Zina Edenlerin Evlenme Halleri
Zina İsnadını Kanıtlamanın Zorunluluğu
Başkasının Evine İzinsiz Girmek
Mü'minler Irzlarını Korusunlar
Kölelerle Özgürlük Sözleşmesi Yapmak
Şia'nın Ayetlerle İlgili Yorumu
Kur’an’daki
Sırası : 24
Nüzul Sırası : 102
Ayet Sayısı : 64
İndiği Dönem : Medine
Bu sûre hukuk ve ahlak
konusunda çeşitli bölümleri içermektedir. Zina ve zina iftirası hususunda bazı
hükümleri de içeren bu sûrede, mü'minlerin annesi Hz. Aişe'ye yönelik
"Ifk" hadisesine işaretin yanısıra, olayın meydana getirdiği etkiler,
bu konuda yapılan nasihat, kınama ve uyarılar bulunmaktadır, insanlar iffetli
olmaya ve fitneye meydan verecek şeylerden kaçınmaya davet ediliyorlar.
Yine sûrede, evlere
nasıl girilmesi gerektiği, örtüye bürünen kadınların ihtişamdan, zi-net (süs)
takıları ile saptırıcı hareketlerden sakınmaları işlenmiştir. Kız ve
erkeklerden yoksul olanların evlendirilmeleri teşvik edilmiş ve Allah'ın
yüceliği, azametinin eserleri, nuru ve hidayeti bir kez daha gözler önüne
serilmiştir.
Doğru yolda olup,
benliğiyle Allah'a teslim olanlar övülüyor, karanlıklar içinde dönüp duran ve
amelleri bu şekilde boşa çıkan kafirler ise yeriliyor. Ayrıca, kalplerinde
hastalık bulunanların içinde bulunduğu durum eleştirilmekte ve cihada yapılan
çağrıyı hiçe sayıp peygamber meclislerini ve onun çağrısını hafife almalarından
dolayı bunlar uyarılmaktadır. Nebi (s)'nin siyasi ve hukuki otoritesi
güçlendirilmekte, iman edip hulus-u kalp ile salih amel işleyenleri Allah'ın
yeryüzüne yerleştireceği şeklindeki zafer müjdesi verilmektedir. Yine yemek
ile ilgili bazı davranışlar dile getirilerek bu konuda insanlara bazı
kolaylıklar içeren öğütler sunulmaktadır.
Sürenin bölümleri çok
olmakla birlikte bu bölümler, birbiriyle zaman ve muhteva bakımından yakın bir
ilişki içindedir. Bu açıdan, sûredeki bölümlerin birbirine yakın zamanlarda
nazil olduğunu, dolayısıyla söz konusu bölümlerin bu şekilde yan yana
yazıldığını söylemek yerinde olur. Fakat, sûrede yeralan bir kaç bölümün,
Ahzab süresindeki bazı bölümlerden daha önce inmiş olması da muhtemeldir.
Çünkü, Müreysi Vak'ası'nın Müstali-koğulları ile alakalı olduğu, ifk hadisesine
onların adı karıştığı rivayet edilmiş, ifk hadisesinin ise "Hendek"
ten önce gerçekleştiği nakledilmiştir. Halbuki, Hendek Vak'ası, Ahzab sûresinde
anlatılmaktadır[1]. Dolayısıyla, eğer
olayların gerçekleştiği tarihler doğruysa, bu sûrenin bazı bölümleri herhangi
bir sebeple Nur sûresine aktarılmış denebilir. Elbette Allah (c) daha iyi
bilir.
Kaynak
olarak aldığımız Kur'an nüshasına göre Nur sûresi Haşr sûresinden sonra gelmektedir.
Ancak, biz Haşr sûresinin Ahzab sûresinden önce nazil olduğu kanaatini taşıdığımız
için Haşr'ı Ahzab'dan önceye aldık ve böylece Haşr süresi Beyyine sûresinden hemen
sonraya gelmiş oldu. [2]
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adıyla
1- Bu
indirdiğimiz ve uygulanmasını gerekli kıldığımız bir sûredir. Düşünüp öğüt
almanız için onda açık ayetler indirdik.
2- Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her
birine yüz değnek vurun: Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız Allah'ın
cezasını uygulamada sizi, onlara karşı acıma duygusu tutup engellemesin.
Mü'minlerden bir grup da onlara yapılan azaba tanık olsun.
Sûrenin kendine has
bir girişi vardır. İlk ayet, sûreyi methetmekte ve sûrenin kapsamında muhatap durumundaki
mü'minlere bir hatırlatma ve aydınlatma amacına yönelik farz kılınan hükümleri
övgüyle anmaktadır.
İkinci ayet ise, zina
eden kadın ve erkeğe, açık bir alanda ve mü'minlerden bir grubun gözü önünde
yüz değnek vurmanın gerekliliği hususunda hüküm koymakta ve bu kuralın
uygulanmasında gevşekliğin olmamasını, yine hükmü uygularken acıma duygusuna
kapılmamak gerektiğini şiddetle vurgulamaktadır. Bu şekilde davranmayı ise,
mü'minlerin Allah'a ve Ahiret gününe imanlarının bir göstergesi kılmıştır. [3]
Müfessirler bu
ayetlerin inişi ile ilgili belirli bir sebep zikretinemişlerdir. Daha önce
açıklamasını yaptığımız gibi, Nisa sûresinde zina eden kadınlar hakkında giriş
mahiyetinde ilk açıklama yapılmıştı. İlahi hikmet, ilk adım için Nisa sûresini
uygun bulmuş ve vaktin geldiğini görünce ikinci adım için Nur sûresinin ikinci
ayetini seçmiştir. Zaman zaman meydana gelen bazı olaylar ayetlerin konusu
olabilir. Fuhşa yeltenen kadınlar ilk olarak evlerinde bir müddet hapsedilir,
bu ölünceye kadar ya da Allah bir yol gösterin-ceye kadar böyle devam eder. Bu
konuda muhtemelen bir sakınca olabilir. Orjinalini daha sonra vereceğimiz bir
hadiste: "Onları benden alın, benden alın o kadınları, çünkü Allah onlara
yolunu göstermiştir" şeklindeki rivayet bazı açılardan söylediklerimizi
desteklemekte ve açıklamaktadır.
Müfessirlerin
çoğunluğu[4] ve
fıkıh imamları, ikinci ayette ge.çen zina cezasının evliler için değil,
bekarlar için olduğu görüşündedirler. Ancak bir yıl hapsedileceği ibaresinde
ihtilaf vardır. Çoğunluğun görüşüne göre, evli olan erkek ve kadınlar için,
zinanın cezası ise ölünceye kadar taşlanmaları (recm)dır. Ancak, recmden önce
yüz değnek cezasının olup olmadığı ise ihtilaf konusudur. Bu konuda
müfessirler ve fıkıh imamları çeşitli hadislere dayanmaktadırlar. Bu
hadislerden biri, Ömer bin Hattab'dan nakledilen ve recmin Kur'ani bir hüküm
olduğunu, ilaveten neshedilip (ayetin, yazısı itibariyle kaldırılması)
hükmünün ve geçerliliğinin devam ettiğini anlatan hadisidir.
Burada yine az önce işaret
ettiğimiz mevzuya paralel bir hadis de Müslim, Ebu Da-vud ve Tirmizi tarafından
Ubade Bin Samit'ten rivayet edilmiştir: "Onları benden alın, alın benden o
kadınları, çünkü Allah onlara yolunu göstermiştir. Bekar erkek ile bekar
kadının zina cezası yüz değnek ve bir yıl uzaklaştırmadır. Evli kadınla evli
erkeğin cezası ise yüz değnek ve taşlanarak öldürülmeleridir"[5]. Bu
konuda ikinci hadisi beş meşhur ravi Abdullah bin Ömer'den şu şekilde rivayet
etmiştir: "La ilahe illallah Muham-med Rasulullah" deyip şehadet
getiren müslümanın kanı helal değildir. Ancak şu üç durum müstesnadır. Bir
kimseyi öldürürse, evli olduğu halde zina ederse ve cemaati terke-dip dininden
dönerse."[6] Buhari ve Müslim'in, Zeyd
bin Halid'den rivayet ettikleri üçüncü hadiste de Zeyd bin Halid şöyle
demiştir: "Rasulullah'tan, bekar olup zina edenler hakkında yüz değnek ve
bir yıl uzaklaştırma cezası emrettiğini işittim."[7] Yine
beş meşhur ravinin rivayet ettiği dördüncü hadiste: "Maiz el-Eslemi
Peygamber'e gelerek zina ettiğini söyledi. Peygamber yüzünü çevirdi, sonra
diğer tarafına geçip zina ettiğini söyleyince yine Peygamber yüzünü çevirdi
tekrar öbür tarafına geçip "zina ettim" deyince Peygember dördüncü
defada taşlık bir yere gitmesini ve orada recmolmasını emretti. Adam taşlann
değdiğini hissedince şiddetle kaçmaya başladı, elinde deve kemiği bulunan biri,
ona vurdu. Orada bulunan diğer insanlar da, ölünceye kadar vurdular. Bu durum
Nebi'ye ulaştığında 'Bırakmadınız mı?' dedi. Bir rivayette 'Deli misin?' dedi;
o da 'hayır' dedi. Bir başka rivayette ise, 'öpmüş veya bakmış olmalısın' dedi.
O da 'hayır' dedi, 'evli misin?' diye sordu. 'Evet' deyince Rasulullah
'recmedilmesini emretti." Bir diğer rivayette sahabe ihtilaf etmiştir.
"Allah Rasulü öyle bir tevbe yaptı ki ümmet arasında paylaşılsa tüm bir
ümmeti içine alacak genişlikte idi."[8]
Yine beş meşhur
muhaddisin rivayet ettiği beşinci hadis şudur: "Bir bedevi Rasulullah
(s)'a geldi ve şöyle dedi: "Ya Rasulullah, aramızda Allah'ın Kitabı ile
hükmedesin diye Allah'tan seni ararım, hasım daha anlayışlıdır" dedi. Evet
aramızda Allah'ın Kitabı ile hükmet ve bana izin ver. Ona izin verdi. Adam dedi
ki, "oğlum filanın ve falanın kadınıyla zina yapmıştır. Bana oğlumun
cezasının recm, olduğunu söylediler, ben de yüz koyun ve bir de köleyi fidye
olarak verdim. İlim ehline sorduğumda oğlumun cezasının yüz değnek ve bir yıl
uzaklaştırma olduğunu, adamın karısına ise recm cezası düştüğünü söylediler.
Rasulullah (s) aranızda Allah'ın kitabıyla hükmedeyim diyerek köle ve yüz koyun
fidyesini reddetti ve 'oğlunun cezası yüz değnek ile bir yıl uzaklaştırma
cezasıdır' dedi. 'Ey Enis! Bu adamın karısına sorun eğer itiraf ederse
recmedin, geçen günler onun aleyhinedir dedi."[9] Ömer
bin Hattab'dan rivayet edilen hadisler arasında beş meşhur muhaddisin İbn
Abbas'tan rivayet ettiği hadis de şudur: "Hz. Ömer, Rasulullah'ın
minberinde şöyle dedi: 'Allah, Muhammedi hak ile gönderdi ve O'na kitabı
indirdi. İndirilen kitabta okuyup anlayarak zihnimize yerleştirdiğimiz recm
ayeti vardı. Rasulullah (s) recmetti, biz de kendisinden sonra recmi uyguladık.
Zaman geçtikçe insanların Allah'ın kitabında recm bulamıyoruz diye saparak
Allah'ın indirdiğini terkedeceklerinden korkarım. Recm, kadın ve erkeklerden
evli olanlar için kesin delil olduğu, gebelik ya da itiraf söz konusu olduğu
anlarda uygulanması gereken bir gerçek olarak Allah'ın kitabında
mevcuttur."[10]
İmam Ahmed'in İbn
Abbas'tan rivayet ettiği, Ömer bin Hattab'dan gelen ikinci hadis ise şudur:
"Ömer bin Hattab hutbede recmden sözedip şöyle dedi: Recmden kaçış yoktur.
O Allah'ın hadlerindendir. Şunu bilin ki Allah Rasulü recmi uyguladı, peşisıra
biz de uyguladık. Eğer Kur'an'ın bir köşesinde yazılmış olsa idi bazıları çıkıp
Ömer Allah'ın kitabında olmayan bir şeyi ona eklemiş diyebilirlerdi."[11]
Yine İmam Ahmed bin
Hanbel'in Hz. Ömer'den rivayet ettiği üçüncü hadiste Hz. Ömer şöyle demiştir:
"Recm ayeti hususunda helak olmaktan sakınınız."[12]
Hafız Ebu Ya'la'nın
İbn Ömer'den rivayet ettiği dördüncü hadiste İbn Ömer şöyle demiştir:
"Kesir bin es-Salt'ın şöyle dediğini duydum: "Mervan'ın yanındaydık.
Aramızda Zeyd de vardı. Zeyd dedi ki: Biz Kur'an'dan 'Evli olan kadın ve erkek
zina ederlerse kati surette onları recmedin' diye okurduk. Mervan; 'Mushafa
bunu yazsaydın ya" dedi. Zeyd: Bunu Ömer bin Hattab'a söyledik, o "bu
konuda sizi aydınlatayım" dedi. 'Nasıl' dedik. Dedi ki: Bir adam Allah
Rasulü (s)'ne geldi, Allah Rasulü ona birçok şey anlattı. Rasulullah'ın
anlattıklarından biri de recmdi. Adam, 'recm ayetini bana yaz' dedi.
Rasulullah 'şimdi olmaz' veya buna benzer bir şey söyledi."[13]'
İmam Ahmed bin Hanbel
"recm ayeti"nin kaynağı hakkında Zerr'den bir başka hadis rivayet
eder. Hadiste Zerr şöyle demiştir: "Ubey bin Ka'b bana: 'Ahzab sûresini
okur ya da ayetlerini sayar mısın?' dedi. Yetmiş üç ayettir dedim. 'Hayır' onun
ayetleri Bakara sûresine yakın idi dedi ve Ahzab sûresinde 'Evli erkek ve kadın
zina ederlerse Allah'tan bir ibret olsun diye kati suretle onları recmedin.
Allah güçlüdür hakimdir' ayetini okuyorduk dedi"[14]
Suyuti el-İtkan'ında
Ceys bin Sad'dan, Ebubekir'in hilafeti döneminde Kur'an'ın tedvini ile ilgili
rivayetleri açıklarken şunları nakleder: "Zeyd bin Sabit Kur'an ayetlerini
ancak iki adil şahitle birlikte olunca yazıyordu. Ömer bin Hattab recm ayetini
getirdi. Zeyd bunu yazmadı. Çünkü kendisi tek idi. Ebu Huzeyme bin Sabit de
Tevbe sûresinin son kısmını getirdi. Şahidi de olmadığı halde onu kabul etti.
Çünkü Rasulullah onun şe-hadetini iki şahidin şehadeti yerine kabul
etmişti."[15]
Recmin Kur'an'da
tilaveten neshsedildiği fakat hükmen baki kaldığı hususuna gelince bu konuda
bir kaç noktaya dikkat çekmek istiyoruz.
Birincisi; hüküm
olarak baki kalıp da tilaveten bir Kur'ani esasın neshedilmesinin hikmetini
anlamak imkansızdır. Üstüne üstlük recm gibi hassas ve ölümle sonuçlanan bir
hukuki durum olursa.
İkincisi; ayetin nassı
hakkında gelen rivayet ihtilaflıdır. Ayrıca, cezaya konu olarak sadece yaşlı
erkek ve yaşlı kadının zikredilmesi şaşırtıcı bir durumdur.
Üçüncüsü; Hz. Ömer bir
ayetin yazılması hususunda şahitliği kabul edilmeyecek kadar adil değil miydi?
Eğer, Nebi (s) vefat edinceye kadar, recm ayeti lafız ve hüküm yönünden
neshedilmediyse Ve Hz. Ömer bundan emin idiyse bu durum karşısında sessiz
kalmayacak kadar da güçlü değil miydi?
Kaldı ki, Hz.
Ebubekir'e Kur'an'ın yeniden yazılması ve düzenlenmesi teklifini veren de Hz.
Ömer'dir. Kendisi bizzat bu işe önayak olmuştur.[16]
Hafız Ebu Yala'nın
tahric ettiği ve Nebi (s)'nin recm ayetinin yazılması talebine karşılık
vermemesi hususundaki hadise gelince; o mecliste Hz. Ömer de vardı ki kendisi
bu hadisin ravisiydi. Bu konuda şüpheli olabilirdi veya en azından recm
ayetinin Nebi (s) zamanında bu yüzden neshedildiği düşüncesine sahip
olabilirdi.
Bütün bunlar bizi, Hz.
Ömer'den rivayet edilen hadislerde bir karışıklık olduğu kanaatine götürüyor.
Elbette bu bizim tercihimiz. Kesin olarak savunduğumuz bir husus değil. Çünkü,
bu konuda Nebi (s)'nin evli olup zina yapanları recmettiğine dair sahih kabul
edilen hadisler sözkonusudur. (Maiz el-Eslemi'nin recmedilmesinde olduğu gibi).
Nitekim bu mânâda daha bir çok sahih kabul edilen rivayet vardır. Yine, recmle
ilgili Kur'an ayetinin var olduğuna dair hadisler de vardır. İşte bütün bunlar
sözkonusu karışıklığa meydan vermektedir.
Olay bir yönüyle
böyledir. Diğer yönden meseleyi ele alırsak; Nisa sûresinin 25. ayetinde
evli-cariyenin zina cezasının "evli-hür" (muhsan) bir kadının
cezasının yansı olduğunu müşahade etmekteyiz. Bu ayette ceza ile ilgili azap
ifadesi kullanılmıştır. Kur'an'da, kölenin cezasını hürün cezasının yansı
olarak ifade eden -Nur süresindeki ayet hariç- başka bir ceza türü
zikredilmediği için Nisa süresindeki ayetin Nur süresindeki ayetten sonra ve
buna atfen indiği söylenebilir. Makul olan da budur. Alimlerin çoğu cariyenin
cezasının elli değnek olduğu görüşündedir.
Buna göre "evli-hür"
kadının zina cezasının da yüz değnek olması icap eder. Dolayısıyla, recm
hükmünün doğruluğunu savunan alimler bu konuda bir problemle karşılaşmış ve
evli cariyenin cezasını Nur süresindeki ayetle belirtilen yüz değnek cezasının
yansı olarak değerlendirmiş, buna sebep olarak da recm cezasının yanya
bölünemiyeceği-ni öne sürmüşlerdir. Bu şekildeki bir değerlendirme akla uygun
olsa da dikkati çeken nokta cariyenin cezasının Nisa ve Nur süresindeki
ayetlerle sabit olan Kur'anî bir hükme dayalı oluşudur. Buraya kadar
söylenenler recmin, lafız bakımından neshedilip hükmen geçerli olan Kur'anî
bir düstur olduğu görüşü ile ilgilidir.
Recmin Nebevi bir
düstur olduğuna gelince; Nisa sûresinin 15. ayeti, zina ettiği sabit olan
kadınların ölünceye ya da Allah onlara bir kapı açıncaya kadar evlerinde
bekletilmelerini emretmektedir. Ubade bin Samit'ten rivayet edilen hadiste:
"Alın bunlan benden, alın, Allah onlara yollarını göstermiştir"
diyor. Daha sonra bakire ve evli olanların cezalannı tayin ediyor. Öyle görünüyor
ki, bu hadis Nur süresindeki ayetin nüzulünden önce rabbani bir ilhamla sorulan
soruya cevap vermek ve var olan problemi ortadan kaldırmaya yönelik olarak
onların evlerinde ölünceye kadar tutulmalarına bir son vermek için sadır
olmuştur. Çünkü, ayetin indiği sırada bu hadisin sadır olmasının hikmeti anlaşılamamaktadır.
Zira ayet, vadedilen hükmü içermektedir. Hadisin rivayet olunan ifadesiyle
ayetin nüzulünden sonra sadır olmasının hikmeti de anlaşılamamıştır. Çünkü hadiste
ifade edilmek istenen konu hakkında ayet nazil olmuştur. Söylediklerimizin
sahih olması halinde, bu ayet daha sonra neshedilmiş ve "evli-bekar"
ayrımı yapılmaksızın zina edenlere ait genel bir hüküm belirtilmiş olur. Bu
genel hüküm ise, yüz değnek cezasıdır.
Evli olup zina
edenlere recmi öngören diğer hadislere gelince, anlaşılacağı gibi bu rivayetler
Nur süresindeki ayetten önce meydana gelmiştir. Maiz'in recmedilmesinde önemli
bir noktaya temas etmek gerekir. Nitekim Nebi (s) recmedilen şahsın kaçtığını
ve yakalanıp Ölünceye kadar vurulduğunu haber aldığında "Onu bırakmadınız
mı" diyerek taşlanmasının yeterli olduğunu, kaçtığı sırada öldürülmeden
bırakılmasını ifade etmiştir.
Ancak, bir çok
rivayetin, halifelerin evlilerden zina edenleri recmettiği, bunlardan beş
muhaddisin rivayet ettiği: "Rasulullah recmetti biz de ondan sonra
recmettik" şeklindeki Hz. Ömer'in hadisi ve fıkıh imamlarının, evlilerin
zina cezasının recm olduğunda birleşmeleri bizleri araştırmaya sevketmektedir.
Halifeler, Peygamber (s)'in recmi uyguladığından ve uygulanmasını emrettiğinden
emin olmadan bunu kesinlikle yapmazlardı. Yine Nur süresindeki ayet indikten
sonra Peygamberin hayatta iken onu nes-hedip etmediğinden emin olmadan bunu
yapmazlardı. Kaldı ki, genel mânâdaki Kur'anî nassla Kur'an'ın hüküm
belirtmediği ya da umumi hüküm belirttiği hususlarda Peygamber (s)'in sair
uygulamaları birbiriyle çelişmemelidir. Elbette ki en doğrusunu Allah bilir.Daha
önce sözü geçen yüz değnek cezası ve evlilerin recmi meselesi de ihtilaflıdır.
Maiz'in recmedilmesinde Nebi (s) recmden önce yüz değnek vurulmasını
emretmemiş, sadece recmi emretmiştir. Rivayete göre İmam Şafii, Malik ve Ebu
Hanife buna dayanarak, yüz değnek vurulmadan recmedilmesi görüşünü
benimsemişlerdir[17]. İmam Ah-med bin Hanbel
bu konuda onlardan ayrı olarak yüz değnek cezasının Kur'an'ın hükmü olduğunu ve
recmin ise Peygamber sünneti olduğunu belirtmiş, her ikisini uygulamanın vacip
olduğu kanaatine varmıştır. Yine, İmam Ahmed'e ulaştığı sabit olan bir rivayete
göre Ali bin Ebi Talib, zina etmiş evli birine yüz değnek vurup daha sonra
recmetmiş ve şunu söylemiştir: "Kur'an'ın emriyle yüz değnek vurdum,
Peygamber'in emri ile de recmettim."[18]
Uzaklaştırma cezası
bekarlar için yüz değnek vurulduktan sonra uygulanan bir sünnettir. İmam Şafii
ve Hanbel bu görüştedir. İmam Ebu Hanife ise uzaklaştırmayı bir gereklilik
olarak değil bir te'dip ve kınama unsuru olarak görmüştür. İmam Malik ise
uzaklaştırma cezasının sadece erkeklere olacağını savunmuştur[19].
Herhalükarda değnek
cezasından sonra uzaklaştırma ya da değnek ve akabinde evliler için recmetme
cezalan hadislerde rivayet olunmuştur. Nitekim daha önce de belirttiğimiz gibi
Peygamber'in koyduğu kurallar, ya Kur'an'ın hakkında hüküm bildirmediği ya da
genel hüküm bildirdiği konulardır. Bizim tercihimiz Ebu Hanife, Şafii ve
Malik'in Maiz hadisine dayanarak değnek cezası ile recmi birlikte uygulamamak
gerektiği yönündeki görüşleridir.
Gerçekleşmesi muhtemel
olan ve üzerinde durmadığımız konulardan biri; evli olanın bekar ya da dul ile
zina etmesi meselesidir. Diğer bir konu, bekar birinin evli bir kadınla zina
etmesi. Rivayetlere göre Nebi (s) tarafından evli olanlara daha şiddetli bir
ceza uygulanmasının hikmeti; bekarlara oranla evli olanların, cinsi
ihtiyaçlarını tatmin etmelerinden ötürü fuhşa zorlanacak durumda
olmadıklarıdır. Dolayısıyla recm sadece evli olanlara tatbik edilmiştir. Kadın
olsun erkek olsun recm konusunda aralarında fark yoktur. Bekarın cezası ise,
bazı mezheplere göre uzaklaştırma ile birlikte yüz değnek diğerlerine göre
ise; uzaklaştırma (sürgün) cezası olmadan sadece yüz değnektir. En doğrusunu
Allah bilir.
Burada iki ayrı mesele
daha çıkıyor karşımıza. Evlinin ya da bekarın bir erkekle li-vata yapması.
Kıyasa göre bu durumda cezanın zina cezası gibi olması, evli olanın recm,
bekarın ise yüz değnek ile cezalandırılması gerekir. Ancak sünen sahiplerinin
İbn Abbas'tan, onun da Nebi (s)'den rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Lut kavminin yaptığını yapan iki kimse görürseniz her ikisini de
öldürün."[20] Alimlerin çoğunluğu bu
görüştedir. Bu konuda lutilik ile zina hükmü arasında bir çelişki de söz konusu
değildir. Nitekim Kur'an bu konuda hüküm bildirmemiştir.
Zina ve lutilik
olayında hemen bir soru akla geliyor. İstemediği halde bu işe zorlamanın
durumu nedir? Bu da olası bir durumdur. İbn Mace'nin, Süneni'nde ve İbn
Hib-ban'ın sahihinde, İbn Abbas'tan rivayet ettiği hadiste Rasulullah (s):
"Allah, ümmetimden hata, unutma ve icbarı kaldırmıştır" demiştir.
Nahl sûresinde de, kalbi iman ile yatıştığı halde imandan sonra zorlandıkları
sebebiyle dilleri ile küfredenlere Allah'ın gazabında bir istisna vardır"[21].
Yukarıdaki hadis ve ayet mevcut sorunun cevabını veriyor. Elbette ki Allah en
doğrusunu bilir.
Bir başka konuyla
ilgili olarak şunu da hatırlatmakta yarar görüyoruz. Hayvanlara tecavüz
konusunda çelişkili rivayetler mevcuttur. Ebu Davud ve Tirmizi'nin İbn Abbas'tan
rivayet ettiği bu hadislerden birincisinde Allah Rasulü (s) şöyle demiştir:
"Hayvana tecavüz edeni o hayvanla birlikte öldürün." Ravi İbn Abbas,
hayvanın durumunun ne olacağını sorduğunda ona: "Durumu öyledir. Ancak
etinin yenilmesi de mekruhtur. Çünkü hayvana Lut kavminin yaptığı
yapılmıştır." dedi. Çelişkili olan ikinci rivayette ise İbn Abbas
"Hayvana yaklaşana had yoktur" demiştir.[22]
Bu bahsi kapatırken şunu
hatırlatmakta yarar var ki, çoğu mezheplere göre evli olup zina edenler için
recm cezası vardır. Bunu kabul etmeyip sadece Kur'an'ın nassma göre yüz değnek
cezasını evli-bekar farketmeksizin kabul edenler de vardır. Suyuti bunları
Hariciler olarak zikretmiştir.[23]'
Zinanın isbatı için
ayette herhangi bir yöntem zikredilmemiş olmakla birlikte, Nisa sûresinin 15.
ayetinde bahsi geçen dört şahidin bu ayetler için de geçerli olduğu kanaatindeyiz.
Devamındaki diğer ayetler de bunu destekleyici niteliktedir. Öyle ki, zina
edenlerin hükmü konusunda Nur süresindeki ayetin, şahit sayısı aynı kalmak
suretiyle Nisa 15. ve 16. ayetleri ile tamamlandığı söylenebilir. Sözkonusu
ayetlerin tefsirlerinde, zina suçunun kesinlik kazanması için "dört
şahit"in hikmetini anlatmıştık. Hz. Ömer'den rivayet edilen hadiste
itiraf ve gebelik hali de suçun kesin olarak işlendiğine delalet eder. Bu yolla
da hak ortaya çıkabilir. Rivayete göre, Maiz'in recmi kendi itirafına binaen
Nebi (s)'nin emri ile yapılmıştı.
Özetle söylenecek olursa,
lutilik suçunun kesinleşmesi, zina suçunun kesinleştiği koşullarla aynı
bağlamda değerlendirilir.
Ayet ve hadisler genel
anlamda olup sözü edilen suçlarda hürlerle kölelerin aynı kapsamda olduğunu
ifade etmektedir. Nisa sûresinin 25. ayeti daha önce de belirttiğimiz gibi
evli olan cariye için bir istisna getirmişti. Ancak erkek kölenin durumu hakkında
Peygamber (s)'den herhangi bir rivayete rastlayamadık. Fakat, ayet ve
hadislerin genel çerçevesi muhtelif hallerde erkek kölenin durumunun hür bir kimse
ile aynı olduğunu ifade etmektedir. Müfessir Kasımi'nin kaydettiğine göre,
bazı müfessirler erkek bir kölenin hür bir kadınla zina etmesi halinde
recmedileceğini, bir cariyeyle zina ederse de yüz değnek cezasına
çarptırılacağını söylemişlerdir. Sözü geçen müfessir Kasımi bu görüşü
Suyuti'ye nisbet ederek zayıf görmüş ve ayetin metniyle uyuşmadığını
belirtmiştir.
Daha önce de
açıkladığımız gibi, hikmet-i ilahinin cariye için uygulanacak cezayı
hafifletmesi, cariyenin toplumsal durumu ve fitneye maruz kalması sebebine
dayanmaktadır. Ancak bu hafifletme erkek köleler için sözkonusu değildir.
Bir kısım ulema
"Allah'ın emrettiği cezayı uygulamakta sizi, onlara karşı acıma duygusu
tutup engellemesin" cümlesi için; "bu, cezanın mutlak surette
uygulanmasına yöneliktir, aksi halde değnek vururken şiddetli olunması
anlamına gelmez" demişlerdir. Burada vururken şiddetli olunmaması icap
eder. İbn Kesir bu mevzu ile ilgili olarak şu rivayeti nakleder: "İbn Ömer
zina eden cariyesine hafifçe vururken oğlu: Nasıl vuruyorsun? Allah: 'Sizi
acıma tutmasın' diyor" dedi. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle konuştu:
"Oğlum! Allah öldürmemi emretmedi. Başına vurmamı da emretmedi,"
Ayette ikinci çoğul
şahıs kalıbı kullanılmışsa da ilk etapta muhatabın müslümanlar olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Ayetin ruhu ve ifade ettiği mânâya göre ise muhatap Nebi (s)'dir. Zina bir
suçtur ve hukuki anlamda isbatı gerekir. Aynı şekilde cezayı uygulayacak bir
kuvvet de gereklidir. Her iki özellik Nebi (s)'nin şahsında toplanmıştı. Ayetin
devamı, ileriye dönük bir hukuki düzenlemeyi içermekte Nebi (s)'den sonra
gelecek olanların da Peygamberlik makamında olup yargı ve infaz gücünü
kullanarak bu kuralı uygulayacaklarını ifade etmektedir.
Kur'an ve Sünnet'in
hukuki anlamda kadın ile erkeği bu şekilde eşit tutması övgüye şayan bir
husustur. Bir taraftan adalet ve hakkı, diğer taraftan kadın ile erkeğin aynı
şeye tabi olup benzer görevler üstlenmeleri ile eşitliği yerleştirir.
Şüphesiz, bugün İslami ortamlarda da zaman zaman olduğu şekliyle zina suçunda
kadının erkeğe oranla daha fazla cezalandırılması hak, adalet ve eşitlik
üzerine kurulu olan Kur'an'in yapısı ile uyuşmaz.
Cariyenin istisna
tutulması bu eşitliğe bir zarar getirmez. Hür kadınlar İslam toplumunda
çoğunluktadır. İslam toplumu da bu kadınlar ile ayaktadır. Dolayısıyla az bir
sayıda olan cariyelere yapılan bu istisna onların konumlan gereğidir. Bu
istisna erkek köleleri kapsamaz. Dahası sözkonusu istisna, şiddete yönelik
değildir; daha yumuşak bir cezai müeyyideyi öngörmektedir.
3- Zina eden
erkek, zina eden veya şirk koşan kadınlardan başkasıyla evlenmez. Zina eden
kadın da zina eden veya ortak koşan erkekten başkasıyla evlenmez. Böyleleri ile
evlenmek mü'minlere haram kılınmıştır. [24]
"Zina eden erkek,
zina eden veya şirk koşan kadından, zina eden kadın da zina eden veya şirk
koşan erkekten başkasıyla evlenmez."
Müfessirler bu ayetin,
Mekke ve Medine'de zina ile tanınmış ve kapıları işaretli olup kendilerini
satan kadınlarla evlenmeleri hususunda bazı müslümanların Nebi (s)'den izin
istemeleri üzerine nazil olduğunu rivayet etmişlerdir[25].
Böylesi kadınlardan bazılarının isimlerini de zikretmişlerdir. Nitekim,
bunlardan biri Ümmü Mehzul'dür. Ancak bu kadınla kimin evlenmek istediği
zikredümemiştir. Erkeklerden ismi zikredilen Mür-sid adında birinin Cahiliye
döneminde bir kız arkadaşı bulunmaktaydı. Tirmizi, Mürsid ve Anak kıssasını
bizzat Mürsid'den rivayet eder: "Mekke'de fuhuş yapan ve Anak adını
taşıyan bir kadın vardı. Daha önce benim arkadaşım idi. Bir gece Mekke'de
karşıma çıktı ve bana: "Gel hadi, geceyi yanımızda geçir" dedi. Ben
de: "Ey Anak! Allah zinayı haram kıldı." dedim. Medine'ye geldiğimde
Rasulullah (s)'ın yanına geldim ve: "Ya Rasulullah Anak ile evlenebilir
miyim?" diye sordum. Ayet nazil oluncaya kadar bana bir şey söylemedi.
Derken ayet nazil oldu: "Zina eden erkek, zina eden veya şirk koşan
kadınlardan başkasıyla evlenmez. Zina eden kadın da zina eden veya ortak koşan
erkekten başkasıyla evlenmez. Böyleleri ile evlenmek mü'minlere haram kılınmıştır"[26]
Bu ayet önceki
ayetlerin bir devamı niteliğindedir ve zinanın ne denli kötü bir suç olduğunu
ve buna yeltenenlerin ne derece kötü bir iş yaptıklarını vurgulamaktadır.
Tir-mizi'nin rivayet ettiği hadis, her ne kadar zina yapmakla tanınmış kadınlar
ile evlenmek için bazı müslümanların Nebi (s)'den izin istemelerini
menetmemişse de bu ayet ile müslümanlar böyle bir davranıştan menedilmiştir.
Ayette, zina eden
kadın ve erkekle evlenmenin açık bir şekilde yasaklanmasına karşın,
müfessirlerin sözleri ve onların rivayet ettiği hadislerden bir çoğu, bu
meselenin hükmü hakkında muhtelif görüşler ortaya koymuştur[27].
Nitekim, sözkonusu kişilerle evliliğin yasaklanması zinaya bağlanmıştır. Aynı
zamanda bunlarla evliliğin haram oluşu "Pis kadınlar pis erkeklere, pis
erkekler de pis kadınlaradır" emrinin bir gereğidir. Aynca bu ayetle, zina
eden erkeğin nikahının ancak zina eden kadınla ya da müşrike bir kadınla
olabileceği, zina eden kadının ise ancak zina eden erkek ya da müşrik bir kimse
ile evlenebileceği vurgulanmaktadır. Müfessirlerin bu konudaki rivayetlerinden
biri de, Mazu'un Hz. Aişe'ye söylediği şu sözüdür: "Bir kimse bir kadınla
zina ettiği taktirde bu ayetten dolayı o kadını nikahlayamaz". Yine
müfessirlerin rivayetine göre, Mazu'un İbn Abbas'a; zina eden bir kadınla
evlenilebileceğini ve zina eden bir erkeğin de evlendiri-lebileceğini
söylemiştir.
Zemahşeri de bu sözü
destekleyici mahiyette bir hadis kaydetmiştir. Hadiste bu mesele sorulmuş
cevaben "birincisi fuhuş ikincisi ise nikahtır, haramlar, helal olan bir
şeyi haram kılmazlar" denmiştir. İlk başta söylenen söz, ayetin genel
olarak ifade ettiği anlamı daha tutarlı bir biçimde açıklamaktadır. Mazu'un
İbn Abbas'a söylediği sözün ifade ettiği anlamın tutarlılığı da açıkça
anlaşılmaktadır. Özellikle de eğer Zemahşeri'nin kaydettiği hadis sahih ise,
her ne kadar müsnedlerdc zikredilmemişse de Kur'an'ın genel öğretileriyle
çelişmez. Zina eden kadın ve erkek tevbe etmek suretiyle pekala iyilerden
olabilirler. Tevbeden önce yaptıkları iş onların şer'i evliliklerine engel
değildir. Halis bir kalp ile yapılan tevbe kafir, münafık, fesatçı, kasten
adam öldürenler ile Allah'a ve Rasulü'ne savaş açanlar için rahmet ve mağfiret
kapısına giden yoldur. Daha önce Furkan sûresinde ve daha bir çok yerde temas
ettiğimiz gibi tevbe, yeryüzünde fitne çıkaran ve kasden adam öldürenlere bu
kapıyı açtığı gibi zina eden erkek ve kadın için de bu kapıyı açacaktır
şüphesiz. Bu ayetin "sizden dul olanları evlendirin" ayeti ile
neshe-dildiğine dair görüş bu mecalde tutarlı değildir. Tutarlı görüldüğü
takdirde, bu ayetin, erkek ve kadınlardan bekar olanları kapsadığı, bunlardan
zinaya bulaşıp sonra tevbe e-den ve iyilerden olanları içine aldığı
söylenebilir. Şüphesiz Allah daha iyi bilir.
Yeri gelmişken şunu da
hatırlatmakta fayda var; yahudi şeriatında evli olup zina e-den erkek ve
kadınların öldürüleceği hükmü yer almaktadır. Aynı şekilde lutiliğe yeltenenlerin,
hayvana yaklaşanların hayvan ile birlikte öldürülmelerini emretmektedir. Başkası
tarafından istenilen bir bekar kızla zina edenin (eğer zorlama olmamışsa) o
kızla birlikte öldürülmesi emredilmiştir. Yine babasının vermek istemediği bir
kızla zor kullanarak zina edenin de öldürülmesi emredilmiştir.[28] [29]
4- Namuslu kadınları'[30]'
zina ile suçlayıp[31]' da
sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların
şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir.
5- Ancak bundan sonra tevbe edip uslananlar
hariç. Çünkü Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir
Bu iki ayet namuslu
kadınlara zina iftirasında bulunanlar hakkındaki hükmü içermektedir. Bunlar
dört şahit ile iddialarını delillendiremedikleri takdirde seksen değnek cezası
haklarında sabit olup şahitlikleri ebediyyen kabul edilmeyecek ve fasık olarak dalgalanacaklardır.
Fakat bunlardan tevbe edip uslananlar ve böylece işledikleri kötü fiili telafi
edenler bağışlayıcı ve esirgeyici olan Allah'ın affına mazhar olup ayetteki cezadan
müstesna tutulacaklardır. [32]
"Namuslu
kadınları zina ile suçlayıp da sonra dört şahit getiremeyenlere..."
"Ancak bundan sonra tevbe edip uslananlar hariç..."
Taberi, bu iki ayetin
Ümmü'l-Mü'minin Hz. Aişe'nin, siyerde "İfk hadisesi" diye bilinen
töhmete uğraması ile ilgili olarak nazil olduğunu rivayet etmiştir. İfk
hadisesine daha sonra değineceğiz.
Ayetin bu hadiseyle
ilgili olarak nazil olduğu görüşü doğru olabilir. Ancak konu, bu iki ayet ve
önceki ayetlerle bağlantılıdır. Aynı zamanda bu iki ayet bağımsız ve başlı
başına genel hukuki kuralları içeren bir bölümdür.
Ayet, zahiren kadınları
zina ile itham edip dört şahit getiremeyenlere had (ceza) uygulanmasının
gerekliliğini vurgulamaktadır. Ancak ulemanın büyük bir çoğunluğu, bu hükmün,
zina ile itham edilen erkekleri de kapsadığı görüşündedir. Nitekim, Ömer bin
Hattab (r)'ın bir kişiyi zina ile suçlayıp dört şahit getiremeyen bir grup
insana kazf (töhmet) cezası uyguladığı rivayet edilmiştir.[33]
Özetle söylemek
gerekirse kazf (zina töhmeti) suçunda kadın ve erkek arasında bir fark yoktur.
Daha önce değişik mevzularda da söylediğimiz gibi Kur'an bu meselelerde
kadın-erkek ayrımı yapmamıştır.[34]
Ancak kazf suçunu köle
ya da cariyenin işlemesi halinde farklı görüşler varid olmuştur. Bir kısım, bu
suçu işleyen köle ya da cariyeye aynı ceza uygulanır derken, bir kısım ise
cariyeye ya da köleye, hür bir kimseye uygulanan cezanın yarısı uygulanır görüşünü
benimsemiştir[35]. Hemen ifade edelim ki
birinci görüş daha tutarlıdır. Çünkü ayette hür-köle şeklinde bir ayrım
olmadığı gibi cezayı hafifletici herhangi bir neden de yoktur.
Bir kısım müfessirler
kazf cezasının evli olup da töhmette bulunanlara uygulanacağını, evli
olmayanlara uygulanmayacağını, onların sadece kınanacağını söylemişlerdir[36]. Bu
görüşte olanlar (muhsanat) kelimesini "evli olanlar" şeklinde
yorumlamışlardır. Bir kısım müfessirler de Muhsanat kelimesini "namuslu
kadınlar" olarak te'vil etmislerdir[37].
Böylece evli olsun bekar olsun kazf (zina iftirası) suçu işleyen kişiye ceza
uygulanması gerekir. Muhsanat kelimesi her iki anlamı da ifade eder. Her iki
görüşte tutarlıdır. Birinci görüşü tercih etmek durumundayız çünkü, evli
olanlara yapılan zina iftirası onların aile ve toplum yaşantısında büyük
yankılar uyandırır.
Bazı müfessirler, zina
ile tanınan kadınlara yapılan iftira için ceza olmadığı görüşündedir[38]. Bu
görüş, ayette geçen "muhsanat" kelimesini "namuslu olanlar"
şeklinde tefsir edenlerin görüşü ile uyuşmaktadır. Bazıları da zina ile
suçlanan kimsenin itiraf etmesi halinde, kâzf (itham eden)'in cezalandırılmayacağını
söylemişlerdir.[39] Bu görüş de isabetlidir.
Müfessirlerin ifadelerinden
şu sonuca varabiliriz[40] kazf
(iftira) suçu ister veliyy-i emre ve hakime götürülen hukuki bir dava şeklinde
olsun, isterse iftira edilen şahsın yanında ya da gıyabında onu karalayıcı
şekilde olsun sabit bir suçtur. Aynı şekilde haber verme şeklinde, açık ifade
ile veya zinaya yorumlanacak bir ifadeyle de olsa dört şahit getirilmediği
taktirde bir suçtur ve yukarıda zikredilen görüşler bu ayetin ruhuna ve içeriğine
uygundur.
Daha önce anlattığımız
ve Hz. Ömer döneminde meydana gelen olaya göre şahitler bir iki veya üç tane
olduğunda ve dörde tamamlanmadığı müddetçe şahitlik eden üç şahıs kazf (zina
iftirası) suçuyla cezalandırılır. Ulemanın büyük bir çoğunluğu bu görüştedir.
Doğru olan da budur. Yine müfessirlerden bir kısmına göre, şikayette bulunan
veya zina isnat eden kimse dört şahitten biri sayılabilir. Bu da tutarlı bir
görüştür. Çünkü mesele, davalı ile davacı arasında bir düşmanlık meselesi
değildir.
Zina iftirasında
bulunan kimsenin cezalandırılmasının hikmeti kolayca anlaşılmaktadır. Zina
isnadında bulunanın dört şahit getirme zorunluluğu ve ancak dört şahit ile zinanın
sabit olacağı da aynı hikmete dayanmaktadır. İnsanların ırz ve şerefleri sosyal
yaşantılarının temel unsurlarındandır. Irz ve şerefe yönelik bir itham, şahsi,
ailevi ve toplumsal yaşama yönelik tehlikeli sonuçlar doğurur. Zina ithamında
bulunan kişinin bu ithamını delillendiremediği taktirde kazf cezasına
çarptırılması ise, insanların ırzlarına yönelik aşağılayıcı saldırılara karşı
bir koruyucu kalkan niteliği taşır. Aynı şekilde töhmetin dört şahide
bağlanması da, kargaşayı önlemesi, kötü haberlerin İslami çevrelerde
yayılmasını engellemesi bakımından güçlü bir önlemdir. İddiada bulunan kişi
dört şahit getirerek iddiasını delillendirirse o taktirde itham edilen kişinin
çirkin bir iş işlediği sa-bitleşir ve ithamda bulunan şahıs haklı olarak, fuhşa
irtikap edip bu denli çirkin bir lekeye bulaşan şahsın tanınmasına yardımcı
olmuş olur.
İkinci ayette
"Ancak bundan sonra tevbe edip uslananlar hariç" şeklinde bahsi geçen
istisna hakkında farklı görüşler serdedilmiştir. Bir görüşe göre tevbe, cezayı
kaldırmaz ve töhmette bulunanın şahitliğinin kabul edilmesini sağlamaz. Sadece
fasıklık sıfatını kaldırır. Bazılarına göre, şahitlik de kabul edilir. Ayette
geçen "asla (ebeden)" kelimesi, tevbenin olmaması ve ithamda
bulunanın ısrarla töhmetine devam etmesi halinde sözkonusudur diyerek tevbe
ettiği taktirde şahitliğinin kabul edilebileceğini söylemişlerdir. Diğer bir
görüşte ise, şehadetinin kabul edilebilmesi için tevbe ettikten sonra yalan
söylediğini itiraf etmesi gerekir. Bütün bu görüşler, tabiinden bir kısım
ulemaya ve fıkıh mezheplerinin imamlarına isnad edilmiştir.[41]
Tabiin alimlerinden
Şabi'ye isnad edilen bir görüş ise, iftirada bulunan kimsenin cezadan önce
tevbe etmesi halinde cezanın uygulanmayacağı yönündedir[42].
Ancak Şabi'ye ait bu görüşe aykırı bir görüş daha vardır. Buna göre, tevbe
eden müfteriden cezanın kalkması, töhmete uğrayan kişiye bağlıdır. Affederse,
had (ceza) uygulanmaz. Bize göre bu görüş daha tutarlıdır. Çünkü zina
töhmetinde bulunmak sadece Allah'a karşı işlenmiş bir suç değildir. Burada kul
hakkı da vardır. Nitekim kısas hükmünde de durum böyledir. Eğer öldürülen
(maktul) taraf affederse kısas uygulanmaz. Affetmezse kısas uygulanır.
Burada ayetin metnine
uygun olan görüş; tevbe ile töhmette bulunanın şahitliğinin kabul edilip
fasıklık sıfatının kalkmasıdır. Nitekim, zinanın sabit olduğu durumlarda
doğruluğundan emin olunan bir, iki veya üç kişinin bu olayı bilmesi ve her
zaman için dört şahidin bulunmaması da dikkate alınmalıdır.
Ayette kullanılan
ibare, Şabi'nin tevbe ile cezanın kalkacağına dair düşüncesini te-yid etmiyor.
Naklettiğimiz diğer görüşler daha isabetlidir. Ancak töhmetçi, tevbe etmekle
birlikte ithama maruz kalan kişi tarafından -kısasta olduğu gibi- affedilirse
ceza kalkar.
Bir kısım ulema,
tevbenin kabul edilebilmesi için ilan edilip, ortaya atılmış töhmet ve yalandan
ötürü pişmanlık bildirilmesini gerekli görmüşlerdir. Bazıları ise tevbenin
i-lan edilmesine gerek görmeyip doğru olanı açıklamasını yeterli bulmuşlardır[43].
Birinci görüşe meyletmiş olmakla beraber her iki görüşün de isabetli olduğunu
söyleyebiliriz. Birinci görüşü tercihimizin nedeni; bu şekilde töhmete maruz
kalan kimsenin şerefi muhafaza edilmiş ve töhmette bulunanın fasıklık ile
damgalanması önlenmiş oluyor.
Dikkat edilirse ayet,
şahitleri herhangi bir sıfat ile belirtmemiştir. Bu nedenle bazıları:
"Kim olursa olsun şahitlerin şehadeti kabul edilir.'" görüşünü
benimsemiş, bazıları ise Hucurat süresindeki "Ey iman edenler eğer bir
fasık size bir haber getirirse doğruluğunu araştırın, bilmeden bir topluluğa
sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz" ayetine dayanarak fasıklıkla
bilinenlerin şehadetlerinin kabuledilmeyeceğini savunmuşlardır. Bazıları ise
"müslüman olmak" şartını Nisa Sûresinin 15. ayetine dayanarak ileri sürmüşlerdir.
" Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit
getirin..." bu ve bundan önceki görüş isabetlidir.
Nisa sûresinin 15.
ayetinin tefsirinde de değindiğimiz gibi alimlerin büyük çoğunluğu zina ve
kazf (zina ithamı) şahitliğinin erkeklere mahsus olduğunu savunmuşlardır.
Söylediklerimizi burada da tekrar edecek olursak; bu ayette böyle bir sınırlama
sözko-nusu değildir. Kadınların şehadetini meneden bir rivayete rastlamadık.
Kaldı ki, zina suçunu erkeklerden çok kadınların görme fırsatı vardır[44].
Kölenin şahitliğine
gelince, bu hususta da müfessirlerin hiç birinde, bir kayda rastlamak mümkün
değil. Kur'an-ı Kerim, kölenin şahitliğini menetmemiştir. Hür bir müslü-manın
şahitlik edebileceği bir konuda doğal olarak müslüman bir köle de şahitlik
edebilir. İbn Kayyım, bu meseleye işaret ederek aksini savunanları zayıf
görmüştür[45].
Aynı şekilde
müfessirler, zina töhmetine maruz kalan köle veya cariyenin durumunun ne
olacağı hususunda görüş belirtmemişlerdir. Ayette geçen 'muhsanat' kelimesini
'hür ve namuslu kadınlar' şeklinde yorumlamışlardır. İbn Kayyim bu meseleye
işaretle, zina töhmetinde bulunan köleye ceza uygulanmayacağını söyler. Bunun
sebebini ise şöyle açıklar: "Allah köleyi, ne sosyal ne de hukuki olarak
hür gibi kılmamıştır. Bu anlamda eşit kılmayışı, ahirette sevap ve azap
noktasında da eşit kılmadığı anlamına gelmez. Orada herkes eşittir. Çünkü,
ahirette insan ve işlediği ameller vardır sadece".[46]
Burada bir noktayı
belirtmek istiyoruz; zina eden köle ya da cariye olursa zina cezası uygulanır
ancak, onları itham eden kişi bunu isbatlayamazsa ona da ceza uygulanır. En
azından 'muhsanat' olmayanları töhmet edenlerin cezalandırılmayacağını
savunanların görüşüne kıyasla köle-cariyelere iftira edenler kınanmak suretiyle
cezalandırılır. En doğrusunu Allah bilir. [47]
6- Eşlerini
zina ile suçlayıp kendilerinden başka şahidi bulunmayanlara gelince, onlardan
herbirinin şahitliği, kendisinin mutlaka doğru söyleyenlerden olduğuna, dört
defa Allah'ı şahit tutmasıdır.
7- Beşinci
defa da: Eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine
olmasını diler.
8- Kadının
da dört defa sözüne Allah'ı şahit tutup kocasının mutlaka yalan söyleyenlerden
olduğuna şahitlik etmesi kendisinden azabı kaldırın'[48]'.
9- Beşinci
defa da: Eğer kocası doğrulardan ise Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını
diler.
10- Ya
Allah'ın size lütfü ve rahmeti olmasaydı ve Allah, tevbeleri çok kabul eden ve
hikmet sahibi olmasaydı (ne yapardınız?)
İlk üç ayette, kocanın
sadece kendi şahitliği ile karısına zina töhmetinde bulunması hakkında hüküm
yer almaktadır. İlk iki ayette varid olan beş kez şahitlik etmesi şahitlerin
yerine geçer ve karısına zina haddi gerekir. Ancak, karısı da aynı şekilde 3.
ve 4. ayette zikredildiği gibi şahitlik ederse ceza kalkar.
Beşinci ayette ise, bu
hükmün yüce hikmetine işaret vardır. Sıkıntı ve rahatsızlık verici bu problemi
sağlıklı bir çözüme kavuşturmaktadır. Nitekim, eğer müslümanlar üzerinde
Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, Allah müslümanları kuşatıp, onların durumlarını
bilerek tevbelerini kabul etmeseydi şiddetli sıkıntı ve rahatsızlığa
düşerlerdi. [49]
Bu ayetlerin nüzulü
hakkında çeşitli rivayetler mevcuttur. Buhari ve Tirmizi'nin İbn Abbas'tan
rivayet ettikleri hadiste şunlar yer alıyor: "Hilal bin Ümeyye karısını
Nebi (s) yanında Şerih bin Semha ile itham etti. Nebi (s): 'Ya delil
getirirsin, ya da iftira suçundan cezaya uğrarsın' dedi. Hilal: 'Ey Allah'ın
Rasulü birisi karısı ile başkasını görürse delil peşinde nasıl koşsun?' Nebi
(s) yine delil getirirsin ya da iftira cezasına uğrarsın diye karşılık verdi.
Hilal: 'Seni Hak ile gönderene yemin olsun ki ben doğru söylüyorum. Allah beni
hadden beri kılacaktır'. Bunun üzerine Cebrail bu ayetleri ulaştırdı. Nebi
Hilal'i karısının yanına gönderdi Hilal şahitlik etti. Nebi: 'Allah ikinizden
birinin yalan söylediğini biliyor. Tevbe edeniniz yok mu?' dedi. Bunun üzerine
Hilal'in karısı kalktı ve şahitlik etti. Beşinci kez şahitlik ettiğinde onu
durdurdular ve "bu kadın büyük günah işlemiştir." dediler. Bunun
üzerine kadın duraksadı, biz yeminden vazgeçip itiraf edeceğini düşündük. Daha
sonra; "Kavmimin geleceğini lekelemem" diyerek devam etti. Nebi (s):
"O'nu izleyin, eğer gözü sürmeli, ayaklan süslü ise bunları Şerik bin
Semha için yapmıştır". Kadın da bu hal üzere geldi. Daha sonra çocuğun
kadına kalmasına hükmetti ve lanetleşen karı kocayı ayırdı. Sonra Allah'ın
miras hususundaki hükmünü de icra etti."[50]
Başka bir rivayette
Ensar'ın lideri Sa'd bin Ubade önceki ayet nazil olduğunda Ra-sulullah'a şöyle
demişti: "Ey Allah Rasulü, şayet bir adamı bu çirkin durumda görsem dört
şahit getirinceye kadar adam yapacağını yapar". Çok geçmeden Hilal bin
Ümeyye geldi ve başından geçen olayı anlattı. Bunun üzerine bu ayetler nazil
oldu."[51]
Mevcut rivayetler,
ayetlerin daha öncekilerden bağımsız olarak indiğini fakat konu olarak aynı
silsilenin bir devamı olduğunu gösteriyor.
Ayetin müstakil nazil
olup, mevzuu itibariyle sûrenin akışına uygun olduğu için bu ayetlere eklendiği
ya da mezkur ayetlerden sonra nazil olduğu halde mevzu ve zaman münasebetiyle
buraya konulduğu söylenebilir. Ancak bizim tercihimiz şudur: Peşpeşe gelen bu
ayetler ve daha önce vuku bulan olaylar da gösteriyor ki, bir defada nazil olmuştur.
Nitekim ilk on ayette, mânâ birliği ve konu benzerliği göze çarpmaktadır.
Bu şekilde karşılıklı
yeminleşme, fıkıhta "Mülaane" veya "Lian" olarak bilinir.
Bu-hari ve Tirmizi'nin kaydettiği hadise göre böyle bir karı-koca birbirinden
ayrılır. Ebu Hanife böylesi bir ayrılığın "talak-ı bain" (isterse
tekrar evlenebilen) olduğu görüşünü benimsemiş, İmam Şafii ise böyle bir
ayrılığın ebedi olduğunu savunmuştur. Müfessir-lerin deyimiyle alimlerin çoğu
bu ikinci görüştedirler.[52]
Burada karı-kocanın
ebedi olarak ayrılması görüşü isabetlidir. Ancak. Hilal'in lanet-leşmesini konu
alan rivayete bakılacak olursa, Ebu Hanife'nin görüşü ile bu rivayetin
çeliştiği söylenemez. Çünkü, hadiste kesin bir ifade bulunmamaktadır. Eğer koca
iddiasından vazgeçer ve kendisini yalanlarsa bu durumda Ebu Hanife'nin görüşü
isabetlidir. Dolayısıyla bu şekilde kadının şerefi tekrar iade edilmiş olur. En
doğrusunu Allah bilir.
Kolayca anlaşılacağı
gibi "Lian" (lanetleşme) hukuki bir yaptırımdır. Bizzat Nebi (s)'nin
eliyle, onun emriyle ve halka açık bir yerde uygulanmıştır. Doğal olarak bu hukuki
yaptırım, Peygamber'den sonra ulü'1-emr tarafından ya da onun naibi tarafından
uygulanmalıdır.
Ayetlerin mânâsından
açıkça anlaşıldığı üzere "lian", ancak kadının zina yaptığına dair
delil bulunamadığı taktirde başvurulan bir uygulamadır. Zina yaptığına kanıt
olabilecek delil bulunduğu zaman buna gerek kalmaz ve kadına ceza uygulanır.
Alimlerin çoğu[53] kadının, beş kez
kocasının yalan söylediğine şahitlik etmemesi halinde cezaya müstahak olacağını
savunmuşlardır. Ayetlerin mânâsına da uygun olan görüş budur.
Karısını zina ile
itham ettikten sonra şahitlik etmekten kaçınan kocanın durumu hakkında çeşitli
görüşler vardır. Kimisi; adam, töhmette bulunduğu için cezalandırılır derken
kimisi de lian edinceye kadar hapsedilir demiştir[54].
Birinci görüş isabetlidir. Ne gariptir ki bazıları[55] bu
durumun şahitlikten kaçınan kadın için de geçerli olduğunu söylemişlerdir.
Zaten, ayetlerde kadının cezadan kurtulabilmesi, beş kez şahitlik etmesine bağlıdır.
Fıkıh alimleri; itham
edilen kadının hamile olabileceğini ve kocanın bu çocuğun kendisine ait
olmadığını iddia edebileceğini düşünmüş, bu durumda kocanın şahitlik ederken
çocuğu istemediğini belirtmesi gerektiğini ve aynı şekilde karısının, çocuğun
kocasına ait olduğunu şahitlik ederken isbatlaması gerektiğini söylemişlerdir.
Bu durumda çocuğun kocaya değil, annesine veled-i zina tabir edilmeden nispet
edilmesi gerekir. Böylece çocuk, anneye, anne de çocuğa varis olur. Bu hüküm,
Hilal'in lian hadisine dayanmaktadır.
Evet, zahiri
bakımından ayet, koca tarafından kansına yöneltilen zina töhmetini ifade
ediyor. Burada haklı olarak kadının kocasını zina ile suçlaması hali
sorgulanabilir. Şüphesiz iki durum arasında (kadının kocasını suçlaması ile kocanın
karısını suçlaması) değişik sonuçlara sebebiyet verecek bariz bir fark
bulunmaktadır. Belki de, ayetteki hükmün, sadece kocanın karısını itham etmesi
gibi bir duruma has kılınmasının hikmeti bu farklılıktan ileri geliyor. Kadının
kocasını zina ile itham etmesi normal bir töhmettir. Eğer kadın, bu ithamını
dört şahitle delillendirirse kocasına zina cezası uygulanır, aksi halde kadın,
ithamını delillendiremediği için kazf cezasına çarptırılır. [56]
11- O yalan
haberi'[57]'
getirenler içinizden bir topluluktur'[58]. Siz
onu sizin için bir şer sanmayın. Bilakis o, sizin için bir hayırdır. Onlardan
her kişi işlediği günahın cezasını görecektir. Onlardan o yalanın en büyüğünü
idare edene'[59]' de büyük azap vardır.
12- Onu
işittiğiniz zaman inanan erkek ve kadınların, kendiliklerinden güzel zanda
bulunup: "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?
13- Ona dört
şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitleri getiremediler o halde
onlar, Allah'ın yanında yalancıların ta kendileridir.
14- Eğer
size dünyada ve ahirette Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı'[60]',
içine daldığınız yaygarada size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.
15- Çünkü
siz onu dillerinizle alıveriyorsunuz[61]' ve
hakkında hiç bir bilginiz olmayan bir şeyi ağzınızla söylüyor ve onu önemsiz
bir iş sanıyorsunuz. Oysa o Allah katında büyük bir günahtır.
16- Onu
işittiğiniz zamanr "Bunu konuşmamız bile yakışmaz, hâşâ bu büyük bir
iftiradır." demeniz gerekmez miydi?
17- Allah
size öğüt veriyor ki eğer inananlar iseniz böyle bir şeye bir daha asla dönmeyiniz.
18- Allah
size ayetlerini açıklıyor. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
Bu ayetler,
müfessirler ve ravilerin ortak görüşüne göre, Hz. Aişe hakkında ortaya atılan
ve İslam Tarihinde "İfk Hadisesi" olarak bilinen iftirayı konu almaktadır.
Ayetlerin ifade ettiği mevzular şu şekilde sıralanabilir:
1- Bu
iftirayı yayanlar müslümanlardan bir topluluktur.
2- Bunlar
günahkardırlar ve herkes bu fitneye bulaştığı ölçüde sorumludur. Günah ve
azabın en büyüğü, bu işi idare edene ve iftiranın başını çekene aittir.
3- Bu olayla
bağıntılı olanların üzülmemeleri, bu haberi duyduklarında bunun, kendileri
için bir şer olduğunu sanmamaları, çünkü neticede bu olayın hayır getireceği belirtilmiştir.
4- Bu
iftirayı yayanların sözlerini delillendirmeleri için dört şahit getirmeleri
gerektiği fakat bunu yapamadıklarından onların Allah yanında yalancılar olduğu
vurgulanmıştır.
5-
Mü'minlerin bu haberi duydukları zaman hüsnü zanda bulunup bu haberi yalanlamaları,
bunun apaçık bir yalan olduğunu söylemeleri kendileri için daha evla olurdu.
6- Eğer
Allah acıyıp dünya ve ahirette lütfuyla onları sarmasaydı büyük bir azaba
uğrarlardı. Zira, bu iftiraya alet olmuş, sözü sağa sola ulaştırıp bilmedikleri
ve kesin bilgiye sahip olmadıkları bir konuya dalmışlardı. Bu sözü sağa sola
ulaştırmanın basit bir şey olduğunu sanmış ve bundaki büyük günahı bilmeden
Allah katında büyük ve ağır mesuliyet gerektiren bu işi yapmışlardır.
7- Bu sözü
duyduklarında bunun bir iftira olduğunu ve buna bulaşmanın caiz olmadığını idrak
etmeleri ve yayılmasını önlemeleri daha hayırlı olurdu.
8- Eğer
gerçekten iman etmişlerse Allah onları buna tevessül etmekten ebediyyen
menetmiştir. Allah, ibret almaları için ayetlerini açıklamaktadır. O, her şeyi
bilen ve her şeyi kuşatıp hakkı, hayrı ve maslahatı emredendir.
Bu olay üzerine İslam
tarihinde çok şey söylenmiş, araştırma konusu olmuş önemli bir olaydır. Hadise
hakkında çok sayıda uzun rivayetler mevcuttur. Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin,
Ümmü'l-Mü'minin Hz. Aişe'den rivayet ettikleri şu hadis yeteri kadar meseleyi
açıklığa kavuşturmaktadır:
"Hz. Aişe
demiştir ki: Nebi (s), bir sefere çıkmak istediği vakit kadınları arasında
kur'a çeker, hangisinin ismi çıkarsa onunla giderdi. Bir gazvede yine kur'a
çekti ve kur'a bana çıkınca ben Rasulullah ile beraber çıktım ve bu, hicab
ayetinin nüzulünden sonra idi. Onun için bir hevdece (taşıyıcı) konuldum,
dönüşte Medine'ye yaklaşınca bir menzilde konaklandı, konaklama çağrısında
bulundukları sırada ben kalktım ve yürüyüp ordugahı geçtim. Def-i hacet ettim,
yerime dönerken göğsümü yokladım, bir de ne göreyim, Azfar[62]
boncuklarımdan bir dizin kopmuş, düşmüş. Bunun üzerine döndüm, dizimi aradım,
bu beni alıkoydu. Beni yolda taşımakta olan gurup, varıp hevdeci yüklenmiş ve
beni içinde zannetmişler, çünkü hafif idim. Henüz yaşım küçük idi. Beni
hevdec'de (taşıyıcıda) sanmışlar ve deveyi sürüp gitmişler. Döndüğümde orada
kimseyi bulamadım, belki beni ararlar ve dönerler diye oturdum. Derken
uyumuşum. Safvan İbnü'l-Muattal es-Sülemi ez-Zekvani ordunun arkasından gelir,
bir şey kalmış ise unutulmaması için diğer konak mahalline götürürdü. Beni
görünce tanımış. "İnna lillah ve inna ileyhi raci-un" demesiyle
uyandım. Hemen yüzümü örttüm. Devesinden indi, ben bininceye kadar çekildi ve
ben de bindim. Vallahi benimle hiç bir kelime konuşmadı, "inna lillah ve
inna ileyhi raciun" deyişinden başka bir şey ondan işitmedim. Sonra deveyi
sürdü ve öğle sıcağında orduya yetiştik. Daha sonra helak olan helak olmuş.
Bu olayda Abdullah bin
Ubey bin Selül başı çekiyordu. Medine'ye vardık ve bana bir hastalık arız oldu,
bir ay sürdü. İnsanlar meğer iftiracıların sözlerine dalmış, benimse olan
bitenden hiç haberim yok. Daha önce hastalandığım zamanlar Rasulullah'tan gördüğüm
ilgiyi bu defa göremedim. Bu durum beni endişelendiriyordu. Ancak yanıma giriyor
"Nasıl O?" diyordu. Bu beni işkillendirdi. Nihayet biraz biraz
iyileşir gibi oldum ve dışarı çıktım benimle birlikte Ümmü Mistah da çıktı.
İşimiz biter bitmez yine Mis-tah'ın annesiyle odama doğru döndük. Derken
Mistah'ın annesi çarşafı içinde sürçerek "Mistah helak oldu" dedi.
Ben de, "Nasıl böyle konuşursun? Bedir'de bulunmuş birini nasıl
kınarsın!?" dedim. "Haberin yok mu?" dedi, "Ne var?"
dedim. Sonra iftiracıların sözlerini bana anlattı. Bunun üzerine hastalığım
daha da ağırlaştı.
Eve döndüğümde
Rasulullah yanıma girdi ve "Nasıl O?" dedi, "Bana izin ver; anneme
ve babama gideyim" dedim. İzin verdi. Ben de anne ve babama gittim ve
"Ey anne" dedim. "İnsanlar neler söylüyor? Kızım" dedi,
"Kendini üzme, vallahi bir erkeğin yanında sevdiği parlak bir kadını olup
ta insanların o kadın hakkında mübalağa yapmamaları, aleyhinde dedi-kodu
çıkarmamaları pek nadirdir. Sübhanallah!, insanlar neler çıkarıyor". O
gece sabaha kadar ağladım. Rasulullah Ali bin Ebi Talib ve Usame bin Zeyd'i
çağırdı. Ben vahyin gelmesini beklerken, Allah Rasulü Ali ve Usame'ye, beni
boşamak hususunda fikirlerini sordu. Usame: "Ya Rasulullah, ailen hakkında
iyilik ve hayr'dan başka bir şey bilmeyiz." dedi. Ali ise; Ey Allah
Rasulü, Allah seni sınırlamamış ve daraltmamıştır. O'nun gibi kadınlar
çoktur." dedi. O gün göz yaşım dinmiyordu. Babam ve annem ikisi de yanımda
oturmuştu ve ben ağlıyordum. Rasulullah (s) geldi, selam vererek oturdu.
Hakkımdaki söylentilerden beri yanımda oturmamıştı ve bir ay olmuş Allahu
Teala benim hakkımda bir vahy indirmemişti.
Daha sonra Rasulullah
dedi ki; "Ey Aişe, senden dolayı bana böyle söylendi, eğer bundan beri
isen Allah mutlaka seni temize çıkaracaktır. Fakat eğer bir günaha düştünse
Allah'a istiğfar ile tevbe et. Zira kul tevbe edince Allah tevbeyi kabul eder.
Rasulullah sözlerini bitirince gözyaşlarını boşanıverdi, sonra babama,
"tarafımdan Rasulullah'a cevap ver" dedim, "vallahi ne
diyeceğimi bilmiyorum" dedi. Ben henüz yaşça küçük idim. Kur'an'dan çok
okumamıştım. Yani çok istişhad getirecek halde değildim. Dedim ki,
"vallahi ben anladım siz bunu işitmişsiniz, hatta gönüllerinizde yer etmiş
inanmışsınız, şimdi ben bundan size beriyim desem inanmayacaksınız, eğer benim
bundan beri olduğumu Allah bildiği halde, size fena bir itirafta bulunsam hemen
tasdik edeceksiniz. Vallahi benimle sizin şu anda içinde bulunduğumuz duruma
Yusuf'un babası olan o sa-lih kulun dediğinden başka bir örnek bulamıyorum.
Artık bana sabr-ı cemil (güzel sabır) gereklidir. Onların anlattıkları karşısında
yardımcım Allah'tır" dedim ve yatağıma yattım.
Allah'ın beni temize
çıkaracağını biliyordum, ancak hakkımda Allah'ın tilavet olunacak bif vahiy
indirmesi derecesinde kendimi görmüyordum. Aslında ben, Rasulullah bir rüya
görür de Allah beni böylece temize çıkarır, diye umuyordum. Rasulullah henüz
kalkmamıştı ve ehli beytten kimse çıkmamıştı ki, Allah (c) Peygamberine vahiy
indiriverdi. Vahiy O'na inerken olagelen hal hemen oluverdi, kış günü bile
vahyin ağırlığından, dolu tanesi gibi ter döktü.
Allah Rasulü
gülüyordu. İlk söylediği kelime şu oldu: "Müjde ey Aişe, Vallahi Allah
seni kesin bir şekilde temize çıkardı". Ben de "Hamd Allah'a, sana ve
ashabına" dedim. Annem "kalk ona" dedi. Ben "vallahi ne
ona kalkarım ne de beraatimi inzal eden Allah'tan başkasına hamdederim"
dedim. Allah on ayet indirdi. Bu ayetler nazil olunca Ebubekir "vallahi
artık Mistah'a infak etmem" dedi. Çünkü Ebubekir yakınlığından ve
fakirliğinden dolayı ona nafaka veriyordu. Bunun üzerine Allah bu sûrenin 22.
ayetini indirdi: "Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı
bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere bir şey vermemeğe yemin
etmesinler. Affetsinler, hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını istemez
misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." Daha sonra Ebubekir,
"evet vallahi Allah'ın beni mağfiret etmesini isterim" diyerek bu
ayet üzerine, Mistah'a yine nafakasını verdi.
Kolayca anlaşılacağı
üzere bu hadis, İfk olayından uzun bir müddet sonra Hz. Aişe tarafından
söylenmiştir. Hadiste anlatılanların tümünün sıhhatinde bir zayıflık sözkonu-su
değildir. Rivayetlerde geçen bazı ayrıntılara bu hadiste rastlanmamaktadır.
Örneğin olayın vuku bulduğu gazvenin Beni Mustalık ya da Müreysi Gazvesi[63]
olduğu, olaya adı karışanların zikredilenden daha çok olduğu, Nebi (s)'nin
Hasan bin Sabit, Müseffih, İbn İsase ve Himne binti Cahş'a had uyguladığı
sözkonusu rivayette değinilmeyen ayrıntılardan bir kaçıdır. Bir rivayette, bu
hadisede başı çekenin Hassan olduğu, diğer bir rivayette de Abdullah bin Ubey
bin Selül olduğu kaydedilmiştir[64].
Ne gariptir ki
rivayetler Nebi (s)'nin Abdullah bin Ubey bin Selül'e had uygulayıp
uygulamadığından bahsetmemiştir. Tirmizi'nin rivayet ettiği Hz. Aişe hadisine
göre, Nebi (s)'nin had uyguladığı iki erkek ve bir kadındır. Fakat, burada asıl
rol oynayan Abdullah bin Ubey bin Selül'dür. Müfessirlerin deyimine göre
Abdullah bin Ubey bin Selül sözleri toplayıp insanların zihinlerinde yer
etmesi için onlara yalanlar katıyordu. İnsanlar bunları konuşuyor ve başkaları
da onlardan alıyordu. Dolayısıyla bu durum, İbn Selül'den açık bir şekilde
töhmet sadır olmadığı için cezayı kaldırıyordu[65].
Müreysi gazvesinde,
İbn Sclül'ün akrabalarından Hazrec'li bir kısım Ensar ile bazı Muhacirler
arasında bir soğukluk ve sertlik baş gösterdiği, bu durumun İbn Selül'ün Hz.
Peygamber ile Muhacirlere kin ve düşmanlık beslemesine, onları tehdit edip
korkutmasına neden olduğu, bunun ise Peygamber'in şahsında ve Muhacirlerde
derin bir yara bıraktığı rivayet edilmiştir[66].
Nitekim bu sûreden sonra gelen Münafikun sûresinde konuyu ayrıntısıyla ele
alacağız. İbn Selül, İfk hadisesindeki faaliyetleri ile bir nevi Peygamber
(s)'den öç almış oluyordu!.
Ayetler, olayı sadece
hikaye etmekle yetinmemektedir. Kullanılan üslup, Kur'an'da-ki diğer kıssalarda
olduğu gibi olaylara işaret etmekte; kınama, korkutma, hatırlatma, teselli ve
nasihatta bulunmaktadır. Genel olarak ayette, rivayet edilenlere paralel bazı
işaretler mevcuttur. Olay ve olayın gerçekleştiği dönemin üzücü, rahatsız
edici olduğuna işaret edilmiştir. Ayrıca rivayet edilenlere göre Nebi (s)'nin
Hz. Aişe'den dolayı çektiği sıkıntı, bunun kendisine yüklediği ağırlık ve onda
şüphe uyandırdığı ihtimaline değinecek olursak ayetlerde gerek mânâ gerekse
ifade yönünden bu anlamı çağrıştıran bir durum sözkonusu değildir.
Burada şüpheye
düştüğümüz nokta şudur; acaba Hz. Ali'nin bu olay karşısındaki tutumu ne idi.
Hz. Ali, Nebi (s)'den cariyeye sormasını ister, cariye ise hakkında delil olmayan
şüpheli bir mevzuda onu tasdik eder. Hz. Ali'nin, Hz. Aişe hakkında şüpheye
düşüp hiçbir delil olmadan Nebi (s)'yi onu boşamaya teşvik edeceğini, böyle bir
düşüncede olabileceğini doğru bulmuyoruz. Bu durum, Hz. Osman'ın
öldürülmesinden sonra müslümanlar arasında fitnenin ortaya çıktığı bir dönemde
gündeme getirilmiş ve fitnenin sebep olduğu olaylardan Cemel Vakası -ki bir
tarafta Hz. Ali, diğer tarafta Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr bulunuyordu- birçok
dedikodulara sahne olmuştur. Hz. Ali'nin önceki tutumundan dolayı bu şekilde
Hz. Aişe tarafından cezalandırıldığı söylenmiştir. Bu fitne hakkında
söylenenlerin çoğu da taassup nedeniyle söylenmiştir[67].
Ayetlerin kınama,
korkutma, yerme ve daha sonra kalpleri sıvazlayıp teselli verirken kullandığı
üslup gayet kuvvetli bir üsluptur. Bu üslupla bir taraftan herhangi bir şekilde
İfk hadisesine ismi karışanlara korku, utanç ve pişmanlık verip bu hâdise
karşısında sessiz kalanları da aynı konumda değerlendirmekte, diğer taraftan
Mü'minlerin annesi Hz. Aişe'nin bu olaydan duyduğu korku ve endişesi
giderilmektedir. Ayrıca, herkesten daha fazla bu olaya adı kansan ve İfk
hadisesinin adeta başını çekenlerin günahlarının, diğerlerine kıyasla daha
büyük olduğu vurgulanmaktadır.
İfk haberinin
yayılması karşısında sessiz kalanlar kınanmıştır. Kaldı ki, akıl bile Peygamber
evinden sonra ilk müslüman olan bir ailenin kızının böyle bir işe tevessül
edebileceğini kabul etmez. Çünkü, Allah, Rasulü ve mü'minlerin nezdinde bu aile
şeref bakımından büyük bir mertebeye sahiptir. Dahası, Peygamber zevcesi,
Allah'ın vahyinin ilk planda, kendisine yönelik olduğunu bilmektedir. Nasıl
olur da, Kur'an'ın nassıy-la manevi annesi olan bir Peygamber zevcesine,
kalbinde Allah ve Rasulü'ne zerre kadar imanı olan bir müslüman böylesi bir
taarruzda bulunabilir. Ayetlerin şiddetli bir şekilde, aklen bile gerçekleşmesi
kabul edilmeyen bir olayı kınaması, bu konuda tavsiyede bulunması insana
ürperti veriyor. İslam düşmanlarının bu olaya girmeleri ise, müslü-manları
yaralamak ve fitne çıkarmaktan başka bir amaç taşımamaktadır.
Ayetler, zaman ve
mevzu bakımından sahip oldukları özelliklerinin yanısıra, uzun müddet etkili
olacak üstün sosyal ve ahlaki direktifleri de içermektedir. Özellikle insanların
ırzlarına yönelik, delil olmaksızın yalan ve iftirada bulunulmasınının
çirkinliği belirtilmiştir. Böylesi bir saldırı karşısında, sessiz kalmanın
caiz olmadığı belirtilirken, benzeri olaylarda kesin, kararlı bir tavır
sergileyip insanların ırzlarına yönelik iftiranın yayılmasına izin vermemek ve
temiz olup iftiraya maruz kalanları teselli ederek, çoğunlukla çirkin maksatların
veya gafletin sebebiyet verdiği benzeri olaylardan temiz insanların
incinmelerini önlemek gerektiği vurgulanmıştır. Bu tür olaylara sebebiyet veren
etkenlerin tümünün İfk hadisesinde toplanmış olduğunu rivayetlerin
ayrıntılarından ve ayetlerden anlıyoruz. Ayrıca benzeri olayların soğukkanlılık
ve kararlı bir kalp ile yok edilebileceği belirtilmiştir. [68]
19- İnananların içinde edepsizliğin[69]'
yayılmasını isteyenler için dünyada da ahirette de acı bir azap vardır. Allah
bilir siz bilemezsiniz.
20- Eğer size Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı
ve Allah çok merhametli ve şefkatli olmasaydı (bu iftiranızdan dolayı büyük
bir azaba uğrardınız.)
Yukardaki iki ayet,
önceki ayetlerle konu bakımından aynı düzlemde olup onların bir devamı niteliğindedir.
Birinci ayet, kötü
haberlerin ve çirkin işlerin mü'minlcr arasında yayılmasını isteyenleri
kınayıp onları uyarmaktadır. Onlar, ahirette elim bir azabın yanısıra dünyada
da edeplerini takınmaları hususunda ikaz edilmekte, bu olayı duyup muhatabı
olan müslü-manlardan ayrı olarak Allah'ın her şeyi bildiği ve bütün işlerin
gereğini takdir ettiği haber verilmektedir.
İkinci ayette ise,
Allah'ın lütuf ve rahmetinin olmaması halinde onların akıbetlerinin kötü
olacağı hatırlatılmakta ve peşisıra Allah'ın çok şefkatli ve merhametli oluşu
nedeniyle onların imdadına yetiştiği belirtilmektedir. Böylece hâdise,
müslümanlann bir kez daha bu tip bir olaya karışmamalarını tenbih edasıyla ve
selametle son buluyor.
Daha önce
naklettiğimiz Tirmizi'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadiste Nebi (s)'nin iki
erkek ve bir kadını kazf (iftira) cezasına çarptırdığı yer almaktadır. Bu ceza,
birinci ayette geçen uyarının infazı şeklindedir.
Her fırsatta ve
ortamda, İslami bünyede çirkin unsurların yayılmasını isteyen güruhun şiddetle
uyarı Tıp alıkonmasını gerektiren şümullü ve güçlü bir teşvikle bu iki ayet,
genel bir durumu ifade ederek doğruyu ve hikmeti emretmektedir.
İmam Ahmed'in tahric
ettiği ve İbn Kesir'in Sevban'dan naklettiği hadiste Rasulul-lah (s) şöyle demiştir:
"Allah'ın kullarına eziyet etmeyin, onları utandırmayın ve onların
ayıplarını açmayın. Kim müslüman kardeşinin ayıbını açarsa Allah'ta onun
ayıbını açar ve onu evinde rezil eder." [70]
21- Ey
inananlar şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse o,
ona edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer size Allah'ın lütfü ve rahmeti
olmasaydı hiçbirinizi asla temizlemezdi[71]'.
Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitendir, bilendir.
Bu ayet de yine akışı
ve konusu itibariyle önceki ayetlerle bağlantılı olup, o ayetleri izlemekte ve
nasihatlerde bulunmaktadır. Hitap mü'minleredir ve mü'minler şeytanın adımlarım
izlemekten onun vesveselerine kapılmaktan kaçındırılmaktadır. Zira şeytan ancak
çirkin şeyleri ve kötülüğü emreder. Bir kez daha Allah'ın mü'minlere olan lütfü
ve rahmeti hatırlatılmakta ve O'nun lütf-u rahmeti olmasa mü'minlerden hiç
birinin doğru yola kavuşması ve temizlenmesinin mümkün olamayacağı
vurgulanmaktadır. Allah'ın her şeyi işiten ve bilen olduğu; lütfuna, rahmetine
ve temizlemesine layık kimselerden, içleri temiz olup salih olanlardan
dilediğini arındıracağı hatırlatılmakta ve lütf-u rahmetinin devamlı olması
için müminlerin O'nun emirlerine bağlanmaları, O'nun koymuş olduğu sınırlara
bağlı kalmaları ve çirkeften, fitne, fuhuş ve kötülükten uzak durmalarının
gerektiği hatırlatılmaktadır.
Ayet, İfk hâdisesi ile
aynı bağlamda olmanın yanısıra, üslup bakımından başka bir genel ifadeyi ihtiva
etmektedir. Açıkça anlaşılacağı üzere ayetteki nasihat, kaçındırma, hatırlatma
ve uyarılar bütün ortam ve şartlarda müslümanlara yöneliktir. [72]
22- Sizden
fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah
yolunda göç edenlere bir şey vermemeye yemin etmesinler[73],
affetsinler, hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah,
bağışlayandır, esirgeyendir.
Ayet, Allah'ın fazilet
ve servet sahibi kıldığı kimselerin, kendi yakınları, miskinler ve Allah
yolunda göç edenlerden ihtiyacı olanlara infak etmemek üzere yemin etmelerini
menediyor.
Affedici ve hoşgörülü
olmalarım emrediyor ve onlara, teşvik edici mahiyette "Allah'ın sizi
affetmesini istemez misiniz?" şeklinde soru yöneltiyor. Ardından onlara Allah'ın
bağışlayıcı ve esirgeyici olduğunu hatırlatarak onları, bu şekilde bir tutum
sergilememeleri konusunda uyarıyor.
Bu ayetin, Hz.
Ebubekir'in, yakını olan Mistah'a, İfk hadisesine ismi karışanlardan biri
olduğu gerekçesiyle nafakasını keseceğine dair yemin etmesi üzerine nazil
olduğu hususunda Müfessirler görüş birliğindedirler. Aişe hadisinde de bu durum
zikredilmiş ve Hz. Aişe, ayetin bu olay üzerine nazil olduğunu söylemiştir.
Böylece ayet, daha
önceki mevzuyla alakalı olarak nazil olmuş ve muhtemelen konusu itibariyle
münasip olduğu için buraya konulmuştur. Ancak, ayetin İfk olayından hemen sonra
(ayetin içeriği ve mânâsı da bunu gösteriyor) nazil olup korkutucu, yerici,
övücü ve temizleyici bir üslupla geldiği de muhtemeldir. Bizce de bu görüş daha
tutarlıdır. Elbetteki Allah en doğrusunu bilir.
Daha önce de zikrettiğimiz
gibi müfessirler, Mistah'ın Peygamber (s) tarafından had uygulanan kişilerden
biri olduğunu rivayet etmişlerdir. Ayetin mânâsına göre o pişman olup tevbe
etmiş ve böylece Allah tevbesini kabul etmiştir. Daha sonra ilahi hikmet
Ebubekir'in ona nafaka vermemek üzere yemin etmesini ele almış ve ayet, eşsiz
üslubuyla Kur'an'ın bu tür hadiseleri tahlil ederken kullandığı ölçü ile Allah
Rasulü'nün sa-habilerini gerektiği yerde terbiye etmiş ve onlar arasında
karşılıklı hoşgörüyü yaymıştır.
Aynı zamanda bu ayet,
devamlı ve şümullü olarak acıma duygusunun, af ve hoşgörünün ağırlıkta olması
ile öfkeyi yenerek yardıma muhtaç olanlara bazı hatalarından dolayı yardımı
kesmemenin gerekliliğine dair yüce bir mesajı taşımaktadır. Allah (c) ise, hiç
kimseden, özellikle de böylesi örnek şahsiyetlerden rahmetini esirgemediği gibi
onlara mağfiret kapısını da kapatmaz. [74]
23-O namuslu,
bir şeyden habersiz'[75]
inanmış kadınlara zina iftira edenler dünyada da ahirette de lanetlenmişlerdir.
Onlar için büyük bir azap vardır.
24- O gün
ki, dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir.
25- O gün
Allah, onlara hakettikleri cezayı[76]' tam
verir ve onlar da bilirler ki, Allah apaçık bir Hak'tır.
Açıkça anlaşılacağı
üzere bu ayetler, îfk olayını izleyen, dolayısıyla önceki ayetlerle bağıntılı
olan ayetlerdir. Bu ayetlerde, zina cürmünden uzak, iffetli, iyiniyetli, temiz
ve imanlı kadınlara zina iftirasında bulunanlar, dünya ve ahirette Allah'ın
laneti ile şiddetli bir biçimde uyarılmıştır. İşledikleri bu nefret uyandıran
işten dolayı dilleri, elleri ve ayaklan kıyamet gününde aleyhlerinde şahitlik
edecektir. İşte burada da müşahede edildiği gibi, Allah'ın emrettiği, hüküm
verdiği ve istediği her şeyde adalet, eşitlik vardır.
Ayette, kadınların
namuslarına yönelik böylesi saldırıları önleyici ve buna yeltenenleri şiddetle
azarlayıcı mahiyette bir üslup kullanılmıştır. Mü'minlerin annesine yönelik
iftirayı takiben kullanılan bu üslup Hz. Aişe'nin temizliğine ve beraatına
işaret etmektedir. Ancak, ayetteki ifade geneldir. Çünkü, uyarıcı ve terbiye
edici mahiyetteki Kur'anî ifadeler bütün zamanlan kuşatmaktadır. [77]
26- Kötü
kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; iyi kadınlar iyi
erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara mahsustur. Bunlar, onların söylediklerinden
uzaktırlar. Bunlara Allah tarafından mağfiret ve cömertçe bir rızık vardır.
Bu ayet yine İfk olayı
ile ilgili olup mü'mirilerin annesi Hz. Aişe'nin temizliğini vurgulamaktadır.
O'nun temiz ve beri olmaması nasıl mümkün olur. Çünkü o, temiz ve kötülükten
beri olan Nebi (s)'nin zevcesidir. Temiz ve kötülükten uzak olan Peygambe-r'in
eşi de mutlak suretle temiz ve kötülükten uzaktır.
Ayetin üslubu
mutlaktır. Üslubun böyle mutlak, yani genel oluşu terbiye edici ve eğitici
Kur'anî öğretilerin bütün zamanları kapsaması amacına yöneliktir.
Bu ayet, İfk olayı ile
ilgili olarak, ilahi hikmetin indirmeyi murad ettiği ayetler zincirinin son
halkasıdır. Ayetler zincirindeki bu denli sıkı bağlantıdan dolayı, bu ayetler
ile birlikte İfk hadisesinin son bulduğu noktadan itibaren gelen ayetlerin bir
defada veya birbirinin peşisıra nazil olduğu kanaati hasıl olmaktadır. [78]
27- Ey
inananlar, kendi evlerinizden başka evlere, izin alıp'[79]
halkına selam vermeden girmeyin. Herhalde bunun, sizin için daha iyi olduğunu
düşünüp anlarsınız.
28- Eğer orada kimseyi bulamazsanız,size izin
verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size: "dönün" denirse dönün.
Bu sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı bilendir.
29-
Oturulmayan ve içinde eşyanız bulunan evlere girmenizden dolayı size bir günah
yoktur. Allah, açığa vurduğunuzu da gizlediğinizi de bilir.
"Ey inananlar,
kendi evlerinizden başka evlere izin alıp halkına selam vermeden
girmeyin..."
Ayetin ifadesi açık
olup burada başkalarının evine girerken riayet edilmesi gereken hususlar dile
getirilmektedir. Ayette yeralan hususlar şunlardır:
Birincisi; ayette
kendilerine hitap edilen mü'minlerin kendilerinden başkasının evine izin
almaksızın ve razı olunmadıkça girmeleri doğru değildir. Ayrıca müminler başkalarının
evlerine girerken ev halkına selam vermelidirler. Eğer kendilerine izin verilmez
ve dönmeleri istenirse, dönmeleri gerekir. Bu mü'minler için daha temiz ve kötülükten
uzaklaştırıcı bir davranıştır.
İkincisi; oturulmayan
ve içinde eşyalarının bulunduğu evler hariç, başkasının evine kimse olmadan
girmeleri doğru değildir.
Ayetlerin sonuç
kısımları ise, hatırlatıcı ve öğretici niteliğinin yanısıra, Allahu Te-ala'nın,
mü'minlerin yaptıkları bütün işleri, gerek açıkladıkları gerekse gizledikleri
tüm şeyleri bildiğini hatırlatmakta ve ayetlerdeki hükümleri vurgulayarak
bunlara uymak, aykırı davranmaktan ise kaçınmak gerektiğini bildirmektedir.
Taberi'nin Adiy bin
Sabit'ten rivayet ettiğine göre, Ensar'dan bir kadın şöyle demiştir: "Ey
Allah'ın Rasulü, ben evimde öyle bir ruh haline bürünüyorum ki, hiç kimsenin
beni görmesini istemiyorum. Fakat ehlimden bir kimsenin gelip girmesi eksik
olmaz." Bunun üzerine yukarıdaki ilk ayet nazil olmuştur. Zemahşeri, Hz.
Ebubekir'in şöyle dediğini kaydeder: "Ey Allah'ın Rasulü, Allah sana izin
istemeyle ilgili ayet indirdi. Biz t yaparken çeşitli yerlere gider ve hanlara
konaklarız. İzin verilmedikçe onlara girmeyelim mi?" Bunun üzerine ikinci
ayet nazil oldu. Müfessir Hazin bu hususta şöyle diyor: İzin isteme ile ilgili
ayet nazil olduğunda: "Mekke, Medine ve Şam arasında yol boyunca yolcular
için yapılmış, konaklama ve eşyalarını bırakmaya yarayan, kimsenin oturmadığı
evleri kastederek bunların durumu nedir?" dediler Bunun üzerine üçüncü ayet
nazil oldu.
Birinci rivayet ayetin
iniş sebebi olabilir. Çünkü, Mekke, Medine ve Şam arasındaki konaklama yerleri
İslam devletinde kurulmuştur. Araplar, uzun yolculuklarında kıldan ya da
deriden yapılmış çadırlarını da beraberlerinde götürür konakladıkları zaman bunlar
da barımrlardı.
Bir kısım insanlar,
birinci ayet nazil olduğu sırada Nebi (s)'den oturulmayan evler hakkında fetva
istemiş üçüncü ayette ise Allah (c) insanları bu sıkıntıdan kurtarmıştır. Bu üç
ayet birbirini tamamlayan hukuki bir düzenlemedir.
Önceki ayetler zinciri
ile bu üç ayet arasında şöyle bir ilişki vardır: İnsanların evlerine izinsiz
girmek, dedikodulara ve kötü haberlerin yayılmasına sebep olur. Kötü haberler
ve dedikodular ise önceki ayetlerin menettiği hususlardır. Bu üç ayet, geçen
ayetler zincirinden hemen sonra inmiş olup önceki ayetlerle mevzu bakımından
uygun olduğu için buraya konmuş olabilir. Ancak eğer bu üç ayet, önceki
ayetlerden hemen sonra in-memişse o taktirde ifade ettiğimiz gibi konu
bakımından uygun olduğu için buraya konmuştur.
Ayetlerin mânâ ve
mefhumundan anlaşıldığına göre, insanlar birbirlerinin evine habersiz ve izin
almadan giriyorlardı. Nitekim Ahzab sûresinin 53. ayetinde de: "Ey inananlar
(rastgele) peygamberin evlerine girmeyin. Ancak yemek için size izin verilir de
girerseniz (erkenden gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin" buyurulmaktadır.
Bu konuda müfessirler ve ravilerin naklettiği çeşitli rivayetler vardır.
Bunlardan Taberi'nin Adiy bin Samit'ten naklettiği rivayet ayetin iniş
sebebidir. Müfessirler Hazin'in naklettiği diğer bir rivayette Künd bin Hanbel
şöyle demiştir: "Selam vermeden ve izin istemeden peygamberin evine
girdim. Bana: "Dön ve selam verip 'girebilir miyim?' de" dedi. Kolaylıkla
anlaşıldığı üzere ayetler, bu konuda müslümanlar arası şahsi ilişkileri düzenleyen
üstün eğitici mesajlar taşıyor. Böylece, başkası için eziyet verecek ve ağır
gelecek şüpheli durumları, kötü haberleri müslümanlardan uzaklaştırıyor.
Ayette hitap, bütün
müslümanlara yöneliktir. Ayetin ifade ettiği hüküm ise, doğal olarak her
ortamda ve zamanda müslümanları ilgilendirmektedir. Ayetin içeriğinde, bütün
zaman ve mekanda sürekli, üstün ahlak ile, bozulmamış karaktere uygun muhteşem
bir güzellik göze çarpmaktadır.
Adaba uygun, izin
isteyip selam vererek bir başkasının evine girmek, ev halkının ziyaretçiyi
-eğer kabul edebilecek durumda ise -kabul etmesi için hazırlanmasını sağlar.
Ayetin mânâ ve mefhumundan anlaşılacağı gibi, bu şekilde davranmak hem
kadınlar, hem de erkekler için gereklidir. İzin verildiği taktirde kadınların
erkeklerin yanına, erkeklerin de kadınların yanına gelmelerinde bir sakınca
yoktur. Taberi'nin naklettiği rivayet bu görüşü desteklemektedir. Mücahid ise,
İbn Ömer'in dışarı çıktığında sıcaktan bunaldığı ve ayaklarını yere basamadığı için
Kureyş'ten bir kadının çadırına gelip "Es-selamü aleykum, girebilir
miyim?" diyerek izin istediğini nakletmiş, kadının ise: Buyurun
girebilirsiniz, dediğini ve bu şekilde bir kez daha izin istedikten sonra, İbn
Ömer'in çadıra girdiğini, kaydetmiştir."[80]
Bu Kur'anî terbiyeyi
açıklayan bir kısım hadisler rivayet edilmiştir. Beş meşhur mu-haddisin
Cabir'den rivayet ettikleri hadiste Cabir şöyle demiştir: "Rahatsızdım,
Nebi (s)'nin yanına gittim. Kapıyı çaldım: "Kim o" dedi.
"Benim" dedim. O da kızarak "ben de benim" diye cevap
verdi."[81] Ebu Davud'un Abdullah bin
Bişr'den naklettiği rivayette ise Abdullah bin Bişr şöyle demiştir: "Nebi
(s) bir kapıya geldiğinde yüzünü tam kapıya çevirmez, sağa ya da sola doğru
dururdu."[82] Dört meşhur hadisçinin
Sehl bin Sa'd'dan naklettikleri rivayette: "Bir adam Nebi (s) saçını
tararken kapısının arasından ona bakıyordu. Bunun üzerine Allah Rasulü ona
şöyle dedi: Eğer baktığını bilseydim tarağı gözüne dürterdim. Allah, bakmak için,
izin istemeyi öğretmiştir."[83]
Müslim ve E-bu Davud'un, Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadiste Nebi (s)
şöyle buyuruyor: "Kim bir başkasının evini izinsiz gözlerse ev sahibinin
ona vurması helaldir."[84]
Müslim ve Ahmed bin Hanbel'in yine Ebu Hureyre'den rivayet ettikeleri hadiste
Nebi (s) şöyle buyuruyor. "Bir kişi izinsiz seni izlerse, onu taşla
vurup, gözüne dürtmende bir sakınca yoktur."[85]
Tirmizi'nin Ebu Zerr'den rivayetine göre Nebi (s) şöyle buyurmuştur: "Kim
örtüye rağmen izinsiz başkasının evini izler ve ev halkının avretini görürse,
helal olmayan bir yoldan geldiği için, biri onu görüpte gözüne vursa bunu
haketmiş olur. Eğer bir kimse geçerken, kapısı açık bir eve bakarsa o taktirde
hata oradan geçen kişide değil ev halkındadır."[86]
Malik ise Ata bin Yesar'dan şu rivayeti nakleder: "Bir adam Rasulul-lah'a
sordu: Anneme giderken de izin isteyeyim mi? Rasulullah "evet" dedi.
Bunun üzerine adam: "Ama evde annemden başkası yok" dedi. Rasulullah:
"Anneni çıplak görmek ister misin?" deyince, "hayır" dedi.
Rasulullah da: "O zaman izin isteyerek gir" dedi."[87]
Erkeklerin mahremi
olmayan kadınlara gitmemeleri, onlarla yalnız kalmamaları ve onların evinde
gecelememeleri konusunda bir çok rivayet mevcuttur. Buhari ve Müslim'in
naklettiğine göre Ukbe bin Amir şöyle demiştir: "Rasulullah (s) buyurdu:
Kadınların yanına girmekten sakınınız. Bir adam: Ey Allah'ın Rasulü eşimizin
akrabalarına[88] da mı?. Allah Rasulü:
Bundan şiddetle kaçınınız, buyuıdu"[89]
Tirmizi'nin naklettiği rivayette ise Cabir şöyle demiştir: "Rasulullah
(s) buyurdu: Kocası kaybolmuş kadınların •yanında bulunmayın. Çünkü şeytan
kanınıza girer. Dedik ki: şeytan sana da bulaşır mı? Evet, fakat Allah bunu
benden gidermiştir dedi[90]."
Yine Tirmizi'nin naklettiği hadiste Cabir şöyle diyor: "Bir erkek, mahremi
olmayan bir kadın ile kesinlikle başbaşa, yalnız kalmasın. Çünkü bu durumda üçüncüleri
şeytandır[91]." Müslim'in rivayet
ettiği hadiste ise Allah Rasulü şöyle buyuruyor: "Sakın bir erkek dul bir
kadın ile birlikte gecelemesin. Nikah yaparsa müstesna, aksi halde günahkar
olur"[92] Müslim, Tirmizi, Ebu Davud
ve Nesei'nin naklettikleri hadiste ise İbn Abbas şöyle diyor: "Bir adam
kalktı ve: Ey Allah'ın Rasulü karım hacc için çıktı. Savaşta iken şöyle şöyle
yazdım. Allah Rasulü: Dön ve karın ile birlikte hacc et" dedi".[93]
Rivayetlerin içerdiği
anlam ve mefhum gösteriyor ki; erkeklerin mutlak mânâda kadınların yanına
gitmeleri yasaklanmamıştır. Sadece fitne, töhmet, şüphe ve bunlara götüren
sebepler olduğu zaman, mahrem olmayan kadınların yarana girmek engellenmiştir.
Bunda, müslümanların her zaman benimsemeleri gereken apaçık bir hikmet
gizlidir. Taberi'den naklen zikrettiğimiz ve birinci ayetin iniş sebebi olan
hadis de bunu teyid etmektedir.
Taberi'nin Mümtehine
sûresinin 11. ayetini tefsir ederken Abdurrahman bin Avf'tan naklettiği bir
başka hadiste Abdurrahman bin Avf şöyle demiştir: "Rasulullah (s) erkeklerin
mahreminden başka kadınlarla yalnız kalmalarını yasakladığı zaman: 'Ey Allah'ın
Rasulü biz evden uzaklaştığımız zamanlar misafirlerimiz oluyor', dedim. Allah
Rasulü bunun üzerine: 'Onlar seni sıkıntıya sokmaz, onlar seni sıkıntıya sokmaz
dedi."[94] [95]
30- İnanan
erkeklere söyle: "Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Bu,
onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını haber
almaktadır.
Ayette Nebi'ye,
mü'minlerden erkeklerin gözlerini haramdan sakındırmaları ve ırzlannı muhafaza
etmeleri konusunda onları uyurması emredilmektedir. Zira böyle davranmaları,
onlar için daha temiz ve daha güvenli bir davranıştır. Ayrıca Allah'ın, onların
bütün yaptıklarından haberdar olup onları gözetlediği hükmü tatbiki surette
hatırlatılmaktadır. [96]
"Mü'min erkeklere
söyle: Bazı bakışlarını kıssınlar ve ırzlarını korusunlar"
Özel olarak bu ayetin
inişi hakkında her hangi bir olaya rastlamadık. Her ne kadar bu ayet yeni bir
bölüm veya yeni bir bölümün başlangıcı ise de önceki ayetlerle bu ayet arasında
mevzu itibariyle bir bağıntı mevcuttur. Eğer önceki ayetlerden hemen sonra indiği
için buraya konulmamışsa, sözkonusu bağıntıdan dolayı buraya konulduğunu söylemek
mümkün.
Ayetin muhtevasında
gözlerin sakındırılması ve ırzların korunması emri hakkında müfessirler,
kadınlara kötü niyetle bakılmaması ve kasıtsız da olsa onlara bakmaktan sarf-ı
nazar edilmesi, zinadan kaçınılması, ayıp yerlerin görüneceği şekilde açılıp
saçı-nılmaması ve avret yerlerine bakılmaması gerektiğini söylemişlerdir. Bu
konuda bir takım rivayetler de zikretmişlerdir. Bu rivayetlerden Tirmizi'nin
Abdullah bin Burey-de'den onunda babasından naklettiği hadiste Allah Rasulü
şöyle buyurmuştur: "Ey Ali bir bakış diğerini izlemesin. Birinci bakış
senindir. Ancak ikincisi senin değildir."[97] Yine
Ebu Said el-Hudri'den rivayet edilen hadiste Allah Rasulü şöyle demiştir:
"Erkek erkeğin kadın da kadının avretine bakmasın. Erkek erkekle bir
yatakta, kadın da kadınla bir yatakta yatmasın."[98]
Her halükârda ayet,
mü'minleri iffet dalına tutunmaya ve fuhşa götüren faktörlerden korunmaya,
bedenlerini haya ile uyuşmayacak bir şekilde açmaktan kaçınmaya sevkedi-yor.
Bütün bunlar, her zaman ve her yerde temiz karaktere, üstün ahlaka uygun ulvi
değerlerdir. [99]
31- İnanan
kadınlara da söyle: "Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar.
Süslerini'[100] göstermesinler. Ancak,
kendiliğinden görünenler hariç. Başörtülerini'[101],
yakalarının'[102] üstüne koysunlar. Süslerini
kimseye göstermesinler". Yalnız, kocalarına yahut babalarına, yahut
kocalarının babalarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına yahut
kardeşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kadınlarına[103],
yahut ellerinin altında bulunan kölelerine, yahut kadına ihtiyacı bulunmayan
erkeklerden'[104] tabilerine, yahut henüz
kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara'[105]
gösterebilirler. Gizledikleri, süslerin bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar.
Ey mü'minler topluca Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz.
Ayetteki ifade
açıktır. Bu ayet ile bir önceki ayet başlı başına bir bölümü teşkil ediyor.
Ayette Nebi (s)'ye, erkeklere emrettiği gözlerini sakındırmayı ve ırzlarını
korumayı, kadınlara da emretmesi, buna ek olarak kadınların doğal yapısı
gereği takındıkları süslerinden, gizleme imkanı olanları göstermemelerini
emretmesi bildiriliyor.
Ayrıca kadınların,
bedenlerinin göründüğü yakalarım baş örtüleriyle örtmeleri, gizlemeleri
gereken süslerini gizlemeleri ve gizledikleri süslerinin belli olması kasdıyla
ayaklarını yere vurmamaları emrediliyor. Bu ayetle, mü'minlere tümden Allah'a
tevbe edip O'na itaat etmeleri, ancak bu şekilde başarı ve kurtuluşa
ulaşabilecekleri bildirilmiştir.
Ayetin hedefi,
müslüman kadının gözünü, günaha girecek veya karşıdakini günaha sevkedecek
tarzda; erkeklere bakmaktan sakındırmaktır. Aynı şekilde ayet, kadının giyiminde
ihtişama kaçmasını, açılıp saçılmasını ve erkekleri günaha sevkedip mahremi
dışındakileri günaha sokacak şekilde haya ölçüsüne sığmayan yerlerini
göstermelerini kınamaktadır.
Böylece, kadının
Kur'an karşısındaki hukuki, sosyal ve ahlaki konumu, erkekle aynı düzlemde
sorumlu bir taraf olarak belirtilmiştir.
"Ancak
kendiliğinden görünenler hariç" cümlesi, bazı müfessirlerin dediği gibi genellikle
görünen yüz ve eller, diğer bazılarına göre ise kına, sürme ve elbisenin görünmesini
ifade etmektedir. İkinci görüşü benimseyenler görüşlerini bir kısım sahabi ve
tabiine dayandırırlar.
Bu ayet ile Ahzab
süresindeki ayette Nebi'nin kadınlarına mahsus "perde arkasından"
emri ile tüm müslüman kadınların örtülerini örtmelerine dair gelen emirler
arasında herhangi bir çelişki sözkonusu değildir. Bu konuyu Ahzab Sûresi'nin
siyakında açıkladık.
Önceki ayette geçen
erkeklerin gözlerini sakındırmalarına dair ifadede olağan, genel geçer bir
duruma işaretin yanısıra, bu ayetin mânâsında kadının insanlar arasında rızık
için çalışması, vazifelerini yerine getirip, olumlu faaliyetlerde bulunması
için elleri ile yüzünün görünmesinin caiz olduğuna kuvvetli bir işaret vardır.
Öncelikle alimler bu ayetin delaletiyle kadının yüz ve ellerinin avret
olmadığında, ikincisi, mütevatir sünnet ile kadının el ve yüzünün açık olduğu
halde namaz kıldığında ve üçüncü olarak hac ihramında yüzünü örtmesinin caiz olmadığında
müttefiktirler.
Bu görüşü destekleyici
mahiyette varid olan hadislerden Taberi'nin Hz. Aişe'den naklettiği rivayette
Rasulullah (s), kadının ellerini ve yüzünü gösterebileceğini söylemiştir.
Taberi'den aktarılan bir rivayette ise Rasulullah elleri ve yüzüne ilaveten
kollarının bir kısmının göstermesinin de mubah olduğunu söylemiştir.
Yukarıdakilerden de
anlaşıldığı gibi bu ayette ve hatta genel olarak Kur'an'da ve hadiste,
ihtiyacının giderip, değişik alanlarda; ilim elde etmesi, okul ve camilere
gitmesi, sosyal faaliyetlerde bulunması, ticaret yaparak para kazanmak için
çalışması, resmi görevlerde yer alması, doğanın nimetlerinden istifade etmesi
ve Kur'an'ın kendisine tayin ettiği siyasi, şahsi, hukuki, ekonomik ve sosyal
çerçevedeki faaliyetleri yerine getirebilmesi için kadının evinden elleri ve
yüzü açık bir şekilde dışarı çıkmasını engelleyici bir durum sözkonusu
değildir. Yukarıdaki faaliyetlerin yanısıra kadın, eli ve yüzü açık bir halde,
emr-i bil ma'ruf nehy-i anil münker(iyiliği emredip kötülükten sakındırma)
faaliyetine katılıp, hayra davet, yardımlaşma ve dayanışma alanlarında
çalışabilir. Kadın, Kur'an'ın erkeklere yönelik çağrısına muhatap olduğu gibi,
erkeklere yüklenen inanç, davranış, ekonomi, siyaset, akıl, sosyal yapı ile
bireye dair görev ve sorumlulukları da yüklenmiş, erkekler için Kur'an'da
belirtilen dünya ve ahiret semerelerini eşit bir şekilde almaya namzet
olmuştur. Nitekim bu mevzuya daha önce de bir çok yerde değinmiş ve bu konuyu
destekleyici delilleri dile getirmiştik.
Bütün bunlar, ayetin
mânâsı ile içeriğindeki düşünce, hedef ve söylemden oluşan geniş bir yelpazede
yer almakta, kadın-erkek herkes, hukuk ve üstün ahlaka göre mubah olmayan iş ve
eylemlerin yanısıra şüpheli durumlardan, kötülüğe sevkedici amillerden, fitne
ve günahtan kaçındırılmaktadır.
Ahzab sûresinin 33.
ayetinde geçen "Evlerinizde oturun" ifadesi, söylediklerimizle
çelişki içinde değildir. Zira buradaki ifade kesin ve şüphe götürmez bir
şekilde sadece Nebi (s)'nin kadınlarına yöneliktir. Ayetin siyakına
bakıldığında da bu durum kolayca anlaşılır: "Ey peygamber kadınları, siz
kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer konmuyorsanız, sözü kıvrak bir
eda ile söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan bir kimse tamah etmesin. Güzel
söz söyleyin evlerinizde oturun, ilk cahiliye kadınlarının açılıp kırıtması
gibi açılıp kırıtmayın. Namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve Rasulü'ne itaat
edin. Ey ehli beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak
istiyor" (Ahzab 32-33).
Kadınların seçimlere
katılmaları ve meclise girmeleri hususunda söylenenlere ve bu konu ile ilgili
bir kaç mevzuya geçip şunları söyleyebiliriz; kadınların bu faaliyetlerde
bulunması, Kur'an'ın kadına tanıdığı siyasi ve sosyal haklardandır. Kadınlar
toplumun yarısını teşkil etmekte ve bu meclislerde kararlaştırılan her şey,
erkekleri ilgilendirdiği gibi kadınları da eşit oranda ilgilendirmektedir.
Dolayısıyla, mecliste erkeğin olduğu kadar kadının da görüşünün ya da oyunun
bulunması kadının hakkıdır. Bu tür faaliyetlerde bulunmak, kadını sosyal ve fıtri
tabiatından uzaklaştırır deniliyor. Bu görüş, gerçekler karşısında boş bir
sözden ibarettir. Çünkü seçimler uzun zaman aralıklarında yapılmakta ve doğal
olarak insanların az bir vaktini almaktadır. Seçimlere katılan adaylar ise sayıca
az olduğu için ne tüm kadınları ne de tüm erkekleri günlük meşgalelerinden
alıkoymaz.
Bir kısım insanlar
Kur'an'da "Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler" ayetini delil
getirmektedir. Nisa sûresinin siyakında bu yanlış anlayışa işaretle
getirdikleri delilin bu konuyla ilgili olmadığını açıklamıştık. Bir kısım
insanlar da, kadının cahillik edip gaflet edebileceğini öne sürerek, ortaya
koyduğumuz görüşe karşı çıkmışlardır. Bu da boş bir iddiadır. Şu an İslam
ülkelerinde ezici çoğunluğu oluşturan kitleler de cehalet ve gaflet
içindedirler. Hiç kimse bu sebepten onların siyasi ve sosyal haklardan mahrum
bırakılması gerektiğini söylememiştir. Bu düşünceler yanlıştır ve kadınlar
erkekler gibi tüm alanlarda, bilim ve eğitimde söz hakkına sahiptirler.
Yine bir kısım
insanlar, kadının din ve akıl bakımından noksan olduğuna dair rivayet
getirmektedir. Daha önce bu konuya değinmiş ve bu düşüncenin de bir vehimden
ibaret olduğunu söylemiştik. Kadının idare ettiği toplumların tenkid edilerek
yerildiğine dair hadis getirenler de vardır. Ancak, görüş ve düşünce olarak, bu
rivayetlerle konumuzun bir alakası yoktur. En doğrusunu Allah bilir.
Burada oluşabilecek
bir yanlış anlayışı telafi edecek olursak; müslüman kadının sahip olduğu
haklara ilişkin teşebbüste bulunması, girişimci olması, iş ve sosyal guruplara
girmesi hiç şüphesiz İslam'a uygundur. Gerek şahsen, gerek gurup halinde,
gerekse siyasi ve ticari olarak kadının sözkonusu faaliyetlerde bulunmasını
engelleyici bir hüküm ne Kur'an'da ne de sünnette bulunmamaktadır. Elbette bu
faaliyetlerde bulunurken kadın, emredildiği şekilde davranmalıdır. Ancak
bunları söylerken, kadının ve İslam toplumunun sosyal-ailevi yapısını gözardı
etmek durumunda değiliz, bilakis prensip olarak kadının böyle faaliyetlerde
bulunabileceğini söylüyoruz.
Biz, kadının doğal
yerinin evi ve asıl işinin zevcelik, annelik ve buna ilişkin uğraşlar olduğuna
inanıyoruz. Kur'an'ın ve Nebi (s)'nin sünnetinin, gerek açıkça, gerekse değini
suretinde ortaya koyduğu hüküm de budur. Yapılmasında kadın için şer'en bir
sakınca olmayan işlerde kadının, İslami esaslara uyması zorunludur. Çünkü bir
iş haddi zatında meşru da olsa, onun özünde oluşabilecek olumsuz ve aykırı
durumlar o işi gayr-i meşru yapar.
Gerek evi, gerekse
annelik ve zevcelik sorumluluklarının elverdiği kadınlar veya bu sorumlulukları
bulunmayan kadınlar İslam hukukuna göre meşru olan işlerde çalışabilirler.
Burada iki husus
sözkonusudur. Birincisi, İslam şeriatında kadının geçimini, erkeğin
karşılamakla sorumlu olmasıdır. Doğal olarak ilk planda erkek, ticaret yapmak
ve geçindirmekle yükümlü olduğu kadının ihtiyaçlarını gidermek durumundadır.
Eğer kadın, tamamıyla çalışmaya koyulursa, bu durumda erkek zor durumda
kalabilir ve erkeğin gerek ticaret ortamı, gerekse iş hacmi daralabilir. Böyle
olduğu takdirde, kadının çalışması meşru bir zeminde olmamış olur. Çünkü, İslam
şeriatının erkeğe yüklediği geçindirme sorumluluğu -ki bu genel olarak böyledir
-geri planda kalır. Kaldı ki erkeğin yerine kadının böyle bir sorumluluğu
alması da doğru değildir. Zira, erkeğin yerine kadının bu sorumluluğu
yüklenmesi hem doğaya hem de cinsiyete ve hukuka aykırıdır. Bize göre doğru
olan şudur; öncelikle kadının ticari işlerle uğraşması sınırlı bir alanda
olmalı ve birinci derecede ihtiyaç-zaruret durumuna bağlanmalıdır.
İkincisi; kadının
yapacağı ticari işlerin sözkonusu çerçevede ve kadının yapısına uygun olmasına
riayet edilmesidir. Ayrıca, bu işlerin kadının evliliğine, tahsiline, kültür ve
sanatına zarar verecek şekilde olmamasına dikkat edilmelidir. Doktorluk, eczacılık,
öğretmenlik, muhasebe ve kâtiplik üniversiteli kadının yapısına, örneğin bir
makina veya kadastro mühendisliğinden çok daha uygundur. Üniversiteli olmayan
kadınların ise; demircilik, marangozculuk ve matbaacılık vesaireye göre
terzilik, resim, örgü, dekor gibi işlerle uğraşmaları kendi yapılarına daha
uygundur. Allah en doğrusunu bilir.
Tekrar ayetin yorumuna
kaldığımız yerden devam edelim. Baş örtüsü hususunda ayet, örtünün yakayı ve
zinet yerleri örtecek şekilde örtülmesini emretmektedir. Bu ayette geçen
örtünme emri; giyside fitneye sebebiyet verecek bir durumun olmamasına ve
kadınların giyimlerinde ihtişamlı olmalarına dair bir emirdir. Yoksa, tek tip
bir giysi farz kılınmamıştır. Giysiler ve şekiller sosyal değişim ve gelişimle
birlikte değişirler. Burada bütün zaman ve ortamda geçerli olması ve
gerçekleşmesi gereken husus Kur'anî hedeftir. Daha önce değişik bir çok yerde
ve yeterli ölçüde bu hedefe değinmiştik.
Ayette kadının elbise
ve süslerini gösterebileceği mahremlerine, Ahzab sûresinin 55. ayetinde;
kayınpederler, eşlerin çocukları ve erkeklerden evlenme ihtiyacı bulunmayan
hizmetçiler eklenmiştir. Burada, dayı ve amcalardan söz edilmemiştir. Ancak,
sözkonusu ayetin tefsirinde, amca ve dayıların Nebevi sünnetle mahrem
sayıldığını belirtmiştik. Evlenme ihtiyacı bulunmayan erkeklerin,
"tabiler" şeklinde nitelenmesi tabi olmayanların, bu kapsamdan
dışarı çıkarılmasıdır. Nitekim ilahi hikmet böyle hüküm vermiştir ki kadın,
evlenme ihtiyacı olmayan yabancı bir erkek karşısında açılmasın. Hz. Aişe'den
rivayet edilen hadiste O şöyle demiştir. "Hz. Aişe'den rivayet edildiğine
göre, Peygamberin zevcelerinin yanına cinsel güçten yoksun sayılan bir
muhannes (kadın gibi davranan birisi) girip çıkıyordu. O, hanımlarının yanında
olduğu halde Hz. Peygamber içeri girdi. Muhannes bir kadından bahsedince Hz.
Peygamber, "Bunun herşeyi anladığını görüyorum, artık yanınıza girmemeli,
ondan sakının" dedi.[106]
Ümmü Seleme'den
aktarılan başka bir rivayete göre de, Hz. Peygamber yanında Ümmü Seleme'nin
kardeşi Abdullah b. Ümeyye ve bir muhannes olduğu halde Ümmü Seleme'nin yanına
geldi. Muhannes Abdullah'a Gaylan'an kızından bahsedince Hz. Peygamber, Ümmü
Seleme'ye "Bu yanınıza girmemeli" dedi.[107]
Daha önce de dediğimiz
gibi bazıları "nisauhünne" (onların kadınları) kavramını "bütün
kadınlar" olarak yorumlamışlar, bazıları ise, "müslüman
kadınlar" olarak yorumlamışlardır. Bu konuyu Ahzab sûresinin ilgili
ayetlerinde yorumladığımız için tekrara gerek duymuyoruz. Kadının ziynetini sağ
ellerinin sahip olduğu adamlara göstermesinin mubah olması özel konumdan
dolayıdır. [108]
32-
İçinizden bekarları[109] ve
köle-cariyelerinizden'[110]
iyile-ri[111] evlendirin. Eğer yoksul
iseler, Allah, lütfuyla onları zengin eder. Allah(ın mülkü) geniştir. O
bilendir.
Ayette müslümanlann,
evlenmemiş erkek ve kadınları aynı şekilde, köle ve cariyelerinden evlenmeye
uygun olanları evlendirmeleri teşvik edilmiştir. Fakirliğin evlenmeye bir
engel olmadığı evlenecek çiftlerin fakir olması halinde Allah'ın onları lütfü
ile zenginleştireceği ve Allah'ın geniş lütuf sahibi olup her işin gereğini
bildiği belirtilmiş ve bunlar bir nasihat şeklinde sunulmuştur. [112]
Görüldüğü gibi ayet,
önceki meselelerden ayrı bağımsız bir meseleyi ele almaktadır. Ancak, öncesiyle
bu ayet arasında mevzu münasebeti vardır.
Ayetin nüzul sebebi
hakkında herhangi bir rivayete rastlamadık. Ayetin tefsirinde, müfessirler İbn
Mesud'dan şöyle bir rivayet naklederler: "Rasulullah şöyle buyurmuştur:
"Gençlerden gücü yeten evlensin, bu hem gözleri sakındırır hem de ırzı
korur. Gücü yetmeyen ise oruç tutsun. Şüphesiz oruç bir kalkandır.[113]
Hadis, bu ayet ile önceki ayetler arasında bir ilgi olduğunu göstermektedir.
Nitekim evlilik, fitneye düşmekten uzaklaştırır ve ırzı muhafaza ile fuhuştan
korunmada kuvvet sağlar. Fitne ve fuhuştan korunmak ise, önceki ayetlerin
hedefidir. Dolayısıyla, bu ayet ile önceki ayetler arasıda böyle bir ilgi
mevcuttur. Hadisin ifadesi de önceki ayetlerle bağıntılıdır. O açıdan önceki
ayetlerle bu ayet birlikte nazil olmuş ve buraya konulmuş olabilir. Birlikte
nazil olmamışsa da bu ayet konu bakımından ilgili olduğu için buraya
konulmuştur.
Bazı müfessirlere
göre, ayetteki evlilik; teşvik ve tavsiye niteliğinde zikredilmiş ve güzel bir
iş olarak görülmüş[114]
diğer bir kısım müfessire göre ise, gücü yeten herkese vacip görülmüştür[115].
Ayetin üslubundan genel olarak evliliğin gerekliliği yer almakta hatta bu
gereklilik köleleri dahi kapsamaktadır. Öyleki, fakirlik ve dar geçimin bile evlenmeye
uygun olan erkek ve kızların hatta köle ve cariyelerin evliliğine engel olduğu
kanaatine son vermektedir. Özellikle fakirliğin ekserisi, geçim kudretine sahip
olmamak değil, normal olarak mihir ve nafaka teminine güç yetirememektir. Bütün
bunlarda sosyal, ahlaki ve insani üstün hikmetler göze çarpmaktadır.
Anlaşılacağı üzere,
ayetteki ifade özel bir tarzda köle ve cariye sahiplerine hitap etmektedir.
Çünkü engel çıkaranlar onlardır. Ayette, mihir de mutedil olmak ve insanların
genelinde bulunan geçim standardı karşısında zorluk göstermemek gerektiği ifade
edilmiş olsa gerek. Aynı zamanda, ayette emredilenlerin gerçekleşmesine
müslümanların yardımcı olması da teşvik edilmiştir. Gerek bu ifade, gerekse
önceki ifadeler, sözkonusu üstün hikmetlerdendir. [116]
33- Evlenme
imkanı'[117] bulamayanlar, Allah
kendilerini lütfü ndan zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar.
Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariye)lardan mükâtebe[118]
(akdi) yapmak isteyenlerle eğer kendilerinde iyilik'[119] görürseniz
mükâtebe yapın ve Allah'ın size verdiği maldan onlara da verin. Dünya hayatının
geçici menfaatlerini elde etmek için, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi
fuhşa zorlamayın. Kim onları (fuhşa) zorlarsa, şüphesiz Allah (fuhşa)
zorlanmalarından sonra (o kadınlara karşı) bağışlayıcı, esirgeyicidir.
Bu ayet üç hususu
içermektedir:
Birincisi: Evlenmeye
maddi gücü yeterli olmayanların ırzlarını muhafaza etmeleri ve Allah'ın onları
lütfü ile zenginleştirene kadar günah ve çirkin işlerden kaçınmaları gerektiği
vurgulanmaktadır.
İkincisi: Himayesinde
köle-cariye bulunanların köleleriyle -köleler isterlerse- sözleşme yapmaları
ve evlenmeye yeterliği olanlara, efendilerin Allah'ın kendilerine verdiği
maldan maddi yardımda bulunmaları emredilmektedir.
Üçüncüsü: Cariye
kızlar iffetli olmayı yeğlediklerinde dünyalık menfaatler uğruna onların fuhşa
zorlanmaları menedilmekte ve böyle davrananlar korkutularak Allah'ın mağdur
olan cariyelere mağfiret vadettiği bildirilmektedir. [120]
Müfessirlerin
naklettiklerine göre[121]
ayetteki ikinci mesele müslümanlardan biri hakkında nazil olmuştur. Kölesi,
azad olmak için anlaşma yapmak istemiş, bu müslüman ise kabul etmemişti. Bunun
üzerine kölesi durumu Rasulullah (s)'a şikayet etmişti.
Üçüncü mesele ise,
Abdullah İbn Ubey bin Selül hakkında nazil olmuştur. Zira, o da iki cariyesini
fuhşa zorluyor ve böylece kazandıklarını kendisine vermelerini istiyordu. Bunun
üzerine iki cariye Nebi (s)'ye durumu şikayet etmişlerdi[122].
Birinci mesele hakkında herhangi bir rivayet nakledilmemiştir. Bu rivayetlere
bakılırsa ayetlerin parça parça indiği sonucu ortaya çıkar.
Bize göre ;
1- Ayetin
birinci fıkrası tam olarak önceki ayetin konusu ile ilgilidir.
2- Üçüncü mesele, fuhuşla kazanç sağlama
mânâsının dışında başka bir anlamı da içerebilir. Nitekim buradan, cariye
kızların maddi sebeplerden ötürü evlenmelerine engel olunması ve onların
evlenip namuslarını korumak istedikleri halde evlenmekten me-nedümemeleri
mânâsı da çıkarılabilir. Böylece cariyeler, önceki ayetin mefhumuna göre günaha
girmekten kaçınmış olacaklardır.
3- İkinci meselede teşvik edilen mukatebenin
(kölelerin azad olması için yapılan sözleşmenin) önceki ayetin teşvik ettiği
gibi kölenin evlendirilmesi ile ilgili olduğu kanaati hakikatten uzak
değildir. Çünkü, kölenin köle olduğu sürece evlenmesinin zor olduğunu görmesi
ve bunun için evlenmeye teşebbüs etmeden önce azad olmak istemesi makuldür.
Yukarıdaki üç mesele
ile ilgili gözlemlerimize göre ayet, gelişi ve konusu bakımından önceki ayetle
tümden bağıntılı ve bu üç mesele birbirine sıkı sıkıya bağlı bir bütündür.
Kölelerden birinin sözleşme isteğinin efendisi tarafından reddedilmesi ve
durumu Rasulullah (s)'a şikayet etmesi ile bazı cariyelerin malik ve sahipleri
tarafından fuhşa zorlanarak evlendirilmemeleri üzerine Nebi (s)'ye müracat
etmeleri buna engel teşkil etmez. Bunun sonucu olarak, ilahi hikmet önceki
ayeti takib eden bu iki meselenin gerekliliğine hükmetmiş ve böylece hükmün
genel mânâda olmasını sağlamıştır.
İbn Kesir, Abdullah
İbn Ubey bin Selül'ün cariyelerini para kazanmak için fuhşa zorlaması hakkında
değişik yollarla bir çok rivayet nakletmiştir. Ancak, az önce ikinci
değerlendirme paragrafında vurguladığımız gibi, bu rivayetler, ayeti para
karşılığı fuhuş yapma olayından başka bir hususla irtibatlandırmamıza engel
oluşturmaz. Çünkü bu yaklaşımı esas aldığımızda, anlam ve ayetin akışı arasında
daha sağlıklı bir uyum gerçekleşmiş olur. Çünkü İbn Selül'e nisbet edilen bu
yakışıksız, insan onuruyla bağdaşmayan yüz kızartıcı eylemin doğruluğunu kolay
kolay sindirmek mümkün görünmüyor. Korkarım ki, İbn Selül'ün nifakın ve
münafıkların yönlendiricisi pozisyonunda olması, bu tür rivayetlerin kabul
görmesine neden olmuştur. "Dünya hayatının geçici metasını elde etmek
için" ifadesini, bizim tercih ettiğimiz anlam çerçevesinde de
değerlendirmek mümkündür. Şöyle ki, genç cariyeleri -cariyeler-
"feteyat" şeklinde isimlendirilirlerdi ve bu konuyla ilgili olarak
Nisa, 25. ayeti inmiştir. Evlenmekten dolayı sahiplerinin çeşitli çıkarlarını
yitirmeleri mümkündü. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.
Öyle anlaşılıyor ki, evlenmeye
güç yetirmeyenlere yönelik iffetli davranma tavsiyesi, bekar insanın kendini
mazur görmesi, doğanın da insana bu yönde bir baskı uygulamasıyla ilintilidir.
Zina suçunun neden olduğu büyük günaha dikkat çekilmesi de bu yüzdendir. Hiç
kuşkusuz, ayetin ilk bölümüyle, önceki ayetin kapsamında ki evliliğe teşvik
edici ifadeler arasında bir çelişki olmadığı gibi, bu bölümü de akışım sekteye
uğ-ratıcı bir unsur olarak görmemek gerekir. Çünkü yoksulluk ve zorluk gibi
öyle durumlar olur ki, insan evlenmeye imkan bulamaz. Görüldüğü gibi, ayetlerin
inişine esas oluşturan ilahi hikmet, bu gibi durumları da hesaba katmış ve
ayetin ilk bölümünde iffetliliği emretmiştir.
Nitekim Nisa sûresi
25. ayetinde de özgür bir erkeğin maddi sebeplerden dolayı özgür bir kadınla
evlenmemesi durumu gözönünde bulundurulmuş böyle bir kimsenin bir cariyeyle
evlenmesine izin verilmiştir. Çünkü cariyeyle evlenmesinin getirdiği maddi
külfet daha az olur. Dolayısıyla burada gözönünde bulundurulan hususun, özgür
veya cariye bir kadınla maddi imkansızlıklar yüzünden evlenmeyen insanın
durumudur. [123]
Sözleşme yapmak,
kölenin özgürleşme yollarından biridir. Ayetin akışı, köle azad etmek gibi,
köleyle özgürlük sözleşmesi yapmasının ayetin inişinden önce uygulandığını
göstermektedir. Kur'an bu uygulamayı pekiştirmiştir. Çünkü, bu uygulama,
Kur'an'ın değişik münasebetlerle teşvik ettiği tavırlarla bağdaşmaktadır.
Ayetin kapsamı içinde, sözleşmeli kölelere maddi yardımda bulunmanın teşvik
edilmiş olması, kölelerin özgürleşmelerinin, serbest kalmalarının
kolaylaştırılmasına yönelik açık bir mesaj niteliğindedir.
Müfessirler[124] bu
ayetten ilham alarak ve tabiin kuşağına mensup bazı alimlerin sözlerine
dayanarak; bir köle özgürlük sözleşmesi imzalandığı andan itibaren, kendi şahsi
için çalışıp kazanma hakkına sahip olur. Bundan dolayı gerek efendisinden ve gerekse
başkalarından sadaka ve zekat alabilir. Efendisi bu sözleşmeyi bozma veya bundan
önce olduğu gibi onu birine hibe etme, satma veya emeğinden istifade etme yetkisine
sahip değildir. Ancak kölenin cayması, özgürlüğüne karşılık olarak söz verdiği
malı vermemesi başka verdiği sözü yerine getirip istenen malı ödediği andan
itibaren o ve çocukları özgür olurlar denmiştir. Bu değerlendirmelerin tümü gerçeğin,
doğrunun ifadesidir. Kur'anî yaşamın amacıyla da örtüşmektedir. Tefsir
bilginleri, bu bağlamda Ebu Hureyre kanalıyla Peygamberimizden bir hadis
rivayet ederler: Rasulullah (s) buyurdu ki: Üç kişiye yardım etmek bir
yükümlülüktür. Efendisine belli bir para ödeyip özgürlüğüne kavuşmak siteyen
sözleşmeli köle... Zinadan korunmak için evlenmek isteyen kimse. Allah yolunda
savaşan mücahid[125]. Bu
da bizim değerlendirmemizi destekleyen, pekiştiren bir hükümdür. Hadisçiler
ümmü Seleme'den şöyle rivayet ederler: Rasulullah (s) bize şöyle dedi:
"Birinizin sözleşmeli bir kölesi varsa ve bu köle vadettiği malı ödeyebilecek
durumdaysa, onun yanında örtünmesi gerekir."[126] Bu
hadiste gösteriyor ki, sözleşmeli köle, sözleşmesini imzaladıktan sonra bir
şekilde mutlak köle konumundan çıkıyor. Dolayısıyla, sahibesi onun için mahrem
olur.
Yine hadisçiler
peygamberimizden şöyle rivayet etmişlerdir: "Bir köle yüz dinar ödemek
koşuluyla özgürlük sözleşmesi imzalasa, ancak on dinar verse, o kölelikten kurtulmaz."[127] Bu
hadisle, önceki hadisler arasında bir çelişkinin olmadığı açıktır.
Sözleşme gereği
va'dettiği tüm malı ödemeden ölen ve fakat geride mal bırakan sözleşmeli köle
hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kimi fıkıhçılar, sözleşmenin geçersiz
olacağı, geride bıraktığı mal ve çocukların efendisine ait olacağı
görüşündedirler. Bazısı ise, sözleşmenin fesh olmayacağı, efendisinin
alacağından başkasından yararlanma hakkının bulunmadığı, çocuklarının özgür
olarak babalarının sözleşme gereği verilmesi gereken miktarın dışında kalan
malının mirasçıları olacağı görüşünü savunmuşlardır.[128]
Bizim kanaatimize göre, ikinci görüş daha doğru, daha isabetli ve Kur'an'i yaşamanın
hedefine daha uygundur.
Özgürlük sözlemesini
imzalamanın vacip veya müstahap oluşu hakkında farklı görüşler ileri
sürülmüştür. Bazıları vacip, bazıları da müstehap olduğu görüşündedir. Tefsir
bilginleri[129] bir kölenin özgürlük
sözleşmesini imzalamak istediğini, efendisinin bunu kabul etmediğini ve kölenin
gidip onu Hz. Ömer'e şikayet ettiğini, Hz. Ömer'in onu çağırıp kırbaçla
dövdüğünü, sonra ona: "Eğer onlar da bir hayır bilirseniz, onlarla sözleşme
yapın" ayetini okuduğunu, bunun üzerine adamın sözlüşme yaptığını
anlatırlar. İlk bakışta, "eğer onlarda bir hayır bilirseniz"
ifadesinin, bunu takdir etmeyi efendiye bıraktığı şeklinde bir anlam
algılanıyor; ancak, bir kölenin Peygamberimize başvurduğu, ayetin de bu başvuru
üzerine indiği ve Peygamberimizin efendisini çağırıp sözleşme yaptırdığı
şeklindeki rivayetle, Hz. Ömer'le ilgili rivayet, yöneticinin bu takdiri kullanma
yetkisine sahip olduğunu ve uygulamaya koyabileceğini göstermektedir. [130]
Ayette kullanılan
ifade açık bir ifadedir. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında herhangi bir rivayete
rastlamadık. Bize göre, daha önceki ayetlerin tümden bir devamı ya da bir
kısmının devamı olarak müslümanların, ilahi hükümlere, öğretilere, önceki
ayetlerde emir ve nehiylere uymaları konusunda bir hatırlatma niteliğindedir. [131]
35- Allah
göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandile'[132] benzer.
Lamba'[133] cam içerisindedir. Cam,
sanki inciden[134]' bir yıldız. Ne doğuya
ve ne batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. (O ağaç) ki,
neredeyse ateş değmese de yağı ışık verir. Işığı parıl parıldır. Allah,
dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlara örnekler verir ve Allah herşeyi
bilir.
Bu ayet, önceki
konudan bağımsız başka bir konunun başlangıcı durumundadır. Ancak, önceki
ayetle ilgisi, indirilen ayetlerde tenevvür eden Allah nurunun methi hususunda
olabilir. Kanaatimiz de bu yöndedir.
Ayetlerde:
I- Allah'ın
göklerin ve yerin nuru olduğu, yani gökleri ve yeri kendi nuru ile aydınlattığı
ifade edilmiş,
II- Bu nurun misali, dünyadaki yansımalarından ve
insan düşüncesine yakın örneklerden insanların anlayabileceği tarzda izah edilmiştir:
Allah'ın nuru, en güzeldir ve soğuk ya da sıcaklığın etkili olduğu doğu-batı
uç noktalarında değil de, en uygun bir ortamda yetişen zeytin ağacının yağının
verdiği ışık gibidir. Böyle bir zeytin ağacının yağı saf ve ışıl ısıldır.
Parıldayan bir yıldız gibi saf ve berrak bir sırça içine konulmuş, bu sırça da
bir lambanın içindedir. Lamba ise bir kandilde... Sözkonusu saflıktaki yağ, bu
pınl pırıl ortamda ateş olmadan adeta ışık saçmaktadır. İşte bu, Allah'ın
nurunun misalidir. Hem zatı itibariyle aydınlık hem de gayrisi için
aydınlatıcı...
III- Bu örneğin akabinde Allah'ın, nuruna
dilediğini hidayet ettiği vurgulanmış, bu misalleri insanların düşünmeleri için
verdiği ve O'nun her şeyi bildiği belirtilmiştir.
Bir bütün olarak
ayette, Allah'ın zatınının yüceliğini ve göklerde-yerde O'nun apaçık
delillerini ortaya koyan Kur'anî üsluplardan biri kullanılmıştır. Allah'ın nuru
ve hidayetinin bu şekilde net, berrak ve övgüyle anlatılması çok mühim bir
hedefe matuftur. Zira, bütün bunlara rağmen eğer bir kimse hidayete
kavuşmamışsa bu, Allah nurunun zayıflığı, bulanıklığı veya gizliliği değil
bizzat kişinin kendi kusuru olarak değerlendirilmelidir. Şüphesiz Allahu Teala
ancak, iyi niyetli, saf kalpli ve dalalete sapmayanlardan dilediğini kendi
nuruna kavuşturur. Kötü niyetli, kötü kalpli, inatçı ve kibirli olanlar ise kördürler.
Ne Allah'ın nurunu görebilir ne de O'nun nuru ile aydınlanabilirler. Devam eden
ayetlerde de bu yönde bir değerlendirmeyi teyid eden belirtiler olsa gerek.
Bu ayetin tefsirine ilişkin
bazı sünni müfessirlerin değişik yorumları bulunmaktadır. Örneğin Hazin'in Ka'b
bin Ahbar'dan naklettiğine göre, ayette Allah, nebisini tasvir etmiştir.
Mişkat nebisinin göğsü, misbah (lamba) ise kalbidir. Nebi'nin kalbinde nübüvvet
vardır. Ayette geçen mübarek ağaç (şecere) ise, hanif ve müslüman olan İbrahim
(a)'in şeceresidir. Bu ağacın (İbrahim şeceresinin) ne doğuda ne de batıda
olmayışı, yahudi ya da hrıstiyan olmayışı anlamındadır.
Şii müfessirlerden bir
kısmı bu ayet hakkında; Muhammed (s), misbah (lamba)tır. ehli beyt ise misbahın
etrafındaki kandildir derken bir kısmı da misbah Muhammed (s), sırça ise
Ali'nin göğsüdür. Mübarek şecere de, nur üstüne nur olan ehli beyt ve Allah'ın
yeryüzünde halife, halk üzerinde ise hüccet kıldığı vasilerdir. Her çağda,
nasıl göklerden ve yerden Allah'ın nuru eksik olmuyorsa bunlardan biri de
mutlaka vardır[135].
Açıkça görüleceği
üzere, birinci yorumda şiddetli bir zorluk, ikincisinde ise bir tarafgirlik
belirtisi göze çarpmaktadır. [136]
36- (Bu kandil) Allah'ın yüceltilmesine ve içinde
adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Oralarda, sabah-akşam O'nu tenzih edenler vardır.
37-
Kendilerini ne ticaretin, ne de alış-verişin Allah'ı anmaktan, namaz
kılmaktan, zekat vermekten alıkoymadığı
kimseler. (Onlar) yüreklerin
ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.
38- Ki Allah
onlara yaptıklarının en güzel karşılığını versin ve lütfundan onlara daha
fazlasını da ihsan etsin. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.
Bazı müfessirler
ayetteki 'fi' harfi ceninin 'sebbihu (teşbih edin)' ifadesine müteallik
olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana: "Yüceltilmesine ve içinde adının
anılmasına izin verdiği yerlerde Allah'ı teşbih edin" şeklinde olur[137]. Bu
mana ayetlerin sonrakilerle bağlantılı olarak yeni bir bölüm halinde inmiş
olmasını gerektirir. Ancak müfessirlerin ekserisi, buradaki 'fi' harfi ceninin,
mabetlerdeki kandillerin en büyük kandiller olması hasabiyle önceki ayette
geçen 'mişkat (kandil) "e müteallik olduğu görüşündedirler. Burada kabul
ettiğimiz görüş de budur. Çünkü bu mana. ayetlerin ruhu ve akıcılığına daha
uygundur. Böylece bu ayetler, Allah'ın nurunun kuvvet ve kılavuzluğunu takrir
edici "ara ayetler" olarak şunları anlatmaktadır: Allah'ın nuru
güçlüdür, yol göstericidir84. O'-nun nuru, isminin anılması suretiyle
yüceltilmesini emrettiği, nuruyla hidayet bulan, ticaret ve alış-verişin
kendilerini zikrullahtan, namaz ve oruçtan alıkoymadığı, kalpleri titretip
gözleri döndüren ahiret gününün hesabını yapan kulların O'nu teşbih ettiği
ma-bedlerdeki büyük kandillere benzer. Allah onlara 'en güzel şekilde'
ecirlerini verecek ve üzerlerindeki fazlu nimetini artıracaktır. Allah fazlı
geniş olandır. O, bir kimseye lütufta bulunduğunda lütfunun sının olmaz.
Açıkça görüldüğü üzere
ayetin izah tarzı böyle olmalıdır. Ancak, "Allah'ın evleri" ifadesine
gelince, şüphesiz bu ifade Allah nurunu, kandile teşbihin uzantısı olarak kullanılmıştır.
Allah'ın kullarından bahsedilmesi ise Kur'anî akış içerisinde mutad bir
"ara mesaj" türüdür. Bu ara mesajlarla Kur'an aynı zamanda, ibadet
yerlerinin temizliğine ve saygınlığına özen gösterilmesinin gerekliliğini de
vurgulamış oluyor.
İşte, Kur'an'ın bu
ayetleri ve ifade ettikleri manaya göre, Allah'ın evleri'nden maksat; O'nun
isminin anıldığı, başkasına değil sadece O'na ibadet edilen ve ibadetin seksiz
şüphesiz O'na has kılındığı yerlerdir. Bu özellikler, Muhammed (s)'in
bi'setinden sonra bütün kemal sıfatların sahibi, vahidu'1-ahad olan alemlerin
Rabbinin oralarda zikredilip O'na topluca ibadet edildiği müslümanların mescitlerine
malolmuş özelliklerdir.
Müfessirler bu
ayetlerin tefsirinde; mescitlerin inşası, temizliği vb. hususlara dair bir çok
hadis nakletmişlerdir. Osman bin Affan'ın rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah
şöyle buyurmuştur: "Allah'ın rızasını gözeterek bir mescid yapan kimseye Allah
aynısını cennette yapar"[138].
Hz. Aişe'den rivayet edilen bir hadiste ise: "Rasulullah bize mescidlerin
inşasını, temizlik ve güzel kokulanmasını emretti" buyrulmuştur. [139]İbn
Mace'nin rivayet ettiği bir diğer hadiste Rasulullah şöyle demiştir:
"Mescidlerini süsle -medikçe bir kavmin ameli asla kötü olmaz"[140].
İbn Abbas'ın rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasulü şöyle demiştir:
"Yahudi ve hnstiyanların yaptığı gibi mescidleri süsleyerek muhteşem
yapmakla emrolunmadım".[141] İbn
Mace'nin Ömer bin Hattab'dan rivayetinde ise: "Her kim, içinde Allah'ın
isminin anıldığı bir mescid bina ederse, Allah cennette ona bir ev bina
eder"[142]. İmam Ahmed'in Enes'ten
rivayet ettiği hadiste Allah Rasulü: "İnsanlar mescidler hakkında
birbirleriyle övünürcesine yarışmadığı müddetçe kı[143]
yamet kopmaz"[144].
Müslim'in Büreyde'den rivayetinde ise: "Bir adam yüksek sesle mescidde
devesini sorduğunda Rasulullah'ın. "Bulamayasın! Mescidler ancak bina edildikleri
şey (ibadet) içindir"[145].
İmam Ahmed'in bir rivayetinde şunlar yeralıyor: "Rasulullah mescidlerde
alıp satmayı ve karşılıklı atışarak şiir söylemeyi yasakladı"[146]
Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği Rasulullah (s) şöyle demiştir:
"Mescidde alım satıma şahid olduğunuzda, 'Allah ticaretinizi kârlı
kılmasın', kaybettiği bir şeyi mescidde yüksek sesle duyuran bir kimseye
rastladığınızda da 'Allah kaybettiğini sana döndürmesin' deyiniz"[147] İbn
Mace'nin İbn Ömer'den rivayetinde Rasulullah: "Mescidler yol edinilmez,
orada silah çekilmez, yay gerilmez, oklar dökülmez, had uygulanmaz ve çarşı
edinilmez" demiştir.[148] Bir
başka hadiste de: "Çocuklarınızı mescidden uzak tutun" denmiştir[149].
Bu rivayetler
çerçevesinde bir hususu hatırlatmakta yarar vardır. Ayette ticaret ve
alış-verişin kendilerini Allah'ın zikrinden alıkoymadığı kullar övülürken,
alış-verişi veya ticareti bırakıp sadece O'nun zikriyle meşgul olmak gerektiği
veya ticaret, alış-veriş ve dünya meşgalesi ile uğraşanların kötülenmesi değil,
yerilmiş olduğu anlaşılmamalıdır. Kur'an'ın ifade ettiği husus, ticaret vs. bütün
bu uğraşların insanları, Allah'a ve topluma karşı sorumluluklarından
alıkoymamasıdır. Kaldı ki, Kur'an'ın Mekki ve Medeni bir çok ayetlerinde
Allah'ın verdiği rızkı aramanın ve yeryüzünün toprağında bunun için çalışmanın
meşru olduğu anlatılmıştır. Gayet açık ve net bir şekilde ortadadır ki hayatın
idamesi demek olan dünyevi çalışmalar, Kur'an'ın öngördüğü prensiplerle uyum
içindedir. Nitekim Cuma sûresininlO. ayetinde: "Namaz eda edildiğinde
yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazlından (nasibinizi) arayın" buyrulmuştur.
İşte bu ayet, konuyu net bir şekilde izah etmektedir. [150]
39- inkar
edenlerse, onların yaptıkları düz arazideki'[151] seraba'[152]
benzer. Susamış kimse onu su sanır. Fakat yanına gelince hiçbir şey olmadığını
anlar ve Allah'ı yanında bulur; Allah onun hessabını tam görür, O, hesabı
çabuk görendir.
40- Yahut
(onların işleri) engin [153]bir
denizdeki karanlıklar gibidir, üstünü bir dalga örtüyor, onun üstünden bir
dalga, onun üstünden de bir bulut. Birbiri üstüne yığılmış karanlıklar. Elini
çıkarsa nerdeyse onu dahi göremez. Allah bir kimseye nur vermemişse artık onun
nuru olmaz.
Ayetlerde, daha önce
övgüyle anılan kulların mukabilinde Kur'anî tarzda kafirlere şiddetli bir yergi
vardır. Allah'ın nuru ile aydınlanmayanlar için, onlara rehberlik edebilecek
başka bir aydınlık (nur) yoktur. Kendileri ne zannederlerse zannetsinler
onların yaptıkları boş ve anlamsızdır. Onlar, çölde susayıp da serap gören,
fakat seraba yaklaştığında acı bir sonla karşılaşan kimse gibidirler. Ya da
onlar, engin bir denizde etrafında korkunç dalgaların gidip geldiği, sahil
çizgisini kaybetmiş, üzerindeki semayı da karanlık bulutların kapladığı bir
gece vaktinde, kurtulmak veya bir çıkış yolu bulmak şöyle dursun kendi elini
dahi göremeyecek kadar karanlıklar içinde bulunan kimse gibidirler.
Ayetteki yergi ve
örnekleme oldukça şiddetli bir tarzda cereyan ediyor. Tabiatın korkunç
çehresinden uzanan bir örnekleme...Bu tarz bir ifadeyle kafirlerden bu ayetlere
muhatap olanların korku ve dehşete kapılmaları hedeflenmiştir.
Beğavi'nin Mücahid'den
rivayet ettiğine göre bu ayetler, cahiliye devrinde dini kisveye bürünen fakat
İslam geldiğinde inkarcı bir tutum sergileyen Ümeyye oğlu Utbe bin Utbe
hakkında nazil olmuştur. Ancak biz, ayetleri bu rivayete uygun bir durumda görmüyoruz.
Zira ayetler, öncesini takip etmekte ve önceki ayetlerde geçen misale mukabil
başka bir misal getirmektedir. Kaldı ki, bu rivayetin sahibi Beğavi de, ekseri
ulemanın, 'bu ayet tüm kafirler için nazil olmuştur' dediğini nakletmiştir.
Nitekim müfessirlerin cumhuru bu görüştedir. [154]
41-Görmedin
mi göklerde ve yerde olan kimseler, kanatlarını açarak uçan kuşlar'[155]
Allah'ı teşbih ederler? Herbiri kendi duasını ve teşbihini bilmiştir. Allah da
onların ne yaptıklarını bilmektedir.
42- Göklerin
ve yerin mülkü Allah'ındır. Dönüş de Allah'adır.
43-Görmedin
mi Allah bulutları sürer[156], sonra
onları birbirine geçirir[157]
sonra onları birbiri üstüne yığar, arasından yağmurun'[158]
çıktığını görürsün. Gökteki dağlardan bir dolu indirir de onunla dilediğini
vurur, dilediğinden de onu öteye çevirir. Şimşeğinin parıltısı'[159]
neredeyse gözleri alır.
44- Allah
gece ile gündüzü çevirir. Şüphesiz gözleri olanlar için bunda bir ibret
vardır.
45-Allah,
her canlıyı sudan yarattı; onlardan kimi karnı üzerinde yürür, kimi iki ayak
üstünde yürür, kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü
Allah her şeye kadirdir.
Ayetlerdeki ifade
açıktır. Sual tarzında Allah'ın kudretine, melekûti tezahürüne, yaratış
kanunlarına ve yaratıkların bunlar karşısındaki acziyetine/itirazsız boyun
eğmesine işaret edilmiş; Allah'ın her şeyi yarattığı, her şeye kadir olduğu,
ilminin herşeyi kuşattığı ve herşeyin sonunda ona döneceği vurgulanmıştır.
Bizce bu ayetler
önceki ayetlerle bilhassa "nur" ayetiyle -onların devamı
şeklinde-bağlantıhdır Ayetlerde, Allah'ın kudretinde, varoluş kanunlarında, yer
ve gökteki herşeyi ihata edişinde sağlıklı görenler ve aklı selim sahipleri
için onları Allah'ın zikrine götürecek, yüceliğini ve heybetini onlara
hissettirecek, hablullaha tutunmaya sevkedecek ve Allah'a karşı
sorumluluklarını yerine getirmeye yöneltecek bir ibret olduğu zikredilmiştir.
Aynı şekilde ayetlerde
ifade edilen varoluş kanunlarının, insanların gözleri önünde cereyan etmesi ve
onların anlayacağı tarzda vuku bulmasının anlatılması, insanları bu olaylara
karşı duyarlı olmaya, Allah'ın azametini, kudretini itirafa sevkedip onları bu
olaylar karşısında itaate yöneltmek amacına matuftur. Tabir yerindeyse, burada
olayların teknik izahı yapılmamıştır. Benzer yerlerde de ifade ettiğimiz gibi
ayetlerin hedefi, bu çerçevede ve bu normda kalmalıdır. [160]
46- Andolsun
biz, açıklayıcı ayetler indirdik. Allah, dilediğini doğru yola iletir.
Bu ayetin, önceki
ayetlerin bir devamı olma ihtimali olduğu gibi sonraki ayetler için bir
başlangıç olma ihtimali de vardır. Birinci ihtimal bizce daha geçerlidir.
Önceki ayetlerde Allah'ın yüceliğine ve kudretine dair bir çok delillere yer
verilmiş ve bunlar akıl sahipleriyle Allah'ın doğru yola iletmek istediklerine
rehberlik etmesi için toplanmıştır. Bu ayetteki ifadeye benzer ifadeler
Kur'an'ın değişik yerlerinde de geçmiştir. Allah'ın dilediğine hidayet
etmesinin ne demek olduğunu tefsir eder mahiyette Kur'anî ifadeler değişik
ayetlerde zikredilmiştir. Ra'd sûresinin 27. ayetinde "yöneleni de
kendisine iletir", Maide sûresinin 16. ayetinde "Allah onunla,
rızasına uyanları esenlik yollarına iletir" buyrulmuştur. Yani Allah,
ancak doğru yolu bulmaya istekli olanları, iyi niyetli ve iyi kalpli olup da
bunu arzulayanları hidayetine ulaştırır. [161]
47-
"Allah'a ve Rasulü'ne inandık itaat ettik" diyorlar. Sonra onlardan
bir gurup, bunun ardından dönüyor. Bunlar inanmış değillerdir.
48- Rasul'ün
aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve Rasu-lüne çağrıldıklarında hemen
onlardan bir gurup yüzçevi-rirler.
49- Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat
ederek, gelir-ler[162].
50- Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe
mi ettiler? Yoksa Allah ve Rasulü'nün kendilerine bir haksızlık yapacağından
mı korkuyorlar?[163]
Hayır, onlar zalimlerdir.
51- Rasul'ün aralarında hükmetmesi için Allah'a
ve Rasulü'ne çağrıldıkları zaman iman edenlerin sözü ancak: "işittik ve
itaat ettik" demeleridir, işte bunlar umduklarına kavuşanların ta
kendileridir.
52- Kim Allah'a ve Rasulü'ne itaat eder,
Allah'tan korkar, O'nun azabından korunursa, işte kurtuluşa erenler onlardır.
Ayetlerde:
I-
Müslümanlardan bir kesimin, Allah'a ve Rasulü'ne iman edip emirlerine tabi olacaklarını
iddia edip de sonra bunun aksine tavır segiledikleri zikredilmiştir.
Bazılarının Allah Rasulü'ne çağrıldığında onun önünde muhakeme olmaktan
kaçınmaları ancak hükmün kendi lehlerine olacağını bilmeleri halinde ise sadece
bu durumda muhakeme olmak için itaatkârane bir tarzda gittikleri anlatılmıştır.
II- Böyle
davrananlar yerilmiştir.Onların bu durumları ,kalplerindeki hastalığın veya
şüphe ve tereddüdün ya da Allah'ın Rasulü'nün kendilerine güya haksızlık yapacağından
korkularının bir göstergesidir. Bu durum ihlas sahibi, sadık bir mü'minin hali
değil de ancak haddi aşan ve zalim bir kimsenin hali olabilir.
III- Daha
sonra sadık ve muhlis mü'minlerin Allah'a ve Rasulü'ne, aralarında hüküm vermek
üzere çağrıldıklarında, tereddütsüz koşarak: "İşittik ve itaat ettik"
demeleri gerektiği açıklanmıştır.
IV- Bu
şekilde olanlar övgüye layık görülmüştür. İşte bunlar gerçekten kurtuluşu bulanlardır.
Allah ve Rasulü'ne itaat edip Allah'tan korkan ve O'ndan sakınanlar gerçek
kurtuluşa erenlerdir.
"Allah'a ve
Rasulüne inandık, itaat ettik diyorlar" ayeti ve devamındaki beş ayet, bağımsız
bir bölüm halindedir. İlk ayetin başındaki "vav" harfi ise ya
inşai=başlangıç 'va-vı'dır ya da önceki ayeti hatırlatıcı/açıklayıcı 'vav'dır.
Müfessirler bu
ayetlerin, bir münafık ve bir yahudi arasında çıkan ihtilafta, münafı-kın
aralarında hükmetmesi için Nebi (s)'ye gitmekten kaçınması üzerine nazil olmuştur.
Bu ayetler yeni bir
bölümü oluşturuyorlar. İlk ayetin başındaki "vav" (ve) harfi ya
cümleye giriş içindir ya da önceki ayete yönelik açıklama nitelikli bir atıf
edatı işlerini görüyor. Dolayısıyla önceki ayet, hazırlık ve hatırlatma amacına
yönelik bir giriş olarak değerlendirilmelidir.
Tefsirciler, bu
ayetlerin münafık bir adam ile bir yahudi arasında baş gösteren bir anlaşmaşlık
üzerine indiği rivayet ederler. Münafık adam, Rasulullah'ın hükmüne baş
vurmaktan kaçınır ve Yahudi kökenli Tağutlardan (Allah'ın hükmüne alternatif
olarak hevası doğrultusunda hükümler verenlerden biri olan Ka'b b. Eşrefin
hükmüne başvurmayı ister. Bir diğer rivayete göre, ayetler Ali b. Ebu Talip
ile Muğire b. Vail arasında baş gösteren bir anlaşmazlık üzere inmiştir. Muğire
Peygamberin hükmüne başvurmayı reddederek şöyle dedi: "O bana kızıyor.
Korkarım ki benden intikam almaya kalkar" Bir başkasına göre de, ayetler
Ali ve Osman arasındaki bir anlaşmazlık üzerine inmişlerdir. Osmanın amcasının
oğlu ona şöyle der: "Hz. Peygamberin hükmüne başvurmasın. Çünkü o,
amcasının oğlunun lehine hüküm verecektir."[164]
Konuyla ilgili olarak
sunduğumuz bu rivayetlerin ilki Nisa sûresi 60-65. ayetlerle ilgili olarak da
rivayet edilmişlerdir. Ayrıca Ka'b b. Eşref, siyer kitaplarında yer alan rivayetlere
göre, Peygamberimizin Medine'ye hicretinden yirmi ay sonra öldürülmüştür[165].
Buna karşın, tahminimize göre, bu ayetler, bu olaydan uzun bir süre sonra inmişlerdir.
Üçüncü rivayeti ise, doğrulamak mümkün değildir. Çünkü Osmanın Peygamberimiz ve
Ali hakkında amcasının oğlunun telkinleri doğrultusunda hareket edeceğini düşünemiyoruz.
Ya da Peygamber'in kendisinden intikam alacağını aklımız almıyor. Ayetlerse,
Peygamber'den başkasının hükmüne başvurmayı eleştirme amacıyla inmişlerdir.
Dolayısıyla bir hareketi ancak bir münafık yapabilir. Kaldı ki, bu rivayeti Osman'ı
ayıplanan, eleştirilen olumsuz tipler kategorisine sokan şiiler aktarmışlardır[166].
Geriye, ayetin ana
fikriyle bağdaşan bir ikinci rivayet kalıyor. Fakat, gördüğümüz kadarıyla,
öncelikle ayetlere egemen olan ruhtan ve ana fikirden, ikincisi hemen sonra
gelen ayetlerin atmosferinden ve ana fikrinden hareketle, ayetlerin bir grup
müslümana yönelik genel bir eleştiri niteliğinde olduğunu algılıyoruz. Çünkü bu
müslümanlar iman ve kulluğu sırf Allah'a yönelik kılma (ihlas) ile bağdaşmayan
davranışlar içine girmişlerdi.
Yoksa belli bir tavır
veya özel bir hadise üzerinde duruluyor değildir. Bununla beraber, ikinci
ayette işaret edilen olaya benzer bir olayın meydana gelmiş olması mümkündür.
Dolayısıyla bu olay, ancak Allah ve Rasulü'nün adaletinden kuşku duyan hasta
kalpli insanlar tarafından sergilenebilecek bu tür tavırlara dayalı olarak
genel bir eleştirinin ve uyarının araç olarak kullanılmıştır. Gerçi ayetlerde
"Münafıklar" sözcüğü geçmiyor. Ancak ayetlerin çizdiği tabloda
belirginleşen nitelikler özellikle onlara uyarlanabilir. "Kalplerinde
hastalık var" ifadesi, çeşitli münasebetlerle münafıkların bir niteliği
olarak kullanılmıştır. Ya da daha önce de işaret ettiğimiz gibi "Münafık"
niteliğinin eşanlamlısı olarak üzerinde durulmuştur.
Belli bir grubu
eleştirmeye, ayıplamaya, yüz kızartıcı davranışlarını sergilemeye ve samimi
mü'minleri uyarmaya ve yönlendirmeye yönelik olan bu ayetler, ilk bakışta da
farkedildiği gibi, Peygamberimizin hukuksal ve siyasal otoritesini
pekiştirmeyi, her hususta ve her meselede müslümanların onu dinleyip itaat
etmelerini sağlamayı hedeflemektedir. Önceki münasebetlerle de değindiğimiz
gibi, bu, Medine inzali ayetlerde sıkça başvurulan bir ifade tarzı ve
anlaşılması öngörülen bir hedeftir. Açıkça görüldüğü gibi ayetlerde
Peygamberimizin yaşamın Medine aşamasına ilişkin pratik bir tablo ve
peygamberimizin karşılaşıp çözümlediği bir somut problem yansıtılmaktadır.
Gerçi ayetler belli
bir zamanda inmiş olmaları nedeniyle zamansal bir özelliğe sahiptirler, ancak
içerdikleri derin etkili telkin, hasta kalplileri ve egoistleri kınamaya
ilişkin evrensel boyutlara sahiptir. Bunlar hakka boyun eğmezler. Hak
aleyhlerine tecelli ettiği zaman köşe bucak kaçarlar. Bunların bütün dertleri
kendileridir, kişisel çıkarlarıdır. İh-laslı görünürler ama, kalpleri ihlastan
yana bomboştur. Söylemlerini yalanlayan, iddialarının sahiplerini ortaya koyan
tavırlardan kaçınmazlar menfaatleri icab ettirdiği zaman...
Bu tip insanlara her
zaman ve her toplumda rastlamak mümkündür. Ayetlerin akışında, bunun yanısıra,
salih mü'minlere de her zaman ve her mekanda kurtuluşu, felahı garanti eden
bir formül öneriliyor: Emir ve yasaklar hususunda Allah ve Rasulü'ne itaat
etmek lehinde de olsa, aleyhinde de olsa hak ve adeletin peşinde gitmek. Her
söz ve davranışta, gizli ve açıkta Allah'tan korkmak. Azabından sakınmak.. [167].
53- Yeminlerinin bütün gücüyle Allah'a yemin
ettiler: Eğer sen onlara emredersen (savaşa) çıkacaklar diye. De ki: "Yemin
etmeyin (sizden istenen yalan yere yemin etmek değil) güzel itaat etmektir.
Şüphesiz Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.
54- De ki: "Allah'a itaat edin Rasul'e itaat
edin." Eğer dönerseniz, O'na gereken, kendisine yüklenen, size gereken de
size yüklenendir. Eğer O'na itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz. Rasul'e
düşen, sadece açık bir şekilde duyurmaktır.
1- Eğer Nebi onlara savaşa çıkmalarını
emretseydi, bu emri uygulayacaklarına dair bütün güçleriyle yemin etmişlerdi.
2- Hz.
Peygamber'e, yemin etmemelerini söylemesi emredilmektedir. Onlardan istenen
yalnızca anlayış ve itaattir. Bu, kendi maslahatları için daha hayırlıdır.
Muhakkak ki Allah, onların niyetlerini ve yaptıklarını bilendir.
3- Nebi'ye
ikinci bir emirle onlara sözle yetinmeyip Allah'a ve Rasulü'ne itaat etmelerinin
ve ihlaslı olmanın gereklilği vurgulanmaktadır. İhlaslı olmalarında kendileri
için hayır ve hidayet vardır. Eğer yüz çevirirlerse, kendi amellerinden ve
görevlerinden sorumludurlar. Peygamberin sorumluluğu ise Allah'ın yalnız O'na
yüklediği tebliği duyurmaktır. Onlar ise Allah'ın kendilerine yüklediği ihlas,
işitme ve itaatten sorumludurlar. Günahlarının zararı ve samimiyetsizlikleri
ise kendilerinedir.
Bazı müfessirler,
Kur'an münafıkları ihlaslarıyla kınayıp eliştirmeye başlayınca Pey-gamber'e
gelerek muhlis olduklarına, açıklıkla emrettiğinde emirlerini uygulayacaklarına
veya çağrıldıklarında savaşa hazır olduklarına dair Allah'a yemin ettiler
demektedirler[168].
Bu müfessirler
sözlerini hiçbir yere dayandırmamışlardır. Ancak ayetlerin üslubu, doğrudan bu
tür bir sebeple indiklerine delalet etmemekle birlikte müsfessirlerin sözünü
teyid etmektedir. Ayet öncesiyle bağlantılıdır. Üçüncü çoğul zamiri ve ikinci
çoğul zamiri geçen ayette kınananlara dönmektedir. Dolayısıyla konu ve anlam
bakımından onların devamı niteliğindedir. Ayetlerin, geçen ayetlerde
zikredilen münafıkların konumunu anlatmak ve onları kınamak için indiği
anlaşılmaktadır. Bu ayet de, her ne kadar yemin etseler de münafıklara
güvenilmemesi gerektiği, Allah ve Rasulü'ne itaat etme ve ihlaslı olmanın
gerekliliğini içermektedir.
Ayetler, ortaya
koydukları veya gizledikleri davranışlarda samimiyetlerini ispatlama
girişimindeki münafıkların tabiatına işaret etmektedir. Tercih edilen görüşe
göre geçen sûrede zikredildiği gibi Medine'de yahudilerin kökünün kazınmasından
sonra inmiştir. Böylece münafıkların konumu değişmeye, zayıflamaya başlamıştır.
Yine ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla onların, görüşünüşte itaat etmeye
başladıklarını söyleyebiliriz. Kalbi hastalıklı olanların samimiyetsiz
davranışlarını kötüleyen genel bir telkini içermektedir. Özellikle dayanışmanın
genel bir zorunluluk olduğu savaş şartlarında müslümanlarla dayanışmaya hazır
olduklarına dair yalan iddialarını içermektedir ki, müslümanlarla dayanışmalarının
faydası, yüz çevirdiklerinde ise zararı yine kendilerine dokunur. [169]
55- Allah (c), sizden inanıp iyi işler yapanlara
vaad etti: Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde
halifeler kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine
sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene
erdirecektir. Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar.
Ama kim(ler) bundan sonra da inkar ederse işte onlar yoldan çıkanlardır.
56- Namazı kılın, zekatı verin ve Rasul'e itaat
edin ki merhamet olunasınız.
57- inkar edenlerin, yeryüzünde (Allah'ı) aciz
bırakacaklarını sanma. Onların varacağı yer ateştir. Ne kötü bir gidiş yeridir
o!
"Allah, sizden
iman edip salih ameller yapanlara, kendilerini yeryüzüne (kendinin emir ve
yasaklarını uygulayacak ve yeryüzünün nimetlerine sahip olacak) halifeler kılacağını
vaad etmiştir" ayeti ve bundan sonra gelen iki ayette İslam devletinin
kurulacağına dair işaretlerin bulunması yanında kalıcı telkinler, toplumsal
yapının temel taşları ve Peygamber ile kendinden sonraki halifeleri döneminde
gerçekleşmiş olan mucizeden bahsedilmektedir.
Ayetin ifadesi
açıktır; şöyle ki, bu ayette şu hususlar yer almaktadır:
I-
Kendilerinden öncekilere de vaad ettiği gibi müslümanlardan inanıp salih amel
işleyenlere, kendilerini yeryüzüne mirasçılar yapıp güç ve refaha
kavuşturacağı vaadini hatırlatarak; kendileri için seçip razı olduğu güçlü
ilahi dinin desteklenip yayılacağına ve iman amellerinde samimi olan Allah'a
hiç bir şeyi ortak koşmaksızın ibadet eden, namazı kılıp zekatı veren ve
Rasul'e itaat edenlerin Allah'ın rıza ve faziletine de kavuşacaklarına dikkat
çekilmektedir.
II- Kafirler için bir korkutma ve uyarı vardır.
Zira bunlar Allah'ı inkar edip fasıklar olmuşlar ve Allah'a karşı isyankar
olmuşlardır. Hiç kimse kesinlikle Allah'ı yeryüzündeaciz bırakacağını sanmasın.
Çünkü Allah (c) onları kıskıvrak yakalayacak kadar güçlüdür ve kuşatıcıdır. Onların
ahiretteki yerleri de cehennem azabıdır, o ne kötü bir dönüş yeridir.
Müslümanlardan
bazıları kendilerine hicret ve cihad etmek emredilince, neredeyse silahlarından
hiç ayrılmayacak hale gelip "emniyette olacağımız ve silahlarımızı bırakacağımız
günümüz olacak mı?" dediklerinde, Allah'ın bu ayetleri indirdiğini
müfessirler anlatmaktadırlar[170].
Anladığımız kadarıyla
bundan önce geçen iki ayetle ardarda sıralı bu ayetlerin siyak ve konu
itibariyle sıkı bir ilişkileri var ve bunlar ardarda sıralı olarak indirilmişlerdir.
Bu iki ayet kalp hastalıklarını ortaya çıkardığı gibi Hakkı dinleme, Hakka
itaat ve iman hususlarında samimiyete davet ederek bu hususlann insanların
iyiliğine olduğunu vurgulamaktadır. Bu ayetler, iman ve amellerinde samimi
(muhlis) kimselere Allah'ın va-adlerini ulaştırmak, Rasul'e itaatin
gerekliliğini ve sözkonusu vaadin Allah'ın garantisinde olduğunu bildirmek
için indirilmişlerdir.
Her ne kadar durum bu
olsa da ortadaki keyfiyet müslümanların aktarılan rivayetlerde geçen herhangi bir
konuda bir takım sorular sormuş olmalarını engellemez. Kur'an'ın hikmeti
ayetlerin tekellüfünün müslümanların sordukları sorularına bir cevap olmasını
gerektirir. Bu cevaplar içerisinde kendine has şartlara bağlı olan müjdeler
bulunmaktadır.
Özetle denilebilir ki;
Rasulullah'ın döneminden beri salih mü'minlere yeryüzü mi-rasçılığını vaad eden
bu sûrenin şu ilk ayeti, bu mirasçılığın kuvvet sahibi bir devletin sınırları
çerçevesinde olacağını vurgulamaktadır. Ya da bir başka deyişle bu ayet içerisinde
İslam Devletinin kurulma ideolojisi yer almaktadır. Gerçi bu husus Allah'a, Peygamberine
ve müslümanlardan olan yetki sahibi yöneticilere itaat etmeyi ve tüm problemlerde
çözümü bu mercilerde aramayı emreden Mekki ve Medeni bir çok ayetin muhtevasında
da yer almaktadır. Bu ayetler aynı zamanda Peygamber'in yargıyla ilgili, siyasi,
cihadi ve teşrii yetki ve otoritesini desteklemekle beraber cihad ve savunma
ideolojisi ile beraber İslam Devleti hürriyetini, müslümanların ve dinlerinin
korunması, -meclis ve keyfiyet olarak- şuramn oluşturulması, müslümanların
barış içerisinde yaşa* malan, savaşmaksızın ya da savaştan sora antlaşmaların
oluşturulması, -gayrimüslimlerin ödedikleri- cizyenin toplanması, İslam
Devleti'nin sınırlarının oluşturulup korunma altına alınması, aile
meselelerinin düzenlenmesi, zekatın feyin ve müslümanların genel maslahatlarına
ve muhtaç olan kesimin ihtiyaçlarını karşılamak üzere harcasın diye yöneticinin
emrine verilmek üzere devlet hazinesine davarların beşte birinin bizzat devlet
tarafından toplanması ve benzeri birçok hususu da kapsamaktadır. Biz bunlara
ayetlerin akışı içerisinde bir takım açıklamalar getirmiştik. Bu tipten
hususlara işaret eden bir çok sahih hadis de bunlara ilave olunabilir. Nitekim
benzeri bir çok husus münasebetlerle ilgili açıklamalarda yer almaktadır.
Burada;
"iyilikler -salih ameller- yapanlar" ifadesi üzerinde durmamaız
yerinde olacaktır. Şunları söyleyebiliriz: Ayette geçen müjde ve ilahi vaadin
gerçekleşmesi için bir şart olan salih ameller; daha önceleri bazı
münasabetlerle anlatmış olduğumuz gibi hayrın her türlüsünü, iyilikleri,
insanların ilahi bir ibadet olarak ya da bir beşer olarak yaptıkları tüm
kulluklarını, nefsin Allah'a teslimiyetini, Allah'ı görürcesine kulluk görevlerini
yerine getirmesini, ihtiyaç sahiplerine yardımlarını, zayıflara acımasını,
Allah yolundaki her tür mücadele olan cihadını, zalimlere ve zulme karşı
mücadelesini, bu hususta nefsini ve canını feda etmeye hazırlanmasını, hakka,
adalete, mutedil davranmaya, doğruluğa, emanete riayet etmeye sarılmasını,
hayır ve takvada yardımlaşmasını, hakkın sabrın, merhametin ve müslümanların
iyiliklerine olacak amellerin yapılmasını, iyiliklerin emredilmesini,
kötülüklerin menedilmesini, helal kazancın sağlanmasını, insanların ailelerine,
yurttaşlarına ve toplumlarına karşı görevlerini yerine getirmesini ve insanlara
iyilikle muamele etmesini kapsamına almaktadır.
İşte, Allah'ın
müslümanlara vaad ettiği yüce anlam ve değerli sınırlara sahip olan söz ve
müjdenin gerçekleşmesi için gereken şart böylece ortaya çıkmış olmaktadır. Bu
durum, aynı zamanda kalıcı ve sosyal bir gerçeği de kapsamaktadır ki bu
gerçek, dünyada kuvvet, destek ve başarının iman edip salih ameller yapanlar
için oluşu ve bu durumun her zaman ve her yerde onların dinleri ve hayat
programları için bu şartın muhtevasında bulunuşudur.
Elbette ki, Rasulullah
ve sahabe dönemlerinde, adeta birbirleriyle bir çift oluşturan vaad ve müjde
yani müslümanların yeryüzüne varis olmaları ve İslam dininin desteklenip
güçlenmesi gerçekleşmişti. Çünkü bu iki dönemin insanları arasında sözü edilen
şartlar yerine getirilmişti. Bu da Kur'an'ın mucizelerinden bir tanesi idi.
Nitekim o dönem müslümanlarının korkuları, emniyete ve zaafları da kuvvete
dönmüş, Allah (c) dinlerini desteklemiş, Arap yarımadasının her yanına din
ulaşmadıkça Peygamberlerini vefat et-tirmemişti. Durum bu dereceye ulaştıktan
sonra müslümanlar kendilerine komşu olan ülkelerin de kapılarını çalmaya
davetlerini oralara da ulaştırmaya başlamışlardı. Bundan dolayı İslam'ın yargı,
yürütme, cihad, ekonomi ve sistemleşme alanlarındaki işlerini çözümleyecek bir
güç ve gözetim kuvveti (devleti) oluştu. Bu devlet önce Peygamberin daha
sonraki dönemde de O'nun yolundan giden raşid halifelerinin gözetimi altında
varlık bulmuştu. Onların zamanında da Kur'an'ın bu mucizesi devam etti de
İslam, kuzeyde ve güneyde Arap yarımadasına komşu olan tüm ülkelere kadar
ulaştı. Birey ve toplumu ilgilendiren her hususta İslami otorite güçlü ve
başarılı bir grafik çizdiğinden bu otorite önünde zulüm ve azgınlık güçleri
varlıklarını koruyamayıp dağıldılar. Müslümanlar ve yönetici kesimleri
Nebilerinin yolunda ve metodunda ilerlemelerini sürdürdüklerinde İslami
otorite ve İslam dini ilk üç asır boyunca yer kürenin doğusundan batısına
doğudaki Hind ve Çin sınırlarından batıdaki Atlas Okyanusu'na kadar bilinen
mamur köşelere, kuzey ve güneydeki ülkelerin ırk, renk ve din farklılıklarına
rağmen buralardan büyük ölçüde yardımlar alarak ulaştılar.
Biz müslümanlar, şu
ayetlerin ihtiva ettiği şartları müslümanlar kendi aralarında tüm samimiyet ve
gayretleriyle gerçekleştirir de Allah (c) ve Rasulü'nün Kitap ve sünnet ile ana
sınır ve temellerini belirleyip oluşturdukları plana ve sosyal siyasi, şahsi,
cihadi, ailevi, toplumsal dayanışma, dine davet, yaşama tarzı ve sistemine
bağlı olarak yürürlerse Allah'ın inananlar ve İslam dini için söz verdiği
"mutlak vaad"in her zaman ve her yerde gerçekleşeceğine
inanmaktayız.
Bunlara inanmak her
müslümanın görevidir. Çünkü Allah (c), bu ayetlerde ve Mek-ki ya da Medeni
olsun bir çok sûrenin daha başka ayetlerinde başarı, zafer ve destek olarak her
ne vaad etmişse asla ona muhalefet etmez.
Nitekim müfessirler,
müslümanlar ve Araplar için zafer, kuvvet ve destek vaadleri-nin yer aldığı bir
çok hadis rivayet etmektedir. Bunlardan bir iki tane aktarabiliriz:
"Ra-sulullah buyurdu ki: "Allah yeryüzünü benim için dürdü. Ben de
doğusunu batısını gördüm. Ümmetimin önderleri gördüğüm yerlere
ulaşacaklar"[171].
Adiy bin Hatim'den aktarılan bir başka hadiste şunlar geçmektedir: "Rasulullah
bana şöyle dedi: "Hire'yi biliyor musun?" "Orasını bilmiyorum
ama hakkında bir şeyler işittim" dedim. "Nefsimi elinde tutan
-Allah'-a yemin olsun ki, Allah (c) müslümanlara verdiği sözü yerine getirip vaadini
tamamlayacaktır. Öyle ki, hayvanının üzerindeki hevdecine binen bir kadın
Hi-re'den çıkıp hiç kimsenin koruması olmaksızın emniyet içinde Kabe'yi tavaf
edecek ve Kisra bin Hürmüz'ün hazineleri de ele geçirilecektir." dedi.
Ben: "Kisra bin Hürmüz'ün hazineleri mi?" dedim. "Evet, Kisra
bin Hürmüz'ün hazineleri ve mal-mülk (maddi de-ğerler)öylesine değersiz ve
önemsiz olacaklar ki, kimse dönüp de onlara fazla bir değer vererek
bakmayacak" dedi. Adiyy diyor ki, bir kadın kimsenin korumasına ihtiyaç
duymaksızın hayvanına binecek gidip Kabe'yi tavaf edecek ben de Kisra bin
Hürmüz'ün hazinelerini ele geçirenlerin arasında olacağım. Nefsimi elinde
tutan Allah'a yemin ederim ki, bunlara bir üçüncüsü de eklenecek ki, o da
Rasulullah'ın şu söylediklerinin tastamam gerçekleşeceği hususudur."[172]
"Bundan sonra da
-Allah'ı inkar ederek- kafir olanlar fasıkların ta kendileridir."
cümlesinin açıklaması hakkında müfessirler şöyle diyorlar: Bu ifade, müslüman
olup da Allah'ın verdiği nimetleri inkar eden ve Allah ve Rasulü'ne itaatten
yüz çevirenlere işaret etmektedir.[173] Bu
fikir ayetin ifade ruhuna uygun düşmektedir. Bu yorum ve açıklamanın ışığından
hareketle bu ifade de bir başka kalıcı ve sosyal bir gerçeğin yer aldığı
söylenebilir. Bu gerçek, müslümanların Kur'anî mucizelerle gerçekleşen ideal
yoldan saptıklarında kendilerine varlık, şeref, yöneticilik dinin ve gücün
yayılması gibi nimetlerin verilmesinden sonra; değersizleşmeleri,
zayıflamaları, yöneticilik gibi önemli yerlerden kovulmaları ve yardımsız tek
başlarına bırakılmalarının mümkün oluşudur. [174]
Şia müfessirleri de[175]
"Bundan sonra da artık küfredenler /asıkların ta kendileridir"
ayetinin anlamı ve yorumu üzerinde durmuşlardır. Bu hususta kendi imamları İmam
Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin, Ebu Ca'fer ve Ebu Abdullah'tan bu ayetin
Rasulullah'ın ehli beytinden ya da onların tarafdarlanndan olup da onlardan
geri kalanlar hakkında ve onların Ehl-i Beyt'e düşmanlık ve Ehl-i Beyt'den
yüzçevirmeleri hususunda indirilmiş olduğunu rivayet etmişlerdir. Yine
imamlarından yaptıkları bir başka rivayette, buradaki birinci ayetin İmam
Mehdi'nin çıkışı ve yeryüzüne mirasçı oluşu hakkındaki fikirleri yer almaktadır.
Bu hususta rivayet olunan bir hadiste ise şunlar yer almaktadır. Rasulullah (s)
şöyle buyurdu: "Dünyada yalnızca bir gün öylesine uzatılır ki, ehli
beytimden bir kimse çıkıp»dünyaya mirasçı olur. İsmi benim ismimdir. Onun
gelişine kadar zulüm ve haksızlıklarla dolmuş olan dünyayı O, adaletle
dolduracaktır."[176]
Burada, gerek bu
ayetlerin yorumlan gerekse iman edip, samimiyetle salih ameller işleyen, namazı
kılıp zekatı veren ve Rasul 'e itaat eden müslümanlara yapılan, yeryüzü
miraçılığının genişliği hususunun asli mecrasından çıkarılması konusunda
tevilinde bu doğrultuda bir yorum yaptıracak ve işi mecrasından uzaklaştıracak
herhangi bir faktör yoktur.
Bu ayet, öncekilerden
ayn bir konunun başlangıcıdır. [177]
58- Ey
inananlar, ellerinizin altında bulunan (köleler, hiz-metçijler ve sizden henüz
erginliğe ermemiş (çocuk)ler, üç vakitte (odalarınıza girebilmek için) izin
istesinler: Sabah namazından önce, öğleden sonra elbisenizi çıkaracağınız vakit
ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği üç[178]
vakittir. Bunların dışında (hizmetçilerin ve çocukların, izin almadan içeri
girmelerinden dolayı) ne size, ne de onlara günah yoktur. (Onlar sizin)
yanınızda dolaşırlar, birbirlerinizin yanına girip çıkarsınız. Allah ayetleri
size böyle açıklar. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
59-
Çocuklarınız ergenlik çağına erdikleri zaman, kendilerinden öncekilerin izin
istedikleri gibi (kendileri de) izin istesinler. İşte Allah size ayetlerini
böyle açıklıyor. Allah bilendir, hikmet[179]
sahibidir.
Her iki ayette:
I- Erginlik çağına erişmemiş çocuklann ve
kölelerin isteyip de, izin verilmeden üç vakitte yanlarına girmemeleri için müslümanlara
emir verilmiştir. Bu vakitler: Sabahtan önce, insanlann hafiflenip
rahatlamaları için elbiselerini çıkardıkları öğle vakti ve yatsı namazından
sonra. Bu vakitlerin dışında izinsiz yanlarına onların girebilecekleri ifade
edilmektedir.
II- Başka bir hüküm de: erginliğe kavuşmuş
çocukların diğer insanlar gibi bu üç vaktin dışında dahi izinsiz ebeveynlerinin
yanlarına giremeyecekleridir.
III- Bu
terbiye ve eğitimin akabinde yüce Allah'ın hakkıyle ilim, hüküm ve hikmet
sahibi olduğu, doğrunun ve hikmetin bulunduğu gerçekleri kullarına emrettiği,
bütün işlerin sebep ve gerekçelerini bildiği, onlarla uyumlu bir şekilde
ayetlerini insanlara açıkladığı gözlenmektedir. [180]
Bu iki ayet, yeni bir
bölüm açıyor. O ayetlerden sonra indiği, onların tertibine konulduğu
ihtimalini taşıyor.
Tefsircilerin rivayet
ettiklerine göre birinci ayet, Hz. Peygamber'in Hz. Ömer'e öğle vakti
gönderdiği kölenin hoşlanmadığı bir halde Hz. Ömer'i görmesi münasebetiyle indiği,
ya da Esma bint-i Mersed'in kölesinin, onun hoşlanmadığı bir vakitte yanına girmesi
üzerine Esma'nın Hz. Peygamber'e gelip, "Bizim hizmetçilerimiz ve
kölelerimiz hoşlanmadığımız bir zamanda yanımıza giriyorlar." demesi
üzerine inmiştir[181].
Rivayetlerin sahih
olduğu muhtemeldir. Çünkü Kur'an'ın hukuki ve eğitici hükümleri, daha önce
vaki olan bir çok münasebetle, sorulan sorular, istenen fetvalar ve yapılan
müracaatlar üzerine değişik şartlarda cevap olarak inerdi. Ne olursa olsun her
iki ayet, Rasulullah'a yapılan şikayeti ve onu tamamlayan yönlerini içeren
yasal bir açıklamadır.
Bu sûrenin 31.
ayetinin, kadının süsünü ve cazip yerlerini ergenlik çağına kavuşmamış
çocuklara ve kölelere göstermesinin mubah olduğunu ifade ettiğine dikkat çekmek
istiyoruz. Görünen şu ki, bu mübahlık, bunların her zaman izinsiz kadınların
yanlarına girme serbestiyetini getirmiş, daha sonra Hz. Peygamber'e yapılan
müracaat üzerine durumun düzeltilmesi için ayetler inmiştir. Ayetlerin
içerdiği eğitici hükmünün kapsamına hem erkek hem de kadınları alması için
kadın-erkek ayırt etmeden mutlak bir ifade kullanılmıştır. Bu öyle iffetli bir
tavır takınmayı gerektiriyor.
Ayette geçen
"etfal: çocuklar" sözcüğü, mutlak olduğu için, kendilerinden izin
istenilen çocuklarıyla ve başkaların çocuklarını ayırtetmeden tümünü kapsamına
almaktadır.
"Sizden olan
çocuklar ergenlik çağma ulaştığı zaman..." cümlesi de, yanlarına girilenlerin
çocukları da olsa ergenlik çağına gelenlerin bu üç vaktin dışında dahi izin
istemelerinin gerekli olduğunu ifade ediyor. Ayetlerdeki hitap tarzı sûrenin
27. ayetinde olduğu gibi, kadın ve erkeği kapsamına alacak, yanlarına girilen
veya girenlerin kadın ve erkek olduğunu ayırt etmeksizin izin istemenin vacip
olduğunu vurgulayacak şekilde mutlak bir mesaj veriyor.
Ayetin iniş sebebi olarak
gösterilen Esma'nın rivayeti, zikredilen ayetin açıklamasının gelişme
üslubunda dikkat çektiğimiz işaret ve karinelerle bu hususta tercih edilecek
bir rivayettir.
İlk bakışta
"Sizden ergenlik çağına ermeyenler..." cümlesiyle, "Sizden
ergenlik çağına eren çocuklar..." cümlesinin erkek çocukları kastettiği
anlaşılıyor ise de konuya dikkatlice bakıldığında her iki cümlenin de hem kız
hem de erkek çocukları kapsadığı anlaşılmaktadır. Zira, "ergenlik çağına
erme" tabirinin her iki cins için de kullanılması doğrudur.
Erginlik çağına
gelmeyen kız çocuklarının bu üç mahrem vakitte, ergenlik çağına gelen kız
çocuklarının bu vakitlerin dışında da izin istemelerinin gerekli oluşu, erkek çocuklara
nazaran tartışılmaz ve daha öncelikli bir gerçektir. Yanlarına girmeden önce
izin isteme ve bir ön iletişim sağlama ile ilgili 27. ayetteki emir, hem erkek
hem kadını birden kapsayacak nitelikte mutlaktır. Burada da ilk akla gelen aynı
hükmün ifade edilmiş olmasıdır. [182]
60- Evlenme
arzusu kalmamış, oturan (ihtiyar) kadınların, süslerini göstermeye'[183]
çalışmayarak, dış örtülerini bırakmalarında'[184] bir
sakınca yoktur. Ama sakınmaları, kendileri için daha hayırlıdır. Allah,
işitendir, bilendir.
Bu ayette evlerinde
oturmuş, evlenmeye umudu kalmamış veya kendileriyle evlenil-meye rağbet
gösterilmeyen kadınlara, süs ve cazip yerlerini açmak gibi bir art niyet taşımamak
şartıyla dış elbiselerini üzerlerinden çıkarmalarının, bu konuda tam bir
hassasiyet göstermemelerinin caiz olduğu gözleniyor. Ama ne olursa olsun
örtünme hususunda özen göstermelerinin kendileri için daha hayırlı ve daha
güzel olduğu vurgulanmaktadır. Allah (c) her şeyi bilen ve her söyleneni
hakkıyla işitendir.
Ayetin iniş sebebi
hakkında herhangi bir rivayete rastlamadık. Bu ayetin daha önceki iki ayet ile
ilintili olduğu anlaşılıyor. Eksik bırakılanları tamamlama yönüyle kalan
kısmının beyan etmesi hususu, 31. ayetin gerektirdiği eğitici hükümlerinden
anlaşılmış değildir. Bu ayet, normalde açılması mahzurlu olan yerleri, şeffaf
elbiseden görünecek yerlerini örtmesini, süs ve süs yerlerini mahremi
olmayanlara açmamasını kadına emrediyor. Ayeti kerime, fitnesinden korkulmayan
kadınların diğer kadınlardan farklı olan yönlerine bir evvelki ayetlerde kapalı
geçen hususlara kolaylık ve ruhsat bazında açıklık getirmekle birlikte, her
halükarda ayet, iffet ve hayanın gereği olan hususa riayet etmenin lüzumuna,
zinetini göstermemeye dikkat çekmektedir. Ayetin bittiği son kesit, ayette
çekilen dikkatin, sözkonusu kadınların anormal şekilde üzerlerinden elbiseleri
atmakla kendilerine yönelecek kınama ve eleştirileri önlemek için olduğu
imajını vermektedir.
Tefsircilerin
çoğunluğuna göre bu kadınlar, cinsi şehvet sınırını aşmış, yaşlan ilerlemiş
kadınlardır. Yüzleri çirkin, cinsel yönden cazibesini yitirmiş, salgın veya
daha başka hastalıklara mübtela olmuş kadınlar yaşlan ilerlememiş de olsalar
bu katagoriden sayılırlar. Bu ayet, ibaresi ve ruhu itibariyle diğer ayetlerle
uyum içinde olsa gerek. Aynı zamanda ayetin, kadının haya ve iffetini koruması,
fitne çıkaracak, dillere destan olacak sebeplere tevessül etmemesi gerektiğini
içermesi açısından diğer ayetlerle uyuşmaktadır. Başka bir yönden de bu ayet,
31. ayette yüzü örtmenin, peçe takmanın gerekli olmadığı yolundaki
anlayışımızı da pekiştirmektedir. Buna göre bu hususta kadınlar iki gruba
aynlır:
I. Grup;
fitneye sebep verecek olanlardır ki, normalde açılması mahzurlu olan cazip ve
süs yerlerini örtmekle emredilmişlerdir.
II. Grup; fitneye sebebiyet verecek pozisyonda
olmayan kadınlardır ki, örtünmeleri için şiddet gösterilmemiş, fakat bununla
beraber, iffetli ve hayâlı bir tutuma ve itidale davet edilmişlerdir. [185]
61- Köre
güçlük yoktur. Topala güçlük yoktur. Hastaya güçlük yoktur. Size de kendi
evlerinizden, yahut kardeşlerinizin evlerinden, yahut halalarınızın
evlerinden, yahut dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden,
yahut anahtarları ellerinizde [186]üzerinize
bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından kutlu, güzel bir
yaşama[187] dileği olarak kendinize
(Kendinizden olan ev halkına) selam verin. İşte Allah, ayetleri size böyle
açıklıyor ki, düşünüp[188]
anlayasınız.
Bu ayet kişinin;
kendisinin, babasının, annesinin, kardeşinin, bacısının, amcasının, halasının,
dayısının, teyzesinin, dostunun ve kölelerinin evlerinden ve de körler topallar
ve hastaların bu evlerden yemelerinden duydukları sıkıntıyı, hissettikleri
günah kuşkusunu kaldırmaktadır. Ayrıca ayet, insanların toplu veya dağınık
şekilde yiyebileceklerini belirtirken, bu konuda selamlaşmaya, mübarek ve hoş
bir hayat yaşamaları için dua etmeye teşvik ediyor, hitap ettiği müslüman
toplumun ilahi vahyin yüklü olduğu hikmet ve öğretileri anlayabilmeleri için,
ayetlerini açıkladığına dikkat çekiyor. [189]
Tefsirciler, ayetin
birinci bölümü hakkında özel bir boyutta değişik bir çok söz ve rivayetler
ileri sürmüşlerdir.
Denildi ki, sağlıklı
kimseler; hastalar, körler ve topallarla yemek yemekten büyükle-niyor ve
tiksiniyorlardı. Başka bir rivayete göre bu özürlüler, onların büyüklenme ve
tiksinmelerine meydan vermemek için onlarla beraber yemek yemekten
sakınıyorlardı.
Diğer bir rivayette
ise, sağlıklı olanlar cihada çıkarken evlerinin anahtarlarını cihad-dan geri
kalanlara bırakıyor, evlerinde yiyip içmelerine müsade ediyorlardı. Ancak onlar
yemekten kaçınıyorlardı.
İlk iki görüş, ayetin
ruhu ve siyakıyla en çok uyuşan görüştür. Nitekim akla yatkın olan da budur.
Bununla birlikte ayetin genel olarak beraberce yeme içme adabının amaçladığı
ihtimali de uzak değildir. Ayet ayrıca evlere giriş adabı, giyside ve örtünmede
riayet edilmesi gereken hususlar üzerinde önemle durmaktadır.
Kur'an-ı Kerim genel
prensibi itibariyle meşru mazeret sahiplerine emir ve yasaklar konusunda bir
hafiflik ve kolaylık sağladığı gibi, buradaki ayetin zincirleme şeklindeki
gelişme üslubu da aynı kolaylık ve hafifliği vurguluyor. Şu bir gerçektir ki,
ayet-i kerime gelişme üslubu ve konusu itibariyle önceki ayetlerle ilintili
bulunmaktadır. Önceki ayetler gibi insanlarla beraber yaşamanın adab-ı muaşeret
kuralını öğretme yöntemini izlemektedir. Ayrıca Kur'an'ın büyük bir prensibi de
içerdiği görülmektedir: Bu ve buna benzer olaylarda Kur'an, müslümanlardan
zorluğu kaldırmakta, belli bir biçim ve şekle bağlanma şartını getirmeden
nefislerin rahatlayacağı şekilde ve imkanların elverdiği ölçüde görevlerini
yerine getirme prensibini kendilerine bırakmaktadır. Karşılıklı güzel
geçinmeleri, birbirleriyle selamlaşmaları ve güzel temennilerde bulunmaları
hususunda dikkat çekmektedir. Çünkü bunlar aralarında sevgi ve muhabbet bağını
kuvvetlendirir. Zayıflara karşı şefkatli olmaya, onları ruhen sevindirmeye,
özür sahiplerinin yükünü hafifletmeye, onlara karşı hoşgörülü olmaya
özendirmektedir. Bütün bunlar Kur'an'ın genel teşrii ilkeleriyle uyum
halindedir.
Bu ayeti kerime,
önceki üç ayetle birlikte indiği ihtimali dahilinde olmakla, indikleri ortamın
şartlan ve konularının benzerliğinden dolayı ayetlerin tertibinde yer almakla
birlikte daha sonra inme ihtimali de vardir. Yahut değişik zaman ve şartlarda
inmiş, fakat konu bütünlüğü nedeniyle sıralamada yer almıştır.
Ayetin hitabı
mutlaktır. Ayetin erkeklere özgü olduğunu ifade eden bir delil yoktur. Yani
ayetin içerdiği eğitici, öğretici ve uyarıcı öğretiler erkek kadın iki cinsi
birden kapsadığını söylemek mümkündür. Kadınlı erkekli bir sofrada beraberce
yemek yemenin bir sakıncası olmadığı ifade ediliyor. Birbirlerine akraba,
mahrem veya dost olmalarında fark yoktur. Bu, 31. ayetin ruhundan ilham
aldığımız ve onun siyakında ifade ettiğimiz mânâ ile uyum halindedir. Babaların
annelerin, kardeşlerin, kızkardeşlerin, amcaların, teyzelerin, dayı ve
halaların evlerinin zikredilmesi o günkü müslümanların dağınık durumlarının
birleştirilmesi içindir. Evlerin birleştirilmesi ve birlikteliklerinin
sağlanması konusunda İslami telkinin süreklilik boyutu kesintisiz devam
etmiştir. Çünkü onda, çoğu kez aile ocağını sarsan, onun arılığım bulandıran
dedi-kodu gibi ihtilaf sebeplerinden uzak olan sükunet ve rahatlık vardır. [190]
62- "Mü'minler o kimselerdir ki Allah'a ve
Peygamberi'ne (gönülden) inanmışlardır, içtimai[191]'
bir iş (görüşmek) üzere o (Allah'ın Rasülü) ile beraber bulundukları zaman
ondan izin almadan gitmezler. (Ey Muhammed), Senden izin alanlar, işte onlar,
Allah'a ve Rasülü'ne inanan kimselerdir. Bundan dolayı bazı işleri için senden
izin istedikleri zaman onlardan dilediğine izin ver ve onlar için Allah'tan
mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
63-
Peygamber'in çağırmasını, aranızda herhangi birinizin diğerini çağırması gibi
kılmayın. Allah sizden, birbirinin arkasına gizlenerek'[192]
sıvışıp'[193] gidenleri biliyor. Ondan
dolayı o (Allah Rasulü)'nün emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belanın
çarpmasından yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar."
64- İyi
bilin ki göklerde ve yerde olanlar hep Allah'ındır. O, sizin ne üzerinde
bulunduğunuzu, (ne yaptığınızı, içinizde nasıl bir niyet taşıdığınızı) bilir.
O'na döndürülüp götürüldükleri gün, ne yaptıklarını kendilerine haber verir.
Allah, her şeyi bilendir."
Ayetlerin ifade ettiği
mânâ açıktır. Bunlarda Allah Rasulü'nün meclisine ve çağrısına karşı
mü'minlerin takınması gereken bir takım edebi tavırları sergileyen mesajlar, aynı
zamanda onun makam ve otoritesine yaraşır şekilde davranan ashabı yüceltici
ifadeler vardır. Çünkü onlar mazeretleri olmadan veya Rasulullah'tan izin
isteyip o izin vermeden meclisini terk etmezlerdi.
İşte onlar gerçekten
Allah'a ve Rasulü'ne inanmış kimselerdir. Ayrıca bu ayet-i kerimelerde,
yakışıksız davranışlarda bulunarak onun meclisinde sıvışıp gidenleri tenkid
e-den, dünya ve ahiretleri ile ilgili uyarıcı ifadeler de vardır. Bazı
tefsirciler, bu ayetlerin Ahzab Savaşı 'nda hendeklerin kazıldığı bir zamanda
indiğini rivayet etmişlerdir. Çünkü o vakit münafıklar gizlice sıvışıp ordudan
uzaklaşıyor, Rasulullah'ın emirlerini uygula-mıyorlardı.[194]
Tefsircilerin çoğu, Allah Rasulü'nün bütün meclislerini, toplantılarını ve de
cuma günü toplantılarını konu edinen genel hükümler olduğunu söylemişlerdir[195]. Bu
görüş zikredilen rivayetten daha isabetlidir. Çünkü Ahzab sûresi, nazil olan
ayetlerin hikmetlerinin, anlatımım gerektirdiği o vakıanın sahnelerini ve
ondaki münafıkların tutumlarım ihtiva etmektedir.
Ancak burada akla
gelen ilk şey, ayetlerin, Allah Rasulü'nün oluşturduğu genel bir meclisten veya
davet ettiği genel bir toplantıdan bazı müslümanlann ya da kalpleri hastalıklı
bazı kişilerin gizlice sıvışıp çıktıkları bir vak'a ile ilintili olarak indiği,
bazı müs-lümanlardan veya hasta kalpli insanlardan meydana gelen yakışıksız bir
takım davranış tablolarını içerdiği, binaenaleyh her ortama ve her benzer olaya
teşmil edilmesi için, tenkid, tebrik ve terbiye metodlarını hedeflediği
gözleniyor.
Ayetler yeni bir bölüm
arzediyor. Fakat dikkatlice bakıldığında, bu ayetlerin Pey-gamber'in meclisinde
müslümanlann davranış biçimlerine dair içerdiği talim ve terbiye metodları
bakımından geçmiş bölümlerle yakın bir ilişki içinde olduğu görülür. Bu ayetler
direkt olarak geçmiş bölümlerden sonra inmemiş olsa da, sözkonusu bölümlerden
sonraya yerleştirilmesi, aralarındaki konu bütünlüğü sebebine dayanır.
Müfessirlerin bir
kısmı "Peygamber'in çağırmasını, aranızda herhangi birinizin diğerini
çağırması gibi kılmayın" cümlesinin, mü'minleri birbirlerini çağırdıkları
gibi Peygamberi de ismi ile çağırmalarını menedip, onu konumuna yaraşır biçimde
çağırmalarını emrettiğini söylemişlerdir. Bazılarına göre ise bu cümle,
Peygamber tarafından genel toplantılara çağrıldıklarında müminlerin bu çağrıya
icabet etmelerini ifade etmektedir. Üçüncü bir görüşte ise; Peygamber duasının
kendi duaları gibi olmadığına ve o-nun duasının Allah tarafından kabul
edildiğine işaret edilerek Peygamberi aleyhlerinde dua ettirmemeleri için
mü'minlerin uyarıldığı ifade ediliyor[196].
Her üç görüş de tutarlıdır. Ancak biz burada, ayetlerin mânâ ve ruhuna daha
uygun gördüğümüz için ikinci görüşü tercih ediyoruz.
Sonuç olarak bu ayette
müslümanların, kendi yöneticileri, büyükleri tarafından genel toplantılara
çağrıldıklarında geçerli mazeret durumu hariç- bu çağrıya icabet etmeleri, bu
çağnyı hafife alıp terketmemeleri gerektiği vurgulanmaktadır. [197]
[1] Bkz. Tabakat-ı İbn Sa'd, c. 3, s. 104-108 ve daha
sonrası
[2] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/305-306.
[3] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/306.
[4] Taberi, Tabresi, Beğavi Hazin, İbn Kesir, Zemahşeri ve
Nesefi
[5] Tac, c. 3, s. 17-22
[6] A.g.e, c. 3, s. 17-22
[7] A.g.e, c. 3, s. 17-22
[8] A.g.e, c. 23
[9] A.g.e, s. 22
[10] A.g.e, s. 23
[11] ibn Kesir, ayetlerin tefsiri.
[12] a.g.e, ayetlerin tefsiri.
[13] İbn kesir ayetlerin tefsiri.
[14] İbn Kesir girişi. Müfessir Nesefi de bu hadisi rivayet
etmiş ancak Nesefi hadisi nakle-js ar asr-.-î Z-oğru olan da budur. Yine bkz.
Suyuti el-itkan, c. 2, s. 26
[15] A.g.e, c. 1, s. 60-62
[16] A.g.e, c. 1, s. 60-62
[17] ibn Kesir.
[18] A.g.e.
[19] Zemahşeri, ayetin tefsiri ve ibn Kesir, Nisa sûresi
15-16. ayetlerin tefsiri
[20] İbn Kesir, Bakara süresindeki ayetlerin tefsiri.
[21] A.g.e, Bakara sûresi 106. ayetin tefsiri.
[22] Tac, c. 3, s. 25-26
[23] Kasımi Tefsiri.
[24] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/307-314.
[25] Taberi, Tabresi, Beğavi, ibn Kesir ve Hazin Tefsirleri.
[26] Tac,c. 4, s. 164
[27] Taberi, Zemahşeri, Beğavi, Hazin ve ibn Kesir
Tefsirleri.
[28] Süfürü'l-Huruc, el-ishah, 23, Süfürü'l Ehbaril İshah,
20 ve Süfürü't-Tesniyeti'l ishah, 22
[29] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/
[30] el-Muhsanai Müfessirlerin bazıları "evli
kadınlar", bazıları ise "iffetli kadınlar" olarak tefsir
etmişlerdir.
[31] Yermune Burada zina ile itham edenler manasınadır.
[32] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/316-317.
[33] ibn Kesir, Tabresi ve Kasımı Tefsirleri, ibn Kesir, bu
görüşün icma olduğunu söylemiştir. Ömer bin. Hattab (r) ile ilgili hadisi
Tabresi ve Kasımı rivayet etmiştir. Rivayet ayrıntısı ile şöyledir:
"Muğire bin Şu'be'yi bir grup zina ile suçladı. Buna şahitlik edenler Şibi
bin Mu'hid, Ebu Bikre ve Nafi idi. Buğire'yi kadın ile başbaşa gördüklerin
söylediler. Şahitlik için gelenlerden Ziyad onlar gibi şahitlik etmeyince Ömer
(r) şahitlerin üç tane olduğuna binaen itham edenleri cezalandırdı.
[34] Bkz. Taberi Tefsiri.
[35] Tabresi, ve Hazin tefsirleri.
[36] Beğavi ve Hazin.
[37] Hazin ve ibn Kesir.
[38] Kasımi (Suyuti'ye atfen)
[39] Kasımi (ibn Teymiyye'ye atfen)
[40] Taberi, Beğavi, Tabresi, ibn Kesir ve Zemahşeri
Tefsirleri.
[41] Beğavi, Hazin, ibn Kesir, Taberi ve Tabresi.
[42] Kasımı' (ibn Hacer ve Beğavi'ye atfen)
[43] Beğavi, Hazin, Kasıtni.
[44] Tefsirü'l Menar'da Nisa ayetine, Kasımi'de Nur
ayetlerine bakınız.
[45] İ'lamül Muvakkıin, c. 2, s. 49
[46] A.g.e, s. 36
[47] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/317-320.
[48] Ve yedreü anhel azab Ceza ondan kalkar.
[49] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/321.
[50] Tac, c. 4, s. 164-165
[51] Taberi, Tabresi, Beğavi, ibn Kesir, Hazin. Aynı
kaynaklarda konu ile ilgili bir rivayet daha var. Bu rivayette ayrı bir
kimsenin karısını zina ile itham etmesi anlatılmaktadır.
[52] Taberi, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri tefsirleri.
[53] Hazin ve Beğavi tefsirleri.
[54] Hazin ve Beğavi tefsirleri.
[55] Hazin ve Beğavi tefsirleri.
[56] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/321-323.
[57] el-İfk Yalan haber, iftira.
[58] Usbetün minkum Sizden bir topluluk.
[59] Tevelle kibrehu İftira haberinin başını çeken
mânâsında
[60] Levla Birinci, ikinci ve dördüncüsü "hela"
mânâsındadır. "keşke, pişmanlık" ifade eder. Üçüncü "levla"
ise şart edatıdır.
[61] Telekkavnehu Birbirinize aktarıyorsunuz.
[62] Azfar: Yemen'de bir şehir.
[63] Tabakat-ı ibn Sa'd, c. 3, s. 104-106
[64] Taberi, Beğavi, Hazin, Tabresi, ibn Kesir, Zemahşeri
ve Kasımi tefsirleri.
[65] Taberi, Beğavi, Hazin, Tabresi, ibn Kesir, Zemahşeri
ve Kasımi tefsirleri.
[66] Tabakat-ı ibn Sa'd, c. 3, s. 104-107, Tac, c. 4, s.
235-237.
[67] "Arap Tarihi" adlı kitabımızın 7. cüzüne
bkz.
[68] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/325-329.
[69] el-Fâhişetü Burada çirkin iş, kötü haber mânâsındadır.
[70] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/330-331.
[71] Mâ zekâ Niyeti temiz olmak, arınmış olmak.
[72] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/331.
[73] Velaye'tel Yemin etmesin.
[74] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/332-333.
[75] El-Ğafilat Günahsız, iyi niyetli kadınlar.
[76] Diyehum Burada "onların cezası"
anlamandadır.
[77] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/333.
[78] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/334.
[79] Hatta teste'nisu"İzin alıncaya kadar"
mânâsında, İbn Abbas'ın böyle okuduğu rivayet edilmiştir. Bazıları da "ev
halkının içeride olduğundan emin oluncaya ve size izin verilinceye kadar"
anlamında okumuşlardır.
[80] ibn Kesir Tefsiri.
[81] Tac, c. 5, 218-219
[82] A.g.e, s. 218-219
[83] A.g.e.s. 218-219
[84] A.g.e, s. 218-219
[85] A.g.e, s. 218-219
[86] A.g.e, s. 200
[87] Haz: i Tefsiri.
.
[88] Tac, c. 2, s. 300-301 (Eşin akrabalarından kasıt
mahrem olmayanlardır)
[89] A.g.e, s. 300-301
[90] A.g.e, s. 300-301
[91] A.g.e, s. 300-301
[92] A.g.e, s. 300-301
[93] A.g.e, s. 300-301
[94] Beğavi Tefsiri.
[95] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/
[96] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/338-339.
[97] ibn Kesir.
[98] Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tac, c. 1, s. 138
[99] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/339.
[100] Zinetehünne Süslerini.
[101] Humurihinne Himar kelimesinin çoğulu olarak kadınların
başlarını örttükleri örtü.
[102] Cuyubehunne Ceyb kelimesinin çoğuludur. Göğüs ya da
sırt kısmındaki yırtmaç, yaka.
[103] Nisaehünne Genel anlamda kadınlar.
[104] Gayri ulü'irbeti minerrical Cinsi gücü olmayan
erkekler. Müfessirlere göre; hastalıktan ötürü erkekliği gidenler, kadınsı
davrananlar, hayaları çıkarılmış olanlar ve çok yaşlı ihtiyar erkekler bu gruba
girmektedir.
[105] Et-tıflüllezine lem yezharu ala avratinnisa Şehvet ve
cinsi istek yaşına ulaşmamış çocuklar.
[106] Hazin, Beğavi ve ibn Kesir
[107] Beğavi.
[108] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/341-345.
[109] el-Eyama Evlenmemiş olanlar. Bu kelime, hem erkeklere
ve kadınlara hem de bekar ve dullara şamidir.
[110] es-Salihin Burada evlenmeye yeterliği olanlar
anlamındadır. Evlenmeye gücü yetenler.
[111] İbadikum Köleleriniz.
[112] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/345.
[113] Beğavi, Hazin ve ibn Kesir. Hadisi müsned sahipbelir
rivayet etmiştir.
[114] Beğavi.
[115] ibn Kesir.
[116] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/345-346.
[117] Nikahen Burada evlenmek için maddi güç sahibi olmak
mânâ-sındadır.
[118] el-Kitabe Sözleşme anlamındadır. Bu kelime kölenin
hürriyeti için, çalışıp ödemeyi taahhüt ettiği para karşılığı efendisinin onu
azad etmesi için kullanılan bir terimdir. Burada köle-efendi arasındaki
sözleşmeyi ifade eder.
[119] Hayran Burada yeterlilik, iyi huy, doğruluk, vefa vs.
anlamlarda kullanılmıştır.
[120] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/347.
[121] Bkz. Hazin Tefsiri.
[122] Taberi, Hazin, Beğavi ve İbn Kesir tefsirleri.
[123] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/347-349.
[124] Beğavi, Hazin.
[125] Hazin.
[126] Tac, c. 2, s. 249
[127] Tac, c. 2, s. 249
[128] Beğavi, Hazin, Taberi, ibn Kesir ve et-Tac adlı eserin
2. cldinin 259 sayfasının zeyli.
[129] Hazin
[130] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/349-350.
[131] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/351.
[132] Mişkat Duvarda içine kandil konulan baca veya içine
yağlı bir madde ile fitilin
batırılarak konulduğu kandil olduğu söylenmiştir. Ayrıca aslının, murab bir
kelime olup meşin tulum (şekve) manasına geldiği de söy- lenmiştir. Ancak
ayetteki makamı zihinde, tavana asılan kandil manası uyan- dırmaktadır.
[133] Misbah Lamba veya yanınca ışık veren fitil
manasındadır.
[134] Dürriyy Bu kelime inciye nisbet edilmiştir. Renk, ışık
ve safası yönüyle inciye benzetme vardır. Araplar, "çok ışıklı
yıldız" manasına "kevke-bün dürriyy" ifadesini kullanırlar.
Çoğulu "derariyy"dir.
[135] Bkz. Tabresi.
[136] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/352.
[137] Zemaşeri ve Nesefi.
[138] Bu hadislerin metinleri İbn Kesir'den alınmıştır.
Buhari ve Müslim ilk hadisi "Alah ona cennette ona bir ev yapar"
ibaresini ekleyerek rivayet etmişlerdir, ikincisini de Ebu Davud ve Tirmizi
rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c. 1,
s. 205
[139] Bu hadislerin metinleri İbn Kesir'den alınmıştır.
Buhari ve Müslim ilk hadisi "Alah ona cennette ona bir ev yapar"
ibaresini ekleyerek rivayet etmişlerdir, ikincisini de Ebu Davud ve Tirmizi
rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c. 1,
s. 205
[140] Bu hadislerin metinleri İbn Kesir'den alınmıştır.
Buhari ve Müslim ilk hadisi "Alah ona cennette ona bir ev yapar"
ibaresini ekleyerek rivayet etmişlerdir, ikincisini de Ebu Davud ve Tirmizi
rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c. 1,
s. 20
[141] Bu hadislerin metinleri İbn Kesir'den alınmıştır.
Buhari ve Müslim ilk hadisi "Alah ona cennette ona bir ev yapar"
ibaresini ekleyerek rivayet etmişlerdir, ikincisini de Ebu Davud ve Tirmizi
rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c. 1,
s. 205
[142] Bu hadisin metni İbn Kesir'den alınmıştır.
[143] Bkz. Taberi, Nisaburi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.
Zemahşeri ve Nesefi de ikinci sözü rivayet etmişlerdir.
[144] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.
[145] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.
[146] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.
[147] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.
[148] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.
[149] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.
[150] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/352-353.
[151] Kiah İçinde alçaklık bulunan düzlük yer.
[152] Serab Çölde doğal şartlarda oluşan ve su birikintisi
ya da göl-müş gibi görünen kısım.
[153] Lücciyy Derin.
[154] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/356.
[155] Ve't-Tayru Saffat Kuşlar semada kanatlarını açmış vaziyette.
[156] Yüzci Sürmekte.
[157] Rukamen Yoğunlaşmış veya birbiri üzerine geçmiş.
[158] el-Vedak Yağmur damlaları.
[159] Sena Işık, parıldayan bir cismin ziyası.
[160] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/358.
[161] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/358-359.
[162] Muz'inine İtaatkâr olarak (gelirler).
[163] Yehife Haksızlık edeceğini (mi zannederler).
[164] Zemahşeri, Taberi, Beğavi, Hazin
[165] Tabakat-ı ibn Sa'd, c. 3, s. 70-73
[166] Bir Şii müfessir olan Tabresi rivayet etmiştir.
[167] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/360-362.
[168] Bkz. Tabresi, Hazin ve Beğavi
[169] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/362-363.
[170] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin ve Tabresi
[171] Parça İbn Kesir'den aktarılmış, birinci hadisi sahih
diye nitelemiştir. Aynı içerikli bir hadis de Buhari'de kısmi farklılıkla
rivayet edilmiştir. Bkz. et-Tac, c. 3, s. 256
[172] Parça İbn Kesir'den aktarılmış, birinci hadisi sahih
diye nitelemiştir. Aynı içerikli bir hadis de Buhari'de kısmi
farklılıkla rivayet
edilmiştir. Bkz. et-Tac, c. 3, s. 256
[173] Bkz. Taberi, Beğavi, ibn Kesir tefsirleri.
[174] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/364-368.
[175] Bkz. Tabresi Bu müfessirin ayetlerin ruhuna uygun
geçmiş müfessirlerin geniş yorumlarını rivayet
etmesi önemlidir.
[176] Tac, c. 5, s. 311-312
[177] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/368.
[178] Hine tedaune siyabekum Öğleden sonra günlük
giysilerinizi çıkardığınız zaman.
[179] Selasü avratin lekum Yani sizin için üç avret. Avret,
aslında bir şeyde bulunan bozukluk, kusur, düşmanın girmekten korktuğu yer
anlamlarına gelmektedir. Ahzab sûresinin 13 ayetindeki "Şüphesiz evlerimiz
avrettir" ifadesi bu mânâyı çağrıştırmaktadır.
[180] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/369.
[181] Bkz. Zemaheri, Beğavi ve Hazin.
[182] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/369-371.
[183] et-Teberrüc Kasten süslerini göstermek.
[184] En yeda ne Burada dış örtülerini çıkarmak mânâsına
kullanılmıştır.
[185] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/371-372.
[186] Ev ma melektüm mefatihahu Anahtarları ellerinizde olan evler.
[187] Cemian Toplu olarak...
[188] Eştaten Ayrı ayrı olarak...
[189] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/373.
[190] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/373-374.
[191] Emrun camian İnsanların toplanıp hazır bulunmalarını
gerektiren önemli bir iş.
[192] Yetesellim Gizlice çıkarlar.
[193] Livazan Çıkarken görünmemek için birbirleriyle
örtünenler. La-zebehu: Örtündü, sığındı, yahut ona yöneldi demektir.
[194] Beğavi
[195] Bkz. Zemahşeri, ibn Kesir, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri
[196] Bkz. Taberi, Beğavi, ibn Kesir, Tabresi, Zemahşeri ve
Kasımi.
[197] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/376-377.