- 26 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 26, nüzûl sıralamasına
göre 47, üçüncü miûn grubunun yedinci sûresi olan Şuarâ sûresi Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 227 dir.
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve
Onun pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını içindeki
224. âyetten almış, Mekke döneminin ortalarında nâzil olmuş 227 âyetlik bir
sûreye m
Sûrenin nüzul
zamanı muhteva ve üslubuna bakılırsa az evvel de ifade ettiğim gibi Resûl-i
Ekrem Efendimizin risâletinin Mekke döneminde, o dönemin de ortalarında nâzil
olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönem Mekke müşriklerinin peygamber efendimizi ve
getirdiği mesajı tanıyıp reddetmek için ellerinden gelen her türlü zulüm ve
işkenceleri işlemeye koydukları bir dönemdir. Her türlü şeyi söylüyorlar. Bazen
Resûlullah Efendimizin Allah’ın elçisi olduğunu ispatlamak için gerekli
âyetleri, mûcizeleri getirmediğini, gelen âyetlerin bu konudaki şüphe ve
tereddütlerini yok edip ona iman etmelerine yetmediğini söylüyor-lar, bazen
peygambere iman edip onun peşine takılanların toplumun en zayıf, en değersiz
kimseleri olduğunu, onun dâvetinin sadece böyle üç beş baldırı çıplak
tarafından kabul gördüğü, toplumun geri kalan asil ve soylu insanlar nezdinde
bu mesajın hüsnü kabul görmediğini söyleyerek peygamberi maskaraya almaya
çalışıyorlar. Halbuki peygamber efendimiz onların bu tavırlarının tamamen
aksine, onlara değer veriyor, onların hidâyeti ve kurtuluşu için çırpınıyor,
çabalıyor, bu uğurda yoruluyor, kendini ve her şeyini feda edecek bir duruma
geli-yordu. O çabaladıkça berikiler şirretliklerini artırıyorlardı. Onların bu
inançtı tavırları, kendilerinin kurtuluşunu isteyen bir kimseye karşı bu denli
alçakça tavırları Resûlullah efendimizi derinden üzüyor, onun için büyük bir
ıstırap sebebi oluyordu.
İşte sûrenin
indiği dönemde Mekke’nin, Mekke müşriklerinin ve o şehri onlarla paylaşmak
durumunda olan peygamberimiz ve beraberindeki bir avuç müslümanın ahvali buydu.
İşte bunun içindir ki bu sûresinin hemen başında Rabbimiz bunalmış peygamberini
teselli ederek sözlerine başlıyor. Ey peygamberim, ne oluyor sana? Bu adam
olmazlar hakkında niye kendini yiyip bitiriyorsun? Bu hainlerin iman etmeyişlerinin
sebebi sen değilsin. Senin eksikliğin, senin başa-rısızlığın değildir. Senin
onlara getirdiğin âyetlerin eksikliği de değildir. Bunların iman etmeyişlerinin
sebebi sadece boş ve kuru inatları, kibirleridir. Onlar akıllarını kullanmak
istemeyen zavallılardır. Onlar senden başka âyetler istiyorlar. Onlar bu
âyetler yerine boyunlarını büktürecek, bellerini kıracak, defterlerini dürecek
harikulade âyetler bek-liyorlar. Kendilerine reddedemeyecekleri bu tür âyetler
gelsin ki helâkleri çabuklaştırılsın. Elbette zamanı gelince Rabbinin bu tür
âyetleri de gelecek ve onların işleri bitirilmiş olacaktır. O zaman
anlayacaklar al-çaklar gerçeği, ama geçmişler olsun. Çünkü artık dönüş imkânı olmayan,
zorunlu olarak kabul etmek ortamında bu anlamalarının onlara hiçbir faydası
olmayacak buyurulmaktadır.
Sûrenin bu
girişinin ardından hemen hemen ortalarına kadar bu konu etrafında mesajlar
verilmektedir. Bu dünyada Allah’ı, Allah’ın tek Rab ve İlah oluşunu, tüm
varlıkların Allah’ın kulu olduğunu, tüm varlıklar üzerinde sadece Allah’ın
egemen olduğu gerçeğini, Allah’ın hayata karışı tek Rab ve İlâh olduğu
gerçeğini, Allah’ın insan hayatına karışmak üzere peygamber seçip onunla
mesajını, programını göndermesi gerçeğini anlamak isteyen insanlar için yeteri
kadar âyet, delil, açıklama gelmiştir. Şu kâinatta serpiştirilmiş görsel
âyetler, şu kitabın içindeki işitsel âyetler iman etmek isteyen kimseler için yeter
de artar da. Hiç kimse iman etmek için yeterli âyetlerin olmadığını id-dia
edemez. Ama bütün bu âyetlere gözlerini ve kulaklarını tıkamış, akıllarını,
kalplerini kapamış inatçı kâfirler inanmama noktasında diretiyorlar. Gözlerine,
kulaklarına, akıllarına, kalplerine baskı uyguluyor-lar. Gördükleri halde
görmemiş gibi davranıyor, işittikleri halde duymamış gibi tavır takınıyorlar ve
kalplerinin, vicdanlarının sesini duymamak için avazlarının çıktığı kadar
inkârlarını seslendiriyorlar.
Rabbimiz bu
sûrede bu gerçeği insanların gözlerine sokmak, beyinlerine çakmak için 7 tane
eski kavmin tarihini anlatıyor. Firavun kavmi, Nûh kavmi, Âd kavmi, Semûd
kavmi, Lût kavmi ve Eykeliler. Bu kavimler tıpkı şimdiki kâfirler gibi Allah’ın
elçilerinin mü’min olmaları için kendilerine Rablerinden getirdikleri âyetleri
beğenmediler, yeterli bulmadılar, elle dokunup gözle görebilecek ve asla inkâr
ede-meyecekleri cinsten harikulâde âyetler, mûcizeler istediler. Allah on-lara
onların istedikleri cinsten âyetler gönderdi de işlerini bitiriverdi,
defterlerini dürüverdi. Ne oluyor? Ne istiyor bu insanlar? Hiç düşünmüyorlar
mı? Kendilerinden öncekilerin başlarına gelenlerden ibret almaya yanaşmıyorlar
mı? Kendi helâklerini mi istiyor bu adamlar? Hiç akılları yok mu bunların?
Buyuruluyor.
Ama heyhat ki
tarih boyunca bu kâfirlerin karakterleri hiç değişmemiştir. Zihin yapıları hep
aynıdır bunların. Bir bakın hele, peygamberler ve onların mübarek yollarının
yolcusu Müslümanlarla tartışma yöntemleri, karşı çıkışları, reddedişleri,
inanmamak için ileri sür-dükleri delilleri hep aynıdır. Tarihin hangi döneminde
bir peygamber gelmişse ona karşı tavırları hep aynıdır. Hepsi de Allah
tarafından ya-ratılmışlar, hepsinin akılları, fikirleri, güçleri, imkânları,
fırsatları Allah tarafından verilmiş olduğu halde tüm bu imkânlarını Allah ve
elçileriyle çatışmada kullanmaktadırlar. Hepsi de Allah’ın değişmez helâk yasasının
mahkumu olarak geberip gitmektedirler. Tarih O’nun inanan kul-larına karşı
işleyen sonsuz rahmet ve merhametine şahit olduğu kadar, azabına, yakalamasına
ve helâkine de şahit olmuştur. Bu durum-da artık Allah’ın gazabına mı, yoksa
rahmetine mi müstahak olmak insanların tercihine kalmıştır.
Bizi bütün bu
konularla baş başa bırakan, bu değerli azıkları bize ikrâm eden sûre son olarak
akıl erdirici bir mesajla bitmektedir. Ey kâfirler, ey hakkı, hakikati örtmeden
yana, kamufle etmeden yana tavır alanlar, eğer iman etmeniz ve iman kaynaklı
bir hayata yönelmeniz için bu kadar âyet yetmemiş de illâ da başka tür âyetler
bekli-yorsanız neden sizden öncekilerin başlarına gelenleri bu kitaptan
okumuyorsunuz? Neden kendi dilinizde gelen bu kitabın bilgilerinden istifadeye
yanaşmıyorsunuz? Neden bu kitabın bilgilerine teslim olup bir hayat yaşayan
peygamberin ashabının sizden farklılığına dikkat etmiyorsunuz? Dün onlar da
sizler gibi berbat bir hayatın adamı değiller miydi? Ne oldu? Nasıl değişti bu
insanlar hiç düşünmüyor musunuz? Şimdi onları bu hale getiren bir kitap cin
veya şeytan işi olabilir mi? Bu kitabı size duyuran peygamber hiç deli, şair
veya kâhine benziyor mu? Bugüne kadar hiç deli, kâhin görmediniz mi siz? Onlardan
hangisi başarabilmiş o peygamberin başardıklarını? Hangi delinin, hangi kâhinin
arkasına bu kadar insan düşmüş? Neden bunu ona söylerken kalbinize danışmıyor,
vicdanınızın sesini dinlemiyorsunuz? İyi bilin ki bu tavırlarınızın karşılığını
cehennemde çok korkunç bir şekilde göreceksiniz denilmektedir. Bu mukaddimeden
sonra inşallah özetle sunmaya çalıştığım sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
başla-yabiliriz.
1,2.
“Ta, Sin, Mîm. Bunlar apaçık Kitabın âyetle-ridir.”
Sûre hurufu mukatta ile başlar. Rabbimiz
kullarının dikkatini kitabı üzerine çekerek buyuruyor ki: Bunlar, bu âyetler
Mübîn olan, apaçık olan kitabın âyetleridir. Bunlar hayatın kanunlarını,
hayatın değişmez yasalarını, yazgılarını bildiren bir kitabın âyetleridir.
Kitap, ketebe kökünden gelir. Ya da
kitabe, demektir ki değiş-mez, değiştirilemez, silinmez, kuralları bildiren
yazıt anlamınadır. Yüzyıllar boyu değişmeyen, değiştirilemeyen kitabın
yazısıdır bunlar. Kağıttaki sökülse, silinse bile bu yazılar, yazgılar asla
ortadan kaldırılamayacaktır. Zira bunlar toplumda olan yazılardır, kalplerde
olan yazılardır, kabulde olan yazılardır. Yâni Allah’ın muhafaza ettiği
levhanın dünyaya yansıttığı yazılardır bunlar. Levh-i Mahfuzdan insan hayatına
yansıyan, insan hayatının, tüm kâinatın hayat programı olan yazılardır bunlar. Onun için kesinlikle
değişmeyecektir, değiştirilemeyecektir.
Bir özelliği de bu kitabın, bu
âyetlerin “Mübîn” oluşudur, ayan beyan, apaçık anlaşılır oluşudur. Ama insanlar bu âyetlerle
diyalog kurmak isterlerse, onları okuyup anlamaya çalışırlarsa o zaman Mübîn
olacaktır. Yâni şu harfleri tanıyınca nasıl muhtevayı anlarsa insan, ilgi
kurunca anlayacaktır.
Meselâ herhangi bir aletin şifresi
veya bir aygıtın kullanım defteri, el kitabı çok net anlaşılır yazılsa bile o
yazıyı, o harfleri tanımayan insan için çok karmaşık gelir. Meselâ bizim için
bir Çin alfabesi, bir Japon alfabesi çok karmaşa ve karışık geliyor. Ama o alfabeyi
tanıyan birisi için ne kadar Mübîndir o ifadeler değil mi? İşte aynen bunun
gibi bu kitaba da yönelenler, bu kitabı da anlamaya çalışanlar onun çok ayan
beyan olduğunu göreceklerdir, Mübîn olduğunu göreceklerdir.
Bir de tabii burada Allah’ın
Resûlüne şairdir, kahindir diyenlere cevap veriliyor sanki. Bu kitapta böyle
esrarlı, kapalı hiçbir şey yoktur ki; o bir şairin, bir kahinin muhayyilesinin
ürünü olsun! deniyor.
Sonra söz Allah’ın Resûlüne
çevriliyor ve şöyle buyuruluyor:
3. “Ey Muhammed! İnanmıyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin.”
Ne yapıyorsun sen? Neredeyse kendini
yiyip bitiriyorsun! Kim dedi bunu sana? Bu görevi nerden, kimden aldın sen?
Kendini helâk et! Kendini yiyip bitir! diye kim dedi sana? Kim yükledi böyle
bir sorumluluğu sana? Nerdeyse sen kendini yok edecek, helâk edeceksin. Kendi
kendini yiyip bitiriyorsun.
Olmuyorlar diye, olmayacaklar diye.
İnanmıyorlar diye, yola gelmiyorlar diye, adam olmaya yanaşmıyorlar, istenilene
gelmiyorlar diye nerdeyse kendini helâk edeceksin. Halbuki sana ne bundan? Seni
ne ilgilendirir bu? Hangi âyet sana böyle bir yük yükledi? Nerden çıkardın
bunu? Niye dert edindin bunu kendine? Evet insanların iman etmeyişleri, adam
olmayışları karşısında üzüntüsünden, kederinden kendi kendini yiyip bitirecek
duruma geliyordu, kendisini ihmal edecek duruma geliyordu da Rabb’imiz bu
âyetleriyle peygamberini uyarıyordu. Görevin olmayan bir şeyle kendini niye
sorumlu tutuyorsun? diyordu.
Şimdi bu âyeti bir de kendimize
yönelik düşünelim: Hangi görevlerimiz vardı? Neyi dert edinmiştik? Ne için
kendimizi yiyip bitiriyorduk? Reis olma görevi mi? Baş olma, ayak olma görevi
mi? Zengin olma, zekât dağıtma görevi mi? Filan yere müdür olma, falan makama
oturma görevi mi? Ev yaptırma, kazanma, harcama görevi miydi? Çok uzak
çevrelere kadar İslâm’ı duyurma, evlenme, boşanma görevi miydi?
Biz de bu âyeti hatırlayarak
diyeceğiz ki: Hayrola bu görevi kim verdi bize? Eğer kesin değişmez yazgı
vermişse bu görevi bize tamam mecburuz, yapmak zorundayız. Yâni eğer bu kendimize
dert edindiğimiz görevleri şu elimdeki kitabın âyetleri yüklemişse, ve eğer bu görevleri bize yükleyen Allah,
bunları illa da yapacaksın demişse; niye illa da kendini helâk ediyorsun?
denmez. Niye bu işin sorumluluğu altında eziliyorsun? denmez. Ama eğer bu
görevleri bize Allah ver-memişse, Allah’ın kitabı yüklememişse ve ya Allah
demiştir ama, kesinlikle bunları yapacaksın değil de gücün yettiğince yap
demişse, o zaman bilelim ki âyetin sorumlusu biz oluruz.
Meselâ oruç tut! demişse Allah, ama
her hâlükârda tutacaksın dememiş de gücün yettiğince tut demişse, ayakta
duramayacak kadar hasta ve halsiz isen, veya yolcuysan, veya hasta isen buna rağmen
yine de oruç tutacağım diye kendini yiyip bitirecek bir biçimde oruç tutma
peşindeysen, o zaman Allah sana soracaktır: Ne oluyor? Nerdeyse kendini yiyip
bitiriyorsun! hitabının muhatabı sen olacaksın.
Meselâ Allah sana Kur’an’ı oku,
Kur’an’ı tanı, anla ve insanlara anlat, insanları İslâm’a dâvet edip, onları
Müslümanlaştır! demişse, bu uğurda gücün nisbetinde çalışıp gayret et! anlamına
gelecektir bu. Değilse olmuyorlar diye kendini yiyip bitirme sen ey Peygamberim
ve ey peygamber yolunun yolcuları olacaktır mânâ.
4. “Biz dilesek onlara gökten bir mûcize indiririz de ona boyun eğip kalırlar.”
Çünkü senin endişen ne ey Resûlüm?
Derdin ne senin? Eğer insanların Müslüman olmalarıysa derdin, yâni hakkın galip
gelmesini gözlerinle görmekse endişen, bak bu çok basit: Eğer biz isteseydik
bir âyet indirirdik semadan da onların hepsi boyun eğerlerdi mecburen.
İsteseler de istemeseler de onlar boyun eğerler teslim olurlar, Müslüman
olurlardı. Ama bu istenen bir şey değil ki. Ben onların böyle iman etmelerini
istemiyorum ki. Bak böyle iman eden meleklerim var benim. Halbuki ben onları
melek değil insan olarak yarattım. Eğer ben isteseydim melekler gibi onların da
boyunlarındaki kulluk iplerinin ucunu doğuştan elime alır serbest bırakmazdım.
Ama ben irade verdim onlara, iradeleriyle iman etmelerini istiyorum onların
diyor Allah.
Yâni ey peygamberim, onların seni
dinlememeleri, sana karşı gelmeleri, âyetlerimize karşı kulak vermemeleri,
emirlerimize boyun eğmemeleri, adam olmaya yanaşmamaları eğer senin ağırına
gidiyorsa, sen takma kafana! Biz öyle bir âyet göndeririz ki bu göze yönelik
bir âyet de olabilir, kulağa yönelik bir âyet de olabilir o zaman mecbur iman
ederlerdi. Meselâ ne gibi bir âyet? Tufan gibi, sayha gibi, racfe gibi, melekler
gibi bir âyet göndeririz de o zaman hepsi iman ederler onların. Ama ne faydası
olacak da bu imanın? Hattâ pişmanlıkları bile Firavun örneğinde olduğu gibi hiç
bir fayda vermeyecektir onlara.
Yâni Allah için bütün kâfirlerin
teslim olup boyun bükecekleri bir âyet göndermek hiç de zor değildir. Allah’ın
böyle bir âyet göndermemesi Allah’ın hâşâ âciz olduğu anlamına gelmez de, zorla
kabul edilen bir imanın Allah katında makbul bir iman olmadığı anlamına gelir.
Eğer Allah insanları iman ve itaate zorlama yöntemini benimsemiş olsaydı o
zaman insanlardaki iradenin de imtihanın da mânâsı kalmazdı. Üstelik bu amaçla
âyetler göndermeye de gerek kalmazdı. Bunun yerine insanı doğuştan melekler
gibi günâh işlemeyen bir varlık olarak yaratır ve biterdi. Ama murad-ı İlâhî bu
değildir.
5. “Rahmândan kendilerine gelen her yeni öğütten mutlaka yüz çevirirler.”
Rahmân olan Allah’tan, yâni üstelik
Cebbar olan, Kahhâr olan Allah’tan bile değil, Rahmân olan Allah’tan, Rahmetin
kaynağı olan Allah’tan onlara bir âyet inmeye görsün ondan yüz çeviriyorlar.
Allah’ı reddediyorlar, Allah’ı inkâr ediyorlar değil, Allah’ın âyetlerini
reddediyorlar. Yâni Allah’ın hayata karışmasını reddediyorlar. Allah bizim hayatımıza
karışmasın, böyle âyet filan gönderip bizden bir şeyler istemesin
Diyorlar ki tamam Allah Ali’dir, Allah yücedir, Allah’ı severiz, sayarız,
ama yerinde dursun. Bizim hayatımıza karışmasın. Gökyüzünü yarattı, yeryüzünü
yarattı, bizi de o yarattı tamam, ama bizim hayatımıza karışmasın. Gökler Onun
olsun, dağlar taşlar Onun olsun ama bize karışmasın. Bize âyet göndermesin,
bize isteklerini bildirmesin, bize, bizden ne istediklerini duyurmasın. Çünkü
bize istediklerini duyurdu mu işler karışıyor. Zira o zaman bizimkilerle onunki
çatışıyor, o zaman dinlesek olmuyor, dinlemesek olmuyor, huzurumuz kaçıyor
diyorlar sanki, ve Allah’ın âyetlerinden i'raz ediveriyorlar. İlgilenmemeye,
ilgi kurmamaya, duymamaya, duyurmamaya çalışıyorlar. Kulaklarına pamuk
tıkıyorlar, veya işte evle, elbiseyle bürünmeye çalışıyorlar, veya müzikle, şarkıyla,
eğlencelerle bürünmeye çalışıyorlar, kamufleye çalışıyorlar.
Ama her şeye rağmen gelen âyetlerden
kimisi mecburen kulaklarına girerse, yâni tüm tedbirlerine, tüm engellemelerine
rağmen yine de kimi âyetleri duymak zorunda kalırlarsa da, her şeye rağmen yine
de kimi âyetler gündeme gelirse, o zaman da yalanlıyorlar, dalga geçiyorlar,
aslı yokmuş gibi davranıyorlar. Ama Allah diyor ki bakın:
6. “Evet, yalancıdırlar; alay edip durdukları şeylerin haberleri kendilerine ulaşacaktır.”
Ama yakında bu dalga geçmelerinin,
bu ilgisizliklerinin, bu yanlış ilgi kurmalarının, gereksiz ilgi kurup onları
kullanılmayacak yerlerde kullanmalarının haberi pek yakında onlara gelecektir.
Yakında onlar kiminle dalga geçtiklerini anlayacaklardır. Yâni onlar aslında
yeterince uyarıldılar, yeter seviyede âyetler geldi onlara. Ama kendilerini
uyarmak için gelmiş bunca âyete karşı ilgisiz kalmak bir yana, bir de utanmadan
reddetmeye kalkışıyorlarsa, aslında kendi kötü sonlarını hazırlıyorlar.
Bu kötü son: Ya bu karşı çıkıp reddettikleri
âyetler çok yakında gözleri önünde hakim olacak, böylece kendilerini yeryüzünde
mağlubiyet azabı yiyip bitirecektir. İslâm egemen olacak, bunu gözleriyle görüp
rezil ve perişan olacaklardır. Ya da eskilere yaptığı gibi yakında Allah onların
defterini dürecek, işlerini bitirecektir. Bakın bundan sonra Allah gücünü,
kuvvetini anlatmaya başlıyor:
7. “Yeryüzüne bakmazlar mı? Orada, bitkilerden nice güzel çiftler yetiştirmişizdir.”
Peki görmüyor mu bu insanlar? Bu
âyetlere karşı nasıl da cüret edebiliyorlar? Görmüyorlar mı? Haydi şu kitabın
âyetlerine karşı, kulağa hitap eden şu âyetlere karşı böyle davranıyorlar,
yetersizler, kabiliyetleri yok diyelim. Peki bu adamlar arzdaki, semavattaki şu
meşhut âyetlere bakmıyorlar mı? Gözleri de mi kör bunların? Nice, nice kerîm
çiftler bitirmişiz biz. Bunlara bakmıyorlar mı? Bunları an-lamıyorlar mı? Hiç
düşünmüyorlar mı? Kendi ellerinde mi yaz oluşu, kış oluşu? Soğuk oluşu, sıcak
oluşu? Kendi ellerinde mi güzel oluşu? Mavi oluşu? Yeşil oluşu? Tatlı oluşu?
Ekşi oluşu? Yağlı oluşu? Yağsız oluşu? Çekirdekli ve ya çekirdeksiz oluşu? Saplı
veya sapsız oluşu?..
Yâni gerçeği arayan birinin çok
uzaklarda âyetler armasına gerek yoktur. Çevresindeki bitki olgusuna tek bir
göz atması yeterlidir. Çevresindeki bu akıllara durgunluk veren muazzam nizamı
gördüğü halde, ancak aptal olan birisi bütün bunların Alîm, Azîz ve Kadir olan
Allah’ın bilgi, hikmet ve kudreti olmadan kendiliğinden meydana geldiği
sonucuna varabilir. İşte bütün bunlar, bütün bu âyetler,
Bütün bu anlatılanlarda bir âyet
vardır, alâmet vardır, nişane vardır. Ama insanların çoğu imana yanaşmıyorlar,
inanmadan yana olmuyorlar. Bu âyetleri okuyup, onlarla ilgilenmeden yana olmuyorlar.
8,9. “Şüphesiz bunlarda Allah'ın kudretine işaret vardır, ama çoğu inanmazlar. Rabb’ın şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.”
Ama bilsinler ki onlar, Rabb’ın hem
Azîz, hem de Rahîm o-landır. Unutmasınlar ki Allah Azîzdir. Yakalamak,
cezalandırmak is-tediği zaman onların topunu yok etme gücüne sahiptir Allah.
Fakat Rahîmdir de. Merhameti sebebiyle onları cezalandırmak da acele etmez.
Akılları başlarına gelmesi için yıllarca süre tanır onlara.
Evet Allah Azîzdir, itiraz etmeyin
ona! Karşı gelmeyin! Bakın arz itiraz edemiyor, sema itiraz edemiyorsa, gelin
siz de itiraz etmeyip, siz de boyun bükün. Gelin siz de beni Azîz bilin! Siz de
beni karşı gelinmez varlık bilin! Arzular çatışınca, başkalarının arzularıyla
benim arzularım çatışınca, toplumun arzularıyla benimkiler, babalarınızın
arzularıyla benimkiler, amirinizinkilerle, müdürünüzünkilerle, efendinizinkilerle,
hanımlarınızın, kocalarınızınkilerle benimkiler çatıştığı zaman benden yana
olun! Beni dinleyin! diyor Allah.
Böyle yaptığınız zaman, hiç kimseyi
takmayıp yalnız beni dinlediğiniz zaman da birilerinin size zarar vermesinden
korkmayın! diyerek bundan sonra sözü tarihe getirecek Mevlâ. Tarihten bu konuyla
ilgili bir örnek verecek. Bizi bundan takriben beş bin yıl öncesine götürecek,
ama aynı hadise günümüzde de her gün tekrar edildiği için değişmez bir yasa,
değişmez bir yazgı, değişmez bir kitabın âyetleri olarak bize lazım olan
bölümleri tanıtacak.
Hz.Mûsâ (a.s), yanında Harun (a.s)
ve etrafında kendisine inanmış birkaç Müslüman var. Bu insanlar dışında etrafta
İsrâil oğulları var ki belki Firavun oğulları kadar, kendilerini kurtarmaya
gelen Peygambere eziyet eden bir toplum. Bir de despot, hain, zalim Firavun ve Firavun
oğulları var. Onları anlatacak Allah. Gerçekten şu bi-zim toplumumuza
yansıtmamız gereken, ibret almamız gereken du-rumları anlatacak. Ve sonunda da
diyecek ki: Firavun imparatorluğu zamanında en geniş ve en güçlü bir
imparatorluktu. Tüm bu gücüne, kuvvetine rağmen Firavun, Allah dostu Hz.
Mûsâ’ya en küçük bir za-rar veremedi. Sonunda yenilen kendisi oldu.
Öyleyse bilesiniz ki Allah’ın kendisine yardım ettiği kişiyi kimse
yenilgiye uğratamaz. Firavun bütün bu güç ve kuvvetine rağmen Hz. Mûsâ
karşısında çaresiz kaldığına göre, sizler ey Mekke kâfirleri, veya sizler ey
yirminci asrın zalimleri, bilesiniz ki iman dâvâsına karşı yapabileceğiniz
hiçbir şey yoktur! diyerek kâfirlere tehdit unsuru oluştururken, mü'minlere de
ey mü’minler, sizler kiminle beraber olduğunuzun, kimin safında bulunduğunuzun
bir farkına varın! Çünkü ben Azîzim! Firavun gibi bana karşı gelmeyin! işiniz
biter. Mûsâ gibi olun! Mûsâ gibi benden yana olun! diyecektir.
10,11. Rabb’ın Mûsâ'ya: "Haksızlık eden millete, Firavunun milletine git" diye nida etmişti. Haksızlıktan sakınmazlar mı?
Hani Rabb’ın nida etmişti Mûsâ ya.
Hatırlasana! Peki nasıl hatırlanır bu? Hani A’râf 172 deki:
“Ben sizin Rabb’ınız değil miyim”
Hani Adem oğullarından ve onların sırtlarından bütün zürriyetleri çıkarılıp
kendi nefislerine şahit tutarak şöyle demiştik: Ben sizin Rabb’ınız değil
miyim? Onlar da demişlerdi ki: Belâ ya Rabbi! Biz şahit olduk. Bakın bu konu
anlatılır Araf sûresinde.
Evet ey
kullarım, daha önce, sizleri yaratmadan, ya da cisimlerinizi yaratmadan önce
sizden böyle bir mîsak almıştık, o mîsakı hatırlayın diyor Rabb’imiz. Bana verdiğiniz o sözlerinizi hatırlayın da
hayatınızı bu mîsaka göre yaşayın. Gündeme getirin. Hayatınızı bununla
düzenlemek üzere bu mîsakı gündeminize alın. Kendi kendinizin şahitleri olarak:
Evet ya Rabbi! Sen bizim Rabb’imizsın, biz buna şahit olduk demiştiniz. Bizim
hayat programımızı, bizim yaşam biçimimizi belirleyen, bizim hayatımıza kulluk
maddesi alan, boyunlarımızdaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, seçimini seçim
kabul edeceğimiz, çektiği yere gideceğimiz, yasalarını uygulayacağımız Rabb’imiz
sensin ya Rabbi. Bizler senden başkalarını Rab tanımayacağız, senden
başkalarının hayat programlarını uygulayıp onlara kulluk etmeyeceğiz, senden
başkalarının hatırına hareket etmeyeceğiz diyerek bana bu konuda söz vermiştiniz.
Hatırlasanıza!
Peki
hani bunu hatırlayan var mı içimizde? Bunu hatırlamamak böyle bir olayın
olmadığı anlamına gelmez. Çünkü meselâ şu anda bizler çocukluğumuzda yaptığımız
pek çok şeyleri de hatırlayamıyoruz ama onları hatırlamayışımız onları
yapmadığımız anlamına gelmediği gibi; âkıl bâliğ olduğumuz dönemden itibaren
yaptıklarımız-dan sorumlu olmadığımız anlamına da gelmemektedir. Bizler o dö-nemlerde
yaptıklarımızı hatırlamasak da anamız babamız tarafından işte sen çocukken
şöyle yapardın, böyle yapardın gibi bizim hakkı-mızdaki sözlerinden, beyan ve
şahadetlerinden bunu anlıyoruz.
İşte aynen bunun gibi biz Rabb’imizla
gerçekleştirdiğimiz bu ahdi hatırlamıyor olsak da Rabb’imizin haber vermesinden
bunu an-lıyoruz. Veya fıtrattan, fıtratımızdan anlıyoruz bunu. İnsan olarak bizim
fıtratımız ortaya koyuyor ki Rabb’imizla aramızda böyle bir sözleşme
gerçekleşmiştir. Nasıl? Meselâ bakın darda kaldığımız zaman, zorda kaldığımız
zaman, çok ciddi bir tehlike anında ister mü'min olsun ister kâfir herkes
Allah’a yalvarmaktadır. Bundan anlıyoruz ki tüm insanlarda fıtrat tevhiddir, öz
cevher tevhiddir, şirk ise sonradan ona arız olmuş bir kabuktur. İşte böyle çok
ciddi bir tehlike anında insan fıtratı açığa çıkmaktadır. Fıtratın üzerini
örtmüş olan kabuk o anda dökülüveriyor ve insanın fıtratı açığa çıkıveriyor.
Evet fıtratımız da ispat ediyor ki biz Rabb’imizla böyle bir sözleşme
gerçekleştirmişiz. Zaten Allah bize kitap göndermekle, kitabından bundan söz etmekle
bizden ahit almaktadır.
Ne zaman dedi bunu bana Rabb’ım?
Elbette ben Kur’an okumaya başladıktan sonra dedi. Ondan önce dedi mi, demedi
mi bilmiyorum. Peki daha önce bunu demiş de ben unutmuşsam bundan da sorumlu
muyum? Elbette. Nitekim yirmi yıl önce yaptıklarımı bugün hatırlamasam da
onlardan sorumluyum.
Evet bakın tarihteki konuyu şöylece
anlatmaya başlıyor Rab-b’ımız:
Rabb’ın Mûsâ’ya şöyle seslendi: Şu
zalim kavme, Firavunun kavmine git! Hz. Mûsâ burada, Kur’an’ın bu bölümünde
Firavun kavmine görevlendirilir. Bir başka âyette Firavuna, Hâmân’a, Karun’a
görevlendirilir. Bir başka yerde de İsrâil oğulları ve Firavun oğulları
anlamına o bölgedeki bütün insanlara görevlendirilir.
Görevinin temel konusu da şudur:
Diyecekti ki:
Korunmuyor musunuz? Korkmuyorlar mı?
diye Allah görevlendiriyor.
Korunmuyorlar mı? Korunmayacaklar
mı? Sakınmak ve korunmak türünde, korkmak türünde bir tarif aslında takvanın,
takva kavramının katlidir. Takva aslında pozitif bir eylemdir. Yâni sadece bir
şeylerden sakınılmaz, bir şeylerden korkulup uzak durulmaz takvalı olmak için.
Aynı zamanda bir şeyler yapılır takvalı olmak için. Bir şeylerden kaçınılınca,
bir şeylerden sakınılınca takvalı olunur değil. Bizim toplumda nedense takva,
hep korkmak, korunmak, geri durmak, çekinmek, sakınmak, atılmamak, yâni negatif
bir eylemi gerçekleştirmek olarak algılanmış. Oysa ki içkiden uzak durmak, zinadan
kaçınmak takva olduğu gibi aynı zamanda namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek,
infak etmek, bu imanı icra etmek, gündemde tutmak, Kur’an ile, Peygamberle
sürekli diyalog halinde olmak, âhireti, âhirete olan imanı gündemde tutabilmek
de takvadır.
Takva esasen yol bulmak, yol
bulabilmek demektir. Allah’a sorarak, Allah’a danışarak yol bulabilmektir. Yâni
sanki yapılmayan, yapılmaması gereken şeyler toplamı olarak takvanın
anlatılması yanlıştır. Yâni sadece haram işlemeyen kişi muttaki değil, bununla
beraber pozitif amelleri de işleyen kişi muttakidir.
Hz. Ömer İbni Abbas'a sorar: Takva
nedir ey ibni Abbas? İbni Abbas der ki: Sen hiç dikenli bir yoldan geçmedin mi
ey Ömer? Dikenli yolda yürüyen bir adam ne yapar? Paçalarını sıvayıp dikenlerden
kendini korumaya çalışır değil mi? İşte takva da budur. Kulluk yolunda yürürken
dikkatli davranmaktır. Tamam etekleri sıvamak da bir harekettir ama, esas
mesele o yolda yürümektir yâni. Yürürken dikkatli davranmaktır, ya da düzgün
yolda, müstakim yolda yürüyebilmektir takva. Öyleyse:
Yolunuzu Allah’la bulmaz mısınız?
Yolunuzu Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine sorarak bulmaz mısınız?
Allah’ın istediği bir yola girmez misiniz? Allah’ın istediği hayatı yaşamaya
yönelmez misiniz?
Tüm Peygamberlerin derdidir bu:
Ama Peygamberlerin bunun arkasında
bir ekleri daha var:
Takvalı
olun! Muttaki olun! Yolunuzu Allah’la bulun! Yolunuzu Allah’a sorarak bulun!
Hayatınızı Allah için yaşayın! Hayatınızı Allah’ın belirlediği yasalar
istikâmetinde yaşayın! Yapacağınızı, yaptığınızı, Allah yap dedi diye yapın!
Yapmayıp terk ettiklerinizi de; Allah yasakladı diye terk edin! Yolunuzu
O’nunla bulun! Allah dedi diye yapın! Allah dedi diye terk edin! Her şeyde
O’nun rızasını gözetin! Tüm yapacaklarınızı yapmadan önce O’na sorun! O’nun
kitabına sorun! O’nun izin verdiklerini O’nun izin verdiği gibi O’na lâyık biçimde
yapın! O’ndan müsaade alamadıklarınızdan da kaçının! Hâsılı Allah’ı görüyormuşçasına kulluk yapın!
Her an O’nun kontrolünde olduğunuzu unutmadan bir hayat yaşayın! Rabb’ınıza
muhalefet edip, O’nun kitabını, O’nun hayat programını görmezden gelip, O’nun
gazabına maruz kalmayın!
Ama: ¬–YQ[¬0Ï!«: bu konuda örneğiniz de ben olayım.
Allah’a kulluk yapın ama bu kulluğun modelini de benden alın. Bana itaat edin.
Kulluk yolunuz benden geçsin. Onu benden öğrenin. Kulluk modelini benden alın.
Kulluğunuzu Allah’a sorun, ama Allah’a sorarken de benimle sorun. Rabb’ınıza
benimle müracaat edin. Kılık kıyafetiniz, yemeniz içmeniz, kazanmanız
harcamanız, mala bakışınız, infakınız, hukukunuz, eğitim anlayışınız, gece
hayatınız, gündüz hayatınız, zikriniz, fikriniz, namazınız, orucunuz, tıraşınız
bana benzesin diyor Allah’ın elçisi.
Evet
demek ki kulluk sadece Allah’a yapılır ve kulluk sadece peygamberden öğrenilir.
Bilelim ki Allah’tan başka kulluk yapılacak hiçbir varlık, hiçbir makam
olmadığı gibi, kıyâmete kadar da kulluk öğretecek başka hiçbir makam yoktur.
Bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım. Esasen bugün Kullukta örnek
arayanlar, örnek insan arayanlar, unutmayalım ki peygamberleri tanıma zahmetinden
kaçan insanlardır.
Halbuki
peygamber kullukta model insandır, motif insandır. Peygamber form dilekçedir.
Hani karşısındakilere ders anlatan bir öğretmen tahtaya bir şekil çizer ve
çocuklar işte şekilde görüldüğü gibi der; işte Rabb’imiz da bizden istediği
kulluğu anlatır, anlatır sonra da buyurur ki işte şekilde görüldüğü gibi. Bakın
peygamberime ve sizden istediğim kulluğu anlayın buyurarak peygamberlerini
örnek olarak sunar bize. Meselâ İblisle mücâdelede, tevbede, dönüşte Adem gibi
olun, tâğutla mücâdelede Hz. Mûsâ gibi davranın, kadın karşısında Yusuf gibi,
cinsel sapıklıklar karşısında Lût (a.s) gibi, ekonomik bozukluklar karşısında
Sâlih (a.s) gibi, sâlihlerin putlaştırılması karşısında Nuh (a.s) gibi davranın
diye bize kulluk örnekleri sunulmuştur.
İşte
bizim için en mükemmel imamlar, en mükemmel örnekler peygamberlerdir.
Hayatlarında kesinlikle falso olmayan ve bizim kendilerini örnek alıp
hayatlarını yaşadığımız zaman kendilerini taklit ettiğimiz zaman kesinlikle
hata etmeyeceğimiz mükemmel örnekler. Hayatları Allah tarafından kesinlikle
onaylanmış insanlar. Ama biz onları bırakıp da birbirimizi ya da içimizden
birilerini örnek aldığımız zaman, Allah’ın onaylamadığı bir hayat sahibi bizim
için örnek olamaz. Bundan dolayıdır ki toplumun kendilerini örnek kabul ettikleri,
önder kabul ettikleri insanlar, hacılar, hocalar, mürşidler, şeyhler daima
kendilerine bir görev olarak şunu çok iyi bilmeliler: İnsanlara gelin peygamberlerle
beraber olalım. Gelin hayatları Allah tarafından onaylanmış elçilere
benzeyelim, gelin kitabın dediği gibi olalım demeliyiz. Kesinlikle insanları
kendimize veya kendimiz gibilere çağırmayalım. Gelin bizim gibi olun, gelin
bizim gibi yaşayın, bizi örnek alın, biz nasıl yaşıyorsak siz de öyle yaşayın
demeyelim.
Evet takvalı davranmadaki örneği,
modeli benden alın! diyorlar Allah elçileri. Yâni Allah’a kul olun! ama bu
kulluğun modelini de benden öğrenin! diyorlar.
İşte Hz. Mûsâ Allah’tan böyle bir
emir alır. Ey peygamberim Fi-ravun ve toplumuna git ve onları bana kulluğa ve
bu kullukta seni örnek almaya çağır emrini alır. Rabb’ından aldığı bu emir karşısında
Hz. Mûsâ elbette itiraz edecek değildi. Ya Rabbi çok erken oldu bu iş, şu anda
yapamam, şu anda ben buna hazır değilim, şu anda gidemem, biraz bir hazırlık
filan yapayım da ondan sonra gideyim diyecek değildi elbette. Gidecekti ama;
bakın durumunu Allah’a şöyle arz etti:
12,14. Mûsâ: "Rabb’ım! Doğrusu beni yalanlama-larından korkuyorum; göğsüm daralıyor, dilim açılmıyor. Onun için Harun'a da elçilik ver. Onların bana isnat ettikleri bir suç da vardır. Beni öldürmelerinden korkuyorum" demişti.”
Dedi ki: Rabb’ım kuşkusuz ben
onların beni yalanlamalarından korkarım. Korkarım beni yalan sayarlar, dalga
geçerler, beni hafife alırlar.
Anlatılanların her biri ayrı bir endişedir. Ya da tümü birden bir
endişedir. Ne diyor Allah’ın elçisi? Ya Rabbi korkarım onlar beni yalan
sayarlar. Yâni dinlerler sözümü, ama aldırış etmezler, dinlerler ama muhtevayı
göz ardı edebilirler, sözlerimi ellerinin tersiyle itip geçebilirler. Bunun
içim daralıyor, l
Bir de benim üzerimde onlar lehine
tezahür eden, onların aleyhime sahiplendikleri bir günâh, bir suç var. Yâni ben
onların arasında, onlar nazarında adam öldürüp kaçmış birisiyim. Sarayda yetişmiş,
onca nimet içinde büyümüş, sonra da onların adamlarından birini öldürmüş, Medyen’e
kaçmış bir durumdayım. Yâni onların dinine, onların inancına göre suçunu
kabullenip kaçmış birisiyim. Korkarım ki beni yakalayıp öldürebilirler.
Onun bu sözlerine karşı bakın Allah
buyurdu ki:
15,17. “Allah: "Hayır; ikiniz mûcizelerinizle
gidi-niz. Doğrusu Biz, sizinle beraber dinlemekteyiz. Firavu-n'a varınız:
"Biz şüphesiz âlemlerin Rabb’ının elçisiyiz; İsrâil oğullarını bizimle
beraber gönder, deyiniz" demişti.”
Hayır! Yâni ne senin günâhın var, ne
suçun var, ne seni öldürebilirler, ne göğsün daralsın, ne de dilin tutulsun!
Bunların hepsine hayır! Bunların hiç birisine gerek yok. Bunların hiçbirisine
ihtiyacın yoktur senin ey peygamberim. Ama şu var:
Harun’u da seninle beraber
gönderiyorum. Yâni Cenâb-ı Hak bazen isteklerinin hepsini reddedebilir, bazen
de burada olduğu gibi bazısını reddedip, birazını kabul edebilir. Hz. Mûsâ’nın
isteklerinden birini Cenâb-ı Hak kabul buyurdu. O da kardeşi Harun’u Onunla
birlikte göndermek.
Hz. Mûsâ (a.s) nın
dilindeki tutukluğu iki türlü anlamaya
çalışıyoruz:
Ya bizzat çocukluğundan bu yana,
yaratılıştan taşıdığı bir tutukluk olduğunu düşünebiliyoruz. Çok seri konuşması
şart değildir çünkü, önemli olan derdini anlatmasıdır. Çünkü bakıyoruz Allah’ın
el-çisi Hz. Mûsâ (a.s) kendilerine geldiği zaman ne Firavundan, ne de
başkalarından böyle bir itiraz göremiyoruz. Hayrola ey Mûsâ! Ne oluyor? Bu ne
biçim iş? Bak sen konuşmayı bile doğru dürüst beceremi-yorsun. Allah senin
yerine daha fasih konuşan birini niye göndermedi? diye hiç kimseden böyle bir
itiraz göremiyoruz.
Ya da bunu şöyle anlamaya
çalışıyoruz: Ya Rabbi, ben küçüklüğümden beri günâh psikozu, suçluluk psikozu
içinde olduğumdan, beni ret edecekleri korkusundan dolayı bocalayıp dilim
sürçebilir, dilim dolaşabilir, onun için yanıma kardeşim Harun’u da ver!
şeklinde de olabilir bunun mânâsı. Yâni dilinde herhangi bir rahatsızlık filan
yoktur da; daha önce bir adam öldürüp Mısırdan, Firavun’un ülkesinden Medyen’e
kaçtığı için suçluluk haleti ruhîyesiyle belki anlatacaklarımı rahat anlatamam
diyordu Hz. Mûsâ (a.s). Yâni ya psikolojik bir destek, ya da biyolojik bir destek
olarak Harun’u istiyor yanına.
Aleyhinde delil olarak
kullanmalarından korktuğu suç da az evvel dediğim gibi daha önce Mısırda
bulunduğu sırada İsrâilli ile kavga eden bir Mısırlıya, bir kıptiye yumruk
vurup onun ölümüne sebep olmuştu ya, sonra da haberin Firavuna ve kavmine
ulaştığını ve kendisinden intikam almaya karar verdiklerini öğrenince hemen o
gece şehri terk edip Medyen’e sığınmıştı. Aradan yaklaşık sekiz yıllık bir
gizlenme dönemi geçtikten sonra kendisinden saklanıp gizlendiği Firavuna böyle
bir mesajla gitmesi emir olunan Hz. Mûsâ, daha mesajı onlara iletemeden bu
cinâyetin önüne sürülebileceği endişesini taşıyordu. Gel bakalım ey Mûsâ, sen
ondan önce şu öldürdüğün adamın hesabını ver diyeceklerinden korkuyordu. Allah
buyurur ki:
Hayır hayır! Öyle bir ihtiyacın yok
senin! dedikten sonra:
İkiniz âyetlerimle birlikte gidin!
İkiniz birlikte âyetlerimle gidin! Ben de sizinle beraber dinlemekteyim! Ölçü
bu zaten. Yâni âyetlerle birlik gidilecektir gidilen yere. Müslümanlar bunu bir
anlayabilseler eminim işleri çok kolaylaşacak. Gidilen yere Allah’ın
âyetleriyle gidilecek. Makamla, parayla değil. Diplomayla statüyle değil.
Meslekle meşreple değil. şahsî fikirlerimiz, kendi planlarımızla değil. Grup, hizip,
cemaat programlarımızla değil. Güzel konuşma hastalığıyla, örnekleme ve
renklendirmelerle değil. Âyetlerle gideceğiz ve şunu kesinlikle bileceğiz ki
gidilen Firavun da olsa Allah bizi orada dinlemektedir.
Yâni oraya hakimdir Allah. O ortama
ve o konuya hakimdir Allah. Yâni sadece elçi gönderen bir kral konumunda
değildir Allah. Meselâ bir yere elçi gönderen bir kral düşünün. Elçiyi gönderir
ve kralın işi biter. Kralın çok uzaktan o ortama müdahale etme gücü ve imkânı
yoktur. Elçiyi gönderir ve kralın işi biter. Elçide ne kadar güç varsa, ne
kadar güzel konuşup ikna etme kabiliyeti varsa her şey onda düğümlenir. Çünkü
söz sahibi odur zaten. Ama Allah öyle değildir. Orada konuşturacak olan, aklına
getirecek olan, karşıdakinin kafasını dağıttıracak olan, gönlünü açacak, İnşirâh
verecek olan, söze tesir verecek olan yine Allah’tır. Bir yerlere Allah için gittiğimiz
zaman, Allah için konuştuğumuz zaman bunu çok hoş görüyoruz. Yâni böyle hiç
aklımıza gelmeyen yollar, bin yıl düşünsek hiç bilmediğimiz şekiller, hiç
bilmediğimiz örnekleri Allah bulduruveriyor, hatırımıza getirip konuşturuveriyor.
Allah’la beraber olursak, gittiğimiz yerlere Allah için gider ve Allah’ın
âyetleriyle gidersek olacaktır bu.
Evet Rablerinden aldıkları bu emirle
ikisi birlikte gidiyorlar. Mûsâ ve Harun aleyhimesselâm. Kur’an-ı Kerîmde bu
ikili emirlere rağmen bakıyoruz sahnede hep Mûsâ (a.s) var. Yâni yine ikisi
birlikte gidiyorlar, ikisi birlikte konuşuyorlar, ikisi birlikte hapis
olunuyorlar, ama yine de sahnede hep Hz. Mûsâ (a.s) görevli. Konuşan, cevap
veren, mûcize gösteren hep Hz. Mûsâ (a.s) dır.
Gidin Firavuna ve şöyle deyin.
Konumunuzu şöylece belirleyin: Biz elçiyiz. Biz Âlemlerin Rabbi olan Allah
tarafından gönderilen elçiyiz. Sonra da görevinizi söyleyin: İsrâil oğullarını
bize bırak, İsrâil oğullarını bizimle birlikte göndermen için sana geldik
deyin.
Firavuna gitmek, Firavun gibilere
gitmek, Firavunlara tebliğe gitmek, Firavunların ayağına gitmek. Firavun
gerçekten çok güçlüydü. Yâni o günün toplumuna göre çok güçlüydü. Ayağının bir
bölümünü Karun’a, öbürünü de Bel’am’a, Bel’am’ın omuzuna basmış güç gösterisinde
bulunmuş biriydi. Çok büyük ekonomik ve siyasal gücü vardı. Ama unutmayalım ki
ona giden de Peygamberdi. O da gerçek güç kaynağından güç alan bir güçlüydü.
Bizim de zamanımızda ne Firavun gibi güçlüler var, ne de biz Mûsâ’yız.
Öyleyse bugün biz de bize denk Firavunlara gideceğiz. Gitmek zorundayız
yâni. Tıpkı Mûsâ (a.s) gibi şu anda bu çağdaş Firavunlara gitme göreviyle
görevlendirilmiş olan bizler tıpkı Mûsâ (a.s) gibi hemen hiç beklemeden gitmek
zorundayız. Şerefsizin teki ya o! O adi namussuzun ayağına mı gideceğiz?
diyemeyiz. Gitmemek için şu an-da yaptığımız gibi bir sürü mâzeretlerin
arkasına saklanamayız. Neden? Çünkü bakın Allah bizden çok daha şerefli birini,
bizim şimdi şerefsiz dediklerimizden çok daha şerefsiz birinin ayağına göndermişse,
o zaman biz kim oluyoruz da gitmiyoruz? Ne hakla gitmemeye çalışıyoruz? Biz
Mûsâ’dan daha mı şerefliyiz ki o giderken biz gitmemeye delil arıyoruz? Ya da
bizim şu anda gitmemiz gerekenler Mûsâ’nın gittiği Firavundan daha mı şerefsiz
ki gitmiyoruz? Biz de gideceğiz öyleyse. Ama Allah’ın âyetleriyle gideceğiz.
Kendi fikirlerimizle, kendi projelerimizle, kendi siyasal görüşlerimizle, kendi
cemaat, kliklerimizle, kendi partilerimizle değil. Sadece elimizde Allah’ın
kitabıyla gideceğiz.
Gideceğiz ve diyeceğiz ki: Ben, sana
Allah adına geliyorum. Ben sana Allah için geldim. Ben şu anda Allah’ın
sözcüsüyüm. Allah sana şöylece diyor diye konuşacağız. Dediklerimizi Allah
sözüyle destekleyerek konuşacağız. Allah’ın sözcüsü olarak konuşalım ve isteyelim
ki İsrâil oğullarını bize bıraksın Firavunlar. Mus’taz'afları bize bıraksın
Tâğutlar.
Yâni Allah’ın kulları Allah’tan
başkalarına kul köle durumuna düşürülmüşlerse, Allah’ın kulları Allah
yasalarına itaatten koparılıp kul yasalarına boyun büktürülür hale
getirilmişlerse, onları özgürlüğe ve Allah’a kulluğa çağıralım. Bırakın bu
Allah kullarını diyelim. Bırakın onları da, Rablerine kul köle olsunlar. Çekin
ellerinizi onların üzerinden. Vazgeçin bu Allah kullarını köleleştirmekten
diyelim. Yâni köleleştirenleri,
kullaştıranları da uyaralım. Yapmayın, etmeyin! Allah’ın kullarına zulmetmeyin!
diye onları da uyaralım, köleleşmiş insanları da uyaralım. Ey insanlar, sizler
Allah’ın kullarısınız. Sizlerin Rabbi, sizlerin yaratıcısı Allah’tır. Bırakın
hakları olmadığı halde, güçleri olmadığı halde bu sizi köleleştiren tâğutları.
Onlar sizin gibi âciz birer kul iken niye dinliyorsunuz onları? Niye itaat
ediyorsunuz onların yasalarına? diyerek onları da uyarmaya, onları da
hürleştirmeye çalışalım.
Bu iki bölümün biri iman, diğeri de ameldir
diyenler olmuş. Yâ-ni Mûsâ ve Harun Peygamberlerin mesajı iki yönlüydü:
1- Birincisi her Peygamberin en önde
gelen misyonu olarak Firavunu uyarıp onu Allah’a kulluğa çağırmak.
2- İkincisi de kendilerine özgü bir
görev olarak İsrâil oğullarını Firavunun esaret zincirinden, tahakkümünden
kurtarmak. Kur’an burada bunlardan yalnızca birinciyi söz konusu eder. Nâziât
sûresinde olduğu gibi, bazen de yalnızca ikinciyi söz konusu eder. Öyleyse an-lıyoruz
ki:
Bölümü imandır.
Bölümü de ameldir denmiş. İsrâil
oğullarını, Yakub oğullarını şu köleleri kurtarmaya geldim.
18,19. “Firavun Mûsâ'ya: "Biz seni çocukken yanımıza alıp
büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi? Sonunda
yapacağını da yaptın. Sen nankörün birisin. " dedi.”
Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ (a.s) nın
bu tavrına, bu konuşmasına Firavun bozuldu, canı sıkıldı. Sonra dedi ki: Ya!!
Şu bizim terbiye ettiğimiz, şu bizim bakıp büyüttüğümüz çocuk değil misin sen?
Şu bizim kucağımızda büyüyen Mûsâ değil misin? Bizim sarayımızda, bizim
kucağımızda büyüdün! Ömrünün pek çok seneleri aramızda geçti, aramızda büyüdün!
Sonra da tuttun şu işi yaptın! Mısırda bizim adamlarımızdan birini öldürüp
kaçtın! Ondan sonra şimdi de nankörlerden oldun öyle mi? Yâni bizim bunca
nimetlerimize küfran-ı nimette bulunanlardan oldun öyle mi? Bizim rububiyetimizi
reddedip tuttun başka Rabb’ler edindin, başka yollar buldun ve bizi de ona dâvet
ediyorsun öyle mi? Hem bizim ekmeğimizi yedin, hem adamımızı öldürüp kaçtın,
hem nankörlükte bulundun öyle mi? Hem benim ekmeğimi ye, hem de bana karşı
nankörlükte bulun, olacak şey midir bu?
Hem benim ekmeğimi ye, hem benim okulumda oku, hem benim sıramı işgal et,
hem benim havamı teneffüs et, hem benim maaşımı al, hem benim bordroma imzanı
at, hem de bana isyan et, olacak şey midir bu?
Hayır hayır. Ey Mûsâ benim
büyüttüğüm, benim beslediğim birisi olarak benim kurallarıma göre oynayacaksın!
Ben seni bunun için büyüttüm! Bunun için eğittim ben seni! Ben ilk okulları,
ben ortaokulları, ben liseleri, ben İmam Hatipleri, ben İlâhiyatları, ben
fakülteleri bunun için açtım. Ben bu eğitim kurumlarını insanlar, buralarda eğittiklerim
hep bana kulluk etsinler, bana itaat etsinler, beni dinlesinler, benim
kurallarım geçerli olsun diye açmıştım. Sonra tut sen kendini buralarda eğit,
benim okullarımda oku, benim sıralarımı işgal et, benim imkânlarımı kullan,
kendini benim açtığım okullarda eğit, büyüt, yetiştir sonra da kalkıp bana
isyan et. Olacak şey mi bu? diyen Firavuna karşı mücâdelede, münakaşada özel
bir tip sergileyen Hz. Mûsâ (a.s) onun bu sözleri karşısında hiç etkilenmeden,
hiç takmadan, bu sözler kendisini hiç ırgalamadan bakın rahat rahat dâvetini
yeniler:
20,22. “Mûsâ: "O işi kasten yaptımsa sapıklardan
biri sayılırım. Bu yüzden sizden korkunca aranızdan kaçtım. Sonra, Rabb’ım bana
hikmet verip, beni peygamber yaptı. Başıma kaktığın bu nimet, İsrâil oğullarını
kendine köle ettiğinden ötürüdür" dedi.”
Evet öyle bir şey yaptım. Mısırda
daha önce bir adam öldürmüştüm. Ama ben yolumu yitirmiştim. Bilmiyordum.
1- Yâni ben gerçekten onun öleceğini
bilmiyordum, öldürmek üzere vurmamıştım ona, ama istemediğim halde ölüverdi
işte. Yâni bu benim yaptığım bilerek amden öldürme değil, kazaen olmuş bir öldürmedir.
Yâni tarafımdan böyle bir cinâyet işlenmişse de ölüme yol açan bir silahla da
işlenmemiştir. Ben onu öldürmek için hiç bir silah kullanmadım. Öldürme
niyetiyle de vurmadım. Ama bir yumrukla ölüverdi adam.
2- Ya da bunun bir ikinci mânâsı: O
adam öldükten sonra ne yapacağımı bilmiyordum. Şaşkın ve ne yapacağını bilmez
bir durumdaydım.
Yâni ben öldürmek niyetinde
değildim. Öldürmek için vurmadım ki. Bir de ne yapaydım yâni? Orda bana göre
bir haksızlık vardı. O ölen kıpti bir İsrâil oğulluya zulmediyordu. Ben de o
haksızlığı önlemek istemiştim de onun için yumruk vurmuştum. Senin yasaların bu
tür haksızlıkları önleyecek bir özelliğe sahip değildi ki bırakayım sen
halledesin. Senin yasaların toplumun bir kesiminin öteki kesimini ezmesini
emrediyordu. Senin yasaların toplumu ezenler ezilenler, idare edenler, idare
edilenler, sömürenler sömürülenler diye ikiye ayırmıştı. Efendiler, köleler
diye toplumu bölüyordu senin yasaların. Ne yapayım gördüğüm bir haksızlığı
kendim önlemek istemiştim. Bir yumruk vurdum, o da ölüverdi.
İrademin, kastımın dışında o adam
ölünce Mısırdan, senin ülkenden kaçtım. Bunun sebebine gelince:
Senden, sizden, sisteminden korktum
da kaçtım. Belânızdan korktum. Zulmünüzden korktum. Ne yapayım adâletiniz yoktu
ki ona baş vurayım. Âdil yasalarınız
yoktu ki ona müracaat edeyim. Âdil bir
mahkemeniz yoktu ki ona başvurayım. Yâni siz benim o olayda öldürme niyetimin
olmadığını, haksızlık etmediğimi bilebilecek bir anlayışa, bir adâlete sahip
olsaydınız ben de kaçmazdım. Âdil bir mahkemeniz
olsaydı niye kaçayım? Birileri haksız da olsa haklı, birileri de haklı da olsa
haksızdır diye peşin bir hükmünüz olmasaydı, yâni bizler toplum içinde
potansiyel suçlu görülmeseydik niye kaçayım? Ya da sizin kanunlarınıza göre
öyle ezenler, ezilenler, idare edenler, edilenler, burjuva proletarya diye bir
ayırım olmasaydı ne gerek vardı kaçmaya? Elbette o zaman ben de kaçmazdım adâlet
yerini bulurdu. Si-ze ve zulüm yasalarınıza güvensizliğim kaçmamı gerektirdiği
için kaçtım.
Kaçtıktan sonra da Rabb’ım bana
hüküm, hikmet verdi. Bana Rabb’ım hâkimiyet verdi de beni Peygamberlerden etti.
Rabb’ım bana peygamberlik verdi ama yâni bu benim isteğim, arzum veya zorla bulduğum
bir şey değil ki! Rabb’ım öyle takdir etti.
Sonra şu bana karşı lütuf dediğin,
şu başıma kakıp durduğun nimete gelince: Senin nimetlerinin içinde, senin
sarayında, senin imkânlarında büyüme nimetine gelince, senin okullarında okuma,
senin eğitim kurumlarından eğitilip istifade etmem nimetine gelince, senin
diplomalarını alarak onunla karın doyurduğum konusuna, senin bordrona imza
atmam nimetine gelince, şu benim başıma kaktığın nimetlere gelince; bunun
sebebi sen İsrâil oğullarını köleleştirdin de ondan! Sen benim toplumumu
köleleştirdin. Erkek çocuklarını öldürdün, kızlarını hayasızlaştırdın. Öyle
yapmasaydın da ben de anamın evinde büyüseydim! Ne yapalım senin korkundan anam
beni kucağında büyütemedi ki! Sen öldüreceksin diye beni doğuran anam korkusundan
bir sepetin içine koyup beni Nil’e bıraktı da ondan. Şu dediğin lafa bak. Senin
sarayında büyümüşüm, senin kucağında büyümüşüm. Kendi isteğimle mi senin
sarayında büyüdüm ben? Kendi isteğimle mi gittim senin sarayına? Salıverseydin
herkesi de, herkes kendi evinde büyüseydi! Bırakıverseydin de herkes kendi
anasının kucağında büyüseydi. Niye yakalıyordun? Niye bulduğunu öldürüyordun?
Salıverseydin de herkes kendi evinde büyüseydi. Senin barbarlığın yüzünden
annem beni evinde, kucağında büyütmedi. Salıverseydin de herkes kendi okulunu
kurup çocuklarını istediği biçimde eğitseydi! Kapattın medreselerimizi,
kuruttun ilim yuvalarımızı biz de zorla senin okullarında okuduk. Buna izin
vermedin, gayri resmi medreseleri kapattın, İmam Hatipleri kapattın, Kur’an
kurslarını kapattın, bulduğun yerde öldürdün, illa da benim kucağımda
büyüyeceksiniz, illa da benim okullarımda okuyacaksınız diye zorladın, eh ben
de isteyerek değil zorla oralarda okumuşsam, bunun neresi nimet ki; başa kakıyorsun?
Yâni Firavun karşısında Hz. Mûsâ:
İşte ben o zaman yol yordam bilmiyordum. Peygamber değildim yâni henüz. O dönemimle
be-ni sorgulama! O dönem bir şey bilmiyordum, senin eğitimin ancak bu kadar
insan çıkarırmış ne yapayım, bir şey bilmiyordum! Bilseydim bir şeyler, şu anda
Rabb’ımın beni eğitip Peygamber yaptığı gibi o zaman da bir şeyler bilseydim
niye senin sarayında, senin kontrolün al-tında büyümeyi kabul edeyim de? Ama
Allah öyle istemiş, öyle olmuş. Yâni dün vahiyle tanışmadığım için senin
yanında, senin mahiyetinde, senin okullarında, senin programın altında bir
hayata razı olmuştum. Çünkü bilmiyordum, ama şimdi vahiyle tanıştım, gerçek
Rabb’ımı öğrendim ve karşına dikildim. Beni dünkü dönemimle yargılamaya hakkın
yok diyordu.
Hz.Mûsâ’nın bu korkusuz tavrı
karşısında Firavun bitiyor. Yapacağı bir şey kalmıyor. Çaresiz sözü saptırmak
istiyor. Lafı başka tarafa çekmeye çalışıyor,
demagoji yapmaya çalışıyor bakın:
23.
“Firavun: “Âlemlerin Rabbi de nedir? “ dedi.”
Peki ey Mûsâ, şu az evvel bir
Rabb’ul Âlemin filan dedin! Sözü saptırıyor, başka mecralara çekmek istiyor
hain. Çünkü söz bu şekilde devam ederse etrafındakilerden zılgıtı yiyecek
Firavun, mars olup pili bitecek. İşin nereye varacağını anlıyor hain, neyse,
neyse, onu an-ladık da diyor, sözü kapattırıyor, onu bırak da sen "Âlemlerin
Rabbi!" diye bir şey dedin, neydi o? Çünkü yoktu ya öyle bir şey. Var mı
benden başka bir Rab? Ne o âlemlerin Rabb’ı dediğin? Kim o? Biraz açar mısın
onu?
Hz.Mûsâ:
24. “Mûsâ: “Kesin olarak inanacaksanız, bilin ki O, göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların Rabb’ı-dır" dedi.”
Eğer teslimiyetten yanaysanız, eğer
samimiyetle soruyorsanız, eğer iman edecekseniz göklerin, yerin ve bu ikisi
arasındakilerin Rab-b’idir. Ben böyle yeryüzünde hüküm süren fâni bir kral
tarafından değil, Âlemlerin Rabb’ı olan
Allah tarafından gönderildim. İşte ben böyle göklerde ve yeryüzünde egemen
olan, tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan bir Allah
tarafından gönderildim.
Gittikçe pilinin bittiğinin farkına
varan Firavun çevresindekilere dönüp:
25. “Yanında bulunanlara: "İşitmiyor musunuz? “ dedi.”
Bak hele mollaya. Dinleyin hele,
bakın hele neler konuşuyor? Duyuyor musunuz şunun dediklerini?
Ama Hz. Mûsâ sanki onu hiç
dinlemiyor, hiç takmıyor Onun bu dediklerini ve sözüne şöyle devam ediyor:
26. "O sizin de Rabb’ınız, önce geçmiş atalarınızın da Rabb’idir" dedi.”
Sizin de sizden önceki babalarınızın
da Rabb’idir o Allah. Ben size dün yokken bugün var olan, ya da bugün var olup
da yarın yapıştıkları makamlardan yüzüp gidecek olan sahte İlâhlardan bahsetmi-yorum.
Ben size şu fâni Firavunlardan, sahte tanrılardan söz etmiyo-rum. Ben size
ebedîyen hay olan Âlemlerin Rabbi Allah’tan söz ediyorum. Öyle değil mi? Bugün
sizin kendisine kulluk yaptığınız şu Firavun dün yoktu. Dün atalarınızın kulluk
yaptıkları Firavunlar da bugün yoktur. Ben size hepimizin Rabbi olan,
Firavunların da Rabb’ı olan Âlemlerin Rabb’ından bahsediyorum.
Çevresindekilerin gittikçe gerçeği
anlamaya doğru yaklaştıklarını ve de kendi pilinin bittiğini anlayan Firavun bu
defa da bakın şöyle diyor:
27. “Firavun, çevresindekilere: "Size gönderilen peygamberiniz şüphesiz delidir" dedi.”
Şu elçi var ya, bak, bak! Deli bu!
Şu deli elçiye bakın! Bakın hain hem onun elçiliğini, Peygamberliğini kabul
ediyor, Peygamberlik müessesesini kabul ediyor, hem de reddediyor. Hem şu
peygamber, şu elçi var ya diyerek Mûsâ (a.s) nın peygamberliğini kabul ediyor,
hem de bu delidir diyerek reddediyor. Yâni ne dediğini, ne yaptığını bildiği
yok hainin.
Tabii Hz. Mûsâ onu hiç dinlemeden
sözüne devam ediyor:
28. “Mûsâ: "Eğer akledebilen kimselerseniz bilin ki O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabb’idir" dedi.”
Eğer aklınızı kullanabilir,
anlayabilirseniz doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabb’idir
O Allah’tır. Yâni beni deli yerine koyan sizler, eğer kendinizi akıllı yerine koyuyorsanız
gerçek Rabb’ın kim olduğuna kendiniz karar vermelisiniz! Şu âciz, şu fâni, şu
yarın ölüme boyun eğecek Firavun mudur sizin Rabbınız? Yoksa sadece şu küçücük
bölgenin değil tüm âlemlerin Rabb’ı olan Allah mı?
29. “Firavun: "Benden başkasını İlâh edinirsen, andolsun ki seni zindanlık ederim" dedi.”
Firavun: Andolsun ki eğer benim
dışımda bir İlâh edinecek olursan seni mutlaka hapse atacağım! İşte zalimlerin
en son yapacakları budur.
30. “Mûsâ: "Sana apaçık bir şey getirmiş isem de mi?” dedi.”
Mûsâ (a.s) dedi ki, ben size apaçık bir şeyle gelsem de mi? Size Rabb’ımdan
apaçık âyetler, apaçık mûcizeler getirsem de mi beni hapsedeceksin?
Gözlerinizin önünde göstereceğim mûcizelerle elçiliğimi ortaya koysam da mı
beni hapsedeceksin?
31. “Firavun: "Doğru sözlülerden isen haydi getir" dedi.”
Ey Mûsâ, eğer doğrulardansan, eğer sâdıklardansan, eğer id-dianın eylemini
gerçekleştirmeye, sözünü ispata hazırsan haydi bakalım ne getireceksen getir de
görelim. Firavun Allah’tan, peygamberden, âyetten, risâletten, vahiyden habersiz
birisi değil. Bakın Mûsâ (a.s) nın ben Rabb’ımdan bir âyet, bir mûcize getirmiş
olsam da mı beni hapsedeceksin? ifadesine karşılık şöyle demiyor: Ne? Ne dedin?
Allah’tan mı? Kim O? Peygamberlik mi dedin? Ne demek o? Âyet mi dedin? Mûcize
mi dedin? Biz böyle bir şey duymadık demiyor da; haydi eğer doğru
sözlülerdensen getir o âyeti de görelim diyor. Anlı-yoruz ki Firavun, bir
peygamberin Rabb’ından âyetler, mûcizeler getireceğini biliyor. Haydi koy
ortaya ne getirdiysen de görelim.
32,33 “Bunun üzerine Mûsâ değneğini attı, besbelli yılan oluverdi. Elini çıkardı, bakanlara bembeyaz göründü.”
Bunun üzerine Mûsâ (a.s) asasını yere attı. Asa o anda büyük bir yılana
dönüşüverdi. Apaçık büyük bir yılan oluverdi. Kitabımızın bir başka âyetinde
çevik hareketli bir yılana dönüşüverdi buyurulur. Elini koynuna sokup çıkardı
bakanlara bembeyaz görünüverdi. Bu da Mûsâ (a.s) nın ikinci âyetiydi. Koynundan
çıkan eli bembeyazdı.
Firavun
Mûsâ (a.s) nın bu iki mûcizesini görünce şaşırıp, korkup ürküp kaçacak bir
delik aramaya başladı. Evet bütün bunlar neyin nesiydi? Bu yılan da neyin
nesiydi? Kupkuru bir değnek nasıl bir yılana dönüşürdü? Koyundan çıkarılan bu
elin bembeyaz nûr saçar hale gelmesi de neyin nesiydi? Firavun korkusundan
kendi sarayında sığınacak bir yer aradı. Sormak lazım şimdi Firavuna. Hani ne
oldu? Rab değil miydin sen? İlâhlığını iddia etmiyor muydun sen? Egemenlik
bendedir, ben asar keserim demiyor muydun? Ne oldu? Niye kaçacak delik
arıyorsun Allah âyetleri karşısında? Hani senin gücün vardı? Hani senin saltanatın
vardı? Hani senin zindanların vardı? Haydi o yılanı da atsana zindana? Haydi o
gücünle, kuvvetinle, ordularınla savaşsana o yılanla? Hayır hayır, Allah
âyetleri karşısında, Allah elçisi karşısında ne Firavunun, ne de bir başkasının
yapabileceği hiçbir şey yoktur.
Firavun
bu iki âyet karşısında kesinlikle anladı ki Mûsâ (a.s) bir Allah elçisidir.
Gösterdiği bu iki âyet de Allah âyetidir. O Rabb’ın-dan hak olarak gelmiş bir
peygamberdir ve asla bir deli, yahut sihir-baz değildir. Mûsâ (a.s) diğer
insanlara da benzemiyordu.
Firavun
en büyük Rab hiç değildi. İlâh da değildi. Egemenlik sahibi de değildi.
İstediği kadar insanlar kendisini büyütüp rubûbiyet, ulûhiyet sendedir, sen
bizim hayatımıza egemensin desinler, bunun böyle olmadığını, kendisinin hiçbir
zaman Rab ve İlâh olmadığını kendisi de çok iyi biliyordu. Biliyordu ama yine
de insanların kendisini tanrı ilân etmelerini seviyordu.
Madem ki bu zavallı insanlar beni
hayatlarına egemen biliyorlar, bu iş böyle gitsin istiyordu. Sahte kulluk ve
sahte tanrılık devam etsin istiyordu. Zaten her iki taraf ta, kullar da
tanrılar da menfaatlerini tatmin ediyorlardı. Evet işte Mûsâ (a.s) nın ortaya
koyduğu bu iki âyeti görünce çevresindeki ileri gelenler dediler ki:
34,35. “Firavun çevresinde bulunan ileri gelenlere: "Doğrusu bu bilgin bir sihirbaz; sizi sihirle yurdunuzdan çıkarmak istiyor; ne buyurursunuz? " dedi.”
Firavunun çevresindeki Mele’ grubu, yöneticiler, ekonomik ve siyasal güce
sahip olanlar, toplumun kalburüstü insanları Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s)’ı kast
ederek dediler ki, doğrusu bu bilgin bir sihirbazdır. Öteki sihirbazlara
benzemeyen profesyonel, işinin ehli bir sihirbazdır. Ve ortaya koyduğu sihriyle
sizi yerinizden, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Bunun derdi sizin ülkenize,
sizin devletinize, sizin imkânlarınıza sahip olmak. Yâni bu bir vatan hainidir.
Bu bir devlet düş-manıdır. Şu (a.s)asının sihriyle, şu el beyazlığı sihriyle devleti
ele geçirmek, size sahip olmak, size egemen olmak, sizin üzerinizde kendi
hegemonyasını kurmak istiyor. Kendileri böyle olduğu için alçaklar elçiyi de
öyle lanse etmeye çalışıyorlar. Bunun derdi bu, buna engel olun, buna karşı
dikkatli olun ve tedbir alın diyorlar.
Bunun
üzerine Firavun dedi ki, öyleyse böyle bir durumda bana ne önerirsiniz? Ben
nasıl davranayım? Ne yapayım bu Mûsâ’ya karşı? Bakın hem tanrı, hem de ne
yapacağını bilmiyor. Ne yapacağı konusunda çevresine danışıyor hain. Ne
buyurursunuz? Ne yapalım? Nasıl bir tedbir alalım? Sizin devletinize, sizin
vatanınıza göz dikmiş, sizin kurulu düzeninizi yıkmaya, sizin menfaat
hortumlarınızı kesmeye, benim tanrılığımı bitirmeye gelmiş olan bu Mûsâ’ya
karşı ne yapalım? diyerek insanları Mûsâ (a.s) nın üzerine yürütmeyi
planlıyordu. Sanki Mûsâ (a.s) nın gelişiyle Firavunun kendisinin hiçbir
problemi yokmuş gibi, sadece halkını, toplumunun menfaatlerini düşünüyormuş
gibi, vatanını düşünüyormuş gibi, milletini düşünüyormuş gibi, onlar adına bu
tehlikeye dur diyecek.
Düşünebiliyor
musunuz? Firavunun korkusunu, telaşını görebiliyor musunuz? Dünyanın en büyük
devleti, dünyanın en süper ordusuna, dünyanın en büyük saltanatı sahip bir
devlet başkanı kimden korkuyor? Sadece iki kişi. Karşılarında duran sadece iki
Allah elçisi karşısında ödleri kopuyor. Aman dikkat edin, bu iki insan sizin
devletinizi yıkacak, sizin ülkenizi ele geçirecek diye telaşa kapılıp çareler
araştırıyorlar. Elbette Allah desteğindeki bir iki kişi bile bu zalimlerin, bu
sahte tanrıların, bu sahte egemenlerin devletlerini yıkma gücüne sahiptir.
Elbette Allah desteğindeki iki mü’minden korkacak tüm yeryüzü kâfirleri. Bakın
çevresindekiler Firavuna şöyle öneriyorlar:
36,37. “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere, sana bütün bilgin sihirbazları getirecek toplayıcılar gönder" dediler.”
Ey Firavun Onu, Mûsâ’yı ve kardeşi Harun’u tutup hapset. Ülkenin bütün
vilâyetlerine de toplayıcılar gönder ki, ülkenin tüm bilgin sihirbazlarını sana
getirsinler. Ülkende bugüne kadar beslediğin, yetiştirdiğin tüm bilginlerini,
tüm doçentlerini, tüm proflarını, tüm sanatkarlarını, tarihçilerini,
fizikçilerini, matematikçilerini, edebiyatçılarını, hukukçularını,
sosyologlarını, bilimcilerini çağır ki onların Mûsâ ile bir savaşını yaşayalım.
Ne güne besledin onları bugüne kadar? Böyle bir zamanda da gelmeyecekler de ne
zaman işe yarayacaklar? Düzen tehlikede. Mûsâ karşısında, Allah elçisi karşısında
sistemlerini temize çıkarsınlar. Vahiy karşısında bilimlerini, bilim dallarını,
felsefelerini, sanatlarını ortaya koysunlar da bu Mûsâ karşısında, Mûsâ’nın
getirdiği Allah sistemi karşısında kendi sistemlerine sahip çıksınlar. Peygamber
karşısında seni ve sistemini savunup kurtarsınlar. Allah vahyi karşısında vatan
kurtulsun. Mûsâ’nın getirdiği din karşısında, Allah’ın İlâhlığı karşısında
senin İlâhlığın, Allah sistemi karşısında senin sistemin, Allah yasaları
karşısında senin sistemin onaylanmış olsun dediler.
Firavun’un,
Firavunluğunun devamını isteyenler, Firavun sisteminin, statükonun devamını,
böylece ülke gelirlerinin kaymağının kendilerinden yana olmasını isteyenler
böyle dediler. Halbuki onlar da biliyorlardı ki Firavun gibi âciz biri asla
tanrı olamaz. Onlar da biliyorlardı ki Allah karşısında, Allah elçileri
karşısında kimse duramaz. Onlar da biliyorlardı ki Allah yasaları yanında kimse
yasa koyamaz. Biliyorlardı hainler, ama istiyorlardı ki kurulu düzen devam
etsin. İstiyor-lardı ki menfaat hortumları kesilmesin. Ülkenin kaymağını yiyebilmek
için Firavunun orada durması gerekiyordu. İstiyorlardı ki insanların sırtında
bir hayat sürsünler. İstiyorlardı ki insanlar Allah elçilerine kulak verip de
hak arayışı içine girmesinler. Adâlet arayışı içine girmesinler. İstiyorlardı
ki sindirilmiş, susturulmuş halk Firavunun gerçek tanrı olmadığını, egemenliğin
Ona ait değil, Allah’a ait olduğunu öğrenip Firavun sistemine baş kaldıracak
bir noktaya gelmesin. Özgürlüğü tanımasınlar. Mûsâ susturulsun ki insanlar Onun
getirdiği dinle tanışmasınlar.
38,39 “Sihirbazlar, belirli bir günün bildirilen vaktinde toplandılar. İnsanlara: "Siz de toplanır mısınız? " denildi.”
Evet sihirbazlar, bilimciler, sanatkarlar belli bir günün belli bir
vaktinde, randevulaştıkları vakitte toplandılar. Ve o günde insanlara denildi
ki siz de toplanıyor musunuz? Bu kavgaya sizler de şahit olmak istiyor musunuz?
Yeryüzünün en güçlü bir devletiyle iki insanın kavgasını görmek istemiyor
musunuz? Göklerin ve yerin, göktekilerin ve yerdekilerin sahibi olan Allah
desteğindeki iki insanla bir devletin savaşını merak etmiyor musunuz? Haydi
bunu gözlerinizle bizzat gör-mek istiyorsanız siz de gelin. Gelin ki yeryüzünün
en büyük ve dengesiz savaşına şahit olun. Yeryüzünün en dengesiz savaşı. Materyalist
bir bakış açısıyla dengesiz bir savaş. Bir dünya devletine karşı sadece iki
kişi. Bir süper güce karşı bu iki insanın başarı şansı ne ka-dar olabilecek de?
İman açısından bakıldığı zaman da dengesiz bir savaş. Göklerin ve yerin Rabbi
olan Allah desteğindeki bu iki insan karşısında tüm dünyanın orduları
toplansalar bile ne güçleri olabilecek de? Evet işte böyle iki yönden de
bakıldığı zaman çok dengesiz bir savaşa şahit olacağız.
Mûsâ
(a.s) ile Firavunun savaşının yapılacağı meydanda toplandılar insanlar.
Yarışmanın ilk raundu biraz sonra başlıyor. Bir tarafta Mûsâ ve Harun (a.s)
lar, diğer tarafta Firavun, sihirbazlar, bilim adamları, devlet erkanı, mele
grubu, yöneticiler, danışmanlar, orduları ve halk. Bakın diyorlar ki:
40. "Sihirbazlar üstün
gelirlerse biz de onlara uyarız" dediler.”
Eğer galip gelirlerse biz de sihirbazlara tabi oluruz. Eğer Mûsâ karşısında
sihirbazlar galip gelirlerse, eğer sihirbazlar Mûsâ’yı alt ederlerse biz de
onlara uyarız. Kesin biliyorlardı ki sihirbazlar galip ge-leceklerdi. Çünkü
yıllarca insanlara bu sihirbazlar yön vermişlerdi. Yıl-larca onları bu
sihirbazlar eğitmişlerdi. Hep onları dinlemişlerdi. Hep onların istediği gibi
bir hayat yaşamışlardı. Hayatı hep onların kitaplarıyla, onların medyalarıyla,
onların yayın organlarıyla tanımışlardı. Onun içindir ki zavallı halk onların
ve dolayısıyla onların yaşatmaya çalıştıkları sistemin galip geleceğini
umuyorlardı.
41. “Sihirbazlar geldiklerinde, Firavuna: "Biz üstün gelirsek, şüphesiz bize bir ücret vardır değil mi? " dediler.”
Sihirbazlar oraya geldiklerinde Firavuna dediler ki: Ey Firavun, ey
tanrımız, ey hayatımıza program çizenimiz, bizi, bizim bilimlerimizle, bizim
felsefelerimizle, bizim keyfimize uygun bir şekilde yönetenimiz. Şimdi seni ve
sistemini temize çıkarabilmek için Mûsâ ile giriştiğimiz bu kavganın sonunda
biz galip gelirsek, Mûsâ’nın Allah’tan getirdiği din karşısında seni temize
çıkarmayı becerebilirsek, Allah sistemi karşısında senin sistemini üstün
getirebilir, halkın gözünde seni içine düştüğün bu yenilgiden kurtarıp yeniden
tanrılığını sana iade edebilirsek bize bir mükâfat var mı? Galip gelirsek bize
bir ecir var mı?
Dertleri budur zaten bu insanların.
Menfaatleri söz konusu olmadan adımını bile atmazlar. Hep Firavunun,
Firavunların eline bakar dururlar. Hep bir kemik bekleyişi içindedirler. Tek
düşünceleri Firavunların, devlet başkanlarının kendilerine verebilecekleri üç kuruşluk
dünya menfaati. Makam, mevki, para, pul. Başka düşündükleri bir şey yoktur
böylelerinin. Her dönemde Allah dini karşısında, Allah sistemi karşısında,
Allah elçileri karşısında zalim iktidarları destekleyenlerin tüm derdi işte budur.
Bakın onların bu zavallılıkları karşısında Firavun şöyle diyordu:
42. “Firavun: "Evet; o takdirde siz gözde kimselerden olacaksınız" dedi.”
Evet Mukarrabûn’dan olacaksınız. Eğer Mûsâ’ya karşı beni üstün
getirebilirseniz, Mûsâ’nın getirdiği dine karşı, Allah sistemine karşı benim
sistemimi galip getirebilirseniz, halkın gözünde beni ve sistemimi
kurtarabilirseniz kesinlikle bilesiniz ki sizi huzuruma alacağım. Bir alt
kademeden, bir üst kademeye çıkaracağım sizi. Derecelerinizi yükselteceğim.
Maaşlarınıza zam yapacağım. Müdürseniz genel müdür, memursanız amir,
doçentseniz prof, vekilseniz bakan yapacağım.
Tabii bu sihirbazlar değişik şekillerde
gruplaştırılmışlardır. Ekonomi sihirbazları, ülke ekonomisini Firavunun
istediği şekilde düzenleyen, Firavunun ekonomisini, ekonomik anlayışını halka
karşı gâyet düzgün olduğunu ifade ederek halkı uyutmaya çalışanlardır. Hukuk
sihirbazları, Firavunun istediği gibi hukuk yapan, Firavun hukukunun mahza
adâlet olduğunu halka anlatan kimselerdir. Siyaset sihirbazları, ülkeyi
Firavunun istediği gibi yöneten, ülke yönetimini güllük gülistanlık
gösterenlerdir. Bu sistemden daha güzel bir sistem yoktur diyerek, halkın
sisteme itaatini sağlamalarıdır. Eğitim sihirbazları, insanları Firavunun
istediği gibi eğiten, eğitimin prensiplerini Firavunun istediği yönde tespit
edenlerdir. Din sihirbazları, dini Firavunun istediği gibi yorumlayan, dinin
Firavundan yana olduğunu anlatarak halkı Firavuna kul köle yapmaya
çalışanlardır. İşte burada anlatılan sihirbazlar bunlardır.
Yâni bildikleri bilim dallarını,
ellerindeki sanatlarını Firavunun, Firavunların desteğinde kullanan, Mûsâ
karşısında Firavunları, Allah sistemine karşı Firavunlar sistemini destekleyen
herkes sihirbazdır. Ve bütün bunların ortak özelliği de Firavunların kendilerine
verecekleri çok cüzi bir menfaat. Çok küçük dünya menfaatleri karşılığında
halkı uyutmak. Çok basit dünya ikballeri karşılığında insanların Firavunlara
kulluğunu sağlamak.
Bakın
işte şimdi de Firavun karşıtı bir dünya ortaya koymaya çalışan, beşer sistemi
karşıtı bir Allah sistemi, beşer yasaları karşıtı bir Allah yasası ortaya
koymaya ve insanları insanlara değil de sadece Allah’ı dinlemeye çağıran, yeni
bir dini, yeni bir Allah dâvetini ortaya koyan Mûsâ (a.s)’a karşı bu insanlar
bir meydanda toplanmışlar ve Firavunun gücünü gösterecekler insanlara. Mûsâ ve
Harun (a.s)’ların ise kendi güçleriyle yapabilecekleri hiçbir şeyleri yok.
Onlar da ancak Allah’ın gücünü gösterecekler. Çünkü Onlar kendilerinden bir şey
getirmemişler, sadece Allah’ın temsilcisiydiler. Allah ne istiyorsa, nasıl
emrediyorsa onu yapacaklardı.
43. “Mûsâ onlara: "Ne atacaksanız atın" dedi.”
Mûsâ (a.s) karşısındaki sihirbazlara dedi ki: Haydi ne atacaksanız atın.
Buyurun ne atacaksanız atın, zaten sizler sadece atıcılarsınız. Hiçbir gerçeğe
dayanmadan desteksiz atarsınız sizler. Hayatınız atmasyondan ibarettir. Haydi
Allah vahyi karşısında bilimlerinizi mi ortaya atacaksınız? Sanatlarınızı mı
konuşturacaksınız? Teknolojinizi mi? Tarih felsefenizi mi? Sosyolojinizi mi?
Tıbbınızı mı? Arkeolojinizi mi? Hangi numaranız varsa atın bakalım ortaya. Mûsâ
(a.s) gâyet kendisinden emin bir şekilde meydan okuyordu onlara. Çünkü Allah
vahyine, Allah bilgisine sahip olan bir Müslüman nelerinden korkacaktı onların?
Vahiy bilgisi karşısında ne ifade edebilecekti onların bilimleri, sanatları,
teknolojileri?
44. “Onlar da iplerini ve değneklerini attılar ve: "Firavun hakkı için, şüphesiz, biz haklı geleceğiz" dediler.”
Firavun hakkı için, Firavun adına, Firavunun namına, Firavun şerefine
diyerek ellerindeki iplerini, ellerindeki bilim ve sanat dallarını,
teknolojilerini ortaya attılar. Ve dediler ki muhakkak bugün bu kavgada biz galip geleceğiz diyerek
hem kendilerine, hem Firavuna ve hem de kendilerini seyreden halka bir moral vermek
istediler.
Ve
attıklarıyla bütünüyle meydanları kapladılar. Görünüşte artık onların
karşısında hiç kimsenin durabilmesi mümkün değil. Adamların medyaları var,
televizyonları var, ekonomik güçleri, tankları, topları var, bilimleri var,
bilim yuvaları var. Tüm insanların gözlerini boyayacak, herkesi korkutacak
müesseseleri var. Akla hayale gelmedik silahları var. Ülkenin tüm bürokratları
orada. Ama ne gam beri ta-rafta da Allah var. Allah desteğinde Mûsâ ve Harun
var karşılarında. Allah karşısında, Allah’ın gücü karşısında ne ifade edecekler?
Tüm dünya toplansa ne yazar da? İsterseniz arş’tan değil, Kürsi’den değil,
yedinci kat semadan değil, sadece birinci kat semanın milyarlarca kere
aşağısından şöyle bir bakın manzaraya. Değil Firavunun egemen olduğu,
insanların toplandığı Mısır ülkesi, tüm dünyayı ne kadar görürsünüz? Bir sinek
kadar değil mi? Bir sinek kadar bile bir değer ifade etmez değil mi?
45.
“Bunun üzerine Mûsâ değneğini yere attı; onların uydurduklarını yutmağa
başlayıverdi.”
Mûsâ (a.s) da bismillah diyerek Allah adına asasını yere attı. Sihirbazlar
Firavun adına işe başlarlarken, Firavunlar adına hareket ederlerken,
hayatlarını, hayat programlarını Firavunlar adına yaşarlarken elbette Müslüman
Allah adıyla işe başlayacaktır. Mûsâ (a.s) bismillah diyerek asasını yere
atınca, onların ortaya koydukları tüm sihirlerini, tüm felsefelerini yalayıp
yutuverdi. Ortalıkta hiçbir şey kalmadı. Materyalizm iflas etti. Determinizm
iflas etti. Temeli Allahsızlığa dayanan tüm pozitivist plan ve programlar iflas
etti. Hani bir şey varsa yok olmaz, yok iken de var olmaz diyorlardı ya tamamı
iflas edip çöpe atıldı.
Allah karşıtı tüm dünya bilimleri, tüm
dünya felsefeleri, be-şerin ihdas ettiği tüm dünya düzenleri iflas etti. Kendi
dayandıkları sihirlerini, kendi icat ettikleri bilimlerini, felsefelerini,
mantıklarını çok iyi bilen sihirbazlar, bilimciler hemen anladılar ki Mûsâ
(a.s) nın ortaya koyduğu vahyin, Allah bilgisinin, Allah âyetinin
kendilerininkilerden çok farklı olduğunu anladılar. Eğer Mûsâ (a.s) nın ortaya
koyduğu âyet kendilerininki gibi olsaydı elbette bir şey varsa yok olmayacak,
yoksa var olmayacaktı. Ama baktılar ki iş kendi savunduklarının tamamen
tersineydi. İşte Mûsâ (a.s) nın ortaya koyduğu âyet her şeylerini silip
süpürmüştü. Bunu gören, bunu anlayan sihirbazlar:
46,48. “Bunu gören sihirbazlar secdeye kapanarak: Âlemlerin Rabb’ına, Mûsâ ve Harun'un Rabb’ına inandık" dediler.”
Hemen secdeye kapandılar. Rablerinden gelen, Rablerinin el-çisinin ortaya
koyduğu bu gerçek karşısında hemen secdeye kapandılar. Rablerinin önünde hemen
secdeye vardılar. Ve dediler ki: Biz iman ettik âlemlerin Rabb’ına. Biz iman
ettik göklerin, yerin, semava-tın, arşın, kürsi’nin, meleklerin, cinlerin, insanların,
her şeyin Rabbi olan Allah’a. Biz iman ettik Mûsâ’nın Rabb’ına. Orada
kendilerini seyreden halk tarafından bir yanlış anlaşılmaya mahal bırakmamak
için biz âlemlerin Rabb’ına inandık dedikten sonra, Mûsâ’nın Rabb’ına iman
ettik ifadesini de kullanıyorlardı. Çünkü Firavun da Rabb’lık iddiasında
bulunuyordu. Sizin en büyük Rabb’ınız benim diyordu. Sizin sahibiniz, sizin
mâlikiniz, sizin üzerinizde söz sahibi benim diyordu. Sizin yasalarınızı
belirleyici benim diyordu. Sizin üzerinize egemen olan benim diyordu. Onun
içindir ki inandıkları Rabb’ın Firavun değil Allah olduğunu ilân ediyorlardı.
Firavunun
besleyip yetiştirdiği tüm bilimciler, tüm sanatkarlar, tüm sihirbazlar iman
etmişlerdi. Kendisini destekleyecek adamlar bir anda dirilip Mûsâ (a.s) nın
safına geçmişlerdi. Bu manzara karşısında Firavun şaşırıp kaldı. Firavun vahiy
karşısında, Allah elçileri ve Allah âyetleri karşısında yenik düştü. Kendisinin
yenildiği yetmiyor muş gibi yıllar yılı beslediği, dereceler verdiği tüm
bilimcileri de Mûsâ (a.s) nın tarafına geçmişlerdi. Hepsi de Allah’a, Allah
elçilerine, Allah âyetlerine iman edip Allah’ın istediği bir hayat tarzını
kabul ettiler. Firavun ve onun zulüm sisteminin kaymağını yiyenler, Firavundan
menfaatlen-dikleri için onun ve sisteminin devamından yana olan zavallılar dediler
ki, Firavun dedi ki:
49.
“Firavun: “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi
bileceksiniz; ellerinizi ayaklarınızı, andolsun, çaprazlama kestireceğim,
hepinizi astıracağım" dedi.”
Ben size izin vermeden iman ettiniz ha? Benden izin almadan inandınız ha?
Halbuki ben izin verecektim. Rab ve melik bendim. Sizin üzerinizde egemen olan
bendim. Siz benim adamlarım, benim kullarımdınız. Sizi ben doyuruyor, ben
besliyordum. Siz benim okullarımda okumuş, benim diplomamı almış, benim ülkemde,
benim tayin ettiğim makamlarda bulunuyordunuz. Benim memurlarımdınız. Sizi
buraya ben çağırmıştım. Ben görevlendirmiştim. Ücretinizi ben veriyordum. Ne
yapacağınıza, ne diyeceğinize, ne kadar konuşacağınıza, ne kadar
yaşayacağınıza, ne kadar iman edeceğinize, nasıl giyineceğiniz ben karar
vermeliydim. Siz beni aşarak, bana danışmadan iman ettiniz ha? Bana danışmadan
karar verdiniz ha?
Dün de,
bugün de tüm zulme dayalı diktatörler, tüm zalim krallar, tüm zalim yöneticiler
egemen oldukları ülkelerde insanların inançlarını, insanların hayat
programlarını kendileri belirlemeye çalışırlar. İnsanlar ancak kendilerinin
izin verdiği kadar inanabilirler. Kendilerinin onaylamadığı, izin vermediği bir
inancın, bir hayat tarzının insanların kalplerine yerleşmesine asla müsaade
etmezler. Bırakın insanların dış dünyalarındaki görüntülere tahammül etmelerini,
bırakın Müslü-manca bir kılık kıyafete izin vermelerini, insanların kalplerine
bile sahip olmak isterler. İnsanların yaratıcısı olan, insanların sahibi olan
Allah bile bu konuda insanlara özgürlük tanırken, dilediğinize inanın,
dilediğinizi reddedin derken, ister Müslüman olun, ister küfrü tercih edin
derken bunlar buna bile izin vermezler. Biz nasıl inanıyorsak, biz nasıl
düşünüyorsak sizler de öylece inanacaksınız. Biz nasıl yaşıyorsak sizler de
öylece yaşayacaksınız diyerek insanların kalplerine bile ipotekler koymaya
çalışıyorlar.
İşte bakın alçak Firavun da öyle
diyordu. Ben izin vermediğim halde iman ettiniz ha? Benim izin verdiğim kadar
iman edeceksiniz. Benim sevdiklerimi sevecek, benim nefret ettiklerimden nefret
edeceksiniz. Benim istediğim kimselerle beraber olacaksınız. İşte şu anda da
çağdaş Firavunların tek tip adam yetiştirme kavgası verdiklerini görüyoruz.
Allah’a şükür ki hainler insanların kalplerini bilemiyorlar, insanların
kalplerindekileri okuyamıyorlar. Eğer buna güçleri yetse kalplerindeki
niyetlerinden ötürü de tutuklayacaklar, mahkum edecekler.
Sizin şu büyüğünüz olan Mûsâ, size bu sihri öğretendir. Siz bu sihri Mûsâ’dan öğrendiniz. O öğretti bunu size. Alçağın dediğine bakın. Yıllarca bu sihirbazlar, bu bilim adamları, bu ekonomisyenler, bu hukukçular, bu sanatkarlar, kendi adamları, kendi memurları, kendi bürokratları, kendi siyaset adamları, kendi din adamları yıllardır kendi hizmetinde olsunlar, hep kendisini desteklesin, şimdi de gerçeği anlayıp hemen iman etsinler ve alçak Firavun da onları bununla suçlasın. Bu sihri size Mûsâ öğretti değil mi? desin. Muhakeme diye bir şey yok adamda yâni. Sonra tüm zalimlerin yapması gerekeni yapmaya, onlara tehditler yağdırmaya başlıyor.
Yakında size ne yapacağımı bileceksiniz. Hemen çok yakında çaprazlama sizin ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim ve sizi hurma ağaçlarına asıp sallandıracağım. Evet işte tüm zalimlerin karakteri budur. Başka yapabilecekleri bir şey olmadığı için işleri güçleri asmak, kesmek, öldürmek, işkence etmek. Firavunlardan bundan başka bir şey de beklenmez zaten. Yıllarca kendisine hizmet ederlerken, yıl-larca kendisini dinlerlerken, yıllarca kendi zulüm yasalarını insanlara şirin gösterme kavgası verirlerken bir anda dirilip Allah’a ve elçilerine iman eden, Firavunun dinini, Firavunun yasalarını reddedip Allah’ın istediği hayatı yaşamaya yönelen bu insanlara karşı elbette merhamet edecek değildi. Kalplere bile hükmetmeye çalışan bir kimseden o Müslümanlara tahammül göstermesi beklenemezdi elbette. Tüm Fira-vunların değişmez karakteridir bu. Müslüman olmayanların değişmez karakteridir bu. Bakın o günün kuşluk vaktine kadar Firavuna bağlı olan, Firavundan mükâfat bekleyen ama sonra da Allah âyetleriyle tanışır tanımaz iman eden, inanan o insanlar Firavunun tehditleri karşısında bakın ne diyorlar:
50,51. “İman eden sihirbazlar: "Zararı yok, biz şüp-hesiz Rabb’imize döneceğiz; inananların ilki olmamızdan ötürü, Rabbimizin kusurlarımızı bize bağışlayacağını umarız" dediler.”
Evet o mü’minler, o inanmış insanlar dediler ki: Ey Firavun, zararı yok,
hiç problem yok, zaten biz muhakkak Rabb’imize
dönece-ğiz. Öldürecekmişsin, asacak, kesecekmişsin hiç önemi yok. Ne yaparsan
yap zerre kadar korkmuyoruz. Tehditlerin bizim için vız gelir. Zaten biz ölecek
ve Rabb’imize döneceğiz. Üç gün önce olmuş, beş gün sonra olmuş ne fark eder?
Eninde sonunda Rabb’imize döneceğimize göre bu tehditlerinin hiçbir değeri yoktur
dediler. Rabb’ı-mıza iman edenlerin ilki olduğumuz için Rabb’imizin
kusurlarımızı bağışlamasını umarız dediler. Biz Müslümanların ilkiyiz dediler.
Ne müthiş bir değişiklik değil mi? Ne kadar yaman dönmüşler değil mi?
Düşünebiliyor musunuz? Adamlar yıllar
yılı Firavunun okullarında okusunlar, Firavunun eğitim sürecinden geçsinler,
yıllar yılı ellerindeki diplomalarını, ellerindeki bilim dallarını, sanatlarını
Firavun sisteminin yücelmesi adına seferber etsinler, yıllar yılı Firavunun maaşını
yesinler, onun verdiği makamlarda otursunlar, onun unvanlarını kullansınlar,
Firavunun elindekilere tamah ederek kuşluk vakti Mûsâ (a.s)’ı yenmeye yemin
etsinler, ama Allah âyetleriyle tanışır tanışmaz hemen değişsinler ve Firavunun
tehditleri karşısında dimdik ayakta imanlarını haykıracaklar, fark etmez ey
Firavun haydi ne yapacaksan yap diyebilsinler. Gerçekten çok müthiş bir
değişikliktir bu. İman işte insanları bu hale getiriyordu.
Bundan
sonra olup bitenleri Şuarâ sûresinin bu bölümünde anlatmıyor Rabb’imiz. Onu
kitabımızın başka yerlerinden anlatıyor. Burada anlatılan Firavun artık olanca
zulmünü artırıyor. Müslümanlar için kurtuluş zamanı yaklaşmıştır. Zaten zulüm
arttıkça kurtuluş yaklaşıyor demektir. Zulüm arttıkça zalimlerin sonu geliyor
demektir. Zalimler tarafından kölelerin, kölelik bağları sıkıştırıldıkça
özgürlük yolları açılıyor demektir. Evet bakın Rabb’imiz de şöyle buyuruyor:
52. Biz Mûsâ'ya: "Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip edileceksiniz" diye vahy ettik.
Evet nihâyet bir gün Rabb’imiz elçisine vahy eder. Ey Mûsâ, kullarımı
geceleyin yürüt, geceleyin yola çıkar. Geceleyin Mısır’ı terk edin, ama
bilesiniz ki takip edileceksiniz diye vahy ettik. Mûsâ (a.s) mü’minleri, İsrâil
oğullarını alıp bir gece Mısır’ı terk ederler.
53,56. “Bu arada Firavun şehirlere, "Doğrusu bunlar bizi öfkelendiren döküntü azınlıklardır; hepimiz tedbirli olmalıyız" diyen münadiler gönderdi.”
Müslümanların ülkeyi terk ettiklerini haber alan Firavun, hemen ülkesine
toplayıcılar gönderir, askerler getirilir, ordular toplanır ve derler ki, bunlar,
bu Müslümanlar bizi öfkelendiren döküntü azınlıklardır. Bunlar ayaklarımızın
altında ezip geçeceğimiz, tanklarımızla çiğneyip geçeceğimiz derme çatma az bir
topluluktur. Bunların işini çok çabuk bitiririz dediler. Biz ise onlara karşı
derlitoplu, disiplinli bir orduyuz. Biz güçlüyüz. Bizim topumuz tankımız var
dediler.
Evet
Müslümanlar zulümden kaçmıştı. Müslümanlar özgürlük arayışına çıkmıştı. Ve bunu
duyan Mısır Firavun devleti şaşkına dönmüştü. Biz onları çabucak ayağımızın
altında ezeriz derken aslında buna kendileri de inanmıyorlardı. Çünkü daha önce
o meydanda iki kişi karşısında yenilmişlerdi. Hattâ Mûsâ’yı sarayına ilk
girdiği ve karşısında ilk gördüğü gün aslında Firavun her şeyinin bittiğini
anlamıştı. Sihirbazları toplayışındaki korkusu, tedirginliği bundandı. Şimdi de
şehirlere toplayıcılar göndererek ordular toplaması da bundandı. Ve şimdi artık
karşısında sadece iki kişi değil bir toplum vardı.
Ama
takip etmek zorundaydı o Müslümanları. Takibe almak zorundaydı. Çünkü onun
elinin altından kaçıp kurtulan o köleler yalnız bırakıldıkları zaman Mûsâ (a.s) rehberliğinde hürriyeti anlayıp
tekrar Firavunun üzerine gelebilecekler ve işini bitireceklerdi. Çünkü hizmetçileri
kaybetmişti Firavun. Kime gördürecekti bu kadar işlerini? Kimin kanını emecekti?
Kimin sırtına binecekti? Onlarsız ne yapardı Firavun? Onlarsız kim yapardı
piramitleri? Onlarsız kim öderdi vergiyi? Onlarsız kim yükseltirdi ülkeyi? Onun
için onları yakın takibe almalıydı. Kendi başlarına buyruk bırakmamalıydı
onları. Şu anda da işte görüyoruz tüm dünya Müslümanları, kendilerine en yakın
kâfirler ve zalimler tarafından yakın takibe alınıyorlar. Aman ne olur ne olmaz?
Bunları kendi hallerine bırakırsak günün birinde uyanıp bize kafa tutacak bir
noktaya gelebilirler diye. Tabii bir de Allah’ın bir hesabı vardı. Ve bakın Rabb’imiz
buyuruyor ki:
57,59. “Ama biz Firavun ve adamlarını bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. Böylece onlara İsrâil oğullarını mirasçı kıldık.”
Biz onları bağlardan, bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden, güzel
meskenlerden, güzel makamlardan çıkardık. Hepsinin ayrı ayrı makamları vardı.
Büyük bir devlet düşünün. Yeryüzünün en güçlü devletinin makamlarını,
birimlerini gözünüzün önüne getirin. Her birinin ayrı bir saltanatı, ayrı bir
köşkü var. Ve hepsi de o koltuklarını, makamlarını terk edip yola koyulmuşlar
ve Müslümanları takip ediyorlar. Yavaş yavaş özgürlüğe doğru koşan kölelerini
kaybetmek iste-miyorlar. Allah’ın gücünü, Allah’ın hesabını unutarak büyük bir
hesabın içine giriyorlar.
Ve bakın
son gelmeden önce Rabb’imiz hemen burada yasasını koyuverir. Biz onlara,
onların makamlarına, saraylarına, yerlerine yurtlarına İsrâil oğullarını,
Müslümanları vâris kıldık. Ve işte bakın uy-gulayacağı yasasını böylece önceden
ortaya koyuverir. Çünkü egemen Odur. Hükmeden Odur. Karar veren ve kararını uygulayan
Odur. Evet:
60,61,62. “Firavun ve adamları güneş üzerlerine doğarken onların artlarına düştüler. İki topluluk birbirini gördüğünde, Mûsâ'nın adamları: “İşte yakalandık" dediler. Mûsâ: "Hayır; Rabb’ım benimle beraberdir, bana elbette yol gösterecektir" dedi.”
Güneşin doğuş vakti onları takibe koyuldular. Sabahleyin erkenden çıktılar
ve onları izlemeye başladılar. Ve iki grup birbirlerini görünce, önlerinde
deniz, arkalarında Firavun ve ordusunu görünce İsrâil oğulları eyvah işte
kuşatıldık, işte sarıldık, işte ulaşıldık, şimdi ne yapacağız? Mûsâ (a.s) dedi
ki korkmayın Rabb’ım bizimle beraberdir. Endişelenmeyin Rabb’ım bize yol
gösterecek ve yardım edecektir dedi.
63. “Bunun üzerine Biz Mûsâ'ya: "Değneğinle denize vur" diye vahy ettik. Hemen deniz ikiye ayrıldı, her parçası yüce bir dağ gibiydi.”
Bunun üzerine Biz Mûsâ’ya vahy ettik ve dedik ki: Ey Mûsâ asanı denize vur.
Hemen deniz ikiye ayrıldı, parçalandı ve her bir parçası kocaman dağ gibi oldu.
Evet Mûsâ (a.s) vahy ettiği gibi asasını denize vuruyor ve denizden kupkuru bir
yol açılıyor. Bir yol değil, 12 yol açılıyor. Sanki iki tarafta dalgadan dağlar
oluşmuş ve arada kupkuru yollar açılmış Mûsâ (a.s) beraberinde ki Müslümanlarla
birlikte o kupkuru yollardan geçiyorlar.
64. “İşte oraya, geridekileri de yaklaştırdık.”
Ve oraya arkadakileri, ötekileri de yaklaştırdık diyor Rabb’ı-mız. Firavun
ve ordusu da açılan o yollardan geçmek üzere yaklaşıyorlar. Rabb’imiz öyle planlamıştı.
Şimdi yeryüzünde meydana gelmiş en büyük bir olaya şahit oluyoruz. Müslümanları
yakın takibe alan yeryüzünün en büyük devleti, yeryüzünün en büyük ordusunun
karşı karşıya kaldığı değişmez bir Allah yasasına şahit olacağız. Müslümanlar
deniz ortasında oluşmuş o kupkuru yollardan karşı tarafa geçtiler. Mûsâ (a.s)
tekrar asasını denize vurarak o yolların kapanmasını ister, ama Rabb’imiz bunu
yapmamasını emreder. Deniz açık kalmalıydı ve Firavun ve ordusu da girmeliydi.
Allah böyle murad etmişti.
65,68. “Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Öbürlerini suda boğduk. Bunda şüphesiz ders vardır, ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu Rabb’ın, güçlü olandır, merhamet edendir.”
Mûsâ ve beraberindeki Müslümanları kurtardık, ötekileri de suda boğduk
buyuruyor Rabb’imiz. Evet tam onlar denizin ortasına geldiklerinde suların
gemini salıverdi Rabb’imiz ve Firavun ve ordusunun tamamını boğuverdi. İşte
böylece Allah’la savaşa tutuşan, elçileriyle savaşa tutuşan ve Müslümanlara
hayat hakkı tanımayan zalim bir devlet böylece yok olup gitti. Ve işte bu
hadise kıyâmete kadar tüm dünya devletlerine bir örnek oldu, bir âyet, bir
uyarı oldu. Kıyâmete kadar Allah ve elçileriyle savaşa tutuşan tüm zalimlere
bir ibret oldu. Dünya devletleri ne kadar da güçlü olurlarsa olsunlar, ne kadar
da düzenli ordulara sahip olurlarsa olsunlar bilsinler ki Allah karşısında
mutlaka yenilgiye uğrayacaklardır. Ama buna rağmen, bu gerçek gözlerinin önünde
açık ve net bir canlılıkta durduğu halde yine de insanların pek çoğu inanmıyorlar.
Ama bilsinler ki Rabb’imiz iman et-meyen münkirlere karşı intikam sahibidir.
İman edenlere karşı da son derece merhamet sahibidir. Allah Azîzdir, Allah Rahîmdir.
Evet
okuduğumuz bu bölümde Rabb’imiz yeryüzünün en güçlü devletine karşı iki
peygamberin verdiği bir savaşı gündem yaptı. Böylece Rabb’imiz Mekke’de
kâfirler tarafından bir kaşık suda boğulmak durumuyla karşı karşıya bulunan
Rasûlullah ve beraberindeki bir avuç Müslümana böyle bir örnek verdi. O anda
Mekkeli gariban Müslümanlar rahatladı, şu anda tıpkı onların durumunu yaşayan
biz Müslümanlar rahatladık. Rabb’imizin gücünü gördük, Rabb’imizin gü-cü
karşısında bir süper devletin yerle bir edilişine şahit olduk. Bize de bir
teselli verdi Rabb’imiz. Sadece bize değil kıyamete kadar gelecek kâfirler
karşısında bunalmış kullarına destek verecek.
Bundan
sonraki âyetlerinde Rabb’imiz bir başka mücâdeleden söz edecek. Yanında kardeşi
olmayan, yanında annesi, babası olmayan, yanında köleleşmiş de olsa Müslüman
kardeşleri olmayan bir peygamberin kavgasını gündeme getirecek. Tek başına bir
ümmet olan İbrahîm (a.s)’ı anlatacak. Onunla da bizi bilgilendirecek, şereflendirecek.
Bakın onu da şöylece anlatmaya başlıyor.
69. “Ey Muhammed! Onlara İbrahîm'in kıssasını anlat.”
Peygamberim, onlara İbrahîm’in haberini de oku, İbrahîm’in haberini de
tilavet et. İbrahîm’in haberinden de haberdar et onları.
İnsan
yaratılıştan taşıdığı bir özellikle haberdar olmaya meyyaldir. Yaratılıştan bir
merak vardır insanda. Ama tabii insanın kendisine lazım olanların yanında,
kendisine hiç de lazım olmayacak bir yığın haberlerin peşine takıldığını da
görüyoruz. Rabb’imiz yarattığı bu insanın yaratılıştan getirdiği bu özelliğini
göz ardı etmeden onun haberdar olma ihtiyacını gidermek için bakın işte
kitabında haberler göndermiş. Zaten bu mânâda Kur’an’ın tümüne haberler de
diyoruz. Çünkü Rabb’imiz Sâd sûresinin başında:
“De ki
bu Kur’an çok büyük bir haberdir”
Buyurmaktadır. Evet Kur’an, azım bir haberdir,
en büyük haberdir. Herkesin durun dinlemesi gereken, herkesin önünde saygıyla
eğilmesi gereken bir haberdir bu Kur’an. Yine meselâ Yusuf sûresinde Yusuf
(a.s) un kıssası anlatıldıktan sonra:
“İşte
bunlar gayb haberleridir ki biz onu sana vahy ediyoruz, haber veriyoruz”
Buyurulur.
Evet
işte şu anda en büyük haber olan kitabımızın en büyük haberlerinden birisiyle
karşı karşıyayız. “En Nebe’” kelimesi insanı dehşete düşüren çok büyük, çok azametli
bir haber demektir. Yâni böyle sıradan her gün duyduğumuz, karşılaştığımız bir
haberden öte insanı sarsan müthiş bir haber demektir. İbrahîm (a.s) in haberi
de öyleymiş demek ki bizim için. Çünkü İbrahîm (a.s) bizim babamızdır.
Analarımızın kocaları olan babalarımızdan bize daha yakın bir babamız. Peki
sorayım o zaman şimdi: Size öz babalarınızdan daha yakın olan, daha lazım olan
İbrahîm babanızı ne kadar tanıyabildiniz? İbrahîm babanızın haberiyle ne kadar
ilgilenebildiniz? Ne kadar gündeme alabildiniz Onu? Bakın kitabının bu bölümünde
Rabb’imiz babanızın şu haberlerini gündeme getiriyor.
Tabi kitabımızın sadece bu bölümünde
verilen kadarıyla tanımaya çalışacağız babamızı. Değilse Kur’an’ın tamamında
anlatılan İbrahîm (a.s) haberleri bu kadar değil elbette. Başka yerlerde anlatılan
başka birimler de var. Böyle kesit, kesit sunulmuş peygamberler.
Bir
peygamberi öğrenmek demek aslında o peygamber şahsında örneklenen hayat
programını, kulluk programını kişinin kendi hayatına aksettirmesi demektir.
Değilse, meselâ araba kullanabilmek için gazı, direksiyonu, vitesi, fireni
bilmek yetmez. Bunların adını bilmek de yetmez. Bunları eyleme indirmek
zorundayız ya, işte aynen bunun gibi bu peygamberlerin sadece isimlerini
bilmek, babalarının isimlerini bilmek yerine onların şahsında örneklenen hayat
programlarını hayatımıza indirgemek zorundayız.
70. “İbrahîm, babasına ve milletine: “Nelere tapıyorsunuz?” demişti.
İbrahîm (a.s) kitabımızda en çok
anlatılan peygamberlerden biridir. Önceki sûrelerde atamızın babasıyla, kavmiyle
mücâdelesi konusunda çok şeyler söyledik. Rabb’imiz bizim kendisine kulluğumuz
konusunda örnek olarak sürekli İbrahîm (a.s)’ı gündeme getirir. Burada da yine
babasıyla mücâdelesinden bir kesit sunulur. Atamızın babasının kâfir oluşu Onun
şerefine asla bir nakısa getirmeyecektir. Bir peygamberin baba ve anasının
kâfir olması Onun peygamberliğine hiç bir zarar vermeyecektir. Böyle olunca ne
olurlarsa olsunlar, hangi dinin, hangi inancın mensubu olurlarsa olsunlar
bizler de babalarımıza ve analarımıza bunu demek zorundayız. Babalarımıza, analarımıza,
kavim ve kabilemize diyelim ki:
Neye tapıyorsunuz? Neye ve kime tapıyorsunuz? Neyin ve kimin kulu, kölesisiniz? Nelere ve kimlere kulluk ediyor, nelerin ve kimlerin sözünü dinliyorsunuz?
Kulluk
kişinin boğazına taktığı ya da doğuştan boğazında getirdiği kulluk ipinin ucunu
birine vermesi anlamına geliyordu. Hani herkesin boğazında doğuştan getirdiği
bir ip vardı ya; işte onun ucunu kime vermişse, kimi dinleyip onun çektiği yere
gidiyorsa, kime itaat ediyorsa ona kulluk ediyor demektir. Kimileri bazen bu
ipin ucunu bir tek varlığa verir, ama kimileri de bir tek iple yetinmeyip bir
çok varlığı memnun etmek için yüzlerce, takabileceği kadar oraya ip takıp birilerine
verebiliyor. Hanımın, ananın, babanın, kocanın, ağanın, patronun, modanın,
âdetlerin, törelerin, yönetmeliklerin, devletin, toplumun, çevrenin ve daha
aklıma gelmeyen isteyen pek çoklarının eline vererek şirk içinde bir hayattan,
müşrikçe bir kulluktan yana olabiliyorlar. Yâni Allah’ı tanımakla birlikte,
Allah’a kullukla birlikte, hayatlarının bazı bölümlerinde Allah’ı söz sahibi
bilip Onu dinlemekle birlikte Allah’tan başkalarını da dinlemeden, onları da
razı etmeden yana bir tavır sergileyebiliyorlar. Bakın atamız işte böyle
düşünen babasına di-yor ki:
Neye
tapınıyorsunuz? Yâni neyin kulusunuz? Neye kölesiniz? Kimin kulu kölesi oluyorsunuz?
_«8 dendiğine göre cansızlar da olabilecektir bu tapınılanlar. Canlı cansız
nelere, kimlere kulluk ediyorsunuz? Dediler ki:
71. "Putlara tapıyoruz; onlara bağlanıp duruyoruz" demişlerdi.”
Putlara tapıyoruz. Putların kulu kölesiyiz ve işte onlara bağlanıp
duruyoruz. Kul-köle olarak onlara boyun büküp duruyoruz. Onları hayatımızda
etkin ve yetkin bilip emirlerini ve yasaklarını dinleyip duruyoruz.
Sanem,
Vesen ve Nusub Arapların tapındığı, kullandığı Kur’-an’da haber verilen put
çeşitleridir. Kütük şeklinde, kalas şeklinde, kaya parçası şeklinde veya
şekillendirilmiş insan, hayvan, kartal şeklinde büyük bilinen, azîz bilinen
varlıkların sembolize edilmiş biçimleriydi bunlar. Tabii biliyoruz ki İbrahîm
(a.s) in toplumu aya, güneşe ve yıldızlara tapındıkları için yeryüzünde onları
temsil eden bir kısım putlar yapıyorlar ve onlara tapınıyorlardı. Put yapım
evleri, put tapım ma-halleri vardı. O putları büyütüyorlar, onların önünde
eğiliyorlar, onlarla beraber oluyorlardı.
Tıpkı şu anda kimi insanların kimi
eşyaların, kimi varlıkların karşısında boynunu büküp teslim oldukları,
çaresizlikten kıvrandıkları gibi. Onu almak zorunda, ona ulaşmak zorunda, onu
evine götürmek zorunda, onun öpmek, okşamak zorunda, onunla iç içe olmak zorunda,
onu bağrına basmak zorundadır. O kadar istiyor ki onu, yâni itiraz da edemiyor,
karşı da gelemiyor, çaresiz ona boyun büküyor ve teslim oluyor.
Meselâ şu anda bir Müslümanın evinde,
hayatında hiçbir zaman kullanım alanı olmayan nice eşyalar, rahat ve huzur kaynağı
ol-mayan nice maddeler, hattâ bırakın bir faydasını insanların Müslü-manca
beraberlikleri engelleyip ayrılıklarını, uzaklaşmalarını sağlayan, gündeme
getiren, pek çok ailenin parçalanmasına sebep televizyon vs gibi aygıtlar, bir
savaş ortamından daha fazla insanların ölümüne dâvetiye çıkaran, insanların
helâkine sebep olan nice araçlar yine de toplumda alıcı bulabiliyor. Bütün
bunların insan hayatında putlaştığını görüyoruz. Bir koltuk yüzünden iki
ailenin ayrıldığını görebiliyoruz. Put deyince illa da böyle eli ayağı, gözü
kulağı olan bir şey düşünmeyin. Put, Allah yerine insan hayatına karışma
mevkiine dikilen her şeydir. Demin de ifade ettiğim gibi bu bazen anadır, bazen
babadır, bazen kavim kabiledir, bazen eşyadır, bazen modadır, âdetlerdir,
yönetmeliklerdir... Arzuları Allah’ın arzularının önüne geçirilmiş her şey
puttur. Evet İbrahîm (a.s) in sorusuna karşılık diyorlar ki:
Allah’ın elçisi İbrahîm (a.s) sanki akılları başlarındaymış
gibi, konuşulanları anlıyorlarmış gibi onlarla konuşmaya çalışıyor. Ama ne
yapsın, peygamberdi O. Mecburen sabırla onlara bunu anlatarak akıllarını
erdirecekti. Çünkü onların başlarında akılları vardı ama kul-lanmıyorlardı,
çalıştırmıyorlardı onu. Bakın Allah’ın elçisi diyor ki:
72,73. “İbrahîm: "Çağırdığınız zaman sizi duyarlar veya size bir fayda ve zarar verirler mi? " demişti.”
Eh söylesenize diyor onlara, bu tapındığınız putların size bir fayda ve
zarar sağlamaları, ya da size bir zarar vermeleri filan var mı? Siz çağırınca
sizi dinleyebiliyorlar mı? Sizin imdadınıza yetişmeleri var mı? Size icabet
edebiliyorlar mı? Sizin derdinize çare bulabiliyorlar mı? Problemlerinizi
halledebiliyorlar mı? Haydi çağırın da sizin yardımınıza koşsunlar bakalım.
Haydi baş vurun da size evet desinler. Hangi put becerebilecek bunu? Hangisi
size bir fayda, yahut bir zarar ulaştırabilecek? Çağırın, dua edin, dâvetiye
gönderin bakalım hangisi size şifa verebilecek? Hangisi size rızk
ulaştırabilecek? Çağırın da sizin rızk probleminizi çözümlesinler. Çağırın
eğitim probleminizi, hukuk probleminizi, sosyal dertlerinizi halletsinler.
Hangi derdinizin, hangi probleminizin halli için onları çağırdınız da size
icabet ettiler? Neyi çözümlediler? Peygamberin bu akıl erdirici sorusu karşısında
dediler ki:
74. "Hayır ama, babalarımızı da bu şekilde ibadet ederken bulduk" demişlerdi.”
Dediler ki biz babalarımızı böyle bulduk. Atalarımızı biz, böyle yapar,
böyle inanır, böyle yaşar bulduk. Onlar böyle putlara tapınıyorlardı biz de
böyle amel ediyoruz. Atalarımızdan ne görmüşsek, ne duymuşsak ona sahip
çıkarız.
Acaba
bizim inancımız da, bizim amelimiz de öyle mi ki? Acaba bizim namazlarımız da,
bizim oruçlarımız da, bizim abdestlerimiz de, bizim zekâtlarımız, bizim
bayramlarımız, bizim tatillerimiz, bizim yazılarımız, bizim hukukumuz, bizim
eğitimimiz, bizim kılık kıyafetimiz, bizim ziyaret ve ziyafetlerimiz de öyle mi
ki? Birisi çıkıp sorsa bi-ze, yahu nedir bu yaptıklarınız? Nedir bu hayatınız?
Nedir bu amelleriniz? Kim dedi de böyle yapıyorsunuz? Kim istedi de böyle
davranıyorsunuz? Galiba bizim de diyeceğimiz aynen onlar gibi olacaktır. Meselâ
kan abdesti bozar mı? Neden? Kim dedi diye? Sabah namazının sünneti iki rekat
mı? Neden? Abdestte baş mı meshedilir? Neden? Gusülde tüm vücut yıkanır mı?
Neden? Seferde farzlar kısaltılır mı? Neden? Eh babam rahmetlikten öyle
gördümse, hocam rahmetlik böyle yapardı ise o zaman Nisâdaki, ya da Mâide’deki
âyet gibi olmaz mı? İkisini de okuyalım:
“Onlara: “Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin” dendiği
zaman münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.”
(Nisâ 61)
Söyleyin
bu âyete göre ne olur bizim durumumuz? Bakın Mâi-de’deki âyeti de okuyayım:
“Onlara, “Gelin Allah'ın indirdiği Kitaba ve peygambere
uyun” dendiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter" derler;
ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimselerse?
(Mâide 104)
Evet
görüyor musunuz? Onlara gelin Allah’ın indirdiğine teslim olalım, gelin
peygambere tabi olalım, gelin dinimizi, gelin inancımızı, gelin amelimizi,
gelin abdestimizi, namazımızı kitap ve sünnet belirlesin dendiğinde derler ki;
bize babalarımızdan intikal eden yeterlidir. Babamdan ne öğrenmişsem bana
yeter. Babamınkini öğrendim, hocamınkini öğrendim eğer bir de Allah ve
Resûlününkini öğrenirsem işler karışır. Hem şu anda para kazanmaktan, köşe
dönmekten vaktim de yok ona. Bir abdest için elli sayfa okuyamam. Bir namaz
için şu kadar sayfa okuyamam. Bir teyemmüm için bu kadar zaman ayıramam. Eğer
bu işlere bu kadar zaman ayırırsam benim işim biter. Halim kül olur. Sanki adamın
önünde bundan çok önemli işleri varmış gibi. Böyle diyenlere atamız diyordu ki:
75,83. “İbrahîm: "Eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz? Doğrusu onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak âlemlerin Rabb’idir. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O'dur. Beni yediren de, içeren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O'dur. Rabb’ım! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.”
Siz ve öncekiler, siz ve sizden önceki babalarınız, dedeleriniz, ondan
öncekiler, dedelerinizin dedeleri nasıl kul köle olmuşlar? Kime kulluk
etmişler? Kimi dinlemişler? Kime itaat etmişler? Nasıl yaşamışlar? Hiç
düşünmüyor musunuz? Yâni reyiniz, düşünceniz, fikrinin yok mu bu konuda? Çok mu
kapalı bu iş size?
Doğrusu
onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak âlemlerin Rabb’idir. Evet yargılayacağız.
Önce öğrenilenleri, önceden bize söylenenleri Allah’ın kitabı ve Resûlünün
sünneti rehberliğinde yargılayacağız. Çünkü onlar benim düşmanımdır, dostum
ancak âlemlerin Rabb’idir. Sizler, sizin taptıklarınız, sizin taptıklarınıza
tapanlar, o yolda gidenler, babalarınız, dedeleriniz, onların yolunda gidenler
hepsi benim düşmanımdır, ancak âlemlerin Rabbi olan Allah müstesna.
İbrahîm’in
onlar sizin düşmanlarınızdır demeyip de onlar benim düşmanımdır demesi
gerçekten çok hoş bir ifadedir. Böylece onların nefretlerini, düşmanlıklarını
kamçılamaktan, nefretlerini artırmaktan kaçınıyordu atamız.
O benim
dostum olan Allah öyle bir Allah ki beni O yarattı. Yarattı ama öylece başıboş
bırakıvermedi. Salıvermedi beni de hemen, bana yol gösterdi. Bana hidâyet etti.
Yâni beni yaratan Rabb’ım beni yolsuz, yordamsız, programsız ne yapacağımı,
nasıl yaşayacağımı bilmez bir vaziyette, bocalar bir konumda bırakmadı da
hidâyetini benden esirgemedi. Beni kendine muhatap kabul buyurup bana vahiy
göndererek yolumu da gösterdi. Yâni beni yaratıp benimle diyalogunu kesmedi. Ne
halin varsa gör, benden bu kadar demedi.
Hz.
İbrahîm olarak sadece O mu? Bu ben, ben değil mi aynı zaman da? Elbette ben,
sen, biz, hepimiz kastediliyoruz burada. Çünkü hepimizi yaratan, hepimize hayat
programı gönderen Allah’tır. Hz. Adem’le başlayan benlik, yâni insanlık kıyâmete
kadar hep aynı özelliği taşıyor. Herkesi Allah yarattı, yaratır yaratmaz da
vahiy göndererek ona yolunu gösterdi. Yarattığı kullarını hiçbir dönem başıboş,
vahiysiz bırakmadı Rabb’imiz. Kullarının hiçbir zaman, dinsiz dönem yaşamasına
asla razı olmadı.
O Allah beni doyuran ve sulayandır. Yiyeceğimi içeceğimi bana veren Odur. Allah bana yemek ve su ikram edendir. Damarlarım-daki sudan, beynimdeki suya kadar, gözümün suyundan bel suyuma kadar, gökten inenden yerden çıkanlara kadar her türlü suyumu yaratan, veren Odur.
Gerçekten
bizler düz bir hayata devam ettiğimiz sürece bazı şeyleri anlamıyoruz,
anlayamıyoruz. Ters düşününce ancak bazı şeyleri anlama imkânı bulabiliyoruz.
Meselâ yiyoruz doyuyoruz, içiyoruz susuzluğumuz gidiyor. Peki tersini düşünün.
Allah sularını alıverse, haydi sizi sulayan birisi çıksın bakalım. Var mı böyle
birileri? Veya Al-lah bedenlerimizdeki koyduğu şu mekânizmayı bozuverse, yâni
doyma özelliğimizi alıverse, doygunluk özelliğimizi kaldırıverse. Yâni bizim
doyabilmemiz için bir sisten yaratmış, bir yasa koymuş ya işte bu yasayı
değiştiriverse ne yaparız? Nasıl doyarız?.
Meselâ anam için Rabb’ım tuzu alıverdi
bitti. İki ay öncesine kadar benden de şekerini alıvermişti işim bitmişti,
şekerîm bitmişti benim de. Ama çok şükür bugünlerde tekrar geri verdi. Evet
kimileri tuz, şeker yiyemiyorlar değil mi? Önüne koy yiyemez adam. Kimisi hattâ
ekmek yiyemez, kimisi et yiyemez. Niye? Ya Allah alıverdi mi tamam. Kime ne
diyeceksin de? Kim geri alacak ta? Eğer bu önceki sıhhatli durumun Allah’tan
değil de kendinden idiyse, böyle iddia ediyorsan eh haydi geri getir o eski
durumunu bakalım diyor Allah. Tersinden okuyunca bazen anlaşılabiliyor bu.
Bu tür
bir mantık bizi yıllar yılı yerimizde saydıran, bir adım bile atmamıza engel
olan bir mantıktır. Hani şu Harran, Harput ve İskenderiye ekolleri sebebiyle
İslâm âlemine intikal ettirilen ve maalesef din yerine ikâme edilen bir Aristo
mantığı var ya, o gözü kör olası mantık var ya, bizi mahvetti. Değilse yıllar
yılı bize öğretilen o mantıktan biraz farklı bir mantık geliştirebilseydik, biraz
daha rahat edebilecektik.
Ben
hasta olunca O bana şifa verir. Kendilerine bir hastalık
Allah bizim için şifa yaratmamışsa hiç
kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. Adamın birisi kendisi doktur.
Rahatsızlanmış ve tüm doktor arkadaşları toplanıyorlar başına ve bir yerlerden
girip serumu takamıyorlar ve göz göre göre gözlerinin önünde arkadaşlarının ölümünü
seyretmişler. Başka ne yapabilecekler de? Bundan çok daha enteresan birini
duydum: Adamı ameliyata alıyorlar. Kalbini çıkarıyorlar, bitiriyorlar
ameliyatı, kalp çalışıyor, yerine koyuyorlar çalışmıyor. Tekrar çıkarıyorlar
yine çalışıyor, takıyorlar çalışmıyor. Allah ömrü bitirmişse kimsenin
yapabileceği bir şey yoktur. Öyleyse şifayı sadece Allah’tan bekleyeceğiz, Onun
ölçülerini, Onun yasalarını tecavüz ederek hiç bir yerde şifa arayışı içine girmeyeceğiz.
Beni öldürecek olan sonra diriltecek olan da O dur. Hayatım da ölümüm de Ona aittir. İbrahîm (a.s), atamız Rabb’ını böyle tanıyor, böyle iman ediyorsa ve eğer bizler de Onun yolunun yolcusu olarak Onun Rabb’ına iman ettiğimizi iddia ediyorsak, o zaman Allah’tan başka birilerinin bizleri öldüreceğinden mi korkuyoruz yoksa? Birilerinin Allah’ın dilemesinin dışında bize bir zarar verebileceklerin mi düşünüyoruz yoksa? Bu korku niye? Bu telaş niye? Yoksa inanmıyoruz da inanır mı görünüyoruz? Yoksa İbrahîm (a.s) in inandığı Allah’ın dı-şında başka bir Allah’a mı inanıyoruz? Yoksa birilerinin atlatıp ta bize zarar verebilecekleri bir Allah’a mı inanıyoruz? Becerebilecek birileri var mı bunu? Eğer Müslümanlar bugün Allah’ı İbrahîm (a.s) in tanıdığı gibi tanısalar, Ona Onun inandığı gibi inansalar galiba hayat programları çok farklı olacak. Baştan sona her şeyleriyle değişecekler ve beni sadece Allah öldürür, başkaları kılıma bile dokunamaz diyecekler ve farklı bir dünyanın insanı olacaklar.
Ve ben size kendimin tam ve mükemmel olduğumu da iddia etmiyorum. Hesapsız, günâhsız, eksiksiz bir adam da değilim ben. Yâni ben tam Allah’ın istediği birisiyim iddiasında eğilim. Benim Rab-b’ımın şöyle bir özelliği daha var: Onun karşısında biz kulların günâhsız olmamız gerekmez. Hatalarımız, kusurlarımız olabilecek, yanlışlarımız olabilecek. İşte bu günâhlarımız konusunda din gününde, hesap kitap gününde affına müracaat edilecek yegâne mercidir Rabb’ım. Ben, benim Rabb’ımın o gün benim hatalarımı, kusurlarımı örtüvereceğine, örtbas edivereceğine inanıyorum. Öyle ümit ediyorum, öyle tamah ediyorum, öyle bekliyorum. Ne hoş bir ifade değil mi? Tam ata-mıza yakışan bir ifade. Atamız İbrahîm (a.s) bu bölümde babasına ve toplumuna hitap ediyordu. Allah’la beraber yığınlarla putlara tapınan toplumuna Allah’ı tanıtmaya çalışıyordu. Bakın şimdi burada bir anda atamız sözü kesiyor ve Allah’a döndürüyor:
Ya Rab!
Bana hüküm ver. Bana hikmet ver. Ya Rabbi bana kanun ver. Ya da bana yerli
yerince konuşma, yerli yerince davranma özelliği ver. Tüm konuşmalarımda, tüm
davranışlarımda, tüm kararlarımda Hakka
Ve de beni sâlihlere ilhak et ya Rabbi. Sâlih kullarına yetiştir beni. Sâlihlerle birlik kıl. Onların peşi sıra gidenlerden eyle beni ya Rabbi. İbrahîm (a.s) bu duayı yaptığı zaman peygamber olduğu için buradaki hüküm istemesi peygamberlik isteği değildir denmiş. Çünkü ayrıca peygamberlik öncesi bir dua olsa bile bu dua, peygamberlik isteğe bağlı olmadığı için, Allah onu isteyene değil dilediğine verdiği için peygamberlik değil başkalarıdır denmiş.
Sonra
İbrahîm (a.s) duasına devam ediyor, Rabb’ı ile beraberliğine devam ediyor. Ne
kadar güzel bir durum değil mi? Müslümanın Allah’la beraberliği, toplumla,
çevresiyle beraberliği nasıl böyle içice. Buna göre şu birilerinin savunmaya
çalıştıkları inziva hayatı, toplumdan uzaklaşma anlayışı ne kadar da sakat
değil mi? Ya da Allah’ı unutarak, Allah’ı diskalifiye ederek toplumun içine
dalmak ne kadar kötü değil mi? Öyleyse Allah’ın istediği ve peygamberin
uyguladığı hayatta ne Allah’ı unutmaya hakkımız var, ne de toplumdan soyutlanmaya
mezunuz. Ne Allah’la beraberliğimiz bize insanları unutturacak, ne de
insanlarla beraberliğimiz Allah’ı unutturacak. İşte atamız İbrahîm bir anda
Allah’ı tanıtıyordu ve işte o anda toplumuyla içiceydi. Bir yandan da Rabb’ına
dua dua yalvarıp yakarıyordu. Ya Rabbi bana hüküm ver, hâkimiyet ver, hikmet
ver de yerli yerince konuşayım di-yordu. Sonra:
84,89. “Sonrakilerin beni güzel şekilde anmalarını sağla. Beni nimet cennetlerine vâris olanlardan kıl. Babamı da bağışla, o şüphesiz sapıklardandır. İnsanların di-riltileceği gün, Allah'a temiz bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün, beni rezil etme" demişti.”
Ya Rabbi benim için sonraki nesillerde sadâkat l
Veya hakkı, hakikati hatırlatma,
gündeme getirme görevi sizin olacak. Hak gündeme gelince o hakkın savunucusu,
tebliğ edicisi, öğreticisi, yaşayıcısı olarak insanlar ana zarında hep siz
çağrıştırılacaksınız. İnsanlar sizinle hep hakkı hatırlayacaklar, siz
akıllarına gelince hep güzel şeyler hatırlayacaklar. Evet siz hatırlanınca
yalan dolan, şaklabanlıklar, ukalalıklar, lüzumsuzluklar, haksızlıklar, günâhlar,
isyanlar değil sadece güzel şeyler akla gelecek. İstemez misiniz bunu? Kim
istemez ki bunu? İşte atamız da bunu istiyordu Allah’tan.
Ya Rabbi beni kötü şeyler yapan, kötü şeyler konuşan, kötülükler peşine düşen ve gerek insanlar arasında yaşarken hatırlandığında, gerekse ölüp giderken kötü birisi olarak hatırlanan, çevresine, ailesine, çoluk çocuğuna çok kötü yollar, çok kötü çığırlar, çok kötü usuller bırakarak çekip giden birisi yapma ya Rabbi. Bana hayatımda öyle güzel ameller, öyle güzel tavırlar nasip et ki, öyle güzel bir Müslümanlık yaşamama imkân ver ki bu benim arkamdan gelecek çocuklarım için de örnek olsun ya Rabbi.
Bir de beni naim cennetlerinin varislerinden kıl ya Rabbi. Naim cennetlerine, nimet cennetlerine girenlerden eyle beni ya Rabbi. Nimetlere gark olan ortamın insanlarından eyle beni. vâris olmak, yâni birisi öldü de onun yerine, onun mülküne vâris olmak değildir. Buraya aslında falan falan kişiler gelecekti, ama onlar iman yerine küfrü ve şirki tercih ettiklerinden, iradelerini cennete değil de cehenneme kullandıklarından, buraları hak edemediklerinden cehenneme gittiler, alın buralar sizin olsun denecek mü’minlere ve işte böylece kâfirlerin cennete boş kalan yerlerine Müslümanlar vâris olacaklar anlıyoruz. Evet atamız İbrahîm (a.s) hem ya Rabbi beni cenneti hak edenlerden eyle derken hem de oraya vâris olanlardan eyle diye dua ediyor.
Babam sapıklardandır ya Rabbi, onu da lütfunla mağfiret edip yarlığayıver, bağışlayıver, huysuzluğunu, hatalarını örtüver, görmeyiver, hesaba katmayıver ya Rabbi. Evet kitabımızın değişik yerlerinde değişik ifadelerle anlatılan atamız İbrahîm (a.s) in böyle bir duası var. Ama biz biliyoruz ki böyle kâfir, müşrik bir babaya istiğfar etmek caiz değildir âyeti gelip de Rabb’imiz kendisini uyarınca atamız babası hakkında bu tür istiğfardan vazgeçiverdi.
İbrahîm
(a.s) in müşrik olan babası hakkındaki bu istiğfarı babası hayatta iken, henüz
dönme, tevbe etme fırsatı varken bağışlanma ile ilgili olduğunu, bağışlanmanın
da imanla ilgili olduğunu bildiği için hayatta iken ya Rabbi sen onun aklını
başına getir de iman etmesini sağla, iman nimetini ona bahşet şeklinde
yorumlamışlar. Yâni henüz hayattaysa buna iman yolunu göster, hidâyet yolunu
göster, gidişini değiştir diye dua etmek caizdir. Ama kâfir olarak, müşrik olarak
öldüğü belli olduktan sonra artık böyle bir insan için dua etmek de, istiğfar
etmek de caiz değildir.
Bazıları
da demişler ki, işte İbrahîm (a.s) babasının kendisine yaptığı zulümleri
karşısında ülkesini terk edip hicret ederken ona şöyle demişti:
“İbrahîm şöyle cevap verdi: “Sana selâm olsun.
Senin için Rabbımdan mağfiret dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok
lütufkârdır.”
(Meryem 47)
Baba, sana selâm olsun. Ben senin için esenlik diliyorum. Rabb’ım sana
selâmet versin, hidâyet lütfetsin. Ben babam olarak sana karşı asla bir
düşmanlık düşünmüyorum. Benden sana hiç bir kötülük gelmeyecek. Seni üzecek bir
davranışta bulanmayacağım. Sadece senin hidâyetin için Rabb’ıma dua ve istiğfar
edeceğim. Rab-b’ımdan seni mağfiret etmesini,
günâhlarını bağışlamasını ve seni hidâyetine ulaştırmasını dileyeceğim.
Çünkü Rabb’ım bana karşı çok lütufkardır. Şimdiye kadar benim dualarımı kabul
buyurmuştur dedi ve ona verdiği bu sözden ötürü de:
“Rabb’imiz! Hesap görülecek günde, beni, anamı
babamı ve inananları bağışla.”
(İbrahîm 41)
Demiş,
ama arkasından bir mü’minin kâfir olarak öldüğü zâhir olan bir kimseye babası
bile olsa istiğfar etmesinin caiz olmadığını anlar anlamaz hemen bundan
vazgeçti demişler. Nitekim Rasûlullah efendimiz de amcası için istiğfar etmişti
de sonradan bunun caiz olmadığını anlar anlamaz vazgeçivermiştir. Evet İbrahîm
atamızın duası devam ediyor:
Bir de;
ba’s gününde, kıyâmet gününde, diriliş gününde ki:
Allah'a temiz bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği o günde beni rezil rüsva etme, beni perişan etme ya Rabbi. Yâni babası kâfir olarak bir kimse olarak, kâfir bir babanın oğlu olarak, bir kâfirin evlâdı olarak ben o gün rezil rüsva olacağım. Ya Rabbi, ne olur beni böyle rezil rüsva bir konumda tutma! şeklinde tefsir edenler olmuşsa da mânâ pek öyle değil gibi, bun-dan genel bir mânânın olduğunu anlıyorum ben. Bundan daha genel bir mânâ ile, ya Rabbi beni o diriliş gününde günâhları çok olup, sevabı az olup cenneti hak edemeyen reziller içinde eyleme beni ya Rabbi diye dua etmiş olabilecektir İbrahîm (a.s).
Ve o
ba’s gününü, diriliş gününü tarif ediyor İbrahîm (a.s).
O gün ne malın faydası var, ne de evlâdın. Mal da evlâd-u ayal da beş para etmez o gün. O gün ne ananın faydası var, ne de babanın. O gün ancak faydası olacak olan selim bir kalp, teslim bir kalp, Müslüman bir kalptir. Allah’a böyle teslim bir kalple gelenler ancak fayda göreceklerdir o gün. İşte kişi ancak böyle bir kalpten fayda görecektir. Geri kalan ana, baba, evlât, kavim, mal, mülk hiçbir şey ifade etmeyecek, hiç bir fayda sağlamayacak insana. Ben evlât olarak peygamber olmuşum, ama babam kâfirmiş İbrahîm gibi. Benim ona hiçbir faydam olmayacaktır. Ya da onun bana hiçbir zararı dokunmayacaktır, ben ona karşı görevimi yapmışsam. Öyleyse selim bir kalple, Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın kitabına ve elçisinin sünnetine teslim olmuş bir kalple Allah’ın huzuruna gitmekten başka çaremiz yoktur.
Efendim filanların Allah’la arası
iyidir, eğer ben de onlarla aramı iyileştirebilirsem kurtulurum, onların bana
faydası dokunur düşünmeyelim. Sadece Allah’la aramızı düzeltmeden yana, Allah’a
teslim olmadan yana tavır alalım, Allah yardımcımız olsun.
90,91. “O gün cennet Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yaklaştırılır. Cehennem de azgınlara gösterilir.”
O gün cennet muttakilere, hayatlarını Allah için yaşayanlara, Allah’ın
koruması altına girenlere, Allah’a imanın, Allah’a kulluğun şuurunda olanlara
yaklaştırılır. Mahşer yerinde bulunan muttakilere doğru cennet yakınlaştırılır,
cennete doğru yürürler. Cennet onlara doğru yürür. Adımlarını atıverip girecek
kadar cennet onların ayaklarının dibine getirilir. Veya cennet onların
ayaklarının altına döşenir, serilir. Buyurun girin denilir onlara. Uzak
değildir cennet. Uzak değiliz cennetten. Hangi şartla? Takva şartıyla tabii.
Muttakilere yakındır o cennet. Öyleyse muttaki olmak zorundayız, takva erleri
olmak zorundayız. Allah’ın koruması altına girenlerden, Allah’la yol bulanlardan,
yollarını Allah’a sorarak bulanlardan, hayatlarını Allah için yaşayanlardan,
Allah’ın istediği ve belirlediği biçimde yaşayanlardan olmak zorundayız.
Dünyada hesabını böyle yapanlardan olmak zorundayız. İşte o zaman cennet bize
çok yakındır.
Bunun
tamamen aksine cehennem de azgınlara gösterilir. Ya da cehennem azgınlar için
azgınlaştırılarak gözleri önüne serilir, arz edilir. Ve o gün o cehennemliklere
denilir ki:
92,95. “Onlara: “Allah'ı bırakıp taptıklarınız nerededir. Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu? denilir. Onlar, azgınlar ve iblisin adamları, hepsi, tepe takla oraya atılırlar.”
Hani o Allah’ı bırakıp ta, Onun berisinde, Onun dûnunda tapındıklarınız
nerede? denir. Hani nerede o Allah berisinde tanrı bildikleriniz? Hani Allah
berisinde hayatınızda söz sahibi bildikleriniz? Hani egemenliği kendilerinde
gördükleriniz? Hani yasalarını uyulamaya, arzularını yerine getirmeye
çalıştıklarınız? Hani dünyada kanunlarına toz kondurmamaya çalıştıklarınız?
Hani hatırlarını Allah hatırına tercih ettikleriniz? Hani Allah bizim
hayatımıza karışamaz, bizim hayatımızı belirleyecek başka tanrılarımız var
diyerek bel bağladıklarınız? Hani nerede siyasal tanrılarınız? Hani ekonomi
tanrılarınız? Nerede hukuk tanrılarınız? Nerede düğün dernek tanrılarınız?
Nerede kılık kıyafet tanrılarınız? Hani çağırsanıza onları yardımınıza. Onlar
şu anda size yardım edebiliyorlar mı? Bırakın size yardım etmelerini,
kendilerine bir yardımları dokunabiliyor mu? Hayır hayır onlar, o azgınlar, o
azgınlaşanlar, o azgınlaştıranlar, o Allah tanımazlar tepe takla cehenneme
atılırlar.
Kim
bunlar? Her dönemde vardır bunlar. İbrahîm (a.s) döneminde var, Mûsâ (a.s)
döneminde var, Muhammed (a.s) döneminde var, bugün var ve kıyâmete hep var
olacaklardır bunlar. Allah’a iman etmeyenler, Allah’ın elçilerine iman
etmeyenler, Allah ve elçilerinin is-tediği bir hayatı yaşamaya yanaşmayanlar,
kendi hevâ ve heveslerini, ya da kendileri gibi insanların arzularını putlaştırarak
Allah dini yerine ikâme edenler. Kıyâmete kadar bu tip insanlar varlıklarını
sürdüreceklerdir. İblis yolunu takip eden bu insanlar İblisle birlikte tepe
takla cehenneme atılacaklardır. İblis yolunda Allah karşıtı bir hayat yaşayan
insanların tamamı cehenneme gideceklerdir. Bakın onların cehennemdeki
tartışmalarını, atışmalarını da Rabb’imiz şöylece ortaya koyuyor:
96,102.
“Orada putlarıyla çekişerek: “Vallahi biz apaçık bir sapıklıkta idik; çünkü biz
sizi âlemlerin Rab-b’ına eşit tutmuştuk; bizi saptıranlar ancak suçlulardır;
şimdi şefaatçimiz, yakın bir dostumuz yoktur; keşke geriye bir dönüşümüz olsa
da inananlardan olsak" derler.”
Diyecekler ki orada; vallahi meğer bizler apaçık bir sapıklık içindeymişiz.
Ey putlar, ey şeytanlar, ey tâğutlar, ey tanrı taslakları meğer bizler, sizleri
bir şey zannedip de âlemlerin Rabbi olan Allah’a denk tutmuşuz. Sizi dünyada
Allah gibi hayatımızda söz sahibi kabul etmişiz. Sizlerde bir yetki var
sanmışız. Bizi saptıranlar ancak mücrimlerdir. Bizi mücrimler saptırmış.
Dünyada bize kendilerini tanrı olarak takdim eden, egemenlik bizdedir diyen şu
mücrimler bizi yoldan çıkarmıştı. Bunlar olmasaydı, bu mücrimler, bu tâğutlar,
bu zalimler bizim üzerimizde Rabb’leşip, kendilerine kul köle edinmeselerdi,
bizim yasalarımızı değiştirmeselerdi, bizim kulluğumuza engel olmasalardı
elbette biz Rabb’imize kul olacaktık. Bu hainler bizim dinimizi bozmasalardı,
Allah dinini kaldırıp, Allah dinini yasaklayıp bizim karşımıza resmi bir din
çıkarmasalardı elbette bizler Müslümanlar olarak Allah’ın istediği bir hayatı yaşayacaktık.
Eyvah! Artık şu anda bizim için bir şefaatçi yok mu? Bizi şu cehennemden kurtaracak,
bizi Allah karşısında müdafaa edecek, bizi Allah’la barıştıracak bir yardımcı
yok mu? Bizi bu cehennemden kurtaracak bir aracı yok mu?
Ah keşke
dünyaya bir daha dönme imkânımız olsa da mü’-minlerden olsak. Keşke dünyaya bir
daha dönebilseydik te Rabb’ı-mın istediği gibi bir hayat yaşasaydık. Rabb’imizin
âyetlerini dilimiz-den düşürmeseydik. Hainler şu anda Allah âyetlerini duymaya
bile tahammül edemiyorlar. Şu anda öteki tanrıları hatırına Allah’a hayat bile
tanımak istemiyorlar. Allah’la, Allah kullarıyla amansız bir savaş vermeye
çalışıyorlar. Allah berisinde tanrı bildiklerine toz kondurmamaya çalışıyorlar.
Ama o gün akılları başlarına gelecek ve diyecekler ki, ah keşke dünyaya bir
daha geri döndürülseydik de Müslümanca bir hayat yaşasaydık. Evet işte
yaşadıkları bu hayatlarının karşılığı olarak cehennemi boylamışlar, ateşle
kucaklaşmışlar, akılları başlarına gelmiş ve orada hayıflanıyorlar, geriye
dönme rüyaları görmeye çalışıyorlar.
İşte Müslüman olanla olmayanın farkı burada
açığa çıkıyor. Müslüman bu dünyada Allah’ın âyetleriyle birlikte bir hayat
yaşayarak, Allah bilgisiyle bilgilenerek yarın olacakları bugünden görüyor,
biliyor. Cehennemi gözleriyle seyrediyor, cenneti gözleriyle görüyor. Allah’ın
kitabından habersiz bir hayat yaşayan kâfirler ise bugün gafil olduğu
gerçeklerle yarın iş işten geçtikten sonra yüz yüze gelecekler ve geriye dönüp
Müslüman olmayı temenni edecekler. Geçmiş olsun. Artık geriye dönüş imkânı
kalmamıştır.
103,104. “Bunda şüphesiz bir ders vardır ama çoğu inanmamıştır. Rabb’ın şüphesiz güçlüdür, merhametli-dir.”
Muhakkak ki işte bunda âyetler,
dersler, ibretler vardır, ama insanların pek çoğu inanmıyorlar. İşte herkes
Allah’ın bu âyetlerini görüyorlar, duyuyorlar. Allah’ın bu âyetleri
rehberliğinde cehenneme şahit oluyorlar, cennete şahit oluyorlar, İbrahîm (a.s)
in uyarılarına muttali oluyorlar. Rabb’imizin eğer bu dünyada Müslümanca bir hayat
yaşarsanız sonunda cennete, aksini yaparsanız cehenneme gidersiniz uyarısını
alıyorlar ama yine de imana yanaşmıyorlar.
İşte Ebu Cehil. Ne diyordu? Vallahi
Muhammed’in dediklerinin tamamı doğrudur. Ona asla yalancıdır diyemem diyor ama
yine de iman etmiyor. Veya işte ondan uzak yaşayan Firavun. Mûsâ (a.s) nın hak
peygamber olduğunu biliyor, ama yinede saltanatı, zevki, eğlencesi ağır basıyor
ve inanmıyordu. Onlar varsın inanmasınlar, Rabb’ın Azîzdir, Rabb’ın Rahîmdir.
İnanmayanlara karşı Azîzdir Rabb’ın. Onlardan intikam almaya ehildir. Ama iman
edenlere karşı da son derece Rahîmdir.
Şuarâ
sûresinde tarih anlatılıyor. Sûrede en güzel bir şekilde geçmiş gözler önüne
seriliyor. Bakın bundan sonra da Nuh (a.s) ve kavminden söz edilecek:
105. “Nuh'un milleti peygamberlerini yalanladı.”
Nuh kavmi peygamberleri yalan
saydılar. Şöyle bir espri var âyette: Nuh kavmi döneminde peygamber olarak bir
tek Nuh (a.s) vardı, ama hani peygamberleri yalan saymıştı onlar. Kimdi o peygamberler?
Başka hiç peygamber yoktu ki zaten. Yâni aslında “kezzebet gavmi Nuh’u
nir Resule” denmeliydi gibi geliyor bize. Ama şöyle izah edilmiş: Nuh
kavmi peygamberliği yalanladı. Nuh (a.s) gibi yeryüzüne gönderilebilecek her
bir peygamberi yalanladılar, yâni peygamberin fonksiyonunu yalanladılar. Veya
yalan saydılar. Tercümede peygamberleri yalancılıkla itham ettiler şeklinde bu
tercüme güzel. Yâni onların yaptığı iş bu. Yok siz yalancısınız dediler. Her
bir peygambere bu işi yapmakla aynı safta yer aldılar. Ne yapmışlar? Konu
neymiş?
106,110. Kardeşleri Nuh, onlara: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak Âlemlerin Rabbına aittir. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin" dedi.”
Bakıyoruz, peygamberlerin
kavimleriyle mücâdelelerinde şu safhâlârı görüyoruz: Allah peygamberi
görevlendiriyor içlerinden biri olarak, peygamber onlara Allah’ın dinini
ulaştırıyor. Peygamber bu gö-reve başlıyor ve konumunu belirliyor. Ben bunları
kendimden söyle-miyorum. Bunlar benden değil Allah’tandır. Ben bunları size
Allah adına söylüyorum. Arkasından toplumdan bir cepheleşme, bir karşı geliş
başlıyor, ama hafife alma biçiminde oluyor ilk zamanlar. Dalga geçiyorlar,
hafife alıyorlar, kaale almıyorlar, değer vermiyorlar, sanki itibara
almıyorlar. Peygamber aldırışsız, peygamber sabır sembolü, devam ediyor
görevine. Bu sefer dalga geçmenin boyutu değişiyor. Biraz tehdit, biraz küçük
görme, hafife alma ama işkence ile tehditler de artıyor.
Peygamber yine devam ediyor görevine, Müslümanlar yine ço-ğalmaya devam
ediyorlar. Arkasından işkenceler, ama onlarla birlikte tavizler başlıyor. Gel
vazgeç bu işten ey peygamber, yoksa şöyle şöyle yaparız! Ama bu peygambere
değil de inananlara oluyor daha çok. Peygambere iman eden en yakın Müslümanlar
öldürülüyor, zulme maruz kalıyor. Buna da aldırış etmiyor Müslümanlar ve ilerlemeye
de-vam ediyor din. Bu sefer işkencenin boyutu artıyor ve öldürmelere ka-dar
gidiyor iş. Ama bu dönemde bir ölürse, bin dirilmeye başlıyor Müslümanlar. Güya
İslâm’ın işini bitirecekken kâfirler bunun kendi aleyhlerine çıktığını
görüyorlar ve Müslümanları bulundukları yerden sürmeden yana oluyorlar. Yâni
işine karıştırmayacak, sürecek, çıkaracak, atacak, başka yerlere gönderecek,
haşlayacak, taşlayacak ve işini bitirecek...
Yine hakkından gelemezse bu defa başka çareye başvuruyor kâfir o da dini
ortadan kaldırmayı deniyor. O zaman da karşısında Allah’ı buluyor ve helâk
oluyor. Hep böyle olagelmiştir bu. Bakın Ku-reyş’e böyle olmuş, Ad, Semûd,
böyle olmuş, ya da diğerleri hep böyle olmuştur. Bizim için de aynı şey geçerli,
biz de hakkı temsîlen iyi bir Müslüman olma vazifesiyle ortaya çıkarsak dalga
geçecekler, hiçe sayacaklar, aldırış etmeyecekler, aynı şeyler olacak en son bizim
şah-sımızda İslâm’ı ortadan kaldırmaya çalışacak olurlarsa o zaman da Allah’la
karşı karşıya gelip helâki hak edeceklerdir diyoruz. Bakalım bu aşamaları, bu
sahneleri, bu kademeleri Nuh kavminde ne kadar anlatılmış, Şuarâ sûresinde ne
kadarı anlatılmış bunu tanımaya çalışalım.
Nuh dedi ki onların kardeşleri olarak, takvalı
olmaz mısınız? Sakınmaz mısınız? Korunmaz mısınız? Allah’ın yasaklarını çiğnemeye
korunmaz mısınız? Allah’ın koruması altına girmez misiniz? Allah’la korunmak
istemez misiniz? Hayat programınızı Allah’tan almak istemez misiniz? Allah
tarif etsin siz de öyle yaşayın, bundan yana de-ğil misiniz?
Çünkü ben size güvenilir bir
elçiyim. Ben Allah’tan size gönderilmiş emin bir peygamberim.
Nuh (a.s) onlara, onların içlerinden
biri olarak dedi.
Peygamberler hep kavimlerine ey
kavmim diye hitap etmişler. Yâni kavimlerini kendilerine mal ederek hitap etmişlerdir.
Ya kavmim! Ey kavmim! Ey benden olanlar! Ey benim etim kemiğim olanlar! Diyerek,
kendilerinden biri olarak onlara hitap etmişlerdir. İşte toplumuza karşı hitap
ederken, insanlarımıza yaklaşırken bizim durumumuz da böyle olacak. Bizler ya
Nuh (a.s) gibi olacağız. Yâni ya dışımızdaki in-sanları biz kabul edeceğiz,
onlara biz diye hitap edeceğiz. Veya dışımızdaki insanlardan birileri bizden
biri olarak bizi uyarırsa o zaman da onu Nuh kabul edecek ve onun uyarısına kulak
vereceğiz.
Ben sizlere güvenilir bir elçiyim. Nuh (a.s) da, Hûd (a.s) da, Lût (a.s) da, Sâlih (a.s) da, Şuayb (a.s) da, İbrahîm (a.s) da biraz sonra: “İnnî leküm Resûlün emin” diyeceklerine göre anlıyoruz ki hep-si de Resul’dur. Öyleyse Resul yeni bir kitap getiren, yeni bir şeriat getiren peygamberdir tanımı yanıştır. Resul ve Nebî tanımı peygamberlerin konumlarına göre aldığı isimlerdir.
Evet Peygamberler Allah’tan haber almaları, Allah’tan haber getirici olmaları açısından Nebîdir, bu haberi topluma yansıtmaları açısından da Resuldür. Tıpkı benim faklı konumlarıma göre adımın değiştiği gibi. Öyle değil mi? Meselâ benim adım hanımıma göre ko-cadır, çocuklarıma göre babadır, talebelerime göre hocadır, size göre de Alidir. Eğer bir de ümmete idareci filan olursam o zaman emirdir, imamdır, halifedir benim adım. İşte peygamber Allah’tan haber getirici özelliğiyle Nebîdir, toplumuna örnekliliği yönüyle de Resuldür. Öy-leyse bütün peygamberler hem Nebîdir, hem de Resuldür diyoruz.
Madem ki ben size güvenli bir
elçiyim, emin bir peygamberim, öyleyse sizlerin bana güvenmeniz gerekir. Çünkü
eminim ben. Öy-leyse hemen akabinde de takvalı davranın! Muttaki olun! Allah’ın
koruması altına girin! Hayatınızı Allah için yaşayan Müslümanlar olun! Muttaki
olun, ama takvayı da benden öğrenin! Yâni bana itaat ederek takvalı olun! Beni
izleyerek, beni takip ederek, benim yaptıklarımı yaparak takvalı olun! Gelin
ben size itaati öğreteyim! Gelin takvanın, Al-lah’a Allah’ın istediği kulluğun
modelini benden öğrenin!
(En’âm 121)
İnsanların böyle sapmasında, fıska düşmesinde en büyük rol oynayan
şeytanlardır. Tüm bu sapmalar şeytanlardandır. Takvanız şöyle olsun, namazınız,
zikriniz, tesbihiniz şöyle olsun. Eviniz şöyle olsun, ev tefrişleriniz şöyle
olsun, kazanmanız harcamanız şöyle olsun, eğitiminiz, hukukunuz şöyle olsun,
hayatınız, oturmalarınız kalk-malarınız şöyle olsun, sofranızda şunlar şunlar
bulunsun vs, vs dostlarına uygulasınlar diye sürekli vahiy ulaştırırlar. Tabii
eğer Müslümanlar Allah vahyini bırakırlar da, Allah’ın kitabının ve Resullerinin
örnekliliğini bırakırlar da dinlerini şeytan vahiylerinden öğrenmeye
kalkışırlarsa elbette bu şeytanların oyuncağı olmaktan kurtulamayacaklardır.
Bakın Allah’ın elçisi diyor ki:
Madem ki ben güvenli elçiyim,
öyleyse takvalı olun, Allah’la yol bulun! Hayatınızı Allah tarif etsin! Ama
bana itaat edin, bana itaat ederek yapın bu işi. Yâni itaat modelini benden
alın, kulluk modelini benden alın.
Dikkat edin, açın gözünüzü, ben bu
iş için sizden bir ecir bek-liyor muyum? Bir minnetim, bir derdim, bir sıkıntım
var mı size karşı? Yok öyle bir şey. Gelin öyleyse beni dinlemeye bakın.
Yâni insanlar karşılarında Resûlü
Emin gibi görülenlerin durumlarını kontrole hak sahibidirler. Yalan diyecekler
meselâ. Sen bun-dan yüzde yüz menfaatleniyorsun da ondan diyorsun. Peygamberlerin
böyle bir dertleri de yok. Peygamberlerin derdi:
Benim ecrim, benim ücretim, sadece
Âlemlerin Rabbi olan Al-lah’a aittir. Ben ecrimi, ücretimi sadece Ondan
beklerim. Din alışverişinde bulunduğunuz insanlardan hiçbir ücret beklemeyin
sakın ha kesinlikle. Eğer birileriyle din alışverişinde bulunuyorsanız, yâni
Kur’an anlatıyorsanız, Sünnet öğretiyorsanız, Müslümanlığına çalışıyorsanız,
namaz öğretiyor, selâm öğretiyorsanız, sakın ha ondan bir şey beklemeyin. Benim
anladığı bunun galiba iki çözümü var:
1- Birincisi bulunduğunuz ortamda
çaylar benden diyeceksiniz. Yâni ikramsa eğer aramızda söz konusu hep biz ikram
edelim. Yâni illa da ikram konumunda bulunacaksak ikram eden biz olalım. Ama
değilse ikram konumunun dışında bulunmaya çalışmak en iyisidir. Çünkü bakıyoruz
adam bir şeyler ikram etti mi sorumluluktan kurtuluveriyor. Ama hiç böyle bir
ikram kabul etmeyince adam başlıyor, ya sen bize bir şeyler anlatmak için
çırpınıyorsun, ama biz sana hiç bir şey yapamadık demeye başlayınca da onlardan
yapmaları gereken şeyi isteme hakkımız doğacaktır o zaman. Değilse bir hocaya
bir şey ikram etti mi adam elhamdülillah bugün filan hocaya şunu, şunu ikram ettim
diyor ve bununla tatmin oluyor, işi bitiriyor.
Yâsîn sûresi Kur’an’ın özeti olan
bir sûredir. Orada peygamberlerin yalanlandığı bir ortamda şehrin en uzak
gariban mahallelerinden koşup gelen bir adam diyordu ki kavmim, ey kavmim!
Durun! Ne yapıyorsunuz siz! Yapmayın! Etmeyin bu Allah elçilerini dinleyin! Çünkü
bu insanlar:
“Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar
doğru yoldadırlar.”
(Yâsîn 21)
Onları dinleyin, onlara itaat edin, çünkü onlar sizden bir ecir, bir ücret
istemiyorlar. Bu elçilerin dediklerini tutun, çünkü onlar bu uyarılarının
karşılığında sizden bir mükâfat, bir ücret, bir maaş, bir dünyalık
istemiyorlar. Sizden böyle bir
beklentileri de yok onların. Üs-telik kendileri de hidâyettedir onlar.
Yâni sizden istedikleri hidâyet yo-lundadır onlar. Kendileri size tebliğ
ettiklerine aynen iman etmişler, kendileri de hidâyet üzeredirler. Size başka
şey söyleyip kendileri başka şeyler peşinde değiller onlar diyordu.
Evet demek ki bir insana uymak, bir
insana tabi olmak için, bir insanın dediklerini yapmak için iki gerekçeden söz
ediliyor: Bunlardan ilki o kişinin söylediklerini sadece Allah için söylemesi,
istediklerini sadece Allah adına istemesi, yaptığı tebliğini sadece Allah
rızası için yapması, karşılığında
insanlardan hiçbir ücret istememesi, ikincisi de kendisinin bizzat
hidâyet üzere olması. Yâni söylediklerine bizzat ken-disinin teslim olup,
uygular, yaşar olması. İşte Allah’ın elçileri böyleydi. Onlar insanlara neyi
emretmişlerse, neyi istemişlerse, neyi yasaklamışlarsa onları bizzat kendi
hayatlarında en güzel şekilde uygulayan insanlardı.
Evet bunlar sizden bir ücret
beklemiyorlar, bu söylediklerini kendileri için söylemiyorlar. Öyleyse uyun
bunlara. Eğer kendileri için söylüyorlarsa namerttir bunlar diyordu.
Biz de insanlara dediklerimizi önce
kendimiz için söyleyeceğiz. Veya biz de; bize bir şeyler söyleyen adamın
durumuna bakalım. Kendimiz insanlara bir şeyler söylerken durumumuza dikkat
edelim. Kesinlikle ücret bekleyerek konuşmayalım. Ama bize birileri bir şeyler
söyleyince de dikkat edelim. Eğer o adam kendisi için diyorsa, başka bir gâye
için dediyse, şımarıklığı için dediyse, huysuzluğu için, menfaati için, para
için dediyse, makam için, şöhret için, mevki için dediyse o zaman da onu
dinlemeyelim. Ama gerçekten de biliyorsak Allah için diyor onu kaale alalım,
itibara alalım, bunun Müslümanı olduğunu kabullenelim ve istediği gibi hareket
edelim inşallah. Evet bu âyetin ortamında ben kendimi buluyorum, sonra karşımdakini
aynı ortamda düşünüyorum. Yâni önce bu âyet bana ne dedi? Bunu anlamaya çalışıyorum,
sonra da karşımdakini. Ben ücret istemeyeceğim, karşımdaki de ücret ister
pozisyonunda olmayacak.
Önce dedi bunu, sonra bir daha dedi.
Tekrar tekrar takva emrediliyor, tekrar tekrar yolun Allah’la bulunması
öğütleniyor. Müslü-manın yapacağı iş zaten bundan başka da değildi. Biz eğer bu
peygamber sözünü insanlara ulaştırmaya çalışıyorsak peygamberin fonksiyonunu
icra ediyoruz demektir, peygamberin görevini ortaya koyuyoruz demektir ve
bundan daha büyük ne şeref olabilir de bizim için? Ya da birileri bize bunu
diyorsa o adam şereflidir, şerefli bir adamın bizden istediklerini biz
gerçekleştirmeye çalışalım inşallah.
Peygamber böyle söyleyince onlar
dediler ki:
111. "Sana mı inanacağız? Sana en rezil kimseler uymaktadır" dediler”
Ne! Sana inanacağız ha! bu soru
değil çünkü. Cevap isteyen bir soru değildir bu. Sana inanalım mı? Değil.
En reziller, en pespaye ayak
takımları, en düzensiz sefih insanlar sana inanmış, seninle beraber senin
dinini yaşarken biz de onlar gibi mi olalım? Biz de onlar gibi mi inanacağız
şimdi? Yâni şimdi ey peygamber bunu mu istiyorsun bizden?
Tıpkı Bakaradaki:
"Onlara, insanların inandığı gibi siz de iman edin!
Denilince. Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız? derler."
(Bakara 13)
Evet kendilerine haydi sizler de şu
mü’minler gibi inanın, sizler de onlara benzeyin, sizler de onlar gibi yaşayın,
şu imanlarınızı mü’-minler gibi bir görüntüleyin, şu iddialarınızı hayatınıza
bir geçirin denilince diyorlar ki, yâni şimdi bizler şu adi, şu bayağı, şu
sefih insanlar gibi mi iman edeceğiz? Bunlar gibi mi amel edeceğiz? Bunlar gibi
mi yaşayacağız? derler. Çünkü iman amel demektir aynı zamanda. Hani Allah yine
Bakarada sizin imanlarınızı zayi etmeyeceğiz buyuruyordu. Ve orada anlatılan
imandan kasıt namazdı. O zaman burada iman mı edelim? derken biz senin şu tarif
ettiğin gibi mi yaşayalım?
Önceden şöyle anlıyorduk bu âyeti: Yâni toplumun en alt tabaka insanları
inanmışlar sana, hani aklı başında, dirâyetli, kabiliyetli, inananlar var mı?
gibi anlıyorduk, ama hiç te öyle değil mânâ. Yâni sana inanan insanları
görüyoruz ağzının tadı yok, karı yok, kız yok hayatlarında, içki yok, kumar
yok, saz yok, caz yok, oyun yok, eğlence yok ne bu ya! Ben böyle inanıp ne
yapacağım? Bunlar rezil adamlar, böyle hayat mı olur? Böyle yaşam mı olur?
demeye çalışmışlar. Sefihlerden kasıt işte budur. Halbuki yine Bakaranın
beyanıyla İbrahîm’in dininden yüz çevirenler ancak sefihlerdir âyetinden anlaşılıyor
ki sefihler işte bunlardır. İbrahîm’in diniden kim yüz çevirirse gerçek sefih
odur, yâni dinden yüz çevirmek idi sefihlik. Adamlar mü'minlerde ayna gibi
kendilerini görüyorlar ve diyorlar ki biz sefihler gibi olamayız.
112,115. “Nuh: “Onların yaptıkları hakkında bir bilgim yoktur; hesapları Rabbime aittir, düşünsenize! Ben inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça uyarıcıyım" dedi.”
Nuh (a.s) dedi ki, onların
amellerinin hepsi onlara aittir. O sizin sefih kabul ettiğiniz mü’minlerin
yaptıkları ameller kendilerine aittir. O benim bileceğim bir şey değildir, benim
onunla bir ilgim alâkam yoktur. Yâni eğer biraz ciddiyetiniz varsa, anlamak
istiyorsanız, yâni ilim ve amel düzeyine eriştirebilecekseniz benim dediklerimi,
düşünün isterseniz ama onların hesabı Allah’a ait, ben onların ne yaptıklarını,
ne yapacaklarını, ciddi mi yaptıklarını, yoksa rezil mi olduklarını, rüsva
mı olacaklarını bilmem. Rabbim bana
böyle bir din göndermiş, ben de onu insanlara ulaştırıyorum. Ona iman edenleri,
onu yaşayanları da kabul etmek zorundayım, başka yapacak bir şeyim yok benim.
Dün kâfirlerin, dün Nuh kavminin
inanmayanlarının, dün Mekke müşriklerinin istediklerini maalesef bugün
Müslümanlar istiyorlar. Şu rezilleri, şu pespaye takımı, şu ayak takımını, şu
adi, şu parasız pulsuz, şu işsiz aşsız insanları yanından kovarsan ne ala
dediler. Şu talebeleri yanına sokmazsan geliriz. Bu böyle beş parasız, diplomasız,
işsiz-güçsüz, sosyal hayatı bilmeyen, aktüaliteden habersiz, veya sosyetenin
bilmem nerede hangi yemeği yediğini? Köpeğini nerede nasıl sünnet ettirdiğini
bilmeyen insanlarla oturup kalkmayı bırakırsan o zaman biz senin yanına
gelebiliriz diyen insanların da biz bugün Müslüman insanlar olduğunu görüyoruz.
Dedi ki Peygamber:
Ben bunları kovacak değilim,
kovamam, mümkün değil! Peygamberimizden de istediler bunu. Peygamberimiz bir an
meyletti buna. Sebep neydi? Çünkü çok zayıf anında yakaladılar peygamberimizi.
Peygamberimiz merhametlidir, şefkatlidir, insanların ateşe gitmelerine mümkün
değil tahammül edemez. İnsanların cehenneme gidişlerini bir an durduruvermek
bile sanki onun için büyük sevinç kaynağıdır. Böyle bir özelliği vardı
Rasûlullah’ın. Dediler ki tamam, biz de inanalım sana, amma bir şartla. Biz
gelince onlar olmasın, onlar varken de biz gelmeyelim! Yâni onları kov bile
demediler güya, dediler onlara ayrı anlat, bize ayrı anlat. Cenâb-ı Hak buna
bile izin vermedi, hemen işi kapattı:
“Onları huzurundan kovduğun takdirde
zalimlerden olursun."
(En’âm 52)
Allah
Peygamberine diyordu ki sakın o garibanları yanından kovma! Eğer bunlar
garibandır diye onları yanından kovarsan o zaman sen zalimlerden olursun!
Evet
garibanları etrafımızdan kovmamalıyız. Zira Rabbimiz buyurur ki onların
hesabından siz sorumlu değilsiniz. Onlar da sizin hesabınızdan sorumlu
değildir.
Bakın
yine Kehf sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"Peygamberim! Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek
ona yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini
isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz
işinde aşırı giderek kendi hevasına uyan kimseye uyma."
(Kehf
28)
Evet
görüyor musunuz Rabbimizin uyarısını? Bu uyarının gelişinden sonra Allah’ın
Resûlü çok korkmuştur. Hattâ sahâbe-i kiramın ifadelerinden anlıyoruz ki bu
âyetin gelişinden sonra Allah’ın Resûlü biz kendisinin yanından ayrılmadıkça bizim
yanımızdan ayrılamıyordu diyorlar. Kılıçlarına kendi kılıçları, paralarına
kendi paraları, evlerine kendi evleri bakabilme özellikleri onları öyle bir
kardeş yapmıştı ki aralarında ne sosyal sınıf farkları, ne de üstünlük alçaklık
anlayışları kalmıştır. Hepsi yıkılıp gitmiştir.
Hattâ bu
âyetten sonra peygamberimiz işi bile olsa ashabının yanından kalkamazmış,
sabırsız olmayayım, onları darıltmayayım diye. Sahâbe diyor ki biz sezerdik
onun bir işinin olduğunu da biz ondan önce kalkardık, Hz. peygamber de kendine
yol bulurdu. Bu kadar beraber olurdu onlarla. Yâni zengin olanı, hoca olanı, fabrikası
olanı, diploması olanı, makamı olanı, mevkisi olanı farklı karşılarken, eğer
fakiri, eğer hamalı, garibanı, tezgahtarı, işçiyi, çırağı farklı karşılıyor-sak,
ya da hocayı kucakladığımız gibi talebeyle kucaklaşamıyorsak vay bizim
halimize!
Evet bu âyetlerden anlıyoruz ki tebliğ edeceğimiz insanların sıralamasını
biz kendi kendimize yapmayacağız. Karşımızdaki insanları şu şekilde gruplamamız
güzel olacaktır. Karşımızdaki insan ya Müslümanlığının farkında olmayan
birisidir, ona İslâm’ı ulaştıralım belki bizim uyarımız ona fayda verecek ve
adam olacaktır. Ya da mü'min-dir, bizim anlatmamız sonucunda hayatına biraz
daha çekidüzen verecektir. Öyleyse biz neticeyi düşünmeyeceğiz. Çünkü bakın
Allah âyet-i kerîmesinde belki diyor. Belki yola gelirler, belki adam olurlar.
İnzar edeceğiz ama kovmayacağız. Uyaracağız ama azarlamayacağız.
İnzarımız onları kovma ve azarlama mânâsına gelmeyecek, aksine onlara acıma
mânâsına gelecektir. İnsanların her zaman bize ulaşabilmeleri için imkân
hazırlayacağız. İnsanlardan uzaklaşıp, fildişi kulelerimize çekilmeyeceğiz.
Allah korusun da bugün kimi hocaların evine insanlar gündüz saat ondan önce,
gece de saat ondan sonra girememektedirler. Neden? efendim zatı alileri
istirahat buyuracaklarmış. Bu gerçekten çok ayıp bir şeydir. Allah’ın Resûlünü
az evvel anlattım, onun hayatında böyle bir şey kesinlikle yoktur. İnsanlar her
an ona ulaşma imkânına sahiptiler. Gerçekten mü'minlerin ihtiyaçları varsa
gelebilmeliler, girebilmeliler, bulabilmeliler bizi. Allah hepimizin yardımcısı
olsun.
Evet tüm peygamberler böyle
yapmışlar, bunu demişlerdir.
Çünkü benim görevim apaçık bir
uyarıdır. Sadece böyle bir görevim var benim, ben başka bir görev de
bilmiyorum. Yâni ben sizi neden uyardığımı size hissettirmekle sorumluyum.
Değilse anlamıyor adam. Kur’an oku, nasıl okuyacak? Ne yapacak okuyunca?
Bunları bilemiyor adam. Nerden başlayacak? Nasıl okuyacak? Ne edecek?
anlayamıyor adam. Bir de bu insanlar böyle kendi kendilerine Kur’an dedi diye
yapmaktan çok birileri dedi diye yapmaktan yanalar ya, öyleyse insanlara böyle
genel tavsiyelerden ziyade Nezir-i Mübîn, belâğ-ı Mübîn yapacağız. İnzarımız
açık olacak, yâni adam ne yapacağını bilecek, şaşırıp kalmayacak.
116. “Ey Nuh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz
taşlananlardan olacaksın" dediler.”
Dediler ki ey Nuh eğer bu işten
vazgeçmezsen, eğer bu işe bir son vermezsen senin canına okuyacağız. Kime
diyorlar bunu? Peygambere diyorlar. Öyleyse hiç de alınmaya gerek yok. Peygambere
bunu dediklerine göre bize neler diyecekler? Eğer biz de peygamber yolunun
yolcusu olabilirsek bize de diyecekler bunu. Teklifsiz bir dâvetçiye, hatasız
bir insana, günâhsız bir insana diyorlar bunu. Hatasızlığın doruk noktadaki
örneğine diyorlar bunu. Ey Nuh bu işten vazgeç!
Bırak bu işi! Çünkü peygamber görevini sürdürdükçe dışında rahatsızlanan
insanlar vardı. Onun varlığından, Onun programından, Onun hayatından, Onun
mesajından rahatsız olanlar vardı. Varlığından, durumundan, konumundan
gocunanlar vardı. Onların programları, onların anlayışları bozuluyordu. Nuh
oldukça, Nuh (a.s) var oldukça, Hz. Nuh mesajını yaydıkça, ya da Hz. Nuh
varlığını sürdürdükçe yanlışlıklar fark edilecek, herkes yanlışlarını fark edecekti.
Hz. Nuh, kriter olarak, kıstas olarak bulunacaktı.
Toplumda tek başına da kalsa yolunu, inancını,
dâvâsını sürdürmeye devam eder Allah’ın elçileri. Ya da insanlar peygamberi
işte onun için yok etmeye çalışıyorlar. Gel bir sene sen bizim İlâhlarımıza bir
sene de biz seninkine derler. Ya da arada bir bizimkine şöyle bir uğrayıver.
Veya en azından bizimkinin aleyhinde konuşmayıver. Ya da hiç olamazsa
dokunma, biz bizimkini, sen de kendininkini yaşa. Böylece kendilerinin ki
ortadan kaybolmayacak. Kendilerininki de normal olacak. Dertleri bu adamların.
Meselâ bir toplumda bir tek kadın kapalı, ama herkes açık olsa yiyiverecek gibi
olurlar onu değil mi? Niye? Çünkü toplum içinde böyle örtülü bir kadıncağızın
varlığı açıkların varlığını ortaya koyuyor da ondan.
117,118. “Nuh: “Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında Sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki inananları kurtar" dedi”
Evet toplumunun bu tehdidini alan
Hz. Nuh dedi ki, ya Rabbi kavmim beni yalan saydılar. Beni yalanladılar. Ya
Rabbi benimle onların arasını sen ayır. Benimle onların arasında sen hüküm ver
ya Rabbi. Kur’an’ın diğer yerlerinde görüyoruz ki bu Allah’ın Hz. Nuh’a o
kavmin artık bir daha yola gelmeyeceğini bildirmesinden sonra olmuştur. Artık
bugünden sonra eski inananlardan başkası sana inanmayacak diyor Allah, onların
asla yola gelmeyeceklerini anlayan Nuh (a.s) da böylece dua ediyor.
Veya Nuh sûresinin beyanıyla bunların hepsini helâk et ya Rabbi, yok et ya
Rabbi! Çünkü bunlar doğurdukları zaman ancak fâ-sık ve facir doğururlar ya
Rabbi! diye beddua etmiştir. Öyleyse bizim dâvet görevimiz, tebliğ görevimiz
ancak Allah’tan gelecek bir mesajla bitecektir. Ya da onlar bu mesajı
kabullenecek o zaman bitecektir. Veya geberecekler o zaman bizim vazifemiz sona
erecektir. Ya Rabbi kavmim beni yalan sayıyor. Dediklerimi dinlemiyorlar, kaale
almıyorlar beni, onlarla benim aramı aç ya Rabbi! Onlarla benim aramı bitir ya
Rabbi! Bu görevime bir son ver ya Rabbi! Ve beni ve benimle birlik olanları
düzlüğe çıkar! İman edenleri kurtar ya Rabbi! diye dua ediyor.
119. “Bunun üzerine onu ve beraberinde bulunanları, dolu bir gemi içinde taşıyarak kurtardık.”
Allah da Onu ve Onunla birlik
olanları, inananları dolu bir gemide kurtardık diyor. En fazla sayıyla kırk
kişi deniyor. Yedi kişi deniyor, insanlar var, hayvanlar var. Allah kurtarıyor
onları.
120.
“Sonra da geride kalanları suda boğduk.”
Sonra onların arkasından geri
kalanları da biz boğuverdik. Onları gemide kurtardık, geri kalanları da suda
boğuverdik.
121,122. “Doğrusu bunda bir ders vardır, ama çoğu inanmamıştır. Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.”
Şüphesiz ki bunda âyetler,
işaretler, alâmetler vardır. Bize ne anlatılıyor o zaman bu bölümde? Şu bir kaç
kişi var ya. Nihâyet toplumda horlanan, küçük görülen, taşlanan hakarete maruz
kalan, azap edilen, kaale alınmayan küçücük bir gruptular onlar. Peygambere
iman etmişler, peygamber safında yer almışlar, tercihlerini Allah ve elçisinden
yana kullanmışlar. Horlandılar, hakaretlere maruz kaldılar, ama buna rağmen sabrettiler,
dayandılar, direndiler de sonunda galip gelenler onlar oldu. Öyleyse ey kullarım
gelin Allah’a kafa tutmaya kalkmayın! Gelin benimle savaşmaya kalkışmayın!
Gelin o safta yer almayın! Gelin benim safımda yer alın, değilse siz bilirsiniz
sizin de sonunuz onlardan farklı olmayacaktır diyor Rabbimiz. Unutmayın ki
Rabbin Azîzdir, güçlüdür, intikam alıcıdır ama kendisine kulluğa yönelenlere
karşı da son derece merhametlidir.
123. “Ad Milleti de peygamberleri yalanladı.”
Ad kavmi de Allah tarafından kendilerine gönderilen elçilerini,
görevlendirilen peygamberlerini yalanladılar. Kendilerine Rableri tarafından
mahza bir rahmet kapısı olarak gönderilen Hûd (a.s)’ı yalanladılar, Onu kaale
almadılar, yok farz ettiler, değer vermediler. Ya da kendilerine Rabbimiz
tarafından pek çok peygamberler gönderildi de onların hepsini yalanladılar.
124,135.
“Kardeşleri Hûd, onlara: "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?
Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim; Allah'tan sakının ve bana
itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrim ancak
âlemlerin Rabbine aittir. Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi
uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz? Yakaladığınızı
zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Bildiğiniz
şeyleri size verenden sakının; davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsuları
size O vermiştir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum" dedi.”
Kendilerine elçi olarak gönderilen Hûd (a.s) onlara dedi ki, sakınmaz
mısınız? Muttakiler olmaz mısınız? Allah için bir hayat yaşamaz mısınız?
Allah’ı hesaba katarak bir dünya yaşamaz mısınız? Allah’ın helâl haram
sınırlarına riâyet etmez misiniz? Yolunuzu Allah’la, Allah’ın diniyle bulmaz
mısınız? Evet Hûd (a.s) da aynen bir önce anlatılan Nuh (a.s) gibi aynı
uyarılarla onları Allah için muttaki olmaya, Allah’ın gösterdiği gibi bir hayat
yaşamaya dâvet etti. Ben size Rabbiniz tarafından gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim dedi. Rabbiniz sizin hayatınıza karışmak istiyor, bunun için de beni
aranızdan elçi seçmiştir dedi. Ben kendi kendime gelmiş değilim dedi. Ben sizi
aldatan bir hain değilim dedi.
Evet Allah’ın elçilerinin tamamı
güvenilir insanlardı. Onlar ne kendilerini görevlendiren Rablerine karşı, ne de
insanlara karşı, toplumlarına karşı zerre kadar bir hıyanet içinde
olmamışlardır. Düşmanlarına bile ihanet etmemişlerdir. Düşmanları bile onlara
en kıymetli emânetlerini teslim etmişlerdir. Hepsi de yeryüzünün en güvenilir,
en emin insanları olarak hayatlarını sürdürmüşlerdir.
Allah’ın
bu kutlu elçisi de aynen ötekiler gibi toplumunu Allah için takvaya
çağırıyordu. Gelin Allah’ı dinleyin, gelin Allah için takvalı olun, Allah’ın
istediği kulluğun bilincinde olun ve bana da itaat edin, beni örnek kul bilin,
takvanın modelini bende görün, benden öğrenin, beni takip edin, benim gibi bir
hayat yaşayın dedi. Toplumunu Allah’a kulluğa ve bu kulluğun pratik göstergesi
olan kendisine itaate çağırdı.
Ve dedi ki bu işime karşılık, bu
dâvetime ve bu örnekliğime karşılık ben sizden bir ücret de istemiyorum, çünkü
benim ücretim âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Ben Onun görevlisiyim ve
ücretimi sadece Ondan bekliyorum dedi. Öteki elçiler gibi O da bilgisini, mesaisini
paraya çevirmedi. Allah vahyini para kazanma sebebi yapmadı. Mesajını, dâvâsını
sömürü aracı yapmadı. Kul olmaları için, Müslüman olmaları için insanlara
yalvardı, yakardı, ayaklarına gitti, kendini bu yola adadı ama bunu paraya
tahvil etmedi. Hiç kimseden bir şey istemedi. İşte risâlet yolu, peygamber yolu
budur.
İşte bu Risâletin en güzel örneği
insanları yalnız Allah’a kul-luğa çağırmak ve Resullere itaate dâvet etmek ve
bu dâvetin karşı-lığında kimseden bir şey istememek ve mükâfatı sadece Allah’tan
beklemektir. Bunu yaparken de sadece Allah’ı hesap ederek yeryü-zünün zalim
güçlerinin hiçbirisinden çekinmemektir. Yeryüzü zalim-lerine alkış tutarak
Müslümanlara hakaret etmemektir. Dini sömürü aracı yapmamaktır. Dini sömürü
aracı yapanlara izin vermemektir. Bakın Allah’ın elçisinin uyarıları devam ediyor:
Bu sefer
uyarı bir başka yöne doğru kaydı. Önce kendisini ortaya koydu. Misyonunu
anlattı. Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçi olduğunu, güvenilir bir
peygamber olduğunu ve bu uyarılarından ötürü onlardan bir ücret istemediğini,
para pul peşinde olmadığını anlattıktan sonra şimdi de toplumunu yargılamaya
başladı. Toplumun yanlışlarını dile getirmeye başladı.
Bakın diyor ki, yoksa sizler yüksek
yerlerde, yüksek tepelerde yüksek, yüksek binalar yaparak bu dünyada
ölümsüzlüğü mü arıyor-sunuz? Bunlarla kendinizi ebedîleştirmeye mi çalışıyorsunuz?
Yoksa sizler cenneti unuttunuz da, cenneti gündemlerinizden düşürdünüz de Onu
dünyada bulma cinnetine mi kapıldınız? Dünyayı cennetleştirme kavgası içine mi
girdiniz? Yoksa bu yüksek, yüksek binalarınızla, bu teknolojileriniz, bu
anıtlarınız, bu piramitleriniz, bu kulelerinizle bir ömür tüketip, dünyayı
mamur edip âhireti unutmaya mı çalışıyorsunuz? Kendisinizi ölümsüzleştirmeye mi
çalışıyorsunuz? Öldükten sonra da insanlar üzerindeki hegemonyalarınızı sürdürmeye
mi çalışıyorsunuz? Bu hedefleriniz ne böyle hiç ölmeyecekmiş gibi? Bu koşturmalarınız
ne böyle hiç hesaba çekilmeyecekmişsiniz gibi? Bu ne böyle insanların alın
terlerini saray diye, köşk diye, fabrika diye yerlere gömüyorsunuz? Ne hakkınız
var buna? Yapıtlarınızın önünde insanların secdelere kapanmalarını mı
istiyorsunuz? İnsanları Allah’a secdeden engelleyip kendi gücünüz, kendi
teknolojiniz önünde mi eğmek, ezmek istiyorsunuz? Ne bu, üç günlük dünyaya
verdiğiniz metanet? Dünyaya verdiğiniz önemin onda birini âhirete
vermiyorsunuz. Ne kadar kalacaksınız da bu dünyada?
Yakaladığınız
zaman da cebbarlar gibi yakalıyorsunuz. Tuttuğunuz zaman, ceza verdiğiniz zaman
da yaman ceza veriyorsunuz. Yakaladıklarınıza çok kötü azap ediyorsunuz. Sizler
ey kavmim diyerek yeryüzünün en güçlü devletine, dünyanın azgın kavmine uyarıda
bulunuyordu Allah’ın elçisi. Evet Hûd (a.s) böyle yapayalnız olarak, ama Allah
desteğinde bir peygamber olarak dünyanın süper bir gücünün karşısında bunları
söylüyor, Allah için dâvetini sürdürüyordu.
Ey kavmim, Allah için takvalı olun. Allah karşısında
olduğunuzu unutmadan yaşayın. Allah’a kulluğunuzun şuurunda olun. Allah’a olan
sorumluluklarınızın bilincinde olun. Allah için bir hayat yaşayın.
Yaptıklarınızı Allah’a lâyık yapmaya çalışın. Allah’ın istediği gibi bir takva
hayatı yaşayın ve bu konuda da bana itaat edin. Takvayı, Allah’ın istediği
kulluğu, Allah’ın istediği hayatı benden öğrenin. Bana bakın, ben nasıl bir
kulluk yaşıyorsam sizler de öylece yaşayın di-yordu. Allah’ın elçisi tek başına
siyasal ve ekonomik güze sahip insanların, devletin, toplumun karşısında
İslâm’ın izzet ve şerefini yaşıyordu.
Onların güç ve kuvvetleri, devlet ve saltanatları karşısında zerre kadar
bir çekinme, zerre kadar bir korku duymadan dâvetini şöylece sürdürüyordu: Ey
kavmim, şu bildiğiniz şeyleri size veren Rabb’ınızdan sakının. Davarları, oğulları, bahçeleri ve
akarsuları size O vermiştir. Şu bedenlerinizi, şu vücutlarınızı, şu
güçlerinizi, kuvvetlerinizi, şu akıllarınızı, şu hayatınızı, şu saltanatlarınızı,
şu imkân ve fırsatlarınızı, şu oğullarınızı, kızlarınızı, torunlarınızı,
bağlarınızı, bahçelerinizi her şeyinizi size O lütfetmiştir. Doğrusu eğer tüm
bu sahip olduğunuz nimetlerin sahibi olan Rabbinize kulluğa yanaşmazsanız, Onun
için bir hayat yaşamazsanız ben sizin hakkınızda büyük günün azabından
korkuyorum dedi.
Evet büyük bir günün, size yaklaşmakta
olan, kıyâmet gününün azabından sizin adınıza endişe duyuyorum. Tüm Allah
elçilerinin ortak özelliği işte budur. Onların tamamı toplumlarını kıyâmet gününün,
o büyük günün azabıyla uyarmışlardır. Evet insanlar, toplumlar ya o gün gelmeden
evvel Allah’ın emirlerine boyun bükerler, Allah’ın istediği bir hayata
yönelirler, yahut da büyük bir günün azabıyla yok olup giderler. Ve işte böyle
bir günün azabından evvel, vukuundan evvel toplumlar uyarılmayıydı, onların
herhangi bir mâzeret hakları kalmamalıydı ki peygamberler bu uyarıyı yapsınlar.
Allah’ın elçileri böyle bir günle onları uyarsınlar ki o insanların şöyle deme
hakları kalmasın.
Ya Rabbi, madem ki bu hayat bâkî
değildi, madem ki ölüm vardı, madem ki ölüm bir son değil bir hayatın, bir
hesabın başlangıcıydı, madem ki böyle bir helâk yasan vardı, madem ki bizler Sana
inanmadığımız, Senin istediğin bir hayatı yaşamadığımız taktirde bizi helâk
edecektin, öyleyse bizi niye uyarmadın? Bize niye uyarıcılar göndermedin? Madem
böyle bir cehennemin vardı da bizi niye ondan haberdar etmedin? Madem ki böyle
bir cennetin vardı da bizi niye onunla bilgilendirmedin? deme hakları olmasın.
Bizim bunlardan haberimiz yoktu diyerek mâzeretlerin arkasına saklanma
imkânları kalmasın. İşte bu uyarı kıyâmete kadar devam edecektir. Dün bu
uyarıyı Allah’ın elçileri yapmıştı, bugün ve yarın da bu kitabın mü’mini olan
insanlar yapmaya devam edeceklerdir. Şu anda bizler de ulaşabildiğimiz tüm
dünya insanlığına aynen kutlu peygamberlerimiz gibi uyarıda bulunacağız.
Gelin kul olan Allah’a. Gelin teslim
olun Rabbinize. Gelin şu anda sahip olduğunuz her şeyinizi size lütfeden
Rabb’ınızın istediği gibi bir hayat yaşayın. Aksi taktirde iyilerin
iyiliklerinin mükâfattı olarak cennete uçacakları, kötülerin de kötülüklerinin
cezası olarak cehenneme akacakları büyük bir günün azabı sizi beklemektedir.
Sizi büyük bir günün helâki ve azabıyla uyarıyoruz demek zorundayız ki şu insanların
yarın Allah huzurunda ileri sürebilecekleri bir mâzeretleri olmasın. Bizim
bütün bunlardan haberimiz yoktu diyemesinler. Bakın Allah’ın elçisinin bu
samimi uyarılarına karşılık kavminin, o süper devletin cevabı şöyle oluyordu:
136,138. “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir. Bu durumumuz öncekilerin geleneğidir. Biz azaba uğratılacak da değiliz" dediler.”
Ey Hûd, bize vazedip durma. Bizim senin vaaz-u nasihatine ihtiyacımız
yoktur. Bize ister öğüt ver, ister verme. Bize nasihat etsen de etmesen de fark
etmeyecek, çünkü biz asla sana inanmayacağız diyorlardı. Allah’ın kendileri
için uyguladığı yasayı kendileri ikrar ediyorlardı. Hani Rabbimiz kitabının bir
çok yerinde: Onlar için, o kâfirler için uyarsan da uyarmasan da birdir,
müsavidir, çünkü onlar inanmazlar. İşte bakın aynen Rabbimizin buyurduğu gibi
Hûd kavmi de Rableri tarafından kendilerine gönderilmiş bir uyarıcıya öyle
diyorlardı. Ey Hûd, sen bize nasihat etsen de etmesen de, bizi uyarsan da uyarmasan
da fark etmez biz asla sana ve dediklerine inanmayacağız.
Yâni
senin bu dediklerin eskilerin masallarından, öncekilerin uydurmalarından başka
bir şey de değildir. Yâni bizim şu andaki durumumuz, yaşantımız, hayatımız
eskilerin huylarından, öncekilerin hayatlarından başka bir şey değildir. Yâni
ne diyorsun sen? Neden söz ediyorsun? Bir azaptan filan mı dem vuruyorsun?
Büyük bir günün azabından filan mı söz ediyorsun? Geç bunları. Sen bunları bizim
külahımıza anlat. Biz asla azap filan görecek değiliz dediler.
Şüphesiz ki Hûd (a.s) toplumuna
kendilerinden önceki Nuh toplumunun helâkini haber verdi. Kendilerinden önce
kendileri gibi Allah’a kulluğa yönelmeyen, Allah’ın elçisini reddeden Nuh
toplumunun bir tufanla helâk olduğunu anlattı. Onun bu uyarıları karşısında da
işte toplumun cevabı bu oldu. Geç bunları sen Hûd. Bu tür şeyler her toplumun
başına gelen şeylerdir. Bizden önce her toplum yok olup gitmiştir. Biz de aynen
onlar gibi ölüp gideceğiz. Bunun Allah’a imanla, Allah’a kullukla, Allah
elçilerine kafa tutmakla hiçbir ilgisi yoktur diyerek kendilerine gelecek Allah
azabını Allah helâkini göz ardı ettiler. İşi böyle bilimsel bir şekilde
çözümlemeye çalıştılar. Tarihsel bir açıklamayla işi geçiştirmeye çalıştılar.
Allah’ın elçisini yalanladılar.
139,140. “Böylece onu yalanladılar; Biz de kendi-lerini yok ettik. Bunda şüphesiz ki ders vardır; ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu Rabbin güçlüdür, merhametli-dir.”
Evet Onu yalanladılar, Allah’ın elçisini kaale almadılar, Biz de onları yok
ettik, helâk ettik diyor Rabbimiz. Allah’la savaşa tutuşan, Allah’ın elçisini
yalanlayan bu zalim toplumun helâk şeklini de kitabımızın başka sûrelerinden
öğreniyoruz. Rabbimiz onların üzerlerine 7 gece, 8 gündüz esen dondurucu bir
rüzgar gönderdi ki 30,40 metre boyundaki o dev gibi adamlar köklerinden sökülmüş
hurma kütükleri, hurma ağaçları gibi yerlere seriliverdiler. Topunun
defterlerini dürüverdi Rabbimiz.
Ve şimdi şu anda onların şehirleri,
sarayları insanların karşılığında iki dirhem bile vererek satın almaya değmeyen
harabeler, yıkıntılar halindedir. İşte muhakkak
ki bunda ibretler var, âyetler var, dersler vardır. Ama insanların pek
çoğu iman etmiyorlar. İnsanların pek çoğu bu gerçekleri bilmiyorlar,
anlamıyorlar. Rabb’ın ise Azîz’dir, düşmanlarından intikam alandır, Rahîmdir,
mü’min kullarına merhametiyle muamele edendir.
141. “Semûd milleti de
peygamberleri yalanladı.”
Evet Hûd (a.s) un toplumunun helâkinden sonra, onların hemen arkalarından
gelen Semûd kavmi, Sâlih (a.s) in toplumu da elçilerini yalan saydılar. Semûd
kavmi Sâlih (a.s) in kavmidir. Semûd kavmi bugünkü Medine ile Kudüs arasındaki
coğrafyada yaşamış bir toplum. Bu toplum da tıpkı kendilerinden önceki Nuh ve
Âd kavmi gibi Allah’ın kendilerine gönderdiği elçilerini reddettiler.
142,152. “Kardeşleri Sâlih onlara: "Allah'a
karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim; artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir
ücret istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin Rabb’ine aittir. Burada bah-çelerde,
pınar başlarında, ekinler, salkımları sarkmış hur-malıklar arasında güven
içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız? Artık
Allah'tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip, bozgunculuk ya-pan
beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin" dedi.”
Sâlih (a.s) onlara dedi ki, Allah için
takvalı olmaz mısınız? Muttaki olmaz mısınız? Hayatınızı Allah için yaşamaz
mısınız? Allah’ı hesaba katarak bir hayat yaşamaya yanaşmaz mısınız? Allah’ın haram
helâl sınırlarına riâyet etmez misiniz? Beni dinlemez misiniz? Benim
örnekliğimi kabul etmez misiniz? Şüphesiz ki ben Rabbim tarafından size
görevlendirilmiş güvenilir bir elçiyim. Ben size yaptığım bu elçiliğimin, bu örnekliğimin,
bu tebliğimin karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin
Rabbi olan Allah’a aittir. Ben mükâfatımı sadece Ondan beklerim.
Zannediyor musunuz ki yaşadığınız bu ülkede, yaşadığınız bu coğrafyada, bu
nimetlerin içinde terk edileceksiniz? Kendi halinize ebedîyen yaşayıp
gideceğinizi mi hesap ediyorsunuz? Bağlar, bahçeler, pınarlar arasında,
ekinler, mahsuller, meyveler, nimetler arasında yaşayıp gideceğinizi mi
zannediyorsunuz? Dağları yontup evler, saraylar, köşkler mi yapıyorsunuz?
Keyfinize göre bir hayat mı yaşamaya çalışıyorsunuz? Allah’tan korkun da bana
itaat edin. Benim gibi Müslümanlar olun. Her zorba kişinin emrine boyun
eğmeyin. Yeryüzünde Allah yasalarını tanımayan, yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzeni
bozan, bozgunculuk yapan, Allah’la barışık olmayan, Allah’la çatışma içinde
olan zorba ve zalimlere itaat etmeyin. Onların arzu ve yasaları istikâmetinde
bir hayat yaşamayın.
Evet kitabımızın pek çok yerinde
anlatılan Sâlih (a.s) in toplumu da böyle Allah’la çatışma içinde bulunan,
Allah’ın yeryüzünde koyduğu kulluk programını reddedip kendi keyiflerince bir
hayat yaşayarak dünyada ölümsüzlüğü hedefleyen bir toplumdu. Dünyayı cennete
çevirmeye çalışan, âhireti unutan, kendi keyiflerince yaşamaya çalışan bir
toplumdu. Kendilerine Rableri tarafından gönderilen, emin bir elçi olan,
kendilerinden hiç bir ücret istemeyen Sâlih (a.s)’ı reddeden ve Ona karşı
aralıksız savaşlarını sürdürme kararında olan şımarık bir toplum. Zorbaların,
egemenlerin elinde halk zavallı bir durumdadır. Zalimlerin, zorbaların emrine
boyun bükmüş olan zavallı halkı uyarıyordu Allah’ın elçisi. Gelin ey insanlar
Allah’la çatışma içinde olan bu zalimleri dinlemeyin, onlara itaat etmeyin diyordu.
153,154. “Sen şüphesiz büyülenmişin birisin; bizim
gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlü isen bir belge
getir" dediler.”
Onun bu çırpınışları karşısında bakın
kavmin cevabı böyle oluyordu. Ey Sâlih gerçekten sen büyülenmişlerdensin. Sen
sihre uğramışsın. Sen bizim gibi bir beşersin. Şimdi biz senin Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber olduğunu nereden bilelim? Senin bizden bir farkın yok
ki? Sen de tıpkı bizim gibi yiyen, içen, çarşı pazar dolaşan, baba olan, koca
olan, hasta olan birisisin. Eğer gerçekten sen Allah’ın el çisiyse haydi o
zaman bize bir âyet getir de görelim dediler.
Halbuki Sâlih (a.s) onlara ben bir İlâhım, ben insan üstü bir varlığım
filan dememişti. Ben istediğim her şeyi yaparım, benim her şeye gücüm yeter,
beni Rab ve İlâh bilin ve bana kulluk edin filan da dememişti. Hiçbir peygamber
böyle bir şey dememiştir zaten.
Tarih boyunca tüm peygamberlerin dediği sadece şudur. Biz Allah’ın
elçileriyiz. Biz de sizin gibi birer kul, birer insanız, birer beşeriz. Bizim
sizden farklı bir tek yönümüz var, o da Rabbimiz bizi elçi seçmiş, bize vahyini gönder miştir. Bizler de aynen
sizler gibi Rab-bimize kulluk etmekteyiz demişlerdir. Evet Sâlih (a.s) da
onların bu âyet taleplerine karşılık Rabbinden gelen bir âyeti onlara göstererek
buyurdu ki:
155,157. “Sâlih: “İşte belge bu devedir. Kuyudan
su içmek hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir; sakın ona
bir kötülük yapmayın, yoksa sizi büyük günün azabı yakalar" dedi. Onlar
ise deveyi kestiler; ama pişman da oldular.”
İşte bir deve. Buyurun âyet
istiyordunuz. Peygamber oluşuma delil bir âyet talep ediyordunuz. İşte
Allah’tan bir âyet dedi. Rabbimizin âyeti bir deveydi. Önceki sûrelerde uzun
uzun açıklamalarda bulunduk. Rabbimizin onlara gönderdiği bu deve âyeti onların
uğraşları cinsindendi. Onlar yeryüzünde, ovalarda evler yontuyorlar, saraylar,
köşkler yapıyorlardı. Böyle bir yola girmelerinin sebebi de anlayabildiğimiz
kadarıyla kendilerinden önceki Nuh kavmi bir tufanla, Âd kavmi de bir rüzgarla
helâk olmuşlar ve işte onlardan sonra gelen Semûd toplumu her ikisini de
düşünmüş olsalar gerek ki hem tufana hem de rüzgara karşı dayanıklı olsun diye
böyle sağlam ve muhkem meskenler yapmaya çalışıyorlardı. Dağları, kayalıkları
yontup evler yapıyorlardı. Ne sudan, ne rüzgardan etkilenmeyeceklerdi.
İşte böyle güya kendilerini sağlama
almışlığın şımarıklığı içinde Sâlih (a.s)’a diyorlardı ki eğer sâdıklardansan
haydi bize bir âyet getir de görelim. Allah ta onlara bir deve âyeti gönderdi.
Kitabımızın başka sûrelerinde anlatıldığı gibi bir gün kuyuların suyunu deve içecek
ikinci gün kavim içecekti. Ve mahza hayır olan bu deve bir önceki gün içtiği
suyu süt olarak kavme ikram edecek, tüm kavmi doyuracaktı.
Evet onlar âyet istemişlerdi Allah ta böyle istedi. Elbette her âyetin bir
sorumluluğu vardı. Ve bu Allah âyeti olan deve onlara karşı Sâlih (a.s) in
destekçisi olacaktı. Deve Sâlih (a.s) safında yer alacak ve zalim toplumun
sömürü düzenlerine dur diyecekti. Su içme nöbeti o deveye geldiği zaman onlar
buna izin vermeyecekler, onun hakkına karşı çıkacaklar, ama onun sütünden de
istifade etmeye çalışacaklardı. Deveye hayat hakkı tanımayacaklardı ama onun
ürettiğini de yiyip içmeye çalışacaklardı.
Tıpkı şu anda hayat hakkı tanımadıkları Müslüman halkın sırtından geçinmeye
çalışan kâfirler gibi. Eğer bu ülkede su varsa bu suyun yarısı deve vasıtasıyla
halka ulaştırılacaktı. Bu deve sayesinde yöneticiler suya tamimiyle egemen
olamayacaklardı. Bir ülkedeki altın, gümüş, petrol, orman, deniz ürünleri
aslında mutlak anlamda halkın ortak malıdır. Ama topluma egemen olan güçler
yöneticiler insanları, halkı bunlardan alıkoyuyorlar, bunlara kendileri sahiplenmeye
çalışıyorlar. İşte Sâlih (a.s) in mûcizesi olan bu deve zalimlerin bu
sömürülerine dur diyordu.
Evet sömürülerine dur diyen bu
deveyi öldürdüler. Ama bu yaptıklarından pişman da oldular. Çünkü Sâlih (a.s)
in devesi öteki develere benzemiyordu. Farklı bir görüntüsü ve misyonu vardı. Allah’ın
bir âyeti, bir mûcizesi olduğu için diğer develer ona yaklaşamı-yordu. Toplum
Allah’ın bu âyetine dayanamayıp onu öldürünce Allah’ın elçisi Sâlih (a.s)
onlara üç gün mühlet verdi. Dedi ki bekleyin üç gün ülkenizde. Bu yaptığınıza
karşılık Allah’ın azabı size gelecek di-yordu. Bu arada Sâlih (a.s)’ı da
öldürmeye teşebbüs ediyorlardı da:
158,159. “Bunun üzerine onları azab yakaladı. Doğrusu
bunda bir ders vardır, fakat çoğu inanmamıştır. Rab-bin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.”
Bunun üzerine Allah’ın azabı onları
yakalayıverdi ve işleri bitti. Beklediklerinin aksine, önceki toplumlardan
çıkardıkları derslerin zıddına ne tufanla, ne de rüzgarla helâk olmadılar.
Allah onlara öncekilere gönderdiğinden farklı bir helâk gönderdi. Korkunç bir
sayha, müthiş bir çığlıkla evlerinde, saraylarında, yonttukları mağaralarında
kendilerine gönderilen o sayha, o çığlık sınır tanımadı da o insanlar hayvanların
yemeyip de ezdiği kesmik kırıntılarına dönüverdiler. İşte bunda da ibretler
vardır, âyetler vardır.
Öyleyse ey şu anda tıpkı Sâlih (a.s) in helâk edilen toplumunun rolünü
oynayan, Allah’ın kendilerine gönderdiği elçisiyle, Allah’ın âyetleriyle savaşa
tutuşan Mekkeliler, ve yine ey şu anda aynı tavrı sürdüren yirminci asrın
kâfirleri düşünmüyor musunuz? Anlamıyor musunuz? Siz onlardan daha güçlü
olduğunuzu mu zannediyorsunuz? Sizler kendinizi Semûd’dan daha kuvvetli
olduğunuzu ve Allah’la baş edebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Unutmayın ki
Allah’ın düşmanlarına nasıl bir helâk göndereceği hiç belli olmaz. Bunu sadece
Allah bilmektedir. Aklınızı başınıza alın.
İşte bakın Rabbimiz bu âyetleriyle, bu örnekleriyle tüm insan-lığı
uyarmaktadır. O gün Mekkelilere, bugün de tüm dünyalılara, kıyâmete kadar da
tüm insanlığa uyarısı ulaştırıyor. Ama buna rağmen insanların pek çoğu anlamıyorlar,
inanmıyorlar. Lâkin bilesiniz ki Rab-bimiz Azîzdir, kendisine karşı savaş
verenlerden intikam alıcıdır. Rahîmdir, kendisine kulluk edip Müslüman olan
kullarını şerefli kılandır. Ve bundan sonra yine tarihi yolculuk devam ediyor.
160. “Lût milleti de peygamberleri yalanladı.”
Şimdi de Lût (a.s) ve toplumu
anlatılacak. Savaş bir başka bölgeye kaydı. Rabbimiz bir başka bölgeyi de
tanıtacak bize. Başka hiç bir kaynaktan elde edebilme imkânına sahip
olmadığımız bir başka tarihle, bir başka coğrafyayla tanıştıracak, bir başka
bilgiyle bizi şereflendirecek. Bir başka tarihi konuyla bize hidâyet edecek,
yol gösterecek Rabbimiz. Az evvel tanıdığımız Semûd kavminin yaşadığı böl-genin
biraz daha kuzeyinde, Kudüs yakınlarında, Filistin topraklarında yaşamış bir
kavimdir Lût kavmi. Onlar da kendilerinden öncekilerin yolunda gittiler ve
Allah’ın kendilerine gönderdiği Lût (a.s)’ı yalanladılar, reddettiler. Sadece
Lût (a.s)’ı değil tabii kendilerine gönderilen tüm elçilerini yalanladılar.
Kardeşleri Lût (a.s) onlara dedi ki:
161,166. “Kardeşleri Lût, onlara: “Allah'a karşı
gel-mekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret
istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin Rabbine aittir. Rabbinizin sizin için
yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında, erkeklere mi yaklaşıyorsunuz?
Doğrusu siz azmış bir milletsiniz" dedi.”
Ey kavmim, Allah’a karşı gelmekten,
Allah’la çatışmaya girmekten sakınmaz mısınız? Muttakiler olmaz mısınız? Gelin
vazgeçin bu yanlışlarınızdan. Gelin hayatınızı Allah için yaşayın. Gelin Allah
buyursun siz yapın. Hayat programınızı Allah belirlesin. Ben sizin için Allah
tarafından gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Tıpkı kendisinden önceki Allah
elçileri gibi o da topunuzu Allah’a imana ve kulluğa çağırdı. Kendisine itaate
ve Allah’a kulluğa çağırdı. Ben sizden bir ücret de istemiyorum dedi. Benim
ücretim âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir dedi. Hiçbir peygamberin zaten
dünya malı ve mülküyle ilgisi yoktur. Onların tek derdi insanlar Allah’a kul
olsunlar ve cennete gitsinler. Asla Allah’a ihanet etmiyorlar. Bunlar, bu
istedikleri öteki peygamberlerle aynıdır.
Öteki peygamberlerden farklı olarak
Lût (a.s) un da kavminden istediği şudur: Ey kavmim, sizler şu âlem içinde,
insanlar içinde kadınları bırakıp ta erkelere mi gidiyorsunuz? Kadınları
bırakıp erkeklerle beraber mi oluyorsunuz? Fıtrat dışına mı çıkıyorsunuz? Rezil
bir hayatın adamı mı oluyorsunuz? Halbuki Allah’ın yasası sizin yaptığınızın
tamamen aksidir. Hayatın devamı için, neslin devamı için Rabbimiz bir erkekle
bir kadının beraberliğini istiyor. Nikâh ilişkisiyle bu iki cinsin bir araya
gelmesini emrediyor. Siz ne yapıyorsunuz? Doğrusu bu halinizle sizler azmış bir
milletsiniz.
Evet işte böyle keyiflerine göre
ahlâksızca bir hayat yaşayan zalim bir toplum içinde onları Hakka, doğruya
çağıran bir peygamber. Ve üstelik kendisine iman etmiş sadece iki kızcağızından
başka hiç kimse de yok. Karısı da inanmamış. Kavmini güzel ahlâka çağırıyor.
Nikâhlı, tertemiz bir hayata dâvet ediyor. Erkeklerin kadınlarla doyuma
ulaşacakları helâl bir hayata çağırıyor. Bakın ahlâksız, azgın toplumu onun bu
dâvetine karşılık şöyle diyordu:
167. “Ey Lût! Bu sözlerinden vazgeçmezsen, mutlaka
kovulacaksın” dediler.”
Allah’ın sınırlarını ihlâl eden kavim
dediler ki ey Lût vazgeç bu işten. Eğer bu işten vazgeçmezsen seni bu ülkeden,
bu şehirden çıkaracağız, kovacağız, süreceğiz. Sen bu kadar iffetli, bu kadar
na-muslu davranmaya devam edersen, atacağız okullarımızdan, atarız
askeriyemizden, süreriz dairelerimizden. Görüntünle, kılık kıyafetinle,
sözlerinle, davranışlarınla bizi rahatsız edip durma dediler, tehdit ettiler
Allah’ın elçisini. Onların bu tehditlerine karşı bakın Allah’ın peygamberi
şöyle diyordu:
168,169. “Lut: “Doğrusu yaptığınıza çok kızanlardanım.
Rabbim! Beni ve ailemi bunların yapa geldikleri kötülükten kurtar" dedi.”
Doğrusu bu yaptıklarınıza çok
kızanlardanım. Yâni sizin bu tavrınıza bir eleştiri getireceğim ve şunu
kesinlikle bilesiniz ki ben mutlaka sizinle savaşımı sürdüreceğim. Rabbim adına
sizi uyarmaya, sizi Hakka dâvete devam edeceğim. Haydi siz de elinizden ne geliyorsa,
ne yapabilecekseniz onu yapın. Elinizden geleni arkanıza koymayın der, sonra da
Rabbine dua eder, Rabbine sığınır.
Ey Rabbim, beni ve ehlimi bunların yaptığı işlerden, bunların küfür ve
isyanlarından koru. Senin yardımın ve korumanla ben böylece bu adamların
yaşadığı rezil bir hayatın içine düşmeyeyim. Senin istediğin gibi iffet ve haya
içinde Müslümanca hayatımı devam ettireyim diyordu. Onların pisliklerinden
kendisine sığınan elçisine bakın Rabbimizin cevabı da şöyle oluyordu:
170,175. “ Bunun üzerine geri kalan yaşlı bir kadın
dışında, onu ve ailesini, hepsini kurtardık. Diğerlerini yerle bir
ettik.Üzerlerine de yağmur yağdırdık. Uyarılan fakat yola gelmeyenlerin yağmuru
ne kötü idi! Şüphesiz bunda bir ders vardır, ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu
Rabbin güçlüdür, merhametlidir.”
Bunun üzerine geriye kalan karısı hariç
onu ve kendisine inanmış ehlini kurtardık, diğerlerini de yerle bir ettik diyor
Rabbimiz. İşte kavmi helâk etmek için melekler geldiler, ahlâksız toplum Lût
(a.s) un evine m
Ve işte böylece Allah’la savaşa
tutuşmuş bir toplum daha tuzlu sular altında kendilerine hazırlanmış korkunç
bir cehennem beklentisi içindeler. İşte bunda da âyetler vardır.
Ahlâksızlıklarının karşılığını bulan bu toplumda da büyük ibretler vardır.
Halbuki ahlâksızlar, Allah’ın istediği tertemiz bir hayatı kabul etmiş
olsalardı bu azabın mahkumu olmayacaklardı. Hem dünyaları güzel olacaktı, hem
de âhireti kazanmış olacaklardı. Ama aşırı gittiler. Allah ve elçisini dinlemediler.
Azgınlaştılar. Aşırı cinsel özgürlük kadınlardan zevk almaz hale getirdi
onları. Kadınlardan bıktılar da nihâyet erkeklere yöneldiler. Artık bunun
ötesinde başka nasıl bir hayatın adamı oldularsa bilemiyoruz. Ve işte böyle
rezil bir hayatın sonunda rezil bir helâkle helâk olup gittiler.
Bundan sonra yine tarihten bir dosya
daha açacak Rabbimiz. Tarihi sıra şimdi de bizi Şuayb (a.s)’la karşı karşıya
getirecek. Eyke ve Medyen ahalisiyle tanışacağız.
176. “Ormanlık yerde oturanlar, Eykeliler de peygamberleri
yalanladı.”
Tıpkı Medyen’liler gibi Eyke’liler de
ekonomik sömürüden yana olan bir topluluktur. Onlar da peygamberlerini
yalanladılar. Peygamberleri Şuayb (a.s) onlara dedi ki:
177,184. “Şuayb onlara: “Allah'a karşı gelmekten
sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık
Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir ücret
istemiyorum, benim ecrim ancak âlemlerin Rabbine aittir. Ölçüyü tam yapın,
eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkını azaltmayın.
Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Sizi ve daha önceki
nesilleri yaratandan korkun” dedi.”
Ey kavmim, Allah’a karşı gelmekten
sakının. Ekonomik bozukluğu, ekonomik sapıklığı Allah’a kafa tutacak boyuta
ulaştırmayın. Muttakiler olun. Allah’ın istediği gibi hareket edin. Allah sizin
için ekonominin sınırlarını belirlemiştir. Allah’ın sınırlarını aşmayın. Ben
size Rabb’ınızdan gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Bana itaat edin. Beni
örnek bilin. Benim gibi hareket edin. Ben bu elçiliğime, bu örnekliğime, bu
tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben sizin malınıza, mülkünüze
karışıp ta onlara sahip olmak derdinde değilim. Benim derdim, benim sıkıntım
sadece sizlerin Müslümanlar olmanız. Ben sadece sizin kurtuluşunuza dâvetiye
çıkarıyorum. Ben sadece Rabb’ımdan bana bildirilenleri size aktarıyorum. Gelin
Allah’ı devre dışa bırakarak bir hayat yaşamaktan vazgeçin de hayatınızı Allah
için yaşayın.
Evet işte aynı sözler, aynı ifadeler kıyâmete kadar devam edecek. Bu genel
ifadelerden sonra her bir peygamber geldiği toplumun ön plana çıkmış sıkıntısı
neyse, problem hangi noktada odaklanıyorsa uyarılarını o noktada
yoğunlaştırıyor görüyoruz. Bakın şöyle diyor Allah’ın elçisi:
Ey kavmim! Ölçüye ve tartıya riâyet
edin. Kavim gerçekten çok büyük maddî imkânlara ulaşabilecek dünyanın en büyük
ve önemli bir ticaret merkezinde bulunmaktadır. Oturdukları bölgede helâl
yollarla doyuma ulaşmalarını zaten Rabbimiz kendilerine lütfetmişti. Ama onlar
helâlle yetinmeme, temizle iktifa etmeme gibi bir doyumsuzluğun cinnetine
kapılmışlar. Elbette insanların aç kalmaları pahasına, insanları aç bırakma
pahasına kendilerinin aşırı doyumunu hedeflemiş insanlar temizden, helâlden
hoşlanmazlar. Böylelerini ancak ölüm doyurur. Çalarlar, çırparlar, helâl haram
sınırlarını çiğnerler.
İşte bakın Allah’ın elçisi Şuayb (a.s) diyor ki, yapmayın, etmeyin ölçüyü
tartıyı bozarak insanların mallarını eksiltmeyin. İnsanların ceplerine el
atarak onların paralarını, eşyalarını eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk
yapmayın, fesat çıkarmayın. Enflasyon gibi haram yollarla, hilelerle insanları
sömürmeye kalkışmayın. İnsanların alım güçlerini eksiltmeyin. Paralarının
değerini düşürmeyin. Sizi de sizden öncekileri yaratan, tüm yaratıkları yaratan
Allah’tan korkun. Evet Onun bu dâveti ve uyarıları karşısında bakın toplumu
diyor ki:
185,187. “Sen ancak büyülenmiş birisin. Bizim gibi
bir insandan başka bir şey değilsin. Doğrusu seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer
doğru sözlü isen göğün bir parçasını üzerimize düşür" dediler.”
Dediler ki sen ancak büyülenmiş bir
kimsesin. Tıpkı kendilerinden öncekilerin dediği gibi dediler. Allah
kendilerine vahy etti, şeytan da vahy etti. Onlar Rablerinin vahyini değil de
şeytanların vahiylerine kulak verdiler de dediler ki ey Şuayb sen bizim gibi
bir beşersin. Senin bizlerden bir farkın yoktur.
Ve biz zannediyoruz ki sen yalancının birisin. Bütün bunları kendin
uyduruyor ve Allah’a izafe etmeye çalışıyorsun. Bırak bu ağızları. Bizim
ekonomik anlayışlarımıza, düzenimize, dünya hâkimiyetimize burnunu sokup durma.
Karışma bizim işlerimize. Sen kim oluyorsun da bizim düzenimizi eleştiriyorsun?
dercesine Ona meydan okudular. Dediler ki eğer doğru sözlü isen haydi o zaman
gökten üzerimize bir parça indir de görelim. Haydi bize bir azap getir dediler.
Allah elçisinden bir belâ, bir azap istediler. Tüm dünyanın ekonomik gücüne
sahip olan kimseler olarak ne Allah’ın, ne de peygamberin asla kendileriyle baş
edemeyeceği gururuna kapıldılar. Kendi güç ve kuvvetlerine güvendiler,
şımardıkça şımardılar. Şuayb (a.s) dedi ki:
188. “Şuayb: "Rabbim yaptıklarınızı çok iyi bilir"
dedi.”
Rabbim yaptıklarınızı daha iyi bilir.
Rabbim durumunuzu daha iyi bilir. Ne haldesiniz? Neye lâyıksınız? Neyi hak
ettiniz? bunu ben değil Rabbim bilir. Bu konuda yetki bende değil Allah’tadır.
Azabı gönderme yetkisi bana ait değildir. Siz yanlış kapı çaldınız. Allah’tan
istenmesi gereken bir şeyi benden isteme cehaletinde bulundunuz, benim buna
gücüm yetmez dedi.
189. “Ama onu yalanladılar. Bunun üzerine onları bulutlu bir günün azabı
yakaladı. Gerçekten o gün azabı büyük bir gündü.”
Evet kavmi Onu yalanladı. Bunun üzerine
Rabbimizin değişmeyen bir yasası olarak onları bulutlu bir günün azabı yakalayıverdi.
Gölge gününün azabı yakalayıverdi onları. Onların üzerine sanki buluttan azap
yağıyordu, helâk yağıyordu. Gerçekten bu büyük bir azap günüydü. O günün azabı
çok büyüktü.
190,192.
“Doğrusu bunda bir ders vardır. Fakat çoğu inanmamıştır. Rabb’ın
şüphesiz Güçlüdür, merhametlidir. Şüphesiz Kur’an âlemlerin Rabb’ının indirmesidir.”
Eyke’lilere gökyüzündeki bir buluttan
azabın yağması, Med-yen’lilere de bir sayha, bir deprem ve çığlık gönderilip
yok edilmesi. Her topluma amelinin karşılığında bir ceza takdir edilmesi. İşte
bunların hepsinde bir âyet, bir ibret, bir uyarı vardır. Öyleyse Ey Mekkeliler,
ey dünyalılar eğer sizler bu anlatılanlardan ibret almaz ve Rabb’ınızla çatışma
içinde bir hayata yönelirseniz, sizler de Nuh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb
(a.s)’ların toplumlarının düştüğü yanlışlara düşerseniz kesinlikle bilesiniz ki
sizler de onların âkıbetine hazırlanmaktasınız. Kesinlikle onların başlarına
gelenler sizin başınıza da gelecektir. Ama insanların pek çoğu inanmamaktadır.
Ama Rabbin ise Azîz ve Rahîmdir. Düşmanlarından intikam alan, dostlarına da
sonsuz merhamet edendir.
Evet bütün bunlar, başta Mûsâ (a.s),
sonra İbrahîm (a.s), sonra Lût, Hûd, Sâlih ve Şuayb (a.s)’lar gündeme alınarak
bir dünya yaşanacak, bir tarih sorgulanacak, bir tarih göz önüne getirilecek,
ibretler, dersler sergilenecek, insanların kurtuluş yolları belirtilecek ve bunlar
o kadar âhenkli sunulacak ki hiçbir kimsenin bu sözlere itiraz hakkı olmayacak.
Ve yine hiç bir kimsenin kendisinde cevap hakkı bulması da mümkün olmayacak.
Acaba bu sözler kime ait? Bunları kim söy-lüyor? Bu sözler nereden geldi? Bu
sözleri Allah’tan başka birisinin söylemesi, bu bilgileri Allah’tan başka
birilerinin bilmesi mümkün mü? Aklı başında herkes diyecek ki gerçekten bu
Kur’an Rabbinden indirilmektedir. Bunu Ondan başka birinin söylemesi de,
bilmesi de mümkün değildir.
193,197. “Ey Muhammed! Apaçık Arap diliyle, uyaranlardan
olman için onu, Cebrâil senin kalbine indirmiştir. O, daha öncekilerin
kitabında da zikredilmiştir. İsrâil oğulları bilginlerinin bunu bilmeye bir
delilleri yok muydu?”
Bu kitabı, bu haberleri göklerin ve
yerin, doğuların ve bâtıların, arşın ve kürsi’nin, meleklerin ve insanların
Rabb’ı, hakimi, otoritesi indirmektedir. Onu Cibril’i Emin indirdi. Bu Kur’an’ı
sana Ruh’ul- Emin, Rabb’ından aldı ve senin kalbine indirdi. Sen uyarıcılardan,
peygamberlerden olman için. Hem de apaçık bir Arapça ile. Herkesin anlayabileceği,
insanların konuştukları bir dille indirdi. Herkes anladı Onu. Bir kadın olarak
Hatice anamız anladı mü’min oldu, küçük bir çocuk olan Hz. Ali efendimiz anladı
mü’min oldu, bir köle olan Hz. Zeyd anladı mü’min oldu, Bilal anladı mü’min
oldu, orta yaşta bir insan olan Ebu Bekir efendimiz anladı mü’min oldu. Velid
Bin Muğıre, Ebu Cehil anladı kâfir oldu. Toplumda bu Kur’an’ı anlamayan bir tek
insan yoktu.
Onun içindir ki Mekkeliler Ebu Bekir’in okuduğu Kur’an’a engel olmaya
çalışıyorlardı. Ey Ebu Bekir, buna asla izin veremeyiz, çünkü senin okuduğun
Kur’an bizim çocuklarımızın kalplerine tesir ediyor diyorlardı. Abdullah Bin
Mesud Rahmân sûresini Kâbe’nin avlusunda okuyunca tüm müşrikler üzerine çullandılar
ve öldüresiye dövdüler onu. Evet nasıl ki o gün bu Kur’an’ı anlamayan yoksa
bugün de herkes bunu anlamak zorundadır. Herkes bu kitabı anlayabileceği cinsten
okumak zorundadır. Yâni bu kitaba iman eden anlaya, anlaya iman edecek, inkâr
eden de anlaya, anlaya inkâr edecektir. Bunun başka bir yolu yoktur.
Değilse anlamadan okunan bir Kur’an’da, anlamadan iman edilen bir Kur’an’da
hayır yoktur. Üzerinde düşünülmeden, ne dediği bilinmeden okunan bir Kur’an’a
nasıl Kur’an diyebileceğiz de? Böyle reddedenler neyi reddettiklerini
söyleyebilecekler de? Hayata karışmayan, kalbe etki etmeyen bir kitaba nasıl
Kur’an denebilecek de? Bana konuşmayan, bana bir şeyler söylemeyen, bana
ümitler vermeyen, bana korkular sunmayan, bana şunu yap, bunu yapma demeyen bir
Kur’an, Kur’an değildir. Bizler de bugün tıpkı o gün Rasûlullah’ı dinleyip de
iman edenler gibi iman etmek zorundayız. Çünkü bu kitap insanların bildiği,
konuştuğu bir dille, apaçık Arapça bir l
Efendim, o zaman biz Arap değiliz,
biz bir Arap anadan babadan dünyaya gelmedik, binaenaleyh bu kitabı anlayamayız
şeklinde bir itiraza gelince. Meselâ bakın şu okuduğumuz Şuarâ sûresinde
İbrahîm (a.s), Mûsâ (a.s), Nuh (a.s), Sâlih (a.s) ve Şuayb (a.s) lar gündeme
alındı. Bu peygamberlerin toplumlarıyla olan kavgaları anlatıldı. Ve bu konular
Muhammed (a.s)’a ve toplumuna örnek gösterildi. Yâni her peygamberin kavmiyle
mücâdelesi anlatıldıktan sonra da denildi ki muhakkak ki işte bütün bunarda âyetler vardır,
ibretler vardır. İşte bu ifade, bu âyet ortak özellik oldu.
Daha önceki kitaplarda da bu kitabın
geleceği müjdelenmiş, haber verilmişti. Daha önceki peygamberleri de
kendilerine bu kitabın geleceğini haber vermiş olmalarına ve bu son kitaba iman
etmeleri konusunda kendilerinden apaçık bir ahit almalarına rağmen şimdi bu İsrâil
oğullarının âlimlerinin bunu bilmeye bir delilleri yok mu? Çok delilleri var
ama yine de iman etmiyorlar.
198,199. “Biz Kur’an'ı Arapça bilmeyen kimselerden
birine indirseydik de o bunları okusaydı yine de ona inanmazlardı.”
Kitabın Arapça olarak indirilmesi konusunda
da bakın Rabbi-miz şöyle bir açıklamada bulunuyor. Şâyet Biz bu Kur’an’ı Arapça
bilmeyen birine, Arap dilini konuşmayan, insanlara Arapça açıklamada
bulunamayacak birine indirmiş olsaydık, o da bunları onlara okumuş olsaydı yine
de ona inanmayacaklardı. Yâni hiç Arapça’yı bilmeyen bir insan bir anda bunu
onlara Arapça olarak okumuş olsaydı yine de iman etmeyeceklerdi. Yâni hiç
düşünmeyeceklerdi bile. Yahu bu adam Arapça bilmezken, Arapça konuşamazken
nasıl oldu da böyle birden bire böyle bir Kur’an’ı okuyabiliyor? diyerek
hayrete gelip böyle olağanüstü bir durum karşısında daha kolay iman etmeleri
gerekirken yine de şu iman etmeyenler inanmayacaklardı diyor Rabbimiz. Bundan
dolayıdır ki ey peygamberim, sen onların ey Muhammed sen aramızdan birisin, sen
içimizden bir beşersin gibi söyledikleri sözlerine asla üzülme.
200,202. “Suçluların kalplerine Kur’an'ı böylece
sokarız da, can yakıcı azabı görmedikçe ona inanmazlar. Bu azab onlara
haberleri olmadan geliverecektir.”
Biz böylece o Kur’an’ı mücrimlerin,
günâhkârların, suçluların kalplerine soktuk, işlettik, yerleştirdik. Yâni
Allah’ın Resûlü sürekli okudu onu, Ebu Bekir okudu, Müslümanlar okudular da onu
duyanların kalpleri sürekli ezilir hale geldi o Kur’an ile. Dinledikleri,
duydukları her bir Kur’an âyetiyle kalplerinde operasyonlar meydana geldi onların.
Duydukları her bir âyet onların kalplerinde bir küfür hücresini yok etti.
Onların kalplerindeki son küfür ve şirk kalesi yıkılıp ta hidâyete ulaşacakları
ana kadar bu böyle devam etti. Tabii kimilerinin kalbindeki küfür ve şirk
hücresi az olduğu için 50,60 âyetlik bir operasyon sonunda iman ederlerken,
kimilerininki çok fazlaymış ki 200,500 âyetlik bir ameliyat sonunda iman
ettiler.
Meselâ bir Ebu Bekir efendimiz hemen duyar duymaz iman ederken, bir Ömer efendimiz
7 yıl sonra ancak iman edebilmiştir. Bir Halit bin Velid efendimizinki ise
15,16 yıla sarkıyor. Ama elbette bu da bir gün içinde olmuyordu. Halit
Rasûlullah’la karşılaştığı andan itibaren kalbinde operasyon başlıyor ve
nihâyet son küfür kalesi yıkılıncaya kadar devam ediyordu. Hz. Halid’in
Müslüman olması Hudeybi-ye’den sonra oluyordu.
Ama o kâfirlerden kimileri de vardır
ki can yakıcı azabı görünceye kadar iman etmezler. Ve artık o azap kendileri
ondan habersizce, bilgisizce bir hayat sürerlerken ansızın gelip onları yakalayacaktır.
203,204.
“O zaman “Erteye bırakılmaz mıyız?” derler. Bizim azabımızı mı acele
istiyorlardı?”
Ve o azap kendilerine geldiği zaman da hemen derler ki acaba ertelenmez mi
bu azap? Acaba bize bir süre tanınmaz mı? Şimdi onlar bu azabımız konusunda
acele mi ediyorlar? Azabımızı acele mi istiyorlar? Halbuki Rabbimizin onlara
uyguladığı yasa en güzel yasadır. Bu dünyada düşünebilecekleri kadar,
akıllarını kullanıp peygamberinin dâvetine yönelebilecek, Allah’a Allah’ın
istediği kulluğu yapabilecek kadar bir süre tanımıştır. Peygamberin dâvetine
evet deyiverselerdi kendileri hakkında çok güzel olacaktı. Ama işte böyle
birden bire hepsinin evet demeleri de mümkün olmuyor.
205,207. “Bana söylesene, Ey Muhammed! Biz onlara yıllar yılı nimetler vermiş olsak, sonra da tehdit edildikleri şey başlarına gelse, kendilerine verilmiş olan nimetler onlara bir fayda sağlar mı?”
Kaldı ki Biz onlara yıllarca ömür versek, yıllarca güç kuvvet versek,
senelerce saltanat versek, senelerce nimetlerimizi onların üzerinden eksik
etmesek, sonra da kendilerine vaat olunan, tehdit edildikleri şey başlarına
geliverse kendilerine verilmiş olan o nimetlerin, faydalandıkları metaların,
yaşadıkları ömür ve dünyalarının kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
Binlerce yıl yaşamış olsalar da azap gelince bu uzun ömürlerinin hiçbir mânâsı,
hiç bir değeri, hiçbir faydası olmayacak onlara. O uzunca yaşamaları, uzunca
nimet icre bulunmaları onları azaptan asla kurtaramayacaktır.
Öyleyse madem ki bu dünya malının,
mülkünün, dünya saltanatının hiç bir kıymeti olmayacaksa, azap geldiği zaman
hiçbir değer ifade etmeyecekse o zaman bize düşen hesabımızı güzel yapmaktır.
Aman malımız çok olsun, aman servetimiz çok olsun, aman bu dünyada lüks içinde
bir hayatımız olsun, aman bu dünyada saltanatımız büyük olsun diyerek
yanlışların içine girmemeliyiz. Unutmayalım ki bu dünyada bunlara en çok sahip
olan krallar, liderler, kumandanlar, im-paratorlar kendilerine azap geldiği
zaman kendilerini kurtaramamışlardır. Kendilerine ölüm geldiği zaman
kendilerini Allah’ın ölüm yasasından kurtaramamışlardır.
208,209. “Hiçbir kasaba halkını kendilerine öğüt veren uyarıcılar gelmeden yok etmedik. Biz zalim değiliz.”
Yine unutmayın ki Biz her ne zaman bir köy, bir kasaba, bir şehir, bir ülke
halkını kendilerine uyarıcılar gelmedikçe helâk etmemişizdir. Önce
uyarıcılarımızı gönderdik, uyarıcılarımız onları Bizim âyetlerimizle karşı
karşıya getirdiler, kendilerini açık ve net bir biçimde tevhide çağırdılar,
onlar da bunu reddettiler, helâki hakkettiler, Biz de onları helâk ettik. Biz
zalim değiliz. Biz uyarılmamış kullarımızı helâk etmeyiz. Bizim yasamız budur.
Evet
dünya üzerinde helâk edilmiş hiçbir toplum yok ki, Allah’ın azabına, gazabına
maruz kalmış hiç bir ümmet yoktur ki, ya Rabbi biz ne yaptık ki bizi helâk
ettin? Bizim suçumuz neydi ki bize gazap ettin? demeye hakkı yoktur. Hiç bir
toplum böyle itiraz edecek bir durumda
değildir. Ya Rabbi bizim senden de, senin peygamberinden de, senin âyetlerinden
de, senin bizden istediğin kulluktan da, cennetinden de, cehenneminden de
haberimiz yoktu. Bize bunlar du-yurulmadı demeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Çünkü işte Rabbimiz yasasını ortaya koyuyor. Önce peygamberlerini gönderiyor,
uyarıcılarını gönderiyor, onları kendisinden, kitabından, âyetlerinden, kulluğundan,
cennetinden, cehenneminden haberdar ediyor, onlar da bu haberleri aldıktan
sonra yine de kendisine karşı, dinine ve peygamberlerine karşı düşmanlıklarını
sürdürürlerse Rabbimiz de onları helâk ediyor.
210,212. “Kur’an'ı şeytanlar indirmemiştir. Bu onlara düşmez, zaten güçleri de yetmez. Doğrusu onlar vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır.”
Bu Kur’an’ı şeytanlar indirmemiştir. Bu kitabı Cibril indirmiştir. Bu
sözleri şeytanların söylemesi mümkün değildir. Bu onlara düşmez. Zaten onların
böyle bir kitap indirmeye, bu sözleri söylemeye güçleri de yetmez.
Rasûlullah
efendimiz onlara bu Allah âyetlerini okuduğu zaman bu cinlenmiş diyorlardı. Bu
adam mecnundur diyorlardı. Delirmiş diyorlardı. Ya da işte bu sözleri kahinlerden
öğrenmiş diyorlardı. Şair diyorlardı, diyorlardı, diyorlardı... Bakın Rabbimiz
onların dediklerinin tümünü hatırlatarak buyuruyor ki hayır hayır bu Kur’an’ı
şeytanlar indirmemiştir. Zaten bu onlara yaraşmaz. Doğrusu onlar vahyi dinlemekten
de men eldilmişler, uzak tutulmuşlardır. Daha önceleri, bu ki-tabın inmeye
başlamasından önce şeytanlar meleklerin konuşmalarından bir takım kırıntılar
alarak yerdeki kahinlere aktarıyorlardı. Kahinler de onlardan aldıkları bu
kırıntıları insanlara bildiriyorlar ve insanların itikatlarını bozmaya
çalışıyorlardı. Ve kitabımızın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki bu kitap
inmeye başlar başlamaz Rabbimiz onları bu işten menetti. Bundan sonra artık ne
bir vahiy bilgisine, ne de bir gayb kırıntısına sahip olabildiler.
213. “O halde sakın Allah'ın yanında başka İlâh tutup ona yalvarma, yoksa azap göreceklerden olursun.”
Öyleyse ey peygamberim, sakın sen Allah’la birlikte başka İlâhlar peşinde
koşma. Allah’la birlikte başka bir İlâh kabul etme. O Allah tek İlâhtır.
Kendisinden başka İlâh olmayandır. Eğer Allah berisinde başka İlâhlar bulur,
Allah’la birlikte onları da dinler, Allah’la birlikte hayatında onları da söz
sahibi kabul eder, onlara da kulluk eder, onlara da dua edersen o zaman azaba
uğrayanlardan olursun. Gerçekten çok büyük bir tehdit. Kime yapılıyor bu
tehdit? Allah’ın en sevgili kulu peygamber (a.s) a yapılıyor. Peygamber (a.s)
bile böyle bir şeyi yapınca azaptan kurtulamayacaksa Allah berisinde başkalarını
da İlâh kabul eder, başkalarında da yetkilerin olduğunu kabul edersek bizler de
asla azaptan kurtulamayacağız demektir. Ve peygamber (a.s)’a ve onun şahsında
hepimize bir emir, bir uyarı.
214. “Önce en yakın hısımlarını uyar.”
Ey peygamberim, sen yakın akrabalarını, yakın kavmini, aşiretini,
çevrendekileri uyar. Onları uyarına devam et. Sizler de ey peygamber yolunun
yolcuları en yakın akrabalarınızdan başlayarak çevrenizdeki Müslümanları
uyarın. Çevrenizdeki Allah kullarını Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın kitabıyla
uyarın. Allah’ın cenneti ve cehennemiyle uyarın. Allah’a kulluğa çağırın.
Herkes duysun bu uyarıyı. Herkes ha-berdar olsun bu hakikatten. Herkes nasibini
alsın bu uyarıdan. Herkes bilsin bu gerçeği de inanan bir bilgiyle inansın,
inkâr eden de bir bilgiyle reddetsin. Hiç kimse ben bunu bilmiyordum, ben bunu
duymamıştım, benim bundan haberim yoktu diyemesin. Herkesi uyarın. Ama bu
uyarınızı yaparken, bu uyarınıza devam ederken de:
15,216. “Sana uyan mü'minleri kanatlarının altına al. Sana baş kaldırırlarsa: “Yaptıklarınızdan uzağım” de.”
Uyarını yaparken rahmet ve şefkat kanatlarını da sana tabi olan, uyarına
müspet tavır alan mü’minlerden de esirgeme. Onlar üzerine şefkat ve merhamet
kanatlarını da geriver. Şefkat kanatlarını gererek onları o kanatlarının altına
alıver. Şefkat ve merhametle muamele et onlara. Sana ve dâvetine teslimiyetini
bildiren, iman ettiğini bildiren Müslümanlara merhametini gündeme getir. Eğer
sana isyan ederlerse, dâvetine kayıtsız kalırlarsa uyarına müspet cevap vermez-lerse
onlara de ki ben sizin yaptıklarınızdan beriyim deyiver. Benim sizinle hiçbir
ilgim, alâkam yoktur deyiver.
217,220. “Ey Muhammed! Senin
kalkıp namaz kılanlar arasında bulunduğunu gören, güçlü ve merhametli olan
Allah'a güven. Doğrusu O işitir ve bilir.”
Ve onlar karşısında Azîz olan, şerefli olan, yüce olan, Rahîm olan ve her
an seni görüp gözeten, her an sana desteğini sürdüren, senin kalkıp namaz
kılanlar arasında bulunduğundan haberdar olan Allah’a güvenip dayan. Allah’a
tevekkül et. İşini Ona havale et. Sırtını Ona daya. Başarıyı sadece ondan
bekle. Onun istediği şekilde hareket et. Unutma ki O Allah her şeyi işitir ve
her şeyi bilir. Nasıl ki O Allah senden önce kendisine teslim olan Nuh, Hûd,
Sâlih, İbrahîm gibi elçilerini başarılı kılmışsa Rabbin seni de başarılı
kılacaktır. Çünkü O Azîzdir, güçlüdür, yenilmezdir ve her şeyi işiten ve bilendir.
Şu anda seni de görmekte, seni de işitmektedir. Kıyamını görmektedir, secdenden
haberdardır. Rabb’ının emirlerini uygulama derdinde olan müminlerle birlikte
dönüp dolaştığını da biliyor O Allah. Allah yolunda müminlerle birlikte
kavganı, insanları uyarmanı, insanları kendi yoluna dâvetini görüyor.
Müslümanlara karşı şefkat ve merhamet kanatlarını gerdiğini, Rabbin için
secdelere kapandığını görüyor Allah.
221,223. “Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi" de. Onlar, günâhkâr iftiracıların hepsine iner. Bunlar şeytanlara kulak verirler, çoğu yalancıdırlar.”
Ey peygamberim şeytanların kime indiğini sana, size haber vereyim mi?
Anlatayım mı şeytanlar kimlere inerler? Kimlere vahiy getirirler? Kimlere vahy
ederler? Kimleri etkileri altına alırlar? Artık bu vahiy Kur’an’ın, Allah
vahyinin dışındaki bir vahiydir. Şeytan vahyidir. Şeytanın fısıldaması,
şeytanın iğvası ve yol göstermesidir. Kime mi bu? Her bir günâhkâr, her bir
günâha giren iftiracılara iner şeytan. Bunlar günâhkâr olan, günâhtan yana
olan, mayın tarlasında geziyormuş gibi günâhlara dalan, günâha düşkün ve de
iftira eden, işi gücü yalan dolan olan kimselere şeytanlar çokça giderler ve
onları daha da azgınlaştırırlar. Gece gündüz onları şaşkın bir hale getirirler.
İşte şeytanların beraber olduğu,
işbirliği içinde olduğu insanlar bunlardır. Bunlar şeytanların vahiylerine
kulak verirler. Rablerinin vahyine kulak vermeyen bu insanlar gece gündüz şeytan
vahiylerini dinlerler. Şeytanların Allah’a, peygambere, İslâm’a, Kur’an’a ve Müslümanlara
karşı yalan ve düşmanlık vahy ederler. Kendi yalan yanlış bilgilerini doğru
olarak empoze ederler. O yalancı, o günâhkâr, o Rablerinin vahyinden habersiz
olan insanların İslâm’la ve Müslümanlarla mücâdele etmesini emrederler. Zaten
onların pek çoğu da yalancıdırlar. Şeytanlar yalancı, cinler yalancı, kahinler
yalancı, onları dinleyenler, onlara tabi olanlar yalancıdırlar. Ama Muhammed
(a.s) da yalan yoktur. Allah ve Resûlünün vaadinden dönmesi söz konusu değildir.
Peygamber (a.s) ve onun yolunun yolcusu olan Müslümanlarda yalan, dolan, günâh,
isyan yok ki şeytanlar onlara gelebilsinler. İşte şeytanlar ancak böylelerine
yaklaşabilirler. Peygambere yaklaşmaları mümkün değildir.
224,226. “Şairlere ancak azgınlar uyar. Onların her vadide şaşkın, şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin?”
Ve bir de şuarâ, şairler var ya, gerçekten o şairlere de azgın ve sapık
kimseler tabi olur. Bir de Allah’ı ve peygamberi bir kenara bırakıp, Allah’ın
kitabını ve Resûlünün sünnetini bir kenara bırakıp kendi hevâ ve heveslerini
putlaştırıp insanları kandırabilecek özellikte şiir söyleyenler şairler var.
Bunların sözlerinde ne hak var, ne hakikat var, ne vahiy var, ne âhiret var, ne
ölüm ötesi hayatın gündemi ve hazırlığı var, ne cennet bilinci, ne cehennem
korkusu, ne kitap ve peygamber zikri var. Sanki böyle akla hayale gelmedik bir
dünyada yaşarlar. Görmüyor musun işte bu şairler her bir vadide dolaşıp dururlar.
Bir bakarsın gökyüzünde, bir bakarsın yeryüzündeler. Ne dedikleri, ne
söyledikleri belli değil. Yaptıkları tek şey akla hayale gel-medik sözlerle,
hayallerle insanları oyalarlar. Dengesiz bir hayatın yaldızlı sözlerini ortaya
korlar. Onların bu tumturaklı sözlerinin etki-sinde günler aylar geçer de
insanlar Allah’tan peygamberden, Al-lah’ın kitabından ve peygamberin
sözlerinden uzak yaşadıklarının farkına bile varamazlar. Geceleri gündüzleri
şiirin, sözlerin içine dalıp gitmişlerdir.
Ve
onlar, o şairler yapmadıklarını söylerler. Yapmadıklarıyla övünürler, amelin
konusu olmayan hayal âleminde gezerler. Çok kötülerler, hicvederler, hakaret
ederler, övdükleri haksız ve aşırı överler, hicvettiklerini aşırı yererler. Çok
büyük iddialarda bulunurlar, çok güzel şeyler söylerler ama bunların hiçbirisini
yapmazlar. Hayatları ayrı, düşünceleri ayrıdır. Sözleri ayrı bir vadide
amelleri ayrı bir vadidedir. İşte böyle şairlerle de şeytanlar beraberdir.
Şeytanlar böylelerine de inmekte, böylelerini de etkileri altına almaktadırlar.
Sürekli şeytanlar böylelerine de kötülükleri vahy etmektedirler. Kötülüğün
eğitimini bunlarla beraber uygularlar.
Ama
şairlerin içinde sözün güzelini, sözün hakkını söyleyenler, Müslümanca bir
hayatın, Allah’a kulluk hayatının sözcülüğünü yapanlar da vardır elbette.
Hassan Bin Sabit gibi, Abdullah Bin Revaha gibi Müslümanlar da vardır. Kıyâmete
kadar aynı yolu izleyenler de vardır. Allah’ın sözcülüğünü yapan şairler kıyâmete
kadar varlıklarını sürdüreceklerdir. Yâni Allah’ın kitabından ve Rasûlullah’ın
sözlerinden bilgilenip o sözleri kâfir ve müşrik dünyaya karşı en güzel bir
şekilde ifade edebilecek, İslâm’ın savunuculuğunu yapacak, kendi inancının kavgasını
verebilecek şairlerde elbette olacaktır yeryüzünde. Bunlar:
227. “Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında haklarını alanlar bunun dışındadır. Haksızlık eden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklardır.”
İman eden ve imanlarını pratik hayata aktaranlar, imanlarını hayatlarında
görüntüleyen, iman kaynaklı bir hayat yaşayanlardır. Ve Allah’ı çok zikreden,
Allah’ı gündemlerine alan, gece gündüz Allah’ı gündemlerinde tutan ve Allah’ın
âyetlerini ve Resûlünün sünnetini dünya insanlığının gündemine getiren kimselerdir
bunlar. Ve Allah yolunda, Allah’a kulluk yolunda zulme uğradıktan sonra da
birbirlerine yardımcı olan kimselerdir bunlar. Ve Allah’ın yardımıyla zalimlerden,
İslâm düşmanlarından öçlerini alanlardır onlar. İşte yanlış yolda yürüyenlerin
yanında, şeytanla anlaşarak şeytan vahiylerinin savunuculuğunu yapanların
yanında işte böyle hak yolda yürüyen kimseler de bu dünyada eksik olmayacaktır.
Hayat bu ikisiyle beraber olacaktır. Ve sonunda gerek şiirleriyle, gerek
kalemleriyle bu kavgada yerini alan Müslümanlar sonunda Allah’ın yardımıyla
galip geleceklerdir. Ve onların bu başarılarıyla zalimler de nasıl bir
devrimle, nasıl bir inkılapla devrileceklerini bilecekler ve görecekler.
Evet
samimiyetle Allah ve Resûlüne inanan, samimiyetle Al-lah ve Resûlü için bir
hayat yaşayan, Allah ve Resûlünün istediği şekilde mü’min olan, Resûlün pratik
hayatını aynıyla benimseyen, Allah’ı zikreden, Allah’ı yücelten, Allah’ın
kitabıyla yücelen, Resûlün sünnetiyle şeref kazanan ve zulme uğradıkları zaman
da o zulmü ortadan kaldırıp zalimlerin boynunu kırmak için birbirleriyle
yardımlaşan, mazlum kardeşlerinin yardımına koşan, birbirleriyle kenetlenen
Müslümanlar olduğu sürece zafer onların, kayıp zalimlerin olacaktır. Allah
karşıtı bir dünya yaşayanlar nasıl bir inkılapla devrildiklerini görecekler ve
Allah’la savaşmanın ne anlama geldiğini bilecekler ve anlayacaklar.
İşte dünya bu iki kavganın at başı yürüdüğü
bir dünyadır. Bir tarafta Allah ve Resûlüne inanmış Müslümanlar, diğer tarafta
da karşıt güçler. Yakında kimin galip, kimin mağlup olacağını göreceğiz.
Yakında kimin cehenneme aktığını, kimin cennete uçtuğunu göreceğiz inşallah.
Rabbim istediği gibi Müslüman olanlardan eylesin bizi.