulullah (s.a.) Hilâl'e celde vurmayı düşünüyordu. Bunun üzerine Allah vahiy indirdi. Hilâl'i serbest bıraktılar. Nihayet vahiy sona erdi. "Hanımlarına zina ithamında bulunanlar..." hakkındaki önceki ayet (Nur, 24/4) nazil olup bu ayetin zahiri kocaları da başkalarını da içine alınca Sa'd dedi ki:

- Ya Rasulallah! Ben hanımımın yanında bir adam bulsam ona mühlet ve­rip dört şahit mi getireceğim? Allah'a yemin olsun ki onu anında kılıçla vuru­rum, öldürürüm, dedi. Peygamberimiz (s.a.):

-  Sa'din kıskançlığına mı şaşıyorsunuz? Vallahi ben ondan daha kıskan­cım. Allah da benden daha kıskançtır, buyurdu.

Buharî ve Müslim'in Sehl b. Sa'ddan rivayetine göre Uveymir Asım b. Adiyy'e gelip:

-  Benim için Rasulullah'a (s.a.) sor bakalım: Bir kişi hanımının yanında bir adamı görse ve onu öldürse o sebeple o kişi öldürülür mü? Yahut ona nasıl davr anılır?

Asım bu soruyu Peygamberimiz'e (s.a.) sordu. Rasulullah (s.a.) bu soruyu soranı ayıpladı. Uveymir Asım'ı gördü. Asım'a:

- Ne yaptın? diye sordu. Asım:

-  Ne yapayım, sen bana hayırlı bir iş vermedin, dedi. Ben bunu Rasulul­lah'a (s.a.) sordum. O da bu çeşit soru soranları ayıpladı, dedi. Bunun üzerine Uveymir:

-  O halde Allah'a yemin olsun ki, ben gidip Rasulullah'a soracağım, dedi. ütti, sordu. Efendimiz (s.a.):

- Allah senin hakkında ve arkadaşının hakkında -yani bu gibi olayla karşı­dan herkes hakkında- vahiy indirdi, dedi.

Hafız İbni Hacer diyor ki: Bu konuda hadis imamları ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı bu ayetlerin Uveymir'in meselesi hakkında nazil olduğu tercihinde bulunurken, bir kısmı da Hilâl'in meselesi hakkında nazil olduğu görüşünü rercih etmiştir. Diğer bir kısmı da bu olayla ilk defa Hilâl'in karşılaştığı, Uvey­mir'in gelişinin de buna rastladığı ve bu ayetin bu ikisi hakkında nazil olduğu şeklinde bu iki rivayeti birleştirmişlerdir. Nevevî bu görüşe meyletmiş, Hatib-i Bağdadî de ona tabi olmuş, Hatib şöyle demiştir: Belki de bu olay her ikisi için aynı vakitte meydana gelmiştir.

İbni Hacer diyor ki: Nüzul sebeplerinin birden fazla olmasına hiçbir engel yoktur.

Kurtubî diyor ki: Meşhur olan rivayet Hilâl'in olayının daha önce olduğu ve bu olayın ayetin nüzul sebebi olduğu şeklindedir. Bir başka görüşe göre, Uveymir b. Eşkar'ın olayı daha önce meydana gelmişti. Bu sahih, meşhur bir hadis olup hadis imamları bunu rivayet etmişlerdi. Süheyli de: "Bu sahihtir." demiştir. Kelbî diyor ki: Daha açık olan husus Uveymir el-Aclâni ile hanımı arasında Han yaptığı şeklindeki rivayetlerin çokluğu sebebiyle, hanımının ya­nında Şerik'i gören Uveymir el-Aclanî idi.

Önemli olan bütün rivayetlerin şu üç noktada birleşmesidir:

Birincisi: Lian ayetleri namuslu kadınlara iftira etmek hakkındaki ayet­ten bir müddet sonra ve o ayetten ayrı olarak nazil olmuştur.

İkincisi: Müminler lian ayetlerinin inmesinden önce "Namuslu kadınlara zina ithamında bulunanlar..." ayetinden hem hanımı hem de yabancı kadınları söz konusu ettiğini anlıyorlardı.

Üçüncüsü: Bu ayet kocaya bir hafifletme olmak üzere nazil olmuştur. [32]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hanımların dışındaki yabancı kadınlara zina ithamında bulunmanın hük­mü beyan edildikten sonra Cenab-ı Hak önceki ayetten bir istisna hükmü nite­liğinde kişinin hanımına zina ithamında bulunmasının hükmünü kocaya bir hafifletme olması için ayrıca beyan etti. Zira bu arsızlık ve ayıp kocaya gelmek­ledir. Kocanın da buna delil getirmesi zordur. Şahitleri getirme yükümlülüğü altında bulunması onun için bir sıkıntı olmaktadır. Ailesine olan kıskançlığı da bir mazeret sayılmalıdır. Ayrıca erkeğin hanımına zina isnadında bulunması çok zor olduğundan genellikle doğru olabilir. Hatta bu durum erkek için hiç hoş değildir, onun nazarında en çirkin şeydir. [33]

 

Açıklama

 

Allah Tealâ bu ayetle kocaların sıkıntısını gidermiş, onlardan biri hanımına zina isnadında bulunduğunda delil getirmesi zor durumda olduğu zaman çı­kış yolunu göstermiştir. Bu çıkış yolu erkeğin hakime gidip hanımı hakkındaki iddiayı söylemesi ve Allah Tealâ'nın emrettiği şekilde Handa bulunmasıdır. Li-an hakimin kendisine dört şahit yerine geçmek üzere, hanımına yaptığı zina is­nadında doğru sözlü olduğuna dair Allah'a dört defa yemin ederek şahit getir­mesidir.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Hanımlarına zina ithamında bulu­nan..." ve bu isnatlarının doğruluğuna tanık olacak dört şahit getiremeyen kimselerden her biri üzerine vacip olan şudur: Hanımına yaptığı zina ithamın­da doğru sözlü olduğuna dair yemin ederek Allah'ı dört defa şahit tutar. Beşin­cide ise şöyle der: Eğer ben hanımıma yaptığım bu zina ithamımda yalancı isem Allah'ın laneti benim üzerime olsun. Lanet ise Allah'ın rahmetinden ko­vulmaktır.

Bunu söylediği zaman bizzat Han sebebiyle Hanefiler dışındaki alimlerin cumhuruna göre erkek hanımından ayrılmış olur. O kadın artık ebediyyen o er­keğe haram olur. Erkek onun mihrini verir. Erkeğin kazif haddi sakıt olur. Ço­cuk varsa o çocuğu erkek reddeder, kadın Han yapmazsa zina haddine çarpılır.

Kadının dört defa, kocasının kendisine yaptığı bu zina ithamında kocası­nın yalancı olduğuna dair yemin etmesi ve beşincisinde "Kocam eğer doğru söy­lüyorsa Allah'ın gazabı üzerime olsun." demesi kadına zina haddi uygulaması­nı ortadan kaldırır.

Erkeğin lanetle kadının ise gazapla tahsis edilmek suretiyle aralarının ay­rılmasının sebebi kadına şiddetli davranmaktır. Çünkü bu fuhşun sebebi ve kaynağı genellikle erkeği kendi nefsine çektiği için zinakâr kadındır.

Cenab-ı Hak daha sonra bu hükmü vesilesiyle kullarına yaptığı lütuf, ni­met ve rahmeti beyan etmiştir. Zira erkeğin muradını gerçekleştirmek için ve kadının da bu nefsini cezadan korumak için Hanı meşru kılmıştır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı ya da gerçekten Allah tevbeleri çok çok kabul edici ve sonsuz hikmet sahibi olmasaydı?" Yani Allah'ın zorluk ve darlıktan kurtarıcı, ferahlık verici hükmü sebebiyle size özellikle ver­diği lütfü, nimeti, ihsanı ve rahmeti olmasaydı siz pek çok işlerinizde sıkıntı ve meşakkate düşerdiniz. Allah sizi rezil eder ve size derhal ceza verirdi. Fakat O sizin hatalarınızı örttü ve Han vesilesiyle sizi tehlikeden kurtardı. Onun zatî sı­fatlarından birisi de kendi nefsine rahmet sahibi olmayı yazması, kendisinin kullarının tevbesi, kasemden ve şiddetli yeminlerden sonra olsa da tevbeleri çok çok kabul edici olması, O'nun takdir ettiği şer'î hükümlerde verdiği emir ve nehiylerde son derece hikmet sahibi olmasıdır. Çünkü O Han yapan karı-koca-dan birinin mutlaka yalancı olmasına rağmen her ikisinden de dünyevî ceza olan had cezasını kaldırmakta ve bu cezadan daha ağır olan uhrevî cezaya lâ­yık kılmaktadır.

Rahmet tevbeye daha uygun olduğu halde ayetin "Rahîm" ismiyle değil de "Hakîm" ismiyle sona ermesinin sebebi Cenab-ı Hakk'm karı-koca arasında li-^n hükmünü meşru kılmak suretiyle kullarının hatalarını örtmeyi murad etme­lidir. [34]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler karı-koca arasında Hanın meşru oluşuna, Hanın yapılış şekline -!âlet etmekledir. Fıkıh alimlerinin koyduğu şu hükümleri açık bir şekilde beyan etmek gereklidir. [35]

 

1-  Lian Ayetleri Ve Kazif Ayeti:

 

Lian ayetleri, namuslu kadınlara zina ithamında bulunulması (Kazif) aye­tinden sonra zikredilmiştir. Hanefî usûl alimleri lian ayetleri kazif ayetinden daha sonra nazil olduğu için kazif ayetinin genel hükmünü neshettiği görüşüne varmışlardır. Dolayısıyla zevceye yapılan zina ithamı (kazif) cezası onun yerine geçen lian ile nesh edilmiş olmaktadır.

Diğer imamlar ise lian ayetlerinin kazif ayetinin genel hükmünü tahsis et-riği kanaatındedirler. Dolayısıyla bu ayet zevceler dışındaki namuslu kadınlara ait hususî bir hüküm, lian ayetleri ise zevcelere ait hususî bir hüküm ihtiva et­mektedir. Namuslu kadına yapılan zina ithamının sonucu sadece had cezası iken daha sonra zevce bundan istisna edilmiştir. Dolayısıyla zevceye yapılan zi­na ithamının gereği ya had cezası ya da Handır. [36]

 

2-  Lianın Hikmeti:

 

Lianın hikmeti daha önce beyan ettiğimiz gibi hanımlarının zina ettiklerini dört şahitle ispat edemeyen kocalara hafifletme yapılmasıdır. [37]

 

3- Lian lafızları Şahitlikle mi Yoksa Yemin midir?

 

Hanefiler ayetlerde beş defa şahitlik lafzı zikredildiği için lian lafızlarının şahitlik olduğu görüşüne varmışlardır. Bu beş yer şunlardır:

"... kendilerinin, kendilerinden başka şahitleri de bulunmayan..." ifadesin­den anlaşıldığına göre bunların beyyinesi (delilleri) yoktur.

"... her birinin şahitliği..." yani kendi hakkındaki meşru delili,

"Allah adına dört defa şahitlik etmesi,"

"... kadının da Allah adına dört defa şahitlikle şehadette bulunmasıdır."

Bu üç şey şahitlikle te'kit edilmiş haberlerdir. Bunun üzerine lian yapan her iki kişinin de şahitlik ehliyetini taşımalarını şart koştular.

Cumhur lian lafızlarının şahitlik değil yemin olduğu kanaatine varmışlar­dır. Çünkü "Allah adına dört defa şahitlik" ifadesi şehadet lafzıyla te'kit edil­miş kasem veya yeminlerdir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmuştur: "Münafıklar sana gel­diklerinde: "Biz şahadet ederiz ki sen Allah 'in Rasulüsün derler." (Münafikun, 63/1).

Ayrıca Allah Tealâ "onlar yeminlerini... edindiler" buyurmakta, Peygambe­rimiz (s.a.) "Şayet yeminler olmasaydı benimle o kadının araşındalsi tavır değişik olurdu." Buyurmaktadır.[38] Dolayısıyla cumhur buna dayanarak lian yapan her iki tarafta sadece yemin ehliyetini şart koşmuştur.

İbnü'l-Arabî diyor ki: Lianm şahitlik olmayıp yemin olmasının ölçüsü, ko­canın iddiasını ispat etmek ve azaptan kurtulmak için kendi nefsi lehine yemin etme ihtimalinin varlığıdır. Şeriatle bir şahidin başkasının aleyhine hüküm icap ettirecek bir şekilde kendi nefsi lehine şahitlikte bulunacağını kim iddia edebilir? Bu aslında, mantık açısından da anlamsızdır.[39]

Şahitliklerin tekrar edilmesinin hikmeti had cezasına, ayıplamaya, evlen­menin feshedilmesine, varsa çocuğun reddedilmesine ve ebedî olarak haram kı­lınmasına sebep olan çok önemli bir meselede şiddetli ve ağır ifade kullanılma­sıdır. [40]

 

4- Lian Yapan İki Tarafın Şartları:

 

Alimlerin lian lafızlarının şahitlik ya da yemin olup olmadığı hususunda ihtilâf etmeleri üzerine lian yapan iki tarafın vasıfları veya şartları hakkında ihtilâf meydana gelmiştir.

a) Hanefîler, İmam Evzaî ve İmam Sevrî lian yapan kocanın müslüman aleyhine şahitlik yapmaya ehil olmasını, lian yapan hanımın da aynı şekilde müslüman aleyhine şahitlik yapmaya ehil olmasını ve kendisine zina ithamın­da bulunan erkeğin had cezasına tabi olanlardan olmasını şart koşmuştur. Bu sebeple lian sadece hür ve müslüman karı kocadan sahih olabilir. Zira lian -Hanefîlere ve onlar gibi düşünenlere göre- şahitlik olarak kabul edilmiştir. Do­layısıyla iki köle arasında, ya da iki kâfir arasında yahut dinleri ve hürriyetle­ri, kölelikleri farklı karı-koca arasında lian olmaz.

Onların delilleri Cenab-ı Hakkın Allah Tealâ "Onların kendilerinden baş­ka şahitleri yoktur." ayeti ile kocanın lian kelimelerinin yeminlerle te'kit edilen şahitlikler olmasıdır. Bu yeminler şahitlerin yerini tutmaktadır. Zira hanımın lianı kocanın lianma zıttır. Zina ithamında bulunan erkeğin had cezasına tabi olan kimselerden olmasına gelince, lian, yabancı kadına zina ithamında bulun­ma konusunda had cezasının yerine geçmektedir.

İbni Abdilberr'in Abdullah b. Amr'dan (r.a.) rivayet ettiğine göre Peygam­berimiz (s.a.): "İki köle ve iki kâfir arasında lian yoktur." buyurmaktadır.

Darakutnî'nin Abdullah b. Amr'dan (r.a.) merfu olarak rivayet ettiğine gö­re: "Dört kişi vardır ki bunların arasında lian yoktur: Hür kadınla köle arasın­da lian yoktur. Müslüman erkekle Yahudi kadın arasında lian yoktur. Müslü-manla Nasrani kadın arasında lian yoktur."

b) Cumhura göre ise lianın, müslüman karı-koca, kâfir karı-koca, adil ya­hut fasık karı-koca, ikisi de kazif sebebiyle had cezasına çarptırılmış ya da çarptırılmamış, ikisi de hür, ya da ikisi de köle karı-koca arasında olması sa­hihtir.

Bunun delili "Hanımlarına zina iftirasında bulunan" ayetinin genel hükmü yahut Peygamberimizin (s.a.) liana yemin adını vermesidir. Hilal b.Ümeye’nin hanımı, Şerik b. Sahmâ'ya benzeyen bir çocuk dünyaya getirince Pey­gamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştu: "Şayet yeminler olmasaydı benimle o kadın arasında tavır farklı olurdu."

5- Daha önce (4. maddede) geçen ihtilâf üzerine dilsizin Hanında da itilâf meydana gelmiştir. Cumhur, lian yapar demiştir. Çünkü dilsiz boşaması, zıharı., îlâsı - bu durum anlaşıldığı takdirde - sahih olan kimselerdendir. İmam Ebu Hanife ise lian yapmaz; çünkü bu kimse şahitliğe ehil değildir, demektedir.

6- Adam hanımını boşadıktan sonra, zina ithamında bulunursa, eğer ortada reddetmek istediği bir neseb ya da berî olmak istediği hamilelik varsa erkek lian yapar, aksi takdirde lian yapmaz.

İddet bittikten sonra erkekle hanım arasında sadece bir durum hariç lian yoktur. O da erkeğin uzakta olup kadının, erkeğin bulunmadığı bir zamanda erkeğin bilgisi olmadığı halde bir çocuk dünyaya getirmesidir. Bu durumda erkek onu boşar. Kadının iddeti son bulur. Sonra erkek gelir ve bu çocuğu reddeder. Erkekle kadına iddetinden sonra ve kadının vefatından sonra bile olsa lian yapma ve kadına varis olma hakkı vardır. Çünkü kadın kocasıyla aralarında ayrılık meydana gelmeden önce ölmüştür. Şayet koca liandan önce ölmüşse Hanefilere göre kadın kocasına varis olur.

Kadın hamile ise cumhura göre doğumdan önce Han yapar. Zira Peygamberimiz (s.a.) ölümden önce lian yaptırmış ve şöyle buyurmuştu: "Kadın böyle bir çocuk dünyaya getirirse çocuk babasına attir. Şöyle bir çocuk dünyaya getirirse çocuk falana aittir." İmam Ebu Hanife diyor ki: Karnın şişmesinden veya dert sebebiyle olması ihtimalinden dolayı ancak doğumdan sonra lian yapılır.

Kadın kocasının arka taraftan cinsi münasebette bulunduğunu iddia ederse cumhura göre lian yapılır. Çünkü bu durum "hanımlarına zina ithamında bulunan " ayetinin umumî hükmüne dahildir. İmam Ebu Hanife bu hususta lian yapılmaz diyor. Çünkü ona göre livata haddi vacip kılmaz.

7 - Erkek hanımına zina ithamında bulunsa sonra da kadın zina etse ve zinanın liandan önce olduğu sabit olsa zina ithamında bulunan kişiye ilim ehlinin çoğunluğunun görüşüne göre had cezası da lian da yoktur. Çünkü haddin ve lianın yerine getirilmesinden önce koca için haddin vücubunu ve lianın sahih oluşunu engelleyen durum meydana gelmiştir.

Sevrî ve Müzeni diyorlar ki: Zina ithamında bulunan kimseden had sakıt olmaz. Çünkü zina ithamına uğrayan kimse iftira anında muhsandır. Muhsan ve iffet kazif anında muteber olur, kaziften sonra muteber olmaz.

Kim hamile olmayacak derecede yaşlı olan hanımına kazifte bulunursa; koca, kendisinden had cezası düşmesi için, hanım da zina haddinin düşmesi için lian yapar. Koca, hamile olmayacak derecede küçük olan hanımına kazifte bulunursa erkek had cezasının düşmesi için lian yapar, kadın lian yapmaz. Çünkü kadın ikrar ederse kadına hiç bir şey gerekmez.

8- Biri kadının kocası olmak üzere dört kişi bir kadının aleyhine zina it-hamıyla şahitlikte bulunsalar Malikilere göre kadının kocası lian yapar ve di­ğer üç şahide de had cezası vurulur. Zira kocanın dört şahitten biri olarak ka­bul edilmesi doğru değildir. İmam Ebu Hanife ise şöyle der: Kadının kocası ve üç kişi bu şekilde şahitlikte bulunursa şahitlikleri kabul edilir. Kadına zina haddi uygulanır. [41]

 

9-Liânın Reddi:

 

Koca Hanı reddederse, İmam Ebu Hanife'ye göre kocaya had yoktur, lian yapıncaya kadar süresiz hapsedilir. Çünkü hadler geciktirilemez. Cumhur ise şöyle demişlerdir: Koca lian yapmazsa had cezasına tabi tutulur. Çünkü onun lian yapması yabancı lehine şahitlik yapan kimseler gibi kendisini aklaması, doğruluğunu ortaya koyması demektir. Eğer yabancı kişi dört şahit getirme-mişse kazif haddi uygulanır. Lian yapmayan koca da böyledir.

Koca Handan imtina ederse cumhurun görüşüne göre recmedilir, Hanefile-re göre recmedilmez. [42]

 

10- Lianın Yapılış Şekli:

 

Lian ayetlerinin nüzulünden sonra Resulullah (s.a.) Uveymir el Aclânî, hanımını ve Şerik b. Sehmâ'nın çağrılmasını emretti. Peygamberimiz (s.a.) Uveymir'e:

-Hanımın ve amcanın oğlu hakkında Allah'tan kork, zina ithamında bu­lunma, dedi. Uveymir:

- Ya Resulallah! Allah'a yemin olsun ki, ben Şerik'i hanımımın karnı üze­rinde gördüm. Dört aydır hanımıma yaklaşmıyorum. O benden başkasından hamiledir, dedi.

Bu defa Peygamberimiz (s.a.) kadına döndü.Ona:

- Allah'tan kork, yaptığını - doğru olarak - haber ver dedi. Kadın :

-  Ya Resulallah! Uveymir gerçekten kıskanç bir adamdır. Şerik'in bana uzun uzun baktığını ve benimle konuştuğunu gördü. Kıskançlığı onun böyle söylemesine sebep oldu, dedi.

Bu sırada halk namaza davet edildi. İkindi namazı kılındı. Namazdan sonra Peygamberimiz (s.a.) Uveymir'e:

- Ayağa kalk ve şöyle de: "Ben Allah'ı şahit tutarak diyorum ki hanımım Havle gerçekten zina etmiştir. Ben hiç şüphesiz doğru kimselerdenim. Ben Al-la'ı şahit tutuyorum ki o benden değil, başkasından hamiledir. Ben hiç şüphe­siz doğru sözlü kimselerdenim. Ben Allah'ı şahit tutuyorum ki hanımım zina etmiştir. Dört aydan beri ben ona yaklaşmadım. Ben hiç şüphesiz doğru sözlü kimselerdenim." Sonra da şöyle buyurdu: Şöyle de: (Uveymir bu söylediğinde yalancılardan ise Allah'ın laneti Uveymir'in - yani kendisinin - üzerine olsun.) Uveymir bunları söyledikten sonra da, otur, dedi.

Peygamberimiz (s.a.) daha sonra Havle'ye :

- Ayağa kalk, dedi. Havle kalktı ve şöyle dedi:

- Allah'ı şahit tutuyorum ki ben zina etmedim. Kocam hiç şüphesiz ki ya­lancı kimselerdendir. İkincisinde şöyle dedi:

- Allah'ı şahit tutuyorum ki kocam Şerik'i benim karnımda görmedi. O hiç şüphesiz yalancılardandır. Üçüncüsünde şöyle dedi: Ben kocamdan hamileyim Dördüncüsünde şöyle dedi: Allahı şahit tutuyorum ki kocam beni hiçbir" zina halinde görmemiştir. O hiç şüphesiz yalancılardandır. Beşincisinde şöyle dedi-Uveymır bu söylediğinde doğru sözlü ise Allah'ın gazabı Havle'nin üzerine ol­sun. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) onların aralarını ayırdı.

İmam Ahmed'in İbni Abbas'tan (r.a.) yaptığı diğer rivayette şöyle bir ifade yer almaktadır: "Beşinci defa olduğu zaman Hilâl'e denildi ki:

- Ey Hilâl! Allah'tan kork. Çünkü dünya azabı ahiret azabından daha ha­fiftir. Zira bu lanet sana azabı vacip kılmaktadır-. Hilâl-.

-Vallahi Allah bana bundan dolayı celde vurmadığı gibi azap da etmeye­cektir, dedi. Sonra da eğer kendisi yalancılardan, ise Allah'ın lâneti üzerine olsun, diye şahitlikte bulundu.

Sonra kadına: Allah adına dört defa kocanın gerçekten yalancılardan oldu­ğuna şahitlikte bulun, denildi. Beşincisinde: "Allah'tan kork. Çünkü dünyanın azabı ahiretin azabından hafiftir. Bu lanet sana azabı vacip kılmaktadır." de­nildi.

Dili sürçtü ve itiraf etmeye yöneldi. Sonra da:

- Vallahi kavmimi rezil edemem, dedi. Beşincisinde: Eğer kocası doğru söz­lü ise Allah'ın gazabı kendi üzerine olsun, diye şehadette bulundu.

Peygamberimiz (s.a.) her ikisinin arasını ayırdı. Bundan sonra çocuğa "zi-nakâr'm çocuğu" gibi ifade kullanılmamalıdır. Kim artık bu kadına veya çocu­ğuna böyle bir hakarette ve ithamda bulunursa o kimseye kazif haddi vurulur. Her ikisi de talâksız ve vefatsız ayrıldıkları için kadının kocasından artık ne ev isteme ne de nafaka isteme hakkı vardır.

Efendimiz (s.a.) bundan sonra şöyle buyurdu:

-  Eğer kadın (Hilâl'e benzeyen) esmer, saçları kıvırcık, ayakları çelimsiz bir çocuk dünyaya getirirse bu çocuk itham edildiği şahsa aittir.

Kadın istenmeyen vasıfta bir çocuk dünyaya getirmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):

-Şayet yeminler olmasaydı benim o kadına tavrım değişik olacaktı, buyur­du.

Ayetten ve bu olaydan Hanın yapılış şekli anlaşılmaktadır. Bu da hakimin lian yapan kimseye:

- Dört defa "Allah'ı şahit tutuyorum ki ben şüphesiz doğru sözlü kimseler­denim" de. Beşincide "Eğer yalancılardan isem Allah'ın laneti benim üzerime olsun." de, demesidir.

Kadın da dört defa "Allah'ı şahit tutuyorum ki kocam hiç şüphesiz yalancılardandır." diye şehadette bulunur. Beşinci defada ise kadın: "Eğer o erkek doğ­ru sözlü ise Allah'ın gazabı üzerime olsun." şeklinde şehadette bulunur.

Doğruluk ve yalancılığın hangi noktalarda olacağı konusunda yani erke­ğin yaptığı zina ithamı, çocuğun kendisine ait olduğunu reddetmesi ve kadını itham etmesi konusunda durumun ve karinelerin delaletiyle yetinilir.

Karı - kocadan her ikisinin de beşer defa yemin etmeleri şarttır. Kocanın "Allah'ın laneti" yerine "Allah'ın gazabı"demesi, yahut kadının "Allah'ın gaza-bı"yerine "Allah'ın laneti" demesi makbul değildir.

Ayetin zahiri ifadesine uyularak -ki bu cumhurun görüşüdür- lianda Al­lah'ın başladığı şekilde -yani kocadan- başlanılması esastır. Bunun faydası ko­cadan haddin sakıt olması ve çocuğun nesebinin reddedilmesidir. Bunun delili Peygamberimizin (s.a.) "Ya beyyine ( delil) getirirsin, ya da sırtına had vuru­lur. " hadisidir. Erkekten önce kadınla başlanırsa bu caiz olmaz. Çünkü bu Al­lah'ın gözettiği tertibe aykırı bir davranıştır.

İmam Ebu Hanife ise, "Kadın Hana başlarsa yeterlidir, geçerlidir." demek­tedir. Bu ihtilâfın sebebi şudur: Cumhur kocanın Hanının hanımına had cezası­nın uygulanmasını vacip kıldığı, gerektirdiği ve kadının Hanının da bu haddi düşürdüğü görüşündedirler. Dolayısıyla kadının Hanının kocasının Hanından daha sonra olması gayet makuldür. İmam Ebu Hanife ise kocanın Hanının on­dan önceki bir şeyi vacip kılmadığı, dolayısıyla kadının Hanının kocasının li-anından geri kalmasına ihtiyaç olmadığı görüşündedir.

Kadın hamile ise ve kocası da bu hamileliğin kendisi sebebiyle olduğunu reddetmek istiyorsa kocası, "Bu hamilelik benden değildir" der. Bu, cumhurun görüşüdür. İmam Ebu Hanife diyor ki: Hamileliği reddetmek için Han yoktur. Kadın doğum yapıncaya kadar bekler. Sonra da çocuğu reddetmek için Han ya­par.

Ortada kocanın nesebini reddetmek istediği çocuk varsa lianda buna da yer verilir.

Erkek şahitlikte bulunurken ayağa kalkar, kadın oturur. Kadın şahitlikte bulunurken ayağa kalkar, erkek oturur. Kadı veya vekili Hanın başlangıcında ayrıca şahitliğin beşinci defa tekrarlanmasından önce her iki tarafa hatırlatma yaparak, ahiret azabının dünyadaki cezadan daha şiddetli olduğunu bildirir ve nasihatte bulunur. Müslümanların güvenilir şahsiyetlerinden bir gurup insan­da Han merasiminde bulunur. [43]

 

11 - Lianın Bıraktığı Tesirler Ve Han Sebebiyle Meydana Gelen Durum:

 

 Lian yapılması sebebiyle:

Birincisi: Kocadan kazif haddi düşer ve - kadın lian yapmazsa - kadına zi­na haddi uygulanması vacip olur. Çünkü Cenab-ı Hak "Onlardan (Karı koca­dan) birinin şahitlikte bulunması..." buyurmaktadır.Yabancının şahitliği zina ithamında bulunan kimseden kazif haddini düşürmekte ve zina ithamında bu­lunan kimseye zina haddinin uygulanmasını vacip kılmaktadır. Allah Tealâ ko­canın şahitliğini yabancının şahitliği yerine saymıştır.

Cenab-ı Hak daha sonra " kadından azabı (ilâhi cezayı) kaldırır." Burada murad edilen mana dünyadaki cezadır. Çünkü "el-azab" kelimesindeki harf-i ta'rif daha önceki bir ayette (Nur, 24/2) yer alan "Onların azabına (ilâhî cezası­na) müminlerden bir gurup şahit olsun." cümlesinde mezkûr "azabethümâ" ke­limesine gitmektedir (ahid içindir). Burada ahiret azabının murad edilmiş ol­ması sahih değildir. Çünkü zevcenin Hanı yalan ise onun ahiretteki azabını ar­tırır, doğru ise ahirette azap yoktur ki lian o azabı düşürmüş olsun. Böylece bu ifadedeki "azab" kelimesinden dünyadaki had cezasının murad edilmiş olduğu kesinleşmiştir.

Peygamberimiz'in (s.a.) Havle bt. Kays'a söylediği "Recm sana Allah'ın ga­zabından daha hafiftir." hadisi bu manayı te'yit etmektedir. Peygamberimiz s.a.) düşürülecek azabı recm olarak tefsir etmiştir.

Bundan daha açık delil Efendimiz'in (s.a.) Havle'ye beşinci şehadetinden önce söylediği "Dünya azabı -yani dünyadaki had cezası- ahiret azabından da­ha basittir." hadisidir. Cumhura göre buradaki dünya azabı hapis değil had ce­zasıdır.

İmam Ebu Hanife ise şöyle diyor: Lian ayetleri hanımına zina ithamında bulunan kimseye uygulanacak had cezasını neshetmiştir. Fakat kocanın lian yapması hanımına zina haddi uygulanmasını vacip kılmaz. Çünkü zina haddi ya dört şahitle ya da dört defa zina itirafında bulunmakla sabit olur.

Bu ihtilâf sebebiyle karı-kocadan birinin liandan imtina etmesi durumun­da imtina edenin hükmünün ne olacağında ihtilâf edilmişir:

a) Cumhura göre -daha önce de geçtiği gibi- koca liandan imtina edince nad cezasına tabi olur. Çünkü lian onun için bir ruhsattır. Lian yapmaktan im­tina ederse kendi nefsi aleyhine bu ruhsatı kaybetmiş olur. Dolayısıyla kocanın hükmü ile başkasının hükmü aynı olmuş olur. Hanım liandan imtina ederse

muhsane" (evli) ise kendisine zina haddi -yani recm cezası- uygulanır.

b) Hanefîlerin görüşüne göre, koca liandan imtina ederse -daha önce de beyan ettiğimiz gibi- lian yapıncaya kadar hapsedilir. Çünkü lian ona yönelen bir haktır. Hakim bu hakkı zorla veya ta'zir yoluyla alır. Ya lian yapıncaya ka­dar hapsedilir, ya da kazif meselesinde kendisini yalanlar, o takdirde ise kendi­sine kazif haddi uygulanır.

Bu konuda ayetin zahiriyle amel edilir diyen cumhurun görüşü bize göre doğru olan görüştür, diyoruz.

İkincisi: Lian üzerine doğan ikinci bir husus Hilâl b. Ümeyye olayında sa­bit olduğu gibi çocuğun nesebinin reddedilmesidir.

Üçüncüsü: Lian yapan iki taraf arasında kesin olarak ayrılık meydana ge­lir.

a) İmam Malik ve Ahmed diyorlar ki: Lianın tamamlanmasıyla lian ya­pan karı-koca arasında ayrılık meydana gelir. Artık ebediyyen bir araya gele­mezler, birbirlerine mirasçı olamazlar. Ne başka bir eşle evlendikten sonra ne de önce erkeğin hanımına tekrar dönmesi ebediyyen helâl değildir.

Darakutnî İbni Ömer'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.): "Lian yapan iki ta­raf ebediyyen bir araya gelemez." hadisini rivayet etmektedir.

b) İmam Şafiî ise ayrılığın kocanın Hanı sebebiyle derhal meydana geldiği görüşündedir. Çünkü bu sözle olan bir ayrılıktır. Aynen talâk (boşama) gibi er­keğin sözü bu hususta müstakil sayılır. Kocanın Hanının sadece kadından zina haddini kaldırmaya etkisi vardır.

İmam Şafiî, İmam Malik ve İmam Ahmed lian yapan iki taraf arasında ebedî haramlığın meydana gelmesinde ittifak etmişlerdir. Ayetlerin zahiri ifa­desi de bu şekildedir.

c) İmam Ebu Hanife ve ashabı ise şöyle demişlerdir: Hakim karı-kocayı ayırmadıkça lian sebebiyle ayrılık meydana gelmez.

Bunun delili İbni Ömer ve İbni Abbas'm (r.a.) "Rasulullah (s.a.) lian yapan iki tarafı birbirlerinden ayırdı." şeklindeki hadisidir. Hadiste ayırma Peygam-berimiz'e (s.a.) nispet edilmiştir.

Yine Peygamberimiz (s.a.) "Senin hanımına varacağın hiçbir yol yoktur." buyurmuştur. Koca kendisini yalanlarsa nikah talebinde bulunanlardan biri ol­muş olur. Zira Cenab-ı Hak "Hanımlardan hoşunuza gidenleri nikahlayın." (Nisa, 4/3) ve "Bunların dışındaki hanımlar size helâl kılındı..." (Nisa, 4/24) buyurmaktadır. [44]

 

12- Lian İçin Gerekli Olan Hususlar:

 

Lian şu dört şeye muhtaçtır:

a) Lafızların sayısı: Bunlar daha önce geçtiği gibi dört defa şahitlikte bu­lunmaktır.

b) Yer: Ülkelerdeki en şerefli yerde yapılmalıdır. Mekke'de lian yapılırsa Hacer-i Esved ile Makam-ı İbrahim arasında, Medine'de ise minberin yanında, Beytülmakdis'te ise Sahra'nın yanında, diğer beldelerde mescitlerde yapılmalı­dır.

c) Vakit: Lian ikindi namazından sonra yapılacaktır.

ç) İnsanların toplanması: En az dört kişinin veya daha fazlasının bulun­ması.

Birinci ve dördüncü husus şarttır. İkinci ve üçüncü husus ise müstehaptır.

13- Adam hanımıyla birlikte yabancı bir erkeğe zina ithamında bulunmuş­sa, İmam Ebu Hanife ve İmam Malik: "Herbirine ait hüküm uygulanır. Dolayı­sıyla zevce için lian yabancı erkek için had cezası uygulanır." demişlerdir.

İmam Ahmed: "Buna göre her ikisine bir had uygulanır. Koca Hanında it­ham ettiği şahsı belirtsin belirtmesin bu had onun Hanıyla düşer." demiştir.

İmam Şafiî ise: "Lianmda itham edilen şahsı belirtmişse onun haddi dü­şer, zevcenin haddi de düşer. Eğer Hanında bunu belirtmemişse ona had cezası uygulanır." demiştir.

İmam Ahmed ve Şafiî'nin delili Peygamberimiz'in (s.a.) Şerik b. Şahma lehine Hilâl b. Ümeyye'ye had cezası uygulamamasıdır. Halbuki Hilâl Şerik'in is­mini açıkça belirtmişti. Ayrıca kocanın zina eden erkeği itham etme zorunda olması da delil olarak kabul edilmiştir.

14-  Lianın meşru olması belirli bir yalancıya lanet ederek bedduada bu­lunmaya delil sayılmıştır. Çünkü koca: "Allah'ın laneti üzerine olsun." demek­tedir. Bu da yalancılığı kesin olan şahsa lanet etmenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.

Yine Hanın meşru olması Haricîlerin "Zina ve zina ithamında yalancılık küfürdür." şeklindeki sözlerinin batıl olduğuna delildir. Çünkü koca doğru söz-îü değilse yaptığı zina ithamında yalancı demektir. Dolayısıyla -Haricilere gö­re- ikisinden birisi hiç şüphesiz kâfir ve mürteddir. Riddet (dinden dönme) ise Han olmaksızın aralarının ayrılmasını vacip kılar.

15- Alimler diyorlar ki: Hanımının zina ettiğini kesin olarak bildiği veya bunu kesin dereceye yakın bir zanla anladığı haller dışında kocanın hanımına zina iftirasında bulunması haramdır. Kocanın hanımdan ayrılması bir zarar meydana getirmeyecekse hanımının bu durumunu örtmek için hanımını boşa­ması koca için daha evlâdır.

Eğer hanımı kesin olarak kendisinden olmadığını bildiği bir çocuk dünya­ya getirmişse kocanın bu çocuğu reddetmesi vaciptir. Aksi takdirde susması se­bebiyle kendisinden olmayan bir şeyi kendisine ilhak etmek istemiş olur ki bu haramdır. Nitekim kendisinden olan bir çocuğu reddetmek de aynı şekilde ha­ramdır.

Koca bu çocuğun kendisinden olmadığını hanımıyla kesin olarak münase­bette bulunmadığı ya da münasebette bulunduğu ama altı aydan önce bu çocu­ğu doğurduğu durumlarda bilir. Eğer kadın altı ay veya daha fazla durumunda istibra etmemişse çocuğu reddetmek haram olur. Herhangi bir hayız halinde is-tibra etmişse -hamile kadının hayız görmeyeceği görüşünde olanlara göre- ço­cuğun nesebini reddetmek helâl olur/D [45]

 

İfk (Hz. Aişe'ye İftira) Kıssası

 

11- O iftira haberini getirenler içinizden küçük bir guruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir hayırdır. Onlardan her bi­rine ait elde ettiği günah vardır. Onlar­dan günahın en büyüğünü yüklenen kimseye de büyük bir azap vardır.

12- Bunu (bu iftirayı) işittiğiniz zaman mümin erkeklerin ve mümin kadınların kendiliklerinden hüsnü zanda bulun­maları ve "Bu apaçık bir iftiradır." de­meleri gerekmez miydi?

13- Bu olay için dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki bu şahitleri getiremediler, o halde o kimseler Allah nezdinde yalancıların ta kendileridir.

14-  Eğer dünya ve ahirette sizin üzeri­nizde Allah'ın lütfü ve merhameti olma­saydı, yaydığınız fitne yüzünden size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.

15-  Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiç bilginiz olmayan şeyi ağ­zınızla söylüyor ve bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa bu Allah katın­da büyük bir günahtır.

16- Bunu (bu iftirayı) işittiğiniz zaman: "Bu şekilde konuşmak bize yakışmaz. Hâşâ! Bu büyük bir iftiradır." demeniz gerekmez miydi?

17- Allah, eğer siz gerçekten mümin ise­niz böyle bir günaha ebediyyen dönme­menizi öğütler.

18- Allah size ayetlerini açıklıyor. Allah

her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.

19- İman edenler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere dünyada ve ahi­rette acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

20- Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı? Allah çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı? (Durumunuz nasıl olurdu?)

413

21- Ey iman edenler! Şeytanın adımları­na uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa şüphesiz ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü emre­der. Eğer üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiri ebediyyen temize çıkmazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah her şeyi gayet iyi işiten ve gayet iyi bilendir.

22- İçinizden fazilet ve imkân sahipleri, akrabalara, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere yardımı esirgemesinler. Affetsinler  ve   müsamahalı  davra­nsınlar. Siz Allah'ın sizi affetmesini ar­zu etmez misiniz? Allah çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir.

 

Belagat:

 

"Levlâ" kelimesi bu ayetlerin birkaç yerinde ""Hellâ (gerekmez miydi?) — anasında, yapılan kusura karşı ihtar ve derhal itham maksadıyla teşvik için iullanılmıştır.

"Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir hayırdır." ayetinde şerle hayır kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Siz bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa bu Allah katında büyük bir günahtır." ayetinde "heyyin (önemsiz)" ve "azîm (büyük)" kelimeleri arasında da tezat sanatı vardır.

"Sübhâneke" (Nur, 16) seni tenzih ederim ya Rabbi! demektir. Manası ise, Allah'ın yarattığı gayet hayret verici varlıkları görünce bunu yaratmanın Al­lah'ın kudretinin dışında olmadığına işaret etmek için Allah'ı tenzih etmektir. Sonra bu kelime hayret verici her şey hakkında kullanılmıştır.

"Eğer mümin iseniz..." (Nur, 17) ifadesi ise heyecan vermekte ve ihtar et­mektedir.

"Şeytanın adımlarına uymayın." (Nur, 21) ifadesi istiaredir. Şeytanın yolun­dan gitmek başkasının adımlarına adım adım uyan kimseye benzetilmiştir.

"Vermeyi...esirgemesinler..." (Nur, 22) Burada hazif yapılmak suretiyle îcaz yapılmıştır. Yani "vermemeleri" demektir. Mana delâlet ettiği için "lâ" edatı hazfedilmiştir.

"Siz Allah'ın size mağfiret etmesini arzu etmez misiniz?" Murad edilen kişi Hz. Ebubekir (r.a.) dir. Değerini yüceltmek için cemi sigasıyla hitap edilmiştir. [46]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O iftira" "ifk" yalanın en mübalağalısı ve iftiranın en kötüsü olup mümin­lerin annesi Hz. Aişe'ye zina ithamında bulunmak suretiyle yapılmıştır. haberini getirenler içinizden küçük bir guruptur." Ayette geçen "usbe" topluluk demektir. 10 ilâ 40 kişi arasındaki topluluk için kullanılması yaygındır. Bu kimseler Abdullah b. Übeyy, Zeyd b. Rifaa, Hassan b. Sabit, Mistah b. Esâse, müminlerin annesi Zeyneb'in kızkardeşi olan Hamne bt. Cahş, Talha b. Ubey-dillah'ın hanımı ile bunlara destek verenler idi.

"Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın." Ey bu iftira gurubu dışında kalan müminler! Siz bunu şer zannetmeyin. Bu yeni bir hitaptır. "Şer" zararı faydasından fazla olan şeydir.

"Bilakis bu durum sizin için bir hayırdır." Bu sebeple Allah size ecir vere­cektir. Beyzavî'nin belirttiği gibi sizin aklanmanız, şanınızın yüceliği ve size su-i zan edenlere yapılan vaidin korkunçluğu hakkındaki 18 ayeti^ indirmek suretiyle Allah Hz. Aişe'nin suçsuzluğunu ve sizin Allah katındaki değerinizi ortaya koyacaktır.

"Onlardan" iftiracılardan "herbirine ait elde ettiği günah vardır." Yani her-birinin girdiği günah kadar kendisine ait cezası vardır.

"Onlardan günahın en büyüğünü yüklenen " ki bu günahın büyük bir kıs­mını üstlenen Abdullah b. Übeyy'dir. Zira bu iftirayı başlatan ve Rasulullah'a (a.s.) düşmanlık etmek için yayan odur. "kimseye de büyük bir azap vardır." Ya­ni ahirette azap vardır ya da celde vurulmak suretiyle dünyada ceza vardır. İb-ni Übeyy tard edilmiş, nifakıyla tanınmıştı. Hassan, âmâ ve çolak olmuş, Mis­tah ise kör olmuştur.

'İftirayı işittiğiniz zaman mümin erkekler ve mümin kadınların" birbirleri hakkında "hüsnü zanda bulunmaları ve: Bu apaçık bir iftiradır." son derece açık bir yalandır "demeleri gerekmezmiydi?" Burada hitap yön değiştirmiştir. Ey topluluk! Sizin hüsnü zan etmeniz ve şöyle söylemeniz gerekmez miydi? de­mektir.

"Bir de" o gurubun bu olaya tanık olan "dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki bu şahitleri getirmediler, o halde onlar Allah nezdinde" Al­lah'ın hükmünde "yalancıların ta kendileridir."

"Allah'ın lütuf ve rahmeti dünyada " biri tevbede mühlet tanımak olan çe­şitli nimetleri "ve ahirette" sizin için kararlaştırılmış olan af ve mağfireti "üze­rinizde olmasaydı yaydığınız fitne" daldığınız iftira "yüzünden" ey iftiracılar topluluğu "size mutlaka" kınama ve celdeye tabi tutulmanın yanında çok daha "büyük bir azap dokunurdu."

"Hani o iftirayı dilinize dolamıştınız." Birbirinize anlatıyordunuz. "Hakkında hiç bilginiz olmayan şeyi ağzınızla söylüyor ve bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz." Yani günah olmayan, sorumluluk bulunmayan basit bir iş zan­nediyordunuz.

"Halbuki bu , Allah nezdinde büyük bir günahtır." Yani bu durum Allah'ın

1- Görünen odur ki bu ayetler (11-28) ayetlerdir. Daha doğru görüş Taberanî'nin Hakem b. Utbe'den rivayet ettiği "Allah bu konuda 15 ayet indirdi" şeklindeki görüştür (yani 11-26 ayetlerdir).

Tükmünde sorumluluk ve günah açısından büyük bir iştir. Mana şudur: Şu üç aînah büyük bir azabı hak etme sebebi olmuştur: İftirayı dillerine dolamaları, ^-aştırmadan bunu konuşmaları, Allah katında ve Allah'ın hükmünde büyük günah olduğu halde bu iftira olayını basite almaları.

"Bunu (iftirayı) işittiğiniz zaman: Bu şekilde konuşmak bize yakışmaz." 3unu konuşmak bize yakışmaz, doğru olmaz... "Hâşâ!" Bu ifade söylediklerin­den hayrete düşme ifadesi olup aslı Allah'a bunu meydana getirmek zor gelme­yeceği şeklinde tenzihte bulunmaktır. Sonra her hayret verici konuda kullanıl­ması yaygınlaşmıştır.

"Bu büyük bir iftiradır." Yani bu uydurma ve yalan bir haberdir "demeniz gerekmez miydi?"

"Siz eğer gerçek müminler iseniz" bundan öğüt almalısınız. Zira iman bunu engeller. "Allah böyle bir günaha" sağ olduğunuz, mükellef olduğunuz müddet-:e "ebediyyen dönmemenizi öğütler."

"Allah size ayetlerini açıklıyor." Yani ibret almanız ve edep sahibi olmanız için serî hükümleri ve güzel edepleri gösteren ayetleri açıklıyor. "Allah her şeyi" bütün durumları emrettiği ve nehyettiği hususları "gayet iyi bilendir," ve idaresinde "sonsuz hikmet sahibidir."

"İman edenler arasında hayasızlığın" son derece çirkin fiil olan fuhşun, zi­nanın "yayılmasını" yaygınlaşmasını ve ortaya çıkmasını "arzu edenlere" yani bu küçük iftira gurubuna "dünyada" acıklı bir azap yani kazif haddi "ve ahiret-Ae" Allah'ın hakkına riayet için cehenneme ve alevli ateşe girmek suretiyle acıklı bir azap vardır." Gönüllerde olanları ve müminlerin fuhuş işlemeyeceği­ni "Allah bilir. Siz" ey iftira gurubu bu fuhşun müminler arasında olmayacağı gerçeğini "bilmezsiniz."

'Ya üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı?" Bu ayet cezanın der-bal verilmemesi lütfunu beyan ve suçun büyüklüğüne delâlet etmek için yapıl­mış bir tekrardır. "Allah" size karşı "çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı?" .âyette geçen "Levlâ" edatının cevabı mahzuf olup takdiri şöyledir: O takdirde îize derhal ceza verirdi.

"Ey iman edenler!" Hayasızlığı yaygınlaştırmak suretiyle "Şeytanın adım-znna" yani şeytanın batılı süslü gösterme yollarına, isteklerine ve vesveseleri­me "uymayın." "Şüphesiz ki o" yani emrine uyulan şeytan "hayasızlığı" son de­rece çirkin olan şeyleri "ve kötülüğü" gönüllerin kabul etmediği, insan tabiatı­mın nefretle karşıladığı ve şeriatın kabul etmediği kötü amelleri emreder. Bu ifade şeytana uyulmasını nehyetmenin illetini beyan etmektedir.

"Eğer" günahları silen tevbeye muvaffak kılmak ve günahlara kefaret olan - adleri meşru kılmak şeklinde "üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı" :v iftira eden insanlar "içinizden hiçbiri ebediyyen" günahların kirliliğinden -; örtülüp "temize çıkmazdı. Fakat Allah" tevbesini kabul etmek suretiyle "dile-zığini" günahından arındırıp "temize çıkarır. Allah her şeyi" onların söyledikle­rini "gayet iyi işiten" ve niyetlerini "gayet iyi bilendir."

"İçinizden" dinde "fazilet" sahibi "ve imkân" mal mülk "sahipleri akrabala­ra, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere" vermemek suretiyle "yardımla­rını esirgemesinler." Bu ayette Hz. Ebubekir'in (r.a.) fazilet sahibi olduğuna de­lil vardır.

Onlardan gördükleri kusurlardan dolayı "Affetsinler" hatalara göz yumup "müsamahalı davransınlar. Siz" size kötülük edenleri affetmeniz, hoşgörülü davranmanız ve iyilikte bulunmanız sebebiyle Rabbinizin de size aynı şekilde davranmasını "Allah'ın sizi affetmesini arzu etmez misiniz?" "Allah" mükem­mel kudretine rağmen "çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir." O halde siz de Onun ahlakıyla ahlâklanm; affedici ve merhametli olun.[47]

 

Nüzul Sebebi Veya İfk (Hz. Âişe'ye İftira) Hadisesi

 

İçlerinde İmam Ahmed'in ve Müslim'in bulunduğu bir gurup hadis imamı ve ayrıca Buharî muallak olarak Hz. Aişe'den (r.a.) şu hadisi naklediyorlar:[48]

Rasulullah (s.a.) bir yolculuğa çıkmak istediği zaman hanımları arasında kur'a çekerdi. Hangisinin oku çıkarsa Rasulullah (s.a.) onunla birlikte çıkardı. Yine gazvelerden birinde[49] bizim aramızda kura çekmiş, bu kurada benim na­sibim çıkmıştı.

Ben Rasulullahla (s.a.) birlikte yola çıktım. Bu hicab ayeti indikten sonra idi. Ben hevdecimde (devenin üzerindeki özel kafesimde) taşmıyor, yere onun içinde indiriliyordum. Bu şekilde yürüdük. Nihayet Rasulullah (s.a.) bu gazve­yi bitirince dönmüş, Medine'ye yaklaştığımızda bir gece konaklama için izin ve­rilmişti.

Konaklama izni verilince ben kalktım, yürüdüm. Orduyu bırakıp ileri geç­tim. İşimi bitirince bineğimin yanına yöneldim. Göğsüme dokundum. Bir de ne göreyim: Yemen'deki Zafar şehrinden gelen beyaz benekli siyah gerdanlığım kopmuştu.

Döndüm, gerdanlığımı aradım, onu aramak beni epey oyaladı. Beni taşı­yan görevliler gelmiş, hevdecimi yüklenmiş, beni hevdecin içinde zannederek bindiğim deveye hevdeci yüklemişlerdi.

Hanımlar o zaman gayet narin olup henüz ağırlaşmamışlar, şişmanlama-mışlardı. Sadece basit yiyecekler yiyorlardı. Görevliler hevdeci kaldırıp yükler­ken hevdecin hafifliğini garip karşılamamışlardı. Ben henüz yaşı küçük genç bir kızdım. Deveyi orduya katmışlar, hareket etmişlerdi.

Ben gerdanlığımı ordu gittikten sonra buldum. Ordunun konakladığı yere geldim. Ne çağıran ne de cevap veren vardı. Bulunduğum yerde beklemeye baş­ladım. Ordu beni bulamayacak ve bana dönüp gelecekler diye düşündüm.

Ben böyle yerimde otururken gözlerim ağırlaştı ve uyuyakaldım. Saffan b. Muattal es-Sülemî ez-Zekvanî ordunun gerisinde istirahat için kalmış, gecele­yin yürümüş ve sabahleyin benim bulunduğum yere gelmişti.

Safvan beni uyurken görmüş, bana gelmişti. Beni görünce tanımıştı. Beni hicap farz olmadan önce de görmüştü. Onun beni tanıyınca "İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn" demesiyle uyanmıştım. Yüzümü cilbabımla örttüm. Vallahi benimle tek kelime konuşmadı. Ben ondan devesini çöktürünce işittiğim (inna lillah...) kelimesinden başka tek kelime işitmedim. Devenin ön ayağına bastı, ben de bindim. Devenin yularını çekerek yürüdü. Nihayet öğle üzeri konaklayan orduya eriştik.

Benim meselemde birçok kimseler helake maruz kaldılar. Bu günahın büyüğünü Abdullah b. Übeyy b. Selül üstlenmişti.

Medine'ye geldik. Medine'ye geldiğimizde bir ay rahatsızlandım. İnsanlar iftiracıların sözlerini dillerine dolamışlardı. Ben bundan hiçbir şey hissetmiyordum. Bu hasta halimde rahatsız olduğum zaman Peygamberimiz'den (s.a.) görmeye alışık olduğum hoşluğu görmemem bana şüphe veriyordu. Sadece Rasulullah (s.a.) yanıma giriyor, bana selâm veriyor, "Nasılsın?" diyordu. Bu durum beni şüphelendiriyor ama bir kötülük hissetmiyordum.

Nihayet iyileşmeye başlayınca dışarı çıktım."Menasi," denilen aptes bozma yerine Ümmü Mıstah ile çıktım: Buraya geceden geceye çıkardık. Bu durum evimize yakın tuvaletler yapılmasından önceydi. Biz eski Araplar gibi çölde aptes bozardık. Evlerimizde tuvalet edinmek bize rahatsızlık veriyordu.

Ben Ümmü Mıstah -bt. Ebî Ruhm b. Muttalib b. Abdimenaf- ile dışarı çıktım. Ümmü Mıstah'ın annesi Hz. Ebubekir'in teyzesi olup Sahra b. Harbin kı­zıydı. Oğlu Mıstah ise Mıstah b. Esase b. Abbad b. Abdilmuttalib idi. İşimizi bi­nice Ümmü Mıstah ile birlikte evime doğru döndüm. Ümmü Mıstah'ın ayağı eteğine takıldı.

Ümmü Mıstah:

- Mıstah helak olsun, dedi. Ben ona:

-Ne kötü söz söyledin. Bedir'de bulunan bir adam için mi bu kötü sözü söylüyorsun, dedim. Ümmü Mıstah:

- Ey zavallı! Sen onun ne dediğini işitmedin mi? dedi. Ben:

- Ne dedi? diye sordum. Ümmü Mıstah iftiracıların söylediklerini bana anlattı. Hastalığım bir kat daha artmıştı. Evime döndüğüm zaman Rasulullah (s.a.s.) benim yanıma gelip selâm verdi. Bana: -Nasılsın? dedi. Ben de:

- Bana babama gitmem için izin verir misin? dedim.

-  Evet, dedi. Ben haberi anne ve babamdan daha yakînen öğrenmek istiyordum.

Rasulullah (s.a.) bana izin verdi. Ana-babama geldim. Anneme: Anneciğim! İnsanlar niçin böyle konuşuyor? dedim. Annem:

-  Sevgili kızım! Sakin ol. Allah'a yemin olsun ki kocası nezdinde değerli, kocasının sevgisini kazanan ve kumaları olan pek az kadın vardır ki kumaları onun aleyhine çok laf söylememiş olsun, dedi. Ben de:

-Sübhanallah! İnsanlar böyle mi konuşuyor? dedim. O gece sabaha kadar ağladım. Ne göz yaşım diniyor, ne de gözüme uyku giriyordu.

Hz. Aişe anlatmaya devam ediyor: Rasulullah (s.a.) bu müddet içinde va­hiy gelmeyince hanımından (yani benden) ayrılmak hakkında istişare etmek ve soru sormak üzere Hz. Ali ile Üsame b. Zeyd'i çağırdı.

Üsame b. Zeyd hanımının suçsuzluğu ve Peygamberimiz'in (s.a.) kendileri­ne olan sevgisi hakkında bildiği gerçeklere işaret etti. Üsame şöyle demişti:

Ya Rasulallah! Bu senin ailendir. Biz sadece hayır biliriz, dedi. Hz. Ali'ye gelince:

Ya Rasulullah! Allah sana darlık vermedi. Ondan başka kadınlar çoktur. Cariyelere sorarsan sana doğru haberi verirler, dedi.

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) Hz. Aişe'nin cariyesi Berire'yi çağırdı. Ona:

Aişe'de sana şüphe verecek bir şey gördün mü? diye sordu. Berire:

-Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin olsun ki ben onu küçültecek hiç bir şey görmedim. Sadece o henüz küçük yaşta bir genç kızdır. Bazen ailesinin hamuru başında uyur. Tavuklar gelip hamuru yerdi, dedi.

O gün Peygamberimiz kalktı, Abdullah b. Übeyy b. SelüTden özür beyan etmesini istedi. Peygamberimiz (s.a.) minberde şöyle diyordu:

- Ey nıüslümanlar cemaatı! Ailem hakkında ileri - geri sözleri bana ulaşan adam - yani Abdullah b. Übeyd b. Selül - hakkında bana mazeretini beyan ede­cek kim vardır? Allah'a yemin olsun ki ben ailemde sadece hayır gördüm. İn­sanlar bir adamı söz konusu ettiler ki ben onun hakkında sadece hayır biliyo­rum. O benim ailemin yanına sadece benimle giriyordu.

Sa'd b. Muaz el-Ensarî (r.a.) kalktı ve şöyle konuştu:

- Ben onun mazeretini görürüm ya Rasulallah. Eğer o adam Evs kabilesin­den ise boynunu vururuz. Eğer bizim kardeşlerimiz olan Hazrec kabilesinden ise bize emredersin, emrini yaparız, dedi.

Ondan sonra Hazrecin Reisi Sa'd b. Ubade kalktı; Sa'd b. Ubade Salih bir kişi idi. Fakat asabiyet damarı kabarmıştı. Sa'd b. Muaz'a hitaben:

- Yalan söyledin. Allah'a yemin olsun ki o adamı öldüremezsin. Onu öldür­meye senin gücün yetmez. Senin kabilenden ise ben o adamın öldürülmesini is­temem, dedi.

Sonra Üseyd b. Hudayr kalktı. Üseyd, Sa'd b. Muaz'm amcasının oğluydu. Sa'd b. Ubade'ye döndü:

- Sen yalan söyledin. Allah'a yemin olsun ki onu mutlaka öldüreceğiz. Sen münafıksın, bir münafık adına mücadele ediyorsun, dedi.

İki kabile (Evs ve Hazrec kabileleri) de kızıştı. Hatta Rasulullah (s.a.) minberde olduğu halde kavgaya yöneldiler. Rasulullah (s.a.) onları sakinleştir­meye devam etti. Nihayet hepsi sustular. Peygamberimiz (s.a.) de sustu.

Hz. Aişe (r.a.) devam etti. O gün ağladım; göz yaşım dinmiyor, gözüme uyku girmiyordu. Anne ve babam ağlamam yüzünden ciğerlerimin parçalanacağını zannediyorlardı. Anne -babam benim yanımda otururlarken, ben ağlamaya devam ediyordum. Bu sırada Ensardan bir kadın benim yanıma girmek için izin istedi. Ben de ona izin verdim. O kadın oturup benimle birlikte ağlamaya başladı. Biz bu durumda iken Resulullah (s.a.) yanımıza girdi. Selâm verip oturdu, söylenti başlayalı beri benim yanıma oturmamıştı. Benim durumum hakkında hiç bir vahiy gelmeden bir ay geçmişti.

Rasulullah (s.a.) oturduğu zaman önce şehadet getirdi. Sonra şöyle dedi:

- Ya Aişe! Senin hakkında bana şöyle söylentiler geldi. Sen suçsuz isen Al­lah seni aklayacaktır. Şayet bir günaha bulaştı isen Allah'tan mağfiret dile; tevbe et. Zira kul günahını itiraf edip tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder.

Rasulullah (s.a.) sözünü bitirince göz yaşım dindi. Nihayet bir damla bile hissetmiyordum. Babama dedim ki:

- Rasulullah'a benim yerime sen cevap ver. Babam:

- Vallahi Rasulullah'a (s.a.) ne diyeceğimi bilemiyorum, dedi. Anneme:

- Rasulullah'a (s.a.) cevap ver, dedim. Anneni;

-  Vallahi Rasulullah'a (s.a.) ne diyeceğimi bilemiyorum, dedi. Ben henüz kuçük yaşta bir genç olduğum, Kur’an’dan da pek çok şey okumadığım halde şöyle dedim:

-  Vallahi, görüyorum ki, sizler bu söylentiyi duydunuz ve nihayet bu durum gönüllerinizde yerleşmiş bunu tasdik ettiniz. Şayet ben size: "Allah benim suçsuz olduğumu biliyor, ben suçsuzum." desem de siz beni tasdik etmezsiniz. Eğer ben bir şeyi itiraf edersem ki Allah benim suçsuz olduğumu biliyor, siz benim bu itirafımı tasdik edersiniz. Şüphesiz ki ben benimle sizin misalinizi ancak Hz. Yusuf un babasının dediği gibi buluyorum: "Bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin yakıştırdıklarınıza karşılık yardımı istenilecek olan sadece Allah'tır. "(Yusuf, 12/18).

Sonra döndüm, yatağıma uzandım. Ben inanıyorum ki - Allah bu durumda benim suçsuz olduğumu biliyor- Allah benim suçsuzluğum sebebiyle beni akla­yacaktır. Fakat Allah'a yemin olsun ki benim hakkımda okunacak bir vahiy ineceğini beklemiyordum. Benim meselem benim gönlümde Allah'ın benim hakkımda okunacak bir vahiy indirmesinden çok çok basittir. Fakat Rasulullah'ın (s.a.) uykuda bir rüya görüp Allah'ın beni bu rüyada aklayacağını bekliyordum.

Allah'a yemin olsun ki Rasulullah (s.a.) oturduğu yerden kalkmadan ve ai­le halkında hiç bir kimse dışarı çıkmadan Allah Peygamberine vahiy indirdi. Vahiy esnasında onu saran zorluk ve şiddet hali yine kaplamıştı. Hatta kendisine indirilen sözün ağırlığı sebebiyle soğuk bir kış gününde alnından ter dam­laları damladı.

Sonra Rasulullah'ın (s.a.) yüzü açıldı. Tebessüm ediyordu. Söylediği ilk söz şu oldu:

- Müjde ya Aişe! Allah seni akladı, buyurdu. Annem bana:

- Kalk! Rasulullah (s.a.)'a git, dedi. Ben:

- Allah'a yemin olsun ki ona kalkıp gitmem. Allah'tan başkasına da ham-detmem. Benim suçsuzluğumu indiren Allah'tır. Allah (c.c.) "O iftira haberini getirenler içinizden küçük bir guruptur..." ayetiyle başlayan on ayeti indirdi.

Allah benim suçsuzluğum hakkındaki bu ayetleri indirince babam Ebube-kir (r.a.) yakın akrabalığı ve fakirliği sebebiyle yardımda bulunduğu Mistah b. Esase için: "Vallahi Aişe hakkında söylediği bu sözlerden sonra ben ona hiçbir şey infak etmeyeceğim." dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "İçinizden fazilet ve imkân sahipleri akrabalara, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere yardım­larını esirgemesinler..." (Nur, 24/22) ayetini indirdi. Babam Ebubekir: Allah'a yemin olsun ki ben Allah'ın bana mağfirette bulunmasını elbette arzu ederim, dedi. Mistah'a daha önce yaptığı yardımı tekrar yapmaya başladı. Şöyle diyor­du: Vallahi bu yardımı ebediyyen kesmeyeceğim.

Hz. Aişe devam ediyor: Rasulullah (s.a.) benim durumum hakkında hanı­mı Zeynep bt. Cahş'a soruyordu:

- Ya Zeynep! Ne biliyorsun? Ne diyorsun? demişti. Zeynep de:

- Ya Rasulallah! Kulağımı ve gözümü korurum. Vallahi ben hayırdan baş­ka bir şey bilmiyorum, demişti.

Hz. Aişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz'in (s.a.) hanımlarından benimle da­ima yarışan o idi. Allah Tealâ veraı, takvası sebebiyle onu korudu. Kızkardeşi Hamne bt. Cahş ise onunla mücadele etmeye başladı. Helak olanlar arasında helake mahkum oldu.

Mesruk, Hz. Aişe'den (r.a.) hadis naklettiği zaman şöyle diyordu: Bana bu hadisi Sıddîk'm kızı, Allah Rasulünün sevgilisi, semadan aklanmış Sıddîka nakletti. [50]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Mahrem olmayan yabancı kadınlara zina ithamında bulunmanın hükmü­nü ve kocanın hanımına yapacağı zina ithamının hükmünü beyan ettikten son­ra Cenab-ı Hak bu on ayette müminlerin annesi Hz. Aişe'nin (r.a.) münafık ifti­racıların yaptığı ithamdan uzak olduğunu açıkladı. Burada yerine getirmeleri gereken edeplerden bir kısmını ve çiğnememeleri gereken ileride açıklanacak dokuz kadar yasağı beyan etti. [51]

 

Açıklaması

 

Bu ayet, Cenab-ı Hakk'm nebisinin hanımı olan Hz. Aişe'nin ve Peygamberin namusunu korumak üzere münafıklardan olan iftira ve bühtancıların yaptıkları ithamlardan Hz. Aişe’yi akladığı ayetlerdir.

“O iftira haberini getirenler içinizden küçük bir gruptur.” Yani o yalan ve iftira olan haberi getirenler bir veya iki kişi değildir. Hz. Aişe hakkında bu iftirayı münafıkların lideri  Abdullah b. Übeyy'in liderliğindeki içinizden bir gu­rup getirmiştir. Bu yalanı uyduran ve küçük bir gurupla anlaşan odur. Bunlar bu haberi nakletmeye ve insanlar arasında yaymaya başladılar. Nihayet bu ha-her müs]üman]ardan bir kısmının zihinlerine girdi. Bunu konuşmaya başladı­lar. Bu haberin yaygınlaşması bir aya yakın sürdü. Nihayet ayet nazil oldu. Ayette geçen "usbe" tabiri bunların küçük bir gurup olduğunu işaret etmekte­dir. Cenab-ı Hakk'ın "minküm (sizden)" ifadesi "Ey müminler sizin içinizden" demektir. Çünkü Abdullah b. Übeyy, zahiren mümin bilinen kimseler cümlesindendi.

"Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir hayırdır." Yani ey Ebu Bekir ailesi! Ey bu yalan haberden rahatsızlık duyan ve üzülen müminler! Bu hitabın delili Cenab-ı Hakk'ın "minküm (=içinizden)' ifa­desidir. Bu olayın sizin için bir şer ve kötülük olduğunu zannetmeyin. Bilâkis bu olay büyük sevap kazanmanız, Allah'ın müminlerin annesi Hz. Aişeye ver­diği önemi ortaya çıkarması ve onun suçsuzluğu hakkında kıyamete kadar okunacak Kur'an ayetleri indirmesi sebebiyle dünya ve ahirette sizin için ha­yırlara vesiledir.

"Onlardan her birine ait elde ettiği günah vardır." Bu mesele hakkında ile­ri geri konuşan ve müminlerin annesi Hz. Aişe'ye zina ithamında bulunan her­kes için bu konuya daldığı kadar büyük bir azap yahut girdiği kadar ceza var­dır.

"Onlardan günahın en büyüğünü yüklenen kimseye de büyük bir azap var­dır. " Münafıklardan bu günahın büyük bir kısmını yüklenen kimse -çoğunlu­ğun görüşüne göre bu kişi Abdullah b. Übeyy'dir- dünya ve ahirette büyük bir azaba lâyıktır. Zira bu haberi ilk uyduran odur. Ya da bunu düzenleyen, bu de­dikoduyu üreten, yayan ve sağa sola duyuran odur. Şerrin çoğu ondan çıkmış­tır. Dünyadaki azabı münafıklığının ortaya çıkması ve toplumdan dışlanması-dır. Ahiretteki azabı ise cehennemin en alt tabakasında olmaktır.

Denilmiştir ki: Bundan murad Hassan b. Sabit'tir. İbni Kesir şöyle demek­tedir: Bu garip bir sözdür. Sahih-i Buharı'de bunun irad edilmesine delâlet eden bir ifade olmasaydı, bu lüzumsuz bir söz olurdu. Zira Hassan b. Sabit fazi­letleri, menkıbeleri ve özellikleri olan bir sahabidir. En güzel özelliği şiiriyle Peygamberimiz'i (s.a.) müdafaa etmesidir. Peygamberimiz'in (s.a.) kendisine: "(Müşriklere) hücum et. Cebrail seninle beraberdir, "buyurmuştur.[52]

Daha sonra Cenab-ı Hak Hz. Aişe (r.a.) kıssasıyla ilgili kötü sözlere dalan müminlere edep dersi verdi. Ve onlara dört ayrı konuda ihtarda bulundu.

1-"Bunu -bu iftirayı- işittiğiniz zaman mümin erkeklerin ve mümin kadın­ların kendiliklerinden hüsnü zanda bulunmaları ve 'Bu apaçık bir iftiradır.' de­meleri gerekmez miydi?" İftiracıların Hz. Aişe hakkındaki sözlerini işittiğiniz zaman insanı hüsnü zanna sevk eden imanın gereğiyle amel ederek Hz. Aişe hakkında hüsnü zanda bulunsaydmız ya! Onun suçsuzluğunu ilân ederek açık­tan: "Bu apaçık bir iftiradır," yani müminlerin annesine yapılan gayet açık bir bühtan, uydurma, yalan bir haberdir." deseydiniz ya! Çünkü meydana gelen olay Hz. Aişe'nin öğle vaktinde bütün ordunun gözleri önünde Safvan b. Muat-tal'in bineği üzerinde gelmesi sebebiyle şüpheli bir olay değildi. Rasulullah (s.a.) onlarla beraber her kötülüğü keşfeder, her şüpheyi reddederdi. Eğer bu olayda bir şüphe olsaydı bu olay bu kadar açık olmazdı. Bilakis -olması takdir edilseydi- gizli ve kapalı olurdu.

Bu muazzam bir edeptir. İman lafzıyla tasrih edilmesi müminin mümin­lere sadece hüsnü zan etmesi gerektiğine delâlet etmektedir.

2- "Bu olay için dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki bu şahit­leri getiremediler, o halde o kimseler Allah nezdinde yalancıların ta kendileri­dir." Onlar getirdikleri bu haberin sabit olduğuna ve onların söylediklerinin doğruluğuna ve Hz. Aişe'ye isnat ettikleri bu fiili bizzat gördüklerine tanıklık edecek dört şahit getirselerdi ya! Bu töhmeti ispat etmek için şahit getirmedik­leri zaman onlar Allah'ın hükmünde yalancı ve facir kimsedirler. Bu ayet bu if­tirayı nehyeden, zecreden ayetlerdendir.

3- "Eğer dünya ve ahirette sizin üzerinizde Allah'ın lütfü ve merhameti ol­masaydı, yaydığınız fitne yüzünden size mutlaka büyük bir azap dokunurdu." Şayet dünyada tevbeye mühlet vermek dahil çeşitli nimetlerle Allah size lütuf-ta bulunmasaydı, ahirette ise af ve mağfiretle rahmet etmesi olmasaydı, bu daldığınız iftira olayı sebebiyle sizi derhal cezalandırırdı. Bu ayet de zecr ve ne-hiy ayetlerindendir. Buradaki "levlâ" edatı başkasının varlığı sebebiyle bir şe­yin imkânsız olduğunu beyan etmek içindir.

4- "Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkınızda hiç bilginiz olmayan şe­yi ağzınızla söylüyor ve bunu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa bu Allah ka­tında büyük bir günahtır." Eğer sizin üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olma­saydı iftira olayını dilinize doladığınız ve bunu birbirinize sorduğunuz zaman ve bu konuda çok konuşup bilmediğiniz konu hakkında söz söylediğiniz zaman size mutlaka azap dokunurdu. Siz bunu basit ve önemsiz zannetmiştiniz. Hal­buki bu Allah'ın şeriatında ve hükmünde büyük ve önemli bir iştir. Peygamber ailesi çirkin fuhuşla lekelendiği için bu büyük günahlardandır.

Buharî ve Müslim'in Sa/«7undeki bir hadis-i şerifte: "Kişi Allah'ın gazabı­na sebep olacak bir kelime söyler, bu kelimenin nereye ulaşacağını bilmez. Bu kelime sebebiyle cehennemde yerle gök arasından daha derin bir mesafeye yu­varlanır." buyurulmuştur. Bir rivayette ise: "Kişi bu kelimeye önem vermez." buyurmuştur.

Bu ayet de nehiy ve zecr ifade eden ayetlerdendir. Allah onları üç günahı işlemekle tavsif etmiş ve büyük azabın dokunmasını bu günahlara bağlamıştır.

i -ı günahlar şunlardır:

Birincisi: İftirayı dillerine dolamaları. Yani bu iftira hakkında araştırma-\ önem vermemeleri, sadece rastgele dinlemekle kalmayıp bunu yaygınlaştır­man, birbirinden alıp yaymaları.

İkincisi: Kesin bilmedikleri ve delilleri bulunmayan bir şey hakkında ko--şmaları. "Kesin bilgin olmayan bir hususta konuşma." (İsra, 17/36). Bu ayet rı ayete benzemektedir: "Kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar." (Âl-i -ran, 3/167).

Üçüncüsü: Bu hadise Allah nezdinde büyük günah olup şiddetli cezayı ge-rktirdiği halde bunu küçümsemeleri.

Bu da şu üç noktaya delâlet etmektedir:

a) Cenab-ı Hakkın "Bu Allah nezdinde büyüktür." ayetine binaen kazfin ima iftirasında bulunmanın) büyük günahlardan oluşu.

b) Cenab-ı Hakkın "Halbuki siz bunu önemsiz zannediyorsunuz." ayetinin iflâletiyle masiyetin büyüklüğü onu işleyenin zan ve kanaatiyle değişmez. Bel-■:.: de onu işleyen onun büyüklüğünü bilmeyebilir.

c) Her haram olan şeyde mükellefin belki de büyük günahlardan olabilir -..ye harama yönelmeyi büyük bir masıyet sayması gerekir.

5- "Bu iftirayı işittiğiniz zaman:"Bu şekilde konuşmak bize yakışmaz. Hâ-:..' Bu büyük bir iftiradır." demeniz gerekmez miydi?" Bu ayet bu konudaki

iiabı insanlara öğretmektedir. Hüsnü zan etmek şeklindeki birinci emirden • -:nra bu diğer bir edep dersidir. Mana şöyledir: Siz yakışık almayan kötü sözü

iittiğiniz zaman şöyle demeliydiniz: Bunun gibi bir sözü ağzımıza almamız, 3asulullah'm (s.a.) şerefini incitecek bir mevzuya dalmamız ve bunu bir kimse­ye anlatmamız bizim için uygun değildir, doğru değildir. Bu bize helâl değildir. Zira bunun hiçbir delili yoktur. Hâşâ, Allah'ın Rasulü'nün hanımı için bu sözü söylemekten Allah'ı tenzih ederiz. Yani biz bu işin büyüklüğünden hayrete dü-

-yoruz. Allah peygamberinin hanımını facire, zinakâr kılmaktan münezzeh­im Bu büyük bir iftiradır, günah dolu bir uydurmadır. Hz. Peygamber'e eziyet ^ermektir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Allah 'a ve Rasulüne eziyet edenleri Al­lah dünyada da ahirette de lânetlemiştir." (Ahzab, 33/57).

Her ne kadar küfrün nefrete sebep olmaması sebebiyle Hz. Nuh ve Hz. Lût'un hanımlan gibi peygamber hanımlannın kâfir olmaları caiz olsa da faci­re. zinakâr olması caiz değildir. Çünkü bu nefret ve aşağılamak için en büyük sebeplerdendir.

Kısaca: Peygamberimiz'e (s.a.) eziyette bulunmak anlamına geldiği için ikil ve din bu gibi konulara dalmayı yasaklamaktadır. Yine işledikleri büyük âunahı ve dillerine doladıkları son derece hayret ve şaşkınlığa sebep olan bu if-draya karşılık o iftiracı ve ithamcılann cezalandırılmamasını da anlamsız bu­lur.

6- "Allah, eğer siz gerçekten mümin iseniz, böyle bir günaha ebediyyen dön­memenizi öğütler."

Bu ayet de nehiy ve zecr ayetlerinden biridir. Allah müminleri tekrar böy­le bir davranışa dönmekten sakındırıyor. Yani Allah sizden asla buna benzer bir davranış meydana gelmesin diye tehdit ve ihtarla yasaklıyor. Yani gelecek­te siz sağ ve mükellef olduğunuz müddetçe böyle bir harekette bulunmayın. Eğer siz Allah'a ve O'nun şeriatine iman edenlerden, Rasulüne ta'zim edenler­den, O'nun emrine uyan ve nehyinden sakınan kimselerden iseniz, sizin bu gibi bir davranışa tekrar dönmemeniz için size bu gibi nasihat ve uyarılarla öğütte bulunmaktadır.

"Allah size ayetlerini açıklıyor. Allah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hik­met sahibidir." Allah size şer'î hükümleri, dinî ve içtimaî edepleri açıklıyor. Al­lah kullarını ıslah edecek şeyleri gayet iyi bilir, onların durumlarından haber­dardır. Herkese yaptığı amelinin karşılığını verir. Şeriatında ve takdirinde, mahlûkatının işlerinde, dünya ve ahirette kullarının saadetini gerçekleştirecek emir ve nehiyleri vermek hususunda sonsuz hikmet sahibidir.

7- "İman edenler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere dünya ve ahirette acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz."

Bu, kötü bir söz duyan kişinin takınacağı üçüncü bir edeptir. Ayetin mana­sı şudur: Kasıtlı, isteyerek ve severek hayasızlığı yayanlar, müminlerin toplu­luğunda zina haberlerinin yayılmasını ve hayasızlığın yaygınlaşmasını arzu edenler için dünyada acıklı bir azap -yani kazif haddi-, ahirette ise cehennem azabı vardır. Allah her şeyin gerçek yönünü gayet iyi bilir. O'na hiçbir şey gizli kalmaz. Kalplerde olan sırları gayet iyi bilir. Her şeyi O'na havale edin ki irşad edilesiniz. Sizler bilginizin eksikliği, eşyayı tanıma eksikliği ve sadece karine ve emarelere dayanmanız sebebiyle bu gerçekleri bilmezsiniz.

İmam Ahmed, Sevban'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini nakletmektedir: "Allah'ın kullarına eziyet etmeyin. Onları ayıplamayın. Onla­rın kusurlarını araştırmayın. Çünkü kim müslüman kardeşinin kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını ortaya koyar, hatta onu kendi evinde rezil eder."

Rasulullah (s.a.) Abdullah b. Übeyy, Hassan ve Mistah'a celde vurdu. Saf-van Hassan'a vurmak üzere oturdu. Kılıçla bir defa vurdu. Hassan'ın gözü kör oldu.

Bu eğitici edebin derin anlamı vardır. Zira bir toplumda hayasızlığın yay­gınlaşması ve insanların bu suçu işlemeleri hususunda cür'et verir, bu fiili ko­layca işlemelerine sebep olur.

Bu ayet sadece hayasızlığın yaygınlaşmasını arzu etmenin bile azaba uğ­ramak için yeterli olduğuna delâlet etmektedir. Hayasızlığı fiilen yayanlar ise daha şiddetli cürüm, günah ve cezaya maruz kalmaktadır. Hayasızlığın yayıl­masını arzu etmenin kaynağı kin ve nefrettir. İnsanların yaşadıkları düzenli­lik, istikrar, sevgi ve kaynaşmaya karşı kıskançlık yapmak ve insanlara karşı böbürlenmektir. Abdullah b. Übeyy gibi kin ve haset dolu kişiler de bu şereftir diye bu güzel toplumun temel direklerini kemirmeye ve onun şerefini düşürme­ye, ırz ve şerefine dil uzatmaya çalışırlar.

8-  "Ya üzerinizde Allah 'in lütfü ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve çok merhametli olmasaydı?"

Yani eğer ilâhî lütuf ve rahmet olmasaydı başka bir durum olurdu. Hazfe­dilmiş olan cevap şöyledir: Helak olurdunuz yahut Allah size azap eder ve sizi kökten yok ederdi. Fakat Allah Tealâ kullarına karşı çok şefkatlidir, çok mer­hametlidir. Bu olaydan dolayı tevbe edenlerin tevbelerini kabul etmiş, hayırlı olan yola irşad etmiş, en sağlam yolu göstermiş, sapma yönünde devam etme­nin tehlikesinden sakındırmış, bu çirkin fiilin yani peygamber ailesinin ırzına dil uzatmanın tehlikesini beyan etmiştir. Dolayısıyla hamd ve minnet sadece O'na mahsustur.

Bu sebeple Cenab-ı Hak bundan sonraki ayette şeytanın vesveselerine uy­maktan sakmdırmıştır:

9- "Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımla­rına uyarsa şüphesiz ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü emre­der. " Ey Allah'a ve Rasulü'ne inanıp onları tasdik edenler! Şeytanın yollarında yürümeyi, şeytanın vesveselerine tesirlerine ve emrettiği şeylere, iftiraya, iman edenler arasında hayasızlığı yayma tekliflerine kulak vermeyin. Çünkü kim şeytanın vesveselerine uyarsa, onun izini takip ederse kaybeder, hüsrana uğrar. Çünkü şeytan sadece hayasızlığı (son derece çirkin olan şeyleri) ve mün-keri (yani şeriatın inkâr ettiği, haram kıldığı ve aklın çirkin görüp nefret ettir­diği) şeyleri emreder. Dolayısıyla hiçbir müminin şeytana uyması doğru değil­dir. Bu ifade açık bir uyarı ve nefret ettirme ifadesidir.

Allah Tealâ her ne kadar bu ayette şeytanın vesveselerine tabi olmaktan nehyetmişse de bu nehiy bütün mükelleflere aittir. Bunun delili "Kim şeytanın adımlarına uyarsa şüphesiz ki şeytan o kimseye mutlaka hayasızlığı ve kötülü­ğü emreder." ayetidir. Dolayısıyla bütün mükellefler bundan men edilmişlerdir. Müminlerin özellikle zikredilmesinin hikmeti iftiracıların durumuna benzeme­mek için masiyeti terk etmek hususunda onların daha titiz davranmaları için­dir.

"Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen temize çıkamazdı." Bu tekrar kullara olan ikram ve nimeti te'kit etmek içindir. Ayetin manası şudur: Allah günahları silip süpüren tevbeye muvaffak kılmak suretiy­le nimetlerle ve bol rahmetle sizin üzerinize lütufta bulunmasaydı, kimseyi gü­nahından temizlemezdi; şirk, fücur ve çirkin ahlâk hastalıklarından kurtar­maz, sadece derhal ceza verirdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah zulümleri sebebiyle insanları muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı." (Nahl, 16/61). Razî diyor ki: Mümin dinde "salih" kişi olma husu­sunda Allah Tealâ'nın rızasını kazanacak dereceye ulaşınca "zekî (temizlen­miş)" olarak adlandırılır.

"Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah her şeyi gayet iyi işiten ve ga­yet iyi bilendir." Sonsuz kudret ve hikmet sahibi olan Allah Tealâ, Hassan, Mis-tah ve iftira kıssasına adı karışan diğer kimselerin tevbelerini kabul etmek gibi mahlûkatından dilediklerinin tevbelerini kabul etmek ve onları kendisini ra­zı kılacak hususlara muvaffak kılmak suretiyle mahlûkatından dilediği kimse­leri temize çıkarır. Allah kullarının sözlerini özellikle masiyete düşmede ve ma-siyetten kurtulma hususunda ihlâs sahibi olma durumunda ve masıyetin gü­nahlarından aklanmak noktasındaki sözlerini gayet iyi işitir. Hidayet ve dalâ­lete lâyık olan kimseleri, sözleri, davranışları, hayasızlığın yaygınlaşmasında ısrar edenleri ve bunlardan tevbe edenleri gayet iyi bilir. Her insan yaptığı amellerinin karşılığını verir.

Bu ifade günahlardan temizlenmeyi, tevbeye ihlâsla yönelmeyi açık bir şe­kilde teşvik etmektedir.

İftiracılara ve onların sözlerini duyanlara edep dersi verdikten sonra Al­lah Tealâ, Mıstah'a artık ebediyyen infakta bulunmamaya yemin eden Hz. Ebubekir'e (r.a.) de edep dersi verdi.

Müfessirler diyorlar ki: Bu ayet (Nur, 24/22) iftiracılara uyan Hz. Ebubekir'in teyzesinin oğlu Mistah'a infakta, yardımda bulunmamak üzere ye­min etmesi üzerine nazil olmuştu. Mistah, Hz. Ebubekr'in himayesinde bir ye­tim olup Hz. Ebubekir ona ve diğer yakınlarına infakta bulunuyordu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"İçinizden fazilet ve imkân sahipleri, akrabalara, yoksullara, Allah yolun­da hicret edenlere yardım etmemeye yemin etmesinler." Yani dinde, ahlakta ve ihsanda fazilet sahipleri, mal ve servet hususunda imkân sahipleri Hz. Ebu Bekir'in teyzesinin oğlu olan, Mekke'den Medine'ye hicret eden fakir bir müslü-man olup Bedir savaşma katılan Mistah gibi yoksul ve muhacir yakınlarına vermemek üzere yemin etmesinler. Bu ayette Hz. Ebubekir'in (r.a.) faziletine ve şerefine delil vardır, sıla-i rahime teşvik vardır. Bu ayet sıla-i rahim husu­sunda yumuşaklık ve şefkatte son noktadır.

"Affetsinler ve müsamahalı davransınlar." Yani kötülük işleyenleri affet­sinler, günahkâr kimsenin hatasını bağışlasınlar. Ona ceza vermesinler. Onu bağışlarından mahrum kılmasınlar. Önceki iyiliklerine tekrar dönsünler. Çün­kü bir defa hata eden kimseyi cezalandırmakta şiddetli davranılmamalıdır. Meselâ, Mistah had ve darbe ile cezalandırıldı. Bu yeterlidir. Bir defa ayağı kaydı. Allah da onun tevbesini kabul etti.

"Siz Allah'ın sizi affetmesini arzu etmez misiniz1? Allah çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir." Yani siz Allah'ın sizin günahlarınızı örtmesini iste­mez misiniz? Zira ceza amelin cinsindendir. Sana karşı hata edenin hatasını affettiğin gibi Allah da seni affeder. Senin müsamaha gösterdiğin gibi sana mü­samaha gösterilir: "Merhamet etmeyene merhamet edilmez. "[53]

Allah, itaat edip tevbe eden kullarının günahlarını mağfiret edicidir. Onlara karşı çok merhametlidir. İşledikleri, sonra da tevbe ettikleri hata sebebiyle onlara azap etmez. Siz de Allah'ın ahlakıyla ahlâklanın.

Bu ifade müminleri af ve müsamahaya teşvik etme ve tevbe edenlerin gü­nahlarını mağfiret etme şeklinde değerli bir vaaddir. Bu sebeple Hz. Ebubekir (r.a.) derhal şu sözü söyledi: "Evet Allah'a yemin olsun ki, ey Rabbimiz biz se­nin bizi mağfiret etmeni arzu ediyoruz." Sonra da Mistah'a daha önce yaptığı infakı tekrar yapmaya başladı. Şöyle diyordu. "Vallahi ona yaptığım bu infakı ebediyyen kaldırmayacağım." [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler Hz. Aişe'ye iftira kıssasının irşad ettiği edepler ve nehiyler gu­rubudur. Bunlar, toplumu yüksek bir terbiye ile terbiye etmek, toplumun ahlâ­kını düşüklükten ve rezaletten korumak, bilgisizce ve incelemeksizin verilen haberlerin yaygınlaşması hususundaki kötü âdetlerden sıyrılmak için yapıl­maktadır.

Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:

1- Ümmetin hastalığı çoğu zaman kendi içinden doğmaktadır. Ümmet için­deki en tehlikeli hastalık ümmetin liderlerine ve ıslah edici davetçilerine karşı güvenin sarsılması, onlara karşı yıkıcı tenkitlerin yöneltilmesi, ırzları, şerefleri ve itibarlarına dil uzatma teşebbüsünde bulunulmasıdır. İftiracılar umu­miyetle dış düşmanlar olmayıp -görünüşte- müminlerden bir gurup olmakta­dırlar.

2- Hiçbir şeyde sırf hayır veya sırf şer yoktur. Ancak faydası zararına galip olan şey hayırlıdır. Zararı faydasından fazla olan şey de şerlidir. Hayrın haki­kati, faydası zararından fazla olmasıdır. Şer ise zararı faydasından fazla olan şeydir. İçinde şer olmayan tamamen hayırlı olan şey cennettir. İçinde hayır bu­lunmayan baştanbaşa şer olan şey de cehennemdir. Ancak Allah dostlarına ge­len belâ hayırdır. Çünkü verdiği elem şeklindeki zararı, dünyada pek azdır. Hayrı ise ahiretteki çok sevaptır.

Bu sebeple iftira olayı Hz. Aişe (r.a.) ile Hz. Ebubekir (r.a.) ailesi ve iftira kurbanı, suçsuz Safvan b. Muattal için hayra vesile olmuş, Cenab-ı Hak: "Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilakis bu durum sizin için bir hayırdır." buyurmuştur. Zira fayda ve hayır yönü kötülük yönüne daha ağır basmıştır.

Safvan, şecaati sebebiyle Peygamberimiz'in (s.a.) gazvelerinde onun sucu­larının reisi idi. Safvan sahabenin en seçkinlerindendir. İbni İshak'tan hakkında şöyle bir rivayet de nakledilmiştir: "Hasûr olup hanımlara yaklaş-mazdı". Safvan diyor ki: "Bir kadının örtüsünü kaldırmadım" Yani zina etme­dim, son derece iffetli idim, demektir. Safvan Hz. Ömer devrinde hicrî 29 yılın­da Ermenistan'da, bir başka rivayete göre Hz. Muaviye devrinde hicrî 58 yılın­da Rum diyarında şehit oldu.

3- İftira günahına dalanlar için dünya ve ahirette ceza ve azap vardır. On­lar zina ithamı üzerine ısrar eden kimselerdir. Hassan, Mistah ve Hamne gibi tevbe edenleri ise Allah affetmiştir.

4- Münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy iftira olayının büyük bir kısmını yüklenmiş, kıssanın büyük bir bölümünü uydurmayı, onu yayıp Müslümanlar arasında duyurmayı kendisi üstlenmişti.

O veya başkası celde cezasına tabi oldu mu? Tirmizî ve Muhammed b. İshak'ın rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) iftira olayı sebebiyle iki erkek ve bir kadına celde cezası vermişti. Bunlar Mistah, Hassan ve Hamne idi.

Kuşeyrî İbni Abbas'tan naklediyor: Rasulullah (s.a.) İbni Übeyy'e 80 değ­nek vurdu. Ahirette ise ona cehennem azabı vardır.

Maverdî ve başkaları demişlerdir ki: Peygamberimiz'in (s.a.) iftiracılara had cezası uygulayıp uygulamadığı hususunda alimler iki ayrı görüş beyan et­mişlerdir:

Birinci görüş: Peygamberimiz'in (s.a.) iftiracılardan hiçbirine had uygula­madığı şeklindedir. Çünkü hadler itiraf veya beyyine (delil) sebebiyle uygula­nır. Allah bunu haber vermesi sebebiyle had uygulanmasını farz kılmadı. Nite­kim münafıkların küfrünü haber verdiği halde onların öldürülmesini farz kıl­madı.

Bu görüşü reddeden Kurtubî şöyle demiştir: Bu fasittir, Kur'anın nassma aykırıdır. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İffetli kadınlara zina is­nat edip de sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun." Yani ifti­racılar sözlerini doğrulayacak dört şahit getirememişlerdir.

İkinci görüş: Peygamberimiz'in (s.a.) iftiracılardan Abdullah b. Übeyy, Mistah b. Üsâse, Hassan b. Sabit ve Hamne bt. Cahş'a had cezası uyguladığı şeklindedir.

Kurtubî diyor ki: Haberlerden meşhur olan ve alimler nezdinde bilinen husus had uygulanan kişilerin sadece Hassan, Mistah ve Hamne olduğu şek­lindedir. Abdullah b. Übeyy'e had uygulandığı işitilmemiştir. Bu -yani had vu­rulan kişilerin belirlenmesi rivayetini- Ebu Davud, Hz. Aişe'den (r.a.) naklet-miştir. Abdullah b. Übeyy'e had vurulmamıştır. Çünkü Allah Tealâ ona ahiret­te büyük bir azap hazırlamıştır. Dünyada had cezasına tabi olsaydı bu onun ahiretteki azabını eksiltir ve hafifletirdi. Ayrıca Allah Tealâ Hz. Aişe'nin (r.a.) suçsuzluğuna ve ona iftirada bulunanların yalancılıklarına şahitlikte bulun­muştur. Böylece haddin faydası hasıl olmuştur. Zira kazif haddi vurulmasının maksadı, itham edenin iftiracı olduğunun ve itham edilen kişinin de suçsuz ol­duğunun ortaya çıkmasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Şahit getirmediklerine göre onlar Allah nezdinde yalancıdırlar." (Nur, 24/13).

Bu müslümanlara uygulanan had onlardan sadır olan günaha kefaretolması ve sonunda ahirette bu konuda üzerlerinde bir sorumluluk kalmaması için uygulanmıştır. Peygamberimiz (s.a.) -Müslim'in Ubâde b. Samıtten (r.a.) rivayet ettiği- hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: »Kime bu had cezasın-dan bir şey isabet eder ve bununla cezalandırıhrsa, bu ona kefaret olur. Yanı hadler bu cezalara tabi olan kimseler için kefarettir.

5- Mümin erkek ve mümin kadınların birbirlerine hüsnü zan etmeleri ge­rekir. Bunun için Allah Tealâ şu ayetiyle onlara hitapda bulunmuştur: "İftirayı işittiğiniz zaman mümin erkeklerin ve mümin kadınların birbirlerine hüsnü zanda bulunmaları gerekmez miydi?" Ayette geçen "bi-enfüsihim" ibaresi bir­birlerine yani mümin kardeşlerine demektir.

Bir kişinin bir kişiye zina ithamında bulunduklarını işittikleri zaman ya­hut o kişide görmedikleri çirkin bir davranışla onu andıkları zaman derhal bu­nu reddetmeleri ve yalanlamaları müslümanlara vaciptir.

Bu sebeple alimler şöyle demişlerdir: İnsanın kazandığı iman derecesinin, müminin içinde bulunduğu salah mertebesinin ve müslümanı örten iffet elbise­sinin asılsız veya belirsiz ihtimaller taşıyan bir haber sebebiyle -bu haber yay­gınlaşmış olsa bile- hemen sökülüp atılmayacağı hususunda bu ayet asıl bir kaidedir.

6- Zina ithamının ispatı ya itirafla yahut dört şahitle olur. Cenab-ı Hakk'm "Bir de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi?" kavli iftiracıların ispat konusundaki kusurlarına karşılık bir azarlamadır. Yani onlar iddia ettikleri bu iftiraya karşılık dört şahit getirselerdi ya! demektir. Bu ifade geçen kazif aye­tinde zikredilen hususa işaret etmektedir. Bu şahitleri getirmediklerine göre onlar Allah'ın hükmünde yalancıdırlar.

7- İspat v.b. dünya hükümleri zahire göre verilir. Sırlar ise Allah'a aittir.

Buharî Hz. Ömer'in (r.a.) şu sözünü rivayet etmektedir: "Ey insanlar! Va­hiy kesildi. Biz sizin görünen amelleriniz sebebiyle sizi muaheze ederiz. Kim bize hayırlı bir amel gösterirse, onu güvenilir sayar, hüküm vermeye onu yakın kabul ederiz. Onun gönlünden geçenleri (sırlarını) bilemeyiz. Allah onu gönlü­ne göre hesaba çekecektir. Bize kötü bir amel gösterirse onu güvenilir kabul et­mez ve doğrulamayız. İsterse o kalbim temiz, niyetim güzel desin."

8- Kazif kıssasında Allah Tealâ'nın kullarına olan lütfü "Allah'ın sizin üze­rinizdeki lütuf ve rahmeti olmasaydı." ifadesiyle iki defa tekrar edilmiştir. Yani Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı Hz. Aişe (r.a.) hakkında söyledikleriniz se­bebiyle size dünya ve ahirette büyük bir azap dokunurdu. Fakat O rahmetiyle dünyada sizin günahlarınızı örtmektedir. Ahirette ise kendisine tevbekâr ola­rak gelenlere rahmetle muamele edecektir.

9- Allah iftira kıssasında günaha dalanları şu üç günahı işlemekle tavsif etmiştir:

- İftirayı dillerine dolayıp insanlar arasında yaymaları,

- Bilgileri olmayan bir konuda konuşmaları,

-  Bu büyük bir günah ve en büyük günahlardan biri olduğu halde bunu küçümsemeleri.

Bu ifadeler kazfin büyük günahlardan biri olduğuna, masıyetin büyüklü­ğünün bunu işleyen kişinin zannı ve hesabına göre değişmeyeceğine, mükelle­fin her çeşit harama el sürmeyi büyük bir günah olarak kabul etmesinin vacip olduğuna delâlet etmektedir.

10- Allah bütün müminlere iftira haberini yalanlamaları ve bu haberi baş­kalarına anlatmamaları ve birbirlerine nakletmemeleri ve Peygamberinin ha­nımından böyle bir şeyin meydana gelmesi hususunda Allah'ı tenzih etmeleri ve bu söz hakkında gerçekten açık bir bühtan olduğu şeklinde hüküm vermele­ri gerektiği şeklinde itabda bulundu. Bühtanın aslı bir insan hakkında onda bulunmayan bir şeyin söylenmesidir. Gıybet ise insanda bulunan bir şeyin söy-lenmesidir.

İman vasfı onları bu şekilde ahlâklanma ve edebe sevketmelidir.

11- Cenab-ı Hakk'ın "Allah size böyle bir günaha ebediyyen dönmemenizi öğütler." ayeti Hz. Aişe hakkındaki bir ithamı tekrar yapmamanız gerekir, de­mektir. İmam Malik diyor ki: Kim Ebubekir ve Ömer'e kötü söz söylerse te'dip edilir. Kim Aişe hakkında kötü söz söylerse öldürülür. Çünkü Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Siz gerçek müminler iseniz, Allah sizin böyle bir günaha ebediyyen dönmemenizi öğütler." Dolayısıyla kim Hz. Aişe hakkında kötü söz söylerse Kur'an'a aykırı davranmış olur. Kim Kur'an'a aykırı davranırsa öldürülür.

İbni Kesir diyor ki: Bütün alimler kim Hz. Aişe'ye bundan sonra ithamda bulunursa, bu ayette zikredildikten sonra tekrar aynı ithamda bulunursa o kimse hiç şüphesiz kâfirdir. Çünkü Kur'an'a karşı inatçı demektir.

Bu ifade İbnü'l-Arabî'nin şu sözüne cevap mahiyetindedir: "İmam Şafiî as­habı şöyle demişlerdir: Kim Hz. Aişe (r.a.) hakkında kötü söz söylerse o kimse diğer müminler hakkında olduğu gibi te'dip edilir. "Siz müminler iseniz" ifadesi Hz. Aişe (r.a.) hakkında değildir. Zira bu küfürdür. Bu ancak "gerçek müminler iseniz" manasmdadır. Nitekim İmam Ahmed, Buharî ve Müslim'in Ebu Hurey-re'den (r.a.) rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle bu­yurmuşlardır: "Allah'a yemin olsun ki komşusunun şerrinden emin olmadığı kimse gerçek mümin olamaz." Yani iman-ı kâmil sahibi olmaz demektir. Yoksa imanı sökülüp alınacak değildir.

12- Hz. Aişe (r.a.) ve Safvan (r.a.) gibi iffetli mümin erkek ve kadınlar hak­kında hayasızlığın yaygınlaşmasını arzu edenler (münafıklar) için dünyada had uygulanması suretiyle, ahirette ise cehennem azabıyla acıklı bir azap var­dır. Müminlere uygulanan had ise kefarettir.

Bu günahın miktarı ve buna verilecek cezayı Allah gayet iyi bilir. Allah her şeyi bilir. Halbuki insanlar bunu bilemezler.

13- Allah müminleri ve başkalarını şeytanın yoluna ve görüşlerine uymak­tan nehyetmiştir. Zira şeytan sadece hayasızlığı ve kötülüğü emreder.

14- Müminlerin nefislerinin tezkiyesi, kirli duygulardan temizlenmesi ve hidayete kavuşmaları amelleri sebebiyle değil, sadece Allah'ın lütfuyladır.

15- Mümin Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmalıdır. Dolayısıyla basit hataları, kusurları, ayak sürçmelerini affetmelidir. Böyle yaparsa Allah da onu affeder, günahlarını örter. Nasıl muamele ederseniz öyle muamele görürsünüz.

Allah Tealâ buyuruyor ki: "Siz Allah'ın sizi affetmesini arzu etmez misiniz?" Yani nasıl Allah'ın sizin günahlarınızı affetmesini arzu ediyorsanız aynı şekilde siz de sizin maiyetinizde bulunan kişileri affedin. Peygamberimiz (s.a.) Taberanî'nin Cerir'den (r.a.) rivayet ettiği hadiste: "Merhamet etmeyene merha­met edilmez." buyurdu.

16- Bu ayette (Nur, 24/22) zina ithamında bulunmanın, her ne kadar bü­yük bir masiyet olsa bile amelleri boşa çıkaracak derecede olmadığına delil var­dır. Zira Allah Tealâ hicret ve iman sözünden sonra Mıstah'ı tavsif etmiştir. Di­ğer büyük günahlar da böyledir. Allah'a şirk koşmak dışında hiçbir şey amelle­ri boşa çıkarmaz. Cenab-ı Hakk buyuruyor ki: "Eğer şirk koşarsan bütün ame­lin mutlaka boşa çıkar." (Zümer, 39/65).

17- Kim bir şeyi yapmamaya yemin eder sonra da bunu yapmanın yapma­maktan daha evlâ olduğu görüşüne varırsa bunu yapar ve yemininin kefaretini verir.

18- Bazı alimler demişlerdir ki: Bu ayet (Nur, 24/22) Allah Tealâ'nın kita­bındaki en ümit verici ayettir. Zira Allah isyankâr iftiracılara bu lafızla lütufta bulunmaktadır.

19- Bu ayet (Nur, 24/22) Hz. Ebubekir'in (r.a.) Peygamberimiz'den (s.a.) sonra bütün insanların en üstünü, en faziletlisi olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette Hz. Ebubekir'i dindeki yüce şanını gösteren ga­yet hoş sıfatlarla tavsif etmiştir.

Fahreddin Razî bu ayetten "İçinizden fazilet ve imkân sahipleri... yardım­larını esirgemesinler." (Nur, 24/22) ayetinden 14 husus çıkarmıştır.

Bu sıfatlardan biri Cenab-ı Hakk'ın onu herhangi bir kişiyle sınırlamadan "mutlak olarak fazilet sahibi" olarak tavsif etmesidir. Fazilete faziletli kılmak da dahildir. Bu da Allah'ın ondan razı olduğuna delâlet eder. Hz. Ebubekir (r.a.) mutlak olarak faziletli (fazıl) olduğu gibi mutlak olarak da Allah tarafın­dan faziletli kılınmış (mufaddal) kimsedir.

Bu sıfatlardan bir diğeri Allah Tealâ'nın onu tekil değil çoğul kelimeyle, hususî değil umumî ifadeyle "fazilet ve imkân sahipleri" olarak medih maka­mında tavsif etmesidir. Bu sebeple Hz Ebubekir (r.a.) hakkında "O masıyetten uzak idi." demek vacip olmuştur.[55]

20- Tahkik ehli alimlerden biri diyor ki: Hz. Yusuf (a.s.) zina ithamına uğ­radığı zaman Allah onu beşikteki bir çocuğun diliyle akladı. Hz. Meryem (a.s.) zina ithamına uğradığı zaman Allah onu oğlu Hz. İsa (a.s.) diliyle akladı. Hz. Aişe (r.a.) zina ithamına uğradığı zaman Allah onu Kur'anla akladı, suçsuzlu­ğunu bildirdi. Hz. Aişe (r.a.) için bir çocuk veya bir peygamberin aklamasına / razı olmadı. Bizzat kendi kelâmıyla onun iftira ve bühtandan uzak olduğun/ bildirdi.[56]

                                                                                             

İfk (Hz. Aişe'ye İftira) Kıssasında Zina İthamının Ahiretteki Cezası

 

23- İffetli, hiç bir şeyden habersiz mümin kadınlara zina ithamında bulunanlar, dünyada da ahirette de lanetlenmişler­dir. Onlar için büyük bir azap vardır.

24- O gün onların dilleri, elleri ve ayak­ları işledikleri fiiller sebebiyle kendile­rinin aleyhinde şahitlik edecektir.

25- O gün Allah onlara hak ettikleri ceza­yı tam olarak verecek ve onlar Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir.

26- Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara, temiz kadınlar temiz erkeklere, teiniz erkekler temiz kadınlara yakışır. İşte o tertemiz olan­lar onların söylediklerinden çok uzak­tırlar. Onlar için mağfiret ve değerli rı-zık vardır.

 

Belagat:

 

"Ya melun" ve "ya'lemûn" kelimelerinde cinas-ı nakıs sanatı vardır. "Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışır." ifadesinde muka­bele sanatı yapılmıştır. [57]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İffetli" namuslu "hiç bir şeyden habersiz" masiyet ve ahlâksızlıklardan uzak, kalpleri temiz Allah'a ve Rasulüne "mümin kadınlara zina ithamında bulunanlar, dünyada da ahirette de lanetlenmişlerdir." Ahirette Allah'ın rah­metinden kovulmuşlardır, dünyada ise kazif haddiyle cezalandırılmışlardır.

"O gün Allah onlara hak ettikleri" sabit olan, hak olan "cezalarını tam ola­rak verecek ve onlar Allah'ın apaçık hak" zatıyla sabit ulûhiyeti açık, hiç kim­seyi ortak kabul etmeyen, kendisinden başka sevap ve cezaya muktedir varlık bulunmayan varlık "olduğunu bileceklerdir." Ya da apaçık hakkın sahibidir. Ya­ni adildir, adaleti açıktır. O, onların şüphe ettikleri cezalarını gerçekleştirecek­tir. Ya da Allah'ın vaadi de vaîdi de asla haksızlık bulunmayan adaletin ta ken­disidir.

"Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara... yakışır." Yani kötüye yaraşan onun gibi kötü kişidir. İyiye yaraşan da onun gibi iyi kişidir.

"İşte onlar" erkek ve kadınlardan tertemiz olanlar ki müminlerin annesi Hz. Aişe de, takva ve vera sahibi mücahid, yalan yere iftiraya uğrayan sahabî Safvan da bu çeşit kimselerdendir. "Onların" münafıkların "söylediklerinden çok uzaktırlar. Onlar için" böyle iyi erkek ve kadınlar için "mağfiret" hatalarının örtülmesi "ve değerli rızık" yani cennet "vardır."

Beyzavî diyor ki: Allah dört kişiyi dört kişi vasıtasıyla akladı:

- Hz. Yusuf u Zeliha'nm ailesinden bir şahitle,

- Hz. Musa'yı Yahudilerin onun hakkındaki sözlerinden elbisesini götüren taşla,

- Hz. Meryem'i çocuğunun (Hz. İsa'nın) dile gelmesiyle,

-  Hz. Aişe'yi bu ayetlerle ve bu mübalağalı ifadelerle akladı. Bu sadece Kasulullah'ın (s.a.) yerini ortaya koymak ve mertebesini yüceltmek içindi. [58]

 

Nüzul Sebebi

 

Taberanî Dahhak b. Müzahim'den naklediyor: Bu ayet özellikle Peygam-:erimiz'in (s.a.) hanımları hakkında indi: "İffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin -adınların..."

İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan naklediyor: Bu ayet özellikle Hz. Aişe (r.a.) kkmda inmiştir.

İbni Cerir Hz. Aişe'den (r.a.) naklediyor: Bana bu iftira yapıldığında ben -r şeyden habersizdim. Bu haber daha sonra bana ulaştı. Rasulullah (s.a.) -nim yanımda iken ona vahyedüdi. Sonra doğrularak oturdu. Yüzünü sıvaz­ladı ve:

- Ya Aişe! Müjdeler olsun, dedi. Ben de:

- Allah'a hamdolsun, sana değil, dedim. Peygamberimiz:

-  "İffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin kadınlara zina ithamında bulunanlar..." ayetini okudu.

Taberanî Hakem b. Uteybe'den naklediyor: Halk Hz. Aişe'nin meselesini konuşunca Rasulullah (s.a.) Hz. Aişe'ye haber gönderip şöyle dedi:

- Ya Aişe! İnsanlar ne diyorlar? Hz. Aişe:

-  Mazeretim  semadan ininceye kadar ben hiçbir şekilde özür ıilemeyeceğim, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Nur suresinden 15 ayet in-ürdi. Sonra da 26. ayetin sonuna kadar okudu. Bu hadis mürsel olup isnadı sahihtir. [59]

 

Ayetler Arası İlişki

 

İftira haberinin ve iftiracıların cezasının açıklanmasından, iftiraya karışanlara edep dersi verilmesinden sonra Allah Tealâ açıkça Hz. Aişe'nin suçsuz olduğunu belirtti. Bununla birlikte umumî bir hüküm de zikretti. Bu hüküm "zinadan uzak mümin bir kadına zina iftirasında bulunan herkesin Allah'm rahmetinden kovulmuş, büyük bir azaba lâyık olduğu" şeklindeki hükümdür.

Bu Allah tarafından hiçbir şeyden habersiz iffetli kadınlara zina ithamın­da bulunanlara bir tehdit olup genel anlamda zikredilmiştir. Müminlerin an­neleri ise bu hüküm altına girme noktasında her iffetli kadından daha lâyıktır. Özellikle bu ayetlerin nüzul sebebi olan Hz. Aişe bt. Sıddîk (r.a.) buna herkes­ten lâyıktır. [60]

 

Açıklaması

 

"İffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin kadınlara zina ithamında bulunan­lar..." Zina ithamından çok uzak, iffetli, Allah ve Rasulü'ne inanan kadınları hayasızlık ve fuhuşla itham edenler dünya ve ahirette Allah'ın rahmetinden koyulmuşlardır. Allah'ın gazabı ve öfkesi onların üzerinedir.

Onlara bu cürümlerinin ve iftiralarının karşılığı olarak ahirette büyük ve şiddetli bir azap vardır. Bu kazfin büyük günahlardan biri olduğuna delildir.

İmam Ahmed, Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettik­lerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Helak edici yedi şey­den sakının." Peygamberimize:

- Bunlar nelerdir ya Rasulallah, diye soruldu. Efendimiz:

- Allah'a şirk koşmak, sihirbazlık, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş günü kaçmak, hiçbir şeyden habersiz iffetli mümin kadınlara zina ithamında bulunmak.

Ebu'l-Kasım et-Taberanî, Huzeyfe'den Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedir: "İffetli bir kadına zina ithamında bulunmak 100 senelik ameli silip götürür."

"O gün onların dilleri, elleri ve ayakları işledikleri fiiller sebebiyle ken­dilerinin aleyhine şahitlik edecektir." Yani onların kıyamet günündeki azabı, dilleri, elleri ve ayakları vb. azalarıyla işledikleri söz ve fiiller sebebiyle ken­dilerinin aleyhine şahitlik edecekleri günde olacaktır. Zira onları Allah kud­retiyle konuşturacaktır. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "On­lar derilerine: "Niçin bizim aleyhimize şahitlik yaptınız?" diyecekler. Kendi deri­leri de: Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu diyecektir." (Fussılet, 41/21).

İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir, Ebu Said el-Hudrîden Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet ediyorlar: "Kıyamet günü olduğu zaman kâfire kendi ameli tanıtılır, kâfir inkâr eder ve tartışma çıkarır. Ona:

-  İşte şunlar senin komşuların, senin aleyhine şahitlik ediyorlar, denilir. Kâfir:

- Yalan söylüyorlar, der. Ona:

- İşte ailen ve yakın akrabaların da... denilir.

- Yalan söylüyorlar, der. Kâfirlere:

- Yemin edin, denilir. Yemin ederler. Sonra da Allah onları sağır kılar. El­leri, dilleri onların aleyhine şahitlik ederler. Sonra da Allah onları cehenneme koyar."

"O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı tam olarak verecek ve onlar Al­lah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir." Bugünde Allah onların hesaplarını veya amellerinin karşılığını tam olarak verecektir. Onlar da Allah'ın vaadinin, vaîdinin ve hesabının hiçbir zulmün bulunmadığı adaletin ta kendisi olduğunu gayet iyi bileceklerdir.

Zemahşerî -Allah ona rahmet eylesin ve Kur'an-ı Kerim'e yaptığı çok dakik tefsirinden dolayı onu en hayırlı mükâfatla mükâfatlandırsın- diyor ki: Kur'an'm tamamını incelesen ve Allah'ın isyankârlara yaptığı tehditleri araş-tırsan Allah Tealâ'nın Hz. Aişe'ye (r.a.) iftira konusundaki sert ifadeler kadar hiçbir konuda sert ifade kullanmadığını görürsün. Bu konuda şiddetli vaid, tesirli ceza, dehşetli zecir ifadeleriyle dolu, bunu işleyenin cezasının büyük ol­duğunu, buna teşebbüste bulunanın dehşetli bir şey yaptığını çeşitli yollarla, her biri kendi babında yeterli, dikkat çekici üslûplarla anlattığını görürsün. Sadece bu üç ayet inmiş olsaydı bile bu konuda yeterli olurdu. Zira zina it­hamında bulunanları her iki dünyada lanete müstahak kılmakta ve onları ahirette büyük azapla tehdit etmektedir. Dillerinin, ellerinin ve ayaklarının yaptıkları iftira ve bühtanlarla kendilerinin aleyhinde şahitlik yapacağını ve Allah'ın kendilerine lâyık oldukları hak ve vacip olan cezalarını tam olarak vereceğini, nihayet o zaman Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerini bir teh­dit olarak belirtmektedir.[61]

Bu sözden de Fahreddin Razî'nin sözünden de anlaşılmaktadır ki Allah Tealâ bu zina ithamında bulunanları üç şeyle cezalandırmıştır:

- Dünya ve ahirette lanete uğramış olmaları ki bu büyük bir vaîddir.

- Dillerinin, ellerinin ve ayaklarının kendi yaptıklarına şahitlik etmeleri,

- Amellerinin karşılığının tam olarak verilmesi.

"Din" ceza manasındadır. Meselâ, nasıl muamele edersen öyle ceza görür­sün, sözünde "dâne" fiili bu anlamdadır. Bir başka görüşe göre din, hesap manasındadır. Nitekim Cenab-ı Hak "İşte sağlam din budur." Yani doğru hesap Dudur, buyurmaktadır. Hak: Verilen cezanın müstahak oldukları miktarda ol­masıdır. Çünkü bu haktır, bundan fazlası batıldır.

Cenab-ı hak bundan sonra Hz. Aişe'nin suçsuz olduğuna elle tutulur, gözle jörülür maddi delil getirerek şöyle buyurdu:

"Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara, temiz kadın-

ar temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara yakışır..." Yani zina eden

kötü kadınlar zina eden kötü erkeklere yakışır. Zina eden kötü erkekler zina

eden kötü kadınlara yakışır. Çünkü herkese lâyık olan, söz ve davranışlarda

onun benzeridir. Zira ahlâk hususundaki benzerlik ve tabiatlerdeki uygunluk

ülfetin ve iyi geçimin esaslarındandır. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Zina eden erkek sadece zina eden kadınla veya müşrik kadınla nikahlanır. Zina eden kadını da ya zina eden bir erkek ya da bir müşrik nikâhlar." (Nur, 24/3).

Buna göre "kötü ve iyi olan" kadınlardır. Yani kötü kadınlara yaraşan kötü erkeklerle evlenmektir. Temiz erkeklere yaraşan temiz kadınlarla evlenmektir.

"Habisat" kelimesinden murad edilen mananın iftiracılardan vaki olan kazif kelimeleri olması caizdir. Buna göre ayetin manası şudur: İftiracıların kötü sözleri kötü adamlara yakışır. Aksi de doğrudur: İftirayı inkâr edenlerin iyi sözleri iyi adamlara yaraşır. Aksi de doğrudur.

Rasulullah'ın (s.a.) iyilerin incisi, ilklerin ve sonuncuların en hayırlısı ol­ması sebebiyle o yüce peygamberin hanımı Sıddîka (r.a.) iyi hanımların en iyilerindendir. Böylece iftiracıların yaydığı söylenti batıl olmaktadır. Bu söz Hz. Aişe (r.a.) için darb-ı mesel makamında cereyan etmektedir. Ona atılan iftira onun nezahet ve iyiliği durumuna uymamaktadır. Birinci görüş zahir olan husustur.

"İşte o tertemiz olanlar onların söylediklerinden (iftiradan) çok uzaktırlar. Böyleleri için mağfiret ve değerli rızık vardır." İşte Safvan ve Hz. Aişe gibi ter­temiz kadın ve erkekler kötü erkek ve kadınlardan oluşan iftiracıların söy­lediklerinden çok uzaktırlar.

Bu kimseler için haklarında söylenen yalan söz sebebiyle günahlarından mağfiret ve Allah nezdinde Naîm cennetlerinde değerli bol rızık vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz onlar için bol rızık hazır­ladık." (Ahzab, 33/31).

Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet edilmiştir ki: Başka hiçbir kadına verilmeyen şu dokuz şey bana verilmiştir:

1- Peygamberimiz (s.a.) benimle evlenmekle emrolunduğu zaman Cebrail avucunda benim suretim olduğu halde inmiştir.

2- Peygamberimiz (s.a.) beni bakire olarak aldı. Benden başka bakire ile evlenmedi.

3- Peygamberimiz (s.a.) başı benim kucağımda olduğu halde vefat etti.

4- Benim evime gömüldü. Melekler onu benim evimde kuşattılar.

5- Ona aileleriyle birlikte vahiy indiğinde diğer hanımları Peygam-berimiz'den (s.a.) ayrılıyorlardı. Halbuki ben onunla aynı örtü altında olduğum halde vahiy gelmişti.

6- Ben onun halifesinin ve Sıddîk'ının kızıyım.

7- Benim mazeretim (suçsuzluğum) semadan indi.

8- Ben tayyib (güzel şahsiyet) yanında tayyibe (güzel kadın) olarak yaratıldım.

9- Mağfiret ve bol, değerli rızık vaad olundu. Hz. Aişe bununla şu ayeti kast etmektedir: "Bu kimseler için mağfiret ve değerli rızık -yani cennet- var­dır." [62]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hükümleri dile getirmektedir:

1- İçlerinde Hz. Aişe (r.a.) ve Peygamberimiz'in (s.a.) diğer hanımlarının da bulunduğu iffetli, namuslu kadınlara ya da kıyasla, istidlal yoluyla iffetli erkeklere zina ve fuhuş ithamında bulunanlar dünya ve ahirette lanete uğramışlardır.

Dünyada lanet, sürgün, had vurulması, müminlerin o kimseleri terk etmeleri, itibarlarının lekelenmesi, adaletlerinin düşmesi manasındadır. Ahirette lanet ise cehennemde azap görme sebebiyle Allah'ın rahmetinden kovulmak manasındadır.

Daha doğru olan -müfessirlerin tercih ettikleri gibi- bu ve diğer hükümlerde müminlerin diğer anneleri de Hz. Aişe (r.a.) gibidir. Onlara zina ithamında bulunanlar dünya ve ahirette lanete uğramışlardır. İbni Kesir'in belirttiği gibi kim onlara kötü söz söylerse kâfirdir.

Ebu Ca'fer en-Nahhâs diyor ki: Bu ayetin tefsirinde söylenen en güzel görüşlerden birisi şudur: Bu ayetin hükmü erkek-kadın zina ithamında bulunan bütün insanlar hakkında umumidir. Takdir şöyledir: İffetli kimselere –ki buna kadın erkek dahildir- iftira eden kimseler hakkında da erkek kadına galip kılınmıştır. Yani zina ithamında bulunmak kadın-erkek her mükellef için haramdır, büyük günahtır.

2- Zina ithamında bulunanlara ait lanetten başka diğer bir hüküm daha vardır. Bu hüküm dillerinin, ellerinin, ayaklarının şahitlikte bulunmasıdır. Bu azâlar kıyamet günü hesap görme zamanında dünyada konuştukları ve yaptıkları şeyleri söyleyeceklerdir.

3- Bir üçüncü hüküm ise onların hesaplarının ve cezalarının amellerine ve sözlerine  uygun olarak hak ettikleri kadar verilmesidir. Çünkü Allah'ın kâfir ve günahkâra karşı cezası hak ve adalet ölçüleriyledir; mümin ve muhsin kim­iye karşı da iyilik ve lütufladır.

4- Kötü kadınlar kötü erkeklere yakışır. Aynı şekilde kötü erkekler de kötü kadınlara yakışır. Yine iyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara yakışır. Nahhas'm tercih ettiği mana budur. Bu mana da gayet açıktır.

Mücahid, İbni Cübeyr, Ata ve müfessirlerin çoğu şöyle demişlerdir: Kötü sözler kötü erkeklere yaraşır. Kötü erkekler de kötü sözlere lâyıktır. Yine iyi, hoş kelimeler, iyi erkeklere iyi erkekler de iyi sözlere lâyıktır.

5- Cenab-ı Hakkın "İşte o tertemiz olanlar onların söylediklerinden (yapılan ithamdan) çok uzaktırlar." ayeti Hz. Aişe ve Safvan'm kötü erkek ve cötü kadınların söylediklerinden çok çok uzak olduklarına delâlet etmektedir. [63]

 

Evlere Giriş İçin İzin İsteme Ve Adabı

 

27- Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve orada bulunanlara selâm vermeden girmeyin,  şünürseniz bu sızın için daha hayır- 1

 

28- Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Eğer size "geri dönün" denilirse hemen dönün. Bu (davranış) sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı çok iyi

büir"

29- İçinde eşyanız bulunan, oturuhnayan evlere (izinsiz) girmenizde bir mahzur yoktur. Allah sizin açığa vurduğunuzu da, gizlediğinizi de gayet iyi bilir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Orada bulunanlara selâm vermeden girmeyin." İzin isteyecek kimse -hadiste varit olduğu gibi-: "Es-selâmü aleyküm. Girebilir miyim?" diye izin ister.

"Düşünürseniz" ibret alırsanız yahut hayırlı olduğunu dikkate alır, bunun­la amel ederseniz "bu" izin istemeniz "sizin için" izin istemeden girmekten "daha hayırlıdır."

"Eğer orada" size izin verecek "kimse bulamazsanız size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Eğer size" izin istedikten sonra "geri dönün denilirse hemen dönün. Bu" dönüş "sizin için" kapıda beklemekten "daha temizdir." daha hayır­lı ve daha nezih bir davranıştır. "Allah" izinle ve izinsiz içeri girme şeklinde "yaptıklarınızı çok iyi bilir." O her şeyden haberdardır. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Her insana ameline mukabil karşılık verir.

"İçinde eşyanız bulunan" yani sizin için yararlanma hakkı olan, sıcak sebebiyle gölgelenmek, soğuk sebebiyle sığınmak, eşyaları depo etmek veya alışveriş gibi muameleler için oturmak suretiyle istifade edilen "oturulmayan" han, dükkân ve otel gibi "evlere" izinsiz "girmenizde bir mahzur" bir sakınca ve günah "yoktur."

"Allah sizin açığa vurduğunuzu" ortaya koyduğunuzu "da gizlediğinizi de" diğer evlere onarım v.b. maksatlarla girdiğinizi de "gayet iyi bilir." Bu ayet bir yere bozgunculuk yapmak için veya ev sahiplerinin gizli hallerine vakıf olmak[64]

 

Nüzul Sebebi

 

"Kendi evlerinizden başka evlere..." 27. ayetin nüzul sebebi ile ilgili, Fir-yabî ve İbni Cerir, Adiyy b. Sabitten naklediyor: Ensar'dan bir kadın geldi ve şöyle dedi:

-  Ya Rasulallah! Ben evimde kimsenin beni görmesini istemediğim bir şekilde duruyorum. Ben bu durumda iken ailemden biri benim yanıma giriyor. Ben nasıl hareket edeyim? Bunun üzerine: "Ey iman edenler! Kendi evleriniz­den başka evlere izin almadan ve orada bulunanlara selâm vermeden gir­meyin... " ayeti nazil oldu.

"İçinde eşyanız bulunan..." 29. ayetin nüzul sebebi ile ilgili, İbni Ebî Hatim Mukatil b. Hayyan'dan naklediyor: Evlere girmek için izin isteme ayeti indiği zaman Hz. Ebubekir (r.a.):

-  Ya Rasulallah! Ya Mekke, Medine ve Şam arasında gidip gelen, yol üzerinde evleri bulunan Kureyş tüccarları nasıl hareket edecek? Bu evlerde oturan olmayınca nasıl izin isteyecekler ve selâm verecekler? diye sordu. Bunun üzerine: "İçinde eşyanız bulunan, oturulmayan evlere (izinsiz) girmeniz­de bir mahzur yoktur..." ayeti indi. [65]

 

Ayetler Arası İlişki

 

İffetli kadınlara zina ithamında bulunmanın ve iftiracıların hükmü beyan edildikten sonra evlere izinsiz ve sessizce içeri girmek suretiyle töhmete düş­meyi engellemek için yahut töhmet sebebi olabilecek ya da iftiracıların bühtan ve iftiralarını belgelendirmek için baş vurdukları töhmet yolu olan halvetin meydana gelmesini önlemek için insanların nasıl hareket edeceklerini beyan etti. Yabancı bir kimsenin vakıf olmasını istemediği haller için kadın ve erkek­lerin durumlarını dikkate almak üzere Allah Tbalâ önceki töhmet konusuna uygun olan bir konuyu: "Evlere izin isteyip selâm vererek girilmesinin adabını" zikretti. Zira yabancılara bakmak ve onların özel durumlarına vakıf olmak zinanın yoludur. [66]

 

Açıklaması

 

Bu esaslar toplum hayatının düzenini ve ailelerin evlerdeki durumunu or­taya koymaları sebebiyle sevgi ve muhabbet bağlarını korumak, müminler arasındaki karşılıklı ziyaret ve iyi geçimi devam ettirmek için konulan ve yük­sek medeniyet ifade eden sosyal, şer'î edeplerdir.

Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan ve orada bulunanlara selâm vermeden girmeyin..." Yani ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenlerîBaşkalarınm evine size izin verilmeden ve aile halkına selâm vermeden girmeyin. Böylece başkalarının özel hayatına bakmamış, vakıf olmanız sizin için helâl olmayan şeylere vakıf olmamış, orada bulunanlara ansızın görünmemiş, böylece onları sıkıntıya düşürmemiş ve rahatsız etmemiş, dolayısıyla can sıkıntısına, daralmaya ve nefrete sebep ol­mamış olursunuz.

O halde bir yere girmeden önce mutlaka izin alınmalı ve gelen kimsenin bilinmesi için kapının dışında selâm verilmelidir.

Selâm, geçmiş zamanda da âdet idi. O zaman evlerin kapıları bugünkü gibi yeteri şekilde sağlam kapanmış ve örtülmüş değildi. Ayrıca o zaman evler­de perde yoktu.

"İsti'nâs" kelimesi bilgi sahibi olmak, keşfetmeyi istemek demektir ve "ânese" kökünden gelmiştir. Anese ise bir şeyi zahir ve açık olarak gördü demektir. Kim başkasının evine girmek isterse ünsiyet sahibi olmalı yani o ev halkının kendisine girmek için izin verip vermeyeceklerini öğrenmelidir. "Çocuklarınız bulûğ çağına eriştikleri zaman onlardan öncekiler (büyükleri) izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler." (Nur, 24/59) ayetinin delaletiyle is­ti'nâs izin istemek manasındadır. İbni Abbas (r.a.) kendisinden rivayet edilen daha sahih rivayete göre isti'nâsı isti'zân olarak tefsir ediyordu. İsti'nâs izin is­tendikten ve iznin meydana gelmesinden sonra hâsıl olur.

İzin isteme mendup olarak üç defa olur. Ziyaretçiye izin verilirse içeri girer, aksi takdirde ayrılır. Nitekim İmam Malik, Ahmed, Buharî, Müslim ve Ebu Davud'un Ebu Musa ve Ebu Said'den rivayet ettikleri sahih hadise göre, Ebu Musa el-Eş'arî Hz. Ömer'in huzuruna girmek için üç defa izin isteyip de izin verilmeyince ayrıldı. Sonra Hz. Ömer (r.a.):

-  Ben Abdullah b. Kays, Ebu Musa el-Eş'arî'nin izin isteme sesini duy­madım mı? Ona izin verin, buyurdu. Onu aradılar, gitmiş olduğunu anladılar. Ebu Musa daha sonra gelince Hz. Ömer (r.a.):

- Seni döndüren sebep nedir? diye sordu. Ebu Musa:

-  Ben üç defa izin istedim, bana izin verilmedi. Ben Peygamberimiz in (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Sizden biriniz üç defa izin ister de izin veril­mezse oradan ayrılsın."

Ayetin zahirine göre içeri girmeden önce mutlaka izin istenmeli ve selâm verilmelidir. Ancak birincisi yani izin istenmesi vacip, ikincisi yani selâm veril­mesi menduptur. Nitekim her yerde selâm vermenin hükmü budur. Ancak izin istemede de vacip olan bir defa istemektir. Üç defa izin istemek ise daha önce geçtiği gibi menduptur.

Görüldüğü gibi izin istemek selâmdan önce zikredilmiştir. Çünkü Kuran tertibinde asıl olan, olayların sırasına uygun olmasıdır. Bazı alimler de bu görüştedirler.

Cumhur ise selâmın izin istemeye takdim edileceği görüşündedirler. Bunun delilleri ise şunlardır:

Tirmizî, Cabir'den (r.a.) rivayet ediyor: "Selâm kelâmdan öncedir." Buharî el-Edebü'l-Müfred'de ve İbni Ebî Şeybe Musannef'inde Ebu Hurey-

re'den (r.a.) selâm vermeden izin isteyen kimse hakkında: "Selâm verinceye

kadar ona izin verilmez." dediğini nakletmişlerdir.

Kasım b. Asbağ ve İbni Abdilberr, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyorlar: "Hz. Ömer (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girmek için izin istedi ve şöyle dedi: Allah'ın Rasulüne selâm olsun. Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Ömer girebilir mi?"

Selâm da üç defa olmalıdır. Nitekim İmam Ahmed Enes'ten (r.a.) rivayet ediyor ki: Peygamberimiz (s.a.) Sa'd b. Ubade'nin yanına girmek için izin istedi ve şöyle buyurdu:

- es-Selâmü aleyke ve rahmetullah. Sa'd de:

-  Ve aleyke's-selâmü ve rahmetullah, diye cevap verdi. Ancak sesini Pey-gamberimiz'e (s.a.) ulaştıramadı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) üç defa telânı verdi. Sa'd de üç defa selâmını aldı.

İzin istemenin ve selâm vermenin hikmeti Ebu Davud'un Hüzeyl'den nvayet ettiği şu hadisin delaletiyle görülmesi haram olan şeylere muttali ol­maya engel olmaktır. Hüzeyl anlatıyor: Bir zat geldi (Osman: "Bu zatın ismi Sa'd idi." diyor), izin istemek için Peygamberimiz'in (s.a.) kapısında ayakta iurdu (Osman: "kapıya yönelerek" demiştir.). Peygamberimiz (s.a.) yönünü çevirerek: "İşte böyle dur. İzin istemek bakmayı engellemek içindir." buyurmuş­tur.

Buharî ve Müslim'in Sa/u/ılerinde Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir: "Eğer bir kişi senin evine izinsiz olarak muttali olursa sen de ona bir taş atıp gözünü çıkarırsan sana hiçbir günah olmaz."

Bu iki hadiste anlatılmak istenen husus şudur: İzin isteme edeplerinden biri, izin isteyen kişinin açılacak kapıya doğru yüzünü çevirmemesi, kapının sağında veya solunda durması ve evin içine bakmamasıdır.

Rivayete göre Ebu Said el-Hudrî (r.a.) yüzünü kapıya çevirerek Peygam-berimiz'den (s.a.) izin istedi. Peygamberimiz (s.a.): "Kapıya yüzünü dönerek izin isteme." buyurdu.

Bu durumda kapının açık veya kapalı olması fark etmez. Çünkü kapıyı çalan kimsenin gözü kapı açıldığı anda caiz olmayan şeyleri ya da aile halkının görmesini istemediği şeyleri görebilir.

Kapıyı çalan kimse âmâ bile olsa izin istemek vaciptir. Çünkü evlerdeki bazı özel durumlar kulakla idrak edilebilir. Ya da ev halkı âmânın eve gir­mesinden rahatsızlık duyabilir. Daha önce geçen "İzin istemek bakışı engel­lemek için meşru kılınmıştır." hadisi genel duruma göre söylenmiştir.

İzin istemenin vacip oluşu konusunda kadınla erkek, mahremle nâmah­rem arasında fark yoktur. Çünkü hüküm umumidir. İsterse ziyaretçi baba ol­sun, isterse evlât olsun aynıdır.

İmam Malik'in Muvatta'ından Ata b. Yesar'dan rivayet ettiğine göre bir adam:

-  Ya Rasulallah! Annemden de izin isteyeyim mi? diye sordu. Peygam­berimiz (s.a.):

- Evet, diye cevap verdi. Adam:

- Ona benden başka hizmet eden kimse yok. Her yanma girdiğimde izin is­teyeyim mi? diye sordu. Efendimiz (s.a.):

- Onu çıplak görmek ister misin? dedi. Adam:

- Hayır, dedi. Efendimiz (s.a.):

- O halde onun odasına girerken izin iste, buyurdu.

İbni Cerir ve Beyhakî İbni Mes'ud'dan naklediyorlar: "Anneleriniz ve kız-kardeşlerinizden izin istemek zorundasınız." Taberî Tavus'un şu sözünü rivayet ediyor: "Mahrem olan bir kadının görülmesi haram olan yerlerini görmekten daha çirkin saydığım bir şey yoktur."

Buna göre mahrem kadınlardan izin istemek de vacip olmakta ve bunun terk edilmesi caiz olmamaktadır. İbni Abbas buna şu ayeti delil gösterdi: "Çocuklarınız bulûğa eriştikleri zaman kendilerinden öncekilerin -büyük­lerinin- izin istediği gibi izin istesinler." Ayet yabancı ile mahrem arasında ayırım yapmamıştır.

27. ayette yer alan evler anlamındaki kelime nehiy cümlesinde bir nekre olup oturulan ve oturulmayan evleri içine alan genellemeyi ifade etmektedir. Ancak bu ayeti takip eden "... oturulmayan evlere -izinsiz- girmenizde bir mah­zur yoktur." ayeti birinci ayetin manasının sadece oturulan evlere ait sayılmasını gerektirmektedir. Buna göre 27. ayetin manası şöyle olacaktır-. Ey muhataplar! Başkalarına ait olan içinde oturulan evlere izin almadan gir­meyin.

Cenab-ı Hak bundan sonra izin isteme ve selâm vermenin emredilmesinin hikmetini zikrederek şöyle buyurdu:

"Düşünürseniz bu sizin için daha hayırlıdır." Yani izin isteme ve selâm verme her iki taraf için, hem izin isteyen hem de aile halkı için ansızın girmek­ten ve cahiliyet selâmından daha hayırlıdır. Cahiliyette bir adam evinden baş­ka bir eve girerken "İyi sabahlar!. İyi akşamlar!" der ve içeri girerdi. Bazan da ev sahibinin hanımıyla bir arada aynı örtü altında bulunduğu vakte tesadüf ederdi. "Düşünürseniz" ifadesi bir mahzufa müteallaktır. Yani, Rabbiniz size bu ayetleri düşünesiniz, ibret alasınız ve sizin için daha uygun olanı bilmeniz için indirdi ve irşadda bulundu, demektir.

"Hayır" kelimesi burada ism-i tafsildir. "Lealle" kelimesi de ta'lil (sebep bildirmek) içindir. Bununla illeti beyan edilen hüküm cümlenin gelişinden an­laşılmaktadır. Yani Allah size bu edebi gösterdi ve sizin daima bunu düşün­meniz ve gereğiyle amel etmeniz için bunu size beyan etti.

Cenab-ı Hak bundan sonra ikinci bir durumun -evlerin içinde oturanların bulunmadığı durumun- hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır:

"Eğer orada kimseyi bulamazsanız size izin verilmedikçe içeriye girmeyin." Yani başkalarının evinde size izin verecek bir kimse bulamazsanız, ev sahibi size izin verinceye kadar oraya girmeyin. Bu durumda giriş helâl olmaz. Çünkü bu durum başkasının mülkünde sahibinin izni olmadan tasarrufta bulunmak demektir. Ayrıca evlerin bir mahremiyeti vardır.

Evlerde ev sahiplerinin hiçbir kimsenin muttali olmasını istemediği özel gizli durumlar da vardır. Eve girilmesine engel olan husus sadece haram olan noktalara muttali olmak değildir. Bunun yanında insanların genellikle giz­ledikleri hususlara muttali olmak da vardır. Çocuğun ve hizmetçinin izin ver­mesi de sahiplerinin bulunmadığı evlere girmeyi mubah kılmaktadır. Eğer ev­de varsa ev sahibinin elçisi durumunda olan çocuk ve hizmetçinin izni muteberdir. Aksi takdirde eve girmek caiz değildir.

"Eğer evlerde hiçbir kimseyi bulamazsanız ..."ayetinin kapıyı çalan kim­senin kanaatidir. Kapıyı çalan kimse evde hiçbir kimsenin olmadığı kanaatinde ise onun eve girmesi helâl değildir.

Fakat mantık ve şeriat ölçüsü olarak yangın, boğulma veya bir münkere karşı koymak ya da bir suçu engellemek v.b. sebeplerle eve zorla girmek gibi zaruret durumu bundan müstesnadır.

"Eğer size "geri dönün" denilirse hemen dönün. Bu (davranış) sizin için daha temizdir." Yani ev sahibi sizden dönmenizi isterse dönün. Çünkü dönmek sizin için daha hayırlı, din ve dünya bakımından daha temizdir. Ey müminler! Sizin izin istemede, kapıda ayakta beklemekte veya reddedildikten sonra kapının önünde oturmakta ısrarlı davranmanız sizin için uygun değildir. Çün­kü bu çeşit ısrar zillettir, ayıptır, ev sahibine sıkıntıdır.

"Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir." Yani Allah sizin niyetlerinizi, sözlerinizi ve davranışlarınızı gayet iyi bilir, amellerinizin karşılığını verir. Bu Allah'ın ir-şad ettiği hususlara aykırı davranan kimselere bir tehdittir. Burada bu şekilde haber vermekten maksat bu amellere karşılığının verileceğini kararlaştırmak­tır.

Sonra Allah Tealâ oturulmayan evlerin hükmünü beyan ederek şöyle buyurmuştur:

"İçinizde eşyanız bulunan, oturulmayan evlere -izinsiz- girmenizde bir mahzur yoktur." Yani özel ikamet için kullanılmayan otel, ticari mağazalar, genel hamamlar gibi umuma ait yerlerde sizin için bir menfaat varsa, gecele­mek, eşya depo etmek, alış-veriş yapmak, banyo etmek gibi istifade etmek için bu gibi yerlere -izinsiz- girmekte hiçbir günah ve hiçbir sakınca yoktur.

"Allah sizin açığa vurduğunuzu da gizlediğinizi de gayet iyi bilir." Allah Tealâ eve giriş esnasında izin istemek gibi açığa vurduğunuz hususları ve in­sanların özel durumlarına muttali olmak arzusu gibi kötü maksatlar giz­lemenizi de gayet iyi bilir. Bu ifade, gizli özel durumlara muttali olmak için ev­lere giren şüphecilere bir tehdit niteliğindedir.

Bu ayet-i kerime bir önceki ayetten daha özel bir ayettir. Başkalarının evine girmeyi mutlak olarak engelleyen önceki ayetin genel hükmünü tahsis etmektedir. Bu ayet içinde kimsenin bulunmadığı evlere veya konaklama yer­lerine giren kimsenin o yerlerde eşyası varsa izinsiz girebilmesini caiz kılmaktadır. Meselâ ilk defa izin aldıktan sonra eve giren misafirin kendisi için hazır­lanan müstakil ev olması, diğer odalar arasında bir oda olmaması gibi... [67]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Başkalarının evlerine izinsiz girmenin haram oluşu, selâm vermenin mendup oluşu. Sünnet'in delâlet ettiği gibi selâm izinden önce olacaktır.

İzin istemede sünnet olan -daha önce geçtiği gibi- üç defa olması, daha faz­la olmamasıdır. İzin isteme şekli erkek veya kadın, gözleri gören veya gör­meyen kişinin:

-"es-Selâmü aleyküm. Girebilir miyim?" demesiyle başlar. Kendisine izin verilirse içeri girer. Dönmesi emredilirse oradan ayrılır. Hiç kimse cevap ver­mezse üç defa izin ister, üç defadan sonra ayrılır.

İmam Malik diyor ki: İzin isteme üç defadır. Hiç bir kimsenin üçten fazla izin istemesini mendup saymıyorum. Ancak kim sesini duyuramadığını yaki-nen biliyorsa üçten fazla izin istemesinde bir beis görmüyorum.

Malikîler demişlerdir ki: İzin istemek üç defa ile tahsis edilmiştir. Çünkü bir söz umumiyetle üç defa tekrar edildiği zaman duyulup anlaşılır. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.) bir söz söylediği zaman bunu üç defa tekrar eder, bu söz anlaşılırdı. Bir topluluğa selâm verdiği zaman onlara üç defa selâm verirdi. Durum genellikle böyle olduğuna göre üç defadan sonra izin verilmezse ev sahibinin izin vermek istemediği ya da belki de ortadan kaldırması mümkün olmayan bir mazeretin onun cevap vermesine engel olduğu ortaya çıkar. Bu sebeple izin isteyenin oradan ayrılması gerekir. Çünkü üç defadan fazla izin is­teme ev sahibini endişeye sevkedebilir. Belki de ısrar ona zarar verebilir, meş­gul olduğu şeyi bırakabilir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) Ebu Eyyub'un yanına girmek için izin istediği zaman Ebu Eyyub telâşla dışarı çıkmış, bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.): "Belki de biz seni telâşlandırdık..." demişti.

Ama bugün insanlar sağlam kapılar ve ziller icad edince, izin istemek kapıyı çalmak ya da zili çalmak suretiyle olmaktadır. Kapıyı çalandan ken­disini tanıtması istenince rahatsız etmemek, korkutmamak, sıkıntı ve darlık vermemek için kapıyı çalanın kendisini tanıtması vacip olur.

İzin isteyen kapıya doğru yüzünü dönmez. Sadece kapının sağında veya solunda durur. Zira kapı açıldığı zaman göz ev sahibinin hoşuna gitmeyen durumları ansızın görebilir.

Kapıya vurulma şekli işitilebilecek kadar hafif olur. Bu konuda şiddete baş vurulmaz. Enes b. Malik (r.a.) şöyle demiştir: Peygamberimiz'in (s.a.) kapısı tırnakla çalınıyordu.[68]

Eve girmek isteyen şahsın tanınmasının delili Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde Cabir b. Abdillah'tan (r.a.) rivayet ettikleri şu hadistir: Cabir anlatıyor: Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girmek için izin istedim. Efendimiz (s.a.):

- Kim o? diye sordu. Ben de:

- Ben, diye cevap verdim. Peygamberimiz (s.a.):

-  Ben, ben, dedi. Sanki bu ifade Efendimizin hoşuna gitmemişti. Çünkü Cabir'in "ben" cevabı ile kendini tanıtma durumu meydana gelmez. Tanıtma için Hz. Ömer ve Ebu Musa'nın (r.a.) yaptıkları gibi kapıyı çalan kimsenin is­mini zikretmesi gerekir.

İzin isteme ifadeleri hususunda her topluluğa ait hususî örfler vardır. İn­sanlar geçmişte selâm veriyorlardı. Sonra tam örtülü sağlam kapanan kapılar edinince selâmı terk ettiler. Bu umuma ait evlerdeki durum idi.

İnsanın hususî evine gelince, evinde ailesi (hanımı) varsa orada izin al­maya ihtiyaç yoktur. Sünnet ise eve girerken selâm vermektir.

Katade diyor ki: Evine girdiğin zaman ailene selâm ver. Onlar kendilerine selâm vermene en lâyık olan kimselerdir. Eğer evinde ailenle birlikte annen veya kızkardeşin varsa (alimler diyorlar ki:) öksür, ayağını yere vur ki senin girişinden haberdar olsunlar. Çünkü seninle ailen arasında teklif yoktur. An­cak anne ile kızkardeş sana görünmek istemedikleri bir durumda bulunabilir­ler.

Kişi evine girer ve orada kimse yoksa "es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîn" der. Nitekim Katade de böyle demiştir. Melekler de ona cevap verir.

Aile halkından biri evlerinin deliğinden bakan bir kimseyi görür de gözüne vurup çıkarırsa İmam Şafiî ve Ahmed: "Ona hiçbir şey icap etmez." demişlerdir.

Bunun delili Buharî ve Müslim'in Sa/u7ılerinde Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri, Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Kim bir ailenin evine izinleri olmaksızın muttali olur da onlardan biri gözünü çıkarırsa onun gözü heder olur (değersiz kabul edilir.)"

Müslim'in ifadesi ise şöyledir: "Kim bir kavmin evine onların izinleri ol­maksızın muttali olursa onlardan birinin onun gözünü çıkarmaları helâldir."

Sehl b. Sa'd (r.a.) rivayet ediyor ki: Peygamberimiz (s.a.) odalarından birine muttali olmak isteyen kimseye o sırada elinde başını kaşımak için bulundurduğu bir şişi göstererek:

"Senin baktığını bilseydim, bu şişle gözünü çıkarırdım." demiştir.

İmam Ebu Hanife ve Malik diyorlar ki: Eğer gözünü çıkarırsa kısas veya diyet olarak tazmin etmesi gerekir. Bunun delili: "Biz onlara bu hususta cana can, göze göz... (kısas yapılmasını) farz kıldık." (Maide, 5/45) ayetinin ifade et­tiği umumî hükümdür. Ayrıca bir âzâya tecavüz, diyeti veya kısası vacip kılan bir cinayettir. Geçen hadisler ise mensuhtur. Bu hadisler "Ceza verdiğiniz zaman siz de cezaya uğradığınız şekilde ceza verin." (Nahl, 16/126) ayetinin in­mesinden önce idi. Bu hadislerin vücup değil, vaîd şeklinde olması da muhtemeldir. Haber Allah'ın kitabına muhalif olduğu zaman bununla amel etmek caiz olmaz. Peygamberimiz (s.a.) bazan zahiren bir şey söyler bununla başka bir şey murad ederdi. Nitekim bir hadiste varit olduğuna göre Abbas b. Mirdas Peygamberimiz'i (s.a.) medhedince Bilâl'e: "Kalk, bunun dilini kes." demişti. Bu ifadesiyle ona birşeyler verilmesini murad etmiş, gerçekten dilini kesmeyi murad etmemişti. Aynı şekilde buradaki hadisteki "gözünü çıkarmak" tabiriyle o kişiye bir daha başkasının evine bakmamasını temin edecek bir muamele yapılmasını murad etmiş olabilir.

2- Ev sahibi olmadığı bir zamanda izin verilmedikçe başkalarının evine girmenin haram oluşu: Bu hüküm  "Orada hiçbir kimse bulamazsanız..." ayetinden alınmıştır. Doğru olan husus bu ayetin bir önceki ayetle irtibat için­de olduğudur. Ayetin takdiri şu şekildedir: Ey iman edenler! Siz başkasının ev­lerine izin istemeden ve selâm vermeden girmeyin. Eğer size izin verilirse girin. Aksi takdirde dönün. Orada size izin verecek kimse bulamazsanız, size izin verecek birini buluncaya kadar içeri girmeyin.

İznin vacip olması ve izinsiz içeri girmenin haram oluşunda kapının kapalı veya açık olması arasında bir fark yoktur.

İzin küçük tarafından da büyük tarafından da olur. Enes b. Malik (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girmek için izin istiyordu. Sahabenin çocuk­ları ve hizmetçileriyle olan tavrı da böyle idi.

3- "Allah yaptıklarını gayet iyi bilir." ayeti ile "Allah sizin açığa vur­duğunuzu da gizlediğinizi de gayet iyi bilir." ayeti evlere gizlice bakanlara, günah işlemek niyetiyle ev sahibinin gafil olduğu zaman eve girmek isteyen­lere, helâl ve caiz olmayan şeylere bakmak isteyenlere karşı bir vaîd, tehdit şeklindedir.

4- Oteller, dükkanlar, umumi banyolar gibi umumi yerlere giriş bir mas­lahat gereği ise yahut geceleme, alış-veriş, banyo yapmak ve emanet eşya bırakmak gibi istifade hakkı var ise bu çeşit yerlere ve oturulmayan evlere gir­menin mubah oluşu.

Buna göre "Size hiçbir mahzur yoktur..." ayeti hiçbir kimsenin oturmadığı her ev için izin istemenin hükmünü kaldırmaktadır. Çünkü izin istemedeki il­let sadece haramlara muttali olmayı engellemektir. İllet tamamen ortadan kal­dırılınca bu hüküm de zail olur, ortadan kalkar. [69]

 

Harama Bakmanın Ve Örtünmenin Hükmü

 

30- Mümin erkeklere söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar, ırzlarını ko­rusunlar. Bu davranış onlar için daha temizdir. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarından haberdardır.

31- Mümin kadınlara söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar, ırzlarını ko­rusunlar. Görünmesi zaruri olanlar ha­riç ziynetlerini göstermesinler. Başör­tülerini yakalarının üzerine sarkıtsın- kocalarının ba-kocalarının oğul-kardeşlerinin oğulları, kızkardeşlerinin oğulları, bun­ların hanımları, sahip oldukları köle­ler, cinsî arzu duymayan erkek uşaklar müstesna, ziynetlerini göstermesinler. Gizledikleri ziynetlerini bildirmek için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hepiniz Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.

 

Belagat:

 

"Gözlerini yumsunlar" cümlesinde hazif yoluyla îcaz vardır. Yani gözlerini herşeye karşı değil, sadece Allah'ın haram kıldığı şeylere karşı yumsunlar de­mektir.

"Ziynetlerini göstermesinler." ifadesi ise mecaz-i mürseldir. Murad edilen mana ziynet yerleridir. Hal ıtlak edilip mahal murad edilmiştir. Tesettür ve ko­runma emrinde mübalağa yapılmıştır. [70]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Mümin erkeklere söyle gözlerini yumsunlar," yani kendilerine bakmak helâl olmayan şeylere karşı gözlerini kapasınlar, harama bakmasınlar. "ırzları­nı" namuslarını helâl olmayan şeylerin tecavüzünden "korusunlar."

Gözlerini yumsunlar, anlamındaki "yeguddû min-ebsârihim" cümlesinde fiilin "min" harf-i cerriyle kullanılması ile ırzlarını korusunlar' anlamındaki "yahfezû furûcehüm" cümlesinde fiilin "min" harf-i cerri olmaksızın kullanıl­ması arasındaki bu ayırımın sebebi şudur: Gözü yummakta genişlik vardır. Zira göbekle diz arası dışında erkeklere bakmak caizdir. Ayrıca yabancı kadının yüz ve ellerine -bir rivayete göre, ayaklarına da- bakmak caizdir. Irz, namus meselesine gelince Keşşafta zikredildiği gibi bunun durumu daraltılmıştır. Müstesna olanlar dışındakilere bakmanın mubah oluşu, müstesna olan dışın-dakilerle cimanın haram oluşu fark olarak yeter. Irz, namus konusunda asıl olan husus haram oluşudur. Bakışta asıl olan ise mubah oluşudur. Gözleri yumma ırzı korumanın önünde zikredilmiştir. Çünkü harama bakış zinanın habercisidir.

"Bu" davranış "onlar için daha temizdir." Daha hayırlıdır, daha nezihtir. "Şüphesiz ki Allah onların" gözleriyle ve fercleriyle "yaptıklarından haberdar­dır. " Dolayısıyla onlara bunların karşılığını verecektir.

"Mümin kadınlara söyle. Gözlerini" harama karşı "yumsunlar" yani bakıl­ması helâl olmayan erkeklere bakmasınlar. "Irzlarını korusunlar." Tesettürle yahut zinadan korunmak suretiyle yani ferclerini yapılması helâl olmayan şey­leri yapmaktan muhafaza etsinler.

Elbise ve yüzük gibi örtünmesinde meşakkat olanlar "Görünmesi zaruri olanlar hariç" takı, güzel elbise ve boyalar gibi "ziynetlerini göstermesinler." Ya­hut görmesi helâl olmayan kimselere ziynet yerlerini, güzelliklerini, vücutları­nı göstermesinler. Görünmesi zaruri olandan murad bir görüşe göre yüz ve el­lerdir. Dolayısıyla bu görüşe göre fitneden korkulmazsa yabancının buralara bakması caizdir. Çünkü yüz ve eller avret -görülmesi haram- değildir. İkinci gö­rüşe göre ise, buralara bakmak haramdır. Çünkü fitne kaynağıdır, fitneye se­beptir. Beyzavî diyor ki: Tercih edilen görüş bunun namaz için caiz olmasıdır, yoksa bakılması caiz değildir. Zira hür kadının bütün bedeni avrettir. Kocadan ve mahremden başkasının tedavi, eğitim, ticarî muamele ve şahitlik gibi zaru­retler dışında kadının yüz ve ellerine bakması helâl değildir.

"Başörtülerini yakalarının üstüne sarkıtsınlar." Yani başlarını, boyunlarını ve göğüslerini başörtüsüyle örtsünler. "Khımâr" kadının başını örttüğü örtü­dür. "Cüyûb" elbisenin üst tarafında yaka tarafında bulunan göğsünün üst kıs­mını gösteren açıklıktır.

"Kocaları" eşleri ki süslenmeden asıl maksat kocaların beğenisini kazan­maktır; kocaların eşlerinin bütün bedenlerine hatta mekruh olmakla birlikte ferçlerine bile bakma hakları vardır.

"... yahut babaları ya da kocalarının babaları" ifadesinden "... sahip olduk­ları köleler" ifadesine kadar gelen ifadelerde çok muaşeret, görüşme ve bir ara­da bulunma ve bunlardan fitnenin beklenmesinin azlığı sebebiyle insan tabi­atında yakın akraba ile cinsî temasta bulunmaktan nefret duyulduğu için, me­şakkat kaldırılmıştır.

"Onların kadınları" tabiriyle kâfir kadınlar dışarıda bırakılmıştır. Cumhu­run görüşüne göre müslüman kadınların kâfir kadınların önünde açılmaları caiz değildir. Çünkü kâfir kadınlar müslüman kadınları erkeklere anlatmaktan sakınmazlar. Hanbelîler ise bunu caiz görmüşlerdir. Zira burada murad edilen kadın cinsi yahut kadınların tamamıdır. "Ellerinin sahip oldukları" kimseler köle ve cariyelerdir.

"cinsî arzu duymayan erkek uşaklar..." Buradaki "el-irbe" ihtiyaç demektir. Yani kadınlara ihtiyaç duymayanlar ki bunlar erkeklik organları harekete geç­meyen çok yaşlı kimselerdir. Bir başka görüşe göre bunlar, ahmak ve kadınla­rın durumu hakkında hiçbir şey bilmeyen aptal kimselerdir. Burulmuş veya iğ­diş edilmiş kimseler hakkında ise ihtilâf edilmiştir.

"... yahut" temyiz kudreti olmaması sebebiyle "kadınların mahrem yerleri­ni henüz anlamayan çocuklar..." Yani şehvet haddine ulaşmamaları ya da yaş­larının küçüklüğü sebebiyle cima nedir bilemeyen, kadınların avret yerleri hakkında bilgi sahibi olmayan çocuklar... Bu çocuklara da kadınlar dizle göbek arası hariç vücutlarını gösterebilirler.

"et-tıfl" cins ismi olup vasfın delaletiyle yetinilerek cemi makamında kul­lanılmıştır. Yahut bu kelime hem müfred hem de cemi için kullanılabilir.

"Gizledikleri ziynetleri" yani ayağa takılan ve yere vurdukça ses çıkaran halhal" adı verilen halkaları "bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar." Çün­kü bu erkeklerin dikkatini çeker ve kadınlara meyletmelerine sebep olur. Bu ifade ziynetleri göstermekten nehyetme ifadesinden daha beliğdir. Sesleri yük-seltmemeye daha iyi delâlet eder.

"Ey müminler!" Sizlerden meydana gelen haram bakış günahı sebebiyle hep birlikte Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa" iki cihan saadetine "eresiniz." Tev-benin kabul edilmesi sebebiyle günahtan kurtulasınız. Ayette erkekler kadınla­rı da içine alacak şekilde (tağlib yoluyla) zikredilmiştir. [71]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebî Hatim, Mukatil'den naklediyor: Bize Cabir b. Abdillah'tan ulaşan habere göre Esma bt. Mersel kendisine ait bir hurma bahçesinde idi. Bazı ka­dınlar onun yanına izarlarını (eteklerini) tam örtmeden giriyorlar, ayakların-iaki halkaları görünüyor, göğüsleri ve saçları belli oluyordu. Esma: "Bu ne çir-kin durum!" dedi. Bunun üzerine Allah bu hususta şu ayeti indirdi: "Mümin ıdınlara söyle. (Harama karşı) gözlerini yumsunlar."

İbni Merduveyh, Hz. Ali'den (r.a.) rivayet ediyor ki: Rasulullah (s.a.) za­manında bir adam Medine yollarından birinde bir kadına baktı. Kadın da ona oaktı. Şeytan bunlara birbirlerinden hoşlandıkları için birbirlerine baktıkları şeklinde vesvese verdi. Adam o kadına bakarak bir duvarın yanında yürürken 3nüne başka duvar çıktı. Duvara çarptı, burnu kırıldı. Adam bunun üzerine:

- Allah'a yemin olsun ki Rasulullah'a (s.a.) gidip bu durumu haber verme-ien kanı yıkamayacağım, dedi. Peygamberimiz'e (s.a.) gelip olayı anlattı. Pey­gamberimiz (s. a.)

- Bu, senin günahının cezasıdır, dedi. Cenab-ı Hak "Müminlere söyle. (Ha--ım karşı) gözlerini yumsunlar." ayetini indirdi.

İbni Cerir'in Hadremî'den rivayet ettiğine göre bir kadın gümüşten iki halka ve bir de altın zincir takınmış, bir topluluğun yanından geçmişti. Ayağını yere vurunca halka zincirin üzerine düşmüş, ses çıkarmıştı. Bunun üzerine Ce-nab-ı Hak "Ayaklarını yere vurmasınlar" ayetini indirdi. [72]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetin önceki ayetlerle irtibatı gayet açıktır. Çünkü evlere girmek mahrem hususlara muttali olmaya sebep olabilir. Bu sebeple eve girmek için izin isteyeni de başkalarını da içine alan umumî bir hüküm şeklinde mümin er­kekler ve mümin kadınlar gözlerini harama karşı yummakla emrolunmuşlar-dır. Bundan dolayı hiçe alınması yasaklanan mahremiyetin çiğnenmemesi için eve girmeye izin isteyen kimse izin isteme ve eve girme anında bu sıfatı taşı­malıdır. Nitekim kadınlar da ziynetlerini sadece mahremlerine göstermelidir­ler. Çünkü zinanın habercisi olan haram bakışlar gibi ziynetleri göstermek de harama düşmeye sebep olan fitneye sebep olmaktadır. Nâmahreme bakmanın haram oluşu ile örtünmenin emredilmesi hususundaki ortak nokta fesada gi­den yolların kapanmasıdır. [73]

 

Açıklama.

 

"Müminlere söyle, gözlerini yumsunlar." Yani ey Muhammedi Mümin kul­larımıza de ki: Allah'ın size haram kıldığı şeylere karşı gözlerinizi kapayın. Sa­dece Allah'ın bakmaya izin verdiği şeylere bakın.

Ayette "Müminler" kelimesinin kullanılması müminlerin vasıflarından bi­rinin emirlere derhal uymak olduğuna işarettir. Gözü yummaktan murad gözü kapatmak, göz kapaklarını tamamen kapatmak değil, bilakis haya sebebiyle gözleri yere indirmek, harama bakmamak demektir. Ayetteki "min" edatı "teb'îz" içindir. Yani gözlerinin bir kısmını yummak yani harama gözlerini di­kip doyuncaya kadar bakmamaktır. Böylece harama çokça bakan kimse ihtar edilmektedir, azarlanmaktadır.

Nitekim İbni Merduveyh'in rivayet ettiği nüzul sebebinde de aynı durum meydana gelmiştir. Gözleri yummak ile ırzları korumak arasındaki farka gelin­ce, ırzlarda asıl olan istisna edilenler dışında haram olması, bakışta ise asıl olan istisna edilenler dışında mubah olmasıdır.

Eğer herhangi bir kasıt olmaksızın gözümüz nâmahreme ilişirse derhal gözü yere indirmek yahut bir başka tarafa çevirmek vaciptir. Bunun delili Müslim'in Sahih'inde ayrıca Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî'nin Sürtenlerinde Cerir b. Abdillah el-Becelî'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir. Cerîr diyor ki: Peygamberimiz'e (s.a.) ansızın önüme çıkan bir nâmahreme bakmayı sordum. Bana hemen gözümü çevirmemi emretti.

Ebu Davud'un Büreyde'den (r.a.) rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) Hz. Ali'ye şöyle demiştir: "Ey Ali! Birinci bakıştan sonra tekrar bakma. Çünkü bi­rinci bakış senin hakkındır, ikincisi senin hakkın değildir."

Buharî'nin Sahih'inde Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) rivayet edildiğine göre ?.asulullah (s.a.):

- Yollar üzerinde oturmaktan sakının, dedi. Ashab:

- Ya Rasulallah! Mutlaka bizim meclislerimiz olmalı, orada konuşmalıyız, rdiler. Peygamberimiz (s.a.):

- Eğer mutlaka olacaksa yolun hakkını verin, buyurdu. Ashab:

- Yolun hakkı nedir, ya Rasulallah? diye sordular. Efendimiz:

- Gözü (harama karşı) kapamak, eziyet verici şeyleri kaldırmak, selâmı al­mak, iyiliği emretmek, kötülüğe mani olmaktır.

Gözü (harama karşı) kapamanın emredilmesi fesada giden yolun kapatıl­ması, günaha varmaya mani olmaktır. Çünkü harama bakmak zinanın haber­lisi, aracısıdır.

Seleften biri şöyle demiştir: Harama bakma kalbe saplanan zehirli bir ok-:ur. Bunun için Cenab-ı Hak ayette ırzı koruma emriyle aslî haram olan zinaya :eşvik edici sebeplerden biri olan gözleri koruma emrini bir arada zikretti. Ce­nab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Irzlarını korusunlar." Yani namuslarını zina, livata gibi hayasızlığı irti­kap etmekten ve başkalarının bakışlarından korusunlar. Nitekim İmam Ah-med ve Sünen sahipleri diyor ki: "Hanımın ve elinin sahip olduğu cariyen hariç mahrem yerini koru."

Allah Tealâ bu iki hükümle emredilmesinin hikmetini beyan ederek şöyle buyurdu:

"Bu -davranış- sizin için daha nezihtir." Yani gözleri kapamak ve namusu korumak daha hayırlıdır, kalpleri için daha temizdir, dinleri için daha nezihtir. Nitekim şöyle denilmiştir: Kim gözünü korursa Allah onun basiretinde bir nur meydana getirir.

İmam Ahmed Ebu Ümame'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini nakletmektedir: "Bir kadının güzelliğini görüp de gözünü kapayan hiçbir müs-lüman yoktur ki, Allah ona bunun yerine tatlılığını bulacağı bir ibadet ihsan et­mesin. "

Taberanî Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i kudsîsini rivayet etmektedir: "Nâmahreme bakış İblis'in zehirli oklarından bir oktur. Kim bunu benim korkumla terk ederse onun yerine kalbinde tatlılığını bulacağı bir iman veririm."

İsm-i tafdil veznindeki "daha nezih" manasında gelen "ezkâ" kelimesi gözü harama kapatmanın ve ırzı korumanın gönülleri rezaletlerin kirliliğinden te­mizleyeceği konusunda mübalağa ifade etmek içindir. Buradaki üstünlük tak-iir yoluyla yahut bakışta fayda olduğu kanaatleri itibariyledir.

"Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarından haberdardır." Muhakkak ki Al­lah onlardan sadır olan bütün amelleri tam bir ilimle gayet iyi bilir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. Bu bir tehdit ve vaîddir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "O gözlerin hain bakışlarını ve gönüllerin gizlediği şeyleri (sırları) bi­lir. " (Gafir, 40/19). O gizli bakışları ve sair duyguları bilir.

Buharî Sahih'inde -muallak olarak- Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ademoğluna zinadan na­sibi takdir edilmiştir. Kul hiç şüphesiz buna erişecektir. Gözlerin zinası (nâmah­reme ) bakmaktır. Dilin zinası konuşmaktır. Kulakların zinası işitmektir. Elle­rin zinası dokunmaktır. Ayakların zinası (harama doğru atılan) adımlardır. Nefis temenni eder ve arzu duyar. Tenasül organı da ya bu arzuyu doğrular, ya da yalanlar."

Şer'î hitapların çoğunluğunda kadınlar genellikle erkekler için yapılan hi­taplara -tağlib yoluyla- dahil olmasına muhalif olarak Allah Tealâ erkeklere emrettiği şekilde mümine kadınlara da kendilerine emrolunan hususları te'kit etmek için gözü yummayı ve ırzı korumayı emretti. Kadınlara ait olan ziynetin gösterilmesi, örtünme ve ziynetlerine dikkat çekecek her şeyden sakınma gibi bazı hükümleri beyan etti. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu:

"Mümin kadınlara söyle, gözlerini yumsunlar ve ırzlarını korusunlar." Ya­ni Ey Peygamber! Mümine kadınlara da şöyle de: Eşlerinizden başka bakmanız size haram olanlara karşı gözlerinizi yumun. Zina, istimna gibi şeylerden ırzla­rınızı koruyun. Bu sebeple âlimlerin çoğuna göre kadının yabancı erkeklere şehvetli veya şehvetsiz bakması asla caiz değildir.

Bunun delili Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ümmü Seleme (r.a.) den rivayet et­tikleri şu hadis-i şeriftir: Ümmü Seleme Meymune ile birlikte Rasulullah'ın ya­nında idi. O sıra İbni Ümmi Mektûm çıkageldi. Peygamberimiz'in (s.a.) huzu­runa girdi. Bu örtünme ile emredildiğimizden sonra idi. Peygamberimiz (s.a.):

- Ondan sakınarak örtünün, buyurdu. Dedim ki:

- Ya Rasulallah! O âmâ değil mi? Bizi görmüyor ve tanımıyor değil mi? Peygamberimiz (s.a.):

- Peki! Siz ikiniz kör müsünüz? Sizler görmüyor musunuz?

Muvattada. Hz. Aişe'nin (r.a.) yanma gelen âmâ sebebiyle örtündüğü riva­yet edilmiştir. Bunun üzerine Hz. Aişe'ye:

- Amâ sana bakmaz, denildi. Hz. Aişe (r.a.):

- Fakat ben ona bakıyorum, dedi.

Diğer bir gurup alim ise kadınların yabancı erkeklere -diz kapağı ile göbek arası hariç- şehvetsiz bakmalarını caiz görmüşlerdir. Bunun delili ise Buharî ve Müslim'in Sahih 'lerinde sabit olan şu hadistir:

Peygamberimiz (s.a.) Habeşlilere bakıyordu. Onlar mescitte bayram günü mızraklarıyla oynuyorlardı. Müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.) de geriden onla­ra bakıyor, Peygamberimiz (s.a.) de Hz. Aişe'yi örtüyordu. Hz. Aişe nihayet yo­ruldu ve döndü.

Bu görüş asrımızda ruhsat verici, kolaylaştırıcı bir görüştür.

İkinci görüşü -yani kadının erkeğe şehvetsiz bakmasının caiz olduğu görüşünü- ileri sürenler Hz. Aişe'nin İbni Ümmi Mektum'dan dolayı örtüye bürün­mesini mendup olarak kabul etmektedirler. Aynı şekilde Hz. Aişe'nin âmâdan dolayı örtünmesi de Hz. Aişe'nin takvası sebebiyle idi.

Kadınların nikaba (peçeye) bürünmüş olarak hiçbir erkeğin kendilerini gö-remiyeceği şekilde çarşılara, mescitlere ve yolculuğa çıkması şeklinde amelin asırlarca devam etmesi ve kadınların erkekleri görmemeleri için erkeklere ni-kab (peçe) takmalarının emredilmemesi bu görüşü desteklemektedir. Dolayısıy­la bu durum bu konuda erkeklerle kadınların hükmünün farklı olduğuna delil­dir.

Cenab-ı Hak daha sonra kadınlara özel bazı hükümler zikretti ve şöyle bu­yurdu:

1- "Görülmesi zaruri olanlar müstesna ziynetlerini göstermesinler." Yani kadınlar ziynetlerini -süslendikleri takı, kına, boya gibi süslerini- takındıkları zaman yabancı erkeklere ziynetlerinden hiçbir şey göstermesinler.

Ziynet gösterilmezse ziynet yerlerinin gösterilmesi evlâ olarak yasak ol­maktadır. Ya da ziynet zikredilmiş, ziynet yerleri kastedilmiştir. Buna göre ziy­net yerlerini göstermesinler demektir. Bunun delili Cenab-ı Hakk'm "Görülme­si zaruri olanlar müstesna..." kavl-i celilidir.

İkinci görüşe göre, ziynet yerlerinin gösterilmemesi daha evlâdır. Çünkü bizzat ziynetin kendisinin nehyedilmesi kastedilmemiştir. Her ne şekilde olur­sa olsun ziynet ile ziynet yeri arasında ilişki bulunmaktadır. Gaye ziynetin ma­halli olan göğüs, kulak, boyun, kol, pazu ve ayak gibi vücut parçalarının göste­rilmesinin yasaklanmasıdır.

İbni Abbas'tan ve bir gurup alimden nakledildiği üzere, ayrıca cumhurun meşhur görüşü olarak nakledildiği gibi müstesna olan görünen kısım, yüz, iki el ve yüzüktür.

Ebu Davud'un Sünen'in&e Hz. Aişe'den (r.a.) yaptığı şu rivayet bu konuda istifade edilen hadislerdendir: Esma bt. Ebîbekir (r.a.) üzerindeki ince elbise­lerle Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna girdi. Peygamberimiz (s.a.) ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu:

- "Ey Esma! Kadın hayız görme çağına ulaştığı zaman -yüzüne ve ellerine işaret ederek- o kadının bu âzalarının görülmesi doğru değildir.' Bu mürsel bir hadistir.

a) Bundan dolayı Hanefîler ve Malikîler hatta Şafiî bir kavlinde: "Yüz ve eller avret değildir." demişlerdir. Buna göre "Görülen kısım müstesna" ifadesin­den murad genellikle veya âdet olarak görülen kısım müstesna demektir.

İmam Ebu Hanife'den (r.a.) rivayet edildiğine göre ayaklar da avretten de­ğildir. Çünkü ayakların örtülmesi - özellikle köy halkında - ellerin örtülmesin-ien daha çok meşakkate sebeptir. İmam Ebu Yusuf tan bir rivayette ise şöyle-ür: Kollan örtme meşakkate sebep olduğu için kollar da avret değildir.

b) İmam Ahmet ile İmam Şafiî'den nakledilen daha sahih ikinci kavle gö­re, nâmahremi ansızın görme ve devamlı bakmanın haram oluşu hakkındaki

geçen hadislerin ve Buharî'nin şu hadisinin delaletiyle hür kadının bütün be­deni avrettir.

Buharî'nin İbni Abbas'tan (r.a.) rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) Fadl b. Abbas'ı kurban bayramı günü arkasına bindirmişti. Fadl da Peygamberi-miz'e (s.a.) soru sormak için yaklaşan Has'am kabilesinden olan güzel kadına bakmaya başladı. Peygamberimiz (s.a.) Fadl'ın çenesinden tuttu. Kadına bak­masın diye Fadl'ın yüzünü çevirdi. Buna göre "Görünen kısım müstesna" ifade­si hiç bir kasıt olmaksızın görünen kısım müstesna, manasmdadır.

Fıkıh ve şeriat açısından tercih edilen görüşe göre; yüz ve eller fitne mey­dana gelmediği müddetçe avret değildir. Fitneden korkulduğu, sıkıntı ve darlık meydana geldiği ve fasık erkekler çoğaldığı zaman yüzü örtmek vacip olur. İkinci gurubun delillerine gelince bunlar vera, ihtiyaç, fitneden korkulması ve şeytanın kaygan zeminine dalmamak şeklinde açıklanabilir.

Şer'î olarak, istisna ve zaruret gereği olarak kız isteme, şahitlik, yargılan­ma, muamele, tedavi ve eğitim gibi durumlarda yabancı kadına bakmak caiz­dir. Kadın doktor yoksa erkek doktorun hastalık ve dert yerine tedavi için bak­ması caizdir.

2- "Başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar." Yani saçlarını, boyun­larını ve göğüslerini örtmek için başörtülerini göğüsleri üzerine bıraksınlar. Burada "Vel yadrıbne" kelimesi bıraksınlar; aşağıya doğru salsınlar, demektir, "humür" kelimesi ise kadının başına örttüğü örtü manasındaki "hımar" kelime­sinin çoğuludur. "Cüyüb" kelimesi ise elbisenin üst kısmında bulunan ve boğa­zın bir kısmının göründüğü açıklık manasındaki "celb" kelimesinin çoğludur.

Bu, kadınların bazı gizli ziynet yerlerini örtmeleri için verilen bir irşad emridir. Buharî Hz. Aişe'nin (r.a.) şu sözünü rivayet ediyor: Allah ilk muhacir kadınlara rahmet eylesin. "Başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar." aye­ti indiği zaman geniş örtülerini yırtıp bununla başörtüsü yapmışlardı.

3- "Kendi kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocaları­nın oğulları, kendi kardeşleri, kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları ... müstesna ziynetlerini göstermesinler." Yani gizli ziynetlerini, vücut­larını istifade etmeleri, bakmaları için özellikle evlendikleri kocalarına göstere­bilirler. Yahut kendi babaları ve dedelerine, kocalarının babalarına, kendi oğul­larına, kocalarının oğullarına, kendi erkek kardeşlerine, kızkardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğullarına, kızkardeşlerinin oğullarına görünebilirler.

Bunların hepsi mahrem olup kadın tamamen açılmaksızm ziynetleriyle bu kimselere çıkabilir. Bu mahremler nesep yönünden yakın olan akrabalar olup beş çeşittirler. Bunlardan başka hısımlık yoluyla akraba olan kocanın babası ile kocanın erkek çocukları vardır. Fakat ayet nesep yoluyla mahrem olanlar­dan amcaları ve dayıları zikretmemiştir. Zira amcalık ve dayılık babalık merte­besindedir. Yine ayet süt yoluyla mahrem olanları zikretmemiştir. Ancak Sün­net İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Nesaî ve İbni Mace'nin Hz. Ai-şe'den (r.a.) rivayet ettiği "Nesep yoluyla mahrem olan akraba süt voluyla -nahrem olur." hadisiyle buna açıklık getirmiştir.

"... yahut hanımları, sahip oldukları cariyeler, cinsî iktidarı olmayan hiz­metçiler veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklar müstes-

Bunlar da kadının saçı, başı, kolları, ayakları gibi yerlerini görmelerinde mahzur olmayan insanlardır. Bunlar,

- Kadınlar,

- Köleler,

-  Kadınlara arzusu olmayan uşaklar, hizmetçilerle, iğdiş, sakat kimseler gibi kadınlara karşı şehvet duymayan kimseler,

-  Küçüklüğü ve cinsî meselelere muttali olmamaları sebebiyle kadınların âsnımlanaâaız ve mahrem meselelerinden anlamayan kimselerdir.

Ancak alimler arasında bunların herbiri hakkında ihtilâf meydana gelmiş­tir.

Kadınlara gelince: Cumhur diyor ki: Buradaki kadınlardan murad müslü­man kadınlardır, dinde kardeşleri olan kadınlardır, ehl-i zimmet kadınları de­ğildir. Müslüman kadının yüz ve elleri dışında vücudundan hiçbir azayı kâfir kadının önünde açması kocasına veya başkalarına anlatabilir diye caiz değil­dir. Kâfir kadın müslüman kadına göre yabancı erkek gibidir.

Müslüman kadın ise dinde kızkardeşinin bu güzelliklerini başka erkeklere anlatmanın haram olduğunu bilir, bundan uzak kalır. Buharî ve Müslim'in <r.a.) İbni Mes'ud'dan rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Kadın kadının vücuduna temas edip de sanki kocası görüyor gibi açık bir şekilde o kadını kocasına anlatmasın."

Said b. Mansur, İbnül-Münzir ve Beyhakî Sünen'inde Hz.Ömer'den (r.a.) rivayet ediyorlar: Hz.Ömer (r.a.) Ebu Ubeyde b. Cerrah'a şu mektubu yazdı: Müslümanların hanımlarından bazı hanımların ehl-i şirkin hanımlarıyla bir­likte hamamlara girdikleri haberi bana ulaştı. Sen bunu yasakla. Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kadının vücuduna kendi dininden olan kadın­lardan başkasının bakması helâl değildir.

İçlerinde Hanbelîlerin bulunduğu bir alimler topluluğu şöyle demişlerdir: Bunlardan murad edilen mana müslüman ve kâfir kadınların umumudur. "Ya­hut onların kadınları" kavl-i celîlindeki tamamlama müşakele ve benzerlik içindir. Yani onların cinsindendir. Kadının kadına göre avreti mutlak olarak sa­dece dizle kapak arasıdır.

"Sahip oldukları köleler" e gelince: Çoğunluk diyor ki: Bu ifade hem köle­leri, hem de cariyeleri içine almaktadır. Dolayısıyla kadının saçı, başı, kollarının köle ve cariyelerce görülmesi caizdir.

Bunun delili İmam Ahmed, Ebu Davud, İbni Merduveyh ve Beyhakî'nin Enes'ten (r.a.) rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) Hz. Fatıma'ya bir köle bağışladı. O sırada Hz. Fatıma'nın üzerinde başını örttüğü zaman ayaklarma ulaşamayacak kadar, ayaklarını örtüğü zaman da başına ulaşamayacak kadar kısa bir elbise vardı. Peygamberimiz (s.a.) bu durumu görünce şöyle bu­yurdu: "Bunun hiçbir mahzuru yoktur. Bu gelenler senin baban ve kölendir."

Bir gurup alim bunun sadece cariyelere mahsus olduğu kanaatine varmış­lardır. Çünkü köle de haram olma noktasında yabancı hür adam gibidir.

Kadınlara ihtiyaç duymayan kimselere gelince:

Alimler bundan muradın ne olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Denil­miştir ki: Bu şehveti tükenen yaşlı kimse ya da kadınların durumu hakkında hiçbir şey bilmeyen aptal, yahut iğdiş edilmiş kimse, ya da âmâ, ya da hizmetçi veya erkekliği dişiliği belli olmayan kimsedir.

Muteber olan diğer bir görüşe göre bununla murad edilen, kadınlara ihti-jap duymadan, kadının onun teiaündan y$ kadrolara) yasrfJajfflJ ytömS&Sfll nakletmesinden emin olduğu kimsedir. Müslim, İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesaî, Hz. Aişe (r.a.)'dan şöyle dediğini rivayet ederler:  "Hünsa bir adam Peygamber Efendimiz (s.a.)'in eşlerinin yanına geliyordu. Onu kadınlara karşı arzu duymayanlardan sayıyorlardı. Adam bir kadını tarif ederken Peygamberi­miz (s. a.) içeri girdi. Adam şöyle diyordu: "O kadın gelirken dört olarak gelir. Arkasını döndüğü zaman sekiz olarak gelir." Bunun üzerine Peygamberimiz (s .a.) şöyle buyurdu: "Dikkat edin. Görüyorsun ki o bu konuları gayet iyi biliyor. Sakın sizin huzurunuza girmesin." Sonra da onu evden dışarı çıkardı.

Kadınların mahrem yerlerine henüz muttali olmayan çocuklar kadınların durumlarını ve avretlerini anlamayan, yaşlarının küçüklüğü sebebiyle kuvvetli cinsî eğilimleri ortaya çıkmamış olan çocuklardır. Çocuk bunu anlamayacak kadar küçük ise kadınların huzuruna girmesinde mahzur yoktur. Mürahık olan yahut buna yakın henüz bulûğa erişmemiş ve gördüğünü anlatan, çirkin kadınla güzel kadını birbirinden ayırdedebilen çocukların kadınların yanma girmelerine müsaade edilmez. Bunun delili çocuğun üç vakitte odalara girmek için izin istemesinin vacip olmasıdır. Cenab-ı Hak bunu şu ayetle beyan etmiş­tir: "Ey iman edenler! Köleleriniz ve henüz bulûğ çağına erişmemiş çocuklarınız günde üç defa sizden izin istesinler." (Nur, 24/59).

Diğer bir grup alim ise şöyle demiştir: Kadının çocuklarca ziynetlerinin görülmesi haram olmaz. Ancak çocuk mürahık olsun-olmasm kadınlara karşı arzu duyuyorsa bu müstesnadır. Buradaki mubah oluş birinci görüş sahipleri­nin kararlaştırdıklarından daha geniştir.

Cenab-ı Hak daha sonra fitneye vesile veya sebep olacak şeylerden neh-yetti:

"İnsanları gizledikleri ziynetlerini bildirmek için ayaklarını yere vurma­sınlar. " Yani kadının, ayak halkalarının sesini duyurmak için yürürken ayakla­rını yere vurması caiz değildir. Çünkü bu fitne ve fesadın kaynağıdır, dikkatleri çekmektir. Şehvet duygularını tahrik etmektir. O kadının fasıklar gurubundan olduğu şeklinde su-i zanna sebep olur. Ziynetin sesini duyurmak o ziyneti gös­termek gibidir, hatta daha da şiddetlidir. Asıl maksat tesettürdür.

Bu ifade bilezik dolu kolları sallamak, sağlardaki çıngırakları sallamak, evden dışarı çıkarken kokulanmak, süslenmek gibi hususları da içine alır. Do­layısıyla erkekler kadının kokusunu duyar, ziynetlerine kapılırlar.

Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî'nin Ebu Musa el-Eş'arî'den (r.a.) rivayet et­tikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Her göz zina eder. Kadın koku sürüp de bir meclise uğrarsa o kadın şöyle şöyledir." Yanı zınakârdır.

Ebu Davud ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri hadıs-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kokulanıp bu mescide gelen ka­dın evine dönüp cünüplükten dolayı gusletmedikçe Allah onun namazını kabul etmez."

Kadın ziynetlerini erkeklere duyurmayı kast etsin veya etmesin yabancı erkeklerin huzurunda ayakları yere vurmaktan nehyedilmiştir. Zira halkalı ayaklan veya benzerlerini (günümüzdeki yüksek topuklu ayakkabılar) yere vurmanın sonucu, gizledikleri ziyneti insanlara duyurmak ve bununla fitnenin meydana gelmesidir.

Hanefiler bu nehyi kadının sesinin avret olduğuna delil olarak getirmiş­lerdir. Çünkü ayak halkalarının sesinin işitilmesine sebep olan husus yasaklanmışsa kadının sesini yükseltmesi de yasaklanmıştır.

Kanaatimizce kadının sesi fitneden emin olunduğunda avret değildir. Zira Peygamberimiz'in (s.a.) hanımları yabancı erkeklere hadis rivayetinde bulunu­yorlardı.

"Ey müminler! Hep birlikte Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz." Yani ey müminler topluca Allah'a itaate dönün ve ona yönelin. Allah'ın size emretti­ği bu güzel ahlâk ve sıfatları yerine getirin. Gözleri harama karşı yummak, ırz­ları korumak, başkalarının evlerine izinsiz girmek, cahiliyetin üzerinde bulun­duğu rezil ahlâk ve sıfatlar gibi Allah'ın sizi nehyettiği hususları bırakın ki dünya ve ahiret saadetini kazanasmız.

Burada sahih imanın sahibi emre uymaya, tevbeye, hata ve kusurlardan dolayı istiğfar etmeye sevkedeceği hususlarına dikkat çekmek için "iman" sıfa­tıyla hitap edilmiştir. Zira tevbe kurtuluşun ve saadeti kazanmanın sebebidir. [74]

        

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hükümler çıkmaktadır:

1- Bakılması helâl olmayan bütün namahrem erkek ve kadınlara, fitneye düşürmesinden korkulan her şeye karşı gözü kapamak vaciptir. Çünkü göz münkerlere düşme, kalbi vesveselerle meşgul etme, gönlü vesveselerle hareke­te geçirme hususunda anahtardır, fitneye ya da zinaya düşmenin postacısıdır, fesat ve fücurun kaynağıdır.

2- Irz ve namusu helâl olmayan kimselerin görmesinden korumak, zina, li-vata, dokunmak, kucaklaşmak ve istimna gibi fuhşiyata bulanmaktan korumak vaciptir.

3- Hamama örtüsüz girmek haramdır. İbni Ömer diyor ki: Kişinin en güzel sarfedeceği şey halvet zamanında -yani insanların bulunmadığı veya insanla­rın az bulunduğu bir zamanda- hamama girmek için verdiği bir dirhemdir.

Tirmizî Abdullah b. Abbas'tan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini zikretmektedir: Peygamberimiz (s.a.):

- Hamam denilen evden sakının, buyurdu.

-  Ya Rasulallah! Hamam kirleri giderir ve cehennemi hatırlatır, denildi. Peygamberimiz (s.:a.)

- "Mutlaka bu işi yapacaksanız hamama örtülü olarak girin." buyurdu.

4- Gözü harama karşı kapamak ve ırzı korumak dinde daha nezihtir, gü­nah kirine bulaşmaktan daha uzaktır. Allah kulların fiillerini, kalplerin niyet­lerini, dillerin fısıltılarını, göz ve kulağın her türlü tavırlarını, her şeyi gayet iyi bilir, her şeye muttalidir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. Bütün bunların kar­şılığını verir.

5- Avret yerleri dört kısımdır:

a) Erkeğin erkeğe karşı avreti: Erkeğin, göbekle diz arası dışında başka bir erkeğin bütün bedenini görmesi caizdir. Göbekle diz ise avret değildir.

İmam Ebu Hanife'ye göre diz avrettir. İmam Malik diyor ki: Baldır namaz­da avret değil, bakışta avrettir. Baldırın avret olduğunun delili Huzeyfe'den (r.a.) rivayet ettiği şu hadistir: Peygamberimiz (s.a.) baldırı açık olarak mescide uğradı. Yine Peygamberimiz (s.a.) Hakim'in Muhammed b. Abdullah b. Cahş'tan rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmuştur: "Baldırı ört. Çünkü baldır avrettir." Yine Efendimiz (s.a.) Ebu Davud, İbni Mace ve Hakim'in rivayet ettiği hadiste Hz. Ali'ye şöyle buyurdu: "Baldırını açma. Ölü veya dirinin baldırına bakma." Kötü niyetle parlak oğlana bakmak da helâl değildir.

İki erkekten her biri yatağın bir tarafında olsa bile aynı yatakta yatmaları caiz değildir. Bunun delili Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî'nin Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Erkek erkekle aynı örtü içinde birbirlerine sarılmasın. Kadın kadınla aynı örtü içinde birbirlerine sarılmasın."

Kucaklaşma ve öpüşme -kişinin oğluna şefkat duyması hali müstesna-mekruhtur. Musafaha etme ise (tokalaşma) müstehaptır. Bunun delili Enesin (r.a.) rivayet ettiği şu hadistir: Bir adam:

- Ya Rasulallah! İçimizden bir adam kardeşi veya dostuyla karşılaştığı za­man ona eğilebilir mi? dedi. Peygamberimiz (s.a.):

- Hayır, dedi. Adam:

- Ona sarılıp öpebilir mi? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):

- Hayır, dedi. Adam:

-  Elini tutup onunla musafaha edebilir mi? diye sordu: Peygamberimiz

(s.a.):

- Evet, diye cevap verdi.

b) Kadının kadına karşı avreti: Erkeğin erkeğe karşı avreti gibidir. Kadın kadının -göbekle diz arası hariç- bütün bedenine bakma hakkına sahiptir. Fit­neden korkma durumunda ise caiz değildir. Beraber yatma caizdir.

Daha doğru olan husus, zimmî (gayr-i müslim) kadının müslüman kadının bedenine bakmasının caiz olmadığıdır. Çünkü bu şahıs din hususunda yabancı-:;r. Allah Tealâ "yahut onların kadınları" buyuruyor. Zimmî ise bizim kadınla­rımızdan değildir.

c) Kadının erkeğe karşı avreti: Eğer kadın yabancı (nâmahrem) ise bütün ;edeni avrettir. Erkeğin yabancı kadının alışverişte ihtiyaç duyduğu için sade-x yüzüne ve ellerine bakması caizdir. Erkeğin herhangi bir neden olmaksızın yabancı kadının yüzüne kasden bakması caiz değildir. Erkeğin gözü ansızın ka-iına takıhrsa: "Müminlere söyle, gözlerini (harama karşı) yumsunlar." ayetine : ınâen erkek gözünü kapar veya çevirir.

İmam Ebu Hanife fitneye mahal olmadıkça bir defa bakmayı caiz görmüş-:ür. Ancak birkaç defa bakması caiz değildir. Bunun delili az önce geçen "Ey Ali! Bir bakışın peşinden tekrar bakma. Çünkü birinci bakış senin hakkındır, ikinci bakış senin hakkın değildir." şeklindeki hadis-i şeriftir.

Evlilik maksadıyla kızı görmek için ona bakmak caizdir. Bunun delili İbni Hıbban ve Taberanî'nin Ebu Humeyd es-Sâidî'den rivayet ettiği Peygamberi-miz'in (s.a.) şu hadisidir: "Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediği zaman kadın bilmese bile evlenmek niyetiyle baktığı zaman erkeğin kadına bakması caizdir."

Ayrıca alışveriş anında ihtiyaç duyulursa kadını tanımak için bakmak da caizdir. Şahitlik esnasında da yüze bakmak caizdir. Çünkü tanımak ancak bu şekilde gerçekleşir. Şehvetle bakmak ise yasaklanmıştır. Bunun delili Peygam­berimiz'in (s.a.) İmam Ahmed ve Taberanî'nin İbni Mes'uddan rivayet ettikleri "Gözler de zina eder." hadisidir.

Güvenilir doktorun tedavi için kadına bakması caizdir. Sünnetçinin sün­net çocuğunun avret yerine bakması caizdir. Çünkü bu zaruret yeridir. Zinaya şahitlik yapmak için zina edenlerin fercine kasden bakmak, doğum için fercine bakmak, sütanne şahitliğinde bulunmak için emzikli kadının göğsüne bakmak caizdir. Boğulmaktan veya yangından kurtarmak için kadının bedenine bak­mak caizdir.

Kadın nesep, sütanne veya hısımlık sebebiyle erkeğin mahremi ise aralarında İmam Ebu Hanife'nin de bulunduğu bir gurup alime göre kadının göstermemesi gereken yerleri gündelik iş esnasında da örttüğü yerlerdir.

Erkeğin hanımının bütün bedenine, hatta fercine bile bakması caizdir. An­cak ferce bakmak mekruhtur.

d) Erkeğin kadına karşı avreti: Erkek kadına yabancı ise erkeğin o kadına karşı avreti dizle göbek arasıdır. Bir başka görüşe göre erkeğin yüzü ve elleri dışındaki bütün bedeni kadına karşı avrettir. Tıpkı kadının erkeğe karşı avret olan yerleri gibi kadının erkek hakkında avret olması hilâfına olan birinci gö­rüş daha doğrudur. Çünkü kadının bedeni bizzat avrettir. Bunun delili kadının vücudu açık olarak namaz kılmasının sahih olmamasıdır. Erkeğin vücudu ise böyle değildir. Kadının fitneye düşme ihtimali durumunda erkeğe kasden bak­ması veya kadının erkeğin yüzüne tekrar tekrar bakması: "Siz ikiniz ondan -yani âmâ olsa da İbni Ümmi Mektûm'dan- örtünün." şeklinde daha önce geçen hadise binaen caiz değildir.

Kadın kocasının bütün vücuduna bakabilir. Ancak kocanın hanımının fer-cine bakması mekruh olduğu gibi hanımının da kocasının cinsi organlarına bakması mekruhtur.

Erkeğin avret yerini örtecek elbisesi olduğu halde evde çıplak oturması ca­iz değildir. Çünkü Peygamberinıiz'e (s.a.) bu durum sorulduğunda Buharî, Tirmizî ve İbni Mace'nin rivayet ettiği hadiste şöyle buyurdular: "Allah kendisin­den haya edilmeye daha lâyıktır." Tirmizî'nin İbni Ömer'den (r.a.) rivayet ettiği hadiste ise şöyle buyurdular: "Çıplaklıktan sakının. Çünkü tuvalette ve erkeğin hanımına yaklaşma durumu haricinde sizden ayrılmayan melekler vardır. "[75]

6- Allah Tealâ kadınlara fitneye düşmekten sakınmak için vücutlarının yüz ve elleri dışındaki kısımlarını ve ziynetlerini bakanlara göstermemelerini emret­ti. Görünmesi zaruri olan ve görünmeyecek olmak üzere ziynet iki çeşittir:

- Görünmesi zaruri: Mahrem veya nâmahrem bütün insanlara mubahtır.

- Görünmeyecek kısım: Allah Tealâ'nın bu ayette bildirdiği kimseler dışın­dakilere gösterilmesi helâl olmayan kısımdır.

Bilezikler konusunda Hz. Aişe: "Bu görünmesi zaruri olan ziynetlerdendir. Çünkü ellerdedir." demiştir. Mücahid ise: "Bu görünmeyecek olan ziynetlerden­dir. Çünkü ellerin dışındadır." demiştir. Zira bilezikler bileklerde olur. Kına ise, İbnü'l-Arabî'nin görüşüne göre ayaklarda olursa görünmeyecek olan ziynetler­den sayılır.

7- "Baş örtüleriyle yakalarının üstünü kapatsınlar." ayetine binaen kadı­nın saçlarını, boynunu ve göğsünü örtmesi vaciptir. Ayette geçen "hımar" keli­mesi kadının başına örttüğü örtü anlamındadır.

Buharî Hz. Aişe'den (r.a.) şöyle rivayet ediyor: Allah ilk muhacir kadınlara rahmet eylesin. "Başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar." ayeti indiği za­man büyük izarları yırttılar, başörtüsü yaptılar.

8- Allah Tealâ kadının ziynetlerini göstermesi caiz olmayan erkeklerden mahremleri, mahrem hükmünde olan kocalarını, kendi babalarını, aynı şekilde ister anne tarafından isterse baba tarafından dedelerini, eşlerin kız-erkek ço­cuklarını, öz kardeşleri, ana bir baba bir kardeşleri, aynı şekilde kardeşlerin oğullarını istisna etti. Bunlara amcalar ve dayılar da katılır. Bunlar nesep yö­nünden akrabalardır. Süt emme yönünden akraba olanlar da bunlar gibidirler. Bunların hepsine "mahrem" adı verilir.

Yine bundan, kadınlar, köleler, müslüman ve kitabî cariyeler çoğunluğun . raşüne göre istisna edilmiştir. Bazıları ise sadece cariyeleri istisna etmiştir. Ayrıca cinsî iktidarı olmayan, yahut aptal olan, ya da innîn (hastalık sebebiyle iziz) olan ve âmâ olan hizmetçiler ile henüz kadınların mahrem yerlerinden bir ^ey anlamayan, yaşlarının küçüklüğü sebebiyle kendilerinde cinsî eğilim orta-a çıkmayan çocuklar da müstesna tutulmuştur.

9- Kadınların, erkekleri fitneye ye fesada düşürmeleri, açılıp saçılmaları, ayaklarını yere vurmaları, evden dışarı çıkarken kokulanmak, süslenmek gibi erkekleri baştan çıkaracak tavırlarda bulunmaları haramdır. Kadının takıla-nyla böbürlenerek ayaklarını yere vurması, Kurtubî'nin zikrettiği gibi, mek­ruhtur.

10- Mümin erkeklerin ve mümin kadınların tevbe etmeleri ümmet arasın-ia hiçbir ihtilâf olmaksızın vaciptir, ve kesin bir farzdır. Çünkü her insan tev-beye muhtaçtır. Zira insan Allah Tealâ'nm haklarını yerine getirirken hata ve Kusurdan uzak kalmaz. Dolayısıyla hiçbir durumda tevbeyi terk etmez. İnsa­nın günahını her hatırladığında tevbeyi yenilemesi gerekir. Çünkü kul Rabbine kavuşuncaya kadar pişmanlığında ve azminde devam etmelidir.

İmam Ahmed, Buharî ve Beyhakî Şuabü'l-lman'da İbni Ömer'den (r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedirler: "Ey insanlar! Al­lah 'a tevbe edin. Zira ben Allah 'a günde yüz defa tevbe ediyorum."

Tevbenin şartlan dörttür:

- Günahı tamamen terk etmek,

- Geçmişte yaptığından pişman olmak,

- Tekrar yapmamaya azmetmek,

- Hakları sahiplerine vermek. [76]

 

Hür Kadınlarla Evlenmek, Kölelerle Mükatebe

 

32-  İçinizden bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları evlen­dirin. Eğer fakir iseler Allah onları lüt-fuyla zengileştirir. Allah geniş lütuf sa­hibidir, her şeyi çok iyi bilendir.

33-  Evlenme imkânı bulamayanlar Al­lah'ın kendilerini lütfuyla zenginleştir­mesine kadar iffetlerini korusunlar. Sa­hip olduğunuz kölelerinizden azat ol­mak için bedel vermek isteyenlerin, eğer kendilerinde bir hayır görüyorsa­nız hemen bedel vermelerini kabul edin. Allah'ın size verdiği mallardan on­lara da verin. İffetli olmak isteyen cari­yelerinizi dünya hayatının geçici men­faatini kazanma hırsıyla fuhşa zorlama­yın. Kim onları buna zorlarsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmala­rından sonra çok mağfiret eden, çok merhamet edendir.

34- Andolsun ki, biz size apaçık 'ayetler, sizden önce gelip geçenlerden misaller ve takva sahiplerine öğütler indirdik.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah geniş lütuf sahibidir ve her şeyi çok iyi bilendir." Yani her şeyden müstağnidir, geniş imkân sahibidir. Nimeti tükenmez, zira onun kudretinin so­nu yoktur. Mahlûkatmı gayet iyi bilir. Hikmetinin gereği olarak rızkı genişletir veya daraltır.

"Evlenme imkânı bulamayanlar" nikâh masrafını, mehir ve nafaka gibi malî sebepleri temin edemeyenler yahut kendisiyle nikâhlanabilecek şeyi elde edemeyenler "Allah'ın kendilerini lütfuyla zenginleştirmesine kadar " kendile­rine lütfuyla genişlik verinceye ve evlenebilecek maddî imkân buluncaya kadar "iffetlerini korusunlar "iffetli olmaya gayret etsinler.

"Sahip olduğunuz kölelerinizden azat olmak için bedel vermek isteyenlerin ..." Asıl ifadesiyle "el-kitâb," mükâtebe demektir. Bu da efendinin kölesine "Şu şu hisselerle seninle mükâtebe akdi yapıyorum. Bunları ödediğin zaman hürsün" demesidir. Mukâtebe akdi denilen bu sözleşme efendi ile kölesi arasındâ kölenin efendisine mal/maddi değer verme ve bu şekilde hürriyete kavuşma akdidir. Yahut kölenin taksitli olarak bir miktar mal verdikten sonra azat ol­masıdır.

Bu şekilde azat olmak isteyenlerin "eğer kendilerinde bir hayır..." yani mü-kâtebe malını ödemek için güven, kazanç kudreti ve meslek sahibi olmak; bir görüşe göre dinde salih bir kimse olmak kabiliyeti "görüyorsanız hemen" mükâ-tebe akdi yapın, "azatlık için bedel vermelerini kabul edin." Buradaki emir alimlerin çoğunluğuna göre mendup içindir.

"Allah'ın size verdiği mallardan onlara da verin." Bu kölelerin size verme-ti taahhüt ettiklerini yerine getirmeleri hususunda yardımcı olmak için mükâ-:ebe yaptıkları kölelere biraz mal vermeleri yahut mukâtebe malından bir par­ça indirim yapmaları şeklinde efendilere verilen bir emirdir. Çoğunluğa göre 3u vücup içindir. Bu hususfa kölenin kazanabileceği en az mal yeterlidir. Bir başka görüşe göre, köleler bunu ödeyip azat olduktan sonra onlara infakta bu­lunmayı teşvik eden "mendup" bir emirdir. Bir diğer görüşe göre ise, bu, mukâ­tebe anlaşması yapan kölelere yardımda bulunmaları ve onlara zekâttan bir hisse vermeleri için müslümanların umumuna verilen bir emirdir.

"İffetli olmak" zinadan korunmak "isteyen cariyelerinizi dünya hayatının geçici menfaatini kazanma hırsıyla fuhşa zorlamayın." "İffetli olmak isterse" ibaresi zorlama için şarttır. Çünkü bunsuz zorlama olmaz. Bu cümle "zorlama­yın" fiili için şart olursa şartın hiçbir anlamı olmaz. Yani iffetli olmayı istemek­ten zorlamanın caiz olduğu anlamı çıkmaz. Bu çeşit zorlama mutlak olarak ha­ramdır. Bu ayet altı cariyesini zina yoluyla para kazanmaları için zorlayan Ab­dullah b. Übeyy hakkında nazil olmuştu.

""Kim onları buna zorlarsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmala­rından sonra" o cariyelere karşı "çok çok mağfiret edici, çok merhamet edicidir." Zorlama, muaheze ve cezaya aykırı değildir. Dolayısıyla zorlanan kadın günah­kâr değildir, mağfirete ihtiyacı yoktur, denemez. Bu sebeple zorlanan kişiye ka­til/öldürme haram kılınmış, Şafiîler gibi bir gurup alime göre kısas yapılması vacip kabul edilmiştir.

"Andolsun ki, biz size apaçık ayetler" açıklanmasına ihtiyaç duyduğunuz hükümleri, hadleri ve edepleri tafsilatıyla açıklayan ayetler indirdik.

Ayette geçen "mübeyyinâtin" kelimesindeki "bâ" harfinin fetha okunma­sıyla mana, "kendisinde zikredilen hususları beyan eden ayetler" şeklinde ol­maktadır.

"... Sizden önce gelip geçenlerden" yani sizden öncekilerin misallerinden bir misal, yani Hz. Yusuf ve Hz. Meryem kıssası gibi onların hayret verici ha­berlerinden ve misallerinden "misaller" yani gayet hayret verici ve düşündürü­cü Hz. Aişe, Hz. Yusuf ve Hz. Meryem kıssası gibi kıssalar indirdik.

"... takva sahiplerine" ders olacak "öğütler indirdik." Takva sahipleri özel­likle zikredilmişlerdir. Çünkü öğütlerden asıl istifade edecek olanlar onlardır. [77]

 

Nüzul Sebebi

 

"Evlenme imkanı bulamayanlar..." 33. ayetin nüzul sebebi ile ilgili İbnüs-Seken rivayet ediyor ki: Bu ayet Huvaytıb b. Abdiluzza'nın Subeyh adı verilen kölesi hakkında nazil olmuştu. Subeyh efendisinden kendisini bir bedel karşılı­ğında azat etmesini (mükâtebe akdi yapmayı) istemiş, efendisi de bunu kabul etmemişti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. Huveytıb da yüz dinar karşılığında onunla mükâtebe akdi yaptı. Yüz dinardan yirmi dinarını da ona bağışladı. Subeyh Huneyn savaşında şehit oldu.

"Cariyelerinizi fuhşa zorlamayın" ayetinin nüzulü ile ilgili Müslim ve Ebu Davud Cabir'den rivayet ediyorlar ki Abdullah b. Übeyy'in Müseyke ve Ümey-me adlarında iki cariyesi vardı. Bunları zinaya zorluyordu. Bu iki cariye bu du­rumu Peygamberimiz'e (s.a.) şikâyet ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Cari­yelerinizi fuhşa zorlamayın." ayetini indirdi.

Mukatil diyor ki: Cahiliyet ehlinin cariyeleri efendileri için çalışıyorlardı. Böyle davrananlardan birisi olan Abdullah b. Übeyy'in Muâze, Müseyke. Ümeyme, Amra, Erva ve Kuteyle isimlerinde altı cariyesi vardı. Abdullah b. Übeyy bunları zina yapmaya zorluyor, bunlara vergi yüklüyordu. Bunlardan biri bir gün bir dinar getirdi. Diğeri bunu da getirmemişti. Abdullah b. Übeyy bu iki cariyeye: Gidin zina edin, dedi. Bunlar da: Allah'a yemin olsun ki biz bu­nu yapmayız. Allah bize İslam'ı getirdi ve zinayı haram kıldı, dediler. Hemen Peygamberimiz'e (s.a.) geldiler ve şikâyette bulundular. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. [78]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak gözü harama karşı yummak ve ırzları korumak gibi emirlerle neseplerin karışmasına sebep olan zina ve fuhşa götüren haramlardan nehyet-tikten sonra bunun ardından helâl olan yolu, nesepleri koruyan, insan cinsini devam ettirme, aile bağlılığı, ülfetin devamlılığı ve çocukların güzelce yetiştiril­mesi hususlarını temin eden evlilik yolunu beyan etti. Şöyle buyurdu: "İçiniz­den bekârları evlendirin." Burada hitap velilere ve idarecileredir. [79]

 

Açıklama

 

Ayetlerin konusu birinci evliliğin emredilmesi olan bazı hükümleri ve emirleri beyan etmektir. Yani buradaki hükümler evlilikle ilgili hükümlerdir.

Allah Tealâ buyuruyor ki: "İçinizden bekârları, kölelerinizden ve cariyeleri­nizden salih olanları evlendirin." Ey veliler! Ey efendiler! Ey ümmet! Hür ka­dın ve erkekleri engelleri kaldırmak ve işbirliği yapmak suretiyle evlendirin. Ayrıca kölelerinizden ve cariyelerinizden kendisinde salâh bulunan ve evlilik haklarını yerine getirmeye muktedir olanları evlendirin. Malla destek vermek, evlenmeyi engellememek, buna ulaştıracak vesileleri kolaylaştırmak suretiyle onlara yardımcı olun. Doğru olan görüşe göre bu hitap velilere, bir başka görü­şe göre ise eşlere aittir.

Bu emrin zahirî şekli cumhurun görüşüne göre mendup, müstehap ve müstahsen manası içindir. Çünkü Peygamberimiz'in (s.a.) asrında ve ondan sonraki asırlarda bekâr erkek ve kadınlar bulunmuş hiçbir kimse bunu yadır-gamamıştır. Zira bekâr ve dul kimse evlenmek istemezse velinin onu evlenme­ye zorlama hakkı yoktur. Alimlerin ittifakıyla efendi köle ve cariyesini evlen­meye zorlayamaz.

Razî gibi alimlerden bir gurup buradaki emrin gücü yeten her kimse için vücup ifade ettiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bunun delili ise Buharı ve Müs­lim'in Sadi'lerinde İbni Mes'ud'dan rivayet edilen: "Ey gençler topluluğu! Siz­den kim evlilik masraflarını karşılamaya muktedir olursa evlensin. Çünkü evli­lik gözü daha çok kapatır, ırzı daha iyi korur. Kimin gücü yetmezse oruç tutsun. Çünkü oruç ona (zinadan korunmak için size) kalkan olur." hadisidir.

Ebu Davud ve Nesaî'nin Ma'kıl b. Yesar'dan (r.a.) rivayet ettikleri hadiste Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sevecen ve doğurgan olan kadınla evlenin. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim." Bazı fa-kihler bu emrin vacip olduğu görüşü üzerine nikâhın velisiz caiz olmayacağı kaidesini bina ettiler.

"Salâh" dan murad edilen mana şer'î manasıdır. Bu da dinin emirlerini ve nehiylerini gözetmek demektir. Denilmiştir ki: Bundan murad edilen lügat ma­nası olup nikâha ehil olmak ve nikâhın haklarını yerine getirmek demektir.

Ayette geçen "ves-sâlihîn" kelimesinde tağlib yoluyla erkekler sigası kulla­nılmıştır. Salâh bekâr ve hür kimseler için değil de sadece köleler için itibara alınmıştır. Çünkü bu vasıf efendinin köle ve cariyelerden elde edeceği menfaat­leri görmezden gelmeye teşvik edici bir unsurdur. Efendiyi köle ve cariyesini evlendirmeye teşvik edecek olan husus bu köle ve cariyelerin istikamet üzere ve salih kimseler olmaları ya da evlilik görevlerini yerine getirme kanaatlerini taşımalarıdır.

İmam Şafiî (rh.a) "İçinizden bekârları evlendirin." ayetinin zahirini, veli­nin bulûğa ermiş bekâr kızı kızın rızası olmaksızın evlendirmesinin caiz oldu­ğuna delil getirmiştir. Çünkü ayetteki hitap velilere aittir. Velisi oldukları kim­seler ister büyük ister küçük olsunlar, ister evlenmeye razı olsunlar, isterse ra­zı olmasınlar, bu kimseleri evlendirmekle emrolunanlar velilerdir. Sünnetten velinin büyük dul kadını rızası olmaksızın evlendiremiyeceğine delâlet eden di­ğer deliller olmasaydı bu ayetin umumuna binaen dul kadının hükmü de bü­yük bakire kızın hükmü şeklinde olurdu. Fakat Peygamberimiz'in (s.a.): -Müs­lim, Ebu Davud ve Nesaî'nin İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ettikleri- "Bakirenin kendisine sorulur. Susması onun izin vermesidir." hadis-i şerifi bakireden izin istenmesinin ve onun rızasının alınmasının vacip olduğuna delâlet etmekte ve bu hadis ayeti tahsis etmektedir:

Şafiîler bu ayeti kadının evlilikte veli olamayacağına delil getirmişlerdir. Zira o kadını evlendirmekle emrolunan velisidir. Lâkin evlâ olan, ayetteki bu hitabın bütün insanlara yapılan ve onları evlilik hususunda yardımcı olmaya teşvik eden bir hitap olarak kabul edilmesidir. Akit yapma hükmü ise bu ayet dışındaki ayetlerden alınır.

Bazı Hanefîler de "... evlendirin." ayetinin zahirini hür erkeğin, hür kadı­nın mihrini vermeye gücü yetse bile cariye ile evlenmesinin caiz olduğuna delil olarak kabul etmişlerdir.

Şafiîler de buna karşılık "Kim namuslu kadınlarla evlenmeye muktedir ol­mazsa..." (Nisa, 4/25) ayetinin bu ayetten daha has olduğu şeklinde cevap ver­mişlerdir. Has ise amma takdim edilir. Nitekim alimler "Bekârları evlendirin." ayetindeki bekârların birtakım şartlarla mukayyed olduğu hususunda icma et­mişlerdir. Bu şartlar, kadının erkeğe hala veya teyze ile, erkek kardeşin kızı veya (kızkardeşin kızıyla evlenmek gibi) nesep yönünden, yahut süt emme se­bebiyle ya da (iki kızkardeşle aynı anda evlenmek gibi) hısımlık yönünden ha­ram olmasıdır.

Alimler "Kölelerinizden salih olanlar..." kavl-i cehlini şu iki hususa delil saymışlardır.

a) Efendinin kölesini veya cariyesini rızası olmaksızın evlendirmesi caiz değildir.

b) Kölenin veya cariyenin, efendisinin kendi üzerindeki haklarını kullan­masını engellemek için onun izni olmaksızın evlenmeleri caiz değildir. Bunu İmam Ahmed'in rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisi teyit etmekte­dir: "Efendisinin izni olmadan evlenen her köle zinakârdır."

Cenab-ı Hak mal bulamama sebebinin ileri sürülmesini ortadan kaldırdı ve şöyle buyurdu:

"Eğer fakir iseler Allah onları lütfuyla zengileştirir. Allah geniş lütuf sahi­bidir, her şeyi çok iyi bilendir."

Bu ayet evlenecek kimseye zenginlik vaadinde bulunmaktadır. Evlenmek isteyen erkek ya da kadın isterse fakir olsunlar fakirlik problemine bakmayın. Allah'ın lütfunda onları zengin kılacak imkânlar vardır. Allah her şeyden müs­tağnidir, geniş imkân sahibidir. O'nun hazineleri tükenmez, kudretinin sınırı da yoktur. O mahlûkatmm durumlarını gayet iyi bilir. O dilediği kimseye rızkı genişletir, dilediğine de hikmete ve maslahata uygun olarak daraltır.

İmam Ahmed, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) riva­yet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Üç kişi vardır ki onlara yardım etmek Allah üzerine borçtur:

- İffetli bir hayat isteyerek nikâh yapan,

- Borcunu ödemek üzere mükâtebe akdi yapan köle,

- Allah yolunda cihada çıkan kimse."

İbni Mes'ud (r.a.) diyor ki: Zenginliği nikâhta arayın. Ancak evlenecek kimsenin zengin kılınması ilâhî irade şartına bağlıdır. Bunun delili: "Fakirlik­ten korkarsanız Allah sizi lütfuyla zengin kılar." (Tevbe, 9/28) ayetiyle buradaki "Allah geniş lütuf sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir." ayetidir. Yani Allah maslahatı gayet iyi bilir ve hikmetiyle bağışta bulunur.

"Eğer onlar fakir iseler..." cümlesindeki "onlar" zamiri hür olan bekâr er­keklerle bakire kızlara ve salih olan kölelerle saliha cariyelere racidir. Dolayıyla zengin kılmaktan murad imkân genişliği verilmesi ve muhtaçlığın kaldı-oinasıdır. Bir görüşe göre ise bu zamir sadece hür olan bekâr ve bakirelere ra-r. Zira "Allah onları lütfuyla zengin kılar." ayetindeki "zengin kılmak"tan jd zenginliğe sebep olacak mal vermektir. Köleler ise mal sahibi olamazlar.

Bazı alimler bu ayeti nafakadan âciz kalmak sebebiyle nikâhın feshedil­mesinin caiz olmadığına delil kabul etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak fakirliği peşin olarak evliliğe engel kabul etmemiştir. Dolayısıyla evliliğin devamına hiç sagel sayılmaz. Her ne olursa olsun ayetten maksat, Allah katında olan lütuf-lüira güvenerek fakir olan gencin yaptığı evlilik talebinin reddedilmemesidir. ime aynı şekilde kadının da kocası nafakasında zorlandığı zaman sabretmesi mendup olmaktadır.

Ayetten anlaşılmaktadır ki fakir kimsenin evlilik masraflarını bulamasa İ» evlenmesi menduptur. Çünkü velinin fakiri evlendirmesi teşvik edildiğine -t fakirin kendisinin evlenmeye talip olması da teşvik edilmektedir.

Zengin olsun fakir olsun, hür veya cariyelerin evlendirilmesi emredildik-,,--. sonra Kur'an-ı Kerim evliliğin sebeplerinden aciz olup kendisini evlendire-si kimse bulamayanın durumuna çare olarak şöyle buyuruyor:

"Evlenme imkânı bulamayanlar Allah 'm kendilerini lütfuyla zenginleştir­mesine kadar iffetlerini korusunlar." Yani evlilik nafakalarını elde edemeyen nmseler iffetli olmaya ve nefsini korumaya gayret etsinler. Nikâh lafzından murad şer'î hakikatidir. "Nikâh bulamayanlar" nikâh kıyma imkânı bulama­yanlar demektir. Nikâhtan murad kendisiyle nikâhlanacak mihir de demek olabilir. Tıpkı binilecek şeye alet ismi olarak verilen "rikâb" kelimesi gibi.

Ayette evlenmekten aciz olan kimselerin Allah kendilerini lütfuyla zengin-eştirip evleninceye kadar kendilerine haram kılınan fuhşu yapmayıp iffet ta-afını tutmaya çalışmaları tavsiye edilmektedir. Haramdan uzaklaşıp iffet sa--ibi olmak bütün müminlere vaciptir. Bu ayette Allah tarafından bu kimselere zenginlik lutfedileceği şeklindeki önemli ve değerli bir vaad vardır. Yani insan­lar hiç bir zaman ümitsizliğe ve endişeye kapılmasınlar.

Daha önce zikri geçen hadis-i şerifte: "Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlenme masrafını karşılamaya gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü o gözü harama karşı daha iyi kapatır, ırzı daha iyi korur. Kimin gücü yetmiyorsa oruç tutsun. Çünkü oruç onun için kalkandır." buyrulmuştur.

Bazı alimler bu ayeti, arzu duymakla birlikte hazırlığa sahip olmayan kimsenin evliliği terk etmesinin mendup olduğuna delil getirmişlerdir. O za-raan evliliği teşvik eden önceki ayetle çelişki meydana gelmektedir.

Şafiîler diyor ki: Bu ayet önceki ayeti tahsis etmektedir. Yani önceki ayet evlilik hazırlığına sahip olan fakirler hakkındadır. Bu ayet ise evlilik hazırlı­ğından aciz olan fakirler hakkındadır.

Hanefîler bu ayetin te'vil edilmesi görüşündedirler. Ayette geçen "nikâh" kelimesi "mektub" manasındaki "kitab" gibi; "menkûha" yani nikâhlanacak ka­dın manasmdadır. Buradaki iffet sahibi olma emri de eş bulamayan kimseye hamledilir. O zaman iki ayet arasında çelişki yoktur. Fakat "Allah 'ırı kendileri­ni lütfuyla zenginleştirmesine kadar..." kavl-i celîli bu te'vili uzak kılmaktadır. [80]

 

Kölelerin Mükâtebe Akdi:

 

"Sahip olduğunuz kölelerinizden azat olmak için bedel vermek isteyenlerin eğer kendilerinde bir hayır görüyorsanız hemen bedel vermelerini kabul edin."

Yani efendilerinden belirli bir müddet içinde belirli bir mal ödemek üzere mükâtebe akdi yapmak isteyen köleler salih, takva sahibi, güvenilir, efendisi için şart koşulan malı ödemeye ve kazanmaya muktedir iseler onlarla mükâte­be akdi yapın.

"... kendilerinde bir hayır görüyorsanız..." ayetindeki "hayır" kelimesi bir­kaç şekilde tefsir edilmiştir.

a) Denilmiştir ki burada geçen "hayır" güvenilir olmak ve kazanmaya muktedir olmak demektir. Bu İbni Abbas ve İmam Şafiî'nin tefsiridir.

b) Yine denilmiştir ki bu, meslek sahibi olmak demektir. Bu hususta Ebu Davud'un Merasîl'de, Beyhakî'nin Sünen'inde rivayet ettiği şu merfu hadis vardır: "Onlarda bir mesleğe ait beceri görüyorsanız onları insanlara yük ola­rak bırakmayın."

c) Bir başka görüşe göre buradaki "hayır" mal manasmdadır. Bu görüş Hz. Ali'den bir gurup alimden rivayet edilmiştir.

d) Bir diğer görüşe göre ise buradaki "hayır" salâh ve iman demektir. Bu Hasan-ı Basrî'nin tefsiridir. Bu görüş müslüman olmayan kimse ile mükâtebe yapılmamasını gerektirir ki bu görüşte sertlik vardır.

Cumhur'un görüşü şudur: "... onlarla mükâtebe akdi yapın..." kavl-i celîlindeki emir irşad içindir, mendup ve müstahap içindir, farz ve vücup emri de­ğildir. Bilakis efendi kölesi kendisinden mükâtebe istendiği zaman muhayyer­dir: Dilerse mükâtebe akdi yapar dilerse yapmaz. Bunun delili Peygamberi-miz'in (s.a.) - İmam Ahmed ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri - şu hadisi şerifi­dir: "Müslüman kişinin malı ancak kendisinin gönül hoşluğuyla helâl olur."

Nitekim kefaret hususunda efendinin köleyi azat edecek birisinden satın alması vacip olmaz, buna mecbur da edilmez. Efendiye mükâtebe akdi yapması vacip değildir, buna mecbur da değildir. Bütün akitler karşılıklı rıza üzerine kurulur.

Ebu Davut ez-Zahiri ile tabiinden bir gurup şöyle demişlerdir: Buradaki emir vücup içindir. Bunun delili Buharî'nin muallak olarak rivayet ettiği ayrıca Abdurrezzak, Abal b. Humeyt ve İbni Cerîr'in Enes b. Malik'ten rivayet ettikle­ri şu hadistir: Şirin benden mükâtebe akdi yapmamı istedi. Ben kabul etme­dim. Hz. Ömer'e gitti. Hz. Ömer (r.a.) bana kamçı ile geldi ve şu ayeti okudu: "Onlarla mükâtebe akdi yapın." Enes (r.a.) bunun üzerine Şirinle mükâtebe akdi yaptı.

"Onlarla mükâtebe akdi yapın." ayetinin mutlak oluşu zahiriyle amel edip bu konulacak azat bedelinin ya peşin, ya da tek taksit ve ya bir kaç taksit ile tecil edilmiş olması caizdir. Bu Hanefîlerin ve İmam Malîki'nin ashabının mez­hebidir.

Şafîiler ise peşin bedelle yapılan mükâtebeyi kabul etmemişlerdir. Çünkü mükâtebe taksitle yapılmayı gerekli kılar. Zira mükâteb bu bedeli derhal öde­mekten acizdir. Dolayısıyla tekrar köleliğe döner. Mükâtebe maksadı hasıl ol­maz.

Mükâtebe yapılması ayette mükâtebe yapılacak kölede hayır ümid edilme­si şartına bağlıdır. Eğer kölede hayır ümid edilmezse mükâtebe yapılması ne vacip olur ne de mendup olur, bilakis bu durumda mükâtebe haram olur. Nite­kim mükâteb kölenin fasıklık yoluyla kazandığını ya da açlıktan öleceğini bilir­se yine haram olur. Tıpkı sadaka ve ya ödünç parayı haram yolda harcayacak kimseye sadaka ve ya ödünç para vermenin haram olduğu gibi.

"Allah 'in size verdiği mallardan onlara da verin." Yani, ey efendiler! Mü­kâteb kölelere mükâtebe malından dörtte bir, veya üçte bir, yahut yedide bir veyahut onda bir gibi bir şey verin. Bütün bunlar tabiinden rivayet edilmiştir. Ya da İmam Şafiî'nin dediği gibi verilebilecek çok az bir şey de olsa verin. Mü­kâtebe malından bir kısmının indirilmesi vermekten daha evlâdır. Çünkü sa­habeden nakledilen de budur. Cumhura göre yardım ve kurtuluş için efendile­rin bağışta bulunmaları menduptur. İmam Şafiî bu bağışın yapılmasının vacip olduğu görüşündedir. -Ayetin zahiriyle amel edilerek- indirim yapılan da bu manadadır.

Alimlerden bir gurup şöyle demiştir: Buradaki emir bütün insanlara yöne­lik olup "kölelerin hürriyete kavuşturulması" zekât hisselerinden biridir. Bu Hanefîlerin mezhebidir. Bu durumdaki emir vücup içindir.

Bunu daha önce geçen Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet edilen şu hadis teyit etmektedir:

İbni Kesir diyor ki: Birinci kavil daha meşhurdur. Yani hitabın efendilere ait olup müslümanlann cemaatine ait olmaması kavli daha meşhurdur. Çünkü zekâtta hitap kesin bir farzdır. Buradaki ayet zekâta efendilerden başka bir is­tek ilâve etmektedir. [81]

 

Zinaya Zorlama:

 

Allah Tealâ müminleri haram yollardan mal toplamaktan nehyetmekte ve şöyle buyurmaktadır: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi dünya hayatının geçici menfaatini kazanma hırsıyla fuhşa zorlamayın." Yani cariyeleriniz iffetli olmak istese de istemese de mal, evlât gibi dünya menfaatlerini talep ederek cariyele­rinizi zinaya zorlamayın.

Cenab-ı Hakk'ın "iffetli olmak isterlerse..." kavli zorlamanın meydana gel­mesi için şarttır; ayetin iniş sebebi olan mevcut durumu beyan etmek için bir kayıttır. Bunun delili İbni Merduveyh'in Hz. Ali'den (r.a.) rivayet ettiği şu haberdir: Onlar cahiliyette ücret elde etmek için cariyelerini zinaya zorluyorlardı. Müslüman olduktan sonra bundan nehyolunmuşlar ve bu ayet inmişti. Nüzul sebebinin de Abdullah b. Übeyy'in cariyeleri olup para kazanmak maksadıyla bunları zinaya zorladığını nüzul sebebinde beyan etmiştik.

İffetli olmayı istemek ve dünya hayatının geçici menfaatlerini kazanma kayıtlarının konulmasının pratikte yasaklamayı kaldıracak bir anlamı yoktur. Bu iki kayıt bulunsa da bulunmasa da zinaya zorlamak mutlak olarak haram­dır. Cahiliyet zamanında uygulanan bir durumu ayıplamak için bu açıklama yapılmıştır. Ayrıca iffetli olmayı isteme kaydı zorlamanın tasavvurunda ve ger­çekleşmesinde şarttır, nehiy için ise şart değildir. Fakat gerçekte zorlamanın zikredilmesi bu kayda ihtiyaç bırakmamıştır. Zinayı isteyen cariyeler dışında­kiler için zorlama tasavvur edilebilir. İffetli olmayı isteme veya iffetli olmayı is­tememe anında zinaya zorlamanın haram olduğunda icma meydana gelmiştir.

"Eğer iffetli olmayı isterlerse..." cümlesinde "izâ" yerine "in" edatının kulla­nılması iffetli olmayı isteme tereddüdü ve şüphesi durumunda zinaya zorlama yapılmamasının vacip olduğuna işaret etmek içindir. Bunun meydana geldiği anda zinaya zorlamanın haram oluşu daha şiddetli, daha çirkin ve daha evlâdır.

"Kim onları buna zorlarsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmala­rından sonra çok çok mağfiret eden, çok merhamet edendir." Kim bu cariyeleri zina etmeye zorlamışsa şüphesiz ki Allah cariyelerin buna zorlanmalarından sonra o cariyelere karşı çok mağfiret edici, çok merhamet edicidir. Bu ifadeye göre zorla zina olmuş olsa bile bu bir günahtır, mağfiret edilmesi bunun delili­dir. Çünkü bu gibi bir fiil teslim ve kabulden uzak değildir.

Gayet açıktır ki mağfiret zorlanan cariyelere aittir. Bu alimlerin çoğunun görüşüdür. İbni Mes'ud'un ayeti "min ba'di ikrâbihinne lehünne" şeklindeki kı­raati bunu teyit etmektedir.

Bazı alimler de şöyle demiştir: "Mağfiret tevbe şartıyla zinaya zorlayan kimselere aittir. Bu önlerinde ümit kapısının açılmasıdır." Bu zayıf ve uzak bir tevildir. Çünkü bu ifade, zinaya zorlama emrinin basite alınmasıdır. Bu hal zi­nayı zorlamaya teşebbüs eden kimseye karşı bir korkutma ve ayıplamadır.

Bu hükümlerin açıklanmasından ve beyanından sonra Allah Tealâ bu su­renin faziletlerini zikretmiş ve Kur'anı şu üç vasıfla tavsif etmiştir:

a) "Andolsun ki biz size apaçık ayetler ... indirdik." Yani biz bu surede ve diğer surelerde sizin ihtiyaç duyduğunuz hükümleri, hadleri ve şer'î esasları tafsilatlı ayetler halinde indirdik.

b) "... Sizden önce gelip geçenlerden misaller... indirdik." Yani önceki üm­metlerin haberleri gibi hayret verici bir kıssa indirdik. Bu kıssa Hz. Yusuf (a.s.) ve Hz. Meryem kıssasına benzeyen ve Hz. Aişe'ye yapılan çirkin iftiraya konu olan kıssadır.

c) "... takva sahiplerine öğütler indirdik." Yani Allah'tan korkan ve O'nun azabından sakınan kimselere öğütler ve tehditler indirdik. Meselâ: "Zina eden­lere karşı Allah'ın dininde (hükmün uygulanmasında) sizi acıma duygusu kaplazmasın." (Nur, 24/2) ve "Siz bu iftirayı işittiğiniz zaman..." (Nur, 24/12) ayetleri .gibi.

Yani bu vasıflar ya bu surede bulunan hükümler, temsiller ve öğütler sebe-iipie, ya da Kuranın tamamında bulunan apaçık ayetler, temsiller ve öğütler fle verilmiştir. Birinci, Zemahşerî'nin, ikincisi ise Razî ile İbni Kesir'in lür. [82]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler üç büyük hükmü ihtiva etmektedir. Bu hükümler evlilik, köle­lerle mükâtebe akdi yapmak ve zinaya zorlamakla ilgili hükümlerdir.

1. Evlilikle ilgili hükümlere gelince: Allah Tealâ evliliğin yükümlülükleri­ne kadir olanların ve bu hazırlığı yapmaktan aciz olanların evlenmelerinin hükmünü zikretti.

a) Bu şahıs gerek sağlık gerekse malî yönden evlenmeye kadir olduğu zaman Allah Tealâ iffet, örtünme ve şer'î esasları gerçekleştirmek için velilere ona evlendirmeyi emreder. Çünkü evlilik iffetli olma yoludur. Doğrusu bu hitap evlilere aittir. Bunun için alimlerin çoğu şöyle demişlerdir: Bu ayette kadının

elişi olmaksızın kendi kendine evlenme hakkı olmadığına işaret vardır.

İmam Ebu Hanife'ye göre kadın dul olsun, bakire olsun velisiz olarak -iendine denk olan birisiyle- evlenirse caiz olur.

Evliliğin hükmü zinaya düşme korkusu, sabırsızlık, sabra karşı güçlü olu-■-; ve zina korkusunun kalkması gibi insanın durumunun değişmesiyle değiş-~ektedir. Dinde ya da dünyada veya her ikisinde helak olmaktan korkarsa ev-;lik lüzumludur, farzdır. Eğer hiçbir şeyden korkmaz ve bu hal mutedil olmaz­sa Şafiî diyor ki: Evlilik mubahtır. İmam Malik, İmam Ebu Hanife ve İmam Ahmed ise müstehap olduğu görüşündedirler.

Birinci görüşün (İmam Şafiî'nin görüşünün) delili şudur: Evlilik bir lezze­tin tadılmasıdır. Dolayısıyla yemek ve içmek gibi mubahtır.

İkinci görüşün (diğer üç imamın görüşünün) delili ise Buharî, Müslim ve .mam Ahmed'in Enes'ten rivayet ettikleri şu sahih hadistir: "Kim benim sün-.etimden yüz çevirirse benden değildir."

Hak Tealâ kız ve erkeğin fakirlik sebebiyle evlendirmekten imtina edilme­linden velileri nehyetmektedir. Allah'ın rızasına uymaya ve Allah'a isyan et­mekten sakınmaya talip olan her iki tarafa: "Eğer onlar fakir iseler Allah onla-n lütfuyla zengin kılar." ayetiyle zenginlik vaad etmektedir.

Eğer zengin olmayan bir evli bulunursa durum ayetin manasını ihlâl et­mez. Zira bu ayette zenginliğin devamlılığı ve sürekliliği şart değildir. Bilakis bu durum bir an gerçekleşirse bu vaad doğru olmuş sayılır. Zira mal gelir, gi­der. Yahut zenginlik Allah Tealâ'nm iradesine bağlıdır. Buna göre ayetin mana­sı "Allah onlardan dilediğini lütfuyla zengin kılar." şeklindedir. Bu ayet aynen ;u ayet gibidir: "Allah dilediğine rızkı genişletir, ya da daraltır." (Ra'd, 13/26).

"Eğer onlar fakir iseler Allah onları lütfuyla zengin kılar." ayeti fakir gencin evlendirilmesine delildir. Fakir, "Benim malım olmadığı halde nasıl evleni­rim?" diyemez. Çünkü onun rızkı Allah'a aittir.

Peygamberimiz (s.a.) bir izardan başka hiçbir şeyi olmayan erkeğe nefsim hibe eden kadını evlendirmişti. Kadının bundan sonra geçim darlığı sebebiyle evliliği feshetme hakkı yoktur. Çünkü kadın artık bu hükme tabi olmuştur. Bu ayette kadın imkân sahibi biriyle evlendikten sonra fakirlik sebebiyle ayrılma­yacağına delil yoktur "Eğer ayrılırlarsa Allah da her ikisine lütfunun genişli­ğinden zenginlik verir." (Nisa, 4/130) ayetinin delaletiyle karı-kocanın ayrılığı­na hükmedilebilir. Netice olarak bu ayet sadece fakir olarak evlenen kimseye zenginlik vaad etmektedir.

b) Eğer kişi evlilik masraflarını karşılamaktan aciz ise Allah ona iffetli bir hayat sürmesi için gayretli olmayı emrediyor: "Evlenme imkânı bulamayan­lar... iffetlerini korusunlar." Hitap kendi nefsine hakim olan kimseleredir, yoksa geçimi başkasının elinde olanlara ait değildir. Çünkü bu gibi kimse hacre tabî tutulmuş kişi gibi onun uygun gördüğü işe, yere ve fikre sevkedilecektir. Ayet­teki "isti'faf' iffetli olmayı istemek demektir. Allah bu ayetle nikâh imkânı bu­lamayan veya bu konuda zorlanan herkese iffetli olmaya çalışmayı emrediyor.

Evliliğe engel sebeplerden en sık rastlanılan şey yeterli malın yokluğu olunca Cenab-ı Hak evlenecek kişiyi lütfundan zengin kılması, damat adayına evlenebilecek bir mal ihsan etmesi yahut az bir mehire razı olacak bir hanım nasip etmesi, yahut ondan kadınlara karşı aşırı düşkünlüğü kaldırması şeklinde ihsanda bulundu.

"Evlenme imkânı bulamayanlar..." ayeti nikâh masraflarını bulamayanlar demektir. Muzaf hazfedilmiştir. Yahut bununla mehir ve nafaka gibi kadının nikâh için harcayacağı masraflar murad edilmektedir. "Nikâh" kelimesi sarıla­cak şey manasındaki "lihaf' ve giyilecek şey manasındaki "libas" gibi isimdir. Buna göre ayette hazif yoktur.

Buna göre nefsi evliliğe karşı arzu duyan kimse malî masrafları bulursa o kimsenin evlenmesi müstahaptır. Bu masrafları karşılayamayacak durumda ise iffetli bir hayat yaşamalıdır. Oruç tutma imkânı varsa -sahih hadiste yer al­dığı gibi- oruç bu kimse için kalkandır. Nefsi evlenme arzusu duymayan kimse için evlâ olan Allah Tealâ'ya ibadete yönelmektir.

2- Köle cariyelerle mükâtebe akdi yapılması ise şer'an müstahaptır. Çün­kü şeriat nefislerin hürriyete kavuşmasını istemektedir. İnsan, hürriyete kavu­şan nefsine hakim olur. Bağımsızlığa kavuşur, ticarî kazanç elde edebilir ve di­lerse evlenebilir. Evlenme bu kimse için iffeti daha iyi koruma vesilesi olur.

Kitabet, kelime anlamıyla efendi ile köle arasında akit yapmaktır. Şeriatte ise kişinin belirli bir malı taksitle ödemesi ve bu malı ödediğinde hür olacağını kararlaştırdığı kölesiyle yaptığı mükâtebe sözleşmesidir.

Efendi kölesinde hayır görürse, yani dindarlık, doğruluk, salâh, muamele­de vefakârlık, güvenilirlik ve kazanç elde etme becerisi görürse mükâtebe yap­mak ister, aksi takdirde istemez. Alimler mesleği olmayan kimse ile mükâtebe akdi yapmak hakkında ihtilâf etmişlerdir. Evzaî, Ahmed ve İshak bunu mek­ruh görmüş, İmam Malik, İmam Ebu Hanife ve Şafiî buna ruhsat tanımışlar­dır.

Mükâtebe az veya çok malla, taksitli olarak olur. Bu hususta alimler ara­sında ihtilâf yoktur. İmam Şafiî diyor ki: Bu hususta mutlaka vade olmalıdır. En azı da üç taksittir. Cumhur bir defa ödeme bile olsa caizdir demiştir. Şafiî'ye göre peşin ödeme kesinlikle caiz değildir. Hanefîlere ve İmam Malikin ashabı­na göre ise caizdir.

Mükâteb, efendisine ödeyeceği maldan bir parça borcu kaldığı müddetçe köledir. Bunun delili Ebu Davud'un Abdullah b. Amr'dan (r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisidir: "Mükâteb, mükâtebe malından üzerinde bir dirhem borç kaldığı müddetçe köledir." Bu durum mezhepler arasında itti­fak edilen bir husustur.

Mükâteb, bir taksiti ödemekten aciz kalır, efendisi de bunu talep etmezse her ikisi bu durumda sabit kaldıkları müddetçe mükâtebe akdi kendiliğinden fesh olmaz.

Mükâteb yükümlülük altına girdiği borcu ödediği zaman azat olmuş olur. Efendinin azat etmesine muhtaç değildir. Onunla birlikte mükâtebe esnasında doğan çocukları da azat olur. Mükâtebeden önceki çocuk ise ancak şartla azat olur.

Allah efendilere ya ellerinde olan maldan bir şey vermeleri ya da mükâte­be malından bir miktar indirim yapmaları suretiyle kölelere yardımda bulun­malarını emretti.

3- Zinaya zorlamak yahut para karşılığı fuhuş yaptırmak, genç kız bunu istese de istemese de kesinlikle haramdır. Bu zorlamanın haram oluşu konu­sunda iffetli olmayı isteyip istememek arasında hiçbir fark yoktur. Yine dünye­vî kazanç ve evlât sahibi olmak kasdı olması ile olmaması arasında da hiçbir fark yoktur.

Fuhşa zorlanan bu kadının fiili haram olmasına rağmen Allah buna zorla­nan kadınları mağfiret edicidir, merhamet edicidir. Zira zorlama dünyevî ceza­yı kaldırır. Bu zorlanan kadın için bir mazerettir. Ancak fuhşa zorlayan erke­ğin bu yaptığında hiçbir mazereti yoktur.

Bugün düne ne kadar çok benzemektedir. Zira asrımızda kadın turizm ve müşteri çekmek için reklâm aracı olmuştur.

4- "Andolsun ki biz size apaçık ayetler indirdik." ayetiyle bildirdiği gibi Yü­ce Allah müminlere gayet açık ve nurlu ayetlerini indirmiştir. Bu ayetlerde içi­ne düştükleri durumdan kurtulmaları için geçmişlerin temsilleri yer almakta­dır. Bu ayetler aynı zamanda Allah'tan korkan ve O'nun cezasından sakınan kimseler için bir öğüt ve ibrettir. [83]

 

Allah İman Delilleriyle Gökleri Ve Yeri Nurlandırandır

 

35- Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde kandil bulunan bir hücre gibidir. Kandil cam içindedir. Cam da sanki inci gibi parla­yan bir yıldızdır. Ne doğuda ne de tam olan mübarek zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur. Yağ neredeyse ateş değ­meden bile tutuşup ışık verir. Bu nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur, misaller verir. Allah her şe­yi gayet iyi bilendir.

 

Belagat:

 

"Allah göklerin nurudur." ayetinde "nûr" kelimesi, masdarm mübalağa kasdıyla ism-i fail yerine kullanılması şeklindedir. Yani "münevvir (her şeyi nurlandıran)" demektir. Sanki o O'nun nurunun aynıdır. Kim ayeti "O bütün göklerde ve yerde bulunanları burhanları ve beyanıyla nurlandıran" diye tefsir ediyorsa bu bir istiaredir.

"O'nun nurunun temsili, içinde kandil bulunan bir hücre gibidir." ayeti temsilî bir teşbihtir. Allah'ın müminin kalbine koyduğu Allah'ın nuru bir cam içindeki kandile benzetilmiştir. Kandil de güzellik ve berraklıkta inci gibi par­layan yıldıza benzer. Bu teşbih temsili bir teşbihtir. Çünkü vech-i şebeh (ben­zetme yönü ) bir kaç noktadan alınmıştır. [84]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah nurdur." Yani göklerin ve yerin kendisiyle hidayete kavuşacağı nu­run sahibidir ya da gökleri ve yeryüzünü nurlandırandır. Burada mecaz yapıl­mıştır.

"Nur" kelime manasıyla gözün görebileceği maddî planda aydınlık olan şeydir. Şer'an ise kendisiyle hidayet olunan şey demektir. Göklerin ve yerin mahlûkatmın tamamı O'nun nuruyla hidayete ermektedirler.

"O'nun nurunun misali" O'nun nurunun müminin kalbindeki hayret verici sıfatı, "içinde kandil bulunan bir hücre gibidir. Kandil cam içindedir. Cam" ve içindeki nur "da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır."

"ed-Dürrî" dürr kelimesine mensup demektir. Yahut dür' kelimesine nispet edilmiştir. "Dür" ise defetmek demektir. Parlaklığı sebebiyle karanlığı ortadan kaldırdığı için buna nispet edilmiştir.

"Ne" güneşin bazan kendisine isabet edecek şekilde "doğuda ne de" güne­şin diğer bir vakit kendisine isabet edecek şekilde "batıda olan..." yani güneş gün boyunca tam orta yerde olmakta, ne sıcak, ne de soğuk mutedil bir hava ol­makta; dolayısıyla meyvesi daha olgun ve daha hoş olmaktadır. Bu "mübarek zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur." Bu zeytinin yağı yağların en güzel ve en saf olanıdır.

"Bu zeytin yağı neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verir... " Yani bu yağ bizzat ateş olmaksızın, son derece saf, parlak ve son derece ışıklıdır.

"Bu, nur üstüne nurdur." Yani kat kat nurdur. Çünkü zeytinyağının saflığı kandilin nurunu artırmıştır. Bu, nurun üzerindeki nurdur. Burada kandilin nuru ile kandilin camının ve zeytinyağının saflığı birleşmiştir. Dolayısıyla ışık­landırma tamamlanmıştır. Allah'ın nurunun bu kandilin nuruna benzetilmesi­nin manası bu durumu zihinlere yaklaştırmak içindir. Bu, manalarının açıklı­ğı, muhtevasının netliği hususunda apaçık ayetlerin delâlet ettiği hidayetin mezkûr vasıflarla tavsif edilen kandile temsil edilmesidir. Yahut bu, müminin kalbini nurlandırdığı ilim ve malûmatların bu hücrenin içindeki kandilin nuru­na benzetilmesidir.

"Allah dilediğini nuruna kavuşturur." Allah kullarından dilediği kimseleri bu kuvvetli nura; ayetlerin, İslâm dininin ve müminin imanının rehberliğine kavuşturur.

"Allah insanlara misaller verir." Allah zihinlere yaklaştırmak için, akılla an­laşılabilen hususları elle tutulur, gözle görülür şeyler olarak tasvir etmek, açıkla­yıp beyan etmek ve ibret alıp iman etmeleri için insanlara misallerle açıklar.

"Allah" akılla yahut duyularla anlaşılan, gizli veya açık olan "her şeyi çok iyi bilendir." Bunda düşünen kimse için vaad ve vaîd vardır. [85]

 

Ayetler Arası İlişki

 

İlâhî beyan amelî ve cüz'î bazı hükümleri ve esasları (fıkhî hükümleri) ah­lâk ve edepleri (ahlâk ilmini) açıkladıktan sonra akide ve iman dairesine -yani ilâhiyyat konusuna- geçmektedir.

Burada Cenab-ı Hak iki temsil zikretmektedir:

Birincisi: İman delillerinin son derece açık olduğunun beyan edilmesidir. Bütün bu âlemin kâinat ayetleriyle ve Rasulüne indirilen Kur'an ayetleriyle nurlandırılması Allah Tealâ'nm varlığına, birliğine, kudretine, ilmine ve diğer yüce sıfatlarına açık bir delildir. Allah aynı zamanda dünya ve ahiretin salâhı (en güzel olması için) hak yolu göstermektedir.

İkincisi: Kâfirlerin dinlerinin ve yollarının son derece karanlık ve kapalı ol­duğunun beyan edilmesidir. Bu da bundan sonra gelecek ayetlerin konusudur. [86]

 

Açıklaması

 

"Allah göklerin ve yerin nurudur." Yani Allah bütün âlemi nurlandıran, kâinatta koyduğu varlığına ve birliğine delâlet eden, delillere ve Peygamberlerine indirdiği apaçık ayetlerle bütün âlemi aydınlatan, hidayeti ihsan edendir.

Kim bu nurla hidayet bulursa ve kalbi Allah'ın hidayetiyle nurlanırsa dünya ve ahiret saadetini kazanır. İşte bu manevî nurdur. Maddî nur ise yine gayet açıktır ki Allah nurun kaynağıdır, nurun yaratıcısıdır; karanlıkları silen O'dur. Kâinatı değişmeyen hassas bir sistemle idare eden O'dur. Her an ve her zaman bu âlem üzerinde O'nun tam ve en geniş manada daimî hakimiyeti ve üstünlüğü vardır.

"O'nun nuru, içinde kandil bulunan bir hücre gibidir. Kandil cam içinde­dir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır." Yani kâinat sayfalarında, Kur'an'm beyanında ve müminin kalbine yerleştirdiği imanda var olan bu ilâhî nur saf ve parlak cam kandil içindeki fitilin ışığı gibidir. Bu ışık ihtiyaca göre belirli bir tarafı aydınlatmak için bir fanusa konulmuştur. Sanki bu fanusun camı bu parlaklığında büyük bir gezegen, parlak bir yıldız gibidir.

"O'nun nurunun temsili" ifadesindeki zamir görüldüğü gibi kâinatı nur-landırmak ve müminin kalbine hidayet vermek hususunda Allah'a racidir.

"Ne tam doğuda, ne de tam batıda olan mübarek bir zeytin ağacının yağıy­la tutuşturulur." Yani kandilin yağı yüksek bir dağda ya da sahrada dikilmiş olan çok faydalı mübarek zeytin ağacının yağından alınmıştır.

Bu zeytin ağacı ne güneşin sadece doğuş vaktinde vurduğu ne de sadece güneşin batış vaktinde vurduğu ağaçlardan değildir. Zira bunun dışındaki va­kitlerde güneşe perde olan gölge vardır. Bilâkis bu ağaç güneşin doğuş ve batış vaktinde ayrıca gündüzün başından sonuna kadar güneş almaktadır. Bu hem doğudan hem batıdan güneş almaktadır. Güneş ona sabah-akşam vurmaktadır. Dolayısıyla bunun zeytinyağı gayet saf, mutedil ve parlak gelmektedir.

"Yağ neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verecek şekildedir." Yani bu zeytin ağacının (zeytininden çıkarılan) yağı saflığı, parlaklığı ve aydınlığı sebe­biyle fitili tutuşturulmadan ve ateş değmeden önce sanki kendi kendine ışık vermektedir. Zira zeytinyağı halis ve saf olur da buna uzaktan bakılırsa sanki ışığı varmış gibi görülür. Ona ateş dokunduğu zaman da ışığı daha çok artar. Müminin kalbi de böyledir. Kendisine ilim gelmeden önce hidayetle amel eder, ilim gelince de nur üzerine nuru artar, hidayet üzerine hidayeti artar.

Yahya b. Sellâm diyor ki: Müminin kalbi hakka yatkın olduğu için hak kendisine beyan edilmeden önce hakkı bilir.

Buharî'nin et-Tarihu'l-Kebir'de ve Ebu Davud'un Sünen inde Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.): "Müminin ferasetin­den korkun. Çünkü o baktığı zaman Allah'ın nuruyla bakar." hadis-i şerifinin manası da budur.[87]

"Bu, nur üzerine nurdur." Yani üstüste ve kat kat nurdur. Bu nurda kan­dil, fanus, fitil ve yağ başka bir takviyeye gerek bırakmaksızın nurun kuvvetli ve aydınlatıcı olması hususunda birleşmişlerdir. Kandil, nuru tek yönde, dağılmadan yayılmadan toplar. Fanusun, camın şeffaflığı nuru, parlaklığı ve ışığın yansımasını artırır. Fitil ise başka bir şeyde elde edilemeyen yeterli ışık ve enerji kaynağıdır. Zeytinyağının saflığı ve temizliği tam yanma ve kamilen ay­dınlatmanın en önemli sebeplerindendir.

"Allah dilediğini nuruna kavuşturur." Yani Allah kullarından dilediği kim­seyi incelemek, fikrini kullanmak ve kâinat ayetlerini tefekkür etmek suretiyle hidayete erdirir ve muvaffak kılar.

"Allah insanlara misaller verir." Yani Allah Tealâ insanlardan mükellef olanlara iman delillerini ve hidayet vesilelerini beyan eder. Allah onlara gizli kalan gerçekleri zihinlere iyice yerleştirmek, kalbin ve gönlün derinliklerinde sabit kılmak için misal vermek, tesbitler yapmak ve manaları elle tutulur, göz­le görülür alışılmış şekillerle tasvir etmek gibi değişik şekillerde anlatır, böyle­ce iman ulu dağlar gibi kalbe yerleşir. Aklî konuları ve manaları maddî ve mü­şahhas şekillerle tasvir etmesi Kur'an-ı Kerim'in belagatla ilgili eşsiz özellikle-rindendir.

"Allah her şeyi gayet iyi bilir." Yani Yüce Allah maddî ve manevî, zahirî ve batınî her şeyi tam ve kâmil bir ilim ile gayet iyi bilir. Hidayete ehil olan, bunu telakki etmeye hazır olan kimseye hidayeti lütfeder. Bu düşüncesini kullanan ve hidayet vesilelerini kavrayan kimse için bir vaad, bundan yüz çeviren, bun­ları düşünüp tefekkür etmeyen ve buna aldırış etmeyen kimse için bir vaîd ve tehdittir.

Kısaca: Bu teşbih, müminin kalbindeki Allah'ın nurunun ve hidayetinin temsilidir. Tıpkı saf zeytinyağı ateşe dokunmadan bile neredeyse ışık verecek durumda ise, ateş değdiği zaman ışığı kat kat artıyorsa müminin kalbi de ilim gelmeden önce de hidayeti bulur, ilim gelince de hidayeti kat kat olur. [88]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetin zahirî ifadesi murad edilmemekte, ayet te'vil edilmektedir. Te'vilinde ise ihtilâf edilmiştir. Bu te'villerin en doğrusu kelâmcılarm çoğunlu­ğunun, ayrıca İbni Abbas ve Enes hazretlerinin zikrettikleri şu tevildir:

Allah yer ve göklerin ehline hidayeti ihsan edendir. Allah Tealâ'nm hida­yeti açık ve net oluşu hususunda son dereceye ulaşmıştır. Bu hidayet kâinatta bulunan kudret ayetleriyle peygamberlere indirilen Kur'an ayetleri içinde bil­lur fanus bulunan ve içinde de son derece saf zeytinyağıyla tutuşturulan kandil bulunan hücre gibidir.

Allah'ın nurunun temsili yani müminin kalbine koyduğu nurunun delille­rinin vasfı ışığı bir arada toplayan (duvardaki bir boşluğa) bir hücreye konan, bütün nurlandırma vesileleri bulunan bir kandil gibidir. Bu hücreye konan kandil başka yerden daha çok ışık vermektedir. Kandilin fanusu ise şeffaf bir cisimdir. Kandil bu fanus içinde başka yerdekinden daha nurludur. Dolayısıyla fanus nur ve ışık verme konusunda inci gibi parlayan bir yıldız misalidir. Çok faydalı olan gün boyunca güneş ve hava alan bir zeytin ağacından çıkan temiz ve saf zeytinyağıyla tutuşturulmaktadır. Bu ağaç ne sadece güneşin doğuşunda ışık alan (şarkî) bir ağaç ve ne de güneşin batışında ışık alan (garbı) bir ağaç­tır. Bilakis güneşin hem doğusunda hem batısında ışık olan, geniş bir sahrada güneşten ışık almasına engel bulunmayan bir ağaçtır. Bu durum zeytin ağacı yağı için daha güzeldir ve müsaittir.

Nurlar kat kat ve bir arada bulunur. Müminin kalbindeki iman ve hidayet de aynı şekilde Kur'anm ışıklarıyla ve Allah Tealâ'nın hidayetiyle artar.

Bu müminin kalbindeki Kur'an'm temsilidir. Nasıl bu kandille aydmlanı-lırsa ve bu ışık eksilmezse Kur'an da aynı şekilde kendisiyle hidayete erilen ve hiç kaybolmayan bir kitaptır. Kandil Kur'an'dır. Billur fanus (cam) müminin kalbidir. Hücre ise onun dilek ve anlayışıdır. Mübarek ağaç vahiy ağacıdır. Onun yağı ateş dokunmasa bile nerdeyse ışık verecek durumdadır. Bu cümle­nin manası, "Kur'anm hüccetleri Kur'an okunmasa bile neredeyse apaçık olan hüccetlerdir." demektir.

"Bu, nur üstüne nurdur." ifadesinin manası ise şudur: Kur'an ortaya koy­duğu delillerle ve nüzulünden önce bildirilen hususlarla Allah Tealâ tarafından mahlûkatına verilen bir nurdur. Bu şekilde insanlar nur üzerine nur ile kat kat nura kavuşmuşlardır. Bu nur gayet değerli olup buna ancak Allah Te­alâ'nın hidayetini murad ettiği kimseler nail olabilir. Allah hidayete lâyık olan­la sapıtan kimseyi gayet iyi bilir.

Ayetle hiç ilgisi olmayan hususa gelince: Medih yoluyla Allah Tealâ nur­dur, denebilir. Çünkü her şeyi var eden ve her şeyi nurlandıran O'dur. Eşyanın başlangıcı O'ndandır, çıkışı O'ndandır. Ancak Allah idrak edilebilecek ışıklar­dan değildir. Allah zalimlerin söylediklerinden çok çok yücedir.[89]

Allah Tealâ göklerdeki ve yerdeki maddî nurun da yaratıcısıdır. Bu nuru en güzel, en kâmil ve en hassas olarak tedbir edendir. Gökyüzünü melekler ve yıldızlarla, yeryüzünü peygamberler, şeriatler, bozulmamış selim fıtrat ile, hay­ra irşad eden nurlu akılla aydınlatan, nurlandıran O'dur.

İnsan belirli bir yöne yönlendirilmeden, eski bir inancın etkisi altında kal­madan, kirlenmemiş, bağımsız bir akılla düşünecek olursa tek bir rab ve tek bir ilâh olarak Allah'a kâmil bir imanla iman eder. Bu imanı Kur'an'm hidaye­tiyle ve açık ayetleriyle artar, gelişir ve billurlaşır. Şüphesiz en iyisini bilen Al­lah'tır. [90]

 

Allah Tealâ'nın Nuruyla Hidayete Eren Müminler

 

36-  Bu kandil, Allah'ın imar edilip yük­seltilmesine ve içlerinde adının anılma­sına izin verdiği evlerdedir. Orada in­sanlar sabah-akşam O'nu teşbih ederler.

37- Öyle adamlar vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alış-veriş Allah'ı anmak­tan, namazı dosdoğru kılmaktan ve ze­kât vermekten alıkoyamaz. Onlar deh­şetinden kalplerin ve gözlerin ters dö­neceği günden korkarlar.

38- Onlar, Allah'ın kendilerini işledikle­rinin en güzeliyle mükâfatlandırması ve lütfundan kendilerine daha da fazlasını ihsan etmesi için böyle yaparlar. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

 

Belagat:

 

"Allah'ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan... alıkoyamaz." cümlesin­de umumî ifadeden sonra hususî ifade zikretmekle itnâb yapılmıştır. Zira na­maz Allah'ı zikretmek mefhumuna dahildir. [91]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Fî büyûtin (evlerde)" kelimesi kendisinden öncesiyle ilgilidir. Yani "Bu kandil... evlerdedir, yahut bazı evlerde yakılır" demektir. Yahut bu kelime aye­tin sonunda gelen "yüsebbihu" kelimesine bağlıdır. "Buradaki evler" Allah'ın zikrine tahsis edilen mescitlerdir. Çünkü bu sıfat mescitlere uygun düşmektedir.

"Bu kandil Allah'ın" imar edilmesi, ta'zim edilmesi, kirlerden, pisliklerden ve boş sözlerden uzak tutulup "yükseltilmesine ve içlerinde" Allah'ın birleşerek "adının anılmasına izin verdiği evlerdedir."

"Öyle adamlar vardır ki" onlar Allah'ı teşbih ve tenzih ederler. Sabah ak­şam Allah rızası için namaz kılarlar. "Onları ne bir ticaret" kazançlı muamele veya sanat v.b. işler "ne de alış-veriş Allah'ı anmaktan, namazı" vaktinde dos­doğru "kılmaktan ve" mallarından hak sahipleri için çıkartılması gereken "ze­kâtı vermekten alıkoyamaz." "Ticaret" kelimesinden sonra bey' (alış-veriş) keli­mesinin kullanılması mutlak manada anlaşıldığında tahsisten sonraki ta'mim yapılmak (genelleştirilmek) suretiyle mübalağa ifade eder. İkinci görüş, ayette ticaretin iki kısımdan sadece daha önemli olanı zikredilmektedir. Çünkü ka­zanç satmakla gerçekleşir, almakla onaylanır. Bu ikinci görüş daha evlâdır.

"Onlar dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği" korkudan değişece­ği "günden" yani kıyamet gününden "korkarlar."

"Böylece Allah kendilerini işlediklerinin en güzeliyle" yani en güzel mükâ­fatla ya da amellerinin sevabıyla "mükâfatlandıracak..." [92]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ kulları için ortaya koyduğu apaçık ayetlerle, nurunun kulları­nın hidayetine vesile olduğunu beyan ettikten sonra burada da bu nurdan isti­fade edenlerin durumunu zikretti. [93]

 

Açıklaması

 

"Bu kandil, Allah'ın imar edilip yükseltilmesine ve içlerinde adının anıl­masına izin verdiği evlerdedir." Bu ayet önceki ayetle sıkı ilişkilidir. Yani bu kandil Allah'ın bina edilip yükseltilmesini, maddî kirlerden şirk, putperestlik ve boş sözler gibi manevî kirlerden temizlenerek ta'zim edilmesini emrettiği mescitlerdedir. Orada dua ve ibadet sadece Allah'a tahsis edilir. Orada Allah'ın tevhidi ve Allah'ın kitabını okumak suretiyle Allah'ın adı anılır.

Katâde diyor ki: Burada zikri geçen evler mescitlerdir. Allah mescitlerin inşa edilmesini, imar edilmesini, yükseltilmesini ve temiz tutulmasını emretti.

İbni Abbas diyor ki: Mescitler, yeryüzünde Allah'ın evleri olup yıldızların yeryüzü halkını aydınlattığı gibi bu mescitler de gökyüzü halkını aydınlatmak­tadır.

Amr b. Meymûn diyor ki: Ben "Mescitler Allah'ın evleridir. Allah'ın orada kendisini ziyaret edenlere ikramda bulunması üzerine borçtur." diyen Peygam-berimiz'in (s.a.) ashabına eriştim.

Buharî ve Müslim Sa/u'/ı'lerinde müminlerin emiri Hz. Osman'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Kim Allah için O'nun rızasını isteyerek bir mescit bina ederse Allah da onun için cennette onun benzerini bina eder."

Kandilin mescitlerde kılınmasının sebebi şudur: Saf cam içine konulan kandil mescitlerde olursa daha muazzam ve daha büyük, daha nurlu olur. Fahreddin-i Razî'nin dediği gibi bununla temsil verilmesi daha mükemmel ol­muştur.

"Ne bir ticaretin, ne de alış verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı kimseler orada sabah-akşam Al­lah'ı teşbih ederler." Yani dünyanın ve kazançlı muamelelerin kendilerini bir olan Allah'ı zikretmekten, namazları vaktinde dosdoğru kılmaktan, üzerlerine farz olan ve hak sahiplerine verilecek zekâtı vermekten alıkoymayan kimseler bu mescitlerde gündüzün başlangıcında ve sonunda Allah'ı tenzih eder, takdis eder ve namaz kılarlar.

Ayette geçen "rical (erler, yiğitler)" bu kimselerin yüksek gayretlerine ve samimî azimlerine ve bu sayede Allah'ın yeryüzündeki evleri olan mescitleri imar eden kimseler olduklarına işaret edilmektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Müminler­den öyle yiğit erler vardır ki, onlar Allah 'a verdikleri sözde durdular." (Ahzab, 33/23).

"Allah'ın zikrinden onları alıkoymaz." ifadesiyle murad edilen mana tek­rar olmaması için namaz dışındaki zikirlerdir. Ayette ticaret özellikle zikredil­miştir. Çünkü insanı namazdan alıkoyan en büyük meşguliyet ticarettir.

Bu ayetin benzeri Cenab-ı Hakkın şu ayetidir: "Ey iman edenler! Malları­nız ve evlâdınız sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın." (Münafîkun, 63/9).

"Rical" kelimesiyle cemaatle namazın erkeklerden istendiğine delil getiril­miştir. Kadınlara gelince onların evlerinde namaz kılmaları onlar için daha ef-daldir.

Bunun delili ise Ebu Davud'un Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Kadının evinde kıldığı namaz (ca­mideki) hücresinde kıldığı namazdan daha efdaldir. Kadının gizli köşesinde kıldığı zaman evinde kıldığı namazlar daha efdaldir." İmam Ahmed Ümmü Se-leme'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kadınların mescitlerinin en hayırlısı evlerinin en dip köşesidir."

Mescitlerin özellikle zikredilmesi buraların inanç, fikir, disiplin, ahlâkî ta­vır, ilim ve siyaset yönünden müslümanların hayatında ışık kaynağı olmasın­dandır.

Erkeklerin ibadete yönelmelerinin sebebi Allah'ın azabından korkmaları­dır: "Onlar dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar." Yani namazlarını mescitlerde cemaatle eda eden adamlar korku ve dehşetten kalplerin ve gözlerin yuvalarından fırlayacağı kıyamet gününün cezasından korkarlar.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah onların ceza­larını gözlerin yuvalarından fırlayacağı o güne bırakır." (İbrahim, 14/43).

"Biz asık suratlı katı bir günde Rabbimizin azabından korkarız." (Dehr, 76/10).

Onların akibeti Cenab-ı Hakk'm buyurduğu gibidir: "Sonunda Allah ken­dilerini işlediklerinin en güzeliyle mükâfatlandıracak ve kendilerine daha da fazlasını ihsan edecektir." Yani onlar Allah'ın kendilerine güzel amellerinin karşılığı olarak vereceği sevap sebebiyle namazlarını kılar, zekât verirler. On­lar güzel amelleri kabul edilen, hataları affedilen, kendilerine kat kat güzel mükâfat verilen kimselerdir.

Bu aynen şu ayetler gibidir: "Kim bir hasene getirirse ona on misli verilir." (En'am, 6/160).

"Güzel amel işleyenler için güzel nimetler ve ziyadesi vardır." (Yunus, 10/26).

"Allah dilediği kimseye kat kat verir." (Bakara, 2/261). Allah Tealâ İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) riva­yet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyuruyor: "Ben salih kullarım için hiçbir gö­zün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine doğmayan ni­metler hazırladım."

"Allah dilediğine hesapsız rızık verir." Yani şüphesiz Allah Tealâ lütfü ve ihsanı geniş olandır. İstediğine verir, dilediğine sayısız ve hesapsız bağışta bu­lunur. Allah her şeye kadirdir. [94]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Allah'ın hidayetinin ve nurunun ilk parladığı yer müminlerin binalarını yaptığı, günün başında ve sonunda namaz ve zikirlerle imar ettikleri mescitler­dir.

İbni Abbas, Mücahid ve Hasan-ı Basrî'nin dediği gibi yıldızlar nasıl yeryü­zü halkına ışık saçıyorsa, Allah Tealâ'ya ibadete tahsis edilen mescitler de gök­yüzü ehline ışık saçmaktadır.

Enes b. Malik (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini rivayet et­miştir: "Kim Allah'ı seviyorsa beni sevsin. Kim beni seviyorsa ashabımı sevsin. Kim ashabımı seviyorsa Kuranı sevsin. Kim Kur'an'ı seviyorsa mescitleri sev­sin. Çünkü mescitler Allah'ın bahçeleri ve binalarıdır. Allah bu binaların yük­seltilmesine izin verdi. Allah bu mescitlerin cemaatlerinin bereketiyle buraları­nı bereketli kıldı. Ehlini koruma altına aldı. Onlar namazlarındadır. Allah ise onların ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Onlar mescitlerindedir. Allah onların ge­risindedir. "

2- Allah mescitlerin hem bina edilmek suretiyle maddî olarak imar edil­mesini, hem de namaz, Kur'an tilâveti, zikirler, ilim halkaları ile manevî ola­rak imar edilmesini emretmektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın mescitlerini sadece Allah'a ve ahiret gününe iman edenler imar edebilir." (Tevbe, 9/18).

İbni Mace'nin Hz. Ali'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygambe­rimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim Allah için bir mescit bina ederse Allah da o kimse için cennette bir köşk bina eder."

Yine İbni Mace Sünen'inde Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini rivayet etmektedir: "Kim mescitten müslümanlara ra­hatsızlık verecek bir şeyi çıkarırsa Allah o kimse için cennette bir köşk bina eder."

Efendimiz (s.a.) İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Said'den (r.a.) rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Bir kimsenin sık sık mescide gittiğini görürseniz onun mümin olduğuna şahitlik edin." Zira Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman edenler imar eder."

Mescitlerin süslenmesine gelince: Bazı alimler bunu mubah görmüşlerdir. Zira burada mescitlere değer verilmesi söz konusudur. Allah Tealâ mescitlere değer verilmesini emretmiş ve "Bu kandil, Allah'ın isminin yücelmesi -tazim edilmesi- üzerine izin verdiği mabetlerdedir..." buyurmuştur.

Hz. Osman'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Hz. Osman Peygamberimiz'in s.a.) mescidini Hindistan'dan getirilen en güzel ağaç cinsi sayılan Sac ağacın­dan yapmış ve mescidi süslemiştir.

İmam Ebu Hanife : "Mescitlerin altın suyu ile süslenmesinde hiçbir beis yoktur." demiştir. Ömer b. Abdülaziz halifeliğinden önceki Medine Valiliği dö­neminde Mescid-i Nebeviyi son derece imar ve tezyin etmiş, hiçbir kimse bunu yadırgamamıştı.

Bir gurup alim ise bunu mekruh görmüştür. Onların delili ise Ebu Da­vud'un Enes b. Malik'ten (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) "İnsan-'.ar mescitleriyle övünmedikçe kıyamet kopmaz." hadis-i şerifidir.

Mescitler kötü kokular ve çirkin sözlerden korunmalıdır. Buharı ve Müs­lim'in Cabir'den (r.a.) rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte: "Kim soğan-sarmısak .erse mescitlerimize yaklaşmasın." buyurulmuştur. Yani bizden de mescitleri­mizden de uzak dursun, evinde otursun, demektir.

Bu zikredilen konuda bütün mescitler aynıdır. Bunun delili zikredilen bu hadis-i şerif ile İbni Ömer'den (r.a.) rivayet edilen Peygamberimiz'in (s.a.) Te-oük çevresinde söylediği şu hadis-i şeriftir: "Kim bu kötü ağaçtan -yani sarım­saktan- bir parça yerse mescitte bize yaklaşmasın."

Mescitler ayrıca alış verişten ve bütün dünyevî meşgalelerden korunmalı­dır. Bunun delili Müslim'in Büreyde'den (r.a.) naklettiği Peygamberimiz'in s.a.) kırmızı devesinin kaybolduğunu mescitte ilân eden adama söylediği şu sözdür: "Bulamayasın. Zira mescitler sadece niçin bina edilmişlerse onun için kullanılırlar." Bu hadis mescitte namaz, zikir ve Kur'an tilâveti dışında hiçbir :ş yapılmamasına delâlet eder.

Tirmizî'nin Abdullah b. Amr'dan (r.a) rivayet ettiği hadis-i şerife göre Ra-sulullah (s.a.) insanları mescitte karşılıklı şiir söylemekten, mescit içinde alış veriş yapmaktan ve cuma günü namazdan önce halka olmalarından nehyet-miştir. Fakat bir başka hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) mescitte şiir söyle­meye izin vermiştir.

İmam Malik ve bir gurup alime göre mescitte ilim tahsili v.b sebeplerle se­sin yükseltilmesi mekruhtur. Bunun delili imam Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri Peygamberimiz'in s.a.) şu hadis-i şerifidir:"Kim mescitte kayıp eşyasını ilân eden bir adam du­yarsa ona: "Allah sana bunu tekrar vermesin" desin. Çünkü mescitler bunun için bina edilmemiştir."

İmam Ebu Hanife ve ashabı mescidde dava görülmesi ve ilim meclisinde sesin yükseltilmesini caiz görmüşlerdir. Çünkü bunlar gerekli hususlardır.

Malikilere göre kadın veya erkek gariplerden ve evi olmayan kimselerden ihtiyaç duyanların mescitte uyumaları caizdir. Peygamberimiz(s.a.) Ukl kabile­sinden bir gurubu mescidin sofasında ağırlamış ve konaklatmıştı. Buharî ve Müslim'in Salih'lerinde İbni Ömer'in (r.a.) bekâr iken Mescid-i Nebevî'de uyu­duğu rivayet edilmektedir.

Şafîilere göre ise mescitlerde uyumak mekruhtur. Mescide girerken dua okumak sünnettir. Müslim Ebu Üseyd'den (r.a) Peygamberimiz'in(s.a) şu hadis-i şerifini rivayet etmektedir: "Allahümmeftah li ebvâbe rahmetik (Allahım! Ba­na rahmetinin kapılarını aç.) Mescitten çıkarken de şöyle desin: Allahümme in-nî es'elüke min fadlik (Allahım! Ben senin lütfunu istiyorum)"

Mescide girdikten sonra da iki rekât tahıyyetü'l-mescid namazı kılmak sünnettir. Bunun delili Müslim'in Ebu Katade'den (r.a) rivayet ettiği Peygam-berimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifidir: "Sizden biriniz mescide girdiğiniz zaman oturmadan iki rekât namaz kılsın."

3- Allah Tealâ mescitlerde teşbih çekenleri Allah'ın emrini gözetenler, Al­lah'ın rızasını talep edenler ve dünya işlerinden hiçbir şeyin kendilerini na­mazdan ve Allah'ın zikrinden alıkoymadığı kimseler olarak tavsif etmektedir.

Sahabeden pek çok kimse şöyle demişlerdir. Bu ayet namaz ezanını duy­dukları zaman bütün işlerini bırakıp derhal namaza koşan çarşı halkı için na­zil olmuştur. Onlar mescitlerde cemaatle namaza derhal koşmakla kıyamet gü­nünün azabından korktuklarını ortaya koymuşlardır.

4- Allah güzel amellerin karşılığını ve mükâfatını verecek, sevabı on kat artıracaktır. Allah kullarından dilediğine, verdiğinden hesap etmeksizin rızık verir. Zira Onun bağışının sonu yoktur. [95]

 

Kafirlerin Dünyadaki Durumu Ve Ahirette Hüsrana Uğramaları

 

39- Kâfirlerin amelleri engin çöldeki bir serap gibidir. Susayan onu su zanneder. Nihayet oraya geldiğinde hiç bir şey bu­lamaz. Yanında sadece Allah'ı bulur. O da onun hesabını tam olarak verir. Al­lah hesabı çok süratli olandır.

40- Veya (kâfirlerin amelleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Bir deniz ki onu üst üste dalgalar örtmüş, dalga­ların üstünden de bulutlar, birbiri üstü­ne yığılmış kat kat karanlıklar... İnsan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeyecek. Allah kime nur vermemiş­se artık onun nuru yoktur.

 

Belagat:

 

"inkâr edenlerin amelleri engin çöldeki bir serap gibidir." ve aynı şekilde Veya derin bir denizdeki karanlıklar gibidir." cümleleri gayet üstün ve eşsiz temsilî teşbihlerdir. [96]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kâfirler" ise onların durumu müminlerin durumunun zıddı şeklindedir. Onların Allah katında faydalı, iyi saydığı amellerini ahirette değersiz ve emel­lerini boşa çıkaracak ameller olarak bulacaklardır.

"Onların amelleri engin çöldeki bir serap gibidir." Serap, insanın çölde yü­rürken öğle vakti şiddetli sıcaklıkta güneş parıltılarını görüp bunu yeryüzün­deki bir akarsu ya da durgun su zannetmesidir.

"Susayan onu su zanneder." Burada amelinin neticesini elde etme ihtiyacı­nı hissettiği anda kâfirin yaşayacağı son derece ümitsiz ve eli boş dönme haline benzetmek için susuz kimse özellikle zikredilmiştir.

"Nihayet oraya geldiğinde" su diye zannettiği şeyin yanına geldiğinde um­duğundan veya zannettiğinden "hiçbir şey bulamaz." Kâfir de böyledir. Bağış gibi amelinin kendisine fayda vereceğini zanneder. Nihayet öldüğü ve Rabbine vardığı zaman bunun kendisine faydası olmadığını görür.

"Yanında" yani amelinin yanında sadece "Allah'ı bulur. O da onun hesabı­nı eksiksiz görür." Dünyada bunun karşılığını verir. "Allah hesabı" yani ceza görmesi "çok süratli olandır." Hiçbir hesap görme onu diğer hesap görmeden alıkoymaz.

"Yahut" inkâr edenlerin dünyadaki kötü amelleri üst üste yığılmış karan­lıklar gibidir. "Ev" edatı ya tercih içindir; çünkü kâfirlerin amelleri boş veya faydasız olması sebebiyle serap gibidir. Hakkın nurundan uzak olması sebebiy­le engin deniz, dalgalar ve bulutlar içinde üst üste karanlıklar gibidir. Yahut da çeşitlilik içindir. Çünkü onların amelleri güzel ise serap gibidir. Eğer çirkin ise karanlıklar gibidir. "Ev" yahut iki vaktin dikkate alınması sebebiyle taksim içindir. Çünkü bu durum dünyada karanlıklar, ahirette ise serap gibidir. İnkâr edenlerin amelleri "derin bir denizdeki karanlıklar gibidir."

"Bir deniz ki, onu üst üste" birinci karanlığın yani dalganın üstünde "dal­galar örtmüş, dalgaların üstünden de" yıldızları örten ve nurlarını kapatan "bulutlar birbiri üstüne yığılmış kat kat" dalgalarla "karanlıklar..." Bu karan­lıklar denizin karanlığı, birinci dalganın karanlığı, ikinci dalganın karanlığı ve bulutun karanlığıdır.

Bu karanlıklara bakan "insan" bu karanlıklarda kendisine en yakın şey olan "elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeyecek." Görmek şöyle dur­sun onu görmeye bile yaklaşamayacak.

"Allah kime nur vermemişse artık onun nuru yoktur." Yani Allah kime hi­dayet nasip etmemişse o kimse hidayete eremez. Mana şudur: Allah kimi hida­yet sebeplerine ulaşmaya muvaffak kılmazsa o kimse hidayete erişemez. [97]

 

Nüzul Sebebi

 

"İnkar edenlerin amelleri..." 39. ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayet edildi­ğine göre bu ayet Utbe b. Rebîa b. Ümeyye hakkında nazil olmuştur. Utbe cahi-liyette Hristiyanlığa göre ibadet etmiş, papaz elbisesi giymiş ve din yoluna gir­mişti. İslâm gelince de İslâm'ı reddetmişti. Bir başka rivayete göre, bu ayet Şeybe b. Utbe hakkında inmiştir. Utbe b. Rabia da Şeybe b. Utbe de kâfir ola­rak ölmüşlerdi. [98]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Müminlerin durumu beyan edildikten sonra ve müminlerin dünyada Al­lah'ın nuru içinde oldukları ve bu nur sebebiyle amel-i salihe sarıldıkları, ahi­rette de devamlı nimet ve büyük sevap kazanacakları beyan edildikten sonra bunun ardından kâfirlerin durumu beyan edildi. Çünkü kâfirler ahirette en şiddetli hüsran içinde, dünyada da karanlık mekanların en korkuncu içindedirler.

Bu iki durumdan her biri için bir misal verdi. Ahirette eli boş kalmaya de­lâlet eden birinci misal Cenab-ı Hakk'ın şu ayet-i kerimesidir: "İnkâr edenlerin amelleri engin çöllerdeki serap gibidir."

Dünyadaki amellerinin ikinci misali de: "Veya inkâr edenlerin amelleri de­rin bir denizdeki karanlıklara benzer" ayetindeki gibidir. [99]

 

Açıklaması

 

Bu iki misal kâfirlerin dünya ve ahiretteki durumları için yahut biri küf­rüne davet eden, diğeri küfür liderlerini taklit eden iki çeşit kâfir için Cenab-ı Hakkın verdiği iki misaldir. Nitekim kalplerde yerleşen hidayet ve ilim Ra'd suresinde, su ve ateş şeklinde iki misal olarak verilmiştir.

Buradaki birinci misal şudur: "İnkâr edenlerin amelleri engin göllerdeki serap gibidir. Çok susayan kimse onu su zanneder. Fakat oraya vardığında hiç­bir şey bulamaz."

Yani Allah'ın birliğini inkâr eden, Kur'an'ı ve kendisine vahiy indirilen peygamberi inkâr eden kâfirlerin işledikleri salih ameller, yahut küfürlerine davet eden ve bu amellerinin Allah nezdinde fayda vereceğini ve kendilerini O'nun azabından kurtaracağını zanneden sonra da ahirette bu umutları boşa çıkan ve umduklarının zıddıyla karşılaşan ve küfürlerine davet edenlerin amelleri, susuz bir kimsenin bir çölde veya orada görüp de su zannettiği sonra da ümit ettiğini bulamayan kimsenin gördüğü serap gibidir. Salih ameller, ak­raba ziyareti, fakirlere iyilik ve hayırlı maksatları yerine getirmek gibi iyi amellerdir.

Kâfirlerin ahiretteki durumu böyledir. Onlar dünyadaki amellerinin ken­dileri için faydalı olacağını ve onların Allah'ın azabından kurtarıcı olacağını zannederler. Kıyamet günü gelip de kendilerine azapla karşılık verilince amel­lerinin kendilerine fayda vermediği gerçeğiyle yüzyüze kalırlar. Onlar sadece kendilerini cehenneme götürecek Allah'ın zebanîleriyle karşılaşırlar ve orada kaynar su ve irin içerler.

Kâfirler kendileri hakkında Cenab-ı Hakk'ın şöyle buyurduğu kimselerdir: "De ki: Dünya hayatında güzel ameller işlediklerini zannederek yaptıkları gay­retleri boşa giden ve amellerinde hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?" (Kehf, 18/103-104).

Cenab-ı Hak burada şöyle buyurdu: "Yanında sadece Allah'ı bulur. O da onun hesabını eksiksiz görüverir. Allah hesabı süratli olandır." Yani bu kimse Allah'ın kâfirlere tehditte bulunduğu azabını ve cezasını karşısında bulur. Dünyadaki ameline karşılık Allah ona tam bir ceza verir; Allah cezası seri olandır. Hiçbir hesap diğer hesaptan O'nu alıkoymaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yaptıkları ameline geliriz. Onu saçılmış toz toprak hali­ne getiririz." (Furkan, 25/23). Bu onların ahiretteki durumudur, yahut küfre davet eden kâfirlerin durumudur.

Kısaca: Kâfirler ahirette kayıp ve hüsranla yüzyüze gelecekler, kendileri­ne fayda verecek veya kendilerini kurtaracak bir şey bulamayacaklardır.

Onların dünyadaki durumlarının yahut küfür liderlerini taklit eden bilgi­siz kâfirlerin durumlarının ikinci misali Cenab-ı Hakk'ın şu ayetiyle anlatıl­maktadır:

"... Veya inkâr edenlerin amelleri derin bir denizdeki karanlıklara benzer. Bir deniz ki, onu üst üste dalgalar örtmüş, dalgaların üstünden de bulutlar. birbiri üstüne yığılmış kat kat karanlıklar..." Yani kâfirlerin dünyada hidayet üzerine olmaksızın işledikleri ameller yahut başkalarını taklit edenler derin bir denizde üst üste gelen karanlıklara benzer. Bu denizi birbirine çarpan dal­galar kaplamaktadır. Gökteki yıldızların nurunu da yoğun bir bulut perdele­mektedir.

Bu karanlıklar üç tanedir:

- Denizin karanlığı,

- Dalgaların karanlığı,

- Bulutun karanlığı.

Aynı şekilde kâfirin de üç karanlığı vardır:

- İnanç karanlığı, . - Söz karanlığı,

- Amel karanlığı.

Bu karanlıklar kâfirin hakkı görmesine ve kâinatta bulunan ibretleri ve en doğru yolu irşad eden ayetleri idrak etmesine engel olmaktadır.

Hasan-ı Basrî diyor ki: Kâfirin üç karanlığı vardır: İnanç karanlığı, söz karanlığı ve amel karanlığı.

İbni Abbas diyor ki: Kalbini, gözünü ve kulağını bu üç karanlığa benzetti­ler.

Bu misalden maksat dünyada kâfirin üzerinde çeşitli dalâletlerin üstüste yığıldığını, dolayısıyla kalbinin gözünün ve kulağının şiddetli yoğun bir karan­lık içinde olduğunu bundan sonra doğru yolu ayırt etmeye ve Hakk'm nurunu bilmeye muktedir olamayacağını beyan etmektedir.

Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "... Birbiri üstüne yığılmış kat kat karanlıklar ... İnsan elini çıkaracak olsa neredeyse onu bile göremeye­cek. "

Yani bu üç karanlık üstüste yığılan, üstüste biriken karanlıklardır. Bunla­rın her biri diğerinin üzerini örtmüştür. Hatta insan bu karanlıklar içerisinde kendisine en yakın olana elini uzatsa, eline bakmak şöyle dursun neredeyse hiç göremiyecek durumdadır; bu karanlıklar o derece yoğundur.

"Allah kime nur vermediyse onun nuru yoktur." Yani Allah kime hidayet vermemişse veya kimi hidayete muvaffak kılmamışsa o kimse helak olacak, bilgisiz ve hüsran içinde hiç nuru olmayan ve hiç yol göstericisi bulunmayan batıl yolda, karanlıklar içindedir. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "Allah kimi saptırmışsa ona hidayet verecek kimse yoktur." (Araf, 7/186); "Allah kimi sap-tırmışsa ona hiç bir kimse hidayet verecek değildir." (Ra'd, 13/33); "Allah zalim­leri saptırır. Allah dilediğini yapar." (İbrahim, 14/27). Bu ifade Cenab-ı Hakk'm müminlerin temsili hakkındaki "Allah nurunu dilediğine verir." ifadesinin kar­şılığıdır. [100]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler kâfirlerin amelleri için verilen iki temsili bulundurmaktadır.

Kâfirlerin amelleri ya çöldeki yanıltıcı serap ya da karanlıklar gibidir. Bi­rinci misal -Razî'nin tercih ettiği gibi- ahirette kâfirin elinin boş kalacağına de­lâlet etmektedir. İkinci misal kalpleri, gözleri ve kulakları, içinde çırpmacakla-rı yoğun bir karanlık içinde oldukları için kâfirlerin amelleri aşmaları ve kur­tulmaları zor olan ıssız çöller, sapıklıklar ve karanlıklar içinde olduklarına de­lâlet etmektedir. O kimse doğrunun ne olduğunu bilemeyecek, hatta bilmediği­ni bilemiyecek derecede cahildir.

Bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki Allah'ın şeriatı ve nizamı dünya ve ahi-retin hayrını gösteren doğru nurdur. Allah'ın şeriatına aykırı olan şeriat yanıl­tıcı serap ve üstüste yığılan karanlıklar gibidir. Bunun hepsi akide sahasında-dır. Dünyevî medenîleşme sahasında kâfir ileri olabilir, hayatın gizli sırlarını idrak etme hususunda üstün, kalkınma ve medeniyet araçlarında yeni buluş­lar sahibi olabilir. Fakat o ahiretten ve ahirette kurtuluşa ermekten gafil ve bilgisiz, nasipsizdir.

İbni Abbas "Allah kime nur vermediyse, artık onun nuru yoktur." ayeti hakkında şöyle demiştir: Yani Allah kime dindarlık vermemişse artık onun dindarlığı yoktur. Allah kime kıyamet gününde ışığında yürüyeceği bir nur ver­memişse o kimse cennete yol bulamaz. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Allah si­ze ışığında yürüyeceği bir nur vermiştir."

Kâfirin amellerinin boşa çıkarılmasına ve faydasız kalmasına sebep, onla­rın itikat ve amellerinin Allah Tealâ'ya iman etmek gibi sahih bir temele da-yanmamasıdır. Allah, Allah'ı ve O'nun sıfatlarını itiraf eden amellerinin niyeti­nin sahih olması için tam ve kâmil bir tehdit ile Allah'ı birleyen müminden başka hiçbir kimsenin amelini kabul etmez.

Özetle: Bu iki ayette zikredilen iki temsil kâfirleri uyarıp dikkatlerini çek­mek maksadını taşımaktadır. Bundan dolayı kim Allah'ın kelâmını düşünür ve incelerse itikadını tashih eder. Böylece ameli düzelmiş ve dünyada istikamet temin edilmiş olur. Kim Rabbinin ayetleri hakkında düşünmekten yüz çevire­rek küfründe ısrar etmeye devam ederse zorlu bir ceza ve acıklı bir azapla kar­şılaşır. Onu kıyamet günü Allah'ın azabından kurtarmak için hiçbir salih ame­lin kendisine faydası olmayacaktır. [101]

 

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Kâinat Delilleri

 

41-  Göklerde ve yerdeki varlıkların, sı­ra sıra uçan kuşların Allah'ı teşbih etti­ğini görmez inisin? Her biri kendi niyaz ve teşbihini bilir. Allah da onların yap­tıklarını bilir.

42-  Göklerin ve yerin mülkü ancak Al­lah'ındır. Dönüş de yalnız Allah'adır.

43- Görmez misin ki, Allah bulutları yü­rütür, sonra onları bir araya getirip birbirine kenetler, daha sonra da üstüs-te yığıp sıkıştırır. Bunun üzerine arala­rından yağmurun yağdığını görürsün. Allah gökteki dağ gibi bulut kümelerin­den dolu yağdırır da onu dilediğine uğ­ratır, dilediğinden de uzaklaştırır. Şim­şeğinin parıltısı da neredeyse gözleri kapıp alıverecek!

44- Allah geceyi gündüze, gündüzü ge­ceye çevirir. Şüphesiz ki bunda basiret sahipleri için nice ibretler vardır.

45- Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. Onlardan kimi karnı üzerinde yürür, ki­mi iki ayağı üstünde yürür; kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini ya­ratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir.

46- Yemin olsun ki biz açıklayıcı ayetler indirdik. Allah dilediğini dosdoğru bir yola iletir.

 

Belagat:

 

"...onu dilediğine uğratır." ve "dilediğinden de uzaklaştırır." ifadeleri ara­sında tezat sanatı vardır.

"Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir." ifadesi istiaredir. Gece ve gündüzün birbiri peşinden gelmeleri maddî eşyaların altüst çevrilmesine ben­zetilmiştir.

"Yezhebü bil-ebsâr" ve "li-ülil-ebsâr" ifadeleri arasında tam bir cinas var­dır. Zira birinci "ebsâr" ile gözler, ikinci "ebsâr" ile basiretler, akıllar ve kalpler murad edilmiştir. [102]

 

Kelime ve İbareler:

 

"... sıra sıra uçan kuşların Allah'ı teşbih ettiğini" O'nun zatını bütün nok­sanlıklardan tenzih ettiğini "görmez misin?" Böyle olduğunu vahiyle yahut de­lille meydana gelen güven ve yakîn ilim sebebiyle gözle görme derecesindeki kesin bilgi ile bilmiyor musun?

"Uçan" manasındaki "ve't-tayr" kelimesiyle, ağır varlıkları gökyüzünde durdurmak suretiyle yaratıcının varlığına ve kudretine açık bir delil olduğu için tahsis yapılmıştır.

Zikredilen varlıklardan ya da kuşlardan "Herbiri kendi niyet ve teşbihini bilir." Yani Allah her birine kendi tercihiyle yahut kendiliğinden yapacağı du­asını ve tenzihini öğretir. "Allah da onların yaptıklarını bilir." Bu ifade tahsis­ten sonraki ta'mim (genelleştirme) şeklindedir. Yani Allah onların davranışla­rından her birini gayet iyi bilir ve buna karşılık onları cezalandırır. "Yaptıkları­nı bilir" ifadesinde akıllıların çoğunluğu dikkate alınır.

"Göklerin ve yerin mülkü ancak Allah'ındır." Yani Allah göklerin, yerin, göklerde ve yerde bulunan yağmur, rızık ve bitki hazinelerinin gerçek sahibi­dir, yer ve göklerde var etme ve yok etme hususunda tasarruf ve hüküm sahibi­dir. Çünkü yer ve gökleri, yer ve göklerde kişi, sıfat ve davranışları yaratan O'dur. "Dönüş de yalnız Allah'adır." Varılacak ve dönülecek yer sadece Al­lah'tır.

"Görmez misin ki, Allah bulutları yürütür." Yumuşaklıkla ve yavaşça bu­lutları sürer, "sonra onları bir araya getirip birbirine kenetler," Yani bulutları birbirine ekler, ayrı parçaları tek parça haline getirir, "daha sonra da üstüste yığıp sıkıştırır." Yani bulutları birbiri üzerine yığar. "Bunun üzerine araların­dan yağmurun yağdığını görürsün."

"Allah gökteki dağ gibi bulut kümelerinden dolu yağdırır." Ayette "bulut­tan yağmur yağdırır." ifadesi yerine "gökten yağmur yağdırır" denilmiştir. Üst te bulunan her şey semadır. Ayetteki "gökyüzündeki dağlardan dolu yağdırır." ifadesindeki dağlar ifadesiyle gökyüzündeki büyük bulut kütleleri kastedilmiş­tir. Ayetteki "cibâl" kelimesi harf-i cerrin tekrar kullanılmasıyla bedel yapıl­mıştır.

Bu bulut kütlelerini Yüce Allah isterse yağmur, isterse kar, isterse de dolu olarak yağdırma kudretine sahiptir. Bütün bunlar sonsuz hikmet sahibi olan Allah'ın iradesine dayanmaktadır. Buna "onu dilediğine uğratır, dilediğinden de uzaklaştırır." ifadesiyle işaret etmektedir.

Bulutlardaki "şimşeğinin parıltısı da neredeyse" az kalsın "gözleri kapıp alıverecek." Yani aşırı ışıktan dolayı bakanların gözlerini kamaştıracak. Bu ifa­de, zıttan zıttın (soğuktan sıcak) doğması açısından ilâhî kemaline delâlet eden en kuvvetli delildir.

"Allah" gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesi suretiyle "gündüzü ge­ceye, geceyi gündüze çevirir." Birini diğerinin yerine getirir, yahut birinden ek­siltip diğerine ilâve etmek suretiyle, ya da sıcak-soğuk, karanlık-aydmlık gibi durumlarını değiştirmek suretiyle, ya da bütün bunları ihtiva edecek şekilde gece gündüz arasında değişiklik meydana getirir. Bu sonuncusu en evlâ, en uy­gun görüştür.

"Şüphesiz ki bunda" bu değişiklikte ve anlatılan hususlarda ezelî olan eş­siz sanatkârın varlığına, kudretinin mükemmel oluşuna, ilminin son derece ge­nişliğine, iradesinin nüfuz etmesine, ihtiyaçtan münezzeh olduğuna delâlet et­mek üzere "basiret sahipleri için" akıl ve basiret sahiplerinden bunu düşünen kimseler için "nice ibretler vardır."

"Allah her canlıyı sudan yaratmıştır." Ayette geçen "dâbbe (canlı)" yeryü­zünde hareket eden canlı varlık demektir. Bu kelime âdeten dört ayaklı hay­vanlar için kullanılır. "Su" canlının varlığının bir parçasıdır. Yahut burada özel bir su yani nutfe murad edilmiş, çoğunluk tüm mertebesinde gösterilmiştir. Zi­ra hayvanlar arasında nutfeden (meniden) meydana gelmeyenler de vardır.

"Onlardan kimi" yılanlar ve bazı böcekler gibi "karnı üzerinde yürür." Bu­rada sürünmek istiare ya da müşakele yoluyla yürümek olarak adlandırılmış­tır.

"Kimi" insan ve kuşlar gibi "iki ayak üstünde yürür." "Kimi de" pek çok hayvan gibi "dört ayak üstünde yürür." Buna dörtten fazla ayaklı olan örüm­cekler (ve kırkayak vb.) dahildir. Zira bunlar da dört ayağa dayanmaktadırlar.

Bu mahlûkatın zikredilmesindeki sıralama ilâhî kudrete daha çok delâlet edeni öne alma şeklindedir. "Allah" ilâhî iradesinin gereği olarak unsurları ay­nı olmakla birlikte uzuv, şekil, hareket, tabiat, güç ve davranışları farklı olarak zikredilen ve zikredilmeyen "dilediğini" varlıkları "yaratır. Çünkü Allah her şe­ye kadirdir." Dilediğini yapar. [103]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ müminlerin kalplerinin hidayetle nurlandığını ve kâfirlerin kalplerinin de dalâletle karardığını ifade ederek tavsifte bulunduktan sonra tevhidin ve ilâhî kudretin delillerini beyan etti.

Bu delillerden şu dört tanesini zikretti:

- Bütün varlıkların Allah'ı teşbih etmeleri,

- Yağmurun yağdırılması,

- Gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmeleri,

- Çeşitli hayvanların yaratılması. [104]

 

Açıklaması

 

Bu delilleri sırasıyla açıklarsak:

 

1- Bütün Varlıkların Allah'ı Teşbih Etmeleri:

 

"Göklerde ve yerdeki varlıkların, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı teşbih etti­ğini görmez misin?" Yani ey peygamber! Ey bu ayetin muhatabı! Delil ile bilmi­yor musun ki, göklerde ve yerde bulunan, akıl sahibi olan ve olmayan melek, insan, cin, canlı ve cansız bütün varlıklar, meselâ gökyüzünde düşmesin diye uçarken kanatlarını çırpan kuşlar, selim akıl ile düşünenlerin idrak edebileceği şekilde Allah'ı teşbih ve tenzih etmektedirler. Zira bu varlıkların farklı hususi-yetleriyle yaratılmaları yaratıcının varlığına delâlet etmektedir.

Allah'ı tenzih etmek yaratıcının bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu­nu gösterir. Cansız varlıkları Allah'a ortak koşan, Allah'a evlât nispet eden (Al­lah'ın oğlu- Allah'ın kızı gibi isnatlarda bulunan) kâfirlerin sözlerini iptal eder. Zira bunlar Allah'ın yarattığı varlıklardır.

Mücahid ve başka alimler demişlerdir ki: Namaz insanın niyazıdır. Teşbih ise insan dışındaki diğer varlıklara aittir.

"Kuşlar" yer ve göklerdeki varlıklar ifadesine girdikleri halde ilâhî sanatın eşsizliğine ve ilâhî kudretin kemaline, kendilerini yoktan var edenin son derece latif tedbir ve idaresine özellikle delâlet ettikleri için ayrıca zikredilmişlerdir. Zira ağır cisimlerin uçma anında gökyüzünde tutulmaları yoktan var eden ya­ratıcının kudretinin kemaline delâlet eden açık bir hüccettir.

Ayete "Görmez misin?" ifadesiyle başlanılması, bütün varlıkların Allah'ı teşbih etmelerinin hiç şüphe bulunmayan ve kesin ilim derecesine ulaşan açık bir durum olması sebebiyledir.

* "Her biri kendi niyaz ve teşbihini bilir. Allah da onların yaptıklarını çok iyi bilir." Yani zikredilen varlıklardan her birine Allah niyazını ve teşbihini öğret­miştir, yani Allah Tealâ'ya ibadet etme hususundaki usul ve metodunu göster­miştir. Allah bunların hepsini gayet iyi bilir. İtaat etme yahut isyan etme hali olsun mahlûkatm davranışlarından hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O bunların karşılığını verir.

"Göklerin ve yerin mülkü ancak Allah'ındır. Dönüş de sadece Allah'adır." Yani şüphesiz ki Allah Tealâ yer ve göklerde bulunan bütün varlıkların gerçek sahibidir. Yer ve göklerde yaratma ve öldürme açısından tasarrufta bulunan gerçek hüküm sahibi O'dur. O, ibadetin kendisinden başka hiçbir kimseye lâ­yık olmadığı, hakiki ma'bud olan ilâhtır. O'nun hükmünü değiştirecek hiçbir varlık yoktur. Bütün varlıkların kıyamet gününde dönüşü O'nadır. Bu hususta O dilediği şekilde hükmeder, dilediği şekilde karşılık verir. "Böylece kötülük edenlere yaptıklarının karşılığını verir. İyi ameller işleyenleri daha güzeliyle mükâfatlandırır." (Necm, 53/31).

Kısaca: Kâinatın azameti, yer ve göklerin eşsiz bir şekilde yoktan yaratıl­maları, Allah'ın yer ve göklerde yaydığı canlı ve cansız varlıklar, insanı vücu­dunda müşahede ettiğimiz gayet üstün sistemde, kara, deniz ve havada yaşa­yan çeşitli hayvanlar en büyük ve en küçük hayvanın yaptığı davranışlar, pe­tek yapma ve bal imal etme hususunda arının çeşitli yollara baş vurması, bö­cekleri avlama hususunda güçsüz örümceklerin baş vurdukları hileler, kuşların hayret verici davranışları, mahlûkatı hususunda var etme - yok etme, ilk yaradılış ve tekrar dirilme şeklindeki Cenab-ı Hakk'm tasarrufları ... Bütün bunlar kendisinden başka hiçbir rab bulunmayan, kendisine lâyıkıyla ibadet edilebilecek, O'ndan başka ma'bud bulunmayan, her şeyde tasarruf sahibi olan tek bir rabbin, eşsiz yaratıcı bir ilâhın varlığına kesin maddî delillerdir.

Bu, Allah'ın varlığına, kudretine ve birliğine delâlet eden ilk kâinat delili­dir. Bu bütün delilleri içine almaktadır. Bu delillerden her bir delil kanaatin oluşması konusunda tek başına yeterlidir.

İlk iki ayette zikredilen hususları iki delil halinde tasnif etmek mümkün­dür:

- Ulvî ve süflî alemdeki kulluk delili,

- Mutlak mülkün ve bütün mahlûkatın dönüşlerinin sadece Allah'a olduğu delili.

Allah'ın kudretine ve birliğine delâlet eden sonraki ayetlerde yer alan di­ğer iki delil de şunlardır: [105]

 

2- Yağmurun Yağdırılması:

 

Ey Peygamber! Ey muhatap! Yağmurun meydana gelmesi ve yağdırılması şeklini bilmiyor musun? Allah yeryüzünün beşte dördünü meydana getiren de­nizlerden yükselen buharın zerreciklerini ilâhî kudretiyle bir araya getiriyor, birleştiriyor, bu da soğuk hava tabakalarında yüksek bulutlar meydana getiri­yor. Sonra da bu yağmur bulutlarını aşılama yapan rüzgârlarla yağmurun yağ­masını istediği yere gönderiyor, sonra da bu bulutlardan yeni bulutların parça­ları arasında meydana gelen küçük delâletlerden yağmur yağdırıyor.

Böylece Allah dağlara benzeyen yoğun bulut tabakalarından yağmur yağ­dırır. Nitekim atmosferdeki soğukluğun yükselen buharlara etkisi oranında kar ve dolu yağmaktadır.

İnsanın üstünde bulunan gökyüzüne "sema" denir. Ayetteki "sema" insan­ların başları üzerinde yükselen bulut demektir. "Dağlar" ifadesi de gökyüzünde ulu dağlar gibi bir araya gelen beyaz bulutların üstünde normal olarak yerden 10.000 metreden daha fazla yükseklerde seyreden uçakta yolculuk yapan her­kesin gördüğü bulutlardan kinayedir.[106]

Bazı müfessirler de buz dağlarının fiilen gökyüzünde bulunduğu ve Al­lah'ın doluyu bu dağlardan indirdiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bazı modern nazariyeler bu manayı teyit etmekte, gök tabakalarında doludan meydana gelen dağlara benzeyen kümeler bulunduğunu, denizlerden yükselen buharlar­dan daha çok yağış olduğunu ispat etmektedirler.

Yağmurun nasıl yağdırılacağı hususunda Allah'ın iradesi, kudreti ve ta­sarrufu geçerlidir. Kullarından dilediği kimselere rahmet olarak yağmur veya dolu çeşitlerini gökyüzünden yağdırır, dilediğini de mahrum bırakır. Ya ceza olarak ya da meyvaların ve çiçeklerin dökülmesine, bitki ve ağaçların telef ol­masına sebep olmamak için rahmetiyle dilediğine de yağmuru geç indirir.

Bütün bunlardan daha şaşırtıcı olanı zıddı zıddmdan, ateşi soğuktan ya­ratmasıdır. Hatta bulutların çarpışması sebebiyle çıkan şimşek neredeyse ba­kanların gözünü ahverecek derecededir. [107]

 

3- Gece İle Gündüzün Birbiri Ardına Gelmesi:

 

"Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Şüphesiz ki bunda basiret mhipleri için nice ibretler vardır." Yani Allah Tealâ gece ve gündüzden birini artırıp diğerini eksiltmekle, sıcaklık ve soğukluk gibi durumlarını değiştirmek­le, değişmeyen hassas bir sistemle birbiri ardınca gelmelerini temin etmekle gece ve gündüzde tasarrufta bulunur. Bunda Allah Tealâ'nm azametine delil vardır, akıl sahiplerinden düşünen kimseler için öğüt vardır.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbirlerini takip etmelerinde akıl sa­hipleri için ibretler vardır." (Al-i İmran, 3/190).

Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri bir hadis-i kudsîde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ buyuruyor ki: Âdemoğlu dehr'e (zamana) küfrederek bana eziyette bulunur. Dehr benim; em­retmek benim elimdedir. Geceyi gündüze, gündüzü geceye çeviririm." [108]

 

4- Çeşitli Hayvanların Yaratılması:

 

"Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır... Çünkü Allah her şeye kadirdir."

Allah Tealâ birliğine ve kudretine, gökyüzü ve yeryüzü âlemine delil getir­dikten sonra çeşitli şekil, renk, hareket, sessizlik ve görevlerdeki hayvanların durumuyla delilini pekiştirdi. Yeryüzünde yürüyen bütün hayvan çeşitlerini sodan yaratan O'dur. Su insanın ana maddesidir; meydana gelmenin temelidir. Yahut kadının yumurtalıklarında aşı yapacak canlı meninin taşıdığı nutfedir. Suyun özellikle zikredilmesinin sebebi, yaradılışın ilk aslı olmasıdır. O olma­dan hiçbir canlı ayakta kalamaz.

Hayvan çeşitleri pek çoktur. Bunlardan kimi yılanlar, balıklar ve diğer sü-lüngenler gibi karın adalelerini sıkmak ve serbest bırakmak suretiyle karnı üze­rinde sürünerek yürürler. İlâhî kudretin mükemmelliğine işaret etmek, nzık ara-: vb. diğer gayelerini temin için hareket ve intikal etmelerini gerçekleştirmele-: işaret etmek için bunların sürünmelerine "yürüme" adı verilmiştir.

Bu hayvanlardan kimi de insan ve kuşlar gibi iki ayak üzerine yürürler, başka gurup da evcil hayvanlarla diğer vahşî kara hayvanları gibi dört : üzerine yürürler.

Allah Tealâ kudretiyle dilediği her şeyi yaratır. Bu özlü bir ifade olup bu­nun altına dört ayaktan fazla ayakları olan, şekilleri, tabiatları ve göçleri birbi­rinden farklı olan böcekler ve benzeri hayvanlar da girmektedir.

Şüphesiz ki Allah her şeyi yaratmaya kadirdir. Yerde ve gökte hiçbir şey Onu âciz bırakamaz. O ne dilemişse olur, dilemediği de olmaz.

Cenab-ı Hak daha sonra tevhid delillerini zikrederek ve bu delilleri bir arada toplayan genel ve kapsamlı bir ifade ile konuya son verdi.

"Yemin olsun ki biz açıklayıcı ayetler indirdik. Allah dilediğini dosdoğru bir yola iletir." Yani Allah bu Kur'an-ı Kerim'de kâinatı yaratan ve idare eden, varlığına delâlet eden, içindeki hikmetler, hükümler, esaslı ve açık misallerle hak ve doğruluk yolunu gösteren, gayet açık, tafsilatlı ayetler indirdik. Allah Tealâ akıl, basiret ve şuur sahiplerine bu ayetleri gayet iyi anlayıp düşünme yolunu gösterir. Dilediği kimseye ise dosdoğru yolu gösterir. [109]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler tevhid ve ilâhi zatın varlığını ispat delilleri olup, bu değişen varlıkların kâmil bir şekilde muktedir olan sanatkârane yaratıcısı olduğuna maddî olarak delâlet etmektedir.

Bu delillerin birincisi şudur: Bütün mahlûkat Allah'ı teşbih eder yani O'nu noksan sıfatlardan tenzih eder, O'nu celâl ve kemal sıfatlarıyla tavsif eder. Allah onların teşbihlerini, dualarını ve ibadetlerini gayet iyi bilir. Namaz kılanın namazını, teşbih edenin teşbihini gayet iyi bilir. Mahlûkatm itaat ve teşbihleri O'na gizli kalmaz.

Allah Tealâ göklerde ve yerde olan mülkün gerçek sahibidir. O bütün mah-lûkatta tasarrufta bulunan hakiki hüküm sahibi ve idare edicidir. Kıyamet gü­nünde yaratıkların dönüşü O'nadır. Hepsi Allah'ın kulu kölesidirler. Hepsi he­saba çekilecek, hüküm vericinin, muhakeme edicinin önünde güçsüz ve zelil­dirler.

Delillerin ikincisi ise hayret verici şekilde yağmur yağdırılmasıdır. Yağ­mur, su buharlarının yükseklere çıkmasıyla oluşmaya başlar ve Allah'ın kudre­tiyle havanın yüksek tabakalarına taşınır. Bu durumda hava tabakalarında bulutlar toplanır. Bulutları rüzgârlar hareket ettirir, aşılar ve soğuk hava taba­kası bulutlara tesir eder. Tuzlu denizlerden buharlaşan sular daha sonra tatlı yağmurlar olarak dökülür. Yeri suya kandırır, hayır temin eder, rızkı bollaştı-rır, bütün canlı varlıklara canlılık verir. Zira rutubet hayat unsurlarının en önemlisidir. Kışla yaz arasındaki en önemli fark da budur.

Delillerin üçüncüsü de gece ve gündüzün artma-eksilme, sıcaklık-soğuk-luk, devamlı yer değiştirme şeklinde değişiklik arz etmeleridir. Gece ile gündü­zün herbirinin insana uygun tabiatları vardır. Gece istirahat ve sükûnet için, gündüz ise hareket ve geçim temini içindir.

Delillerin dördüncüsü ise mahlûkatm değişik şekillerde, muhtelif tabiat­larda, farklı yapılarda çeşitlilik arz etmesidir. Halbuki mahlûkatm kaynağı ı:r. O da sudur ama terkipleri farklıdır. Allah sudan dilediği varlıkları, çe-: . :lmî keşiflere rağmen bizim şu ana kadar bilemediğimiz çeşitlilikte yaratır. 2......■; Allah'ın bu âlemde ilk yarattığı şey sudur. Sonra bundan her şeyi yarat­ır-::r. Allah'ın kudreti tespit ve sayıların üstündedir. Göz ve kulağın hayret lec- :eği üstünlüktedir.

Bu delillerin sonuncusu olarak zikredilen şeyler ne güzel, ne muhteşem-«îtr", "Yemin olsun ki biz açıklayıcı ayetler indirdik..." Bu ayet bütün delilleri ve rretleri ihtiva eder. Bu ibretlerden biri de iman, inanç delillerini, ibadet ve neşri hükümlerini, fazilet, edep ve ahlâk esaslarını ihtiva eden Kur'an-ı Ke--min açık beyanıdır. Allah bu delillerle dilediği kimseyi hak yola, doğru yola, :_;oir sapma ve eğrilik olmayan istikamet yoluna iletir. Hakkı beyan etmek dı-IST-1H3 delâletten başka hangi yol vardır! [110]

 

Yeterli Beyana Rağmen Sapıklık Ve Nifak Üzerinde Devam Etme

 

47- Onlar (münafıklar): "Allah'a ve Rasu-lüne iman ettik ve itaat ettik." derler. Sonra da içlerinden bir gurup bunun ardından yüz  çevirir.  İşte  bunlar mümin değildirler.

48- Onlar aralarında Peygamberin hük­metmesi için, Allah'a ve Rasulüne davet edildikleri zaman bir de bakarsın ki, iç­lerinden bir gurup hemen yüz çevir­mektedir.

49-  Eğer hak kendilerinin lehine ise, Peygamberin huzuruna boyunlarını bü­kerek gelirler.

50- Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Ya da Allah'ın ve Rasulünün kendilerine hak­sızlık yapacağından mı korktular? Ha­yır, işte bunlar zalimlerin ta kendileri­dir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlar" yani münafıklar "Allah'a ve Rasulüne iman ettik" Allah'ın birliğini ve peygamberi Hz. Muhammed'i (s.a.) tasdik ettik "ve itaat ettik" Allah ve pey­gamberinin verdiği hükümlere razı olduk "derler. Sonra da içlerinden bir gurup bunun ardından yüz çevirir." O'nun hükmünü kabul etmekten imtina eder, vaz­geçer. "İşte bunlar" bu yüz çevirenler "mümin değildirler." Kalpleri dillerine muvafakat eden, imanında sadık olan kimseler değildirler.

"Onlar aralarında Peygamberin hükmetmesi için" Hz. Muhammed'in (s.a.) hükmetmesi için "davet edildikleri zaman" ki Rasulullah (s.a.) zahiren dünyevî hüküm sahibidir, Cenab-ı Hakk'm zikredilmesi O'nu ta'zim etmek için ve Rasu­lünün hükmünün gerçekte Allah'ın hükmü olduğuna delâlet etmek içindir; "bir de bakarsın ki, içlerinden bir gurup hemen yüz çevirmektedir." İçlerinden bir gurup hak onların aleyhine olunca senin onların lehine hüküm vermeyeceğini bildikleri için huzuruna gelmekten vaz geçerler.

"Eğer hak kendilerinin lehine ise" aleyhine değilse Peygamberin kendi le­hine hüküm vereceğini bildikleri için, "Peygamberin huzuruna boyunlarını bü­kerek" yani itaat ederek teslim olarak "gelirler." Ayetteki "ileyhi" kelimesinin öne alınması "sadece onun huzuruna gelirler" anlamında tahsis içindir.

"Onların kalplerinde bir hastalık" küfür ya da zulme meyil hastalığı "mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler?" Peygamberliğinden şüphe mi ettiler? Onların sana güvenleri mi kayboldu? "Ya da Allah'ın ve Rasulünün kendilerine haksız­lık yapacağından" verdiği hükümde zulme uğrayacaklarından "mı korktular? Hayır, işte bunlar zalimlerin ta kendileridir." Hayır hayır! Bu kimseler senden yüz çevirmek suretiyle insanlara zulmetmek ve insanların haklarını inkâr et­mek isteyen kimselerdir. [111]

 

Nüzul Sebebi

 

Müfessirler diyorlar ki: Bu ayetler bir arazi konusunda tartışan münafık Bişr ile Yahudi hasmı hakkında nazil olmuştur. Rasulullah'm aralarında hü­küm vermesi için Yahudi, münafık Bişr'i çekip Rasulullah'a (s.a.) getirmek isti­yordu. Münafık da Yahudiyi Ka'b b. Eşrefe götürmek istemiş ve "Muhammed bize haksızlık yapar" demişti. Bu iki kişinin kıssası Nisa suresinde geçmişti.

İbni Ebî Hatim, Hasan-ı Basrî'nin mürsel rivayetini şöyle nakletmektedir: İki kişi arasında bir anlaşmazlık olup da Rasulullah'a (s.a.) davet edildiği za­man taraflardan biri haklı ise boyun eğer, Hz. Peygamber'in (s.a.) kendi lehin­de hüküm vereceğini gayet iyi bilirdi. Haksız olduğunu biliyorsa, Hazreti Pey-gamber'e (s.a.) davet edildiği zaman yüz çevirir, falana gidelim derdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Onlar aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne davet edildikleri zaman..." ayetini indirdi.

Mukatil diyor ki: Bu ayet münafık Bişr hakkında nazil oldu. Bişr'in hasmı olan Yahudi, Bişr'i Peygamberimiz'in (s.a.) huzuruna davet etti. Bişr ise Yahu­diyi Ka'b b. Eşrefin huzuruna davet etti. Daha sonra Rasulullah'm (s.a.) huzu­runda muhakeme oldular. Rasulullah (s.a.) Yahudinin lehine hükmetti. Çünkü o haklıydı. Münafık Peygamberimiz'in (s.a.) verdiği hükme razı olmadı. Yahudiye:

- Hz. Ömer'in huzurunda muhakeme olalım, dedi. Hz. Ömer'in yanma git­tiklerinde Yahudi Hz. Ömer'e:

- Hz. Peygamber (s.a.) benim lehime hükmetti ama bu onun verdiği hükme razı olmadı, dedi. Hz. Ömer münafık'a:

- Öyle mi? diye sordu. Münafık:

- Evet, diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.):

-  Ben gelinceye kadar yerlerinizden ayrılmayın dedi. Evine girdi. Kılıcını alıp çıktı ve kılıçla münafıkm boynunu vurdu. Sonra da:

- Allah ve Rasulünün hükmüne razı olmayan kimse için böyle hüküm veri­rim. [112]       

 

Ayetler Arası İlişki

 

Tevhid delillerini beyan ettikten sonra Allah Tealâ dilleriyle dini itiraf edip kalpleriyle bunu kabul etmeyen "Allah'a ve Rasulüne iman ettik." deyip bunun zıddını yapan kimseleri -yani münafıkları- zemmetti. [113]

 

Açıklaması

 

Bu sıfatlar içlerinde gizledikleri düşüncelerinin zıddını ortaya koyan mü­nafıkların sıfatlarıdır.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Onlar: Allah 'a ve Rasulüne iman ettik ve itaat ettik derler. Sonra da içlerinden bir gurup bunun ardından yüz çevirirler." "İşte onlar mümin değildirler." Yani münafıklar bütün insanların önlerinde: "Biz rab olarak Allah'ı, rasul olarak Muhammed'i (s.a.) tasdik ettik. Takdir et­tiği hususlarda Allah'a, hükmettiği hususlarda Rasulullah'a (s.a.) itaat ettik." derler. Sonra da onlardan bir gurup Rasulullah'ın verdiği hükmü kabul etmek­ten yüz çevirir. Amelleriyle sözlerine aykırı davranırlar. Yapmadıkları, yapma­yacakları şeyleri söylerler. Bundan sonra da diğer geri kalan münafık arkadaş­larının yanlarına dönerler. Bu ilân ettikleri şeylerden döndüklerini açıklarlar. Gerçek şudur ki bunlar münafık kimselerdir. Fiilen iman ehli değildirler. Sade­ce münafıklık üzerine ısrar etmektedirler.

Bu ayet imanın sadece sözle olmayacağının açık bir delilidir. Zira sadece bununla olsaydı, onların mümin olmadıkları ifadesi doğru olmazdı.

Onların münafıklık ve dengesizliklerinin örneklerinden biri şudur:

"Onlar aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah ve Rasulüne davet edildikleri zaman, bir de bakarsın ki içlerinden bir gurup hemen yüz çevirmiş­tir. " Yani onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Peygamberin hüküm ver­mesi için, Allah'ın kitabının hakemliğine ve O'nun hidayetine tabi olmaya ve Allah'ın Rasulüne çağırıldıkları zaman Allah ve Rasulünün hükmünü kabul et­mekten yüz çevirirler. O'nun hükmüne uymak yerine böbürlenirler.

Bu Rasulullah'ın (s.a.) hükmüne razı olmamaktır. Bu aynen şu ayet gibi­dir: "Sana indirilen Kitab 'a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Onlar tagutun hakemliğini istemektedirler. Halbuki onlar tagutu inkâr etmekle emrolundular. Şeytan onları gayet derin bir sapıklığa düşürmek istemektedir. Onlara: "Allah'ın indirdiğine (Kur'an a) ve Rasule gelin." denildiği zaman münafıkların senden yüz çevirdiklerini görür­sün." (Nisa, 4/60-61).

Bu ayette Rasulullah'ın (s.a.) hükmünün hak ve adalet üzerine kurulu Al­lah'ın hükmü olduğuna delâlet vardır.

"Eğer hak onların lehine ise Peygamberin huzuruna boyunlarını bükerek gelirler." Yani verilecek hüküm onların lehine ise onun sadece hakla hüküm ve­receğini bildikleri için, onun hükmünü kabul ederek, ona itaat ederek gelirler. Bu onların açıkça taraf olduklarına ve peşin menfaatlere talip olduklarına açık bir delildir. Onlar hakkın başkalarına ait olduklarını bildikleri yahut şüphe ettikleri zaman Hz. Peygamber'in (s.a.)hükmünden yüz çevirirler. Ama hakkın kendi lehlerine olduğunu bilirlerse nebevi hükmü kabul edip O'na razı olmaya koşarlar.

Sonra Kur'an-ı Kerim onların psikolojilerini tahlil etti. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Ya da Allah'ın ve Rasulünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korktular?"^

Yani onların bazan Hz. Peygamberin (s.a.) hükmünü kabul etmekte tered­düt edip şüpheye düşmeleri, bazan da ondan yüz çevirmeleri şu sebeplerden bi­riyle meydana gelmişti.

Ya onlar küfür ve nifak sebebiyle kalpleri hasta olan kimselerdir, hastalık anlardan ayrılmamaktadır. Yahut Allah ve Rasulünün hükümde onların aley­hine bir haksızlık yapacaklarından korkmaktadırlar.

Sebep ne olursa olsun bunlar sırf küfürdür. Allah da onların tamamını ve sıfatlarını gayet iyi bilmektedir.

Bu sebeple Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Hayır, onlar zalimlerin ta ken­dileridir. " Yani haksızlık yapan facirler asıl kendileridir. Onlar kendileri haksız oldukları halde haklı olana karşı haksızlık yapmak istemektedirler. Yoksa on­ar Rasulullah'm (s.a.) emin olduğunu, hükmünde adil olduğunu ve zulümden i-zak olduğunu bildikleri için Rasulullah'm (s.a.) kendilerine haksızlık yapaca-pndan korkmamaktadırlar. [114]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bir ilkeye veya prensibe inanmanın gerekleri vardır: Bu da açıkgözlülük, ;edbirli olmak, kesin inanç ve söz ve davranış uygunluğudur.

İslâm'ın ilk asrında ve her asırda içlerinde gizlediklerinin tersini ortaya tayan münafıklar İslâm'a arkadan vuran ve gerçekte İslâm'ı yıkmak, onun hü-ömlerinden ve esaslarından tamamen sıyrılmak isteyen korkak kâfirlerdir.

Bu Kur'an-ı Kerim'in arz ettiği onları rezil edecek bir şekildir: Hakkın tendi yanlarında olduğunu hissettikleri zaman onların Hz. Peygamber'in (s.a.) lûkmünü kabul ettiklerini görürsün. Çünkü olayların ispat ettiği gibi Hz. îfuhammed (s.a.) sadece hakla hükmeder.

Hakkın başkalarının yanında olduğunu bildiklerinde ve hakkı inkâr et-~Tk istediklerinde heva ve hevesleriyle hükmeden Peygamber düşmanlarının il-;emliğine müracaat ederler.

"Yoksa" kelimesi soru içindir. Bu da Allah için caiz değildir. Bundan murad sadece onlar hakkında bilgi vermektir. Bu ayet Cerir'in şu sözü gibidir: - Siz deveye binenlerin en hayırlısı değil misiniz?

Ayetin manası onların böyle olduklarını ispat etmeyi ifade etmektedir. Eğer soru hakiki manasında olsaydı onları kötülemiş olurdu. Ayetteki soru azarlama ve zem hususunda iaha belâgatli olduğu için getirilmiştir.

Onlar kalplerindeki inkarcılık ve münafıklık hastalığı yüzünden Hz. Pey­gamberin (s.a.) peygamberliğinde ve adaletinde şüpheye düşerler. Aslında on­lar zalimdirler. Yani Allah Tealâ'nm hükmünden yüz çevirdikleri için hakları inkâr etmek isteyen inatçı kâfirlerdir. Halbuki Allah ve Rasulünün hükmünde en küçük bir haksızlık yoktur.

Kendi menfaatleri olduğu zaman İslâmla pazarlığa giren ve müslümanla-ra yaranmak isteyenlerin âdeti böyledir. Bunlar menfaat kaybolduğu ve değiş­tiği zaman İslâm'dan ve İslâm kervanından uzaklaşıverirler.

Bu ayet hakime davet edenin davetine icabet etmenin vacip olduğuna de­lildir. Çünkü Cenab-ı Hak kendisiyle hasmı arasında Peygamberin hüküm ver­mesi için Rasulüne davet olunup da bunu reddeden kimseyi en ağır şekilde zemmetmekte ve "Onların kalplerinde bir hastalık mı var?" buyurmaktadır. Dolayısıyla hakimin meclisine davet edilen herkesin, hakimin fasık olduğunu kesinlikle bilmesi yahut davalı ya da davacı ile hakim arasında düşmanlık ol­duğunu bilmesi durumu hariç bu davete icabet etmesi vaciptir.

Bilindiği gibi, müslümanla zimmî arasında hüküm verme, yargılama müs-lüman hakimlere aittir. Zimmîlerin bu konuda hiçbir haklan yoktur. Zimmîle-rin kendi aralarında hüküm vermeleri ise kendilerine racidir. Eğer her iki ta­raf karşılıklı olarak razı olur, İslâm hakimine gelirlerse İslâm hakimi isterse onların aralarında hüküm verir, isterse vermeyebilir. [115]

 

Müminlerin İtaatleri Ve Emirlere Uyma Görevleri

 

51- Aralarında Peygamberin hükmetme­si için Allah'a ve Rasulüne davet edil­dikleri zaman müminlerin sözü ancak: 'İşittik ve itaat ettik." olur. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

52- Kim Allah'a ve Rasulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa iş­te onlar gerçek kazancı elde edenlerdir.

53- Onlar (münafıklar) kendilerine em­rettiğin takdirde, mutlaka cihada çıka­caklarına dair en ağır yeminleriyle Al­lah'a yemin ettiler. Sen onlara şöyle de: "Yemin etmeyin. Nasıl itaat ettiğiniz malûmdur. Şüphesiz ki Allah yaptıkları­nızdan haberdardır."

54-  (Ey Muhammed!) Onlara: "Allah'a itaat edin. Rasul'e itaat edin." de. Eğer siz yüz çevirirseniz Peygamber ancak kendisine yükletilen vazifeden, siz de ancak kendinize yükletilen vazifeden sorumlusunuz. Eğer O'na itaat ederse­niz hidayeti bulursunuz. Peygamber'e düşen görev sadece apaçık bir tebliğdir.

 

Belagat:

 

"En ağır yeminleriyle Allah 'a yemin ettiler." ibaresi istiaredir. Mübalağa ile ve üstüste te'kitlerle yapılan yeminler güç yetiremeyeceği zor bir işi kendine yükleyen kimseye benzetilmiştir.

"Peygamber ancak kendisine yükletilen vazifeden, siz de ancak kendinize yükletilen vazifeden sorumlusunuz." ifadesinde müşakele sanatı vardır. Yani ona düşen tebliğ etmektir. Yalanlamanızın günahı elbette ki size aittir. [116]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne" Allah Te-alâ'nın ve Rasulünün hükmüne "davet edildikleri zaman müminlerin sözü an­cak: "İşittik ve kabul ettik." olur. Yani onlara lâyık olan, onlara yaraşan söz icabet etmek suretiyle itaat ettiklerini bildirmektir. "İşte bunlar kurtuluşa erenle­rin" kurtulanların "ta kendileridir."

"Kim Allah'a ve Rasulüne" emrettikleri hususlarda ya da farz ve sünnet­lerde "itaat eder, Allah'tan korkarsa" geçmişte kendisinden sadır olan günahla­rı sebebiyle Allah'ın azabından korkarsa ve bundan sonraki ömründe de O'na itaat etmek suretiyle isyandan "sakınırsa, işte onlar gerçek kazancı" Allah'ın cennetlerinde ebedî nimetleri "elde edenlerdir".

Ey Muhammedi "Onlar" yani münafıklar "kendilerine" cihada çıkmayı ya da mallarını ve evlâtlarını terk etmeyi "emrettiğin takdirde mutlaka cihada çı­kacaklarına dair" vallahi biz cihada çıkacağız diyerek "en ağır yeminleriyle ye­min ettiler. Sen onlara şöyle söyle: "Yalan yere "yemin etmeyin. Nasıl itaat etti­ğiniz malûmdur." Sizden istenen meşru bir şekilde itaattir. Yoksa yemin etmek ve inkâr dolu münafıkça itaat etmek değildir. "Şüphesiz ki Allah yaptıklarınız­dan haberdardır." Onların hiçbir gizli sırları Allah'a gizli kalmaz.

Ey Muhammedi Onlara: "Allah'a itaat edin. Rasul'e itaat edin, de." Bu Al­lah'ın onlara yaptığı hitabın aynı ifadeyle tebliğ edilmesi emri olup onları sus­turmak için mübalağa şeklindedir. "Eğer siz yüz çevirirseniz..." yani kabul et­mezseniz "Peygamber ancak kendisine yükletilen vazifeden, siz de ancak kendi­nize yükletilen vazifeden mesulsünüz." Yani Muhammed'in üzerine düşen yük­lendiği tebliğ vazifesini yerine getirmektir. Sizin üzerinize düşen de emre uy­mak, itaat etmektir. Verdiği hükümde "O'na itaat ederseniz hidayeti" hakka "bulursunuz. Peygamber'e düşen" sizin yüklendiğiniz hususları "apaçık" bir şe­kilde "tebliğ etmektir." [117]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de batılın ardından hakkı zikredip, yapılması uygun olmayan şeyleri reddettikten sonra uygun olanları zikretmesi şeklindeki ilâhî âdetine uygun olarak; münafıkların sözlerini, davranışlarını nifak üzerine devam etmelerini ve hakikî imanı reddetmelerini anlattı. Daha sonra itaat ve emre uyma konusunda iman ehlinin durumunu, kâmil müminin sıfatlarını ve müminlerin girmeleri gereken yolu gösterdi. [118]

 

Açıklaması

 

Şu sıfatlar Allah ve Rasulüne icabet eden, Allah Tealâ'nın kitabına ve Ra-sulünün sünnetine uyan müminlerin sıfatlarıdır:

'Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne davet edil­dikleri zaman müminlerin sözü ise ancak: "İşittik ve kabul ettik." olur. İşte bun­lar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."

Yani imanlarında sadık olan müminlerin tavrı ve âdeti, bir kimse kendile­rinden kaynaklanan anlaşmazlıklarda Allah'ın ve Rasulünün hükmüne çağır­dığı zaman: "İşittik kabul ediyoruz ve itaat ediyoruz." demeleridir. Bu sebeple Allah Tealâ onları kurtuluşa ermekle tavsif etti. İşte bunlar istenilen dereceye ulaşmak, korkulan şeylerden salim olmak, korkulardan kurtulmak suretiyle gerçek kazancı elde edenlerdir.

Kabul ve itaat ilk müslümanlarla yapılan ilk misakm (anlaşmanın) ana mihveridir. İlk Akabe Biatı'nda Ubade b. Samit'in rivayet ettiği gibi Ensar'dan 12 kişi meşru hususlarda kabul edip itaat etmek hususunda Peygamberimiz'e (s.a.) biat etmişlerdi.

Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Necîh el-Irbad b. Sariye'den (r.a.) rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) sahabeye vaazda bulunmuş ve şöyle buyur­muştu: "Size Allah korkusunu, Allah'ın emirlerini kabul edip itaat etmenizi tavsiye ederim..."

Ubade b. Samit (r.a.) kardeşinin oğlu Cünade b. Ebî Ümeyye'ye ölüm has­talığı sırasında vasiyette bulunarak şöyle demişti:

- Senin lehinde ve aleyhinde olan hususları sana haber vereyim mi? Cünade:

- Evet, dedi. Ubade şöyle dedi:

- Senin üzerine düşen görev, zor veya kolay, hoşuna giden veya hoşuna git­meyen emirleri kabul edip itaat etmek ve bu emirleri kendi nefsine tercih et­mektir. Dilini adaletle kullanmalısın. Sana Allah'a karşı açık bir isyan emret-medikçe idareye ehil olanla çekişmemelisin. Sana Allah'ın kitabına aykırı bir şey emrettiğinde Allah'ın kitabına uy.

Ebu'd-Derdâ diyor ki: Allah'a itaat olmadıkça İslâm olmaz. Hayır, sadece cemaatte vardır. Nasihat Allah için, Rasulü için, halife ve bütün müminler içindir.

Cenab-ı Hak daha sonra Allah ve Rasulü için yapılan her taatin gerçek ka­zancı gerçekleştireceğini beyan ederek şöyle buyurdu:

"Kim Allah ve Rasulüne itaat eder, O'na sığınırsa işte onlar gerçek kazancı elde edenlerin ta kendileridir." Yani kim emrettikleri hususlarda Allah ve Rasu­lüne itaat ederse, nehyettikleri hususları terk ederse, geçmiş günahları için Al­lah'tan korkarsa, gelecek günleri için de O'ndan sakınırsa işte bu kimseler her hayrı kazanan, dünya ve ahirette her çeşit kötülükten emin olan kimselerdir.

Allah Tealâ daha sonra bu müminlerin tavrı ile her zaman çok sayıda bu­lunan münafıkların tavrını karşılaştırdı. Münafıkların Rasulullah'm (s.a.) hük­münden hoşlanmadıklarını beyan ettikten sonra münafıkların itaat hususun­daki tavırlarını tekrar ortaya koyarak şöyle buyurdu:

"Ey Muhammedi Münafıklar kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka ci­hada çıkacaklarına dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler." Yani nifak ehli ağır ve şiddetli yeminler ederek ve son derece mübalağa yaparak Peygam­berimiz'e (s.a.) eğer kendilerine cihadı ve mücahitlerle çıkmayı emredecek olur­sa istediği şekilde cihada çıkacaklarını söylediler. Şöyle diyorlardı: Allah'a ye­min olsun ki, bize diyarımızdan, mallarımızdan ve hanımlarımızdan vazgeçme­mizi emredip cihadı emredersen cihad ederiz.

Allah Tealâ onların yalanlarını beyan ederek şöyle cevap verdi:

"Sen onlara şöyle de: Yemin etmeyin. Nasıl itaat ettiğiniz malûmdur." Ya Muhammedi Onlara şöyle de: Yemin etmeyin. Sizden istenen meşru bir itaattir. O da dille doğruluk, kalple ve fiille tasdik etmektir. Bunun manası, "Sizin ne şekilde itaat ettiğiniz malûmdur, bu ise kalben tasdik olmaksızın sadece dille itaat etmek, fiil olmaksızın sadece sözle itaat etmektir, ne zaman yemin ettiy­seniz yalan söylediniz." demektir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kendilerinden hoşnut olma­nız için size yemin ederler. Eğer siz onlardan razı olursanız şüphesiz Allah fa-sıklar topluluğundan razı olmaz." (Tevbe, 9/96).

"Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah yoluna engel oldular. İşte onların hakkı horlayıcı bir azaptır." (Mücadile, 58/16).

^Bu'ıîaae yalan yere yapnan\)oş yettnnoen ne^fe. im »İîMltagfiJîgft gerektiği şekilde olsaydı, ondan nehyetmek caiz olmazdı. Bununla onların ye­minlerinin münafıklıkları sebebiyle olduğu ve onların içlerinin dışlarına uyma­dığı ortaya çıkmıştır.

"Şühhesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Yani Allah sizin gizli-

dardır. Bizin yalancı yeminlerinizi âe.kuftatt.m'n ğ'ÖTm\\eYmu& OtenfefiİT,

ve müminleri aldatma gibi her şeyi gayet iyi bilir; dolayısıyla her kötü amele

karşı size ceza verir. Bu bir tehdit ve korkutmadır.

Cenab-ı Hak daha sonra onlara teşvikte bulunup korkutarak şöyle buyurdu:

"De ki: Allah'a itaat edin. Rasul'e itaat edin." Ey Rasulüm! Onlara şöyle de: Allah'ın kitabına ve Rasulünün sünnetine uyun. Bu ifade münafıkların Allah'ın kitabına ve rasulünün sünnetinde bulunanlara itaat etmediklerine delildir.

"Eğer yüz çevirirseniz Peygamber ancak kendisine yükletilen, siz de ancak kendinize yükletilen vazifeden mes 'ulsünüz." Eğer O'ndan yüz çevirip size getir­diği hususları terk ederseniz, Rasül'e düşen görev ilâhî mesajı tebliğ etmek ve emaneti yerine iade etmektir. Sizin üzerinize düşen bunu kabul etmek ve em­rettiği hususlarda O'na itaat edip Onu ta'zim etmektir. Sizin üzerinize yükleti­len vazife ise itaattir.

"Eğer O'na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygamber'e düşen sa­dece apaçık bir tebliğdir." Yani bu Peygamber'e size emrettiği ve nehyettiği hu­suslarda itaat ederseniz hakka nail olursunuz. Çünkü O doğru bir yola davet etmektedir. Rasul'e düşen sizin muhtaç olduğunuz şeyleri apaçık bir şekilde tebliğ etmektir. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir. "Senin üzerine düşen sadece tebliğdir. Hesabı görmek de bize aittir." (Ra'd, 13/40). Ya Muhammed sen hatır­lat! Sen sadece hatırlatıcısın. Onların üzerine zorla hükmedici değilsin. [119]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah Tealâ bu ayetlerde itaat noktasında yani emir ve nehiy hususunda kendisine ve Rasulullah'a (s.a.) itaat noktasında, müminlerle münafıklar ara­sında karşılaştırma yaptı.

Çünkü sadık müminler -ki bu ayetlerin indiği sırada bunlar muhacir ve ensar idiler- Allah Tealâ'nın kitabına ve Rasulü'nün (s.a.) hükmüne davet edil­dikleri zaman hiç beklemeden ve tereddüt etmeden: "Kabul ettik, itaat ettik." derler.

Onlar bu sözlerinde kayba uğramadılar. Sadece dünya ve ahirette kendile­ri için kurtuluş ve gerçek kazancı temin ettiler. Bundan dolayı kim Allah Te­alâ'nın emirlerine itaat ederse ve Rasulullah'ın (s.a.) hükmüne ve emrine sarı-lırsa, geçmiş günahları için Allah'ın azabından korkarsa ve ömrünün gelecek döneminde Allah'tan sakınırsa o kimse her çeşit hayrı kazanan ve her çeşit ser­den uzaklaşan kimselerden olur.

Eşlem anlatıyor: Hz. Ömer (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) mescidinde na­maz kılarken birden baş ucunda Rum diyarından bir adam beliriverdi: Adam:

- Eşhedü en-lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden rasulullâh, di­yordu. Hz. Ömer (r.a.) ona:

- Durumun nedir? diye sordu. Adam:

- Allah için müslüman oldum, dedi. Hz. Ömer (r.a.):

- Bunun bir sebebi var mı? diye sordu. Adam:

- Evet, ben Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i ve peygamberlerin kitaplarından pek-çoğunu okudum. Bir esirin Kur'an'dan geçmiş kitaplarda olan herşeyi içinde toplayan bir ayet okuduğunu duydum. Anladım ki bu Allah tarafindandır. Bu­nun üzerine müslüman oldum dedi, Hz. Ömer (r.a.):

- Bu ayet nedir? diye sordu. Adam:

-  Cenab-ı Hakk'ın şu ayetidir: "Kim" farzlarda "Allah'a" sünnetlerde "Ra-sulüne" itaat eder, geçmiş ömründe "Allah'tan korkar" ömrünün geriye kalan kısmında "O'ndan sakınırsa işte onlar gerçek kazancı elde edenlerdir." Kazanan kimse cehennemden kurtulan ve cennete girendir. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) Beyhakî'nin rivayetine göre şöyle dedi:

- Peygamberimiz (s.a.) buyurdu ki: "Bana özlü sözler verildi."

Münafıklara gelince, bunlar en ağır yeminlerle güçleri yettiği kadar gele­cekte Peygamber (s.a.) ile birlikte cihad edeceklerine ve emrettiği hususlarda ona itaat edeceklerine yemin ediyorlar. Fakat onların yeminleri yalandır. Bu­nun için Allah onları bu çirkin yalan yeminden nehyetti. Müminlerin nezdinde bilinen itaati emretti. Bu itaat kalbin itilâsından doğan bir itaattir. Bundan sonra ise yemine ihtiyaç yoktur. Zira Allah onların, sözle itaat ettik deyip de fi­ilinde aykırı davranarak işledikleri amellerden haberdardır.

Cenab-ı Hak daha sonra insanlara Allah'ın emirlerine ve Rasulü'nün hük­müne hiç nifak olmaksızın ihlâsla itaat etmeleri emrini te'kit etti.

Eğer itaatten yüz çevirirlerse Peygamber'e (s.a.) düşen sadece ilâhî mesajı tebliğ etmek, onlara düşen ise Hz. Peygamber'e itaat etmektir. Ona itaat eder­lerse hakka nail olurlar.

Cenab-ı Hak hidayete ermeyi kendisine itaat etmekle birlikte zikretti. Daha sonra da Rasulü (s.a.) üzerine düşen görevin insanların mükellef oldukları hususları hiçbir leke bulunmayan apaçık bir şekilde tebliğ etmek olduğunu te'kit etti. Peygamber hiçbir kimseyi gerçek imana zorlamaz. Hiçbir insanı en doğru dine zorla çağırmaz.

Selef alimlerinden biri diyor ki: Kim sünneti söz ve davranışlarında nefsi­ne emir olarak tayin etmişse hikmetle konuşur. Kim de heva ve hevesini söz ve davranışlarında nefsine emir olarak tayin etmişse bidatle konuşur. Bunun de­lili ise: "Siz O'na itaat ederseniz hidayete nail olursunuz." ayetidir. [120]

 

İmanın Temelleri

 

55- Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, kendilerinden öncekileri kâfirlerin ye­rine getirdiği gibi mutlaka onları da yeryüzüne hakim kılacak, kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice yerleşti­recek ve kendilerini korkularından son­ra emniyete kavuşturacaktır. Onlar sa­dece bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan son­ra inkâr ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir.

56- Namazı dosdoğru kılın. Zekâtı verin ve Peygamber'e itaat edin ki rahmete eresiniz.

57- Sakın yeryüzünde kâfirlerin başka­larını aciz bırakacaklarını sanma. Onla­rın varacakları yer Cehennem'dir. O ne kötü bir dönüş yeridir!

 

Belagat:

 

"... ve kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır." Ayetteki korku" ve "emniyet" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. [121]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki," ifadesindeki hitap Rasulullah'a (s.a.) ve ümmetinedir. "kendilerinden önce­kileri" İsrailoğullarını "kâfirlerin yerine" Firavun ve benzeri diktatörlerin yeri­ne Mısır ve Filistin'de "getirdiği gibi muhakkak onları da yeryüzüne hakim kı­lacak, " Meliklerin ülkelerinde tasarrufta bulundukları gibi onları da yeryüzün­de tasarrufta bulunan halifeler kılacaktır, "kendileri için razı olup seçtiği dinle­rini" İslâm'ı güçlendirmek, sabitleştirmek ve bütün dinlere hakim kılmak sure­tiyle "iyice yerleştirecek" Ayette geçen "temkin" kelimesi bu dinin temellerini iyice sağlam atmak ve sahiplerini güçlü kılmak suretiyle bu dini iyice yerleştir­mek demektir, "ve kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır." Kâfirlerden korktukları bir zamandan sonra onları güven ve barış durumuna ulaştıracaktır. Allah bu zikredilen hususlardaki vaadini yerine getirmiştir. Ra-sulullah (s.a.) ve ashabı Mekke'de on sene korku içinde yaşamışlardı. Daha sonra Medine'ye hicret ettiler. Sabah-akşam silâh kuşanmış halde seferberlik halinde idiler. Nihayet Allah vaadini gerçekleştirdi, onları bütün Araplara ga­lip kıldı. Onlara doğu ve batı beldelerinin fethini nasip etti. Bu ayette gaybı (gelecekte olacak olayları) aynen olduğu gibi haber vermek suretiyle peygam­berliğin ve raşid halifelerin doğruluğuna delil vardır. "Onlar sadece bana iba­det ederler." ifadesi bu vaadi tevhid üzerine sebatkâr olmakla sınırlamak için "ellezine" kelimesinden haldir. Yahut yeryüzüne hakim olmak ve emniyete ka­vuşmak gerektiren durumu bildirmek için yeni bir "isti'naf' cümlesidir.

"Kim bundan sonra inkâr ederse..." yani dinden dönerse ya da vaadden sonra veya hilâfetin gerçekleşmesinden sonra dinden dönerse, "işte bunlar fa-sıkların" yani fasıklığı kâmil olanların "ta kendileridir." Bir kısım insanlar bu gibi ayetlerin apaçık ortaya konmasından sonra dinden döndüler, ya da bu bü­yük nimeti inkâr ettiler. Bunu ilk inkâr edenler Hz. Osman'ın (r.a.) katilleridir. Bunlar daha önce kardeş iken birbirleriyle çarpışmışlardır. "Namazı dosdoğru kılın. Zekâtı verin ve Peygamber'e itaat edin...." ayeti "Allah'a itaat edin." kav­line atfedilmiştir. Emrolunan şeylere vaad edilmesi şeklinde ara cümlesi uzun olsa bile bu ayet Rasulullah'a (s.a.) itaatin vacip olduğunu tekit etmek ve rah­meti itaate bağlı kılmak için Rasulullah'a (s.a.) itaat emrinin tekrarı olmakta­dır. "Peygamber e itaat edin ki merhamete nail olasınız." Yani merhameti ümit ederek bu şekilde hareket edin.

"Sakın yeryüzünde kâfirlerin başkalarını aciz bırakacaklarını" yani Allah'ın onları yok etmeye kadir olamayacağını, onların bundan kurtulacaklarını "san­ma. " Bu hitap Peygamberimiz'edir. Yani Ey Muhammedi Kâfirlerin Allah'ı kendi­lerine erişmekten ve onları yeryüzünde helak etmekten aciz bırakacaklarını zan­netme. "Onların varacakları yer Cehennem 'dir." Onların dönüş yeri cehennemdir. Bu ifade mana açısından "Sakın yeryüzünde kâfirlerin başkalarını aciz bıraka­caklarını sanma." ayetine atfedilmiştir. Sanki "küfredenler Allah'tan kurtulama­yacaklar ve onların varacakları yer Cehennem'dir." denilmiş gibidir. Bununla murad edilen kimseler en ağır yeminleriyle Allah'a yemin eden kimselerdir. "O ne kötü bir dönüş yeridir!" Yani varacakları yer ne kötü yerdir! [122]

 

Nüzul Sebebi

 

Hâkim'in rivayet edip sahihtir, dediği ayrıca Taberanî'nin Übeyy b. Ka'b-dan (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerife göre Rasulullah (s.a.) ve ashabı Medine'ye gelip de Ensar onlara yardımcı olduklarında bütün Araplar tek bir ok gibi onla­rı hedef almışlardı. Müminler silâhla yatıp silâhla kalkıyorlar ve:

- Ne dersiniz, biz de emniyet ve huzur içinde geceleyeceğimiz, Allah'tan başka hiç kimseden korkmayacağımız bir zamana erişecek miyiz? diyorlardı. Bunun üzerine "Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle va­ad etmiştir ki..." (Nur, 24/55) ayeti indi.

İbnî Ebî Hatim, Berâ b. Azib'den (r.a.) rivayet ediyor: Bu ayet bizim şid­detli bir korku içinde bulunduğumuz sırada bizim hakkımızda nazil oldu. [123]

 

Ayetler Arası İlişki

 

İtaat ve itaatin "Kim Rasulullah'a (s.a.) itaat ederse hakka yol bulur ve cenneti kazanır." şeklindeki neticeleri hakkında söz ettikten sonra Cenab-ı Hak itaatkâr müminleri yeryüzünde halife ve iktidarla te'yit edeceğini, dinini bütün dinlere hakim kılacağını, onları düşmanlarından korkma yerine emniyete ka­vuşturacağını vaad etti. Bunun üzerine onlar da Allah'a hiçbir şeyi şirk koşma­dan, korkmadan emniyet içinde O'na kulluk ederler.

Cenab-ı Hak daha sonra onlara bu nimetlere şükür olarak namaz ve zekâ­tı emretti. Kâfirlerin helak olacakları ve cehennem ateşine sokulacakları şek­lindeki geçen vaadin gerçekleşmesiyle onların gönüllerini tatmin etti. [124]

 

Açıklaması

 

"Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki, mutlaka kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine getirdiği gibi onları da yeryüzünde mirasçı kılacaktır."

Yani Allah kendilerinden şu iki vasfı yani Allaha ve Rasulüne iman etme ve kulu Allah Tealâ'ya yaklaştıracak, O'nu razı kılacak salih amel işleme vasıf­larını bir arada bulunduran kimselere şu vaadde bulunmuştur: Peygamber'in < s.a.) ümmetini yeryüzünden halifeler, yani ülkeleri salâha ve huzura kavuştu­racak önemli liderler ve yöneticiler kılacağını vaad etmiştir. Nitekim Hz. Da-vud ve Süleyman'ı (a.s.) da yeryüzünde örnek liderler kılmış, diktatör Firavun­ların helak edilmesinden sonra İsrailoğulları'nı Mısır ve Şam'a varis kılmıştı.

Ayetteki "Minküm" Sizden, sizin içinizden ifadesindeki (min) harfi Fetih Suresi'nin son ayetinde yer alan (min) harfi gibi "beyan (açıklama)" içindir: "Al­lah onların içinden iman edip salih amel işleyenlere büyük bir ecir ve mağfiret vaad etmiştir" (Fetih, 105/ 29).

Allah'ın vaadinin sadık ve mutlaka gerçekleşecek olması sebebiyle Cenab-ı Hak "Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez." (Zümer, 39/20) buyurdu­ğu gibi, bu vaadini de yerine getirmiştir. Arap yarımadasında müslümanları hakim kılmıştır. Daha sonra müslümanlar doğu-batı ülkelerini feth etmişler, kisraların (İran hükümdarlarının) mülkünü ve hazinelerini ele geçirmişler, kayserlerin (Rum imparatorlarının) ülkesini fethetmişlerdir. Peşpeşe gelen ha­lifeliklerle yani Raşid Halifeler, sonra Şam ve Endülüs'teki Emevî halifeleri, daha sonra Abbasi halifeleri, son olarak da 20. asrın ilk çeyreğinin sonuna 1924 yılında halifeliğin ilga edilmesine kadar devam eden Osmanlı Halifeleri ile İslâm devleti güçlü, kuvvetli bir devlet olarak hayatını devam ettirmiştir.

Peygamberimiz'in (s.a.) zamanında Mekke, Hayber, Bahreyn, Arap yarı­madasının diğer kısımları ve Yemen'in tamamı fethedilmişti. Hecer mecusile-rinden bazı Şam beldelerinden cizye alınmıştı. Rum kralı Heraklius, Mısır'daki Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs, Habeşistan Kralı Necaşi ve Umman kralı Pey-gamberimiz'e (s.a.) hediyeler göndermişlerdi.

Raşid Halifeler devrinde doğuda ve batıda pek çok ülkeler fethedilmişti.

Bunların arasında İran ve Rum diyarının Irak ve Şam'da pek çok şehirleri, Mı­sır ve bazı Kuzey Afrika ülkeleri de vardı. Irak şehirleriyle, Horasan ve Ehvaz şehirleri fethedilmiş, bu savaşlarda Tatar ve Moğollardan pek çok kişi öldürül­müştü.

Emevî devrinde geniş fetihler devam etmiş, Endülüs ve Hindistan'a kadar yayılmıştı.

Abbasî devrinde İslâm diyarının çeşitli kısımlarında İslâm idaresi istikra­ra kavuşmuştu.

Osmanlı Devleti zamanında İslâm toprakları doğu ve batının en uç nokta­larına kadar genişlemişti. Endülüs'ün en uç noktasına kadar batı toprakları, İstanbul, Kıbrıs, Atlantik okyanusuna kadar Kayravon ve Septe toprakları fet­hedilmiş, Fetih, Çin diyarının en doğu noktasına kadar uzanmıştı.

Buharî, Müslim ve İmam Ahmed'in Müsned'inde yer alan Peygamberi-miz'in (s.a.) şu hadis-i şerifi gerçekleşmişti: "Allah bana yeryüzünü dürdü. Do­ğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü (varlığı) dürülen yere kadar ulaşacak."

Bu ayetin benzeri şu ayetler vardır: "Hatırlayın ki bir zaman sayınız azdı. Yeryüzünde ezilmiştiniz. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Öyle iken Allah sizi barındırdı, yardımıyla destekledi ve sizi helâl ve temiz şey­lerle rızıklandırdı ki şükredesiniz."

"Biz ise istiyorduk ki yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunalım. Onları ön­derler yapalım. Onları varisler kılalım. Ve onları yeryüzünde yerleştirelim. Fi­ravun'a, Haman'a ve askerlerine sakındıkları şeyi o zayıfların eliyle göstere­lim." (Kasas, 28/5-6).

"... kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice yerleştirecektir." Yani İs­lâm dinini yeryüzünde hakim ve sabit kılacak, izzetli, güçlü, kuvvetli, düşman­larının gözünde korku uyandıran, küfür milletine karşı muzaffer yapacaktır.

"... kendilerini korkularından sonra emniyete kavuşturacaktır." Yani onla­rın durumlarını korkudan emniyete çevirecektir.

Peygamberimiz (s.a.) Adiyy b. Hatim geldiğinde:

- Hîre'yi bilir misin? diye sordu. Adiyy:

- Bilmiyorum, ama duydum, dedi. Peygamberimiz (s.a.):

- Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki Allah bu dini tamamlayacak, hatta devenin üstündeki hevdec (kafes) içerisindeki kadın Hîre'den yola çıka­cak, hiçbir arkadaşı olmadan gelip Beytullah'ı tavaf edecektir. Kisra b. Hür­müz'ün hazineleri de fethedilecektir, buyurdu. Adiyy:

- Kisra b. Hürmüz'ün hazineleri mi? dedi. Efendimiz:

-  Evet, Kisra b. Hürmüz'ün hazineleri. Mal çok bollaşacak, hatta kimse mal (sadaka) kabul etmeyecek.

Adiyy b. Hatim diyor ki: "Bugün Hîre'den yolcu kadın yola çıkıyor, yanında hiçbir kimse bulunmadan Mekke'ye geliyor, Kâ'be'yi tavaf edip geri dönüyor. Ayrıca ben Kisra b. Hürmüz'ün hazinelerini fetheden ordu içerisindeydim. Nef­simi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki üçüncüsü (malın bollaşması) mutlak olarak gerçekleşecektir. Çünkü bunu Rasulullah (s.a.) söylemiştir."

Üçüncü haber adaletli raşid halife Ömer b. Abdülaziz (rh.a.) zamanında gerçekleşmiştir.

İmam Ahmed'in Übeyy b. Ka'b'dan (r.a.) rivayet ettiğine göre Peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu ümmet yücelik, yükseklik, dindarlık, zafer ve yeryüzüne hakim olmakla müjdelendi. İçinizden kim ahiret amelini dünya için işlerse o kimsenin ahiretten hiçbir nasibi yoktur."

Cenab-ı Hak daha sonra bu ümmetin yeryüzüne hakimiyeti esnasındaki durumunu yahut yeryüzüne hakim olma sebebini şöyle beyan etti:

"Onlar sadece bana ibadet ederler.[125] Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar." Ya­ni bu ümmet hiçbir ortağı olmayan bir Allah'a ibadet eder. Allah Tealâ'ya iba­deti bırakıp şirke dönmezler. Allah onlara bu müjdeyi ibadet etmeleri ve ihlâslı olmaları halinde vaad etmiştir.

İmam Ahmed, Buharî ve Müslim Muaz b. Cebel'den (r.a.) Peygamberi­mizin (s.a.) şu hadisini rivayet ederler: "Allah'ın kulları üzerindeki hakkı O'na hiçbir şeyi şirk koşmadan kulluk etmeleridir. Kulların da Allah'ın üzerindeki hakkı onlara azap etmemesidir."

"Artık bundan sonra kim inkâr ederse işte onlar fasıkların ta kendileridir." Yani kim dinden dönerse veya bu nimete nankörlük ederse "Allah 'm nimetleri­ni inkâr ederse..." (Nahl, 16/112) yahut Rabbine itaat etmekten vazgeçer ve O'nun emrinden çıkarsa işte onlar bu büyük nimeti inkâr etmeleri ve üzerle­rinde olan Allah'ın lütfunu unutmaları sebebiyle fasıklıkları tam olan kimse­lerdir, onlar tam anlamıyla fasıktırlar.

Ümmetin içinden bazılarında bazan nankörlük görülebilir. Buharî ve Müs­lim'in Sa/u'A'lerindeki şu hadis buna delildir: "Ümmetimden bir gurup hak üze­rinde devam edecekler. Kıyamete kadar onları hiçe sayanlar ya da onlara mu­halif olanlar kendilerine zarar veremezler."

Allah'a ve Rasulullah'a (s.a.) itaati emrettikten sonra Cenab-ı Hak nimete şükür olarak namaz kılmayı, Allah'ın fakir kullarına bir iyilik olmak üzere ze­kât vermeyi ve te'kit olmak üzere Rasulullah'a (s.a.) itaati emrederek şöyle bu­yurdu:

"Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Peygamber'e itaat edin ki merha­mete nail olasınız." Yani namazı vaktinde rükün ve şartları tam olarak eda edin. Hiçbir ortağı olmayan tek olan Allah'a ibadet edin. Sizin üzerinize farz kı­lınan, zayıf ve fakirlere iyilik olan zekâtı verin. Emrettiği, nehyettiği ve yasak­ladığı hususlarda Allah Rasulüne (s.a.) itaat edin. Umulur ki bu sebeple Allah size rahmet eder ve sizi acıklı bir azaptan kurtarır. Hiç şüphe yok ki kim bunu yaparsa Allah ona rahmet edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlara Allah rahmet edecektir." (Tevbe, 9/71).

Allah Tealâ'ya ve Rasulüne (s.a.) itaati görmezden gelenler ise Allah Te-alâ'nın buyurduğu gibidir:

"Sakın yeryüzünde kâfirlerin başkalarını aciz bırakacaklarını sanma. On­ların varacakları yer Cehennem'dir. O ne kötü bir dönüş yeridir!" Yani Ey Pey­gamber! Sana muhalefet edenlerin, seni yalanlayanların, senin peygamberliği­ni inkâr edenlerin Allah'ı aciz bırakacaklarını, Allah onları helak etmeyi mu-rad ettiği zaman kaçacaklarını sanma. Bilâkis Allah onlara kadirdir. Buna kar­şılık onları dünyada hastalık, tasa, endişe ve intihar gibi çeşitli ferdî azaplarla ve savaşlarda öldürülmek, depremler, volkanlar, yangınlar ve boğulmak gibi toplu afet ve azaplarla onlara azap edecektir. Ahirette onların varacakları yer cehennem ateşidir. Kâfirlerin varacağı yer ne kötüdür. Orası ne kötü bir dönüş yeri, ne kötü bir karargâhtır. [126]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu esaslar en önemli prensibi iman ve salih ameli bir arada toplamak olan ana prensip ve kaideleri bildiren iman devletinin esaslarıdır.

Bu esasların meyvesi ve neticesi ilk olarak Allah'ın dünyada izzet ve yer­yüzünde liderlik vaadi, İslâm'ın küfre karşı zaferi ve razı olunan bu dinin -İs­lâm dininin- yeryüzünde yerleşmesi, tespit edilmesi, kökleşmesi, tüm insanlığa güven vermesi, mensuplarını güvene kavuşturması ve içlerinde bulundukları korkuyu ortadan kaldırmasıdır. İkinci olarak, ahiret Allah'ın rahmetinin elde edilmesidir.

Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:[127]

1- Allah için "kelâm" sıfatının ve O'nun "mütekellim" olmasının ispat edil­mesi. Çünkü vaad kelâm çeşitlerinden biridir. Bir çeşitle tavsif edilen onun cin­siyle de tavsif edilmiş olur.

2- Allah Tealâ "hayat" ve dilediği her türlü işi yapmaya "kudret" sahibidir. Çünkü O şöyle buyurmaktadır: "... Mutlaka kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine getirdiği gibi onları da yeryüzünde hakim kılacak, kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice yerleştirecek ve kendilerini korkularından sonra em­niyete kavuşturacaktır." Az önce geçen açıklamada beyan ettiğimiz gibi Cenab-ı Hak bütün bunları yerine getirmiştir. Bu hususlar ancak bütün işlere kadir olan bir varlık tarafından yerine getirilebilir.

3-  "Onlar yalnız bana ibadet ederler." ifadesi gereğince ibadete lâyık olan sadece Allah Tealâ'dır, demektir.

4-  "Bana hiçbir şeyi şirk koşmasınlar." ifadesinin delaletiyle Allah Tealâ ortak edinmekten münezzehtir. Bu başka bir ilâhı reddetmeye delildir; ayrıca ister Sabiîlerin dediği gibi bir yıldız, isterse putperestlerin dediği gibi bir put olsun, Allah Tealâ'dan başka hiçbir varlığa ibadet edilmesinin caiz olmadığına delâlet etmektedir.

5-  Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliği sahihtir. Çünkü "Allah onları yeryüzünde hakim kılacaktır.''ayetinde gaybdan haber vermiştir. Bu mucizevî haber gerçekleşmiş, dolayısıyla bu ifadeler, bunu haber veren Hz. Muham­med'in (s.a.) doğruluğuna delâlet etmektedir.

6- Salih amel iman muhtevasının dışındadır.

7- Raşid Halifeler olan dört imamın halifeliği ispat edilmiştir. Zira "Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle vaad etmiştir ki.." ayeti en açık ve en net delildir. Zira bu halifeler iman edip salih amel işleyen ve Pey­gamberimiz'den (s.a.) sonra Allah'ın vaad ettiği yeryüzünde hakim olan kimse­lerdir.

"İstihlâf' sadece imamet demektir. Bunlardan öncekiler ise ya peygamber­lik ya da imamet ve hilâfet suretiyle yeryüzünde hakim olan kimselerdir.

Ancak hilâfet bunlara has bir durum değildir. Bilakis müslümanlar üzeri­ne halife olacak başka kimseleri de ihtiva etmektedir.

8- Sahabe ve tabiîlere verilen İslâmın zaferinden sonraki en değerli nimet­lerden biri Allah Tealâ'nın vaad ettiği şekilde korkularının emniyet ve güvene dönüşmesidir.

Ashab-ı kiram Rasulullah'a (a.s):

- Emniyete kavuşacağımız ve silâhı bırakacağımız gün gelmeyecek mi? de­diklerinde Efendimiz (s.a.) şu sözleriyle bunu te'kit etmişti: Şöyle buyurmuş­lardı:

"- Az zaman sonra sizden biriniz büyük bir toplulukta üzerinde silâh olma­dan rahat bir şekilde oturacaktır."

Müslim'in Sahih'inde rivayet ettiği başka bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyurdular: "Allah'a yemin olsun ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Hatta bir yolcu Allah'tan başka kimseden korkmadan kurt koyunların başında olduğu halde San'adan Hadramût'a kadar rahatlıkla gidecektir. Fakat siz çok acele ediyorsunuz."

Dolayısıyla bu ayet Peygamberlik mucizesidir. Çünkü olacak bir şeyden haber vermektedir ve bu da daha önce beyan ettiğimiz gibi aynen olmuştur.

9 - İslâmî amelin temeli açık ya da riya gibi gizli şirke bulaşmadan ihlâsla Allah'a ibadet etmektir.

10- "Artık kim bundan sonra inkâr ederse..." ayetindeki "inkâr etmek" müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre nimeti inkâr etmek yani nankörlük anlamındadır. Çünkü Cenab-ı Hak "işte onlar fasikların ta kendileridir." buyur­maktadır. Hakiki kâfire gelince o bu nimetten önce de sonra da fasıktır.

11- Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Rasulün (s.a.) emirlerine itaat edip nehiylerinden kaçınmak, Allah Tealâ tarafından verilecek umumî rah­mete sebeptir.

12- Kâfirlerden hiçbiri yeryüzünde kaçmak suretiyle Allah'ı asla aciz bıra­kamaz. Allah'ın kudreti her yerde onlara kadar uzanır. Onlar horlanmaya mahkûmdurlar. Varacakları yer cehennemdir.

Keşşaf müellifi diyor ki: "Onların varacakları yer cehennemdir." ifadesinin "sakın zannetme" fiiliyle irtibat içinde olması mümkün değildir. Çünkü ilki olumsuz, sonraki ise olumlu bir ifadedir. O halde kendisinden önceki gizli bir cümleye vav'la atfedilmiştir. Bu cümlenin takdiri şöyledir: Kâfirlerin yeryüzün­de başkalarını aciz bırakacaklarını sanma. Bilakis onlar horlanmaya mahkûm­durlar. Varacakları yer cehennemdir. [128]

 

Aile İçinde İzin İsteme Durumları, Yaşlı Kadınların Dış Elbiseleri Hususunda Ruhsatlar

 

58-  Ey iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyelerle sizden henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklar sabah nama­zından önce, öğle sıcağında elbiselerini­zi çıkardığınız zaman ve yatsı namazın­dan sonra olmak üzere üç vakitte, (ya­nınıza girmek için) sizden izin istesin­ler. Bunlar üç mahrem vakittir. Bunun dışındaki vakitlerde sizin için de, onlar için de hiçbir mahzur yoktur. Siz de bir­birinize sık sık gider gelirsiniz. İşte Al­lah size ayetleri böyle açıklar. Allah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.

59-  Sizin çocuklarınız bulûğ çağına erince kendilerinden öncekiler (büyük­ler) gibi izin istesinler. İşte Allah ayetle­rini böylece size açıkça beyan eder. Al­lah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hüküm ve hikmet sahibidir.

60-  Evlenme ümidi kalmayan yaşlı ka­dınların ziynet yerlerini göstermemek üzere dış örtülerini bırakmalarında bir mahzur yoktur. Ama iffet sahibi olmala­rı (örtünüp sakınmaları) kendileri için daha hayırlıdır. Allah her şeyi gayet iyi işiten, her şeyi gayet iyi bilendir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey iman edenler!. Sahip olduğunuz kimseler..." yani köle ve cariyeler "ve sizden henüz bulûğ çağına ermemiş kimseler" hür çocuklarınız "günde üç defa sizden izin istesinler."

"Üç defa..." yani üç vakit... Bu üç vakit şunlardır: "Sabah namazından önce, öğle sıcağında elbiselerinizi çıkarttığınız zaman ve yatsı namazından sonra" Zira bu vakitler elbiseleri çıkarma ve yatağa yatma ihtiyacının olduğu vakitlerdir.

"Bunlar üç mahrem vakittir. " Yani bu üç vakit örtünmenin olmadığı, elbi-îcleri çıkarma sebebiyle mahrem yerlerin açıldığı halvet vakitleridir.

"Bunun dışındaki" bu üç vakit haricindeki "vakitlerde sizin için de, onlar" yani köle, carice ve çocuklarınız "işin de hiçbir mahzur" yâm §j^ö ymmZ3

izinsiz girmelerinde RıçDir guna

Çünkü onlar hizmet, bir arada bulunmak ve çokça girip çıkmak sebebiyle si­zin etrafınızda dolaşmaktadırlar. Burada hükümlerin illetlerinin belirtilmesine delil vardır. "Siz de birbirinize sık sık gider gelirsiniz." Sizin bir kısmınız diğerle­rinizin etrafında dolaşırsınız. Bu cümle bir önceki cümleyi te'kit etmektedir.

"İşte Allah size ayetleri" yani hükümleri "bu şekilde açıkça beyan eder. Al­lah" mahlûkatmın yaptıkları işleri ve durumlarını yani "her şeyi gayet iyi bi­lendir. " Onlara tayin ettiği ve meşru kıldığı işlerde "sonsuz hüküm, ve hikmet sahibidir." Fakat insanlar izin istemeyi terk etmekte laubali davrandılar.

"Sizin" hür olan "çocuklarınız" ki köle olanlar bu hükme dahil değildir; "bulûğ çağına erince kendilerinden öncekiler" büyük hür kimseler "gibi" evlere girmek için bütün vakitlerde "izin istesinler."

"işte Allah ayetlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi gayet iyi bilendir, sonsuz hüküm ve hikmet sahibidir." Cenab-ı Hak izin isteme emrini te'kit ve mübalağa için bu ifadeyi tekrar etti.

"Evlenme ümidi kalmayan" yani yaşlılıkları sebebiyle evlenme arzuları kesilmiş, hayız, hamilelik ve çocuklardan kesilmiş "yaşlı kadınların, ziynet yer­lerini göstermemek kaydıyla" yani gerdanlık, bilezik gibi gizli ziynetlerini orta­ya koymaksızm "dış örtülerini bırakmalarında" cilbab, rida, başörtü üzerinde­ki peçe gibi dışarıda görünen elbiselerini almamalarında "bir günah yoktur." Ayette geçen teberrüc kelimesi "gizlenen ziynetin tamamen açığa vurulması" anlamına gelmektedir. Ancak bu kelime özellikle kadının ziynetlerini ve güzel­liğini erkeklerin önünde açmasını ifade için kullanılmaktadır. "Ama iffetli ol­maları" en kâmil elbiseleriyle örtünmeleri elbiselerini bırakmalarından "kendi­leri için daha hayırlıdır." Çünkü bu, töhmetten daha uzaktır. "Allah" kadınla­rın erkeklere söylediklerini ve sizin sözlerinizi "herşeyi gayet iyi işitendir" ve onların maksatlarını ve sizin kalplerinizdeki niyetlerinizi "çok iyi bilendir." [129]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbas diyor ki: Rasulullah (s.a.) Müdlic b. Amr denilen ensardan bir genci öğle vakti davet etmek üzere Hz. Ömer'e (r.a.) gönderdi. Müdlic Hz. Ömer'in (r.a.) yanma girdi ve Hz. Ömer'i (r.a.) kendisinin görünmesini isteme­diği bir durumda gördü. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):

- Ya Rasulallah! Öyle arzu ediyorum ki Allah Tealâ izin isteme hakkında bize emir ve nehiyler verse... dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indir­di: "Ey iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyeler... yanınıza girmek için izin istesinler." (Nur, 24/58).

Mukatil diyor ki: Bu ayet Esma bt. Ebî Mersed hakkında nazil oldu. Onun büyük bir erkek hizmetçisi vardı. Bu hizmetçi Esmanın hoşlanmadığı bir va­kitte onun yanına girdi. Esma Peygamberimiz'e (s.a.) geldi ve ona şöyle dedi:

- Hizmetçilerimiz, uşaklarımız hoşlanmadığımız bir durumda bizim yanı­mıza giriyorlar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.

Bir rivayete göre; Hz. Ömer (r.a.), Rasulullah'a (s.a.) geldi. Bu ayeti nazil olmuş halde buldu. Allah'a şükretmek üzere secdeye vardı. Bu hadise Hz. Ömer'in (r.a.) görüşünün vahye muvafık olduğu yerlerden biridir.

İbni Ebî Hatim, Süddî'den naklediyor: Rasulullah'ın (s.a.) ashabından bazı kimseler bu saatlerde hanımlarıyla buluşmayı arzuluyor, sonra guslediyor, son­ra da namaza çıkıyorlardı. Bunun üzerine Allah Tealâ köle ve hizmetçilere bu saatlerde izin verilmeden evlere girmemelerini emretti: "Ey iman edenler! Sa­hip olduğunuz köle ve cariyeler... yanınıza girmek için izin istesinler."

Nüzul sebebi olarak beyan ettiğimiz az önce geçen Esma'nın kıssası sahih olsaydı "Ey iman edenler" hitabı tağlib yoluyla erkek ve kadınlara hitap olur­du. Zira nüzul sebebinin hükme dahil olması kesindir. Usulde tercih edilen gö­rüş de budur. [130]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler zikredilen hükümlerde itaatin vacip olduğuna delâlet eden "ila­hiyat" konularından ve bu konuda yapılan vaadlerden ve yüz çevirmeye karşı­lık yapılan vaîd ve tehditlerden sonra bu suredeki hükümleri tamamlayıcı di­ğer hükümlere dönüş niteliğindedir.

Bu ayetler, akrabaların birbirlerinden izin istemelerinin ve yaşlı kadınla­rın dış elbiselerini bırakmalarının bir ruhsat olduğu konularını beyan etmekte­dir. Bu surenin başlarında yer alan ayetler ise yabancıların birbirlerinden izin istemeleri hakkında idi. Bu ayetlerin tefsiri şöyledir:

"Ey iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyeler ve sizden henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklar şu üç vakitte yanınıza girmek için sizden izin istesin­ler: Sabah namazından önce, öğle sıcağında elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve yatsı namazından sonra."

Ey Allah'a ve Rasulüne iman eden mümin erkek ve kadınlar! Sizin sahip olduğunuz köle ve cariye gibi hizmetçilerinizden ve küçük çocuklarınızdan şu üç durumda veya şu üç vakitte izin istemeleri istenmektedir:

a) Sabah namazından önce: Çünkü bu vakit yatakta uyuma, yataktan kalkma, uyku elbiselerini değiştirip normal elbiseleri giyme vakti olup mah­rem yerlerin açılması ihtimalinin bulunduğu vakittir.

b) Öğle sıcağı vaktinde yahut öğle istirahati vaktinde iş elbiseleri çıkarılıp uykuya hazırlanılacak vakit: Zira insan bu durumda ailesiyle birlikte olup elbi­selerini çıkarmış bulunabilir.

c) Yatsı namazından sonra: Çünkü bu vakit günlük elbiseleri çıkarıp uyku elbiselerini (pijama ve gecelikleri) giyme vaktidir.

Bu durumlarda mahrem yerlerinin açılması korkusuyla ve benzeri uyku ve istirahat hazırlıkları sebebiyle hizmetçi ve çocuklara aile halkının yanma ansızın girmemeleri emredilir. Zira bu saatler halvet, yalnızlık ve elbiseleri çı­karma vaktidir.

"İzin istesinler" ilâhî kavlindeki emir açıkça vücup ifade etmektedir. An­cak cumhur şöyle demiştir: Bu ifade mendup ve müstahap anlamında güzel adapları ta'lim ve irşad makammdadır. Bu aynen İmam Ahmed, Ebu Davud ve Hakim'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet ettikleri: "Çocuklarınız yedi yaşı­na geldiği zaman onlara namaz kılmalarını emredin. On yaşına geldikleri hal­de (namaz kılmazlarsa) dövün." hadis-i şerifi gibidir.

Zira izinsiz yanlarına girme vuku bulursa bu masıyet olmaz ama evlâ ola­na aykırıdır, edeb ihlâl edilmiştir. Eğer hizmetçi efendisinin huzuruna girmek­le ona eziyet vermiş olduğunu bilirse başkasına eziyet vermek sebebiyle içeri girmesi haram olur.

Bazıları bu geçen üç vakitte izin istemenin hükmü asr-ı saadette sahabe ve tabiînin amelinin buna muhalif olarak cereyan etmesi sebebiyle yahut evle­rin kapısında örtü bulunmadığı zamanda bununla amel edilmesi sebebiyle "mensuhtur" görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ancak daha doğru olan bu vakitlerde izin istemenin hükmünün mensuh olmayıp muhkem oluşudur. İlim ehlinin ço­ğunluğunun görüşü de budur.

İmam Ebu Hanife, "Alimlerden hiçbir kimse izin istemenin mensuh oldu­ğu görüşünü kabul etmemiştir." demektedir.

Cumhur bu ayetteki hitabın kölelerin erkekleri ve kadınları (cariyeler), küçükleri ve büyükleri için umumi olduğu görüşündedir. İbni Abbas'tan bunun küçüklere has olduğu rivayet edilmiştir. Sülemî'den de bunun sadece cariyelere ait özel bir hüküm olduğu rivayet edilmiştir. Bu iki görüşten hiçbiri makul de­ğildir.

"Sizden bulûğ çağına ermemiş kimseler" mahrem ya da yabancı erkek ve kız çocuklarıdır. " Kadınların mahrem yerleri hakkında bilgi sahibi olmayan çocuklar..." (Nur, 24/31) ayetinin delaletiyle burada adı geçen çocuklar mürâhik (temyiz çağındaki) çocuklardır.

İzin istemesinin illeti Cenab-ı Hakk'ın şu ayetinde belirtilmiştir: "Bunlar mahrem yerlerinizin açılabileceği üç halvet vaktidir." Yani burada zikredilen üç vakit genellikte tesettürün olmadığı üç halvet vaktidir. Avrete bakmak ise caiz değildir. Bu üç vaktin dışında ise Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi mubahtır:

"Bunun dışındaki vakitlerde sizin için de, onlar için de hiçbir mahzur yok­tur. " Yani bu üç vaktin dışındaki vakitlerde izin istemeyi terk etmekte hiçbir günah ve sakınca yoktur. Ancak "Eşyada asi olan mübahlıktır." kaidesine göre bu durum mubahtır.

Yatsıdan sabah namazına kadar süren vakit evlâ olarak "Sabah namazın­dan önce" denilen vakit içine girer. Ancak uyku sebebiyle bu vakitte özel yerle­re girmek nadir olduğu için ayetin nassı bunu zikretmemiştir. Zira genellikle kendisiyle amel edilen husus töhmeti ve su-i zannı engellemek için bu hususta izin istenmesidir.

; Mubah olmanın illeti ise Cenab-ı Hakk'm zikrettiği şekildedir: "Çünkü on­lar sizin yanınıza çokça girip çıkarlar. Siz de birbirinize sık sık gider gelirsi­niz. " Yani bu hizmetçiler ve küçük çocuklar hizmet ve benzeri sebeplerle sizin etrafınızda dolaşırlar. Sizinle ünsiyet kazanmak, iyi geçinmek ve işlerini gör­mek için sizin meclislerinize sık sık girip çıkarlar. Siz de genellikle birbirinize gider gelirsiniz. Cenab-ı Hak te'kit için bu ifadeyi birkaç defa zikretti. Birinci ifade köle ve hizmetçileri teselli etmek içindir, ikinci ifade kendilerine hizmet edilen efendilerin tarafını gözetmek ve onların hizmetçilerin hizmetine ihtiyaç duyduklarına işaret etmek içindir.

I Burada hükümlerin illetlerinin beyan edilmesine delil vardır. Çünkü Allah Tealâ "Bunlar mahrem yerlerinizin açılabileceği üç halvet vaktidir." ifadesiyle izin istemenin illetine dikkat çekmektedir. Nitekim bu üç vakit dışında izin is­tememenin mubah olduğunun illetinin "çokça girip çıkma" olduğuna dikkat çe­kilmiştir. Meşakkati ve mahzuru kaldırmak için başkaları hakkında affedilme­yecek hususlar "çokça girip çıkanlar" için affedilmiştir.

Bundan dolayı İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel ve Sünen sahipleri Pey­gamberimiz'in (s.a.) kedi hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "O necis (pis) değildir. O sizin yanınıza çokça girip çıkanlardandır."

Bu ayette aynı zamanda bulûğa ermeyen temyiz çağındaki çocuklara edep, intizam, disiplin dersi verilmekte, mes'uliyeti ve şer'î yükümlülükleri taşımaya hazırlamak için alıştınlmaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Nefisleri­nizi ve ailelerinizi cehennem ateşinden koruyun." (Tahrim, 66/6). Yani onlara edep verin, ilim öğretin.

Bu edep verme, ta'lim, beyan ve teşri gibi hususlar Allah Tealâ'nın lütfuy-la olmuştur. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İşte Allah size ayetle­ri bu şekilde açıkça beyan eder. Allah her şeyi çok iyi bilendir, sonsuz hüküm ve hikmet sahibidir." Yani zikredilen hükümleri beyan etmek suretiyle Allah ma­naları ve maksatlarına delâleti açık apaçık ayetleriyle size şer'î hükümleri ve sistemleri beyan eder. Allah kullarının durumlarını, kullarının menfaatlerine olan ve olmayan hususları gayet iyi bilir. Kullarının işlerini düzenlemek dünya ve ahirette onlar için en faydalı ve en münasip olan hükmü koyma hususunda sonsuz hikmet sahibidir.

Ayetler bundan sonra bulûğa eren hür kimselerin izin istemesinin hükmü­nü bilmeye geçiş yaptı. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Sizin hür çocuklarınız bu­lûğ çağına erince, kendilerinden önceki büyükleri gibi evlere girmek için izin is­tesinler. " Bu üç mahrem vakitte izin isteyen çocuklar bulûğ çağına erince onla­rın da her durumda akrabalar ve yabancılara karşı tıpkı kendilerinden önceki büyüklerin yakınlarından izin istedikleri gibi izin istemeleri vaciptir.

Bu ayet: "Kadınların mahrem yerleri hakkında bilgi sahibi olmayan çocuklar..." (Nur, 24/31) ayetini beyan etmektedir. Yani kadınların mahrem yerle­ri hakkında bilgi sahibi olmayan çocuklar müstesnadır. Bu çocuklar kadınların mahrem yerleri hakkında bilgi sahibi olurlarsa -ki bu da bulûğ sebebiyle olur-o zaman izin isterler. Ayette "tıfl" kelimesi müfret olarak zikredilmiştir. Çünkü bununla cins murad edilmektedir.

Burada köleler zikredilmemiştir. Daha önce geçen hüküm - bu üç vakitte izin isteme hükmü - köleler için de geçerlidir. Zira büyüklerinin ve küçükleri­nin hükmü birdir.

Bulûğa erme, ya ihtilâm yoluyla ya da alimlerin çoğunluğunun görüşüne göre onbeş yaşa ulaşmakla gerçekleşir. Bunun delili Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet edilen hadis-i şeriftir: Abdullah b. Ömer Uhud günü Peygaberi-miz'e (s.a.) arz olunduğunda ondört yaşında idi. Peygamberimiz (s.a.) ona izin vermedi. Hendek savaşında onbeş yaşlarında olduğ ı halde arz olundu. Pey­gamberimiz (s.a.) ona izin verdi.

İmam Ebu Hanife şöyle demiştir: Bir delikanlı 18 yaşına erişip bu yaşı ta­mamlamadıkça bulûğa erişmiş sayılmaz. Bir genç kız 17 yaşma erişmedikçe bulûğa ermiş sayılmaz. Bunun delili şu ayettir: "Yetim malına rüştüne erişince-ye kadar, o en güzel olanından başka bir suretle yaklaşmayın." (En'am, 6/152). Rüşte ermenin en az haddi 18 yaştır. İhtiyat için hüküm bunun üzerine bina edilir. Genç kızlara gelince onların erişmeleri ve yetişmeleri daha süratlidir. Onların haklarında bu noksanlık bir yıldır.[131]

Alimlerden içlerinde İmam Şafiî'nin de bulunduğu bir gurup kasıklarda kılların çıkmasının bulûğ emarelerinden olduğu görüşündedirler. Bu delili Atıyye el -Kurazî'nin rivayet ettiği hadisi şerife göre Peygamberimiz (s.a.) ku-rayza kabilesinde kılları çıkan kimselerin öldürülmesini, kılları çıkmayan kim­selerin bırakılmasını emretti. Atıyye devamla diyor ki: Bana baktılar, kıllarım çıkmamıştı. Peygamberimiz (s. a.) beni öldürmeyip bıraktı.

Hanefilere göre "Sizden henüz bulûğ çağına ermemiş çocuklar..." ayetinin delaletiyle kılların çıkması bulûğa erme olarak dikkate alınmaz. Zira bu ayet çocuk ihtilâm olmamışsa kılların çıkmasını bulûğa erme olarak kabul etme­mektedir, aynı şekilde onbeş yaşı bulûğa erme yaşı olarak kabul etmemektedir.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim tekrar bu hükümleri ifade ederek Allah'ın ni­metlerini tekit etmeye döndü. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "İşte Allah ayetlerini size böyle açıkça beyan eder. Allah her şeyi çok iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir." Yani Cenab-ı Hak zikredilen hususları yeterli ve şifa verici bir şekilde size beyan ettiği gibi istikrarı, huzuru, dünya ve ahiret saadetini gerçekleştiren diğer hükümleri de size beyan eder. Allah kullarının durumları­nı gayet iyi bilendir, onların işlerini çözüme kavuşturmakta sonsuz hikmet sa­hibidir.

"Evlenme arzuları kesilmiş yaşlı kadınların ziynet yerlerini göstermemek kaydıyla dış örtülerini bırakmalarında bir günah yoktur."

Bu yaşlı kadınların hükmünü beyan etmektedir. Ayetin manası şudur: Ya­şı ilerlemiş, hayızdan kesilmiş, çocuk sahibi olmaktan ümidi kalmamış evlen­me arzuları bulunmayan kadınların saç, boyun, ayak gibi gizli ziynetlerini or­taya koyma kasıtları olmayıp kendilerinde bariz bir güzellik yoksa cilbab, rida ve peçe gibi dış elbiselerini çıkarmalarında hiçbir günah ve mahzur yoktur. Eğer bu gibi ziynetleri varsa dış elbiselerini çıkarmaları haramdır. Ayrıca bu durum mahrem yerleri açmaya sebep olmamalıdır.

"... Ama örtünüp sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah her şeyi çok iyi işitendir, çok iyi bilendir." Yani iffet sahibi olmak ve örtünmek suretiyle ihtiyat sahibi olmak ve mutad elbiselerini çıkarmak caiz olsa da çıkarmamak kendileri için daha hayırlı ve daha efdaldir. Allah o kadınların sözlerini, erkek­lerle konuşmalarını, erkeklerin kendileriyle konuşmalarını gayet iyi işitendir. O, kadınların maksatlarını gayet iyi bilendir. Onların durumlarından hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Şeytanın vesveselerinden sakının. [132]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu üç hüküm bulundurmaktadır:

1- Kölelerin, cariyelerin ve bulûğa ermeyen çocukların (ailenin temel dire­ği olan) anne ve babanın yanına girerken,

- Sabah namazından önce,

- Öğle vakti istirahat ederken,

- Yatsı namazından sonra, izin istemeleri te'kitli olarak menduptur.

İbni Abbas diyor ki: Şüphesiz ki Allah, müminlere son derece hilim ve rah­met sahibidir, mahrem yerlerin örtülmesini sever. Eskiden insanların evlerinin örtüleri ve kapıları yoktu. Adam ailesiyle beraber iken hizmetçi, çocuk veya kız bazan anne-babalarmın yanlarına ansızın girebiliyordu. Allah bu mahrem va­kitlerde onlara izin istemelerini emretti. Allah, onlara örtü ve hayır getirdi.

Bu vakitlerin tahsis edilmesinin sebebi şudur: Bu vakitler genellikle in­sanların mahrem yerlerinin açık bulunduğu vakitlerdir. Mahrem yerlerin gö­rülmesine engel olmak için bu vakitlerde izin istenmesi talep edilmiştir. Bu ayet hususî, bundan önceki şu ayet ise umumî hüküm ihtiva etmektedir: "Ey iman edenler! Evlerinizden başka evlere girerken izin istemeden ve selâm ver­meden girmeyin." (Nur, 24/27).

2- Bulûğa eren hür kimselerin akraba veya yabancıların evlerine, odaları­na girerken izin istemeleri vaciptir.

3- Evlerde oturan genellikle erkeklere arzu ve şehvet duymayan yaşlı ka­dınların mahrem yerlerini açmamaları ve erkeklerin kendilerine bakmalarına sebep olacak ziynetlerini ortaya koymamaları ve açılıp saçılmamaları kaydıyla, genellikle erkekler bunlara bakmıyor ise, bu yaşlı kadınların cilbab (çarşaf, abaye, geniş pardesü), rida (ihram) ve peçelerini çıkarmaları mubahtır. Ancak iffet sahibi olmaları (örtünüp sakınmaları) mubah fiili yapmaktan daha hayırlı ve daha efdaldir.

Allah Tealâ genellikle gönüllerin kendilerinden uzaklaşmaları sebebiyle sadece yaşlı kadınlara özel olan ve başkalarına ait olmayan bu hükmü zikretti.

Kadının vücut hatlarını ortaya koyan ince, şeffaf elbise giymesi de teber-rüc (açık-saçıklık) sayılır. Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği şu "sahih" hadiste murad edilen de budur: "Nice giyili-çıplak olan, kıvırtan ve baş­kalarını kendilerine meylettiren kadınlar vardır ki, bunlar cennete giremezler, kokusunu da duyamazlar." Bu kadınlar üzerlerinde görünüşte elbise olduğu için "giyili" elbiseleri ince ve tenlerini gösterecek şekilde olduğu için "çıplak" sayıldılar. Bu ise haramdır.[133]

4- Ebubekir er-Razî el-Cessas diyor ki: Bu ayet akıl sahibi olan ancak bu­lûğa ermeyen çocukların şeriat fiiliyle emrolunduklarını ifade eder. Çirkin fiil­leri işlemekten nehyolunur. Zira Allah onlara bu vakitlerde izin istemelerini emretti. İmam Ahmed, Ebu Davud ve Hakim'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.) ri­vayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:

"Çocuklarınız yedi yaşına geldikleri zaman onlara namaz kılmalarını em­redin. On yaşına geldikleri halde namaz kılmazlarsa hafifçe dövün."

Abdullah b. Ömer (r.a.) çocuk sağını solundan ayırd ettiği zaman biz ona namazı öğretirdik, demiştir.

Zeynel-Abidin Ali b. Hüseyin çocuklara öğle ile ikindiyi birlikte, akşamla yatsı namazını birlikte kılmalarını emrederdi. Ona:

- Çocuklar namazlarını vaktinde kılmıyorlar, denildi. O da:

- Bu hiç kılmamalarından daha hayırlıdır, dedi.

Abdullah b. Mes'ud diyor ki: Çocuk on yaşına erişince bulûğ çağına erişin-ceye kadar sevapları yazılır, günahları yazılmaz.

Çocuklar için verilen bu emir öğretmek, onları alıştırmak ve âdet haline gelmesini temin etmek, böylece bulûğ çağından sonra daha kolay olmasını ve bundan uzaklaşmamasını sağlamak içindir.

Aynı şekilde içki içmek ve domuz eti yemekten de sakındırılır, diğer ha­ramlardan da nehyedilir. Çünkü küçükken buna engel olunmazsa ileri yaşlarda bu haramlardan uzaklaşması zor olur. Cenab-ı Hak şöyle buyurmak­tadır: "Nefislerinizi ve ailelerinizi cehennem ateşinden koruyun." Tefsirde şöyle denilmiştir: Onlara adab öğretin, ilim öğretin"[134]

5- Bu ayet (Nur, 24/58) mümkün olduğu kadar şer'î hükümlerde illetlere itibar edildiğine delildir. Çünkü Cenab-ı Hak bu üç vakitte illete iki açıdan dik­kat çekmiştir:

a) "Bu vakitler mahrem yerlerinin açılabileceği üç halvet vaktidir." ayetiyle izin isteme talebinin illeti açıklanmaktadır.

b) Bu üç vakitle bunların dışındaki vakitler arasındaki farka dikkat çekil­miştir. Bu fark da bu üç vakitte mahrem yerlerin açılma durumudur. Bu üç vaktin dışındaki vakitler daha önce açıklandığı gibi farklı olabilir. [135]

 

Belirli Bazı Evlerde İzin Almadan Yemek Yemenin Mubah Olusu

 

61- Âmâ kimse için hiçbir güçlük yok­tur. Topal kimse için de hiçbir güçlük yoktur. Hasta olan için de hiçbir güçlük yoktur. Sizin de kendi evlerinizde, ba­balarınızın evlerinde, annelerinizin ev­lerinde, erkek kardeşlerinizin evlerin­de, kız kardeşlerinizin evlerinde, amca­larınızın evlerinde, halalarınızın evle­rinde, dayılarınızın evlerinde, teyzele­rinizin evlerinde veya anahtarları size teslim edilen evlerde veya arkadaşını­zın evinde yemek yemenizde bir mah­zur yoktur. Birlikte veya ayrı ayrı ye­menizde de bir mahzur yoktur. Evlere girdiğiniz zaman kendinize ve ev halkı­na selâm verin. Bu, Allah nezdinde meş­ru kılınmış ve gönül okşayıcı bir sıhhat ve afiyet temennisidir. Aklınızı kullana-sınız diye Allah ayetleri size işte böyle­ce açıkça beyan ediyor.                                 .

 

Belagat:

 

"Âmâ kimse için hiçbir güçlük yoktur. Topal kimse için de hiçbir güçlük yoktur. Hasta olan için de hiçbir güçlük yoktur." ifadesinde şer'î hükmü tekit et­mek için "harec (güçlük)" kelimesi tekrar edilmiştir. [136]

 

Kelime ve İbareler:

 

"... anahtarları size teslim edilen evlerde... yemek yemenizde bir mahzur yoktur." Yani başkasının vekili olduğunuz yahut korumakla yükümlü olduğu­nuz evlerde...

Ayetin manası şudur: Adı geçen kimselerin evlerinden yemek yemek, bu kimseler bulunmasalar da onların razı oldukları bilindiği takdirde caizdir.

"Birlikte" yani toplu halde "yahut ayrı ayrı" yani tek tek "yemenizde bir günah yoktur." İçinde oturan kimse bulunmayan size ait "Evlere" yahut yukarı­da adı geçen kimselerin evlerine "girdiğiniz zaman kendinize" ev halkına "se­lâm verin" yahut "es-selâmü aleynâ ve alâ ibadillâhissâlihiyn" deyin. Çünkü melekler size cevap verir. Eğer içinde oturan kimse varsa onlara selâm verin.

"Bu Allah nezdinde meşru kılınmış mübarek" hayrı çok "vegönül okşayıcı" din­leyenin gönlünün memnun kalacağı "bir sıhhat ve afiyet temennisidir. Aklınızı kullanasınız" bunu anlayasınız ve işlerinizde hakkı ve hayrı düşünesiziniz "di­ye Allah ayetleri" dininizin esaslarını "bu şekilde" açık bir beyan ile "size açık­lıyor. "Bu ifade daha fazla tekit etmek ve geçmiş hükümlerin büyüklüğünü bil­dirmek için üçüncü defa tekrar edilmektedir. [137]

 

Nüzul Sebebi

 

Raviler bu ayetin (Nur, 24/61) nüzul sebebi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bunlardan üç rivayet zikredeceğiz:

1- Belirli evlerde yemenin mahzurlu olmaması:

Said b. Müseyyeb diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) ile sefere çıktıkları zaman evlerinin anahtarını âmâ, topal, hasta kimselere yahut akrabalarına teslim eden birşeyler alıp yemelerini söyleyen ama anahtarları teslim alanların bu ev­lerden yemek yemekten sakınıp: "Ev sahiplerinin gönüllerinin bundan razı ol­mamasından korkuyoruz." demeleri üzerine bu ayet (Nur, 14/61) nazil olmuş­tur. İbni Cerir'in tercih ettiği görüş budur.

Bu ayet her ne kadar söz konusu edilen özür sahiplerinin evlerinin anah­tarlarını aldıkları kimselerin evlerinden yemek yemek hususunda sakınmaları hakkında nazil olsa da bütün insanlar için umumî bir hüküm zikretmektedir. Onların evlerinden birşeyler alıp yemenin günah olmamasının manası, onların evlerinden birşeyler yemek ile akrabaları, anahtarları veren müvekkilleri ve arkadaşlarının evlerinden yemenin eşit tutulmasıdır.

2- Cihaddan geri kalan özürlülerin günahının kaldırılması:

Hasan-ı Basrî diyor ki: Bu ayet Allah'ın kendisinden cihadı kaldırdığı âmâ İbni Ümmi Mektum hakkında nazil olmuştur.

Ebu Hayyan da şöyle diyor: Bu ayet âmâ, topal ve hasta kimsenin cihad­dan geri kalması hususundaki mahzuru kaldırmaktadır. Ayrıca muhatapların Allah'ın zikrettiği bu kimselerin evlerinden birşeyler yemeleri hususundaki mahzuru da kaldırmaktadır. Fetva verme ve beyan etme makamında bunların bir arada cem'edilmesi, makbul olup garip karşılanmaz. Bu durumda bu ayetin öncesi ile irtibat yönü şudur: Cenab-ı Hak izin istemenin hükmünü zikrettik­ten sonra özürlülerin cihada katılmamalarının Peygamberimiz'den (s.a.) izin almaya bağlı olmadığını beyan etmiştir.

3- Hastalarla birlikte yemek yemenin mahzurlu olmaması:

İbni Abbas diyor ki: Cenab-ı Hak "Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin" ayetini indirdiği zaman müslümanlar hastalar, özürlüler ve topallarla birlikte yemek yemekten sakınmışlar ve: Yemek malların en efdalidir. Allah Tealâ malı batıl yollarla yemekten nehyetti. Amâ kimse iyi ve güzel yemekleri görmez, hasta olan da yemeği tam anlamıyla yiyemez. Bunun üzerine Allah Tealâ bu ayeti indirdi.

Said b. Cübeyr ve Dahhak diyor ki: Topal ve âmâ kimseler sağlıklı kim­selerle birlikte yemek yemekten sakınıyorlardı. Zira insanlar kendilerinden tiksiniyor, onlarla birlikte yemek yemekten hoşlanmıyorlardı. Medine'liler âmâ, topal veya hasta bir kimseyi, onlardan tiksinti duydukları için bulundur­muyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.

Ayetin nüzul sebebi ne olursa olsun ayet yemek yeyenin mal sahibinin açık yahut zımnî izni sebebiyle rızası olduğunu bilmesi şartıyla adıgeçen kim­selerin evlerinde yemek yemeyi mubah kılmaktadır. İnsanlar aralarında genel­likle akrabaları, müvekkilleri ve arkadaşlarının evlerinde serbestçe yemek yemeleri sebebiyle bu çeşit evler özellikle zikredilmiştir.

Bu ayette geçen "Birlikte veya ayrı ayrı yemenizde de bir mahzur yoktur." ifadesinin nüzul sebebi:

Katâde ve Dahhak diyor ki: Bu ayet kendilerine Leys b. Amroğulları denilen Kinâneoğulları'nın bir sülâlesi hakkında nazil oldu. Bunlar bir kişinin yalnız başına yemek yemesini uygun görmüyorlardı. Hatta adam önünde yemek olduğu halde yalnız yemekten sakındığı için sabahtan akşama kadar beklerdi. Akşam olup da hiçbir kimseyi bulamazsa o zaman yalnız olarak yemek yerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ bu ayeti indirdi.

İkrime diyor ki: Bu ayet kendilerine misafir geldiği zaman sadece misafir­le birlikte yemek yiyen Ensar'dan bir topluluk hakkında nazil olmuştu. Ayet onlara diledikleri gibi halka halinde, toplu olarak yahut ayrı ayrı yemek yemelerine ruhsat vermiştir.

Bu ifade öncesiyle irtibat halindedir. Belirtilen kimselerin evinde yemek yemenin mubah olduğu söylendikten sonra yemek yeme şeklinde de bir sakınca bulunmadığı ifade edilmek istenmiştir. O halde bu evlerin sahipleriyle olsun veya olmasın bu evlerde yemek yemede mahzur yoktur. Bir başka görüşe göre: Bu cümle önceki hükme benzer ayrı bir hüküm beyan etmek için müs­takil bir cümledir. Buna göre yalnız başına yemek yemek caiz olduğu gibi misafirle birlikte yemek yemek de emirdir. [138]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ kölelerin ve çocukların mahrem yerlerin açılabileceği üç vakit dışında evlere izinsiz girmelerinin hükmünü zikrettikten sonra, burada da özürlülerin izinsiz olarak cihaddan geri kalmanın hükmünü ve ayette zik­redilen evlerden sahiplerinin rızası bilindiği zaman açık izin alınmaksızın yemek yemenin hükmünü zikretti. [139]

 

Açıklaması

 

"Âmâ kimse için hiçbir mahzur yoktur. Topal için de hiçbir mahzur yoktur. Hasta kimse için de hiçbir mahzur yoktur." Yani bu üç kimsenin güçsüzlükleri ve acizlikleri sebebiyle cihadı terk etmek hususunda hiçbir günah ve sakınca yoktur. Bu tefsir Ata Horasanı ve Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den nakledil­miştir. Cenab-ı Hak Berâe suresinde ise şöyle buyurmuştur: "Allah'a Rasulü için samimi olmaları şartıyla ne zayıflara ne de harcayacaklarını bulamayan­lara (geri kalmakta) bir günah yoktur. İyilik edenlere karşı (kınamak için) bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." Bir de şu kimselere de günah yoktur. "Kendilerini bindirmen için ne zaman sana geldilerse "Size bir binek bulamıyorum" dedin ve harcayacak bir şey bulamadılar da keder­lerinden gözleri yaş döke döke döndüler." (Tevbe, 9/91-92).

Fahreddin Razî'ye göre alimlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir: Bundan murad edilen mana şudur: Bazı kimseler bu üç kimse ile birlikte ve bu evlerde birlikte yemek yemekten sakınıyorlardı. Allah Tealâ bu mahzuru kaldırdı.

Kanaatimce evlere girerken izin istemek ve yaşlı kadınların dış elbise al­mamaları hakkında geçen ayetler gibi bu ayet ailedeki hayat nizamı ile ilgili bir hususla ilgilidir. Ayet ailenin sağlıklı ve özürlü fertlerini yemek esnasında bir sofrada toplamak, özel evlerden, akrabaların ve arkadaşların evlerinden açık bir izin olmaksızın yemek yemek hakkındaki meşakkat ve külfeti kaldır­mak istemektedir. Ayrıca hususi ev hakkındaki hüküm yakın akraba ve ar­kadaş eviyle aynı şekildedir. Ayet daha sonrakilerle aynı hükmü taşıması ve buna atıf yapılması sebebiyle evlerde yemek yemenin hükmünü zikretti. Bu, İslâm'ın yüce adabından sosyal bir husustur.

"Evlerinizden yemenizde size hiçbir mahzur yoktur." Yani özel evlerinizden yemek yemenizde sizin için hiçbir günah yoktur. Bu ifade çocukların evlerini de içine alır. Ayet bunları açıkça belirtmese de çocukların evleri insanın kendi evi gibidir. Çocuğun evi babasının evi gibidir, çocuğun malı babasının malı yerin­dedir.

İmam Ahmed Müsned'inde ve Sünen sahipleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedirler: "Sen ve malın babana aitsiniz."

Yine Buharî'nin Tarih, Tirmizî, Nesai ve İbni Mace'nin Sünen'lerinde Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyur­maktadır: "Yediğiniz şeylerin en helâli ve en temizi kendi kazancınızla elde et­tiğiniz şeydir. Evlâdınız da sizin kazancınızdır."

"Kendinize mahzur yoktur." ifadesi özürlülerle birlikte yemek yemenin sağlıklı kimselerin şanını lekelemeyeceğini beyan etmektedir. Onlarla yemek yemeyerek üstünlük taslamak reddedilmiş, şer'an ve dinen zemmedilmiştir. Bu ifadeyle insanlara genişlik verilmiş, fertler arasındaki muhabbet, irtibat ve sevgi bağlarının gerekleri beyan edilmiştir.

"Ya da babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden yemenizde de sizin için bir günah yoktur."

Yani Allah Tealâ yemek yemekten razı ve memnun olduklarını, cimri ol­madıklarını ve üzüntü duymadıklarını bildiğimiz onbir yerden açık izin alın­maksızın yemek yememizi bize mubah kıldı. Eğer bu ev sahipleri sıkılır, oflar yahut rahatsızlık duyarsa ev sahiplerinin yokluğunda yemeklerinden yemeyiz, bu durumda sakınmaları talep edilir. Ayette geçen bu yerler şunlardır:

- Evlerimiz ve daha önce beyan ettiğimiz çocuklarımızın evleri,

- Babalarımızın ve dedelerimizin evleri,

- Annelerimizin ve ninelerimizin evleri,

- Kardeşlerimizin evleri,

- Kızkardeşlerimizin evleri

- Amcalarımızın evleri,

- Halalarımızın evleri,

- Dayılarımızın evleri,

- Teyzelerimizin evleri,

-  Ev sahiplerinden vekâlet yoluyla anahtarlarını elimizde bulundur­duğumuz evler,

- Arkadaşlarımızın evleri...

Sahiplerinin yemek yememizden razı ve memnun olacaklarını bildiğimiz takdirde bu evlerden yemek yiyebiliriz. Aksi takdirde İmam Ahmed ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifinin delaletiy­le caiz değildir. Efendimiz (s.a.) buyurdular ki: "Müslüman kişinin malı ancak gönlünün rızasıyla helâl olur." Buharî ve Müslim'in Abdullah b. Ömer'den (r.a.) rivayet ettikleri şu hadis de buna delildir: "Hiçbir kimse kimsenin hayvanını onun izni olmaksızın sağmasın."

Bu zikredilen yakın akrabalar genellikle ve gayet tabiî olarak yakın ak­rabalarının kendi yanlarında yemek yemelerinden gönülden razı olurlar.

"Anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz evler'" maksat -İbni Abbas'm (r.a.) dediği gibi-: Adamın vekili yahut malında ve hayvanında kayyımı olan kimsedir. Bu kimsenin koruduğu malın meyvesinden yemesinde, hayvanın sütünü içmesinde hiçbir mahzur yoktur.

Anahtarlara sahip olmak: Başkasına ait bir evin anahtarlarını elinde tut­mak ve muhafazasında bulundurmaktır. Böyle kimselere müvekkil (vekil tayin eden kimse) tarafından zımnen izin verilmiş demektir. Vekil bu ameline karşı ücret almıyorsa bu kimselerin evlerinden yiyebilir ama başka yere taşıyamaz, depo edemez; bu işine karşılık ücret alıyorsa bu evlerden yemek yemez.

Aralarında tekellüf kaldırılan, katıksız sevgi bulunan samimî arkadaş­ların evlerine gelince, arkadaşının açık veya karinelerle memnun olacağını bilirse onların evinden yiyebilir.

Rivayete göre Hasan-ı Basrî evine girdi. Bir de ne görsün, arkadaşları hal­ka olmuşlar, yatağının altından içinde tatlı yiyecekler bulunan bir sepet çek­mişler, oturup yiyorlardı. Yüzünün hatları sevinçle dolmuş, gülmüş ve şöyle demişti:

- Biz onları -yani sahabenin büyüklerini- bu şekilde bulduk.

Arkadaşların evlerine girmek hususunda böyle denilir. Ancak konuda açık izin veya karine bulunmalıdır.

İmam Ebu Hanife (rh.a.) Allah'ın bu ayetle yakın akrabaların evlerinden yemek yenmesini ve evlerine izinsiz girilmesini mubah kılması sebebiyle yakın mahreminin mülkünden hırsızlık yapanın elinin kesilmeyeceğine bu ayeti delil getirmiştir. Zira izin şüphesi bulunması sebebiyle mahremin malı korunma al­tındaki mal sayılmaz. Gerçek şudur ki ya açık izin bulunmalı yahut karinelerle bilinen zımnî izin bulunmalıdır.

Cenab-ı Hak daha sonra toplu veya yalnız olarak yemek yemenin hük­münü zikrederek şöyle buyurdu:

"Toplu halde yahut ayrı ayrı yemek yemenizde hiçbir mahzur yoktur." Yani nasıl dilerseniz toplu halde veya ayrı ayrı yemek yemenizde sizin için hiçbir günah yoktur; sizin için mubahtır.

Bu, kişinin yalnız başına ve toplu halde yemek yemesi hususunda Allah Tealâ tarafından verilen bir ruhsattır. Fakat toplu halde yemek yemek daha bereketli ve daha faziletlidir.

İmam Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mace'nin Vahşi b. Harb'den, o da babasından, babası da dedesinden rivayet ettiği hadis-i şerife göre bir adam Peygamberimiz'e (s.a.):

- Biz yemek yiyoruz, ama doymuyoruz, dedi. Peygamberimiz (s.a.):

-  Belki de ayrı ayrı yemek yiyorsunuz. Yemek üzerine toplanınız ve Al­lah'ın adım anınız ki Allah size bereket ihsan eylesin, buyurdu.

İbni Mace de Hz. Ömer'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygam­berimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Toplu halde yemek yeyin. Ayrı ayrı yemeyin. Zira bereket cemaatle beraberdir."

Allah Tealâ daha sonra evine girenin selâm vermesinin hükmünü zik­rederek şöyle buyurdu:

"Evlere girdiğinizde kendi ev halkınıza selâm verin." Yani birbirinize selâm veriniz. Yahut yemek yemek için bu evlerden bir eve girdiğiniz zaman din ve akrabalık yönünden sizden olan ev halkına selâm verin.

Ayette, aile halkının kişinin kendisinden olduğuna, onun kendisi mer­tebesinde olduğuna delâlet etmek için "enfüsiküm (kendiniz)" kelimesi kul­lanılmıştır. Sanki, siz ev halkına selâm verdiğiniz zaman kendinize selâm ver­miş oluyorsunuz demektir.

"Bu, Allah tarafından mübarek ve gayet hoş bir iyilik ve afiyet temen­nisidir." Yani Allah'ın emriyle sabit olan, Allah tarafından meşru olan, daha fazla hayır ve sevap umulan, bunu duyan kimsenin kalbinin memnun olacağı bir selâmla selâmlayın. Zira tahıyye ve selâmın manası selâm verilen kimse için selâmet ve esenlik talep edilmesidir. Bu selâm bereket ve hoşlukla tavsif edilmiştir. Çünkü bu, Allah'tan daha fazla hayır ve helâl rızık umulan, müs-lümanın sevgisini çeken müminin mümine duasıdır.

Katade diyor ki: Ailenin yanına girdiğinde onlara selâm ver. İçinde hiç kimsenin bulunmadığı bir eve girdiğinde: "Es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîn" de. Çünkü bu şekilde emredilmektedir. Mücahid ve İbni Abbas (r.a.) da böyle demektedirler.

Buharî, Cabir b. Abdillah'tan (r.a.) naklediyor: "Ailenin yanma girdiğinde onlara Allah tarafından mübarek ve hoş bir selâm ile selâm ver."

Bu hüküm -yani aile halkına selâm verilmesi- önceki ayetten "izin alıp aile halkına selâm vermedikçe" ayetinden belli olsa da yakın akrabalar arasın­daki yakınlık ilişkisinin karşılıklı selâm alışverişine muhtaç olmadığı zan­nedilmesin diye selâmın talep edildiği burada tekrar edilmektedir. Bu hareket­ler, ihmal edilmesi sahih olmayan umumî adab ve İslâmî haklardandır.

Dahhak diyor ki: Selâmda on hasene, rahmette yirmi hasene, bereketlerde otuz hasene vardır.

"Düşünesiniz diye Allah ayetleri size bu şekilde açıkça beyan ediyor." Yani bu ayetleri düşünmeniz, Allah'ın emrini, nehyini ve adabını anlamanız ve böy­lece dünya ve ahiretin saadetini kazanmanız için Allah bu ayette sizlere helâl kıldığı şeyleri anlattığı gibi, bu surede bulunan hükümleri ve şer'î esasları şifa verici bir beyanla açıklıyor ve dininizin esaslarını bu şekilde beyan ediyor. [140]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet şu hususlara işaret etmektedir:

1- Özürlü olan -âmâ, topal ve hasta kimselerin- cihaddan geri kalmaların­da hiçbir günah ve mahzur yoktur.

Yani gözün şart kılındığı yükümlülüklerde âmâ kimseden, yürümek şart kılman hususlarda ve topallığın varlığıyla yapılması mazur sayılan hususlarda topal kimseden, hastalığın oruç, namazın şartları, rükünleri ve cihad gibi farz­ları düşürmekte etkili olduğu hususlarda hasta kimseden Allah günah ve cezayı kaldırmıştır.

Bu özürlü kimselerle birlikte yemek yemekte hiçbir engel yoktur. Ken­dilerinden tiksinilmesi ve onlarla birlikte oturmaya tenezzül etmemek gibi tavırlardan sakınmak için bu kimselere hususi bir yemek verilmesi genellikle terk edilmiştir.

2- Yemek sahibinin razı olduğu bilindiği takdirde, âdet olarak evlerine giren kimsenin yemek yemesinden ev sahibi hoşnut kalırsa yahut rahatsızlık duymazsa bu durum izin gibi sayılır. Bunun için açıkça bir izin verme durumu olmadan da bu on bir evden yemek yemeği Cenab-ı Hak mubah görmektedir. Bundan dolayı Allah bu kimseleri özellikle zikretmiştir. Cenab-ı Hak sahip­lerine has evlerde yemek yemekle başladı. Bununla bu özel evlerle geriye kalan on ev arasında eşitliğe işaret edilmiştir.

O halde bu yerlerden yemek yemek hususunda mahzurun kaldırılmasının sebepleri, ya hususî mülk, ya akrabalık, ya vekâlet ve kiralama, ya da arkadaşhktır. Akrabalık ve evlerin hususî mülkiyeti çocukların, babaların, an­nelerin, kardeşlerin, kızkardeşlerin, amcaların, halaların, dayıların ve tey­zelerin evlerini içine almaktadır. Vekâlet ise "anahtarlarını elinizde bulundur­duğunuz evler" ifadesinden anlaşılmaktadır. Çünkü bu ifade müfessirlerin çoğunluğuna göre vekilleri, köleleri ve ücretli işçileri içine almaktadır. Herhan­gi bir kişinin, sahip olduğu şeyin önemsizliği yahut ucuzluğu sebebiyle yahut arkadaşlarıyla arasındaki sevgi sebebiyle kıymetli bir şeyi ona gönül rızasıyla vereceği bilinirse bu çeşit arkadaşlık arkadaşının evinden izinsiz yeme-içmeyi mubah kılar. Arkadaş, sevgisinde samimî ve sadık olan, karşısındakinin de ona olan sevgisinde samimî ve sadık olduğu kimsedir. Ancak o arkadaşın evinden alıp bir yere depo etmek veya taşıyıp başka yere götürmek caiz değildir. Ar­kadaşın malı basit ve önemsiz olsa da onun malını korumak için bu esas getirilmiştir.

Peygamberimiz (s.a.) Ebu Talha'nm "Beyruhâ" isimli bahçesine girer ve onun izni olmadan o bahçede bulunan tatlı sudan içerdi.

Bundan dolayı Malikîlerin görüşüne göre arkadaşın arkadaş lehine, yakın akrabanın yakını lehine şahitliği caiz değildir.

3- Yalnız başına yahut yemekte toplulukta bulunanların durumu miktar ve şekil olarak farklı olsa da toplu halde yemek yemek mubahtır. Dolayısıyla insan yalnız başına yiyebilir, yahut yakımyla, arkadaşıyla, komşusuyla yahut müslüman veya kâfir kişiyle yemek yiyebilir.

Bu ayet -daha önce belirttiğimiz gibi- Kinane Kabilesi'nden Leys b. Amroğulları hakkında nazil olmuştur. Leysoğulları kişinin yalnız başına yemek yemesini mahzurlu görüyorlar, beraberce yemek yiyecek bir kimse buluncaya kadar günlerce aç bekliyorlardı.

Yahut bu ayet kendilerine misafir geldiği zaman mutlaka misafirle birlik­te yemek yiyen, yalnız başına yemiyen Ensar'dan bir gurup hakkında yahut in­san tabiatı tiksinme hususunda farklı olduğu için toplu halde yemek yemeyi mahzurlu gören bir gurup insan hakkında nazil olmuştur.

İbni Atıyye diyor ki: Bu âdet Araplar arasında Hz. İbrahim'den (a.s.) miras kalmıştır. Zira Hz. İbrahim (a.s.) yalnız başına yemezdi. Araplardan bazıları da kendilerine misafir geldiği zaman mutlaka misafirle birlikte yemek yer yalnız başına yemezlerdi. Dolayısıyla yemek yeme sünnetini beyan etmek ve buna muhalif Arap âdetlerini kaldırmak ve Araplara göre haram sayılan yalnız başına yemek yemeyi mubah kılmak üzere bu ayet nazil oldu. Ayet buna karşılık güzel ahlâkı tavsiye etti. Güzel ahlâka sarılmayı sıkı sıkı öğütledi. Beraber yemek yiyecek kimse bulmak güzeldir ama yalnız başına yemek yemek de haram sayılmamıştır.

4- İçerisinde oturulan evlere girerken ev halkına ve yakınlara selâm ver­mek sünnettir. İçerisinde oturulmayan evlerin hükmü de böyledir. Kişi buralara girerken: "es-Selâmü aleynâ ve alâ ıbâdillâhis-sâlihîn" diyerek kendi nefsine selâm verir. Mescitler de böyledir. Mescitte bulunanlara selâm verilir.

Mescitte hiç kimse yoksa: "es-Selâmü alâ rasûlillâh" diyerek selâm verilir.

İbrahim Nehaî ve Hasan-ı Basrî "Evlere girmek istediğiniz zaman..." ayeti hakkında buradaki "evler" den murad mescitlerdir, demişlerdir.

İbnü'l-Arabî diyor ki: "Evler" kelimesiyle genelleme yapıldığı görüşü doğru olan görüştür. Tahsis yapılmasının hiçbir delili yoktur. Bu umumî ifade özel yahut başkalarına ait bütün evler kastedildiği için mutlak olarak kullanılmış­tır. Dolayısıyla insan başkasına ait eve girdiği zaman -daha önce geçtiği gibi-izin ister. Kendine ait eve girdiği zaman da selâm verir. İbni Ömer'den (r.a.) varid olan -zikri geçen- hadiste yer aldığı gibi "Esselâmü aleynâ ve alâ ıbâdil-lâhis-sâlihîn" der. Evde aile halkı ve hizmetçileri varsa "Esselâmü aleyküm" der. Mescit ise "Es-selâmü aleynâ ve alâ ıbâdillâhis-salihîn" desin.

Kuşeyrî diyor ki: "Evlere girmeyi istediğiniz zaman" ifadesi hakkında en münasip görüş, bu ayetin her eve giriş için umumî olduğu şeklindeki görüştür. Eğer evde oturan biri varsa "es-Selâmü aleyküm ve-rahmetullâhi ve berekâtühü" der. Eğer evde müslüman olmayan kimse varsa "Es-selâmü alâ menittebeal-Hüdâ" yahut "Es-selâmü aleynâ ve alâ ıbadillâhis-sâlihîn" der.

5- Allah Tealâ: "İşte Allah ayetleri bu şekilde size açıkça beyan ediyor." ifadesini peşpeşe üç ayette (58, 59 ve 61.) tekrar etmiştir. Ancak 59. ayette te'k-it için ve bu ayette yer alan hükümlerin büyüklüğüne işaret için "âyâtihî (ayet­lerini)" kelimesini kullanmıştır.

Mana şu şekildedir: Bu konularda dininizin esaslarını size beyan ettiği gibi dininizde ihtiyaç duyduğunuz diğer hususları da size açıkça beyan etmek­tedir. [141]

 

Evden Çıkarken İzin İsteme, Hz. Peygambere (S.A.) Hitap Etme Adabı, Onun Emrine Aykırı Hareket Etmekten Sakındırma

 

62- Gerçek müminler ancak o kimseler­dir ki, Allah'a ve Rasulüne iman eder­ler, toplanmayı gerektiren önemli bir meselede onunla bir araya geldikleri zaman Peygamber'den izin almadan ay­rılmazlar. Senden izin isteyenler işte onlar Allah'a ve Rasulüne (samimiyetle) iman edenlerdir. Eğer onlar bazı işleri için senden izin isterlerse, dilediğine izin ver. Onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan­dır, çok merhamet edendir.

63- Peygamber'e aranızda hitap eder­ken birbirinize hitap eder gibi hitap et­meyin. Allah içinizden başkalarını siper edinerek sıvışıp gidenleri çok iyi bilir. Onun emrine karşı gelenler başlarına bir belâ gelmesinden yahut şiddetli bir azaba uğramaktan sakınsınlar.

64- İyi bilin ki göklerde ve yerde olan her şey mutlaka Allah'ındır. Allah sizin içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir. Kendisine döndürülecekleri gün Allah    onlara    yaptıklarını    haber verecektir. Allah her şeyi gayet iyi bilir.

 

Belagat:

 

"Gafur (çok mağfiret eden)", "rahim (çok merhamet eden)", "elim (çok acık­lı)", "alîm (her şeyi gayet iyi bilen)" kelimeleri mübalağa sigasında gelmiştir.

"Sizin bulunduğunuz durum" ve "döndürülecekleri gün" ibarelerinde ikin­ci şahıstan üçüncü şahsa geçiş (iltifat) vardır. [142]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Gerçek müminler" imanı kâmil olanlar "ancak o kimselerdir ki Allah'a ve Rasulüne iman ederler," Cum'a, bayram, savaş ve idarî işlerde danışma gibi "toplanmayı" ve müşavereyi "gerektiren" önemli, umumî "bir meselede onunla"

Rasulullah (s.a.) ile "bir araya geldikleri zaman ondan" Rasulullah'tan (s.a.) "izin almadan" O da kendilerine izin vermeden kendilerine bir mazeret çıktığı için "ayrılmazlar." İzin talebinde bulunmak ve imanın kemalinde bunun dik­kate alınması imanın sıhhatini tasdik eden bir delildir, bu husus da muhlis olanla münafık olanı ayırd edici bir özelliktir. Rasulullah'ın (s.a.) meclisinden izinsiz ayrılma günahının büyüklüğünü beyan etmektedir. Bu sebeple bunu daha beliğ bir üslupla te'kit etmek üzere tekrar zikrederek şöyle buyurdu:

"Senden izin isteyenler işte onlar Allah 'a ve Rasulüne iman edenlerdir." Zira bu ayet izin isteyen kimsenin hiç şüphesiz mümin olduğunu, izinsiz ay­rılan kimsenin mümin omadığını ifade etmektedir.

"Eğer onlar bazı işleri için" meydana gelen bazı önemli meşguliyetleri için "senden izin isterlerse" bu ifadede mübalağa ve bu izin meselesini daraltma düşüncesi vardır. O takdirde onlardan "dilediğine" ayrılması için "izin ver."

"Peygambere aranızda hitap ederken" Rasulullah'ın (s.a.) sizlerle bir araya gelmesini talep ederken "birbirinize hitap eder gibi" Ya Muhammed! diyerek "hitap etmeyin." Bilakis yumuşaklık ve tevazu ile, alçak sesle, "Ya Rasulallah! Ya Nebiyyallah" deyin. Yüz çevirmeyi, çekip gitmeyi caiz görme, cevap verirken gevşeklik yapma ve izinsiz dönüp gitme gibi hususlarda onun size olan hitabıy-la sizin birbirinize hitap etmenizi kıyaslamayın. Zira ona derhal cevap ver­meniz vaciptir. Onun izni olmadan çıkmak ise haramdır.

"Allah içinizden başkalarını siper edinerek" başka bir şeyin perdesi altına girerek gizlice "sıvışıpgidenleri" mescitten çıkanları "çok iyi bilir."

"O'nun emrine" yani Allah Tealâ'nın yahut Rasulullah'ın (s.a.) emrine "karşı gelenler..." Burada emir gerçekte Allah'ın emridir. Zamirin Rasulullah'a (s.a.) raci olması da mümkündür. Çünkü burada kastedilen O'dur. Muhalefet, söz veya davranışta muhalif bir yol tutmak demektir, "başlarına bir fitne" bir belâ, mihnet ve dünyada imtihan "gelmesinden yahut" ahirette "acıklı" şiddetli, can yakıcı "bir azaba uğramaktan sakınsınlar."

"İyi bilin ki göklerde ve yerde olan" mülk, yaratık ve kul olarak "her şey" mutlaka "Allah'ındır." Ey mükellef olanlar! "Allah sizin içinde bulunduğunuz durumu" iman, nifak, muhalefet ve itaati "gayet iyi bilir." Vaîdi, azabı te'kit et­mek için bildiğini "kad" edatıyla te'kit etti. Münafıkların ceza görmeleri için "kendisine döndürülecekleri gün Allah onlara" hayır veya şer "yaptıklarını haber verecektir." Yani, kötü amellere karşılık azarlama ve diğer cezalarla cezalarını verecektir. "Allah her şeyi" onların amellerinin tamamını "gayet iyi bilir." O'na hiç bir şey gizli kalmaz. [143]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni İshak ve Beyhaki Delâil adlı kitabında Urve Muhammed b. Ka'b el Kurazî ve başkalarından şu rivayeti naklederler:

Kureyşliler Hendek Savaşı için geldiklerinde Medine'de Rûme kuyusu civarında bir vadide karargâh kurmuşlardı. Komutanları Ebu Süfyan idi.

Gatafan kabilesi de Uhud tarafında Na'ma denilen yerde çadır kurmuşlardı.

Bu haber Rasulullah'a (s.a.) gelmiş, Hz. Peygamber (s.a.) de Medine önüne hendek kazmıştı. Bu hendekte Rasulullah (s.a.) da müslümanlar da çalışmıştı. Münafıklardan bazı kimseler ağır davranmışlar, zayıf bir çalışma göstermişler­di. Bunlar Rasulullah'in (s.a.) bilgisi ve izni olmaksızın gizlice ailelerinin yan­larına sıvışıp gidiyorlardı. Müslümanlardan birine mutlak bir ihtiyaç ve zaruret meydana geldiğinde bunu Rasulullah'a (s.a.) zikrediyor, ihtiyaçlarını görmek için izin istiyorlar, Peygamber (s.a.) de izin veriyordu. İhtiyacını görün­ce de derhal dönüp geliyordu. Cenab-ı Hak o müminler hakkında bu ayetleri (Nur 24/62-64) indirdi.

Kelbî diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) hutbesinde münafıklara ta'rizde bulunuyor ve onları ayıplıyordu. Münafıklar sağlarına-sollanna bakıyorlar, on­ları hiç kimse görmediği bir zamanda mescidden çıkıyorlar, namaz kılmıyorlar­dı. Eğer biri onları görürse sebat ediyor, korkarak namaz kılıyorlardı. Bunun üze-rine ayet nazil oldu. Bu ayetin inmesinden sonra mümin kimse Rasulul-lah'tan (s.a.) izin almadıkça ihtiyacı için -mescitten dışarı- çıkmıyordu. Münafıklar ise izinsiz çıkıyorlardı.

"Peygambere aramızda hitab ederken..." 63. ayetin nûzulüyle ilgili Ebu Nüaym Delâil adlı kitabında İbni Abbas'tan (r.aj naklediyor: Bedeviler "Ya Muhammedi Ya Ebel Kasım!" diye hitap ediyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Peygambere aranızda hitap ederken birbirinize hitap eder gibi hitap et­meyin." ayetini indirdi. Bundan sonra "Ya Nebiyyallah! Ya Rasulullah!" diye hitap etmeye başladılar. [144]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Eve girerken izin isteme emrinden sonra Cenab-ı Hak evden çıkış anında da özellikle cuma namazı, bayram namazı, cemaatle namaz ya da önemli bir iş hususunda istişare etmek gibi toplanmayı gerektiren bir meselede Rasulullah (s.a.) ile bir araya geldikleri zaman ayrılma anında izin istemeyi emretti. Daha sonra da, müminlere Peygamberi (s.a.) ta'zim etmelerini, ona hitap ederken edebe riayet etmelerini, onun emrine, sünnetine ve şeriatına aykırı davran­maktan sakınmalarını emretti. [145]

 

Açıklaması

                             

Şu davranışlar zorunlu dinî ve içtimaî kurallardır.

1- Allah Tealâ buyuruyor ki: "Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki Al­lah'a ve Rasulüne iman ederler. Toplanmayı gerektiren önemli bir meselede Pey­gamberle bir araya geldikleri zaman Peygamberden izin almadan ayrılmaz­lar. "

Yani imanı kâmil olan müminler Allah'ın varlığını, birliğini, Rasulünün O'nun tarafından getirdiği risaletinin doğruluğunu tasdik ederler. Cuma namazı, cemaatle namaz, bayram namazı, düşmanla savaşmaya katılma, meydana gelen çok önemli bir meselede danışma gibi önemli içtimaî bir meselede Rasulullah'tan (s.a.) izin isteyip de o kendilerine izin vermedikçe onun mec­lisinden ayrılmazlar.

Bu adap önceki adabı tamamlayıcıdır. Allah eve girerken izin istemeyi em­rettiğinde evden çıkarken de izin istemeyi, özellikle toplanmayı gerektiren önemli bir meselede Peygamberle bir araya geldikleri zaman izin istemeyi em­retti.

"el-Emru'1-Cami"' ibaresi toplanmayı gerekli kılan herhangi bir meseledir. Emr kelimesi burada mecaz yoluyla "toplayıcı" sıfatıyla tavsif edilmiştir.

İmam Ahmed, Müsned'inde, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Hıbban ve Hakim Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet et­mişlerdir: "Sizden biriniz bir meclise vardığında selâm versin. Oturmayı arzu ederse otursun. Kalktığı (ayrılacağı) zaman da selâm versin. Birinci selâm sonuncu selâmdan daha evlâ değildir."

Cenab-ı Hak bundan sonra izin isteme emrini imanın kemaline delâlet eden, ihlâslı olanı olmayandan ayırd eden bir özellik sayacak tarzda daha beliğ bir üslûpla te'kit yoluyla tekrar ederek şöyle buyurdu:

"Senden izin isteyenler işte onlar Allah 'a ve Rasulüne (samimiyetle) iman edenlerdir." Yani meclisinden ayrılmak için Rasulullah'tan (s.a.) izin isteyenler, oradan çıkmak için onunla istişare edenler Allah ve Rasulünü tasdik eden, imanın icabı ve gereğiyle amel eden kâmil müminlerdir.

Hz. Peygamberi (s.a.) ta'zim etmek ve adaba riayet etmek için izin is­temekten sonra izin verme hürriyeti de ona ait olacaktır. Bunun için Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

"Eğer onlar bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver." Yani onlardan biri aniden ortaya çıkan önemli bir iş için senden izin ister­se hikmet ve maslahata uygun olarak onlardan dilediğin kimseye izin ver.

Hz. Ömer (r.a.) Tebuk Gazvesi'nde ailesine dönmek için Peygam-berimiz'den (s.a.) izin istemiş, Efendimiz de (s.a.) ona izin vermiş ve:

-  Git, Allah'a yemin olsun ki sen münafık değilsin, demiştir. Efendimiz (s.a.) bu sözünü münafıkların işitmelerini istemişti. Münafıklar bunu işitince şöyle dediler:

-  Muhammed'e ne oluyor? Yakın arkadaşları ondan izin isteyince onlara izin veriyor, biz izin istediğimiz zaman da bize izin vermiyor. Allah'a yemin ol­sun ki, onun adaletle davranmadığını görüyoruz.

İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Hz. Ömer (r.a.) Rasulullah'tan (s.a.) umre için izin istedi. Peygamberimiz de (s.a.) ona izin verdi. Sonra da şöyle buyurdu:

- Ya Eba Hafs! Bizi salih duanda unutma.

Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın, dinin bazı hususlarını kendi re'yi ile içtihat et­mesi için Rasulüne havale ettiğine delâlet etmektedir.

"Onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." Yani Allah'tan onlardan sadır olan hata ve kusurları bağışlamasını iste. Zira Allah tevbe eden kullarının günahlarını bağışlayıcıdır, onlara çok merhamet edicidir. Tevbeden sonra onları cezalandırmayacaktır.

Bu ifade izin istemenin makbul bir mazeretle bile olsa evlâ olanı terk et­mek anlamında olduğuna işaret etmektedir. Çünkü izin istemekle dünya men­faatleri ahiret menfaatlerinin önüne geçirilmektedir. Dolayısıyla izin istemek daha önemli olanı terk etmek olduğu için izin isteme sebepleri ne olursa olsun istiğfarı gerektiren hususlardandır.

Cenab-ı Hak daha sonra Peygamberine (s.a.) hürmet, ta'zim ve saygı gös­terilmesini emrederek şöyle buyurmaktadır:

"Peygamber'e aranızda hitap ederken birbirinize hitap eder gibi hitap et­meyin." Yani Allah'ın Rasulünü "Ya Muhammedi Ey Abdullah'ın oğlu!" diyerek ismiyle çağırmayın. Onu ta'zim edin. Hürmet ve ta'zimle, gayet alçak sesle ve tevazu ile "Ya Nebiyyallah! Ya Rasulallah!" deyin.

Bu ifade Allah tarafından peygamber'i ismiyle ya da nesebiyle çağırmak­tan nehiydir. Bu, ayetin üslûbundan açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bir­birinizin adını anar gibi onun adını anmayın. Onu anne-babasının verdiği is­miyle çağırmayın.

Bir başka açıklamaya göre: Yüz çevirmeyi, çekip gitmeyi caiz görme, cevap verirken laubali davranmak ve onun meclisinden izinsiz dönüp gitmek gibi hususlarda onun size olan hitabıyla, sizin birbirinize hitap etmenizi kıyas­lamayın. Zira ona derhal cevap vermek vaciptir, onun izni olmadan çıkmak ise haramdır.

Cenab-ı Hak daha sonra uyarıda bulunarak ve bu adaba aykırı davranan­ları tehdit ederek şöyle buyurdu:

"Allah içinizden başkalarını siper edinerek sıvışıp gidenleri çok iyi bilir."

Yüce Allah hutbe esnasında mescitten sıyrılıp gidenleri yahut gizlice Hz. Peygamber'in (s.a.) meclisinden birbirlerini veya başka bir şeyi siper edinerek izinsiz peşpeşe sıyrılıp giden o kimseleri yakinen çok iyi bilir. Yerde ve gökte hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O sebepleri ve şartları, söz ve fiillerden açık olan­ları, gizlilikleri ve sırları gayet iyi bilir.

Ebu Davud rivayet ediyor ki: Bazı münafıklara hutbe dinlemek ve mescit­te oturmak ağır geliyordu. Müslümanlardan biri Peygamberimiz'den (s.a.) izin istese münafık da onu siper edinerek onunla birlikte kalkar giderdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.

"O'nun emrine karşı gelenler başlarına bir belâ gelmesinden yahut şiddetli bir azaba uğramaktan sakınsınlar."

Yani Rasulullah'm (s.a.) şeriatına gizli-açık muhalefet eden, karşı çıkan, onun emrinden ve ona itaatten yani onun yolundan, metodundan, çizgisinden, sünnetinden ve şeriatından uzaklaşan kimseler -yani münafıklar- başlarına bir mihnet ve belâ gelmesinden veya küfür ve nifak gibi dünyada bir imtihana tabi

tutulmaktan, yahut ahirette acıklı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.

"Onun emri" ibaresindeki zamir ya Allah Tealâ'nm emrine yahut Rasulünün (s.a.) emrine racidir.

Bu ayet emrin zahirî şeklinin vücup ifade ettiğine delildir. Zira emrolunan şeyi terk eden kimse bu emre muhalif olmaktadır. Emre muhalif olan da ceza­ya müstahaktır. Dolayısıyla emrolunan şeyi terk eden cezaya müstahak olmak­tadır. Vücubun da bundan başka manası yoktur.

Ayet aynı zamanda sadece münafıkları değil, Allah Tealâ'nm emrine ve Rasulünün emrine muhalif olan herkesi içine almaktadır.

Cenab-ı Hak daha sonra sureye mahlûkatm çerçevesini beyan ederek ve bütün yaratıkların Allah'ın hakimiyeti ve ilmi altında olduklarını beyan ederek son vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"İyi bilin ki göklerde ve yerde olan her şey mutlaka Allah'ındır. O içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir."

Burada ayetteki "kad" edatı daha önceki gibi tahkik içindir. Yani göklerde ve yerde olan her şey yaratık, mülk, ilim, tasarruf, var etme ve yok etme açısından Allah'a mahsustur. O, kulların nezdindeki gizli-açık her şeyi bilir. Münafıklar durumlarını gözlerden örtmeye ve gizlemeye gayret etseler de münafıkların durumları Allah'a nasıl gizli kalır?

"Allah içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir." ifadesinin manası şudur: Allah sizin durumunuzu bilir, görür, O'ndan zerre ağırlığınca bir şey gizli kalmaz. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ne bundan daha küçüğü ne de daha büyüğü Rabbindengizli kalmaz. Hepsi apaçık bir kitaptadır." (Yunus, 10/61).

"Kendisine döndürülecekleri gün Allah onlara yaptıklarını haber verecek­tir. Allah her şeyi gayet iyi bilir." Yani Allah Tealâ kıyamet gününde onlara giz­ledikleri kötü amelleri bildirecek ve onları hakkıyla cezalandıracaktır: "İnsana o gün öne aldığı ve geciktirdiği her şeyi bildirilecektir."( Kıyamet, 75/13); "Onlar yaptıklarını hazır olarak buldular. Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez. "(Kehf, 18/49). Allah her şeyi kuşatan tam bir ilme sahiptir.Onlara bu durumu bil­direcek, hesap ve arz gününde ansızın bu bilgiyle onların karşısına çıkacaktır. Bu, Allah Tealâ'ya has, hüküm verme hususuna delildir. [146]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:

1- Rasulullah'm (s.a.) meclisinden ayrılma anında Rasulullah'tan izin is­temek vaciptir. Peygamberimiz'in (s.a.) dışındaki kimselere gelince - daha ön­cede geçtiği gibi- misafirin eve girerken izin istemesi vacip olduğu gibi mahrem hususlara muttali olmaması için evden çıkarken de izin alması vaciptir. Devlet reisinden (imamdan) izin istemesi de talep edilmelidir.

Ayet-i Kerime toplanmayı gerektiren önemli bir meselede - devlet reisinin maslahat gereği insanları toplamaya ihtiyaç duyduğu dinde bir sünneti yaşamak, bir araya gelmek suretiyle düşmanları korkutmak ya da savaş gibi meselelerin görüşüldüğü bir toplantıda- izin istemeyi vacip kılmıştır. Allah Tealâ buyuruyor ki: "İşlerinde onlarla istişare et." ( Al-i İmran, 3/159). Devlet reisinin faydalı yahut zararlı olabilecek işlerde görüş ve meşveret ehlini ya da insanları toplama hakkı ve selâhiyeti vardır.

2- "Onlardan dilediğin kimseye izin ver." Bu ayet-i kerime, dinin bazı emirlerinde, şeriatın temel esaslarında ve İslâm hukukunun ruhundan doğan şer'î esaslarla uyum içindeki görüşüyle içtihad etmesi için Peygamberimiz'e (s.a.) yahut müçtehit imama yetki verildiğine delildir.

3- Ayet -daha önce belirttiğimiz gibi- emrin zahirinin vücup manasında ol­duğuna delildir.

4- Münafıklar cemaattan gizlice çıkıyorlar ve Rasulullah'ı (s.a.) terk ediyorlardı. Allah bütün müslümanlara onlardan hiç birinin, imanını anlamak için Rasulullah (s.a.) kendisine izin vermedikçe dışarı çıkmamalarını emretti. Çünkü münafıklara cuma gününden ve hutbeyi dinlemekten daha ağır bir şey yoktu.

5- "O'ndan izin almadan ayrılmazlar." ifadesiyle "onlardan dilediğine izin ver." ifadesi bunun savaşa mahsus olduğuna delâlet etmektedir. Ama hutbe es­nasında imamın o kimseyi men etme ya da bıraktırma gibi tercih hakkı yoktur. Daha doğru olan umumîlik ifade etmesidir. Bu daha evlâ ve daha güzeldir. Bu Peygamberimiz'in (s.a.) her meclisini ihtiva etmektedir.

6- Rasulullah'ı (s.a.) ta'zim etmek vaciptir. İnsanların birbirlerini çağır­dıkları gibi onu çağırmaları, "Ya Muhammedi yahut Ya Ebel- Kasım" dememeleri sadece gayet yumuşak ve nazik bir ifadeyle, değer vererek ve yük­selterek "Ya Rasulallah" demeleri gerekir.

Nitekim Cenab-ı Hak Hucurât suresinde şöyle buyurmaktadır: "Rasulul­lah'm yanında sesini kısanlar Allah'ın, kalplerini takva ile imtihan ettiği kim­selerdir. Onlar için büyük bir ecir ve mağfiret vardır." (Hucurât,49/3)

7- Allah'ın ilminin her şeyi - bu arada münafıkların niyetlerini, davranış­larını ve sözlerini - kuşattığı gerçeğinin te'kidi ayetlerde tekrar edilmiştir. "Al­lah içinizden başkalarını siper edinerek sıvışıp gidenleri çok iyi bilir."; "Allah sizin içinde bulunduğunuz durumu gayet iyi bilir."; "Allah her şeyi gayet iyi bilir."

Bu durumlarda Allah'ın bildiğinin beyan edilmesi onun emrine muhalefet etmekten sakındırmak, tehdit etmek ve bunu engellemek içindir.

8- Fıkıh alimleri "Onun emrine karşı gelenler... sakınsınlar" ayetindeki emrin vücup için olduğuna ve Rasulullah'a (s.a.) itaat etmenin vacip olduğuna delil getirmişlerdir. Zira Cenab-ı Hak emrine karşı sakındırmış ve buna kar­şılık ceza ve azapla tehdit etmiştir: "Onun emrine karşı gelenler başlarına bir belâ gelmesinden yahut şiddetli bir azaba uğramaktan sakınsınlar."

Dolayısıyla Ona karşı çıkmak haram olmakta, Onun emrine uymak da farz olmaktadır. Onun emrine karşı gelmek şu iki şeyden birini gerektirir:

- Dünyada ölüm, deprem, korkunç olaylar, zalim yöneticilerin musallat ol­ması, Rasulullah'a (s.a.) karşı çıkma uğursuzluğunun kalbe mühür olarak vurulması gibi cezalar.

- Ahirette ise acıklı ve şiddetli azap.

"O'nun emrine karşı gelirler..." ifadesinin manası, O'nun emrinden yüz çevirirler, yahut O'nun emrinden sonra aykırı hareket ederler demektir.

9- Göklerde ve yerde bulunan her şey mülk, yaratık ve ilim olarak Allah'a mahsustur. Münafıkların durumunu bilmek de buna dahildir. Allah buna kar­şılık onları cezalandırır ve kıyamet günü onlara kendi amellerini haber verir. Bu amellerine karşılık onlara ceza verir. Allah her şeyi amelleri ve durumlarıy­la en iyi bilendir.

Bu ifadeler Allah'ın sonsuz yüce kudretine ve mükellefe karşı sevap ve azapla ceza verme muamelesine muktadir olduğuna, insanın gizlediği ve açık­ladığı her şeyi bildiğine ve hükmetmenin sadece Allah'a mahsus olduğuna delildir. [147]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/367.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/367.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/367-368.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/368-369.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/370.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/370.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/370-371.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/371.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/372.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/372-373.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/373.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/373-377.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/377-379.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/379-380.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/380-382.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/382-383.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/383.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/383-384.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/384.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/384.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/384-385.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/385.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/385.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/385-386.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/387.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/387-388.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/388.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/388-394.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/394-397.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/398.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/398-399.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/399-401.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/401.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/401-403.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/403.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/403.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/403.

[38] Bu hadisi Ebu Davud "beis olmayan" bir senedle rivayet etmiştir.

[39] Ahkâmu'l-Kur'an, III/1332.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/403-404.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/404-406.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/406.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/406-408.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/408-410.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/410-411.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/413.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/413-416.

[48] İbni Kesir, III/268.

[49] Benî Mustalık Gazvesi, Gazvetü'l-Müreysî.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/416-420.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/420.

[52] İbni Kesir, III/272.

[53] Bu sahih bir hadis olup Taberani bu hadisi Cerir'den "Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Affetmeyen affa nail olamaz. Pişmanlık kabul etmeyenin pişmanlığı, tevbesi kabul edilmez, "şeklinde rivayet etmiştir.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/420-427.

[55] Razî, XXIII/187-190.

[56] Taberî, XII/212.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/427-431.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/432.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/432-433.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/433.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/433-434.

[61] Zemahşeri, 11/380.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/434-436.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/437.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/438.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/439.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/439.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/439-444.

[68] Bu hadisi Ebu Bekir Ali b. Sabit el-Hatib, Cami' adlı kitabında zikretmektedir.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/444-446.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/447.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/447-449.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/449-450.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/450.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/450-457.

[75] Razî, XXIII/202 204.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/457-461.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/462-463.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/464.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/464.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/464-468.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/468-469.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/469-471.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/471-473.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/474.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/474-475.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/475.

[87] Razî, XXIII/237.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/475-477.

[89] Kurtubî, XII/256-264.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/477-478.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/479.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/479-480.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/480.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/480-482.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/482-484.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/485.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/485-486.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/486.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/486.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/487-488.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/489.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/490-491.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/491-492.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/492.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/492-494.

[106] Bazı nahiv alimleri "Ve yenzilü mines-semâi min cibâlin fîhâ min beredin" ayetindeki bi­rinci "min" edatının ibtidâul-gâye, ikinci "min" edatının teb'ıziyye, üçüncü "min" edatının cinsi beyan etmek için olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu açıklama bazı müfessirlerin gökyüzünde dolu dağları olduğu, Allah'ın doluyu oradan yağdırdığı şeklindeki ifadelerine göredir. Burada (dağlar), bulutlardan kinaye olarak kabul edenlere göre ayetteki ikinci "min" edatı da ibtidâu'l-gâye içindir. Fakat bu birincisinden bedeldir. En doğruyu bilen Allah'tır." İbni Kesir, III/297.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/494-495.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[112] Bu hüküm hak ve adalettir. Zira münafıklar gerçekte Peygamberimiz'in (s.a.) hükümle­rine karşı çıkmayı mubah sayan, onun hükmüyle alay eden, onun adaleti ve peygamber­liği hususunda anarşi ve kargaşa çıkartan imansız kimselerdir. Bütün bu hususiyetlerde normal kâfirden ayrılırlar.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[125] Ayette geçen "ya'büdûnenî" fiili hal mevkiindedir. Yani Allah'a ihlâsla ibadet etmeleri halinde demektir. Bu fiil onlara övgü yoluyla yeni bir isti'naf cümlesi de olabilir.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[127] Razî, XXIV/24.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[131] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, III/331.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[133] İbnü'l-Arabî, Ahkâmul-Kur'an, III/1389.

[134] Cessas;Ahkâmul-Kur'an, III/323.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/

[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/