Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münâsebeti
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Mekke'de inmiştir. 77
âyettir.
Furkân sûresi Mekke'de
inmiş olup inanç yönüne ağırlık veren bir sûredir. Müşriklerin, Muhammed
(s.a.v.)'in peygamberliği ile Kur'ân-ı Kerîm hakkındaki şüphelerini giderir.
Sûre, çoğunlukla Kur'ân'm doğruluğunu, Resûlullah (s.a.v.)'in peygamberliğinin
hak olduğunu isbat ve Öldükten sonra dirilmeye ve hesaba iman konularım ele
alır. Sûrede, ibret ve öğüt için bazı kıssalar yer almıştır.
Bu mübarek sûre,
müşriklerin çeşitli şekillerde dil uzattıkları ve âyetlerini yalanladıkları
Kur'an'dan bahseder. Müşrikler bazen Kur'ân'm, Öncekilerin efsaneleri, bazen de
Muhammed (s.a.v.)'in uydurması olduğunu; Ehl-i Kilap'tan bazılarının bu hususta
ona yardım ettiğini ileri sürmüşler, zaman zaman da onun apaçık bir sihir
olduğunu iddia etmişlerdir. İşte Yüce Allah onların" bu yalan iddialarını,
batıl evhamlarım reddetmiş ve Kur'an'm, Alemlerin Rabbi tarafından
indirildiğine dair kesin deliller getirmiştir. Sûre, bundan sonra inatçı
müşriklerin çok zaman tartışmaya daldıkları peygamberlik konusunu ele alır.
Müşrikler, peygamberin insan değil, melek olmasını; insandan peygamber olduğu
takdirde, peygamberliğin makam ve servet sahiplerine ait olmasını, böylece
bunun fakir bir yetimin elinde değil, zengin bir ulunun elinde bulunabileceğini
düşünüyorlardı. Yüce Allah onların bu şüphelerini, batılın belini kıracak
kesin delillerle reddetmiştir.
Sonra bu sûre hakkı
tanıyıp ona inanan daha sonra da tekrar başlan üzerine sapıklık cehennemine
düşen bir grup müşriği anlatır. Onlardan, önce müslüman olup sonra da bedbaht
arkadaşı Übeyy b. Halef vasıtasıyle dinden dönen Ukbe b. Ebî Muayt'tan
bahseder. Kur'an-ı Kerim ona "zalim" ismini vermiştir: "O gün
kâfir ellerini ısırır..."[1] Kur'an-ı Kerîm, bunun arkadaşına da
"şeytân" ismini vermiştir.
Bu mübarek sûrenin çeşitli
yerlerinde, özet olarak bazı peygamberlerden, onları yalanlayan kavimlerinden
ve azgınlıkları ve Allah'ın peygamberlerini yalanlamalarının neticesi olarak
başlarına gelen belâ ve musibetlerden bahseder. Bunlar Nuh, Ad, Semûd ve Lût kavimleri
ile Ashâb-ı Ress ve diğer inkarcı
kâfirlerdir. Bu sûre aynı zamanda Allah'ın kudretini ve birliğini gösteren
delillerden ve bu eşsiz kâinatta yarattığı enteresan şeylerden ve onların
eserlerinden bahseder. Bu güzel kainat, Allah'ın kudretinin eserlerinden bir
eser ve Onun büyüklük ve yüceliğini gösteren şahitlerden bir şahittir.
Bu sûre Rahmân'ın
kullarının sıfatlarını, Yüce Allah'ın onlara lütfettiği ve sayesinde
cennetlerinde büyük mükâfatlara hak kazandıkları güzel ahlâkı açıklayarak sona
erer.[2]
Bu mübarek sûreye
"Furkân Sûresi" adı verilmiştir. Çünkü Yüce Allah bu sûrede, kulu
Muhammed (s.a.v.)'e indirdiği bu yüce kitabı zikretmiştir. Bu kitap, insanlık
için büyük bir nimettir. Çünkü o, her tarafı aydınlatan bir nur ve parlak bir
ışıktır. Allah onunla hakkı batıldan, aydınlığı karanlıktan, inkârı imandan
ayırmıştır. Bunun içindir ki, o, Furkân adını almaya layık olmuştur. [3]
Bismülâhirrahmânirrahîm
I, 2.
Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin
hükümranlığı kendisine ait olan, hiç evlat edinmeyen, mülkünde ortağı
bulunmayan ve her şeyi yaratıp mahlûkatın mukadderatını tayin eden Allah,
yüceler yücesidir.
3. Kâfirler
Allah'ı bırakıp, hiçbir şey yaratamayan, bilakis kendileri yaratılmış olan,
kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve
ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen ilâhlar edindiler.
4. İnkâr
edenler, "Bu, olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu
hususta kendisine yardım etmiştir"
dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya
başvurmuşlardır.
5. Yine
onlar dediler ki; Bu âyetler, öncekilere ait masallardır. Bunları o, başkasına
yazdırmış olup sabah-akşam kendisine okunmaktadır.
6. De ki:
O'nu göklerde ve yerdeki gizlilikleri bilen Allah indirdi. Şüphesiz o, çok
bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
7. Onlar
şöyle dediler: "Bu ne biçim peygamber; yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor!
O na bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!
8. Yahut
kendisine bir hazine verilmeli veya meyvelerinden yiyeceği bir bahçesi
olmalıydı." O zalimler, "Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama
uymaktasınız!" dediler.
9. Senin
hakkında bak ne biçim temsiller getirdiler. Artık onlar sapmışlardır ve hiçbir
yol da bulamazlar.
10. Dilerse
sana bunlardan daha iyisini, içinden ırmaklar akan bahçeleri verecek ve sana
saraylar ihsan edecek olan Allah'ın şanı yücedir.
11. Onlar
üstelik kıyameti de yalan saydılar. Biz ise, kıyameti inkâr edenler için alevli
bir ateş hazırladık.
12. Cehennem
ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun müthiş kaynamasını ve
uğultusunu işitirler.
13. Elleri
boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta
yokoluvermeyi isterler.
14. Bugün
bir defa yok olmayı istemeyin; aksine birçok defalar yok olmayı isteyin!
15. De ki:
Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vâ'dedilen ebedîlik cenneti mi? Orası, onlar için bir mükâfat ve bir varış
yeridir.
16. Onlar
için orada ebedî olarak diledikleri her şey vardır. İşte, bu, Rabbinden istenen
bir vaaddir.
17. O gün
Rabbin onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki:
"Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan
çıktılar?"
18.
Onlar "Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize
asla yaraşmaz; fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki,
sonunda anmayı unuttular ve helaki hak eden bir kavim oldular " derler.
19. İşte o
ilâhlar, söylediklerinizde sizi yalancı çıkardılar. Artık ne azabınızı geri
çevirebilir, ne de bir yardım temin edebilirsiniz. İçinizden kim zulmederse,
ona büyük bir azap tattıracağız!
20. Senden
önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, hiç şüphesiz yemek yerler,
çarşılarda dolaşırlardı. Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan vesilesi
kıldık; bakalım sabredecek misiniz? Rabbin herşeyi hakkıyla görmektedir.
Bereketi çok oldu.
Hayrın çok olması mânâsına gelen kökündendir. Tazim, yüceltme ve büyük tanıma
mânâsına gelir. Şair şöyle der:
Sen yücesin. Senin engellediğin
bir şeyi verecek kimse yoktur. Ey Rabbim! Verdiğine de engel olacak kimse
yoktur.[4]
Nezir, yok olmaktan
sakındıran, uyaran.
Nüşûr, öldükten sonra
diriltmek.
Mukarranîn, zincirlere
vurulmuşlar. Amr b. Külsûm şöyle der:
Onlar, yağmaladıkları
mallar ve esirlerle döndüler. Biz ise, zincirlere vurulmuş krallarla döndük.[5]
Sübûr, helak ve yok olma demektir.
Bûr, helak mânâsına
gelen dan alınmış olup "helak olan" demektir. Ebu Ubeyde şöyle der:
"Helak olmuş kişiye helak olmuş kişilere de denir. Bevâr, helak demektir.[6]
1. Hakkı
bâtıldan ayıran Kur'ân-ı Kerîm'i, kulu Muhammed'e indiren Allah'ın hayrı çok,
yüce ve büyüktür. Muhammed, bütün mahlukata gönderilmiş bir peygamberdir.
Allah'ın azabından onları sakmdırıcı olsun diye ona Kur'ân'ı indirdi. [7]
2. Yüce
Allah, göklerde ve yerde ne varsa, hepsinin sahibidir. Hepsi onun yaratığı,
mülkü ve kuludur. Yahudi ve hristi yani arın iddia ettiği gibi, onun hergangi
bir çocuğu yoktur. Puta tapanların dediği gibi, onunla birlikte herhangi bir ilâh
da yoktur. Her şeyi kudretiyle sağlam ve muhkem bir şekilde vücûda getirdi.
İbnu Cûzeyy şöyle der: "Yaratmak,
yoktan meydana getirmekten ibarettir. Takdir ise, sağlam yapmak ve her
yaratığa, miktarını, yaratılışım, zamanını, yerini, ihtiyacını, ecelini ve
onunla ilgili diğer şeyleri tahsis etmekten ibarettir.[8] Râzî şöyle der: Yüce Allah kendisini dört
tür büyüklük sıfatı ile niteledi: Birincisi: O, göklerin ve yerin sahibidir.
Bu sıfat, O'nun varlığına bir nevi dikkat çekmedir. İkincisi: O, sonsuza kadar
ma'bûddur. Üçüncüsü, Tek ilâhtır. Dördüncüsü: Bütün eşyayı hikmetle ve
tedbîrle yaratandır.[9]
3. Müşrikler
Allah'ı bırakıp putlara taptılar, Onlar asla bir şey yaratamazlar. Aksine
kendileri yontularak ve şekillendirilerek yapılmışlardır. O halde, Allah'la birlikte nasıl ilâh
olurlar? Kendilerinden ne bir zarar savabilirler, ne de kendilerine bir fayda
sağlayabilirler. Onlar ne bir kimseyi öldürebilirler, ne hayat verebilirler, ne
de ölülerden birini diriltebilirler.
Zemahşerî şöyle der: "Yani onlar, herhangi bir şeyi yaratamayan ilâhlara
ibadet etmeyi, Allah'a ibadet etmeye tercih ittiler. Putlar kulların yapabildiği zararı savmak ve yarar sağlamaktan âciz olunca Allah'tan başka
hiç kimsenin gücü yetmediği öldürmeyi, hayat vermeyi ve öldükten sonra
diriltmeyi hiç yapamazlar." [10]
4. Kureyş
kâfirleri dediler ki: "Bu Kur'an, Muhammed'in kendinden uydurduğu yalandan
başka bir şey değildir. Bu uydurmada Ehl-i kitap'tan bir grup da ona yardım
etmiştir. Böyle diyenler şüphesiz zulm ve iftira etmişlerdir. Çünkü onlar bir
Arabın, fasâhatıyle bütün Arap edebiyatçılarını âciz bırakan Arapça bir kelâmı,
Arap olmayan birinden aldığını söylemişlerdir. Onların bu husustaki sözleri sırf yalan ve iftiradan ibarettir. [11]
5. Yine
Kur'an hakkında, "o, geçmiş milletlerin hurafeleri olup Muhammed, onun
kenidisi için yazılmasını emretmiştir, O hurafeler, sabah-akşam ona okunuyor
ki, onları ezberlesin. İbn Abbas şöyle der: Bunu söyleyen Nadr b. Haris ve ona
uyanlardır. İftira, en kötü yalandır.[12]
6. Bu âyet,
onların iddialarını reddeder. Yani, Ey Peygamber! Onlara de ki: Bu Kur'an'ı,
göklerde ve yerlerde hiçbir şey kendisine gizli kalmayan, herşeye gücü yeten ve
herşeyi pek iyi bilen Allah indirdi. Şüphesiz Yüce Allah, sizi cezalandırmada
acele etmedi, aksine acıdığı için size
mühlet verdi. Çünkü O'nun mağfireti geniştir, kullarına merhametlidir. [13]
7. Müşrikler
dediler ki: "Peygamberlik iddiasında bulunan bu adam, niçin bizim
yediğimiz gibi yiyor, niçin bizim gibi geçimini temin için pazarlarda
dolaşıyor? Şüphesiz o ne bir melek, ne de bir meliktir. Çünkü melekler yemez,
melikler ise pazarlarda dolaşmazlar." Muhammed'in (s.a.v.)
peygamberliğini inkâr etmelerine rağmen, "niçin bu peygamber..."
demeleri alay ve istihza ifade eder. Allah, onun iddia ettiği şeylerin
doğruluğuna şahitlik edecek bir meleği onunla birlikte göndermeli değil miydi? [14]
8. Yahut
kendisine gökten bir hazine gelmeli değil mi
bir hazine gelmeli değil miydi? Ondan yararlanır ve geçim derdine
düşmezdi, Yahut, meyvelerinden yiyeceği bir bahçesi olmalıydı. Kâfirler
dediler ki: "Ey müminler! Siz, büyülenmiş ve aklını kaybetmiş ve bu yüzden
peygamber olduğunu iddia eden bir insandan başkasına uymuyorsunuz. [15]
9. Ey
Peygamber! Bak ki, nasıl, senin hakkında o garip sözleri söylüyorlar. O sözler,
garipliklerinden dolayı, darb-1 mesel olarak kullanılırlar. O garip hal ve
sıfatlan nasıl uydurdular da, doğru yoldan saptılar! Seni yalanlamak ve
peygamberliğini inkâr etmek suretiyle haktan saptıktan sonra, artık ona yol
bulamazlar. Rasulullah (s.a.v.) için 5 sıfat saydılar ve bu sıfatların
peygamberlikle bağdaşmadığını iddia ettiler. Kendi iddialarınca peygamberin
diğerlerinden üstünlüğü maddî şeylerle olmaktadır. Bu ise, cehalet ve
beyinsiz-, ligin son derecesidir. Allah, şu iki şeyle onların iddialarını
reddetti. Birincisi, onların çelişkilerinden dolayı Peygamber'in (s.a.v.)
hayrete düştüğünü ifade etmek. Çünkü onlar bazen onun bir şair olduğunu, bazen
sihirbaz olduğunu, bazen de bir deli
olduğu söylüyorlardı. Bunu o
kadar ileri götürdüler ki, neticede bu garip sözler ve enteresan şeyler, darb-ı
mesel haline geldi. İkincisi, Eğer isteseydi Yüce Allah, Peygamberine,
(s.a.v.) elbette, onların teklif ettiklerinden daha iyi ve tasavvur
ettiklerinden daha üstününü verirdi. Nitekim, şu âyetten maksat da budur: [16]
10. Allah,
ulu ve yücedir. O eğer isteseydi onların anlattıkları dünya nimetlerinden daha
hayırlılarını sana verirdi, Dikseydi elbette sana onların dediği gibi bir tek
bahçe değil, içinde ırmaklar akan bir çok bağ ve bahçeler verirdi. Bu bahçelerle
birlikte, sana krallarmkine benzer sağlam ve yüksek saraylar da verirdi. Dahhâk
şöyle der: "Müşrikler, Rasulullah (s.a.v.)'ı fakirliğinden dolayı
ayıplayınca Rasulullah (s.a.v.) üzüldü. Bunun üzerine onu teselli etmek üzere
Cebrail (a.s.) indi. Konuşurlarken gökten bir kapı açıldı. Cebrail (a.s.) dedi
ki: "Ey Peygamber! Sana müjdeler olsun. Bu cennet bekçisi Rıdvan'dır. Sana
Rabbinin rızasını getirdi: Rıdvan. RasuIluMah'ı selamlayarak şöyle
dedi:"Rabbin seni, hükümdar bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak
arasında serbesi bıraku" Meleğin
elinde parlak, nurdan bir çanta vardı. Daha sonra dedi ki:" İşte bunlar,
yeryüzü hazinelerinin anahtarlarıdır. Rasulullah (s.a.v.) danışır bir vaziyette
Cebrail'e baktı. Cebrail eliyle, tevazu
göstermesini işaret etti.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) da; "Ben, kul bir
peygamber olmayı tercih ederim"dedi. Bu olaydan sonra Rasulullah (s.a.v.)
vefat edip dünyadan ayrılıncaya kadar yaslanarak bir şey yemedi.!"[17]
11. Bilakis
onlar kıyameti yalanladılar. Biz de ahireti yalanlayanlar için alevi şiddetli
ateş hazırladık. Taberî şöyle der: "Yani, o müşrikler, Allah'ı ve senin
onlara getirdiğin gerçeği, sen yemek yediğin ve çarşı pazarda dolaştığın için
yalanlayıp inkâr etmediler.
Bilakis onlar kıyameti yalanladıkları, ahiret hayatına inanmadıkları için
inkâr ettiler. Biz de, öldükten sonra dirilmeyi yalanlayanlar için üzerlerinde
tutuşturulup yanacak olan bir ateş hazırladık."[18]
12.
Cehennem, o müşrikleri 500 yıllık, uzak bir mesafeden gördüğünde, onun alevi ve
kaynamasının sesini işitirler. Bu halde cehennem, öfkesinden kalbi galeyana
gelen öfkeli kimseye benzer. Aynı zamanda ondan eşşek sesine benzet bir ses
işitirler. İbn Abbas şöyle der: "Adam cehenneme doğru sürüklenir. Cehennem
ona doğru, katırın arpayı gördüğünde çıkardığı ses gibi sesler çıkarır. Bunu duyan
herkes korkar."[19] "Görme"nin, "uzak bir
yerden" kaydıyle kayıtlanması, cehennemin durumunun aşırı derecede
korkunçluğunu gösterir. [20]
13. O
müşrikler cehennemde dar bir yere, elleri zincirlerle boyunlarına bağlanmış
olarak atıldıklarında orada kendilerinin yok olmalarım isteyerek: "Ey
ölüm! Nerdesin?" derler. Ölümden daha şiddetli olan şeyden kurtulmak için,
yok olmayı isteyen kimsenin seslenişi gibi seslenirler. Nitekim şöyle denilir:
Varlığvyle ölümü temennî ettiren şey, ölümden daha şiddetlidir, fbn Abbas şöyle
der: "Cehennem onları, mızrağın dipçiğinin mızrağı sıktığı gibi sıkar.'[21]
14. Onlara
şöyle denir: "Bugün helak olmanızı bir kere değil, defalarca isteyin. Zira
içinde bulunduğunuz korkunç azap, her zaman ve her an tekrar tekrar istemenizi
gerektirir." Bu âyet onların, dualarının kabul edilmesi ve azaplarının
hafifletilmesi ümitlerini yok eder. [22]
15. Ey
Peygamber! Alay ve azarlama yoluyla onlara de ki: "Şimdi bu alevli
cehennem mi, yoksa takva sahiplerine va'dolunan ebedîlik cenneti mi daha
iyi?" İbn Kesîr şöyle der: "Yüce Allah buyuruyor ki: Ey Peygamber!
İşte müşriklerin hali budur. Biz onu sana anlattık. Cehennem onları ekşi bir
yüz, kin ve eşşek sesi gisi bir sesle karşılayacak. Hareket edemiyecekleri ve
içinde bulundukları halden kurtu-lamıyacakları bir şekilde, elleri boyunlarına
bağlı olarak cehennemin dar yerlerine atılırlar. İşte bu hal mi daha iyidir,
yoksa, Allah'ın, takva sahibi kullarına va'dettiği ebedîlik cenneti mi?[23] Fahreddin Râzî şöyle der: "Eğer
denilirse ki, "Azap mı daha hayırlı, yoksa ebedîlik cenneti mi? diye nasıl
sorulur? Akıllı bir kimsenin, "şeker mi daha tatli.yoksa[24]
sabir otumu? diye sorması nasıl caiz olur? Deriz ki: "Bu, azarlama yerinde
güzel olur. Bu şuna benzer efendi
kölesine mal verdiğinde kölesi inat eder, kibirlenir de almazsa, efendisi de
onu canını yakacak bir şekilde döverek kınama yoluyla şöyle der: Bu mu daha
hayırlı yoksa o mu?[25] Bu cennet mü'minler için yaptıklarına bir
karşılık ve dönüş yeri olmuştur. [26]
16. Cennette
onlar için diledikleri nimetler vardır. Orada ebedî kalacaklardır, onlar için
ne bir zeval vardır, ne de bir sona erme. Bu mükâfat, Yüce Allah'ın üzerine
aldığı, â'didi Çükü elde etmek için sona erme istenmeye ve talep edilmeye layık bir
vâ'didir. Çünkü bu, elde etmek için, rakiplerin birbirleriyle yarıştığı şeylerdendir. Bu,
yerine getirilmesi gerekli bir vaaddir. [27]
17. O
korkunç kıyamet gününü hatırla. O gün Allah, kâfirleri, putları ve Allah'tan
başka, melekler ve İsa (a.s.) gibi, kendilerine tapılan her şeyi toplar. Mücâhid:
"Bunlardan maksat İsa,Üzeyr ve meleklerdir (a.s.)" der. Yüce Allah,
tapanları azarlamak için, kendilerine tapılanlara şöyle der:
"Bunları,.kendinize tapmaya siz mi çağırdınız? Yoksa onlar mı yoldan çıkıp
da kendiliklerinden size taptılar?" [28]
18. Kendilerine
tapılanlar, bu söze hayret ederek şöyle derler: "Ey Allah, Sen! benzeri
olmaktan uzaksın. Ne bize, ne de başka herhangi bir yaratığa, senden başkasına
ibadet etmek yakışmaz. Başkasının sana ortak koşması da yakışmaz. Fakat sen hem
onlara hem babalarına çok çok nimet verdin. Onların bu nimetlere şükretmeleri
ve peygamberlerin getirdiklerine iman etmeleri gerekirken, bu nimet, seni
anmaktan ve şükretmekten yüzçevirmelerine sebep oldu."Yok olmuş bir kavim
haline geldiler. Yüce Allah, kâfirleri kınamak için şöyle buyurdu: [29]
19. Bu
ma'bûdlar sizin, "Onlar ilâhlardır" şeklindeki sözlerinizde sizi
yalanladılar. Ey kâfirler! Ne kendinizden azabı savabilir, ne de bu belâya karşı
bir yardım bulabilirsiniz, Sizden kim Allah'a ortak koşar da kendine zulmederse,
âhirette ona şiddetli bir azap tattırırız. [30]
20. Ey Peygamber!
Senden önce kimi peygamber gönderdiysek, onların hepsi yerler, içerler, kazanç
ve ticaret için çarşı ve pazarda dolaşırlardı. Bu, senden önceki peygamberlerin sünnetidir. Öyleyse, senin
böyle yapmanı niçin yadırgıyorlar? Bu âyet müşriklerin "Bu peygambere ne
oluyor da, yemek yiyor?"[31]
sözlerinin cevabıdır, İnsanları birbirlerine belâ ve imtihan sebebi kıldık.
Allah zengini fakirle, şerefliyi âdi kişiyle sıhhatliyi hasta ile imtihan etti
ki, sabrınızı ve imanınızı denesin: Şükür mü ediyorsunuz, yoksa nankörlük mü?
Hasan Basrî şöyle der: Kör der ki: Allah dileseydi, bana falan kimse gibi göz
verirdi. Fakir de der kr Allah dileseydi, beni falan kimse gibi zengin ederdi.
Hasta da:tAIlah dileseydi, beni falan kimse gibi sağlıklı kılardı, der.[32] Rabbin
sabredeni veya sabırsızlık edeni ve şükredeni veya nankörlük edeni çok iyi bilir. [33]
Bu mübarek âyetler
birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda özetliyoruz:
1. "Kuluna..."
izafeti ona şeref kazandırmak içindir. Şereflendirmek ve değer vermek için,
onu ismiyle anmadı.
2. "Âlemlere
bir uyarıcı olsun diye" cümlesinde, iki vasıftan birisiyle yetinilmiştir.
"Müjdeleyici ve uyarıcı olsun" demektir. Kâfirlerin durumuna uygun
düştüğü için, uyarıcılık vasfıyle yetinildi.
3. "Yaratırlar"
ile "yaratılırlar" arasında nakıs cinas vardır. Harekeleri farklı
olduğu için buna nakıs ismi verilmiştir.
4. "Bir
zarar" ile "bir fayda" ve "ölüm" ile "hayat"
arasında tıbâk sanatı vardır.
5. "Bu
Peygambere ne oluyor da yemek yiyor? Bu soru, alay ve küçümseme ifade eder.
6. "Onun
öfkesini ve sesini işitirler" cümlesinde istiâre-i temsîliyye vardır. Onun
kaynamasının sesi, Öfkeli kimsenin sesine ve İçinden duyulan bir sese
benzetilmiştir. Bu, ateşin parlaması ve alev alev yanmasını, Öfkeli ve kızgın
kimsenin durumuna göre anlatan bir temsildir.
7.
"Gönderdik" ile "gönderilenler" arasında cinâs-ı iştikak
vardır.
8.
"Sabrediyorsunuz" ile "görücü" arasında cinâs-ı nakıs
vardır. Çünkü, bazı harfler öne alınmış, bazıları sona bırakılmıştır. [34]
"Allah'ın şanı
yücedir. O dilerse sana bunlardan daha iyisini verir" mealindeki âyetle
Yüce Allah işaret etti ki o, kullara ihtiyaçlarına göre verir. Birine bilgi ve
ilim kapılarını açar ve ona dünyalık kapılarını kapatır. Bir diğerine de rızık
kapılarını açar fakat onu anlayış ve ilim zevkinden mahrum eder. Ona itiraz
edilmez. Çünkü o dilediğini yapandır. [35]
21. Bize
kavuşmayı ummayanlar, "Bize ya melekler indirimeliydi ya da Rabbimizi
görmeliydik?" dediler. Andolsun ki onlar kedileri hakkında kibire kapılmışlar
ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.
22.
Melekleri görecekleri gün;
günahkârlara o gün hiçbir sevinç haberi yoktur ve " Size, sevinmek
yasaktır, yasak!" diyeceklerdir.
23. Onların
yaptıkları her bir işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline getiririz.
24. O gün
cennetliklerin kalacakları yer daha huzurlu ve dinlenecekleri yer daha
güzeldir.
25. O gün
gökyüzü bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.
26. İşte o
gün, gerçek mülk Rahman olan Allah'ındır. Kâfirler için de, pek çetin bir
gündür o.
27. O gün,
zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: "Keşke o peygamberin yanında yol
tutsaydım!
28. "Yazık
bana! Keşke falancayı dost edinmeyeydim!"
29. Çünkü
zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı
yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.
30. Peygamber
dedi ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur'an'ı terkedilmiş bir şey yerine koydular.
31. İşte biz
böylece her peygamber için suçlulardan bir düşman peyda ettik. Hidâyet verici
ve yardımcı olarak Rabbin yeter.
32. İnkâr
edenler "Kur'an O'na topluca indirilmeli değil miydi?" dediler. Biz
onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu tane tane okuduk.
33. Onların
sana getirdikleri hiçbir misal yoktur ki, sana doğrusunu ve daha açığını
getirmeyelim.
34. Yüzü
koyun cehenneme toplanacak olanlar; işte onlar, yerleri en kötü, yollan en
sapık olanlardır.
35. Andolsun
biz Musa'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Harun'u da ona yardımcı yaptık.
36.
"Âyetlerimizi yalanlayan kavme gidin." dedik. Sonunda, onları yerle
bir ediverdik.
37. Nûh
kavmine gelince, peygamberleri yalancılıkla itham ettiklerinde onları, suda
boğduk ve kendilerini insanlar
için bir ibret yaptık. Biz zâlimler için acıklı bir azap hazırladık.
38. Âd'ı, Semûd'u, Ress halkını ve bunlar arasında
daha birçok nesilleri de helak ettik.
39. Onların
her birine misaller getirdik; hepsini kırdık geçirdik.
40. Andolsun
bu putperestler belâ ve felâket yağmuruna tutulmuş olan o beldeye
uğramışlardır. Peki onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar öldükten sonra dirilmeyi
ummamaktadırlar.
Yüce Allah önceki
âyetlerde müşriklerin Resûhıllah (s.a.v.)'in peygamberliğini inkârlarını ve
Kur'an'ı yalanlamalarını anlattıktan sonra ardından diğer bazı suçlarını
anlattı. Sonra da Rasulullah (s.a.v.)'ı teselli için bazı peygamberlerin
kıssalarım ve onları yalanlayan kavimlerinin başlarına gelenleri anlattı. [36]
Hıcr, haram demektir.
Bir kimse bir şeyi yasakladığında denir ki, hıcr kelimesi bundan alınmıştır.
Şair şöyle der:
Bilin ki, artık Esma
bana haram kılınan birisi oldu. Heba, toz. Ebu Ubeyde şöyle der: "Heba,
toz gibi bir şeydir.
Duvardaki delikten
doğru, güneş ışığıyle birlikte girer." Mensur, dağınık.
Makîl, öğleyin
istirahat zamanı. Kaylûle, öğleyin sıcak şiddetlendiğinde yapılan istirahat.
Yok ettik. Yok etmek
ve kırmak demektir. Zeccâc şöyle der: "Kırdığın ve parçaladığın her şeyi
yok etmiş olursun." [37]
Rivayete göre, Ubeyy
b. Halefin arkadaşı olan Ukbe b. Ebî Muayt bir ziyafet hazırlayıp Kureyşlileri
ve Rasulullah (s.a.v.)'ı davet etti. Yemek getirilince Rasulullah (s.a.v.):
"Sen, benim Allah'ın elçisi olduğuma şehadet getirinceye kadar yemeğini
yemem" dedi. Bunun üzerine Ukbe şehadet getirdi. Rasulullah (s.a.v.)'da
onun yemeğini yedi. Ubeyy b. Halef bunu duyunca, arkadaşı Ukbe'ye:
"Dinden çıktm" dedi. O da: "Hayır çıkmadım. Fakat evime büyük
bir adam geldi ve kendisinin peygamberliğine şehadet getirmedikçe yemeğimden
yemedi" dedi. Bunun üzerine Übeyy ona şöyle dedi: "Muhammed'i görür
de yüzüne tükürmez, boynunu çiğnemez ve şöyle şöyle demezsen, senin yüzün bana
haram olsun." Allah'ın düşmanı, dostunun kendisine emrettiğini yaptı. Bunun
üzerine Yüce Allah: O gün zâlim ellerini ısırır" âyetini indirdi."[38]
21. Allah'a
ulaşacaklarına inanmayan ve öldükten sonra dirilmeyi ve haşir neşri
yalanladıkları için Allah'ın kendilerine vereceği cezadan korkmayan müşrikler
dediler ki: "Bize melekler gelip de Muhammed'in doğruluğunu bildirmeli
değil miydi? Ya da, biz açıkça Allah'ı görmeli ve O bize, senin kendisinin
elçisi olduğunu bildirmeli değil miydi?" Ebu Hayyan şöyle der:
"Bunların hepsi, zorluk çıkarmak içindir. Yoksa kendilerine İslam nasip
olsaydı, Resûlullah (s.a.v.)'in getirdiği mucizeler yeterli idi.[39] Böyle
büyük şeyleri ağızlarına almaları ve uygunsuz şeyler istemeleri sebebiyle kendi
durumları hakkında kibirlilik gösterdiler. Zulüm ve taşkınlıkta haddi aştılar.
Nihayet son derece kibirlilik ve taşkınlık gösterdiler. [40]
22. Müşrikler
ölmek üzere iken melekler
onların ruhlarını almak için indiklerinde, melekleri gördükleri gün, işte o
gün, suçluları sevindirecek herhangi bir müjde yoktur. Bilakis onlar için ziyan
ve hüsran vardır. Melekler onlara der ki: "Cennet, müjde ve bağışlanma
size kesinlikle haram kılınmıştır." İbn Kesîr söyle der: "Bu olay,
müşrikler ölmek üzere iken, meleklerin kendilerini cehennemle müjdeledikleri
zaman gerçekleşir. Kâfirin ruhu çıkarken melekler ona şöyle der: "Ey pis
bedendeki habis ruh! Çık. Delikçiklere işleyen bir ateş ve kaynar su içine ve
karadumandan bir gölge altına girmek üzere çık" Ruh çıkmak istemez ve
bedene dağılır. Sonra melekler kâfiri demir kamçılarla döverler. Mü'minler bunun
aksine, ölümleri sırasında onlara iyilikler ve sevindirecek şeyler
müjdelenir." Melekler onlara iner: "Korkmayın, üzülmeyin. Size
va'dedilen cennetle sevinin" derler."[41]
23. Kâfirlerin,
fakirleri doyurmak ve sıla-ı rahim yapmak gibi, iyilik olduğuna inandıkları ve
kendilerini Allah'a yaklaştıracağını sandıkları amellerinin üzerine vardık da,
onları havada dağılmış toz duman haline getirdik. Çünkü o amellerin ne bir
esası vardır, ne de bir imana dayanmaktadır. Taberi şöyle der: "O amelleri
boşa çıkardık. Çünkü müşrikler onları Allah için değil, sadece şeytan için
yapmışlardı. Heba, güneş pencereden girdiğinde, onun şuaları arasında toz
halinde görünen şeydir. Mensur, dağınık demektir.[42] Kurtubî de şöyle der: "Yüce Allah,
inkârları sebebiyle onların amellerini boşa çıkarmış, neticede amelleri dağınık
toz haline gelmiştir."[43]
24. "Yüce
Allah önceki âyetlerde kâfirlerin durumunu ve onların tam bir hüsran ve ziyanda
olduklarını anlattıktan sonra, burada da bütün mutluluğun Allah'a itaatte
olduğuna dikkat çekmek için cennet ehlinin niteliklerini ve onların son derece
sevinç ve mutluluk içinde olduklarım anlattı. Yani, kıyamet günü cennet ehlinin
yerleşecekleri yerler, konak ve barınakları kâfirlerinkinden iyidir.[44]
Mü'minlerin, kaylûle vaktinde dinlenip safa sürecekleri yer, onlarmkinden daha
güzeldir. Kaylûle, gün ortasında istirahat etmek demektir. Mü'minler âhirette,
Firdevs cennetlerinde ve ebedî nimetler içinde bulunacaklar, kâfirler ise
cehennemin alt tabakalarında olacaklardır. İbn Mes'ûd şöyle der: "Kıyamet
günü günün yarısı olunca cennet ehli cennette, cehennem ehli de cehennemde de
kaylüle yapar. [45]
25. O
korkunç günü hatırla. O gün gökler parçalanır, havayı karartıp onu zifiri
karanlık haline getiren, yoğunluğu ve şiddetli karanlığı dolayısıyle, görülmesi
kalplere keder dolduran bulutlar sebebiyle yarılır. Melekler indirilir ve
mahşerde bütün mahlukatı kuşatırlar. [46]
26. O gün
mülk, tek olan ve her şeye galip gelen Allah'ındır. O öyle bir Allah'tır ki,
krallar O'na boyun eğer, yüzler O'na boyun eğer, zorbalar O'nun önünde eğilir.
O gün, O'ndan başka mülk sahibi yoktur. "Bugün mülk kimindir? O, Tek ve
Kahhâr olan Allah'ındır"[47] O gün, kâfirler için çok zor bir gündür. Ebu
Hayyan şöyle der: Buradaki kâfirler
için ifadesi, o günün mü'minler için kolaylaştırılacağını gösterir. Hadiste
şöyle buyrulmuşlur: "O gün mü'mine o derece kolay olur ki, ona dünyada
kıldığı bir farz namazdan hafif gelir."[48]
27. Hatırla
ki. o gün Allah'a kullukta kusur ettiğinden dolayı kendine zulmetmiş olan
pişman olur ve nedamet duyar. "Ellerini ısırmak" pişmanlık ve
nedametten kinayedir. Zâlim'den maksat ise, nüzul sebebinde anlatıldığı gibi
Ukbe b. Muayt'tır. Bununla birlikte âyet, bütün zâlimleri kapsar. İbn Kesîr
şöyle der: "Yüce Allah, Peygamberin yolundan ayrılıp başka yola giren
zâlimin pişmanlığını haber veriyor. Kıyamet günü geldiğinde, pişmanlığın
kendisine fayda vermeyeceği bir zamanda pişman olacağını, pişmanlık ve
üzüntüden ellerini ısıracağını bildiriyor. Âyetin inişi ister Ukbe b. Muayt,
ister diğer bedbahtlar hakkında olsun, âyet bütün zalimleri kapsar."[49]
Zâlim der ki: "Keşke ben o Peygambere uysaydım ve onunla birlikte, beni
azaptan kurtaracak hidâyet yoluna girseydim. [50]
28. Vah
bana, mahvoldum.! Keşke falanı arkadaş ve dost edinmeseydim. Âyette geçen lafzı, kendisini saptıran şahıstan kinayedir
ki o da Übeyy b. Haleftir. Kurtubî şöyle der: "Yüce Allah onun adım
açıklamayrp kendisinden kinaye yoluyla bahsetti ki, onun gibi yapan herkesi
kapsasın."[51]
29.
Şüphesiz, ben doğru yolu bulup iman ettikten sonra o beni hidâyet ve imandan
saptırmıştır. Şeytan insanı aldatıp
saptırır. Sonra da belâ anında ondan uzaklaşır; onu ne kurtarır, ne de yardımcı
olur. [52]
30.
Müşrikler Kur'an'a karşı saldırılarını çoğaltınca Peygamber (s.a.v)'m canı
sıkıldı ve onları Allah'a şikâyet etti. Yani, Resûlullah (s.a.v.) dedi ki:
"Ey Rabbim! Kureyş Kur'an'a inanmayıp yalanladı ve onu terkedilmiş olarak
arkalarına attı, onu dinlemekten yüzçevirdi." Tefsirciler şöyle der:
"Bu sözü nakilden maksat, müşriklerin söylediklerini haber vermek
değildir. Bilakis maksat, Peygamberin (s.a.v.) şikâyetinin büyüklüğü ve kavmini
korkutmasıdır. Çünkü peygamberler Allah'a sığınıp kavimlerinden şikâyet
ettiklerinde, mühlet verilmeksizin onların başına azap gelmiştir."[53]
31. Senin
kavminin müşriklerinden sana karşı düşmanlar çıkardığımız gibi, her peygamberin
kavminin kâfirlerinden kendisine
karşı düşmanlar çıkardık. Bundan
maksat, Rasûlullah (s.a.v.)'ın
diğer peygamberlere uyması suretiyle teselli edilmesidir. Ey Peygamber! Doğru
yola iletici ve düşmanlarına karşı yardımcı olarak Rabbin sana yeter. Sen,
düşmanlık edenlere aldırış etme. [54]
32. Mekke
kâfirleri dediler ki: "Tevrat ve İncil'in indiği gibi, bu Kur'ân da
Muhammed'e bir defa da inseydi ya." Yüce Allah, onların bu boş
şüphelerine cevap vererek şöyle buyurdu: O Kur'an'ı böyle parça parça indirdik
ki, onu yüklenmek, ezberlemek ve içindekilerin îcabını yerine getirmek için
kalbini kuvvetlendirelim. Bunu çok güzel bir şekilde genişçe açıkladık.
Katâde de "ifadesini"onu açıkladık." şeklinde izah etmektedir.
Fahreddin Râzî şöyle der:
"Sözde tertîl, onun yavaş yavaş birbirinin ardından gelmesi demektir.
Aslında tertîl, dişlerin seyrek olması manasadır."[55] Taberî şöyle der: Kıraatta tertîl, ağır ağır okumaktır. Kişi:
"Onu sana yavaş yavaş öğrettim ki, ezberleyesin" der.[56]
33. O
kâfirler seni veya Kur'an'ı kötülemek için hangi delil ve şüpheyi getirseler.
Ey Muhammedi Biz- ona karşı sana apaçık hakkı ve her tarafa yayılan nuru
getiririz ki onunla onların batılını yok edelim. Sana en güzel beyan ve izahı
getiririz. Bundan sonra Yüce Allah, Kur'an'ı yalanlayan o müşriklerin durumunu
anlatarak şöyle buyurdu: [57]
34. Onlar
öyle kimselerdir ki, cehenneme yüzleri üzerine çekilerek götürülürler. Onların
konağı ve varacakları yer en kötü yerdir.
Onların tuttukları yol ve mezhep en hatalı yoldur. Hadiste şöyle gelmiştir:
Denildi ki, Ey Allah'ın elçisi! Kâfir, kıyamet günü nasıl yüzüstü haşr olunur?
Rasulullah (s.a.v.) şöyle cevap verdi: Onu iki ayağı üzerine yürütebiîen
kimse, kıyamet günü yüzüstü yürütmeye de kadirdir.[58] Bundan
sonra Yüce Allah Rasulullah (s.a.v.)'ı teselli etmek ve yalanlayanları
korkutmak için peygamberlerin kıssalarım anlatarak şöyle buyurdu: [59]
35. Allah'a
andolsun ki, Musa'ya da Tevrat'ı vermiştik. Kardeşi Harun ile de ona yardım
ettik. Hârûn'u ona yardım edecek ve destekleyecek bir vezir yaptık. [60]
36. İkiniz
de Firavun ve kavmine apaçık âyetler ve parlak mucizelerle gidin, dedik. Ve peygamberlerimizi
yalanladıkları için onları şiddetli bir şekilde yok ettik. [61]
37. Nuh
kavmini de, peygamberleri Nuh'u yalanlayınca, Tufan ile boğduk. Onları, ders
alacaklar için bir ibret kıldık. Ebussuûd şöyle der: "Nuh'un (a.s.) kavmi,
sadece Nuh (a.s)'ı yalanlamalarına rağmen, burada çoğul olan "peygamberler"
denmiştir. Çünkü peygamberler Allah'ın birliği ve İslam üzerinde ittifak ettikleri
için, Nuh'u yalanlamak bütün peygamberleri yalanlamak demektir."[62] Ve
onlar için dünyada başlarına gelenlerin dışında, ahirette de elem verici
şiddetli bir azap hazırladık. [63]
38. Ad,
Semûd kavimleriyle Kuyu (Ress) halkını
da helak ettik. Kuyu, onlarla birlikte yıkılarak yok olup gitti.
Beyzâvî şöyle der: Kuyu halkı putlara tapan bir kavim idi. Yüce Allah onlara
Şuayb (a.s.)'ı peygamber olarak gönderdi. Fakat onlar Şuayb (a.s.)'ı yalanladılar.
Onlar örülmemiş kuyunun etrafında bulurlarken kuyu çöktü ve kendisiyle birlikte
onları da yurtlarını da yere batırdı.[64] O
yalanlayanlar arasında, sayılarını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği birçok
milleti ve halkı yok ettik. [65]
39. Onların
hepsine delilleri açıklayarak kendilerini uyardık ve başlarına gelecek
musibetlerden mâzûr olduğumuzu bildirdik. Ve onlara nasihatlar fayda vermeyince
hepsini tamamen yok ettik. [66]
40. Şüphesiz
Kureyş kabilesi Şam'a yaptıkları ticaretlerinde gökten yağan taşlarla helak
edilen bu ülkeye defalarca uğramıştır. Burası Lût kavmi şehirlerinin en büyüğü
olan Sedûm şehridir, Onlar
yolculuklarında burayı görüp de, peygamberlerini yalanlamaları ve Allah'ın
emrine karşı çıkmalarından dolayı o şehir halkının başlarına gelen azap ve
cezadan ibret almadılar mı? Bu âyet Kureyşlileri, öğüt ve ibret almamalarından
dolayı kınamaktadır. Ibn Abbas şöyle der: "Kureyşliler Şam'a yaptıkları
ticaretlerinde Lût kavmi'nin şehirlerinden geçerlerdi. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Siz gece gündüz onların yanlarından geçip
gidiyorsunuz"[67]
Fakat onlar ibret almazlar. Çünkü, kıyamet günü tekrar dirileceklerini
ummazlar. [68]
Bu mübarek âyetler
birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda özetliyoruz:
1. "Bizce
melekler indirilmeli değil miydi?" cümlesi tereecî yani dilek ifade eder.
Çünkü terece? için kullanılan
manasınadır.
2. "haddi
aştılar" ve "kesinlikle
haramdır" terkiplerinde cinâs-ı iştikak vardır.
3. "O
gün suçlular için hiçbir müjde yoktur" cümlesi, müjde cinsinden hiçbir
şeyin verilmeyeceğini vurgulu bir şekilde ifade eder. Yani, o gün suçlulara
müjde verilmez. Vurgulu bir şekilde ifade etmek için fiil kipinden isim kipine
dönülmüştür.
4. "Onu
dağılmış toz haline getirdik" cümlesinde teşbîh-i belîğ vardır. Zira
buradan teşbih edatı ile vech-i şebeh kaldırılmış, böylece teşbîh-i belîğ
olmuştur. Yani onu değersizliği ve faydasızhğı hususunda, havada dağılmış toz
haline getirdik.
5. "Zâlim
ellerim ısırır" cümlesi pişmanlık ve hasretten güzel bir kinayedir. Aynı
şekilde lafzı da, onu saptıran dosttan kinayedir.
6. "Yeri
çok kötüdür" cümlesinde isnâd-ı mecazî vardır. Çünkü sapıklık mekana
nisbet olunmaz, ancak mekanın sahiplerine nisbet olunur. [69]
İbnu'l-Kayyim (r.a.)
şöyle der: "Kur'an'ı terketmek çeşitli şekillerde olur.
1. Dinlemeyi
ve ona iman etmeyi terketmek.
2. Okuyup
iman etse de, amel etmeyi terketmek.
3. Onu hakem
kılmayı ve hükmüne baş vurmayı terketmek.
4. Onu
düşünmeyi ve manasını anlamayı terketmek.
5. Kalplerin
bütün hastalıklarında onunla tedavi olmayı ve ondan şifa dilemeyi terketmek.
İşte bütün bunlar, şu âyetin manası içindedir. "Kavmim bu Kur'an'ı
terkedilmiş bıraktılar" Her ne kadar bu terketme şekillerinin biri
diğerinden daha az kötü ise de durum böyledir.
[70]
41. Seni
gördükleri zaman, "Bu mu Allah'ın peygamber olarak
günderdiği!" diyerek hep
seni alaya alıyorlar.
42.
"Şayet tanrılarımıza inanmakta sebat göstermeseydik, gerçekten bizi neredeyse
tanrılarımızdan saptıracaktı" diyorlar. Azabı gördükleri zaman,
asıl kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler!
43. Kötü
duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Sen mi ona koruyucu
olacaksın?
44. Yoksa
sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi
sanıyorsun? Gerçekten onlar hayvanlar gibidir, hattâ onlar daha da yoldan
sapmışlardır.
45.
Rabbinin gölgeyi nasıl
uzattağını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı.
Sonra biz güneşi, ona delil kıldık.
46. Sonra
onu yavaş yavaş kendimize çektik.
47. Sizin
için geceyi elbise, uykuyu istirahat kılan, gündüzü de dağılıp çalışma zamanı
yapan, O'dur.
48. 49.
Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O'dur. Biz, ölü toprağa
can vermek, yarattığımız nice hayvanları
ve nice insanları sulamak için
gökten tertemiz su indirdik.
50. Andolsun
bunu, insanların öğüt almaları için, aralarında çeşitli şekillerde
anlatmışızdır; ama insanların çoğu ille nankörlük edip diretmiştir.
51. Şayet
dileseydik, elbet her kasabaya bir uyarıcı gönderirdik.
52. O halde;
kâfirlere boyun eğme ve bu Kur'an'la onlara karşı olanca gücünle büyük bir
savaş ver!
53. Birinin
suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğeri-ninki tuzlu ve acı iki denizi
salıveren ve aralarına bir engel,
aşılmaz bir sınır koyan O'dur.
54. Sudan
bir insan yaratıp onu nesep ve sıhriyet akrabalıklarına dönüştüren O'dur.
Rabbinin her şeye gücü yeter.
55. Allah'ı
bırakıp kendilerine ne fayda ne de zarar verebilen şeylere kulluk ediyorlar.
İnkarcı da Rab-bine karşı (Şeytan'm) yardımcısıdır.
56. Biz seni
ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
57. De ki:
"Rabbine götüren bir yol tutmayı dileyen kimseler olmanız dışında sizden
herhangi bir ücret istemiyorum."
58. Ölümsüz
ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile teşbih et. Kullarının
günahlarını O'nun bilmesi yeter.
59. Gökleri, yeri ve
ikisinin arasmdakileri altı günde
yaratan, sonra Arş'a yerleşen O'dur. O Rah-mân'dır. Bunu bir bilene sor.
60. Onlara,
"Rahmân'a secde edin!" denildiği zaman, "Rahman da neymiş? Bize
emrettiğin şeye secde eder miyiz hiç!" derler ve bu emir, onların
uzaklaşmalarını arttırır.
Yüce Allah önceki
âyetlerde müşriklerin Kur'an ve Rasulullah (s.a.v.) hakkındaki şüphelerini
anlattı ve onlara kesin delil ve hüccetlerle cevap verdi: Burada da,
müşriklerin peygamberle alay edip onu eğlenceye almalarını anlattı. Müşrikler
Peygamberi (s.a.v.) yalanlamakla yetinmeyip fazla olarak onunla alay edip
hakaret ettiler. Bundan sonra da Yüce Allah, kendisinin birliğini ve kudretim
gösteren delilleri anlattı. [71]
Sübât, rahat demektir.
Uyku, bedenler İçin rahatlık olduğundan dolayı ona sübât denilmiştir.
kelimesinin asıl manası kesmektir. Yahudilerin cumartesi gününe sebl denilmesi
de bundandır. O gün iş yapmadıkları için böyle denilmiştir. Nüşûr, yayılma ve hareket demektir. Gündüz,
maişet aramak için yayılma sebebidir.
Enâsî, insan manasına
gelen çoğuludur. Çoğulu olan kalıbındadır. Ferrâ şöyle der: İnsî ve enâsi,
beşere verilen isimdir. Aslı, Daha sonra
çevrilerek olmuştur.
Şerbet bıraktı, salıverdi, karıştırdı. Bir
kimse bir şeyi karıştırdığında der. Karışık işe de denir.
Fürât; Çok tatlı.
Ücâc, çok acı.
Berzah, engel, perde. [72]
41. Ey
Peygamber! Müşrikler seni gördüklerinde, alay ve eğlence konusu etmekten başka
bir şey yapmazlar. Alay ve eğlence
ederek şöyle derler: Allah'ın bize peygamber olarak gönderdiği bu mu? [73]
42. Eğer biz
sebat edip ilahlarımıza ibadete
sarılmasaydık, nerdeyse bizi
ilahlarımıza ibadetten
çevirecekti. Yüce Allah onlara cevaben şöyle buyurdu: Ahirette azabı gördüklerinde, Muhammed'in mi
yoksa kendilerinin mi, hangisinin yolu daha yanlış ve hangisinin dini daha
sapık olduğunu anlayacaklardır. Bu, bir tehdit ve korkutmadır. [74]
43. Hevâ ve
hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü? Onun durumu nasıl olacak? Bu,
müşriklerin sapıklığının hayret verici olduğunu ifade eder. İbn Abbas şöyle
der: Müşriklerden herhangi biri taşa tapar, taptığı taştan daha güzelini
görünce onu atar, bunu alır ve ona tapardı. Onu heva ve hevesine uymaktan
koruyacak olan sen misin? Bu iş sana ait değildir. Ebu Hayyân şöyle der: Bu,
onların iman etmelerinden ümit kestirmek, Peygamberin (s.a.v.) onlara
üzülmemesi gerektiğine bir işaret ve inanmayanların, men flitlerini bilmeme
ve sonuçlar hakkında dar görüşlü olma
hususunda hayvanlar dbi olduklarını bildirmektir.[75]
44. Yoksa
sen o müşriklerin kendilerine söylediğin şeyleri kabul edici bir şekilde
dinleyeceklerini mi zannediyorsun? Veya senin onlara getireceğin, Allah'ın
birliğini gösteren kesin delilleri düşüneceklerini mi sanıyorsun da onların
durumuna üzülüyor ve iman etmelerini umuyorsun? Onlar sadece hayvanlar gibidir,
hattâ onların durumu salıverilmiş hayvanlardan daha çirkin ve akibetleri daha
kötüdür Çünkü hayvanlar otlaklarına yol bulurlar, sahiplerine boyun eğerler ve
kendilerine iyilik edeni tanırlar. Bu müşrikler ise Rablerine boyun eğmez ve
onun kendilerine yaptığı iyiliği tanımazlar. Bundan sonra Yüce Allah, birliğini
ve gücünün sonsuzluğunu gösteren çeşitli delilleri anlatarak şöyle buyurdu: [76]
45. Allah'ın
sanatının ve kudretinin eşsizliğine bakmadın mı? O, gündüz vaktinde insanlar,
güneşin yakıcı sıcağından eşyanın gölgesinde istirahat etsinler diye gölgeyi
nasıl yaydı ve uzattı. Gölge olmasa güneş insanı yakar yaşantısını bozardı.Eğer
Yüce Allah dileseydi, gölgevi, bulunduğu yerden ayrılmayacak ve değişmeyecek
şekilde bir yerde sabit ve devamlı kılardı. Fakat o, kudretiyle gölgeyi bir
yerden başka bir yere nakleder ve bir yönden başka bir yöne çevirir. Bazan
gölge doğu tarafında, bazan batı tarafında, bazan da Önde veya arkada olur.
Sonra güneşin doğusunu, gölgenin varlığına bir delil kıldık. Eğer onun ışınlan
eşya üzerine düşme-seydi, gölgenin varlığı elbette bilinmez ve kullar bu yüce
nimetin eserlerini göremezdi. Eşya ancak zıtlarıyle bilinir. Karanlık
olmasaydı aydınlık, güneş olmasaydı gölge bilinmezdi. "Eşya, zıddıyla
tanınır".[77]
46. Sonra o
gölgeyi birden değil de, yavaş yavaş ve azar azar gideririz ki, kulların
menfaatleri bozulmasın. İbn Abbas şöyle der: Gölge, tan yerinin ağardığı
zamandan başlar güneş doğuncaya kadar devam eder.[78] Tefsirciler şöyle der: Gölge, sırf aydınlık
ile sırf karanlık arasında orta bir durumdur. Bu, tan yeri ağardıktan sonra
güneşin doğmasına kadar geçen sürede yeryüzünde yayılarak meydana gelir. Daha
sonra güneş yavaş yavaş, zeval vaktine kadar onu yok eder. Sonra gölge,
zevalden güneşin batmasına kadar onun ışığını yok eder. Bu gölgeye fey ismi
verilir. Bununla, hikmet sahibi yaratıcının varlığına delil getirmek şöyle
olur: Daha önce yok iken gölgenin meydana gelmesi, var iken yok olması, ve
kullara faydalı olacak şekilde, çoğalmak, azalmak, genişlemek ve toplanmak
suretiyle durumlarının değişmesi gösteriyor ki bunun mutlaka güçlü bir
yaratıcısı vardır. O bunu hikmetiyle yönetir. Gök cisimlerini hareket ettirmeye,
onları yönetmeye, en güzel ve en mükemmel bir şekilde tertip etmeye gücü
yeter. İşte bu âlemlerin rabbi olan Allah'tan başkası değildir.[79] Bundan sonra Yüce Allah, kudretinin eserlerine
ve mahlukata bol bol verdiği yüce nimetine işaret ederek şöyle buyurdu:[80]
47. Noksan
sıfatlardan uzak olan o Allah, öyle bir Allah'tır ki, sizin için geceyi bir
elbise gibi kıldı. Elbise zineti İle sizi kuşattığı gibi, gece de karanlığı ile
sizi, örter. Taberî şöyle der: Gece eşyayı
örttüğü için, Yüce Allah
onu, benzetme yoluyla, örtme
vasfıyle niteledi. Böylece gece insanlar için, örtünecekleri bir elbise
haline geldi. Bu durum insanların, giydikleri elbiselerle örtünmelerine benzer.[81] işlerinize ara vermeniz suretiyle geceyi de
bedenleriniz için rahatlık sebebi kıldı. Gündüzü de, insanların geçimleri,
kazançları ve rızık yollarını
temin için dağılacakları bir vakit kıldı. [82]
48.
Rüzgarları, yağmurun yağacağının
müjdecisi olarak gönderen O'dur. Biz, rüzgarların sevkettiği bulutlardan
tertemiz bir su indirdik. Ondan içer ve onunla temizlenirsiniz. Kurtubî şöyle
der: "çok temiz" kipi, "temiz" kipinin mübalağa
sıyğasıdır. Dolayısıyle bu suyun temiz ve temizleyici olması gerekir.[83]
49. Bu
yağmurla, ekin ve bitkisi olmayan Ölü bir toprağa hayat verelim diye onu
indirdik. Bir de, insanlar ve hayvanlar ondan içsin diye indirdik. Çünkü su her
canimin hayat kaynağıdır. İnsanlar içmek ekin ve hayvanlarını sulamak için ona
son derecede muhtaçtırlar. Fahreddin Râzî şöyle der: İnsanların hayatı,
yurtlarının ve hayvanlarının hayatına bağlı olduğu için, "hayvanlar"
ve "bî insanlar" kelimeleri nekra olarak getirilmiştir. İnsanların
çoğu vadi ve nehirlere yakın şehirlerde toplanırlar. Dolayısıyle onlar, yağmur sularını içmeye
muhtaç olmazlar. İnsanların bir çoğu da çöllerde yaşarlar. Bunlar içmek için sadece yağmur yağdığında su
bulabilirler. Bunun içindir ki Yüce Allah, "hayvanlar ve birçok
insanları..." diye buyurdu. vezni ile çokluk kastedildiği için kelimesi, "insanlar"ın sıfatı
olmuştur.[84]
50. Bu
Kur'an'da insanlar için misaller getirdik.[85]
Düşünüp tefekkür etmeleri için, hüccet ve
delilleri açıkladık. İnsanların çoğu,
yalanlama ve inkârdan başkasına yanaşmadılar. [86]
51. İsteseydik
senin peygamberlik yükünü hafifletir ve her şehir halkına onları uyaracak bir
peygamber gönderirdik. Fakat seni ve şanını yüceltmek için, bütün yeryüzü
halkına sadece seni gönderdik. Öyleyse bu yüceltmeye, davette ve hakkı ortaya
çıkarmakta sebat ve gayret göstermek suretiyle karşılık ver. [87]
52.
İlâhlarını kötülemekten vazgeçme çağrılarında
kâfirlere itaat etme.
Kur'an ile onlara karşı,
hiç gevşeklik göstermeden son derece büyük bir cihat et. [88]
53.
Allah'tır ki, kudretiyle, birbirine komşu ve bitişik iki denizi, karışmayacak
şekilde serbest bıraktı, Bunlardan biri, çok tatlı ve bundan dolayı da
susuzluğu gidericidir. Diğeri ise çok tuzlu ve çok acıdır. Allah bu iki deniz
araşma, birinin vasfı diğerine hâkim olmayacak şekilde, kudretinden bir engel
koydu. Birinin tesiri diğerine ulaşmasın ve ona karışmasın diye aralarına bir
engel koydu. İbn Kesir şöyle der: Yani Yüce Allah, biri tatlı diğeri tuzlu olan
iki su yarattı. Tatlı olan nehirler, gözeler ve kuyulardaki gibi sulardır.
Tuzlu olan ise, akıcı olmayan büyük deniz suları gibi sulardır. Allah tatlı ile tuzlu arasına bir
engel ve birinin diğerine ulaşmasına bir mani koydu. Bu da onların arasındaki
kuru topraktır. Bu görüş, Taberî'nin tercihidir.[89] Râzî de şöyle der: Bu hadisenin, Allah'ın
varlığına delil olarak getirilmesi yönü, açıktır. Çünkü tatlılık ile tuzluluk,
eğer yeryüzünün veya suyun özelliklerinden kaynaklanıyorsa, her ikisinin de
tatlılık ve tuzlulukta eşit olması gerekir. Eğer böyle değilse, o zaman,
bunlardan her birine belirli bir nitelik tahsis eden hikmet sahibi, güçlü bir
varlığın bulunması gerekir.[90]
54. Bir
parça sudan, işiten ve gören bir insan yaratan O'dur. İnsanı bir parça sudan
yaratıp onu nesep ve sıhr yani erkek ve dişi olarak ikiye ayırdı. Birincisi,
soy kendilerine nisbet edilen erkeklerdir Zira. nesep bahalara aitlir Nitekim
şair şöyle der:
İnsanların anneleri
sadece, tohumların konulduğu kaplardır.
Çocuklar babalara
aittir.
İkincisi, kendileri
sayesinde akrabalık bağlan kurulan dişilerdir. Nesep sayesinde birbirleriyle
tanışır ve kaynışırlar. Evlilik akrabalığı sayesinde de aralarında sevgi ve
muhabbet olur. yabancılar ile yakınlar bir araya gelir, Rabbinin gücü
sonsuzdur. Zira o, bir parça sudan erkek ve dişiyi yaratmıştır.
Yüce Allah birliğini
gösteren delilleri açıkladıktan sonra, müşriklerin putlara tapmalarını tekrar
kınayarak şöyle buyurdu. [91]
55. Onlar,
görmeyen, hessetmeyen, düşünemeyen cansız varlıklar oldukları için bir faydası
veya zararı dokunmayan putlara tapıyorlar. Kâfir Allah'a karşı isyan hususunda
şeytanın yardımcısıdır. Çünkü onun putlara tapması şeytana yardım etmesi
demektir. Mücâhid şöyle der: Kâfir, Allah'a karşı isyan etmekle şeytana
yardımcı ve destek olur.[92]
56. Seni
sadece mü'minlere naîm cennetlerini müjdeleyici kâfirleri de cehennem azabından
korkutucu olarak gönderdik. [93]
57. Ey
Muhammedi Onlara de ki: Peygamberliği tebliğe karşı sizden herhangi bir ücret
istemem. Ancak kim, iman etmek ve iyi
amel işlemek suretiyle, kendisini
Allah'a yaklaştıracak bir yol tutmak isterse bunu yapsın. Peygamber (s.a.v.)
sanki şöyle diyor: Sizden hiç bir para ve ücret istemiyorum. Sadece Allah'a
İman ve itaat etmenizi istiyorum. Benim ücretim Allah'a aittir. [94]
58. Bütün
işlerinde, tek ve ebediyen ölmeyecek olan Allah'a dayan, zira o, diğer dinlere
karşı senin dinini üstün kılacaktır. O senin yardımcmdır, sana yeter, Yüce
Allah'ı, kâfirlerin ona yakıştırdığı, ortağı ve çocuğu olmak gibi, layık
olmayan sıfatlardan uzak tut. Allah'ın, kulların amellerinden haberdar olması
sana yeter. Onların amellerinden hiçbir şey ona gizli kalmaz. Fahreddin Râzî
şöyle der: Bu ifade ile, mana vurgulanmak istenir. Bu, Arapların şu sözüne
benzer: Güzellik olarak ilim yeter; mal olarak da, edep yeter. Buna göre âyetin
manası şöyledir: Allah sana yeter. Yani, o varken başkasına muhtaç olmazsın.
Çünkü o, kâfirlerin hallerini bilmektedir. Ve onları cezalandırmaya gücü yeter.
Bu ifade, şiddetli bir tehdittir.[95]
59.
Kendisine dayanman gereken o Yüce Allah'ın, herşeye gücü yeter. O, bu
yükseklik ve genişlikte yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri, dünya
günlerinden altı gün kadar bir zaman içersinde yarattı. Tbn Cübeyr şöyle der:
Allah; Onları bir anda da yaratabilirdi. Fakat o böyle yapmakla, kullarına
temkinli ve tedbirli olmayı öğretti.[96]
Sonra Arş'a istiva etti. O'nun bu istivasına, O'nu
bir şeye benzetmeden ve sıfatlarını
zatından ayırmaksızın inanırız. O kerem ve ihsan sahibi Rahman'dır. Bunu, onun
azametini ve merhametini bilene sor. Bir görüşe göre ki zamir, Allah lafzının
ye-rİni tutar. Bu durumda mana şöyle olur: Herşeyden haberdar olan ve eşyanın
hakikatini bilen Allah'a sor. O, sana durumu açıkça bildirir.[97]
60. Hî
Müşriklere, rahmeti kâinatı kapsayan Rabbinize secde edin, denildiğinde, Rahman
kimdir? derler. Onlar, Rahman'ı bildikleri halde, bilmeyenler gibi sorarlar.
Biz kendisini tanımadığımız halde, secde etmemizi emrettiğin şeye mi secde
edeceğiz? Bu söz, onları dinden daha da uzaklaştırdı. [98]
Bu mübarek âyetler
birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda özetliyoruz:
1. "Bu
mu, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği?" Bu soru, alay ve eğlence ifade
eder.
2. "Kötü
duygularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?" cümlesi, muhatabı
hayrete düşürmeyi ifade eder. Burada, hayret edilen şeye itina gösterildiği
için, ikinci tümleç, birincisinden önce söylenmiştir. Aslı şöyledir:
3. "Allah
geceyi bir elbise kıldı". Bu bir teşbüVi beliğdir. Yani, Allah geceyi
bedeni örten bir elbise gibi kıldı, demektir. Buradan teşbih edatı ile
vech-i'şebeh kaldırılmış ve böylece teşbîh-i belîğ olmuştur.
4.
"Geceyi örtü, uykuyu istirahat kıldı. Gündüzü de dağılıp çalışma zamanı
yaptı" cümlesinde ve kelimeleri arasında güzel bir mukabele vardır.
5.
"Rahmetinin önünde" terkibinde güzel bir istiare vardır. Yüce Allah
burada "iki el" kelimesini, bir şeyin önünde olan nesne için müsteâr
olarak kullanmıştır. Nitekim sen şöyle dersin:
Konunun önünde,
Sûrenin Önünde".
6. Rüzgarları
gönderdi" cümlesinden sonra gelen "gökten indirdik" cümlesinde,
yüceltme ifade etmek için 3. şahıs kipinden 1. şahıs kipine dönüş sanatı
vardır.
7. "Birinin
suyu son derece tatlı ve susuzluğu giderici", "diğerininki son derece
tuzlu ve acı" cümleleri arasında güzel bir mukabele vardır. [99]
Meyyit kelimeleri
arasında ki fark şudur. Meyt gerçekten ölen kimse için kullanılır meyyit ise
ölecek yani ölümlü kimse için kullanılır. Şair şöyle der:
Ey, bana meyt ve
meyyit kelimelerinin izahını soran! İşte sorduğun şeyi
sana açıklıyorum.
Canlı olan her varlık meyyittir.
Meyt ise, ancak mezara
taşınandır.[100]
61. Gökte
burçları var eden, onların içinde bir güneş ve nurlu bir ay yaratan Allah,
yüceler yücesidir.
62. İbret
almak veya şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca
getiren de O'dur.
63.
Rahman olan Allah'ın
kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini
bilmez kimseler kendilerine laf attığında "Selâm!" derler.
64. Gecelerini
Rablerine secde ederek ve ayakta durarak geçirirler.
65. Ve şöyle
derler: "Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı
gelip geçici değil, devamlıdır.
66. Orası
cidden ne kötü bir karargah, ne kötü bir kalma yeridir!"
67. O kullar
harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol
tutarlar.
68. Yine
onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah'ın haram
kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahının
cezasını bulur;
69. Kıyamet
günü azabı kat kat arttırılır ve o azapta alçaltılmış olarak devamlı kalır.
70. Ancak
tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allah onların
kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
71. Kim
tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz O, tevbesi kabul edilmiş olarak
Allah'a döner.
72. O
kullar, yalan şahitliği etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile
geçip giderler.
73.
Kendilerine Rablerinin âyetleri
hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar;
74. Ve o
kullar, "Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler
bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl" derler;
75. İşte
onlara, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı verilecek, orada
hürmet ve selâmla karşılanacaklar.
76. Orada
ebedî kalacaklardır. Orası ne güzel bir konak ve ne güzel bir makamdır.
77. De ki:
"Yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? Peygamberi yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmayacaktır!
Yüce Allah önceki
âyetlerde müşriklerin, kendisine ibadetten yüzçe-virmelerini anlattıktan sonra
ardından, birliğini gösteren evrensel delilleri anlattı. Daha sonra da
Rahman'ın kullarının, sayesinde cennete girmeye kazandıkları sıfatlarını
anlatarak bu mübarek sûreyi bitirdi. [101]
Burûc, gezegen
yıldızların yörüngeleridir. Bu yörüngelere, yüksek köşklere benzedikleri için,
bürûc adı verilmiştir. Gezegenlerin burçları, evde oturanların evleri gibidir.
Bir görüşe göre, bürûc, büyük yıldızlardır.
Garâm; sürekli, hiç
ayrılmayan. Borçlunun peşinden ayrılmadığı için, alacaklıya denilmesi de bundandır.
Gurfe, cennette yüksek
derece demektir. Sözlükte "yüksek şey" manasınadır. Her yüksek bina,
gurfe'dir.
İlgilenir, önem verir.
Ebu Ubeyde şöyle der: Ona aldırış elmem, yani benim yanımda, onun varlığı ile
yokluğu birdir. sözlükte, ağırlık manasınadır.
Lizâm, ayrılmayan. [102]
61. Göklerde
o büyük ve ışık saçan yıldızları yaratan Allah yüce ve şereflidir.[103]
Allah göklerde gündüzleri parlayan güneşi, geceleri ışık saçan ayı yarattı. [104]
62. Gece ile
gündüzü birbiri ardından getiren odur. Yani, bunların herbiri diğerinin
ardından gelir ve onu takip eder. Gündüz, aydınlığı ile gelir, sonra gece,
karanlığı ile onu takip eder.
Bunu, Allah'ın
nimetlerini hatırlayan ve onun eşsiz sanatını düşünen veya lütuf ve
nimetlerine karşı Allah'a şükretmek isteyen kimseler için yapmıştır. Taberî
şöyle der: Yüce Allah geceyi ve gündüzü, birbirlerinin ardından gelecek şekilde yarattı. Kim
geceleyin bir şey yapamazsa onu gündüz yapar. Kim de gündüzün bir şey
yapamazsa onu gece yapar.[105]
63. Allah'ın
kullan, yeryüzünde tevazu ve vakarla yürüyenlerdir. Ayaklarını şımarıkça
vurmazlar, salınarak yürümezler. Âyette geçen "Rahman'm kulları"
tamlaması, onları şereflendirmek içindir.
Yani, Allah'ın sevdiği kullar bunlardır. Bunlar, Allah'a nisbet
edilmeye layıktır. Beyinsizler, kaba ve sert bir şekilde onlara hitap
ettiklerinde onlar, günaha girmeyecekleri söz söylerler. Hasan Basrî şöyle
der: Onlar, hiç kimseye cahilce davranmazlar. Kendilerine cahilce davramlırsa,
yumuşaklıkla cevap verirler. [106]
64. Allah
için, alınları üzere secde ederek veya ayakta durarak namaz kılmak suretiyle
geceyi değerlendirirler. Nitekim bir âyette şöyle buyrulmuştur: "Geceleri
pek az uyurlardı"[107]
Fahreddin Râzî şöyle der: Yüce
Allah, kullarının gündüz yaşayışlarını başkalarına eziyet etmemek ve eziyete
katlanmak şeklinde iki yönden açıkladıktan sonra burada da gece yaşayışlarını
açıkladı. Bu da onların yaratıcıya hizmetle meşgul olmalarıdır.[108]
65. Onlar,
Rablerinin kendilerini cehennem azabından kurtarması için, "Rabbimiz,
cehennem azabım bizden defet" diye yalvarırılar. Doğrusu onun azabı gelip
geçici değil, devamlıdır. [109]
66. Kuşkusuz
cehennem çok kötü bir konak ve meskendir. Kurtubî şöyle der: Cehennem ne kötü
bir kalma ve durma yeridir. Allah'ın kulları itaatli olmalarına rağmen, onun
azabından korkar ve çekinirler.[110]
Hasan Basrî şöyle der: Cehennem azabından çok korktukları için gündüzleri
tevazu ile hareket ederler, geceleri de ibadetle yorulurlar. [111]
67. O
kullar, harcadıkları zaman ne israf ne de cimrilik ederler. Bu, Allah'ın
kullarının beşinci sıfatıdır. Yani, onlar yiyilecek, içilecek ve giyilecek
şeyler için harcama yaptıklarında saçıp savurmazlar. Cimri denilecek kadar da
az harcayıp kısıntı yapmazlar, Onların harcamaları israf ile cimrilik arasında
orta halli bir harcamadır. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: "Eli
sıkı olma, büsbütün eli açık ta
olma"[112] Mücâhid şöyle der: Allah'a itaat yolunda, Ebu
Kubeys Dağı kadar altın harcasan israf
sayılmaz. Allah'a isyan için bir sa1 harcasan bu israf olur.[113]
68. Onlar,
Allah ile birlikte başka herhangi bir ilaha ibadet etmezler. Aksine Allah'ı birler
ve dini sırf ona tahsis ederler. Onlar, Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı
cana kıymazlar. Ancak imandan sonra inkâr etmek ve evli olduğu halde zina etmek
gibi kişilerin öldürülmesini haklı kılan sebepler veya kısas yoluyla öldürmek
bu hükmün dışındadır, Onlar, suçların en çirkinlerinden olan zina suçunu da
işlemezler. Kim şirk, öldürmek ve zina etmek gibi bu büyük günahları işlerse,
ahirette şiddetli azap ve ceza bulur. Yüce Allah bu cezayı şöyle açıklamıştır. [114]
69.
Düştükleri şirk ve yaptıkları isyan sebebiyle azapları kat kat artırılır ve
ağırlaştırılır. O, bu azap içersinde hakir ve zelil olarak sonsuz bir şekilde kalır. [115]
70. Ancak
dünyada, samimi bir tevbe ile tevbe eden ve iyi amel işleyen hariç. İşte onlara
Yüce Allah ahirette ikram edecek, kötülüklerin yerine iyilekler verecektir.
Hadiste şöyle buyrulmuştur: "Ben, en son cennete girecek cennet ehlini ve
en son cehennemden çıkacak cehennem ehlini bilirim. Kıyamet günü kişi getirilir
ve denilir ki: "Buna, küçük günahlarını gösterin; büyük günahlarını
göstermeyin, önünden kaldırın." Bunun üzerine küçük günahları kendisine
gösterilerek şöyle denilir: "Sen, falan, falan gün bu günahları
işlemiştin" Kişi, "evet" der, inkâr edemez. Büyük günahlarından
dolayı da korkar. Ona denilir ki: "Senin her kötülüğün yerine sana bir
iyilik verildi. Bunun üzerine kişi: "Ey Rabbim, burada göremediğim daha
bazı şeyler de yapmıştım, der. Bu hadisi rivayet eden râvî der ki: Bunun
üzerine Rasuluîlah (s.a.v.), azı dişleri görünecek derecede güldü.[116]
Allah'ın bağışlaması çok, merhameti engindir. [117]
71. Kim
günahlarından tevbe eder, halini düzeltirse, kuşkusuz Allah onun tevbesini
kabul eder ve o, Allah katında kendisinden razı olunan bir kul olur. [118]
72. Allah'ın
kullan yalan yere şahitlik etmezler. Bu, Allah'ın kullarının yedinci sıfatıdır.
Yani onlar, insanların haklarının zayi edilmesine sebep olan yalan şahitlikte
bulunmazlar. Onlar eğlence
yerleri, sinema, kumar ve haram kılınmış şarkıların
söylendiği mahaller gibi çirkin işlerin
yapıldığı kötü yerlere uğradıklarında, bu tür yerlerden yüzçevirirler ve
kendilerini koruyarak geçerler. Taberî şöyle der: Lağv, her türlü boş söz veya
fiil; İnsana sövmek, bazı yerlerde sin kâf kullanarak küfretmek, çirkin
şarkılar dinlemek gibi, kötü görülen her şeydir.
Bütün bunlar, mü'minin
uzak durması gereken lağv'ın manasına girer.[119]
73. O
kullara Kur'an âyetleri ile öğüt verilip korkutulduklarında, âyetlerden
yüzçevirmez, aksine kalpleri titreyerek dikkatle kulak verirler. [120]
74. Onlar şöyle
der: Ey Rabbimiz! Eşlerimiz ve çocuklarımızın, senin itaatına sarılmaları ve
razı olacağın işleri yapmaları suretiyle bize onlardan mutluluk ve sevinç ver.
Bizi, takva sahiplerinin uyacağı önderler, hayır davetçileri ve doğru yolu
gösterenler kıl. İbn Abbas şöyle der: Bizi, hayırda kendilerine uyulan önderler
kıl.[121]
75. İşte Du
yuce sıfatlara sahip olanlar var ya, işte
onlar, Allah'ın emirlerine
sabretmeleri ve itaat etmeleri sebebiyle yüksek dereceler elde edeceklerdir.
O yüksek derecelerde onlar, melâike-i kiram tarafından saygı ve selâm ile
karşılanırlar. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: "Melekler her
kapıdan onların yanına varacaklar. Sabrettiğinize karşı size selâm olsun
diyecekler"[122]
76. Onlar o
cennette ebedî kalacaklardır. Orası ebedîlik yurdu olduğu için oradan ne
çıkar, ne de ölürler. Orası Allah'tan korkanlar için, ne güzel bir konaklama ve
kalma yeridir. [123]
77. Ey
Peygamber! Onlara de ki: Eğer sizin Allah'a yalvarmanız ve sıkıntılı anlarda
ondan yardım dilemeniz olmasa, Rabbim size aldırış etmez. Ey kâfirler!
Peygamberi ve Kur'an'ı yalanladınız. Ahirette sizin için azap devamlı
olacaktır. [124]
Bu mübarek âyetler
birçok edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda özetliyoruz:
1. "Rahman'm
kulları". Bu isim tamlaması, şereflendirmek ve değer vermek içindir.
2. "Secde
ederek ve ayakta durarak" kelimeleri arasında tıbâk vardır. Aynı şekilde
Ne israf ne de cimrilik ettiler"
cümlesinde kelimeleri arasında da tıbâk vardır.
3.
Cehennemliklerin azabından bahseden, "cehennem ne kötü bir konak ve kalma
yeridir" âyetine karşılık, cennetliklerin nimetinden bahseden,
"Cennet ne güzel bir konak ve makamdır" âyetinin zikredilmesİyle
latif bir mukabele sanatı yapılmıştır.
4. "Onlara
karşı, sağır ve kör davranamazlar" cümlesinde güzel bir istiare vardır.
Yani onlar, uyarıcıların uyarmalarından gafil olmadılar ki, işitmeyen ve
görmeyen kimseler yerine konsunlar. Bu, en güzel istiarelerdendir.
5. "Göz
aydınlığı" sevinç ve mutluluktan kinayedir. Aynı şekilde, "yüksek ve
yüce" kelimesi, cennetteki yüksek derecelerden kinayedir. [125]
Kurtubî şöyle der:
Yüce Allah, "Rahman1 in kullarım onbir hasletle niteledi. Bunlar, o
kulların taşıdıkları güzel sıfatlarla, onların uzak kurduğu kötü sıfatlardır.
Sıfatlar şunlardır: Alçak gönüllülük, yumuşak huyluluk, gece namazı kılma, Allah
korkusu, irsâf ve cimrilik yapmama, şirkten uzak olma, zinadan ve adam
öldürmeden uzak durma, tevbe, yalan söylemeden uzak durma, öğüt kabul etme ve
Allah'a yakarma. Bundan sonra Yüce Allah onlara verilecek değerli mükâfatları
açıkladı ki o da cennet makamlarının en yükseği ve en üstününü elde etmektir.
Dünya evlerinin en yükseğine ğurfe denildiği gibi, cennet makamlarının en
yükseğine de ğurfe denir.
Allah'ın yardımıyle
"Furkân Sûresi"nin tefsiri bitti. [126]
[1] Furkân sûresi, 25/27
[2] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/259-260.
[3] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/260.
[4] Beyit Tirimmâh'a aittir. Bkz, el-Bahr, VI/480
[5] Kurtubî, XTTI, 8
[6] et-TefsînTl-kebir, XXIV, 63
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/264-265.
[7] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/265.
[8] et-Teshîl, TU, 74
[9] et-Tefsîrül-kebîr, XXIV,46
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/265.
[10] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/265-266.
[11] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/266.
[12] el-Bahr, VI, 481
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/266.
[13] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/266.
[14] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/266.
[15] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/266.
[16] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/267.
[17] Hâşiye-i Şeyhzâde, III, 444
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/267.
[18] Taberî, XVIII, 140
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/267-268.
[19] İbn Kesîr, Muhtasar, II, 626 (ll)el-Bahr, VI.485
[20] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/268.
[21] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/268.
[22] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/268.
[23] Muhtasar-ı İbn Kesir, II, 626
[24] Eski Türkçede Azvay denilen bir bitki.
[25] et-Tefsîrul-kebîr, XXIV, 57
[26] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/268-269.
[27] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/269.
[28] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/269.
[29] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/269.
[30] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/269.
[31] Furkân sûresi, 25/7
[32] Taberî, XVIII, 144
[33] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/269-270.
[34] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/270.
[35] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/270.
[36] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/273.
[37] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/273-274.
[38] Fahreddin Râzî, et-Tefsîrul-kebîr, XIV/75
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/274.
[39] el-Bahra'l-muhît, VI/491
[40] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/274.
[41] Fussılet sûresi, 41/30. Muhtasar-ı İbn Kesir, II, 628
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/274-275.
[42] Taberî, XIX/3
[43] Kurtubî, XIII, 22
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/275.
[44] Burada, "iyidir" kelimesi mukayeseli
üstünlük ifade etmez. Sadece cennet ehlinin durumunu açıklar. Ve onların en güzel bir durumda ve en iyi bir
yerde olduklarını bildirir. Mü'minlcrin, dünyada refah içinde yaşayan
kâfirlerden daha iyi durumda oldukları manasım vermeye bir zaruret yoktur.
Celıennem de kaylûle yapar.
[45] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/275-276.
[46] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/276.
[47] Mü'min sûresi, 40/16-
[48] el-Bahr, VI, 495. Hadisi, Ahmcd b. Hanbcl şu 1 afizla
tahric etmiştir: Canını kudret elinde olana andolsun ki, o gün mü'mine mutlaka
hafifletilecek..(İbn Hanbel, 3/75)
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/276.
[49] Muhtasar-ı îbn Kesir, II, 630
[50] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/276.
[51] Kurtubî, XTI. 26
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/276.
[52] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/276-277.
[53] Şeyhzade Haşiyesi'ndcn naklen, Beyzâvî, III, 451
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/277.
[54] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/277.
[55] et-Tcfsİru'l-kebir, XIV, 79
[56] Taberî, XIX, 8
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/277.
[57] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/277.
[58] Buhârî, Tefsir-î sûre 25, 1; Müslim, Münafıkîn, 54
[59] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/277-278.
[60] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/278.
[61] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/278.
[62] Ebussuûd, IV, 9
[63] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/278.
[64] Beyzâvî, II, 68
[65] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/278.
[66] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/278.
[67] Saffât sûresi, 37/137, 138
[68] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
4/278-279.
[69] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/279.
[70] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/279-280.
[71] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/283.
[72] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/284.
[73] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/284.
[74] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/284.
[75] ei-Bahr, VI, 501
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/284.
[76] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/285.
[77] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/285.
[78] Taberî, XIX, 12, Bu görüş Mücâhid'dcn nakledilmiştir.
Tefsircilerin çoğu da bu görüştedir. Onlar dediler ki: Bu, hallerin en
güzelidir. Onun içindir ki cennet, bu gölge ile nitelenmiştir. "Uzanmış
gölge... (Vakıa sûresi, 56/30)". Bizim tesbit ettiğimiz tercih olunan
görüştür. Çünkü bu, bilinen gölgedir. Güneş lafzı, bunu tercih ettirmektedir.
Allâme-Ebussuûd'un îercihi de budur.
[79] Tefsîr-i Râzî, XXIV, 88. Burada nefis ve güzel bir
açıklama vardır.
[80] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/285-286.
[81] Taberî, XIX, 14.
[82] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/286.
[83] Kurtubî, XIX, 39
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/286.
[84] Tefsîr-i Kebîr, XXIV, 91
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/286.
[85] "Onda misalleri açıkladık" cümlesindeki
zamir, Kur'an'ı ifade eder. Her ne kadar daha önce Kur'an kelimesi geçmemiş
olsa da, durum açık olduğu için bu böyledir. "Kur'an ile, onlara karşı
büyük bir cihat et" âyeti de bunu destekler. Birgörüşe göre bu zamir
"yağmur" u ifade eder. İbn Cüzey'in de dediği gibi, bu, uzak bir, görüştür.
[86] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/286-287.
[87] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/287.
[88] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/287.
[89] Muhtasar-ı İbn Kesîr, II, 635
[90] Tefsîr-i kebîr, XXIV, 101
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/287.
[91] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/287-288.
[92] Taberî, XIX, 17
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/288.
[93] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/288.
[94] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/288.
[95] Tefsir-i kebir, XXIV, 103
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/288.
[96] Tefsir-i kebir, XXIV, 104
[97] Birinci görüş daha açıktır. İkinci görüş Mücâhid'den
rivayet olunmuştur..
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/288-289.
[98] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/289.
[99] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/289.
[100] Savi haşiyesi,
III, 161
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/290.
[101] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/293.
[102] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/293.
[103] Mücâhid ve Hasan Basrîşöyle der: Bürûc, büyük
yıldızlardır. İbn Abbas ve Ali şöyle der: Büriic, yıldızların menzilleri yani
yörüngeleridir. İbri Kesîr der ki: Birinci görüş daha açıktır.
[104] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/293.
[105] Taberî, XIX, 20
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/293-294.
[106] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/294.
[107] Zâriyât sûresi, 51/17
[108] Tefsîr-i kebîr, XXIV, 108.
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/294.
[109] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/294.
[110] Kurtubî, XIII, 72
[111] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/294.
[112] İsrâ sûresi, 17/29
[113] Taberî, XIX, 23. Bu, israfı, Allah'a isyan uğrunda
harcama yapmak diye tefsir edenlerin görüşüdür. Bazı tefsirciler bu görüştedir.
Aynı şekilde İbn Abbas'tan da bu görüş, rivayet edilmiştir. Ancak, birincisi
daha açıktır.
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/294-295.
[114] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
4/295.
[115] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/295.
[116] Müslim, İman, 314.
[117] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/295.
[118] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/295.
[119] Taberî, XIX, 32
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/295-296.
[120] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/296.
[121] Muhtasar-1 İbn kesir, II, 642.
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/296.
[122] Ra'd sûresi, 13/23,24
Muhammed Ali Es-Sabuni,
Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 4/296.
[123] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/296.
[124] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/296.
[125] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/296-297.
[126] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar
Neşriyat: 4/297.