NUR SURESİ 2

Sûrenin Tanıtımı 2

Zinanın Cezası 2

Zina Edenlerin Evlenme Halleri 6

Kazf Suçu Ve Cezası 7

Zina İsnadını Kanıtlamanın Zorunluluğu. 9

İfk Hadisesi 11

Ayıpları Örtmek. 13

Öfkeyi Yenerek İnfak Etmek. 14

Başkasının Evine İzinsiz Girmek. 15

Mü'minler Irzlarını Korusunlar. 17

Mü'min Kadının İffeti 17

Yoksul Bekarları Evlendirmek. 19

Evlenme İmkanı Bulamayanlar. 20

Kölelerle Özgürlük Sözleşmesi Yapmak. 21

Şia'nın Ayetlerle İlgili Yorumu. 29

Üç Vakitte İzin İstemek... 29

İslam Kolaylık Dinidir. 31


NUR SURESİ

 

Kur’an’daki Sırası          : 24

Nüzul Sırası                    : 102

Ayet Sayısı                      : 64

İndiği Dönem                  : Medine 

 

Sûrenin Tanıtımı

 

Bu sûre hukuk ve ahlak konusunda çeşitli bölümleri içermektedir. Zina ve zina iftirası hususunda bazı hükümleri de içeren bu sûrede, mü'minlerin annesi Hz. Aişe'ye yönelik "Ifk" hadisesine işaretin yanısıra, olayın meydana getirdiği etkiler, bu konuda yapılan nasi­hat, kınama ve uyarılar bulunmaktadır, insanlar iffetli olmaya ve fitneye meydan verecek şeylerden kaçınmaya davet ediliyorlar.

Yine sûrede, evlere nasıl girilmesi gerektiği, örtüye bürünen kadınların ihtişamdan, zi-net (süs) takıları ile saptırıcı hareketlerden sakınmaları işlenmiştir. Kız ve erkeklerden yok­sul olanların evlendirilmeleri teşvik edilmiş ve Allah'ın yüceliği, azametinin eserleri, nuru ve hidayeti bir kez daha gözler önüne serilmiştir.

Doğru yolda olup, benliğiyle Allah'a teslim olanlar övülüyor, karanlıklar içinde dönüp duran ve amelleri bu şekilde boşa çıkan kafirler ise yeriliyor. Ayrıca, kalplerinde hastalık bulunanların içinde bulunduğu durum eleştirilmekte ve cihada yapılan çağrıyı hiçe sayıp peygamber meclislerini ve onun çağrısını hafife almalarından dolayı bunlar uyarılmakta­dır. Nebi (s)'nin siyasi ve hukuki otoritesi güçlendirilmekte, iman edip hulus-u kalp ile salih amel işleyenleri Allah'ın yeryüzüne yerleştireceği şeklindeki zafer müjdesi verilmektedir. Yi­ne yemek ile ilgili bazı davranışlar dile getirilerek bu konuda insanlara bazı kolaylıklar içe­ren öğütler sunulmaktadır.

Sürenin bölümleri çok olmakla birlikte bu bölümler, birbiriyle zaman ve muhteva bakı­mından yakın bir ilişki içindedir. Bu açıdan, sûredeki bölümlerin birbirine yakın zamanlar­da nazil olduğunu, dolayısıyla söz konusu bölümlerin bu şekilde yan yana yazıldığını söy­lemek yerinde olur. Fakat, sûrede yeralan bir kaç bölümün, Ahzab süresindeki bazı bö­lümlerden daha önce inmiş olması da muhtemeldir. Çünkü, Müreysi Vak'ası'nın Müstali-koğulları ile alakalı olduğu, ifk hadisesine onların adı karıştığı rivayet edilmiş, ifk hadisesi­nin ise "Hendek" ten önce gerçekleştiği nakledilmiştir. Halbuki, Hendek Vak'ası, Ahzab sû­resinde anlatılmaktadır[1]. Dolayısıyla, eğer olayların gerçekleştiği tarihler doğruysa, bu sû­renin bazı bölümleri herhangi bir sebeple Nur sûresine aktarılmış denebilir. Elbette Allah (c) daha iyi bilir.

Kaynak olarak aldığımız Kur'an nüshasına göre Nur sûresi Haşr sûresinden sonra gel­mektedir. Ancak, biz Haşr sûresinin Ahzab sûresinden önce nazil olduğu kanaatini taşıdı­ğımız için Haşr'ı Ahzab'dan önceye aldık ve böylece Haşr süresi Beyyine sûresinden he­men sonraya gelmiş oldu. [2]

 

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla

1- Bu indirdiğimiz ve uygulanmasını gerekli kıldığımız bir sûredir. Düşünüp öğüt almanız için onda açık ayetler indirdik.

2-  Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun: Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız Al­lah'ın cezasını uygulamada sizi, onlara karşı acıma duygu­su tutup engellemesin. Mü'minlerden bir grup da onlara yapılan azaba tanık olsun.

 

Sûrenin kendine has bir girişi vardır. İlk ayet, sûreyi methetmekte ve sûrenin kapsa­mında muhatap durumundaki mü'minlere bir hatırlatma ve aydınlatma amacına yönelik farz kılınan hükümleri övgüyle anmaktadır.

İkinci ayet ise, zina eden kadın ve erkeğe, açık bir alanda ve mü'minlerden bir gru­bun gözü önünde yüz değnek vurmanın gerekliliği hususunda hüküm koymakta ve bu kuralın uygulanmasında gevşekliğin olmamasını, yine hükmü uygularken acıma duygu­suna kapılmamak gerektiğini şiddetle vurgulamaktadır. Bu şekilde davranmayı ise, mü'minlerin Allah'a ve Ahiret gününe imanlarının bir göstergesi kılmıştır. [3]

 

Zinanın Cezası

 

Müfessirler bu ayetlerin inişi ile ilgili belirli bir sebep zikretinemişlerdir. Daha önce açıklamasını yaptığımız gibi, Nisa sûresinde zina eden kadınlar hakkında giriş mahiye­tinde ilk açıklama yapılmıştı. İlahi hikmet, ilk adım için Nisa sûresini uygun bulmuş ve vaktin geldiğini görünce ikinci adım için Nur sûresinin ikinci ayetini seçmiştir. Zaman zaman meydana gelen bazı olaylar ayetlerin konusu olabilir. Fuhşa yeltenen kadınlar ilk olarak evlerinde bir müddet hapsedilir, bu ölünceye kadar ya da Allah bir yol gösterin-ceye kadar böyle devam eder. Bu konuda muhtemelen bir sakınca olabilir. Orjinalini daha sonra vereceğimiz bir hadiste: "Onları benden alın, benden alın o kadınları, çünkü Allah onlara yolunu göstermiştir" şeklindeki rivayet bazı açılardan söylediklerimizi desteklemekte ve açıklamaktadır.

Müfessirlerin çoğunluğu[4] ve fıkıh imamları, ikinci ayette ge.çen zina cezasının evli­ler için değil, bekarlar için olduğu görüşündedirler. Ancak bir yıl hapsedileceği ibare­sinde ihtilaf vardır. Çoğunluğun görüşüne göre, evli olan erkek ve kadınlar için, zinanın cezası ise ölünceye kadar taşlanmaları (recm)dır. Ancak, recmden önce yüz değnek ce­zasının olup olmadığı ise ihtilaf konusudur. Bu konuda müfessirler ve fıkıh imamları çeşitli hadislere dayanmaktadırlar. Bu hadislerden biri, Ömer bin Hattab'dan nakledilen ve recmin Kur'ani bir hüküm olduğunu, ilaveten neshedilip (ayetin, yazısı itibariyle kal­dırılması) hükmünün ve geçerliliğinin devam ettiğini anlatan hadisidir.

Burada yine az önce işaret ettiğimiz mevzuya paralel bir hadis de Müslim, Ebu Da-vud ve Tirmizi tarafından Ubade Bin Samit'ten rivayet edilmiştir: "Onları benden alın, alın benden o kadınları, çünkü Allah onlara yolunu göstermiştir. Bekar erkek ile bekar kadının zina cezası yüz değnek ve bir yıl uzaklaştırmadır. Evli kadınla evli erkeğin ce­zası ise yüz değnek ve taşlanarak öldürülmeleridir"[5]. Bu konuda ikinci hadisi beş meş­hur ravi Abdullah bin Ömer'den şu şekilde rivayet etmiştir: "La ilahe illallah Muham-med Rasulullah" deyip şehadet getiren müslümanın kanı helal değildir. Ancak şu üç du­rum müstesnadır. Bir kimseyi öldürürse, evli olduğu halde zina ederse ve cemaati terke-dip dininden dönerse."[6] Buhari ve Müslim'in, Zeyd bin Halid'den rivayet ettikleri üçüncü hadiste de Zeyd bin Halid şöyle demiştir: "Rasulullah'tan, bekar olup zina eden­ler hakkında yüz değnek ve bir yıl uzaklaştırma cezası emrettiğini işittim."[7] Yine beş meşhur ravinin rivayet ettiği dördüncü hadiste: "Maiz el-Eslemi Peygamber'e gelerek zina ettiğini söyledi. Peygamber yüzünü çevirdi, sonra diğer tarafına geçip zina ettiğini söyleyince yine Peygamber yüzünü çevirdi tekrar öbür tarafına geçip "zina ettim" de­yince Peygember dördüncü defada taşlık bir yere gitmesini ve orada recmolmasını em­retti. Adam taşlann değdiğini hissedince şiddetle kaçmaya başladı, elinde deve kemiği bulunan biri, ona vurdu. Orada bulunan diğer insanlar da, ölünceye kadar vurdular. Bu durum Nebi'ye ulaştığında 'Bırakmadınız mı?' dedi. Bir rivayette 'Deli misin?' dedi; o da 'hayır' dedi. Bir başka rivayette ise, 'öpmüş veya bakmış olmalısın' dedi. O da 'ha­yır' dedi, 'evli misin?' diye sordu. 'Evet' deyince Rasulullah 'recmedilmesini emretti." Bir diğer rivayette sahabe ihtilaf etmiştir. "Allah Rasulü öyle bir tevbe yaptı ki ümmet arasında paylaşılsa tüm bir ümmeti içine alacak genişlikte idi."[8]

Yine beş meşhur muhaddisin rivayet ettiği beşinci hadis şudur: "Bir bedevi Rasulul­lah (s)'a geldi ve şöyle dedi: "Ya Rasulullah, aramızda Allah'ın Kitabı ile hükmedesin diye Allah'tan seni ararım, hasım daha anlayışlıdır" dedi. Evet aramızda Allah'ın Kitabı ile hükmet ve bana izin ver. Ona izin verdi. Adam dedi ki, "oğlum filanın ve falanın ka­dınıyla zina yapmıştır. Bana oğlumun cezasının recm, olduğunu söylediler, ben de yüz koyun ve bir de köleyi fidye olarak verdim. İlim ehline sorduğumda oğlumun cezasının yüz değnek ve bir yıl uzaklaştırma olduğunu, adamın karısına ise recm cezası düştüğünü söylediler. Rasulullah (s) aranızda Allah'ın kitabıyla hükmedeyim diyerek köle ve yüz koyun fidyesini reddetti ve 'oğlunun cezası yüz değnek ile bir yıl uzaklaştırma cezası­dır' dedi. 'Ey Enis! Bu adamın karısına sorun eğer itiraf ederse recmedin, geçen günler onun aleyhinedir dedi."[9] Ömer bin Hattab'dan rivayet edilen hadisler arasında beş meş­hur muhaddisin İbn Abbas'tan rivayet ettiği hadis de şudur: "Hz. Ömer, Rasulullah'ın minberinde şöyle dedi: 'Allah, Muhammedi hak ile gönderdi ve O'na kitabı indirdi. İn­dirilen kitabta okuyup anlayarak zihnimize yerleştirdiğimiz recm ayeti vardı. Rasulullah (s) recmetti, biz de kendisinden sonra recmi uyguladık. Zaman geçtikçe insanların Al­lah'ın kitabında recm bulamıyoruz diye saparak Allah'ın indirdiğini terkedeceklerinden korkarım. Recm, kadın ve erkeklerden evli olanlar için kesin delil olduğu, gebelik ya da itiraf söz konusu olduğu anlarda uygulanması gereken bir gerçek olarak Allah'ın kita­bında mevcuttur."[10]

İmam Ahmed'in İbn Abbas'tan rivayet ettiği, Ömer bin Hattab'dan gelen ikinci ha­dis ise şudur: "Ömer bin Hattab hutbede recmden sözedip şöyle dedi: Recmden kaçış yoktur. O Allah'ın hadlerindendir. Şunu bilin ki Allah Rasulü recmi uyguladı, peşisıra biz de uyguladık. Eğer Kur'an'ın bir köşesinde yazılmış olsa idi bazıları çıkıp Ömer Al­lah'ın kitabında olmayan bir şeyi ona eklemiş diyebilirlerdi."[11]

Yine İmam Ahmed bin Hanbel'in Hz. Ömer'den rivayet ettiği üçüncü hadiste Hz. Ömer şöyle demiştir: "Recm ayeti hususunda helak olmaktan sakınınız."[12]

Hafız Ebu Ya'la'nın İbn Ömer'den rivayet ettiği dördüncü hadiste İbn Ömer şöyle demiştir: "Kesir bin es-Salt'ın şöyle dediğini duydum: "Mervan'ın yanındaydık. Aramızda Zeyd de vardı. Zeyd dedi ki: Biz Kur'an'dan 'Evli olan kadın ve erkek zina eder­lerse kati surette onları recmedin' diye okurduk. Mervan; 'Mushafa bunu yazsaydın ya" dedi. Zeyd: Bunu Ömer bin Hattab'a söyledik, o "bu konuda sizi aydınlatayım" dedi. 'Nasıl' dedik. Dedi ki: Bir adam Allah Rasulü (s)'ne geldi, Allah Rasulü ona birçok şey anlattı. Rasulullah'ın anlattıklarından biri de recmdi. Adam, 'recm ayetini bana yaz' de­di. Rasulullah 'şimdi olmaz' veya buna benzer bir şey söyledi."[13]'

İmam Ahmed bin Hanbel "recm ayeti"nin kaynağı hakkında Zerr'den bir başka ha­dis rivayet eder. Hadiste Zerr şöyle demiştir: "Ubey bin Ka'b bana: 'Ahzab sûresini okur ya da ayetlerini sayar mısın?' dedi. Yetmiş üç ayettir dedim. 'Hayır' onun ayetleri Bakara sûresine yakın idi dedi ve Ahzab sûresinde 'Evli erkek ve kadın zina ederlerse Allah'tan bir ibret olsun diye kati suretle onları recmedin. Allah güçlüdür hakimdir' ayetini okuyorduk dedi"[14]

Suyuti el-İtkan'ında Ceys bin Sad'dan, Ebubekir'in hilafeti döneminde Kur'an'ın tedvini ile ilgili rivayetleri açıklarken şunları nakleder: "Zeyd bin Sabit Kur'an ayetleri­ni ancak iki adil şahitle birlikte olunca yazıyordu. Ömer bin Hattab recm ayetini getirdi. Zeyd bunu yazmadı. Çünkü kendisi tek idi. Ebu Huzeyme bin Sabit de Tevbe sûresinin son kısmını getirdi. Şahidi de olmadığı halde onu kabul etti. Çünkü Rasulullah onun şe-hadetini iki şahidin şehadeti yerine kabul etmişti."[15]

Recmin Kur'an'da tilaveten neshsedildiği fakat hükmen baki kaldığı hususuna ge­lince bu konuda bir kaç noktaya dikkat çekmek istiyoruz.

Birincisi; hüküm olarak baki kalıp da tilaveten bir Kur'ani esasın neshedilmesinin hikmetini anlamak imkansızdır. Üstüne üstlük recm gibi hassas ve ölümle sonuçlanan bir hukuki durum olursa.

İkincisi; ayetin nassı hakkında gelen rivayet ihtilaflıdır. Ayrıca, cezaya konu olarak sadece yaşlı erkek ve yaşlı kadının zikredilmesi şaşırtıcı bir durumdur.

Üçüncüsü; Hz. Ömer bir ayetin yazılması hususunda şahitliği kabul edilmeyecek ka­dar adil değil miydi? Eğer, Nebi (s) vefat edinceye kadar, recm ayeti lafız ve hüküm yö­nünden neshedilmediyse Ve Hz. Ömer bundan emin idiyse bu durum karşısında sessiz kalmayacak kadar da güçlü değil miydi?

Kaldı ki, Hz. Ebubekir'e Kur'an'ın yeniden yazılması ve düzenlenmesi teklifini ve­ren de Hz. Ömer'dir. Kendisi bizzat bu işe önayak olmuştur.[16]

Hafız Ebu Yala'nın tahric ettiği ve Nebi (s)'nin recm ayetinin yazılması talebine karşılık vermemesi hususundaki hadise gelince; o mecliste Hz. Ömer de vardı ki kendisi bu hadisin ravisiydi. Bu konuda şüpheli olabilirdi veya en azından recm ayetinin Nebi (s) zamanında bu yüzden neshedildiği düşüncesine sahip olabilirdi.

Bütün bunlar bizi, Hz. Ömer'den rivayet edilen hadislerde bir karışıklık olduğu ka­naatine götürüyor. Elbette bu bizim tercihimiz. Kesin olarak savunduğumuz bir husus değil. Çünkü, bu konuda Nebi (s)'nin evli olup zina yapanları recmettiğine dair sahih kabul edilen hadisler sözkonusudur. (Maiz el-Eslemi'nin recmedilmesinde olduğu gibi). Nitekim bu mânâda daha bir çok sahih kabul edilen rivayet vardır. Yine, recmle ilgili Kur'an ayetinin var olduğuna dair hadisler de vardır. İşte bütün bunlar sözkonusu karı­şıklığa meydan vermektedir.

Olay bir yönüyle böyledir. Diğer yönden meseleyi ele alırsak; Nisa sûresinin 25. ayetinde evli-cariyenin zina cezasının "evli-hür" (muhsan) bir kadının cezasının yansı olduğunu müşahade etmekteyiz. Bu ayette ceza ile ilgili azap ifadesi kullanılmıştır. Kur'an'da, kölenin cezasını hürün cezasının yansı olarak ifade eden -Nur süresindeki ayet hariç- başka bir ceza türü zikredilmediği için Nisa süresindeki ayetin Nur süresin­deki ayetten sonra ve buna atfen indiği söylenebilir. Makul olan da budur. Alimlerin çoğu cariyenin cezasının elli değnek olduğu görüşündedir.

Buna göre "evli-hür" kadının zina cezasının da yüz değnek olması icap eder. Dolayı­sıyla, recm hükmünün doğruluğunu savunan alimler bu konuda bir problemle karşılaş­mış ve evli cariyenin cezasını Nur süresindeki ayetle belirtilen yüz değnek cezasının ya­nsı olarak değerlendirmiş, buna sebep olarak da recm cezasının yanya bölünemiyeceği-ni öne sürmüşlerdir. Bu şekildeki bir değerlendirme akla uygun olsa da dikkati çeken nokta cariyenin cezasının Nisa ve Nur süresindeki ayetlerle sabit olan Kur'anî bir hük­me dayalı oluşudur. Buraya kadar söylenenler recmin, lafız bakımından neshedilip hük­men geçerli olan Kur'anî bir düstur olduğu görüşü ile ilgilidir.

Recmin Nebevi bir düstur olduğuna gelince; Nisa sûresinin 15. ayeti, zina ettiği sabit olan kadınların ölünceye ya da Allah onlara bir kapı açıncaya kadar evlerinde bekletil­melerini emretmektedir. Ubade bin Samit'ten rivayet edilen hadiste: "Alın bunlan ben­den, alın, Allah onlara yollarını göstermiştir" diyor. Daha sonra bakire ve evli olanların cezalannı tayin ediyor. Öyle görünüyor ki, bu hadis Nur süresindeki ayetin nüzulünden önce rabbani bir ilhamla sorulan soruya cevap vermek ve var olan problemi ortadan kal­dırmaya yönelik olarak onların evlerinde ölünceye kadar tutulmalarına bir son vermek için sadır olmuştur. Çünkü, ayetin indiği sırada bu hadisin sadır olmasının hikmeti anla­şılamamaktadır. Zira ayet, vadedilen hükmü içermektedir. Hadisin rivayet olunan ifade­siyle ayetin nüzulünden sonra sadır olmasının hikmeti de anlaşılamamıştır. Çünkü ha­diste ifade edilmek istenen konu hakkında ayet nazil olmuştur. Söylediklerimizin sahih olması halinde, bu ayet daha sonra neshedilmiş ve "evli-bekar" ayrımı yapılmaksızın zi­na edenlere ait genel bir hüküm belirtilmiş olur. Bu genel hüküm ise, yüz değnek ceza­sıdır.

Evli olup zina edenlere recmi öngören diğer hadislere gelince, anlaşılacağı gibi bu rivayetler Nur süresindeki ayetten önce meydana gelmiştir. Maiz'in recmedilmesinde önemli bir noktaya temas etmek gerekir. Nitekim Nebi (s) recmedilen şahsın kaçtığını ve yakalanıp Ölünceye kadar vurulduğunu haber aldığında "Onu bırakmadınız mı" diye­rek taşlanmasının yeterli olduğunu, kaçtığı sırada öldürülmeden bırakılmasını ifade et­miştir.

Ancak, bir çok rivayetin, halifelerin evlilerden zina edenleri recmettiği, bunlardan beş muhaddisin rivayet ettiği: "Rasulullah recmetti biz de ondan sonra recmettik" şek­lindeki Hz. Ömer'in hadisi ve fıkıh imamlarının, evlilerin zina cezasının recm olduğun­da birleşmeleri bizleri araştırmaya sevketmektedir. Halifeler, Peygamber (s)'in recmi uyguladığından ve uygulanmasını emrettiğinden emin olmadan bunu kesinlikle yap­mazlardı. Yine Nur süresindeki ayet indikten sonra Peygamberin hayatta iken onu nes-hedip etmediğinden emin olmadan bunu yapmazlardı. Kaldı ki, genel mânâdaki Kur'anî nassla Kur'an'ın hüküm belirtmediği ya da umumi hüküm belirttiği hususlarda Peygam­ber (s)'in sair uygulamaları birbiriyle çelişmemelidir. Elbette ki en doğrusunu Allah bi­lir.Daha önce sözü geçen yüz değnek cezası ve evlilerin recmi meselesi de ihtilaflıdır. Maiz'in recmedilmesinde Nebi (s) recmden önce yüz değnek vurulmasını emretmemiş, sadece recmi emretmiştir. Rivayete göre İmam Şafii, Malik ve Ebu Hanife buna daya­narak, yüz değnek vurulmadan recmedilmesi görüşünü benimsemişlerdir[17]. İmam Ah-med bin Hanbel bu konuda onlardan ayrı olarak yüz değnek cezasının Kur'an'ın hükmü olduğunu ve recmin ise Peygamber sünneti olduğunu belirtmiş, her ikisini uygulamanın vacip olduğu kanaatine varmıştır. Yine, İmam Ahmed'e ulaştığı sabit olan bir rivayete göre Ali bin Ebi Talib, zina etmiş evli birine yüz değnek vurup daha sonra recmetmiş ve şunu söylemiştir: "Kur'an'ın emriyle yüz değnek vurdum, Peygamber'in emri ile de recmettim."[18]

Uzaklaştırma cezası bekarlar için yüz değnek vurulduktan sonra uygulanan bir sün­nettir. İmam Şafii ve Hanbel bu görüştedir. İmam Ebu Hanife ise uzaklaştırmayı bir ge­reklilik olarak değil bir te'dip ve kınama unsuru olarak görmüştür. İmam Malik ise uzaklaştırma cezasının sadece erkeklere olacağını savunmuştur[19].

Herhalükarda değnek cezasından sonra uzaklaştırma ya da değnek ve akabinde evliler için recmetme cezalan hadislerde rivayet olunmuştur. Nitekim daha önce de belirtti­ğimiz gibi Peygamber'in koyduğu kurallar, ya Kur'an'ın hakkında hüküm bildirmediği ya da genel hüküm bildirdiği konulardır. Bizim tercihimiz Ebu Hanife, Şafii ve Malik'in Maiz hadisine dayanarak değnek cezası ile recmi birlikte uygulamamak gerektiği yö­nündeki görüşleridir.

Gerçekleşmesi muhtemel olan ve üzerinde durmadığımız konulardan biri; evli olanın bekar ya da dul ile zina etmesi meselesidir. Diğer bir konu, bekar birinin evli bir kadınla zina etmesi. Rivayetlere göre Nebi (s) tarafından evli olanlara daha şiddetli bir ceza uy­gulanmasının hikmeti; bekarlara oranla evli olanların, cinsi ihtiyaçlarını tatmin etmele­rinden ötürü fuhşa zorlanacak durumda olmadıklarıdır. Dolayısıyla recm sadece evli olanlara tatbik edilmiştir. Kadın olsun erkek olsun recm konusunda aralarında fark yok­tur. Bekarın cezası ise, bazı mezheplere göre uzaklaştırma ile birlikte yüz değnek diğer­lerine göre ise; uzaklaştırma (sürgün) cezası olmadan sadece yüz değnektir. En doğrusu­nu Allah bilir.

Burada iki ayrı mesele daha çıkıyor karşımıza. Evlinin ya da bekarın bir erkekle li-vata yapması. Kıyasa göre bu durumda cezanın zina cezası gibi olması, evli olanın recm, bekarın ise yüz değnek ile cezalandırılması gerekir. Ancak sünen sahiplerinin İbn Abbas'tan, onun da Nebi (s)'den rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulmuştur: "Lut kavmi­nin yaptığını yapan iki kimse görürseniz her ikisini de öldürün."[20] Alimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Bu konuda lutilik ile zina hükmü arasında bir çelişki de söz konusu değil­dir. Nitekim Kur'an bu konuda hüküm bildirmemiştir.

Zina ve lutilik olayında hemen bir soru akla geliyor. İstemediği halde bu işe zorla­manın durumu nedir? Bu da olası bir durumdur. İbn Mace'nin, Süneni'nde ve İbn Hib-ban'ın sahihinde, İbn Abbas'tan rivayet ettiği hadiste Rasulullah (s): "Allah, ümmetim­den hata, unutma ve icbarı kaldırmıştır" demiştir. Nahl sûresinde de, kalbi iman ile ya­tıştığı halde imandan sonra zorlandıkları sebebiyle dilleri ile küfredenlere Allah'ın gaza­bında bir istisna vardır"[21]. Yukarıdaki hadis ve ayet mevcut sorunun cevabını veriyor. Elbette ki Allah en doğrusunu bilir.

Bir başka konuyla ilgili olarak şunu da hatırlatmakta yarar görüyoruz. Hayvanlara tecavüz konusunda çelişkili rivayetler mevcuttur. Ebu Davud ve Tirmizi'nin İbn Ab­bas'tan rivayet ettiği bu hadislerden birincisinde Allah Rasulü (s) şöyle demiştir: "Hayvana tecavüz edeni o hayvanla birlikte öldürün." Ravi İbn Abbas, hayvanın du­rumunun ne olacağını sorduğunda ona: "Durumu öyledir. Ancak etinin yenilmesi de mekruhtur. Çünkü hayvana Lut kavminin yaptığı yapılmıştır." dedi. Çelişkili olan ikinci rivayette ise İbn Abbas "Hayvana yaklaşana had yoktur" demiştir.[22]

Bu bahsi kapatırken şunu hatırlatmakta yarar var ki, çoğu mezheplere göre evli olup zina edenler için recm cezası vardır. Bunu kabul etmeyip sadece Kur'an'ın nassma göre yüz değnek cezasını evli-bekar farketmeksizin kabul edenler de vardır. Suyuti bunları Hariciler olarak zikretmiştir.[23]'

Zinanın isbatı için ayette herhangi bir yöntem zikredilmemiş olmakla birlikte, Nisa sûresinin 15. ayetinde bahsi geçen dört şahidin bu ayetler için de geçerli olduğu kana­atindeyiz. Devamındaki diğer ayetler de bunu destekleyici niteliktedir. Öyle ki, zina edenlerin hükmü konusunda Nur süresindeki ayetin, şahit sayısı aynı kalmak suretiyle Nisa 15. ve 16. ayetleri ile tamamlandığı söylenebilir. Sözkonusu ayetlerin tefsirlerinde, zina suçunun kesinlik kazanması için "dört şahit"in hikmetini anlatmıştık. Hz. Ömer'­den rivayet edilen hadiste itiraf ve gebelik hali de suçun kesin olarak işlendiğine delalet eder. Bu yolla da hak ortaya çıkabilir. Rivayete göre, Maiz'in recmi kendi itirafına bina­en Nebi (s)'nin emri ile yapılmıştı.

Özetle söylenecek olursa, lutilik suçunun kesinleşmesi, zina suçunun kesinleştiği koşullarla aynı bağlamda değerlendirilir.

Ayet ve hadisler genel anlamda olup sözü edilen suçlarda hürlerle kölelerin aynı kapsamda olduğunu ifade etmektedir. Nisa sûresinin 25. ayeti daha önce de belirttiği­miz gibi evli olan cariye için bir istisna getirmişti. Ancak erkek kölenin durumu hakkın­da Peygamber (s)'den herhangi bir rivayete rastlayamadık. Fakat, ayet ve hadislerin ge­nel çerçevesi muhtelif hallerde erkek kölenin durumunun hür bir kimse ile aynı olduğu­nu ifade etmektedir. Müfessir Kasımi'nin kaydettiğine göre, bazı müfessirler erkek bir kölenin hür bir kadınla zina etmesi halinde recmedileceğini, bir cariyeyle zina ederse de yüz değnek cezasına çarptırılacağını söylemişlerdir. Sözü geçen müfessir Kasımi bu gö­rüşü Suyuti'ye nisbet ederek zayıf görmüş ve ayetin metniyle uyuşmadığını belirtmiştir.

Daha önce de açıkladığımız gibi, hikmet-i ilahinin cariye için uygulanacak cezayı hafifletmesi, cariyenin toplumsal durumu ve fitneye maruz kalması sebebine dayanmak­tadır. Ancak bu hafifletme erkek köleler için sözkonusu değildir.

Bir kısım ulema "Allah'ın emrettiği cezayı uygulamakta sizi, onlara karşı acıma duygusu tutup engellemesin" cümlesi için; "bu, cezanın mutlak surette uygulanması­na yöneliktir, aksi halde değnek vururken şiddetli olunması anlamına gelmez" demiş­lerdir. Burada vururken şiddetli olunmaması icap eder. İbn Kesir bu mevzu ile ilgili olarak şu rivayeti nakleder: "İbn Ömer zina eden cariyesine hafifçe vururken oğlu: Nasıl vuruyorsun? Allah: 'Sizi acıma tutmasın' diyor" dedi. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle konuştu: "Oğlum! Allah öldürmemi emretmedi. Başına vurmamı da emretmedi,"

Ayette ikinci çoğul şahıs kalıbı kullanılmışsa da ilk etapta muhatabın müslümanlar olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Ayetin ruhu ve ifade ettiği mânâya göre ise muhatap Ne­bi (s)'dir. Zina bir suçtur ve hukuki anlamda isbatı gerekir. Aynı şekilde cezayı uygula­yacak bir kuvvet de gereklidir. Her iki özellik Nebi (s)'nin şahsında toplanmıştı. Ayetin devamı, ileriye dönük bir hukuki düzenlemeyi içermekte Nebi (s)'den sonra gelecek olanların da Peygamberlik makamında olup yargı ve infaz gücünü kullanarak bu kuralı uygulayacaklarını ifade etmektedir.

Kur'an ve Sünnet'in hukuki anlamda kadın ile erkeği bu şekilde eşit tutması övgüye şayan bir husustur. Bir taraftan adalet ve hakkı, diğer taraftan kadın ile erkeğin aynı şe­ye tabi olup benzer görevler üstlenmeleri ile eşitliği yerleştirir. Şüphesiz, bugün İslami ortamlarda da zaman zaman olduğu şekliyle zina suçunda kadının erkeğe oranla daha fazla cezalandırılması hak, adalet ve eşitlik üzerine kurulu olan Kur'an'in yapısı ile uyuşmaz.

Cariyenin istisna tutulması bu eşitliğe bir zarar getirmez. Hür kadınlar İslam toplu­munda çoğunluktadır. İslam toplumu da bu kadınlar ile ayaktadır. Dolayısıyla az bir sa­yıda olan cariyelere yapılan bu istisna onların konumlan gereğidir. Bu istisna erkek kö­leleri kapsamaz. Dahası sözkonusu istisna, şiddete yönelik değildir; daha yumuşak bir cezai müeyyideyi öngörmektedir.

3- Zina eden erkek, zina eden veya şirk koşan kadınla­rdan başkasıyla evlenmez. Zina eden kadın da zina eden veya ortak koşan erkekten başkasıyla evlenmez. Böyleleri ile evlenmek mü'minlere haram kılınmıştır. [24]

 

Zina Edenlerin Evlenme Halleri

 

"Zina eden erkek, zina eden veya şirk koşan kadından, zina eden kadın da zina eden veya şirk koşan erkekten başkasıyla evlenmez."

Müfessirler bu ayetin, Mekke ve Medine'de zina ile tanınmış ve kapıları işaretli olup kendilerini satan kadınlarla evlenmeleri hususunda bazı müslümanların Nebi (s)'den izin istemeleri üzerine nazil olduğunu rivayet etmişlerdir[25]. Böylesi kadınlardan bazılarının isimlerini de zikretmişlerdir. Nitekim, bunlardan biri Ümmü Mehzul'dür. Ancak bu kadınla kimin evlenmek istediği zikredümemiştir. Erkeklerden ismi zikredilen Mür-sid adında birinin Cahiliye döneminde bir kız arkadaşı bulunmaktaydı. Tirmizi, Mürsid ve Anak kıssasını bizzat Mürsid'den rivayet eder: "Mekke'de fuhuş yapan ve Anak adı­nı taşıyan bir kadın vardı. Daha önce benim arkadaşım idi. Bir gece Mekke'de karşıma çıktı ve bana: "Gel hadi, geceyi yanımızda geçir" dedi. Ben de: "Ey Anak! Allah zinayı haram kıldı." dedim. Medine'ye geldiğimde Rasulullah (s)'ın yanına geldim ve: "Ya Rasulullah Anak ile evlenebilir miyim?" diye sordum. Ayet nazil oluncaya kadar bana bir şey söylemedi. Derken ayet nazil oldu: "Zina eden erkek, zina eden veya şirk koşan kadınlardan başkasıyla evlenmez. Zina eden kadın da zina eden veya ortak koşan erkek­ten başkasıyla evlenmez. Böyleleri ile evlenmek mü'minlere haram kılınmıştır"[26]

Bu ayet önceki ayetlerin bir devamı niteliğindedir ve zinanın ne denli kötü bir suç olduğunu ve buna yeltenenlerin ne derece kötü bir iş yaptıklarını vurgulamaktadır. Tir-mizi'nin rivayet ettiği hadis, her ne kadar zina yapmakla tanınmış kadınlar ile evlenmek için bazı müslümanların Nebi (s)'den izin istemelerini menetmemişse de bu ayet ile müslümanlar böyle bir davranıştan menedilmiştir.

Ayette, zina eden kadın ve erkekle evlenmenin açık bir şekilde yasaklanmasına kar­şın, müfessirlerin sözleri ve onların rivayet ettiği hadislerden bir çoğu, bu meselenin hükmü hakkında muhtelif görüşler ortaya koymuştur[27]. Nitekim, sözkonusu kişilerle evliliğin yasaklanması zinaya bağlanmıştır. Aynı zamanda bunlarla evliliğin haram olu­şu "Pis kadınlar pis erkeklere, pis erkekler de pis kadınlaradır" emrinin bir gereğidir. Aynca bu ayetle, zina eden erkeğin nikahının ancak zina eden kadınla ya da müşrike bir kadınla olabileceği, zina eden kadının ise ancak zina eden erkek ya da müşrik bir kimse ile evlenebileceği vurgulanmaktadır. Müfessirlerin bu konudaki rivayetlerinden biri de, Mazu'un Hz. Aişe'ye söylediği şu sözüdür: "Bir kimse bir kadınla zina ettiği taktirde bu ayetten dolayı o kadını nikahlayamaz". Yine müfessirlerin rivayetine göre, Mazu'un İbn Abbas'a; zina eden bir kadınla evlenilebileceğini ve zina eden bir erkeğin de evlendiri-lebileceğini söylemiştir.

Zemahşeri de bu sözü destekleyici mahiyette bir hadis kaydetmiştir. Hadiste bu me­sele sorulmuş cevaben "birincisi fuhuş ikincisi ise nikahtır, haramlar, helal olan bir şeyi haram kılmazlar" denmiştir. İlk başta söylenen söz, ayetin genel olarak ifade ettiği anla­mı daha tutarlı bir biçimde açıklamaktadır. Mazu'un İbn Abbas'a söylediği sözün ifade ettiği anlamın tutarlılığı da açıkça anlaşılmaktadır. Özellikle de eğer Zemahşeri'nin kaydettiği hadis sahih ise, her ne kadar müsnedlerdc zikredilmemişse de Kur'an'ın ge­nel öğretileriyle çelişmez. Zina eden kadın ve erkek tevbe etmek suretiyle pekala iyilerden olabilirler. Tevbeden önce yaptıkları iş onların şer'i evliliklerine engel değildir. Ha­lis bir kalp ile yapılan tevbe kafir, münafık, fesatçı, kasten adam öldürenler ile Allah'a ve Rasulü'ne savaş açanlar için rahmet ve mağfiret kapısına giden yoldur. Daha önce Furkan sûresinde ve daha bir çok yerde temas ettiğimiz gibi tevbe, yeryüzünde fitne çı­karan ve kasden adam öldürenlere bu kapıyı açtığı gibi zina eden erkek ve kadın için de bu kapıyı açacaktır şüphesiz. Bu ayetin "sizden dul olanları evlendirin" ayeti ile neshe-dildiğine dair görüş bu mecalde tutarlı değildir. Tutarlı görüldüğü takdirde, bu ayetin, erkek ve kadınlardan bekar olanları kapsadığı, bunlardan zinaya bulaşıp sonra tevbe e-den ve iyilerden olanları içine aldığı söylenebilir. Şüphesiz Allah daha iyi bilir.

Yeri gelmişken şunu da hatırlatmakta fayda var; yahudi şeriatında evli olup zina e-den erkek ve kadınların öldürüleceği hükmü yer almaktadır. Aynı şekilde lutiliğe yelte­nenlerin, hayvana yaklaşanların hayvan ile birlikte öldürülmelerini emretmektedir. Baş­kası tarafından istenilen bir bekar kızla zina edenin (eğer zorlama olmamışsa) o kızla birlikte öldürülmesi emredilmiştir. Yine babasının vermek istemediği bir kızla zor kulla­narak zina edenin de öldürülmesi emredilmiştir.[28] [29]

 

4-  Namuslu kadınları'[30]' zina ile suçlayıp[31]' da sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimse­lerdir.

5-  Ancak bundan sonra tevbe edip uslananlar hariç. Çün­kü Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir

 

Bu iki ayet namuslu kadınlara zina iftirasında bulunanlar hakkındaki hükmü içer­mektedir. Bunlar dört şahit ile iddialarını delillendiremedikleri takdirde seksen değnek cezası haklarında sabit olup şahitlikleri ebediyyen kabul edilmeyecek ve fasık olarak dalgalanacaklardır. Fakat bunlardan tevbe edip uslananlar ve böylece işledikleri kötü fiili telafi edenler bağışlayıcı ve esirgeyici olan Allah'ın affına mazhar olup ayetteki ce­zadan müstesna tutulacaklardır. [32]

 

Kazf Suçu Ve Cezası

 

"Namuslu kadınları zina ile suçlayıp da sonra dört şahit getiremeyenlere..." "An­cak bundan sonra tevbe edip uslananlar hariç..."

Taberi, bu iki ayetin Ümmü'l-Mü'minin Hz. Aişe'nin, siyerde "İfk hadisesi" diye bilinen töhmete uğraması ile ilgili olarak nazil olduğunu rivayet etmiştir. İfk hadisesine daha sonra değineceğiz.

Ayetin bu hadiseyle ilgili olarak nazil olduğu görüşü doğru olabilir. Ancak konu, bu iki ayet ve önceki ayetlerle bağlantılıdır. Aynı zamanda bu iki ayet bağımsız ve başlı başına genel hukuki kuralları içeren bir bölümdür.

Ayet, zahiren kadınları zina ile itham edip dört şahit getiremeyenlere had (ceza) uy­gulanmasının gerekliliğini vurgulamaktadır. Ancak ulemanın büyük bir çoğunluğu, bu hükmün, zina ile itham edilen erkekleri de kapsadığı görüşündedir. Nitekim, Ömer bin Hattab (r)'ın bir kişiyi zina ile suçlayıp dört şahit getiremeyen bir grup insana kazf (töh­met) cezası uyguladığı rivayet edilmiştir.[33]

Özetle söylemek gerekirse kazf (zina töhmeti) suçunda kadın ve erkek arasında bir fark yoktur. Daha önce değişik mevzularda da söylediğimiz gibi Kur'an bu meselelerde kadın-erkek ayrımı yapmamıştır.[34]

Ancak kazf suçunu köle ya da cariyenin işlemesi halinde farklı görüşler varid ol­muştur. Bir kısım, bu suçu işleyen köle ya da cariyeye aynı ceza uygulanır derken, bir kısım ise cariyeye ya da köleye, hür bir kimseye uygulanan cezanın yarısı uygulanır gö­rüşünü benimsemiştir[35]. Hemen ifade edelim ki birinci görüş daha tutarlıdır. Çünkü ayette hür-köle şeklinde bir ayrım olmadığı gibi cezayı hafifletici herhangi bir neden de yoktur.

Bir kısım müfessirler kazf cezasının evli olup da töhmette bulunanlara uygulanaca­ğını, evli olmayanlara uygulanmayacağını, onların sadece kınanacağını söylemişler­dir[36]. Bu görüşte olanlar (muhsanat) kelimesini "evli olanlar" şeklinde yorumlamışlar­dır. Bir kısım müfessirler de Muhsanat kelimesini "namuslu kadınlar" olarak te'vil etmislerdir[37]. Böylece evli olsun bekar olsun kazf (zina iftirası) suçu işleyen kişiye ceza uygulanması gerekir. Muhsanat kelimesi her iki anlamı da ifade eder. Her iki görüşte tu­tarlıdır. Birinci görüşü tercih etmek durumundayız çünkü, evli olanlara yapılan zina ifti­rası onların aile ve toplum yaşantısında büyük yankılar uyandırır.

Bazı müfessirler, zina ile tanınan kadınlara yapılan iftira için ceza olmadığı görüşün­dedir[38]. Bu görüş, ayette geçen "muhsanat" kelimesini "namuslu olanlar" şeklinde tefsir edenlerin görüşü ile uyuşmaktadır. Bazıları da zina ile suçlanan kimsenin itiraf etmesi halinde, kâzf (itham eden)'in cezalandırılmayacağını söylemişlerdir.[39] Bu görüş de isa­betlidir.

Müfessirlerin ifadelerinden şu sonuca varabiliriz[40] kazf (iftira) suçu ister veliyy-i emre ve hakime götürülen hukuki bir dava şeklinde olsun, isterse iftira edilen şahsın ya­nında ya da gıyabında onu karalayıcı şekilde olsun sabit bir suçtur. Aynı şekilde haber verme şeklinde, açık ifade ile veya zinaya yorumlanacak bir ifadeyle de olsa dört şahit getirilmediği taktirde bir suçtur ve yukarıda zikredilen görüşler bu ayetin ruhuna ve içe­riğine uygundur.

Daha önce anlattığımız ve Hz. Ömer döneminde meydana gelen olaya göre şahitler bir iki veya üç tane olduğunda ve dörde tamamlanmadığı müddetçe şahitlik eden üç şa­hıs kazf (zina iftirası) suçuyla cezalandırılır. Ulemanın büyük bir çoğunluğu bu görüşte­dir. Doğru olan da budur. Yine müfessirlerden bir kısmına göre, şikayette bulunan veya zina isnat eden kimse dört şahitten biri sayılabilir. Bu da tutarlı bir görüştür. Çünkü me­sele, davalı ile davacı arasında bir düşmanlık meselesi değildir.

Zina iftirasında bulunan kimsenin cezalandırılmasının hikmeti kolayca anlaşılmakta­dır. Zina isnadında bulunanın dört şahit getirme zorunluluğu ve ancak dört şahit ile zina­nın sabit olacağı da aynı hikmete dayanmaktadır. İnsanların ırz ve şerefleri sosyal ya­şantılarının temel unsurlarındandır. Irz ve şerefe yönelik bir itham, şahsi, ailevi ve top­lumsal yaşama yönelik tehlikeli sonuçlar doğurur. Zina ithamında bulunan kişinin bu it­hamını delillendiremediği taktirde kazf cezasına çarptırılması ise, insanların ırzlarına yönelik aşağılayıcı saldırılara karşı bir koruyucu kalkan niteliği taşır. Aynı şekilde töh­metin dört şahide bağlanması da, kargaşayı önlemesi, kötü haberlerin İslami çevrelerde yayılmasını engellemesi bakımından güçlü bir önlemdir. İddiada bulunan kişi dört şahit getirerek iddiasını delillendirirse o taktirde itham edilen kişinin çirkin bir iş işlediği sa-bitleşir ve ithamda bulunan şahıs haklı olarak, fuhşa irtikap edip bu denli çirkin bir leke­ye bulaşan şahsın tanınmasına yardımcı olmuş olur.

İkinci ayette "Ancak bundan sonra tevbe edip uslananlar hariç" şeklinde bahsi geçen istisna hakkında farklı görüşler serdedilmiştir. Bir görüşe göre tevbe, cezayı kaldırmaz ve töhmette bulunanın şahitliğinin kabul edilmesini sağlamaz. Sadece fasıklık sıfatını kaldırır. Bazılarına göre, şahitlik de kabul edilir. Ayette geçen "asla (ebeden)" kelime­si, tevbenin olmaması ve ithamda bulunanın ısrarla töhmetine devam etmesi halinde sözkonusudur diyerek tevbe ettiği taktirde şahitliğinin kabul edilebileceğini söylemiş­lerdir. Diğer bir görüşte ise, şehadetinin kabul edilebilmesi için tevbe ettikten sonra ya­lan söylediğini itiraf etmesi gerekir. Bütün bu görüşler, tabiinden bir kısım ulemaya ve fıkıh mezheplerinin imamlarına isnad edilmiştir.[41]

Tabiin alimlerinden Şabi'ye isnad edilen bir görüş ise, iftirada bulunan kimsenin ce­zadan önce tevbe etmesi halinde cezanın uygulanmayacağı yönündedir[42]. Ancak Şa­bi'ye ait bu görüşe aykırı bir görüş daha vardır. Buna göre, tevbe eden müfteriden ceza­nın kalkması, töhmete uğrayan kişiye bağlıdır. Affederse, had (ceza) uygulanmaz. Bize göre bu görüş daha tutarlıdır. Çünkü zina töhmetinde bulunmak sadece Allah'a karşı iş­lenmiş bir suç değildir. Burada kul hakkı da vardır. Nitekim kısas hükmünde de durum böyledir. Eğer öldürülen (maktul) taraf affederse kısas uygulanmaz. Affetmezse kısas uygulanır.

Burada ayetin metnine uygun olan görüş; tevbe ile töhmette bulunanın şahitliğinin kabul edilip fasıklık sıfatının kalkmasıdır. Nitekim, zinanın sabit olduğu durumlarda doğruluğundan emin olunan bir, iki veya üç kişinin bu olayı bilmesi ve her zaman için dört şahidin bulunmaması da dikkate alınmalıdır.

Ayette kullanılan ibare, Şabi'nin tevbe ile cezanın kalkacağına dair düşüncesini te-yid etmiyor. Naklettiğimiz diğer görüşler daha isabetlidir. Ancak töhmetçi, tevbe et­mekle birlikte ithama maruz kalan kişi tarafından -kısasta olduğu gibi- affedilirse ceza kalkar.

Bir kısım ulema, tevbenin kabul edilebilmesi için ilan edilip, ortaya atılmış töhmet ve yalandan ötürü pişmanlık bildirilmesini gerekli görmüşlerdir. Bazıları ise tevbenin i-lan edilmesine gerek görmeyip doğru olanı açıklamasını yeterli bulmuşlardır[43]. Birinci görüşe meyletmiş olmakla beraber her iki görüşün de isabetli olduğunu söyleyebiliriz. Birinci görüşü tercihimizin nedeni; bu şekilde töhmete maruz kalan kimsenin şerefi muhafaza edilmiş ve töhmette bulunanın fasıklık ile damgalanması önlenmiş oluyor.

Dikkat edilirse ayet, şahitleri herhangi bir sıfat ile belirtmemiştir. Bu nedenle bazıla­rı: "Kim olursa olsun şahitlerin şehadeti kabul edilir.'" görüşünü benimsemiş, bazıları ise Hucurat süresindeki "Ey iman edenler eğer bir fasık size bir haber getirirse doğru­luğunu araştırın, bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz" ayetine dayanarak fasıklıkla bilinenlerin şehadetlerinin kabuledilmeyeceğini savunmuş­lardır. Bazıları ise "müslüman olmak" şartını Nisa Sûresinin 15. ayetine dayanarak ileri sürmüşlerdir. " Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin..." bu ve bundan önceki görüş isabetlidir.

Nisa sûresinin 15. ayetinin tefsirinde de değindiğimiz gibi alimlerin büyük çoğunlu­ğu zina ve kazf (zina ithamı) şahitliğinin erkeklere mahsus olduğunu savunmuşlardır. Söylediklerimizi burada da tekrar edecek olursak; bu ayette böyle bir sınırlama sözko-nusu değildir. Kadınların şehadetini meneden bir rivayete rastlamadık. Kaldı ki, zina su­çunu erkeklerden çok kadınların görme fırsatı vardır[44].

Kölenin şahitliğine gelince, bu hususta da müfessirlerin hiç birinde, bir kayda rastla­mak mümkün değil. Kur'an-ı Kerim, kölenin şahitliğini menetmemiştir. Hür bir müslü-manın şahitlik edebileceği bir konuda doğal olarak müslüman bir köle de şahitlik edebi­lir. İbn Kayyım, bu meseleye işaret ederek aksini savunanları zayıf görmüştür[45].

Aynı şekilde müfessirler, zina töhmetine maruz kalan köle veya cariyenin durumu­nun ne olacağı hususunda görüş belirtmemişlerdir. Ayette geçen 'muhsanat' kelimesini 'hür ve namuslu kadınlar' şeklinde yorumlamışlardır. İbn Kayyim bu meseleye işaretle, zina töhmetinde bulunan köleye ceza uygulanmayacağını söyler. Bunun sebebini ise şöyle açıklar: "Allah köleyi, ne sosyal ne de hukuki olarak hür gibi kılmamıştır. Bu an­lamda eşit kılmayışı, ahirette sevap ve azap noktasında da eşit kılmadığı anlamına gel­mez. Orada herkes eşittir. Çünkü, ahirette insan ve işlediği ameller vardır sadece".[46]

Burada bir noktayı belirtmek istiyoruz; zina eden köle ya da cariye olursa zina cezası uygulanır ancak, onları itham eden kişi bunu isbatlayamazsa ona da ceza uygulanır. En azından 'muhsanat' olmayanları töhmet edenlerin cezalandırılmayacağını savunanların görüşüne kıyasla köle-cariyelere iftira edenler kınanmak suretiyle cezalandırılır. En doğrusunu Allah bilir. [47]

 

6- Eşlerini zina ile suçlayıp kendilerinden başka şahidi bulunmayanlara gelince, onlardan herbirinin şahitliği, kendi­sinin mutlaka doğru söyleyenlerden olduğuna, dört defa Allah'ı şahit tutmasıdır.

7- Beşinci defa da: Eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını diler.

8- Kadının da dört defa sözüne Allah'ı şahit tutup kocası­nın mutlaka yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi kendisinden azabı kaldırın'[48]'.

9- Beşinci defa da: Eğer kocası doğrulardan ise Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler.

10- Ya Allah'ın size lütfü ve rahmeti olmasaydı ve Allah, tevbeleri çok kabul eden ve hikmet sahibi olmasaydı (ne yapardınız?)

 

İlk üç ayette, kocanın sadece kendi şahitliği ile karısına zina töhmetinde bulunması hakkında hüküm yer almaktadır. İlk iki ayette varid olan beş kez şahitlik etmesi şahitle­rin yerine geçer ve karısına zina haddi gerekir. Ancak, karısı da aynı şekilde 3. ve 4. ayette zikredildiği gibi şahitlik ederse ceza kalkar.

Beşinci ayette ise, bu hükmün yüce hikmetine işaret vardır. Sıkıntı ve rahatsızlık ve­rici bu problemi sağlıklı bir çözüme kavuşturmaktadır. Nitekim, eğer müslümanlar üze­rinde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, Allah müslümanları kuşatıp, onların durum­larını bilerek tevbelerini kabul etmeseydi şiddetli sıkıntı ve rahatsızlığa düşerlerdi. [49]

 

Zina İsnadını Kanıtlamanın Zorunluluğu

 

Bu ayetlerin nüzulü hakkında çeşitli rivayetler mevcuttur. Buhari ve Tirmizi'nin İbn Abbas'tan rivayet ettikleri hadiste şunlar yer alıyor: "Hilal bin Ümeyye karısını Nebi (s) yanında Şerih bin Semha ile itham etti. Nebi (s): 'Ya delil getirirsin, ya da iftira suçun­dan cezaya uğrarsın' dedi. Hilal: 'Ey Allah'ın Rasulü birisi karısı ile başkasını görürse delil peşinde nasıl koşsun?' Nebi (s) yine delil getirirsin ya da iftira cezasına uğrarsın diye karşılık verdi. Hilal: 'Seni Hak ile gönderene yemin olsun ki ben doğru söylüyo­rum. Allah beni hadden beri kılacaktır'. Bunun üzerine Cebrail bu ayetleri ulaştırdı. Ne­bi Hilal'i karısının yanına gönderdi Hilal şahitlik etti. Nebi: 'Allah ikinizden birinin ya­lan söylediğini biliyor. Tevbe edeniniz yok mu?' dedi. Bunun üzerine Hilal'in karısı kalktı ve şahitlik etti. Beşinci kez şahitlik ettiğinde onu durdurdular ve "bu kadın büyük günah işlemiştir." dediler. Bunun üzerine kadın duraksadı, biz yeminden vazgeçip itiraf edeceğini düşündük. Daha sonra; "Kavmimin geleceğini lekelemem" diyerek devam et­ti. Nebi (s): "O'nu izleyin, eğer gözü sürmeli, ayaklan süslü ise bunları Şerik bin Semha için yapmıştır". Kadın da bu hal üzere geldi. Daha sonra çocuğun kadına kalmasına hükmetti ve lanetleşen karı kocayı ayırdı. Sonra Allah'ın miras hususundaki hükmünü de icra etti."[50]

Başka bir rivayette Ensar'ın lideri Sa'd bin Ubade önceki ayet nazil olduğunda Ra-sulullah'a şöyle demişti: "Ey Allah Rasulü, şayet bir adamı bu çirkin durumda görsem dört şahit getirinceye kadar adam yapacağını yapar". Çok geçmeden Hilal bin Ümeyye geldi ve başından geçen olayı anlattı. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu."[51]

Mevcut rivayetler, ayetlerin daha öncekilerden bağımsız olarak indiğini fakat konu olarak aynı silsilenin bir devamı olduğunu gösteriyor.

Ayetin müstakil nazil olup, mevzuu itibariyle sûrenin akışına uygun olduğu için bu ayetlere eklendiği ya da mezkur ayetlerden sonra nazil olduğu halde mevzu ve zaman münasebetiyle buraya konulduğu söylenebilir. Ancak bizim tercihimiz şudur: Peşpeşe gelen bu ayetler ve daha önce vuku bulan olaylar da gösteriyor ki, bir defada nazil ol­muştur. Nitekim ilk on ayette, mânâ birliği ve konu benzerliği göze çarpmaktadır.

Bu şekilde karşılıklı yeminleşme, fıkıhta "Mülaane" veya "Lian" olarak bilinir. Bu-hari ve Tirmizi'nin kaydettiği hadise göre böyle bir karı-koca birbirinden ayrılır. Ebu Hanife böylesi bir ayrılığın "talak-ı bain" (isterse tekrar evlenebilen) olduğu görüşünü benimsemiş, İmam Şafii ise böyle bir ayrılığın ebedi olduğunu savunmuştur. Müfessir-lerin deyimiyle alimlerin çoğu bu ikinci görüştedirler.[52]

Burada karı-kocanın ebedi olarak ayrılması görüşü isabetlidir. Ancak. Hilal'in lanet-leşmesini konu alan rivayete bakılacak olursa, Ebu Hanife'nin görüşü ile bu rivayetin çeliştiği söylenemez. Çünkü, hadiste kesin bir ifade bulunmamaktadır. Eğer koca iddi­asından vazgeçer ve kendisini yalanlarsa bu durumda Ebu Hanife'nin görüşü isabetlidir. Dolayısıyla bu şekilde kadının şerefi tekrar iade edilmiş olur. En doğrusunu Allah bilir.

Kolayca anlaşılacağı gibi "Lian" (lanetleşme) hukuki bir yaptırımdır. Bizzat Nebi (s)'nin eliyle, onun emriyle ve halka açık bir yerde uygulanmıştır. Doğal olarak bu hu­kuki yaptırım, Peygamber'den sonra ulü'1-emr tarafından ya da onun naibi tarafından uygulanmalıdır.

Ayetlerin mânâsından açıkça anlaşıldığı üzere "lian", ancak kadının zina yaptığına dair delil bulunamadığı taktirde başvurulan bir uygulamadır. Zina yaptığına kanıt olabilecek delil bulunduğu zaman buna gerek kalmaz ve kadına ceza uygulanır. Alimlerin çoğu[53] kadının, beş kez kocasının yalan söylediğine şahitlik etmemesi halinde cezaya müstahak olacağını savunmuşlardır. Ayetlerin mânâsına da uygun olan görüş budur.

Karısını zina ile itham ettikten sonra şahitlik etmekten kaçınan kocanın durumu hak­kında çeşitli görüşler vardır. Kimisi; adam, töhmette bulunduğu için cezalandırılır der­ken kimisi de lian edinceye kadar hapsedilir demiştir[54]. Birinci görüş isabetlidir. Ne ga­riptir ki bazıları[55] bu durumun şahitlikten kaçınan kadın için de geçerli olduğunu söyle­mişlerdir. Zaten, ayetlerde kadının cezadan kurtulabilmesi, beş kez şahitlik etmesine bağlıdır.

Fıkıh alimleri; itham edilen kadının hamile olabileceğini ve kocanın bu çocuğun kendisine ait olmadığını iddia edebileceğini düşünmüş, bu durumda kocanın şahitlik ederken çocuğu istemediğini belirtmesi gerektiğini ve aynı şekilde karısının, çocuğun kocasına ait olduğunu şahitlik ederken isbatlaması gerektiğini söylemişlerdir. Bu du­rumda çocuğun kocaya değil, annesine veled-i zina tabir edilmeden nispet edilmesi ge­rekir. Böylece çocuk, anneye, anne de çocuğa varis olur. Bu hüküm, Hilal'in lian hadi­sine dayanmaktadır.

Evet, zahiri bakımından ayet, koca tarafından kansına yöneltilen zina töhmetini ifa­de ediyor. Burada haklı olarak kadının kocasını zina ile suçlaması hali sorgulanabilir. Şüphesiz iki durum arasında (kadının kocasını suçlaması ile kocanın karısını suçlaması) değişik sonuçlara sebebiyet verecek bariz bir fark bulunmaktadır. Belki de, ayetteki hükmün, sadece kocanın karısını itham etmesi gibi bir duruma has kılınmasının hikmeti bu farklılıktan ileri geliyor. Kadının kocasını zina ile itham etmesi normal bir töhmettir. Eğer kadın, bu ithamını dört şahitle delillendirirse kocasına zina cezası uygulanır, aksi halde kadın, ithamını delillendiremediği için kazf cezasına çarptırılır. [56]

11- O yalan haberi'[57]' getirenler içinizden bir topluluk­tur'[58]. Siz onu sizin için bir şer sanmayın. Bilakis o, sizin için bir hayırdır. Onlardan her kişi işlediği günahın cezası­nı görecektir. Onlardan o yalanın en büyüğünü idare ede­ne'[59]' de büyük azap vardır.

12- Onu işittiğiniz zaman inanan erkek ve kadınların, ken­diliklerinden güzel zanda bulunup: "Bu apaçık bir iftira­dır" demeleri gerekmez miydi?

13- Ona dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitleri getiremediler o halde onlar, Allah'ın yanında ya­lancıların ta kendileridir.

14- Eğer size dünyada ve ahirette Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı'[60]', içine daldığınız yaygarada size mutlaka bü­yük bir azap dokunurdu.

15- Çünkü siz onu dillerinizle alıveriyorsunuz[61]' ve hak­kında hiç bir bilginiz olmayan bir şeyi ağzınızla söylüyor ve onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz. Oysa o Allah katında büyük bir günahtır.

16- Onu işittiğiniz zamanr "Bunu konuşmamız bile yakış­maz, hâşâ bu büyük bir iftiradır." demeniz gerekmez miy­di?

17- Allah size öğüt veriyor ki eğer inananlar iseniz böyle bir şeye bir daha asla dönmeyiniz.

18- Allah size ayetlerini açıklıyor. Allah bilendir, hikmet sahibidir.

 

İfk Hadisesi

 

Bu ayetler, müfessirler ve ravilerin ortak görüşüne göre, Hz. Aişe hakkında ortaya atılan ve İslam Tarihinde "İfk Hadisesi" olarak bilinen iftirayı konu almaktadır. Ayetle­rin ifade ettiği mevzular şu şekilde sıralanabilir:

1- Bu iftirayı yayanlar müslümanlardan bir topluluktur.

2- Bunlar günahkardırlar ve herkes bu fitneye bulaştığı ölçüde sorumludur. Günah ve azabın en büyüğü, bu işi idare edene ve iftiranın başını çekene aittir.

3- Bu olayla bağıntılı olanların üzülmemeleri, bu haberi duyduklarında bunun, ken­dileri için bir şer olduğunu sanmamaları, çünkü neticede bu olayın hayır getireceği be­lirtilmiştir.

4- Bu iftirayı yayanların sözlerini delillendirmeleri için dört şahit getirmeleri gerek­tiği fakat bunu yapamadıklarından onların Allah yanında yalancılar olduğu vurgulan­mıştır.

5- Mü'minlerin bu haberi duydukları zaman hüsnü zanda bulunup bu haberi yalanla­maları, bunun apaçık bir yalan olduğunu söylemeleri kendileri için daha evla olurdu.

6- Eğer Allah acıyıp dünya ve ahirette lütfuyla onları sarmasaydı büyük bir azaba uğrarlardı. Zira, bu iftiraya alet olmuş, sözü sağa sola ulaştırıp bilmedikleri ve kesin bil­giye sahip olmadıkları bir konuya dalmışlardı. Bu sözü sağa sola ulaştırmanın basit bir şey olduğunu sanmış ve bundaki büyük günahı bilmeden Allah katında büyük ve ağır mesuliyet gerektiren bu işi yapmışlardır.

7- Bu sözü duyduklarında bunun bir iftira olduğunu ve buna bulaşmanın caiz olma­dığını idrak etmeleri ve yayılmasını önlemeleri daha hayırlı olurdu.

8- Eğer gerçekten iman etmişlerse Allah onları buna tevessül etmekten ebediyyen menetmiştir. Allah, ibret almaları için ayetlerini açıklamaktadır. O, her şeyi bilen ve her şeyi kuşatıp hakkı, hayrı ve maslahatı emredendir.

Bu olay üzerine İslam tarihinde çok şey söylenmiş, araştırma konusu olmuş önemli bir olaydır. Hadise hakkında çok sayıda uzun rivayetler mevcuttur. Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin, Ümmü'l-Mü'minin Hz. Aişe'den rivayet ettikleri şu hadis yeteri kadar me­seleyi açıklığa kavuşturmaktadır:

"Hz. Aişe demiştir ki: Nebi (s), bir sefere çıkmak istediği vakit kadınları arasında kur'a çeker, hangisinin ismi çıkarsa onunla giderdi. Bir gazvede yine kur'a çekti ve kur'a bana çıkınca ben Rasulullah ile beraber çıktım ve bu, hicab ayetinin nüzulünden sonra idi. Onun için bir hevdece (taşıyıcı) konuldum, dönüşte Medine'ye yaklaşınca bir menzilde konaklandı, konaklama çağrısında bulundukları sırada ben kalktım ve yürüyüp ordugahı geçtim. Def-i hacet ettim, yerime dönerken göğsümü yokladım, bir de ne göre­yim, Azfar[62] boncuklarımdan bir dizin kopmuş, düşmüş. Bunun üzerine döndüm, dizimi aradım, bu beni alıkoydu. Beni yolda taşımakta olan gurup, varıp hevdeci yüklenmiş ve beni içinde zannetmişler, çünkü hafif idim. Henüz yaşım küçük idi. Beni hevdec'de (ta­şıyıcıda) sanmışlar ve deveyi sürüp gitmişler. Döndüğümde orada kimseyi bulamadım, belki beni ararlar ve dönerler diye oturdum. Derken uyumuşum. Safvan İbnü'l-Muattal es-Sülemi ez-Zekvani ordunun arkasından gelir, bir şey kalmış ise unutulmaması için diğer konak mahalline götürürdü. Beni görünce tanımış. "İnna lillah ve inna ileyhi raci-un" demesiyle uyandım. Hemen yüzümü örttüm. Devesinden indi, ben bininceye kadar çekildi ve ben de bindim. Vallahi benimle hiç bir kelime konuşmadı, "inna lillah ve inna ileyhi raciun" deyişinden başka bir şey ondan işitmedim. Sonra deveyi sürdü ve öğle sı­cağında orduya yetiştik. Daha sonra helak olan helak olmuş.

Bu olayda Abdullah bin Ubey bin Selül başı çekiyordu. Medine'ye vardık ve bana bir hastalık arız oldu, bir ay sürdü. İnsanlar meğer iftiracıların sözlerine dalmış, benimse olan bitenden hiç haberim yok. Daha önce hastalandığım zamanlar Rasulullah'tan gör­düğüm ilgiyi bu defa göremedim. Bu durum beni endişelendiriyordu. Ancak yanıma gi­riyor "Nasıl O?" diyordu. Bu beni işkillendirdi. Nihayet biraz biraz iyileşir gibi oldum ve dışarı çıktım benimle birlikte Ümmü Mistah da çıktı. İşimiz biter bitmez yine Mis-tah'ın annesiyle odama doğru döndük. Derken Mistah'ın annesi çarşafı içinde sürçerek "Mistah helak oldu" dedi. Ben de, "Nasıl böyle konuşursun? Bedir'de bulunmuş birini nasıl kınarsın!?" dedim. "Haberin yok mu?" dedi, "Ne var?" dedim. Sonra iftiracıların sözlerini bana anlattı. Bunun üzerine hastalığım daha da ağırlaştı.

Eve döndüğümde Rasulullah yanıma girdi ve "Nasıl O?" dedi, "Bana izin ver; anne­me ve babama gideyim" dedim. İzin verdi. Ben de anne ve babama gittim ve "Ey anne" dedim. "İnsanlar neler söylüyor? Kızım" dedi, "Kendini üzme, vallahi bir erkeğin ya­nında sevdiği parlak bir kadını olup ta insanların o kadın hakkında mübalağa yapmama­ları, aleyhinde dedi-kodu çıkarmamaları pek nadirdir. Sübhanallah!, insanlar neler çıka­rıyor". O gece sabaha kadar ağladım. Rasulullah Ali bin Ebi Talib ve Usame bin Zeyd'i çağırdı. Ben vahyin gelmesini beklerken, Allah Rasulü Ali ve Usame'ye, beni boşamak hususunda fikirlerini sordu. Usame: "Ya Rasulullah, ailen hakkında iyilik ve hayr'dan başka bir şey bilmeyiz." dedi. Ali ise; Ey Allah Rasulü, Allah seni sınırlamamış ve daraltmamıştır. O'nun gibi kadın­lar çoktur." dedi. O gün göz yaşım dinmiyordu. Babam ve annem ikisi de yanımda otur­muştu ve ben ağlıyordum. Rasulullah (s) geldi, selam vererek oturdu. Hakkımdaki söy­lentilerden beri yanımda oturmamıştı ve bir ay olmuş Allahu Teala benim hakkımda bir vahy indirmemişti.

Daha sonra Rasulullah dedi ki; "Ey Aişe, senden dolayı bana böyle söylendi, eğer bundan beri isen Allah mutlaka seni temize çıkaracaktır. Fakat eğer bir günaha düştünse Allah'a istiğfar ile tevbe et. Zira kul tevbe edince Allah tevbeyi kabul eder. Rasulullah sözlerini bitirince gözyaşlarını boşanıverdi, sonra babama, "tarafımdan Rasulullah'a ce­vap ver" dedim, "vallahi ne diyeceğimi bilmiyorum" dedi. Ben henüz yaşça küçük idim. Kur'an'dan çok okumamıştım. Yani çok istişhad getirecek halde değildim. Dedim ki, "vallahi ben anladım siz bunu işitmişsiniz, hatta gönüllerinizde yer etmiş inanmışsı­nız, şimdi ben bundan size beriyim desem inanmayacaksınız, eğer benim bundan beri olduğumu Allah bildiği halde, size fena bir itirafta bulunsam hemen tasdik edeceksiniz. Vallahi benimle sizin şu anda içinde bulunduğumuz duruma Yusuf'un babası olan o sa-lih kulun dediğinden başka bir örnek bulamıyorum. Artık bana sabr-ı cemil (güzel sa­bır) gereklidir. Onların anlattıkları karşısında yardımcım Allah'tır" dedim ve yatağıma yattım.

Allah'ın beni temize çıkaracağını biliyordum, ancak hakkımda Allah'ın tilavet olu­nacak bif vahiy indirmesi derecesinde kendimi görmüyordum. Aslında ben, Rasulullah bir rüya görür de Allah beni böylece temize çıkarır, diye umuyordum. Rasulullah henüz kalkmamıştı ve ehli beytten kimse çıkmamıştı ki, Allah (c) Peygamberine vahiy indiri­verdi. Vahiy O'na inerken olagelen hal hemen oluverdi, kış günü bile vahyin ağırlığın­dan, dolu tanesi gibi ter döktü.

Allah Rasulü gülüyordu. İlk söylediği kelime şu oldu: "Müjde ey Aişe, Vallahi Al­lah seni kesin bir şekilde temize çıkardı". Ben de "Hamd Allah'a, sana ve ashabına" de­dim. Annem "kalk ona" dedi. Ben "vallahi ne ona kalkarım ne de beraatimi inzal eden Allah'tan başkasına hamdederim" dedim. Allah on ayet indirdi. Bu ayetler nazil olunca Ebubekir "vallahi artık Mistah'a infak etmem" dedi. Çünkü Ebubekir yakınlığından ve fakirliğinden dolayı ona nafaka veriyordu. Bunun üzerine Allah bu sûrenin 22. ayetini indirdi: "Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Al­lah yolunda göç edenlere bir şey vermemeğe yemin etmesinler. Affetsinler, hoş görsün­ler. Allah'ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." Daha sonra Ebubekir, "evet vallahi Allah'ın beni mağfiret etmesini isterim" diyerek bu ayet üzerine, Mistah'a yine nafakasını verdi.

Kolayca anlaşılacağı üzere bu hadis, İfk olayından uzun bir müddet sonra Hz. Aişe tarafından söylenmiştir. Hadiste anlatılanların tümünün sıhhatinde bir zayıflık sözkonu-su değildir. Rivayetlerde geçen bazı ayrıntılara bu hadiste rastlanmamaktadır. Örneğin olayın vuku bulduğu gazvenin Beni Mustalık ya da Müreysi Gazvesi[63] olduğu, olaya adı karışanların zikredilenden daha çok olduğu, Nebi (s)'nin Hasan bin Sabit, Müseffih, İbn İsase ve Himne binti Cahş'a had uyguladığı sözkonusu rivayette değinilmeyen ayrıntı­lardan bir kaçıdır. Bir rivayette, bu hadisede başı çekenin Hassan olduğu, diğer bir riva­yette de Abdullah bin Ubey bin Selül olduğu kaydedilmiştir[64].

Ne gariptir ki rivayetler Nebi (s)'nin Abdullah bin Ubey bin Selül'e had uygulayıp uygulamadığından bahsetmemiştir. Tirmizi'nin rivayet ettiği Hz. Aişe hadisine göre, Nebi (s)'nin had uyguladığı iki erkek ve bir kadındır. Fakat, burada asıl rol oynayan Ab­dullah bin Ubey bin Selül'dür. Müfessirlerin deyimine göre Abdullah bin Ubey bin Se­lül sözleri toplayıp insanların zihinlerinde yer etmesi için onlara yalanlar katıyordu. İn­sanlar bunları konuşuyor ve başkaları da onlardan alıyordu. Dolayısıyla bu durum, İbn Selül'den açık bir şekilde töhmet sadır olmadığı için cezayı kaldırıyordu[65].

Müreysi gazvesinde, İbn Sclül'ün akrabalarından Hazrec'li bir kısım Ensar ile bazı Muhacirler arasında bir soğukluk ve sertlik baş gösterdiği, bu durumun İbn Selül'ün Hz. Peygamber ile Muhacirlere kin ve düşmanlık beslemesine, onları tehdit edip korkutma­sına neden olduğu, bunun ise Peygamber'in şahsında ve Muhacirlerde derin bir yara bı­raktığı rivayet edilmiştir[66]. Nitekim bu sûreden sonra gelen Münafikun sûresinde konu­yu ayrıntısıyla ele alacağız. İbn Selül, İfk hadisesindeki faaliyetleri ile bir nevi Peygam­ber (s)'den öç almış oluyordu!.

Ayetler, olayı sadece hikaye etmekle yetinmemektedir. Kullanılan üslup, Kur'an'da-ki diğer kıssalarda olduğu gibi olaylara işaret etmekte; kınama, korkutma, hatırlatma, te­selli ve nasihatta bulunmaktadır. Genel olarak ayette, rivayet edilenlere paralel bazı işa­retler mevcuttur. Olay ve olayın gerçekleştiği dönemin üzücü, rahatsız edici olduğuna işaret edilmiştir. Ayrıca rivayet edilenlere göre Nebi (s)'nin Hz. Aişe'den dolayı çektiği sıkıntı, bunun kendisine yüklediği ağırlık ve onda şüphe uyandırdığı ihtimaline değine­cek olursak ayetlerde gerek mânâ gerekse ifade yönünden bu anlamı çağrıştıran bir du­rum sözkonusu değildir.

Burada şüpheye düştüğümüz nokta şudur; acaba Hz. Ali'nin bu olay karşısındaki tu­tumu ne idi. Hz. Ali, Nebi (s)'den cariyeye sormasını ister, cariye ise hakkında delil ol­mayan şüpheli bir mevzuda onu tasdik eder. Hz. Ali'nin, Hz. Aişe hakkında şüpheye düşüp hiçbir delil olmadan Nebi (s)'yi onu boşamaya teşvik edeceğini, böyle bir düşüncede olabileceğini doğru bulmuyoruz. Bu durum, Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra müslümanlar arasında fitnenin ortaya çıktığı bir dönemde gündeme getirilmiş ve fitne­nin sebep olduğu olaylardan Cemel Vakası -ki bir tarafta Hz. Ali, diğer tarafta Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr bulunuyordu- birçok dedikodulara sahne olmuştur. Hz. Ali'nin önceki tutumundan dolayı bu şekilde Hz. Aişe tarafından cezalandırıldığı söylenmiştir. Bu fitne hakkında söylenenlerin çoğu da taassup nedeniyle söylenmiştir[67].

Ayetlerin kınama, korkutma, yerme ve daha sonra kalpleri sıvazlayıp teselli verirken kullandığı üslup gayet kuvvetli bir üsluptur. Bu üslupla bir taraftan herhangi bir şekilde İfk hadisesine ismi karışanlara korku, utanç ve pişmanlık verip bu hâdise karşısında ses­siz kalanları da aynı konumda değerlendirmekte, diğer taraftan Mü'minlerin annesi Hz. Aişe'nin bu olaydan duyduğu korku ve endişesi giderilmektedir. Ayrıca, herkesten daha fazla bu olaya adı kansan ve İfk hadisesinin adeta başını çekenlerin günahlarının, diğer­lerine kıyasla daha büyük olduğu vurgulanmaktadır.

İfk haberinin yayılması karşısında sessiz kalanlar kınanmıştır. Kaldı ki, akıl bile Peygamber evinden sonra ilk müslüman olan bir ailenin kızının böyle bir işe tevessül edebileceğini kabul etmez. Çünkü, Allah, Rasulü ve mü'minlerin nezdinde bu aile şeref bakımından büyük bir mertebeye sahiptir. Dahası, Peygamber zevcesi, Allah'ın vahyi­nin ilk planda, kendisine yönelik olduğunu bilmektedir. Nasıl olur da, Kur'an'ın nassıy-la manevi annesi olan bir Peygamber zevcesine, kalbinde Allah ve Rasulü'ne zerre ka­dar imanı olan bir müslüman böylesi bir taarruzda bulunabilir. Ayetlerin şiddetli bir şe­kilde, aklen bile gerçekleşmesi kabul edilmeyen bir olayı kınaması, bu konuda tavsiye­de bulunması insana ürperti veriyor. İslam düşmanlarının bu olaya girmeleri ise, müslü-manları yaralamak ve fitne çıkarmaktan başka bir amaç taşımamaktadır.

Ayetler, zaman ve mevzu bakımından sahip oldukları özelliklerinin yanısıra, uzun müddet etkili olacak üstün sosyal ve ahlaki direktifleri de içermektedir. Özellikle insan­ların ırzlarına yönelik, delil olmaksızın yalan ve iftirada bulunulmasınının çirkinliği be­lirtilmiştir. Böylesi bir saldırı karşısında, sessiz kalmanın caiz olmadığı belirtilirken, benzeri olaylarda kesin, kararlı bir tavır sergileyip insanların ırzlarına yönelik iftiranın yayılmasına izin vermemek ve temiz olup iftiraya maruz kalanları teselli ederek, çoğun­lukla çirkin maksatların veya gafletin sebebiyet verdiği benzeri olaylardan temiz insan­ların incinmelerini önlemek gerektiği vurgulanmıştır. Bu tür olaylara sebebiyet veren etkenlerin tümünün İfk hadisesinde toplanmış olduğunu rivayetlerin ayrıntılarından ve ayetlerden anlıyoruz. Ayrıca benzeri olayların soğukkanlılık ve kararlı bir kalp ile yok edilebileceği belirtilmiştir. [68]

19-  İnananların içinde edepsizliğin[69]' yayılmasını isteyen­ler için dünyada da ahirette de acı bir azap vardır. Allah bilir siz bilemezsiniz.

20-  Eğer size Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok merhametli ve şefkatli olmasaydı (bu iftiranızdan dola­yı büyük bir azaba uğrardınız.)

 

Ayıpları Örtmek

 

Yukardaki iki ayet, önceki ayetlerle konu bakımından aynı düzlemde olup onların bir devamı niteliğindedir.

Birinci ayet, kötü haberlerin ve çirkin işlerin mü'minlcr arasında yayılmasını iste­yenleri kınayıp onları uyarmaktadır. Onlar, ahirette elim bir azabın yanısıra dünyada da edeplerini takınmaları hususunda ikaz edilmekte, bu olayı duyup muhatabı olan müslü-manlardan ayrı olarak Allah'ın her şeyi bildiği ve bütün işlerin gereğini takdir ettiği ha­ber verilmektedir.

İkinci ayette ise, Allah'ın lütuf ve rahmetinin olmaması halinde onların akıbetlerinin kötü olacağı hatırlatılmakta ve peşisıra Allah'ın çok şefkatli ve merhametli oluşu nede­niyle onların imdadına yetiştiği belirtilmektedir. Böylece hâdise, müslümanlann bir kez daha bu tip bir olaya karışmamalarını tenbih edasıyla ve selametle son buluyor.

Daha önce naklettiğimiz Tirmizi'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadiste Nebi (s)'nin iki erkek ve bir kadını kazf (iftira) cezasına çarptırdığı yer almaktadır. Bu ceza, birinci ayette geçen uyarının infazı şeklindedir.

Her fırsatta ve ortamda, İslami bünyede çirkin unsurların yayılmasını isteyen güru­hun şiddetle uyarı Tıp alıkonmasını gerektiren şümullü ve güçlü bir teşvikle bu iki ayet, genel bir durumu ifade ederek doğruyu ve hikmeti emretmektedir.

İmam Ahmed'in tahric ettiği ve İbn Kesir'in Sevban'dan naklettiği hadiste Rasulul-lah (s) şöyle demiştir: "Allah'ın kullarına eziyet etmeyin, onları utandırmayın ve onların ayıplarını açmayın. Kim müslüman kardeşinin ayıbını açarsa Allah'ta onun ayıbını açar ve onu evinde rezil eder." [70]

 

21- Ey inananlar şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeyta­nın adımlarını izlerse o, ona edepsizliği ve kötülüğü emre­der. Eğer size Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı hiçbiri­nizi asla temizlemezdi[71]'. Fakat Allah dilediğini arındırır. Allah işitendir, bilendir.

 

Bu ayet de yine akışı ve konusu itibariyle önceki ayetlerle bağlantılı olup, o ayetleri izlemekte ve nasihatlerde bulunmaktadır. Hitap mü'minleredir ve mü'minler şeytanın adımlarım izlemekten onun vesveselerine kapılmaktan kaçındırılmaktadır. Zira şeytan ancak çirkin şeyleri ve kötülüğü emreder. Bir kez daha Allah'ın mü'minlere olan lütfü ve rahmeti hatırlatılmakta ve O'nun lütf-u rahmeti olmasa mü'minlerden hiç birinin doğru yola kavuşması ve temizlenmesinin mümkün olamayacağı vurgulanmaktadır. Al­lah'ın her şeyi işiten ve bilen olduğu; lütfuna, rahmetine ve temizlemesine layık kimse­lerden, içleri temiz olup salih olanlardan dilediğini arındıracağı hatırlatılmakta ve lütf-u rahmetinin devamlı olması için müminlerin O'nun emirlerine bağlanmaları, O'nun koy­muş olduğu sınırlara bağlı kalmaları ve çirkeften, fitne, fuhuş ve kötülükten uzak dur­malarının gerektiği hatırlatılmaktadır.

Ayet, İfk hâdisesi ile aynı bağlamda olmanın yanısıra, üslup bakımından başka bir genel ifadeyi ihtiva etmektedir. Açıkça anlaşılacağı üzere ayetteki nasihat, kaçındırma, hatırlatma ve uyarılar bütün ortam ve şartlarda müslümanlara yöneliktir. [72]

 

22- Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulu­nanlara, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere bir şey vermemeye yemin etmesinler[73], affetsinler, hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, bağışla­yandır, esirgeyendir.

 

Öfkeyi Yenerek İnfak Etmek

 

Ayet, Allah'ın fazilet ve servet sahibi kıldığı kimselerin, kendi yakınları, miskinler ve Allah yolunda göç edenlerden ihtiyacı olanlara infak etmemek üzere yemin etmeleri­ni menediyor.

Affedici ve hoşgörülü olmalarım emrediyor ve onlara, teşvik edici mahiyette "Al­lah'ın sizi affetmesini istemez misiniz?" şeklinde soru yöneltiyor. Ardından onlara Al­lah'ın bağışlayıcı ve esirgeyici olduğunu hatırlatarak onları, bu şekilde bir tutum sergile­memeleri konusunda uyarıyor.

Bu ayetin, Hz. Ebubekir'in, yakını olan Mistah'a, İfk hadisesine ismi karışanlardan biri olduğu gerekçesiyle nafakasını keseceğine dair yemin etmesi üzerine nazil olduğu hususunda Müfessirler görüş birliğindedirler. Aişe hadisinde de bu durum zikredilmiş ve Hz. Aişe, ayetin bu olay üzerine nazil olduğunu söylemiştir.

Böylece ayet, daha önceki mevzuyla alakalı olarak nazil olmuş ve muhtemelen ko­nusu itibariyle münasip olduğu için buraya konulmuştur. Ancak, ayetin İfk olayından hemen sonra (ayetin içeriği ve mânâsı da bunu gösteriyor) nazil olup korkutucu, yerici, övücü ve temizleyici bir üslupla geldiği de muhtemeldir. Bizce de bu görüş daha tutarlı­dır. Elbetteki Allah en doğrusunu bilir.

Daha önce de zikrettiğimiz gibi müfessirler, Mistah'ın Peygamber (s) tarafından had uygulanan kişilerden biri olduğunu rivayet etmişlerdir. Ayetin mânâsına göre o pişman olup tevbe etmiş ve böylece Allah tevbesini kabul etmiştir. Daha sonra ilahi hikmet Ebubekir'in ona nafaka vermemek üzere yemin etmesini ele almış ve ayet, eşsiz üslu­buyla Kur'an'ın bu tür hadiseleri tahlil ederken kullandığı ölçü ile Allah Rasulü'nün sa-habilerini gerektiği yerde terbiye etmiş ve onlar arasında karşılıklı hoşgörüyü yaymıştır.

Aynı zamanda bu ayet, devamlı ve şümullü olarak acıma duygusunun, af ve hoşgö­rünün ağırlıkta olması ile öfkeyi yenerek yardıma muhtaç olanlara bazı hatalarından do­layı yardımı kesmemenin gerekliliğine dair yüce bir mesajı taşımaktadır. Allah (c) ise, hiç kimseden, özellikle de böylesi örnek şahsiyetlerden rahmetini esirgemediği gibi on­lara mağfiret kapısını da kapatmaz. [74]

 

23-O namuslu, bir şeyden habersiz'[75] inanmış kadınlara zina iftira edenler dünyada da ahirette de lanetlenmişler­dir. Onlar için büyük bir azap vardır.

24- O gün ki, dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir.

25- O gün Allah, onlara hakettikleri cezayı[76]' tam verir ve onlar da bilirler ki, Allah apaçık bir Hak'tır.

 

Açıkça anlaşılacağı üzere bu ayetler, îfk olayını izleyen, dolayısıyla önceki ayetlerle bağıntılı olan ayetlerdir. Bu ayetlerde, zina cürmünden uzak, iffetli, iyiniyetli, temiz ve imanlı kadınlara zina iftirasında bulunanlar, dünya ve ahirette Allah'ın laneti ile şiddetli bir biçimde uyarılmıştır. İşledikleri bu nefret uyandıran işten dolayı dilleri, elleri ve ayaklan kıyamet gününde aleyhlerinde şahitlik edecektir. İşte burada da müşahede edil­diği gibi, Allah'ın emrettiği, hüküm verdiği ve istediği her şeyde adalet, eşitlik vardır.

Ayette, kadınların namuslarına yönelik böylesi saldırıları önleyici ve buna yeltenen­leri şiddetle azarlayıcı mahiyette bir üslup kullanılmıştır. Mü'minlerin annesine yönelik iftirayı takiben kullanılan bu üslup Hz. Aişe'nin temizliğine ve beraatına işaret etmekte­dir. Ancak, ayetteki ifade geneldir. Çünkü, uyarıcı ve terbiye edici mahiyetteki Kur'anî ifadeler bütün zamanlan kuşatmaktadır. [77]

 

26- Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü ka­dınlara; iyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadın­lara mahsustur. Bunlar, onların söylediklerinden uzaktırlar. Bunlara Allah tarafından mağfiret ve cömertçe bir rızık vardır.

 

Bu ayet yine İfk olayı ile ilgili olup mü'mirilerin annesi Hz. Aişe'nin temizliğini vurgulamaktadır. O'nun temiz ve beri olmaması nasıl mümkün olur. Çünkü o, temiz ve kötülükten beri olan Nebi (s)'nin zevcesidir. Temiz ve kötülükten uzak olan Peygambe-r'in eşi de mutlak suretle temiz ve kötülükten uzaktır.

Ayetin üslubu mutlaktır. Üslubun böyle mutlak, yani genel oluşu terbiye edici ve eğitici Kur'anî öğretilerin bütün zamanları kapsaması amacına yöneliktir.

Bu ayet, İfk olayı ile ilgili olarak, ilahi hikmetin indirmeyi murad ettiği ayetler zinci­rinin son halkasıdır. Ayetler zincirindeki bu denli sıkı bağlantıdan dolayı, bu ayetler ile birlikte İfk hadisesinin son bulduğu noktadan itibaren gelen ayetlerin bir defada veya birbirinin peşisıra nazil olduğu kanaati hasıl olmaktadır. [78]

 

27- Ey inananlar, kendi evlerinizden başka evlere, izin alıp'[79] halkına selam vermeden girmeyin. Herhalde bunun, sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anlarsınız.

28-  Eğer orada kimseyi bulamazsanız,size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Ve eğer size: "dönün" denirse dö­nün. Bu sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı bi­lendir.

29- Oturulmayan ve içinde eşyanız bulunan evlere girme­nizden dolayı size bir günah yoktur. Allah, açığa vurduğu­nuzu da gizlediğinizi de bilir.

 

Başkasının Evine İzinsiz Girmek

 

"Ey inananlar, kendi evlerinizden başka evlere izin alıp halkına selam vermeden girmeyin..."

Ayetin ifadesi açık olup burada başkalarının evine girerken riayet edilmesi gereken hususlar dile getirilmektedir. Ayette yeralan hususlar şunlardır:

Birincisi; ayette kendilerine hitap edilen mü'minlerin kendilerinden başkasının evi­ne izin almaksızın ve razı olunmadıkça girmeleri doğru değildir. Ayrıca müminler baş­kalarının evlerine girerken ev halkına selam vermelidirler. Eğer kendilerine izin veril­mez ve dönmeleri istenirse, dönmeleri gerekir. Bu mü'minler için daha temiz ve kötü­lükten uzaklaştırıcı bir davranıştır.

İkincisi; oturulmayan ve içinde eşyalarının bulunduğu evler hariç, başkasının evine kimse olmadan girmeleri doğru değildir.

Ayetlerin sonuç kısımları ise, hatırlatıcı ve öğretici niteliğinin yanısıra, Allahu Te-ala'nın, mü'minlerin yaptıkları bütün işleri, gerek açıkladıkları gerekse gizledikleri tüm şeyleri bildiğini hatırlatmakta ve ayetlerdeki hükümleri vurgulayarak bunlara uymak, aykırı davranmaktan ise kaçınmak gerektiğini bildirmektedir.

Taberi'nin Adiy bin Sabit'ten rivayet ettiğine göre, Ensar'dan bir kadın şöyle demiş­tir: "Ey Allah'ın Rasulü, ben evimde öyle bir ruh haline bürünüyorum ki, hiç kimsenin beni görmesini istemiyorum. Fakat ehlimden bir kimsenin gelip girmesi eksik olmaz." Bunun üzerine yukarıdaki ilk ayet nazil olmuştur. Zemahşeri, Hz. Ebubekir'in şöyle de­diğini kaydeder: "Ey Allah'ın Rasulü, Allah sana izin istemeyle ilgili ayet indirdi. Biz t yaparken çeşitli yerlere gider ve hanlara konaklarız. İzin verilmedikçe onlara girmeyelim mi?" Bunun üzerine ikinci ayet nazil oldu. Müfessir Hazin bu hususta şöyle di­yor: İzin isteme ile ilgili ayet nazil olduğunda: "Mekke, Medine ve Şam arasında yol boyunca yolcular için yapılmış, konaklama ve eşyalarını bırakmaya yarayan, kimsenin oturmadığı evleri kastederek bunların durumu nedir?" dediler Bunun üzerine üçüncü ayet nazil oldu.

Birinci rivayet ayetin iniş sebebi olabilir. Çünkü, Mekke, Medine ve Şam arasındaki konaklama yerleri İslam devletinde kurulmuştur. Araplar, uzun yolculuklarında kıldan ya da deriden yapılmış çadırlarını da beraberlerinde götürür konakladıkları zaman bun­lar da barımrlardı.

Bir kısım insanlar, birinci ayet nazil olduğu sırada Nebi (s)'den oturulmayan evler hakkında fetva istemiş üçüncü ayette ise Allah (c) insanları bu sıkıntıdan kurtarmıştır. Bu üç ayet birbirini tamamlayan hukuki bir düzenlemedir.

Önceki ayetler zinciri ile bu üç ayet arasında şöyle bir ilişki vardır: İnsanların evleri­ne izinsiz girmek, dedikodulara ve kötü haberlerin yayılmasına sebep olur. Kötü haber­ler ve dedikodular ise önceki ayetlerin menettiği hususlardır. Bu üç ayet, geçen ayetler zincirinden hemen sonra inmiş olup önceki ayetlerle mevzu bakımından uygun olduğu için buraya konmuş olabilir. Ancak eğer bu üç ayet, önceki ayetlerden hemen sonra in-memişse o taktirde ifade ettiğimiz gibi konu bakımından uygun olduğu için buraya kon­muştur.

Ayetlerin mânâ ve mefhumundan anlaşıldığına göre, insanlar birbirlerinin evine ha­bersiz ve izin almadan giriyorlardı. Nitekim Ahzab sûresinin 53. ayetinde de: "Ey ina­nanlar (rastgele) peygamberin evlerine girmeyin. Ancak yemek için size izin verilir de girerseniz (erkenden gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin" buyurulmaktadır. Bu konu­da müfessirler ve ravilerin naklettiği çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan Taberi'nin Adiy bin Samit'ten naklettiği rivayet ayetin iniş sebebidir. Müfessirler Hazin'in naklettiği di­ğer bir rivayette Künd bin Hanbel şöyle demiştir: "Selam vermeden ve izin istemeden peygamberin evine girdim. Bana: "Dön ve selam verip 'girebilir miyim?' de" dedi. Ko­laylıkla anlaşıldığı üzere ayetler, bu konuda müslümanlar arası şahsi ilişkileri düzenle­yen üstün eğitici mesajlar taşıyor. Böylece, başkası için eziyet verecek ve ağır gelecek şüpheli durumları, kötü haberleri müslümanlardan uzaklaştırıyor.

Ayette hitap, bütün müslümanlara yöneliktir. Ayetin ifade ettiği hüküm ise, doğal olarak her ortamda ve zamanda müslümanları ilgilendirmektedir. Ayetin içeriğinde, bü­tün zaman ve mekanda sürekli, üstün ahlak ile, bozulmamış karaktere uygun muhteşem bir güzellik göze çarpmaktadır.

Adaba uygun, izin isteyip selam vererek bir başkasının evine girmek, ev halkının zi­yaretçiyi -eğer kabul edebilecek durumda ise -kabul etmesi için hazırlanmasını sağlar. Ayetin mânâ ve mefhumundan anlaşılacağı gibi, bu şekilde davranmak hem kadınlar, hem de erkekler için gereklidir. İzin verildiği taktirde kadınların erkeklerin yanına, er­keklerin de kadınların yanına gelmelerinde bir sakınca yoktur. Taberi'nin naklettiği ri­vayet bu görüşü desteklemektedir. Mücahid ise, İbn Ömer'in dışarı çıktığında sıcaktan bunaldığı ve ayaklarını yere basamadığı için Kureyş'ten bir kadının çadırına gelip "Es-selamü aleykum, girebilir miyim?" diyerek izin istediğini nakletmiş, kadının ise: Buyu­run girebilirsiniz, dediğini ve bu şekilde bir kez daha izin istedikten sonra, İbn Ömer'in çadıra girdiğini, kaydetmiştir."[80]

Bu Kur'anî terbiyeyi açıklayan bir kısım hadisler rivayet edilmiştir. Beş meşhur mu-haddisin Cabir'den rivayet ettikleri hadiste Cabir şöyle demiştir: "Rahatsızdım, Nebi (s)'nin yanına gittim. Kapıyı çaldım: "Kim o" dedi. "Benim" dedim. O da kızarak "ben de benim" diye cevap verdi."[81] Ebu Davud'un Abdullah bin Bişr'den naklettiği rivayet­te ise Abdullah bin Bişr şöyle demiştir: "Nebi (s) bir kapıya geldiğinde yüzünü tam ka­pıya çevirmez, sağa ya da sola doğru dururdu."[82] Dört meşhur hadisçinin Sehl bin Sa'd'dan naklettikleri rivayette: "Bir adam Nebi (s) saçını tararken kapısının arasından ona bakıyordu. Bunun üzerine Allah Rasulü ona şöyle dedi: Eğer baktığını bilseydim tarağı gözüne dürterdim. Allah, bakmak için, izin istemeyi öğretmiştir."[83] Müslim ve E-bu Davud'un, Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadiste Nebi (s) şöyle buyuruyor: "Kim bir başkasının evini izinsiz gözlerse ev sahibinin ona vurması helaldir."[84] Müslim ve Ahmed bin Hanbel'in yine Ebu Hureyre'den rivayet ettikeleri hadiste Nebi (s) şöyle bu­yuruyor. "Bir kişi izinsiz seni izlerse, onu taşla vurup, gözüne dürtmende bir sakınca yoktur."[85] Tirmizi'nin Ebu Zerr'den rivayetine göre Nebi (s) şöyle buyurmuştur: "Kim örtüye rağmen izinsiz başkasının evini izler ve ev halkının avretini görürse, helal olma­yan bir yoldan geldiği için, biri onu görüpte gözüne vursa bunu haketmiş olur. Eğer bir kimse geçerken, kapısı açık bir eve bakarsa o taktirde hata oradan geçen kişide değil ev halkındadır."[86] Malik ise Ata bin Yesar'dan şu rivayeti nakleder: "Bir adam Rasulul-lah'a sordu: Anneme giderken de izin isteyeyim mi? Rasulullah "evet" dedi. Bunun üzerine adam: "Ama evde annemden başkası yok" dedi. Rasulullah: "Anneni çıplak görmek ister misin?" deyince, "hayır" dedi. Rasulullah da: "O zaman izin isteyerek gir" dedi."[87]

Erkeklerin mahremi olmayan kadınlara gitmemeleri, onlarla yalnız kalmamaları ve onların evinde gecelememeleri konusunda bir çok rivayet mevcuttur. Buhari ve Müs­lim'in naklettiğine göre Ukbe bin Amir şöyle demiştir: "Rasulullah (s) buyurdu: Kadınların yanına girmekten sakınınız. Bir adam: Ey Allah'ın Rasulü eşimizin akrabalarına[88] da mı?. Allah Rasulü: Bundan şiddetle kaçınınız, buyuıdu"[89] Tirmizi'nin naklettiği riva­yette ise Cabir şöyle demiştir: "Rasulullah (s) buyurdu: Kocası kaybolmuş kadınların •yanında bulunmayın. Çünkü şeytan kanınıza girer. Dedik ki: şeytan sana da bulaşır mı? Evet, fakat Allah bunu benden gidermiştir dedi[90]." Yine Tirmizi'nin naklettiği hadiste Cabir şöyle diyor: "Bir erkek, mahremi olmayan bir kadın ile kesinlikle başbaşa, yalnız kalmasın. Çünkü bu durumda üçüncüleri şeytandır[91]." Müslim'in rivayet ettiği hadiste ise Allah Rasulü şöyle buyuruyor: "Sakın bir erkek dul bir kadın ile birlikte geceleme­sin. Nikah yaparsa müstesna, aksi halde günahkar olur"[92] Müslim, Tirmizi, Ebu Davud ve Nesei'nin naklettikleri hadiste ise İbn Abbas şöyle diyor: "Bir adam kalktı ve: Ey Al­lah'ın Rasulü karım hacc için çıktı. Savaşta iken şöyle şöyle yazdım. Allah Rasulü: Dön ve karın ile birlikte hacc et" dedi".[93]

Rivayetlerin içerdiği anlam ve mefhum gösteriyor ki; erkeklerin mutlak mânâda ka­dınların yanına gitmeleri yasaklanmamıştır. Sadece fitne, töhmet, şüphe ve bunlara gö­türen sebepler olduğu zaman, mahrem olmayan kadınların yarana girmek engellenmiş­tir. Bunda, müslümanların her zaman benimsemeleri gereken apaçık bir hikmet gizlidir. Taberi'den naklen zikrettiğimiz ve birinci ayetin iniş sebebi olan hadis de bunu teyid et­mektedir.

Taberi'nin Mümtehine sûresinin 11. ayetini tefsir ederken Abdurrahman bin Avf'tan naklettiği bir başka hadiste Abdurrahman bin Avf şöyle demiştir: "Rasulullah (s) erkek­lerin mahreminden başka kadınlarla yalnız kalmalarını yasakladığı zaman: 'Ey Allah'ın Rasulü biz evden uzaklaştığımız zamanlar misafirlerimiz oluyor', dedim. Allah Rasulü bunun üzerine: 'Onlar seni sıkıntıya sokmaz, onlar seni sıkıntıya sokmaz dedi."[94] [95]

 

30- İnanan erkeklere söyle: "Bazı bakışlarını kıssınlar, ırz­larını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını haber almaktadır.

 

Ayette Nebi'ye, mü'minlerden erkeklerin gözlerini haramdan sakındırmaları ve ırzlannı muhafaza etmeleri konusunda onları uyurması emredilmektedir. Zira böyle dav­ranmaları, onlar için daha temiz ve daha güvenli bir davranıştır. Ayrıca Allah'ın, onla­rın bütün yaptıklarından haberdar olup onları gözetlediği hükmü tatbiki surette hatırla­tılmaktadır. [96]

 

Mü'minler Irzlarını Korusunlar

 

"Mü'min erkeklere söyle: Bazı bakışlarını kıssınlar ve ırzlarını korusunlar"

Özel olarak bu ayetin inişi hakkında her hangi bir olaya rastlamadık. Her ne kadar bu ayet yeni bir bölüm veya yeni bir bölümün başlangıcı ise de önceki ayetlerle bu ayet arasında mevzu itibariyle bir bağıntı mevcuttur. Eğer önceki ayetlerden hemen sonra in­diği için buraya konulmamışsa, sözkonusu bağıntıdan dolayı buraya konulduğunu söy­lemek mümkün.

Ayetin muhtevasında gözlerin sakındırılması ve ırzların korunması emri hakkında müfessirler, kadınlara kötü niyetle bakılmaması ve kasıtsız da olsa onlara bakmaktan sarf-ı nazar edilmesi, zinadan kaçınılması, ayıp yerlerin görüneceği şekilde açılıp saçı-nılmaması ve avret yerlerine bakılmaması gerektiğini söylemişlerdir. Bu konuda bir ta­kım rivayetler de zikretmişlerdir. Bu rivayetlerden Tirmizi'nin Abdullah bin Burey-de'den onunda babasından naklettiği hadiste Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Ey Ali bir bakış diğerini izlemesin. Birinci bakış senindir. Ancak ikincisi senin değildir."[97] Yi­ne Ebu Said el-Hudri'den rivayet edilen hadiste Allah Rasulü şöyle demiştir: "Erkek er­keğin kadın da kadının avretine bakmasın. Erkek erkekle bir yatakta, kadın da kadınla bir yatakta yatmasın."[98]

Her halükârda ayet, mü'minleri iffet dalına tutunmaya ve fuhşa götüren faktörlerden korunmaya, bedenlerini haya ile uyuşmayacak bir şekilde açmaktan kaçınmaya sevkedi-yor. Bütün bunlar, her zaman ve her yerde temiz karaktere, üstün ahlaka uygun ulvi de­ğerlerdir. [99]

 

31- İnanan kadınlara da söyle: "Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini'[100] göstermesinler. Ancak, kendiliğinden görünenler hariç. Başörtülerini'[101], yakaları­nın'[102] üstüne koysunlar. Süslerini kimseye göstermesinler". Yalnız, kocalarına yahut babalarına, yahut kocalarının ba­balarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına ya­hut kardeşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut ka­dınlarına[103], yahut ellerinin altında bulunan kölelerine, ya­hut kadına ihtiyacı bulunmayan erkeklerden'[104] tabilerine, yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan ço­cuklara'[105] gösterebilirler. Gizledikleri, süslerin bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ey mü'minler topluca Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz.

 

Mü'min Kadının İffeti

 

Ayetteki ifade açıktır. Bu ayet ile bir önceki ayet başlı başına bir bölümü teşkil edi­yor. Ayette Nebi (s)'ye, erkeklere emrettiği gözlerini sakındırmayı ve ırzlarını koruma­yı, kadınlara da emretmesi, buna ek olarak kadınların doğal yapısı gereği takındıkları süslerinden, gizleme imkanı olanları göstermemelerini emretmesi bildiriliyor.

Ayrıca kadınların, bedenlerinin göründüğü yakalarım baş örtüleriyle örtmeleri, giz­lemeleri gereken süslerini gizlemeleri ve gizledikleri süslerinin belli olması kasdıyla ayaklarını yere vurmamaları emrediliyor. Bu ayetle, mü'minlere tümden Allah'a tevbe edip O'na itaat etmeleri, ancak bu şekilde başarı ve kurtuluşa ulaşabilecekleri bildiril­miştir.

Ayetin hedefi, müslüman kadının gözünü, günaha girecek veya karşıdakini günaha sevkedecek tarzda; erkeklere bakmaktan sakındırmaktır. Aynı şekilde ayet, kadının gi­yiminde ihtişama kaçmasını, açılıp saçılmasını ve erkekleri günaha sevkedip mahremi dışındakileri günaha sokacak şekilde haya ölçüsüne sığmayan yerlerini göstermelerini kınamaktadır.

Böylece, kadının Kur'an karşısındaki hukuki, sosyal ve ahlaki konumu, erkekle aynı düzlemde sorumlu bir taraf olarak belirtilmiştir.

"Ancak kendiliğinden görünenler hariç" cümlesi, bazı müfessirlerin dediği gibi ge­nellikle görünen yüz ve eller, diğer bazılarına göre ise kına, sürme ve elbisenin görün­mesini ifade etmektedir. İkinci görüşü benimseyenler görüşlerini bir kısım sahabi ve ta­biine dayandırırlar.

Bu ayet ile Ahzab süresindeki ayette Nebi'nin kadınlarına mahsus "perde arkasın­dan" emri ile tüm müslüman kadınların örtülerini örtmelerine dair gelen emirler arasın­da herhangi bir çelişki sözkonusu değildir. Bu konuyu Ahzab Sûresi'nin siyakında açık­ladık.

Önceki ayette geçen erkeklerin gözlerini sakındırmalarına dair ifadede olağan, genel geçer bir duruma işaretin yanısıra, bu ayetin mânâsında kadının insanlar arasında rızık için çalışması, vazifelerini yerine getirip, olumlu faaliyetlerde bulunması için elleri ile yüzünün görünmesinin caiz olduğuna kuvvetli bir işaret vardır. Öncelikle alimler bu ayetin delaletiyle kadının yüz ve ellerinin avret olmadığında, ikincisi, mütevatir sünnet ile kadının el ve yüzünün açık olduğu halde namaz kıldığında ve üçüncü olarak hac ih­ramında yüzünü örtmesinin caiz olmadığında müttefiktirler.

Bu görüşü destekleyici mahiyette varid olan hadislerden Taberi'nin Hz. Aişe'den naklettiği rivayette Rasulullah (s), kadının ellerini ve yüzünü gösterebileceğini söyle­miştir. Taberi'den aktarılan bir rivayette ise Rasulullah elleri ve yüzüne ilaveten kolları­nın bir kısmının göstermesinin de mubah olduğunu söylemiştir.

Yukarıdakilerden de anlaşıldığı gibi bu ayette ve hatta genel olarak Kur'an'da ve ha­diste, ihtiyacının giderip, değişik alanlarda; ilim elde etmesi, okul ve camilere gitmesi, sosyal faaliyetlerde bulunması, ticaret yaparak para kazanmak için çalışması, resmi gö­revlerde yer alması, doğanın nimetlerinden istifade etmesi ve Kur'an'ın kendisine tayin ettiği siyasi, şahsi, hukuki, ekonomik ve sosyal çerçevedeki faaliyetleri yerine getirebil­mesi için kadının evinden elleri ve yüzü açık bir şekilde dışarı çıkmasını engelleyici bir durum sözkonusu değildir. Yukarıdaki faaliyetlerin yanısıra kadın, eli ve yüzü açık bir halde, emr-i bil ma'ruf nehy-i anil münker(iyiliği emredip kötülükten sakındırma) faali­yetine katılıp, hayra davet, yardımlaşma ve dayanışma alanlarında çalışabilir. Kadın, Kur'an'ın erkeklere yönelik çağrısına muhatap olduğu gibi, erkeklere yüklenen inanç, davranış, ekonomi, siyaset, akıl, sosyal yapı ile bireye dair görev ve sorumlulukları da yüklenmiş, erkekler için Kur'an'da belirtilen dünya ve ahiret semerelerini eşit bir şekil­de almaya namzet olmuştur. Nitekim bu mevzuya daha önce de bir çok yerde değinmiş ve bu konuyu destekleyici delilleri dile getirmiştik.

Bütün bunlar, ayetin mânâsı ile içeriğindeki düşünce, hedef ve söylemden oluşan ge­niş bir yelpazede yer almakta, kadın-erkek herkes, hukuk ve üstün ahlaka göre mubah olmayan iş ve eylemlerin yanısıra şüpheli durumlardan, kötülüğe sevkedici amillerden, fitne ve günahtan kaçındırılmaktadır.

Ahzab sûresinin 33. ayetinde geçen "Evlerinizde oturun" ifadesi, söylediklerimizle çelişki içinde değildir. Zira buradaki ifade kesin ve şüphe götürmez bir şekilde sadece Nebi (s)'nin kadınlarına yöneliktir. Ayetin siyakına bakıldığında da bu durum kolayca anlaşılır: "Ey peygamber kadınları, siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer konmuyorsanız, sözü kıvrak bir eda ile söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan bir kimse tamah etmesin. Güzel söz söyleyin evlerinizde oturun, ilk cahiliye kadınlarının açılıp kırıtması gibi açılıp kırıtmayın. Namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin. Ey ehli beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor" (Ah­zab 32-33).

Kadınların seçimlere katılmaları ve meclise girmeleri hususunda söylenenlere ve bu konu ile ilgili bir kaç mevzuya geçip şunları söyleyebiliriz; kadınların bu faaliyetlerde bulunması, Kur'an'ın kadına tanıdığı siyasi ve sosyal haklardandır. Kadınlar toplumun yarısını teşkil etmekte ve bu meclislerde kararlaştırılan her şey, erkekleri ilgilendirdiği gibi kadınları da eşit oranda ilgilendirmektedir. Dolayısıyla, mecliste erkeğin olduğu ka­dar kadının da görüşünün ya da oyunun bulunması kadının hakkıdır. Bu tür faaliyetlerde bulunmak, kadını sosyal ve fıtri tabiatından uzaklaştırır deniliyor. Bu görüş, gerçekler karşısında boş bir sözden ibarettir. Çünkü seçimler uzun zaman aralıklarında yapılmak­ta ve doğal olarak insanların az bir vaktini almaktadır. Seçimlere katılan adaylar ise sa­yıca az olduğu için ne tüm kadınları ne de tüm erkekleri günlük meşgalelerinden alıkoy­maz.

Bir kısım insanlar Kur'an'da "Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler" ayetini de­lil getirmektedir. Nisa sûresinin siyakında bu yanlış anlayışa işaretle getirdikleri delilin bu konuyla ilgili olmadığını açıklamıştık. Bir kısım insanlar da, kadının cahillik edip gaflet edebileceğini öne sürerek, ortaya koyduğumuz görüşe karşı çıkmışlardır. Bu da boş bir iddiadır. Şu an İslam ülkelerinde ezici çoğunluğu oluşturan kitleler de cehalet ve gaflet içindedirler. Hiç kimse bu sebepten onların siyasi ve sosyal haklardan mahrum bırakılması gerektiğini söylememiştir. Bu düşünceler yanlıştır ve kadınlar erkekler gibi tüm alanlarda, bilim ve eğitimde söz hakkına sahiptirler.

Yine bir kısım insanlar, kadının din ve akıl bakımından noksan olduğuna dair riva­yet getirmektedir. Daha önce bu konuya değinmiş ve bu düşüncenin de bir vehimden ibaret olduğunu söylemiştik. Kadının idare ettiği toplumların tenkid edilerek yerildiğine dair hadis getirenler de vardır. Ancak, görüş ve düşünce olarak, bu rivayetlerle konumu­zun bir alakası yoktur. En doğrusunu Allah bilir.

Burada oluşabilecek bir yanlış anlayışı telafi edecek olursak; müslüman kadının sa­hip olduğu haklara ilişkin teşebbüste bulunması, girişimci olması, iş ve sosyal guruplara girmesi hiç şüphesiz İslam'a uygundur. Gerek şahsen, gerek gurup halinde, gerekse si­yasi ve ticari olarak kadının sözkonusu faaliyetlerde bulunmasını engelleyici bir hüküm ne Kur'an'da ne de sünnette bulunmamaktadır. Elbette bu faaliyetlerde bulunurken ka­dın, emredildiği şekilde davranmalıdır. Ancak bunları söylerken, kadının ve İslam top­lumunun sosyal-ailevi yapısını gözardı etmek durumunda değiliz, bilakis prensip olarak kadının böyle faaliyetlerde bulunabileceğini söylüyoruz.

Biz, kadının doğal yerinin evi ve asıl işinin zevcelik, annelik ve buna ilişkin uğraşlar olduğuna inanıyoruz. Kur'an'ın ve Nebi (s)'nin sünnetinin, gerek açıkça, gerekse değini suretinde ortaya koyduğu hüküm de budur. Yapılmasında kadın için şer'en bir sakınca olmayan işlerde kadının, İslami esaslara uyması zorunludur. Çünkü bir iş haddi zatında meşru da olsa, onun özünde oluşabilecek olumsuz ve aykırı durumlar o işi gayr-i meşru yapar.

Gerek evi, gerekse annelik ve zevcelik sorumluluklarının elverdiği kadınlar veya bu sorumlulukları bulunmayan kadınlar İslam hukukuna göre meşru olan işlerde çalışabi­lirler.

Burada iki husus sözkonusudur. Birincisi, İslam şeriatında kadının geçimini, erkeğin karşılamakla sorumlu olmasıdır. Doğal olarak ilk planda erkek, ticaret yapmak ve ge­çindirmekle yükümlü olduğu kadının ihtiyaçlarını gidermek durumundadır. Eğer kadın, tamamıyla çalışmaya koyulursa, bu durumda erkek zor durumda kalabilir ve erkeğin ge­rek ticaret ortamı, gerekse iş hacmi daralabilir. Böyle olduğu takdirde, kadının çalışması meşru bir zeminde olmamış olur. Çünkü, İslam şeriatının erkeğe yüklediği geçindirme sorumluluğu -ki bu genel olarak böyledir -geri planda kalır. Kaldı ki erkeğin yerine ka­dının böyle bir sorumluluğu alması da doğru değildir. Zira, erkeğin yerine kadının bu sorumluluğu yüklenmesi hem doğaya hem de cinsiyete ve hukuka aykırıdır. Bize göre doğru olan şudur; öncelikle kadının ticari işlerle uğraşması sınırlı bir alanda olmalı ve birinci derecede ihtiyaç-zaruret durumuna bağlanmalıdır.

İkincisi; kadının yapacağı ticari işlerin sözkonusu çerçevede ve kadının yapısına uy­gun olmasına riayet edilmesidir. Ayrıca, bu işlerin kadının evliliğine, tahsiline, kültür ve sanatına zarar verecek şekilde olmamasına dikkat edilmelidir. Doktorluk, eczacılık, öğ­retmenlik, muhasebe ve kâtiplik üniversiteli kadının yapısına, örneğin bir makina veya kadastro mühendisliğinden çok daha uygundur. Üniversiteli olmayan kadınların ise; de­mircilik, marangozculuk ve matbaacılık vesaireye göre terzilik, resim, örgü, dekor gibi işlerle uğraşmaları kendi yapılarına daha uygundur. Allah en doğrusunu bilir.

Tekrar ayetin yorumuna kaldığımız yerden devam edelim. Baş örtüsü hususunda ayet, örtünün yakayı ve zinet yerleri örtecek şekilde örtülmesini emretmektedir. Bu ayette geçen örtünme emri; giyside fitneye sebebiyet verecek bir durumun olmamasına ve kadınların giyimlerinde ihtişamlı olmalarına dair bir emirdir. Yoksa, tek tip bir giysi farz kılınmamıştır. Giysiler ve şekiller sosyal değişim ve gelişimle birlikte değişirler. Burada bütün zaman ve ortamda geçerli olması ve gerçekleşmesi gereken husus Kur'anî hedeftir. Daha önce değişik bir çok yerde ve yeterli ölçüde bu hedefe değinmiştik.

Ayette kadının elbise ve süslerini gösterebileceği mahremlerine, Ahzab sûresinin 55. ayetinde; kayınpederler, eşlerin çocukları ve erkeklerden evlenme ihtiyacı bulunmayan hizmetçiler eklenmiştir. Burada, dayı ve amcalardan söz edilmemiştir. Ancak, sözkonu­su ayetin tefsirinde, amca ve dayıların Nebevi sünnetle mahrem sayıldığını belirtmiştik. Evlenme ihtiyacı bulunmayan erkeklerin, "tabiler" şeklinde nitelenmesi tabi olmayanla­rın, bu kapsamdan dışarı çıkarılmasıdır. Nitekim ilahi hikmet böyle hüküm vermiştir ki kadın, evlenme ihtiyacı olmayan yabancı bir erkek karşısında açılmasın. Hz. Aişe'den rivayet edilen hadiste O şöyle demiştir. "Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, Peygam­berin zevcelerinin yanına cinsel güçten yoksun sayılan bir muhannes (kadın gibi davra­nan birisi) girip çıkıyordu. O, hanımlarının yanında olduğu halde Hz. Peygamber içeri girdi. Muhannes bir kadından bahsedince Hz. Peygamber, "Bunun herşeyi anladığını görüyorum, artık yanınıza girmemeli, ondan sakının" dedi.[106]

Ümmü Seleme'den aktarılan başka bir rivayete göre de, Hz. Peygamber yanında Ümmü Seleme'nin kardeşi Abdullah b. Ümeyye ve bir muhannes olduğu halde Ümmü Seleme'nin yanına geldi. Muhannes Abdullah'a Gaylan'an kızından bahsedince Hz. Pey­gamber, Ümmü Seleme'ye "Bu yanınıza girmemeli" dedi.[107]

Daha önce de dediğimiz gibi bazıları "nisauhünne" (onların kadınları) kavramını "bütün kadınlar" olarak yorumlamışlar, bazıları ise, "müslüman kadınlar" olarak yorum­lamışlardır. Bu konuyu Ahzab sûresinin ilgili ayetlerinde yorumladığımız için tekrara gerek duymuyoruz. Kadının ziynetini sağ ellerinin sahip olduğu adamlara göstermesinin mubah olması özel konumdan dolayıdır. [108]

 

32- İçinizden bekarları[109] ve köle-cariyelerinizden'[110] iyile-ri[111] evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah, lütfuyla onları zengin eder. Allah(ın mülkü) geniştir. O bilendir.

 

Ayette müslümanlann, evlenmemiş erkek ve kadınları aynı şekilde, köle ve cariye­lerinden evlenmeye uygun olanları evlendirmeleri teşvik edilmiştir. Fakirliğin evlenme­ye bir engel olmadığı evlenecek çiftlerin fakir olması halinde Allah'ın onları lütfü ile zenginleştireceği ve Allah'ın geniş lütuf sahibi olup her işin gereğini bildiği belirtilmiş ve bunlar bir nasihat şeklinde sunulmuştur. [112]

 

Yoksul Bekarları Evlendirmek

 

Görüldüğü gibi ayet, önceki meselelerden ayrı bağımsız bir meseleyi ele almaktadır. Ancak, öncesiyle bu ayet arasında mevzu münasebeti vardır.

Ayetin nüzul sebebi hakkında herhangi bir rivayete rastlamadık. Ayetin tefsirinde, müfessirler İbn Mesud'dan şöyle bir rivayet naklederler: "Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Gençlerden gücü yeten evlensin, bu hem gözleri sakındırır hem de ırzı korur. Gücü yetmeyen ise oruç tutsun. Şüphesiz oruç bir kalkandır.[113] Hadis, bu ayet ile önceki ayet­ler arasında bir ilgi olduğunu göstermektedir. Nitekim evlilik, fitneye düşmekten uzak­laştırır ve ırzı muhafaza ile fuhuştan korunmada kuvvet sağlar. Fitne ve fuhuştan korun­mak ise, önceki ayetlerin hedefidir. Dolayısıyla, bu ayet ile önceki ayetler arasıda böyle bir ilgi mevcuttur. Hadisin ifadesi de önceki ayetlerle bağıntılıdır. O açıdan önceki ayet­lerle bu ayet birlikte nazil olmuş ve buraya konulmuş olabilir. Birlikte nazil olmamışsa da bu ayet konu bakımından ilgili olduğu için buraya konulmuştur.

Bazı müfessirlere göre, ayetteki evlilik; teşvik ve tavsiye niteliğinde zikredilmiş ve güzel bir iş olarak görülmüş[114] diğer bir kısım müfessire göre ise, gücü yeten herkese vacip görülmüştür[115]. Ayetin üslubundan genel olarak evliliğin gerekliliği yer almakta hatta bu gereklilik köleleri dahi kapsamaktadır. Öyleki, fakirlik ve dar geçimin bile ev­lenmeye uygun olan erkek ve kızların hatta köle ve cariyelerin evliliğine engel olduğu kanaatine son vermektedir. Özellikle fakirliğin ekserisi, geçim kudretine sahip olmamak değil, normal olarak mihir ve nafaka teminine güç yetirememektir. Bütün bunlarda sos­yal, ahlaki ve insani üstün hikmetler göze çarpmaktadır.

Anlaşılacağı üzere, ayetteki ifade özel bir tarzda köle ve cariye sahiplerine hitap et­mektedir. Çünkü engel çıkaranlar onlardır. Ayette, mihir de mutedil olmak ve insanların genelinde bulunan geçim standardı karşısında zorluk göstermemek gerektiği ifade edil­miş olsa gerek. Aynı zamanda, ayette emredilenlerin gerçekleşmesine müslümanların yardımcı olması da teşvik edilmiştir. Gerek bu ifade, gerekse önceki ifadeler, sözkonusu üstün hikmetlerdendir. [116]

 

33- Evlenme imkanı'[117] bulamayanlar, Allah kendilerini lüt­fü ndan zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariye)lardan mükâtebe[118] (akdi) yapmak isteyenlerle eğer kendilerinde iyilik'[119] gö­rürseniz mükâtebe yapın ve Allah'ın size verdiği maldan onlara da verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde etmek için, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları (fuhşa) zorlarsa, şüphesiz Allah (fuhşa) zorlanmalarından sonra (o kadınlara karşı) bağışla­yıcı, esirgeyicidir.

 

Bu ayet üç hususu içermektedir:

Birincisi: Evlenmeye maddi gücü yeterli olmayanların ırzlarını muhafaza etmeleri ve Allah'ın onları lütfü ile zenginleştirene kadar günah ve çirkin işlerden kaçınmaları gerektiği vurgulanmaktadır.

İkincisi: Himayesinde köle-cariye bulunanların köleleriyle -köleler isterlerse- söz­leşme yapmaları ve evlenmeye yeterliği olanlara, efendilerin Allah'ın kendilerine verdi­ği maldan maddi yardımda bulunmaları emredilmektedir.

Üçüncüsü: Cariye kızlar iffetli olmayı yeğlediklerinde dünyalık menfaatler uğruna onların fuhşa zorlanmaları menedilmekte ve böyle davrananlar korkutularak Allah'ın mağdur olan cariyelere mağfiret vadettiği bildirilmektedir. [120]

 

Evlenme İmkanı Bulamayanlar

 

Müfessirlerin naklettiklerine göre[121] ayetteki ikinci mesele müslümanlardan biri hak­kında nazil olmuştur. Kölesi, azad olmak için anlaşma yapmak istemiş, bu müslüman ise kabul etmemişti. Bunun üzerine kölesi durumu Rasulullah (s)'a şikayet etmişti.

Üçüncü mesele ise, Abdullah İbn Ubey bin Selül hakkında nazil olmuştur. Zira, o da iki cariyesini fuhşa zorluyor ve böylece kazandıklarını kendisine vermelerini istiyordu. Bu­nun üzerine iki cariye Nebi (s)'ye durumu şikayet etmişlerdi[122]. Birinci mesele hakkında herhangi bir rivayet nakledilmemiştir. Bu rivayetlere bakılırsa ayetlerin parça parça in­diği sonucu ortaya çıkar.

Bize göre ;

1- Ayetin birinci fıkrası tam olarak önceki ayetin konusu ile ilgilidir.

2-  Üçüncü mesele, fuhuşla kazanç sağlama mânâsının dışında başka bir anlamı da içerebilir. Nitekim buradan, cariye kızların maddi sebeplerden ötürü evlenmelerine en­gel olunması ve onların evlenip namuslarını korumak istedikleri halde evlenmekten me-nedümemeleri mânâsı da çıkarılabilir. Böylece cariyeler, önceki ayetin mefhumuna göre günaha girmekten kaçınmış olacaklardır.

3-  İkinci meselede teşvik edilen mukatebenin (kölelerin azad olması için yapılan sözleşmenin) önceki ayetin teşvik ettiği gibi kölenin evlendirilmesi ile ilgili olduğu ka­naati hakikatten uzak değildir. Çünkü, kölenin köle olduğu sürece evlenmesinin zor ol­duğunu görmesi ve bunun için evlenmeye teşebbüs etmeden önce azad olmak istemesi makuldür.

Yukarıdaki üç mesele ile ilgili gözlemlerimize göre ayet, gelişi ve konusu bakımın­dan önceki ayetle tümden bağıntılı ve bu üç mesele birbirine sıkı sıkıya bağlı bir bütün­dür. Kölelerden birinin sözleşme isteğinin efendisi tarafından reddedilmesi ve durumu Rasulullah (s)'a şikayet etmesi ile bazı cariyelerin malik ve sahipleri tarafından fuhşa zorlanarak evlendirilmemeleri üzerine Nebi (s)'ye müracat etmeleri buna engel teşkil et­mez. Bunun sonucu olarak, ilahi hikmet önceki ayeti takib eden bu iki meselenin gerek­liliğine hükmetmiş ve böylece hükmün genel mânâda olmasını sağlamıştır.

İbn Kesir, Abdullah İbn Ubey bin Selül'ün cariyelerini para kazanmak için fuhşa zorlaması hakkında değişik yollarla bir çok rivayet nakletmiştir. Ancak, az önce ikinci değerlendirme paragrafında vurguladığımız gibi, bu rivayetler, ayeti para karşılığı fuhuş yapma olayından başka bir hususla irtibatlandırmamıza engel oluşturmaz. Çünkü bu yaklaşımı esas aldığımızda, anlam ve ayetin akışı arasında daha sağlıklı bir uyum ger­çekleşmiş olur. Çünkü İbn Selül'e nisbet edilen bu yakışıksız, insan onuruyla bağdaşma­yan yüz kızartıcı eylemin doğruluğunu kolay kolay sindirmek mümkün görünmüyor. Korkarım ki, İbn Selül'ün nifakın ve münafıkların yönlendiricisi pozisyonunda olması, bu tür rivayetlerin kabul görmesine neden olmuştur. "Dünya hayatının geçici metasını elde etmek için" ifadesini, bizim tercih ettiğimiz anlam çerçevesinde de değerlendirmek mümkündür. Şöyle ki, genç cariyeleri -cariyeler- "feteyat" şeklinde isimlendirilirlerdi ve bu konuyla ilgili olarak Nisa, 25. ayeti inmiştir. Evlenmekten dolayı sahiplerinin çe­şitli çıkarlarını yitirmeleri mümkündü. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

Öyle anlaşılıyor ki, evlenmeye güç yetirmeyenlere yönelik iffetli davranma tavsiye­si, bekar insanın kendini mazur görmesi, doğanın da insana bu yönde bir baskı uygula­masıyla ilintilidir. Zina suçunun neden olduğu büyük günaha dikkat çekilmesi de bu yüzdendir. Hiç kuşkusuz, ayetin ilk bölümüyle, önceki ayetin kapsamında ki evliliğe teşvik edici ifadeler arasında bir çelişki olmadığı gibi, bu bölümü de akışım sekteye uğ-ratıcı bir unsur olarak görmemek gerekir. Çünkü yoksulluk ve zorluk gibi öyle durumlar olur ki, insan evlenmeye imkan bulamaz. Görüldüğü gibi, ayetlerin inişine esas oluştu­ran ilahi hikmet, bu gibi durumları da hesaba katmış ve ayetin ilk bölümünde iffetliliği emretmiştir.

Nitekim Nisa sûresi 25. ayetinde de özgür bir erkeğin maddi sebeplerden dolayı öz­gür bir kadınla evlenmemesi durumu gözönünde bulundurulmuş böyle bir kimsenin bir cariyeyle evlenmesine izin verilmiştir. Çünkü cariyeyle evlenmesinin getirdiği maddi külfet daha az olur. Dolayısıyla burada gözönünde bulundurulan hususun, özgür veya cariye bir kadınla maddi imkansızlıklar yüzünden evlenmeyen insanın durumudur. [123]

 

Kölelerle Özgürlük Sözleşmesi Yapmak

 

Sözleşme yapmak, kölenin özgürleşme yollarından biridir. Ayetin akışı, köle azad etmek gibi, köleyle özgürlük sözleşmesi yapmasının ayetin inişinden önce uygulandığı­nı göstermektedir. Kur'an bu uygulamayı pekiştirmiştir. Çünkü, bu uygulama, Kur'an'ın değişik münasebetlerle teşvik ettiği tavırlarla bağdaşmaktadır. Ayetin kapsamı içinde, sözleşmeli kölelere maddi yardımda bulunmanın teşvik edilmiş olması, kölelerin özgür­leşmelerinin, serbest kalmalarının kolaylaştırılmasına yönelik açık bir mesaj niteliğin­dedir.

Müfessirler[124] bu ayetten ilham alarak ve tabiin kuşağına mensup bazı alimlerin sözlerine dayanarak; bir köle özgürlük sözleşmesi imzalandığı andan itibaren, kendi şahsi için çalışıp kazanma hakkına sahip olur. Bundan dolayı gerek efendisinden ve ge­rekse başkalarından sadaka ve zekat alabilir. Efendisi bu sözleşmeyi bozma veya bun­dan önce olduğu gibi onu birine hibe etme, satma veya emeğinden istifade etme yetki­sine sahip değildir. Ancak kölenin cayması, özgürlüğüne karşılık olarak söz verdiği ma­lı vermemesi başka verdiği sözü yerine getirip istenen malı ödediği andan itibaren o ve çocukları özgür olurlar denmiştir. Bu değerlendirmelerin tümü gerçeğin, doğrunun ifadesidir. Kur'anî yaşamın amacıyla da örtüşmektedir. Tefsir bilginleri, bu bağlamda Ebu Hureyre kanalıyla Peygamberimizden bir hadis rivayet ederler: Rasulullah (s) buyurdu ki: Üç kişiye yardım etmek bir yükümlülüktür. Efendisine belli bir para ödeyip özgürlü­ğüne kavuşmak siteyen sözleşmeli köle... Zinadan korunmak için evlenmek isteyen kimse. Allah yolunda savaşan mücahid[125]. Bu da bizim değerlendirmemizi destekleyen, pekiştiren bir hükümdür. Hadisçiler ümmü Seleme'den şöyle rivayet ederler: Rasulullah (s) bize şöyle dedi: "Birinizin sözleşmeli bir kölesi varsa ve bu köle vadettiği malı öde­yebilecek durumdaysa, onun yanında örtünmesi gerekir."[126] Bu hadiste gösteriyor ki, sözleşmeli köle, sözleşmesini imzaladıktan sonra bir şekilde mutlak köle konumundan çıkıyor. Dolayısıyla, sahibesi onun için mahrem olur.

Yine hadisçiler peygamberimizden şöyle rivayet etmişlerdir: "Bir köle yüz dinar ödemek koşuluyla özgürlük sözleşmesi imzalasa, ancak on dinar verse, o kölelikten kur­tulmaz."[127] Bu hadisle, önceki hadisler arasında bir çelişkinin olmadığı açıktır.

Sözleşme gereği va'dettiği tüm malı ödemeden ölen ve fakat geride mal bırakan söz­leşmeli köle hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kimi fıkıhçılar, sözleşmenin ge­çersiz olacağı, geride bıraktığı mal ve çocukların efendisine ait olacağı görüşündedirler. Bazısı ise, sözleşmenin fesh olmayacağı, efendisinin alacağından başkasından yararlan­ma hakkının bulunmadığı, çocuklarının özgür olarak babalarının sözleşme gereği veril­mesi gereken miktarın dışında kalan malının mirasçıları olacağı görüşünü savunmuşlar­dır.[128] Bizim kanaatimize göre, ikinci görüş daha doğru, daha isabetli ve Kur'an'i yaşa­manın hedefine daha uygundur.

Özgürlük sözlemesini imzalamanın vacip veya müstahap oluşu hakkında farklı gö­rüşler ileri sürülmüştür. Bazıları vacip, bazıları da müstehap olduğu görüşündedir. Tef­sir bilginleri[129] bir kölenin özgürlük sözleşmesini imzalamak istediğini, efendisinin bunu kabul etmediğini ve kölenin gidip onu Hz. Ömer'e şikayet ettiğini, Hz. Ömer'in onu ça­ğırıp kırbaçla dövdüğünü, sonra ona: "Eğer onlar da bir hayır bilirseniz, onlarla sözleş­me yapın" ayetini okuduğunu, bunun üzerine adamın sözlüşme yaptığını anlatırlar. İlk bakışta, "eğer onlarda bir hayır bilirseniz" ifadesinin, bunu takdir etmeyi efendiye bı­raktığı şeklinde bir anlam algılanıyor; ancak, bir kölenin Peygamberimize başvurduğu, ayetin de bu başvuru üzerine indiği ve Peygamberimizin efendisini çağırıp sözleşme yaptırdığı şeklindeki rivayetle, Hz. Ömer'le ilgili rivayet, yöneticinin bu takdiri kullan­ma yetkisine sahip olduğunu ve uygulamaya koyabileceğini göstermektedir. [130]

 

Ayette kullanılan ifade açık bir ifadedir. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında herhangi bir rivayete rastlamadık. Bize göre, daha önceki ayetlerin tümden bir devamı ya da bir kısmının devamı olarak müslümanların, ilahi hükümlere, öğretilere, önceki ayetlerde emir ve nehiylere uymaları konusunda bir hatırlatma niteliğindedir. [131]

35- Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandile'[132] benzer. Lamba'[133] cam içeri­sindedir. Cam, sanki inciden[134]' bir yıldız. Ne doğuya ve ne batıya mensup olmayan mübarek bir zeytin ağacından ya­kılır. (O ağaç) ki, neredeyse ateş değmese de yağı ışık ve­rir. Işığı parıl parıldır. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlara örnekler verir ve Allah herşeyi bilir.

 

Bu ayet, önceki konudan bağımsız başka bir konunun başlangıcı durumundadır. An­cak, önceki ayetle ilgisi, indirilen ayetlerde tenevvür eden Allah nurunun methi husu­sunda olabilir. Kanaatimiz de bu yöndedir.

Ayetlerde:

I- Allah'ın göklerin ve yerin nuru olduğu, yani gökleri ve yeri kendi nuru ile aydın­lattığı ifade edilmiş,

II-  Bu nurun misali, dünyadaki yansımalarından ve insan düşüncesine yakın örnek­lerden insanların anlayabileceği tarzda izah edilmiştir: Allah'ın nuru, en güzeldir ve so­ğuk ya da sıcaklığın etkili olduğu doğu-batı uç noktalarında değil de, en uygun bir or­tamda yetişen zeytin ağacının yağının verdiği ışık gibidir. Böyle bir zeytin ağacının yağı saf ve ışıl ısıldır. Parıldayan bir yıldız gibi saf ve berrak bir sırça içine konulmuş, bu sır­ça da bir lambanın içindedir. Lamba ise bir kandilde... Sözkonusu saflıktaki yağ, bu pınl pırıl ortamda ateş olmadan adeta ışık saçmaktadır. İşte bu, Allah'ın nurunun misalidir. Hem zatı itibariyle aydınlık hem de gayrisi için aydınlatıcı...

III-  Bu örneğin akabinde Allah'ın, nuruna dilediğini hidayet ettiği vurgulanmış, bu misalleri insanların düşünmeleri için verdiği ve O'nun her şeyi bildiği belirtilmiştir.

Bir bütün olarak ayette, Allah'ın zatınının yüceliğini ve göklerde-yerde O'nun apaçık delillerini ortaya koyan Kur'anî üsluplardan biri kullanılmıştır. Allah'ın nuru ve hidaye­tinin bu şekilde net, berrak ve övgüyle anlatılması çok mühim bir hedefe matuftur. Zira, bütün bunlara rağmen eğer bir kimse hidayete kavuşmamışsa bu, Allah nurunun zayıflı­ğı, bulanıklığı veya gizliliği değil bizzat kişinin kendi kusuru olarak değerlendirilmeli­dir. Şüphesiz Allahu Teala ancak, iyi niyetli, saf kalpli ve dalalete sapmayanlardan dile­diğini kendi nuruna kavuşturur. Kötü niyetli, kötü kalpli, inatçı ve kibirli olanlar ise kör­dürler. Ne Allah'ın nurunu görebilir ne de O'nun nuru ile aydınlanabilirler. Devam eden ayetlerde de bu yönde bir değerlendirmeyi teyid eden belirtiler olsa gerek.

Bu ayetin tefsirine ilişkin bazı sünni müfessirlerin değişik yorumları bulunmaktadır. Örneğin Hazin'in Ka'b bin Ahbar'dan naklettiğine göre, ayette Allah, nebisini tasvir et­miştir. Mişkat nebisinin göğsü, misbah (lamba) ise kalbidir. Nebi'nin kalbinde nübüvvet vardır. Ayette geçen mübarek ağaç (şecere) ise, hanif ve müslüman olan İbrahim (a)'in şeceresidir. Bu ağacın (İbrahim şeceresinin) ne doğuda ne de batıda olmayışı, yahudi ya da hrıstiyan olmayışı anlamındadır.

Şii müfessirlerden bir kısmı bu ayet hakkında; Muhammed (s), misbah (lamba)tır. ehli beyt ise misbahın etrafındaki kandildir derken bir kısmı da misbah Muhammed (s), sırça ise Ali'nin göğsüdür. Mübarek şecere de, nur üstüne nur olan ehli beyt ve Allah'ın yeryüzünde halife, halk üzerinde ise hüccet kıldığı vasilerdir. Her çağda, nasıl gökler­den ve yerden Allah'ın nuru eksik olmuyorsa bunlardan biri de mutlaka vardır[135].

Açıkça görüleceği üzere, birinci yorumda şiddetli bir zorluk, ikincisinde ise bir ta­rafgirlik belirtisi göze çarpmaktadır. [136]

 

36-  (Bu kandil) Allah'ın yüceltilmesine ve içinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Oralarda, sabah-akşam  O'nu tenzih edenler vardır.

37- Kendilerini ne ticaretin, ne de alış-verişin Allah'ı an­maktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoymadığı

kimseler. (Onlar) yüreklerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.

38- Ki Allah onlara yaptıklarının en güzel karşılığını versin ve lütfundan onlara daha fazlasını da ihsan etsin. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.

 

Bazı müfessirler ayetteki 'fi' harfi ceninin 'sebbihu (teşbih edin)' ifadesine müteallik olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana: "Yüceltilmesine ve içinde adının anılmasına izin verdiği yerlerde Allah'ı teşbih edin" şeklinde olur[137]. Bu mana ayetlerin sonrakilerle bağlantılı olarak yeni bir bölüm halinde inmiş olmasını gerektirir. Ancak müfessirlerin ekserisi, buradaki 'fi' harfi ceninin, mabetlerdeki kandillerin en büyük kandiller olması hasabiyle önceki ayette geçen 'mişkat (kandil) "e müteallik olduğu görüşündedirler. Bu­rada kabul ettiğimiz görüş de budur. Çünkü bu mana. ayetlerin ruhu ve akıcılığına daha uygundur. Böylece bu ayetler, Allah'ın nurunun kuvvet ve kılavuzluğunu takrir edici "ara ayetler" olarak şunları anlatmaktadır: Allah'ın nuru güçlüdür, yol göstericidir84. O'-nun nuru, isminin anılması suretiyle yüceltilmesini emrettiği, nuruyla hidayet bulan, ti­caret ve alış-verişin kendilerini zikrullahtan, namaz ve oruçtan alıkoymadığı, kalpleri titretip gözleri döndüren ahiret gününün hesabını yapan kulların O'nu teşbih ettiği ma-bedlerdeki büyük kandillere benzer. Allah onlara 'en güzel şekilde' ecirlerini verecek ve üzerlerindeki fazlu nimetini artıracaktır. Allah fazlı geniş olandır. O, bir kimseye lütufta bulunduğunda lütfunun sının olmaz.

Açıkça görüldüğü üzere ayetin izah tarzı böyle olmalıdır. Ancak, "Allah'ın evleri" ifadesine gelince, şüphesiz bu ifade Allah nurunu, kandile teşbihin uzantısı olarak kulla­nılmıştır. Allah'ın kullarından bahsedilmesi ise Kur'anî akış içerisinde mutad bir "ara mesaj" türüdür. Bu ara mesajlarla Kur'an aynı zamanda, ibadet yerlerinin temizliğine ve saygınlığına özen gösterilmesinin gerekliliğini de vurgulamış oluyor.

İşte, Kur'an'ın bu ayetleri ve ifade ettikleri manaya göre, Allah'ın evleri'nden mak­sat; O'nun isminin anıldığı, başkasına değil sadece O'na ibadet edilen ve ibadetin seksiz şüphesiz O'na has kılındığı yerlerdir. Bu özellikler, Muhammed (s)'in bi'setinden sonra bütün kemal sıfatların sahibi, vahidu'1-ahad olan alemlerin Rabbinin oralarda zikredilip O'na topluca ibadet edildiği müslümanların mescitlerine malolmuş özelliklerdir.

Müfessirler bu ayetlerin tefsirinde; mescitlerin inşası, temizliği vb. hususlara dair bir çok hadis nakletmişlerdir. Osman bin Affan'ın rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın rızasını gözeterek bir mescid yapan kimseye Allah aynı­sını cennette yapar"[138]. Hz. Aişe'den rivayet edilen bir hadiste ise: "Rasulullah bize mescidlerin inşasını, temizlik ve güzel kokulanmasını emretti" buyrulmuştur. [139]İbn Mace'nin rivayet ettiği bir diğer hadiste Rasulullah şöyle demiştir: "Mescidlerini süsle -medikçe bir kavmin ameli asla kötü olmaz"[140]. İbn Abbas'ın rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasulü şöyle demiştir: "Yahudi ve hnstiyanların yaptığı gibi mescidleri süsleye­rek muhteşem yapmakla emrolunmadım".[141] İbn Mace'nin Ömer bin Hattab'dan rivaye­tinde ise: "Her kim, içinde Allah'ın isminin anıldığı bir mescid bina ederse, Allah cen­nette ona bir ev bina eder"[142]. İmam Ahmed'in Enes'ten rivayet ettiği hadiste Allah Ra­sulü: "İnsanlar mescidler hakkında birbirleriyle övünürcesine yarışmadığı müddetçe kı[143] yamet kopmaz"[144]. Müslim'in Büreyde'den rivayetinde ise: "Bir adam yüksek sesle mescidde devesini sorduğunda Rasulullah'ın. "Bulamayasın! Mescidler ancak bina edildikleri şey (ibadet) içindir"[145]. İmam Ahmed'in bir rivayetinde şunlar yeralıyor: "Rasulullah mescidlerde alıp satmayı ve karşılıklı atışarak şiir söylemeyi yasakladı"[146] Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği Rasulullah (s) şöyle demiştir: "Mescidde alım satıma şahid olduğunuzda, 'Allah ticaretinizi kârlı kılmasın', kaybettiği bir şeyi mescidde yüksek sesle duyuran bir kimseye rastladığınızda da 'Allah kaybettiğini sana döndürmesin' deyiniz"[147] İbn Mace'nin İbn Ömer'den rivayetinde Rasulullah: "Mescid­ler yol edinilmez, orada silah çekilmez, yay gerilmez, oklar dökülmez, had uygulan­maz ve çarşı edinilmez" demiştir.[148] Bir başka hadiste de: "Çocuklarınızı mescidden uzak tutun" denmiştir[149].

Bu rivayetler çerçevesinde bir hususu hatırlatmakta yarar vardır. Ayette ticaret ve alış-verişin kendilerini Allah'ın zikrinden alıkoymadığı kullar övülürken, alış-verişi ve­ya ticareti bırakıp sadece O'nun zikriyle meşgul olmak gerektiği veya ticaret, alış-veriş ve dünya meşgalesi ile uğraşanların kötülenmesi değil, yerilmiş olduğu anlaşılmamalı­dır. Kur'an'ın ifade ettiği husus, ticaret vs. bütün bu uğraşların insanları, Allah'a ve top­luma karşı sorumluluklarından alıkoymamasıdır. Kaldı ki, Kur'an'ın Mekki ve Medeni bir çok ayetlerinde Allah'ın verdiği rızkı aramanın ve yeryüzünün toprağında bunun için çalışmanın meşru olduğu anlatılmıştır. Gayet açık ve net bir şekilde ortadadır ki hayatın idamesi demek olan dünyevi çalışmalar, Kur'an'ın öngördüğü prensiplerle uyum içinde­dir. Nitekim Cuma sûresininlO. ayetinde: "Namaz eda edildiğinde yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazlından (nasibinizi) arayın" buyrulmuştur. İşte bu ayet, konuyu net bir şekilde izah etmektedir. [150]

 

39- inkar edenlerse, onların yaptıkları düz arazideki'[151] se­raba'[152] benzer. Susamış kimse onu su sanır. Fakat yanına gelince hiçbir şey olmadığını anlar ve Allah'ı yanında bu­lur; Allah onun hessabını tam görür, O, hesabı çabuk gö­rendir.

40- Yahut (onların işleri) engin [153]bir denizdeki karanlıklar gibidir, üstünü bir dalga örtüyor, onun üstünden bir dalga, onun üstünden de bir bulut. Birbiri üstüne yığılmış karan­lıklar. Elini çıkarsa nerdeyse onu dahi göremez. Allah bir kimseye nur vermemişse artık onun nuru olmaz.

 

Ayetlerde, daha önce övgüyle anılan kulların mukabilinde Kur'anî tarzda kafirlere şiddetli bir yergi vardır. Allah'ın nuru ile aydınlanmayanlar için, onlara rehberlik edebi­lecek başka bir aydınlık (nur) yoktur. Kendileri ne zannederlerse zannetsinler onların yaptıkları boş ve anlamsızdır. Onlar, çölde susayıp da serap gören, fakat seraba yaklaştı­ğında acı bir sonla karşılaşan kimse gibidirler. Ya da onlar, engin bir denizde etrafında korkunç dalgaların gidip geldiği, sahil çizgisini kaybetmiş, üzerindeki semayı da karan­lık bulutların kapladığı bir gece vaktinde, kurtulmak veya bir çıkış yolu bulmak şöyle dursun kendi elini dahi göremeyecek kadar karanlıklar içinde bulunan kimse gibidirler.

Ayetteki yergi ve örnekleme oldukça şiddetli bir tarzda cereyan ediyor. Tabiatın kor­kunç çehresinden uzanan bir örnekleme...Bu tarz bir ifadeyle kafirlerden bu ayetlere muhatap olanların korku ve dehşete kapılmaları hedeflenmiştir.

Beğavi'nin Mücahid'den rivayet ettiğine göre bu ayetler, cahiliye devrinde dini kis­veye bürünen fakat İslam geldiğinde inkarcı bir tutum sergileyen Ümeyye oğlu Utbe bin Utbe hakkında nazil olmuştur. Ancak biz, ayetleri bu rivayete uygun bir durumda gör­müyoruz. Zira ayetler, öncesini takip etmekte ve önceki ayetlerde geçen misale mukabil başka bir misal getirmektedir. Kaldı ki, bu rivayetin sahibi Beğavi de, ekseri ulemanın, 'bu ayet tüm kafirler için nazil olmuştur' dediğini nakletmiştir. Nitekim müfessirlerin cumhuru bu görüştedir. [154]

 

41-Görmedin mi göklerde ve yerde olan kimseler, kanat­larını açarak uçan kuşlar'[155] Allah'ı teşbih ederler? Herbiri kendi duasını ve teşbihini bilmiştir. Allah da onların ne yaptıklarını bilmektedir.

42- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dönüş de Al­lah'adır.

43-Görmedin mi Allah bulutları sürer[156], sonra onları bir­birine geçirir[157] sonra onları birbiri üstüne yığar, arasından yağmurun'[158] çıktığını görürsün. Gökteki dağlardan bir dolu indirir de onunla dilediğini vurur, dilediğinden de onu öteye çevirir. Şimşeğinin parıltısı'[159] neredeyse gözleri alır.

44- Allah gece ile gündüzü çevirir. Şüphesiz gözleri olan­lar için bunda bir ibret vardır.

45-Allah, her canlıyı sudan yarattı; onlardan kimi karnı üzerinde yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir.

 

Ayetlerdeki ifade açıktır. Sual tarzında Allah'ın kudretine, melekûti tezahürüne, ya­ratış kanunlarına ve yaratıkların bunlar karşısındaki acziyetine/itirazsız boyun eğmesine işaret edilmiş; Allah'ın her şeyi yarattığı, her şeye kadir olduğu, ilminin herşeyi kuşattığı ve herşeyin sonunda ona döneceği vurgulanmıştır.

Bizce bu ayetler önceki ayetlerle bilhassa "nur" ayetiyle -onların devamı şeklinde-bağlantıhdır Ayetlerde, Allah'ın kudretinde, varoluş kanunlarında, yer ve gökteki herşe­yi ihata edişinde sağlıklı görenler ve aklı selim sahipleri için onları Allah'ın zikrine gö­türecek, yüceliğini ve heybetini onlara hissettirecek, hablullaha tutunmaya sevkedecek ve Allah'a karşı sorumluluklarını yerine getirmeye yöneltecek bir ibret olduğu zikredil­miştir.

Aynı şekilde ayetlerde ifade edilen varoluş kanunlarının, insanların gözleri önünde cereyan etmesi ve onların anlayacağı tarzda vuku bulmasının anlatılması, insanları bu olaylara karşı duyarlı olmaya, Allah'ın azametini, kudretini itirafa sevkedip onları bu olaylar karşısında itaate yöneltmek amacına matuftur. Tabir yerindeyse, burada olayla­rın teknik izahı yapılmamıştır. Benzer yerlerde de ifade ettiğimiz gibi ayetlerin hedefi, bu çerçevede ve bu normda kalmalıdır. [160]

 

46- Andolsun biz, açıklayıcı ayetler indirdik. Allah, diledi­ğini doğru yola iletir.

 

Bu ayetin, önceki ayetlerin bir devamı olma ihtimali olduğu gibi sonraki ayetler için bir başlangıç olma ihtimali de vardır. Birinci ihtimal bizce daha geçerlidir. Önceki ayet­lerde Allah'ın yüceliğine ve kudretine dair bir çok delillere yer verilmiş ve bunlar akıl sahipleriyle Allah'ın doğru yola iletmek istediklerine rehberlik etmesi için toplanmıştır. Bu ayetteki ifadeye benzer ifadeler Kur'an'ın değişik yerlerinde de geçmiştir. Allah'ın dilediğine hidayet etmesinin ne demek olduğunu tefsir eder mahiyette Kur'anî ifadeler değişik ayetlerde zikredilmiştir. Ra'd sûresinin 27. ayetinde "yöneleni de kendisine ile­tir", Maide sûresinin 16. ayetinde "Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına ile­tir" buyrulmuştur. Yani Allah, ancak doğru yolu bulmaya istekli olanları, iyi niyetli ve iyi kalpli olup da bunu arzulayanları hidayetine ulaştırır. [161]

 

47- "Allah'a ve Rasulü'ne inandık itaat ettik" diyorlar. Son­ra onlardan bir gurup, bunun ardından dönüyor. Bunlar inanmış değillerdir.

48- Rasul'ün aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve Rasu-lüne çağrıldıklarında hemen onlardan bir gurup yüzçevi-rirler.

49-  Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek, gelir-ler[162].

50-  Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah ve Rasulü'nün kendilerine bir haksızlık yapa­cağından mı korkuyorlar?[163] Hayır, onlar zalimlerdir.

51-  Rasul'ün aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasu­lü'ne çağrıldıkları zaman iman edenlerin sözü ancak: "işit­tik ve itaat ettik" demeleridir, işte bunlar umduklarına ka­vuşanların ta kendileridir.

52-  Kim Allah'a ve Rasulü'ne itaat eder, Allah'tan korkar, O'nun azabından korunursa, işte kurtuluşa erenler onlar­dır.

 

Ayetlerde:

I- Müslümanlardan bir kesimin, Allah'a ve Rasulü'ne iman edip emirlerine tabi ola­caklarını iddia edip de sonra bunun aksine tavır segiledikleri zikredilmiştir. Bazılarının Allah Rasulü'ne çağrıldığında onun önünde muhakeme olmaktan kaçınmaları ancak hükmün kendi lehlerine olacağını bilmeleri halinde ise sadece bu durumda muhakeme olmak için itaatkârane bir tarzda gittikleri anlatılmıştır.

II- Böyle davrananlar yerilmiştir.Onların bu durumları ,kalplerindeki hastalığın veya şüphe ve tereddüdün ya da Allah'ın Rasulü'nün kendilerine güya haksızlık yapaca­ğından korkularının bir göstergesidir. Bu durum ihlas sahibi, sadık bir mü'minin hali de­ğil de ancak haddi aşan ve zalim bir kimsenin hali olabilir.

III- Daha sonra sadık ve muhlis mü'minlerin Allah'a ve Rasulü'ne, aralarında hüküm vermek üzere çağrıldıklarında, tereddütsüz koşarak: "İşittik ve itaat ettik" demeleri ge­rektiği açıklanmıştır.

IV- Bu şekilde olanlar övgüye layık görülmüştür. İşte bunlar gerçekten kurtuluşu bu­lanlardır. Allah ve Rasulü'ne itaat edip Allah'tan korkan ve O'ndan sakınanlar gerçek kurtuluşa erenlerdir.

"Allah'a ve Rasulüne inandık, itaat ettik diyorlar" ayeti ve devamındaki beş ayet, ba­ğımsız bir bölüm halindedir. İlk ayetin başındaki "vav" harfi ise ya inşai=başlangıç 'va-vı'dır ya da önceki ayeti hatırlatıcı/açıklayıcı 'vav'dır.

Müfessirler bu ayetlerin, bir münafık ve bir yahudi arasında çıkan ihtilafta, münafı-kın aralarında hükmetmesi için Nebi (s)'ye gitmekten kaçınması üzerine nazil olmuştur.

Bu ayetler yeni bir bölümü oluşturuyorlar. İlk ayetin başındaki "vav" (ve) harfi ya cümleye giriş içindir ya da önceki ayete yönelik açıklama nitelikli bir atıf edatı işlerini görüyor. Dolayısıyla önceki ayet, hazırlık ve hatırlatma amacına yönelik bir giriş olarak değerlendirilmelidir.

Tefsirciler, bu ayetlerin münafık bir adam ile bir yahudi arasında baş gösteren bir anlaşmaşlık üzerine indiği rivayet ederler. Münafık adam, Rasulullah'ın hükmüne baş vurmaktan kaçınır ve Yahudi kökenli Tağutlardan (Allah'ın hükmüne alternatif olarak hevası doğrultusunda hükümler verenlerden biri olan Ka'b b. Eşrefin hükmüne başvur­mayı ister. Bir diğer rivayete göre, ayetler Ali b. Ebu Talip ile Muğire b. Vail arasında baş gösteren bir anlaşmazlık üzere inmiştir. Muğire Peygamberin hükmüne başvurmayı reddederek şöyle dedi: "O bana kızıyor. Korkarım ki benden intikam almaya kalkar" Bir başkasına göre de, ayetler Ali ve Osman arasındaki bir anlaşmazlık üzerine inmişlerdir. Osmanın amcasının oğlu ona şöyle der: "Hz. Peygamberin hükmüne başvurmasın. Çün­kü o, amcasının oğlunun lehine hüküm verecektir."[164]

Konuyla ilgili olarak sunduğumuz bu rivayetlerin ilki Nisa sûresi 60-65. ayetlerle il­gili olarak da rivayet edilmişlerdir. Ayrıca Ka'b b. Eşref, siyer kitaplarında yer alan ri­vayetlere göre, Peygamberimizin Medine'ye hicretinden yirmi ay sonra öldürülmüş­tür[165]. Buna karşın, tahminimize göre, bu ayetler, bu olaydan uzun bir süre sonra inmiş­lerdir. Üçüncü rivayeti ise, doğrulamak mümkün değildir. Çünkü Osmanın Peygamberi­miz ve Ali hakkında amcasının oğlunun telkinleri doğrultusunda hareket edeceğini dü­şünemiyoruz. Ya da Peygamber'in kendisinden intikam alacağını aklımız almıyor. Ayetlerse, Peygamber'den başkasının hükmüne başvurmayı eleştirme amacıyla inmiş­lerdir. Dolayısıyla bir hareketi ancak bir münafık yapabilir. Kaldı ki, bu rivayeti Os­man'ı ayıplanan, eleştirilen olumsuz tipler kategorisine sokan şiiler aktarmışlardır[166].

Geriye, ayetin ana fikriyle bağdaşan bir ikinci rivayet kalıyor. Fakat, gördüğümüz kadarıyla, öncelikle ayetlere egemen olan ruhtan ve ana fikirden, ikincisi hemen sonra gelen ayetlerin atmosferinden ve ana fikrinden hareketle, ayetlerin bir grup müslümana yönelik genel bir eleştiri niteliğinde olduğunu algılıyoruz. Çünkü bu müslümanlar iman ve kulluğu sırf Allah'a yönelik kılma (ihlas) ile bağdaşmayan davranışlar içine girmiş­lerdi.

Yoksa belli bir tavır veya özel bir hadise üzerinde duruluyor değildir. Bununla bera­ber, ikinci ayette işaret edilen olaya benzer bir olayın meydana gelmiş olması mümkün­dür. Dolayısıyla bu olay, ancak Allah ve Rasulü'nün adaletinden kuşku duyan hasta kalpli insanlar tarafından sergilenebilecek bu tür tavırlara dayalı olarak genel bir eleşti­rinin ve uyarının araç olarak kullanılmıştır. Gerçi ayetlerde "Münafıklar" sözcüğü geç­miyor. Ancak ayetlerin çizdiği tabloda belirginleşen nitelikler özellikle onlara uyarlana­bilir. "Kalplerinde hastalık var" ifadesi, çeşitli münasebetlerle münafıkların bir niteliği olarak kullanılmıştır. Ya da daha önce de işaret ettiğimiz gibi "Münafık" niteliğinin eşanlamlısı olarak üzerinde durulmuştur.

Belli bir grubu eleştirmeye, ayıplamaya, yüz kızartıcı davranışlarını sergilemeye ve samimi mü'minleri uyarmaya ve yönlendirmeye yönelik olan bu ayetler, ilk bakışta da farkedildiği gibi, Peygamberimizin hukuksal ve siyasal otoritesini pekiştirmeyi, her hu­susta ve her meselede müslümanların onu dinleyip itaat etmelerini sağlamayı hedefle­mektedir. Önceki münasebetlerle de değindiğimiz gibi, bu, Medine inzali ayetlerde sık­ça başvurulan bir ifade tarzı ve anlaşılması öngörülen bir hedeftir. Açıkça görüldüğü gi­bi ayetlerde Peygamberimizin yaşamın Medine aşamasına ilişkin pratik bir tablo ve peygamberimizin karşılaşıp çözümlediği bir somut problem yansıtılmaktadır.

Gerçi ayetler belli bir zamanda inmiş olmaları nedeniyle zamansal bir özelliğe sahip­tirler, ancak içerdikleri derin etkili telkin, hasta kalplileri ve egoistleri kınamaya ilişkin evrensel boyutlara sahiptir. Bunlar hakka boyun eğmezler. Hak aleyhlerine tecelli ettiği zaman köşe bucak kaçarlar. Bunların bütün dertleri kendileridir, kişisel çıkarlarıdır. İh-laslı görünürler ama, kalpleri ihlastan yana bomboştur. Söylemlerini yalanlayan, iddiala­rının sahiplerini ortaya koyan tavırlardan kaçınmazlar menfaatleri icab ettirdiği zaman...

Bu tip insanlara her zaman ve her toplumda rastlamak mümkündür. Ayetlerin akışın­da, bunun yanısıra, salih mü'minlere de her zaman ve her mekanda kurtuluşu, felahı ga­ranti eden bir formül öneriliyor: Emir ve yasaklar hususunda Allah ve Rasulü'ne itaat etmek lehinde de olsa, aleyhinde de olsa hak ve adeletin peşinde gitmek. Her söz ve davranışta, gizli ve açıkta Allah'tan korkmak. Azabından sakınmak.. [167].

 

53-  Yeminlerinin bütün gücüyle Allah'a yemin ettiler: Eğer sen onlara emredersen (savaşa) çıkacaklar diye. De ki: "Ye­min etmeyin (sizden istenen yalan yere yemin etmek değil) güzel itaat etmektir. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı haber al­maktadır.

54-  De ki: "Allah'a itaat edin Rasul'e itaat edin." Eğer dö­nerseniz, O'na gereken, kendisine yüklenen, size gereken de size yüklenendir. Eğer O'na itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz. Rasul'e düşen, sadece açık bir şekilde duyur­maktır.

 

Her iki ayette şu hususlar vurgulanmaktadır:

 

1-  Eğer Nebi onlara savaşa çıkmalarını emretseydi, bu emri uygulayacaklarına dair bütün güçleriyle yemin etmişlerdi.

2- Hz. Peygamber'e, yemin etmemelerini söylemesi emredilmektedir. Onlardan istenen yalnızca anlayış ve itaattir. Bu, kendi maslahatları için daha hayırlıdır. Muhakkak ki Allah, onların niyetlerini ve yaptıklarını bilendir.

3- Nebi'ye ikinci bir emirle onlara sözle yetinmeyip Allah'a ve Rasulü'ne itaat etme­lerinin ve ihlaslı olmanın gereklilği vurgulanmaktadır. İhlaslı olmalarında kendileri için hayır ve hidayet vardır. Eğer yüz çevirirlerse, kendi amellerinden ve görevlerinden so­rumludurlar. Peygamberin sorumluluğu ise Allah'ın yalnız O'na yüklediği tebliği du­yurmaktır. Onlar ise Allah'ın kendilerine yüklediği ihlas, işitme ve itaatten sorumludur­lar. Günahlarının zararı ve samimiyetsizlikleri ise kendilerinedir.

Bazı müfessirler, Kur'an münafıkları ihlaslarıyla kınayıp eliştirmeye başlayınca Pey-gamber'e gelerek muhlis olduklarına, açıklıkla emrettiğinde emirlerini uygulayacakları­na veya çağrıldıklarında savaşa hazır olduklarına dair Allah'a yemin ettiler demektedir­ler[168].

Bu müfessirler sözlerini hiçbir yere dayandırmamışlardır. Ancak ayetlerin üslubu, doğrudan bu tür bir sebeple indiklerine delalet etmemekle birlikte müsfessirlerin sözünü teyid etmektedir. Ayet öncesiyle bağlantılıdır. Üçüncü çoğul zamiri ve ikinci çoğul za­miri geçen ayette kınananlara dönmektedir. Dolayısıyla konu ve anlam bakımından on­ların devamı niteliğindedir. Ayetlerin, geçen ayetlerde zikredilen münafıkların konumu­nu anlatmak ve onları kınamak için indiği anlaşılmaktadır. Bu ayet de, her ne kadar ye­min etseler de münafıklara güvenilmemesi gerektiği, Allah ve Rasulü'ne itaat etme ve ihlaslı olmanın gerekliliğini içermektedir.

Ayetler, ortaya koydukları veya gizledikleri davranışlarda samimiyetlerini ispatlama girişimindeki münafıkların tabiatına işaret etmektedir. Tercih edilen görüşe göre geçen sûrede zikredildiği gibi Medine'de yahudilerin kökünün kazınmasından sonra inmiştir. Böylece münafıkların konumu değişmeye, zayıflamaya başlamıştır. Yine ayetlerden an­laşıldığı kadarıyla onların, görüşünüşte itaat etmeye başladıklarını söyleyebiliriz. Kalbi hastalıklı olanların samimiyetsiz davranışlarını kötüleyen genel bir telkini içermektedir. Özellikle dayanışmanın genel bir zorunluluk olduğu savaş şartlarında müslümanlarla dayanışmaya hazır olduklarına dair yalan iddialarını içermektedir ki, müslümanlarla da­yanışmalarının faydası, yüz çevirdiklerinde ise zararı yine kendilerine dokunur. [169]

 

55-   Allah (c), sizden inanıp iyi işler yapanlara vaad etti: Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde halifeler kılacak ve kendileri için seçip beğen­diği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir. Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmaz­lar. Ama kim(ler) bundan sonra da inkar ederse işte onlar yoldan çıkanlardır.

56-  Namazı kılın, zekatı verin ve Rasul'e itaat edin ki mer­hamet olunasınız.

57-  inkar edenlerin, yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakacakla­rını sanma. Onların varacağı yer ateştir. Ne kötü bir gidiş yeridir o!

 

"Allah, sizden iman edip salih ameller yapanlara, kendilerini yeryüzüne (kendinin emir ve yasaklarını uygulayacak ve yeryüzünün nimetlerine sahip olacak) halifeler kıla­cağını vaad etmiştir" ayeti ve bundan sonra gelen iki ayette İslam devletinin kurulacağı­na dair işaretlerin bulunması yanında kalıcı telkinler, toplumsal yapının temel taşları ve Peygamber ile kendinden sonraki halifeleri döneminde gerçekleşmiş olan mucizeden bahsedilmektedir.

Ayetin ifadesi açıktır; şöyle ki, bu ayette şu hususlar yer almaktadır:

I- Kendilerinden öncekilere de vaad ettiği gibi müslümanlardan inanıp salih amel iş­leyenlere, kendilerini yeryüzüne mirasçılar yapıp güç ve refaha kavuşturacağı vaadini hatırlatarak; kendileri için seçip razı olduğu güçlü ilahi dinin desteklenip yayılacağına ve iman amellerinde samimi olan Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmaksızın ibadet eden, na­mazı kılıp zekatı veren ve Rasul'e itaat edenlerin Allah'ın rıza ve faziletine de kavuşa­caklarına dikkat çekilmektedir.

II-  Kafirler için bir korkutma ve uyarı vardır. Zira bunlar Allah'ı inkar edip fasıklar olmuşlar ve Allah'a karşı isyankar olmuşlardır. Hiç kimse kesinlikle Allah'ı yeryüzündeaciz bırakacağını sanmasın. Çünkü Allah (c) onları kıskıvrak yakalayacak kadar güçlü­dür ve kuşatıcıdır. Onların ahiretteki yerleri de cehennem azabıdır, o ne kötü bir dönüş yeridir.

Müslümanlardan bazıları kendilerine hicret ve cihad etmek emredilince, neredeyse silahlarından hiç ayrılmayacak hale gelip "emniyette olacağımız ve silahlarımızı bıraka­cağımız günümüz olacak mı?" dediklerinde, Allah'ın bu ayetleri indirdiğini müfessirler anlatmaktadırlar[170].

Anladığımız kadarıyla bundan önce geçen iki ayetle ardarda sıralı bu ayetlerin siyak ve konu itibariyle sıkı bir ilişkileri var ve bunlar ardarda sıralı olarak indirilmişlerdir. Bu iki ayet kalp hastalıklarını ortaya çıkardığı gibi Hakkı dinleme, Hakka itaat ve iman hususlarında samimiyete davet ederek bu hususlann insanların iyiliğine olduğunu vur­gulamaktadır. Bu ayetler, iman ve amellerinde samimi (muhlis) kimselere Allah'ın va-adlerini ulaştırmak, Rasul'e itaatin gerekliliğini ve sözkonusu vaadin Allah'ın garanti­sinde olduğunu bildirmek için indirilmişlerdir.

Her ne kadar durum bu olsa da ortadaki keyfiyet müslümanların aktarılan rivayetler­de geçen herhangi bir konuda bir takım sorular sormuş olmalarını engellemez. Kur'an'ın hikmeti ayetlerin tekellüfünün müslümanların sordukları sorularına bir cevap olmasını gerektirir. Bu cevaplar içerisinde kendine has şartlara bağlı olan müjdeler bulunmakta­dır.

Özetle denilebilir ki; Rasulullah'ın döneminden beri salih mü'minlere yeryüzü mi-rasçılığını vaad eden bu sûrenin şu ilk ayeti, bu mirasçılığın kuvvet sahibi bir devletin sınırları çerçevesinde olacağını vurgulamaktadır. Ya da bir başka deyişle bu ayet içeri­sinde İslam Devletinin kurulma ideolojisi yer almaktadır. Gerçi bu husus Allah'a, Pey­gamberine ve müslümanlardan olan yetki sahibi yöneticilere itaat etmeyi ve tüm prob­lemlerde çözümü bu mercilerde aramayı emreden Mekki ve Medeni bir çok ayetin muh­tevasında da yer almaktadır. Bu ayetler aynı zamanda Peygamber'in yargıyla ilgili, si­yasi, cihadi ve teşrii yetki ve otoritesini desteklemekle beraber cihad ve savunma ide­olojisi ile beraber İslam Devleti hürriyetini, müslümanların ve dinlerinin korunması, -meclis ve keyfiyet olarak- şuramn oluşturulması, müslümanların barış içerisinde yaşa* malan, savaşmaksızın ya da savaştan sora antlaşmaların oluşturulması, -gayrimüslimle­rin ödedikleri- cizyenin toplanması, İslam Devleti'nin sınırlarının oluşturulup korunma altına alınması, aile meselelerinin düzenlenmesi, zekatın feyin ve müslümanların genel maslahatlarına ve muhtaç olan kesimin ihtiyaçlarını karşılamak üzere harcasın diye yö­neticinin emrine verilmek üzere devlet hazinesine davarların beşte birinin bizzat devlet tarafından toplanması ve benzeri birçok hususu da kapsamaktadır. Biz bunlara ayetlerin akışı içerisinde bir takım açıklamalar getirmiştik. Bu tipten hususlara işaret eden bir çok sahih hadis de bunlara ilave olunabilir. Nitekim benzeri bir çok husus münasebetlerle il­gili açıklamalarda yer almaktadır.

Burada; "iyilikler -salih ameller- yapanlar" ifadesi üzerinde durmamaız yerinde ola­caktır. Şunları söyleyebiliriz: Ayette geçen müjde ve ilahi vaadin gerçekleşmesi için bir şart olan salih ameller; daha önceleri bazı münasabetlerle anlatmış olduğumuz gibi hay­rın her türlüsünü, iyilikleri, insanların ilahi bir ibadet olarak ya da bir beşer olarak yap­tıkları tüm kulluklarını, nefsin Allah'a teslimiyetini, Allah'ı görürcesine kulluk görevle­rini yerine getirmesini, ihtiyaç sahiplerine yardımlarını, zayıflara acımasını, Allah yo­lundaki her tür mücadele olan cihadını, zalimlere ve zulme karşı mücadelesini, bu hu­susta nefsini ve canını feda etmeye hazırlanmasını, hakka, adalete, mutedil davranmaya, doğruluğa, emanete riayet etmeye sarılmasını, hayır ve takvada yardımlaşmasını, hakkın sabrın, merhametin ve müslümanların iyiliklerine olacak amellerin yapılmasını, iyilikle­rin emredilmesini, kötülüklerin menedilmesini, helal kazancın sağlanmasını, insanların ailelerine, yurttaşlarına ve toplumlarına karşı görevlerini yerine getirmesini ve insanlara iyilikle muamele etmesini kapsamına almaktadır.

İşte, Allah'ın müslümanlara vaad ettiği yüce anlam ve değerli sınırlara sahip olan söz ve müjdenin gerçekleşmesi için gereken şart böylece ortaya çıkmış olmaktadır. Bu du­rum, aynı zamanda kalıcı ve sosyal bir gerçeği de kapsamaktadır ki bu gerçek, dünyada kuvvet, destek ve başarının iman edip salih ameller yapanlar için oluşu ve bu durumun her zaman ve her yerde onların dinleri ve hayat programları için bu şartın muhtevasında bulunuşudur.

Elbette ki, Rasulullah ve sahabe dönemlerinde, adeta birbirleriyle bir çift oluşturan vaad ve müjde yani müslümanların yeryüzüne varis olmaları ve İslam dininin desteklen­ip güçlenmesi gerçekleşmişti. Çünkü bu iki dönemin insanları arasında sözü edilen şart­lar yerine getirilmişti. Bu da Kur'an'ın mucizelerinden bir tanesi idi. Nitekim o dönem müslümanlarının korkuları, emniyete ve zaafları da kuvvete dönmüş, Allah (c) dinlerini desteklemiş, Arap yarımadasının her yanına din ulaşmadıkça Peygamberlerini vefat et-tirmemişti. Durum bu dereceye ulaştıktan sonra müslümanlar kendilerine komşu olan ülkelerin de kapılarını çalmaya davetlerini oralara da ulaştırmaya başlamışlardı. Bundan dolayı İslam'ın yargı, yürütme, cihad, ekonomi ve sistemleşme alanlarındaki işlerini çö­zümleyecek bir güç ve gözetim kuvveti (devleti) oluştu. Bu devlet önce Peygamberin daha sonraki dönemde de O'nun yolundan giden raşid halifelerinin gözetimi altında var­lık bulmuştu. Onların zamanında da Kur'an'ın bu mucizesi devam etti de İslam, kuzeyde ve güneyde Arap yarımadasına komşu olan tüm ülkelere kadar ulaştı. Birey ve toplumu ilgilendiren her hususta İslami otorite güçlü ve başarılı bir grafik çizdiğinden bu otorite önünde zulüm ve azgınlık güçleri varlıklarını koruyamayıp dağıldılar. Müslümanlar ve yönetici kesimleri Nebilerinin yolunda ve metodunda ilerlemelerini sürdürdüklerinde İs­lami otorite ve İslam dini ilk üç asır boyunca yer kürenin doğusundan batısına doğudaki Hind ve Çin sınırlarından batıdaki Atlas Okyanusu'na kadar bilinen mamur köşelere, kuzey ve güneydeki ülkelerin ırk, renk ve din farklılıklarına rağmen buralardan büyük ölçüde yardımlar alarak ulaştılar.

Biz müslümanlar, şu ayetlerin ihtiva ettiği şartları müslümanlar kendi aralarında tüm samimiyet ve gayretleriyle gerçekleştirir de Allah (c) ve Rasulü'nün Kitap ve sünnet ile ana sınır ve temellerini belirleyip oluşturdukları plana ve sosyal siyasi, şahsi, cihadi, ai­levi, toplumsal dayanışma, dine davet, yaşama tarzı ve sistemine bağlı olarak yürürlerse Allah'ın inananlar ve İslam dini için söz verdiği "mutlak vaad"in her zaman ve her yer­de gerçekleşeceğine inanmaktayız.

Bunlara inanmak her müslümanın görevidir. Çünkü Allah (c), bu ayetlerde ve Mek-ki ya da Medeni olsun bir çok sûrenin daha başka ayetlerinde başarı, zafer ve destek olarak her ne vaad etmişse asla ona muhalefet etmez.

Nitekim müfessirler, müslümanlar ve Araplar için zafer, kuvvet ve destek vaadleri-nin yer aldığı bir çok hadis rivayet etmektedir. Bunlardan bir iki tane aktarabiliriz: "Ra-sulullah buyurdu ki: "Allah yeryüzünü benim için dürdü. Ben de doğusunu batısını gör­düm. Ümmetimin önderleri gördüğüm yerlere ulaşacaklar"[171]. Adiy bin Hatim'den akta­rılan bir başka hadiste şunlar geçmektedir: "Rasulullah bana şöyle dedi: "Hire'yi biliyor musun?" "Orasını bilmiyorum ama hakkında bir şeyler işittim" dedim. "Nefsimi elinde tutan -Allah'-a yemin olsun ki, Allah (c) müslümanlara verdiği sözü yerine getirip va­adini tamamlayacaktır. Öyle ki, hayvanının üzerindeki hevdecine binen bir kadın Hi-re'den çıkıp hiç kimsenin koruması olmaksızın emniyet içinde Kabe'yi tavaf edecek ve Kisra bin Hürmüz'ün hazineleri de ele geçirilecektir." dedi. Ben: "Kisra bin Hürmüz'ün hazineleri mi?" dedim. "Evet, Kisra bin Hürmüz'ün hazineleri ve mal-mülk (maddi de-ğerler)öylesine değersiz ve önemsiz olacaklar ki, kimse dönüp de onlara fazla bir değer vererek bakmayacak" dedi. Adiyy diyor ki, bir kadın kimsenin korumasına ihtiyaç duy­maksızın hayvanına binecek gidip Kabe'yi tavaf edecek ben de Kisra bin Hürmüz'ün ha­zinelerini ele geçirenlerin arasında olacağım. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, bunlara bir üçüncüsü de eklenecek ki, o da Rasulullah'ın şu söylediklerinin tastamam gerçekleşeceği hususudur."[172]

"Bundan sonra da -Allah'ı inkar ederek- kafir olanlar fasıkların ta kendileridir." cümlesinin açıklaması hakkında müfessirler şöyle diyorlar: Bu ifade, müslüman olup da Allah'ın verdiği nimetleri inkar eden ve Allah ve Rasulü'ne itaatten yüz çevirenlere işa­ret etmektedir.[173] Bu fikir ayetin ifade ruhuna uygun düşmektedir. Bu yorum ve açıkla­manın ışığından hareketle bu ifade de bir başka kalıcı ve sosyal bir gerçeğin yer aldığı söylenebilir. Bu gerçek, müslümanların Kur'anî mucizelerle gerçekleşen ideal yoldan saptıklarında kendilerine varlık, şeref, yöneticilik dinin ve gücün yayılması gibi nimetle­rin verilmesinden sonra; değersizleşmeleri, zayıflamaları, yöneticilik gibi önemli yerler­den kovulmaları ve yardımsız tek başlarına bırakılmalarının mümkün oluşudur. [174]

 

Şia'nın Ayetlerle İlgili Yorumu

 

Şia müfessirleri de[175] "Bundan sonra da artık küfredenler /asıkların ta kendileridir" ayetinin anlamı ve yorumu üzerinde durmuşlardır. Bu hususta kendi imamları İmam Al­i'nin oğlu Hz. Hüseyin, Ebu Ca'fer ve Ebu Abdullah'tan bu ayetin Rasulullah'ın ehli bey­tinden ya da onların tarafdarlanndan olup da onlardan geri kalanlar hakkında ve onların Ehl-i Beyt'e düşmanlık ve Ehl-i Beyt'den yüzçevirmeleri hususunda indirilmiş olduğunu rivayet etmişlerdir. Yine imamlarından yaptıkları bir başka rivayette, buradaki birinci ayetin İmam Mehdi'nin çıkışı ve yeryüzüne mirasçı oluşu hakkındaki fikirleri yer al­maktadır. Bu hususta rivayet olunan bir hadiste ise şunlar yer almaktadır. Rasulullah (s) şöyle buyurdu: "Dünyada yalnızca bir gün öylesine uzatılır ki, ehli beytimden bir kimse çıkıp»dünyaya mirasçı olur. İsmi benim ismimdir. Onun gelişine kadar zulüm ve haksız­lıklarla dolmuş olan dünyayı O, adaletle dolduracaktır."[176]

Burada, gerek bu ayetlerin yorumlan gerekse iman edip, samimiyetle salih ameller işleyen, namazı kılıp zekatı veren ve Rasul 'e itaat eden müslümanlara yapılan, yeryüzü miraçılığının genişliği hususunun asli mecrasından çıkarılması konusunda tevilinde bu doğrultuda bir yorum yaptıracak ve işi mecrasından uzaklaştıracak herhangi bir faktör yoktur.

Bu ayet, öncekilerden ayn bir konunun başlangıcıdır. [177]

 

58- Ey inananlar, ellerinizin altında bulunan (köleler, hiz-metçijler ve sizden henüz erginliğe ermemiş (çocuk)ler, üç vakitte (odalarınıza girebilmek için) izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleden sonra elbisenizi çıkaracağınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği üç[178] vakittir. Bunların dışında (hizmetçilerin ve çocukların, izin almadan içeri girmelerinden dolayı) ne si­ze, ne de onlara günah yoktur. (Onlar sizin) yanınızda do­laşırlar, birbirlerinizin yanına girip çıkarsınız. Allah ayetle­ri size böyle açıklar. Allah bilendir, hikmet sahibidir.

59- Çocuklarınız ergenlik çağına erdikleri zaman, kendile­rinden öncekilerin izin istedikleri gibi (kendileri de) izin is­tesinler. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor. Allah bi­lendir, hikmet[179] sahibidir.

 

Her iki ayette:

I-  Erginlik çağına erişmemiş çocuklann ve kölelerin isteyip de, izin verilmeden üç vakitte yanlarına girmemeleri için müslümanlara emir verilmiştir. Bu vakitler: Sabahtan önce, insanlann hafiflenip rahatlamaları için elbiselerini çıkardıkları öğle vakti ve yatsı namazından sonra. Bu vakitlerin dışında izinsiz yanlarına onların girebilecekleri ifade edilmektedir.

II-  Başka bir hüküm de: erginliğe kavuşmuş çocukların diğer insanlar gibi bu üç vaktin dışında dahi izinsiz ebeveynlerinin yanlarına giremeyecekleridir.

III- Bu terbiye ve eğitimin akabinde yüce Allah'ın hakkıyle ilim, hüküm ve hikmet sahibi olduğu, doğrunun ve hikmetin bulunduğu gerçekleri kullarına emrettiği, bütün iş­lerin sebep ve gerekçelerini bildiği, onlarla uyumlu bir şekilde ayetlerini insanlara açık­ladığı gözlenmektedir. [180]

 

Üç Vakitte İzin İstemek...

 

Bu iki ayet, yeni bir bölüm açıyor. O ayetlerden sonra indiği, onların tertibine ko­nulduğu ihtimalini taşıyor.

Tefsircilerin rivayet ettiklerine göre birinci ayet, Hz. Peygamber'in Hz. Ömer'e öğle vakti gönderdiği kölenin hoşlanmadığı bir halde Hz. Ömer'i görmesi münasebetiyle in­diği, ya da Esma bint-i Mersed'in kölesinin, onun hoşlanmadığı bir vakitte yanına gir­mesi üzerine Esma'nın Hz. Peygamber'e gelip, "Bizim hizmetçilerimiz ve kölelerimiz hoşlanmadığımız bir zamanda yanımıza giriyorlar." demesi üzerine inmiştir[181].

Rivayetlerin sahih olduğu muhtemeldir. Çünkü Kur'an'ın hukuki ve eğitici hüküm­leri, daha önce vaki olan bir çok münasebetle, sorulan sorular, istenen fetvalar ve yapı­lan müracaatlar üzerine değişik şartlarda cevap olarak inerdi. Ne olursa olsun her iki ayet, Rasulullah'a yapılan şikayeti ve onu tamamlayan yönlerini içeren yasal bir açıkla­madır.

Bu sûrenin 31. ayetinin, kadının süsünü ve cazip yerlerini ergenlik çağına kavuşma­mış çocuklara ve kölelere göstermesinin mubah olduğunu ifade ettiğine dikkat çekmek istiyoruz. Görünen şu ki, bu mübahlık, bunların her zaman izinsiz kadınların yanlarına girme serbestiyetini getirmiş, daha sonra Hz. Peygamber'e yapılan müracaat üzerine du­rumun düzeltilmesi için ayetler inmiştir. Ayetlerin içerdiği eğitici hükmünün kapsamına hem erkek hem de kadınları alması için kadın-erkek ayırt etmeden mutlak bir ifade kul­lanılmıştır. Bu öyle iffetli bir tavır takınmayı gerektiriyor.

Ayette geçen "etfal: çocuklar" sözcüğü, mutlak olduğu için, kendilerinden izin iste­nilen çocuklarıyla ve başkaların çocuklarını ayırtetmeden tümünü kapsamına almakta­dır.

"Sizden olan çocuklar ergenlik çağma ulaştığı zaman..." cümlesi de, yanlarına giri­lenlerin çocukları da olsa ergenlik çağına gelenlerin bu üç vaktin dışında dahi izin iste­melerinin gerekli olduğunu ifade ediyor. Ayetlerdeki hitap tarzı sûrenin 27. ayetinde ol­duğu gibi, kadın ve erkeği kapsamına alacak, yanlarına girilen veya girenlerin kadın ve erkek olduğunu ayırt etmeksizin izin istemenin vacip olduğunu vurgulayacak şekilde mutlak bir mesaj veriyor.

Ayetin iniş sebebi olarak gösterilen Esma'nın rivayeti, zikredilen ayetin açıklaması­nın gelişme üslubunda dikkat çektiğimiz işaret ve karinelerle bu hususta tercih edilecek bir rivayettir.

İlk bakışta "Sizden ergenlik çağına ermeyenler..." cümlesiyle, "Sizden ergenlik ça­ğına eren çocuklar..." cümlesinin erkek çocukları kastettiği anlaşılıyor ise de konuya dikkatlice bakıldığında her iki cümlenin de hem kız hem de erkek çocukları kapsadığı anlaşılmaktadır. Zira, "ergenlik çağına erme" tabirinin her iki cins için de kullanılması doğrudur.

Erginlik çağına gelmeyen kız çocuklarının bu üç mahrem vakitte, ergenlik çağına gelen kız çocuklarının bu vakitlerin dışında da izin istemelerinin gerekli oluşu, erkek çocuklara nazaran tartışılmaz ve daha öncelikli bir gerçektir. Yanlarına girmeden önce izin isteme ve bir ön iletişim sağlama ile ilgili 27. ayetteki emir, hem erkek hem kadını birden kapsayacak nitelikte mutlaktır. Burada da ilk akla gelen aynı hükmün ifade edil­miş olmasıdır. [182]

60- Evlenme arzusu kalmamış, oturan (ihtiyar) kadınların, süslerini göstermeye'[183] çalışmayarak, dış örtülerini bırak­malarında'[184] bir sakınca yoktur. Ama sakınmaları, kendile­ri için daha hayırlıdır. Allah, işitendir, bilendir.

 

Bu ayette evlerinde oturmuş, evlenmeye umudu kalmamış veya kendileriyle evlenil-meye rağbet gösterilmeyen kadınlara, süs ve cazip yerlerini açmak gibi bir art niyet taşı­mamak şartıyla dış elbiselerini üzerlerinden çıkarmalarının, bu konuda tam bir hassasi­yet göstermemelerinin caiz olduğu gözleniyor. Ama ne olursa olsun örtünme hususunda özen göstermelerinin kendileri için daha hayırlı ve daha güzel olduğu vurgulanmakta­dır. Allah (c) her şeyi bilen ve her söyleneni hakkıyla işitendir.

Ayetin iniş sebebi hakkında herhangi bir rivayete rastlamadık. Bu ayetin daha önce­ki iki ayet ile ilintili olduğu anlaşılıyor. Eksik bırakılanları tamamlama yönüyle kalan kısmının beyan etmesi hususu, 31. ayetin gerektirdiği eğitici hükümlerinden anlaşılmış değildir. Bu ayet, normalde açılması mahzurlu olan yerleri, şeffaf elbiseden görünecek yerlerini örtmesini, süs ve süs yerlerini mahremi olmayanlara açmamasını kadına emre­diyor. Ayeti kerime, fitnesinden korkulmayan kadınların diğer kadınlardan farklı olan yönlerine bir evvelki ayetlerde kapalı geçen hususlara kolaylık ve ruhsat bazında açıklık getirmekle birlikte, her halükarda ayet, iffet ve hayanın gereği olan hususa riayet etmenin lüzumuna, zinetini göstermemeye dikkat çekmektedir. Ayetin bittiği son kesit, ayet­te çekilen dikkatin, sözkonusu kadınların anormal şekilde üzerlerinden elbiseleri atmak­la kendilerine yönelecek kınama ve eleştirileri önlemek için olduğu imajını vermektedir.

Tefsircilerin çoğunluğuna göre bu kadınlar, cinsi şehvet sınırını aşmış, yaşlan ilerle­miş kadınlardır. Yüzleri çirkin, cinsel yönden cazibesini yitirmiş, salgın veya daha baş­ka hastalıklara mübtela olmuş kadınlar yaşlan ilerlememiş de olsalar bu katagoriden sa­yılırlar. Bu ayet, ibaresi ve ruhu itibariyle diğer ayetlerle uyum içinde olsa gerek. Aynı zamanda ayetin, kadının haya ve iffetini koruması, fitne çıkaracak, dillere destan olacak sebeplere tevessül etmemesi gerektiğini içermesi açısından diğer ayetlerle uyuşmakta­dır. Başka bir yönden de bu ayet, 31. ayette yüzü örtmenin, peçe takmanın gerekli olma­dığı yolundaki anlayışımızı da pekiştirmektedir. Buna göre bu hususta kadınlar iki gru­ba aynlır:

I. Grup; fitneye sebep verecek olanlardır ki, normalde açılması mahzurlu olan cazip ve süs yerlerini örtmekle emredilmişlerdir.

II.  Grup; fitneye sebebiyet verecek pozisyonda olmayan kadınlardır ki, örtünmeleri için şiddet gösterilmemiş, fakat bununla beraber, iffetli ve hayâlı bir tutuma ve itidale davet edilmişlerdir. [185]

 

61- Köre güçlük yoktur. Topala güçlük yoktur. Hastaya güçlük yoktur. Size de kendi evlerinizden, yahut kardeşle­rinizin evlerinden, yahut halalarınızın evlerinden, yahut dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden, yahut anahtarları ellerinizde [186]üzerinize bir gü­nah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama[187] dileği olarak kendinize (Kendinizden olan ev halkına) selam verin. İşte Allah, ayetleri size böyle açıklıyor ki, düşünüp[188] anlayasınız.

 

Bu ayet kişinin; kendisinin, babasının, annesinin, kardeşinin, bacısının, amcasının, halasının, dayısının, teyzesinin, dostunun ve kölelerinin evlerinden ve de körler topallar ve hastaların bu evlerden yemelerinden duydukları sıkıntıyı, hissettikleri günah kuşku­sunu kaldırmaktadır. Ayrıca ayet, insanların toplu veya dağınık şekilde yiyebilecekleri­ni belirtirken, bu konuda selamlaşmaya, mübarek ve hoş bir hayat yaşamaları için dua etmeye teşvik ediyor, hitap ettiği müslüman toplumun ilahi vahyin yüklü olduğu hik­met ve öğretileri anlayabilmeleri için, ayetlerini açıkladığına dikkat çekiyor. [189]

 

İslam Kolaylık Dinidir

 

Tefsirciler, ayetin birinci bölümü hakkında özel bir boyutta değişik bir çok söz ve ri­vayetler ileri sürmüşlerdir.

Denildi ki, sağlıklı kimseler; hastalar, körler ve topallarla yemek yemekten büyükle-niyor ve tiksiniyorlardı. Başka bir rivayete göre bu özürlüler, onların büyüklenme ve tiksinmelerine meydan vermemek için onlarla beraber yemek yemekten sakınıyorlardı.

Diğer bir rivayette ise, sağlıklı olanlar cihada çıkarken evlerinin anahtarlarını cihad-dan geri kalanlara bırakıyor, evlerinde yiyip içmelerine müsade ediyorlardı. Ancak on­lar yemekten kaçınıyorlardı.

İlk iki görüş, ayetin ruhu ve siyakıyla en çok uyuşan görüştür. Nitekim akla yatkın olan da budur. Bununla birlikte ayetin genel olarak beraberce yeme içme adabının amaçladığı ihtimali de uzak değildir. Ayet ayrıca evlere giriş adabı, giyside ve örtünme­de riayet edilmesi gereken hususlar üzerinde önemle durmaktadır.

Kur'an-ı Kerim genel prensibi itibariyle meşru mazeret sahiplerine emir ve yasaklar konusunda bir hafiflik ve kolaylık sağladığı gibi, buradaki ayetin zincirleme şeklindeki gelişme üslubu da aynı kolaylık ve hafifliği vurguluyor. Şu bir gerçektir ki, ayet-i keri­me gelişme üslubu ve konusu itibariyle önceki ayetlerle ilintili bulunmaktadır. Önceki ayetler gibi insanlarla beraber yaşamanın adab-ı muaşeret kuralını öğretme yöntemini izlemektedir. Ayrıca Kur'an'ın büyük bir prensibi de içerdiği görülmektedir: Bu ve bu­na benzer olaylarda Kur'an, müslümanlardan zorluğu kaldırmakta, belli bir biçim ve şekle bağlanma şartını getirmeden nefislerin rahatlayacağı şekilde ve imkanların elver­diği ölçüde görevlerini yerine getirme prensibini kendilerine bırakmaktadır. Karşılıklı güzel geçinmeleri, birbirleriyle selamlaşmaları ve güzel temennilerde bulunmaları husu­sunda dikkat çekmektedir. Çünkü bunlar aralarında sevgi ve muhabbet bağını kuvvet­lendirir. Zayıflara karşı şefkatli olmaya, onları ruhen sevindirmeye, özür sahiplerinin yükünü hafifletmeye, onlara karşı hoşgörülü olmaya özendirmektedir. Bütün bunlar Kur'an'ın genel teşrii ilkeleriyle uyum halindedir.

Bu ayeti kerime, önceki üç ayetle birlikte indiği ihtimali dahilinde olmakla, indikleri ortamın şartlan ve konularının benzerliğinden dolayı ayetlerin tertibinde yer almakla birlikte daha sonra inme ihtimali de vardir. Yahut değişik zaman ve şartlarda inmiş, fa­kat konu bütünlüğü nedeniyle sıralamada yer almıştır.

Ayetin hitabı mutlaktır. Ayetin erkeklere özgü olduğunu ifade eden bir delil yoktur. Yani ayetin içerdiği eğitici, öğretici ve uyarıcı öğretiler erkek kadın iki cinsi birden kap­sadığını söylemek mümkündür. Kadınlı erkekli bir sofrada beraberce yemek yemenin bir sakıncası olmadığı ifade ediliyor. Birbirlerine akraba, mahrem veya dost olmalarında fark yoktur. Bu, 31. ayetin ruhundan ilham aldığımız ve onun siyakında ifade ettiğimiz mânâ ile uyum halindedir. Babaların annelerin, kardeşlerin, kızkardeşlerin, amcaların, teyzelerin, dayı ve halaların evlerinin zikredilmesi o günkü müslümanların dağınık du­rumlarının birleştirilmesi içindir. Evlerin birleştirilmesi ve birlikteliklerinin sağlanması konusunda İslami telkinin süreklilik boyutu kesintisiz devam etmiştir. Çünkü onda, ço­ğu kez aile ocağını sarsan, onun arılığım bulandıran dedi-kodu gibi ihtilaf sebeplerinden uzak olan sükunet ve rahatlık vardır. [190]

 

62-  "Mü'minler o kimselerdir ki Allah'a ve Peygamberi'ne (gönülden) inanmışlardır, içtimai[191]' bir iş (görüşmek) üzere o (Allah'ın Rasülü) ile beraber bulundukları zaman ondan izin almadan gitmezler. (Ey Muhammed), Senden izin alanlar, işte onlar, Allah'a ve Rasülü'ne inanan kimseler­dir. Bundan dolayı bazı işleri için senden izin istedikleri zaman onlardan dilediğine izin ver ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merha­met edendir."

63- Peygamber'in çağırmasını, aranızda herhangi birini­zin diğerini çağırması gibi kılmayın. Allah sizden, birbiri­nin arkasına gizlenerek'[192] sıvışıp'[193] gidenleri biliyor. On­dan dolayı o (Allah Rasulü)'nün emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belanın çarpmasından yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar."

64- İyi bilin ki göklerde ve yerde olanlar hep Allah'ındır. O, sizin ne üzerinde bulunduğunuzu, (ne yaptığınızı, içi­nizde nasıl bir niyet taşıdığınızı) bilir. O'na döndürülüp götürüldükleri gün, ne yaptıklarını kendilerine haber verir. Allah, her şeyi bilendir."

 

Ayetlerin ifade ettiği mânâ açıktır. Bunlarda Allah Rasulü'nün meclisine ve çağrısı­na karşı mü'minlerin takınması gereken bir takım edebi tavırları sergileyen mesajlar, ay­nı zamanda onun makam ve otoritesine yaraşır şekilde davranan ashabı yüceltici ifade­ler vardır. Çünkü onlar mazeretleri olmadan veya Rasulullah'tan izin isteyip o izin ver­meden meclisini terk etmezlerdi.

İşte onlar gerçekten Allah'a ve Rasulü'ne inanmış kimselerdir. Ayrıca bu ayet-i keri­melerde, yakışıksız davranışlarda bulunarak onun meclisinde sıvışıp gidenleri tenkid e-den, dünya ve ahiretleri ile ilgili uyarıcı ifadeler de vardır. Bazı tefsirciler, bu ayetlerin Ahzab Savaşı 'nda hendeklerin kazıldığı bir zamanda indiğini rivayet etmişlerdir. Çünkü o vakit münafıklar gizlice sıvışıp ordudan uzaklaşıyor, Rasulullah'ın emirlerini uygula-mıyorlardı.[194] Tefsircilerin çoğu, Allah Rasulü'nün bütün meclislerini, toplantılarını ve de cuma günü toplantılarını konu edinen genel hükümler olduğunu söylemişlerdir[195]. Bu görüş zikredilen rivayetten daha isabetlidir. Çünkü Ahzab sûresi, nazil olan ayetlerin hikmetlerinin, anlatımım gerektirdiği o vakıanın sahnelerini ve ondaki münafıkların tu­tumlarım ihtiva etmektedir.

Ancak burada akla gelen ilk şey, ayetlerin, Allah Rasulü'nün oluşturduğu genel bir meclisten veya davet ettiği genel bir toplantıdan bazı müslümanlann ya da kalpleri has­talıklı bazı kişilerin gizlice sıvışıp çıktıkları bir vak'a ile ilintili olarak indiği, bazı müs-lümanlardan veya hasta kalpli insanlardan meydana gelen yakışıksız bir takım davranış tablolarını içerdiği, binaenaleyh her ortama ve her benzer olaya teşmil edilmesi için, tenkid, tebrik ve terbiye metodlarını hedeflediği gözleniyor.

Ayetler yeni bir bölüm arzediyor. Fakat dikkatlice bakıldığında, bu ayetlerin Pey-gamber'in meclisinde müslümanlann davranış biçimlerine dair içerdiği talim ve terbiye metodları bakımından geçmiş bölümlerle yakın bir ilişki içinde olduğu görülür. Bu ayet­ler direkt olarak geçmiş bölümlerden sonra inmemiş olsa da, sözkonusu bölümlerden sonraya yerleştirilmesi, aralarındaki konu bütünlüğü sebebine dayanır.

Müfessirlerin bir kısmı "Peygamber'in çağırmasını, aranızda herhangi birinizin di­ğerini çağırması gibi kılmayın" cümlesinin, mü'minleri birbirlerini çağırdıkları gibi Peygamberi de ismi ile çağırmalarını menedip, onu konumuna yaraşır biçimde çağırma­larını emrettiğini söylemişlerdir. Bazılarına göre ise bu cümle, Peygamber tarafından genel toplantılara çağrıldıklarında müminlerin bu çağrıya icabet etmelerini ifade etmek­tedir. Üçüncü bir görüşte ise; Peygamber duasının kendi duaları gibi olmadığına ve o-nun duasının Allah tarafından kabul edildiğine işaret edilerek Peygamberi aleyhlerinde dua ettirmemeleri için mü'minlerin uyarıldığı ifade ediliyor[196]. Her üç görüş de tutarlı­dır. Ancak biz burada, ayetlerin mânâ ve ruhuna daha uygun gördüğümüz için ikinci görüşü tercih ediyoruz.

Sonuç olarak bu ayette müslümanların, kendi yöneticileri, büyükleri tarafından ge­nel toplantılara çağrıldıklarında geçerli mazeret durumu hariç- bu çağrıya icabet etme­leri, bu çağnyı hafife alıp terketmemeleri gerektiği vurgulanmaktadır. [197]

 



[1] Bkz. Tabakat-ı İbn Sa'd, c. 3, s. 104-108 ve daha sonrası

[2] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/305-306.

[3] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/306.

[4] Taberi, Tabresi, Beğavi Hazin, İbn Kesir, Zemahşeri ve Nesefi

[5] Tac, c. 3, s. 17-22

[6] A.g.e, c. 3, s. 17-22                                                                                                                         

[7] A.g.e, c. 3, s. 17-22                                                                                                                            

[8] A.g.e, c. 23

[9] A.g.e, s. 22

[10] A.g.e, s. 23

[11] ibn Kesir, ayetlerin tefsiri.

[12] a.g.e, ayetlerin tefsiri.

[13] İbn kesir ayetlerin tefsiri.

[14] İbn Kesir girişi. Müfessir Nesefi de bu hadisi rivayet etmiş ancak Nesefi hadisi nakle-js ar asr-.-î Z-oğru olan da budur. Yine bkz. Suyuti el-itkan, c. 2, s. 26

[15] A.g.e, c. 1, s. 60-62

[16] A.g.e, c. 1, s. 60-62

[17] ibn Kesir.

[18] A.g.e.

[19] Zemahşeri, ayetin tefsiri ve ibn Kesir, Nisa sûresi 15-16. ayetlerin tefsiri

[20] İbn Kesir, Bakara süresindeki ayetlerin tefsiri.

[21] A.g.e, Bakara sûresi 106. ayetin tefsiri.

[22] Tac, c. 3, s. 25-26

[23] Kasımi Tefsiri.

[24] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/307-314.

[25] Taberi, Tabresi, Beğavi, ibn Kesir ve Hazin Tefsirleri.

[26] Tac,c. 4, s. 164

[27] Taberi, Zemahşeri, Beğavi, Hazin ve ibn Kesir Tefsirleri.

[28] Süfürü'l-Huruc, el-ishah, 23, Süfürü'l Ehbaril İshah, 20 ve Süfürü't-Tesniyeti'l ishah, 22

[29] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/

[30] el-Muhsanai Müfessirlerin bazıları "evli kadınlar", bazıları ise "iffetli kadınlar" olarak tefsir etmişlerdir.

[31] Yermune Burada zina ile itham edenler manasınadır.

[32] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/316-317.

[33] ibn Kesir, Tabresi ve Kasımı Tefsirleri, ibn Kesir, bu görüşün icma olduğunu söylemiştir. Ömer bin. Hat­tab (r) ile ilgili hadisi Tabresi ve Kasımı rivayet etmiştir. Rivayet ayrıntısı ile şöyledir: "Muğire bin Şu'be'yi bir grup zina ile suçladı. Buna şahitlik edenler Şibi bin Mu'hid, Ebu Bikre ve Nafi idi. Buğire'yi kadın ile başbaşa gördüklerin söylediler. Şahitlik için gelenlerden Ziyad onlar gibi şahitlik etmeyince Ömer (r) şahit­lerin üç tane olduğuna binaen itham edenleri cezalandırdı.

[34] Bkz. Taberi Tefsiri.

[35] Tabresi, ve Hazin tefsirleri.

[36] Beğavi ve Hazin.

[37] Hazin ve ibn Kesir.

[38] Kasımi (Suyuti'ye atfen)

[39] Kasımi (ibn Teymiyye'ye atfen)

[40] Taberi, Beğavi, Tabresi, ibn Kesir ve Zemahşeri Tefsirleri.

[41] Beğavi, Hazin, ibn Kesir, Taberi ve Tabresi.

[42] Kasımı' (ibn Hacer ve Beğavi'ye atfen)

[43] Beğavi, Hazin, Kasıtni.

[44] Tefsirü'l Menar'da Nisa ayetine, Kasımi'de Nur ayetlerine bakınız.

[45] İ'lamül Muvakkıin, c. 2, s. 49

[46] A.g.e, s. 36

[47] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/317-320.

[48] Ve yedreü anhel azab Ceza ondan kalkar.

[49] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/321.

[50] Tac, c. 4, s. 164-165

[51] Taberi, Tabresi, Beğavi, ibn Kesir, Hazin. Aynı kaynaklarda konu ile ilgili bir rivayet daha var. Bu ri­vayette ayrı bir kimsenin karısını zina ile itham etmesi anlatılmaktadır.

[52] Taberi, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri tefsirleri.

[53] Hazin ve Beğavi tefsirleri.

[54] Hazin ve Beğavi tefsirleri.

[55] Hazin ve Beğavi tefsirleri.

[56] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/321-323.

[57] el-İfk Yalan haber, iftira.

[58] Usbetün minkum Sizden bir topluluk.

[59] Tevelle kibrehu İftira haberinin başını çeken mânâsında

[60] Levla Birinci, ikinci ve dördüncüsü "hela" mânâsındadır. "keşke, pişmanlık" ifade eder. Üçüncü "levla" ise şart edatıdır.

[61] Telekkavnehu Birbirinize aktarıyorsunuz.

[62] Azfar: Yemen'de bir şehir.

[63] Tabakat-ı ibn Sa'd, c. 3, s. 104-106

[64] Taberi, Beğavi, Hazin, Tabresi, ibn Kesir, Zemahşeri ve Kasımi tefsirleri.

[65] Taberi, Beğavi, Hazin, Tabresi, ibn Kesir, Zemahşeri ve Kasımi tefsirleri.

[66] Tabakat-ı ibn Sa'd, c. 3, s. 104-107, Tac, c. 4, s. 235-237.

[67] "Arap Tarihi" adlı kitabımızın 7. cüzüne bkz.

[68] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/325-329.

[69] el-Fâhişetü Burada çirkin iş, kötü haber mânâsındadır.

[70] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/330-331.

[71] Mâ zekâ Niyeti temiz olmak, arınmış olmak.

[72] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/331.

[73] Velaye'tel Yemin etmesin.

[74] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/332-333.

[75] El-Ğafilat Günahsız, iyi niyetli kadınlar.

[76] Diyehum Burada "onların cezası" anlamandadır.

[77] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/333.

[78] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/334.

[79] Hatta teste'nisu"İzin alıncaya kadar" mânâsında, İbn Abbas'ın böyle okuduğu rivayet edilmiştir. Bazıları da "ev halkının içeride olduğundan emin oluncaya ve size izin verilinceye kadar" anlamında oku­muşlardır.

[80] ibn Kesir Tefsiri.

[81] Tac, c. 5, 218-219

[82] A.g.e, s. 218-219

[83] A.g.e.s. 218-219

[84] A.g.e, s. 218-219

[85] A.g.e, s. 218-219

[86] A.g.e, s. 200

[87] Haz: i Tefsiri.   .

[88] Tac, c. 2, s. 300-301 (Eşin akrabalarından kasıt mahrem olmayanlardır)

[89] A.g.e, s. 300-301

[90] A.g.e, s. 300-301

[91] A.g.e, s. 300-301

[92] A.g.e, s. 300-301

[93] A.g.e, s. 300-301

[94] Beğavi Tefsiri.

[95] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/

[96] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/338-339.

[97] ibn Kesir.

[98] Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tac, c. 1, s. 138

[99] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/339.

[100] Zinetehünne Süslerini.

[101] Humurihinne Himar kelimesinin çoğulu olarak kadınların başlarını örttükleri örtü.

[102] Cuyubehunne Ceyb kelimesinin çoğuludur. Göğüs ya da sırt kısmındaki yırtmaç, yaka.

[103] Nisaehünne Genel anlamda kadınlar.

[104] Gayri ulü'irbeti minerrical Cinsi gücü olma­yan erkekler. Müfessirlere göre; hastalıktan ötürü erkekliği gidenler, kadınsı davrananlar, hayaları çıkarılmış olanlar ve çok yaşlı ihtiyar erkekler bu gruba girmektedir.

[105] Et-tıflüllezine lem yezharu ala avratinnisa Şehvet ve cinsi istek yaşına ulaşmamış çocuklar.

[106] Hazin, Beğavi ve ibn Kesir

[107] Beğavi.

[108] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/341-345.

[109] el-Eyama Evlenmemiş olanlar. Bu kelime, hem erkeklere ve kadınlara hem de bekar ve dullara şamidir.

[110] es-Salihin Burada evlenmeye yeterliği olanlar anlamındadır. Evlenmeye gücü yetenler.

[111] İbadikum Köleleriniz.

[112] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/345.

[113] Beğavi, Hazin ve ibn Kesir. Hadisi müsned sahipbelir rivayet etmiştir.

[114] Beğavi.

[115] ibn Kesir.

[116] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/345-346.

[117] Nikahen Burada evlenmek için maddi güç sahibi olmak mânâ-sındadır.

[118] el-Kitabe Sözleşme anlamındadır. Bu kelime kölenin hürriye­ti için, çalışıp ödemeyi taahhüt ettiği para karşılığı efendisinin onu azad et­mesi için kullanılan bir terimdir. Burada köle-efendi arasındaki sözleşmeyi ifade eder.

[119] Hayran Burada yeterlilik, iyi huy, doğruluk, vefa vs. anlamlarda kullanılmıştır.

[120] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/347.

[121] Bkz. Hazin Tefsiri.

[122] Taberi, Hazin, Beğavi ve İbn Kesir tefsirleri.

[123] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/347-349.

[124] Beğavi, Hazin.

[125] Hazin.

[126] Tac, c. 2, s. 249

[127] Tac, c. 2, s. 249

[128] Beğavi, Hazin, Taberi, ibn Kesir ve et-Tac adlı eserin 2. cldinin 259 sayfasının zeyli.

[129] Hazin

[130] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/349-350.

[131] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/351.

[132] Mişkat Duvarda içine kandil konulan baca veya içine yağlı bir madde ile fitilin batırılarak konulduğu kandil olduğu söylenmiştir. Ayrıca as­lının, murab bir kelime olup meşin tulum (şekve) manasına geldiği de söy- lenmiştir. Ancak ayetteki makamı zihinde, tavana asılan kandil manası uyan- dırmaktadır.

[133] Misbah Lamba veya yanınca ışık veren fitil manasındadır.

[134] Dürriyy Bu kelime inciye nisbet edilmiştir. Renk, ışık ve safası yönüyle inciye benzetme vardır. Araplar, "çok ışıklı yıldız" manasına "kevke-bün dürriyy" ifadesini kullanırlar. Çoğulu "derariyy"dir.

[135] Bkz. Tabresi.

[136] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/352.

[137] Zemaşeri ve Nesefi.

[138] Bu hadislerin metinleri İbn Kesir'den alınmıştır. Buhari ve Müslim ilk hadisi "Alah ona cennette ona bir ev yapar" ibaresini ekleyerek rivayet etmişlerdir, ikincisini de Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c. 1,

s. 205

[139] Bu hadislerin metinleri İbn Kesir'den alınmıştır. Buhari ve Müslim ilk hadisi "Alah ona cennette ona bir ev yapar" ibaresini ekleyerek rivayet etmişlerdir, ikincisini de Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c. 1,

s. 205

[140] Bu hadislerin metinleri İbn Kesir'den alınmıştır. Buhari ve Müslim ilk hadisi "Alah ona cennette ona bir ev yapar" ibaresini ekleyerek rivayet etmişlerdir, ikincisini de Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c. 1,

s. 20

[141] Bu hadislerin metinleri İbn Kesir'den alınmıştır. Buhari ve Müslim ilk hadisi "Alah ona cennette ona bir ev yapar" ibaresini ekleyerek rivayet etmişlerdir, ikincisini de Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c. 1,

s. 205

[142] Bu hadisin metni İbn Kesir'den alınmıştır.

[143] Bkz. Taberi, Nisaburi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir. Zemahşeri ve Nesefi de ikinci sözü rivayet et­mişlerdir.

[144] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.

[145] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.

[146] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.

[147] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.

[148] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.

[149] Bu hadislerin metinleri ibn Kesir'den alınmıştır.

[150] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/352-353.

[151] Kiah İçinde alçaklık bulunan düzlük yer.

[152] Serab Çölde doğal şartlarda oluşan ve su birikintisi ya da göl-müş gibi görünen kısım.

[153] Lücciyy Derin.

[154] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/356.

[155] Ve't-Tayru Saffat Kuşlar semada kanatlarını açmış vazi­yette.

[156] Yüzci Sürmekte.

[157] Rukamen Yoğunlaşmış veya birbiri üzerine geçmiş.

[158] el-Vedak Yağmur damlaları.

[159] Sena Işık, parıldayan bir cismin ziyası.

[160] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/358.

[161] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/358-359.

[162] Muz'inine İtaatkâr olarak (gelirler).

[163] Yehife Haksızlık edeceğini (mi zannederler).

[164] Zemahşeri, Taberi, Beğavi, Hazin

[165] Tabakat-ı ibn Sa'd, c. 3, s. 70-73

[166] Bir Şii müfessir olan Tabresi rivayet etmiştir.

[167] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/360-362.

[168] Bkz. Tabresi, Hazin ve Beğavi

[169] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/362-363.

[170] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin ve Tabresi

[171] Parça İbn Kesir'den aktarılmış, birinci hadisi sahih diye nitelemiştir. Aynı içerikli bir hadis de Buhari'de kısmi farklılıkla rivayet edilmiştir. Bkz. et-Tac, c. 3, s. 256

[172] Parça İbn Kesir'den aktarılmış, birinci hadisi sahih diye nitelemiştir. Aynı içerikli bir hadis de Buhari'de kısmi

farklılıkla rivayet edilmiştir. Bkz. et-Tac, c. 3, s. 256

[173] Bkz. Taberi, Beğavi, ibn Kesir tefsirleri.

[174] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/364-368.

[175] Bkz. Tabresi Bu müfessirin ayetlerin ruhuna uygun geçmiş müfessirlerin geniş yorumlarını rivayet

etmesi önemlidir.

[176] Tac, c. 5, s. 311-312

[177] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/368.

[178] Hine tedaune siyabekum Öğleden sonra günlük giysilerinizi çıkardığınız zaman.

[179] Selasü avratin lekum Yani sizin için üç avret. Avret, aslında bir şeyde bulunan bozukluk, kusur, düşmanın girmekten korktuğu yer anlamlarına gelmektedir. Ahzab sûresinin 13 ayetindeki "Şüphesiz evlerimiz avrettir" ifadesi bu mânâyı çağrıştırmaktadır.

[180] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/369.

[181] Bkz. Zemaheri, Beğavi ve Hazin.

[182] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/369-371.

[183] et-Teberrüc Kasten süslerini göstermek.

[184] En yeda ne Burada dış örtülerini çıkarmak mânâsına kulla­nılmıştır.

[185] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/371-372.

[186] Ev ma melektüm mefatihahu  Anahtarları elleri­nizde olan evler.

[187] Cemian Toplu olarak...

[188] Eştaten Ayrı ayrı olarak...

[189] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/373.

[190] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/373-374.

[191] Emrun camian İnsanların toplanıp hazır bulunmalarını ge­rektiren önemli bir iş.

[192] Yetesellim Gizlice çıkarlar.

[193] Livazan Çıkarken görünmemek için birbirleriyle örtünenler. La-zebehu: Örtündü, sığındı, yahut ona yöneldi demektir.

[194] Beğavi

[195] Bkz. Zemahşeri, ibn Kesir, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri

[196] Bkz. Taberi, Beğavi, ibn Kesir, Tabresi, Zemahşeri ve Kasımi.

[197] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/376-377.