- 24 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 24, nüzûl sıralamasına göre 102, üçüncü miûn grubunun
beşinci sûresi olan Nûr sûresi Medine’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 64
dür.
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Nûr sûresi
Medine’de gelmiş ve Medine’de Allah ve Resûlü egemenliğinde Müslümanca bir
hayat yaşamaya başlamış İslâm cemaatinin temellerini atan, Müslümanların
bireysel ve toplumsal hayatlarını, aile yapılarını Allah’ın istediği biçimde
düzenlemeyi, kadınıyla erkeğiyle Müslümanları temizlemeyi hedefleyen 64 âyetlik
bir sûre.
Sûrede
toplumsal bir felâket olan zina konusu, zinâkârlara verilecek cezalar ortaya
konularak toplumun Allah’ın istemediği nikâh dışı ilişkilerin tümünde
arındırılmak hedeflenir. Sonra tertemiz kadınlara yapılacak zina iftiralarının
kötülüğü ve cezası gündeme getirilerek Müslümanlar şiddetle uyarılır. Belki yeryüzünün en temiz ailesinin en temiz
bir üyesine, bir peygamber hanımına yapılan ifk hadisesi etrafında hem
münâfıklar, hem de Müslümanlar uyarılır. Böyle bir hadise karşısında
Müslümanlara nasıl davranacakları öğretilir.
Toplum içinde insanların şeref ve
haysiyetlerini rencide edici davranışlardan şiddetle kaçınılması tavsiye
edilir. Bu konuda şeytanın adımlarına tabi olmamak öğütlenir. Sosyal hayatın
kurallarından olarak evlere nasıl girileceği, iffet ve hayaya nasıl azami
dikkat edileceği, Müslüman erkek ve kadınların hemcinslerine karşı gözlerine
nasıl sahip olacakları, nasıl örtünecekleri, bu âyetleriyle, hidâyetiyle Rabbi-mizin
nasıl nûr olduğu, Allah’ın nûr olan bu âyetleri sayesinde mü’-minlerin nasıl
aydınlık bir dünyanın, bu âyetlerden mahrum yaşayan kâfirlerinse nasıl karanlık
bir dünyanın insanı oldukları anlatılır.
İslâm
hukukuna göre zina; arada nikâh akdi veya nikâh akdi şüphesi olmaksızın, aklî
dengesi yerinde, ergin erkekle ergin kadının cinsel temasta bulunmasıdır. Zina
suçu; zina eden kimsenin suçunu itiraf etmesi, kocasız olan kadının gebe
kalması, zina fiilini dört kimsenin gözleriyle gördüklerine şahitlik etmesiyle
sabit olur. Evli kimsenin zina etmesi halinde uygulanan recm (taşlayarak
öldürme) cezası, Hz. Peygamber'in hadislerine dayanır. Zinada, dört tane görgü
şahidinin istenmesi, cezada asıl amacın caydırıcılık olduğunu gösterir. Üçüncü
âyette, zina eden erkekle kadının, ancak birbiriyle veya Al-lah’a ortaklık
koşan birisiyle evlenmeye denk ve lâyık olduğu, bunların iffetli kimselerle evlenmeye
lâyık olmadıkları bildirilir.
Allah ve Resûlüne itaat eden
mü’minlerle itaat etmeyen kâ-firlerin mukayesesi yapılır. Allah’ın istediği
tertemiz bir aile düzeninin nasıl kurulması gerektiği anlatılır. Evlerde
ebeveynin ve çocukların nasıl davranacakları, nelere dikkat edecekleri ortaya
konur.
Yine sûrede Allah’ın
semaların ve yerin nûru olduğu ortaya konur. Nûr, kalplerde ve ruhlardaki
belirtileriyle zikredilmektedir. Sûre, bu belirtilerin meydana getirdiği edep
ve ahlâk temellerine oturtulmuştur. Bunlar, kalbi ve hayatı aydınlatan ruhî,
ailevî ve içtimaî ahlâklardır. Bu belirtiler cihanşümul nûra bağlanmaktadır.
Bunlar ruhlardaki nûr, kalplerdeki aydınlık ve vicdanlardaki berraklıktır.
Hepsi de bu büyük nurun parıltısıdır.
Sûre içerdiği
cezaları ve mükellefiyetleri, edep ve ahlâkı, kuvvetli ve kesin bir şekilde
tespit eder. Aile yuvasının korunması, kadın ve çocukların eğitimi ile ilgili
önemli hükümleri de kapsayan sûrede çok önemli konular anlatılır.
Hârise b.
Mudarrib, bu sûre hakkında; "Hz. Ömer bize Nisâ, Ahzâb ve Nûr sûrelerini
öğrenin, diye yazılı emir gönderdi" demiştir (Şevkâni, Fethul-Kadir, IV,
3).
Bu
kısa mukaddimeden sonra sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya geçebiliriz
inşallah.
1. “Bu, indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz sûredir.
Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler indirdik.”
Bir sûre ki onu Biz indirdik. Bir
sûre ki onu farz olarak, yasa olarak Biz
belirledik. Bu Bizim sözümüzdür. Sakın ha başkalarının sözü yerine koymayın
bunu. Onun içinde apaçık âyetler, deliller var. Öğüt alasınız diye,
zikredesiniz diye, hafızalarınızda canlı tutasınız ve hayatınızı onunla
düzenleyesiniz diye, mutlak itaat edesiniz diye herkesin anlayabileceği
açıklıkta ve netlikte âyetlerle indirdik onu.
Rabbimiz
sûre içinde indirdiği çok önemli farizalara dikkat çek-mek için sûre başında
böyle bir hitapla söze başlıyor. Rasûlullah efendimiz Mekke’den Medine’ye
hicret buyurur. Hicret sonrası on yıllık bir dönemde Medine İslâm toplumunun
temellerini atmak üzere Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, Nûr, Ahzâb gibi
sûreler geliyordu. Medine’de Allah ve peygamber egemenliğinde yeni oluşan İslâm
toplumu-nun nasıl yaşayacaklarını, nelere dikkat edeceklerini, nelerden kaçınacaklarını,
nasıl bir İslâmî hayat yaşayacaklarını ortaya koyan âyetler, hükümler,
farizalar ortaya koyuyordu.
Toplumun lideri, devletin başkanı
olan Allah Resûlü gelen bu âyetleri topluma duyuruyor, nasıl anlaşılması
gerektiğini, nasıl pratize edilmesi gerektiğini, Allah’ın kendilerinden nasıl
bir toplumsal hayat istediğini anlatıyor, uyguluyor ve gösteriyordu. Eğer
uygulamaların-da, yaşantılarında Müslümanlar Allah’ın âyetlerine, Allah’ın
yasalarına ters düşmüşlerse Allah’ın o konudaki cezalarını da öğreniyorlardı.
Tabii Allah ve Resûlünün istediği istikâmette hareket ederler, Allah ve
Resûlünün emirlerinden çıkmazlarsa, Müslümanca bir hayatı gerçekleştirirlerse
karşılığında kendilerine Rabbimizin ne tür mükâfatlarının vaat edildiğini de
öğreniyorlardı. Mükâfatların müjdelerini de alıyorlardı.
İşte bu
sûrede Müslümanların aile hayatlarının değerlendirilmesini göreceğiz. Sûrede
ilk dile getirilen konu zina konusudur. Al-lah’ın koyduğu nikâh yasasının
dışına çıkılarak, meşru nikâh dışı ilişkilere giren insanlara verilecek ceza
gündeme gelecek. Daha önce Nisâ sûresinde de bu konu gündeme getirilmişti.
“Kadınlarınızdan
zina edenlere, bunu ispat edecek aranızdan dört şahit getirin, şahadet
ederlerse, ölünceye veya Allah onlara bir yol açana kadar evlerde tutun.”
(Nisâ 15)
Kadınlarınızdan
fuhşiyyat yapanlara, zina yapanlara onların aleyhinde dört şahit tutun. Yâni o
kadının böyle bir şey yaptığını dört şahitle belgeleyin. Eğer dört kişi
şehadette bulunursa, o zaman ölüm kendilerine gelene kadar veya Allah
kendilerine bir yol açana kadar onları evlerinizde hapsedin, evlerinizde tutun.
Onları hiç kimseyle karşı karşıya getirmeyin. Kimseyle görüştürmeyin. Tâ ki
Allah onlar hakkında bir hüküm gönderene, bir yol açana kadar buyuruluyordu.
Nûr sûresinin ikinci âyetiyle Rabbimiz o kadınlar hakkında yolunu aç-mış ve ne
yapılması gerektiği ortaya koymuştur.
2. “Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek
vurun. Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini konusunda o
ikisine acımayın. Onların ceza görmesine, inananlardan bir topluluk da şahit
olsun.”
Zina suçunu
işleyen erkek ve kadından her birerine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret
gününe iman ediyorsanız, Allah’ın dinini uygulama konusunda, onlara Allah’ın
istediği şekilde ceza verme konusunda sakın merhametiniz tutmasın. Sakın onlara
acımanız tutmasın. Allah nasıl istiyorsa öylece yapın ve onlara uygulayacağınız
cezaya Müslümanlardan bir grup ta şahit olsun. Allah’tan bir ceza ve ümmet için
de ibret olması açısından, caydırıcılık özelliği taşımasından ötürü bu cezanın
mü’minlerden bir topluluğun önünde ve aleni icra edilmesi gerekmektedir.
Bu cezayı infaz edenin de
merhamete kapılmadan, acıma hislerine kapılmadan icra etmesi Rabbimizin
emridir. Hattâ kendisine celde vurulacak suçlunun kalın bir elbise giyerek
değneğin acısından kurtulmasına izin verilmemelidir. Parmak kalınlığında budaksız
bir sopayla hep vücudunun aynı yerlerine vurmamak ve de özellikle yüzüne,
başına vurmamak kaydı şartıyla muhtelif yerlerine vurarak icra edilmelidir.
Nisâ
sûresindeki “...Allah onlara bir yol açıncaya kadar onları evlerinizde
hapsedin...” ifadesi böylece açıklığa kavuşmuş oluyordu. Evet işte bu konuda
Rabbimiz onlar hakkında böylece bir yol açmış, bir ceza belirlemiş oluyordu.
Âyet-i kerîmede gündeme getirilen bu cezanın erkek, ya da kadın, evli olmayan,
üzerinden herhangi bir ni-kâh da geçmemiş olan kimseler hakkında olduğu
Rasûlullah efendimizin sünnetiyle belirlenmiştir. Evet bu ceza evli olmayan
erkek ve kadınlar içindir. Evli olan erkek ve kadınlar hakkında da Rasûlullah
efendimizin uygulamasında taşlanarak recm edilmeleri yasası belirlenmiş oldu.
Hz. Ömer efendimiz diyor ki
Rasûlullah efendimiz recm etti, Ebu Bekir’de recm etti, Ben de recm ettim. Evli
oldukları halde zina eden erkek ve kadının cezasını böylece verdim. Eğer
Allah’ın kitabına bir ilavede bulunmayı kerih görmeseydim ben bunu Mushaf’a
yazardım. Çünkü öyle bir zaman gelecek ki bu emri Allah’ın kitabında bulamadıkları
için insanlar reddedecekler, inkâr edecekler. Recm kitap-ta yoktur diyecekler.
Kitapta olmayan bir şeye inanmayız diyecekler. Tirmizî’nin rivâyetinde İmam
Mâlik der ki:
“Erkeklerden ve kadınlardan evli
olanlar zina fiilini irtikap ettikleri zaman, bu durumları ya dört şahitle, ya
da bizzat bu fiili işleyenlerin itiraflarıyla sabit olduğu zaman onlara recm
cezasını uygulamak Allah’ın kitabında bir haktır.”
Yine Buharî
Müslim ve Ebu Dâvût’ta Ubade Bin Essamid der ki: Rasûlullah şöyle buyurdu:
“Benden alın! Allah onlar için
bir yol açmıştır. Bekâr bekâr ile zina ettiği zaman o ikisine yüz değnek vurun
ve bir yıl onları sürgün edin. Evli evliyle zina ettiği zaman da yüz değnek ve
recm cezasına çarptırılır.”
Buhârî, Müslim ve Tirmizî’nin
rivâyet ettikleri başka bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
Abdullah
İbni Mesud (r.a) dan. Demiştir ki Rasû-lullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Şu üç
sebepten biri olmadıkça hiç bir Müslümanın kanı helâl olmaz: Başından ni-kâh
geçmiş zâni (zinâkâr), katl-i nefis eden mü'min, üçüncüsü de dinini terk eden
ve cemaatten ayrılan kişi”
[Buhârî, Kitabud Diyat 8/38)
(Müslim,
Kitabul Kasame 3/1303)
(Tirmizî,
Kitabud Diyat 4/19)
Evet bu
hadislerinde Allah’ın Resûlü İslâm toplumunda öldürme yollarını, öldürme
sebeplerini, nasıl ve kimlerin öldürüleceğini anlatır. İslâm toplumunda ölümü
hak edenler anlatılırken tabiidir ki öldürülmeleri yasak olanlar da anlatılmış
oluyor. Demek ki evli olduğu halde zina eden mü’min erkek ve kadınlar öldürülecektir.
Evli erkek ve kadınların recm edileceği konusunda Müslümanlar arasında Haricilerin
dışında ittifak vardır. Yâni bu recm konusu Rasulullah’ın hayatında hem kavli
hem de fiili olarak varit olmuştur. Ama bizim için Kitap temeldir, sünnete
itibar edilmez dendi mi elbette recm reddedilmek zorunda kalınacaktır. Recm
konusunda Rasûlullah’ın kavli sünneti az evvel zikrettiğim hadislerdir. Bunun
dışında bu konuda daha pek çok hadis vardır.
Fiili
sünnete gelince Allah’ın Resûlünün Maiz ve Gamidli ka-dını ve bunlardan başka
zina eden bir Yahudi çiftinin recm edilmelerini emrettiği bizzat Rasûlullah
efendimizden nakil edilen rivâyetlerdir.
Elimizdeki
en muteber hadis kaynaklarından öğreniyoruz ki Rasûlullah efendimizin hayatında
en az dört recm cezası uygulaması vardır. Müslim’in rivâyetinde bir gün Maiz
isminde bir kişi Rasûlullah efendimize gelerek: Ya Resullah beni temizle! der,
Rasûlullah efendimiz: Yazık sana! Çık git tevbe et! Allah’a istiğfarda bulun!
der. Maiz geri gelip tekrar itirafta bulunur. Rasûlullah efendimiz aynı ifadelerle
onu üç defa daha geri gönderir. Dördüncü gelişinde: Seni hangi günâhtan
temizlememi istiyorsun? buyurur. Maiz zinadan cevabını verir. Allah’ın Resûlü
bu adamda akıl hastalığı filan var mıdır? diye etrafından soruşturur. Böyle bir
rahatsızlığının olmadığı söylenir. Peki içki içmiş, sarhoş olabilir mi? diye
sorar. Etrafındakiler kontrol edip hayır böyle bir durumu da yok derler. Bunun
üzerine Allah’ın Resûlü: Sen gerçekten zina ettin mi? Şöyle şöyle oldu mu? diye
sorar. O da evet cevabını verince Maiz Rasûlullah’ın emriyle recm edilmiştir.
(Müslim;
Hudut,22)
Yine Müslim
ve İbni Mâce’nin rivâyetlerinde Gamidli bir kadın gelip: Ey Allah’ın Resûlü
beni temizle! der. Allah’ın Resûlü ona da aynen Maiz’e dediğini der ve dışarı
çıkarır. Kadının hamile olduğu anlaşılınca doğumuna kadar beklenir, doğumundan
sonra çocuk sütten kesilince Ensâr’dan bir kadın çocuğun bakımı üzerine alır ve
kadın recm edilir.
(Müslim;
Hudut 22) İbni Mâce; Diyat 36)
Yine Buhârî
ve Müslim’in birlikte rivâyetlerinde zina eden bir kadının kocasıyla zina eden
işçinin babası Rasûlullah efendimize gelerek, ey Allah’ın Resûlü bunların
arasında Allah’ın kitabıyla hüküm ver derler. İşçinin babası şöyle der: Ya
Rasulallah benim oğlum bu adamın yanında işçi iken bu adamın karısıyla zina
etmiştir. Oğlum için recm cezası gerektiğini söylediler. Fakat ben adına yüz
koyun ile bir câriye fidye verdim. Daha sonra oğlum bekâr olduğu için ona yüz
değnek ve bir yıl sürgün, kadının da recm edilmesi gerektiğini öğrendim der.
Bunu dinleyen Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Allah’a yemin ederim ki aranızda
Allah’ın kitabıyla hüküm vereceğim. Câriye ve koyunlar geri verilecek. Oğluna
yüz değnekle bir yıl sürgün cezası verilecek. Ve ey Üneys sen de bu adamın
karısına git. Şâyet o kadın zina yaptığını itiraf ederse ona recm cezasını uygula”
Bunun üzerine o kadına recm
cezası uygulanmıştır.
(Buhârî;
Hudut 38) (Müslim; Hudut 25)
Yine
Müslim’in rivâyetine göre evli bir Yahudi erkekle kadının zinasının hükmü
sorulmuş, Rasûlullah efendimiz de bu konudaki Tevrat’ın hükmünü sormuş,
Yahudiler Tevrat’ın hükmünü gizlemeye çalışsalar da Tevrat’ta da aynı hüküm
bulunduğundan o kadın ve erkek recm edilmişlerdir.
(Müslim;
Hudût 26)
Yine Ebu
Hureyre efendimizin Rasûlullah efendimiz huzurunda dört defa zina ettiğini
itiraf eden bir kimseyi namazgahta recm ettik ve onu recm edenler arasında ben
de vardım. Taşlar atılmaya başlanınca adam kaçtı ve biz ona Harre’de ulaştık ve
recm ettik; hadisi müttefekun aleyh bir hadistir. Herhalde bu da az evvel dediğimiz
Maiz’in recm edilme hadisesidir.
Yine İbni
Ömer efendimizden Müslim ve Darekutni’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde
anlatıldığına göre Yahudilerden zina etmiş bir erkekle bir kadın getirildi.
Allah’ın Resûlü buyurdu ki:
“Bunlar hakkında sizin
kitabınızda neler görüyorsunuz?”
Dediler ki:
“Onların yüzlerini karartır ve
rezil ederiz”
Allah’ın Resûlü:
“Yalan söylediniz! Sizin
kitabınızda onlar recm edilir, Tevrat’ı getirin de eğer doğru söylüyorsanız
size o kısmı okuyayım”
Buyurunca, onlar Tevrat’ı getirdiler, bir
okuyucu o âyeti gizlemeye çalıştı da kendisine elini o âyetin üzerinden kaldır
denildi. O da elini kaldırınca baktılar ki zina edenin recm edileceğine dair
âyet oradadır. Bunun üzerine Yahudiler dediler ki: Ey Muhammed! Evet bu hüküm
vardır Tevrat’ta ama biz onu kaldırdık dediler. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü
onların recm edilmelerini emretti. İbni Ömer der ki: Vallahi ben onların
kendilerine atılan taşlardan kendilerini nasıl korumaya çalıştıklarını bizzat
görenlerdenim der.
3. “Zina eden erkek, ancak zina eden veya putperest bir
kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da, ancak zina eden veya putperest olan
bir erkek evlenebilir. Bu, mü'minlere yasak edilmiştir.”
Evet zina eden bir erkek ancak
zâniye veya müşrike bir kadından başkasıyla evlenemez. Zâniye bir kadın da
ancak zina eden veya müşrik olan bir erkeğin dışında başkalarıyla evlenemez.
Evet pisin temizle evlenmesini yasaklıyor Rabbimiz. Zâni zâniyeye, zâniye de
zâniye denktir. Yâni ne zâniye bir kadın temiz bir erkek arzular, ne de zinâkâr
bir erkek temiz bir kadın arzular.
İslâm dini
öyle bir toplum oluşturmayı hedefler ki o toplumda kadın da, erkek de temiz
olacak, iffetli olacak. Her ikisi de Allah’ın meşru kıldığı nikâh dışı ilişkiyi
asla benimsemeyecek. Rabbimiz nikâh dışı ilişkiyi pis kabul etmiştir. Hiç bir
zaman Allah’a inandığını iddia eden ne Müslüman erkek, ne de Müslüman kadın
Allah’ın yasaklamış olduğu bir davranışta bulunmayı düşünemez. Şâyet bir erkek
veya bir kadın Allah’ın yasaklamış olduğu böyle bir ilişkide bulunmuş ama hemen
arkasından tevbe etmiş ve o işle bir daha ilgilenmemişse elbette Allah onu
affeder. Böyle birisi asla bir daha Müslüman ve temiz bir kadınla evlenemeyecek
demek caiz değildir.
Allah’ın
istediği şekilde gerçekleştirilmiş bir evlilikte kadın da, erkek de
birbirlerini Allah adına ve Allah emâneti olarak kabul etmişlerdir. Her iki
tarafta birbirlerine karşı temiz ve emin olmalıdırlar. Önce adına birleştikleri
Allah’a karşı, sonra da birbirlerine karşı ihanet etmemelidirler. Çünkü onları
tertemiz bir fıtratla yaratan Allah’tır. Bir kadın ya da erkek Allah’ın
kendisine verdiği, Allah’ın yarattığı tertemiz vücudunu, azalarını Allah’ın
gösterdiği yolda kullanmak zorundadırlar. Eğer o vücudu Allah’ın istemediği
yerlerde kullanırlarsa önce Allah’a sonra da birbirlerine karşı ihanet etmiş
sayılırlar. Bir erkek evinde kendisini bekleyen tertemiz karısı dururken
Allah’ın yasaklamış olduğu bir ilişki içine girerse elbette evindeki Allah
emânetine karşı ihanette bulunmuş demektir.
Aynı durum kadın için de
böyledir. Bir kadın da evinde Allah’ın emâneti kocası dururken başkalarına
gayri meşru bir ilişkiye girerse Allah’ın emâneti olan kocasına karşı ihanette
bulunmuş demektir. Hiçbir şekilde bir Müslümanın hain olması düşünülemez.
Allah’ın emânetine en fazla riâyet etmesi gerekenler elbette Müslümanlardır. Ve
elbette ancak Allah’ın emânetine riâyet edenler kulların emânetlerine de riâyet
ederler. Çünkü kulların emânetlerine riâyet etmeyenleri Rasûlullah efendimiz
münâfık saymıştır. İşte Rabbimiz ister erkek olsun, isterse kadın kendi
emânetine riâyet etmeyenlerin birbirleriyle evlenmelerini hoş görmüyor.
Nesâi,
Abdullah Bin Amr el As’tan şunu rivâyet eder: “Üm-mü Mahzul adında bir kadın
Medine’de fahişelik yapardı. Bir Müslüman bu kadınla evlenmek için Rasulullah’a
müracaat edince Allah’ın Resûlü onun bu kadınla evlenmesini reddetti ve işte
ona bu âyeti okudu.”
Yine Tirmizî ve Ebu Dâvût
Mekke’nin cahiliye dönemi ahlâksız kadınlarından birisiyle evlenmek isteyen bir
Müslümanı Rasûlullah efendimizin kendisine işte bu âyeti okuyarak menettiğini
haber verir. Allah’ın Resûlü kendisine yapılan bu tür müracaatlar karşısında
şöyle buyurmaktadır: “Karısının ahlâksız olduğunu bildiği halde
onunla beraberliği sürdüren kimse asla cennete giremeyecektir.”Yine
Nesâi ve Ebu Dâvût’un rivâyetlerine göre Rasûlullah efendimiz bekâr oldukları
halde zina eden kadın ve erkeğe cezalarını
uyguladıktan sonra onları evlendirdiğini görüyoruz. Abdullah İbni Ömer
efendimiz bir olay anlatır. Bir adam kendisinin evine m
4. “İffetli kadınlara zina isnat edip de, sonra dört
şahit ge-tiremeyenlere seksen değnek vurun; ebedîyen onların şahitliğini kabul
etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir.”
Bizi yaratan, bizim fıtratımızı
en iyi bilen Rabbimizin bizim için gönderdiği hayat tarzı gerçekten insan
fıtratına, insan şahsiyetine, insan onuruna o kadar dikkat ediyor ki, bakın
işte bu Âyet-i kerîmede bir örneğine şahit oluyoruz. Muhsana bir kadına, hür,
iffetli, namuslu bir kadına kazf’ta bulunan, zina iftirasında bulunarak, yapmadığı
bir şeyi ona izafe eden, sonra da bunu ispatlayacak, delillendirecek dört şahit
getiremeyen müfteriye seksen celde, değnek vurun diyor Rab-bimiz. Evet burada
iffetli bir kadına zina iftirasından söz ediliyor. Lâkin sadece iffetli bir
kadına zina iftirası değil ne bir kadına, ne bir erkeğe hiçbir Müslümanın
iftira etme hakkı yoktur.
Meselâ bir Müslüman karşısındaki
veya gıyabındaki bir Müs-lümana ey fâsık, ey fâizci, ey şarapçı gibi bir
isnatta bulunsa, bunun karşılığında sözünün doğruluğunu ispat için iki şahit
getirmek zorundadır. Değilse kendisine tazir cezası uygulanır. Ama eğer bir
Müslüman bir Müslümana ey zâni veya ey zâniye derse, yâni zina suçu is-nat
ederse o zaman dört şahit getirmek zorundadır. Eğer dört Müslüman, birisinin
zina ettiğini bizzat gözleriyle görürlerse ancak o zaman onun zinasının
sabitleştiğini ortaya koyarlar. Değilse üç kişi bile olsa bir kadına zina etti
derlerken, bir kişi hayır diyorsa bu üç kişi kazf, yâni iftira cezasına
çarptırılacaklardır. Bu iftirayı yapanlar ister erkek olsunlar, isterse kadın
olsunlar, ister bir kadın hakkında zina iftirasında bulunmuş olsunlar, isterse
bir erkek hakkında bulunmuş olsunlar durum fark etmeyecektir.
Ama tabii âyetin
ifadesi gereği bu yasa sadece muhsan ve muhsanalar hakkındaki bir zina
iftirasını kapsamaktadır. Yâni zinayla suçlanan kadın veya erkek eğer İslâm
imanı ve ahlâkıyla korunmuş iffetli kişiler değillerse, iffetsizlik ve
ahlâksızlık kisveleriyle maruf, ünlü kimselerse o zaman iftira eden kimselere
bu ceza verilmeyecektir. Bir de yine müfteriye böyle bir cezanın tatbiki için
müfterinin âkıl bâliğ olması gerekmektedir. Buluğ çağına ulaşmamış veya aklı
başında olmayan kimselere bu ceza uygulanmaz. Yine müfterinin bir başkasının
zorlamasıyla değil kendi hür iradesiyle bu iftirayı gerçekleştirmiş olması
şartı vardır.
Makzuf,
yâni kendisine zina suçu isnat edilen kimse hakkında da bazı şartlar vardır.
Onun da âkıl bâliğ olması, Müslüman olması, hür olması, köle ya da câriye
olmaması, temiz ve lekesiz olması, daha önce zina ile suçlanmış olmaması gibi
şartları vardır.
İşte böyle olan erkek ve kadın
mü’minleri Rabbimiz koruma altına alıyor. Toplumun şerlilerinden,
iftiracılarından korumak istiyor. Böyle tertemiz kimselere zina iftirasında
bulunup da ispat edemeyenlere seksen değnek vurun ve ebedîyen onların
şahitliklerini kabul etmeyin diyor Rabbimiz.
Namus ve iffet sahibi bir kimseye böyle bir
isnatta bulunmak gerçekten onun canını almaktan çok daha ağır gelir.
Böylelerinin hem değnek vurarak bedenlerine, hem de şehadetlerini kabul etmeyerek,
sözlerine itibar etmeyerek ruhlarına ceza verilmesini istiyor Rabbimiz. Ve de
böylece toplum hayatı bu tür ifsatlarla bozulmaktan korunacaktır. Birileri bu
tür yanlışların içine girmiş olsa bile bu toplumda yayılmayacak,
yaygınlaştırılmayacaktır. Aksi takdirde herkes insanların çok kötü olduğunu,
herkesin gece gündüz zina ettiğini, fuhuş yaptığını, iftira ettiğini
yaygınlaştırırsa o zaman toplumun bozulması, toplumun tefessüh etmesi, hızla
kötülüğe doğru kayması daha da çabuklaşacaktır.
Öyleyse hiç kimsenin kötülüğü
yaygınlaştırmaya, kötülüğü yasal hale getirmeye ve toplumu dejenere etmeye
hakkı yoktur. Bırakın toplumda münferit bir kaç olayı yaymayı, hele hele
toplumda hiç olmayan, milyarda bir bile olmayan olayları varmış gibi lanse ederek
herkesi kötü düşünmeye sevk etmeye kimsenin hakkı yoktur. Veya bir insan
hakkında, bu adam şöyle kötüdür, böyle kötüdür, bu adam şu şu işleri
yapmaktadır, bu kadın şöyle şöyle bir kadındır, toplumda şu şu işleri yapmayan
kalmamıştır, toplumda iffetini koruyan bir tek insan yoktur gibi sözlerle
acayip bir şekilde toplumu top yekun karalama çalışmaları gerçekten o toplum
için çok büyük bir felâkettir. İşte bu toplumu yıkmayı hedefleyen şu alçak
medyanın, şu satılmış basının yaptığı bundan başka bir şey değildir.
Dört zibidi oturmuşlar, nerede münferit
işlenmiş bir kötülük varsa büyük puntolarla onu toplumun gözleri önüne
getirerek herkes böyleymiş gibi, herkes böyle yapıyormuş gibi bir imaj uyandırarak
bu toplumu yıkmak istiyorlar. Hiçbir kimsenin ne toplumun tamamını, ne de bir
şahsı hedef alarak onun hakkında dört tane şahit olmaksızın şu şu kötülüğü
yaptı diyerek suçlamaya hakkı yoktur. Eğer diyorsa ve de şahitlerle bunu ispat
edemiyorsa ona seksen değnek vurulacak ve ölünceye kadar da adamın sözü dinlenmeyecek.
Ama ne yazık ki bugün bu
âyetlerin muhatabı olan, lâkin kitaplarından habersiz bir hayatın mahkumu olmuş
Müslümanlar bırakın sözünü dinlememeyi her gün, her gece âdeta içercesine bu
kâfirlerin sözlerine, vahiylerine, haberlerine, yalanlarına müptela olmuş durumdadırlar.
Bu şeytan vahiylerinden kurtulup Rablerinin vahyine kulak verecek zamanları da,
güçleri de kalmamış.
Halbuki bir okusalar bu âyetleri,
bir tanışabilseler Rablerinin bu yasalarıyla o zaman kesinlikle anlayacaklar ki
bu şekilde hareket edenler fâsıklardır ve asla fâsıkların sözlerine itibar
edilmeyecektir. O zaman anlayacaklar ki temiz bir toplum oluşturmayı hedefleyen
Rablerinin kitabı ve önderlerinin sünneti aralarında kötülüğün yaygınlaştırılmasını
ve insanlar arasında konuşulmasını istemiyor. Toplumda daima iyilikler
konuşulacak, iyilikler yaygınlaştırılacak, iffetli, hayalı bir hayat
konuşulacak ve herkes iyiliğe doğru yönlendirilecek.
5. “Ama bundan sonra, tevbe edip düzelenler bunun dışındadır.
Şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Ama bundan sonra, muhsan ve
muhsanalara, tertemiz erkek ve kadınlara zina iftirasında bulunduktan, onların
namus ve iffetlerini lekeledikten sonra tevbe edip pişman olanlar, ıslah olup durumlarını
düzeltenler, Allah’a dönenler, Allah’la barışanlar, Allah’la aralarını ıslah
edenler. Ben bu erkeğe iftira ettim. Ben bu kadına onun yapmadığı şeyi isnat
ettim diyerek kendisinin, yaptığının yanlışlığını ortaya koyar, Allah’la,
toplumla barışır, kötülüğü bırakır iyilikten yana bir tavır alırsa, kesinlikle
bilsin ki Allah onun için Ğafûr ve Rahîmdir. Allah onun için son derece
merhametlidir. Böyle yaptığı takdirde kesinlikle bilsin ki Allah onu
bağışlayacaktır.
Bundan
sonra İslâm toplumunda bir başka ailevi problemi gündeme getirecek Rabbimiz.
Önceki âyetlerde yabancı kadın ve erkeklere zina isnadı anlatılmıştı, bundan
sonraki âyette de eşlerine zina isnat eden kimselerin durumları anlatılacak.
Nikâhlı insanların nikâhlıları hakkındakilere isnatları gündeme gelecek. Evli
olan bir ka-dının kocası hakkında, yahut kocanın karısı hakkında zina isnadında
bulunması ki gerçekten çok karmaşık bir durumdur.
Buhârî ve
Müslim’in rivâyetlerinde bu konu Sa’d Bin Ubadenin sözleriyle gündeme gelir. Bu
zât Rasûlullah efendimize gelerek, ey Allah’ın Resûlü, ben bu âyetin Rabbimden
geldiğine iman ediyorum. Rabbimin buyruğunun doğruluğuna aynen inanıyorum.
Ancak ben şu hususa hayret ediyorum. Şimdi ben hanımımı bir başkasıyla zina ederken
görsem; hanımımın bacaklarının arasında âdi bir herif göreceğim ve ona hiçbir
şey yapmadan dört şahit bulmaya gideceğim. Ve ben şahit getirene kadar adam da
işini bitirip gidecek. Böyle değil de oracıkta şu kılıcımla bu işi halletsem,
onun işini bitirsem karşılığında kısasen beni öldürür müsün? diye sordu.
Allah’ın Resûlü ses çıkarmadı ve hemen bunun üzerine bu âyetler nâzil oldu.
Rivâyetlere göre Hilal Bin Ümeyye de bu işin pratik örneği oluyordu.
İbni Abbas
efendimizin beyanına göre bu esnada Hilal Bin Ümeyye çıkageldi. Rasûlullah’ın
ve ashabının huzurunda şu açıklamalarda bulundu: Ey Allah’ın Resûlü akşam
bahçemden evime döndüğümde karımı bir başkasıyla buldum. Gözlerimle gördüm,
kulaklarımla duydum diye gördüklerini anlattı, Allah’ın Resûlü buna son derece
üzüldü. Hilal vallahi bu konuda Rabbimin bana bir çıkış yolu göstereceğini ümit
ediyorum dedi ve hemen arkasından Rasûlullah efendimize vahiy geldi. Rabbimiz
şöyle buyurdu:
6,9. “Karılarına zina isnat edip de kendilerinden başka
şahitleri olmayanların şahitliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah'ı
dört defa şahit tutmasıyla olur. Beşincisinde, eğer yalancılardan ise Allah'ın
lânetinin kendisine olmasını diler. Kocasının yalancılardan olduğuna Allah'ı
dört defa şahit tutulması, cezayı kadından savar. Beşincisinde, kocası
doğrulardan ise kendisinin Allah'ın gazabına uğramasını diler.”
Evet kendi eşlerine zina suçu
atıp da, kendi eşlerine zinâ kârlık isnadında bulunup da; kendileri dışında
şahitleri olmayan kimselerin şahitliği kendilerinin doğru sözlülerden olduğuna
dair dört defa şahit tutmalarıdır. Yâni “Allah adına yemin ediyorum ki karım
falanla zina etmiştir” diyerek dört defa yemin eder, beşincisinde ise eğer bu
sözümde yalancıysam, yalan söylüyorsam “Allah’ın lâneti benim üzerime olsun” der
ve bunu kabul eder. Onun bu yeminleri dört şahit yerine geçmektedir. Bir erkek
gelip karısı hakkında bunu söyleyince karısına sorulur. Eğer karısı onun bu
isnadını kabullenirse, evet kocam doğru söylüyor diye ikrar ederse iş biter.
Ama karısı da dört defa hayır, kocam yalan söylüyor, ben böyle bir şeyi yapmadım
derse dört defa, beşincide de eğer ben yalan söylüyorsam “Allah’ın lâneti benim
üzerime olsun” derse o kadından ceza kaldırılır ki bunun adına lian denir.
Böylece kadın ve erkek birbirlerinden ayrılırlar. Ve artık ebedîyen bir daha
bir araya gelmeleri mümkün değildir.
Allah’ın
Resûlü pek çok lian uygulamasında bulunur. Lânetleşen kadın ve erkeği uyarır ve
şöyle buyururdu:
“Bu yeminleri yaparken Allah’tan
korkun. Muhakkak ki ikinizden birisi yalan söylüyor. Lianın gerçekleşmesinden
sonra da adama dönerek, artık o senin değildir, bu kadının seninle bir ilgisi
kalmamıştır. Ona hiçbir şekilde intikam alıcı bir davranışta bulunamazsın.
Mehirini de geri almaya hakkın yoktur.”
(Buhârî, Müslim, Ebu Dâvût)
10. “Allah'ın size nimet ve rahmeti bulunmasa ve Allah
tevbeleri kabul eden ve Hakîm olmasaydı suçlunun hemen cezasını verirdi.”
Eğer Allah’ın fazlı ve rahmeti
olmasaydı, Allah tevbeleri kabul eden Tevvab olmasaydı, Hakîm olmasaydı sizler
ne yapardınız? Onun âciz ve güçsüz kulları olarak ne yapabilirdik? Hiçbir şey
yapa-mazdık. Rabbimiz böylece Müslümanların aile hayatına çok güzel hükümler,
çok hoş çözümler getiriyor.
Bundan
sonra Rabbimiz yeryüzünün en büyük iftira olaylarından birini gündeme getirecek.
Hz. Ayşe annemize yapılan ifk hadisesi, iftirası anlatılacak. Bundan sonra
gelecek on âyet bu konuyu anlatacak. Ancak konuyu anlatan âyetlere geçmeden
önce şu anda da zaman zaman Peygamber düşmanlarının gündeme getirmeye, dillerine
dolamaya çalıştıkları, böylece Peygambere, Peygamber hanımlarına ve Peygamber
yolunun yolcularına, Peygamber hanımlarının çocuklarına saldırmaya çalıştıkları
bu olayın ayrıntılarını Ayşe annemizin dilinden bir özetleyelim. Ondan sonra
Rabbimizin beyanlarına kulak verelim.
İmam Ahmet
Zührî’den nakil ediyor. Rasûlullah efendimizin en sevgili zevcesi, sevgilinin
en sevgilisi Ebu Bekir’in kızı Ayşe diyor ki: Rasûlullah efendimiz sefere
çıkacağı zaman hanımları arasında kura çekerdi. Kura hanımlarından her kime
çıkarsa o sefere onunla birlikte çıkardı. Yine böyle savaşlardan birine gideceğinde
aramızda çektiği kura bana çıktı. Ve bu sefere beraber çıktık. Bu sefer hicap
âyetinin nüzûlünden sonraydı. Kadınlar cilbablarını üzerlerine almışlardı. Ben
bu seferde deve üzerindeki bir tahtırevanda taşınıyordum. Konak yerlerinde de
ondan iniyordum. Allah’ın Resûlü savaş sonrası yola koyuldu. Medine’ye
dönüyorduk ve Medine’ye yakın bir bölgede konakladık. Geceleyin bir müddet
orada kaldıktan sonra hareket emri verildi. O sırada ben tek başıma kalkıp
def’-i hacet için oradan uzaklaşıncaya kadar yürüdüm. İşimi bitirip kervanın
konaklama yerine döndüğümde elimi göğsüme attım, baktım ki Yemen boncuğundan
dizilmiş olan gerdanlığımı düşürmüşüm. Tekrar geri dönüp gerdanlığımı aramaya
koyuldum.
Onu aramam ve bulmam bayağı zaman
almıştı. Beni taşıyan kafile de benim tahtırevanımın içinde olduğumu sanarak
devemi kaldırıp yola koyulmuşlar. Çünkü o zaman kadınlar az yemek yerlerdi ve
şişman değillerdi. Bu sebeple adamlar tahtırevanı kaldırdıklarında durumu fark
edememişler. Ben o zamanlar genç bir kız idim. Onlar da deveyi önlerine katıp
yola koyulmuşlar. Askerler epey yol aldıktan sonra nihâyet gerdanlığımı buldum
ve konakladıkları yere geldiğimde kimseyi bulamadım. Farkına varıp ta
aradıklarında beni orada bulabileceklerini düşünerek orada kaldım. Orada beklerken
uyku bastırdı ve uyudum. Safvan Bin el Muattal es Sülemi ve ez Zekvani ordunun
arkasından gidiyor ve askerlerin unuttuklarını topluyordu. Safvan oraya gelince
benim karartımı gördü ve dikkat edince benim olduğumu tanıdı. Çünkü o beni
örtünme emrinden önce gördüğü için rahatlıkla tanıdı ve inna lillah ve inna
ileyhi raciun dedi. Biz Allah’a aidiz ve Ona döndürüleceğiz dedi. Sesini
duyunca hemen uyandım. Hemen başörtümle yüzümü örttüm. Vallahi o bana az evvel
ki sözünden başka hiçbir şey söylemedi. Eğilip devesini çökertti ve binmem için
işaret etti. Ben de hemen devesine bindim. Devenin yularını çekerek beni
askerlerin arkasından yetiştirdi. Nihâyet öğle zamanı konaklayan orduya
yetiştik.
Artık benim
bu durumum sebebiyle olan olmuştu. Bu iftira işinin büyük bir kısmını Abdullah
Bin Übey Bin Selül üzerine almıştı. Nihâyet Medine’ye vardık. Tam bir ay
süreyle hastalandım. Medine’de benim hakkımda dedikodu alıp yürümüş. İnsanlar
Medine’de iftiracıların sözlerini dillerine dolaştırıyorlarmış. Rasulullah’a
gelince hastalandığım zaman bana gösterdiği o eski ilgiyi, şefkati göstermiyordu.
Bu benim sancımı, üzüntümü daha da artırıyordu. Rasûlullah sadece içeriye girip
bana selâm veriyor ve nasılsın? deyip çıkıyordu. Onun bu tutumu beni
şüphelendirmişti. Ama yine de hiçbir şeyden haberim yoktu.
Nihâyet biraz iyileştikten sonra
dışarı çıktım. Benimle beraber Ümmü Mıstah da çıktı. Beraber bizim abdest
bozduğumuz yere kadar gittik. Tuvalet ihtiyacı açıkta giderileceği için geceden
geceye çıkardık. Bu hadise helâları evlerimize yakın inşa etmemizden önceydi.
Tuvalet hususunda âdetimiz Arapların ilk âdetiydi. Ümmü Mıstah’la beraber
yürüdük. İşimizi bitirip geri dönerken Mıstah’ın annesi örtünün içinde tökezledi
ve şöyle dedi: Kahrolası Mıstah! Ben dedim ki, çok kötü bir söz söyledin. Bu
sözü Bedirde bulunmuş bir adam hakkında mı söylüyorsun? Bunun üzerine bana
iftira edenlerin sözlerini ve Medine’de çalkalanan dedikoduları bir bir
anlattı. O zaman üzüntüme üzüntü katıldı. Hastalığım da arttı. Evime döndüğümde
Rasû-lullah (a.s) yanıma girerek nasılsın? diyerek hatırımı sorunca, bana ana
babamın evine gitmem için izin vermesini istedim. Gidip durumumu tam mânâsıyla
onlardan öğrenmek istiyordum. Bana izin verdi. Hemen baba evime gidip anama
sordum. Anacığım, insanların söyledikleri doğru mudur? Sakin ol kızım, üzülme!
Vallahi pek az güzel kadın vardır ki kendisini seven bir adamla evli olsun,
ortakları olsun da onun aleyhinde pek çok dedikodu üretmiş olmasınlar dedi.
Kendimi şöyle demekten alamadım: Demek ki halkın diline düştüm. O gece sabaha
kadar ağladım. Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözlerime uyku girdi. Sabah olunca
Rasûlullah (a.s) Ali ve Üsameyi çağırdı. Bu konuda vahiy gecikince hanımıyla
ayrılıp ayrılmaması konusunda onlarla istişare etti.
Rasûlullah
sıkıntılı, Ebu Bekir sıkıntılı, Ayşe annemiz sıkıntılı, Müslümanlar sıkıntılı
ve henüz vahiy de gelmemişti. Ali Rasûlullah’ın amcasının çocuğu, Üsame de
Zeydin oğlu idi. İstişarede Üsame benim tertemiz bir kadın olduğumu ve asla
böyle bir şeyi yapamayacağımı anlatırken Rasulullah’a şöyle diyordu: Ey
Allah’ın Resûlü o senin hanımındır. Ve vallahi ben onun hakkında hayırdan,
temizlikten, namusluluktan başka bir şey bilmeyiz dedi. Ali ise şöyle dedi: Ey
Allah’ın Resûlü Allah seni asla darda koymaz. Ayşe’den başka bu dünyada daha
çok kadın vardır. Fazla düşünmene gerek yok, câriyesine sor, o sana doğrusunu
söyler dedi. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü Berireyi çağırıp sordu. Ey Berire,
Ayşe’de seni şüphelendirecek bir şey gördün mü? O da: Hayır ey Allah’ın Resûlü,
seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki o böyle bir şeyi yapmaz. Ben onda
hiçbir kusur görmedim. Sadece o çok genç ve o kadar saftır ki ailesi için hamur
yapar da sonra uyuyakalır, sonra da bir oğlak gelip onun hamurunu yiyiverir,
hepsi bu kadar.
Bunun
üzerine Allah’ın Resûlü Abdullah Bin Übeyin iftirasını hükümsüz kılmak için
ertesi günü minbere çıkıp şöyle konuştu: Ailem hakkında yaptığı eza ve cefayı
bertaraf edecek ve iftiracıyı cezalandıracak kimse yok mu? O anlattıkları
adamda, Safvan’da iyilikten, namustan başka bir şey bilmiyorum. Ailemin yanına
o ancak benimle girerdi dedi. Bunun üzerine Sa’d Bin Muaz ayağa kalkıp şöyle
dedi: Ey Allah’ın Resûlü, vallahi ben onun cezasını veririm. Bu iftirayı eğer
Evs’ten birisi yapmışsa hemen onun boynunu vururum. Yok eğer kardeşlerimiz
Hazreç’ten birisi yapmışsa emret ona da aynısını yapalım. Hazrec kabilesinin
reisi olan Sa’d Bin Ubade de kalktı, Sa’d Bin Muaz’a çıkışarak, yalan
söylüyorsun! Sen onu öldüremezsin! Buna gücün de yetmez! Eğer o adam senin
kendi kabilenden olsaydı böyle konuşmazdın! dedi. Bunun üzerine hemen Sa’d Bin
Muaz’ın amcası Üseyd Bin Hudayr kalkıp Sa’d Bin Ubade’ye şöyle seslendi:
Allah’a yemin ederim ki sen yalan söyledin! Biz mutlaka onu öldürürüz! Sen
münâfıkları savunan bir münâfıksın! dedi. İki kabile böylece ayaklandılar.
Neredeyse savaşacaklardı. Rasûlullah minberden devamlı olarak onları teskin
etmeye çalışıyordu. Nihâyet sakinleşip sustular. Rasûlullah (a.s) da ses
çıkarmadı.
Öbür yandan ben bütün gün
ağladım. Göz yaşlarım dinmedi. Gözüme uyku girmedi. O gece de sabaha kadar
ağladım. Anam babam da benimle beraber uykusuz sabahladılar. Tam iki gece bir
gün ağladım. Ağlamak nerdeyse ciğerimi parçalayacaktı. Derken Ensâr’-dan bir kadın
gelip izin istedi, izin verdim içeriye girdi. O da benimle beraber ağlamaya
başladı. Tam o esnada Rasûlullah selâm verip içe-riye girdi ve yanıma oturdu. O
iftiradan sonra o güne kadar yanıma hiç gelip oturmamıştı. Tam bir ay olmuş ve
henüz hakkımızda vahiy gelmemişti. Oturduktan sonra şehadet kelimesini getirip
şöyle buyurdu: Ey Aişe, senin hakkında şöyle şöyle duydum. Eğer mâsumsan,
temizsen Allah mutlaka senin temizliğine dair vahiy indirecektir. Eğer bir
günâh işlemişsen Allah’tan mağfiret dile. Çünkü kul günâh işleyip, günâhını
itiraf edip tevbe ettiği zaman Allah mutlaka onun tevbesini kabul eder dedi.
Sözünü bitirdiği zaman artık göz yaşlarım dinmişti. Artık ağlamıyordum.
Babama dönüp dedim ki, söylediği
şeyler konusunda Rasu-lullah’a sen cevap ver. Bunun üzerine babam şöyle dedi:
Vallahi Ra-sûlullah’ın sözlerine ne diyeceğimi, nasıl cevap vereceğimi bilmiyo-rum.
Anama döndüm, anacığım, haydi sen cevap ver dedim. O da şöyle dedi: Vallahi
Rasulullah’a ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben o zamanlar küçük yaşta bir kadın
olduğum ve Kur’an’dan çok fazla bir şey bilmediğim halde dedim ki: Vallahi sizi
insanların dedikodularına inanmış görüyorum. Maalesef bu söz sizin kalbinizde
de yer etmiş. Size desem ki ben böyle bir şey yapmadım, ben suçsuzum, bana inanmayacaksınız.
Yapmadığım halde yaptım desem ki Allah yapmadığımı biliyor, beni tasdik
edersiniz. Vallahi ben aramızdaki durumla ilgili Hz. Yusuf’u babasının dediği:
“Bana düşen güzelce sabretmektir.
Sizin bu söylediklerinize karşılık yardım talep ettiğim de Allah’tır”
Sözünden başka bir şey bilmiyorum dedim ve
ondan sonra da Allah’ın mutlaka beni temize çıkaracağı inancı içinde gönül huzuruyla
gidip yattım. Ancak hakkımızda okunacak bir vahyin gelmesini bek-lemiyordum.
Benim gibi âciz bir kul hakkında Allah’ın vahiy göndereceğini hiç ummuyordum.
İçimden belki Rasûlullah benim beraatıma dair bir rüya görür diye geçiriyordum.
Vallahi daha oradan hiç kimse çıkmadan Rasulullah’a vahiy geldiğini anladım.
Çünkü kış günü olduğu halde alnı terlemiş, inci taneleri gibi ter döküyordu.
Pek sıkıntılı bir hali vardı. Üzerine inen vahyin ağırlığından dolayı o hali
almıştı. Bu durum bitince Rasûlullah gülüyordu. Ve bana sevinç ve müjde dolu
ilk sözü şu oldu: Ey Ayşe, haydi Allah’a hamd et, Rabbim senin mâsum olduğunu bildirdi.
Müjde sana. Anam dedi ki, haydi kalk Rasulullah’a git. Ben ona şu cevabı verdim:
Vallahi kalkıp ona teşekkür etmem. Allah’tan başka hiç kimseye teşekkür etmem.
Çünkü benim beraatim hakkında âyet gönderen O dur. Beni O yüce Mevlâ’m temize
çıkarmıştır.
Evet
Rabbimiz Onu temize çıkaran âyetler göndermişti. Rab-bim benim beraatım
hakkında âyetler göndererek beni temize çıkardı. İşte o âyetler şöyle
başlıyordu:
11. “Muhammed'in eşine o yalanı uyduranlar içinizden bir
güruhtur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın, o, sizin için hayırlı olmuştur. O
kimselerden her birine kazandığı günâh karşılığı ceza vardır; içlerinden ele
başılık yapana ise büyük azab vardır.”
Evet Peygamberin eşine karşı o
uydurulmuş, düzmece yalanla gelenler sizin içinizden, sizinle birlikte olan bir
gruptur, bir topluluktur. Bir grup gelecek ve anamıza iftira edecek. Ama ey
Müslümanlar sakın ha sakın bunu kendiniz için şer sanmayın, şer kabul etmeyin.
Bu sizin hakkınızda hayırlı olmuştur. Peki nasıl bir hayır? Anamıza iftira
ediliyor. Peygamber zevcesine iftira ediliyor. Peygamber ailesi küçük
düşürülüyor. Peygamber ailesi ağlatılıyor. Kâfirler, münâfıklar gülüyor. Nasıl
hayırlı olabilir böyle bir şey?
Rabbimiz bu sûresiyle temizdir
peygamber, temizdir Ayşe, temizdir peygamber ailesi, temizdir Müslümanlar
diyecek, hiç kimsenin yalanına kulak asmayın buyuracak ve bunu bizzat kendi
sözleriyle tescil edecek. Kıyâmete kadar Rabbimizin bu sûresiyle bu konu perçinlenmiş
olacak. Eğer böyle bir hadise olmamış olsaydı ve Rabbimiz peygamberinin,
ailesinin ve Müslümanların temizliğine dair bu âyetleri indirmemiş olsaydı o
zaman sadece o günkü kâfirlerin ve münâfıkların değil kıyâmete kadar gelecek
Yahudilerin, Hıristiyanların, kâfirlerin, oryantalistlerin, ateistlerin,
dinsizlerin iftiralarına hiç kimse, hiçbirimiz bu kadar olgun ve dolgun cevap
veremeyecektik. Onların ve kı-yâmete kadar gelecek Allah ve peygamber
düşmanlarının bu tür iftiralarına cevabı Rabbimiz o gün verdi ve o gün için
gerçekten peygamberin ve Müslümanların aleyhine gibi olan bir konu böylece
bizim için hayır olarak, hayırlı olarak sonuçlanmış oldu. Artık hiç kimse
Peygamberin temizliği konusunda, ailesinin paklığı konusunda, onun yolunun
yolcuları olan Müslümanların berraklığı konusunda tek kelime bile söyleyemeyecektir.
Söyleyenler bu Allah cevabıyla karşı karşıya kalacaklardır.
Evet bu
hadise Müslümanların lehine olmuştur. Müslümanlar münâfıkları tanımışlar,
onların bu tür oyunlarına, komplolarına karşı uyanık hale gelmişler ve
güçlenmişlerdir. Sonra yine Müslümanlar Peygamber (a.s) in gaybı bilmediğini,
Onun bildiğinin sadece vahiyle sınırlı olduğunu bütünüyle anlamışlardır. İşte
anlatıldı. Allah’ın Resûlü bu konuda kendisine vahiy gelinceye kadar hep
tedirgin olmuş, bir ay süresince konuyu bazen hizmetçisinden, bazen diğer hanımlarından, bazen öteki
Müslümanlardan, bazen da bizzat Ayşe annemizin ağzın-dan öğrenmeye çalışmış,
sorup soruşturmuştur. Hiç gaybı bilseydi Allah’ın Resûlü karısı Ayşe’yi üzecek
bu tür ifadelerde bulunur muydu? Hiç karısına eğer böyle bir şeyi yaptıysan
tevbe et der miydi? Belki de vahyin gecikmesinin hikmeti buydu.
Peygamber
zevcesine, mü’minlerin annesine o iftirayı atanların her birine kazandığı
günâhtan bir ceza vardır. Kimi susmuş, kimi gülmüş, kimi de konuşmuş, yaymış.
Herkesin durumuna göre vebali vardır. Ama o iftiranın büyüğünü yüklenen, onu
kuran, onu yayma işini üzerine alan kişi ki; Abdullah Bin Übey Bin Selül’dür.
Medine’de münâfıkların reisi konumundaydı. Onun için de büyük bir azap vardır.
Çünkü o iftirayı ilk ortaya atan, propaganda yapan oydu. Müslümanlar içinden de
şair Hassan ve Mıstah gibi safdil kimseler de onun dümen suyuna kapılmışlardır.
Evet ey
Peygamberim, ey Müslümanlar bunlar sizin aranızdan bir gruptur. Ve üstelik bir
iki kişi değil, bir gruptur onlar, bir cemaattir. Müslümanların kalplerine
şüphe tohumları ekmeye çalışan münâfık bir gruptur onlar. Durum Rabbimizin bu
sûresiyle yapacağı beyana kadar yaklaşık bir ay sürüverdi.
12. “Onu işittiğiniz zaman, erkek kadın mü'minlerin, kendiliklerinden
hüsnü zanda bulunup da: "Bu apaçık bir if-tiradır" demeleri gerekmez
miydi?”
Şimdi Müslümanlara yönelik bir
sorgulama. Onu işittiğiniz zaman erkek ve kadın mü’minler olarak, Allah’a ve
elçisine iman etmiş kimseler olarak nefisleriniz adına hayırlı bir zanda
bulunup, bu açıkça uydurulmuş bir iftiradır demeniz gerekmiyor muydu? Müslümanlar
kendileri hakkında, kendi içlerinden olan hemcinsleri hakkında hüsnü zan
beslemeleri gerekmiyor muydu? Kendi nefisleriyle kıyasta bulunmaları ve
kardeşlerinin asla böyle bir şey yapmayacaklarına hükmetmeleri gerekmiyor
muydu? Kendilerinden bir şüpheleri olmadığı gibi kardeşleri hakkında da
şüphelenmemeleri gerekmiyor muydu? Müslümanlar hakkında beraat-i zimmetin asıl
olduğunu bilmeleri ge-rekmiyor muydu? Birer Müslüman olarak en iyi, en akıllıca
yapılacak iş bu iftiradan başka bir şey değildir demeniz ve bu işin peşine düşmemeniz
gerekli değil miydi? Sizden beklenen böyle bir davranış değil miydi?
Peygamberinizin hanımına böyle bir iftiranın vaki olduğunu duydukları anda
Müslüman erkek ve kadınların tavrı şöyle olmalıydı diyor Rabbimiz: Bu apaçık
bir iftiradır. Bizler ne Ayşe’den, ne de diğer Müslümanlardan asla şüphe
edemeyiz. Peygamber de, onun pak eşleri de temizdir demeli değil miydiniz?
Peygamberin
eşi bir sebeple kervandan geri kalıyor, geride kalmış bir Müslüman da onu
devesine bindirip kervana yetiştiriyor hepsi bu. Hiç bir Müslüman böyle bir
durumda kalmış bir kardeşini, bir komşusunun, bir dostunun karısını hemen
kirletmeye kalkışır mı? Bir Müslüman kendisinin böyle bir şeyi yapamayacağını
bilmez mi? Ve üstelikte eğer o kadın kendisinin annesi makamında kendisine
haram kılınmış bir peygamber eşiyse böyle bir şeyi düşünmek bile mümkün
değildir. Ve yine üstelik bu işi yaptığı söylenen Müslüman Bedirde tüm
varlığını ortaya koyarak liderinin komutasında savaşan birisidir. Böyle bir
durumda, böyle bir suçlamada bulunan insanların ahlâken sükut etmiş
münâfıklardan başkası olamayacağı çok açıktır. Onun içindir ki bir münâfık
kendi nefsi böyle bir şeyi kabullenebildiği için bunu rahatlıkla söyleyebilirdi,
ama Müslümanların bunu hemen anında reddetmeleri gerekiyordu.
Peki acaba
niçin Rasûlullah ve beraberindeki Ebu Bekir gibi Müslümanlar hemen ilk planda
reddetmeleri gerekirken bu kadar önem verip üzerinde durdular? Böyle bir olayda
kocanın da, babanın da durumu çok farklıdır. Bir koca, bir baba yakiynen
tanıdığı karısından, kızından asla şüphe etmese de, hemen bunu reddetseler de
suçlayanlar onların bu reddedişlerini kaale almazlar. Kadının babasını,
kocasını kandırdığını, ya da kendi kızı, kendi karısı olduğu için onların bu
olayı örtbas ettiğini söylerler. İşte baba olarak Ebu Bekir’in de, koca olarak
Rasûlullah efendimizin de içinde bulundukları sıkıntı buydu. Değilse o
kızından, Rasûlullah ta karısından şüphe etmiyordu. Ama ortada bir dedikodu
vardı ve dev adımlarla herkesin diline dolanıyordu. Nitekim Rasûlullah
efendimiz hutbesinde ne karısından, ne de kendisine iftira edilen Safvan’dan herhangi
bir şüphesi olmadığı açıkça ortaya koymuş ve bu iftirayı atanları kim
cezalandıracak buyurmuştu.
İslâm
toplumunda, Müslümanların arasında hüsnü zan esastır. Ortada açık ve net bir
durum, açık ve net bir delil olduğu zaman ancak sû-i zanda bulunulabilir.
Ortada böyle bir şey olmadığı zaman Müslümanların suçsuzluğu, yâni beraat-i
zimmeti esastır.
13. “Dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? İşte bunlar,
şahit getirmedikçe Allah katında yalancı olanlardır.”
Haydi bunu diyemediler, bu tavrı
gösteremediler, bari ona karşı dört şahitle gelmeleri gerekmez miydi? Bu işin
doğruluğunu ispat için şahitler getiremediklerine göre artık onlar Allah
katında yalancıların, müfterilerin ta kendileridirler. Yâni bu iftirayı
atanların hiçbirisi dilleriyle söylediklerine bizzat şahit olmuş değillerdir.
Çünkü olay Hz. Ayşe’nin kervandan geri kalması ve Safvan’ın devesine bindirip
onu getirmesine dayanıyordu. Eğer üçüncü bir şahıs, ya da suçlayanlar onların
bir şeyler yaptıklarını gözleriyle görmüş olsalar neyse. Ama öyle bir şey de
yok.
14. “Allah'ın dünya ve âhirette size lütuf ve merhameti
olmasaydı, o kötü sözü yaymanızdan ötürü büyük bir azaba uğrardınız.”
Eğer Allah’ın dünya ve âhirette
sizin üzerinize fazlı ve rahmeti olmasaydı içine daldığınız bu dedikodulardan
dolayı, o iftira sözünü yaymanızdan dolayı çok büyük bir azaba uğrardınız.
15. “Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza
alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz, oysa Allah katında önemi
büyüktü.”
O durumda sizler o iftirayı
dilinize doladınız. O iftirayı, bilmediğiniz şeyi dillerinizle aktarıp
yaydınız. Hakkında hiçbir bilginizin olmadığı şeyi ağızlarınızla konuştunuz. Ve
bunu kolay sandınız. Oy sa bu yaptığınız Allah katında çok büyük bir suçtu.
Evet iftirayı ilk yapanlar münâfıklardı, ama daha sonra rahatlıkla bu iftiraya
katılan Müslümanlar da oldu. İşte Rabbimiz şimdi onlara hitap ediyor. Nasıl
yaptınız bunu? Nasıl kandınız münâfıkların fitnelerine? Nasıl düşünebildiniz
Peygamberin hanımı hakkında böyle bir şeyi? Nasıl dolayabildiniz bunu
dillerinize? Nasıl katıldınız bu dedikodulara? Üstelik bu konuda hiç bir
bilginiz de yoktu? Gözlerinizle görmediniz. Nasıl kandınız münâfıkların
sözlerine? Yâni birisinin ağzından bir söz duydunuz ve hemen onu siz de
söylemeye başlayıverdiniz. Hiç düşünmediniz mi ki gerçekten bu Allah katında
çok büyük bir suçtur. Nasıl işlediniz böyle azîm bir suçu? diyor Rabbimiz.
16. “Onu işittiğinizde: "Bu konuda konuşmamız yakışık
almaz; hâşâ, bu büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?”
Onu işittiğiniz zaman, bu çirkin
sözü duyduğunuz zaman, bu konuda söz söylemek bize yakışmaz, biz bu konuda asla
bir şey diyemeyiz, Allah’ım sen yücesin, hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir
sözü söylemekten sana sığınırız, gerçekten bu büyük bir iftiradır demeniz
gerekmez miydi? Allah’ı tenzih ederiz, biz asla böyle bir sözü söylemeyiz
demeniz geremiyor muydu?
17. “Eğer mü'min kişilerdenseniz, Allah buna benzer bir
şeye bir daha dönmemenizi tavsiye eder.”
Eğer gerçekten mü’minler iseniz,
gerçekten inanıyorsanız asla buna benzer bir duruma düşmemenizi Allah size
tavsiye eder. Yapmayın bir daha böyle bir şeyi! Hiç yakışmıyor size bu! Hem iman,
hem nifak. Hem mü’min hem de münâfıklık alâmeti. Olacak şey değildir bu! diyor
Rabbimiz.
İşte
âyetleriyle, bu uyarılarıyla Rabbimiz hem peygamberini, hem Ayşe annemizi, hem
de Müslümanları temize çıkarıyor, hem Müslümanları eğitiyor, bu tür komplolar
karşısında nasıl davranmaları gerektiği konusunda onları eğitiyor, basit
gördükleri ama gerçekten Allah katında çok büyük bir günâha düşmemeleri
konusunda uyarıyor ve böylece kıyâmete kadar Rasûlullah efendimiz ve pak zevcelerinin
tertemiz olduklarını kendi bilgisiyle, kendi vahyiyle, kendi şehadetiyle ortaya
koyuyordu.
18. “Allah size âyetleri açıkça bildirir, Allah bilendir,
Hakîmdir.”
Evet dünya tarihinde en müstesna
bir kişiliğe sahip olan, iffet ve hayada, edep ve ahlâkta zirvede olan, yeryüzünün
en temiz bir ailesinin üyelerinden birine, o ailenin en gözde elemanına, Rasû-lullah
efendimizin kendisine en yakın olan hanımı Hz. Ayşe annemize yapılan bir iftira
hadisesi anlatıldı. İftiranın ayrıntıları ve sonunda bu iftirayı yapanların
büyük bir cezayla cezalandırılacağı ve anamızın tertemiz olduğunu anlatan
âyetlerle karşı karşıya kaldık. Kıyâmete kadar Rasulullah’a ve hanımlarına
saldıracak olanlara en güzel cevabını verdi Rabbimiz. Ve böyle tertemiz
insanlara iftira edildiği zaman Müslümanların böyle bir hadise karşısında
takınmaları gereken tavır da belirlenmiş oluyordu.
İşte böylece Rabbimiz bilen ve
Hakîm olarak âyetlerini açık-lıyor ve bu konuda kıyâmete kadar uygulanacak
yasalarını koyuyordu. Ama gelin görün ki insanlar arasında, müminler arasında
fuhşi-yatın, azgınlığın, zinanın, çirkinliğin, iftiranın yayılmasını isteyenler
işte hesabı burada yapıyorlardı.
19. “Mü'minler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu
edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı azab vardır. Allah bilir,
siz ise bilmezsiniz.”
Mü’minler arasında, İslâm
toplumunda hayasızlığın, ahlâk-sızlığın yayılmasını isteyenlere, zinanın
yaygınlaşmasına sa’y edenlere dünya ve âhirette can yakıcı, elim bir azap
vardır. Kendileri hayasızlaşmış, iffet ve namuslarını kaybetmiş insanlar
elbette kendilerinden farklı olan Müslümanları da aynen kendileri gibi iffetsiz
ve hayasız hale getirmenin kavgasını verirler. Yaygaralarla, propagandalarla
sanki dünyada herkes fuhşun, zinanın içine düşmüş gibi, yeryüzünde bir tek
iffetli insan kalmamış gibi göstererek sonuçta bakın bu işleri yapan sadece
bizler değiliz, işte tüm dünya bunları yapıyor demeye çalışırlar. Tüm dünyayı
küfrün, şirkin, isyanın, zinanın, ahlâksızlığın, karmaşanın, fuhşiyatın
yayılmasına doğru çekerler ki; kendi pislikleri olağan karşılansın. Köşede
bucakta gördükleri, görüntüledikleri bir kaç münferit olayı tüm Müslümanlara,
tüm topluma mal ederek, sanki tüm toplum öyleymiş gibi gece-gündüz bir savaşın içindedirler.
Onları dinlediğinizde,
okuduğunuzda zannedersiniz ki dünyada bir tek iffetli insan kalmamıştır.
İnsanların birbirlerinden, insanların ailelerinden, hattâ insanın kendi
kendisinden bile şüphelenmesini sağlayacak şekilde bunu kendilerine temel
felsefe kabul ederler de gece gündüz yayınlarıyla koştururlar ve dünyayı kendi
pisliklerine doğru çekerler. Konuşmalarında, kitaplarında, romanlarında, piyeslerinde,
sanatlarında, sanat anlayışlarında, filmlerinde, şarkılarında, türkülerinde bu
gayretlerini görmek mümkündür.
Halbuki Müslümanlar temizdir.
Müslüman Allah’ın kendisine gösterdiği nikâh dışı hiçbir ilişki içine girmez.
Bir ömür boyu Allah’ın istediği hayatı yaşamak için çırpınan iffet ve hayasını
kaybetmeyen insandır Müslüman. Toplumda ahlâksızlıkların yayılmasını istemeyen
insandır Müslüman. İşte önceki âyetlerde gördük, tek başına bir kimsenin bir
ahlâksızlığına şahit olsa bile bir Müslüman bunu ulu orta söyleyemeyecektir. Tâ
ki dört şahitle bunu ispat edecek bir konumda olacağı ana kadar. Neden? Çünkü
toplumda bir günâh yayılmayacak, yaygınlaştırılmayacaktır. Zaten yaygın olmayan
bir davranış toplumda yaygınmış gibi ortaya konmayacak.
20. “Allah'ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, Allah
şefkatli ve merhametli olmasaydı hemen cezanızı verirdi.”
Önce demişti Rabbimiz, burada bir
daha söylüyor. Allah’ın size karşı fazlı ve rahmeti olmasaydı, Allah sizin
iffet ve hayalarınızı korumasaydı, Allah size iftiralardan dolayı gelebilecek
belâ ve musîbetlerden sizi korumasaydı, Allah size acıyarak uymak zorunda olduğunuz
bu yasaları göndermeseydi ne olurdu sizin haliniz? Size iftira edenlerin
iftiralarını boşa çıkarıp temizlerin temizliğini ortaya koymasaydı ne
yapardınız? İşte bunu anlamak zorundayız. Yâni Allah’ın bizim üzerimizdeki
fazlını ve rahmetini, Rabbimizin bize merhamet ederek bizi korumasını, bizi
kötülüklerden, pisliklerden arındırıp tertemiz bir dünya yaşatmasını çok iyi
anlamak zorundayız ki bundan dolayı hep Rabbimizi dinlemeli, hep Ona itaat
etmeli, hep Onun istediği bir hayatı yaşamaya yönelmeliyiz. Biz eğer Onun koruması
altına girer, Onun istediği hayatı yaşamaya çalışırsak işte o zaman Onun
koruması ve rahmeti bize ulaşacaktır. Değilse Onun korumasını, Onun rahmetini,
desteğini kaybedeceğiz demektir. İşte bakın bundan sonraki âyet bunu çok hoş
ortaya koyuyor:
21. “Ey inananlar! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın
arkasına takılırsa, bilsin ki, o, hayasızlığı ve fenalığı emreder. Allah'ın
size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, hiçbiriniz ebedîyen temize çıkamazdı.
Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah işitir ve bilir.”
Ey iman edenler, şeytanın yoluna
gitmeyin, şeytanın adımlarına uymayın, şeytanın vesveselerine, vartalarına
düşmeyin. Şeytanın peşine takılarak Onun istediği bir hayatı yaşamayın.
Allah’ın yasakladığı nikâh dışı bir ilişki içine girmeyin. Allah ne demişse, Peygamber
ne istemişse ona tabi olun. Kim ki Allah’ın ve elçisinin yolunu bırakarak şeytanın
adımlarına tabi olursa, yâni Allah’ın yasalarının dışına çıkar, Allah’ın
yasakladığı davranışların içine girerse kesinlikle bilesiniz ki şeytan
fuhşiyatı, münkeratı, kötülüğü emreder. Çirkin hayasızlıkları, aşırılıkları
emreder. Nikâh dışı gayri meşru ilişkileri emreder. Şeytan size maddî ve manevî
her tür aşırıkları emreder. Mal talebinde aşırılık, ev mesken konusunda, mal
mülk konusunda, sevgi saygı ko-nusunda, kadın erkek ilişkileri konusunda, her
konuda aşırıkları emreder.
Tabii ki fahşanın ve münkeratın
ne olduğunu yine Allah ve Re-sûlü belirleyecektir. Hiç kimsenin şu iyidir, şu
kötüdür, şu münkerdir demeye hakkı yoktur. İnsanların değer yargıları değişip
de toplum Allah’ın değer yargılarını bir kenara bırakarak efendim bir erkekle
bir kadının kendi istek ve arzularıyla, hiç kimsenin baskısı olmaksızın bir
araya gelmelerinde bir sakınca yoktur demeleri Allah ve Resûlünün değer
yargılarıyla çatıştığı için çirkin bir davranıştır. Eğer Allah ve Resûlü nikâh
dışı bir ilişkiye çirkin demişse, fuhşiyyat demişse o çirkindir, o fuhuştur.
Evet erkek evlendiği zaman karısının hakkına riâyet ederek başkalarıyla düşüp
kalkamaz. Ama bekârken, kimseye karşı sorumlu değilken o dilediğiyle dilediği
ilişkiyi kurabilir demeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Çünkü Allah, ona çirkinlik
demişse, fahşa demişse kimsenin onu değiştirmeye hakkı yoktur. Veya kadınlar
iffet ve hayalarını korusunlar, onlar namuslu yaşasınlar, ama erkekler bırakın
onlar serbest yaşasınlar, diledikleri kadınlarla düşüp kalksınlar demeye de hiç
kimsenin hakkı yoktur. Kadınlar için bu büyük bir günâh ve suçtur, ama erkekler
için günâhlık yoktur. Zaten erkek adam dediğin dilediğini yapandır demek de
Allah ve Resûlüyle çatışmaya girmek demektir.
İşte bütün
bunları şeytan istiyor ve insanları bu taraflara doğru çekiyor. Rabbimiz de
bizleri uyararak diyor ki sakın şeytanın çektiği tarafa gitmeyin. Öyleyse
kesinlikle şeytan vahiylerini dinlemeyeceğiz, hep Allah’ın vahyini
dinleyeceğiz. Allah’ın helâl dediği helâldir, haram dediği de haramdır.
Allah’ın çirkin dediği çirkin, fahşa dediği fahşa, münker dediği de münkerdir.
Allah doğru söyler, Allah güzel söyler diyeceğiz ve şeytana uymayacağız. Allah
karşıtı düşüncelerin, sistemlerin egemenliğinde bir hayata asla razı olmayacağız.
Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı ve
rahmeti olmasaydı sizden hiçbiriniz temiz olamazdı, temiz kalamazdı. Lâkin
Allah dilediklerini, temizleri, temiz olmak isteyenleri, temizlik isteyenleri temizler,
tezkiye eder. Çünkü Allah işitendir, bilendir. Kimin temiz bir hayat istediğini,
kimin namuslu bir hayatın peşinde olduğunu, kimin de günâh dolu, pislik dolu
bir hayatın cazibesine kapıldığını Allah en iyi bilendir. İnsanların ne niyet
taşıdıklarını, kalplerinde neleri tasarladıklarını, nelerden hoşlanıp nelerden
nefret ettiklerini en iyi bilendir. Ve onun için de kime takva, temizlik
vereceğini, kimi rezil ve rüsva edeceğini bilendir.
Yâni
öyleyse şu toplumda şeytana rağmen, şeytan vahiylerine rağmen temiz bir hayat
yaşayanlar, temiz kalabilenler kesinlikle bilesiniz ki ancak Allah’ın lütfu ve
keremiyle bunu becerebilmişlerdir. Onun için bizler de sürekli Rabbimize
sığınmak, Ondan istemek, Ona yalvarıp yakarmak zorundayız. Ya Rabbi bizleri koru,
bizden bu lüt-funu esirgeme. Ya Rabbi biz temiz olmak istiyoruz.
Hanımlarımızla, çocuklarımızla temiz bir hayat yaşamak istiyoruz. Şunu kesin
biliyoruz ki bu kadar pis insanların içinde, sen temiz kılarsan, sen korursan
an-cak biz temiz kalabiliriz. Sen bizi korursan biz korunmuş oluruz demek
zorundayız. Temiz olmak, temizliği seçmek ve bu konuda Allah’a sığınmak
zorundayız.
Evet
temizlik Allah’ın istediği temizliktir. Tezkiye Allah’ın ortaya koyduğu
tezkiyedir. Şu dünya üzerinde herkesin, her toplumun bir temizlik anlayışı
olabilir. Herkes kendine göre bu konuda bir değer yargısı geliştirip bu dünyada
kendi keyiflerince yaşayabilirler. Ama ölümleriyle birlikte geçerli olacak olan
bilelim ki Allah’ın değer yargılarıdır. Allah’ın temiz dedikleri temiz, pis
dedikleri de pis olacaktır. Unutmayalım ki insanların ortaya attıkları tüm
değer yargıları, meselâ eğitimle ilgili, hukukla ilgili, ekonomiyle,
kılık-kıyafetle, erkek kadın ilişkileriyle ilgili, nikâh, talakla ilgili,
siyasetle ilgili tüm değer yargıları ölümle birlikte bitecek Allah’ın değer
yargıları devreye girecektir. Şu anda altı milyar insan kafa ve kalp bütünlüğü
içinde bizim bu konudaki görüşümüz şudur dese, Allah ta onun zıddını söylese, o
altı milyar insan öldükleri zaman Allah’ın değer yargısına teslim olmak zorunda
kalacaklardır. Sonuçta bu dünyada Allah’ın değer yargılarına sahip çıkanlar,
onu yaşayanlar kurtulacaklar, reddedenler de kaybedeceklerdir.
22. “İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına,
düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere, vermemek için yemin etmesinler,
affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah
Bağışlayandır, merhametli olandır.”
Ayşe annemiz iftiraya maruz
kalmıştır. Ayşe annemizin babası Ebu Bekir efendimiz bundan çok etkilenmiştir.
İftirayı yapanların büyüğü münâfıkların reisi Abdullah Bin Übey’dir, ama
Müslümanlardan da bu işe karışanlar olmuştur. İşte bu işe karışan Müslümanlardan
birisi de Mıstah’tır ve fakir olduğu için sürekli Ebu Bekir efendimizin
kendisini kolladığı birisidir. Mıstah Ebu Bekir efendimizin bu iyiliklerini
görmezden gelerek bilmediği bir konuda susmaya değil de konuşmaya ve bu
dedikoduyu yaymaya çalışmıştır. Hz. Ebu Bekir efendimiz onun bu durumunu
öğrenince: “ Vallahi ben de bundan böyle
ona ve ailesine yardımımı kesiyorum” demişti. Tabii bu kararı alan sadece Ebu
Bekir efendimiz değildi. Müslümanlardan bazıları bu tür insanlara yardım etmeme
kararı almışlar, bu konuda yemin etmişlerdir.
Allah buyurdu ki sizden faziletli
ve varlıklı olanlar, hali vakti yerinde olanlar yakınlara, yoksullara ve Allah
yolunda hicret edenlere yadım etmekte eksiltme yapmasınlar. Onlara vermeye
devam etsinler. Affetsinler, onları hoş görsünler, onlara karşı müsamahalı davransınlar.
Allah’ın sizi bağışlamasını, Rabbinizin sizin günâhlarınızı, kusurlarınızı
örtmesini, hatalarınızı örtbas etmesini istemez misiniz? Eğer istiyorsanız
Rabbinizin size mağfiretini, o zaman onlar size karşı kötülük etmiş olsalar
bile siz de onlara vermeye devam edin. Kin tutmayın. Onları bağışlayın. Tıpkı
Rabbinizin sizi bağışladığı gibi sizler de onları bağışlayıp Rabbinizin
ahlâkıyla ahlâklanın.
Hz. Ebu
Bekir bunu duyar duymaz hemen: Vallahi biz Rab-bimizin bizi bağışlamasını
dileriz. Biz bunu isteriz diyerek hemen yardım ettiği Mıstah’a önceki yaptığı
yardımını artırıverdi. Diğer Müslümanlar da öyle yaptılar. Çünkü Allah’ın
hoşnutluğu, Allah’ın mağfireti her şeyden önde geliyordu. Evet dün o
Müslümanlar kendilerine seslenen Rabbimizin bu dâvetine icabet ediyorlardı.
Şimdi bu âyetler bize sesleniyor. Allah tarafından bağışlanmayı sevmez misiniz?
Allah’ın mağfiretine ulaşmayı istemez misiniz? Şu anda çevremizde problemli
olduğumuz akrabalarımız var, Müslümanlar var. Belki haklı da olabiliriz. İşte
Ebu Bekir’de haklıydı. Eğer Rabbinizin sizi bağışlamasını istiyorsanız sizler
de onları bağışlayın. Size karşı yanlış yapan, hata eden kardeşlerinizi
bağışlayın ki Allah ta sizi bağışlasın.
23,24. “İffetli, habersiz, mü'min kadınlara zina isnat edenler
dünya ve âhirette lânetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış
olduklarına şahitlik ettikleri gün onlar büyük azaba uğrayacaklardır.”
Tertemiz, namus ve iffet sahibi
kadınlara, bir şeyden habersiz sâliha kadınlara, iffet ve hayasını koruyan
kadınlara zina suçu atanlar var ya işte dünyada ve âhirette en büyük onlar içindir.
Ve onlar için büyük bir azap vardır. Allah korusun. Hiç bir şeyden haberi yok,
tertemiz bir kadın. Hiç bir oyun oynaş bilmeyen, kalbinde hiçbir ahlâksızlık
düşüncesi taşımayan, hile ve desisesi bulunmayan, ismi hiçbir şüphe çağrıştırmayan
iffet ve haya abidesi bir kadın, iffet ve hayasını korumak için çırpınıyor.
Allah’a ve eşine bağlı, asla ne kocasına ne de Rabbine ihanette bulunmamış bir
kadın düşünün. Kalkmış birisi böyle bir kadına iftira atıyor. İşte az evvel
anlatıldı, Ayşe anamız, ya da bir başka Müslüman hanım. Kıyâmete kadar Ayşeler,
Fatmalar, Hacerler ne fark eder? Çünkü hiçbir Müslüman kadının iffet ve namusunun
korunması Ayşe annemizden aşağı değildir. Tüm Müslümanların iffet ve
hayalarının değeri aynen peygamber hanımlarının değeri gibidir. Çünkü tüm
Müslümanlar peygamber ve hanımları gibi yaşamak zorundadırlar. Tüm Müslümanlar
iffet ve hayalarını korumak zorundadırlar.
Evet kim
böyle Allah tarafından korunma altına alınmış bir Müslümana iftira ederse onun
cezası dünyada ve âhirette lânete uğramaktır. Dünyada da âhirette de melundur
bunlar. Allah’ın rahmetinden kovduğu uzaklaştırdığı kimselerdir bunlar. Allah
kime lânet edip de rahmetinden mahrum etmişse artık ona kimse yardımcı olamaz
ve kimse onu Allah’ın gazabından, azabından kurtaramaz. Çünkü Allah’ın lânetine
uğramak, Allah’ın dostluğunu kaybetmekten daha büyük bir kayıp yoktur. Çok
dikkat etmeliyiz buna.
Bir gün gelir ki o gün dilleri,
elleri ve ayakları kendi aleyhlerinde yaptıklarına şahitlik yapar. Şimdi
dilediğimizi yapabiliriz. İstediğimiz gibi bir hayat yaşayabiliriz.
Dilediklerimizi karalayalım, dilediklerimize iftira edelim, dilediklerimize
çamur atalım, dilediklerimizin namus ve iffetiyle oynayalım, dilediklerimize
zulmedelim, dilediğimiz gibi ağzımızı kullanıp Allah’ın razı olmadığı sözleri
konuşalım, yazalım. Ama unutmayalım ki bir gün gelecek dillerimiz, ellerimiz,
ayaklarımız, kulaklarımız artık bizim emrimizde değil Rablerinin emrindedirler.
Bakın Fussilet sûresi bunu şöyle anlatıyordu:
“Nihâyet
oraya vardıkları zaman kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeyler
hakkında onların aleyhinde şahitlik ederler."
(Fussilet 19,20)
Evet o gün
onların kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeyler hakkında kendi
aleyhlerinde şahitlikte bulunurlar. Kendi azaları, kendi organları kendileri
hakkında şahitlikte bulunurlar. Yâsînin beyanıyla da Rabbimiz buyurur ki o gün
onların ağızlarına mühür vuracağız ve sonra uzuvlarına da haydi konuş
diyeceğiz. Uzuvları da dünyada yapıp ettiklerinin tamamını sayıp dökmeye
başlayacak. Ya Rabbi benimle filan zaman şunu yaptı, benimle bunu etti, benimle
şuna, şuna iftira etti, benimle şuna, şuna zulmetti diyerek her şeyi ortaya dökecekler.
Sonra kişi konuşmak için serbest bırakılacak. O zaman da şöyle diyecek: Canınız
cehenneme! Lânet olsun size! Ben sizi savunuyordum! Ben sizin kurtuluşunuz için
mücâdele veriyordum! Halbuki siz benim işimi zorlaştırdınız! Beni rezil rüsva
ettiniz! diyecek. Bu konuda pek çok hadis vardır.
Öyleyse
gelin ey Müslümanlar, Allah’ın değer yargısına göre bir hayat yaşayalım. Gelin
Allah’ın istediği iffet ve haya anlayışına göre bir dünya yaşayalım. Gelin
Allah’ın nikâh ve temizlik yasasına göre ilişkilerimizi ayarlayalım.
Unutmayalım ki bir gün gelecek hiçbirimizin hiçbir yetkimiz kalmayacak. Hiç
kimse bizi dinlemeyecek, azalarımız bile bizi dinlemeyecek, hiç kimse bizi
kurtaramayacak. Bugün belki birilerinin istediği gibi yaşadığımız zaman
birileri bizi alkışlayacak, bize diplomalar verecek, statüler verecek. Belki
birileri tamam işte bizim istediğimiz insan tipi böyle olmalı diyecek. İşte
kadın böyle giyinmeli, erkek böyle olmalı diyecek. Ama unutmayın ki o gün onların
da bir yetkileri kalmayacak. O gün onların elleri, ayakları da kendi
aleyhlerinde konuşmaya başlayacak. Onların değer yargıları da o gün bitecek.
Bugün bizi alkışlayan, hah böyle olmalısın! diyenler yarın bizim gibi âciz bir
konuma düşecekler. Öyleyse niye bugün bizler onların değer yargılarına göre,
onların arzularına göre bir hayat yaşayalım? Niye onların beğenilerine kendimizi
kurban edelim de?
Öyleyse öyle bir hayat yaşayalım
ki yarın bizi yargılayacak Rabbimizin değer yargıları istikâmetinde olsun. Öyle
bir hayat yaşayalım ki şahitlerimiz aleyhimizde değil lehimizde konuşsunlar.
Tüm azalarımızın Müslümanlığımıza şahit olsunlar. Tüm azalarımız desin ki: “ Ya
Rabbi işte bu kulun senin istediğin şekilde tertemiz bir hayat yaşadı. İffet ve
hayasını senin istediğin şekilde korudu. Senin için bizi kullandı. Senin rızan
istikâmetinde bizleri kullandı” desinler. Çünkü o gün:
25. “O gün, Allah onlara kesinleşmiş cezalarını verecektir.
Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir.”
Evet o gün Allah herkesin
cezasını hak olarak verir. Herkesin mükâfatını hak olarak verir. Kimseye zerre
kadar bir zulüm, bir haksızlık yapmaz. Ve onlar o gün artık bilirler ki
gerçekten apaçık hak Allah’mış. Hak Allah’tır, hakikat Allah’tır Onun dışında
hak yoktur. Hak yasa Onundur, hak hayat Onun istediği hayattır, hak değer yargıları
Onun değer yargılarıdır. İffetin, hayanın, temizliğin, kadın ve erkek
ilişkilerinin en doğrusu, en gerçeği Allah’ın istediğidir.
26. “Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara
yakışırlar. İyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara
yakışırlar. Bunlar onların söylediklerinden uzaktırlar. İşte bunlara mağfiret
ve cömertçe verilmiş rızık vardır.”
Dileyen dilediği yolu seçebilir.
Dileyen dilediğini tercih edebilir. Allah’ın istediği temizliği tercih edenler
temiz olur, Allah’ın değer yargılarına göre pisliği tercih edenler de pis
olabilirler. Allah bu dünyada kimseyi zorlamıyor. Eğer Rabbimiz zorla benim
dediğim gibi olacaksınız deseydi hepimizi temiz yaratırdı, hattâ cinsel
organlarımızı ya-ratmazdı, melekler gibi, ya da şu taşlar gibi hiç birimizi günâh
işleye-mez bir biçimde yaratırdı olur biterdi. Ama Allah böyle istememiş.
Bizleri hem tayyip hem de habis olabilme özelliğinde, ikisinden birini tercih
edebilme iradesinde, özgürlüğünde yaratmış ve haydi dileyen dilediğini tercih
etsin buyurmuştur. Ve işte bunun kaderini de şöylece belirliyor Rabbimiz:
Habis
kadınlar habis erkekler içindir. Kötü kadınlar kötü erkekler içindir. Habis
erkekler de habis kadınlar içindir. İffet ve hayasız kadınlar iffet ve hayasız
erkekler içindir, namussuz erkekler de namussuz kadınlar içindir. İffet ve
hayalı kadınlar iffet ve hayalı tertemiz erkekler içindir, iffet ve hayalarını
Allah’a göre ayarlayan tertemiz erkekler de iffet ve hayalı tertemiz kadınlar
içindir. Evet demek ki temiz erkeklere temiz kadınlar, temiz kadınlara temiz
erkeler yaraşır, onlar kendilerine ancak onları lâyık görürler. Kötü erkekler
de aynen kendileri gibi kötü kadınları eş seçerler, kötü kadınlar da kendileri
gibi kötü erkeklerden hoşlanırlar.
Veya
kötülük, kötü söz, çirkin söz kötü erkekler hakkındadır, kötü erkeklere de kötü
söz yakışır. İyi söz, tayyip söz iyi ve temiz erkeklere aittir, güzel sözler
iyi erkeklere, temiz erkeklere yakışır. Kötüler, kötü sözlere dalarlar,
iyilerin o kötü sözlerle asla bir ilgisi olamaz.
Evet burada
bir hususa dikkat çekelim. Bir delikanlı düşünün ki Allah’ın ortaya koyduğu
temizlik anlayışından uzak bir hayat yaşıyor. İstediği yerlerde istediği
kimselerle düşüp kalkıyor. Toplumun yasallaştırdığı pis yerlere gidip geliyor.
Namussuz ve iffetsiz bir hayat yaşıyor. Sonra nihâyet evlenme vakti geldiği zaman
da iffetli ve namuslu bir kadın arıyor kendisine eş olarak. Peki kadın için de
aynı şey mümkün mü? Elbette hayır. Bırakın nikâh dışı bir ilişkide bulunarak
bir günâh işlemeyi, sözlüsünden ayrılan, kocasından boşanan bir kadın bile
sanki ebedîyen suçlu görülmektedir. Ama erkek delikanlılık döneminde istediği
gibi yaşayacak, istediği şeyleri yapacak ama evlenirken tertemiz bir kız
arayacak ve onunla evlenecek.
Tabii evlendikten sonra da yine
aynı pislikleri yapmaya devam edecek, ama evdekinin tertemiz kendisini
beklemesini isteyecek. İşte Rabbimizin bu âyetlerinde böyle bir anlayışa yer
yok. Hanımının temiz olmasını isteyen erkek kendisi de temiz olmak zorundadır.
Kocasının temiz olmasını isteyen kadın kendisi de temiz olmak zorundadır. Öyle
değil mi? Sen Allah’a ihanet et, sen kendine ihanet et, sen azalarına ihanet
et, sen karşındaki kocana, hanımına ihanet et sonrada da karşındakinin tertemiz
olması konusunda çaba harca. Olacak şey mi bu?
Öyleyse hanımımız hakkında
istediğimizi kendimiz için de isteyeceğiz. Kocamız hakkında istediğimizi
kendimiz hakkında da isteyeceğiz. Biz tertemiz olalım ki tertemiz kadınlar bize
gelsin. Biz tertemiz olalım ki hanımlarımız da tertemiz hayatlarını devam
ettirsin. Allah’a hainlik yapan, Allah’a karşı gelerek bir hayat yaşayan ne erkeğin,
ne de kadının tertemiz insanların kanına girmeye hakkı yoktur. Öyle değil mi?
Eğer sen Allah tanımaz, temizlik tanımaz, pislik içinde bir hayattan
hoşlanıyorsan o zaman git keyfine göre yaşayan, Allah tanımaz kimselerle evlen.
Niye temiz bir Müslümanın kanına girmeye çalışıyorsun da?
Eğer namusluluktan, temizlikten
hoşlandığın için temiz bir kadın arıyorsan sen de namuslu ol. Niye
Müslümanların tertemiz kızlarına, tertemiz erkeklerine ihanet ediyorsunuz? Niye
kendi değer yargılarınızla başkalarının değer yargılarını sıfırlamaya
çalışıyorsunuz? Ne hakkınız var buna? Allah diyor ki bakın: Ey adam, eğer benim
değer yargıma göre habissen, pissen git dünyada benim değer yargılarıma göre
yaşamayan bir çok insan var onlardan biriyle evlen. Git dilediğin gibi yaşa,
ama benim tertemiz kullarıma ilişme, bulaşma ve onları kö-tülüğe doğru çekip
götürme, onların kanlarına girme diyor Rabbimiz.
Sûrenin
bundan sonraki bölümünde Rabbimiz toplumu kötülüğe, zinaya götürücü tüm yolları
kapatıyor. Bakın şöyle buyuruyor:
27. “Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere, izin almadan,
seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu sizin için
daha iyidir.”
Ey iman edenler, kendi
evlerinizin dışındaki evlere, sizin olmayan, mâliki olmadığınız evlere girerken
bir ünsiyet bulmadan, bir izin almadan, size buyurun denilmeden ve ehline selâm
vermeden girmeyin. İsti’nas aslında keşifte bulunmak demektir. Öyleyse
size izin verilip verilmeyeceğini araştırıp öğrenmeden girmeyin buyuruluyor.
Böyle davranmanız sizin için daha hayırlıdır, umulur ki tezekkür edersiniz.
Evet bir insanın, ister erkek, ister kadın bir başkasının evine kapıyı
çalmadan, izin istemeden, ehline selâm da vermeden öyle paldır küldür
girmeyecek. Rabbimiz daha kötülük doğmadan boğmak istiyor. Kötülüklere açılan
kapıları kapatmak istiyor. Yâni muhtemeldir ki o eve bir kadın girerken evde
yalnız erkek vardır veya bir erkek girerken evin hanımı yalnızdır. Bir
mahremiyete muttali olma, uygunsuz bir duruma düşme söz konusu olabileceği için
Rabbimiz bunu yasaklıyor. Peki ne yapılacak:
1- Kapıyı
çalacak bir Müslüman. Bir, iki, üç kere çalar. İçerden kim o? denilirse,
Selâmun aleyküm, ben filan oğlu filanım. Veya ben falan kızı filanım der.
Kendini tanıtmadan aç benim denmeyi Rasû-lullah efendimiz yasaklıyor. Eğer
müsaade ederlerse girilir. Diyelim ki hiç ses gelmedi içerden. İkinci kere daha
çalarsın, yine kim o? denilirse selâm verip ben filanım dersin. İzin verilirse
girersin. Ses gelmi-yorsa, üçüncü defa çalarsın içerden ses gelmezse, ya da içerden
ge-len ses dön git derse dönüp gidersin. Tabii çalarken de kapının tam
karşısında durulmaz. Kapının sağında veya solunda durulmalı ki içerden çıkan
erkek ya da kadın o haliyle görülmemelidir.
Yâni kapıyı açan aceleyle
Allah’ın görülmesini istemediği bir durumda bulunabilir. Ve yine az evvel ifade
ettiğim gibi yalnız başına bir kadının bulunduğu bir eve yalnız başına bir
erkek girmemelidir, yalnız başına erkeğin yanına da bir kadın girmemelidir.
Hattâ kişi kendi evine girerken bile, kendi öz annesinin evine girerken bile böyle
paldır küldür girmeyecektir. Sahâbeden birisi Rasûlullah efendimize sorar: Ey
Allah’ın Resûlü, annemin evine girerken de izin isteyecek miyim? Allah’ın
Resûlü evet der. Adam der ki ya Rasulallah o benim annem deyince, Rasûlullah
anneni çıplak bir vaziyette görmek ister misin? buyurur. Müslüman karısı
evdeyken, dışardan gelirken bile ök-sürerek, haberdar ederek girmelidir.
Böylece hem
meskenler korunmuş olacak, hem de insanları zinaya, kötülüklere götürücü yollar
kapatılmış olacaktır. Yine Rasû-lullah efendimizin beyanları ve uygulamalarıyla
biliyoruz ki kapının, ya da pencerenin yanından bağırmak, Şiddetle kapıyı
çalmak haramdır. Hucurât sûresinde de Rabbimiz bunu şöyle anlatır:
“Ey Muhammed! Sana odaların ötesinden seslenenlerin çoğu
akl etmeyen kimselerdir.”
(Hucurât 4)
Yine
kapıdan, pencereden, duvardan içeriyi gözetlemek de yasaktır. Rasûlullah
efendimiz azatlısı Sevban’a bir gün buyurur ki:
“İçeriye göz attıktan sonra izin
istemenin ne anlamı kalır?”
Hattâ böyle evinin içini dikizleyen bir adamın
gözünü yara-layan ev sahibine hiç bir cezanın uygulanmayacağına dair rivâyetler
vardır. Tabii dinlemek de aynı şekilde yasaktır. Başkalarının mahremiyetini ihlâl etmeye hiç kimsenin hakkı
yoktur.
Evet
bunları size anlatıyoruz, böyle yaparsanız sizin hakkınızda daha hayırlıdır,
umulur ki öğüt alırsınız diyor Rabbimiz. Bu sizin için daha hayırlıdır. Sizleri
bir töhmete düşmekten, bir töhmet makamında bulunmaktan kurtarır, iffet ve
temizliğinizi artırır.
28. “Eğer evde kimseyi bulamazsanız, yine de size izin verilmedikçe
içeriye girmeyiniz. Size "Dönün" denirse dönün. Bu, sizi daha çok
temize çıkarır. Allah yaptıklarınızı bilir.”
Eğer orada, o evde kimse yoksa,
kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Kimse yoksa
zaten boş bir eve girmek yasaktır. Eğer size deniliyorsa ki evden, dönün gidin,
şu anda sizi kabul edecek durumda değilim, hemen dönüp gidin. Tekrar tekrar
ısrarla izin istemeye çalışmayın, ya da illa da izin çıkacak diye kapının ağzında
beklemeyin. A! Geldik de kabul edilmedik filan diyerek sitemlerde bulunmayın.
Unutmayın ki ziyaretine gittiğiniz bir Müslümanın kapısından içeriye alınmanız
da sevap, alınmamanız da sevap, kimseyi bulamayıp boş dönmeniz de sevaptır. Bu
maksatla attığınız her adım sevaptır. Dönün denilirse sakın kızmayın, darılmayın.
Ya belki de içerdeki kardeşinizin sizi karşılayacak uygun bir pozisyonu yoktur.
Durumu müsait değildir. Almayabilir, alamayabilir sizi evine. Ya olur mu?
Yapılır mı bir Müslümana? Olur, işte bunu Allah diyor. Yâni gerçekten her iki
taraf için de çok güzel bir davranıştır bu.
Evet dön git diyen Müslüman da
çok rahat Allah’ın kendisine tanıdığı bir haktan istifade ettiği için, bunu çok
rahat ortaya koyduğu için, dönüp giden Müslüman için de Allah’ın bu tavsiyesine
uyduğu için sevap vardır. Allah diyor
ki, dönün gidin, unutmayın ki bu sizin için daha hayırlıdır ve Allah
yaptıklarınızın tümünü bilmektedir.
Ziyarete
giden Müslüman da, ziyaretine gidilen Müslüman da bunu anlamıyorlar maalesef.
Ne ev sahibi rahatlıkla, haydi git seni şu anda kabul edemeyeceğim demeyi
kabullenebiliyor, ne de ziyaretçi ev sahibi tarafından kendisine böyle bir
şeyin denmesini normal görebiliyor. Buyurun denilse de, gidin denilse de, evde
bulamasak ta sevap alınmıştır. Ama her şeyi materyalist bir mantıkla düşündüğümüz
için bunu da aynı mantıkla düşünmeye çalışıyoruz. Halbuki doğrusu, güzeli
Allah’ın dediğidir.
29. “İçinde malınız bulunan boş evlere girmenizde bir sorumluluk
yoktur. Allah, açığa vurduğunuzu da, gizlediği-nizi de bilir.”
Ama şu evler bunun dışındadır.
Oturulmayan evler, genelde herkese açık olan odalar, ardiyeler, hanlar, m
Yâni tamam böyle kimseye ait
olmayan, ya da herkesin kullanım alanı olan bir ardiye var. Oraya bir kadın
gitti, ya da bir erkek oraya gitti ve siz bunu biliyorsunuz, sırf orada onunla
karşılaşmak için gidiyorsunuz. Niyetiniz bu. Unutmayın ki sizin oraya ne için
gittiğinizi, hedefinizin, niyetinizin ne olduğunu Allah bilmektedir. Kimse
Allah’ı aldattığını, atlattığını zannetmesin. Allah içinizi de dışınızı da
bilmektedir.
30. “Ey Muhammed! Mü'min erkeklere söyle: Gözlerini
bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu, onların
arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır.”
Önce erkeklere bir hitap.
Peygamberim, mü’min erkeklere de ki gözlerini indirsinler, gözlerini kıssınlar,
haramdan sakınsınlar. Ve yine ferçlerini, bacaklarının arasını, mahremleri
hariç başkalarına açmaktan, göstermekten, ırz ve namuslarını zinadan korusunlar.
İşte bu onlar için daha temizdir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Demek ki
insanların ferçlerini, ırz ve namuslarını haramdan korumanın ilk yolu, gözlerden geçmektedir. Gözler
korundu mu namus da korunacak, gözler hain olmayacak. Gözler Allah’ın bakma
dediği yere bakmayacak. Gözler Allah’ın yasakladığı yerlerde dolaşmayacak,
kısılması ge-reken yerlerde kısılacak, görüş alanı daraltılacak, uluorta her
yere de-ğil de sadece bakılabilecek alanlarda gezecek.
Bakın
dikkat ederseniz Rabbimiz önce erkeklere sesleniyor. Emrin ilk muhatabı
erkeklerdir. Toplum ne derse desin, nasıl bir değer yargısı geliştirirse
geliştirsin. Demin ifade ettiğim gibi istediği kadar erkek dilediği bir hayatı
yaşayabilir diyerek ona sınırsız bir özgürlük tanısın. Bakın Allah’ın değer
yargısı öyle değil. İlk önce erkeklere diyor ki Rabbimiz, peygamberim mü’min
erkeklere söyle ki gözlerini aşağıya indirsinler, gözlerini harama bakmaktan
alıkoysunlar. Irz ve namuslarını da muhafaza etsinler. Öyleyse anlıyoruz ki
erkek de kadın da aynen Allah’ın istediği bir iffet hayatını yaşamak
zorundadır.
31. “Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak
olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen
kısım müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini
kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının
oğulları veya erkek kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız
kardeşlerinin oğulları veya Müslüman kadınları veya câriyeleri veya erkekliği
kalmamış hizmetçiler ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan
çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını
yere vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek
Allah'ın hükmüne dönün.”
Ve yine
mü’mine hanımlara da söyle ki onlar da gözlerini harama bakmaktan korusunlar,
sakınsınlar, onlar da ferçlerini, cinsiyetlerini harama düşmekten korusunlar.
Evet kadınlar da gözlerini aşağıya indirecekler, bakışlarını
sınırlandıracaklar. Hem erkekler için, hem de kadınlar için namuslarını zinadan
korusunlar emrinden önce gözlerini harama bakmaktan korusunlar emri
verilmektedir. Bunun sebebi hevânın tohumu gözün tamahkârlığıyla atılmaktadır.
Zinaya ilk atılan adım gözlerle bakmaktır. Onun için Rabbimiz işe önce oradan
başlamaktadır. Gözler haramdan korunduğu zaman o gözün sahibi de kendisini
haramlardan koruyabilecektir. Çünkü Rasûlullah efendimizin bir hadisi gerçekten
bunu çok hoş anlatır.
Göz görür, kulak işitir, dil
konuşur, el tutar, ayak yürür ve en sonunda cinsel organ da ne yapacaksa yapar
ifadesi başlangıçla sonun en iyi şekilde muhafaza edilmesi, korunması
gerektiğini göstermektedir, emretmektedir. Öyleyse bir Müslüman elini, ayağını,
gözünü, kulağını, derisini, tenasül uzvunu Allah’ın istemediği yerlerde kullanmayacak.
Tüm bedenini, tüm azalarını Allah’ın yasaklamış olduğu ilişkilerden uzak
tutacaktır. Elin şuralardan başka yerlere dokunma-malı, gözün şuralardan başka
yerlere bakmamalı, kulağın şunlardan ötesini dinlemeli, cinsel organların
şuraların dışındaki yerlerde kullanılmamalı dediği yerlerde bunlar
kullanılmamalıdır.
Bütün bunlar kitap ve sünnetle
ortaya konmuştur ve artık kı-yamete kadar insanların bunları değiştirme yetkisi
yoktur. Kur’an’ın mücmel bıraktığı yerleri Allah’ın Resûlü yine vahyin yol
göstermesiy-le açıklamıştır, uygulamıştır, pratikte bize göstermiştir. Erkeğin
avret yerlerinin dizkapağı ile göbeğinin arası olduğunu, kadının avret yerinin
de avret yerlerinin neresi olduğunu belirlemiştir.
Avret
mahalleri dörttür. Erkeğin erkeğe karşı avreti, kadının kadına karşı avreti,
erkeğin kadına karşı avreti, kadının erkeğe karşı avreti.
Erkeğin
erkeğe karşı avreti, dizkapağıyla göbeğinin arasıdır. Kadının kadına karşı
avreti ise, tıpkı erkeğin erkeğe karşı olan avreti gibidir. Kadının erkeğe
karşı avreti bedeninin tümüdür. Ancak bir kadınla evlenmek isteyen erkek onun
ellerine ve yüzüne bakabilir. Erkeğin kadına karşı avretine gelince, bir kadın
için erkeğin bakılması haram olan yerleri dizkapağı ile göbeği arasıdır.
Evet
erkekler için de kadınlar için de gözlerini mahremlerine dikmesi haramdır.
İrade dışı tesadüfi ilk bakış bağışlanmışsa da, karşıdakinin çekiciliği
hissedildikten sonra ikinci defa bakmak, üçüncü defa bakmak ve bakmaya devam
etmek helâl değildir. Çünkü gözlerin zinası işte bu şekilde bakmaktır diyor
Rasûlullah efendimiz. Rasû-lullah efendimiz kendisine sorulan bir soru üzerine
tesadüfen ilk bakıştan sorumlu olmazsın ama hemen ondan sonra gözünü aşağıya
indirmen şartıyla buyurmaktadır.
Erkekler
kadınlara bakmayacaklar, kadınlar da erkeklere bak-mayacaklar. Erkeklerin
gözleri de temiz olacak, kadınların gözleri de tertemiz olacak. Allah için, niye
kadınlarımıza başkalarını gösteriyoruz? Niye biz başkalarına bakıyoruz? Neden
başkalarına gösteriyoruz kadınlarımızı? Ekran olarak niye çağırıyoruz evimize
birilerini? Niye birileri oturtulup konuşturuluyor gösteriliyor evimizde
kadınlarımıza? Niye gösteriliyor, seyrettiriliyor birileri? Elin âlemin
ayyaşlarının, namussuzlarının ne işi var bizim evin içinde? Tamam belki
diyeceksiniz ki; efendim o televizyondaki ayyaşlar bizim karılırımızı görmüyor
ki. İyi de sizin kadınlarınız görmüyorlar mı onları? Bakmıyorlar mı elin âlemin
adamlarına? Göstermiyor musunuz o namussuzları kadınlarınıza?
Hani iki gözü kör bir sahâbe olan
Abdullah İbni Mesut evine gelirken Allah’ın Resûlü, hanımlarına: “İhteceba!
İhteceba!” de-miyor muydu. Yâni örtünün! Örtünün! Abdullah geliyor
demiyor muydu? Hanımları: Ey Allah’ın Resûlü o amadır, bizi görmez ki örtünelim?
deyince: O sizi görmüyorsa da siz onu görmüyor musunuz? Buyur muyor muydu
Allah’ın Resûlü? Tamam belki evimizin içine çağırdığımız o ayyaşlar bizim
kadınlarımızı görmüyorlar ama bizimkiler onları görmüyorlar mı? Böylece
kadınlarımız elin âlemin deyyuslarına bak-mıyorlar mı? Hakkımız var mı buna?
Allah için bir düşünün?
Evet erkeklerden farklı olarak
kadınlara biraz daha farklı emirler gelir. Erkeklere sadece gözlerini ve
ferçlerini korusunlar dendiği halde kadınlara emirler devam ediyor.
Ziynetlerini teşhir etmesinler. Ziynetlerini görünen müstesna hiç kimseye
göstermesinler. Top yekun vücutlarını başkalarına göstermesinler. Ziynet
takınılan azalarını ve tüm diğer vücutlarını kimseye göstermesinler. Kadının
tüm vücudu ziynettir. Erkeğin vücudu da top yekun ziynettir, o da ayrı bir
güzelliğe sahiptir, ama cinsiyet açısından değerlendirildiği zaman kadının ayrı
bir konumu olduğu için tepeden tırnağa kadar, saçından tırnağına ka-dar tüm
vücudu bir ziynettir ve başkalarına göstermesi haramdır. Erkeğinki göbekle diz
kapağı arası iken kadının tüm vücudu mahremdir.
Buyurularak
tüm vücuttan bir istisna yapılmıştır. Zarûrî olarak korunması zor olan, mümkün
olmayan eller ve yüz müstesna ki bu da sadece el midir? yoksa ellerle birlikte
yüz müdür? Bu konu ihtilâflıdır. Ama el ve yüzün dışında hiçbir azasını
göstermeyecektir kadın.
Bu “illa
ma zahera minha” Ancak görünen kısımlar müstesna, ifadesini şöyle
anlayanlar da olmuştur: Kadının elinde olmayan sebeplerle, iradesi dışında
meselâ bir kaza sebebiyle, attan, deveden düşmesi veya rüzgarın açması
sebebiyle iradesinin dışında bir anda açılıveren yerleri müstesna şeklinde
anlayanlar da olmuştur. Abdullah İbni Mesut efendimiz, Hasan Basri, İbni Sirin,
İbrahîm Ennehai böyle anlamışlardır. Buna göre kadının tüm vücudu avrettir,
lâkin elinde ol-mayarak bir kazayla bir yeri açılmışsa Allah onu ondan sorumlu
tutmayacaktır. Buna göre kadınların yüzleri de avrettir, tüm vücudu da avrettir
ve örtülmesi gerekmektedir.
Ve başörtülerini tamamen yakalarının
üzerine vursunlar, alsınlar, atsınlar, ne gerdan, ne göğüs, ne omuz hiçbir
tarafları görünmesin, göstermesinler. Allah’ın emâneti olan vücutlarını, cinsel
organlarını başkalarından korusunlar.
Ayşe
annemizin şu sözü var: Allah kendilerine rahmet etsin, onlar ne iyi kadınlar.
İşte bu âyetler geldiği zaman sabahleyin bir de baktık ki ellerinde örtünecek
neleri varsa tüm vücutlarını örtünüp gelmişler, namazda sanki mescidin içi
karakargaları andırıyordu buyurmaktadır. Evet O güne kadar farklı bir biçimde
giyinen kadınlar âyetin gelişi ve Rasûlullah efendimizin bu âyeti yorumlama
biçimine göre hemen tepeden tırnağa örtündüler ve bir daha o örtülerini açmadılar.
Bazen tabii ufak tefek problemler oldu.
Meselâ Ayşe annemizin kardeşi Esma bir defasında biraz şeffaf bir elbiseyle
Rasûlullah efendimizin yanına geldi, Rasûlullah efendimiz hemen onu şöylece: Ey
Esma, bir kadının buluğ çağına gelmesinden sonra artık böyle şeffaf bir elbise
giymesi haramdır diyerek uyarıverdi. Yâni vücut hatlarını belli edecek bir
şekilde Müslüman bir kadın giyinemez buyurarak onu uyardı. Yâni elbise top
yekun ziynet olan vücudu, vücut hatlarını göstermeyecektir.
Rabbimiz
âyet-i kerîmesinde başörtülerini örtsünler demiyor da, darp etsinler, vursunlar
diyor. Bundan anlaşılıyor ki eskiden, ca-hiliye dönenimde de aslında baş örtme
vardı. Ama kadınlar bugünkü hâlâyık diyebileceğimiz biçimde başın arkasında
bağlanan bir tür örtü ile başlarını örtüyorlardı, gerdanları, göğüslerinin üst
kısımları açıkta kalıyordu da Rabbimiz başörtülerini başlarını, göğüslerini ve
sırtlarını tümüyle örtecek şekilde aşağıya doğru sıkıca bağlamalarını emretti.
Peki bunun
hiç mi istisnası yoktur? Yâni bir kadın vücudunu hiç kimseye mi göstermeyecek?
Hiçbir kimsenin onun vücudunu gör-me hakkı yok mu? Ellerini, yüzünü, saçlarını,
dirseklerine kadar el ve bileklerini, ayaklarını, kollarını kimse göremeyecek
mi? Rabbimiz onu da açıklamış. Bakın bir kadının ancak kimlere açılabileceğini
âyetin bundan sonraki bölümü açıkladığı gibi, anlaşılamayan bir husus olmuşsa
onu da Rasûlullah (a.s) ortaya koymuştur.
Evet o kadınlar ziynetlerini
açmasınlar, kimseye göstermesinler ancak kocaları müstesna. Tüm vücutlarını
kocalarına gösterebilirler, kocaları onların bütün vücutlarına bakma hakkına
da, kullanma hakkına da sahiptir. Sadece istisna kendisine yasaklanan durum kadın
hayızlı olduğu zaman, doğum sonrası kendisinden kan geldiği dö-nemlerde aynen
kadınların kendi aralarındaki mahremiyetleri gibi gö-bekle diz kapakları arası
kapatarak bunun dışında yine o erkek tüm vücudundan istifade hakkına sahiptir.
Yine çocuk doğurma organının dışında başka bir organından cinsel olarak
faydalanma hakkı da yoktur.
Nisâ sûresinde Rabbimiz verim
alma, ürün alma mahallinden kadınlara yaklaşılması gerektiğini anlatmıştı.
Kadınlardan verim alma yeri de sadece fercidir bunu biliyoruz. İşte bunun
dışında erkek karısının tüm vücudunu görme ve kullanma hakkına sahiptir. Evet
sınırlarını böylece çizdiğimiz bu yetki sadece kadının kocasına aittir. Bunun
dışında:
Kendisinin babası ve kocasının babası.
Bir kadının kendi babası gibi kocasının babası da onun ellerine, ayaklarına,
saçlarına baktığı zaman bir sorumluluk yoktur. Allah böyle değerlendiriyor. Çün-kü
kocasının babasına da ebedîyen nikâhı düşmez o kadının. O da aynen onun babası
hükmündedir. Ona da görünmesinde hiçbir beis yoktur. Ama yanlış anlamayalım bu
bir kadının aynen kocasının yanında bulunduğu gibi bulunacağı, kocasının
istifade haklarına babasının, ya da kocasının babasının da sahip olduğu
anlamına gelmeyecektir. İşte korunması zor olan eller, ayaklar, saçlar, başlar
gibi yerler onların yanında da açık olabilecektir. Ya da oturmak, kalkmak, konuş-mak
gibi, birlikte yemek, yemek gibi konularda, elini öpme gibi hu-suslarda serbest
olabilecektir kadın. Tabii babalar denince, babanın babası, onun babası,
dedeler ila nihaye yukarıya doğru devam edecektir. Sonra ayrıca:
Oğullarına, evlâtlarına görünebilir
kadın. Yâni oğulları, oğullarının oğulları. Kadının kendi oğulları ve
torunları, kocası tarafından oğullar ve torunları ki bunlar ister öz oğulları,
isterse üvey oğulları ve torunları olsun fark etmeyecektir. Bu saydığımız yerlerini
oğullarına göstermesinde bir beis yoktur. Tabii tıpkı baba konusunda dediğimiz
gibi kocasının yanındaki gibi çıplak olarak, açılmış saçılmış olarak
oğullarının yanında bulunacak değildir. Ayrıca yine:
Kocasının
oğulları, yâni üvey oğulları da böyledir. Nikâhlandığı andan itibaren kocasının
başka kadınlardan olan oğulları da o kadının kendi oğulları gibidir. Sonra
yine:
Erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin
oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, yâni yeğenleri. Bu kardeşler ister öz
kardeşleri olsun, isterse üvey kardeşleri olsun durum aynıdır. Yahut:
Kendi kadınları, yâni kendisinden olan
Müslüman kadınlar. Müslüman kadınların Müslüman kadınlara karşı mahremiyetleri
biliyoruz ki göbekle dizkapağı arasıdır. Ama Müslüman olmayan gayri müslime
kadınlara karşı bir Müslüman kadın aynen erkekler gibi mahremdir. Erkeklerden
kendisini nasıl koruması gerekiyorsa onlardan da kendisini korumak zorundadır.
Tabii Müslüman kadınların kendi aralarındaki mahremiyet serbestisinden ötürü
bir Müslüman hanım bir Müslüman hanımın muttali olduğu vücudunu, güzelliğini
kocasına an-latması da yasaktır. Rasûlullah efendimiz bunu Şiddetle men ediyor.
Sonra:
Sağ ellerinin sahip olduğu câriyeler.
Burada kimileri sadece bir kadının kadın olan câriyeleri kast edilmiştir
derken; kimileri de erkek olan köleleri de bu işin içine girer demişlerdir.
Ayrıca
erkekliği bitmiş, kadınlara ilgi duymayan, kadınlara ihtiyacı olmayan, kadın
cinsiyle bir farkı kalmamış, ihtiyarlamış erkeklerin yanında da bir kadının
ellerini, yüzünü, ayaklarını vs açmasında bir sakınca yoktur. Yâni zor olan bir
hayatta böyle bir kolaylık imkânı sağlıyor Rabbimiz. Bir de:
Henüz kadınların avret mahalline
muttali olmayan, kadınların avret yerleri bilinci henüz kendilerinde oluşmamış,
ne kadınlığı, ne erkekliği bilmeyecek küçük yaşta olan çocukların yanında da
vücudunun sayılan yerlerini göstermesinin bir sakıncası olmayacaktır. Yâni yine
de vücudunun her tarafını gösterecek anlamında değildir tabii bu.
Gizledikleri süsleri bilinsin diye
ayaklarını yere vurmasınlar. Yâni vücutlarının, ziynetlerinin açığa çıkmaması,
insanlar tarafından fark edilmemesi için güzel bir şekilde yürümeleri emredilir
kadınlara. Çünkü farklı bir yürüyüş şekli üzerinde bedenini örten bir elbise
olsa bile o kadının vücut hatlarının, ziynetlerinin ortaya çıkıp belirginleşmesine
sebep olabilir. Ziynetleri, süsleri, vücutları bilinsin diye ayaklarını yere
vurarak yürümesinler. Yâni dışarıya çıkmak mecburiyetinde kalan bir kadın ki
Ahzâb sûresinde kadınlar için en hayırlı mekânların evleri olduğu
anlatılıyordu, ama zorunlu olarak dışarıya çıkmak zorunda kalmış bir kadın
nasıl yürüyecek? onu anlatıyor Rabbimiz.
Tabi kadınların koku sürünerek dışarıya
çıkmalarını Rasûlul-lah efendimiz yasaklamıştır. Rasûlullah efendimiz kadınları
mescide gelmekten engellemeyin, ancak koku sürünmemek kaydıyla buyurmuştur.
Yine Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyetlerinde kadının sesi-nin de erkekler
için avret olduğu anlatılır. İmam önde yanılınca erkekleri sübhanallah diyerek
sesle imamı uyardıkları halde kadınların sadece el çırparak uyardıkları
anlatılır.
Öyleyse ey mü’minler, o gün için ey
ensâr, ey muhacirin, bugün de ey Müslümanlar haydi hepiniz, hep birlikte toptan
Allah’a tevbe edin. Toptan Allah’a yönelin. Kıblelerinizi değiştirin.
Yönelişlerinizi, teveccühlerinizi Allah’a döndürün. Allah’ın bu emirlerine, Allah’ın
bu âyetlerine, Allah’ın bu yasalarına boyun eğip teslim olun. Allah’ın istediği
bir temizliğe, Allah’ın istediği bir hayata yönelin. Allah’ın kitabına,
Resûlünün sünnetine, uygulamalarına dönün. Şimdiye kadar nasıl yaşamışsanız
yaşadınız, ama bu âyetler nâzil olduktan sonra, bu âyetlerle tanıştıktan sonra
artık iffet ve hayanızı Allah’ın istediği şekilde belirleyin. Allah’ın sizde
emâneti olan ziynetlerinizi, vücutlarınızı Allah’ın istediği şekilde koruyun.
Allah’ın istediklerini uygulama konusunda zorlanacağınız ortamlarda bulunmayın.
Sürekli Rabbinizin kitabı ve Resûlünün sünnetiyle birlikte olabileceğiniz,
sürekli kendinize bu âyetlerin bilincine ulaşabilmenin, bu âyetlerle
bilgilenmenin ortamlarını hazırlayın. O zaman bu âyetleri anlamanız da,
uygulamanız da, sonunda güzel ve temiz bir hayat yaşayarak cennete gitmeniz de
çok kolay olacak. Dünyada da, âhirette de felaha ermeniz, kurtuluşa kavuşmanız
ancak böyle olacaktır.
Rabbimizin
temel bir dinî emri olan tesettürü başka türlü an-layarak yasaklamaya
çalışıyorlar. Efendim, bu dinî bir özellik taşımı-yor, bu siyasî bir özellik
arz ediyor diyorlar. Gerçekten bu, çok utandırıcı bir durumdur. Adamlar hem din
adına konuşuyorlar, din adına hüküm veriyorlar, hem de dinden habersizler.
Bakın işte bu sûrede, Ahzâb sûresinde,
Nisâ sûresinde son derece açık bir şekilde ortaya konmaktadır.
Kimi
zavallılar da; efendim, tesettür lâikliğe aykırıdır filan demeye çalışıyorlar.
Halbuki lâiklik eğer din işleriyle devlet işlerinin birbirlerine karışmaması
ise, elbette devlet bir müslümanın dinî inanışını koruması, ona baskı yapmaması
gerekir. Öyle değil mi? Lâiklik dinsizlik değildir demiyorlar mı? Öyleyse
devleti Allah ile kul arasına sokup bir müslümanın yapması gereken ibadetlerini
devlet otoritesi ile engellemeye çalışmak lâikliğin ihlalinden başka neyle izah
edilebilir? Şimdi Allah’ın emri gereği başını örten bir kızcağıza; eğer burada
okumak istiyorsan başını açmak zorundasın demek, o müslümanı Al-lah’ın emriyle
başkalarının emri arasında bir tercihle karşı karşıya ge-tirir. Böyle bir
durumda Allah’a Allah’ın istediği gibi inanan, Allah’ın her şeye kadir olduğunu
bilen, O’nun istediği gibi bir hayat yaşamadıkça mü’min olunamayacağının
bilincinde olan bir mü’min nasıl olur da Allah’ın emrini terk edip bir Rektörün
veya Dekanın emrini tercih edebilir? Peygamberinin; “Allah’a isyan olan hiçbir
konuda bir beşere itaat edilmez” hadisini bilen hangi müslüman açabilir başını?
Lâikler istedikleri kadar lâik hocalara fetvalar verdirsinler, hiçbir müslüman
onların fetvalarına inanmayacaktır. Halbuki lâik devleti meselenin din yönü
ilgilendirmemelidir. Çünkü o dinle ilgilenmeyen bir devlettir. Bı-raksınlar da
müslümanlar inandıkları gibi yaşasınlar. Medine yahudi-lerinin, İzmir’e çıkan
Yunanlıların, Maraş’ı işgal eden Fransızların, Er-zurum’u işgal eden Rumların
yaptıklarını yapmak zorunda değilsiniz müslümanlara.
Dine
inanmayanların din adına fetva vermeleri çok namuslu bir şey değildir. Meselâ
şu anda A.B.D devlet başkanı; ben dini papadan daha iyi bilirim dese, bütün
Katolik dünyası ayağa kalkar, yer yerinden oynar. Ama bakıyoruz şu anda
gazetecisinden simitçisine, dekanından profesörüne kadar herkes müftü kesildi.
Herkes fetva ve-riyor, diyânet hariç tabii.
Onlar ne zaman konuşacaklar bilmiyorum. Efendim, bu baş örtüsü dinî
değil ideolojiktir. E ne olacaktı? Ben şah-sen ideolojisi olmayan bir iman
düşünemiyorum. Yâni eğer bir insanın bir hedefi, bir fikri, bir ideolojisi
yoksa, o hayvandan farksızdır. Zira in-sanı hayvandan ayıran özellik onun
ideolojik yönüdür. Düşünün, şu anda Ankara İlâhiyatta okumak isteyen bir yahudi,
bir hıristiyan, bir de müslüman var. Kanun yahudiye de, hıristiyana da dinî ve
milli kıyafetlerinizle okuyabilirsiniz diyor. Hıristiyan öğrenci eğer bir
rahibeyse, ta-mamen kanmışsa, yahudi öğrenci dini inancı gereği başında bir takkeyle
gelmişse herhangi bir zorlamayla karşılaşmaz. Ama dinî inancı gereği başını
örterek gelen bir müslüman okula alınmaz.
Peki
acaba bu şartlar altında inanmış bir müslüman ne yap-malıdır? Ne yapalım,
zaruret var, başımızı açmadan bu okullarda o-kuyamıyoruz, biz de başımızı
açıverelim mi diyeceğiz? Hayır, bu şartlarda avret yerlerini açmak haramdır.
Buna zaruret demiyor dinimiz. Zaruret; yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helâki
gerekli kılan şeydir. Yapmadığı zaman ölümle karşı karşıya kalacaksa kişi, o
zaman zaruret var demektir. Değilse ileride İslâm’a hizmet ederiz gayesiyle bu
o-kullarda baş açarak okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü
emr-i bil’maruf farz-ı ayın olmadığı gibi, bir müslümanın iti-kadı ve ibadeti
için gerekli olan ilimlerin dışındaki bilgileri tahsil etmesi de farz-ı ayın
değildir. Kaldı ki mutlaka bilmeleri gereken farz-ı ayın ilimleri başlarını
açmadan başka yerlerden de öğrenme imkânı vardır. İslâm’a hizmet mutlaka resmî
bir okulda okumayı veya resmî bir dairede çalışmayı gerektirmez. Evet
kadınların ilmi yönden yetişmeleri iyidir, ama bu bir haram işlemeyi asla
tecviz etmez.
Bilindiği
gibi; “mazarratı def, menfaati celpten daha evlâdır”. Bu bir fıkıh kaidesidir.
Dinimizde bir haramla bir emir karşı karşıya geldiği zaman, haram emirden
önceliklidir. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bunu şöyle anlatır: “Ben size
bir şeyi emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadarını yapın, bir şeyi nehyettiğim
zaman da ondan kaçının.” Dikkat ederseniz emirler için “gücünüz yettiği kadar”
ifadesi ge-çerli iken, yasaklar için kesinlik söz konusudur. Meselâ ilim
öğrenin der İslâm, ne kadar? Gücünüz yettiği kadar, becerebildiğiniz kadar. Ama
içki içmeyin der, ne kadar? Hiç içmeyin, bir damla bile içmeyin der.
Evet,
unutmayalım ki bir farzla, bir emirle bir yasak, bir haram karşı karşıya
geldiği zaman, haram emirden önceliklidir. Bir harama düşmektense farz terk
edilir. Avret yerini örtecek bir şey bulamayan kişi bir nehir kenarında bile
olsa istincayı terk eder. Çünkü haram em-re tercih edilir. Gusletmesi gerek bir
kadın, eğer erkeklerden gizlene-bilecek bir ortam bulamazsa guslü terk eder.
Çünkü gusül farzdır, av-ret yerlerini başkalarına göstermesi ise haramdır ve
harama düşmektense farz olan gusül terk edilir. Öyleyse velev ki şu anda bu
okullarda öğrenilecek bilgiler farz-ı ayın bilgiler olsa bile, bir harama düşürecekse
o ilimler terk edilir. Kaldı ki bu ilimler farz-ı ayın ilimler bile değildir.
Evet bundan
sonraki âyetinde Rabbimiz bütün bu hususları uygulayabilmenin yolunu
gösterecek. Yâni bundan önce anlatılan ko-nuları, zinadan korunabilmenin,
toplumu bu tür ilişkilerden koruyabilmenin, erkek ve kadın olarak temiz
kalabilmenin, ziynetlerimizi Allah’ın istediği şekilde muhafaza edebilmenin,
iffet ve hayalarımızı ko-ruyabileceğimiz bir toplumu kurabilmenin tek garantili
yolunu anlatacak Rabbimiz.
32. “İçinizdeki bekârları, kölelerinizden ve câriyelerinizden
iyi olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler. Allah onları lütfu ile
zenginleştirir. Allah lütfu bol olandır, bilendir.”
Evet toplumda evlenmemiş tek bir
insan kalmayacak. Bir kadının ve bir erkeğin mutlaka eşe sahip olması
gerekecek. Bu olursa toplum içinde temiz bir hayat yaşanır, bu olursa toplum
içinde Allah’ın istediği mahremiyet de korunur, bu olursa zinasızlık da gerçekleşir,
bu olursa iffetler ve namuslar da korunmuş olur. Eğer toplum içinde evlenme
sağlanamazsa kesinlikle erkeğin de kadının da hayasını korumak mümkün değildir.
Eğer toplum içinde evlenmemiş bir erkek, bir kadın kalmayacak biçimde bir nikâh
uygulamasını gerçekleştire-mezsek kadını da erkeği de temiz bir ortama çekmemiz
mümkün olmayacaktır. Erkek ve kadın olarak bir insanın fıtrî, cinsel ihtiyacı
helâl yoldan karşılanacak, doyuma ulaştırılacak ki onun kendisinden istenen
sorumlulukları yerine getirmesi söz konusu olsun.
Öyle değil mi? Meselâ fıtraten
yemek zorunda olan bir adamın önüne helâl olan hiçbir rızık koymasak, sonra da
desek ki tüm rızıklar yasaktır. Ne yapar bu adam? Eh yemek insanın fıtrî bir
ihtiyacıdır. Yaşamak için yemek zorundadır. Adamın karşısında helâl yiyecekler
olmalı ki şunları, şunları yiyebilirsin ama şunlar yasaktır denmeli ki adam
buna riâyet edebilsin. İşte aynen bunun gibi insanın fıtrî bir ihtiyacı vardır
ki o da cinsel ihtiyaçtır. İnsan midesini helâl rızıkla, kafasını, kalbini
Allah bilgisiyle doyurmak zorunda olduğu gibi cinsi organını da, cinsiyetini de
helâl olarak doyurmak zorundadır. İşte bakın Allah öyle buyuruyor:
Ey
Müslümanlar, sizden, içinizden evli olmayanları, bekârları, dulları,
kocasızları, kadınsızları, yâni nikâha ihtiyacı olanları mutlaka nikâhlandırın,
evlendirin. Hiç evlenmemiş kızlarınızı, oğlanlarınızı, bo-şanmış dul
kadınlarınızı, boşanmış dul erkeklerinizi, ihtiyar erkeklerinizi, ihtiyar
kadınlarınızı yâni ölümlerine kadar nikâha ihtiyacı olan herkesi evlendirin.
Evet bu hitap Müslüman bireye, Müslüman babaya, anaya, Müslüman topluma, yâni
hepimizedir. Öyleyse Rabbimizin bu emri gereği buluğ çağına gelip de evlenmeyi
bekleyen kızlarımızı, oğullarımızı hemen evlendireceğiz. Boşanmış, ya da eşleri
ölmüş ka-dın ve erkek kardeşlerimizi hemen evlendireceğiz. Tabii iddetleri
biter bitmez. Kocası ölmüş ve ya boşanmış bir kadın iddeti biter bitmez he-men
süslenme hakkına ve evlenme hakkına sahiptir. İster genç yaşta olsun, ister
orta yaşta olsun, isterse ihtiyar olsun fark etmeyecektir. Ayrıca:
Kölelerinizden ve câriyelerinizden
sâlih olanları, samimi Müslüman olanları da evlendirin. Sâlih olan ve
evlendikleri zaman eşlerine karşı sorumluluklarını yerine getirebileceklerine
güvendiklerinizi de evlendirin. Yâni onlar içinden bir başkasının hayatını
mahvetmeyeceklerine güvendiklerinizi evlendirin. Evet hür olan erkek ve
kadınlarınızı evlendirmeye teşvik etmemizi isterken Rabbimiz sâlih olan câriye
ve kölelerimizi de evlendirmemizi emrediyor. Ve yine dikkat ederseniz hür olan
kimseler hakkında kullanılmayan sâlih kavramı köleler ve câriyeler hakkında
kullanılıyor. Evet kölenin de câriyenin de evlenmeye hakkı vardır. Onun da
cinsel ihtiyacı vardır.
Evet
Müslümanlara yapılan bu emir bir tavsiye niteliğindedir ve toplum içinde hiçbir
kimse bekâr kalmayacak biçimde Müslümanlar bu sorumluluklarını yerine getirmek
zorundadırlar. Toplumun düzelmesi, toplumun temizlenmesi için, toplumun iffetli
ve hayalı bir toplum olabilmesi için tüm Müslümanların buna riâyet etmeleri
gerekmektedir. Ya Müslümanlar bu görevlerini yerine getirerek, tertemiz bir toplum
oluşturarak, namus ve iffetlerini koruyarak sonunda cennete doğru giderler, ya
da bu sorumluluklarından kaçarlar, evlenemeyenlere yardımcı olmazlar, bunun
sonucu olarak ta toplumda nikâh dışı gayri meşru ilişkiler yayılır ve kirli bir
toplum oluşur, Allah’ın gazabı o toplum üzerine olursa işimiz biter Allah
korusun. Bu iş için şu materyalist toplum içinde en büyük dert ekonomik
derttir..
Birinci
olarak kimi bekâr kadınlar, ister kız olsun isterse dul ol-sun, kimi kadınlar,
kimi erkekler şöyle düşünüyorlar: Efendim, benim param var, pulum var,
imkânlarım var, çevrem var. Benim bu durum-da evlenmeye hiç de ihtiyacım yoktur
derler. Meseleye sadece ekonomik güç noktasından bakarlar.
Kimi
kadınlar ve erkekler de bunun tamamen aksine, benim hiç bir şeyim yok. Ne param
var, ne pulum var, ne imkânım var. Bu durumda evlilik kim ben kim? Ben nasıl
evleneyim?
Meselenin
bir üçüncü boyutu da diğer Müslümanların tutumudur. Yahu benim ne gücüm var ki
bu Müslümanların evlendireyim? Etim ne? Budum ne ki bu iki garibanı
evlendirmeye el atayım? Bir şeyler harcasam kendim aç kalacağım diyerek bu işe
yardımcı olmaktan kaçıyorlar. Bir taraftan kendilerine yapacakları harcamaları
çoğaltıyorlar. Meselâ çocuklarını evlendirirlerken çok büyük harcamalar
yaparak, çok pahalı düğünler yaparak hakları olmadığı halde toplumda sosyal
ahlâkı, ekonomik dengeleri altüst ediyorlar, evlenmeleri, düğünleri
zorlaştırıyorlar.
İşte bu üç
şekilde bir toplum içinde ekonomik sebeplerle ev-lenmenin, nikâhın engellenmesi
toplumun en büyük belâlarından birisidir. Çünkü ekonomi hayatın temeli değil
ki. Hayatın temeli imandır. Toplum Müslüman olsa, Müslümanlığı ön plana
çıkarsa, ben bir Müslüman olarak Rabbimin helâl kıldığı nikâhla bu nimetten
istifade edeyim diye karar verse ekonomi engel mi olacak? İşte Rasûlullah efendimizin
kendisinin, kızlarının, sahâbesinin evlenme modelleri önümüz-de. Onların örnek
hayatları o kadar güzel, o kadar kolaydır.
Evlenecek kızımızın nasıl olsa
iyi kötü evde bir yatağı vardır, oğlumuzun da bir yatağı vardır. İşte bu iki
yatağı birleştirdiniz mi ta-mam. Yiyecek mi? Eh zaten evimizde oğlumuz da
yiyor, kızımız da yi-yor. Aç değiller ki şu anda onlar. Aynı ekmeği birleştirip
yiyip giderler. Ama öyle değil de hayatı eşyaya, hayatı modernizme bağlarsanız,
hayatı bunlarla boğarsanız elbette bu iş zorlaşacaktır. Kızımız şu anda çıplak
mı? Üzerinde bir elbise yok mu? Oğlunuz giyinik değil mi? Tamam. Başka neye
ihtiyaç var? 25-30 yaşına gelmiş bir kız ve bir erkek düşünün. Böyle bir delikanlının,
böyle bir kızın yağlı ballı ama kocasız, karısız yaşaması mı daha iyidir, yoksa
evli ama az malla ikti-fa etmesi mi daha tatlıdır? Hangisi daha mutlu eder
onları? Altında bir çulu olsa bile, kuru ekmekle ömür sürse bile kocasıyla
güzellikle beraber olması onun için daha tatlıdır değil mi? Tüm aileler, tüm
ailelerin kızları, erkekleri bunalımda değiller mi bu açıdan? Ne hakkımız var
hayatı böyle zorlaştırmaya?
İşte şu anda görüyoruz, duyuyoruz
ki kimi kâfir ve zalim toplumlar, nikâh dışı ilişkilerle bu ihtiyaçlarını
Allah’ın istemediği yollarla karşılıyorlar. Yâni bizler de böyle mi yapalım?
Hayır, işte bunun alternatifini anlatıyor Rabbimiz. Böyle bir pisliğe düşmek
istemiyorsanız evlenmeyi kolaylaştırın, Müslüman kardeşlerinizi evlendirin.
İşte bunun çaresi, bunun alternatifi budur.
Şimdi
söyleyin bana şu babalardan hangisi daha güzeldir? Bir baba düşünün ki gidip
bir Müslümana diyor ki evlâdım, kardeşim benim bir kızım var, sen onunla
evlenir misin? Meselâ Ebu Bekir efendimiz geliyor Allah’ın Resûlüne, ya
Rasulallah benim kızımla evlenir misin? diyor. Bir başka baba Hz. Ömer kocası
ölmüş kızının iddeti bi-ter bitmez Ebu Bekir’e
gidiyor ve ey Ebu Bekir benim kızımla evlenmek istemez misin? diyor. Ey
Osman benim kızımla evlenemez misin? diyor. Böyle bir baba mı daha güzel? Böyle
bir baba mı kızını dü-şünüyor? Yoksa kızım işte ev, işte ekmek, işte para, pul.
İşte seveceksen benim çocuklarım, benim torunlarım gel babanın evinde otur
diyen zalim bir baba mı daha kızının fıtratını düşünüyor? Söyleyin hangisi iyi
bunların? Hangisi merhametli? Sen keyfine göre karınla beraber ol, birinci
yetmedi ikinciyi, üçüncüyü al, eşinden bir hafta bile ayrılığa tahammül etme,
ama bekâr kızın, kocası ölmüş ya da boşan-mış kızın eşsiz kalsın. Bu nasıl bir
iş? Nasıl bir babalık bu?
Sen ey Müslüman eşini koynuna
almışsın, bir gün bile ondan ayrılığa tahammül edemiyorsun da bu çevrendeki
eşsiz Müslümanları hiç düşünmüyor musun? Yıllardır kocasızlığa dayanamayarak
yatağını, yastığını göz yaşlarıyla sulayan o dul kadınları, o bekâr erkekleri
hiç düşünmüyor musun? Siz ey oğullar analarınız, babalarınız öldüğü zaman dul
kalmış analarınızı, babalarınızı hiç düşünmüyor musunuz? Dul kalmış
kardeşlerinizi düşünmüyor musunuz? O zaman yapabiliyorsanız, siz de ayrı kalın
hanımlarınızdan, kocalarınızdan. Becerebiliyor musunuz bunu? Kendiniz için
düşünemediğiniz bir şeyi nasıl olu-yor da kızınıza, oğlunuza böyle bir şeyi
lâyık görebiliyorsunuz? Bu işin yolu kalplerin Kur’an ve sünnetle dolmasına,
gönüllerimizin kitap ve sünnetle atar hale gelmesine bağlıdır.
Eğer hadiselere kitap ve sünnetle
bakabilecek, hayatı vahiyle sorgulayabilecek bir noktaya gelebilirsek elbette
bunlar çok kolay ha-le gelecektir. Bizler şu anda kitabın bu âyetlerini bilmediğimiz
için, bu kitabın pratiği olan Rasûlullah efendimizin bu konudaki uygulamalarından
habersiz olduğumuz için, sahâbenin evlenme ve evlendirme modellerini
tanımadığımız için bizim toplumuzda ya Katolik bir anlayış, ya Protestan
anlayışı, ya Yahudilik ya da örfler hakim olmuştur.
Bakın
buyuruyor ki Rabbimiz:
Eğer onlar fakir iseler Allah onları
zenginleştirecektir. Yâni na-sıl bir hesabın içindeyiz bizler böyle? Sanki şu
anda zengin olanlar kendi kafalarıyla, kendi plan ve programlarıyla mı zengin
olmuşlar? Nasıl da böyle kâfirler gibi düşünüyorsunuz? Öyleyse bırakın Allah’ın
fakir kulları da evlensinler. Ne olur yâni bir yatak bir yorganla evlendiriverelim,
başka hesapların içine girmeyelim, bak işte Allah onları da zenginleştireceğini
haber veriyor. Yâni Rabbimiz bu âyetiyle Müslümanlara bırakın şu para pul
hesabına girmeyi buyuruyor. Niye Allah’ın lütuf ve ihsanlarından ümit keserek
kendi kendinize bu tür materyalistçe hesapların içine giriyorsunuz? Halbuki
Allah’ın lütfu geniştir. Dilediğine hiç ümit etmediği yerden hiç beklemediği,
hesap edemediği kadar rızık yağdırır. Yâni kime ne kadar vereceğini? Kimin neye
ih-tiyacı olduğunu herkesten daha iyi bilendir. Kullarını doyurmak asla Onu
fakir düşürmez. Onun hazinesi asla bitmez.
33. “Evlenemeyenler, Allah kendilerini lütfu ile zenginleştirene
kadar iffetli davransınlar. Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek
isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel vermelerini kabul edin.
Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin. Dünya hayatının geçici menfaatini
elde etmek için, iffetli olmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim,
onları buna zorlarsa bilsin ki; Allah hiç şüphesiz onu değil, zorlanan
kadınları bağışlar ve merhamet eder.”
Nikâha güç yetiremeyenler,
evlenmek için bir şeyler tedarik edemeyenler, etraflarındaki materyalist
insanlardan da yardım göremeyen Müslümanlar da afif davransınlar, iffetli
olsunlar. Allah kendi-lerini zenginleştirip bir nikâhla cinsel arzularını
giderebilecekleri zamana kadar sabretsinler. Tertemiz Allah’ın istediği hayatı
devam ettirsinler. Oruç tutarak, Allah’a sığınarak namus ve iffetlerini korusunlar.
Nikâh imkânı bulamadım diye, meşru yoldan bu ihtiyacımı gideremedim diye bir
Müslüman erkeğin ve kadının iffet ve hayasını terk etmeye, gayri meşruya
uzanmaya hakkı yoktur. Allah’ın kendisine bir emâneti olan iffetini korumak
zorundadır. Rasûlullah efendimiz insanları nikâha teşvik ederken, böyle
durumdaki erkek ve kadınlara şöyle buyurmaktadır:
“Ey gençler, içinizde kimin
evlenmeye gücü yeterse evlensin, çünkü bu gözleri kötü bakıştan alıkor ve
kişinin temiz kalmasını sağlar. Evlenmeye gücü yetmeyen ise oruç tutsun. Çünkü
oruç ihtirasların bastırılmasına yardım eder.
(Buhârî, Müslim)
Yine
Tirmizî Ebu Hureyre efendimizden şu hadisi nakleder:
“Allah üç kişiye yardım etmeyi üzerine
almıştır. Bunlardan birincisi iffetini korumak için evlenen kimsedir, ikincisi
hürriyetini kazanmak için çalışan köle, üçüncüsü de Allah yolunda savaşa çıkan
kimsedir.”
Rabbimizin bu âyetleri ve
Rasûlullah efendimizin bu beyanlarından öğreniyoruz ki bu konuda iffet ve
hayasını koruyan Müslümanlara, Allah mutlaka bir çıkış yolu verecektir. Rabbim
onların yolunu açacaktır. Allah’a ihanet etmeyen kimseye Allah mutlaka yardım
edecektir. Böyle bir Müslümana Rabbimiz cennette ne güzel nimetler ha-zırlamıştır?
Ve yine sahip olduğunuz kölelerden
mükatebe yapmak istediklerinizi, yâni onlardan hür olmak, azât olmak için size
bir bedel ver-mek isteyenleri, eğer onlarda bir hayır görüyorsanız mutlaka bu imkânı
tanıyın. Mutlaka onların özgürlük isteklerini gerçekleştirin. Eğer onlarda size
vaat ettikleri bedellerini kazanıp ödeyeceklerine dair bir güven hali, bir
dindarlık hali görürseniz, size bir güven verirlerse onlara bu konuda yardımcı
olun. Özgürlüklerinin sonunda güzel bir aile hayatı kurmaları, yâni evlendirilmeleri
konusunda da onlara yardımcı olun.
Allah’ın size verdiği mallardan verin
onlara. Ne hoş bir ifade değil mi? Kendi mallarınızdan, sizin olan
mallarınızdan verin denmiyor da Allah’ın malından verin. Demek ki bu konu
gerçekten çok önemlidir. Evet kölenin, câriyenin, bu malların, bu paraların sahibi
biz gibiyiz ama bütün bunların gerçek sahibi Allah’tır. Allah bütün bu sahip olduklarımızı
bize vermeseydi biz bunları nereden bulabilecektik? Bu köleler anamızdan
doğduğumuz gün bizim miydi? Bu mallar mülkler dünyaya geldiğimiz gün bize mi
aitti? Bir gün ölüm gelip çattığında bunları kaybetmeme imkânımız var mı? Ya da
ölüm gelmeden bir gün onlar bizi terk edip gitmiyorlar mı? İyi düşünelim. Allah’ın
verdiğini kaybetmeyen var mı bu dünyada? Allah’ın verdiği bu malları mülkleri
bırakıp gitmeyen var mı bu dünyada? Ebedî yaşayan var mı?..
Öyleyse bütün bu malların,
mülklerin, bütün bu sahip olduğumuz kölelerin, câriyelerin bizim olmadığını
anlayarak özgürlük iste-yenlerin özgürlüğe kavuşması için elimizden geleni
yapmak zorunda olduğumuzu unutmayalım. Şu anda elimizde olanlarda fakirlerin haklarının
olduğunu unutmamak zorundayız. Nasıl ki önceki âyetlerin be-yanıyla
ellerimizin, ayaklarımızın, gözlerimizin kulaklarımızın ve tüm azalarımızın
Allah’ın bizde birer emâneti olduğunu ve onları Allah’a ihanet yolunda
kullanmamamız gerektiğini anlamıştık, burada da mallarımızın mülklerimizin bize
ait olmadığını, onları Allah’ın istediği yerlerde kullanmak zorunda olduğumuzu
anlıyoruz. Allah’ın bize verdiği bu mal emânetine de hainlik yapmamak
zorundayız. Bu emânetin gereğini de yerine getirmek zorundayız.
İşte bu emânetin sahibi eğer bunu
özgürlüğe kavuşmak isteyenlere harcamamamızı emrediyorsa hemen hiç tereddüt etmeden
Rabbimizin istediği yolda onu harcamak zorundayız. Fakirlere verin mi dedi?
Hemen vereceğiz. Evlenmeye ihtiyacı olan kardeşlerinize verin mi dedi? hemen
vereceğiz. Muhtaç kardeşlerinize verebilmek için kendinize yapacağınız
harcamalarınızı kısın mı dedi? Diğer Müslüman kardeşlerimizin karşımızda aşağılık
duygusuna kapılacağı bir hayat standardı değil, onların karşımızda şahsiyet
bozukluğuna düşmeyecekleri bir hayatı yaşayıp arta kalanlarımızla onlara yardıma
ko-şacağız. Bu toplumun orta halli bir ferdinin yaşadığı hayatı yaşayıp,
oğlumuzu kızımızı orta halli bir kişinin evlendireceği imkânlarla evlendireceğiz
ki, gücümüz var diye çok para harcamayacağız ki toplumda sosyal dengeyi,
ekonomik ve ahlâkî dengeyi bozmayacağız.
Sahip olduğu kölelere, ellerinin
altındaki câriyelere zorla zina, iffetsizlik, fuhuş yapmalarını isteyip onlar
sırtından ekonomik güç elde etmek isteyen kimselere de diyor ki Rabbimiz,
geçici bir takım dünya menfaatleri elde etmek için sakın iffetini korumak
isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Evet demek ki bu dünya hayatında dünyanın
kulu köle olan karakteri bozuk insan her zaman mevcut olmuştur. Medine-de de
kölelerinin, câriyelerinin namuslarını satarak para kazanmaya çalışan
insanlardan varmış ki Rabbimiz uyarıyor. Münâfıkların içinde bunu normal
görenler vardı. Rabbimiz buyuruyor ki eğer o câriyeleriniz ırz ve namuslarını
koruyorlarsa sakın sizler onları şu dünya hayatının basit ve geçici metaları
karşılığında fuhşa zorlamayın, zinaya zorlamayın. Hem onları hem de kendinizi
cehenneme göndermeyin.
Ama kim de buna rağmen, Allah’ın bu
uyarılarına rağmen zorlar, onların sırtından para kazanmak için onları buna
mecbur ederse, onları Allah’ın istemediği bir hayata zorlarsa, berikiler de
onların zorlamasına karşılık Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya ayak
direrler, zinaya, fuhşa düşmemeye çalışırlarsa bilesiniz ki Allah Ğafûr ve Ra-hîmdir. Yâni birilerinin
zorlamasıyla genelevlerine doldurulup para karşılığında insanların iştahlarına
sunulanların da bu işi yapmamak için, bu işten kurtulmak için bir kavga vermesi
gerekmektedir. Allah’ın emrini çiğneme karakterinde olan bu patronlar da
bilsinler ki bu yoldan kazandıkları paraların tamamı haramdır ve bu paralar
kendilerini cehenneme götürecektir.
34. “Andolsun ki, size apaçık âyetler, sizden önce geçenlerden
m
Evet şu ana kadar çözüme
kavuşturulan toplumsal problem-lerin bir değerlendirilmesi yapılıyor.
Muhakkak ki Biz size apaçık âyetler ve
deliller indirdik ve sizden öncekilerin hayatlarını anlatan âyetleri, onların
haberlerini de anlattık ve muttakiler için, hayatlarını Al-lah için yaşamak
isteyen kimseler için mevizalarımızı da ulaştırdık. Her insan ya kadındır, ya
erkektir. Her insan beden ve ruh taşımaktadır. Her insanda iyilik ve kötülüğe,
hayır ve şerre meyli vardır, bunlardan birisini seçme özgürlüğü vardır. Her
insanın cennete ve cehenneme gitme hakkı vardır ve ortaktır. İşte geçmişi
anlatan âyetler, geç-mişten verilen haberler bizi anlatan haberlerdir. Önceki
toplumlar da aynı yasalarla mükellef tutulmuşlardır. Onların içinde Allah’ın ortaya
koyduğu bu hayat programlarına, bu yasalara ters düşenlerin başlarına gelenler
bugün bu yasalara karşı gelenlerin de başına gelecektir. Kim de muttaki
davranır, bu âyetlere kulak verir, hayatını bu âyetlerle düzenlemeye çalışırsa
tıpkı önceki toplumlarda olduğu gibi hem bu dünyada hem de âhirette
kurtulanlardan olacaktır.
Bundan
sonraki âyetinde Rabbimiz yine bizi bir benzetmeyle karşı karşıya getirecek.
Bizler de sürekli Rabbimize dua edeceğiz. Ya Rabbi ilmimizi artır. Ya Rabbi
anlayışımızı artır. Ya Rabbi bizi senin âyetlerini, Senin m
“Biz bu m
(Ankebût 43)
Sahâbe-i
Kiram efendilerimiz bu tür m
35. “Allah göklerin ve yerin Nûru’dur. O'nun nûru, içinde
ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise,
sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu, ne yalnız doğuda ve ne de yalnız
batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile, nerdeyse
yağı kendisi aydınlatacak! Nûr üstüne nûrdur. Allah dilediğini nûruna
kavuşturur. Allah insanlara m
Önce bu
âyetle alâkalı selef âlimlerimizin dediklerini kısaca söyleyelim. Allah semavat
ve arzın nûrudur dedikten sonra uzun uzun ışıktan, güneşten, nûrdan söz
etmişler. Allah varlığın sebebi ve kaynağıdır demişler. Bu kâinatta tezahürün,
görünümün, ortaya çıkışın sebebi Allah’tır demişler. Eğer Rabbimiz bu
varlıkları var edip ortaya çıkarmasaydı kâinatta yokluktan, karanlıktan başka
bir şey olmayacaktı demişler. Kimileri nûr kelimesi kitap ve sünnette bir de
bilgi anlamına kullanılır demiş. Aydınlık bilgidir, karanlık ta cehalettir. Öyleyse
hakikatin, bilginin kaynağı Allah’tır. Onun vahyi, Onun bilgisi olmadan bu
kâinatta karanlıktan, cehaletten ve şerden başka bir şey olmayacaktır demişler.
Kimileri bunu yokluk ve varlıkla izah etmeye çalışmış. Yokluk karanlığından,
varlık aydınlığına çıkaran Allah’tır. Bilinmezlik karanlığından, bilinirlilik
aydınlığına çıkaran Allah’tır demişler.
En’âm
sûresinin başındaki âyette Rabbimiz nûrun kendisi değil, kendisinin nûrun
yaratıcısı olduğunu anlatır. Hattâ âyetin sonunda da; nûru kendisiyle denk
tutanların, yarattıklarını kendisiyle denk tutanların kâfirler olduğunu ortaya
kor:
"Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve
aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Öyle iken inkâr edenler Rablerine başkalarını
eşit tutuyorlar."
(En’âm 1)
Hamd
gökleri ve yeri yaratan, yerdekileri ve göktekileri yaratan, karanlıkları ve
aydınlığı yaratan, karanlıkları ve nûru yaratan Allah’a aittir. Övgü, senâ,
itaat, kulluk Allah’a aittir. Övülmeye lâyık tek varlık Allah’tır. Kulluk edilmeye
lâyık tek varlık Odur. Böyle iken insanlardan kimileri, Allah’ı tanımayanlar
Rablerini bırakıp ta başkalarına hamd etmeye başkalarına kulluk etmeye
çalışıyorlar. Başkalarını övmeye, başkalarını dinlemeye çalışıyorlar. Yaratıkları yaratıcıya tercih
ediyorlar. Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya çalışıyorlar.
Kimileri Allah’ın yarattığı maddeyi Allah yerine koyarak Allah’a denk
tutuyorlar, kimileri Allah’ın yarattığı ayı, güneşi, aydınlığı, karanlığı Allah makamına oturtarak Ona denk tutuyorlar.
Halbuki bunların hepsi birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı hepsi de
Allah’ın kulu ve mülküdür.
Yine
bakıyoruz Teğabun sûresinde elimizdeki şu Kur’an’a nûr isminin verildiğini
görüyoruz:
“Öyleyse Allah'a,
Peygamberine ve indirdiğimiz nûra, Kur’an’a inanın; Allah işlediklerinizden
haberdardır.”
(Teğabun 8)
Yine Nisâ
sûresinde Kur’an’ın nûr olarak isimlendirildiğini görüyoruz:
“Ey İnsanlar! Rabbinizden size açık bir delil geldi, size
apaçık bir nûr, Kur’an indirdik.”
(Nisâ 174)
Ahzâb
sûresinin 46. âyetinde de peygamberin nûr olduğu anlatılır:
“Ey Peygamber! Biz
seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah'ın izniyle O'na çağıran, nûrlandıran bir
ışık olarak göndermişizdir.”
(Ahzâb 45,46)
Allah semavat ve arzın nûrudur.
Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûrunun m
O zeytin ağacının yağına dışardan
tutuşturucu bir ateş gelmese bile neredeyse kendi kendine parlaklığını devam
ettirecek bir özelliğe sahip. Nûr üzerine nûr. Hep nûr, hep aydınlık. O oyuktan
sürekli aydınlık saçılıyor, sürekli yıldız parlıyor. Ve onu yakan yağ da o
kadar mübârek bir ağacın yağı ki ne doğuya mahsus, ne batıya mahsus, ne doğuya,
ne batıya ne de insanlara hiçbir ihtiyacı olmayan kendi kendine yanabilen bir
özelliktedir. Aydınlık devam ediyor, nûr devam ediyor. İşte Allah nûruyla
dilediği kimselere hidâyet eder.
Öyleyse
Rabbimizin bu teşbihini, bu benzetmesini nûr kaynağı olan, hidâyet rehberi olan
peygamberi olarak anlıyoruz. Rabbimizin bu benzetmesini hidâyet rehberi ve nûr
kaynağı olan kitabı olarak, Kuranı olarak anlıyoruz. Rabbimizin bu benzetmesini
aynı özellikteki dini olarak, vahyi olarak anlıyoruz. Yâni nûr kitaptır, nûr
peygamberdir, nûr dindir, hidâyettir. Âyet-i Kerîmedeki kandil yuvası
mü’mindir. Cam kafes mü’minin kalbidir. Çerağ da mayası iman ve tevhidle yoğrulan
mü’minin fıtratıdır. Yağ da mü’minin sâlih amelleridir.
Öyleyse bir mü’minin kalbine
aynen o oyuktaki gibi bu nûr bir kere yerleşti mi, bu peygamber, bu kitap, bu
hidâyet bir kere oraya girdi mi, bir kere orası Allah’ın hidâyetiyle buluşup
aydınlandı mı artık o mü’minin kalbi, o mü’minin bulunduğu ev, o mü’minin bulunduğu
mahalle veya bu kitabın, bu dinin nûrunun, hidâyetinin yerleştiği kalp, ev,
mahalle, ülke artık tamamen aydınlanacak ve artık bir başka ışığa, bir başka
hidâyete, bir başka bilgilenmeye ihtiyacı olmadan o kalbin, o evin, o ülkenin
aydınlığı sürekli olacak, o insanın, o ailenin ve o toplumun Müslümanca hayatı
devam edecektir. Sürekli o kitabın âyetleri, o peygamberin sünnetleri o
kimsenin kalbine gelmeye devam ettiği sürece artık nûr üzerine nûr olacaktır.
Fâtihâdan sonra Bakara, Bakaradan
sonra Âl-i İmrân, Ondan sonra Nisâ, Ondan sonra Mâide ve devam eden sûreler ve
âyetlerle bilgilenen bir kalp, bir toplum sürekli nûr üzerine nûr özelliğine
kavuşacak ve Allah’ın izniyle en aydınlık dünyayı yaşayan bir kimse, bir aile,
bir toplum haline gelecektir. Ve bu nûr da asla sönmeyecektir. Hiç kimse bu
nûru söndürmeye güç yetiremeyecektir. Çünkü bu nûr dışardan bir etkiyle değil,
Allah’ın lütfuyla varlığını devam ettirecektir.
İşte Allah
insanlara m
Üstelik bu dinin, bu Allah
yolunun kuzeyden, ya da güneyden, doğudan, ya da batıdan gelecek bir sisteme,
bir anlayışa ihtiyacı olmadan varlığını devam ettireceği de ortadadır. Yâni bu
kitap ve bu ki-tabın pratiği olan sünnet baştan sona tüm insanlık problemlerini
kıyâmete kadar çözebilecek bir kapasitededir. Tüm dünya insanlığının yolunu
aydınlatabilecek bir özelliktedir. Aynen inciden bir yıldız gibi, kendi kendine
tutuşan, dışardan hiçbir müdahale ihtiyacı olmayan bir özellikte dünyayı
aydınlatmaya devam eden bir nûr gibi olacaktır.
Allah kimi
dilerse kendi nûruna, kendi hidâyetine yöneltip iletir. Yâni her ne kadar bu
nûr tüm dünyayı aydınlatmaya devam ediyorsa da, herkes bunu kabulde, herkes bu
nûra müracaatta, ondan yararlanma isteğinde eşit değildir. Vahiyden istifade
konusunda herkes aynı durumda değildir. İradesini aydınlanmadan yana, bu nûrdan
istifadeden yana kullananları Rabbimiz nûruyla aydınlatırken, iradesini karanlıkta
kalmadan yana kullananları da karanlıklar içinde bırakmaktadır.
Allah her
şeyi bilir. O bir gerçeği hangi benzetmeyle anlatacağını çok iyi bilir. Hangi
teşbihin hangi konuyu en güzel açıklayacağını, insan zihnine yerleştireceğini
çok iyi bilir. Bu hidâyete, bu nûra kimin lâyık kimin lâyık olmadığını da en
iyi bilen Allah’tır.
Ve işte
bakın bu nûrun girdiği, bu nûrun egemen olduğu, bu aydınlığın hakim olduğu nice
evler vardır ki:
36. “Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinden adının anılmasına
izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O'nu tesbih ederler.”
Öyle evler var ki; o evlerde
Allah kendisinin isminin zikredilmesine, kendi şanının şerefinin yüceltilmesine
izin verdi, imkân verdi, lütfetti. O evlerde sadece Allah yüceltilir, sadece
Allah gündeme alınır, sadece Allah’ın âyetleri okunur, sadece Allah’a kulluk
gerçekleştirilir. O evlerde Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın yasalarıyla aydınlık
bir dünya yaşanır. O evlerde gece-gündüz Allah tesbih edilir. İşte Allah’ın
hidâyetinin girdiği, kitabın, peygamberin, vahyin girdiği, Allah’ın nûruyla
nûrlanmış, aydınlanmış, Allah nûrunun egemen olduğu kalplerin yaşadığı,
mü’minlerin ikâmet ettiği o evlerde sadece Allah yüceltilir. Sadece Allah
övülür. Sadece Allah gündeme alınır, Allah’ın âyetleri gündemi doldurur. Evet
mü’minlerin evleri işte böyledir.
Şimdi Allah için kendi kendimizi
bir sorgulayalım. Evlerimizi bir gözden geçirelim. Gerçekten evlerimizde sabah
akşam tesbih edilen, yüceltilen, zikredilen Allah mı? Allah’ın âyetlerimi
zikrediliyor evlerimizde? Allah’ın kitabı mı okunuyor? Madem ki Allah’ın
nûruyla aydınlanan bir Müslümanın yaşadığı evde, Müslümanların ikâmet ettiği
evlerde Allah tesbih ediliyor, Allah gündeme alınıyorsa, acaba gerçekten bizim
evlerde bu var mı? Acaba hayatımızı kitapla mı düzen-liyoruz? Acaba akşam sabah
kitap ve sünnetle bilgilenebiliyor muyuz? Acaba aile hayatımızı şu okuduğumuz
sûreye göre mi düzen-liyoruz? Acaba kazanma harcama anlayışlarımızı, giyim
kuşam anlayışlarımızı, erkek kadın ilişkilerimizi, oturma kalkma düzenlerimizi,
ziyaret ve ziyafet anlayışlarımızı bu kitaba göre ve bu kitabın pratiği olan
Rasûlullah efendimizin uygulamalarına göre mi düzenliyoruz? Hukukumuzu,
eğitimimizi, siyasal yapılamalarımızı bu kitaba göre mi ayarlıyoruz? İşte
Allah’ı tesbih, Allah’ı zikir, Allah’ı yüceltmek demek budur.
Evet evlerimizde Allah’ın adının
anılması, Allah’ın yüceltilmesi demek, Onun nûrunun, Onun kitabının, Onun
peygamberinin, Onun dininin anlaşılması ve Onun istediği gibi bir hayatın
gerçekleştirilmesi demektir. Eğer günlük ve gecelik hayatımızda Kur’an yoksa,
peygam-ber yoksa, dilimizde, gözümüzde, kulağımızda, kalbimizde Allah’ın
âyetleri yoksa, Allah’ın âyetleri bize yol göstermiyorsa, keyfimize göre bir
hayat yaşıyorsak kesinlikle bilelim ki bize, kalbimize nûr girmemiştir, bizim
eve nûr girmemiştir ve bizim evlerimizde Allah’tan başkalarının zikri,
Allah’tan başkalarının yüceltilmesi, Allah’tan başkalarının gündeme alınması
söz konusudur. Biz evlerimizde başka şeyleri tes-bihle meşgulüz demektir. Öyle
değil mi? Eğer bizim evlerimizde Allah’ın değil de şeytanların vahiyleri
izleniyorsa, bize hakim olan Allah kitabı değil de başkalarının kitaplarıysa o
evde Allah zikrediliyor, o evde Allah tesbih ediliyor, Allah yüceltiliyor
denebilir mi?
İşte nûru
böyle anlayacağız, nûrun hâkimiyetini böyle anlayacağız. Allah nûrunun
egemenliği budur işte. Ve kimin evinde, kimin kalbinde bu nûr var? Kimin evinde
yok, bunu anlatıyor Rabbimiz. Öy-leyse kalplerimizi, evlerimizi Allah’ın
nûruyla, Allah’ın istediği hidâyetle doldurmak zorundayız. Kalplerimizde,
evlerimizde Allah nûrunu egemen kılmak, hep o nûrla bakmak, hep o nûrla görmek
ve o nûrun ay-dınlığında bir dünya yaşamak zorundayız ki bu nûr inşallah
sürekli artarak bizi cennete kadar götürsün. Sadece bizim kalp değil, sadece bizim
ev değil diğer kalplere, diğer evlere de bu nûrumuz taşınsın ve tüm dünya bu
nûrun aydınlığına ulaşsın. Bizim ev nûr saçan bir ev olsun ki böylece tüm
evlerde, tüm dünyada Allah’ın adı anılsın, tüm dünyada Allah yüceltilsin, tüm
dünyaya Allah egemen olsun, Allah’ın nûru, Allah’ın hidâyeti egemen olsun.
Kalplerimiz Allah’ın kitabının bilgisiyle öyle bir dolsun ki, evlerimiz
Allah’ın âyetleriyle öyle bir yükselsin ki herkes bunu fark edip nûra koşsun.
Herkesi aydınlatacak tüm kalpleri bu nûrla tutuşturacak bir noktaya gelelim.
Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz bunu şöyle anlatır:
37. “Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş Allah'ı anmaktan,
namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkor. Bunlar, gönüllerin ve gözlerin
döneceği günden korkarlar.”
İşte böylece Allah’ın nûruyla
nûrlanmış, Allah’ın hidâyetiyle kalpleri dolmuş, kalplerinde, evlerinde sadece
Allah’ın emirleri yaşanan erler var ya, ne bir ticaret, ne de bir alışveriş
onları Allah’ın zikrinden, Allah’ın kitabından, Allah’ın nûrundan alıkoyamaz.
Allah’ın istediği namazı Allah’ın istediği gibi ayağa kaldırmaktan hiçbir şey
onları alıkoymaz. Allah’la diyaloglarını hiçbir şey engelleyemez. Bedenleri
konusunda Allah’ın istediklerini uygulamaktan, bedenlerini, azalarını Allah’ın
istediği yerde kullanmaktan hiçbir şey onları alıkoymadığı gibi, malları
konusunda da Allah’ı söz sahibi bilmekten, mallarının zekâtını vermekten hiçbir
şey onları engelleyemez. Yâni zikrin, kitabın istediği bir hayatı yaşamaktan
hiçbir şey onları engelleyemez.
Evet
kalpleri vahye çırağlık yapan o Allah erleri öyle kimselerdir ki ne ticaret, ne
para pul, ne dünya hesabı, ne altın gümüş hesabı, ne ev bark, ne dükkan tezgah
hesabı onları Allah’ı gündeme almaktan, Allah’ı yüceltmekten, Allah’ın istediği
bir Müslümanlık hayatını yaşamaktan, Allah’la, Allah’ın kitabıyla beraber
olmaktan, Allah’la bil-gilenmekten, Allah’la şereflenmekten hiçbir şey alıkoyamaz.
Yine on-lar hangi şart altında olurlarsa olsunlar asla namazı ikâmeden vazgeçmezler.
Namaz ve zekâta özdeş bir hayat yaşamaktan asla taviz vermezler. Namazın ve zekâtın
egemen olduğu bir dünyayı yaşamaktan asla vazgeçmezler.
Namaz sayesinde Allah’la diyalogu
gerçekleştirirler, namazla Allah’tan vahiy alırlar ve aldıkları bu mesajı Allah
kullarına ulaştırmanın kavgasını verirler. Namaz ve zekâtla toplumsal
problemleri çözmeyi hedeflerler. Allah’ın verdiklerini kardeşleriyle paylaşmayı
he-deflerler. Ne bedenlerini, ne de mallarını sadece kendileri için harca-yarak
bencillik etmekten uzaktır onlar. Zamanlarını, imkânlarını, be-denlerini,
mallarını Müslüman kardeşlerinin, insanlığın hizmetine vakf ederler onlar.
Böyle tüm dünya insanlığının parmakla işaret ettiği, işte Müslüman budur
dedikleri, Allah’a kulluğun sembolü olmuş insanlar olurlar.
İşte Allah’ın nûru, işte Allah’ın
bir önceki âyette anlattığı teş-bihin canlı örneği diyecekleri, doğruyu, hakkı
kendilerinden görecekleri insanlardır onlar. Bunlar kendileri yemez başkalarına
yedirirler. Kendileri giymez başkalarına giydirirler. Başkalarının oğullarını,
kızlarını aynen kendi oğulları gibi değerlendirip onları da eğitmenin, onları
da cennete götürmenin derdini taşırlar. Hayatlarında bencillik, hodfu-ruşluk
yoktur. Sadece Rablerinin rızasını düşünürler.
Evet hiçbir
şey, hiçbir ticaret, hiçbir dünya meşgalesi onları Allah’ın istediği gibi
kitapla beraber olmaktan, Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini gündemde
tutmaktan, namazı ikâme etmekten ve zekâtı vermekten alıkoyamaz. Peki acaba bu
Müslümanlar hiç mi ticaretle uğraşmazlar? Rızık dertleri hiç mi yoktur?
Dükkanlarını tezgahlarını tamamen kapatmışlar mıdır? Öyleyse nasıl zekât
verebilecek bu adamlar? Hayır işleri de vardır, dükkanları tezgahları da vardır
belki, ama Allah’ın hakkını yerine getirmeleri konusunda ne işleri, ne ticaretleri
asla engel değildir.
Onlar öyle
bir günden korkarlar, ürkerler ki o gün kalplerin ve gözlerin döndüğü bir
gündür. O günün dehşetinden kalpler ve gözler tepe taklak gelecek, allak bullak
olacak. İşte böyle bir günden tir tir titrerler. Böyle bir günü iki kaşlarının
arasında hisseder, kıyâmet, hesap kitap elde bir derler ve hayatlarını bu
inanca bina ederler.
38. “Allah, onları işlediklerinin en güzeliyle mükâfatlandırır
ve lütfundan onlara fazlasıyla verir. Allah dilediğini hesapsız şekilde
rızıklandırır.”
Rabbimiz Onların işledikleri
amellerinin en güzeliyle onlara mükâfat verecek, ayrıca fazlından kereminden
bol bol da artıracaktır. Rabbimiz dilediklerini hesapsız rızıklandırandır.
Evet
Rabbimiz diyor ki o yiğitlerin, o erlerin o mü’minlerin amellerinin en
güzeliyle onları mükâfatlandıracağız. Ne büyük bir müjde, ne büyük bir lütuftur
değil mi? Onların tüm amelleri en iyi, en güzel, en ihlaslı yaptıkları bir
amelle çarpılıverecektir. Yâni bütün amel-leri o en güzel amelle çarpılacak,
tüm amelleri o en güzel amel gibi kabul edilecek. Ne büyük bir rahmet değil mi?
Yâni Rabbimiz o Müslümanların amellerini değerlendirirken bakacak ki
namazlarının içinde öyle bir namazı var ki gerçekten çok güzel eda edilmiş,
ömründe bir zekât vermiş ki gerçekten tam Allah’ın istediği gibi, öyle bir savaşta
bulunmuş ki çok güzel, zalim bir yönetici karşısında öyle bir hakkı haykırmış
ki gerçekten çok güzel, bir yerde bir fedâkârlık gerçekleştirmiştir ki dillere
destan. Yâni böyle o kişi hayatında en güzel hangi kulluğu gerçekleştirmişse,
en güzel hangi ameli icra etmişse tüm amelleri onun gibi kabul edilecek, tüm
amelleri onunla çarpılacaktır. Üstelik daha da artıracak, daha da artıracak
Rabbimiz...
39. “İnkâr edenlerin işleri engin çöldeki serap gibidir.
Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz. Orada
Allah'ı bulur ve O da hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir.”
Kâfirlere gelince, o gün onlar
için çok korkunç günler olacak. Allah’ı örtenler, Allah’ın âyetlerini örtenler,
Allah’ın nûrunu örtenler, Allah’ın vahyini örtenler, fıtratlarını örtbas
edenler var ya gerçekten onlar için çok korkunç azaplar başlayacak. Allah’ın
hidâyetiyle, Allah’ın nûruyla ilgilenmeyen, Allah’ın dinine karşı nötr davranan
kimselerin, kâfirlerin, nankörlerin, nasipsizlerin, Allah’ın diniyle şereflenmek
istemeyenlerin kıyâmet günündeki durumlarını anlatıyor Rabbimiz. Allah’ın
nûrunu, Allah’ın kitabını, Allah’ın elçilerini kapatıp, gündemden düşürüp bir
hayat yaşayanların durumu anlatılıyor. Biraz önce Allah’la beraber olan
mü’minlerin aydınlık dünyaları anlatıldı, şimdi de Allah’ın istemediği bir
hayatı yaşayanların karanlık dünyaları anlatılıyor.
Kâfirlerin
amellerinin benzeri de şöyledir. Onların amelleri bir serap gibidir. Çöl
yolculuğuna çıkmış, günlerce yol yürümüş, susamış bir kişi düzlükte, çöl düzlüğünde
karşısında bir serap belirir. Uzaktan bir göl, bir deniz, bir su birikintisi
görür. Susuzluğu had safhaya varmıştır adamın. Ölümle karşı karşıya kalmıştır.
Susayan o kişi karşısında gördüğü o serabı su zanneder ve can havliyle ona
doğru koşar. Fakat yanına vardığı zaman da; zannettiğinin su olmadığını görür.
Evet dünyada her şeye sahip
olabileceğini, her şeye ulaşa-bileceğini zanneden bir kâfir, dünyada her şeye
egemen olabileceğini zanneden bir kâfir, dilediği gibi bu dünyada bir hayat
yaşayabileceğini, yaşadığı bu hayatın sonunda asla hesaba çekilmeyeceğini,
sümen altı edileceğini zanneden bir kâfir, yaşadığı bu hayatın bir sonunun
olmadığını, ölmeyeceğini zanneden bir kâfir, ölüm sonrası bir dirilişin
olmayacağını, kıyâmetin kopmayacağını, cehenneme gitmeyeceğini zanneden bir
kâfir, bir zavallı zanneder ki karşısındaki bir su. Ama ne zaman ki o serabın,
o su umudunun yanına varır, orada umduğu hiçbir şeyi bulamaz ve onun yanında
Allah’ı bulur. Allah’ın hesabını, kitabını, Allah’ın sorgulamasını, Allah’ın
azabını ve cehennemini bulur... Hiç beklemiyordu halbuki bunu. Dünyada
diskalifiye ettiğini zannediyordu Allah’ı. Dünyada Allah’ın nûrunu kapattığını,
Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini ortadan kaldırdığını, Allah’ın sistemini
yok ettiğini, peygamberleri öldürdüğünü, İslâm’ı ve Müslümanları susturduğunu
zannediyordu. Artık yeryüzünde Allah’ı yendiğini, Allah’ın dinini sildiğini
zannediyordu. Ama işte şimdi karşısında Allah’ı buldu. Öldü, dirildi ve kabirde
Allah’ı buldu. Kabirden kalktı Mahşerde Allah’ın hesabıyla karşı karşıya geldi.
Cehenneme girdi Allah’ın azabıyla burun buruna geldi. İşte kâfirin amelleri
budur. O hiçbir amelini Allah’ın belirlediği yasalara bina etmemişti. Allah
onun da hesabını alır ve tamı tamına amellerinin karşılığını eksiksiz olarak
verir. Çünkü Allah hesabı çok seri olandır. Onun saymaya, ölçüp biçmeye
ihtiyacı yoktur. Birisinin hesabıyla uğraşması başkasının hesabını görmesine
engel değildir. Ya da Allah’ın hesabı çok yakındır. Göz açıp yumacak kadar
yakındır.
Uzun süre
yaşayan o kâfir zannetti ki kendisine asla ölüm gel-meyecek. Zannetti ki
ebedîliği yakaladı. Zannetti ki dünyada her şeye güç yetirebilecek. Zannetti ki
Allah’la savaşabilecek, zannetti ki Allah’ın dinine karşı galip gelebilecek,
zannetti ki elindeki ekonomik ve siyasal gücüyle, askeri gücüyle Rabbim Allah
diyen Müslümanlara bu dünyayı zindan edebilecek, zannetti ki İmam Hatipleri
kapatacak, Kur’an kurslarını bitirecek, Müslümanlara istediği gibi zulmedecek.
Zannetti ki bu dünyada Allah yetkilerini eline alacak, zannetti ki tanrı
kendisidir, zannetti ki İlâh kendisidir, zannetti ki herkes önünde secde
edecek, ama işte Rabbi ile karşı karşıya kaldı. Allah’ı bitirdik dediği bir
anda Allah’la karşı karşıya buluverdi kendini. Aradan binlerce yıl geçmiş de olsa
hesabı çok seri olan Allah işte onu karşısına aldı ve hesabını süratle
görüverdi, defterini çabucak dürüverdi. Ve sonunda amellerinin boşa çıktığını,
hiçbir işe yaramadığını anlayıverdi o kâfir. İşte onun amelleri bir serap gibi
oluverdi. Yâni kendi değer yargılarının, kendi kişisel değerlendirmelerinin beş
para etmediği görüverdi. Hani Ğaşiye sûresinde de bu husus anlatılıyordu değil
mi?
“Zor işler altında
bitkin düşmüştür. Yakıcı ateşe yaslanırlar.” (Ğaşiye 3,4)
Yâni bu
kâfirler dünyada çalışıp çabalamışlar ama tüm a-melleri, tüm yaptıkları, tüm
enerjileri boşa gitmiştir. Zira amel Allah’-ın
istediği biçimde olmalıdır. Çalışma Allah’ın belirlediği yasalara uy-gun
olmalıdır. Kâfirlerin koşturmaları, yorulmaları Allah yolunda ol-madığı için
onlarınkilerin tamamı boştur, boşa gitmiştir. Bakın Kehf de bunu şöyle anlatır:
“Ey
Muhammed! “Size, amelce en çok kayıpta bulunanları haber vereyim mi?” de. Dünya
hayatında, çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar, güzel iş yaptıklarını
sanıyorlardı.”
(Kehf 103,104)
Dünya hayatında amelleri boşa
giden ve insanların en zararda olanlarını size haber vereyim mi? Onların dünya
hayatında tüm sa’yleri, tüm mesaileri, tüm yaptıkları ve kazandıkları boşa gitmiştir.
Ya da onlar tüm çabalarını tüm plan ve programlarını dünya adına harcamış
kimselerdir. Yâni bunlar dünyayı kıble edinmiş, tüm plan ve programlarını
dünyayı kazanmak adına yapmış, dünyalık elde etmek üzere, dünyada zengin ve
başarılı olmak üzere yapmış insanlardır. Tüm yatırımlarını dünyada kalıcı ve
âhirete intikal etmeyici şeylere yapmışlardır. Dünyada zengin olmak ve dünyada
başarmak onların tek amacıydı. Âhiret adına bir endişeleri yoktu onların. Bu
yüzden hayatlarında Allah’ı diskalifiye etmişler, peygamberi unutmuşlar, kitabı
yok farz etmişler, hesabı yok farz etmişler. Hesabı yok farz edince de
kendilerini her türlü sorumluluktan azâde saymışlar ve tıpkı hayvanlar gibi
sorumsuzca bir hayat yaşamışlar.
Bunu yaparken de çok iyi bir şey
yaptıklarını zannetmişler. Böylece hayatlarını mahvetmişler. Tüm yaptıkları
boşa gitmiş, ken-dilerini de kendilerine verilen imkânlarını da boşa
harcamışlar. Çünkü yaptıkları ve kazandıklarının tamamı dünyada kalmıştır.
Zaten bu tür insanlar sermayelerini bile kaybetmiş insanlardır. Sermayeyi kaybeden
birinin kâr etmesi de düşünülemez. Onlar sonunda Hamiye bir ateşe
yaslanacaklardır.
40. “Veya engin denizin karanlıklarına benzer. Onu üst
üste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar örter; karanlıklar üstünde
karanlıklar; insan elini uzattığı zaman, nerdeyse onu bile göremez. Allah'ın
nûr vermediği kimsenin nûru olmaz.”
Rabbimiz kâfirler için bir
benzetme daha yapıyor. O kâfirlerin, o Allah’ı, Allah’ın nûrunu karartmaya
çalışan, Allah’ın dinini yok etmeyi, Allah’ın sisteminin işini bitirmeyi
hedefleyen, Allah’ın Müslüman kullarına, hayatlarını Allah için yaşayan, Allah
için örtünen, Allah için iffetli ve hayalı bir hayata yönelen Müslümanlara kan
kusturmaya ça-lışan, eğitimde, hukukta, ekonomide, ahlâkta, siyasette Allah’ın
aydınlık yasalarına geçit vermeyen o kâfirlerin bir özellikleri de, bir m
Yahut da
onların durumu, o kâfirlerin amellerinin m
Ve işte böyle korkunç bir
ortamda, bir geminin, bir sandalın üstünde bir insan. Gemi bazen dalgaların altında, denizin derinliklerinde
paramparça parçalanacak, bazen yukarda
tepe taklak gelecek, böyle bir atmosferde insanın kalbinin boşaldığı, ödünün koptuğu
bir anafor. O anda insan elini çıkarsa elini bile göremiyor, gözünün görme
mesafesi eline bile ulaşamıyor, korkunç dalgalar arasında, kapkara bulutlar
arasında canhıraş boğuşuyor...
İşte kâfirin durumu. İşte hayatta
Allah’ı diskalifiye eden, kitaba ve peygambere karşı gelen, keyfince bir hayat
yaşamaya yönelen zavallı insanın halet-i ruhîyesi. Allah bilgisinden mahrum
olduğu için, Allah’ın nûrundan uzak kaldığı için, kitabı ve peygamberi kapattığı
için kapkaranlık içinde kalmış bir kâfir hayatı.
İşte nûr
sahibi bir Müslümanın yaşadığı apaydınlık bir hayat ve işte nûrsuz bir kâfirin
kapkaranlık dünyası. Şu anda dünyada bu iki hayatın ikisi de yan yana
gitmektedir. Aynı odada, aynı evde, aynı mahallede, aynı şehirde, aynı dünyada
şu anda yaşayan iki insan. Birisi mü’min ki; nûr sahibidir, hidâyet sahibidir, apaydınlık
bir dünya yaşamaktadır. Ötekisi de onun tamamen aksine karanlık bir dünya
yaşamaktadır. Denizin, cehaletin, karanlıkların arasında ölüm kalım mücâdelesi
vermektedir. Hakkı buldum diye, doğruyu buldum diye oraya buraya çırpınıp
durmaktadır. Halbuki bırakın vahiysiz, nûrsuz doğruyu bulmasını, doğruyu buldum
diye, kurtuluşu buldum diye uzattığı kendi elini bile görememektedir. Çünkü:
Allah’ın nûr vermediği kimsenin nûru da
yoktur. Kendisi hür iradesiyle nûrdan yana, hidâyetten yana bir tavır almadığı
için Allah’ın kendisine nûr vermediği kimseye kim nûr verebilir? Allah yol
göstermediğine kim yol gösterebilir? Onun içindir ki bu körlerin görmesi, hakkı
bulması mümkün olmayacaktır.
Müslümanın
m
Şimdi:
Hangisinden yanayız? Hangi hayatı severiz, isteriz? Karanlık bir dünyanın
insanı mı olmak istersiniz? Yoksa aydınlık bir dünyanın insanı mı? Kitabın ve
sünnetin ortaya koyduğu dosdoğru, apaydın bir yolu mu? Yoksa yarasalar gibi
aydınlığı reddeden, karanlık bir dünyayı seçen insanların yolunu mu? Gelin
tercihimizi güzel yapalım. Unutmayalım ki ölüme kadar bu seçim bizim elimizdedir.
Her an bu seçimle karşı karşıyayız. Ölüm gelince her şey bitecek.
41. “Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra, sıra uçan
kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi niyaz ve
tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir.”
Rabbimiz bize karşı o kadar
merhametli ki, bizim hidâyetimiz ve cennetimiz için o kadar ısrarlı ki bakın
sürekli bizim akıllarımızı başlarımıza getirecek âyetlerini bize sunuyor.
Görmüyor musunuz? Bakmıyor musunuz? Göklerde ve yerde ne varsa tüm varlıklar Allah’ı
tesbih ediyorlar. Hepsi, hepsi Allah’ı gündemde tutuyorlar, Allah’ı yüceltiyorlar.
Dizi, dizi uçan kuşlar, saf saf olan kuşlar da Allah’ı tesbih ediyorlar.
Allah’ın gösterdiği yasalara teslim olarak, Allah’ın gösterdiği yörüngeye
girerek, Allah’ın kendileri için belirlediği hayat programını icra ederek
kuşlar da Rablerini tesbih ediyorlar. Her biri, göklerde ve yerlerde olan
varlıkların her bir cinsi, her bir türü namazını ve tesbi-hatını da bilir.
Rablerine nasıl dua edecekler? Rablerine nasıl kulluk edecekler? Rablerini
nasıl tesbih edip yüceltecekler? bu varlıkların her bireri bunu bilmektedir.
Öyleyse ey
insan gel sen de tüm senin gibi Allah tarafından yaratılan bu varlıklar gibi
Rabbine kul ol, Rabbini tesbih et, Rabbinin yörüngesine gir, hayatını Rabbinin
belirlediği yasalara göre yaşa, Allah için namaz kıl. Tüm âlemler tüm varlıklar
Rablerini tesbih ederken sen bu işte gafil olma. Unutma ki Allah herkesin
yaptığını bilmektedir.
42. “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş
Allah'adır.”
Göklerin ve yerin sahibi
Allah’tır. Yâni tesbih edeceğin, yücelteceğin, kulluk edeceğin, sözünü
dinleyeceğin, çektiği yere gideceğin varlık göklerin ve yerin mülkünün
sahibidir. Yâni senin de sahibindir O, senin de mâlikindir. Diğer varlıklar
gibi sen de Onun mülküsün. Ay-nı zamanda yaşadığın bu hayatın sonunda huzuruna
döneceğin varlık ta Odur. Sonunda hesabı ona ödeyeceksin. Sonunda Onun yargısına,
Onun hükmüne teslim olacaksın.
Şimdi böyle bir durumda böyle bir
Allah tesbih edilmez mi? Böyle bir Allah’a teslim olunmaz mı? Akıl işi midir
böyle bir Allah’ı tesbihten yüz çevirip insan kendi kendisini, yahut da kendisi
gibi âciz mülkleri tesbih etsin? Biz kendi kendimizi tesbih edeceğiz, biz bizim
gibileri tesbih edeceğiz, biz bizim kitaplarımızı yücelteceğiz, kendimizin
anlayışını, kendimizin keyiflerini, kendimizin oluşturduğu sistemleri,
kendimizin oluşturduğu siyasal tanrıları yücelteceğiz demek ne ka-dar
akılsızlıktır? Çünkü ne kendimiz, ne de kendimiz gibiler mülkün sahibi değiliz.
Hiçbirimiz birbirimize karşı sorumlu değiliz. Bizi Allah-tan başka hiç kimse
hesaba çekmeyecek.
43. “Bilmez misiniz ki, Allah bulutları sürer, sonra onları
bir araya getirip üst üste yığar, sen de onların arasından yağmur yağdığını
görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir, dilediğini
ona uğratır, dilediğinden de uzak tutar. Bu bulutların şimşeğinin parıltısı
nerdeyse gözleri alır! Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Doğrusu,
görebilenler için bunda ibretler vardır.”
Aklımızı başımıza getirecek bir
âyetini daha sunacak Rabbi-miz. Görmüyor musunuz? Allah bulutları sürüyor.
Sonra onların ara-larını birleştiriyor. Sağdan, soldan gelen, önden arkadan,
doğudan batıdan gelen bulutları birleştiriyor Rabbimiz. Sonra da onları üst
üste yığıyor. Uçakta giderken görüyoruz böyle üst üste pamuk tarlaları gibi
bulutlar. Renkleri ayrı, şekilleri ayrı, kümeleri ayrı. Sonra bunların arasından
yağmurun akıp çıktığını görürsün. Allah gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi
bulutları indiriverir. O çok soğuk olan doluları da dilediği yerlere
Bu arada şimşekler de çakıyor.
Şimşeğin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp kör edecek. İşte bir âyet, işte
bir hidâyet, işte bir nûr. Bütün bunlar Allah’ın elindedir. Allah’tan başka hiç
kimsenin güç yetiremeyeceği âyetlerdir bunlar. Hiç kimsenin müdahale edemeyeceği
âyetler. Yağmura, doluya, rüzgara, buluta, geceye, gündüze sa-hip olan sadece Allah’tır.
Gerçekten bunda basiret sahipleri için, nûr sahipleri için ibretler, dersler,
öğütler vardır.
Evet
göklere ve yere sahip olan, göklere ve yere egemen olan, buluta, yağmura söz
geçiren, yağmuru, rahmeti dilediği yerlere indiren, doluyu dilediği yere
gönderen, dilediği yeri ondan koruyan bir Allah. Bir başka ifadesiyle de
nûrunu, hidâyetini dileyen, isteyen ve kendisinin dilediği kimseye lütfeden bir
Allah. Ama istemeyenlere de zoraki Müslüman olacaksın demeyen bir Allah.
45. “Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır. Kimi karnı
üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi dört ayakla yürür. Allah
dilediğini yaratır, Allah şüphesiz her şeye Kadirdir.”
Allah her hayvanı, her bir
debelenen, hareket eden canlı varlığı sudan yarattı. Onlardan kimisi karnı
üzerinde yürür, sürünür kimisi ayakları üzerinde yürür, kimisi de dört ayağı
üzerinde yürür. Yılan, çıyan gibi sürünenleri de, insan gibi iki ayakları
üzerinde yürüyenleri de, davar, sığır gibi dört ayakları üzerinde yürüyenleri
de yaratan, var eden Allah’tır. Allah dilediğini dilediği şekilde yaratandır.
Allah her şeye kadirdir, her şeye güç yetirendir, her şeyi kadir olandır, her şeyin
ölçüsünü takdir edendir. Evet işte böylece tek bir sudan pek çok tür
hayvanları, canlıları yaratan Allah’tır. İşte böyle hayat veren güçlü bir
Allah, hidâyeti vermeye, nûru vermeye de yetkilidir.
46. “Andolsun ki, açıklayıcı âyetler indirmişizdir. Allah
dilediğini doğru yola eriştirir.”
Muhakkak ki Biz, size apaçık âyetleri, gün gibi
delilleri indirdik, her şeyi açıklayıcı âyetler indirdik. Sizin hayatınızı
düzenleyecek, size yol gösterecek yasalar, hükümler, m
47. “Münâfıklar: “Allah'a ve Peygambere inandık, itaat
ettik" derler; sonra da bir takımı yüz çevirirler. İşte bunlar inanmış
değillerdir.”
Allah ve Resûlünü tercih
konusunda iki tip insan gündeme getirilir bu âyette. İnsanlar diyorlar ki biz
Allah ve Resûlüne inandık, iman ettik ve itaat ettik. Kalplerimizle Allah ve
Resûlünü tasdik ettik derler. Ama onlardan bir grup bu imandan ve ikrarlarından
sonra Allah ve Resûlünün hükümlerinden yüz çeviriyorlar. İşte bunlar inanmış
mü’min değiller. Yâni önce Allah’a ve Resûlüne iman iddiasında bulunacaksınız,
bir de üstelik Allah ve Resûlüne itaat ettiğinizi beyan ve ikrar edeceksiniz,
sonra da beğenmediğiniz, beklemediğiniz, hoşunuza gitmeyen bir emir ve yasakla
karşı karşıya kalınca da Allah ve Resûlünden yüz çevireceksiniz, tevella
edeceksiniz. Bu iman değildir, bu mü’min tavrı değildir, Müslüman tavrı
değildir, teslimiyet değildir. İşte âyetin sonundaki onlar mü’min değillerdir
ifadesi böyle bir tavrın mü’min tavrı olmadığını ortaya koyuyor. Bu iman, bu
iddia sadece söz planında kalan bir iddiadır. Sadece dille ben Allah ve
Resûlüne inandım ve itaat ettim deyivermekle insan mü’min olmaz.
48. “Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve peygamberine
çağırıldıkları zaman, bir takımı hemen yüz çevirirler.”
Allah’a ve Resûlüne
çağrıldıklarında, aralarında Allah ve Resûlü hükmetsin diye dâvet
edildiklerinde, yine onlardan bir grup yüz çevirip iraz ederler. Hüküm sahibi
Allah ve Resûlüdür. Hayata hakim olan Allah ve Resûlüdür. Hayatta yetki Allah
ve Resûlüne aittir. Hükmetme, karar verme konusunda tek yetkili Rab ve İlâh
Allah’tır. Muhammed (a.s) da Onun yeryüzünde sözcüsü, Onun istek ve arzularını
aktarım görevlisidir. İşte Rabbimiz kendisinin ve bu yetkilerle donattığı
peygamberinin hükmüne razı olmayanları mü’min kabul etmiyor.
Evet
insanlar bu dünyada Allah ve Resûlüne çağrılacaklar, Allah ve Resûlünün hükmüne
dâvet edilecekler, Allah ve Resûlü onlar hakkında karar verecek, onlar da Allah
ve Resûlüne inandığını iddia eden kimseler olarak gönüllerinde en ufak bir
sıkıntı duymadan Allah ve Resûlünün hükmüne boyun eğip teslim olacaklar ve işte
böylece onların mü’minlikleri Allah tarafından tescil edilmiş, kabul edilmiş olacaktır.
Bir hayat problemiyle karşı karşıya kalındığı zaman hemen Allah ve Resûlüne
gidilecek, Allah ve Resûlü problemi çözüme ulaştıracak, ama o problemi Allah ve
Resûlüne götüren kimse bu çözümü kabul etmeyecek. Olacak şey değildir bu.
49. “Ama hak kendilerinden tarafa ise, itaatle koşa koşa
gelirler.”
Bu tip insanlar Allah ve
Resûlünün hükmüne müracaat ettikten sonra eğer hüküm kendilerinin lehinde
verilmişse, hak kendilerinden yanaysa o zaman süratlice peygamberin yanına
gelirler, boyun eğerek, itaat ederek, tamam Allah ve Resûlünün verdiği karar neyse
biz ona evet diyoruz diyerek gelirler. Ama Allah ve Resûlü kendilerinin
aleyhine bir hak hüküm vermişlerse o zaman da karşı gelirler, yüz çevirirler.
Yâni onların peygamberin yanına koşarak gelişleri hakkın, adâletin peygamberin
yanında oluşundan değil peygamberin lehlerinde karar verişinden dolayıdır.
50. “Kalplerinde hastalık mı var, yoksa şüphelenmişler
midir, yahut Allah'ın ve peygamberlerinin onlara haksızlık yapacağından mı
korkmaktadırlar? Hayır; onlar sadece zalimdirler.”
Yoksa bu adamların kalplerinde
bir hastalık mı var? Bir nifak hastalığı mı var bu adamların kalplerinde? Yoksa
şüphe içindeler mi? Yoksa Allah ve Resûlünden şüpheleniyorlar mı? Yoksa Allah
ve Resûlünün yanlış hükümde bulunarak, hata ederek kendilerine haksızlık
yapacaklarından mı endişeleniyorlar? Evet bir konuda hüküm vermeleri için Allah
ve Resûlüne müracaat eden, Allah ve Resulünün verdiği hüküm kendi lehlerinde
olduğu zaman buna evet diyen, ama hüküm aleyhlerinde tezahür ettiği zaman da
yüz çeviren bu insanların ya kalplerinde bir nifak hastalığı var, ya Allah ve
Resulünden şüphe ediyorlar, ya da Allah ve Resûlüne güvenleri yok. Allah ve
Resûlünün yanlışlık yapacağını, taraf tutacağını, kendilerine haksızlık
yapacağını zannediyorlar. Bilâkis onlar zalimlerdir. Bir kere Allah ve Resûlü
asla haksızlık yapmaz, zulmetmez, hak kimden yanaysa ondan yana hükmeder.
Yâni bilâkis onlar zalimlerdir
buyruğuyla Rabbimiz şunu ortaya koyuyor: Onlar Allah ve Resûlünün asla bir
yanlışlık, bir haksızlık yapmayacağını biliyorlar. Peygamberin vereceği hükmün
yanlışlığından haksızlığından korkmuyorlar. Onlar bunu biliyorlar. Ama
ken-dileri zalimdir onların. Kendileri zulmetmek istiyorlar. Kendileri
dâvâ-laştığı kimselerin hakkını yemek istiyorlar. Bunu da Rasûlullah’ın
hu-zurunda yapamayacaklarını bildikleri için peygamberin mahkemesine müracaat
etmek istemiyorlar.
51. “Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve peygambere
çağırıldıkları vakit: "İşittik, itaat ettik" demek, ancak mü'minlerin
sözüdür, işte saadete erenler onlardır.”
Allah ve Resûlünün hükmü
karşısında ikinci tip insan ise şöyledir: Böyle bir durumda mü’minlerin sözü
ise, aralarında hüküm vermesi için Allah ve Resûlüne dâvet edildikleri zaman,
şöyle derler, işittik ve itaat ettik. Allah ve Resûlünün hükmüne müracaat
edildi mi işte denmesi gereken, yapılması gereken budur. Bir mü’mine düşen sadece
işittik ve itaat ettik demektir. Evet demek ki kişi önce Allah ve Resûlüne
müracaat edecek, tüm hayat problemlerinin çözümünde Allah ve Resûlüne gidecek,
baş vuracak, Allah ve Resûlünün hükmüne kulak verecek, onu anlayacak sonra da
kesinkes ona boyun bükecek, itaat edecek ve teslim olacak. İşte dünyada da,
âhirette de felaha erenler, kurtuluşa erenler bu mü’minlerdir.
Evet demek
ki Allah ve Resûlüne çağrıldığı zaman, Allah ve Resûlünün hükümlerine
çağrıldığı zaman, Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine dâvet edildiği zaman
iki tip insan görülecekmiş. Birincisi işittik ve itaat ettik, işittik ve
gereğini yerine getirmeye yöneldik diyen müslüman tipi, ikincisi de inandık
dedikleri halde Allah ve Resûlünün hükümlerinden, kitap ve sünnetten yüz
çeviren münâfık tip.
Biliyoruz
ki Allah ve Resûlünün hükümlerine dâvet sadece o döneme mahsus bir hadise
değildir. Şu anda da Allah’ın kitabına, Resûlünün sünnetine dâvet söz
konusudur. Şu anda bir hayat problemiyle karşı karşıya mı bulunuyoruz?
Çözümlenecek bir problem mi var? Bir ihtilâf mı var? Bir konuda muhakeme mi
olmak istiyoruz? Bir konuda bir karar mı vereceğiz? Bir tavır mı belirleyeceğiz?
Bir eylem mi gerçekleştireceğiz? Gelin bu problemi Allah ve Resûlüyle çözümleyelim.
Gelin Allah ve Resûlünün hükmüne müracaat edelim. Gelin Allah’ın kitabına ve
Resûlünün sünnetine başvuralım. Gelin Allah ne diyorsa onu peygamber
örnekliliğinde anlayalım denildiği zaman bugün de bu iki tip insanın varlığını
görüyoruz. Hemen Allah ve Resûlünün hükmüne teslim olanları ve bundan süratlice
kaçanları bugün de görüyoruz. Ben bu konudaki problemlerimi başkalarıyla
çözerim diyerek Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine müracaat yerine başkalarına
müracaat edenleri görüyoruz.
Bunlar dün
de bugün de inanmadıkları halde inanmış görünen münâfıklardır. Allah’ın
hükmüne, Allah’ın kitabına, Allah’ın yasalarına ve peygamberin pratikte
uygulamalarına çağrılırken Müslümanız dedikleri halde buna razı olmayarak başka
başka hayat tarzları, başka başka yasalar, başka başka hayat programları
arayışı içine girenler, başkalarının kanunlarını uygulamadan yana bir tavır
sergileyenler kesinlikle bilelim ki münâfıklardır. Allah ve hükmüne razı olmayarak,
Allah Resûlünün istediği bir hayatı yaşamayarak başka başka hayat anlayışlarına
yönelenler kesin münâfıktırlar.
Allah’a
itaat, peygambere itaattir; peygambere itaat, Allah’a itaattir. Allah ve
Resûlünün arasını ayırmaya kimsenin hakkı yoktur. Ben Allah’a itaat ederim,
Allah’ın kitabına itaat ederim ama Resûlüne itaat etmem, Resûlünün sünnetine
itaat etmem demeye hiç kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur. Allah’a itaat Onun
kitabıyla mümkündür, Resûlüne itaat onun sünnetiyle mümkündür. Şu anda dünya
üzerinde Allah’ın kitabı da Resûlünün sünneti de vardır. Allah’ın kitabı da Resûlünün
sünneti de dimdik ayaktadır.
Ama dün de,
bugün de kimi münâfıklar biz Allah’ın hükümlerine itaat ederiz, Allah’ın
kitabına tabi oluruz, lâkin peygamber bizim için bağlayıcı değildir diyorlar.
Halbuki Kur’an-ı Kerîmin pek çok yerinde vurgulanan peygamberin hükmüne itaat
emri sadece o dönem insanlarını bağlayan bir emir değildir. Bu emir sadece
Rasûlullah efendimizin kendi dönemiyle, kendi hayat süresiyle sınırlı değildir.
Ra-sûlullah efendimizin Müslümanlar adına aldığı kararlar kıyâmete kadar
geçerlidir. Rasûlullah efendimizin sünneti kıyâmete kadar bizim için
bağlayıcıdır. Allah’ın Resûlü kıyâmete kadar tek otorite insan olarak
kalacaktır. Bir insanın gerçek Müslüman olup olmadığına bu otoriteyi kabul edip
etmediği, bu otoriteye itaat edip etmediği belirleyecektir. Ona itaat edenler
mü’min, itaat etmeyenler de kâfir sayılacaktır.
Evet demek
ki peygamber (a.s) bizim hakkımızda bir şey söyleyecek, bir hüküm verecek,
peygamber bizim durumumuzu bir karara bağlayacak, bizim adımıza bir karar
alacak. Şöyle giyinin, böyle yaşayın, şunu yapın, bunu yapmayın diyecek, aldığı
bu karar bizim aleyhimize de olsa, lehimize de olsa, hoşumuza da gitse,
huzurumu-zu da kaçırsa onun bizim adımıza verdiği bu kararı kabul etmek, hem de
içimizde en ufak bir isteksizlik, kalbimizde en fak bir burukluk, yüzümüzde en
küçük bir işmizaz hissetmeden teslim olup uygulamak zorundayız. Peygamberi
hayatımızda karar mercii bilmek zorundayız. İhtilâf mercii, karar mercii olarak
peygamberimizin hayatımızda evet ve hayır deme yetkisinde olduğunu kabul
etmedikçe Müslüman olamayacağımızı asla unutmayacağız.
Ve üstelik bizim adımıza karar
verme makamında olan peygamberin bizim adımıza aldığı kararlara tam tamına
teslim olup onları uygularken de kalbimizden en ufak bir tereddüt geçirmeden
uygulamadıkça Müslüman sayılmayacağımızı bir an bile hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Onun emir ve yasaklarından zerre kadar bir şüphe etmediğimiz gibi, ona akıl
verip yol göstermeye de kalkışmayacağız.
52. “Allah'a ve Peygambere itaat eden, Allah'tan korkan
ve O'ndan sakınan kimseler, işte onlar kurtulanlardır.”
Kim Allah’a ve Resûlüne itaat
ederse, kim Allah’ı ve Resûlünü hayatında hüküm mercii, karar mercii kabul
ederse, kim Allah ve Resûlünün istediği bir hayatı yaşarsa ve Allah’tan ciddi
bir şekilde haşyet duyar, Ona karşı gelmekten, Onun emir ve yasaklarını çiğnemekten,
Onu razı edememekten korkarsa, Ona itaatsizlikten tir tir titrerse ve Onun için
muttaki olur, Onun koruması altına girer, Onun belirlediği gibi hayatını Onun
için yaşarsa işte fâizûn olanlar, başarılı olanlar onlardır. İşte başardı
diyebileceğimiz, işte kurtuldu, işte başarıya imzasını attı diyebileceğimiz
kimseler bunlardır. Allah’a ve Resûlüne itaat edenler, Allah ve Resûlünün
dediği gibi yaşayanlar, hayatlarını Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetiyle
düzenleyenler, Allah ve Resûlünün haram-helâl sınırlarına riâyet edenler;
felaha erip, başarılı olanlardır.
Rabbimiz
nerede kendisine bir itaatten söz etmişse hemen orada peygamberine de itaat istiyor.
Çünkü Rasûlullah efendimiz Al-lah’ın yeryüzünde sözcüsüdür. Rabbimiz indirdiği
kitabın pratiğe aktarılma görevini peygamberine vermiştir. Tabii kitabının
pratikte uygulanma yetkisini peygamberine verirken aynı zamanda ona itaat edilme
yetkisini de birlikte vermiştir.
Kelime-i şehadeti söyleyen biri,
bu sözüyle, bu ikrarıyla Allah’a itaati kabullendiği gibi, peygamberine itaati
da kabullenmiş demektir. Ben Allah’ı kabul ederim, Allah’a itaat ederim, ben
Allah’ın kitabına itaat ederim, ben eşhedü en la İlâhe illallah derim
ama ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlühü demem diyen bir insan
Müslüman olamaz. Ben Allah’a itaat ederim ama elçisine itaat etmem diyen bir
insan da Müslüman sayılmayacaktır. Çünkü eğer Rasûlullah efendimizin verdiği
hükümler sadece Kur’anın aktarımı olmuş olsaydı, bu Kur’an’ın dışında
peygambere hiçbir yetki verilmemiş olsaydı o zaman Rabbimiz bu kitabında
ısrarlı bir şekilde kendisinden sonra peygamberine itaat istemezdi, bana itaat
edin derdi.
Rabbimiz kendi hükümlerinde başka
Rasûlullah efendimizin de hüküm verme yetkisinden söz etmezdi. Kendisinin haram
ve helâl kılma yetkisinden başka Rasûlullah efendimizin haram ve helâl koyma
yetkisinden de söz etmezdi. Madem ki Rabbimiz kendisine itaatle birlikte
Resûlüne itaatten, kendi verdiği hükümlerin yanında Resûlünün de hükümlerinden,
kendi haram ve helâl sınırlarını belirleme yetkisiyle birlikte Resûlünün de
haram ve helâl sınırları belirleme yetkisinden söz ediyor ise o zaman ben
Müslüman’ım diyen kimseye düşen de Allah ve Resûlüne itaatten başkası değildir.
Allah
kendisine ibadet edilecek, kendisine kulluk yapılacak tek İlâhtır, tek Rab’dir.
İbadet edilecek sadece O var, Rasûlullah (a.s) da Onun kulu ve elçisidir. İtaat
edilecek bir makamda olmakla beraber Rasûlullah efendimiz bir kuldur. Hüküm
verme yetkisine rağmen sadece bir kuldur. Bu iyi bilinmelidir. Allah’la
peygamber karıştırılmamalıdır. Rasûlullah efendimiz asla İlâh makamına, Rab’lik
makamına ge-çirilmemelidir. Dua edilecek olan, secde edilecek olan, sığınılacak
olan, yardıma çağrılacak olan, bizi öldürecek, diriltecek olan, bize rı-zık
verecek olan, bize icabet edecek olan sadece Allah’tır. İstenmesi gereken
sadece Allah’tır. Ölümsüz olan, bâkî olan sadece Allah’tır. Muhammed (a.s) bir
beşerdir, bir insandır, bir kuldur, ölümlüdür.
53. “Ey Muhammed! Eğer kendilerine emredersen, o iki
yüzlüler, savaşa çıkacaklarına bütün güçleriyle yemin ederler. De ki:
"Yemin etmeyin; itaatiniz malumdur. Allah yaptıklarınızdan şüphesiz
haberdardır.”
Onlar, o münâfıklar, o Allah ve
Resûlüne itaatten yüz çevirenler, Allah’ın ve Resûlünün hükmünün dışında hüküm
arayanlar, kitap ve sünnete değil de başka şeylere müracaat edenler bütün
varlıklarıyla Allah’a yemin ettiler. Yeminlerin en ağırı olan Allah üzerine yemin
ederek dediler ki eğer emredersen mutlaka savaşa çıkacağız. Sen istersen ey
peygamber mutlaka savaşa çıkacaklarmış. Sana bu derece itaatkârlarmış. Eğer
peygamber bir savaş emri verirse, yahut topraklarından çıkma emri verirse
mutlaka onun emrine boyun eğeceklerine dair yemin ediyorlar.
Sen onlara de ki peygamberim, yemin
etmeyin. Çünkü sizden istenen sadece maruf bir itaattir. Yâni sizin bana maruf
ölçüler içinde itaat etmeniz, yalan yere yemin etmenizden daha hayırlıdır. Yâni
sizin ne dediğiniz, ne palavralar sıktığınız benim için önemli değildir. Benim
emirlerim, isteklerim karşısında sizin nasıl davranacağınız bellidir. Yâni
sizin itaatiniz bellidir. Sizin itaatiniz sadece sözden ibarettir. Fiili hiçbir
yönünüz yoktur. Belki bu yeminlerinizle, bu palavralarınızla insanları
kandırabilirsiniz ama her şeyi bilen Allah’ı hiçbir zaman kandıramazsınız.
Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızın tamamından haberdardır. Allah içinizi de dışınızı
da bilmektedir.
54. “De ki: “Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin.
"Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o Peygamber, kendisine yükletilenden ve
siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz. Eğer Ona itaat ederseniz doğru
yolu bulursunuz, Peygambere düşen sadece apaçık tebliğdir.”
De ki, Allah’a ve Resûlüne itaat
edin. Eğer Allah ve Resûlüne itaatten yüz çevirirseniz, eğer kitap ve sünnetten
yüz çevirir, başkalarına yönelirseniz, Allah ve Resûlünden gelen hayat
programından hoşlanmayıp başka programlar arayışı içine girerseniz, bilesiniz
ki peygambere düşen iş, kendi yükünü taşımaktır. Size düşen de kendi
yüklerinizi yüklenmek, kendi veballerinizi taşımaktır. Peygamber bu âyetleri
size tebliğ vebaliyle, sizler de onun size tebliğ ettiği bu âyetlere karşı
nasıl davrandığınızın vebaliyle, itaat vebaliyle Allah’ın huzuruna
çıkacaksınız. Yâni sizler peygambere karşı itaatten çıkar keyfinize göre bir
hayat yaşamaya yönelirseniz bilesiniz ki bu tavrınızla ona asla bir zarar
veremezsiniz. Ancak kendinize zarar vermiş olursunuz.
Eğer
Allah’a ve Resûlüne itaatten yüz çevirirseniz bilesiniz ki Resul sadece kendi
itaatiyle, kendi yüküyle, kendi kulluğuyla sorumludur. O bununla Allah’ın
huzuruna gelecek, sizler de kendi yüklerinizle, kendi sorumluluklarınızla
Allah’ın huzuruna çıkacaksınız. Yâni Allah’ın Resûlü de bir kuldur. Kul olarak
O da Allah’a karşı sorumludur.
Eğer ona itaat ederseniz, Onu dinler,
Onu örnek bilir, Onun hayatına bakar ve Onun gibi, Onun istediği gibi bir hayat
yaşarsanız, Onun verdiği hükme razı olursanız hidâyette olursunuz, hidâyete erersiniz.
Resule düşen de zaten apaçık bir tebliğden başkası değildir. Yâni sizin
itaatinizden ya da isyanınızdan dolayı Onun bir karı ve zararı yoktur.
Evet şu
anda bizler de bu hayatı böylece yaşayacağız. Şu anda Allah’ın indirdiği kitap
elimizdedir. Bu kitap bizden nasıl bir hayat istiyor? sorusunun cevabı olan
Rasûlullah efendimizin sünneti, uygulamaları da elimizdedir. Öyleyse
gece-gündüz bu kitapla ve bu kitabın pratiğiyle beraber olur ve tüm hayat
problemlerimizi bu kitaba ve sünnete havale ederiz, Allah ve Resûlünün
hükümlerine itaat ederiz ve kurtuluşa erenlerden olmaya çalışırız. İşte şu anda
Allah ve Resûlünün bizden istediği budur.
55. “Allah, içinizde inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan
öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için
beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair
söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar.
Bundan sonra inkâr eden kimseler, işte onlar, artık yoldan çıkmış olanlardır.”
Allah sizden iman eden ve sâlih amel
işleyenlere, iman eden ve iman kaynaklı bir hayat yaşayanlara, iman eden ve
hayatlarını bu imanlarıyla düzenleyenlere vaat etti ki, yeryüzünde onları
halifeler, kılacak, egemenler, hakimler kılacak. Onları yeryüzünde yerleştirecek,
yeryüzünün hâkimiyetini onlara verecek. Tıpkı kendilerinden öncekilere
yeryüzünde hayat hakkı, egemenlik yetkisi, güç ve kuvvet verdiği gibi. Onların
dinlerini, yollarını, hayat programlarını, sistemlerini yeryüzüne hakim
kılacak. Onlar için razı olduğu, beğenip seçtiği dinlerini de yeryüzünde sabit
kılacak, sağlamlaştıracak. Ve şu anda içinde bulundukları korkulu hayatlarını,
güvensiz hayatlarını emniyete çevirecek, emin bir duruma getirecek. Artık onlar
da Bana kulluk ederler, sadece Beni dinlerler, hayatlarını Benim istediğim
şekilde yaşarlar ve Bana hiçbir kimseyi ortak koşmazlar. İşte iman eden ve
sâlih ameller işleyen kullarıma vaadim budur der Rabbimiz.
Evet
Allah’a Allah’ın istediği şekilde iman eden, Allah’ın kitabına, Allah’ın
Resullerine Allah’ın istediği gibi iman eden ve bu imanlarını pratikte
göstermek üzere sâlih ameller işleyen Müslümanlara kıyâmete kadar Rabbimizin
vaadi işte budur. Daha önce böylece inanan ve sâlih ameller işleyen
Müslümanlara nasıl bu vaadini gerçekleştirmişse, toplumuna karşı nasıl ki Nuh (a.s)’ı
ve beraberindeki bir avuç Müslümanı bu vaadine ulaştırmışsa, Âd kavmine karşı
Hûd (a.s) ve beraberindeki bir avuç Müslümanı, Semûd kavmine karşı Sâlih (a.s)
ve beraberindeki bir avuç Müslümanı, kavmine karşı İbrahîm (a.s) ve
Müslümanları, Lût kavmine karşı Lût (a.s)’ı ve Müslümanları, Şuayb (a.s) ve
Müslümanları, Firavunlara karşı Mûsâ (a.s) ve Müslümanları nasıl yeryüzüne
egemen bir konuma getirmişse; kesinlikle bilelim ki Rabbimiz aynı şekilde
inanan ve sâlih amel işleyen günümüz Müslümanlarını da mutlaka yeryüzüne egemen
kılacaktır. Şu anda Müslümanlar bulundukları coğrafyalarda korku içinde bir
hayat yaşıyor olsalar da Allah yakında onların korkularını emniyete dönüştürecek,
dinlerini, hayat programlarını yeryüzünde sağlamlaştıracaktır.
Evet bu
Allah’ın vaadidir ve hiç kimse Allah’ın vaadi konusunda şüpheye düşmesin. İşte
bu âyetlerin gelişinden kısa bir süre sonra Medine’den Çin seddine kadar,
Kafkaslardan Afrika içlerine kadar tüm dünya Mekke’de korku içinde bulunan,
Medine’de güvensizmiş gibi yaşayan Müslümanların olmuştur. Ve tüm bu dünyada
Allah’ın razı olduğu din, Allah’ın seçip beğendiği hayat programı uygulanır
olmuş, insanlar Allah’a ve Resûlüne itaat edip boyun bükmüşler, Allah’ın
yasalarını uygulamışlardır. Matematik hesaplarına göre zerre kadar gerçekleşme
imkânı, ümidi görülmeyen bir şey Allah’ın vaadinin gerçekleşmesiyle gerçek
olmuştur. Bu âyetlerin geldiği dönemde kendileri bile bu kadar büyük bir izzet
ve şerefi ummayan Müslümanlar bunları görmüşlerdir. Çok yakında inşallah biz Müslümanlar
da tüm korkularımızın bittiğini, Müslümanların egemenliğinde tüm dünyanın emin
bir hayata ulaştığımızı göreceğiz. Yeter ki Allah’ın istediği bir imanı,
Allah’ın istediği bir teslimiyeti, Allah’ın istediği bir iman hayatını
gerçekleştirmiş olalım, Allah vaadinden asla dönmez.
Ama bundan sonra, bütün bu âyetlerden,
bu müjdelerden, bu uyarılardan sonra kim de kâfir olursa, kim de Allah’ın bunca
âyetlerini örtecek, örtbas edecek olursa, kitaptan peygamberden habersiz bir
hayat yaşayarak Allah ve Resûlüne karşı gelecek, itaatten çıkacak olursa
kesinlikle bilesiniz ki fâsıklar onlardır, dinden, itaatten, kulluktan çıkan,
küfür içinde, fısk-ı fücur içinde olanlar da onlardır.
56. “Namaz kılın, zekât verin, peygambere itaat edin ki
size merhamet edilsin.”
Namazı ikâme edin, namazı ayağa
kaldırın, namazı hayatın düzenleyicisi kılın. Ey Müslümanlar haydi namazı ikâme
edin. Allah’ın sizden ilk istediği budur. Namazsız bir hayattan yana olmayın. Zekâtlarınızı
da verin. Mallarınızda Allah’ı söz sahibi bilin. Mallarınızla ilişkilerinizi
Allah’ın istediği şekilde ayarlayın. Mallarınızın sahibinin Allah olduğunu
bilin. Tüm hayatınız konusunda, tüm hayat problemleriniz konusunda Allah’a ve
Resûlüne itaat edin, tüm hayatınızda Allah ve Resûlünü dinleyin ki size
merhamet olunsun. Namazla bedenlerinizi, azalarınızı temizleyin, zekâtla
mallarınızı temizleyin, Resule itaatle de tüm hayatınızı temizleyin.
Rasûlullah (a.s)‘a itaat Rasûlullah (a.s)’ı bilmekle, tanımakla mümkün
olacaktır. Allah’a itaat Allah’ın kitabını tanımadan mümkün olmadığı gibi,
Rasûlullah (a.s)’a itaat da Kur’an’ı ve Rasûlullah’ın sünnetini, hayatını,
uygulamalarını bilmeden mümkün olmayacaktır.
Yâni namazın ve zekâtın dışında
top yekun hayatı kapsayan Rasûlullah’ın örnekliliğini de bilmek zorundayız.
İşte bunun yolu şu kitabı başından sonuna kadar, sünneti de başından sonuna
kadar bilmekten geçer. Demek ki o kadar kolay değildir bu iş. Allah’ı tanımadan,
Allah’ın arzularını bilmeden, yâni Allah’ın kitabını öğrenmeden, Resûlünün
sünnetini tanımadan ne Allah’a itaat ne de peygambere itaat mümkün değildir.
Bildiğimiz âyet kadar, tanıdığımız sünnet kadar ancak itaatimiz söz konusu
olacaktır, unutmayalım!
Biz de bu Allah vaadine ulaşıp
izzetli ve şerefli bir hayata ulaşmak istiyorsak bunu yapmak zorundayız, ben
başkasını da bil-medim, bilemedim. Evimiz eksik olsa, eşyamız eksik olsa,
altınımız gümüşümüz olmasa, atımız arabamız olmasa ne çıkar? Kuru bir ekmekle
ömür geçirsek ne olur? Şunu kesinlikle bilelim ki maldan, mülkten, eşyadan,
köşe dönmeden, dünyadan taviz vermeden Allah ve Resûlüne itaat mümkün değildir.
Allah’a itaat mümkün olmayınca da Allah’ın vaadine ulaşmak, kölelikten kurtulup
şerefli bir hayata ulaşmak mümkün olmayacaktır.
57. “İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacak-larını
sanmayasın. Varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüştür!”
Evet sakın
ha bu kâfirlerin yeryüzünde Bizi âciz bırakacaklarını sanmayasın. Onların
varacakları yer ateştir ve o ne kötü bir varış yeridir. Bizi âciz bırakmak,
âyetlerimizi âciz bırakmak üzere, âyetlerimizle savaşmak üzere sa’y edenler,
âyetlerimizi yeryüzünde silmeye çalışanlar, Bizim gücümüzü kudretimizi,
egemenliğimizi, dinimizi, yasalarımızı âciz bırakmak ve bizi âciz bırakarak
yeryüzünde silmeye çalışanlar, yeryüzünde bize hayat hakkı tanımamaya, kendi
yasalarının uygulanması adına bizim yasalarımızı ilga etmeye çalışanlar, yâni
bizimle savaşa tutuşan kâfirler asla Bizi âciz bırakamazlar.
Evet
yeryüzünde ekonomik, siyasal ve askeri güçlerine güvenerek Allah’ı Allah’ın âyetlerini,
Allah’ın yasalarını, Allah’ın sistemini âciz bırakmak, ilga etmek, onun yerine
kendi sistemlerini ikâme etmek isteyenlerin, Allah’a kafa tutmak isteyenlerin
varacakları yer cehennemdir.
58. “Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve câriyeler
ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle
sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde üç
defa izin is-tesinler. Bunlar, sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu
vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir
sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, Hakîmdir.”
Ey iman edenler, sizin
evlerinizde sağ ellerinizin mâlik olduğu köleleriniz ve câriyeleriniz ve buluğa
ermemiş çocuklarınız sizden izin almadıkça şu üç vakitte sizin odalarınıza
girmesinler. Girecekleri zaman sizden izin istesinler. Evlerinizde köleleriniz
var, câriyeleriniz var ve de çocuklarınız var. İşte onlar sizin şahsî odalarınıza
şu üç vakitte sizden müsaade almadıkça girmesinler.
1- Sabah namazından önce.
2- Öğlen vakti elbiselerinizi
soyunduktan sonra.
3- Ve bir de yatsı namazından
sonra.
Bu üç vakit sizin için avrettir.
Sizin vakitleriniz olan mahrem vakitlerdir bunlar.
Hiç düşündünüz mü bugüne kadar
bunu? Rabbimizin kitabını okumadan, Rabbimizin bu emrini öğrenmeden nasıl itaat
edilebilir Ona? Bu bilinmeli ki; Rabbim böyle istiyormuş diyerek Onun bu arzusuna
itaat edelim değil mi? Hanımla kocası evinde bu vakitlerde istirahat ediyor,
haydi şu anda köle ve câriye yok diyelim, ama evde buluğa ermemiş çocukları var
ve onlar kapıyı çalıp izin almadan onların yanına girmeyecek. Hiç böyle bir
probleminiz oldu mu şimdiye kadar? Hiç çocuklarına okuyup anlattınız mı bu
Allah emrini? Ya da Allah’ın tarif buyurduğu şekilde böyle bir öğlen vakti
hanımınla keyfetmek hiç aklınıza geldi mi? Nerden gelecek, bu köle hayatında buna
imkân var mı? diyorsunuz değil mi? Tabii böyle Kur’an ve sünnetten kopuk bir
hayat yaşadığınız sürece ölünceye kadar da böyle bir şey aklınıza gelmeyecek.
Ama ne onlara, ne de size bu vakitlerin
dışında bir günâh, bir sorumluluk yoktur. Sabah namazından önce, yatsıdan
sonra, öğle namazından sonraki vakitlerin dışında onların sizin yanınıza girmesinde
bir veballeri yoktur. Allah bu zamanlara müsaade etmiştir. Yâni bu zamanlarda
onlar sizin yanınıza girerlerken sizler açık saçık bir vaziyette olursanız suç
onların değil sizindir. Sizler de dikkatli davranın diyor Rabbimiz. Böylece
diğer zamanlarda beraber dolaşabilirsiniz. İşte Allah böylece âyetlerini açıklıyor,
Allah bilendir, Allah Alîmdir. Her konuda güzel hükmü, doğru hükmü veren de
Odur.
59. “Çocuklarınız erginlik çağına gelince, büyüklerinin
izin istediği gibi, onlar da her defasında izin istesinler. Allah size
âyetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, Hakîmdir.”
Sizden ergenlik çağına ulaşan
çocuklarınız onlar da artık büyükleri gibi izin istesinler. Babalarının,
analarının yanlarına girerlerken izin istemeden, kapıyı çalmadan girmesinler.
Her vakitte izin istesinler öyle girsinler.
Evet işte böyle buluğa ermemiş
çocuklarda biraz farklılık var, hizmetçiler, câriyeler için biraz farklılık
var, ama buluğa ermiş çocuklar her vakit girerlerken izin istesinler. Allah
size âyetlerini böylece açıklıyor, Allah Alîmdir, bilendir ve hikmet sahibidir.
Yâni bu işleri Allah bilir, hayatı Allah bilir biz bilmeyiz. Bu işleri peygamber
bilir biz bil-meyiz. Bize düşen sadece Allah ve Resûlünün dediklerine itaat
etmek ve hayatı öylece yaşamaktır.
60. “Evlenme ümidi kalmayan, ihtiyarlayıp oturmuş kadınlara,
süslerini açığa vurmamak şartı ile, dış esvaplarını çıkarmaktan ötürü
sorumluluk yoktur; ama sakınmaları kendileri için daha iyi olur. Allah işitir
ve bilir.”
Nikâha ihtiyacı olmayan, cinsel
arzuları kalmamış ihtiyar kadınlara gelince, ziynetlerini, kollarını,
göğüslerini tamamen açmamak kayd-u şartıyla az çok üzerlerindeki elbiselerini
serbest bırakmalarında bir beis, bir sakınca yoktur. Meselâ başlarını tam
örtmüyorlar, ayakları birazcık yukarılara doğru açık olabiliyor, ya da kolları
işte dirseklere kadar açık olabiliyor gibi. Ama tamamen karşı tarafı tahrik
eder bir duruma da girmemeleri gerekecek. Fakat buna rağmen iffetli
davranmaları, iffet ve hayalarını korumaları haklarında daha hayırlı olacaktır.
Allah işitendir bilendir. Her şeyimizi, tüm hayatımızı en güzel şekilde bize
açıklıyor, anlatıyor Rabbimiz.
61. “Kör için bir sorumluluk yoktur. Topal için bir
so-rumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur. Evlerinizde veya
babalarınızın evlerinde veya annelerinizin ev-lerinde veya erkek kardeşlerinizin
evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya
halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin
evlerinde veya kahyası olup anahtarlar elinde olan evlerde, ya da dostlarınızın
evlerinde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Bir arada veya ayrı
ayrı yemenizde bir sorumluluk yoktur. Evlere girdiğiniz zaman, kendinize,
ehlinize Allah katından bereket, esenlik ve güzellik dileyerek selâm verin.
Allah size âyetleri, düşünesiniz diye böylece açıklar.”
Bu konuda amaya, topal olana,
hasta olana zorluk yoktur. Bu konuda onlara biraz biraz müsamaha vardır.
Kendiniz için de kendi evlerinizde yemek yemeniz serbesttir. Babalarınızın
evlerinde çok rahat yemek yiyebilirsiniz. Analarınızın evinde, erkek kardeşlerinizin
evlerinde, kız kardeşlerinizin evlerinde, amcalarınızın evlerinde, hâlâlarınızın
evlerinde, dayılarınızın, teyzelerinizin evlerinde de çok rahat yemek
yiyebilirsiniz. Anahtarları elinizde olan evlerde de yemek yiyebilirsiniz. Size
çok yakın olan arkadaşlarınızın evlerinde de yemek yiyebilirsiniz. Bu yemeği bu
evlerde yerken emmileriniz, dayılarınızla birlikte de yemek yiyebilirsiniz,
oğullarınız, kızlarınızla da beraber yiyebilirsiniz, dağınık olarak ta kendi
kendinize yiyebilirsiniz. Toplu olarak ta ayrı ayrı olarak ta yiyebilirsiniz. M
Ama yerli yabancı, kadın erkek
cümbür cemaat bir arada yemek yiyebilirsiniz anlamına gelmez bu âyet. Yine
mahremiyet esasına uymak şartıyla bu sayılan akrabalarla birlikte yemek
yenebilecektir.
Evlere girdiğiniz zaman birbirinize,
Allah katından tertemiz mübarek bir selâmla selâm veriniz. Esselâmü
aleyküm verahmetullah deyin. Eğer evde kimse yoksa kendi kendinize Esselâmü
aleyna ve ala ibadillahis sâlihin deyiniz. Evinizde hanımınız varsa Es-selâmü
aleyküm ve rahmetullah deyiniz. Evinizde çocuklarınız varsa onlara da selâm
veriniz. Onlara selâm, selâmetlik, esenlik, Müslü-manlık dileyiniz. Allah
katından şerefli bir selâmla selâmlayın onları. Hem kendinizi, hem de aile
efradınızı selâmlayın. İşte Allah size âyetlerini açıklıyor ki böylece
akıllarınızı kullanasınız.
Bakın
Allah’ın Resûlü bir hadislerinde şöyle buyuruyor:
“Bir Müslüman evine girer de
hanımına güler yüzle bakarsa, selâm verirse, hanımı da ona güler yüzle bakarsa
Allah o ikisine rahmet nazarıyla bakar. Eğer erkek hanımının elinden tutar
da onunla tokalaşırsa, her ikisinin de
parmaklarının arasından günâhları dökülür.”
Ne güzel değil mi? Yâni gerçekten bugün bütün
dünya buna muhtaçtır. Evlerdeki kavgalar, erkeğin hanımını insan görmemesi,
kadının erkeğinin yüzüne bakmaması, sıkıntılar, geçimsizliklerin temelinde
Allah ve Resûlünün istediği bir hayattan uzak oluş vardır değil mi? Gece yarılarına
kadar evlerine gelmeyen kocalar, kocaları geldiği zaman evde olmayan kadınlar,
kocaları geldiği zaman ona güler yüzle bakmayan kadınlar. Eğer Allah ve
Resûlünün istediği bir hayatı yaşasak ne güzel olacak değil mi? Allah’ın rahmet
nazarıyla baktığı bir ailede geçimsizlik olur mu? Allah’ın rahmetinin hakim olduğu
bir aile kursak olmaz mı? Kadınlarımıza merhametli olsak, çocuklarımıza
şefkatli olsak, kavganın gürültünün olmadığı bir hayat yaşasak olmaz mı? Ama
evler de Allah vahyi dinlenmez de gece-gündüz şeytan vahiylerine kulak
verilirse elbette bu mümkün olmayacaktır. Sihirbazların eğitiminden geçen
aileler de elbette birbirlerine karşı asık suratlı, dövüşlü kavgalı olacaktır.
Gece-gündüz Hıristiyanların,
Yahudilerin, Mecusilerin aile düzenlerini seyredenlerden bundan başka ne
beklenir de? Birbirlerini kandıran, birbirlerine ihanetin enva-ı çeşidini
sergileyen o ailelerin görüntülerini seyreden insanların hali ne olur? Bu
pislikleri, bu şıllıkları seyreden erkeğin gözünde elbette karısı küçülüyor,
kadının gözünde erkeği küçülüyor. Birinin kafasında başka kadın, birinin
aklında, hayalinde başka erkek. Ne olacak? Sihirbazlar öyle bir eşya, öyle bir
ev anlayışı, öyle bir hayat anlayışı sundular ki adam da şaşırdı, kadın da
şaşırdı. Haydi evin perdelerini değiştir, haydi halıları değiştir, haydi evini
değiştir, yatağını değiştir, her şeyini değiştir denildi, zavallılar da kadınıyla
erkeğiyle çalışmaya koştular. Sabah erkenden kadın da, erkek de kendilerini
dışarıya attılar. Çoluk-çocuk çıktı para kazanmaya, baba-ana çıktı para kazanmaya.
Eh akşam geldikleri zaman da zaten bin bir stres, bin bir problem. Nereden
düşünecekler de birbirlerine selâm vermeyi, gülümsemeyi? Tüm dünya insanlığının
buna ihtiyacı var. Allah bize acıyor ve yol gösteriyor. Allah ve Resûlü bize en
güzel bir hayatı gösteriyor.
62. “Doğrusu Allah'a ve Peygamberine inanan mü'min-ler,
Peygamberle beraber bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin
almaksızın gitmezler. Ey Muhammed! Senden izin isteyenler, işte onlar, Allah'a
ve peygamberine inananlardır. Bazı işleri için senden izin isterlerse,
içlerinden dilediğine izin ver, Allah'tan, onların bağışlanmalarını dile. Allah
şüphesiz bağışlar, merhamet eder.”
Allah ve
Resûlüne iman eden mü’minler peygamberle beraber bir işte oldukları zaman.
Peygamberden sonra da peygamber yolunun yolcularıyla toplumu ilgilendiren bir
işle beraber oldukları zaman izin almadan ne peygamberi ne de peygamber rolünü
üstlenen kimseyi terk edip gidemezler. O toplantıyı izinsiz terk etme hakları
yoktur. Ancak izin alarak gitme hakları vardır. İslâmî bir konu görüşülüyor.
Toplumsal bir problem var. Bütün toplumu ilgilendiren önemli bir karar
alınacak. Müslümanların reisi var, başkanları var.
İşte Medine’de Muhammed (a.s) ve
ashabı. Bakıyoruz ki böyle kritik bir toplantıda münâfıklar tüyüyorlar.
İşlerine gelmeyen bir karar alınacağını biliyorlar. Ya infak isteyecekler, ya
savaşa karar verilecek, ya bir problemin halli için say’u gayret isteyecekler,
bunu bildikleri için sıvışıyorlar. Rabbimiz de diyor ki Allah ve Resûlüne iman
eden bir Müslüman izinsiz böyle bir toplantıyı terk edemez. Senden izin isteyecek
olanlar Allah ve Resûlüne iman edenlerdir. Yâni gerçekten bir mâzereti olup ta
izin isteyenler mü’minlerdir. Herhangi bir konuda senden izin istedikleri zaman
onlardan dilediklerine izin verebilirsin. Onlar hakkında da Allah’a istiğfarda
bulun. Muhakkak ki Allah bağışlayandır,
merhamet sahibidir.
63. “Peygamberin çağrısını, kendi aranızda birbirinizi çağırmanız
gibi tutmayın. Allah, içinizden sıvışıp gidenleri şüphesiz bilir. O'nun
buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı
bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”
Resûlün dâvetini, Resûlün
duasını, Resûlün çağrısını kendi aranızdakilerin duası, çağrısı gibi
bellemeyin. Resûlün çağrısı alelade bir çağrıya benzemez. Ona mutlak sûrette
itaat etmek, icabet etmek zorundasınız. Yâni gelirim de, gelmem de
diyemezsiniz. Kabul ederim de etmem de diyemezsiniz. Resûlün bedduasından
sakının. O beddua etti mi Allah hemen karşılığını verir. Rasûlullah’ın beddualarından
bazılarını biliyoruz. Bir defasında Ebu Lehebin oğlu Uteybe’ye bedduada
bulunmuştu Allah’ın Resûlü. Resul-i Ekremin iki kızı Rukiyye ve Ümmü Gülsüm Ebu
Lehebin iki oğlundaydı. Ebu Leheb Rasûlullah efendimizin dünürüydü. Getirdiği
tevhid dini yüzünden Rasûlullah efendimizle arası açılınca Ebu Leheb iki oğlunu
çağırıp bu adamın kızlarını boşamadıkça, bu adamla ilgiyi kesmedikçe sizlere
hakkımı helâl etmeyeceğim der. Utbe ve
Uteybe de, Rasûlullah’ın kızlarını boşadılar ve boşarken de Rasûlullah efendimize
hakaret ettiler.
Bunun üzerine
Allah’ın Resûlü gerçekten çok üzüldü ve Ut-be’ye bedduada bulundu: Allah’ım!
Ona aç köpeklerden bir köpek mûsâllat et de onu paramparça parçalasın! buyurdu.
Bunun üzerine çok geçmeden Uteybe Şam taraflarına ticaret için bir kervanın içinde
gitti. Babası Ebu Leheb Rasûlullah’ın bedduasının gerçekleşeceğini kesin
bildiği için endişelenip kervandakilere aman benim oğluma göz kulak olun diye
tembih etmişse de Şam taraflarında bir aslan mûsâllat etti Rabbimiz ve onu
parça parça edip gebertti.
Evet
Resûlün dâvetine, Resûlün bedduasına çok dikkat etmek zorundayız. Onu
gücendirmemek zorundayız. Rasûlullah’ın dâvetine hemen icabet edeceğiz. Bizler
babalarımızı, analarımızı, hocalarımızı, müdürlerimizi, amirlerimizi dinlesek
de olur, dinlemesek de olur, çünkü onların Allah ve Resûlüne bağlı olup olmadıklarını
düşünürüz. Ama Rasulullah’tan bir dâvet, bir çağrı söz konusu olduğu zaman onu
dinleyelim mi? Dinlemeyelim mi? düşünülmesi bile doğru değildir. Allah ve
Resûlünün dâvetine hemen hiç beklemeden icabet etmek zorundayız. Allah ve
Resûlünün dediği gibi yaşarsak Allah ve Resûlü hayatın her tarafını
kuşatmıştır.
Muhakkak
ki Allah sizden birbirinizi siper ederek kaçanları, sıvışıp gidenleri
bilmektedir. Yâni Müslümanlar peygamberle oturup konuşurlarken berikiler hemen
çaktırmadan, zuladan sıvışıp gidiyor, tüyüyor. Peygamberi diskalifiye
ettiklerini, atlattıklarını zannediyor ahmaklar. Eh Allah görüyor ya. Yâni farz
edin ki Müslümanların önemli bir problemi var ve biz sıvıştık, Müslümanları
sattık ve kendimize göre işte sudan bahaneler bulduk. Müslümanları atlatsak
bile Allah bilmiyor mu bizim bu yaptığımızı? Saklayabilir miyiz Allah’tan kendimizi?
Öyleyse Allah’ın emrine
aykırı davrananlar bu işledikleri suçlardan dolayı kendilerine bir fitnenin
64. “Dikkat edin; göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır.
O, içinde bulunduğunuz durumu da, kendisine döndürüleceğiniz günü de gerçekten
bilir. Onlara işlediklerini haber verir. Allah her şeyi bilir.”
Dikkat edin, göklerde ve yerde ne
varsa hepsi Allah’ındır. Hapsi, her şey Allah’ın mülküdür. Her şey ve herkes
Allah’a teslimdir. Muhakkak ki sizin
neyin üzerinde olduğunuzu Allah bilir. Sizin hangi hal üzere olduğunuzu, hangi
konumda, hangi durumda olduğunuzu Allah bilir. Ne iş yapıyorsanız, ne işi
yapmayı düşünüyorsanız Allah bilir. Böyle davrananların bir gün kendisine
döndürüleceğini Allah biliyor. Allah biliyor ki bir gün hesap vermek üzere Onun
huzuruna varacaksınız. Ve herkese yaptıklarını, ettiklerini Allah haber verir.
Allah her şeyi bilendir. Allah’ın bilmediği, Allah’a gizli kalan hiçbir şey de
yoktur. Gizlediklerinizi de bilir, açığa vurduklarınızı da bilir. Peygambere ve
Müslümanlara karşı yamukluğumuzu da bilir, sadâkatimizi de, kendisine
itaatimizi da isyanımızı da bilen Allah’tır.