Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Bu surede Nemi
(karınca) Vadisi kıssasının yer alması ve buradaki karıncalardan birinin diğer
karıncalara hitaben" "Hz. Süleyman'ın (a.s.) ordusu tarafından
hiçbir kasıt olmaksızın çiğnenmeye maruz kalmamaları" için yuvalarına
girmelerini tavsiye eden nasihatinin anlatılması sebebiyle bu sureye Nemi
(karınca) Suresi adı verilmiştir.
Cenab-ı
Hakk'ın kendisine kuşların ve diğer hayvanların dilini öğrettiği Hz. Süleyman
(a.s.) karıncanın bu sözünü anladı ve bu sözden dolayı tebessüm etti. Ardından
da verdiği nimetinden dolayı Rabbine şükretti.
[1]
Bu surenin bir önceki
sure ile ilişkisi bir kaç yönden ortaya çıkmaktadır.
1- Bu sure
(önceki suredeki) peygamberlerin kıssalarının devamı gibidir. Burada Hz. Davud
ve Hz. Süleyman (a.s.) kıssaları anlatılmaktadır.
2- Şuara
Suresi'nde kısaca zikri geçen bazı peygamber kıssaları bu surede tafsilatıyla
anlatılmaktadır. Meselâ, Hz. Musa kıssası (Nemi, 7-14), Hz. Salih kıssası
(Nemi, 45-53) Hz. Lût kıssası (Nemi, 54-58) gibi.
3- Bu üç sure
(Şuara, Nemi ve Kasas sureleri) peşpeşe ve bu sırayla, nazil olmuşlardır. Bu
durum, mushafta bu şekilde sıralanması için yeterli bir sebeptir.
İbni Abbas ve Cabir b.
Zeyd surelerin nazil olma sıraları hakkında şu rivayeti nakletmişlerdir:
"Önce Şuara, sonra Ta-Sîn daha sonra Kasas suresi yer almaktadır."
Ayrıca bu üç surenin
başlangıç kelimelerinde de benzerlik bulunmaktadır: Şuara (ta-sin-mim) ile,
Nemi (ta-sin) ile, Kasas (ta-sin-mim) ile başlamaktadır.
Belki de Şuara ile
Kasas sureleri arasındaki bu benzerlik -yani her iki surenin de (tâ-sin-mim)
ile başlamaları- ve Nemi Süresindeki cüz'î farklılık -yani (tâ-sin) ile
başlaması- bu mukattaa harflerinden asıl maksadın tekrar vurgulanmasıdır. Bu
maksat bazen bu harflerden fazla bazan da noksan olmak suretiyle dillerinin
cümleler meydana getiren bu harflerinden oluşan Kur'an ile Araplara meydan
okunmasıdır.
4- Yine bu
iki sure (Nemi ve Şuara sureleri) arasında konu benzerliği hususunda benzerlik
bulunmaktadır.
Zira Şuara suresinin
başında "Bu ayetler apaçık kitabın ayetleridir." denmiştir.
Şuara suresinin
sonlarında "Bu (Kur'an) âlemlerin rabbi tarafından indirilmedir. ",
"Bu ayetler Kur'anın ayetleridir." yani âlemlerin rabbi tarafından indirilmedir,
denmiştir.
5- Bu iki
sure Kur'an kıssalanndaki amaç birliğini beyan etme konusunda buluşmaktadır. Bu
da kavminden gördüğü eziyete ve kavminin kendisinden yüz çevirmesine karşılık
Rasulullah'ın (s.a.) teselli edilmesidir.
[2]
Bu Mekkî sure inanç
esaslarım -yani Allah'ın birliği, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve
Kur'an-ı Kerim'in Azîz ve Hakîm olan Allah nezdinden indirilmiş olduğunun
ispat edilmesi konularını- açıklama noktasında Mekkî surelerin amaçlarıyla
birlik arz etmektedir.
Bu amaçlan açıklamada
hissedar olması için sure Hz. Muhammed'in (s.a.) ebedî mucizesini beyan
etmektedir. Bu da şanlı Kur'an'ın müminlere hidayet, rahmet ve müjde olarak
indirilmesidir.
Sonra da Hz. Musa,
Salih ve Lût aleyhisselâmın kendi kavimlerinden gördükleri eza ve cefanın ve
risaletlerini yalanlamalarının derecesini beyan etmek üzere Hz. Musa, Davud,
Süleyman, Salih ve Lût aleyhisselâmın kıssalarından heyecan verici olayları
gözler önüne serdi. Ayrıca Allah'ın Hz. Davud ve Süleyman'a verdiği büyük
nimetlere, peygamber, melik ve sultan vasıflarının hibe edilmesine; insanların,
cinlerin ve kuşların bu peygamberlerin emrine verilmesine ve kraliçe Belkıs'ın
Hz. Süleyman'ın davetine boyun eğmesine dikkat çekti.
Bu noktada yetki
sahipleri için son derece önemli bir hikmet vardır. O da "saltanat ve nüfuzun
Allah'a davet için bir vesile sayılması" durumudur.
Bunun ardından
yeri-göğüyle, karası-deniziyle kâinatın yaratılması, insanoğluna yeryüzünün
hazinelerinden istifade etmesinin ilham olunması, karada ve denizdeki
karanlıklarda insanoğluna yol gösterilmesi, bol nzıklarla yardım olunması ve
insanın kıyamet gününün dehşetiyle ve olayların gaybî yönleriyle karşılaşması,
Allah'ın ilminin genişliği ve gece ile gündüzün birbirini takip etmeleri gibi
Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden delil ve burhanları beyan etti.
Sure daha sonra
müşriklerin öldükten sonraki dirilişi, mahşer yerinde toplanmayı ve amel
defterlerinin dağıtılmasını yalanlamalarını yadırgadı. îs-railoğulları'na
ihtilâflarında ve anlaşmazlıklarında Kur'an'ın hakemliğine baş vurmaları yükümlülüğünü
getirdi. Dabbetü'l-Arz'ın çıkması, her ümmetten bir gurubun toplanması ve
dağların yürütülmesi gibi kıyamet alâmetlerinden bahsetti. Sonra da insanların
toplanacaklarım ve Allah Tealâ'nın huzuruna boyun bükerek zelil bir şekilde
geleceklerini zikretti.
Sure insanların
muttaki, mes'ud kimseler ile facir, bedbaht kimseler olarak iki kısım halinde
sınıflandırılması, her bir sınıfa hayır ve şer olarak lâyık oldukları
karşılığın verilmesi, müşriklere sadece Allah'a ibadet etmeleri gereğinin
bildirilmesi, put ve heykellere tapmaktan vazgeçilmesi, hayatta Kur'an yoluna
ve metoduna bağlanılması... Çünkü Kur'an nur ve hidayettir, kim hidayete
ererse sadece kendisi içindir, kim de sapıtırsa o da sadece kendi aleyhine
olur- Ayrıca kendilerine sadece Allah'a iman etmekten başka hiçbir şeyin fayda
vermiyeceği bir vakitte Allah'ın muazzam kudret ayetlerinin tanıtılması, ve
kendilerinin bütün amellerden dolayı kesin cezaya maruz kalacakları
mana-sındaki ayetlerle sona erdi.
Kısacası bu suredeki
ayetler rab ve hiçbir ortağı olmayan bir ilâh olan Allah Tealâ'ya iman etmeye,
kıyamette mahlûkat arasında hakkaniyetle hüküm vermek için bir vesile olan
dirilişi tasdik etmeye ve Kur'an'ı insanlık hayatı için ölçü ve düstur olarak
kabul etmeye davet etmektedir.
[3]
1- Ta, sîn. Bunlar
Kur'an'm ve apaçık kitabın ayetleridir.
2- (Kur'an) Müminler
için bir rehber ve müjdedir.
3- Onlar namazlarını
dosdoğru kılar, zekât verirler. Onlar ahirete kesin olarak iman ederler.
4- Ahirete iman
etmeyenlerin amellerini kendilerine güzel gösterdik. Artık onlar bocalar
dururlar.
5- İşte azabın şiddetlisi onlar içindir.
Ahirette de en çok zarara uğrayanlar bunlardır.
6- Hiç şüphesiz bu
Kur'an sana sonsuz hikmet sahibi olan ve her şeyi gayet iyi bilen Allah
tarafından verilmektedir.
"Bunlar Kur'anın
ayetleridir." Burada yakın yerine uzak ifade eden zamirle işaret edilmesi
Kur'an'ın yüksekliğini ve şanının yüceliğini beyan etmek içindir.
"Onlar ahirete
kesin olarak iman ederler." cümlesi ile "Ahirette de en çok zarara
uğrayanlar bunlardır." cümlesi arasında mukabele sanatı vardır. Bu iki
cümlede zamirin tekrar edilmesi hasr (yalnızlık) ve ihtisas (sadece onlara özel
olma) ifade eder.
"Hiç şüphesiz sen
bu Kur'anı... Allah tarafından alıyorsun." ayetinde "inne" ve
"lâm" ile yapılan manayı kuvvetlendirme Kur'an konusunda şüpheye
düşenlere cevap vermek içindir.
[4]
"Ta, sîn..."
Kur'an-ı Kerim'de pek çok surenin başında dikkat çekmek için yer alan bu
harflerle Kur'an'ın benzerini getirmek için Araplara meydan okuma manası murad
edilmektedir. Madem ki Kur'an onların konuştukları, hutbe îrad ettikleri ve
şiirler söyledikleri Arap dilindeki bu harflerden meydana gelmiştir. Benzerini
getirsinler bakalım denilmektedir.
"Bunlar"
yani bu ayetler veya bu surenin ayetleri "Kur'an'ın ayetleridir" Yani
Kur'an'dan bazı ayetlerdir. İsim tamlaması şanını yükseltmek ve yüceltmek
içindir. Zira büyük bir şeye izafe edilen de büyüktür. "... ve
apaçık" hakkı batıldan ayırdeden "kitabın ayetleridir."
"kitab" dan murad ya Levh-i Mahfuzdur ya da bizzat Kur'an'dır.
Levh-i Mahfuz ise onun açıklayıcı olması kendisinde olacak her şeyin yazılı
olmasıdır. O kendisine bakanlara bu durumu açıklar. Kur'an ise onun açıklayıcı
olması kendisine tevdi edilen ilimleri, hikmetleri ve şer'î hükümleri beyan
eder. Onun mucize oluşu bariz ve açıktır. Burada "kitab" kelimesiyle
murad edilen mana Kur'an ise bir vasfın ilâve edilmesi sebebiyle ve sıfatla
kendisine delâlet edilen mana hususunda farklılık bulunması sebebiyle burada
bir sıfat diğeri üzerine atfedilmektedir.
Kur'an "Müminler
için" cenneti tasdik edenler için sapıklıktan hidayete erdiren
"rehber ve müjdedir." Yahut bu iki durum ayetlerin iki durumudur. Bu
iki kelimenin amili (yani bunların harekelerine tesir eden faktör) yukarıda geçen
ism-i işaretin manasıdır (yani "bu ayetler" kelimesidir).
"Onlar
namazlarını dosdoğru kılarlar." Yani namazı istenilen şekilde tam olarak
yerine getirirler. Farz olan "zekâtı verirler. Onlar ahirete kesin olarak
iman ederler." Yani ahiretin varlığını tasdik eder ve istidlal yoluyla
bilirler. "Ve-hüm" kelimesindeki "Vav" hal veya atıf
içindir. Üslûbun değiştirilmesi onların yakînî imanlarının kuvvetli oluşuna
imanlarındaki sebatkârlığa, onların bu konuda yegâne olduklarına delâlet etmek
içindir. Buna göre mana şöyledir: İşte ahirete kesin olarak iman edenler asıl
onlardır. "Ve-hüm" cümlesinin itirazî cümle (ara cümle) olması da
mümkündür. Sanki şöyle denilmiştir. İşte bu iman eden ve salih amel işleyen
kimseler asıl bunlar ahirete yakîn olarak iman eden kimselerdir. Zira
zorluklara katlanmak kötü sonuçtan korkma ve kesin olarak hesaba çekileceğini
bilme sebebiyledir.
"Ahirete iman
etmeyenlerin" çirkin "amellerini kendilerine güzel gösterdik. Artık
onlar bocalar dururlar." Bu amellerin çirkinliği ve bu amelleri takip edecek
zarar veya faydaları idrak etmemeleri sebebiyle şaşkınlık ve tereddüt içinde
bulunurlar.
"İşte"
dünyada "azabın en şiddetlisi" Bedir Günü öldürülmek veya esir olmak
gibi en şiddetli azap "onlar içindir. Ahirette de en çok zarara
uğrayanlar" mükâfatı kaybetmeleri ve cehennemde ebedî cezaya müstahak
olmaları sebebiyle en şiddetli hüsrana uyanlar "bunlardır."
"Şüphesiz ki
sana..." Bu hitap Hz. Peygamber'edir. "bu Kur'an sonsuz hikmet
sahibi" hikmet sahiplerinin en hikmetlisi "ve her şeyi gayet iyi
bilen" alimlerin en alimi "Allah tarafından verilmektedir."
Sana zorlu bir vahiyle indirilmektedir. İlim ve hikmet şeklindeki bu ilâhî
sıfatların ilim hikmetin içinde dahil olmasına rağmen bir arada zikredilmesi
ilmin genel bir sıfat olması ve hikmetin bir fiili sağlam yapmaya delâlet
etmesi sebebiyledir. Ayrıca Kur'an ilimlerinden akaid ve şer'î hükümler kısmı
hikmetle ilgilidir. Kıssalar ve gaybden haber verme kısmı için hikmetle ilgili
değildir.
[5]
"Tâ, sîn."
Daha önce beyan ettiğimiz gibi bu harfler surelerin başlarındaki mukattaa
harflerinden olup Kur'an'ın mucize olduğuna dikkat çekmek içindir.
"Bunlar Kur'anın
ve apaçık kitabın ayetleridir." Ey Peygamber! Bu surede sana indirilen bu
ayetler bir mushaf içinde toplanan Kur'an'ın ve satırlarda yazı ile tespit
edilen, gayet açık bariz olan, kıyamet gününe kadar devam edecek olan Kur'an
ayetleridir. Son derece açık olması ve parlak üslûbu sebebiyle Kur'an'ın amel
edilmesi kolaylaştırılmıştır. Kur'an'ı inceleyen ve Allah'ın kelâmının tadını
tadan, Allah'a azametini ve Kur'an'ın indirilmesi ve beyanı hususundaki
Allah'ın lütfü hakkında düşünen kimseler Kur'an'dan istifade etmektedir.
Kur'an beşer kelâmı değildir. Hiçbir kimse Kur'an'ın benzerini veya Kur'an
surelerinden birinin benzerini getiremez.
"Kitab"
kelimesinin "Kur'an a" atfedilmesi "Kelime ve İbareler"
bölümünde açıkladığımız gibi iki sıfattan birinin diğerine atfedilmesi
şeklindedir. Meselâ: "Bu cömert ve ikramsever kişinin davranışıdır."
denir.
Dikkat edilirse bu iki
sıfat -yani Kitab ve Kur'an sıfatlan- bir defa marife, başka bir defa nekre
olarak zikredilmektedir. Mânâ ise birdir. Kur'an'ın iki sıfatı vardır: Bunlar
Kur'an (okunan) ve Kitab (yazılan) vasıflarıdır. Zira Kur'an okuma ve yazı ile
ortaya konulur.
"Müminler için
bir hidayet rehberi ve müjdedirler." Yani Kur'an insanları sapıklıktan
hidayete erdirir, itaat eden müminleri cennetle ve Allah Tealâ'nın rahmetiyle
müjdeler.
Kur'an'ın müminler
için hidayet olmasının manası Kur'an'ın onların hidayetlerine hidayet katması
demektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İman edenlere gelince
Kur'an onların imanlarını artırmıştır ve onlar birbirlerine müjde
verirler." (Tevbe, 9/124); "Onları (Allah) kendisinden bir rahmetin
ve lütfün içine sokacak ve onları (Allah'a giden) doğru bir yola
götürecektir." (Nisa, 4/175).
Özellikle müminlerin
zikredilmesi hidayet ve müjdelemenin sadece Kur'an'a iman eden, O'na tabi olan,
Onu tasdik eden ve onda bulunan hükümlerle amel eden kimseler için meydana
gelecektir.
Allah Tealâ daha sonra
iman tezahürlerini zikrederek şöyle buyurdu: "O müminler namazlarını
dosdoğru kılar, zekâtı verir ve ahirete kesin olarak iman ederler."
Kur'an'ın hidayeti ve müjdelemesinden yararlanan müminler namazda Rabbinin
azametini düşünen, Kur'an tilâvetinde, niyazında, zikirleri ve teşbihlerinde
kalbi huşu içerisinde ürperen, namazlarını şartları ve rükünlerini tam olarak
eda eden, mallarını ve canlarını kirlilikten ve şüpheli şeylerden temizleyen,
farz olan zekâtı veren, ahiret yurduna, öldükten sonra dirilişe, hayır olsun
şer olsun bütün amellerin karşılığının verileceğine, cennet ve cehenneme
yakinen inanırlar. Dolayısıyla kendileri için en üstün ve en uygun hayat için
hazırlanırlar. Emrettiği hususlarda Rabbine itaat ederler, nehyettiği ve sakındırdığı
hususlardan uzaklaşırlar.
Allah Tealâ daha sonra
bunların durumunu ahirete iman etmeyenlerin durumuyla karşılaştırdı. Öldükten
sonra dirilişe yakînen iman edenleri zikrettikten sonra dirilişi inkâr
edenleri zikretti ve şöyle buyurdu:
"Ahirete iman
etmeyenlerin amellerini kendilerine güzel gösterdik. Artık onlar bocalar
dururlar."
Yani ahireti
yalanlayanlar ve ölümden sonra bunun meydana geleceğini uzak görenlere onların
içinde bulundukları durumu güzel gösterdik. Ahiret yurdunu yalanlamalarının
cezası olarak bocalarlar, sapıklıklarında gider gelirler. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmuştur: "Biz onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirmiş,
kendilerini azgınlıkları, taşkınlıkları içinde serseri ve şaşırmış oldukları
halde terk etmiş bulunuyoruz." (En'am, 6/110).
"İşte azabın
şiddetlisi onlar içindir. Ahirette de en çok zarara uğrayanlar bunlardır."
Onların cezalan dünya ve ahirette kötü bir azaptır. Dünyaya gelince Bedir günü
esir edilmeleri veya öldürülmeleri gibi bir azap, ahirette ise cehennem azabı
vardır. Hatta onlar ahirette insanların en çok hüsrana uğrayanlarıdır. Mahşer
halkı içinde kendilerini ve mallarını kaybedecek başka hiçbir kimse yoktur.
Zira onların cehennemdeki azapları daimidir, hiç kesilmez.
Kur'an'a inananlarla
onu inkâr edenlerin durumunu tavsif ettikten sonra Allah Tealâ kendisine Kur'an
indirilen Peygamber'in durumunu anlattı:
"(Ey Muhammedi)
Hiç şüphesiz bu Kur'an sana sonsuz hikmet sahibi olan ve her şeyi gayet iyi
bilen Allah tarafından verilmektedir." Ey Peygamber! Şüphesiz ki sen
Kur'an-ı Kerim, emri ve nehyinde, mahlûkatını idarede sonsuz hikmet sahibi
olan, her işin en büyüğünü ve en basitini, mahlûkatının durumlarını ve
kendileri için hayırlı olanı gayet iyi bilen Allah tarafından sana verilmekte
ve öğretilmektedir. Onun haberi tamamen doğrudur. Onun hükmü tam adalettir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin sözü doğruluk ve
adaletle tam kemalindedir." (En'am, 6/115).
[6]
Bu ayetlerden
aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Bu
surenin ayetleri Kur'an'ın ayetleri ve apaçık kitabın ayetleridir. Bunlar iki
sıfattır:
- Koruma altına
alınmış ve bir araya toplanmış olan okunan bir Kur'an olması.
- Yazılı bir kitap
olması.
Dolayısıyla Kur'an hem
yazı ile hem okuma ile ortaya konulmaktadır.
Ayette
"Kur'an" lafzı marife olarak "kitab" lafzı nekre olarak
zikredilmiştir, ancak bu iki kelime marife manasındadır.
Bunun delili Hicr
Suresi'nde bu iki kelimenin buradakinin aksine varid olmasıdır:
"Âyâtü'l-Kitabi ve Kur'anin mübîn." Hicr suresinin bu ayetinde
"Kitab" marife olarak "Kur'an" nekre olarak gelmiştir.
Çünkü "Kur'an" ve "Kitab" kelimeleri herbirinin marife
olarak kullanılmaları ve sıfat olmaları mümkündür.
Kur'an veya kitab
kelimesi "mübîn (apaçık)" sıfatıyla nitelendirilmiştir. Zira Allah
Tealâ bu kitabında emrini-nehyini, helâlini-haramını, vaadini ve va-îdini beyan
etmektedir.
2- Bu
kitabın yahut Kur'an'ın ayetleri bu şekilde yol göstermekte ve müminlere
cenneti müjdelemektedir. Cennetle müjdelenen bu müminler namaz kılan, zekât
veren ve ahireti hiçbir şüphe ve tereddüt bulunmayan bir doğrulukla tasdik
eden kimselerdir.
3- Öldükten
sonra dirilmeyi tasdik etmeyenler ise şaşkınlık ve sapıklık içindedirler;
dalâlet uçurumuna yuvarlanırlar. Bunun için Allah onları inkârlarının
karşılığı olarak kötü amellerini süslü görüp güzel görmekle cezalandırır.
Zeccac diyor ki:
"Biz onların küfürlerinin karşılığı olarak onlara içinde bulundukları
durumu güzel gösterdik." Halbuki onlar kötü amellerinde ve sapıklıklarında
yuvarlanmaktadır.
Onların bu manevî azap
dışında dünya ve ahirette çok kötü maddî bir azap -cehennem azabı- vardır.
Onlar inkârları sebebiyle ahireti kaybettiklerinden en ağır kayba uğrayan
kimsedirler.
4- Hz.
Peygamber'e (s.a.) Kur'an'ın indirilmesi, öğretilmesi ve telkin edilmesi
mahlûkatının idaresinde son derece hikmetli olan, kullarının durumlarını ve
onların menfaatine olan hususları gayet iyi bilen Yüce Allah tarafından olmuştur.
Bu son ayet bundan
sonra gelecek peygamber kıssaları için hazırlık niteliğindedir.
[7]
7- Hani bir zaman
Musa, ailesine: "Ben gerçekten bir ateş gördüm. Size bundan bir haber
getireceğim. Ya da parlak bir kor getireceğim ki belki bununla ısınırsınız."
demişti.
8- (Musa) ateşin
yanına gelince kendisi- ne şöyle nida edildi: "Ateşin olduğu yerde
bulunan kimselere de çevresinde bu- lunan kimselere de muhakkak bereket verildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah her lÜ
noksanhktan münezzehtir.
9- Ey Musa! Gerçek şudur
ki, ben aziz (hükmünde galip olan) ve hakîm (sonsuz hikmet sahibi) olan
Allah'ım!
10- Asanı bırak!"
(denildi. Asayı yere bırakan) Musa bunun bir yılan gibi kıvrılıp hareket
ettiğini görünce arkasına bakmadan dönüp kaçtı. "Ey Musa! Korkma. Benim
huzurumda peygamberler asla korkmaz.
11- Ancak zulmeden
kimseler sonradan kötülüğü bırakıp onu iyiliğe çevirirlerse ben çok
bağışlayıcı ve esirgeyiciyim.
12- Elini koynuna sok da Firavun ve kavmine
gösterilen dokuz mucizeden biri olarak kusursuz bembeyaz bir el çıksın. Çünkü
onlar fasık bir kavimdir (denildi)."
13- Onlara
mucizelerimiz açık seçik gelince: "Bu apaçık bir büyüdür." dediler.
14- Vicdanları
bunların doğruluğuna kanaat getirdiği halde sırf zulümleri ve büyüklük
taslamaları sebebiyle o mucizeleri inkâr ettiler. Bozguncuların sonu nasıl
oldu, bir bak!
"Asanı bırak!
Bunun üzerine asasının bir yılan gibi kıvrılıp hareket ettiğini
görünce..." ifadesiyle hazif yoluyla îcaz (özlü ifade) sanatı yapılmıştır.
"Asanı bırak" cümlesinden sonra "Hz. Musa asasını elinden attı.
Asâ yılana dönüştü, "cümlesi hazfedilmiştir. Cümlenin gelişi buna delâlet
etmektedir.
"kötülükten sonra
iyilik..." ve "arkasına bakmadan dönüp kaçtı" ifadeleri arasında
tezat sanatı vardır.
"Onlara
mucizelerimiz açık seçik gelince..." ifadesinde istiare sanatı yapılmıştır.
Buradaki "mubsıra" kelimesi açıklık-seçiklik ifadesi için
kullanılmıştır. Zira görme olayı gözlerle olur.
"bir yılan
gibi" ifadesindeki teşbih mürsel ve mücmeldir. Benzetme edatı zikredilmiş,
benzetme yönü hazfedilmiştir.
[8]
"Hani bir zaman
Musa ailesine şöyle demişti:" Medyen'den Mısır'a giderken hanımı için
"ailesi" tabiri kullanıldı.
"Ben
gerçekten" uzakta "bir ateş gördüm. Size bundan" bu ateşten
yahut yolun durumundan "bir haber getireceğim". Çünkü Musa (a.s.)
yolu kaybetmişti.
Ayette Hz. Musa (a.s.)
iki arzusunu birden elde edemezse hiç olmazsa birinden mahrum kalmamayı ümid
ederek veya böyle bir inançla "vav" yerine "ev" kelimesini
kullandı. Allah'ın umumiyetle bir kulunda iki mahrumiyeti bir arada
bulundurmayacağı ilâhî âdetine güvenerek ya yolu bulmayı ya da ateşten bir kor
almayı arzu etti ama her iki arzusuna, hem dünya izzetine hem de ahiret
izzetine nail oldu.
Musa "ateşin
yanına gelince kendisine şöyle nida edildi: Ateşin olduğu yerde bulunan
kimselere de" o yere de, orada bulunan Musa'ya da bereket verildi.
"ateşin çevresinde bulunan kimselere" ve yerlere "de
bereket" verildi. "Bereket verildi" cümlesi Allah mübarek kıldı
demektir.
Beyzavî diyor ki:
Ayetin zahirine bakılırsa bu ifade peygamberlerin gönderildiği yer olduğu sağ
iken veya vefatlarından sonra bulundukları yer olduğu için ve özellikle Cenab-ı
Hakk'ın Hz. Musa'ya hitap ettiği yer olması sebebiyle bereketlerle
isimlendirilen bu yer ve çevresi "Şam diyarı" hakkında umumî bir
ifadedir.
"Âlemlerin rabbi
olan Allah" her türlü noksanlıklardan, nida olunan şeylerin cümlesinden
"münezzehtir."
"Musa
asanın" çok hafif sür'atli "bir yılan gibi hareket ettiğini"
kıvrılıp hareket ettiğini "görünce arkasına bakmadan dönüp kaçtı".
Nida olundu ki: "Ey Musa!" Mutlak olarak korkuya kapılma yahut bana
güvenmeksizin "korkma. Zira benim huzurumda peygamberler korkmaz."
Peygamberlere vahyolunduğu zaman son derece kendini teslim etme halinden dolayı
ne yılandan ne de başka bir yerden korkmazlar.
"Ancak"
nefislerine "zulmeden kimseler sonradan kötülüğü bırakıp iyiliğe
çevirirlerse" kötülükten sonra iyi amel işlerlerse ve günahını tevbe ile
siler, tev-be ederlerse "ben çok bağışlayıcı ve esirgeyiciyim." O
gibi kimsenin günahını örter, mağfiret eder ve tevbeyi kabul etmek suretiyle
ona rahmetle muamele ederim. Bu istisnadan murad Kıbtî'ye vurması sebebiyle
Hz. Musa'ya tarizde bulunmaktır.
"Elini
koynuna" gömleğinin boşluğuna "sok da Firavun ve kavmine gösterilen
dokuz mucizeden biri olarak" kusursuz, lekesiz, abraş v.b hastalıklardan
biri olmaksızın gözü kamaştıracak bir ışıkla parlayan, normal cildin renginden
çok farklı olarak "bembeyaz bir el çıksın." Dokuz mucize Hz. Musa'nın
doğruluğuna delâlet eden şu dokuz mucize idi: Denizin yarılması, tufan,
çekirge, bit, kurbağa yağması, kan, vadinin kuruması ve ekinlerinin eksilmesi.
Asâ ile el mucizesini bu dokuz mucizeden sayanlar bu son iki mucizeyi tek
mucize olarak saymışlar, denizin yarılmasını mucizelerden saymamışlardır. Zira
denizin yarılması Firavun ve kavmine Hz. Musa ile gönderilen bir mucize
değildi. "Çünkü onlar fasık bir kavimdir." cümlesi mucizelerin
gönderilmesi sebebini beyan etmektedir. "Onlara mucizelerimiz açık
seçik" gayet bariz ve parlak bir şekilde "gelince :Bu apaçık bir
büyüdür, dediler."
"Vicdanları
bunların" bu mucizelerin "doğruluğuna kanaat getirdiği halde"
yani bu mucizelerin Allah katından olduğunu yakinen bildikleri halde sırf
nefislerine "zulmetmeleri ve" Musa'nın getirdiğine iman etmeyerek
"büyüklük taslamaları" böbürlenmeleri ve kibirlenmeleri
"sebebiyle" o mucizeleri "inkâr ettiler" itiraf ve ikrar
etmediler.
Bak ey Muhammedi
"O bozguncuların sonu nasıl oldu?" Bu sonuç dünyada boğulmaları,
ahirette ise yanmalarıdır.
Zemahşerî diyor ki: Bu
mucizeler Allah tarafından gelen açık bariz mucizeler olduğuna yakînen kanaat
getirip de sonra kibirlenip hiç şüphe olmayan açık bir büyü olarak
adlandırmaktan daha büyük, daha çirkin hangi zulüm vardır?!
[9]
Cenab-ı Hak Kur'an-ı
Kerim'in sonsuz hikmet ve ilim sahibi olan Allah tarafından alındığını haber
verdikten sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) telakki ettiği bazı ayetleri gönlüne
yerleştirmek için okunmasını emretti. Bu da ibret ve öğüt vermek için Cenab-ı
Hakk'ın zikrettiği bazı kıssalardır.
[10]
Allah Tealâ önce Hz.
Musa kıssasını hatırlatarak başladı. Allah'ın Hz. Musa'yı nasıl seçtiğini,
O'na hitap ettiğini O'na eşsiz muazzam mucizeler ve ikna edici deliller
verdiğini, O'nu Firavun ve adamlarına gönderdiğini ama onların Onu reddedip küfre
düştüklerini, O'na tabi olup boyun eğmediklerini, büyüklük tasladıklarını
anlattı. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Hani bir zaman
Musa, ailesine: Ben gerçekten bir ateş gördüm. Size bundan bir haber
getireceğim. Ya da parlak bir kor getireceğim ki belki bununla ısı-ıırsınız,
demişti."
Yani ey peygamber! Şu
kıssayı hatırla. Musa (a.s.) ailesiyle Medyen'den Mısır'a gitmiş, karanlık bir
gecede yolunu kaybetmişti. Uzaktan parlayan ve yanan bir ateş gördü. Yolu bulma
ve ateşle ısınma imkânı bulduğu için ailesine müjde vererek: "Ben bir ateş
gördüm. Ben oradan size yol hakkında bir haber getireceğim. Ya da oradan size
kor ateş getireceğim. Böylece bu soğuk gecede onunla ısınırsınız." dedi.
Durum aynen dediği
gibi oldu. Çünkü oradan önemli bir haberle döndü. Bu peygamberlik haberiydi. Bu
ışıktan ateş değil büyük bir nur aldı. Bu risalet nuru idi. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurdu:
"Musa ateşin
yanına gelince kendisine şöyle nida edildi: Ateşin bulunduğu yerde bulunan
kimselere de, çevresinde bulunan kimselere de muhakkak bereket verildi.
Âlemlerin rabbi olan Allah her türlü noksanlıktan münezzehtir."
Hz. Musa (a.s.) ateşin
yanına varınca ve ateşin dehşet verici manzarasını görünce, ateşin yemyeşil bir
ağaçta yandığım, ateşin gittikçe daha fazla tutuştuğunu, ağacın da gittikçe
daha yeşil ve daha parlak bir hal aldığını gördü. Daha sonra başını kaldırdı.
Bir de ne görsün, bu ağaçtaki ateş değil, gökle irtibat halindeki nurdur. Bu
nurdu. İbni Abbas'ın dediği gibi âlemlerin rabbinin nuru idi. Hz. Musa (a.s.)
gördüğüne hayret etti. Kendisine şöyle nida edildi: Ateşin yerinde bulunan
kimseye de çevresinde bulunan kimseye de muhakkak bereket verildi. Yani nurda
bulunan kimse noksan sıfatlardan münezzehtir. Bu yer Cenab-ı Hakk'm şu ayetinde
zikredilen mübarek yerdir. "Mübarek yerdeki vadinin sağ tarafından nida
olundu." (Kasas, 28/30). Buranın çevresi ise enbiyanın indiği, ilâhî
mesajların gönderildiği yer, bereketli ve hayırlı Şam diyarıdır.
Bir başka görüşe göre:
Nurda olan Allah Tealâ'dır. Etrafında bulunanlar ise meleklerdir. Evlâ olan az
önce belirttiğimiz görüştür.
Bu nfiibarekliğin
sebebi muazzam bir olayın kendisinde meydana gelmesidir. Bu muazzam olay
Allah'ın Musa'ya hitap etmesi, Onu rasul olarak göndermesi ve O'nun elinde
mucizeler ortaya koymasıdır.
Bu durum Allah'a cisim
ve madde izafe etme manası verebileceği için Allah kendisini zatına ve
hikmetine lâyık olmayan bu gibi bir yanlış anlayıştan tenzih etti ve şöyle
buyurdu: "Âlemlerin rabbi olan Allah her türlü noksanlıktan
münezzehtir." Yani dilediğini yapan, kendisine yarattığı varlıklardan hiç
birinin benzemediği, var ettiği varlıklardan hiçbirinin kendisini kuşatmadığı
Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. O bütün mahlûkattan apayrı yüce ve
ulu yaratıcıdır, sonradan meydana gelen varlıklara benzemekten münezzeh olan
"samed" yani hiçbir varlığa muhtaç olmayan, "ehad" yani
yegâne bir varlıktır.
Hz. Musa (a.s.) bu
nidanın Allah Tealâ tarafından geldiğini anlamıştı. Çünkü ateş yanmayan yeşil
bir ağaçta parlıyordu. Bu durum bu nidanın Allah tarafından sadır olduğuna
delâlet eden bir mucize niteliğindeydi.
İbni Abbas'tan (r.a.)
rivayet edilen bu ifadenin doğruluğuna delâlet eden hadis-i şeriflerden biri
İmam Müslim'in Sahih'inde, İbni Mace ve Beyhakî'nin Sünenlerinde Ebû Musa
el-Eş'arî'den (r.a.) rivayet ettikleri Efendimiz'in (s.a) şu hadis-i şerifidir:
"Allah uyumaz. Uyuması da ona yakışmaz. Adalet terazisini indirir ve
kaldırır. Onun hicabı nurdur. Eğer bu nuru açarsa zatının nuru onun basarının
eriştiği her şeyi yakar." Sonra Ebu Ubeyde şu ayeti okudu: "Ateşin
bulunduğu yerde bulunan da, çevresinde bulunan da mübarek kılınmıştır.
Alemlerin rabbi olan Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir."
Sonra Cenab-ı Hak
kelâmını açıkça ifade etti: "Ey Musa! Gerçek şudur ki: Ben aziz ve hakim
olan Allah'ım!" Yani ey Musa! Sana hitap eden ve seninle konuşan, her şeye
galip gelen, her şeyden üstün olan, sözlerinde ve fiillerinde sonsuz hikmet
sahibi olan rabbin Allah'tır.
Cenab-ı Hak daha sonra
Hz. Musa'ya kudretini gösterdi ve O'nu mucizelerle te'yit etti:
Birinci Mucize:
"Asanı bırak
(denildi). Musa bunun bir yılan gibi kıvrılıp hareket ettiğini görünce arkasına
bakmadan dönüp kaçtı."
Yani Allah Hz. Musa'ya
asasını elinden yere bırakmasını emretti. Hz. Musa asasını bırakınca asâ
derhal son derece büyük ve aynı anda süratle hareket eden korkunç muazzam bir
ejderhaya dönüştü. Asayı bu şekilde görünce bundan korkarak kaçtı. Geri
dönmedi. Çok korktuğu için arkasına dönmedi.
Hak Tealâ onu teskin
etti ve korkusunu giderdi. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey Musa! Korkma.
Benim huzurumda peygamberler korkmaz." Yani ey Musa! Şu gördüğün şeyden
korkma. Ben seni rasul olarak seçmek, seni değerli bir peygamber kılmak
istiyorum. Rasul ve nebiler kendilerine mucize ortaya koymalarını emrettiğim
zaman benim huzurumda korkmazlar, dedi.
"Ancak zulmeden
kimseler sonradan kötülüğü bırakıp onu iyiliğe çevirirlerse ben çok
bağışlayıcı ve esirgeyiciyim." Bu büyük bir istisnadır, Hz. Musa'ya
doğrudan yapılan bu rabbani hitap da beşere verilen büyük bir müjdedir. Yani
kendi nefsine veya başkasına zulmeden, ya da kötü bir amel üzerine olan sonra
bunu terk eder, bundan vazgeçerse ve Rabbine yönelip tevbe ederse Allah bu gibi
kimsenin tevbesini kabul eder. Çünkü bu kimse tevbesiyle kötülükten sonra bunu
güzel amelle değiştirmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ki
ben tevbe eden, iman eden, salih amel işleyip sonra da doğru yola giren kimseyi
çok çok mağfiret ediyicim." (Tâ-Hâ, 20/82); "Kim bir kötülük işler,
ya da nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret isterse o Allah'ı çok mağfiret
edici ve çok esirgeyici olarak bulur." (Nisa, 4/110).
İkinci Mucize:
Musa'ya: "Elini
koynuna sok da Firavun ve kavmine gösterilen dokuz mucizeden biri olarak
kusursuz bembeyaz bir el çıksın. Çünkü onlar fasık bir kavimdir. "
denildi.
Yani elini gömleğinin
cebine sok. Elini oraya sokup çıkardığın zaman elin sanki bir ay parçası gibi
pırıl pırıl parlayan, çakan şimşek gibi gözleri alan parlaklıkta, abraş v.b.
hiçbir kusur olmaksızın çıkar.
Dikkat edilirse
birinci mucize elinde olan asâmn değişmesi ve cansız bir varlık halinden canlı
bir varlığa dönüşmesi idi. İkinci mucize ise bizzat elinin değişmesi ve nuranî
vasıflara sahip bir el haline gelmesi idi.
"Firavun ve
kavmine gösterilen dokuz mucizeden biri olarak..." Yani bu iki mucize yahut
iki kudret delili seni kendileriyle te'yit edeceğim ve sana burhan olarak
kılacağım Firavun ve kavmine gönderilen dokuz mucize içinde yei**al-maktadır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki biz Musa'ya apaçık
dokuz mucize verdik." (İsra, 17/101).
"Çünkü onlar
fasık bir kavimdir." Yani Firavunu ilâh tanımak suretiyle hak dairesinden
çıkan isyankâr bir kavimdir. Bu daha önce geçen Hz. Musa'nın mucizelerle te'yit
edilmesinin sebebini beyan etmektedir.
Daha sonra Firavun ve
kavmiyle buluşma meydana geldi. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:
"Onlara
mucizelerimiz açık seçik gelince. Bu apaçık bir büyüdür, dediler." Firavun
ve kavmine dokuz mucizemiz gayet açık bariz bir şekilde Musa ile kardeşi
Harun'un doğruluğuna delâlet etmek üzere geldiğinde bunu inkâr ettiler ve bu
açık bariz bir büyüdür dediler. Sihirbazhklarıyla O'na karşı koymak istediler,
mağlup olup rezil bir şekilde ayrıldılar.
Cenab-ı Hak bu
mucizeleri sanki kendilerini açıkça ortaya koyuyor gibi son derece açık
olduğuna delâlet etmek için "mubsıra" kelimesiyle ifade etti. Bu
mucizedeki açık seçiklik sebebiyle kalpleriyle bu mucizeyi tasdik ettiler ama
dilleriyle zahiren yalanladılar. Cenab-ı Hak bu durumu şöyle beyan etmektedir:
'Vicdanları bunların
doğruluğuna kanaat getirdiği halde zulümleYi ve büyüklük taslamaları sebebiyle
o mucizeleri inkâr ettiler." Dilleriyle böbürlenerek ve inatçılık yaparak
dış görünüş itibariyle bu mucizeleri inkâr ettiler ve yalanladılar. Halbuki
gönüllerinde bu mucizenin Allah tarafından hak olduğuna ya-kinen inanıyorlar ve
gayet iyi biliyorlardı. Ama nefislerine karşı zulmettiler ve hakka uymayıp
büyüklük tasladılar. Nitekim bir başka ayette şu ifade yer almaktadır:
"Onlar büyüklük tasladılar. Onlar zorba bir kavim idiler."
(Mü'mi-nûn, 23/46).
"Bozguncuların
sonu nasıl oldu, bir bak!" Yani ey Peygamber! Ey bu ayeti duyan kimse!
Allah'ın Firavun ve kavmini helak etmesi ve son nefere varıncaya kadar hepsini
bir sabah boğması şeklindeki akıbet nasıl oldu, bak!
Bu ayette Allah'ın
insanlığı hidayete erdirmek için gönderdiği peygamberleri yalanlayanlar için
uyarı yapılmaktadır.
Ayetin manası
şöyledir: Ey Muhammedi yalanlayanlar! Ey onun Allah tarafından getirdiği
kitabı inkâr edenler! O kavimlere isabet eden azabın daha evlâ ve uygun olarak
size de isabet etmesinden sakının. Çünkü peygamberlik O'nun risaletiyle sona
ermiştir. Zira O'na inen Kur'an önceki kitapları tasdik etmekte ye onlara
şahitlik etmektedir. Peygamberlerin O'nu müjdeledikleri, Onun gelişi için
ümmetlerinden söz aldıkları, ve Hz. Musa ve diğer peygamberlerden daha fazla
O'nun peygamberliğine delâlet eden başta Kur'an-ı Kerim mucizesi gibi
delillerle te'yit edildiği için azaba uğramaktan sakının. ;Nitekim Cenab-ı Hak
bu surenin başında Kur'an mucizesini haber vermektedir: "Şüphesiz ki
Kur'an sana sonsuz hikmet ve ilim sahibi olan Allah tarafından gelmektedir.
"[11]
Hz. Musa (a.s.) gibi
silâhsız ama kardeşiyle birlikte Allah'ın kuvveti, iman kuvveti ve peygamberlik
azameti sebebiyle güçlü olan bir kişinin eliyle Allah'ın en büyük azgın beşer
gücünü, zalim diktatör ve zorba saltanatını kahr ve perişan etmesi şeklinde
tecelli eden ibret ve öğüdü ihtiva etmesi sebebiyle Hz. Musa kıssası değişik
surelerde tekrar tekrar anlatılmıştır.
Bu kıssa
"Şüphesiz ki Kur'an sana sonsuz hikmet ve ilim sahibi Allah tarafından
verilmektedir." ayetinin ardından Kur'an'ın bu surede anlattığı ilk
kıssadır. Yani ey Muhammed! Allah'ın hikmet ve ilminin eserlerinden biri olarak
Musa'nın kıssasını al. Hani Musa ailesine şöyle demişti... deniliyor.
Hz. Musa (a.s.) ve
hanımı Medyen'den Mısır'a doğru yola çıktılar. Onun durumu tıpkı normal bir
insan gibiydi. Çölde, yol ayrımlarında, rüzgârlı, soğuk ve karanlık bir gecede
şaşkınlık içinde kalmış, yolunu kaybetmişti. Soğukta yolculuk yapan yolcunun
ateşe ihtiyaç hissetmesi gibi kendisi ve hanımı ısınma ihtiyacını
hissetmişlerdi.
Durumunun ve kendisini
kuşatan iklimin uygun olduğu bir anda Rabbi ona olağanüstü bir ikramda
bulunacaktı. Uzaktan bir ateş gördü. Ailesine gördüğü ateşi müjdeledi. Bu
ateşten kor alıp getireceğini ve ateşin yanında bulunanlardan yolu
öğreneceğini söyledi. Zira ateşin varlığı orada birilerinin varlığına işaret
sayılıyordu.
Fakat O buna zıt bir
durumla karşılaştı. Ateş olduğunu zannettiği yere gelince onun ateş değil, nur
olduğunu gördü. Çünkü Hz. Musa (a.s.) ateşi görünce ona yakın bir yerde durdu.
Ateşin "ulleyk" adı verilen yeşil ama yemyeşil bir ağaç dalından
çıktığını gördü. Ateş gittikçe büyüyor ve alevleniyordu. Ağaç da gittikçe daha
çok yeşilleniyor ve güzelleşiyordu. Bu ağacın alevli dallarından birini kesmek
istedi ama kesemedi. O zaman bu ağacın mübarek bir ağaç olduğunu anladı.
Daha sonra Hz. Musa'ya
"Ateşte olan da çevresinde olan da mübarek kılındı. " şeklinde nida
olundu. Allah ateşin yerini ve çevresini yani melekleri, Musa'yı ve o bölgeyi
mübarek kılarak Hz. Musa'ya nida etti. Bu Allah Tealâ tarafından Hz. Musa'ya
yapılan bir selâmlama ve değer vermedir. Nitekim Cenab-ı Hak melekler Hz.
İbrahim'in (a.s.) huzuruna girdiklerinde meleklerin diliyle Hz. İbrahim (a.s.)
"Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun ey ev halkı!" (Hud,
11/73) diye selâmlaştı.
Kısaca: Hz. Musa'nın
gördüğü bu ateş Allah'ın nurundan bir pırıltı olup Allah'ın Hz. Musa'ya hitap
etmesi onu selâmlaması ve onu nebî ve rasul kılması için bir hazırlık ve
âlemlerin rabbi olan Allah'ı tenzih ve takdis etmek niteliğindeydi. Allah
Tealâ'nın bu son sözü Allah'ın bize öğretmek için buyurduğu kelâmı idi.
Denilmiştir ki: Hz.
Musa (a.s.) bu nidayı dinleyince nidanın sonunda: "Sadece Allah Tealâ'dan
yardım diler ve onu tenzih ederim." demiştir.
Cenab-ı Hakk'ın
Hz.Musa'ya hitabının başlangıcı Allah'ın azametinin, izzetinin ve sonsuz
hikmetinin ortaya konulması şeklindeydi: "Gerçek şudur ki, ben aziz ve
hakim olan Allah'ım!" Yani kendisinin benzeri hiçbiri şey bulunmayan,
hükmünde galip olan, ezici güce sahip olan, emrinde ve fiilinde sonsuz hikmet
sahibi olan Allah'ım!
Allah Tealâ Hz.
Musa'nın peygamberliğine delil ve burhan olarak dokuz mucize verdi. Bunların en
önemlisi ve en bariz olanı Hz. Musa'nın asası ve beyaz elidir. Hz. Musa (a.s.)
asasını elinden bıraktığı zaman hareket eden bir yılan olmuştur. Bu cismi
küçük hafif bir yılan şeklindeydi. Bir başka görüşe göre bu süratle hareket
eden büyük, kocaman bir ejderha idi. Hz. Musa (a.s.) elini cebine sokup
çıkardığı zaman da eli ay gibi nurlu ve parlak oluyordu.
Hz. Musa'nın ilk
defasında insanın fıtratı gereği sıkmasından korkulan kıvrılıp hareket eden
yılandan korkması gayet tabiidir. Hz. Musa (a.s.) bu yılandan kaçmış, arkasına
dönüp bakmamıştı. Bunun üzerine Yüce Allah onu teskin etmişti: "Benim
huzurumda peygamberler asla korkmaz." Bu ifade risa-let ve nübüvveti haber
vermektedir.
Daha sonra şöyle
buyurulmuştur: "Ancak zulmeden kimseler sonradan kötülüğü bırakıp onu
iyiliğe çevirirlerse..." Yani haksızlık, isyan ve kötülük işleyip de
sonra rabbine yönelip tevbe eden kimseler bundan müstesnadır. Allah tevbe
edenleri çok mağfiret edicidir, kendisine yönelen kimseye çok merhametlidir.
Bu ifade Hz. Musa'nın
korku içinde olmasının yakışmayacağı şeklinde Hz. Musa'ya sebatkârlık
aşılamaktadır. Ayrıca Hz. Musa'nın peygamberlikten önce henüz genç yaşta iken
bir Kıbtîyi öldürmesinden tevbe etmesi üzerine Rabbi-nin kendisini mağfiret
ettiği şeklinde tatmin edici bir ifadedir. Peygamberlikten sonra ise
peygamberler küçük ve büyük günahlardan masumdurlar.
Daha sonra Rabbi Hz.
Musa'ya Firavun ile Allah'a itaatin dışına çıkan fa-sık kavmine gönderildiğini
bildirdi. Hz. Musa (a.s.) Firavun ve kavmine doğruluğuna açık ve bariz bir
şekilde delâlet eden göz kamaştırıcı mucizeler ortaya koydu. Onlar da yalanlama
âdetine devam ettiler. Bunu görünüşte inatçılık edip inkâr ettiler. Fakat onlar
içlerinde veya kalplerinde bu mucizelerin doğruluğunu, bu mucizelerin Allah
tarafından olduğunu ve büyü olmadığını yakinen biliyorlardı. Ancak bu durumu
bilmezlikten geldiler ve bütün kibirli, azgın kimseler gibi büyüklük ve
üstünlük taslayarak ve haksızlık yaparak bu mucizeleri inkâr ettiler.
Cenab-ı Hak bu
kıssadan alınacak ibreti bu kıssaya son verdiği şu ifade ile özlü olarak
bildirdi:
"Bozguncuların
sonu nasıl oldu bir bak!" Yani ey Muhammed! O zalim kâfirlerin akıbeti ve
son durumu nasıl olmuştur bir bak. Buna kalp gözüyle bak ve bu durumu incele.
Her akıllı da buna baksın. Allah'ın sünnetinde ve nizamında buna götüren
sebeplerle meydana gelen neticelerden ibret alsın.
[12]
15- Andolsun biz
Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi de: "Bizi mümin kullarının bir
çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun." dediler.
16- Süleyman Davud'a
varis oldu: "Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi, bize her şeyden
(bol bol) verildi. Şüphesiz ki bu, apaçık bir lütuftur." dedi.
17- Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve
kuşlardan meydana gelen askerleri toplandı. Hepsi bir arada sevk ediliyorlardı.
18- Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir
karınca: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, aman Süleyman ve orduları
farkında olmayarak sizi ezmesinler." dedi.
19- Süleyman
karıncanın sözüne hafifçe güldü ve şöyle dedi: "Ey Rabbim! Bana ve
ana-babama lütfettiğin nimete şükretmemi, razı olacağın salih amel işlememi
bana ilham et. Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat."
"Hiç farkında
olmayarak sizi ezmesinler." ifadesinde üçüncü şahsa g0çiş (iltifat)
vardır.
"Ey karıncalar!
Yuvalarınıza girin. Aman Süleyman ve orduları farkında olmayarak sizi
ezmesinler." ayetinde nida, tenbih (dikkat çekme), yuvalara girme emri,
sığınağin beyan edilmesi, uyarı, Süleyman'ın (a.s.) özellikle belirtilmesi,
daha sonra genelleme yapılması ve güzel mazeret beyanı gibi belagat unsurları
yer almaktadır.
[13]
"Andolsun biz
Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik." Bu şer'î meselelerin ve hükümlerin
ilmi, insanlar arasında hüküm verme, kuşların dilini v.b. hususları bilme
demektir.
"İkisi de"
Allah'a şükretmek için "şöyle dediler:" Bu cümlede "vav"
ile atıf yapılmasıyla Hz. Davud ile Hz. Süleyman'ın söylediklerinin bu nimete
karşı yerine getirdikleri şükrün bir bölümüne işaret edilmiştir.
Davud ve Süleyman:
"Bizi" peygamberlik ve ilim verilmesi, cinlerin, insanların ve
şeytanların emrimize hazır hale getirilmesi suretiyle kendilerine ilim
verilmeyen kimselerden "mümin kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a
hamdolsun, dediler." Burada ilmin faziletine ve ilim ehlinin şerefli
olduğuna delil vardır. Zira onlar ilme şükretmişler ve onu faziletin temeli
saymışlar, onun alt mertebesinde olan saltanatı dikkate almamışlardır. Yine bu
ifade ile alimler Allah'ın kendilerine verdiği nimete karşı Allah'a hamdetmeye
ve tevazu göstermeye teşvik edilmektedir.
"Süleyman"
peygamberlik ve ilim ya da saltanat hususunda 19 evlât arasından "Davud'a
varis oldu." Süleyman "dedi ki: Ey insanlar! Bize kuşların dili
öğretildi." Her kuş öttüğü zaman onun neyi kastettiğini anlamak bize
öğretildi. "Mantık" ve "nutk" gönülde olanı ifade eden
sestir.
"Bize"
peygamberlere ve meliklere verilen "her şeyden" bol bol
"verildi." Burada Allah'ın nimetini ikrar etme ve insanları kuş ilmi
verilen diğer ilimler gibi mucizeleri tasdik etmeye davet edilmektedir.
"Şüphesiz ki
bu" verilen nimet "apaçık" gayet bariz ve açık "bir
lütuftur."
"Süleyman'ın
cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen askerleri toplandı. Hepsi
bir arada sevk ediliyorlardı." "Yûze'ûn" kelimesi
men'edili-yorlar, sonra gelenlerin öndekilere erişmeleri için öndekilerin
durdurulmaları suretiyle bir arada toplanıyorlar, demektir.
"Nihayet karınca
vadisine geldiklerinde" ifadesindeki Karınca Vadisi Şam diyarında
karıncaları çok olan bir vadidir. Bir başka rivayete göre bu vadi Yemen
diyarmdadır.
"... bir
karınca" Süleyman'ın ordusunu gördü. Bu karıncaların kraliçesi idi.
Karıncalara: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, aman Süleyman ve orduları"
sizi ezdiklerinin "farkında olmayarak sizi ezmesinler, dedi" Bu ifade
onları ezilmekten, kırılmaktan nehyetme ifadesidir. Yani ezilmemek için açıkta
durmaktan nehyetmektir. Zira farkında olsalar bunu yapmazlardı. Sanki karınca
peygamberlerin zulmetmekten ve eziyet vermekten masum olduklarını hissetmişti.
Karıncalara akıl sahiplerine yapılan hitap yapılması sebebiyle karıncalar akıl
sahipleri mertebesine çıkarılmıştır.
"Süleyman
karıncanın sözüne" yani onun uyarıda bulunması ve kendi menfaatlerini
bilmesinden hayrete düşerek veya Allah'ın kendisine özellikle ihsan ettiği,
karıncanın gayet hafif sesini idrak etme ve maksadını anlama nimetinden dolayı
memnun olduğu için "hafifçe güldü ve şöyle dedi: Ey Rabbim! Bana ve
ana-babama lütfettiğin nimete şükretmemi" ilham eyle. Nimetin çokluğunu
veya umumî oluşunu ifade etmek için duasına anne-babasını da kattı. Zira
anne-babasına verilen nimet kendisine verilen nimettir. Kendisine verilen nimetin
faydası anne ve babasına racidir.
Şükrün kâmil olması ve
nimetin devam etmesi için: "Razı olacağın salih amel işlememi bana ilham
et, Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat." diye dua etmekte ve
duasını "Salih kullarının yani peygamberlerin ve salihlerin arasında beni
cennete koy!" şeklinde bitirmektedir.
[14]
Bu kıssa Hz. Musa
(a.s.) kıssasından sonra zikredilen Allah'ın hikmetinin eserlerini, Allah'ın
ilim öğretmesini, Kur'an'ın indirilmesini, Kur'an'ın sonsuz hikmet sahibi ve
uçsuz-bucaksız ilim sahibi olan Allah tarafından indirilmiş olduğunu beyan
eden ikinci bir kıssadır.
Allah Tealâ bu kıssada
Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a ihsan ettiği değerli nimetler ve güzel vasıflarla,
bu iki peygambere peygamberlik ve sultanlığı bir arada vermek suretiyle dünya
ve ahiret saadetini bir arada lütfettiğini bildirmektedir.
[15]
"Andolsun ki biz
Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi de: "Bizi mümin kullarının bir
çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun." dediler."
Yani biz Davud (a.s.)
ile oğlu Süleyman'a (a.s.) pek çok ilimler, şer'i meseleler ve hükümlerin
bilgisi ile insanlar arasında hüküm verme bilgisini verdik. Davud'a savaş
zırhları yapma sanatını, Süleyman'a da kuşların dilini öğrettik. Onlar da
Allah'ın bu nimetlerine karşılık O'na şükrettiler. Bizler gibi hiçbir kimseye
verilmeyen dünya ve ahiretin hayırlarını bir arada toplayan bu ilim ve
bilgilerle mümin kullarının pek çoğundan bizi üstün kılan Allah'a hamdolsun
dediler.
Bu sultanlığın olmazsa
olmaz şartı olan ilmin faziletine, ilmin ve alimlerin mertebesinin yüceliğine
delildir.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Allah içinizden iman edip kendilerine ilim
verilenlerin derecelerini yükseltir." (Mücadele, 58/11).
Bu, alimi nimete
şükretmeye ve tevazu göstermeye teşvik etmektedir. Hz. Davud ve Hz. Süleyman
(a.s.) kendilerini herkesten üstün görmemekte ancak pek çok kimseden üstün
saymaktadırlar. Bu, aynı zamanda alimin her ne kadar pekçok kimseden üstün
olsa da kendisi gibi pekçok faziletli kimselerin bulunduğuna inanması gereğini
hatırlatmaktadır.
İlim mertebelerinin en
şereflisi Allah'ı ve O'nun sıfatlarını bilmektir. İbni Ebî Hatim rivayet
ediyor: Ömer b. Abdülaziz şöyle bir mektup yazmıştı: Allah kuluna bir nimet
verip de kul buna şükrederse onun şükrü bu nimetten daha efdal olur. Bunu ancak
Allah'ın kitabında buluruz. Allah Tealâ şöyle buyuruyor:
"Andolsun biz
Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar: Bizi mümin kullarının bir çoğundan
üstün kılan Allah'a hamdolsun, dediler." Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a
verilen nimetlerden daha üstün hangi nimet vardır?
"Süleyman Davud'a
varis oldu." Yani Süleyman babasının vefatından sonra peygamberlik, ilim
ve sultanlık mirasında onun yerine geçti. Burada anlatılmak istenen mal mirası
değildir. Çünkü Hz. Süleyman Hz. Davud'un diğer evlâtlarından özellikle bu
mirasa lâyık olmuştur. Ayrıca peygamberler mal miras bırakmazlar.
Nitekim Rasulullah
(s.a.) Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Nesaî'nin Hz. Ai-şe'den (r.a.) rivayet
ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Biz peygamberler
topluluğu miras bırakmayız. Bıraktığımız sadakadır."
Hz. Davud (a.s.) Hz.
Süleyman'dan (a.s.) daha çok ibadet ediyordu. Hz. Süleyman (a.s.) daha
isabetli hüküm veren, Allah'ın nimetine daha çok şükreden ve babasından daha
büyük bir saltanata sahip olan bir peygamberdi. Hz. Süleyman'a (a.s.) babasına
verilen nimetler verilmiştir. Ayrıca buna rüzgârların ve şeytanların onun
emrine verilmesi ve kuşların dilini bilmek de ilâve edilmişti. Nitekim Cenab-ı
Hak ona verdiği bazı nimetleri beyan etmiştir.
[16]
"Ey insanlar!
Bize kuşların dili öğretildi, dedi." Yani Hz. Süleyman (a.s.) Allah'ın
üzerindeki nimetini itiraf ederek Rabbinin kendisine kuşların ve hayvanların
dilini öğrettiğini ve seslerinin çeşidinden onların maksatlarını ayırt
edebileceğini söyledi. At, katır, eşek, sığır ve deve gibi bazı hayvanların
bakımım ve hizmetini yapan bazı kimseler de birtakım hayvan seslerini
anlayabilmekte, hayvanların yeme-içme gibi arzularını idrak etmekte, hastalık
veya vurma anındaki acılarını anlayabilmektedirler. Yine modern çağda bazı
kimseler kuşların üzüntü, sevinç, yeme-içme arzusu ve yardım talep etme
halindeki dillerini deney, mülahaza ve aynı durumdaki nağmelerin benzerliği
sebebiyle anlayabilmektedirler. Nitekim karınca ve arı gibi haşeratın da
dillerini öğrenmeye teşebbüs etmişlerdir.
Beyzavî diyor ki:
Belki de Hz. Süleyman (a.s.) bir hayvan sesi işittiği zaman ön sezgi gücüyle
ona bu sesi çıkartan hususu ve onun bu sesteki amacını biliyordu. Anlatılan şu
husus bu cinstendir: Hz. Süleyman şen-şakrak öten bir bülbülün yanından
geçiyordu. Hz. Süleyman:
- Bülbül yarım hurma yediğim zaman dünyaya
afiyet olsun, diyor dedi. Bunun üzerine bir güvercin öttü. Hz. Süleyman:
- Güvercin diyor ki:
Keşke mahlûkat yaratılmasaydı, dedi. Belki de bülbülün sesi karın tokluğu ve
zihin açıklığı sebebiyle, güvercinin ötmesi de sıkıntı çekmesinden ve kalbinin
acı duymasından olabilir.
"Bize her şeyden
verildi." Yani bize din ve dünyadan mülk ve servet gibi herşeyden pek çok
hayırlar verildi.
Bu üslup ile
-Zemahşerî'nin zikrettiği gibi- verilen şeyin çokluğu murad edilir. Nitekim
şöyle denir: "Falan kimseyi herkes ziyaret ediyor. O her şeyi biliyor."
Bununla onun ziyaretçilerinin çokluğu, ilminin zenginliği ve genişliğine
müracaat edildiği ifade edilmiş olur. Hüdhüd kuşunun Belkıs hakkındaki sözünü
anlatan şu ayet de bunun gibidir:
"Ona (Belkıs a)
her şeyden (bol bol) verildi." (Nemi, 27/23).
"Bize
öğretildi" ve "Bize verildi" cümlelerindeki zamir Hz. Süleyman
(a.s.) ve babasına aittir. Yahut siyaset kaideleri gözetilerek meliklerin âdeti
olduğu üzere sadece Hz. Süleyman'a (a.s.) aittir.
"Şüphesiz ki bu,
apaçık bir lütuftur." Muhakkak ki peygamberlik, sultanlık, hakimlik gibi
hayîr^ve nimetler hiçbir kimseye gizli kalmayan, apaçık, bariz ilâhî
lütuflardır. Bu Allah'ın bizim üzerimizdeki lütfudur.
Bu ifade şükür ve hamd
makamında variddir. Nitekim Rasulullah (s.a) Müslim ve Ebu Davud'un Ebu
Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Ben kıyamet günü Ademoğlunun efendisiyim. Bunu iftihar etmek için
söylemiyorum." Yani bunu şükür olması için söylüyorum.
[17]
"Süleyman'ın
cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen askerleri toplandı. Hepsi
bir arada sevk ediliyorlardı."
Hz. Süleyman'ın
askerleri bir araya geldiler. Cinler... İnsanlar... Kuşlar... toplandılar. Yani
Hz. Süleyman onların içinde büyük bir ihtişam ve azamet içinde bineğe binmişti.
Onun peşinde insanlar, sonra cinler, daha sonra da kuşlar yer almıştı. Eğer
hava sıcaksa kuşlar kanatlarıyla ona gölge ediyorlardı. Onlar bir sıra ve düzen
içinde toplanıyorlardı. Böylece hiçbir kimse yerinden ve mertebesinden öne
geçemiyordu. Toplu halde bulunuyorlar, onlardan hiçbir kimse geri kalmıyordu.
Bu, Hz. Süleyman'ın
(a.s.) başlarında komutanları olan büyük bir ordu olarak yola çıktığına ve bu
ordunun sadece insanlardan meydana gelen bir ordu olmadığına, Hz. Süleyman'la
(a.s.) birlikte cinler ve kuşların da bulunduğuna delâlet etmektedir.
Mücahid diyor ki: Her
sınıfa komutan tayin edilmişti. Bu komutanlar ön-dekiler ileri gitmesinler diye
bugün subayların yaptığı gibi öndekileri arkada-kilerle birleştiriyorlardı.
Hz. Osman (r.a.) şöyle
demiştir: "Sultan, Kur'an'ın insanı menettiğinden daha çok insanları
meneder." Hasan-ı Basrî ise şöyle demiştir: "İnsanlar için mutlaka
bir caydırıcıya -yani engelleyici bir sultana- ihtiyaç vardır."
Bu, Allah tarafından
bir lütuf olarak ve duası kabul olunarak Hz. Süleyman'ın (a.s.) peygamberlik
ve bütün yetkileri ve kendisinden sonra hiçbir kimseye nasip olmayan
sultanlığı elinde topladığına delildir.
"Süleyman dedi
ki: Ey Rabbim! Bana mağfiret eyle. Bana benden sonra hiçbir kimseye lâyık
olmayan bir mülk ihsan eyle. Şüphesiz ki sen çok çok bağışlayıcısın. Bunun
üzerine biz de rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr Süleyman'ın emriyle onun
dilediği yere gayet yumuşak bir şekilde akar giderdi. Ayrıca şeytanları
(onlardan) her bina ustasını ve dalgıcı (Onun emrine verdik)." (Sad,
38/35-37).
"O'nun önünde
Rabbinin emriyle çalışan cinler de vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden
saparsa ona çılgın azaptan tattırırdık. Onlar kaleler, heykeller, büyük
havuzlar gibi, çanaklar ve sabit kazanlar gibi O'nun dilediği şeyi kendisine
yaparlardı." (Sebe, 34/12-13).
Bundan anlaşılmaktadır
ki Allah Tealâ insanları Hz. Süleyman'ın (a.s.) emrine vermiştir. Bu şekilde
pek çok orduları vardı. Ayrıca -Hüdhüd kıssasında geleceği gibi- büyük
binaları, geniş çanakları ve sabit kazanları yapmak için cinler Onun emrine de
verilmişti.
[18]
"Nihayet karınca
vadisine geldiklerinde bir karınca: Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, aman
Süleyman ve askerleri farkında olmayarak sizi ezmesinler, dedi."
Yani Hz. Süleyman
(a.s.) ile beraberindeki ordular -sabit olmayan rivayete göre- Şam'da veya bir
başka yerde karıncalan çok olan Karınca Vadisi'ne geldiklerinde bir karınca
-Hz. Süleyman'ın anladığı gibi o karıncaların kraliçesi idi- şöyle nida etti:
Ey karıncalar! Evlerinize girin. Sakın Süleyman ve orduları hiç farkına
varmadan sizi kırmasınlar, dedi.
"Sizi
ezmesinler." ifadesi Keşşafta yer aldığı gibi emrin cevabı da olabilir.
Yani yuvalarınıza girin sizi ezmesin. Meselâ çalış ki başarısız olmayasın cümlesi
gibi. Ya da emrin yerine geçen nehiy olabilir. Yani bulunduğunuz yerde durmayın,
yoksa ezilirsiniz demektir. Bu aynen seni sakın burada görmeyeyim cümlesi
gibidir.
"Süleyman
karıncanın sözünden dolayı hafifçe güldü ve şöyle dedi: Ey Rabbim! Bana ve
ana-babama lütfettiğin nimete şükretmemi, razı olacağın sa-lih amel işlememi
bana ilhamjet. Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat." ;
Hz. Süleyman
karıncanın sözünü anlayıp onun uyarısından dolayı hayret ederek veya Allah'ın
kendisine özellikle verdiği karıncanın maksadını anlama kabiliyetinden dolayı
sevinerek gülmeye başladı ve şöyle niyazda bulundu:
-Ey Rabbim! Bana
verdiğin kuşların ve diğer hayvanların dilini öğretmen şeklindeki nimetine
karşılık, anne ve babama verdiğin sana teslim olma ve sana iman etme nimetine
karşılık sana şükretmeyi, nimete şükür vazifesini yerine getirmek için
seveceğin ve razı olacağın amel işlemeyi de bana ilham eyle. Benim canımı
aldığın zaman beni peygamberler, veliler gibi salihler zümresi içinde cennette
kıl.
Hz. Süleyman
anne-babasını da duada zikretti. Çünkü çocuğa verilen nimet ve özellikle din
nimeti anne-babaya verilen nimettir. Çünkü çocuk muttaki olursa duası ve
şefaatiyle anne ve babasına faydalı olur. Ayrıca müminler de her dua
ettiklerinde onlara faydalı olurlar.
Bu, ilim nimetinin
yalnız başına şükrü vacip kılmaya yeterli olduğuna, bu nimeti veren ve lütufta
bulunan zatın hamdü sena etmeye lâyık olduğuna delildir. Yine bu ayet anne ve
babaya itaat ve iyilikte bulunmaya ve öldükten sonra onlara dua etmeye
delildir.
Hz. Süleyman'ın (a.s.)
karıncaların sözlerini anladığını bildiren olaylardan biri de İbni Ebî Hatim'in
Ebu's-Sıddîk en-Naci'den naklettiği şu olaydır: Hz. Süleyman (a.s.) yağmur
duasına çıkmıştı. Bir de ne görsün, bir karınca sırtı üzerine yatmış, ellerini
ayaklarını gökyüzüne çevirmiş şöyle diyordu:
- Allahım! Bizler
senin yarattığın varlıklardanız. Senin yağmuruna muhtacız. Bize yağmur
vermezsen bizi helak etmiş olursun.
Bunun üzerine Hz.
Süleyman (a.s.) kavmine:
- Geri dönün.
Başkalarının duasıyla yağmura kavuştunuz, dedi.
[19]
Bu ayetler aşağıdaki
hususlara işaret etmektedir:
1- İlim
nimeti en değerli, en şerefli ve derecesi en yüksek lütuflardandır. Kime ilim verilmişse
Allah'ın mümin kullarından pek çoğuna karşı üstünlük verilmiştir. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah içinizden iman edip kendilerine ilim
verilenlerin derecelerini yükseltir." (Mücadele, 58/11).
2- Hz.
Süleyman'ın (a.s.) babası Hz. Davud'dan (a.s.) kendisine kalan mirası
peygamberlik ve sultanlık olup mal mirası değildi. Aksi takdirde Hz. Davud'un
bütün 19 evlâdı bu hususta eşit olurlardı. Ayetten maksat Hz. Süleyman'ın buna
babasının ölümünden sonra nail olmasıdır. Bundan dolayı mana geliştirilerek
"miras" adı verilmiştir.
Nitekim Rasulullah
(s.a) İmam Ahmed'in ve dört sünen sahibinin Ebu'd-Derda'dan (r.a.) merfu olarak
rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde: "Alimler peygamberlerin
varisleridir." buyurmuştur. Yani alimler ilim, hikmet, din ve dünya
meselelerini gerçek yönüyle anlama hususunda peygamberlerin varisleridirler.
Bunun delili Efendimiz'in (s.a) daha önce geçen: "Biz peygamberler cemaati
miras bırakmayız." hadis-i şerifidir.
3- İlim
nimeti ve diğer nimetler nimet verene şükretmeyi, O'nun lütuf ve ihsanına karşı
-Hz. Davud ve Süleyman'ın yaptığı gibi- hamdetmeyi gerektirir. Bu iki
peygamberin sözleri gerçek alimlerin mütevazi olduklarına ve her ne kadar
kendileri üstün ve faziletli kimseler olsalar da kendileri gibi insanların
kendilerinden üstün olabilecekleri inancına delâlet etmektedir. Hz. Davud ve
Hz. Süleyman'ın bu sözleri Hz. Ömer'in "Bütün insanlar Ömer'den daha
fakih-tir" sözüne benzemektedir.
4- Allah bu
kıssada Hz. Süleyman'a (a.s.) verilen üç nimeti saydı. Bu nimetler:
- Kuşların dilinin
kendisine öğretilmesi ve kendisine pek çok hayırların verilmesi,
- Cinlerin, insanların
ve kuşların emrine verilmesi,
- Karıncanın hitabını
anlaması.
Kuşların ve diğer
hayvanların sesleri onların dilleridir. Onların bu çeşit konuşmaları
teşbihleridir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir şey yoktur
ki Allah'a hamd ile teşbihte bulunmasın. Fakat siz onların teşbihlerini
anlayamazsınız." (İsra, 17/44).
5- Hz.
Süleyman (a.s.): "Ey insanlar!" diye başlayan konuşmasında bu nimetleri
bir bir saymaya başladı. Bunun amacı Allah'ın nimetini teşhir etmek, bu nimetin
değerini bildirmek ve bunun yerini itiraf etmek ve kuş dilini bilmek gibi
kendisine verilen büyük mucizeleri zikretmek suretiyle insanları risaletini
tasdik etmeye davet etmektir.
6- Hz.
Süleyman'ın duası Allah'tan kendisine verdiği nimete şükretmeyi ilham etmesini,
daha fazla salih amel işlemeye ve takva sahibi olmaya muvaffak kılmasını
ihtiva etmektedir. Hz. Süleyman (a.s.) Rabbinden özel bir şey -nimete
şükretmeyi- istedikten sonra umumi bir şey -Allah Tealâ'nın razı olacağı amel
işlemeyi- niyaz etmişti.
7-
"Onlar bir arada sevkediliyorlardı." ayeti imamın ve idarecilerin
insanların birbirlerine dil uzatmalarına engel olacak "görevliler"
tayin etmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Zira idareciler bunu bizzat
yapamazlar.
Ayrıca İbnül-Arabî Hz.
Osman'ın: "Sultan insanları Kur'an'ın sevk ettiğinden daha çok
sevkeder." sözünü nakletmekte ve şu yorumu yapmaktadır.
Bazı kimseler bu sözün
manasını anlamamışlardır. Bunun manasının: "Sultanın gücü insanları Kur'an
hadlerinin caydırmasından daha çok caydırır." şeklinde olduğunu
zannetmektedirler.
Bu Allah'ı, O'nun
hükmünü, hikmetini ve mahlûkatı için koyduğu kanunları bilmemek demektir. Zira
Allah ilâhî kanunlarını mahlûkatının düzenini ayakta tutan genel bir maslahat
olarak koymuştur. Bu ilâhî kanunlarda ne fazlalık vardır, ne de noksanlık.
Bundan başkası da uygun olamaz. Fakat zalimler bundan yüz çevirdiler, bunları
ihmal ettiler. Bunlardan bazılarını niyetsiz olarak yerine getirdiler.
Bunlarla hükmederken Allah'ın rızasını gözetmediler. İnsanlar da bunlardan
çekinmediler.
Eğer adaletle
hükmetseler ve niyetleri halis olsaydı bütün işler düzelir ve cumhur salâha
ererdi.[20]
8- Allah
Tealâ'nın karıncanın sözü olarak anlattığı "onlar farkında olmaksızın
sizi ezmesinler" ifadesinde güzel bir şekilde özür dilenmekte, Hz. Süleyman'ın
adaleti, şefkati, dindarlığı, O'nun ve ordularının lütufkârlığı beyan edilmektedir.
Denilmiştir ki: Hz.
Süleyman'ın tebessümü karıncanın bu sözü sebebiyle sevindiği içindir. Bunun
için tebessümü "gülerek" ifadesiyle te'kit etti. Zira tebessüm
gülmeksizin veya memnun olmaksızın da meydana gelebilir. Gülerek tebessüm
sadece memnuniyet ve sevinçten dolayı olur. Peygamberin sevinci ise din ve ahiret
meselesi içindir, dünya meselesi için değil.
9- Allah
Tealâ Hz. Süleyman'a (a.s.) mucize olması için karıncaya bu sözü ilham etti.
10- Allah
her hayvana kendisine faydalı olacak şeylere ulaşması ve zararlı olacak
şeylerden kaçınması için belirli içgüdüler verdi. Hayvanların tabiatlarını
inceleyen ve özelliklerini tanıyan kimse bu konuda dehşet verici acaip durumları
ve garip ilhamları anlar. Bu da insanları yaratan, var eden ve ilham eden
Allah'a imana davet eder. Allah her şeyi yoktan var etmiştir. Her şeyi en güzel
şekilde yaratmıştır.
Firavun Hz. Musa ve
kardeşine:
- İkinizin Rabbi
kimdir? diye sordu. Musa:
- "Bizim Rabbimiz her şeye yaradılışını
ihsan eden ve hidayete erdiren Allah 'tır." (Tâ-Hâ, 20/49-50) diye
cevapladı.
[21]
20- Süleyman, kuşları
araştırıp dedi ki: Neden Hüdhüd'ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?
21- Bana apaçık bir
delil getirmezse, onu mutlaka çetin bir azaba uğratacağım veya onu muhakkak
kestireceğim.
22- Çok geçmeden
Hüdhüd geldi ve Süleyman'a şöyle dedi: "Ben senin bilmediğin bir şeyi
öğrendim. Sana Sebe'den doğru bir haber getirdim..
23- Ben, Sebe halkına
hükümdarlık eden bir kadın buldum. Her şey onun emrine verilmiş, kendisinin
büyük bir tahtı da var.
24- Kendisini de
kavmini de Allah'ı bırakip güneşe secde eder halde buldum. Şeytan yaptıkları
amelleri onlara güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuş, bu yüzden
doğru yola erememislerdir."
25- Göklerde ve yerde
gizli olan şeyleri açığa çıkaran, gizledikleri ve açığa vurdukları şeyleri
bilen Allah'a secde etmemeleri için (şeytan böyle davrandı).
26- O Allah ki,
kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur, yüce Arş'ın Rabbidir.
27- Süleyman (Hüdhüd'e) şöyle dedi:
"Bakacağız, doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?
28- Bu mektubumu
götür, onlara bırak. Sonra da onlardan uzaklaş ve neye baş vuruyorlar, bakf'
"Gaibin",
"mübîn" ve "yakın" kelimelerindeki ayetlerin fasılalarına
riayet edilmiş yani kelimelerin son harfleri aynı cinsten olmasıyla ahenk meydana getirilmiş ve seci
yapılmıştır.
"Neden Hüdhüd'ü
göremiyorum'?" ifadesinde taaccüp (hayret etme) ifadesi vardır.
"... onu mutlaka
çetin bir azaba uğratacağım veya onu muhakkak kestireceğim." Tekrar
edilen te'kit (mealde, "mutlaka" ve "muhakkak") bu işi
yerine getirme hususundaki şiddetli azmine delâlet etmek içindir.
"Sizin
gizlediğiniz şeyleri de, açığa vurduğunuz şeyleri de O bilir." ifadesinde
tezat sanatı vardır.
"Bakacağız, doğru
mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" ayetinde manâ açısından tezat
sanatı vardır. Bu lafız yönündeki tezat sanatından daha beliğdir. Zira ikinci
cümle isim cümlesidir. Bu da sabit olmayı, değişmezliği ifade eder.
[22]
"Süleyman kuşları
araştırdı." Yani teftiş etti. "Tefakkid" yoklama, kaybolan bir
şeyi talep etme demektir. "Tayr" bütün kuşlar için cins isimdir.
"Neden Hüdhüd'ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?"
"Bana"
özrünü beyan eden açık bir hüccet, bariz bir burhan "apaçık bir delil
getirmezse onu mutlaka" tüyünü yolup güneşte bırakmak, uçamadığı için böceklerin
saldırısına uğramak yahut kafeste hapsetmek gibi "bir azaba uğratacağım
veya" başkasına ibret olması için boğazlamak suretiyle "mutlaka onu
kestireceğim, dedi."
"Çok geçmeden
Hüdhüd geldi!" Yani uzakta fazla beklemeden döndü. Burada anlatılmak
istenen Hüdhüd'ün korkusundan dolayı çabuk dönmesidir. "Hüdhüd
Hz.Süleyman'a (a.s.) şöyle dedi: Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim.
" Senin bilgi sahibi olmadığın bir konuda bilgi edindim. İhata, bir şeyi
bütün yönleriyle bilmek, kuşatmak demektir. Yani Sebe'nin haline muttali oldu.
Bu hitapta Hz. Süleyman'ın (a.s.) geniş ilminin bile sınırlı olduğuna delâlet
etmek için Allah Tealâ'nın en basit mahlûku içinde Hz.Süleyman'ın (a.s.) bilmediği
şeyi bilenin olabileceğine dikkat çekilmektedir. "Sana Sebe'den doğru bir
haber getirdim." 'Sebe" Yemen'de bir şehir ismidir. Bundan murad Sebe
halkıdır. Bu kabile dedeleri Sebe b. Yeşcüb b.Ya'rüb b. Kahtan'dır. Bunu
kabile ismi olarak kabul edenler "gayrı munsarıf' olarak mahal veya büyük
ced ismi olarak kabul edenler "masruf olarak irabını yapmışlardır. Daha
sonra Ma'rib şehri Sebe olarak adlandırılmıştır. Bu şehirle San'a arasında üç
konak mesafe vardır. "Bi-nebein yakın" önemli ve gerçek bir haber
demektir.
"Ben Sebe halkına
hükümdarlık eden bir kadın buldum." Bu kadının ismi Belkıs bt. Şerâhîl b.
Mâlik b. Rayyân idi. "Temlikühüm" fiilindeki "hüm" zamiri
ya Sebe'ye ya da Sebe halkına racidir. "Her şey onun emrine
verilmiş..." Buradaki "her şey" den murad kralların ihtiyaç
duydukları pek çok araç-gereç demektir. "Kendisinin" cismine göre
büyük yahut benzeri kraliçelere nispetle "büyük" muazzam "bir
arşı" kraliyet tahtı "var."
"Kendisini de
kavmini de Allah 'ı bırakıp güneşe secde eder" sanki güneşe tapınır
"halde buldum. Şeytan yaptıkları" güneşe ve başka şeylere tapma gibi
çirkin fiillerini "amelleri onlara güzel göstermiş, onları doğru
yoldan" hak yoldan "alıkoymuş, bu yüzden doğru yola
erememişlerdir."
"Göklerde ve
yerde" yağmur ve bitki gibi "gizli olan şeyleri açığa
çıkaran..." Bu ifade yıldızların ışık vermesi, yağmurun yağdırılması,
bitkinin yeşertilmesi ve herşeyin yoktan var edilmesi gibi hususları ihtiva
etmektedir. Kalplerinde "gizledikleri ve açığa vurdukları şeyleri bilen
Allah'a secde etmemeleri için" şeytan böyle davrandı.
"O Allah ki,
kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur, Yüce Arş'ın Rabbidir." Bu yeni bir
sena (övgü) cümlesi başlangıcıdır. Belkıs'ın tahtına karşılık Rah-man'ın Arş'ı
zikredilmiştir. Aralarında muazzam fark vardır.
Süleyman Hüdhüd'e
"şöyle dedi: Bakacağız." Şimdi bileceğimiz bize haber verdiğin
hususta "doğru mu söyledin yoksa yalancılardan mısın?"Bu mektubumu
götür" cümlesindeki mektubun ifadesi şu şekildeydi: Allah'ın kulu Süleyman
b. Davud'dan Sebe kraliçesi Belkıs'a: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla başlıyorum. Hidayete tabi olanlara selâm olsun. Bana karşı büyüklük
taslamayın. Müslüman olarak bana gelin."
"Bunu"
mektubu "onlara" Belkıs ve kavmine "bırak!" "Sonra
onlardan uzaklaş." Ayni, gizleneceğin yoksa bir yerde bir kenarda bekle.
"Neye baş vuruyorlar, " Birbirlerine ne söylüyorlar ne cevap
verecekler "bak!" düşün ve incele!
[23]
Cinler, insanlar ve
kuşların Hz. Süleyman'ın (a.s.) emrine verildiğini beyan ettikten sonra Allah
Tealâ burada Hz. Süleyman'ın (a.s.) Hüdhüd kuşunu aradığını ama bulamadığını,
sonra da Hüdhüd kuşunun gelip Belkıs'ın ve ülkesi halkının güneşe taptıkları
hakkında bilgi verdiğini beyan etti.
[24]
"Süleyman kuşları
araştırıp dedi ki: Neden Hüdhüd'ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı
karıştı?" Yani Hz. Süleyman (a.s.) ordusu arasında Hüdhüd'ü aradı. Hz.
Süleyman kuş dili hakkında bilgi sahibi idi. Kuşlar da rüzgâr v.b. gi-oi Hz.
Süleyman'ın (a.s.) emrine verilmişti.
Hz. Süleyman (a.s.):
"Hüdhüd'ü neden göremiyorum?" dedi. Zira O Hüdhüd'e izin vermemişti.
Ben O'nun ayrılacağını bilmeden kayıplara karıştı. Bu ifadede değişiklik
vardır. Yani Hüdhüd'e ne oluyor ki ben onu göremiyorum demektir. Bu ifade
aynen: "Bana ne oluyor ki seni kederli görüyorum? Yahut sana ne
oluyor?" sözü gibidir.
Müfessirler
zikrediyorlar ki Hz. Süleyman'ın (a.s.) Hüdhüd'ü aramasının sebebi şu idi:
Hüdhüd yer altında suyun bulunduğu yeri gagalayarak gösteriyordu. Hz. Süleyman
da (a.s.) cinler ve şeytanlar vasıtasıyla oradan suyu çıkanyordu. Ayrıca çölde
yürürken suyu yakın olan yerle uzak olan yer arasını ayırıcı sınırı Hz.
Süleyman'a (a.s.) ve ordusuna işaret ediyordu.
Hz. Süleyman (a.s.)
Hüdhüd'ün bulunmadığını kesin olarak tespit edince makbul bir özrü olmadığı
takdirde onu azaba uğratmakla tehdit etti: "Banm (mazereti için) apaçık
bir delil getirmezse onu mutlaka çetin bir azaba uğratacağım veya onu muhakkak
keseceğim." Yani Hz. Süleyman (a.s.) açık bir deH getirmesi dışında
Hüdhüd'ü öldürmek, azaba uğratmak veya tüylerini yolmak gibi şiddetli bir ceza
ile tehdit etti. Üçüncü teklifi -yani açık bariz özrü- getirmezse ilk iki
durumdan biriyle tehdit ve vaîdde bulundu.
"Çok geçmeden
Hüdhüd geldi ve Süleyman'a şöyle dedi: Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim.
Sana Sebe'den doğru bir haber getirdim."
Hüdhüd bir müddet
kaybolmuştu. Sonra geldi. Hz. Süleyman ona görüa-memesinin sebebini sordu. Hz.
Süleyman'a: Ben senin ve senin askerlerinim bilgi sahibi olmadığı bir şey
hakkında bilgi edindim. Sana Sebe şehrinden doğru ve yakînî bilgi getirdim,
dedi.
Alimlerin çoğunluğu
"Sebe" kelimesinin belde ismi olması sebebiyle gayr4 munsarıf
olmadığı görüşündedirler. Sebe' halkı ise Hımyer kabilesidir ki bunlar
Yemen'in krallarıdır. Yine çoğunluğa göre 'mekese' fiilindeki zamir Hüd-hüd'e
racidir. Süleyman'a raci olması da ihtimal dahilindedir. Buna göre mana
"Süleyman araştırdıktan ve tehditte bulunduktan sonra çok beklemedi."
demektir.
Hüdhüd bakışları
kendine çevirmek ve sözüne kulak verilmesi ve kendisini nezaketle müdafaa
etmesi hususunda mahir idi. Hüdhüd Sebe' ülkesi için we halkının krallık ve dindarlık
durumları hakkında bilgi sahibi olmak üzere ilmi keşif gezisi yapıyordu. Sonra
ilim ve bilginin daha zayıf bir kimsede olabileceğine dikkat çekmek için ve
alimlerin mütevazi olmasının zaruretine işaret etmek için Hz. Süleyman'a
(a.s.) peygamberlik hikmet ve pek çok ilimler verilmesine rağmen yeni malumat
getirdi.
Zemahşerî diyor ki:
Burada Rafizîlerin: "İmama hiç bir şey gizli kalmaz ve onun zamanında
ondan daha bilgilisi bulunmaz." şeklindeki görüşlerinin batal olduğuna
delil vardır.[25]
Hüdhüd'ün getirdiği
haberin muhtevası üç husustur: Hepsi de şu ayettedir: "Ben Sebe' halkına
hükümdarlık eden bir kadın buldum. Her şey onun emrine verilmiş, kendisinin
büyük bir tahtı da var." Ben Sebe' beldesinde şerefli, büyük bir krallık
buldum. Onlara Belkıs b. Şerahîl isimli bir kadın hükümdarlık ediyordu. Ondan
önce melik olan babası büyük bir hükümdar idi. Bu melikeye zenginlik, imkân,
mülk ve konfor çeşitli savaş araçlarıyla donatılmış silâhlı bir ordu gibi
dünya malından pek çok şey verilmişti.
Kısaca: Kendisine
zamanında krallığın ihtiyaç duyduğu her şey verilmişti. Melikenin üzerinde
oturduğu çeşitli mücevherat, inciler ve altınlarla süslenmiş büyük muazzam bir
tahtı vardı. Tahtın büyüklükle tavsif edilmesi hem şekil, hem de sultanın
mevkisi sebebiyledir. Tarihçiler diyorlar ki: Bu taht doğusunda 300, batısında
300 pencere bulunan sağlam yapılmış, binası yüksek, gayet muhteşem bir sarayda
bulunuyordu. Saray güneşin her gün bîr penceresinden gireceği ve bir
penceresinden batacağı şekilde yapılmıştı. Sabah-akşam güneşe tapıyorlardı.
Sebe halkının dinî inançlarım açıklayan şu ayetin işaret ettiği de budur:
"Kendisini de
kavmini de Allah'ı bırakıp, güneşe secde eder halde buldum. Şeytan onlara
yaptıkları amelleri güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuş, bu
yüzden doğru yola erememişlerdir."
Yani bu melikenin ve
kavminin Allah'a ibadet etmeyip güneşe taptıklarını gördüm. Şeytan da onlara bu
çirkin amellerini güzel gösterdi. Dolayısıyle kötüyü iyi görmeye başladılar.
Şeytan onları hak yoldan, bir olan Allah'a kulluktan alıkoydu. Bu sebeple
hidayete eremediler.
"Göklerde ve
yerde gizli olan şeyleri açığa çıkaran, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz
şeyleri bilen Allah'a secde etmesinler diye (şeytan onlara engel oldu). "
Bu ayetin birinci
kısmının benzeri şu ayettir: "Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah'ın
(kudretinin) ayetlerindendir. Siz güneşe de aya da secde etmeyin. Eğer sadece
Allah'a kulluk ediyorsanız bu varlıkları yaratan Allah'a secde edin."
(Fussilet, 41/37).
Ayetin ikinci kısmının
benzeri de şu ayettir: "İçinizden sözünü gizleyen kimse ile bunu
açıklayan, gece gizlenen kimse ile gündüz yoluna devam eden kimse (O'nun
ilminde) birdir." (Ra'd, 13/10).
"O Allah ki,
kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur, Yüce Arş'ın Rabbidir."
Hüdhüd konuşmasının sonunda
Allah'ın varlığı ve birliği delilini -yani bütün âlemin O'na muhtaç olduğunu-
beyan ettikten sonra Cenab-ı Hakkı tenzih etti ve azametini beyan etti.
Allah'ın hiçbir ortağı olmayan tek ilâh olduğunu, Ondan başka kendisine
hakkıyla ibadet edilen hiçbir varlık bulunmadığını anlattı. O yaratılmışlar
arasında kendisinden daha büyük hiçbir mahlûk bulunmayan Ulu Arş'ın rabbidir.
Her arş, her taht ne kadar büyük olursa olsun ilâhî arşın altındadır, ondan
düşüktür. Belkıs'ın arşı da böyledir. Dolayısıyla sadece Allah'a ibadet
edilmelidir.
Hüdhüd Belkıs'ın
tahtını nisbî olarak ya da aynı seviyedeki meliklerin :ahtına izafetle
"büyük" olarak tavsif etti. Allah'ın arşını ise göklerde ve yerde
arattığı varlıklara nispetle "büyük" olarak tavsif etti.
Sebe halkından ve
melikesinden bilgi veren ve bu suretle kendini temize :ıkarmak için savunmada
bulunan Hüdhüd'e Hz. Süleyman (a.s.) şu cevabı erdi:
"Bakacağız, doğru
mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" Yani Hz. Süleyman (a.s.) şöyle
dedi: Senin sözünün doğruluk derecesini bileceğiz. Sen bu verdiğin haberde
doğru sözlü müsün yoksa yalancısın da sana yaptığını tehditten kurtulmak için
mi böyle söylüyorsun?
Bu ayetteki isim ve
fiil cümleleri arasındaki farklılık ve ikinci cümlenin isim cümlesi olması
mübalağa etmek yalancılık sıfatının onun üzerinde sabit olduğunu ifade etmek ve
onun yalancılığa devam edip ondan ayrılmadığını bildirmek içindir.
İmtihan vesilesi ise
şu ayette bildirilmiştir.
"Bu mektubumu
götür onlara at. Sonra da onlardan uzaklaş ve neye baş vuruyorlar, bak."
Yani Hz. Süleyman
(a.s.) Belkıs ve kavmine mektup yazdı. Bu mektubunda onları imana ve Allah'a
teslim olmaya çağırıyordu. Bu mektubu Hüdhüd'e verdi ve bunu Belkıs'ın yanına
bırakmasını sonra da oradan biraz uzaklaşıp tepkilerini, birbirlerine ne
şekilde sözler söyleyeceklerini ve bu konuyu nasıl tartışacaklarını
incelemesini emretti.
[26]
Bu ayetler şu
hususlara işaret etmektedir:
1- Komutan
gayet tabiî olarak askerlerini ve ordusunu teftiş eder. Hz. Süleyman (a.s.) da
hareketinde ve Karınca Vadisine uğradığında bunu yapmıştır. Bu seferinde
yanında bulunan ve kanatlarıyla kendisine gölge olan kuş cinsini ve topluluğunu
teftiş etmişti. Hz.Süleyman'ın (a.s.) bu teftiş ve yoklamasının sebebi
genellikle emrinde bulunanlara itina göstermek ve ordusunun değişik unsurlarına
ve her parçasına önem vermek içindi.
Abdullah b. Selâm
diyor ki: Hz. Süleyman (a.s.) Hüdhüd'ü suyun yeryüzünden ne kadar uzaklıkta
olduğunu öğrenme ihtiyacı duyduğu için aramıştı. Zira Hz. Süleyman (a.s.) suyun
bulunmadığı bir çölde konaklamıştı. Hüdhüd ise yeryüzünün dışını da içini de
görüyor, Hz. Süleyman'a (a.s.) suyun bulunduğu yeri bildiriyordu. Cinler de
pek az bir müddet içerisinde suyu çıkarıyorlar, koyunun derisinin soyulması
gibi yeryüzünden suyu bulup çıkarıyorlardı.
Kurtubî diyor ki: Bu
ayette devlet reisinin halkının durumunu yoklaması ve onlara özen göstermesi
gereğine delil vardır. Hüdhüd kuşuna bakın, küçük olmasına rağmen onun yokluğu
Hz. Süleyman'ın (a.s.) gözünden kaçmamıştı. Allah Hz. Ömer'e rahmet eylesin, O
da aynı şekilde idi. Zira Hz. Ömer: "Fırat kenarında bir koyunu kurt
kapsa, Ömer ondan sorguya çekilir. "
[27]
diyordu.
Kısaca: Alimler bu
ayetten devlet reisinin halkın durumunu yoklamasının müstehap olduğu hükmünü
istinbat etmişlerdir. Arkadaşları ve akrabaları yoklamak da böyledir.
2- "Ben
onu şiddetli bir ceza ile cezalandıracağım." ifadesi haddin -yani cezanın-
ceset ölçüsüne göre değil, suç miktannca olduğuna delildir. Fakat had cezası
uygulanacak kimseye zaman ve vasıf hususunda yumuşak davranılır. Kuşun
kesilmesine gelince bu, Allah Tealâ'nm yeme v.b. yararlar için hayvanlann ve
kuşların kesilmesini mubah kıldığı gibi bunu da mubah kıldığına delildir.
3-
"Senin bilgi sahibi olmadığın bir şey hakkında bilgi sahibi oldum."
ifadesi, peygamberler gaybı bilir diyenlerin aleyhine bir delildir. Ayrıca
küçüğün büyüğe, talebenin alime kesin ve yakînen bildiği bir şey için
"Benim elimde sizin elinizde olmayan bilgi vardır." demesinin caiz
olduğuna delildir.
4- Doğru
sözle özür dileme hak ve iman ehli nezdinde makbuldür. Hüd-hüd'ün: "Ben
size Sebe'den doğru bir haber getirdim." sözü Hz. Süleyman'ın (a.s.)
tehdit ettiği azaba ve boğazlamaya maruz kalmaktan kendini korumuştur.
5- Belkıs
Sebe melikesi idi. Bu eskiler nazarında uygulanmış olan ve müs-lüman olmayan
çağdaş milletler nezdinde şu anda uygulanan bir örftür.
Bizim şeriatımızda ise
Buharî İbni Abbas'tan (r.a.) şöyle bir hadis rivayet eder: Peygamberimiz'e
(s.a.) Faris halkının kendilerine Kisra'nın kızını melike olarak seçtikleri
bildirilince şöyle buyurdu: "İdaresini bir kadına teslim eden kavim asla
iflah olmaz."
Kadı Ebu Bekir
İbnü'l-Arabî şöyle demiştir: "Bu kadınların halife olmayacağı hususunda
açık bir ifadedir. Bu hususta hiçbir ihtilâf yoktur.'
Muhammed b. Cerir et-Taberî'den
kadının kadı olabileceği nakledilmişse de bu sahih bir rivayetle
nakledilmemiştir. Belki de bu söz İmam Ebu Hani-fe'den nakledilen kadının
şahitlik yaptığı konuda kadı olabileceği şeklindeki söz gibidir. Bu kadının
mutlak olarak kadı olabileceği manasında veya kadına bir emir verilerek falan
kadın hüküm vermeye yetkilidir şeklinde değildir. Bunun yolu sadece bir
meselede hüküm vermesi veya vekil olmasıdır. Bunun delili Peygamberimiz'in
(s.a): "İdaresini bir kadına teslim eden kavim asla iflah olmaz. "
hadis-i şerifidir.[28]
İmam Ebu Cafer ve
Taberî'den rivayet edilen bu ifade bir zandan ibarettir. Hz. Ömer'den (r.a.)
nakledilen bir kadını pazar kontrolü için görevlendirdiği rivayeti sahih
değildir, buna itibar edilmez. Bu, bid'atçilerin hadislerdeki
de-siselerindendir.
6- Belkıs'ın
halkı güneşe tapıyorlardı. Çünkü onlar rivayete göre zındık idiler. Başka bir
rivayete göre ateşe tapan mecusîlerdi. Şeytan onların amellerini -yani içinde
bulundukları inançsızlıklarını ve tevhid yolundan alıkoymalarını- kendilerine
güzel göstermişti. Böylece onlar Allah'ı ve O'nun birliği yolunu
bulamamışlardı. Şeytan onlara Allah'a secde etmemeyi güzel göstermişti. Onlar
da Allah'a secde etme yolunu bulamadılar. Buna göre "lâ" harfi zaide
olmaktadır. Tıpkı "Secde etmene engel olan nedir?" (A'raf, 7/12)
manasındaki ayette bulunan "Ellâ tescüde" ifadesindeki gibi.
Bu, tevhide uygun
olmayan bir hususun kesinlikle kendisinden yararlanılan bir yol olmadığına
delildir. Daha sonra bu kavim iman etti ve daha sonra açıklanacağı gibi Hz.
Süleyman'ın peygamberliğini ve tevhid davetini ikrar etme hidayetine erişti.
7- Yaratan
ve gayet düzgün bir şekilde yoktan var eden, gökyüzünden yağmur yağdırmak ve
topraktan bitki ve hazineleri çıkartmak gibi yer ve göklerdeki gizlilikleri
çıkartan Allah kendisine ibadet edilmesi vacip olan ve ibadete lâyık olan tek
varlıktır.
Ayet Allah Tealâ'nın
kudret ve ilimle tavsif edildiğine delâlet etmektedir.
Allah'ın kudret
sıfatının delili: "Göklerde ve yerde gizli olan şeyleri açığa çıkarır"
ayetidir. Bu ayet bütün malları ve yağmur vesilesiyle gökyüzünden bitki ile
yeryüzünden rızıkların çıkarılmasını ihtiva etmektedir.
Allah'ın 'ilim
sıfatının delili ise: "Gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri
bilir." ayetidir.
8- Hüdhüd
kuşunun "Allah'a secde etmemeleri ve "O Allah ki, kendisinden başka
hiçbir ilâh yoktur, Yüce Arş'ın Rabbidir." ifadeleri, hayra ve sadece Allah'a
kulluk edilmesine ve O'na secde etmeye davetçi olduğuna delildir.
Bunun için
Peygamberimiz (s.a) insanları Hüdhüd kuşunun öldürülmesinden nehyetti. Nitekim
Hureyre'den (r.a.) şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Peygamberimiz (s.a.)
şu dört hayvanı öldürmekten nehyetti: Karınca, Arı, Hüdhüd ve Göçeğen
kuşu".
9-
"Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" ayeti halkın özrünü kabul
etmesi, gizli özürleri sebebiyle onlardan cezayı düşürmesinin devlet reisi
üzerine vacip olduğuna delildir. Çünkü Hüdhüd Hz. Süleyman'a özür beyan ettiği
zaman Hz. Süleyman onu cezalandırmadı. Hüdhüd'ün doğruluğu mazeret olmuştur.
Zira o cihadı gerektiren hususu haber verdi. Hz. Süleyman'a (a.s.) ci-had
sevdirilmişti.
Sahih hadiste şu ifade
yer almaktadır: "Mazereti ortadan kaldırmayı Allah'tan daha çok seven
hiçbir kimse yoktur. Bunun için kitap indirmiş, peygamberler
göndermiştir."
Hz. Ömer (r.a.) Nu'man
b. Adiyyin mazeretini kabul etmiş ve onu cezalan-dırmamıştı.
Fakat durum şeriatın
hükümlerinden bir hükümle ilgili olduğu zaman Hz. Süleyman'ın Hüdhüd'ün
doğruluğunu tespit etme çalışması gibi özür dileyen kimseyi imtihan etme hakkı
vardır.
10- "Bu
metubumu götür." ayeti müşriklere mektup gönderilmesine, İslâm devletinin
onlara bildirilmesine ve onların İslâm'a davet edilmesine delâlet etmektedir.
Peygamberimiz (s.a.)
de Kisra, Kayser ve başka diktatörlere mektup yazmıştır.
Ayet ayrıca Hüdhüd
kuşunun mektubu kendilerine süratle bildirdiğine, kendisine bilgi ve onların
sözlerini anlama kabiliyeti verildiğine, melikenin bu mektubu mütercim
vasıtasıyla derhal anladığına, mesajı ilettikten sonra kendilerine mesaj
gönderilen kimselerin yanından çekilip birbirlerine danışmaları için
yanlarından çekilmesinin elçilik adabından olduğuna delâlet etmektedir.
[29]
29- Sebe Melikesi şöyle dedi: "Ey ileri
gelenler! Bana çok değerli bir mektup bırakıldı.
30- Mektup Süleyman'dan
geliyor, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum, (diyor).
31- Bana karşı büyüklük taslamayın, Müslüman
olarak bana gelin diye yazıyor."
32- Sebe Melikesi:
"Ey ileri gelenler! Bu işim hakkında bana görüşlerinizi bildirin. Şimdiye
kadar hiçbir konuda görüşlerinizi almadan kesin karar vermedim." dedi.
33- İleri gelenler:
"Bizler güçlü kuvvetli kimseler ve cesur savaşçılarız. Fakat emir sana
aittir. Artık, bak sen ne emredeceksin." dediler.
34- Melike şöyle dedi:
"Hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman orasını perişan ederler. Halkının
şerefli olanlarını hor kılarlar. Onlar da böyle yapacaklardır.
35- Ben onlara bir
hediye göndereyim de, elçiler ne ile dönecekler, bakayım."
36- Elçi Süleyman'a
gelince Süleyman ona şöyle dedi: "Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz?
Allah'ın bana verdiği (nimetler) size verdiğinden çok daha hayırlıdır. Doğrusu
siz hediyenizle şı-manyorsunuz.
37- Onlara geri dön
(Hediyeyi geri götür). Yemin olsun ki onlara, karşı koyamayacakları ordularla
geliriz ve mutlaka onları oradan zelil bir şekilde, hakir (horlanmış) olarak
çıkarırız."
"Sebe
Melikesi" yani Belkıs kavminin eşrafına "şöyle dedi: Ey ileri gelenler!"
Ey kavmimin eşrafı! Ey hususî müsteşarlarım! "Bana" muhtevası veya
göndericisinin değerli olması ya da mühürlü olması sebebiyle "çok değerli
bir mektup bırakıldı."
"Bana karşı
büyüklük taslamayın." Yani beşerî arzulara boyun eğerek bana karşı
böbürlenmeyin. "Müslüman olarak" boyun eğerek, itaat ederek ve teslim
olarak "bana gelin." Bu mektup veciz olmasına rağmen yoktan var
edenin zatına ve sıfatına delâlet eden besmele, inatçıların ve kibirlilerin
hastalığı olan büyüklük taslamaktan nehyetme, bütün faziletlerin ana esaslarını
bir araya toplayan İslâm ile emretme manalarını ihtiva ettiği için gerçek
maksadı ortaya koymakta idi.
"Sebe Melikesi:
Ey ileri gelenler!" Kavmin eşrafı! "Bu işim hakkında bana
görüşlerinizi bildirin." Bu mesele hakkında fikirlerinizi anlatın.
"Şimdiye kadar hiçbir konuda görüşleriniz olmadan" sizin huzurunuza
çıkmadan "kesin karar vermedim, dedi." Belkıs bu sözle kendisini
koruma hususundaki kâmil ihlâslarını ortaya koymaları için onların şefkatini
celbetti.
"İleri gelenler:
Bizler" sayıca ve beden yönünden "güçlü kuvvetli kimseler ve cesur
savaşçılarız." Yani şiddetli cesaretli ve savaşta sebatkâr kimseleriz.
"Fakat emir sana aittir. Artık, bak sen ne emredeceksin." Bu
emirlerinle bize neyi tavsiye edersen biz sana itaat ederiz.
"Melike şöyle
dedi: Hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman orasını" tahrip ederek
"perişan ederler." "Onlar da" mektup gönderenler
"böyle yaparlar." Dikkat edilirse Belkıs, müsteşarlarının savaşa
meylettiklerini hissedince barışa meyletti. Zira savaş nöbet nöbettir. Ayrıca,
savaşın sonucunun ne olacağı da bilinmez.
Anlaşıldığına göre
"Ben onlara bir hediye göndereyim." ifadesinden barış için takdim
etmeyi uygun gördüğü krallığını korumasına vesile olacak bir hediye
göndereceğini beyan etmektedir.
"... elçiler ne
ile dönecekler," yani hediyeyi kabul edip etmeyeceklerine "bakacağım.
" Eğer kral ise bu hediyeyi kabul edecek, eğer peygamber ise bu hediyeyi
kabul etmeyecektir.
"Süleyman...
(elçiye) söyle dedi... Allah'ın bana verdiği" peygamberlik ve dünya mülkü
gibi "nimetler size verdiği" dünya "nimetinden daha hayırlıdır.
Doğrusu siz hediyenizle şımarıyorsunuz." Çünkü siz sadece dünya
ziynetlerine önem veriyorsunuz.
"Onlara: Geri
dön." Ey elçi! Getirdiğin hediye ile Belkıs ve kavmine geri dön.
"Yemin olsun ki" eğer müslüman olmazlarsa "onlara karşı
koyamayacakları" mukavemet etmeye güçlerinin yetmeyeceği "ordularla
geliriz ve mutlaka onları oradan" kabilelerinin babalarının adıyla anılan
Sebe beldesinden içinde bulundukları izzet ve şerefin gitmesi sebebiyle
"zelil bir şekilde boyun eğmiş olarak" esirler, horlananlar ve hakîr
görülenler olarak "çıkarırız."
[30]
Hz. Süleyman'ın (a.s.)
Hüdhüd vasıtasıyla Belkıs ve kavmine mektup göndermesini zikrettikten sonra,
Cenab-ı Hak bu mektubun muhtevasını ve Bel-kıs'ın bu mesele hakkında
müsteşarlarıyla danışmasını zikretti. Müsteşarları çarpışma görüşünü
savundular. Belkıs ise beldesini savaşın felâketinden koruyacak bir hediye
göndermek suretiyle sulh ve anlaşma görüşünü ortaya koydu. Ona göre savaşı terk
etme karşılığında sürekli bir haraç vermeye hiçbir engel yoktu.
[31]
"Sebe' Melikesi
şöyle dedi: Ey ileri gelenler! Bana çok değerli bir mektup bırakıldı."
Belkıs kavminin
şereflilerine, müsteşarlarına, devlet erkânına şöyle dedi: Ey bu kavmin eşrafı!
Bana kıymetli bir mektup bırakıldı. Çünkü bunu gönderen Allah'ın peygamberi ve
aynı zamanda değerli bir sultan olan Hz. Süleyman'dır (a.s.). Ayrıca
muhtevasının güzelliği ve ibarelerinin letafeti sebebiyle, ayrıca mektubun
mühürlü olması sebebiyle değerli bir mektuptur.
Taberanî'nin rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Mektubu
değerli kılan, mühürlü olmasıdır."
Peygamberimiz (s.a)
yabancı ülkelere mektup gönderirdi. Kendisine, yabancılar üzeri mühürlü olmayan
mektupları kabul etmiyorlar, denildi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.) kendisi
için mühür yaptırdı.
Ayrıca bu mektubu
getirenin durumu da hayret vericidir. Bu mektubu Bel-kıs'a bırakan kuş idi.
Mektubu bıraktıktan sonra edeple bir kenara çekildi. Bu meliklerden hiç birinin
yapamayacağı bir durumdur. Bunu yapmalarına imkân yoktur.
Mektubun muhtevası:
"Mektup
Süleyman'dan geliyor ve "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum.
Bana karşı büyüklük taslamayın. Müslüman olarak bize gelin." diye
yazıyor."
Yani Belkıs bu mektubu
kavminin ileri gelenlerine okudu. Mektup son derece beliğ, veciz, fasih bir
mektup olup şu üç hususu ihtiva etmektedir:
1- Allah'ın
varlığına, birliğine, kudretine ve rahmetine delâlet eden "besmele",
2- Hakkın
gönüllere ulaşmasına engel olan büyüklük taslamaktan ve nefsî arzulara boyun
eğmekten nehyedilmesi,
3- Fazilet
esaslarını içinde toplayan İslâm'a girmenin emredilmesi ya da Hz. Süleyman'ın
(a.s.) emrine itaat edilmesinin ve ona boyun eğmenin emredilmesi.
Alimler diyorlar ki:
Hz. Süleyman'dan (a.s.) önce hiçbir kimse mektubunda
"Bismillâhirrahmânirrahîm" yazmamıştır. Bununla sabit olmuştur ki bu mektup
veciz olmasından başka din ve dünya meselelerinden gerekli olan hususları
içinde toplamaktadır.
Belkıs daha sonra bu
mektuba cevap verme konusunda adamlarıyla istişare etti. Bu hikmet ve
istişarenin kabulü, istibdadın reddedilmesinin gereği idi.
"Belkıs şöyle
dedi: Ey ileri gelenler! Bu işim hakkında bana görüşlerinizi bildirin. Şimdiye
kadar hiçbir konuda görüşlerinizi olmadan kesin karar vermedim, dedi."
Belkıs şöyle dedi: Ey
bu kavmin eşrafı! Allah'ın peygamberi Hz. Süleyman'dan (a.s.) gelen bu mektup
hakkında bana fikirlerinizi anlatın. Ben sizin bulunmadığınız ve sizinle
danışmadığım hiç bir meselede kesin karar vermedim.
Bu Belkıs'm güzel
siyaseti, isabetli görüşü ve hikmetli tavrına delâlet etmektedir. Zira Belkıs
daha üstün, daha samimî ve daha doğru bir karar almakta kendisine yardımcı
olmaları için müsteşarlarından ricada bulundu. Adamları da çarpışmaya, savaşa
ve ülkeyi savunmaya hazır olduklarını ortaya koymak suretiyle ona cevap verdiler:
"İleri gelenler:
Bizler güçlü kuvvetli kimseler ve cesur savaşçılarız. Fakat emir sana aittir.
Artık, bak sen ne emredeceksin, dediler."
Kavmin eşrafı:
"Biz sayıca ciddî bir güç sahibiyiz. Savaşta sebatkâr, şiddetli ve cesur
kimseleriz." dediler. Sonra da savaş ilânını şu sözleriyle ona havale
ettiler: Bizler savaşa tam hazırlık içindeyiz. Bundan sonra emir sana aittir.
Bizim hakkımızda görüşünü bildir ki ona uyalım ve itaat edelim.
Bundan daha güzel bir
cevap zikretmek mümkün değildir. Bu cevapta şahsî ve maddî gücü ortaya koyma,
eğer barış ve anlaşma isterse ona itaat edeceklerini ortaya koyma manası
vardır.
Belkıs Hz. Süleyman'ın
(a.s.), ordularının ve askerlerinin gücünü, yani cinler, insanlar ve kuşların
onun emrine verildiğini bildiği için bu konuda müs-teşarlarıyla tartışmış ve
barışı savaşa tercih etmişti. Belkıs şöyle diyordu: Ben Onunla savaşıp bize
galip gelmesinden ve hepimizi helake ve yok olmaya maruz bırakmasından
korkuyorum.
Bu ifadesiyle Belkıs
barış yapmaya meylediyordu. Adamlarından daha ihtiyatlı olduğu ve Hz.
Süleyman'ın (a.s.) durumunu daha iyi bildiği anlaşılıyordu. Bunun için onlara
zorba kralların yaptıklarını anlatıyordu:
"Melike şöyle
dedi: Hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman orasını perişan ederler. Halkının
şerefli olanlarını hor kılarlar. Onlar da böyle yapacaklardır. "
Yani onlar Hz.
Süleyman'la (a.s.) çarpışma hazırlığında olduklarını ortaya koyduklarında
Belkıs onlara şöyle dedi: Çünkü hükümdarlar bir beldeye ansızın girdikleri
zaman orasını tahrip ederler, ülkeyi ve malları telef ederler. Öldürmek veya
esir etmek suretiyle o belde halkının aziz ve şerefli olanlarını zelil ve hor
kılarlar. Galibiyet ve hakimiyetin gerçekleşmesi için onları son derece hor
kılarlar. İşte böyle yaparlar.
"Onlar da böyle
yapacaklardır." Bu cümlenin Belkıs'ın sözü olup bununla hükümdarların
değişmez, devamlı sabit âdetlerinin böyle olduğunu murad etmektedir. Çünkü
Belkıs eski bir kraliyet ailesi içinde yetişmiş, bu gibi durumları işitmiş ve
görmüştü.
Bu kavminin Hz.
Süleyman (a.s.) ile savaşmaktan ve O'nun kendilerine geleceği ve beldelerine
gireceğinden sakındırma ifadesidir.
Belkıs savaş fikrinin
uzak bir görüş olduğunu söyledikten sonra sevgi vesilelerine, barış ve anlaşma
yoluna baş vurdu ve Hz. Süleyman'a (a.s.) hediye gönderilmesini teklif etti.
İsabetli olan görüş bu idi.
"Ben onlara bir
hediye göndereyim de, elçiler ne ile dönecekler, bakayım." Ben Onun
gibisine lâyık olan bu denemeye -yani Ona hediye göndermeye-teşebbüs edeceğim
ve peygamber mi yahut kral mı, onu deneyeceğim. Bundan sonra cevabı ne olacak
bakacağım. Ya bu hediyeyi kabul edip bizden elini çeker ya da bize her sene
göndereceğimiz bir haraç tayin eder. Böylece O'nun tarafından emin oluruz,
bizimle çarpışmayı ve savaşmayı terk eder.
Katade diyor ki:
Belkıs şirk halinde de islâm halinde de ne kadar akıllı, ne kadar zekidir!
Belkıs hediyenin insanların yanındaki yerini gayet iyi bilmektedir.
İbni Asakir'in Ebu
Hureyre'den (r.a.) "hasen" senedle rivayet ettiği bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Hediyeleşin ki birbirinizi
sevesiniz. Birbirinizle musafaha edin ki sizdeki kin gitsin."
İbni Abbas (r.a.) ve
başkaları şöyle demişlerdir: Belkıs kavmine dedi ki: Eğer Süleyman hediyeyi
kabul ederse o bir meliktir. O durumda O'nunla savaşırız. Bu hediyeyi kabul
etmezse o bir peygamberdir. O durumda O'na tabi oluruz.
Bu hediye altın,
mücevherat ve inciler v.b. ihtiva eden büyük bir hediyedir.
İbni Kesir diyor ki:
Doğru olan şudur: Belkıs Hz. Süleyman'a (a.s.) altın :abak göndermişti. Acaba
Hz. Süleyman'ın (a.s.) Lu hediyeye karşı tavrı ne olmuştu?:
"Elçi Süleyman'a
gelince Süleyman ona şöyle dedi: Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz?
Allah'ın bana verdiği nimetler size verdiğinden çok daha hayırlıdır. Doğrusu
siz hediyenizle şımarıyorsunuz."
Elçi yanında
adamlarıyla birlikte Süleyman'a hediye getirince Hz. Süleyman bu hediyeye
bakmadı ve bundan yüz çevirdi. Onları yadırgayarak: "Siz bana mal ile
yardımda mı bulunuyorsunuz? Sizi şirkiniz ve mülkünüz üzerine :erk etmem için
bana malla yardım mı ediyorsunuz? Şüphesiz ki Allah Tealâ îize verdiği
şeylerden çok daha hayırlısını bana verdi. Bu peygamberlik ile reniş bir mülk
ve bol mal idi. Dolayısıyla benim sizin hediyenize hiçbir ih-~yacım yoktur.
Asıl hediyelere ve armağanlara boyun eğen ve onlarla şımaranlar sizlersiniz.
Ben ise bu geçici dünyayı talep etmiyorum. Ancak sizin Allah'ın dinine
girmenizi ve güneşe tapmayı terk etmenizi talep ediyorum. Sizden ya İslam'a
girmenizi ya da kılıca boyun eğmenizi kabul ederim." dedi.
"Onlara geri dön.
Yemin olsun ki onlara karşı koyamayacakları ordularla geliriz ve mutlaka onları
oradan zelil bir şekilde hor hakir olarak çıkarırız."
Ey gönderilen elçi!
Hediyeyi geri götür. Çünkü biz onlara savaşmaya güç yetiremiyecekleri ordularla
geleceğiz. Onlar âlemlerin rabbi olan Allah'a boyun eğmiş müslümanlar olarak
gelmezlerse onları beldelerinden zelil olarak, horlanmış ve ezilmiş olarak
çıkaracağız.
[32]
Bu ayetler şu
hususlara işaret etmektedir:
1- Hitap
etme edebi, krallara ve devlet reislerindeki yazışmalarda Allah Tealâ'ya davet
etme hususunda şer'an gerekmektedir. Bu sebeple Hz. Süleyman'ın (a.s.) mektubu
Allah Tealâ'ya kulluğa davet hususunda yumuşak söz ve öğüt, güzel istirham ve
hoş ifadeler ihtiva etmesi, sövme ve lanet ihtiva etmemesi sebebiyle Belkıs
tarafından değerli bir mektup olarak tavsif edilmiştir.
Cenab-ı Hakk'ın şu
ayeti bu manayı te'yit etmektedir: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel
öğütle davet et." (Nahl, 16/125). Yine Hz. Musa ve Harun'a verilen şu
emir: "Ona -Firavuna- belki ibret alır ve sakınır diye yumuşak söz
söyleyin." (Tâ-Hâ, 20/44) aynı mahiyettedir.
Mektubun "kerim
(değerli)" sıfatıyla tavsif edilmesi son derece güzel bir vasıftır. Bunun
delili Cenab-ı Hakk'ın şu ayetidir: "Bu çok değerli bir Kur'an-dır."
(Vakıa, 56/77).
2- Yazışma
ve mektup göndermede kendi isimleriyle başlamak, (falan kimseden filân
kimseye) şeklinde söylemek eski ümmetlerin âdeti idi. Ümmetimizin salih selefi
de benzeri muamele olarak bu metod üzerine yürüdüler.
İbni Şirin diyor ki:
"Faris halkı mektup yazdıkları zaman büyükleriyle başlarlardı. Adam
mutlaka kendi ismiyle başlardı." Enes diyor ki: Peygam-berimiz'den (s.a.)
daha çok hürmete lâyık hiçbir kimse yoktur. Onun ashabı da mektup yazarken
kendi isimleriyle başlarlardı."
Fakat mektup yazan
mektubu gönderdiği kişinin ismiyle başlarsa caiz olur. Zira ümmet bu noktada
görüş birliğine varmış ve bu konudaki ümmet maslahatı sebebiyle bu şekilde
hareket etmişlerdir. Zamanımızda ve zamanımızdan birkaç asır öncesine kadar
daha güzel sayılan husus mektubu yazanın, mektubu yazdığı kişinin ismiyle
başlamasıdır. Zira kendi ismiyle başlaması mektubu yazdığı kimseyi hafife
almak ve onu hiç tanımamak demektir.
3- Bir
mektupta selâm yer alıyorsa mektubun kendisine gönderildiği kişi bu selâma
cevap vermelidir. Zira uzakta olanın gönderdiği mektup yanında olanın selâmı
gibidir.
İbni Abbas (r.a.)
hakkında gelen rivayete göre o, selâmı almak gibi mektuba cevap vermenin de
farz olduğu görüşündeydi.
4- Alimler kitap ve risalelerin başlangıcında besmele (Bismillahirrah-manirrahim) yazılması ve mektubun mühürlenmesi hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu şüpheden daha uzaktır. Daha önce geçen bir hadis-i şerifte:
"Bir mektubun değerli oluşu onun mühürlenmesiyledir." denilmişti. Peygamberimiz (s.a.) -mühür olarak kullanmak üzere- bir yüzük yaptırmış ve bu yüzüğün taşma "Lâ ilahe illallah Muhammedü'r-rasûlullah" ifadesini nakşet-mişti.
5- Hz. Süleyman'ın (a.s.) mektubu veciz olmasına rağmen asıl maksadı ihtiva ediyordu. Bu maksat Allah'ın varlığının ve güzel sıfatlarının ispat edilmesi, heva ve nefse boyun eğmekten, büyüklük taslamaktan nehyedilmesi, boyun eğen, itaat eden müminler olarak gelmeleri emredilmek suretiyle İslâm'a girmelerinin ve itaat etmelerinin emredilmesi idi.
Bu ayette (Nemi, 27/30) geçen besmele bütün alimlerin icması ve ittifakı ile Kur'an ayetidir. Buradaki besmelenin ayet olduğunu inkâr eden kâfir olur.
6- Sır olmadığı müddetçe genel veya özel her şeyde istişare etmek, danışmak talep edilen bir husustur. Çünkü istişare -özellikle savaşlarda, barışlarda, ümmetin umumî meselelerinde, görüşlerin en faziletlisine ve en doğrusuna ulaşmak için elle tutulur gözle görülür faydalar temin etmektedir. Zira istişare eden hiçbir kavim yoktur ki en isabetli neticeye ulaşmasınlar. Rasulullah (s.a.) insanlar arasında en çok istişare eden kimse idi. Cenab-ı Hak kendisine: "İşinde onlarla istişare et." (Al-i İmran, 3/159) buyurmuştu. Ya görüşlerinden yararlanarak ya da görüş sahiplerine sıcak davranarak istişare ediyordu. Yine Cenab-ı Hak faziletli kimseleri şu ayetle övmektedir: "Onların işi aralarında şûra iledir." (Şûra, 42/38).
İstişare -özellikle savaş durumlarında yapılan- eski bir metottur. İslama girmeden önce güneşe tapan cahili kadın Belkıs şöyle diyordu: "Şimdiye kadar hiçbir konuda görüşlerinizi almadan kesin karar vermedim."
Belkıs, bu sözü adamlarının düşmanlarına karşı koyma hususundaki azimlerini ve onların kendi görevlerindeki kararlılıklarını ve kendisine ne derece itaat ettiklerini denemek için söyledi. Onlarla istişare etmesi ve görüşlerini alması, arzu ettiği hususta kendisine yardımcı olacaktır. Belki de istibdat etmesi sonunda tehlikeye, güçsüzlüğe ve düşüklüğe sebep olacaktır.
Belkıs bu istişarede başarılı oldu. Müsteşarları güçlü, kuvvetli ve şiddetli olduklarını ortaya koymakla beraber emri Belkıs'a bıraktılar: "Emir sana aittir. Artık bak sen ne emredeceksin, dediler."
Belkıs daha sonra onları himaye etmek ve ülkelerini korumak için hükümdarların kuvvetine ve şiddetine dikkat etmeleri konusuna, hükümdar--arın âdetlerinin bozgunculuk ve tahrip etmek, yok etmek ve helak etmek, halkı zelil kılmak ve memleketten çıkarmak olduğuna dikkat çekti. Süleyman da çizim ülkemize girerse bu şekilde davranacak, dedi.
7- Sebe' melikesi Belkıs'm isabetli görüş ve siyaset erbabı olduğunun delilerinden biri büyük bir hediye göndererek Hz. Süleyman'ı (a.s.) denemesidir.
Eğer peygamber ise hediyeyi kabul etmeyecek ve dinine tabi olmaktan başka bir şeye razı olmayacaktır. Eğer hükümdar ise hediyeyi kabul edecektir. Sevgi ve muhabbet aşılamak, kin ve intikamı ortadan kaldırmak, düşmanlık ve karşılıklı buğza son vermek hususunda hediyenin tesiri olmaktadır.
Buharî'nin Hz. Aişe'den (r.a.) yaptığı rivayette Peygamberimiz (s.a.) hediyeyi kabul eder, buna karşılık verir ama sadakayı kabul etmezdi. Hz. Süleyman (a.s.) ve diğer bütün peygamberler de böyle idiler.
Ancak Belkıs'ın hediyenin kabul veya reddedilmesini bir alâmet kabul etmesinin sebebi Hz. Süleyman'ın (a.s.) mektubunda "Bana karşı büyüklük taslamayın. Müslüman olarak bana gelin." demesidir. Bu, fidye kabul edilmeyecek ve yerine hediye alınmayacak bir konudur. Bu olsa olsa rüşvet olur ve hakkı batıl karşılığında satmak olur. Bu da helâl olmayan rüşvettir.
Sevgi ve irtibatın devamını temin eden mutlak hediye ise caizdir. Çünkü bu, sevgiye sebep olur ve düşmanlığı giderir.
İmam Malik Atâ el-Horasanî'den Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini nakleder: "Musafaha ediniz ki kin ortadan kalksın. Hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz. Birbirinize buğz beslemeniz gitsin."
İbni Şihab ez-Zührî anlatıyor: Bize ulaştığına göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Aranızda hediyeleşin. Zira hediye buğzu ortadan kaldırır."
Bezzar "zayıf bir senedle Enes'ten (r.a.) rivayet ediyor: "Hediyeleşin. Zira hediye buğzu çekip alır."
Kurtubî diyor ki: Kısaca, Peygamberimiz'in (s.a.) hediye kabul ettiği sabit olmuştur. O bu konuda en güzel örnektir.
Hz. Süleyman'a (a.s.) gelince O Belkıs'ın hediyesini reddetmişti. Çünkü bu hediye hakkı söylemeyip susmak, İslâm'a ve imana davet etmekten vazgeçirmek için verilmişti. Peygamberlerin görevi ise ücretsiz, anlaşmasız ve pazarlıksız tebliğ yapmaktır. Çünkü onların maksadı Allah'ı razı etmek, akideyi ve fazileti yaymak, Allah'a ihlâsla ibadet etmektir. Bunun için Hz. Süleyman hediyeyi reddetmesine ilâve olarak onları karşı koyamayacakları ordularla savaş ve çarpışma ile korkutmuş, müslüman olmazlarsa hor ve hakir görülen, mülkleri ve azimleri ellerinden alınmış zelil kimseler olarak yerlerinden çıkarma ile tehdit etmişti.
Bu uyan ve korkutma hedefine varacak, aşağıdaki ayetlerin beyan edeceği gibi Belkıs adamları ve ordularıyla birlikte hakka boyun eğen, itaat eden müs-lümanlar olarak Hz. Süleyman'a (a.s.) gelecektir. [33]
38- Süleyman: "Ey ileri gelenler! Onlar bana müslüman olarak gelmeden önce, onun tahtını bana hanginiz getirebilir?"
39- Cinlerden bir ifrit: "Sen şu makamından kalkmadan ben o tahtı sana getiririm. Doğrusu ben bunu yapabilecek güce sahip güvenilir bir kimseyim." dedi.
40- Kendisinde kitaptan ilim bulunan bir kimse ise: "Ben o tahtı sana gözünü açıp kapamadan getiririm." dedi. Süleyman tahtı yanında duruyor görünce: "Bu, rab-bimin lütfudur. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, beni imtihan etmek içindir. Kim şükrederse, ancak kendi faydası için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse şüphesiz ki, Rabbim muhtaç değildir, ikram sahibidir (dedi.)"
41- Süleyman: "Onun tahtını tanınmaz hale getirin. Bakalım, tanıyabilecek mi, yoksa tanıyamayanlardan mı olacak?" dedi.
42- Melike gelince ona: "Senin tahtın böyle miydi?" denildi. O da: "Sanki bu odur. Bundan (bu mucizeden) önce bize ilim verilmişti ve biz de müslüman olmuştuk." dedi.
43- Allah'tan başka taptığı şeyler o melikeyi (İslâm'ı kabulden) alıkoymuştu. Çünkü kendisi kâfir bir kavimdendir.
44- Melikeye: "Köşke gir." denildi. O, zemini görünce derin su zannedip ayaklarını sıvadı. Süleyman: "Bu camdan yapılmış şeffaf bir zemindir." dedi. Melike "Ey Rabbim gerçekten ben kendime yazık etmişim. Şimdi Süleyman'la birlikte âlemlerin rabbi olan Allah'a teslim olup müslüman oldum." dedi.
"Sanki bu odur." ifadesi mürsel ve mücmel teşbihtir. Yani "sanki o şekliyle benim tahtımdır." demektir.
"Gözün ucu sana çevrilmeden önce" ifadesi istiaredir. "Göz ucunun dönmesi" tahtı getirmedeki sürat için kullanılmış ve sür'at, göz ucunun dönmesi manasında kirpiklerin birleşmesine benzetilmiştir. "Kıyametin kopması bir göz kırpması gibidir." mealindeki ayet de böyledir.
"Bakalım tanıyabilecek mi? Yoksa tanımayanlardan mı olacak?" ayetinde ise tezat (tıbak-ı selb) sanatı vardır. [34]
"... Onlar bana müslüman olarak" boyun eğip itaat etme niyetiyle "gelmeden önce", o Melikenin "tahtını bana hanginiz getirebilir?" Arş burada melik veya melikenin tahtıdır. Hz. Süleyman (a.s.) böylece Belkıs'a kudretinin büyüklüğüne delâlet eden Allah'ın kendisine verdiği hayret verici ihsanını ve peygamberlik davasındaki doğruluğunu göstermek, tahtı değiştirdikten sonra tanıyabilecek yahut tamyamayacak mı, diye Belkıs'ın zekâsını denemek istedi.
"Cinlerden" şiddetli, güçlü, sert ve garip kılıklı "bir ifrit": "Sen şu makamından" sabah başlayıp gün ortasına kadar devam eden hüküm meclisinden "kalkmadan ben o tahtı sana getiririm. Doğrusu ben bunu yapabilecek güce sahip güvenilir bir kimseyim." Yani ben buna muktedirim, bu tahtta bulunan mücevherat vb. şeylerde itimat edilecek bir kimseyim; ondan hiçbir şey eksiltmem ve değiştirmem, dedi. Hz. Süleyman: "Ben bundan daha çabuk istiyorum." dedi.
"Kendisinde kitaptan ilim bulunan bir kimse ise:" Bu Hz. Süleyman'ın (a.s.) veziri Asıf b. Berhıyâ idi. Sıddîk bir kimse olup kendisiyle dua edildiği zaman Cenab-ı Hakkın icabet ettiği ism-i âzami biliyordu. Meşhur olan görüş budur. Bir rivayete göre bu Cebrail'dir (a.s.), denilmiştir. Bir başka rivayete göre bu Allah Tealâ'nın kendisiyle Hz. Süleyman'ı (a.s.) te'yit ettiği bir melektir; bir başka görüşe göre, bizzat Hz. Süleyman'dır (a.s.) denilmiştir. Razî diyor ki: En yakın görüş (sonuncusu) budur.
"Ben o tahtı sana gözünü açıp kapamadan getiririm." Yani bir şeye baktığın zaman gözünü çevirmeden... demektir.
"et-Tarf kirpiklerin kırpırdaması demektir. Bundan murad istiare yoluyla hızlı sürattir. Nitekim dilde "Onu sana göz kırpma gibi süratle getiririm." yahut "Henüz gözünü kırpmadan getiririm." gibi ifadeler kullanılır. Bununla tahtı getirmedeki şiddetli sürat anlatılmaktadır.
"Süleyman tahtı yanında duruyor" yani önünde hazır halde "görünce: Bu" tahtı getirmek "Rabbimin lütfudur." Yani ihsanı ve ikramıdır, "şükür mü edeceğim" bu nimetin tarafımdan hiçbir güç ve kuvvet harcamadan Allah tarafından bir lütuf olarak görüp hakkını yerine mi getireceğim? 'Yoksa nankörlük mü edeceğim?" Bu lütfü kendime nispet edip hakkı inkâr mı edeceğim? Şükür vazifesini eda etmeyi ihmal mi edeceğim? "beni imtihan etmek" denemek içindir. Kim şükrederse ancak kendi faydası için şükretmiş olur." Zira şükrünün sevabı ona aittir. "Kim de nankörlük ederse"" nimeti inkâr eder şükretmezse "şüphesiz ki Rabbim" onun şükrüne "muhtaç değildir" ona ikram ve lütuf etmek suretiyle "ikram sahibidir."
"Süleyman: Onun tahtını tanınmaz hale getirin." İlâve ve eksiltme yapmak suretiyle tahtın durumunu ve şeklini değiştirin. "Bakalım" tahtını tanıyabilecek mi yoksa" tahtı bilemeyerek "tanıyamayanlardan mı olacak? dedi"
"Melike" Belkıs "gelince O'na: Senin tahtın böyle miydi?" Bunun benzeri miydi? "denildi. O da: Sanki bu odur" dedi. Yani Belkıs tahtını tanıdı ama aynısı olabilir ihtimaliyle "Bu odur" demedi. Bu onun aklının kemalindendir. Onlar benzetme yaptıkları gibi Belkıs da benzetme yaptı.
"Bundan önce bize ilim verilmişti ve biz de müslüman olmuştuk, dedi." Bu, Hz. Süleyman'ın (a.s.) ve kavminin kelâmındandır. Bu mahzuf bir cümleye matuftur. Bu mahzuf cümle şudur: Belkıs cevabında isabet etmişti. Akıllı, zeki 3ir kadındı. İslâm nimetine de kavuşmuştu. Sonra şöyle dediler: Bu mucizeyi Dilmeden Allah'ın ve kudretinin ilmi bize verilmişti. Biz Hz. Süleyman'ın (a.s.) hükmüne boyun eğdik. Onların bundan maksadı İslâmı kabul etme meziyetiyle Allah'ın kendilerine özel lütufta bulunduğu için Allah Tealâ'ya şükretmektir.
Bu cümlenin Belkıs in kelâmının devamı olması da sahihtir. Bu cümle Sanki bu odur." cümlesiyle irtibatlıdır. Buna göre ayetin manası şöyledir: Bu mucizeden önce... yahut önceki ayetlerde belirtilen durumdan önce... bize Allah'ı tanıma ve Hz. Süleyman'ın (a.s.) peygamberliğinin doğruluğuna inanma Dİlgisi verilmişti. Biz Allah'a teslim olup boyun eğdik.
"Allah'tan başka taptığı şeyler o Melikeyi" (İslâm'ı kabul etmekten) alıkoymuştu." ifadesi Cenab-ı Hakkın kelâmındandır. "Saddehâ" kelimesinin manası "Allah'a ibadet etmekten menetmişti." demektir. "Çünkü kendisi kâfir bir kavimdendi." Bu ayetteki kelimenin "innehâ" şeklinde okumasıyla mana şu tekildedir: Güneşe tapmak onun Allah'a ibadet etmesine engel olmuştu. Zira :nlar kâfir bir kavimdendi. Bu yeni bir cümlenin başlangıcıdır, "ennehâ" şeklindeki kıraatle mana şöyledir: Belkıs'm kâfirlerin arasında yetişmesi onu "İs-âm'ı kabul etmekten" alıkoymuştu. Yahut bu cümlenin anlamı önceki cümle cin bir sebep beyanı şeklindeydi.
"Melike'ye: Köşke" yüksek binaya "gir, denildi. O zemini görünce derin su zannedip" suya girmek için "ayaklarını sıvadı." Rivayet olunur ki köşkün zemi--j beyaz şeffaf bir billurdan yapılmış, altından içinde balık bulunan tatlı bir su akıyordu. Süleyman tahtını salonun başında kurmuş, üzerinde oturuyordu. 3elkıs Hz. Süleyman'ı (a.s.) görünce bu suyu durgun bir su zannetmiş ve ayak-anm sıvamıştı. [35]
Elçiler hediyeleriyle kraliçe Belkıs'a geri dönüp de Hz. Süleyman'ın söylediklerini haber verince Belkıs kavmine önceki görüşünün muhtevasını bildirdi. Hz. Süleyman ile ordusuna karşı koyacak güçleri olmadığını onlara anlattı.
Sonra da Hz. Süleyman'ın talebini kabul etti. Belkıs ve kavmi Hz. Süleyman'a hürmet göstererek İslâm konusunda O'na tabi olmaya niyet edip ordusuyla birlikte yola çıktı. Hz. Süleyman onların kendisine gelmelerinden memnun oldu. Cin topluluğu onların haberlerini kendisine getiriyorlardı. [36]
Belkıs'ın heyeti Şam diyarına yaklaşınca Hz. Süleyman (a.s.) insanlardan ve cinlerden meydana gelen ordusunu topladı. Onlara şöyle hitap etti: "Ey ileri gelenler! Onlar bana müslüman olarak gelmeden önce, o Melikenin tahtını bana hanginiz getirebilir?"
Hz. Süleyman şöyle seslendi: Ey efendiler! Yardımcılarım! Belkıs heyetiyle birlikte boyun eğerek ve itaat ederek bana ulaşmadan önce, sizden kim bana Belkıs'ın tahtını getirebilir? Bu peygamberliğimizin doğruluğuna delil olacak ve Allah'ın yüce sıfatları ve eşsiz kudretinin önünde Belkıs'ın krallığının küçük bir şey olduğunu bildiren ilâhî bir mucize olacaktır.
Hz. Süleyman'ın bu teklifine ordusundan cevap geldi. "Cinlerden bir ifrit: Sen şu makamından kalkmadan ben o tahtı sana getiririm. Doğrusu ben bunu yapabilecek güce sahip güvenilir bir kimseyim dedi."
Yani cinlerden bir şeytan: "Sen şu hüküm ve karar verme meclisinden ayrılmadan önce o tahtı sana getirebilirim." dedi. Hz. Süleyman'ın meclisi günün ortasına kadar devam ediyordu. Cinnî bu kararlığını ve fiilinin sonuç vereceğini şu sözüyle garantiledi: "Ben onu taşımaya kadir olup aciz değilim, emin olup hain değilim. Ondan hiçbir şey almam ve o tahttaki mücevher ve incilere dokunmam söz konusu olmaz."
Daha sonra Hz. Süleyman'ın: "Ben bundan daha çabuk istiyorum." demesi üzerine bir başka cinnî ileri atıldı. Zira Hz. Süleyman bu tahtın getirilmesiyle Allah'ın kendisine bağışladığı imkânların ve kendisinden önce ve sonra hiçbir kimseye verilmeyen cin-şeytan ve kuşların emrine verilmesi nimetinin azametini ortaya koymak istiyordu. Böylece Belkıs'ın Yemen'de koruma altında bıraktığı tahtının kendisi henüz Hz. Süleyman'a ulaşmadan önce getirilmesi gibi harikulade bir olayı gerçekleştirmek suretiyle Belkıs ve kavmine karşı Hz. Süleyman'ın peygamberliği hususunda hüccet getiriliyordu.
"Kendisinde kitaptan ilim bulunan bir kimse ise: Ben o tahtı sana gözünü açıp kapamadan getiririm, dedi." Bu alim, bir rivayete göre: Cebrail ya da başka bir melek idi. Allah Tealâ, onunla Hz. Süleyman'ı te'yit etti.
Bir başka rivayete göre bu alim insanlardan olup Hz. Süleyman'ın veziri olan Âsıf b. Berhıyâ idi. Bu konuda İbni Abbas'ın meşhur kavli de budur. Bu alim ism-i âzami biliyordu. Nitekim bununla dua edilirse icabet olunurdu. Bu alim bir başka görüşe göre Hızır aleyhisselâmdır.
Razî'nin görüşüne göre tercih edilen husus bu alimin Hz. Süleyman (a.s.) olduğudur. Çünkü O kitabı başkasından daha iyi bilmekte idi. Zira bu peygamberdir.
Ebu Hayyan diyor ki: En garip görüşlerden biri bu alimin Hz. Süleyman a.s.) olduğu şeklindeki görüştür. Sanki o kendi kendine: "Ben gözünü kırpmadan onu sana getiririm." demişti.
Önemli olan, bu alimin vaad ettiği hususun aynen meydana gelmiş olmasıdır. En iyisini Allah bilir.
"Süleyman tahtı yanında duruyor görünce (söyle dedi): Bu, Rabbimin lüt-^udur. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, beni imtihan etmek : cindir."
Yani Hz. Süleyman ve cemaati Belkıs'ın mutlu Yemen diyarından getirilen tahtının huzurlarında durduğunu görünce: "Bu, Allah'ın, benim hiçbir güç ve iuvvet sarfetmeden meydana gelen işin kendisinin bir lütfü olduğunu görmek suretiyle şükür mü edeceğim, yahut bu durumu kendime nispet edip de inkâr nıı edeceğim diye beni imtihan etmek için ihsan ettiği Allah'ın benim üzerimdeki nimetlerindendir." Şükrün faydası, inkârın ve küfrün de zararı insanın :izzat kendisine raci olmaktadır.
Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kim şükrederse ancak kendi faydası için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse şüphesiz ki Rabbim hiç -.ımseye muhtaç değildir, sonsuz ikram sahibidir." Yani kim nimete şükrederse şükrün faydası Allah Tealâ'ya değil o kimseye racidir. Çünkü şükür sebebiyle rimet devam eder. Kim nimeti inkâr eder ve şükretmezse hiç şüphesiz Allah -ıııllardan, onların ibadetlerinden ve şükürlerinden müstağnidir. Onların nankörlükleri ona zarar vermez. Kendi nefsinde sonsuz ikram sahibidir. Hiç kimse J na ibadet etmese de kullarının kendisine şükretmekten yüz çevirmeleri sebebiyle kullarından nimeti kesmez.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kim iyi amel işlerse bu kendi -: hinedir, kim de kötülük ederse bu da kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına asla zJmedici değildir." (Fussılet, 41/46).
"Musa dedi ki: Siz ve yeryüzünde bulunanların tamamı inkâr ederseniz hiç ^phesiz Allah her şeyden müstağnidir, sonsuz övgüye lâyıktır." (İbrahim, 14/8).
Sahih-i Müslim'de şöyle bir hadis varit olmuştur: "Ey kullarım! Önce :-içenleriniz, sonra gelecek olanlarınız, insanlarınız ve cinleriniz sizin aranızda
~. muttaki adamın kalbi gibi olsalar yine de mülkümde bir şey artmaz. Ey kul-
znm! Önce geçenleriniz, sonra gelecek olanlarınız, insanlarınız ve cinleriniz : -anızdaki en facir adamın kalbi gibi olsalar yine de mülkümden bir şey eksil-~.ez. Ey kullarım! Bunlar sizin amellerinizdir. Sizin hesabınıza onları ben tes-::: ederim. Sonra da onları (bu amellerin karşılığını) size tam olarak
-ileceğim. Kim hayır bulursa Allah'a hamdetsin. Kim de başka şey bulursa
- -.dişinden başkasını kınamasın."
Sonra da Hz. Süleyman (a.s.) Belkıs'ın tahtını tanıyıp tanımadığı hususunda ve tahtı gördüğü zamanki sebatkârlığı hususunda imtihan etmek için Belkıs'ın tahtının özelliklerinin değiştirilmesini emretti. Nitekim Cenab-ı Hak bunu şöyle anlatmaktadır:
"Süleyman: Onun tahtını tanınmaz hale getirin. Bakalım, tanıyabilecek mi, yoksa tanıyamayanlardan mı olacak?" dedi.
Yani Süleyman (a.s.) adamlarına: "Tahtının durumunu, sıfatını ve şeklini değiştirin. Belkıs'ın durumunu deneyelim. O'nun aklî durumlarına, fikrî mülahazalarına ve zekâsının ölçüsüne bakalım, tahtını tanıyabilecek mi ve bunun kendi tahtı olduğunu bilecek mi? Yoksa bunu tanıyamayacak, bundan uzak, hüküm vermede ve görüş beyan etmede şaşkınlıkla mı davranacak?" dedi.
Bu olay Allah Tealâ'nın bu tahtı uzak bir beldeden (Yemen'den) Şam'a nakletmeye kadir olduğuna ve Hz. Süleyman'ın (a.s.) doğruluğuna delâlet etmektedir.
"Melike gelince: Senin tahtın böyle miydi? denildi. O da: Sanki bu odur (dedi.)" Yani Belkıs Hz. Süleyman'ın (a.s.) yamna gelince kendisine değiştirilen ilâve ve eksiklikler yapılan tahtı arz olundu. Tahtı hakkında:
- Senin tahtın bunun gibi miydi? denildi. Ona telkin olmaması için: "Arşın bu mu?" denilmedi. Belkıs:
- Sanki bu odur, yani ona benzemektedir ve ona yakındır dedi. Mesafenin uzaklığı sebebiyle benzeri olması ihtimaliyle kesin bir ifade kullanılmadı.
Belkıs'ın bu cevabı mahir, zeki, tecrübeli ve siyasî bir cevap olup onun aklının ve dehasının kâmil olduğuna ve şahsiyetinin üstünlüğüne ve onun son derece zeki ve ihtiyatlı olduğuna delâlet etmektedir. Zira onların söylediği gibi benzetme ile cevap vermişti.
"Bundan önce bize ilim verilmişti ve biz de müslüman olmuştuk, dedi."
Görünen odur ki -Ebu Hayyan'm dediği gibi- bu söz Belkıs'ın kelâmıyla beraber yer alsa da onun kelâmından değildir. Mücahidin görüşü olarak nakledilen bir görüşe göre bu söz Hz. Süleyman'ın (a.s.) sözüdür. Yani onun müslüman olduğu ve bize itaat edici olarak geleceği bilgisi verilmişti. Biz bütün bu hususlarda tevhid ehli ve Allah'a boyun eğen kimseler olduk, demektir. Bir başka görüşe göre Hz. Süleyman'ın ve adamlarının görüşüdür.[37] İbni Kesir diyor ki: Belkıs'ın müslüman olduğunu o billur köşke girdikten sonra ortaya koyması -ileride geleceği gibi- Mücahid'in görüşünü te'yit etmektedir.[38]
Cenab-ı Hak daha sonra Belkıs'ın bundan önce müslümanlığı ilân etmemesinin mazeretini beyan etti ve şöyle buyurdu: "Allah'tan başka taptığı şeyler o Melikeyi alıkoymuştu. Çünkü kendisi kâfir bir kavimdendi."
Yani Allah'tan başka şeylere tapınması, güneşe tapınması Belkıs'ın Allah'a kullukta bulunmasına ve İslâm'ı kabul etmesine engel olmuştu. Çünkü o güneşe tapınan putperest bir kavimden olup içinde yetiştiği çevreden etkilenmişti. İnancını değiştirmeye muktedir değildi. Nihayet Hz. Süleyman'ın uyarına geldi. Hz. Süleyman Belkıs'a İslâm'ı güzel bir şekilde arz etti. Bu zzzıin doğruluğu hususunda, Allah'ın varlığı ve birliğine inanmanın vacip oluşu t:nusunda, Allah'ın bütün kâinatın rabbi, bütün gezegenlerin, güneşin, ayın, -.Idızlann ve pek çok sayısız yıldızın rabbi olduğu hususunda Belkıs'ı ikna etti.
"Melikeye: Köşke gir, denildi. O zemini görünce derin su zannedip ayak-zrını sıvadı. Süleyman: Bu camdan yapılmış şeffaf bir zemindir, dedi. Melike: Ey Rabbim gerçekten ben kendime yazık etmişim, şimdi. Süleyman'la birlikte z.emlerin rabbi olan Allah'a teslim olup müslüman oldum, dedi."
Bu husus kralların ve devlet başkanlarının muhteşem misafir köşklerinde karşılanması, ağırlanması âdeti üzerine cereyan etmektedir.
Hz. Süleyman'ın karşılama heyeti Belkıs'a:
- Şu yüksek muazzam köşke buyurun, dediler. Hz. Süleyman mülkünün nun mülkünden daha değerli, saltanatının onun saltanatından daha muazzam olduğunu göstermek istiyordu. Köşkün zemini beyaz şeffaf camdan yapılmıştı. Belkıs onun muhteşem girişini görünce burada su toplanmış olduğunu zannetti ve ayaklarını sıvadı.
Hz. Süleyman ise ona:
- Bu parlak zemini olan pürüzsüz mermerden ve saf camdan yapılmış bir köşktür. Su onun içinde değil, altından akmaktadır. Bunun durumunu rılmeyen onu su zannetmektedir.
İşte o zaman Belkıs bu gördüğü her şeyi tevhidin ve peygamberliğin delili : i arak kabul etti ve müslüman olduğunu ilân etti. Allah onun için hayır ve rudayet dilemişti.
"Belkıs: Gerçekten ben kendime yazık etmişim. Şimdi Süleyman'la birlikte tlemlerin rabbi olan Allah'a teslim olup müslüman oldum." Yani "Ben geçmişte r-enden başkasına ibadet etmek sebebiyle kendi nefsime zulmetmişim. Ben Süleyman'ın müslümanlığıyla birlikte müslüman oldum. İnsanların, cinlerin ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'a boyun eğdim" dedi. [39]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Hz. Süleyman (a.s.) Belkıs'ın tahtının Yemen beldelerinden Şam uyarına gelmesini talep etti.
Hz. Süleyman (a.s.) bu şekilde, hiçbir ordu veya savaş olmaksızın daha Belkıs ve cemaatı yolda iken, müslüman olarak gelmeden Belkıs'ın tahtının -;oşkünden alınması sebebiyle Allah'ın muazzam kudretini göstermek ve bunu peygamberliğine delil getirmek istiyordu.
2- Allah'ın kudreti Allah'ın kitabını, esrarını ve ism-i a'zamı bilen mümin : :r kimsenin eliyle ortaya çıktı. Belkıs'ın tahtı son derece süratle getirildi. Bu i-im uzun bir zamanda -bir kaç saat içerisinde- tahtı getirmeye hazır olduğunu bildiren sert ve güçlü cinnî ifritten Allah'ın takdiri ve muvaffak kılmasıyla daha muktedir idi. Zira çok süratli, yakın ve kısa bir zamanda bunu yapmıştı. İfritin teklifi hüküm verme müddeti içinde tahtı getirmesi şeklindeydi. Alimin tahtı getirme müddeti ise göz kapaklarını açıp kapatma müddeti kadardı.
Burada ilmin mertebesinin yüceliğine ve alimlerin ilimleriyle salih ameller işledikleri zaman dünya ve ahirette erişecekleri yüksekliğe delil vardır.
Kuşeyrî diyor ki: Kendisinde kitaptan ilim olan kimse Süleyman'dır (a.s.). İfrite: "Ben o tahtı sana gözünü açıp kapamadan getiririm." diyen Hz. Süleyman'dır, diyen kimse evliyanın kerametlerini inkâr etmektedir. Onlara göre bu ifritin yaptığı ne mucize cinsinden ne de keramet cinsindendir. Zira cinler bu gibi fiilleri rahatlıkla yapabilirler.
Durum ne olursa olsun taht Allah'ın muazzam kudretiyle Yemen'den Şam'a nakledildi. Hz. Musa'nın asâsıyla denize vurup denizin yarılması gibi görünüşte bir vesika olsa da asıl denizi yaran asâ değil Cenab-ı Haktır.
3- Tahtın bu kadar süratle getirilmesi olayı Hz. Süleyman'ın (a.s.) bir mucizesidir. Mucizeler ise olağanüstü olaylardır. Normal durumların ölçülerine tabi olmazlar. Mucizeyi ise sadece Allah'ın kudretine iman eden kimseler tasdik ederler. Tecrübi ilmin takdim ettiği şeyden başkasını tasdik etmeyen maddeci veya inançsız kâfire gelince onun bununla ikna edilmesi abestir. Hz. Süleyman (a.s.) Belkıs'a cinlerin kendisinin emrinde olduğunu ortaya koyarak peygamberliğine iman edilmesini istedi.
4- Peygamberlerin elinde mucizenin ortaya konulması Allah'ın kendilerini bu mucizelerle te'yid etmesi ve bu mucizelerin önünde muhatapların acizliklerini ortaya çıkarması sebebiyle Allah'a şükür ve hamdi gerektiren bir husustur.
Bunun için Hz. Süleyman (a.s.) Belkıs'ın tahtını yanında duruyor görünce: "Bu Rabbimin lütfudur." dedi. Bu yardım ve imkân Rabbim Allah'ın lütfudur. Böylece şükreden, hamdeden mi olacağım, yoksa nimete nankörlük eden, nimeti inkâr eden kişi mi olacağım, demişti.
5- Şükrün faydası sadece şükreden kimseye döner. Çünkü şükürle nimetin tamamlanması, devam etmesi ve artması gerçekleşir. Şükürle elde edilmeyen nimete de erişilir. Küfrün ve inkârın zararı da yine bizzat kâfire raci olur. Zira Allah onun şükrüne muhtaç değildir. Kâfirin küfrüne rağmen Cenab-ı Hak ona nimet ve lütfuyla ikramda bulunur.
6- Tahtın tanınmaz hale getirilmesi ve durumunun değiştirilmesi hususunda araştırmaya, derin düşünceye ve aklı kullanmaya teşvik edilmekte, mucizeye dikkat çekilmektedir. Bütün bunlar Belkıs'ın "Sanki bu odur." cümlesinde açıkça ortaya konulmaktadır.
İkrime diyor ki: Belkıs hikmet sahibi bir kadındı. Tahtı için "Sanki bu odur." demişti
Mukatil diyor ki: Belkıs tahtını tanımıştı ama onların teşbih yapmaları gibi o da teşbih yapmıştı. Ona: "Tahtın bu muydu?" denseydi Belkıs: "Evet odur." derdi.
7- "Bize bundan Önce ilim verilmişti." cümlesi Hz. Süleyman'ın (a.s.) sözü ise -ki tercih böyledir- bununla şu mana murad edilmektedir: Allah'ın dilediğine kadir olduğu şeklindeki ilim bize daha önce verilmişti. Yahut henüz Belkıs gelmeden onun müslüman olduğuna ve bize itaat ederek geleceğine dair bilgi bize verilmişti.
Bu cümle Belkıs'ın sözü ise bunun anlamı: "Bu tahtı getirme mucizesinden önce bize Süleyman'ın peygamberliğinin doğruluğuna dair bilgi verildi ve biz onun emrine boyun eğerek müslüman olduk." demektir.
8- Belkıs'ın İslâm'ı kabul etmesinin Hz. Süleyman ile karşılaşmasına kadar gecikmesinin mazereti olarak Belkıs'ın çevresinden ve ülke halkının inancından etkilenmesinin belirtilmesi ne kadar güzeldir! Aya ve güneşe tapması onu Allah'a ibadet etmekten alıkoymuştu. Belkıs Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmeyen kâfir bir kavimdendi.
9- Hz.Süleyman (a.s.) Belkıs'ın tahtını getirtmek suretiyle peygamberliğine delâlet eden bir mucizeyi ortaya koymaya ilâve olarak mülkünün gücü ve hakimiyetinin izzetiyle Belkıs'ın gözlerini kamaştırmak, onun zengin ülkesinden, verimli topraklarından ve yüksek köşklerinden çok daha izzetli ve şerefli olduğunu göstermek istiyordu. Ayrıca Belkıs Hz. Süleyman'ın (a.s.) köşkünde asrımızdaki ilerlemiş ilim ve sanatta bile hiçbir benzeri bulunmayan bina ve mimarîdeki eşsiz sanata şahit olmuştu. Mescid-i Aksa'nm bina edilmesindeki azamet Hz."Süleyman (a.s.) zamanındaki inşaatın seviyesine en güzel misaldir.
10- Hz. Süleyman (a.s.) ile Belkıs kıssası çok güzel bir sonuçla billurlaş-mıştır. Bu güzel sonuç Belkıs'ın içinde bulunduğu şirkten uzak olduğunu ilân etmesi, tek olan Allah'a imanını ilân etmesi, Hz.Süleyman'ın müslüman olduğu gibi kendisinin de müslümanlığını ortaya koyması ve âlemlerin rabbine teslim olmasıdır.
Son olarak müfessirler bu kıssanın sonunda bir ara cümlesi halinde Hz. Süleyman (a.s.) ile Belkıs'ın evlenmesi meselesine yer verirler.
Burada zikredeceğimiz en güzel ifade Razî'nin şu sözüdür: Alimlerin ifadelerinden Hz. Süleyman'ın (a.s.) onunla evlendiği anlaşılmaktadır. Ancak bunun için ne Kur'an'da ne de sıhhati kesin bir haberde bir işaret yoktur. İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet olunur ki: Belkıs müslüman olunca Hz. Süleyman (a.s.) ona:
- Kavminden birini seç de seni onunla evlendireyim, dedi. Belkıs:
- Benim gibisi bu saltanatla birlikte erkeklerle evlenmez, dedi. Hz. Süleyman (a.s.):
- Nikâh İslâm'dandır (İslâm'ın emirlerindendir) dedi. Belkıs:
- Öyleyse beni Hemedan maliki Zâ-Tübba' ile evlendir, dedi.
Hz. Süleyman da (a.s.) Belkıs'ı O'nunla evlendirdi. Sonra bunları Yemen'e gönderdi. Za-Tübba' orada melik olarak kaldı.[40]
Bu surenin zikrettiği Hz. Süleyman (a.s.) kıssasındaki dört farklı tablodan başka bütün Kur'anda zikredilen Hz. Süleyman'ın (a.s.) hususiyetleri, mucizeleri ve Allah'ın ona yaptığı ikramları özetlememiz burada güzel olur. O zaman buraya kadar "Her nebî veya rasulün hayatına yahut kıssasına tarihî bakış" başlığında 20 veya daha fazla peygamberin hayatını özet olarak zikretmiş oluyoruz.
Bilindiği gibi Hz. Süleyman (a.s.) Kur'anda Bakara, Nisa, En'am, Enbiya, Nemi ve Sebe surelerinde 16 yerde zikredilmiştir.
Şimdi de Allah'ın O'na verdiği nimetleri açıklayalım:[41]
1- Zekâsı ve yargılamadaki feraseti:
Allah Tealâ Hz. Süleyman'a (a.s.) nadir görülen bir
zekâ ile yargılama ve hüküm vermede isabet kabiliyeti bahsetmişti. Çobanın
koyunlarının zarar verdiği ekin kıssası hakkındaki hükmü buna delildir, onun
bu kıssadaki hükmü -Enbiya Suresi'nde beyan ettiğimiz gibi- babası Hz. Davud'un
hükmünden daha isabetli idi.
Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Davud'u ve Süleyman'ı da hatırla. Hani onlar ekin (meselesi) hakkında hüküm veriyorlardı. Hani kavmin davarı ekin içinde yayılmıştı. Biz onların hükmünün şahitleri olduk. Biz bu kıssayı hemen Süleyman'a anlatmıştık. Biz her birine hüküm ve ilim vermiştik. Dağları ve kuşları Davud ile birlikte teşbih etmek üzere emre hazır kılmıştık. Bunu yapanlar bizdik." (Enbiya, 21/78-79).
2- Ona kuş dilinin öğretilmesi: Allah Tealâ Hz. Süleyman'a (a.s.) kuş dilini öğretmişti. Hz. Süleyman (a.s.) kuşların muradını seslerinden anlıyordu. Nitekim Nemi Suresi'nin 16. ayetinin tefsirinde beyan edilmişti: "Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi. Bize her şeyden bir hisse verildi." Yani pek çok nimetler verildi. Başka hiçbir kimsenin bilmediği kelâmın öğretilmesi bu nimetlerdendir.
3- Rüzgârların onun emrine verilmesi: Hz. Süleyman (a.s.) rüzgârı istediği şekilde yönlendiriyor, ona belirli bir tarafa doğru esmesini emredebiliyordu.
Cenab-ı Hak bunu şöyle beyan etmektedir: "Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı verdik. Rüzgâr onun emriyle mübarek kıldığımız yere doğru akıp giderdi." (Enbiya, 21/81); "Biz rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr onun emriyle onun dilediği yere kolayca akar giderdi." (Sad, 38/36); "Rüzgârı Süleyman'ın emrine verdik ki sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi." (Sebe, 34/12).
4- Atları terbiye etme, kaliteli seçkin atları cihad
için yetiştirme: At besleme
şeriatımızda mendup olduğu gibi Hz. Süleyman (a.s.) şeriatında da mendup idi.
Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin Urve
el-Barikî'den naklettiği bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
"Atın alnında kıyamete kadar hayır (hem ecir hem de ganimet) tescil edilmiştir."
Hz. Süleyman (a.s.) bugün devlet başkanlarının millî bayramlarda yapılan askerî denetlemeleri gibi atları denetlerdi. Allah'ın emri ve dinini güçlendirme isteği sebebiyle atlan severdi. "Rabbimin zikri dolayısıyla" ifadesiyle anlatılan budur.
Hz. Süleyman (a.s.) atlara şeref vermek, düşmanlarla cihad etme yolunda atların nimet olduğunu takdir etmek, atların durumlarını, hastalıklarını ve ayıplarını yoklamak maksadıyla atların önünden tekrar geçirilmesini istemiş, ayaklarını ve boyunlarını sıvazlamıştı. Şu ayetlerin manası da bu idi:
"Biz Davud'a oğlu Süleyman'ı ihsan ettik. Süleyman ne güzel kuldu. Çünkü O daima Hakk 'a niyazda bulunan bir kimse idi. Hani ona öğleden sonra bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağının üzerinde duran süratli koşu atları gösterilmişti de Süleyman: "Gerçekten ben mal sevgisine Rabbimi zikretmek için düştüm. Nihayet bu atlar perdenin arkasına gizlenmişti. Süleyman: "Onları bana tekrar getirin." dedi. Hemen atların ayaklarını boyunlarını okşamaya taramaya başladı." (Sad, 38/30-33).
Bu ayetlerin -Razî'nin Tefsir-i Kebir'de zikrettiği gibi- peygamberlik makamıyla bağdaşmayacak şekilde tefsir edilmesi, atlarla meşgul olup ikindi namazı kılamaması, sonra da bu sebeple atların boyunlarını ve ayaklarını kesmesi şeklinde tefsir edilmesi batıl olup aslı yoktur.
5- Hz. Süleyman'ın (a.s.) imtihan edilmesi ve bir cesedin kürsüsünün üzerine atılması: Cenab-ı Hak bu atların arz edilmesi kıssasından sonra Hz. Süleyman'ın (a.s.) imtihana tabi tutulmasını beyan etti ve şöyle buyurdu:
"Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik: Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik. Sonra o yine eski haline döndü. Süleyman: Ey Rabbim! Beni mağfiret eyle. Bana öyle bir mülk ver ki, o benden başka hiçbir kimseye lâyık olmasın. Şüphesiz ki her şeyi bağışlayan sensin, dedi. Bunun üzerine biz de rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr onun emriyle onun dilediği yere kolayca giderdi. Ayrıca şeytanları, her çeşit bina ustasını ve dalgıçları da onun emrine verdik." (Sad, 38/34-37).
Razî bu ayetlerin tefsirinde Hz. Süleyman'ın (a.s.) kendisini son derece zayıflatan hatta şiddetinden dolayı kendisini ruhsuz bir cisim veya ceset haline getiren bir hastalıkla imtihan olunduğunu, sonra da sağlığına kavuştuğunu anlatmaktadır.
Allâme Ebu's-Suud ve Âlûsî bu ayetlerin tefsirinde Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde merfu olarak yer alan şu hadisin manasını tercih etmişlerdir:
"Süleyman (a.s.): Bu gece yetmiş hanımımı dolaşacağım, her biri Allah yolunda cihad edecek bir süvari dünyaya getirecek, dedi. Ama "İnşaallah" demedi. Hepsini dolaştı ama onlardan sadece bir kadın hamile kaldı. O da bir erkek çocuk parçası dünyaya getirdi. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki "inşaallah" deseydi dediği olur, hepsi Allah yolunda cihad edecek süvari gençler dünyaya gelirdi."
Buradaki 70'ten murad sayının kendisi değil çokluk ifade etmesidir. Zaten 70 sayısının Kur'an'da ve Arap dilindeki kullanılışında alışılagelen husus budur. Meselâ: "İster onlar için istiğfar et, isterse istiğfar etme. Onlar için yetmiş defa istiğfar etsen bile Allah onları asla bağışlamayacaktır." (Tevbe, 9/80). Yetmiş defa istiğfar etsen, yani çok istiğfar etsen de demektir.
Diğer tefsirlere gelince, bunlar karışıklıklarla ve israiliyat rivayetleriyle lekelenmiş olup bunlar sahih olmayan ve itimat edilmeyen rivayetlerdir.
6- Eritilmiş bakırın onun emriyle akıtılması: Cenab-ı Hak Hz. Süleyman (a.s.) için büyükçe taşlarla yapılan muazzam binaların, Süleyman heykeli diye bilinen heykel gibi yapıların sağlamlaştırılmasında kullanılması için eritilmiş bakırı kullanmaya hazır hale getirdi.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rüzgârı Süleyman'ın emrine verdik ki sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi. Erimiş bakır madenini onun için sel gibi akıttık." (Sebe1, 34/12).
7- Cinlerin onun emrine verilmesi: Cenab-ı Hak Sebe' Suresi'ndeki az önce geçen ayette Hz. Süleyman'a (a.s.) verdiği büyük nimetleri tek tek sayıp şöyle buyurdu.
"Huzurunda Rabbinin izniyle iş gören bazı cinler de vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa ona korkunç azaptan tattırırdık. Süleyman kalelerden, heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit kazanlardan ne dilerse onlar kendisine yaparlardı." (Sebe', 34/12-13).
Yine Cenab-ı Hak rüzgârın onun emrine verildiğini beyan ettikten sonra şöyle buyurdu: "Ayrıca şeytanları, her çeşit bina ustasını ve dalgıçları da (onun emrine verdik.)."
Bu ifadeden Cenab-ı Hakk'ın rüzgârı Hz. Süleyman'ın (a.s.) emrine verdiği gibi cinleri de onun emrine verdiği anlaşılmaktadır. Cinler Hz. Süleyman'ın (a.s.) ordusundan olup verdiği emirlere itaat ediyorlar, onun dilediği büyük binaları, sarayları ve heykelleri yapıyorlardı. Heykel yapmak onlara göre caiz idi. Ayrıca çok çok geniş olmaları sebebiyle havuza benzeyen büyük çanakları, sabit kazanları yapıyorlardı.
8- Sebe' Melikesinin müslüman oluşu ve tahtının
getirilmesi: Neml Suresi'nde geçen
"Hz. Süleyman ile Sebe' kraliçesi Belkıs kıssası"mn beyanından
öğrendiğimize göre Hüdhüd kuşu Hz. Süleyman'a (a.s.) Yemen beldelerinden Sebe'
şehrinde kavmiyle birlikte Allah'ı bırakıp güneşe tapan büyük bir kraliçenin
bulunduğunu, bu kraliçenin çeşitli inci ve mücevherle süslü muazzam bir tahtı
olduğunu bildirmişti. Hz. Süleyman da (a.s.) Hüdhüd kuşuyla Belkıs'a:
"Şüphesiz ki bu Süleyman'dan gönderilmektedir'? Şüphesiz ki
bu
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlamaktadır. Bana karşı baş kaldırmayın.
Müslümanlar olarak bana gelin diye yazılmıştır." şeklinde bir mektup
göndermişti.
Belkıs askerî büyük bir güce sahip olmakla birlikte ve adamlarının "Biz güç kuvvet sahipleri, çetin savaş erbabıyız." demelerine rağmen kavmini Süleyman'ın ordularına karşı koyacak güçleri olmadığı şeklinde ikna etti. Kâmil aklı ve zekâsıyla barışı, anlaşma, huzur içinde yaşama ve saldırmazlık anlaşmasını savaşa ve çarpışmaya tercih etti. Kavmiyle birlikte Hz. Süleyman'ın (a.s.) talebine icabet etti.
Hz. Süleyman da (a.s.) Belkıs'ı karşılamak üzere büyük bir saray bina ettirdi. Saray zeminini de billur kristal zemin olarak döşetti. Bu Yemenlilerin hiç görmedikleri yeni bir sanattı. Belkıs gelip de içeriye gireceği sırada bu kristal zemin altındaki suyu görerek suya giriyor zannetti. Elbiseleri ıslanmasın diye suya girmek için ayaklarını sıvadı.
Daha sonra Hz. Süleyman (a.s.) peygamberliğin delil ve risaletinin doğruluğunu gösteren bir mucize olması için Belkıs'ın Yemen diyarındaki tahtını yanına yani Şam diyarına bir anda getirtti. Bu genel-geçen tabiî şartlar üstünde, duyularımızı aşan şu ana kadar ilmin henüz sırrını ve esaslarını keşfedemediği ve Allah'ın insanı hayret ve dehşet içinde bırakan kudretine delâlet eden bir mucize idi. Bunun üzerine Belkıs müslüman olmuş ve Hz. Süleyman'ın risaletine iman etmişti. Belkıs şöyle diyordu: "Ey Rabbim! Gerçekten ben kendime yazık etmişim. Süleyman ile birlikte âlemlerin rabbi olan Allah'a teslim oldum, müslüman oldum."
9- Karınca kıssası: Hz. Süleyman (a.s.) Allah'ın öğretmesi ve irşadıyla kuşların dilini anladığı gibi karıncaların dilini de biliyordu. Bütün bunlar olağanüstü mucizelerdendir.
Hz. Süleyman'ın karıncanın hemcinslerine karşı hitap şeklini daha önce beyan etmiştik: "Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen askerleri toplandı. Hepsi bir arada sevkediliyorlardı. Nihayet karınca vadisine geldiklerinde bir karınca: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, aman Süleyman ve askerleri farkında olmayarak sizi ezmesinler." dedi. Süleyman karıncanın sözüne hafifçe güldü ve şöyle dedi: Rabbim! Bana ve anneme-baba-ma lütfettiğin nimete şükretmemi, razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et. Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat."
10- Hz. Süleyman'ın (a.s.) ölümü: Cenab-ı Hak Hz. Süleyman'ın ölümünü ağır işlerde onun hizmetinde çalışan cinlere göstermemişti. Hz. Süleyman (a.s.) ölümünden sonra yaklaşık bir sene gibi uzun müddet asasına dayanmış olarak bekledi. Bastonu kurt yeyince onu taşıyamaz hale gelmiş ve Hz. Süleyman <a.s.) yere düşmüş, onun bundan uzun bir müddet önce vefat ettiği anlaşılmıştı. Böylece cinlerin de insanların da gaybı kesinlikle bilmedikleri anlaşılmıştı. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştu: "Sonra biz ona ölüm hükmünü verince (dayandığı) asasını yemekte olan ağaç kurdundan başka bir şey bunun ölümünü onlara göstermedi. Bu suretle yere kapanıp yıkıldığı zaman belli oldu ki eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı öyle horlayıcı bir azap içinde kalıp durmazlardı." (Sebe1, 34/14).
Bu Allah'ın Hz. Süleyman'a (a.s.) bir ikramı, ona ölümünden sonra bile insanlar ve cinler üzerinde heybet vermesidir. [42]
45- Gerçekten biz Semud kavmine "Allah'a kulluk edin." desin diye kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Bir de ne görsün, onlar birbirleriyle çekişen iki fırka olmuşlardır.
46- Salih: "Ey kavmim! Niçin iyilikten önce hemen kötülüğün gelmesini istiyorsunuz? Allah'tan bağışlanmanızı dileseniz olmaz mı? Belki merhamet edilirsiniz." dedi.
47- Kavmi: "Senin ve seninle beraber bulunanların yüzünden uğursuzluğa uğradık." dediler. Salih de: "Sizin uğursuzluğunuzun sebebi Allah katındadır. Doğrusu siz imtihana çekilen bir kavimsiniz." (dedi).
48- O şehirde dokuz kişi vardı ki bunlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve insanları ıslah etmeye çalışmıyorlardı.
49- Bunlar Allah'a yemin ederek şöyle konuştular: "Onu ve ailesini bir gece baskınıyla öldürelim, sonra da akrabasına: Ailesinin öldürülmesinden haberimiz yok, bizler doğru sözlü kimseleriz, diyelim."
50- Onlar bir tuzak kurdular, biz de onlar hiç farkına varmadan tuzaklarını altüst ediverdik.
51- Tuzaklarının sonucu nasıl oldu, bir bak! Biz onları da kavimlerini de toptan helak ettik.
52- İşte şunlar zulümleri yüzünden çökmüş ve ıssız kalmış evleridir. Şüphesiz ki bunda bilen bir kavim için büyük bir ibret vardır.
53- Biz iman edenleri ve Allah'tan korkanları kurtardık.
"Kötülük" ile "iyilik" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. Azabın veya cezanın "kötülük" kelimesiyle ifade edilmesi mecazdır.
"Allah 'tan bağışlanmanızı dileseniz olmaz mı." ifadesi teşvik içindir.
"Onlar tuzak kurdular" ve "biz de tuzak kurduk" kelimeleri müşâkeledir. Allah Tealâ onları helak etmeyi müşâkele yoluyla hile (mekr) olarak adlandırdı. [43]
"Gerçekten biz Semud kavmine Allah'a kulluk edin" Allah'ı bir tanıyın "desin diye kardeşleri" yani kendi kabilelerinden "Salih'i peygamber olarak gönderdik." Salih (a.s.) "Bir de ne görsün" kavmi parçalanmış "onlar birbirleriyle çekişen" birbirleriyle tartışıp mücadele eden biri mümin diğeri kâfir "iki fırka olmuşlardır."
Salih kendini yalanlayanlara: "Ey kavmim! Niçin iyilikten önce hemen kötülüğün gelmesini" rahmetten önce azabın gelmesini, tevbe etmeden önce sahibine kötülüğü dokunacak olan cezanın gelmesini "istiyorsunuz?" Eğer senin bize getirdiğin gerçek ise o halde bize azabı getir, diyorsunuz? Şirk koştuğunuzdan dolayı "Allah'tan bağışlanmanızı dileseniz olmaz mı?" Tövbenizin kabul edilmesiyle "belki merhamet edilirsiniz" de azaba uğramazsınız. Zira azabın indiği anda tevbe kabul edilmez "dedi."
"Kavmi" Salih'e: "Biz senin ve seninle beraber bulananların" müminlerin "yüzünden uğursuzluğa uğradık" bizi parçaladın, yağmurdan mahrum kaldık, kıtlık başladı "dediler."
"Salih de: Sizin uğursuzluğunuzun" yahut size isabet eden hayır ve şerrin "sebebi Allah katındadır." Bu size gelen Allah'ın kaderidir, yahut Allah nezdin-de yazılı olan amelinizdir. "Doğrusu siz imtihana çekilen" hayır ve şerle denenen yahut iyiliğin ve kötülüğün peşpeşe gelmesiyle sınanan "bir kavimsiniz, dedi."
"O şehirde" Semud kabilesinin yaşadığı Hicr şehrinde "dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve insanları İslah etmeye çalışmıyorlardı. " Onların işi salâh halinden arınmış tam fesatçılık idi. İfsatları, dirhem ve dinarların bir kısmından çalıp çırpma gibi masiyetlerle oluyordu. Salâh ise ibadet ve itaatle olur.
"Bunlar" aralarında "Allah'a yemin ederek" birbirlerine "şöyle dediler: Onu ve ailesine bir gece baskını yapalım." Salih'i ve ona iman eden ahaliyi geceleyin bir komplo kurarak öldürelim. "Sonra da velisine" yani kan sahiplerine kısas isteme hakkı doğan kimselere: "Ailesinin öldürülmesinde bulunmadık." Bizim bundan haberimiz yok, onları kimin öldürdüğünü bilmiyoruz "bizler doğru sözlü kimseleriz, diyelim."
"Onlar" baskın yapmak üzerine bu şekilde anlaşarak "bir tuzak kurdular." Ayette geçen mekr, kötü bir amel için gizli bir tedbir demektir. "Biz de onlar hiç farkında olmadan onların tuzaklarını altüst ediverdik." Onları acilen ceza vererek cezalandırdık.
"... Biz onlarla kavimlerini" Cebrail'in çığlığıyla yahut meleklerin attığı onların gördüğü veya görmediği taşlarla "helak ettik."
"İşte şunlar zulümleri" yani küfürleri "yüzünden çökmüş" ıssız kalmış "evleridir. Şüphesiz ki bunda" kudretimizi "bilen" ve bundan ibret alan "bir kavim için" büyük bir "ibret" ve öğüt "vardır."
"Biz" Salih'e "iman edenleri" ki sayılan dört bin kadardı "ve Allah'tan korkanları" şirkten ya da küfür ve masıyetlerden sakınanları "kurtardık." Bu sebeple özellikle kurtuluşa nail oldular. [44]
Allah Tealâ İsrailoğulları'ndan olan Hz. Musa, Davud ve Süleyman (a.s.) kıssasını zikrettikten sonra Araplardan olan Semud kavminin -yani birinci Ad kavminin- ve neseben kardeşleri olan Hz. Salih'in kıssasını zikretti.
Böylece Kureyşlilere ve Araplara daha önce Araplar'dan gelen peygamberlerin de sadece Allah'a ibadet etmeye davet ettikleri uyarısında bulunuyor, onların putlara tapmakla sapıklık içinde olduklarını, Arap olsun olmasın bütün peygamberlerin asıl davalarının hiçbir ortağı bulunmayan ve tek olan Yüce Allah'a ibadet etmeye davet etmek olduğunu bildiriyordu.
Geçmiş tarihte yaşanan bütün bu kıssalar Hz. Muhammed'in (s.a.) Allah'ın Rasulü olduğuna ve onun Kur'an-ı Kerim'i sonsuz hikmet ve ilim sahibi Allah tarafından aldığına delil, her kâfir ve müşrike ise uyarı ve tehdittir. [45]
"Gerçekten biz Semud kavmine "Allah'a kulluk edin" desin diye kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Bir de ne görsün, onlar birbirleriyle pekişen iki gurup olmuşlar."
Yani andolsun ki biz Arap asıllı Semud kabilesine nesep ve kabile yönünden kardeşleri olan Salih'i tek olan ve ortağı bulunmayan Yüce Allah'a kulluk rdin diye gönderdik. Onlar da iki guruba ayrıldılar:
- Biri O'nun peygamberliğini ve Rabbi nezdinden getirdiği hususları tas-ük eden mümin gurup,
- Diğeri O'nun getirdiğini yalanlayan kâfir gurup.
İki gurup din konusunda birbirleriyle çekişiyor ve mücadele ediyorlardı. Her gurup: "Hak benimle birliktedir. Benden başkası batıldır." diyordu.
Cenab-ı Hak bu durumu bir başka surede şöyle anlatıyor: "Kavminden zuyüklük taslayan ileri gelenler kendilerince her görülenlere iman edenlere şöy-«f dediler: Siz Salih'in gerçekten Rabbi nezdinden gönderilmiş bir peygamber :ıduğunu biliyor musunuz. Onlar da: Biz doğrusu onunla ne gönderildiyse ona iman etmişiz, dediler. Büyüklük taslayan kimseler: Biz doğrusu o sizin iman ettiğiniz şeylere inanmıyoruz, dediler." (A'raf, 7/75-76).
"Salih: Ey kavmim! Niçin iyilikten önce hemen kötülüğün gelmesini istiyorsunuz? dedi." Yani Salih şöyle dedi: Ey kavmim! Niçin siz sizi davet ettiğim şeyle amel edip, iman ederek Allah'ın rahmetini ve sevabını istemeden önce derhal azabın ve cezanın inmesini istiyorsunuz.
Maksat şudur: Şüphesiz Allah size iman etmek suretiyle kendi rahmetine ve sevabına ulaşma imkânı verdi. Niçin bundan yüz çevirip onun azabının derhal gelmesini istiyorsunuz?
Hz. Salih (a.s.) tek olan Allah'a iman etmezlerse kavmine gelecek azapla tehdit ettiği zaman onların cevabı şu oldu: "Ey Salih! Eğer peygamberlerden isen bize vaad ettiğin şeyi getir" (A'raf, İlli).
"Salih: Allah'tan bağışlanmanızı dileseniz olmaz mı? Belki merhamet edilirsiniz." Yani Allah'tan mağfiret isteseniz, rahmete nail olmanız için küfrünüzden dolayı Ona tevbe etseniz olmaz mı. Çünkü azap indiği zaman tevbe etmeniz fayda vermez. Onların cevabı ise şu oldu:
"Kavmi Salih'e: Senin ve seninle beraber bulunanların yüzünden uğursuzluğa uğradık, dediler." Yani kavmi şiddet ve kızgınlıkla Salih'e şöyle dediler: Andolsun ki sen ve seninle beraber iman edenler yüzünden uğursuzluğa uğradık. Sizden hiçbir hayır görmedik. Zira üzerimize peşpeşe belâlar geldi. Siz bu dininizi icad edeli beri aramızda ayrılık meydana geldi, dediler. Bu bedbahtlıkları sebebiyle onlardan herhangi birine bir kötülük isabet ettiği zaman onlar: "Bu Salih'in ve dostlarının tarafındandır." derlerdi.
Mücahid diyor ki: Onlar sebebiyle uğursuzluğa uğradıklarını söylerlerdi.
Bu aynen Cenab-ı Hakk'm Firavun kavmi hakkında haber verdiği durum gibidir: "Onlara bir iyilik geldiği zaman "Bu zaten bizim hakkımızdır." dediler. Onlara bir kötülük isabet ettiği zaman "Bu uğursuzluğun Musa ve Musa ile beraber olanlardan." derlerdi." (A'raf, 7/121).
Uğursuzluk, Arapların taş vb. bir şeyle kuş uçurmaları âdeti sebebiyle "tetayyur (kuş uçurma)" şeklinde adlandırılmıştır. Bu uçurulan kuş sağa doğru uçarsa bunu uğurlu kabul ederler ve buna "sânih" ismini verirlerdi. Kuş sola doğru yönelirse bunu uğursuz sayarlar ve buna da "bârih" derlerdi.
"Salih de: Sizin uğursuzluğunuzun sebebi Allah katındadır, dedi." Yani sizin uğurlu veya uğursuz saydığınız şeyler, size isabet eden hayır veya şer, size isabet eden Allah'ın kaderidir.
Bu, Allah katında yazılmıştır. Allah size bunun karşılığını verecektir. O dilerse size rızık verir, dilerse sizi mahrum eder, dedi. Kaza ve kader insana süratle geldiği için "tâir (talih kuşu)" olarak adlandırılmıştır. Bu aynen şu ayet gibidir: "Onlara bir iyilik isabet ettiği zaman: "Bu Allah tarafındandır." derler. Bir kötülük isabet ettiği zaman da: "Bu senin yüzündendir." derler. De ki: Hepsi Allah tarafındandır." (Nisa, 4/78).
"Doğrusu siz imtihana çekilen bir kavimsiniz." Siz, Allah beni size gönderdiği zaman itaat ve masıyetle imtihana çekiliyorsunuz. Eğer itaat ederseniz Allah size sevabınızı bol bol verir. Eğer isyan ederseniz size ceza gelir.
İbni Kesir diyor ki: Anlaşılan şudur ki "imtihana çekiliyorsunuz" ifadesinin manası içinde bulunduğunuz sapıklıkta size istidrac olarak birtakım imkânlar verilmekte, denenmektesiniz. Hangi şekilde olursa olsun maksat kendilerine fenalığın gelmesinin sebebinin onların isyan etmeleri olduğunu beyan etmektir.
Cenab-ı Hak daha sonra Semud'un tağutları ve fesatçı liderlerini, oturdukları şehrin pek çok fesadın yuvası olduğunu anlattı:
"O şehirde dokuz kişi vardı ki bunlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve insanları İslah edip düzeltmeye çalışmıyorlardı." Yani semud kabilesinin şehri olan Hicr şehrinde dokuz kişi vardı ki bunlar İslahla hiç ilgisi olmayan fesada dalmışlardı. Bu kişiler kavimlerini sapıklığa, küfre ve Hz. Salih'i yalanlamaya davet edenlerdi. İlâhi mucize olan deveyi kesmek, Hz. Salih'i ve O'na iman edenleri öldürmek üzerine anlaşmışlardı. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"Bunlar aralarında Allah'a yemin ederek şöyle konuştular: Salih'i ve jilesini bir gece baskınıyla öldürelim, sonra da akrabasına: Ailesinin öldürülmesinden haberimiz yok, bizler doğru sözlü kimseleriz." diyelim."
Yani onlar deveyi kestikten sonra Hz. Salih (a.s.) hakkında müşavere ederek birbirlerine şöyle dediler: Yemin edelim. O'nu ve O'nunla birlikte iman edenleri geceleyin bir baskın düzenleyerek öldürelim.
Bu Allah'ın peygamberi Hz. Salih'i geceleyin haince öldürme üzerine japılan bir antlaşma idi. Bunlar daha sonra Salih (a.s.) ölünce kanına veya kısasına talip olacak velilerine, akrabalarına: "Biz onların öndürülmesinde Dulunmadık. Bunları kimin öldürdüğünü bilmiyoruz. Biz sözünde sadık kimseleriz. Yani biz her iki taraftan Salih'in ehlinden hiç kimseyi öldürmedik." iemek üzere antlaştılar.
Zemahşerî: "Bu ayette şeriatı ve şeriatın yasaklarını bilmeyen ve bu husus akıllarına bile gelmeyen kâfirler nezdinde de yalanın çirkin olduğuna kesin bir delildir." demiştir. Zemahşerî'nin bu sözü "Aklın güzeli ve çirkini şeriatten önce :drak edeceği, yalanın da aklen çirkin olduğu" şeklindeki mu'tezile inancına göredir.
Bu kişilerin Hz. Salih'i öldürme komploları, Hz. Salih'in, deveyi öldürdükleri için onları tehdit edip onları "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte bu alanlanamayacak bir tehdittir." (Hud, 11/65) demesinden sonra idi.
Fakat Cenab-ı Hak onlara ilâhî tuzak kurmuş, planlarını boşa çıkarmış, nusibeti onların üzerine çevirmişti. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Onlar bir zızak kurdular, biz de onlar hiç farkına varmadan tuzaklarını alt-üst ediver-zık." Yani onlar bir komplo kurdular, gizli bir plan yaptılar. Fakat biz onları imzalandırdık ve helak ettik. Onları azabın geleceğini hissetmeden derhal cezalandırdık. Kötü hile ancak sahibine zarar verir.
"Tuzaklarının sonucu nasıl oldu, bir bak! Biz onları da kavimlerini de toptan helak ettik."
Ey Rasul! Ey bu ayeti işitenler! Düşünün! Onların planlarının sonucu nasıl oldu bir bakın. Biz onları da kavimlerini de tamamen yok ettik. Onlardan sadece Salih'e iman edenleri bıraktık.
"İşte şunlar zulümleri yüzünden çökmüş ve ıssız kalmış evleridir. Şüphesiz ki bunda bilen bir kavim için büyük bir ibret vardır." Onlara inen azabın izlerinden biri de evlerinin kendi kendilerine yazık etmeleri sebebiyle bomboş kalmasıdır. Bu cezada ilim ve irfan ehli için, Allah'ın mahlukatı hakkındaki ilâhî sünnetini bilenler ve neticelerin sebeplere bağlı olduğunu bilenler için ibret ve öğüt vardır. Allah'ı inkâr eden ve peygamberlerini yalanlayan kimselere tuğyanlarından, inatlarından ve inkârlarından vazgeçmeyen kimselere yazıklar, çok çok yazıklar olsun. Müminlere gelince onlar Cenab-ı Hakk'ın şu ayette buyurduğu gibi daima kurtuluşa erenler olacaktır:
"Biz iman edenleri ve Allah'tan korkanları kurtardık." Yani Hz. Salih'i ve ona iman edenleri azaptan kurtardık. Onlar da Şam diyarına doğru gittiler. Filistin'de Remle kasabasına yerleştiler. Zira iman etmek ve Allah'a itaat ederek onun azabından sakınmak dünya ve ahiret azabından kurtulmak için daimî bir sebeptir.
Bundan maksat Kureyşlilere ve diğer Araplara hatırlatmada bulunmak ve onları eğer inkarcılık ve inatçılıklarında devam ederlerse emsalinin azaba uğradığı gibi onların da azaba uğrayacakları, Muhammed (s.a.) ile onun risaletini tasdik eden müminleri Allah'ın rahmeti ve lütfuyla kurtaracağı şeklinde uyarıda bulunmaktır. [46]
Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:
1- Peygamberlik geldikten sonra insanların iki guruba ayrılacakları gayet açıktır: Bir gurup mümin, bir başka gurup kâfir olacaktır. Bu kötü bir şey değildir. Bu sadece nebevî risaletin eserlerinden tabiî bir sonuçtur. Bu kâfirlerin aleyhine bir hüccet olup peygamberlere düşmanlık etmelerine bir vesiledir.
2- İlâhî risalete muhatap olan bu kavim kendileri için hayırlı fırsatı geçirmeleri sebebiyle hatalı davranıp ihmalkârlık edenlerdir.
Bunun için Hz. Salih (a.s.) onlara: "Siz niçin iyilikten önce hemen kötülüğün gelmesini istiyorsunuz?" dedi. Yani size sevap getirecek olan imanı bırakıyor, azap getirecek olan küfrü öne alıyorsunuz, demek istiyordu. Halbuki kavmi son derece inkarcı olmaları sebebiyle: "Bize azabı getir." diyorlardı. Onlar imanın rahmete sebep olduğunu, küfrün de azaba sebep olduğunu idrak etmiyorlardı.
3- Cehalet ve inatçılık Hz. Salih'in kavmini tamamen kaplamıştı. Çok sert bir şekilde: "Senden de sana iman edenlerden de uğursuzluk gördük." demişlerdi.
Şu'm, uğursuzluk demektir. Uğursuzluk inancı kadar bir görüşe zarar veren, veya bir tedbiri ifsat eden bir başka şey yoktur. Kim ineğin böğürmesinin veya karganın sesinin bir kazayı engelleyeceğini veya bir kaderi ortadan kaldıracağını zannediyorsa bilgisizlik içinde demektir.
Araplar insanlar arasında uğursuzluğu en çok dile getiren kimselerdi. Bir yolculuğa çıkacakları zaman bir kuş uçururlardı. Kuş sağa doğru uçarsa yolculuğa çıkar ve bu yolculuktan bereket umuyorlardı. Kuş sola doğru uçarsa yolculuğa çıkmaz ve bu yolculuğu uğursuz kabul ederlerdi.
Peygamberimiz (s.a.) bundan nehyetti. Ebu Davud ve Hakim'in Ümmü Kürz'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte: "Kuşları yuvalarına yerleştirin." yani kuş uçurmaym, buyurmuştur.
Hz. Salih (a.s.) kavmine: "Sizin uğursuzluğunuzun sebebi Allah katın-iadır." Yani musibetleriniz Allah'ın takdiridir, "Doğrusu siz imtihana çekilen bir kavimsiniz." dedi. Bir başka tefsire göre: "Siz günahlarınızla azaba uğ-ruyorsunuz." demiş olmaktadır.
4- Kötülük öncüleri ve küfür davetçileri kıyamet gününde en şiddetli azaba uğrayacaklardır. Onlara azap kat kat verilecektir.
Bu sebeple Kur'an Hz. Salih'in (a.s.) şehri olan Hicr halkından dokuz kişiyi özellikle kınamıştır. Bunlar şehrin büyükleri idiler. Yeryüzünde fesat çıkarıyorlar, bozgunculuğu emrediyorlar ve kavimlerini küfür ve sapıklığa davet ediyorlardı. Deveyi boğazlayan "Kudâr b. Salif bu suçlu dokuz liderden Diriydi. Deveyi kesmeleri ve Allah'ın peygamberi Hz. Salih'i öldürmek üzere --vomplo kurmaları onların tuğyanlarını artırmıştı. Bu kimseler kavmin en ileri gelen ailelerinin çocukları olmalarına rağmen Salih kavminin en azgınları idiler.
5- Bir peygamberi öldürmek için komplo kurmak gibi alçakça hareketler, gizli planlar ve her çeşit hilelerin kötü bir akibeti vardır. Kötü plan sadece sahibine zarar verir. Bunun için Semud kabilesine verilen ceza yani küfürleri • e tuğyanları sebebiyle verilen ceza yok olmak ve Cebrail'in (a.s.) çığlığıyla ve meleklerin üzerine öldürücü taş yağdırması suretiyle helak olmaktır.
Kurtubî diyor ki: Tercih edilen görüşe göre dokuz kişi hususî bir azapla nelâk oldular. Semud kavminden geri kalanlar çığlıkla ve gürültü ile helak ol-iular.
6- Semud kavminin helak olma izleri Semud kavminin kötü fiillerine şahit jlarak ayakta kalmıştır. İnkarcılık, fesatçılık ve masıyetlerle kendi nefislerine zulmetmeleri sebebiyle Semud kabilesinin evleri içlerinde oturanlardan tamamen boşalmış halde korunmuştur. Bu hususta ibret alacaklar için ibretler var-
iır.
7- Allah, Hz. Salih'e iman edenleri kurtardı. Çünkü onlar Allah'tan korkan, azabından sakınan mümin kimselerdi. Rivayete göre Hz. Salih'e dört bin erkek iman etmişti. Bu aynı zamanda dünya ve ahirette iman ehli için kurtuluş ve rahmet müjdesi idi.
Allahım! Ey rabbimiz! İman ve sana ibadette ihlâs hususunda bize sebat ihsan eyle. Bizi isyandan uzaklaştır. Biz azabından korkuyoruz. Bizi dünyanın azabından ve ahiret azabının dehşetinden koru ey Rahmet edenlerin en rahmetlisi! [47]
54- Lût'u da (peygamber olarak gönderdik.) Lût o zaman kavmine şöyle demişti: "Siz göz göre göre hâlâ o iğrenç fiili işleyecek misiniz?
55- Siz kadınları bırakıp şehvete kapılarak erkeklerle mi temas ediyorsunuz! Doğrusu siz cahil bir kavimsiniz."
"Siz göz göre göre hâlâ o iğrenç fiili işleyecek misiniz?" Buradaki soru azarlama ve inkâr anlamında bir sorudur.
Kelime ve İbareler:
Lût'u da yani Hz. Lût'u da hatırla yahut onu da biz peygamber olarak gönderdik. Daha önce geçen Hz. Salih kıssasındaki "Biz gönderdik." cümlesi buna delâlet eder.
"Lût o zaman kavmine şöyle demişti: Siz göz göre göre..." hayasızlık olduğunu bile bile "hâlâ o iğrenç fiili" livatayı "işleyecek misiniz?" Buradaki görme kalbî basirettendir. Zira çirkin fiilleri çirkin olduğunu bilen kimsenin işlemesi daha çirkindir. Yahut birbirinizin iğrenç fiile daldığını, onu ilân ettiğini gözlerinizle görüyorsunuz demektir. Bu ise daha da çirkindir.
"Siz" şehveti tatmin için yaratılan "kadınları bırakıp şehvete kapılarak erkeklerle mi temas kuruyorsunuz?" Ayetteki "şehveten" kelimesi onların fuhuş işlediklerini beyan etmektedir. Bunun sebebinin şehvet olduğunun bildirilmesi ise o fiilin çirkinliğine işaret etmek ve cinsî ilişkideki hikmetin sadece cinsî arzuyu tatmin olmayıp neslin çoğalmasını talep etmek olduğuna dikkat çekmek içindir. "Doğrusu siz" yaptığı işin sonucunu bilmeyen "cahil bir kavimsiniz." Ya da bunun çirkinliğini bilmeyen kimse gibi davranıyorsunuz. Yahut güzel ile çirkini ayırd edemeyen beyinsiz kimse gibi hareket ediyorsunuz. [48]
Bu kıssa bu suredeki dördüncü kıssadır. Ancak kıssanın tamamı gelecek :üz'ün başlangıcıdır. Bu kıssa ile, önceki kıssalar gibi önceki isyankârlara, kavimlere inen azaba benzer azap inmemesi için Allah'ın emirlerine aykırı davranmaktan, iğrenç davranışlar ve büyük masiyetler işlemekten sakındırmak amacı güdülmüştür. [49]
"Lût'u da peygamber olarak gönderdik. Lût o zaman kavmine şöyle demişti: Siz göz göre göre hâlâ o iğrenç fiili işleyecek misiniz?"
Ey Rasul! Kavmine Lût (a.s.) kıssasını anlat. Bir zaman Lût (a.s.) daha önce hiçbir kimsenin işlemediği çirkin fiili işlemekten dolayı gelecek Allah'ın azabına karşı kavmini uyardı. Lût (a.s.) kavmini yadırgayarak ve azarlayarak şöyle dedi: Bu fiilin çirkinliğini bilmenize rağmen bu çirkin fiili -kadınları bırakıp erkeklerle cinsî temas kurma fiilini- işliyorsunuz. Bilen kimsenin çirkin fiili işlemesi başkasının işlemesinden daha çirkindir. Yahut siz meclislerinizde çirkin fiil işlerken birbirinizi gördüğünüz halde bu iğrenç fiili işlemeye devam mı edeceksiniz?
Lût (a.s.) kapalı bir ifadeden sonra yaptıklarını açık bir şekilde anlattı: "Siz hâlâ kadınları bırakıp şehvete kapılarak erkeklerle mi temas ediyorsunuz! Doğrusu siz cahil bir kavimsiniz."
Bu ikinci bir azarlamadır. Yani siz nasıl kadınları bırakıp erkeklere yaklaşmayı kabul edebiliyorsunuz? Bu cinsî sapıklıktır, fıtrata terstir. Allah'ın helâl kıldığı hanımlardan yararlanmayı terk etmektir. Gerçekten siz cahil, beyinsiz bir kavimsiniz. Siz hiçbir şeyi, ne tabii olanı ne de şer'î olanı bilmiyorsunuz. Bu iğrenç davranışın sonucundan habersizsiniz. Güzelle çirkini ayıramıyorsunuz. İğrenç davranışı size mubah olan kadınlara tercih ediyorsunuz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Siz Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp da insanların içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz. Hayır siz hakkı aşan bir kavimsiniz." (Şuara, 26/165-166). "Tübsırûn" kelimesi ilimle tefsir edilirse sonra da "techelûn (cahilce davranıyorsunuz)" denirse nasıl bilenler cahil kimseler olmaktadır?
Bunun cevabı -Zemahşerî'nin zikrettiği gibi- şudur: Bununla murad edilen mana şöyledir: Siz bunun fuhuş ve hayasızlık olduğunu bilmenize rağmen bunları bilmeyen kimselerin davranışı gibi davranıyorsunuz, yahut sonucunu bilmiyorsunuz. Ya da ayetteki "cehalet" ifadesiyle bu kavmin içinde bulundukları beyinsizlik ve taşkınlık murat edilmiştir. Yani bunlar beyinsiz ve taşkın kimselerdir. Hiçbir münkere karşı bunun gibi şiddetli bir hücumla karşı çıkılıp karalama hücumu yapıldığını görmüyoruz. "Erkeklere yaklaşıyorsunuz." ifadesi ters bir davranış olup hayvanlar bile bunu reddetmektedir. "Kadınları bırakıp" ifadesi de tabiî ve efdal olan şeyden sapmayı işaret etmektedir. Bu büyük bir hata ve çirkin bir fiildir. "Doğrusu siz cahilce davranan bir topluluksunuz." ifadesi onların güzel ile çirkin arasındaki farkı ayırd edemeyen ve düşüne-meyen beyinsiz cahillerin davranışıyla davrandıklarını bildirmektedir. Bu sebeple bu fiil onlar için sabit ve değişmez bir vasıf halini almıştır.
Bu hücumun ve aşağılamanın karşısında fiillerinin şiddetine ve çirkinliğine rağmen aklı selim terazisinde makul ve makbul olmayacak cevaplarla karşılık verdiler. [50]
56- Kavminin cevabı sadece: "Lût ailesini kasabanızdan çıkarın. Çünkü onlar temiz kalmak isteyen kimseler-miş." demek oldu.
57- Bunun üzerine biz de, geride kalıp helak edilenlerden olmasını takdir ettiğimiz karısı hariç, Lût'u ve ailesini kurtardık.
58- Onların üzerine öyle bir yağmur indirdik ki?.. Uyarılanların yağmuru ne kötüdür!
"Lût ailesi" Hz. Lût'un aile halkı demektir. "Çünkü onlar temiz kalmak isteyen kimselermiş." Yani kendilerini bizim fiillerimizden uzak tutan kimse-lermiş.
"...geride kalıp helak edilenlerden olmasını takdir ettiğimiz" yani azapta kalanlardan olmasına hükmektiğimiz kimse.
"Onların üzerine öyle bir yağmur indirdik ki!" Onların üzerine pişmiş tuğladan taş attık ve bu taşlar onları helak etti. [51]
Bu ayetler Hz Lût (a.s.) ile kavmi kıssasının devamını ve Hz Lût'un uyarısına karşı kavminin cevabını anlatmaktadır.
"Kavminin cevabı sadece: Lût ailesini kasabanızdan çıkarın... demek oldu.." Yani Lût kavmi bu çirkin fuhşu işlemekte ısrarlı olduklarını ilân etti. Aralarında istişare ettikten sonra Lût'a şu cevabı verdiler: Lût'u, ailesini, onunla beraber olanları beldenizden çıkarın. Çünkü bunlar sizin memleketinizde size komşu olmaya lâyık değildirler. Böylece onların nasihatından ve irşadından kurtuluruz. Çünkü bu belde bizim beldemizdir. Lût ve cemaatı ise bize yabancıdır.
Onları beldelerinden çıkarmalarının yahut uzaklaştırmalarının sebebi şuydu:
"Çünkü onlar teiniz kalmak isteyen kimselermiş." Yani bizim davranışlarımızı sakıncalı görüyorlar, yaptıklarımızı kabul etmiyorlar.
Fasıklann tavrı her zaman böyle olmuştur. Onlar kendilerini ayıplayan veya kendilerine itiraz eden hiçbir kimse bulunmadan rezalete alabildiğine dalmaya devam etmek için; fesatlarının, kirli işlerinin ıslah erbabının sözleriyle bulandırılmasını (!) istemezler.
Hz Lût (a.s.) ile ailesini oradan çıkarmaya kesin karar verdiklerinde Allah kasabalarını başlarına yıktı. Allah'a itaatten yüz çeviren kâfirlere de benzeri muamele yapılabilir. Allah salih müminleri kurtarmıştır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Bunun üzerine biz, geride kalıp helak edilenlerden olmasını takdir ettiğimiz karısı hariç, Lût'u ve ailesini kurtardık."
Yani Lût'u ve ailesinden onun peygamberliğine iman eden kimseleri kurtardık. Kavminin iğrenç fiillerinden hoşnut olan, kavmiyle işbirliği içinde olan ve temas kurmaları için Lût'un misafirlerinin geldiğini kavmine bildiren karısına gelince onun azapta ebedi kalanlardan olacağına hüküm verilmiştir. Çünkü münkere razı (haram ve çirkin davranışlardan hoşnut) olan kimse bunu yapmasa da bu davranışı ikrar ediyor demektir. Dolayısıyla ona da bu fiili işleyenlerin cezası verilir.
"Onların üzerine öyle bir yağmur indirdik ki! Uyarılan (ama yola gelmeyen) kimselerin (üzerine yağan taş) yağmuru ne kötüdür."
Yani biz onların üzerine pişmiş tuğladan taşlar yağdırdık. Bu onları helak etti ve yerin dibine geçirdi. Kendisine hüccet verilip ilâhî uyarı ulaşan peygambere muhalefet ederek onu yalanlayan ve kasabalarından çıkarmaya teşebbüs eden ve azapla uyarılmış kimselere yağan taş yağmuru ne kötüdür. İşte fasıklann sonucu budur. [52]
Allah Tealâ'mn adaleti herhangi bir kavme uyarıda bulunmadan azap etmemek, nasihat ve irşad etmeden, mühlet tanımadan derhal cezalandırmamak şeklinde tecelli etmiştir.
İşte Allah'ın nebisi Lût aleyhisselâmın da Sodom halkına karşı muamelesi de böyle olmuştur. Hz. Lût (a.s.) onların hayasızlık olduğunu bilerek işledikleri çirkin ve iğrenç fiillerini şiddetle kınamış ve onları azarlamıştı. Bu fiil en büyük cürüm, en dehşetli günah ve masiyet idi. Rivayete göre Sodom halkı bu iğrenç fiili gündüz açıktan yapıyorlar; azgınlıkları ve hayasızlıkları sebebiyle birbirlerine karşı örtünmüyor ve sakınmıyorlardı.
Hz. Lût (a.s.) daha sonra bu iğrenç fiili açıkça ifade etti. Bu fiilin son derece çirkin ve kötü olması sebebiyle bunu açığa vurdu. Onları bunun haram olduğuna ya da bunun cezasını bilmemekle, cahillikle tavsif etti. Artık onlara bu iğrenç fiilin şiddetle haram olduğunu bildiriyor ve onları cezanın korkunç ve azabın acıklı olacağını beyan ederek uyarıyordu.
Fakat Lût kavmi sapıklığa iyice dalmış, fasıklıkta battıkça batıyordu. Masiyetlerinde ısrar ettiler ve aralarında Lût ve ailesini kasabalarından kovmak üzere anlaştılar. Alaylı bir tarzda "Onlar temiz kalmak isteyen kim-selermiş!" Yani erkeklerin arkalarına yaklaşmaktan sakınırlarmış! diyorlardı.
Allah'ın Hz. Lût ile onun risaletine iman eden ve bu isyankâr fasıklarm kirli fiilleriyle lekelenmekten son derece sakınan yakınlarını azaptan kurtarması ilâhî rahmetin gereği idi. Ancak kavminin çirkin fiillerine razı olan Lût'un hanımı kavmiyle birlikte ebedî azapta kalacaktır.
Yine Cenab-ı Hakkın bu isyan ve fuhuşta ısrar eden, azapla uyarıldıkları halde bu uyarıya kulak vermeyen kimseleri cezalandırması da adaletin gereğidir.
Allah onların üzerine gökyüzünden nezdinde işaretlenmiş, üzerlerinde isimleri bulunan pişmiş tuğladan yapılmış taşlar indirmişti. Bu azap zalimlerden hiç de uzak değildir. Hepsi helak olmuşlardı. Bu uğursuz akıbet ne de kötüdür! [53]
59- De ki: Hamd olsun Allah'a... Selâm olsun seçtiği kullarına... Allah mı daha hayırlı, yoksa müşriklerin O'na ortak koştukları şeyler mi?
60- O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren mi? Ki biz o su ile sizin bir tek ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz nice güzel bahçeler yetiştirdik. Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Hayır! Fakat onlar haktan uzaklaşan bir kavimdir.
61- O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa yaşamaya elverişli halde yaratan, içinde ırmaklar akıtan ve oraya sabit dağlar yerleştiren ve iki denizin arasına engel koyan mı? Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Hayır! Doğrusu onların çoğu bilmezler.
62- O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa darda kalana kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötü durumu kaldıran ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Ne kadar da az düşünüyorsunuz!
63- O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa kara ve denizin karanlıklarında size yol gösteren, rüzgârları rahmetinden önce müjdeci olarak gönderen mi? Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Allah onların kendisine ortak koştukları şeylerden münezzehtir.
64- O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa bütün varlıkları yoktan var eden, sonra da tekrar diriltecek olan, sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah'la birlikte başka ilâh mı var? De ki: Eğer sözünüze sadık kimselerseniz delilinizi getirin.
"Allah mı daha hayırlı, yoksa (müşriklerin) O'na ortak koştukları şeyler mi?" Bu ifade susturma ve hafife alma amacı güdülen bir sorudur.
"Rahmetin önünde" ifadesi istiaredir. Yağmurun yağmasından önce demektir. "İki el" ile ön ciheti için istiare yapılmıştır.
"Bütün yaratıkları yoktan var eden, sonra da diriltecek olan" cümlesinde tezat sanatı yapılmıştır.
"Kararan" ve "enhâran" kelimeleriyle "yüşrikûn", "ya'dilûn", "ya'lemûn" ve "tezekkerûn" kelimelerinde söze güzellik veren fasılalara riayet etme esası uygulanmıştır. [54]
Ey Rasul! "De ki:" Geçmiş ümmetlerden olan kâfir ve facirlerin helak olması dolayısıyla "Hamd olsun Allah'a. Selâm olsun seçtiği" peygamberlik için tercih ettiği "kullarına!" Çünkü peygamberler seçkin ve tercihe lâyık kullardır.
"Allah mı" kendisine ibadet eden kimse için "daha hayırlıdır, yoksa müşriklerin ortak koştukları şeyler mi?" Bunlar Allah Tealâ'ya başka ilâhları ortak koşan Mekkelilerdir. Yani şirk koşmaları onlar için hayırlı bir şey midir? Bu ifade onları hiçe alma ve görüşlerini basite alma ifadesidir. Zira bilinmektedir ki onların Allah'a şirk koştukları şeylerde asla hiçbir hayır yoktur ki onlarla her çeşit hayrın kaynağı olan Allah arasında mukayese mümkün olsun.
"O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır yoksa" varlıkların asıl yerleri ve istifade kaynağı olan "gökleri ve yerleri yaratan ve sizin için" sizin istifadeniz için "su indiren" Rabbiniz "mi?"
"Fe-enbetnâ" kelimesiyle bu fiilin zatına mahsus olduğunu tekit etmek ve son derece güzel çok çeşitli bitkilerin bulunduğu bahçeleri bitirmeye ve yetiştirmeye kendisinden başka hiçbir varlığın muktedir olmayacağına dikkat çekmek için üçüncü (gaib) şahıstan birinci şahsa geçiş (iltifat) sanatı yapılmıştır.
Bu sebeble Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizin bir tek ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz" yani buna muktedir olmayacağınız "nice güzel" göz kamaştırıcı, eşsiz, "bahçeleryetiştirdik."
"Allah'la birlikte başka ilâh mı var?" O yaratıcılık ve var etmede tek olduğu halde O'ndan başkası Ona yakın olabilir, O'na ortak olabilir mi? "Hayır! Fakat onlar haktan uzaklaşan" Allah'ın birliği olan haktan yüz çeviren, haktan sapan "bir kavimdir."
"O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa yeryüzünü yaşamaya elverişli" insanın üzerinde istikrar bulacağı, üzerindekileri sarsmayacak "şekilde yaratan, içinde" ortasında "ırmaklar yaratan ve oraya sabit" sarp ve ulu "dağlar yerleştiren" tatlı ve tuzlu "iki denizin arasına" birbirlerine karışmamaları için "engel" yani ikisini birbirinden ayıran perde "koyan" Allah "mı? Allah'la birlikte başka ilah mı var? Hayır doğrusu onların çoğu" hakkı yani tevhidi "bilmezler." Allah'a şirk koşarlar.
"O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa darda kalana" sıkıntının Allah'a iltica etmeye ve yalvarmaya mecbur kıldığı kişiye "dua ettiği zaman" duasına "icabet eden" mi? "Kötü durumu kaldıran" darda kalan kimsenin veya başkalarının sıkıntısını gideren "ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan" sizden öncekilerin yerine oturmak ve tasarrufta bulunmak üzere sizi yeryüzünde varis kılan Allah "mı?" (Hulefâ) kelimesi mülk ve hakimiyet manasındaki (hilâfet) kökünden gelmiştir. "Yeryüzünün halifeleri1 isim tamlaması (yeryüzünde halifeler) manasındadır. Yani her nesil kendisinden önceki neslin yerine geçmektedir. Size bu genel ve özel nimetleri veren "Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Ne kadar da az düşünüyorsunuz?" Yani ne kadar az ibret alıyorsunuz. Ayette geçen "kalîlen-mâ" kelimesindeki "mâ" harfi zâid olup azı daha da azaltmak için kullanılmıştır. Bundan murad edilen mana bundan sonraki hükmü ya yok saymak ya da bunu hiç bir fayda elde edilemeyecek kadar az saymak demektir.
"O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa" gündüz yeryüzündeki alâmetlerle ve geceleyin yıldızlarla "kara ve denizin karanlıklarında size yol gösteren" sizi gayelerinize ileten, irşad eden Allah "mı?" 'Zulûmat': Karanlıklar, gece karanlığıdır. Karanlıkların, kara ve denize izafe edilmesi aradaki ilişki sebebiyledir. "Rüzgârları rahmetinden" yağmurdan "önce müjdeci olarak gönderen Allah mı? Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Allah onların" kendisine "ortak koştukları şeylerden münezzehtir." Allah Tealâ kudret sahibi ve yaratıcıdır. Aciz mahlûkun kendisine şirk koşmasından münezzehtir.
"O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa bütün varlıkları yoktan var eden" yani ilk insanı topraktan "sonra da tekrar" ölümden sonra "diriltecek olan Allah mı?" Kâfirler her ne kadar tekrar dirilmeyi inkâr etseler de buna dair deliller onları susturmuştur. "Sizi" yağmur vesilesiyle "gökten" bitki vesilesiyle "ve yerden rızıklandıran Allah mı? Allah'la birlikte" bunu yapacak "başka bir ilâh var mı?" Gerçek şudur ki bu zikredilen hususlardan hiçbir şeyi Allah'tan başka kimse yapamaz. O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. "De ki: Eğer" Allah'a şirk koşma "sözünüzde sadık kimselerseniz" başkasının bu gibi hususlardan herhangi birine muktedir olduğuna dair "delilinizi" hüccetinizi "getirin" bakalım. Zira kudretin kemal derecesinde olması ulûhiyetin gereğidir. [55]
Allah Tealâ dört peygamberin kavimleriyle birlikte kıssalarını, şirkleri ve putperestlikleri sebebiyle helak edildiklerini, düşmanlarına karşı peygamberlerine yardım ettiğini ve kudretinin kemalinin delillerini zikrettikten sonra; Rasulüne bu nimete karşı kendisine hamdetmesini, Rablerinin risale-tini tebliğ görevini en mükemmel şekilde eda etmeleri sebebiyle bütün peygamberlerine selâm etmesini emretti.
Sonra da kendi birliğine ve yegâne yaratıcı olduğuna ve sadece kendisine kulluk edilmesi gerektiğine delâlet eden çeşitli delilleri beyan etmek suretiyle putperestlere cevap verdi. [56]
"De ki: Hamdolsun Allah'a... Selâm olsun seçtiği kullarına..." Allah peygamberine (s.a.) Allah'a hamdetmesini kullarına verdiği sayılamayacak, tespit edilemiyecek nimetlerine şükretmesini, tavsif olunduğu yüce sıfatlara ve güzel isimlere karşı şükretmesini, Allah'ın mesajını tebliğ etmesi için seçip tercih ettiği kullarına selâm vermesini emretti. Bu seçkin kullar Allah'ın değerli rasulleri ve nebileridir. Allah'ın salât ve selâmı onların üzerine olsun.
Hitabın Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (s.a.) yapılması Kur'an'ın kendisine indirilmiş olması sebebiyledir. Kur'an'da var olan her şeye Peygamberimiz (s.a) muhataptır. Ancak manası onun için sahih olmayan şeyler müstesnadır.
Bu nimetlerden biri Allah'ın peygamberlerini kurtarması, onlara yardımda bulunması, te'yit etmesi ve düşmanlarını helak etmesidir.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "İzzet sahibi onların yakıştırdıkları vasıflardan çok yücedir, münezzehtir. Gönderilen peygamberlere selâm olsun. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (Saffat, 37/180-182).
Bu ayet bize bütün fiillerinde Allah Tealâ'ya hamdetmemizi, seçkin, değerli kullan olan peygamberlerine selâmda bulunmamızı öğreten bir ayettir.
"Allah mı daha hayırlı, yoksa müşriklerin O'na ortak koştukları şeyler mi?" Yani azamet ve kudretle muttasıf olan Allah mı daha hayırlı, yoksa onların Allah'a ortak koştukları putlar mı? Bu ifade müşriklerin Allah'la birlikte başka ilâhlara tapmalarını inkâr ve onları susturma anlamı taşıyan bir sualdir. Putlara tapınmayı Allah Tealâ'ya ibadete tercih etmeleri sebebiyle onları hiçe saymaktadır.
Bundan maksat onların son derece sapık ve bilgisiz olduklarını ortaya koymaktadır. Zira onların Allah'a şirk koştukları şeylerde asla hayır yoktur ki şirk koştukları şeylerle her hayrın yaratıcısı ve O'nun gerçek sahibi olan Allah arasında karşılaştırma mümkün olabilsin. Bu karşılaştırma sadece onların sahte ilâhlarında fayda bulunduğu şeklindeki inançlarına göredir.
Rasulullah (s.a.) bu ayeti okuduğu zaman: "Elbette Allah daha hayırlı ve daha ebedîdir, daha üstün ve daha değerlidir." buyurmuştur.
Bu azarlama ve susturma ifadelerinden sonra Allah Tealâ'nın hiçbir ortağı olmayan tek ilâh olduğuna, O'nun her şeye kadir olduğuna delâlet eden delilleri beyan etmek suretiyle putperestlere tafsilatlı bir cevap vermeyi amaçlayan ayetlere geçilmiştir. Çünkü o nimetlerin aslım da o nimetlerden doğan diğer nimetleri de yaratan O'dur. Kendisinden asla fayda gelmeyen bir şeye tapınmak nasıl doğru olabilir?
Bu deliller üç tanedir:
1- Göklerle ilgili olan deliller: "O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren (Rabbiniz) mi? Ki Biz o su ile sizin bir tek ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz nice güzel bahçeler yetiştirdik. Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Hayır! Fakat onlar haktan uzaklaşan bir kavimdir."
Yani hiçbir faydası veya zararı dokunmayan putlara tapınmak mı daha hayırlıdır, yoksa bu yükseklikte ve safiyetteki semaları, bu semalardaki nurlu gezegenleri, parlak yıldızları ve dönen yörüngeleri yerleştiren Allah'a ibadet etmek mi?
Allah sükûnetli ve huzurlu bir hayat için elverişli olan yeryüzünü yaratmıştır. Yeryüzünde dağlar, ovalar, ırmaklar, vadiler, ekinler, ağaçlar, meyveler, denizler; çeşitli sınıf, şekil ve renklerde hayvanlar yaratmıştır. Kulları için gökten onlara nzık vesilesi olacak yağmuru yağdırmıştır. Bu yağmurla rengârenk çiçekler, güller, çeşit çeşit bitkiler, gayet güzel ağaçlarla dolu bağ-
kün olmazdı. Siz de ne ağaçları, ne de bitkileri bitiremez, yetişteremezdiniz.
Allah, yaratma ve rızık vermede tektir. Bunlardan sonra Allah'la birlikte kendisine ibadet edilecek başka bir ilâh mı var? Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur." (Mü'minûn, 23/91).
Doğrusu onlar haktan batıla meyleden, doğruluk yolundan sapan, Allah'a eş ve benzer varlıklar isnat eden kavimdir.
Bu ayetin benzeri ayetler çoktur: "Hiç yaratan yaratamayan kimse gibi olur mu? Hâlâ düşünmüyor, ibret almıyor musunuz?" (Nahl, 16/17); "Onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan mutlaka "Allah" derler." (Zuhruf, 43/87); "Onlara gökyüzünden suyu kimin indirdiğini, bu su ile öldükten sonra yeryüzünü kimin dirilttiğini sorarsan mutlaka "Allah" derler." (Ankebût, 29/63).
2- Yeryüzü ile ilgili deliller: "O taptıkları şeyleri mi daha hayırlıdır, yoksa yeryüzünü yaşamaya elverişli halde yaratan, içinde ırmaklar akıtan ve oraya sabit dağlar yerleştiren ve iki denizin arasına engel koyan Allah mı? Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Hayır! Doğrusu onların çoğu gerçeği bilmezler. "
Yani faydası ve zararı bulunmayan putlara tapmak mı daha hayırlıdır, yoksa yeryüzünü insanlar ve diğer varlıklar için üstündekileri sarsmayan istikrar yeri olarak kılan Allah mı?
Allah, yeryüzünde insan, hayvan ve bitkilerin sulanması için gayet hoş, tatlı ırmakları akıttı. Yeryüzünün üzerindekileri sarsmaması için yeryüzünü sağlamlaştıran ve iyice sabit kılan ulu dağları yarattı. Tatlı sularla tuzlu sular arasına bir perde yani tatlı suyun diğerinin tadıyla bozulmaması ve aralarındaki kesin farklılığın devam etmesi için bu iki suyun birbirleriyle karışmasını önleyecek bir engel koymuştur. Çünkü tatlı ve berrak su insan, hayvan, bitki ve meyveleri sulamak içindir. Denizlerdeki tuzlu su ise yağmurlar için kaynak olması ve genellikle tatlı su birikintilerinde meydana gelen kötü koku sebebiyle üzerindeki havanın bozulmaması, saf ve tertemiz olarak kalması içindir.
Bunu yapabilecek ve bu kâinatı yoktan var edebilecek bir başka ilâh var mı? Doğrusu o müşriklerin çoğu hakkı bilip ona uymazlar. İbadete lâyık olan ilâhın azametinin derecesini bilemezler.
Ayetteki birinci kısmın benzeri şu ayet vardır: "Sizin için yeryüzü bir istikrar yeri ve gökyüzünü bir bina (kubbe) şeklinde yaratan... Allah'tır." (Gafir, 40/64).
İki deniz arasındaki engel ayetinin benzeri de şu ayettir: "İki denizi birbirine katan O'dur. Şu deniz tatlı ve susuzluğu gidericidir. Bu ise tuzlu ve acıdır. Allah bunların aralarına bir perde, engelleyici bir sınır koymuştur." (Furkan, 25/53).
3- Yaratıkların Allah'a muhtaç olduklanyla ilgili genel deliller: "O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa darda kalana kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötü durumu kaldıran ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan (Allah) mı? Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Ne kadar da az düşünüyorsunuz. "
Yani cansız, sağır ve sahte tanrılar mı daha hayırlıdır, yoksa sıkıntıda kalanın duasına kendisine niyaz ettiği zaman icabet eden Allah mı? Ayette geçen "muztarr" kelimesi darda kalan; hastalık, fakirlik ve mihnetini Allah Tealâ'ya arz etmeye mecbur kalan kişidir. Allah bu kimseden kötülüğü veya ona isabet eden fakirlik, hastalık, korku v.b. musibetleri kaldırır. Allah sizi yeryüzünde oturma ve tasarrufta bulunma hususunda sizden öncekilerin yerine varis kılar. Bir neslin yerine diğerini yerleştirir, selefe halef yapar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için kiminizi derecelerle kiminizin üstüne çıkaran O'dur." (En'am, 6/165).
Bundan sonra Allah'la birlikte başka bir ilâhın varlığı düşünülebilir mi? Tek olan Allah'tan başka hiçbir kimse muktedir olabilir mi? Fakat Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetlerini, size hakkı irşad edenin, size doğru yolu gösterenin kim olduğunu pek az düşünüyorsunuz.
4- Yaratıkların Allah'a daha çok muhtaç olduğu özel vakitlerle ilgili deliller: "O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa kara ve denizin karanlıklarında size yol gösteren, rüzgârları rahmetinden önce müjdeci olarak gönderen (Allah) mı? Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Allah onların kendisine ortak koştukları şeylerden münezzehtir."
Yani bu şaşkın sahte tanrılar mı daha hayırlıdır, yoksa gökte ve yerde yarattığı delillerle yolunu kaybettiğiniz zaman karada ve denizde karanlıklarda size yol gösteren Allah mı?
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde daha nice alâmetler (yarattı)... Yıldızla da insanlar yollarını bulurlar." (Nahl, 16/16); "Karanın ve denizin karanlıkları içinde yollarını bulmanız için yıldızlan yaratan O'dur." (En'am, 6/97).
Yeryüzünü ölümünden sonra kendisiyle dirilttiği bereketli yağmurdan önce rüzgârları müjdeci olarak gönderen kimdir? Bunu yapacak Allah'tan başka ilâh var mıdır? Ulûhiyette tek ve kemâl sıfatlarıyla muttasıf olan Allah kendisiyle birlikte başka ilâha tapan müşriklerin şirkinden münezzehtir.
5- Mahlûkatı yoktan var etmek, haşir ve neşirle ilgili deliller: "O taptıkları şeyler mi daha hayırlıdır, yoksa bütün varlıkları yoktan var eden, sonra da tekrar diriltecek olan, sizi gökten ve yerden rızıklandıran Allah mı" Allah'la birlikte başka ilâh mı var? De ki: Eğer sözünüze sadık kimselerseniz delilinizi getirin."
Yani bu âciz, sahte tanrılar mı daha hayırlıdır yoksa kudreti ve hakimiyetiyle mahlûkatı daha önce benzeri geçmemiş eşsiz bir şekilde yaratan, sonra onları öldüren, sonra da ikinci defa ilk hayata iade edecek olan Allah mı? Bir ayette de şöyle buyruluyor: "İlk defa var eden sonra da tekrar diriltecek olan O'dur." (Burûc, 85/13).
"O mahlûkatı ilk defa yaratıp sonra tekrar diriltecek olandır. Bu O'na göre pek kolaydır." (Rum, 30/27). Sizi gökten inen yağmurlarla ve yerin bereketlerinden yetiştirdiğiniz meyve ve sebzelerle rızıklandıran O'dur.
Allah'la birlikte bunu yapan başka bir ilâh bulunabilir mi ki Ona ortak kılınsın? Ey Rasul! De ki: Eğer siz kendi vicdanınıza ve başkalarına karşı doğru sözlü kimselerseniz başka tanrılara tapınmak şeklinde iddia ettiğiniz şeylerin doğruluğuna delâlet edecek delilinizi ortaya koyun, bakalım. Gerçek şudur ki onların, akıl sahibi bir kişinin kabul edeceği hiçbir hüccetleri ve delilleri yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'la birlikte bir başka ilâha buna dair hiçbir delili olmamasına rağmen taparsa, onun hesabı ancak Rabbi nezdindedir. Gerçek şudur ki kâfirler kurtuluşa ere-miyeceklerdir." (Mü'minûn, 23/117).
Ebu Hayyan diyor ki: Her sorunun başladığı şekilde sona ermesi uygun olmuştur. Ulvî ve süflî âlemi, yağmuru yağdırmak ve bahçeleri yetiştirmek gibi verdiği nimetleri zikredince bu ayeti "Hayır! Fakat onlar haktan uzaklaşan bir kavimdir." ifadesiyle bitirdi. Yani onlar Allah'a ibadetten yüz çevirmektedirler. Yahut O'ndan yüz çevirip mahlûkata tapınmaktadırlar. Halbuki bu âlemi var edenden başkasına ibadet edilemez.
likle başkası değil O'dur. Çünkü ne beşer ne de başkaları için bu mümkün değildir. Onların bu zikredilen şeyleri yaratma imkânları yoktur. Onlar bu gibi şeylerde acizdirler.
4- "Siz bir ağacını bile yetiştiremezsiniz." ayeti hakkında Kurtubî diyor ki: Mücahidin kavlinin delaletiyle bu ayet ister canlı ister cansız olsun herhangi bir şeyi tasvir etmenin menedildiğine delil sayılmaktadır.
Müslim'in Sahihinde Ebu Hüreyre (r.a.)den rivayet ettiği şu hadis-i şerif bu manayı kuvvetlendirmektedir:
"Cenab-ı Hak buyurdu ki: Benim yarattığım gibi mahlûkat yaratmaya çalışan kimseden daha zalim kim vardır? İster bir mısır yaratsınlar, isterse bir buğday tanesi yaratsınlar, isterse bir arpa tanesi yaratsınlar."
Cumhur cansız varlıkların tasvirinin yapılmasının ve bununla nzık kazanmanın caiz olduğu görüşündedirler.
Yine Müslim, İbni Abbas'tan naklediyor: İbni Abbas kendisine resim yapmayı soran kimseye şöyle demişti: Mutlaka yapacaksan ağaç resmi ve nefsi olmayan şeylerin resmini yap.
5- Yeryüzünü içindekileri sarsmayacak şekilde sakin ve sabit bir istikrar yeri kılmak suretiyle hayat için elverişli kılan, onsuz hayatın mümkün olmadığı havayı veren, su için nehirleri akıtan, yeryüzünü sağlam kılan ve hareket etmesine engel olan sabit dağlar koyan, tuzlu su ile tatlı su birbirine karışmasın diye tatlı denizle tuzlu deniz arasına kudretinden bir engel koyan Allah'tır.
Buna Allah'tan başka
hiçbir kimsenin muktedir olmayacağı sabit olduğuna göre müşrikler hiçbir
zararı dokunmayan ve hiçbir faydası olmayan varlıklara niçin ibadet ederler?
Fakat onların çoğu Allah'ı bilmezler. Allah'ın mutlaka bir olmasının gerekli
olduğunu kavrayamazlar.
6- Zararı gideren, sıkıntı içinde kalanın duasına icabet eden, belâları kaldıran Yüce Allah rahmetin kaynağıdır. İnsanları, yüryüzünün halifeleri -nesiller boyunca sakinleri- kılmıştır. Bir kavim ölmekte, Allah başkalarını var etmektedir. Yazık size ey insanlar! Allah'la birlikte başka ilâh mı var? Fakat siz Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini pek az düşünüyorsunuz. Buradaki mana "Hiç düşünmüyorsunuz" demektir. "Az" kelimesi olumsuzluk manasında kullanılmıştır; terbiyesiz kimseye terbiyesi az denmesi gibi.
Bu, Allah Tealâ'mn kendisine yalvaran muhtaç kimseye icabet etmeyi kefalet altına aldığına delildir. Bunu kendi zatından haber vermektedir. Çünkü O'na yakarış ihlâstan ve kalbin bir başkasına bağlanmamasından kaynaklanır. Mümin veya kafir, itatkar veya facir kim tarafından olursa olsun ihlâsm Allah nezdinde önemli bir yeri ve zimmeti vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman, gemi içindekileri güzel bir rüzgarla götürdüğü ve yolcuların her yerden sevinç içinde oldukları bir zaman gemi şiddetli bir fırtınaya yakalanır. Her yerden kendilerine dalgalar hücum eder. Her taraftan kuşatıldıklarını zannederler. Allah'ın dininde ihlâsla samimi olarak şöyle dua ederler: "Andolsun ki, eğer bizi bundan kurtarırsan hiç şüpesiz şükredenlerden olacağız." (Yunus, 10/22).
"Allah onları kurtarıp karaya ulaştırınca bir de ne görsün: Onlar Allah'a şirk koşarlar." (Ankebût, 29/65). Hiç şüphesiz Allah onların tekrar şirklerine ve küfürlerine döneceklerini bildiği halde ihtiylaçları anında ve samimiyetlerine binaen onlara icabet etmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Gemiye bindikleri zaman Alah'a dinde ihlâslı olarak dua ederler." (Ankebût, 29/65). Sahih hadiste buyuruluyor ki: "Üç dua vardır ki bu dualar makbuldür, bunlarda hiç bir şüphe yoktur: Mazlumun duası, yolcunun duası, babanın oğluna duası."
Yine Sahih-i Müslim'de Peygamberimiz'in (s.a.) Muaz'ı Yemen'e gönderirken şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir. "Mazlumun duasından sakın. Bununla Allah arasında hiçbir perde yoktur." Yalnız Allah Tealâ hayır ve faydanın kaynağıdır. Uzak beldelere yapılan sefer sırasında da kara ve deniz karanlıklarında yolu gösteren Allah'tır. Yağmur öncesinde müjdeci olarak rüzgârları gönderen O'dur. Allah'la birlikte bunu yapan ve O'na yardım edecek bir ilâh mı var? Allah müşriklerin kendisine şirk koştukları şeylerden münezzehtir. Müşriklerin yaratıcı ve rızık verici olarak itiraf ettikleri Allah, kıyamet günü mahlukatı yeni hayata iade edecek olandır. Çünkü ilk defa yaratmaya kadir olan tekrar yaratmaya da mutlak surette kadirdir. Bu O'nun için daha basittir. Allah'la birlikte yaratan, rızık veren, mahlukatı yoktan var eden ve tekrar dirilten ilâh mı var?
Ey Allah'la birlikte bir başka ilâhı O'na şirk koşanlar! Allah'ın ortağı olduğu hususunda doğru sözlü kimselerseniz, benim ortağım olduğu hususundaki hüccetinizi ve Allah'tan başka birinin bu şeylerden herhangi birini yaptığı konusundaki hüccetinizi getirin, bakalım. [57]
65- De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka hiç bir kimse bilmez. Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.
66- Doğrusu onların ahiret hakkındaki bilgileri art arda gelip biraraya toplandı. Ne var ki onlar bundan şüphe etmektedirler. Daha doğrusu onlar bundan yana kördürler.
"Daha doğrusu onlar bundan yana kördürler." cümlesi istiaredir. Körlük hakkı görmemek ve ahireti ispat edici deliller hakkında düşünmemek hususunda kullanılmıştır. [58]
"De ki: Göklerde ve yerde bulunan" melekler ve insanlar gibi hiçbir varlık "gaybı" görünmeyen şeyleri "bilmez, Allah müstesna." Gaybı ancak Allah bilir. Buradaki istisna munkatı' istisnadır.
"Onlar" Mekke kâfirleri ve başkaları "ne zaman diriltileceklerini" yani ne zaman hesap ve ceza için kabirlerinden çıkarılacaklarını da "bilmezler."
"Doğrusu onların ahiret hakkındaki bilgileri art arda gelip biraraya toplandı. " Yani kıyametin hiç şüphesiz olacağına dair elde ettikleri ve tekâmül ettirdikleri bilgileri, hüccetleri ve delillerine rağmen ahireti lâyıkıyla bilmemektedirler. Kıyametin kopacağı vakit kendilerine sorulduğu zaman hemen şüpheye düşerler.
"Ne var ki onlar bundan şüphe etmektedirler." Yani gerçekte onlar delil bulamayan bir kimsenin hayrete düşmesi gibi kıyametin meydana gelmesi konusunda büyük bir şüphe ve hayret içerisindedirler. "Daha doğrusu onlar bundan yana kördürler." Basiretleri bağlı olduğu için kıyametin delillerini idrak edemezler. [59]
Cenab-ı Hak en mükemmel, en üstün ve umumî kudretin kendine has olduğunu beyan ettikten sonra, bunun ardından ulûhiyetin gereği olan gaybı bilmenin ilâha mahsus olduğu gerçeğini zikretti. Böylece Onun ibadete lâyık tek ilâh olduğu sabit oldu. Çünkü ilâh sevap ve ceza ehline karşılık verme imkânını elinde bulunduran tek varlıktır. [60]
"De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez."
Ey Rasul! Bütün mahlûkata şunu söyle: Allah'tan başka yer ve göklerde bulunanlardan hiçbir kimse gaybı bilemez. Ayetteki "illallah" ifadesi istisna-i munkatı'dır. Yani bunu Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez demektir. Çünkü bunu bilmek sadece O'na aittir. O'nun hiçbir ortağı yoktur.
Nitekim başka bir ayette: "Gaybın anahtarı sadece O'nun nezdindedir. Bunları O'ndan başkası bilemez." (En'am, 6/59) buyurulmaktadır. Yine Ca-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kıyametin (ne zaman kopacağı) ilmi şüphesiz ki Allah'ın nezdindedir. Yağmuru O yağdırır. Rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiçbir kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir. Her şeyden haberdardır." (Lokman, 3/34).
Müslim ve İbni Ebî Hatim, Hz. Aişe'nin (r.a.) şu sözünü rivayet etmektedirler: Kim Hz. Peygamberin (s.a.) yarın ne olacağını iddia ederse Allah'a en büyük iftirayı yapmış olur. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Gaybı Allah 'tan başka yer ve göklerde bulunan hiçbir kimse bilemez."
Onların genel anlamıyla gaybı bilmediğini ifade edince kıyametin vaktini bilme şeklindeki hususi gaybı bilebilmelerini de reddetti. Böylece iki defa reddedilmiş oldu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler." Göklerde ve yerde olanlar kıyametin kopma vaktini bilemez. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kıyametin bilgisi göklerin ve yerin ehline ağır geldi. Kıyamet size ansızın gelecektir." (A'raf, 7/187).
Dolayısıyla kâfirler ve başkaları hesap ve ceza için dirilmenin ne zaman olacağını hissedemez, bilemezler. Kıyamet onlara ansızın gelecektir.
Cenab-ı Hak daha sonra onların kıyameti bilmeyeceğini te'kit etti: "Hayır onların ahiret hakkıdaki bilgileri gelip biraraya toplandı. Ne var ki onlar bunda şüphe etmektedirler."
Yani onların ahiret hakkındaki bilgileri çoğaldı, ama ahiretin ne zaman kopacağını bilmekten acze düştüler. Murad edilen mana şudur: Onların eriştikleri ahireti ispat edici deliller yavaş yavaş yok oldu. Nihayet hiçbir önemli değer ifade etmez oldu.
Daha sonra onları ahiret hakkında şaşkın olmakla tavsif ederek şöyle buyurdu:
"Doğrusu onlar" yani kâfirler "bundan" yani ahiretin gerçekleştirilmesi ve varlığı hususunda şiddetli bir şaşkınlık içerisindedirler. Yani ahiretin varlığından ve meydana gelmesinden "şüphe etmektedirler."
Nitekim Canab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Hepsi saflar halinde Rabbine arz edilmişlerdir. And olsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi bize geldiniz. Hayır size vaadi yerine getirecek bir zaman tayin etmediğimizi sandınız değil mi?" (Kehf, 18/48).
Cenab-ı Hak daha sonra bunları düşünme ve ahiret meselesini inceleme hususunda gerçeği görmemekle ve körlükle tavsif etti.
"Daha doğrusu onlar bundan yana kördürler." Yani onlar kıyametin durumu hakkında büyük bir körlük ve bilgisizlik içindedirler. Gönüllerinin derinliklerinde bunu düşünmezler. Onların kafa gözleri değil kalp gözleri, basiretleri kördür. Bu durum şüphecilikten daha kötüdür.
Ebu Hayyan diyor ki: "Bel" kelimesiyle başlayan bu üç vasıf onların durumlarının derece derece bildirilmesidir. Burada önce, kıyametin meydana geleceğini bilmemeleri sebebiyle diriliş vaktini bilmemekle tavsif edildiler. Sonra da şek ve şüphe içinde bocalamaktadırlar. Bu şüpheyi kaldırmaya güçleri yettiği halde şüpheyi kaldırmamaktadırlar. Ayet ahireti onların körlüklerinin başlangıcı ve kaynağı olarak kabul etmektedir. Bunun için "an" harf-i cerri yerine "min" harfi cerriyle kullanılmıştır.[61]
Bu ayetler gaybı Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Bu Allah'a ait özel bir vasıftır. Dolayısıyla ibadete yegâne lâyık olan ilâh O'dur.
Bu ayetler ayrıca kâfirlerin ve başkalarının kıyamet vaktini bilemeyeceklerine, kıyametin ansızın geleceğine ve onların kıyameti ispat edici deliller hakkında bilgileri olmadığına delâlet etmektedir. Yine onlar dünyada iken bundan şüphe etmektedirler ve bunun varlığından şiddetli bir şaşkınlık duymaktadırlar. Onların kalpleri kıyameti idrak etmekten ve kıyamet hakkındaki gerçeğe ulaşmaktan da uzak olup kördür. [62]
67- İnkâr edenler şöyle dediler: "Biz ve atalarımız toprak olduğumuz zaman mı (diriltilip) çıkarılacak mışız?
68- Şüphesiz ki bize de önceki atalarımıza da bu dirilme vaadi verildi. Bu, öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir."
69- De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, suçluların sonucu nasıl olmuş bir bakınr
70- (Ey Muhammedi) Sakın onların yaptıklarına üzülme, kurdukları tuzaklardan dolayı sıkıntıya düşme!
71- Onlar: "Eğer doğru sözlü kimse-lerseniz, bu azap vaadi ne zaman (gerçekleşecek)?" diyorlar.
72- De ki: "Acele ettiğiniz azabın bir kısmı başınıza inmek üzeredir."
73- Şüphesiz ki Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler.
74- Şüphesiz ki Rabbin onların gönüllerinin gizlediklerini de açığa vurduklarını da gayet iyi bilir.
75- Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta tesbit edilmiş olmasın.
"Biz ve atalarımız toprak olduğumuz zaman mı (diriltilip) çıkarılacak mışız?" ifadesi istifham-ı inkârîdir. "einnâ" kelimesinde hemzenin tekrar getirilmesi taaccüp ve inkârda mübalağa içindir.
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, suçluların sonucu nasıl olmuş bir bakın!" ifadesi tehdittir.
"Şüphesiz ki Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir" ve "Şüphesiz ki Rabbin... gayet iyi bilir." ifadelerinde "irme" ve "lâm" ile yapılan te'kit, manayı iyice yerleştirmek içindir.
"Onların gönüllerinin gizlediklerini de açığa vurduklarını da gayet iyi bilir" ayetindeki "tükinnü" ve "yu'linûn" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. [63]
"İnkâr edenler şöyle dediler:" Ahıreti görmezlikten geldiklerini beyan ettikten sonra, öldükten sonra dirilişi inkâr ettiklerini beyan etmek üzere onların şu sözleri nakledilmektedir: "Biz ve atalarımız toprak olduğumuz zaman" kabirlerinden ya da yokluktan hayata "mı çıkarılacak mışız?"
"Bu, öncekilerin efsanelerinden" eskilerin yalanlarından "başka bir şey değildir." Ayette geçen "esâtîr", "ustura" kelimesinin çoğuludur. Ustura ise, eskilerin yazdıkları hurafeler ve asılsız haberler demektir.
"Suçluların sonucu" dirilişi inkâr etmeleri sebebiyle azapla helak olmaları "nasıl olmuş bir bakın!"
"Onların kurdukları tuzaklardan" onların tuzaklarından "dolayı" gönlünde darlık hissetme "sıkıntıya düşme." Çünkü Allah seni insanlardan korur. Bu ifade Peygamberimiz (s.a) için bir teselli niteliğindedir. Yani onların tuzaklarından, senin için komplo kurmalarından dolayı kederlenme. Çünkü biz onlara karşı sana yardımcılarız.
"Onlar: Eğer doğru sözlü kimselerseniz bu vaad" bu vaad olunan azap ya da azap vaadi "ne zaman? diyorlar."
"De ki: Acele ettiğiniz azabın bir kısmı belki de başınıza inmek" size ulaşmak, sizi izlemek "üzeredir." Yani azabın bir kısmı -Bedir'de öldürülmek gibi- size isabet etmiş, azabın geri kalan kısmı ise ölümden sonra gelecektir.
"Şüphesiz ki Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir." Kâfirleri verilecek azabın geciktirilmesi bu lütuflardandır.
"Fakat onların çoğu" Allah'ın üzerindeki nimetlerine karşı "şükretmezler." Bu nimetin meydana gelmesini inkâr etmeleri sebebiyle uğrayacakları azabın geciktirilmesi de Allah'ın nimetlerindendir.
"Şüphesiz ki Rabbin onların gönüllerinin gizlediklerini de" dilleriyle "açığa vurduklarını da gayet iyi bilir."
"Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta" yani Levh-i Mahfuz'da "tespit edilmiş olmasın." Allah herşeyi -gayet tabiî kâfirlere azap verilmesini de- ezelde gayet iyi bilir.
Ayetteki "gaibe" kelimesindeki "tâ" mübalağa içindir. Manası, insana son derece gizli olan herhangi bir şey demektir. Bu kelime "allâme" ve "nes-sâbe" kelimelerindeki "tâ" gibidir. Aslı ise "gâib" dir. [64]
Allah Tealâ kâfirlerin ahireti bilmediklerini beyan ettikten sonra bunun ardından onların ahireti inkâr ettiklerine delâlet eden sözlerini nakletti.
Bu ayetlerin surenin bütünüyle ilişkisi şudur: Allah Tealâ mahlûkatm başlangıç durumunu anlattıktan sonra ahiretin durumunu anlattı. Zira ahi-ret hakkında şüphe, mükemmel kudret veya mükemmel ilim hakkında şüphe etmekten kaynaklanmaktadır.
Cenab-ı Hakk'm mümkün olan herşeye kadir olduğu, bilinecek herşeyi bildiği sabit olunca her insanın bedeninin parçalarını başkasının bedeninin parçalarından ayırd etmesi de mümkün olur. O'nun bu vücut terkibini tekrar yaratmaya ve bu azalara tekrar hayat vermeye kadir olduğu gerçeği anlaşılır. Bunların mümkün olduğu sabit olunca mahşerde toplanma veya tekrar dirilmenin gerçek olduğu da ortaya çıkmaktadır. [65]
"İnkâr edenler şöyle dediler: Biz ve atalarımız toprak olduğumuz zaman mı diriltilip çıkarılacak mışız?"
Allah'ı inkâr eden, peygamberlerini yalanlayan ve öldükten sonra dirilişi inkâr eden müşrikler şöyle dediler: Öldükten sonra, cesetlerimiz çürüdükten ve toprak olduktan sonra diri olarak kabirlerimizden çıkacağız, öyle mi?
Bu, müşriklerin çürümüş kemikler ve toprak olduktan sonra cesetlerin tekrar diriltilmesini uzak bir ihtimal olarak gördüklerini hikâye etmektedir.
"Şüphesiz ki bize de önceki atalarımıza da bu dirilme vaadi verildi." Bizler ve atalarımız bunu çok işitmiştik. Biz bunun gerçek olmadığını ve meydana gelmediğini biliyoruz. Zira hiçbir kimsenin ölümden sonra ayağa kalktığını görmedik. Bunun manası şudur: Bu anlatılan geçmiş bir tarihtir, tarih ise kaybolup gitmiştir.
"Bu, öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir." Bu bedenlerin tekrar dirilmesi vaadi sadece bir efsaneden ibarettir. Bu insanların birbirlerinden naklettikleri de hurafe ve masaldan başka bir şey değildir. Bunun gerçekle ilgisi yoktur. Bunun makbul bir delili de yoktur.
Daha sonra Allah Tealâ bu konuda ve onların küfrü ve ahireti inkârı hususunda doğru olanı vaîd ve tehdit sigasıyla işaret etmektedir.
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, suçluların sonucu nasıl olmuş bir bakın." Ey Rasul! Şöyle söyle: Hicaz, Şam, Yemen v.b. yerlerde dolaşın. Sizden önce gelip geçmiş hakkı yalanlayanların akıbetine bakın. Şüphesiz bunlar dünya malıyla aldanmışlar, dünya ziynetlerinin fitnelerine kapılmışlar, peygamberlerini yalanlamışlar, dirilişin varlığını inkâr etmişlerdir. Allah da günahları sebebiyle onları helak etmiştir. Eski ümmetlerin yaşadıkları kasabalar ibret ve öğüt için onların aleyhine şahit olan eserler olarak hâlâ mevcuttur. Allah peygamberlerini ve onlara tabi olan müminleri kurtarmıştır. Bu da peygamberlerin getirdiği mesajın doğruluğuna, Allah'ın ve öldükten sonra dirilişin gerçek olduğuna delâlet etmektedir.
Bu Allah'ın paygamberlerini yalanlayan herkese karşı ilâhî âdetidir. Eğer siz Allah'a ve ahirete koşmazsanız sizi de onları cezalandırdığı gibi cezalandıracaktır.
Cenab-ı Hak sonra da Peygamberlerini (s.a.) müşriklerin sözünden ve risaletinden yüz çevirmeleri sebebiyle teselli ederek şöyle buyurdu: "Sakın onların yaptıklarına üzülme. Kurdukları tuzaklardan dolayı sıkıntıya düşme."
Yani Ey Muhammedi O hakkı yalanlayanların, senin risaletinden yüz çevirmelerinden dolayı üzülme! Onların hilelerinden ve sana kurdukları komplolardan dolayı gönlün daralmasın, üzüntülü, gamlı ve kederli olma! Çünkü Allah seni te'yit edecek, sana yardımda bulunacak, insanlardan koruyacak ve doğuda-batıda Ona muhalefet eden ve inatçılık yapanlara karşı senin dinini hakim kılacaktır.
Allah Tealâ bundan sonra kâfirlerin kıyametten başka Allah'ın azabını da inkâr ettiklerini anlattı:
"Onlar: Eğer doğru sözlü kimselerseniz bu azap vaadi ne zaman (gerçekleşecek)? diyorlar."
Yani Mekke'deki ve başka yerlerde bulunan müşrikler kıyamet günü hakkındaki sualleri ve kıyametin meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak görmeleri hususunda şöyle diyorlar: Ey Peygamber! Ey ona iman edenler! Siz iddianızda ve sözünüzde sadık kimselerseniz bize vaad ettiğin bu azabın vakti ne zaman? Kâfirler bunu alay ve hafife alma tarzında söylüyorlar.
Allah Tealâ da onlara şu ayetiyle cevap verdi: "De ki: Acele ettiğiniz azabın bir kısmı belki de başınıza inmek üzeredir."
Yani ey Muhammedi Meydana gelmesi için acele ettiğiniz, derhal meydana gelmesini istediğiniz azabın bir kısmı -bu da Bedir günü öldürülme, yaralanma ve azaba uğrama, şeklinde olmuştur- başınıza inmek üzeredir, size yaklaşmıştır.
Zemahşerî diyor ki: "Umulur ki, belki, olacak" manalarmdaki "asâ, leal-le ve sevfe" kelimeleri sultanların ve vaad tehditlerinde bu işin doğruluğuna ve ciddiyetine delâlet eder. Bundan şüphe etmeye yer yoktur. Bununla sadece ağır başlılıklarını ve olgunluklarını ortaya koyarlar. Kendilerinin intikam almakta acele etmediklerini, düşmanlarını ezmekten, onlara galip gelmekten ve düşmanlarını kendi ellerinden kurtulamayacaklarından emin olduklarını ifade ederler. Maksatlarına işaret etmeleri kendi tarafları için yeterlidir. Allah'ın vaad ve vaidleri de bu şekilde cereyan etmiştir." [66]
Cenab-ı Hak daha sonra cezanın geciktirilmesi sebebini zikretti:
"Şüphesiz ki Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler." Yani Allah mümin olsun kâfir olsun bütün insanlara nimet veren, lütufta bulunandır. Kendi nefislerine zulmetmelerine rağmen onlara dünyada bol bol nimet verir. Küfürleri ve masiyetlerine rağmen onlara derhal ceza vermez. Fakat onların çoğu bütün bunlara rağmen O'nun lütfuna şükretmezler. Onlardan pek azı şükreder.
"Şüphesiz ki Rabbin onların gönüllerinin gizlediklerini de açığa vurduklarını da gayet iyi bilir."
Yani Rabbin açık olanları bildiği gibi gizli ve kapalı olanları da bilir. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Sizden sözünü kim gizler kim de açığa vurursa O'na göre birdir." (Ra'd, 13/10); "O gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir." (Tâ-Hâ, 20/7). Bundan murad Allah Tealâ'nın müşriklerin Rasulullah için kurdukları tuzakları bildiğini ifade etmektir. Buna karşılık onları cezalandıracaktır.
Cenab-ı Hak daha sonra bariz bir gerçeği beyan etti. Bu da kâinatta olan her şeyin Levh-i Mahfuz'da saklı tutulmasıdır. Buyuruyor ki:
"Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta tespit edilmiş olmasın."
Yani göklerde ve yerlerde gizli kapalı her şey Allah Tealâ'nın şu ana kadar olan ve kıyamet gününe kadar olacak her şeyi tespit ve tescil ettirdiği Levh-i Mahfuz'da saklıdır, mevcuttur, bilinmektedir.
Cenab-ı Hak kullarının gördükleri şehadet âlemi ile görmedikleri, bilmedikleri gayb âlemini gayet iyi bilir. O bütün mahlûkatmın göklerde ve yerdeki gaybî durumlarını bilmektedir.
Nitekim Canab-ı Hak bir ayette şöyle buyurur:
"Bilmiyor musun ki, Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Bu muhakkak bir kitaptadır. Hiç şüphesiz bu Allah için pek kolaydır." (Hac, 22/70).
Yine Cenab-ı Hak Hz. Lokman'ın (a.s.) şu sözünü nakletmektedir: 'Yavrum, gerçek şudur ki (iyilik vaya kötülük) bir hardal tanesi kadar olsa bile Allah onu ortaya çıkarır. Çünkü Allah lütuf sahibidir, her şeyden haberdardır." (Lokman, 31/16). [67]
Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Kur'an-ı Kerim'de müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmeleri konusu defalarca anlatılmıştır. Müşrikler bunu eskilerden aktarılan hurafelerden saymakta idiler. Peygamberler şiddetli bir uyarıda bulunmak için ürüiş konusunu çok yakında olacak bir şey olarak anlatıyorlardı. Zira gelecek olan her şey yakın idi.
2- Diriliş olayının gelecekte meydana gelecek "gaybî" bir mesele olması sebebiyle Allah Tealâ bunu ve peygamberlerini yalanlayanların akıbetlerini kalpleriyle düşünmelerini, Şam, Hicaz, Yemen şehirlerindeki eserleri gözleriyle görmelerini tavsiye ederek cevap verdi. Bu kavimlerin izzet ve hakimiyetleri sürekli mi oldu? Yoksa Allah küfürleri sebebiyle onların diyarını yerle bir mi etti?
3- Peygamberimizin (s.a.) his dünyası son derece ulvî, aşırı derecede duygu yüklü idi. Dolayısıyla kavminin kendisinden yüz çevirmesinden üzülüyor, kederleniyordu. Kur'an O'nun endişelerini gideriyor, Mekke kâfirleri iman etmezlerse onlar adına endişe ve üzüntüye kapılmaktan Onu nehyedi-yordu. Ayrıca onların hile ve komplolarından ve "Bizim yalanlamamız sebebiyle azap ne zaman gelecek?" demelerinden dolayı içinin daralmamasını emrediyordu.
4- Cenab-ı Hak azabın inmesinin gecikmesi hakkında bir defa korkutma, bir defa da teşvikle cevap verdi. Onları başlarına gelecek azabın bir kısmının kendilerine yaklaştığı ve onların sahası içinde olduğu şeklinde uyardı. Bu durum onlarla müminler arasındaki ilk askerî karşılaşma olan Bedir savaşında olmuştu.
Cenab-ı Hak onları tevbe etmeye ve iman etmeye teşvik ediyor, azabı gecikdirip rızkı devamlı vermesiyle insanlara olan lütfunu hatırlatıyordu. Ama insanların çoğu onun lütfuna ve nimetlerine karşı şükretmiyorlardı.
5- Cenab-ı Hak onların plan ve komplolarının akıbetinin başarısızlık ve yenilgi olduğunu beyan etti. Çünkü Cenab-ı Hak onların sinelerinin gizlediği şeylerle açığa vurdukları şeyleri gayet iyi bilir. Onların projelerini boşa çıkarır. Cenab-ı Hak ayrıca mahlûkatından gizli bırakılan her şeyi gayet iyi bilir. Bu, hususî ifadeden sonraki umumî ifadedir.
Cenab-ı Hak dilediği meleklerinin bilmeleri için dilediği hususları Levh-i Mahfuz'a tescil etmiştir. Onların gizlediği veya açığa vurduğu şeyler nasıl Ondan gizli kalabilir?
Allah onların bütün karanlık gayretlerini ve kuşkulu davranışlarını gayet iyi bildiğine göre onların arzu ettikleri Rasulullah'a (s.a.) eziyet etme veya risaletine dil uzatma ya da müslümanlara karşı zafer elde etme gayelerinin gerçekleşmesi imkânsız olacaktır. [68]
76- Muhakkak ki bu Kur'an İsrailo-ğulları'na ihtilâf ettikleri şeylerin çoğunu anlatmaktadır.
77- Şüphesiz Kur'an hidayet rehberi ve müminler için rahmet kaynağıdır.
78- Şüphesiz ki Rabbin onların arasında hükmünü verecektir. O, Azizdir (her şeye galiptir), Alimdir (her şeyi çok iyi bilendir).
79- Sen Allah'a tevekkül et. Çünkü sen apaçık bir hak üzerindesin.
80- Şüphesiz sen ölülere duyuramaz-sın. Arkalarını dönüp kaçarken sağırlara da davetini işittiremezsin.
81- Sen basiretleri körelmiş insanları sapıklıklarından uzaklaştırıp hidayete erdiremezsin. Sen ancak ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin. İşte onlar müslümanlardır.
"Muhakkak ki Kur'an... anlatmaktadır." Bu fiilde istiare-i tebeıyye vardır. Kur'an eskilerin haberini ihtiva ettiği için insanın konuştuğu dil Kur'an için kullanılmıştır. Böylece Kur'an sanki insanlara haberleri anlatan insan gibi olmuştur.
"Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın.", "Sağırlara davetini işittiremezsin", "Sen basiretleri körelmiş insanları... hidayete erdiremezsin." ifadelerinde istiare-i temsiliyye sanatı yapılmıştır. "Ölü", "sağır" ve "kör" kelimeleriyle imandan yararlanmayan kâfirlerin durumları anlatılmış, onlar ölü, sağır ve kör kimselere benzetilmişlerdir. [69]
"Muhakkak ki bu Kur'an" Pegamberimiz'in zamanında bulunan "İsra-iloğulları'na ihtilâf ettikleri şeylerin çoğunu anlatmaktadır." Yani onlara teşbih (Allah'ı yaratıklara benzetme), tenzih (Allah'ın noksan sıfatlardan münezzeh oluşu), cennet ve cehennemin durumları, Üzeyir (a.s.) ve Mesih (a.s.) gibi pek çok ihtilâf noktalarım haber vermektedir.
"Şüphesiz Kur'an" sapıklıktan kurtaran "bir hidayet rehberi, müminler için" azaptan kurtaran "bir rahmet kaynağıdır." Ayette müminler özellikle zikredilmiştir. Çünkü Kur'an'dan en güzel şekilde istifade edenler onlardır.
"Şüphesiz ki Rabbin" kıyamet günü diğer insanların arasında hüküm verdiği gibi "onların arasında" yani İsrailoğulları arasında da tamamen hak ve adalet olan ilâhî hükmü ile "hükmünü verecektir. O Azizdir" yani hüküm verdiği şeyin gerçek yönünü gayet iyi bilir. Dolayısıyla kararını temyiz edecek hiçbir varlık yoktur.
Ey Muhammed! "Sen Allah'a tevekkül et!" O'na güvenip dayan. Onların düşmanlıklarına aldırış etme. "Çünkü sen apaçık bir hak" yani gün gibi açık bir din "üzerindesin." Hakkın sahibi Allah, yardımına ve korumasına güven duymaya daha lâyıktır. Zira O, kâfirlere karşı sana yardım edecektir.
"Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp kaçan", uzaklaşan, geri dönen "sağırlara da davetini işittiremezsin." Zaten sağırlar işitmezler ama bu halde onlara duyurmak hiç de mümkün değildir. Bu ayet Allah'a tevekkül etme için ikinci bir sebebin beyanıdır. Böylece kâfirlerin kendisine tabi olacakları ve destekleyecekleri ümidini ortadan kaldırmaktadır. Kâfirler için ölüler, sağırlar ve körleri misal olarak verdi. Zira bunlar kendilerine okunan Kur'anı dinlemek ve Kur'anın gösterdiği iman yolunu görmek suretiyle Kur'andan istifade edemezler.
"Sen basiretleri körelmiş insanları sapıklıklarından uzaklaştırıp hidayete erdiremezsin." Çünkü hidayet ancak sabırla, sebatla meydana gelir. "Sen ancak ayetlerimize iman edenlere" Kur'anı tasdik edenlere "duyurabilirsin." Bunlara anlatıp kabul ettirebilirsin. Senin duyurman ancak bunlara fayda verir. "Bunlar" Allah'ın birliğini ihlâsla kabul eden "müslümanlardır." [70]
Allah Tealâ hayatın başlangıcı ve sonunu kâinattaki maddî ve manevî delillerle ispat etmeyi tamamladıktan sonra bunun ardından baştanbaşa mucize olan Kur'an-ı Kerim gibi en muazzam delil ile peygamberliği ispat etme konusunu anlattı. Kur'an'ın kendisi bizzat mucize olduğundan Hz. Mu-hammed'in (s.a.) ortaya koyduğu peygamberliğin doğruluğunu da açıkça göstermektedir. [71]
Allah Tealâ'nın kemal sıfatlarını ispat edici delillerle, mahlûkat arasında sevap ve ceza verilmesi suretiyle gerçek adaletin ortaya konulması için meydana gelecek olan öldükten sonra dirilişin delillerini zikreden kitap, Kur'an-ı Kerim olup aşağıdaki i'caz şekillerini ihtiva etmektedir:
1- Kur'an'ın geçmiş peygamberlerin kıssalarından haber vermesi: "Muhakkak ki bu Kur'an İsrailoğulları'na ihtilâf ettikleri şeylerin çoğunu anlatmaktadır. "
Bu Kur'an-ı Kerim Tevrat ve İncil'in sahipleri olan İsrailoğulları'na ihtilâfa düştükleri -Hz. İsa (a.s.) konusunda olduğu gibi- pek çok konuda da hakkı bildirmektedir. Yahudiler Hz. İsa'ya iftira attılar. Hristiyanlar da onun hakkında ileriye gittiler. Kur'an bu konuda hak, adalet ve insaf ölçüsünü getirdi: Hz. İsa (a.s.) Allah'ın kullarından bir kul, nebilerinden bir nebi ve değerli rasullerinden biridir.
Bu kıssa ile diğer kıssaların gerçeği ancak Allah Tealâ tarafından ilâhî vahiyle bilinebilir. Çünkü kendisine Kur'an indirilen Hz. Muhammed (a.s.) ümmî idi, okuyup yazamıyordu. Tahsil için ve kültür meselelerini öğrenmek için alimlerin hiçbirine örğencilik yapmamıştı. Ancak Kur'anda antalılan bu kıssalar Tevrat ve İncil'deki kıssalara uygun idi.
2- Kur'an'ın Allah'ın birliği ve sonra dirilme, peygamberlik ve Şer'î hükümleri aklî delillerle ispat etmesi.: "Şüphesiz Kur'an hidayet rehberi ve müminler için rahmet kaynağıdır."
Yani bu Kur'an müminleri doğru yola iletir, tevhid, haşr, peygamberlik, Allah'ın güzel sıfatları gibi akide ile ilgili olan ya da beşerin ihtiyaçlarına uygun, ve ahiretteki menfaatlerini gerçekleştirmeye yönelik ameli için rahmet kaynağıdır.
Kur'an aynı zamanda beşerin benzerini getirmekten âciz kalacağı derecede fesahat ve belagatın zirvesine ulaşması sebebiyle müminler için hidayet ve rahmettir. Beşer onun benzerini getirmekten aciz kalmıştır. Bu durum onun mucize olduğuna, insanların güçlerinin dışına çıktığına, onun son derece hikmet sahibi, övgüye lâyık sonsuz kudret sahibi bir ilâh tarafından indirilmiş vahiy olduğuna delâlet etmektedir. Ayetlerde özellikle müminler zikredilmiştir. Çünkü ondan gerçek anlamda istifade edecek olanlar onlardır.
Nebevî risaletin doğruluğuna delâlet eden Kuranın mucize oluşunun hususiyetlerini beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak şu iki hususu zikretti:
a) Allah Tealâ'nın adaletine işaret eden delilin ortaya konulması: "Şüphesiz ki Rabbin onların arasında hükmünü verecektir. O Azizdir, Alimdir."
Yani israiloğulları'na ihtilâf ettikleri hususların çoğunu anlatan Rabbin onlardan isabet edenlerle hata edenler arasında âdil hükmüyle hükmedecektir. Allah onlardan batıl yolda olanlardan intikam almaya ve içlerinden iyi amel işleyenlere mükâfat vermeye kadir ve son derece güçlüdür. Dolayısıyla O'nun kaza hükmü reddedilemez. O kullarının hareketlerini ve sözlerini gayet iyi bilir.
"Şüphesiz ki Rabbin onların arasında hükmünü verecektir." Bu ayetin manası, "Kıyamet günü kendisiyle hüküm vereceği adaletle hükmünü verecektir." demektir. Çünkü O ancak adaletle hüküm verir. Hüküm verilen karar "hüküm" olarak adlandırıldı. Yahut Onun hikmetle hüküm verdiği mu-rad edildi.
b) Peygamberimiz (s.a.) Allah'a tevekkül etmeyi ve din düşmanlarına fazla önem vermemeyi emretti: "Sen Allah'a tevekkül et. Çünkü sen apaçık bir hak üzerindesin."
Yani sen Allah'a güven. O'na dayan ve bütün işlerini Ona havale et. Rabbi'nin risaletini tebliğ et. Allah'ın düşmanlarına dönüp bakma. Çünkü bedbaht kimselerden sana muhalefet edenler, sana muhalefet etseler de sen gayet açık bir hak üzerindesin.
Bu Allah'a tevekkül etmenin birinci sebebidir. Sonra diğer bir sebep zikretti:
"Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp kaçarken sağırlara da davetini işittiremezsin." Yani hiç şüphesiz sen onlara fayda verecek bir şey işittiremezsin. Onlar senden yüz çevirip arkalarını döndükleri zaman ölüler gibidirler, kendilerine okunan şeylerden etkilenmezler ve onu anlamazlar. Onlar dinleme ümidi bulunmayan sağırlar gibidirler, bunlar hiçbir durumda duymazlar. Onlar hiçbir şey görmeyen ve asla hiçbir şeye dönüp bakmayan ölüler gibidirler. Çünkü onların kalplerinde perde vardır. Kulaklarında küfrün sağırlık veren uğultusu vardır. Kalplerinde hakka teslim olmaya engel olan böbürlenme ve büyüklük taslama vardır.
Bu ikinci sebebi beyan etmekle Hz. Peygamber'in (s. a.) kâfirlerden ümid kesmesi istenmiştir. Böylece kalbi Allah'ın düşmanlarına karşı muhalefet etme noktasında güç kazanacaktır. Zira ayet kâfirlerin ölüler, sağırlar ve körler gibi olduklarını, hiçbir şey anlamadıklarını, duymadıklarını, görmediklerini, delillerden hiçbir şeye dönüp bakmadıklarını beyan etmekteydi. Ayrıca insan herhangi bir kimseden bir şey alma ümidinde olduğu müddetçe o kimseye muhalefet etmeye cesaret edemez.
İşte Peygamberimiz'in (s.a.) dini lâyıkıyla ortaya koyma hususunda kalbinin güçlü olmasının sebebi bu idi. "Arkalarını dönüp kaçarlarken..." ifadesinin manası sağır kimsenin durumunu te'kit etmek içindir. Çünkü hakka karşı sağır olan kimse davetçiye sırt çevirip uzaklaşırsa onun sesini duymaktan daha çok uzak olacaktır.
Özetle: Allah Tealâ Rasulüne kendisine tevekkül etmesini ve kendisinden başka her şeyden yüz çevirmesini emretti. Çünkü O apaçık bir hak üzerinde, başkaları ise batıl üzerindedir. Ayrıca ne müşriklerin destek olmasında ne de onların hakkı kabul etmelerinde hiçbir ümidi ve emeli kalmamıştır.
"Ölülere duyuramamak" tan maksat peşinden kabul, tepki veya anlama gelen duyurmaktır. Bununla konuştukları kimseye karşı kabul veya reddettiklerini belirtmeksizin mücrerret sesi duymaları çelişki teşkil etmez. Nitekim hadis-i şerifte sabit olduğuna göre ölü kendi cenazesinde bulunan kimselerin yanından ayrılışları esnasındaki ayak seslerini duymaktadır. Ayrıca Rasulullah (s.a.) Bedir ehlinin kabirlerine selâm vermiştir. Nitekim Buharî ve Müslim'in Sahih 'lerinde yer alan bir hadis-i şerife göre Peygamberimiz (s.a.) Bedir kuyusundaki ölülere hitap etmiş ve kendisine:
- Ya Rasulallah! Sen ruhları olmayan cesetlere hitap ediyorsun, denildiğinde Peygamberimiz (s.a.):
- Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin olsun ki siz benim söylediğimi onlardan daha iyi işitemezsiniz, demişti.
Cenab-ı Hak önceki hükmü te'kit ederek şöyle buyurdu: "Sen basiretleri körelmiş insanları sapıklıklarından uzaklaştırıp hidayete erdiremezsin. Sen ancak ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin. Bunlar (hakka teslim olan) müslümanlardır"
Yani ey Peygamber! Basireti kapanmış kimseleri sapıklıklarından kurtarıp hidayete erdirmeye, sapıklıktan hidayete çevirmeye senin gücün yetmez. Zira onların gözlerinde senin getirdiğin şeye yani hakka ileten bir bakışla bakmalarını engelleyen perde vardır. Senin duyurman sadece, Allah'ın ezelde ilmiyle ayetlerine iman edeceklerini yani bunları tasdik edeceklerini bildiği kimselere fayda verir. Bunlar Allah'ın birliğinde ihlâslı olan, Allah'a boyun eğen müslümanlardır. Sana sadece kulağını ve gözünü her şeyi sahih şekliyle idrak etmek yolunda kullanan kimselerle kalp gözü ve basireti açık, hakkı kabule müsait kimseler icabet eder. Bu kimseler, kendini Allah'a teslim eden, nefsini Allah için selâmete erdiren, Allah'a halis kılan müslümanlardır. [72]
Allah Tealâ bu ayetlerle peygamberliğin doğru olduğunu ve Rasulün ı s.a.) risaletinin sahih olduğunu ispat etmektedir. Bu da Allah'ın Peygamberinin kalbine pek çok i'caz şekillerini ihtiva eden Kur'an vasıtasıyla olmaktadır.
Bu i'caz şekillerinden biri, Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu sıralarda mevcut olan İsrailoğullan'na eğer tatbik edecek olurlarsa ihtilâf ettikleri hususların hükmünü beyan etmesidir. Bu da Tevrat ve İncil'den tahrif ettikleri ya da kitaplarından attıkları hükümlerdir.
Bunlardan biri de şudur: Kur'an dalâletten hakka, istikamet ve doğru yola iletendir. Allah'ın birliği, öldükten sonra dirilme, peygamberlik, Allah Te-alâ'nın sıfatlarının açıklanması ile ilgili ihtiva ettiği aklî delillerle, nazmının raşdığı beşeri benzerini getirmekten âciz kılacak yüce fesahat ve belâgatiyle kendisini tasdik edenler için rahmettir. Bu Kur'an'ın nebevi risaletin doğruluğuna delâlet eden mucizevî Allah kelâmı olduğuna delâlet etmektedir.
Allah Tealâ daha sonra adaletinin delilini zikretti. Allah İsrailoğulları ile başkaları arasında ihtilâf ettikleri ahiret konusunda hüküm verecek, hak yolda olanla batıl yolda olana lâyık oldukları karşılığı verecektir. O emri red-dedilemeyen, güçlü, herşeye galip olan "Aziz" dir; hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı, her şeyi bilen "Alim" dir.
Bundan sonra Cenab-ı Hak peygamberine kendisine tevekkül etmeyi -işini Yüce Allah'a havale edip sırf O'na dayanmayı- emretti. Çünkü Allah peygamberinin yardımcısıdır. Çünkü peygamberi apaçık hak üzerindedir. O kâfirler de düşünmeyi terk etmeleri sebebiyle ölüye benzemektedirler. Onların hiçbir hisleri ve akılları yoktur. Onlar öğütleri kabul etmeyen, duymayan sağır mertebesindedirler. Hayra davet edildikleri zaman yüz çevirirler, sanki hiç duymuyorlar gibi arkalarını dönerler. Onlar yolunu fark edemeyen körler gibidirler. Yollarım kaybetmiş, şaşkın kimselerdir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Onlar hiç akıllarını kullanmazlar. " (Bakara, 2/171).
Allah Tealâ sonra da Peygamberimizin (s.a.) davet çizgisindeki genel bir kaideyi şu ayetiyle belirtti: "Sen körleri sapıklıklarından kurtarıp hidayete erdiremezsin." Yani onların kalplerinde iman yaratmak senin elinde değildir. Sen sadece hakkı kabul etmeye kabiliyeti olan, Allah'ın ayetlerine iman etmeye hazır olan, saadet için yaratılmış olan kimseye tevhidde samimi olan kimselere mesajını duyurabilirsin. Rabbinin ayetlerinden yüz çeviren inatçı kâfire gelince onun imanında hiçbir ümit yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Üzerlerine Rabbinin (azap) kelimesi hak olmuş kimseler kendilerine her ayet (mucize) gelmiş olsa da iman etmezler." (Yunus, 10/96-97) [73]
82- (Kendilerine söylenen) söz başlarına geldiği zaman onlar için yerden "Dabbe" çıkarırız da o varlık onlara insanların ayetlerimize kesin bir imanla inanmadıklarını söyler.
83- O gün her ümmetin ayetlerimizi yalanlayanlarından bir cemaat toplarız. Onlar hep bir arada tutulurlar.
84- (Mahşer yerine) geldikleri zaman Allah onlara: "Siz hiçbir bilgi sahibi olmadan benim ayetlerimi mi yalanladınız? Yoksa yaptığınız neydi?" der.
85- İşledikleri zulüm yüzünden vaad olundukları azap onların başlarına gelmiştir. Onlar artık konuşamazlar.
86- Onlar, geceyi dinlensinler diye karanlık, gündüzü de çalışsınlar diye aydınlık yaptığımızı, görmüyorlar mı? Şüphesiz ki bunda iman eden bir topluluk için nice deliller vardır.
"Yoksa yaptığınız neydi?" ifadesinde azarlama ve tekdir üslûbu vardır.
"Onlar, geceyi dinlensinler diye karanlık, gündüzü de çalışsınlar diye aydınlık yaptığımızı, görmüyorlar mı?" Burada "Bedi' İlmi" nde ihtibak adını verdiğimiz sanat vardır. Bu da sonunda söylenen ifadenin başında hazf edilmesi şeklindedir. Ayette "mubsıran" kelimesi delâlet ettiği için "muzlimen" kelimesi hazfedilmiş, "liyeskünû fîhi" kelimesi delâlet ettiği için "liyetesarra-ri fîhi" kelimesi hazfedilmiştir. [74]
Kendilerine söylenen "söz başlarına geldiği zaman..." Söylenen söz yani kendilerine yapılan öldükten sonra diriliş vaadi ve kâfirlere inen azap sözünün meydana gelme vakti yaklaştığı zaman "onlar için yerden "Dabbe" denilen yani yerde yürüyen canlı bir yaratık "bir varlık çıkarırız da o varlık onlara insanların" yani halkın çoğunun "ayetlerimize" kıyametin geleceğine delâlet eden Allah'ın ayetlerine "kesin bir imanla inanmadıklarını söyler." haber verir. Bu "Dabbe'nin gerçek vasfını en iyi bilen Allah'tır. Belki bu varlık normal bir insandır. Önemli olan bunun insanların pek çoğunun kıyametin meydana geleceğini yalanladıklarını haber vermesidir.
"O gün" yani kıyamet günü "her ümmetten ayetlerimizi yalanlayan kimselerden" yani kendilerine uyulan reislerinden "bir gurup" bir cemaat "toplarız." Öndekilerin ileri gitmelerine engel olunarak, sonrakileri de yerlerinde durdurularak münakaşa ve hesap meydanında toplanmaları temin edildi.
Hesap veya mahşer yerine "Geldikleri zaman Allah onlara: Siz hiçbir bilgi sahibi olmadan" gerçek yönünü düşünmeden, hakikî mahiyetine vakıf olmadan benim peygamberlerimi "mi yalanladınız?" Hiçbir bilgi sahibi olmaksızın ifadesi "mahiyetinin hakikî yönünü idrak etmeksizin" demektir. Buradaki "vav" atıf vavıdır. Yani siz onun hakiki yönüne zihinlerinizi yormamakla birlikte yani sathî (yüzeysel) bir bakışla bakıp hakkı yalanlıyorsunuz demektir. "Yoksa yaptığınız neydi?" Yani eğer böyle değilse ne yapıyorsunuz? Bu, susturma sorusudur. Zira onlar cehalet sebebiyle yalanlamadan başka bir şey yapmadılar.
"İşledikleri zulüm" yani şirk koşmaları ve Allah'ın ayetlerini yalanlamaları "yüzünden kendilerine verilen söz onların başlarına gelmiştir." Azaba uğramışlardır. Bu azap onların ateşe atılmalarıdır. "Onlar artık" özür beyan ederek "konuşamazlar." Zira onların hiçbir hüccetleri yoktur.
"Onlar geceyi dinlensinler" istirahat etsinler, sükûnete ersinler "diye karanlık, gündüzü de" tasarrufta bulunmaları için ışığıyla geçim vesilelerini temin etmeleri için "aydınlık yaptığımızı" bu şekilde "yarattığımızı görmüyorlar mı?"
"Şüphesiz ki bunda iman eden bir topluluk için nice ayetler" Allah Te-alâ'nm kudretine deliller "vardır." Bu ayetler üç hususa delâlet etmektedir: Allah'ın birliği, mahşer yerinde toplanma, peygamberlerin gönderilmesi. Ayette iman edenler bundan gereğince istifade edecekleri için özellikle zikredilmiştir. Zira nurun ve zulmetin özel bir şekilde birbirlerini takip etmesi sadece ezici bir kudretle mümkün olur. Zulmeti nurla aynı maddeden değiştirmeye kadir olan zat aynı bedenin maddelerinden ölümü hayata tebdil etmeye de kadirdir. [75]
Allah Tealâ kudretinin ve ilminin kemaline delâlet eden delilleri beyan edip buna bağlı olarak öldükten sonra dirilme, haşir ve neşir imkânı meselesini zikredince sonra da Kur'an-ı Kerim'in mucize olduğunu izah edip mucize oluşuyla Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğinin ispat edildiğine dikkat çekti ve bunun ardından kıyametin kopmasından önceki olayları beyan etti. Bu olaylar ya Dabbetü'l-arzın ortaya çıkması gibi kıyamet alâmeti ya da kıyamet kopması anında meydana gelecek olan Sur'un üfürülmesi gibi olaylardır.
Cenab-ı Hak kıyamet alâmetlerini peygamberliğin ispatı konusundan geriye bıraktı. Çünkü bu hususların bilinmesi ancak sözü sadık olan bir peygamberin haber vermesiyle mümkündür. [76]
Kendilerine söylenen "söz başlarına geldiği zaman onlar için "Dabbe" denilen bir varlık çıkarırız da o varlık onlara insanların ayetlerimize kesin bir imanla inanmadıklarını söyler."
Yani bu durum ahir zamanda insanların fesada uğradığı, Allah'ın emirlerini terk ettikleri, hak dinini değiştirdikleri ve kendilerine vaad edilen azabı hak ettikleri zaman olur. Kıyametin kopmasının yaklaştığı bir zamanda Allah insanlar için yerden bir "Dabbe" çıkarır ve bu Dabbe onlara insanların çoğunun Allah'ın ayetlerine kesin bir imanla inanmadıklarını söyler.
Bu "Dabbe" denilen varlık bazı yeni müfessirlerin söyledikleri gibi söz söylemekle tavsif edildiği için belki de bir insandır. Zira yeryüzünde hareket eden her varlık "Dabbe"dir.
Bu "Dabbe" hadis-i şeriflerde "cessâse" olarak adlandırılmıştır. Bu hususta âhad hadisler varit olmuştur. Bu hadislerden biri Müslim'in ve Sünen sahiplerinin Huzeyfe b. Esîd el-Gıfarî'den rivayet ettikleri hadis-i şeriftir. Huzeyfe şöyle anlatıyor: Rasulullah (s.a.) odasından çıkıp yanımıza geldi. Biz kıyamet konusunu müzakere ediyorduk. Buyurdular ki: "Sizler şu on ayeti görmedikçe kıyamet kopmaz:
- Güneşin batıdan doğması,
- Duman,
- Dabbe'nin çıkması,
- Ye'cûc ve Me'cûcün çıkması,
- Hz. İsa aleyhisselâmm çıkması,
- Deccal,
- Üç yerin yerin dibine batması, ki bunlar batıda ve doğuda Arap yarımadasında, gerçekleşecektir.
- Aden'den çıkacak ateşin insanları sevketmesi ve insanları toplaması, : uların gecelediği yerde gecelemesi, onların istirahat ettiği yerde onlarla bir-ıkte istirahat etmesi.
"Dabbetül-arz"m çıkış yerine gelince: Rasulullah'a
- Dabbe nereden çıkacak? diye soruldu.
- Mescidlerin Allah Tealâ'ya hürmet yönünden en muazzamı olan mes-cidden -yani Mescidi Haram'dan çıkacaktır, buyurdu. [77]
Cenab-ı Hak kıyametin kopmasının birinci alâmetini zikrettikten sonra ikinci alâmeti zikretti:
"O gün her ümmetin ayetlerimizi yalanlayanlarından bir cemaat toplarız. Onlar hep birarada tutulurlar. Mahşer yerine geldikleri zaman Allah onlara şöyle seslenir: Siz hiçbir bilgi sahibi olmadan benim ayetlerimi mi yalanladınız? Yoksa yaptığınız neydi?"
Yani kıyamet günü Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini yalanlayan zalimlerden her ümmetin reislerinden bir topluluğu bir araya getiririz. İlkleri sonrakilerle bir araya getirip haşir ve hesap meydanında toplarız. Nihayet toplanıp Allah'ın huzurunda hesap ve münakaşa için duruldukları zaman Allah onlara azarlamak ve ilzam etmek üzere şöyle buyurur:
Sizler ayetlerin gerçeği hakkında sizlere verdiği bilgileri incelemeksizin bu günde ilâhî huzurda bulunmaya delâlet eden benim ayetlerimi mi yalanladınız? Bu ayetler hakkında düşünmediğiniz zaman kendi nefislerinizi ne ile meşgul ediyordunuz? Bu hususta tasdik etme veya yalanlama şeklinde neler yapıyordunuz?
"İşledikleri zulüm yüzünden vaad olundukları azap onların başlarına gelmiştir. Onlar artık konuşamazlar." Yani o zaman zulümleri sebebiyle yani hakları yalanlamalarından ve inkâr etmelerinden dolayı Allah'ın ayetlerini yalanlayan o kimselere azap gelecek, bu azap onların konuşmalarına ve mazeret dilemelerine engel olur. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmakta-dır: "Bu onların konuştukları gündür." (Mürselât, 77/35).
Cenab-ı Hak daha sonra tevhid, haşir ve peygamberliğin delilini zikretti:
"Onlar geceyi dinlensinler diye karanlık, gündüzü de çalışsınlar diye aydınlık yaptığımızı görmüyorlar mı? Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için nice deliller vardır."
Ayetlerimizi yalanlayan o kimseler gündüzün yorgunluğundan sonra sükûnet, uyku, rahat ve istikrar için geceyi yarattığımızı, geçim, kazanç, yolculuk, ticaret gibi ihtiyaç duydukları işlerini görmek ve tasarrufta bulunmak için gündüzü aydınlık ve nurlu yarattığımızı görmüyorlar mı? Bu yaratma ve icad etmede Allah'ı ve Rasulü'nü tasdik eden bir topluluk için ceza ve hesap görmeye Allah'ın kullarını diriltmeye kadir olduğuna ve Allah'ın birliğine deliller vardır.
Kim gece ve gündüzün birbirini izlemesini ölüme benzer bir halde hareket ve canlılığa intikal etmeyi düşünürse kıyametin hiç şüphesiz meydana
"Dabbetül-arz"ın çıkış yerine gelince: Rasulullah'a
- Dabbe nereden çıkacak? diye soruldu.
- Mescidlerin Allah Tealâ'ya hürmet yönünden en muazzamı olan mes-cidden -yani Mescidi Haram'dan çıkacaktır, buyurdu.[78]
Cenab-ı Hak kıyametin kopmasının birinci alâmetini zikrettikten sonra ikinci alâmeti zikretti:
"O gün her ümmetin ayetlerimizi yalanlayanlarından bir cemaat toplarız. Onlar hep birarada tutulurlar. Mahşer yerine geldikleri zaman Allah onlara şöyle seslenir: Siz hiçbir bilgi sahibi olmadan benim ayetlerimi mi yalanladınız? Yoksa yaptığınız neydi?"
Yani kıyamet günü Allah'ın ayetlerini ve peygamberlerini yalanlayan zalimlerden her ümmetin reislerinden bir topluluğu bir araya getiririz. İlkleri sonrakilerle bir araya getirip haşir ve hesap meydanında toplarız. Nihayet toplanıp Allah'ın huzurunda hesap ve münakaşa için duruldukları zaman Allah onlara azarlamak ve ilzam etmek üzere şöyle buyurur:
Sizler ayetlerin gerçeği hakkında sizlere verdiği bilgileri incelemeksizin bu günde ilâhî huzurda bulunmaya delâlet eden benim ayetlerimi mi yalanladınız? Bu ayetler hakkında düşünmediğiniz zaman kendi nefislerinizi ne ile meşgul ediyordunuz? Bu hususta tasdik etme veya yalanlama şeklinde neler yapıyordunuz?
"İşledikleri zulüm yüzünden vaad olundukları azap onların başlarına gelmiştir. Onlar artık konuşamazlar." Yani o zaman zulümleri sebebiyle yani hakları yalanlamalarından ve inkâr etmelerinden dolayı Allah'ın ayetlerini yalanlayan o kimselere azap gelecek, bu azap onların konuşmalarına ve mazeret dilemelerine engel olur. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmakta-dır: "Bu onların konuştukları gündür." (Mürselât, 77/35).
Cenab-ı Hak daha sonra tevhid, haşir ve peygamberliğin delilini zikretti:
"Onlar geceyi dinlensinler diye karanlık, gündüzü de çalışsınlar diye aydınlık yaptığımızı görmüyorlar mı? Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için nice deliller vardır."
Ayetlerimizi yalanlayan o kimseler gündüzün yorgunluğundan sonra sükûnet, uyku, rahat ve istikrar için geceyi yarattığımızı, geçim, kazanç, yolculuk, ticaret gibi ihtiyaç duydukları işlerini görmek ve tasarrufta bulunmak için gündüzü aydınlık ve nurlu yarattığımızı görmüyorlar mı? Bu yaratma ve icad etmede Allah'ı ve Rasulü'nü tasdik eden bir topluluk için ceza ve hesap görmeye Allah'ın kullarını diriltmeye kadir olduğuna ve Allah'ın birliğine deliller vardır.
Kim gece ve gündüzün birbirini izlemesini ölüme benzer bir halde hareket ve canlılığa intikal etmeyi düşünürse kıyametin hiç şüphesiz meydana geleceğini ve Allah'ın kabirlerde bulunanları dirilteceğini idrak eder. [79]
Kıyamet gününün dehşetli ve korkunç olayları çok garip ve şaşırtıcıdır. Kıyametin alâmetlerinden biri insanlar azabı hak ettiklerinde yerden "Dab-be" denilen bir varlığın çıkıp insanların çoğunun Allah'ın ayetlerini doğrula-madığını haber vermesidir.
Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Üç şey vardır ki bunlar çıktığı zaman daha önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış hiçbir kimseye imanının faydası olmaz. Bu üç şey, Güneşin batıdan doğması, Deccal ve Dabbetül-arz."
Müfessirler bu Dabbe'nin belirlenmesi, sıfatı ve nereden çıkacağı hususunda çok ihtilâf etmişlerdir.
Kurtubî diyor ki: İlk söz bunun Hz. Salih'in devesi cinsinden olmasıdır. Bu görüş -en iyisini Allah bilir- en doğru görüştür. Bunun delili Ebu Davud et-Tayalisî'nin Müsnedinde Huzeyfe'den (r.a.) rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Rasulullah (s.a.) Dabbe'yi zikretti ve şöyle buyurdu: "Onun üç ayrı çıkışı olacaktır. Önce bâdiyede çıkacak, Mekke'de zikri geçmeyecektir. Sonra uzun bir müddet gizlenecek. Sonra ikinci bir defa ortaya çıkacak. Zikri bâdiyede yayılacak ve Mekke'de adı duyulacak. Sonra insanlar hürmet yönünden en muazzam, en hayırlı ve Allah katında en değerli mescit olan Mescid-i Ha-ram'da iken Dabbetü'1-arz Rükn-i hacer ile makam-ı İbrahim arasında başından toprağı silkerek bağıracak... İnsanlar ondan sağa-sola kaçacak..."
Bu hadiste onun deve yavrusu olduğuna dair delil "Tergû (böğürmek)" kelimesidir. Çünkü böğürmek deveye mahsustur. Zira Hz. Salih'in devesi öldüğü zaman yavrusu kaçmış, bir kaya açılmış, o da kayanın içine girmişti. Sonra kaya kapanmıştı. O Allah'ın izniyle çıkıncaya kadar orada kalacak-
Daha sonra Cenab-ı Hak kıyamet koptuktan sonra meydana gelecek bazı olayları zikretti. Bu da Kur'anı ve hakka delâlet eden delilleri yalanlayanlardan her ümmetten bir zümre veya cemaatin mahşer yerine toplanmasıdır. Onlar sürüklenerek ve çekilerek hesap görme yerine toplanırlar.
Katade diyor ki: İlklerle sonrakiler bir araya getirilirler. Nihayet mahşer yerine geldiklerinde Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Siz peygamberlerime indirdiğim ayetlerimi ve birliğime delil olarak ortaya koyduğum ayetleri mi yalanladınız? Siz bunların gerçek yönünü bilmiyordunuz. Siz bunları yalanlayarak, cahillik yaparak, delil olarak kabul etmeyerek bu ayetlerden yüz çevirirdiniz. Sonra da azarlayarak ve tehdit ederek şöyle devam etti: Bu ayetleri araştırmadığınız ve bu ayetler hakkında düşünmediğinize göre siz ne yapıyordunuz?
Fakat zulümleri yani şirk koşmaları sebebiyle onlara azap vacip oldu. Artık onlar konuşamaz. Yani onların hiçbir özrü ve hücceti yoktur.
Daha sonra Allah Tealâ iman etmeye ve küfrü terk etmeye daha ileri derecede irşat etmek üzere öldükten sonra dirilme, Allah'ın birliği ve peygamberlik için delil ortaya koydu. Bu delil gecenin uyku ve istikrar için yaratılması, insanların eşyayı rahat bir şekilde görebildikleri aydınlık ve nurlu gündüzün hareketlilik, hayatı yaşama ve rızık kazanmak için yaratılmasıdır. Bu hususta Allah'a iman eden bir topluluk için Allah'ın kudretine, birliğine ve insanları mahşer yerinde toplama imkânına deliller vardır.
Allah'ın birliğine delâlet etme yönüne gelince, nurdan zulmete ve zulmetten nura son derece hassas bir şekilde intikal etmek ancak çok yüksek ezici bir kudretle meydana gelebilir.
Mahşer yerinde toplanmaya delâlet etme yönüne gelince, Allah Te-alâ'nın bu intikale kadir olduğu sabit olunca elbette Allah hayatı ölüme, ölümü de hayata çevirmeye kadirdir.
Peygamberliğe delâlet etme yönüne gelince, Allah Tealâ gece ve gündüzü insanların menfaatleri için birbiriyle yer değiştirir şekilde yaratmıştır. Nebi ve rasullerin gönderilmesinde insanlar için büyük faydalar vardır. O halde bu faydaların elde edilmesi için insanlara peygamberler gönderilmesine ne engel vardır? [80]
87- Sûr'a üfürüldüğü gün göklerde ve yerde bulunanlar dehşetli bir korkuya kapılırlar. Ancak Allah'ın diledikleri bunun dışındadır. Hepsi de O'na boyunlarını bükerek gelirler.
88- Sen dağlara bakarsın da onları hareketsiz zannedersin. Halbuki onlar bulutların geçişi gibi geçer gider. İşte bu her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O yaptıklarınızdan haberdardır.
89- Kim iyilik getirirse ona ondan daha hayırlısı verilir. Onlar o gün korkudan da emindirler.
90- Kim de kötülük getirirse böyleleri yüzüstü ateşe atılırlar. Onlara: 'Yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandırılıyorsunuz?" denilir.
"Kim iyilik getirirse" ve "kim kötülük getirirse" ifadeleri arasında t sanatı vardır.
"Bulutların geçişi ile geçer gider." ifadesi teşbih-i beliğdir. Yani sürat smdan bulutların geçişi gibi geçer demektir. Benzetme edatı ve benzetim nü hazfedilmiştir. [81]
"Sûr" içine üfürülen boynuz demektir. Burada murad edilen İsrafil'ii rinci defa sûr'a üfürmesi olayıdır. "Sûr'a üfürüldüğü gün göklerde ve y< bulunanlar dehşetli bir korkuya kapılırlar." Burada kastedilen, dehşet s biyle ölüme götüren şiddetli korku demektir ve meydana geleceği kesin o ğu için mazi sigasıyla ifade edilmiştir. "Ancak Allah'ın" kalbine sebat v rek korkmamalarını "diledikleri bunun dışındadırlar." Bunlar Cebrail, M il, İsrafil ve ölüm meleği Azrail'dir.
İbni Abbas'tan (r.a.) rivayete göre, bu kimseler şehitlerdir ve Rat nezdinde diri olup nzıklandırılmaktadırlar.
"Hepsi de O'na boyunlarını bükerek" zelil bir şekilde "gelirler." Sûr'a ikinci defa üfürüldükten sonra mahşer yerinde bulunurlar. Yahut O'nun emrine döndürülürler.
"Sen dağlara bakarsın" Sûr'a üfürüldüğü anda dağları görürsün "da onları hareketsiz" büyüklükleri sebebiyle yerinde sabit halde "zannedersin. Halbuki onlar" sürat noktasında "bulutların geçişi gibi geçer gider." Çünkü büyük şeyler bir tarafta hareket ettiği zaman nerdeyse onun hareketi belli olmaz. Bu tıpkı rüzgârların yürüttüğü bulutlara benzemektedir.
"İşte bu her şeyi sapasağlam yapan" muhkem ve gayet düzgün bir şekilde yaratan "Allah 'in sanatıdır."
"Şüphesiz ki O yaptıklarınızdan haberdardır." Yapılan fiillerin görünen ve görünmeyen yönlerini gayet iyi bilir. Onların amellerinin karşılığını verir.
"Kim iyilik getirirse" yani iman eder ve amel-i salih işlerse "ona ondan daha hayırlısı verilir." Yani bu sebeple ona sevap verilir. Buradaki "hayr" kelimesi tafdil (daha hayırlı) manasında değildir. Zira bundan daha hayırlısı yoktur. Bir başka ayette "on misliyle karşılık verilir." buyurulmaktadır.
"Onlar o gün korkudan da emindirler." Buradaki korku azaptan korkudur. Onlar güzel amel işleyen kimseler demektir.
87. ayette yer alan "göklerde ve yerde bulunanlar dehşetli bir korkuya kapılırlar." ifadesindeki birinci korkudan meydana gelecek şiddet ve ansızın oluşacak dehşet sebebiyle hiçbir kimse kurtulamaz. Ancak iyi amel işleyen kendisine zararın dokunmasından emin olur.
"Kim bir kötülük getirirse" yani Allah'a şirk koşar ve günah işlerse "böy-leleri yüzüstü ateşe atılırlar." Yani sürülerek atılırlar. "Yüz" kelimesiyle bizzat nefislerin murad edilmiş olması da caizdir. Burada "yüz" kelimesi beş duyu arasında şerefli bir makam olduğu için zikredilmiştir. Bu azaların dışın-dakilerden daha şerefli olması ise daha açıktır.
"Onlara: Yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandırılıyorsunuz? denilir. " Yani siz şirk veya masıyet şeklindeki amellerinizin cezasını göreceksiniz. İstifhamla belirtilen mana susturmak, ilzam etmek içindir. [82]
Kıyametin kopmasına ait birinci alâmetin -konuşmak için Dabbe denilen varlığın çıkması olayının- zikredilmesinden Cenab-ı Hak kıyametin kopmasına dair diğer iki alâmeti -sûr'â üfürülmesi ve dağların yürütülmesi alâmetlerini- zikretti.
Cenab-ı Hak daha sonra ise kıyamet günü mükelleflerin durumunu ve bunların iki kısım olduklarını zikretti.
a) İyi amel işleyen itaatkâr kimseler: Bunlara daha hayırlısıyla karşılık verilecektir. Bunlar azaptan korkma hususunda emindirler.
b) Kötü amel işleyen isyankâr bedbaht kimseler: Böyleleri amellerinin karşılığında yüzüstü cehennem ateşine atılırlar. [83]
"Sûr'a üfürüldüğü gün göklerde ve yerde bulunanlar dehşetli bir korkuya kapılırlar. Ancak Allah 'm diledikleri bunun dışındadır."
Yani ey Rasul insanlara sûr'a üfürülmesi korkusunun dehşetini anlat. Sûr hadiste yer aldığı gibi içine üfürülen boynuz demektir. Zira bu sura üfürüldüğü zaman göklerde ve yerde bulunanların tamamı korkuya kapılırlar. Bu korku onları ölüme götürecek bir korkudur. Ancak Rabbinin kalbine sebat verip korkudan uzak tuttuğu "dilediği kimseler bunun dışındadır." Bu kimseler Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail gibi büyük meleklerdir. Bir başka rivayete göre bunlar şehitlerdir. Zira onlar Rableri nezdinde diri olup rızıkla-nırlar.
Sûr'a iki defa üfürülecektir:
a) Bu, ayette yer alan dehşetli üfürmedir. Bu nefha "Sûr'a üfürülüp Allah'ın dilediği kimseler dışındaki kimseler hariç göklerde ve yerde bulunan kimselerin tamamı bayılacak, öleceklerdir." (Zümer, 39/68) ayetinde zikredilen nefhadır.
b) Önceki ayetin sonunda ifade edilen, diriliş üfürmesidir. "Sonra ikinci defa sûr'a üfürüldü. Onların tamamı ayağa kalkıp bakıyorlardı." Bir başka ayette şöyle buyuruldu: "Sûr'a üfürüldü. Bir de ne görürsün: Kabirlerden kalkmış Rablerinin huzurunda toplanırlar." (Yasin, 38/51).
Sûr hadisinde ifade edildiğine göre, Allah Tealâ'nın emriyle sûr'a üfleye-cek olan İsrafildir. Önce korku üflemesiyle uzun uzun sûr'a üfler. Bu nefha (üfleme) dünyanın ömrünün sonunda yaşayan en şerli kimselerin üzerine kıyametin kopması anında olacak, yer ve göklerde bulunanlar dehşetli bir korkuya kapılacaklardır.
O halde sûr'a iki defa üfleme olacaktır. İlki Allah'ın dilediği kimseler dışında herkesin ölmesi için, ikincisi ise herkesin hesaba çekilmek üzere dirilmesi için. Birinci üfleme esnasında istisna edilenler bundan sonra ve ikinci üflemeden önce öleceklerdir.
"Hepsi de Ona boyunlarını bükerek gelirler." Yani mahlûkatın hepsi sorgu ve hesap için zelil ve horlanmış olarak, kâfir iseler zillet içerisinde, mümin iseler ilâhî heybet önünde haşyet içerisinde Allah'ın huzuruna gelirler. Rabbinin emrinden hiç bir kimse geri kalamaz.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: 'Yer ve göklerde bulunan herkes Rahmana kul olarak gelirler." (Meryem, 19/93). Yine şöyle buyurmuştur: "Sizi davet ettiği gün O'na hamdederek icabet edersiniz." (İsra, 17/52); "Sonra sizi yerden davet ettiği zaman siz hemen çıkarsınız." (Rum, 30/25); "Kabirlerinden süratle çıktıkları zaman sanki onlar dikili bir şeye koşar gibidirler." (Meâric, 70/43). [84]
"Sen dağlara bakarsın da onları hareketsiz zannedersin. Halbuki onlar bulutların geçişi gibi geçer gider." Yani dağlara bakarsın ve onları bulundukları halde devamlı kalacakmış, sabitmiş gibi görürsün. Halbuki o dağlar sür'atle yerlerinden ayrılırlar. Rüzgârın tesiriyle yürüyen bulutlar gibi yürürler. Çünkü büyük cisim ağır ağır hareket ettiği zaman hareketi neredeyse belli olmaz.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O gün gök sallanıp çalkalanır, (Dağlar yerinden kopup) yürür." (Tur, 52/9-10); "O gün biz dağları yürüteceğiz ve sen yeri bir çöl göreceksin." (Kehf, 18/47); "Dağlar yürütülmüş bir serap haline gelmiştir." (Nebe, 78/20); "Sana dağları (kıyamet gününde dağların durumunu) sorarlar. De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak. Yerlerini dümdüz bir toprak halinde bırakacak, onlarda ne bir iniş ne de bir yokuş görmeyeceksin" (Tâ-Hâ, 20/105-107).
Dağlar birinci defa sûr'a üfürülmesi halinde un-ufak olsa da dağların yürütülmesi ikinci üfürmeden sonra mahşer ehlinin müşahede etmeleri için mahlûkatın mahşere toplanma vaktinde olacaktır. Allah yeryüzünü başka bir yeryüzü, gökyüzünü başka bir gökyüzü haline çevirecek.
"O gün yeryüzü başka bir yeryüzüne, gökler de (başka göklere) dönüşecek. İnsanlar bir olan, kahhar olan (ezici güce sahip olan) Allah'ın huzurunda toplanacaklardır." (İbrahim, 14/48).
Bazı alimler bu ayeti dünyanın güneş etrafında son derece süratle döndüğüne delil getirmişlerdir. Fakat anlaşılan odur ki bu ahirette olacaktır. Çünkü buradaki söz kıyamet günü hakkındadır.
"İşte bu herşeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır." Yani bu sanat her şeyi son derece sağlam yapan ve ona hikmetinden tevdi eden Allah'ın fiilidir.
"Şüphesiz ki O yaptıklarınızdan haberdardır." Bu sûra üfürülmenin, hesap ve ceza için dirilmenin illetidir. Yani Allah Tealâ kullarının yaptıklarını gayet iyi bilir ve onlara amellerinin karşılığını tam olarak verir.
Cenab-ı Hak daha sonra kıyamet koptuktan sonra mesut ve bedbaht mükelleflerin durumunu beyan etti:
"Kim iyilik getirirse ona ondan daha hayırlısı verilir. Onlar o gün korkudan da emindirler."
Yani kim tek olan ve hiçbir eşi-ortağı olmayan Allah'a iman ederek, sa-lih amel işleyerek gelirse o kimseye Rabbi nezdinde naim cennetlerinde bol sevap vardır. Büyük korkudan -kıyamet azabı korkusundan- emin olur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onları büyük korku mahzun etmez." (Enbiya, 21/103); "Cehenneme atılan kimse mi daha hayırlıdır, yoksa kıyamet günü emin olarak gelen mi?" (Fussılet, 41/40); "Onlar cennet köşklerinde emniyet içindedirler." (Sebe1, 34/37).
Hasene (iyilik), iman ve salih amel demektir. İbni Abbas, Nehasî ve Ka-tade diyorlar ki: Bu "Lâ ilahe illallah" demektir.
Buradaki "hayr" kelimesi en hayırlı manasında ism-i tafdil değildir. Zira -İkrime'nin dediği gibi- Lâ ilahe illallah'tan daha hayırlı bir şey yoktur. Maksat sevabın kat kat ve devamlı olmasıdır. Zira amel biter, sevap ise devam eder. "Hayır" sevap demektir.
Bir başka görüşe göre "hayr" kelimesi ism-i tafdildir. Yani Allah'ın sevabı kulun amelinden daha hayırlıdır.
"Min" son noktanın başlangıcı içindir. Yani ona hayırlardan bir hayır verilir. Bu hayrın başlangıcı ise bu iyilik cihetindendir. Allah mükellefin hayır getirmesine iki şeyi bina etti: Sevap kazanması ve azaptan emin olması.
"Kim kötülük getirirse böyleleri yüzüstü cehenneme atılır. Onlara: "Yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandırılıyorsunuz?" denilir." Yani kim Allah'a şirk koşar ve masıyetleri işlerse, kim Allah'a hiçbir iyi ameli olmaksızın günahkâr olarak gelirse ya da günahları sevaplarını aşarsa herkes kendi ameliyle ceza görür ve cehenneme atılır. Onlara -yani kâfirlere ve isyankârlara- şöyle denilir: Bu sizin dünyadaki şirk ve masıyet şeklindeki amelinizin karşılığı değil midir?
Dikkat edilirse bu ayetlerin tamamı belagat, fesahat ve içice pek çok mana ifade eden icazın zirvesindedir.
Zemahşerî diyor ki: Bu kelâmın belâgatine, tanzim ve tertibinin güzelliğine, tefsirinin kenetleşmesine, birbiriyle kucaklaşmasına bakın. Sanki bu kelâm tek bir şelâleden dökülmektedir. Bu güçlü bir kimseyi âciz bırakacak, en mahir hatipleri susturup dilsiz kılacak şekildedir.[85]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- İsrafil'in Sûr'u üflemesi korkunç bir üflemedir. Bu birinci üfleme olup bayıltma üflemesidir. Onun korkusundan Rabbinin dilediği melekler ve insanlar hariç bütün yaratıklar ölür. Bu kıyametin kopmasının ikinci alâmetidir.
Kurtubî diyor ki: "Sur" hakkında sahih olan nurdan bir boynuz olup İsrail'in ona üfleyeceğidir. Mücahid ise şöyle diyor: Sûr boynuz şeklindedir. Sûra üflemede doğru olan üç değil, iki üflemedir: Korku üflemesi ve bayılma üflemesi. Zira iki durum birbirine bağlıdır. Yani onlar öyle bir korkuya kapılacaklar ki bu korkudan dolayı öleceklerdir. Sonra diriliş üflemesi gelir. Bu üfürme ceza yerinde toplanmaları için kullarına hayat veren bir üfürme- [86]
Hz. Adem'den (a.s.) kıyamet gününe kadar gelen mahlûkattan hiçbiri Allah Tealâ'nm huzurunda canlı olarak durmaktan geri kalamaz. Bunun delili şu ayettir: "Hepsi O'na boyun eğerek -yani zelil ve horlanmış olarak- gelirler."
2- Kıyametin kopmasından ve ikinci üfürmeden sonra mahlûkatm mahşer yerinde toplanmasıyla dağların yerlerinden yürütülmesi olayı meydana gelir. Daha sonra bunlar parçalanır ve atılmış yün gibi dağılırlar.
Denilmiştir ki: Allah Tealâ dağları değişik sıfatlarla tavsif etmiştir. Hepsi yeryüzünün bunlardan arınmasına, gizlediği şeylerin ortaya çıkmasına racîdir.
Bu sıfatların ilki, dağların parça parça olacağıdır. Bu Kur'anda adı geçen müthiş sarsıntıdan (zelzeleden) önce olacaktır. Dağlar daha sonra atılmış yün gibi olacaktır. Bu da gökyüzü eritilmiş zeytinyağı gibi olunca meydana gelecektir. Cenab-ı Hak bu son iki vasfı bir ayette bir arada zikretmektedir: "O gün gökyüzü eritilmiş zeytinyağı gibi olacak, dağlar atılmış yün gibi olacaktır." (Meâric, 70/8-9).
Üçüncü vasıf, dağların saçılmış toprak gibi olmasıdır. Bu da dağların atılmış yün gibi olduktan sonra paramparça olmasıdır.
Dördüncü vasıf, dağların tamamen küçük parçalara ayrılmasıdır.
Beşinci vasıf ise rüzgârların bunları yeryüzünde savurması, havada toz gibi parlamasıdır.
Altıncı durum da serap olmasıdır.[87]
3- Yeryüzündeki dağlar v.b. alâmetlerin değişmesi gökyüzünün ve diğer büyük varlıkların dağılması her şeyi en sağlam şekilde yapan, buna hikmeti tevdi eden Allah'ın fiillerindendir.
4- İnsanlar kıyamet günü iki sınıftır: Mesut olanlar, bedbaht olanlar... Mesut olanlar, salih amel işleyen müminlerdir. Onlara bol sevap ve Allah'ın azabından kurtuluş vardır. Bedbaht olanlar ise kâfirler ve müşrikler ile dünyada kötü amel işleyen isyankârlardır. Bunlar yüzüstü cehenneme atılırlar. Bu amellerinizin karşılığından başka nedir?
Allah tarafından mesut olanlara bahşedilen sevap -hayır olup cins isimdir- başka bir ayette on misliyle tefsir edilmiştir. Zira Allah bir haseneye on misliyle karşılık verir. Kötü amelin karşılığına gelince bu katlanmaz. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurur: "Kim iyi amel getirirse on misliyle karşılık verilir. Kim kötü bir amel getirirse ancak misliyle karşılık verilir. Onlar zulme uğratılmazlar." (En'am, 6/160). [88]
91- (De ki:) "Ben sadece bu beldenin Rabbine ibadet etmekle emrolun-dura. Allah bu beldeyi saygı gösterilmesi gereken mukaddes bir yer kılmıştır. Her şey yalnız O'nundur. Ben müslümanlardan olmakla emrolun-dum.
92- Bir de Kur'an okumakla (emro-lundum). Kim hidayet yolunu tutarsa ancak kendisi için hidayet yolunu tutmuş olur. Kim de saparsa ben ancak uyarıcılardanım." de.
93- De ki: "Hamdolsun Allah'a! O ayetlerini size gösterecek siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir."
"Bu belde" Mekke'dir. Bu çeşit bir tamlama ile zikredilerek "rab" kelimesine izafe edilmesi Mekke'yi şereflendirme ve onun şanını yüceltmedir.
De ki: "Ben sadece bu beldenin Rabbine ibadet etmekle emrolundum. Allah bu beldeyi haram belde kılmıştır." Yani burayı insan kanı dökülmeyen, hiçbir kimseye zulmedilmeyen, avı avlanılmayan, yeşil otları kopanlmayan emin, muhterem, mukaddes bir yer kılmıştır. Bu, Allah'ın Kureyş kabilesine verdiği nimetlerdendir. Zira beldelerinden azabı ve bütün Arap ülkelerinde yaygın olan fitneleri kaldırmıştır.
"Her şey yalnız O'nundur." Yani hem yaratık hem de mülk olarak her şey Allah'ındır. O her şeyin rabbi, yaratıcısı ve gerçek malikidir. "Ben müslümanlardan" islâm dini üzerine sabit olan, hakka boyun eğen, Allah'ın birliğine teslim olan kimselerden "olmakla emrolundum."
"Bir de Kur'an okumakla" emrolundum. Yani yavaş yavaş okunması suretiyle hakikatlerinin ortaya çıkması için Kur'an okumaya devam etmekle emrolundum. Yine Kur'an'ı imana davet eden kimsenin okuduğu gibi okumakla emrolundum. "Kim hidayet yolunu tutarsa ancak kendisi için" kendi nefsi için "hidayet yolunu tutmuş olur." Çünkü hidayete ermesinin sevabı kendisine aittir. "Kim de" imandan "saparsa" ve hidayet yolundan şaşarsa o kimseye: "ben ancak uyarıcalardanım." kavimlerini Allah'ın azabının geleceğinden dolayı korkutanlardanım, benim üzerime düşen sadece tebliğdir, "de."
"De ki: Hamd olsun Allah'a." Peygamberlik nimetini vermesi veya bana ilim ihsan etmesi ve bu ilimle amel etmeye muvaffak kılması sebebiyle Allah'a hamdolsun diyerek şükret. "O ayetlerini size gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız." Size dünyada -Bedir olayı gibi- ezici kudret ayetlerini gösterecek ya da bunları ahirette gösterecektir. Siz de bunların Allah'ın ayetleri olduğunu bileceksiniz. Fakat o zaman bunları bilmenizin size faydası olmayacaktır. "Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir." Yani size vakitleriniz ölçüsünde mühlet vermektedir. Sizin azabınızın gecikmesinin sizin amellerinizden gafil olduğundan kaynaklandığını zannetmeyin.[89]
Allah Tealâ ilk yaratılış ve tekrar dirilme durumlarını, peygamberlik ve kıyametin başlangıç olaylarını, kıyamet ehlinin sevap ve ceza durumlarını beyan ettikten sonra Rasulüne şu güzel sonuçla tebliğde bulunmasını, müşriklere bu sözleri söylemesini, onlara davet meselesinin tamamlandığını, kemale erdiğini, kendi üzerine düşen görevin sadece tek olan ve ortağı bulunmayan Allah'a ibadet etmek, Onun büyük nimetine karşı hamd ve şükretmek ve Kur'an okumak olduğunu bildirmesini emretti. Yani daveti ilân etme vazifesi kendi tarafından sona ermiştir. Geriye kalan onların bu daveti kabul etmeyi düşünmeleri, irşad olunmaları için yeterli ilâhî mesaj olan Kur'an ayetlerinin manalarını düşünmeleridir. Kur'an onlara faydalı olmasa da kendisine faydalı olmuştur. Bu daveti kabul etseniz de, bundan yüz çevirseniz de ben bunda ısrarlıyım, bunda hiç şüphe etmiyorum. [90]
De ki: "Ben sadece bu beldenin Rabbine ibadet etmekle emrolundum. Allah bu beldeyi haram kılmıştır."
Ey Rasul! Onlara şöyle söyle: Ben Mekke'nin Rabbine ibadet etmekle emrolundum ki O Mekke'yi insanlara haram kılmıştır. Burayı şerefli, emin, muhterem bir yer yapmıştır. Burada kan dökülmez, kimse zulme uğramaz, av avlanmaz, otu koparılmaz, kuşları ürkütülmez ve hiçbir kimse korkutulmaz. Her taraftan dünyanın meyveleri oraya toplanır.
Buraya şeref vermek üzere "Mekke" adı özellikle zikredilmiştir. Çünkü ibadet için tayin edilen ilk Beytullah orada bulunmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onları açlıktan doyuran, korkudan emin kılan bu beytin Rabbine ibadet etsinler." (Kureyş, 106/3-4). Burada Allah'a ibadeti terk etmeleri ve putlara tapmaya yönelmeleri sebebiyle Mekke ehline azarlama vardır.
Bu ayetin bir benzeri de şudur: "De ki: Ey insanlar! Eğer siz benim dinimden şüphe içinde iseniz, ben sizin Allah'ı bırakıp taptığınız şeylere tapmam. Fakat sizin canınızı alan Allah'a ibadet ederim." (Yunus, 10/104).
Peygamberimiz (s.a.) Mekke'nin haram belde kılınması tezahürlerini beyan etmiştir. Buharî ve Müslim Sa/ıi/ılerinde İbni Abbas'tan rivayet ediyorlar ki: Peygamberimiz (s.a.) Mekke'nin fethi günü şöyle buyurdu: "Allah gökleri ve yeri yarattığı gün bu beldeyi haram kıldı. Bu, kıyamet gününe kadar Allah'ın haram kılmasıyla haramdır. Dikeni koparılmaz, avı takip edilmez. Bulunan eşyası tarif etme dışında alınmaz. Yeşil otu koparılmaz."
"Her şey yalnız O'nundur." Yaratma mülk ve tasarruf olarak her şey, hiçbir ortak olmaksızın sadece Allah'ındır. Bu umumun hususa atfedilmesi-dir. Yani o bu beldenin Rabbi olduğu gibi her şeyin de Rabbi ve malikidir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
"Ben müslümanlardan olmakla emrolundum." Rabbim bana emrine boyun eğen, O'na itaat eden, ihlâsh muvahhidlerden olmamı emretti.
"Bir de Kur'an okumakla (emrolundum)." Rabbim bana insanlara Kur'an okumayı, gece-gündüz yanlız başıma Kur'an okumayı emretti. Böylece onun sırları bana açılacak, daima onun ayetlerine tevdi edilen kâinatın delillerini tanıyacağım. Dolayısıyla imanım artacak, nefsim aydınlanacaktır.
"Kim hidayet yolunu tutarsa ancak kendisi için hidayet yolunu tutmuş olur." Yani kim hakka ve imana yönelirse sadece kendi nefsi için hidayete kavuşur. Kim risaletime iman eder ve bana tabi olursa doğru yolu bulur, Rabbi-nin azabından emin olur.
"Kim de saparsa ben ancak uyarıcılardanım, de." Yani sapıklığa düşer, hak, iman ve hidayet yolundan saparsa, benim davetimi ve Allah tarafından bana gelen Kur'anı yalanlarsa sapıklığının günahı onun üzerinedir. Ben sadece kavimlerini Allah'ın azabından korkutan ve uyaran kimselerdenim. Benim üzerime düşen uyarıda bulunmak ve tebliğ etmektir. Ben görevimi yerine getirdim ve bana vahyolunanları size tebliğ ettim. Sorumluluktan kurtuldum. Artık hesabınız Allah'a aittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Senin üzerine düşen sadece tebliğdir. Hesabı görmek de bizim üzerimize-dir." (Ra'd, 13/40); "Sen sadece bir uyarıcısın. Allah her şeye vekildir." (Hud, 11/12).
"De ki: Hamdolsun Allah'a. O size ayetlerini gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız." Yani ey Rasul! Onlara şöyle söyle: Aleyhine hüccet ortaya koymadan ve kendisine uyanda bulunulmadan hiçbir kimseye azap etmeyen Allah'a hamdolsun. Bana ihsan ettiği peygamberlik nimetinden dolayı, beni ilim sahibi kıldığından, risalet yüklerini taşımaya ve bana indirilen ayetlerle amel etmeye muvaffak kılmasından dolayı Allah'a hamdolsun.
Allah azametine, hikmetine ve kudretine delâlet eden ayetlerini, azabının ve gazabının alâmetlerini size gösterecektir. Davetimin doğruluğu açıkça ortaya çıkacaktır. Siz de bütün bunları bileceksiniz ama o zaman imanın size bir faydası olmayacaktır.
Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Gerek ufuklardaki ve gerekse nefislerde-ki ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz. Nihayet onun hak olduğu şüphesiz kendileri için de apaçık meydana çıkacaktır. Rabbinin her şeye hakkıyla şahit olması sana kâfi değil mi?" (Fussılet, 41/53).
"Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir." Allah müşriklerin ve başkalarının yaptıklarından gafil değildir. Bilakis O her şeye şahittir. Fakat onların azaplarını iradesi ve hikmetine uygun vakte kadar erteler. Bu daha önce geçen vaad ve vaîdi tekit etmekte, Peygamberimize (s.a.) Allah'ın kendisine yardım edeceği ve düşmanları olan kâfirleri rezil ve rüsvay edeceği müjdesini vermektedir.
İbni Ebî Hatim, Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ey insanlar! Sizden biriniz sakın Allah'ı aldatmaya kalkışmasın. Zira Allah bir şeyden gafil olsaydı kara sinekten, hardal tanesi ve zerre kadar küçük şeylerden gafil olurdu."
Yine İbni Ebî Hatim, Ömer b. Abdülaziz'in (rh.a.) şu sözünü nakletmektedir: "Allah bir şeyden gafil olsaydı rüzgârların silip yok ettiği Ademoğlu-nun kumdaki ayak izlerinden gafil olurdu." [91]
Peygamberimiz (s.a.) ve aynı şekilde onun ümmeti bu ayetlerde şu üç emirle emrolunmuştur:
1- Allah'a hiçbir ortak koşmaksızm sadece O'na kullukta bulunmak. Allah kendi nefsini şu iki vasıfla tavsif etmiştir:
a) Allah bu beldenin -Mekke'nin- Rabbi'dir. Kendi ismini O'na izafe ederek diğer beldeler arasından özellikle burayı seçmiştir. Zira Mekke beldeleı arasında O'na en sevimli ve en değerli yerdir. Peygamberinin vatanı, vahyinin iniş yeri olduğuna delâlet olmak üzere burayı ta'zimle işaret etti.
Yüce Allah, hacceden kimseye bu bölgede bazı şeyleri haram kılmakk orayı "haram bölge" yapmıştır. Zira oraya sığınan emniyet içindedir. Çünkt oranın hürmetini ancak zalim kimse çiğner. Oranın ağaçları kesilmez, kırıl maz, avı takip edilmez.
b) Mahlûkat olarak, mülk ve tasarruf olarak "Her şey O'nundur." O bü tün nimetlerin yaratıcısıdır. Kâinatta bulunan herkesin, her şeyin gerçek sa hibidir, mülkünde dilediği şekilde tasarrufta bulunur.
2- Cenab-ı Hak insanlara müslümanlardan olmayı -emirlerine uyanlar dan ve muvahhidlerden olmayı- emretmiştir.
3- Cenab-ı Hak Kur'an okumayı -Kur'anı tebliğ etmek için insanlara vı yalnız başına Kur'an okumayı- emretmiştir. Kim bu surede belirtilen tevhid haşr ve peygamberlik gibi üç ana esasta hidayete ererse hidayetinin sevabına erer. Hidayeti bulmasının faydası kendisine racidir. Kim bu esaslardan sapar ve sapıklığa düşerse Rasul'e (s.a.) düşen sadece apaçık tebliğ etmekten ibarettir. O sadece uyarıcılardan bir uyarıcı, kavimlerini azaptan korkutan bir tebliğcidir.
Allah Tealâ daha sonra sureyi Rasulüne ve her mümine yaptığı övgüye değer bir tavsiye ile bitirdi. Bu verdiği nimetlere ve hidayetine karşılık Allah'a hamdetme tavsiyesidir.
Allah Tealâ mahlûkatma nefislerinde ve başka yerlerdeki ayetlerini gösterecek, onlar da bunlarla nefislerinde, göklerde ve yerdeki kudretinin ve birliğinin delillerini tanıyacaktır. Bu bir başka ayette şöyle anlatılır: "Yeryüzünde yakînen iman edenler için ayetler vardır. Nefislerinizde de... Hâlâ görmüyor musunuz?" (Zariyat, 51/20-21).
Allah her şeye şahittir. O bütün mahlûkatın yaptıklarından haberdardır. O insanlara amellerinin karşılığını hayırsa hayır, serse şer verecektir. [92]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[20] Ahkamul-Kur'an, III/1438.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[25] Zemahşerî, 11/448.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[27] Kurtubî, XIII/178
[28] Ahkâmu'l-Kur'an, III/183.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[37] el-Bahru'l-Muhît, VII/78.
[38] İbni Kesir, III/365.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[40] Razî, XXIV/201.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[41] Abdülvehhab en-Neccar, Kısasu'l-Enbiya, s. 317-348.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[61] Razî, VII/93.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[66] Zemahşerî, 11/460.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[77] İbni Kesir, III/375.
[78] İbni Kesir, III/375.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[85] Zemahşerî, 11/463.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[86] Kurtubî, XIII/240.
[87] Kurtubî, XIII/242-243.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/