- 27 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 27, nüzûl sıralamasına
göre 48, üçüncü miûn grubunun sekizinci sûresi olan Neml sûresi Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 93’ tür.
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve
Onun pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını içindeki
18. âyette geçen ve karınca anlamına gelen neml kelimesinden almış Mekke
döneminin ortalarında nâzil olmuş 93 âyetlik bir mübarek sûre ile beraberiz.
İki bölümden müteşekkil olarak algılayabileceğimiz bu sûresinde Rabbimizin bize
ulaştırmayı hedeflediği mesajlarını, iman etmek ve hayatımızı düzenlemek üzere
inşallah tanımaya, öğrenmeye ve bu sûre ile şereflenmeye çalışacağız.
Az evvel de ifade
etmeye çalıştığımız gibi sûre iki ana bölümden oluşur. Birinci bölüm (1-58)
âyetler arasıdır. İkinci bölüm ise 58. âyetten sonuna kadar olan bölümdür.
Birinci bölümün ana teması şu-dur; bu kitabın hidâyetinden, yol gösterisinden
ancak bu kitabı Allah-tan gelme tek gerçek, tek hakikat olarak kabul eden, ben
bu kitaba muhtacım, bu kitap olmadan ben yaşayamam, bu kitabı tanımadan ben
dünyada ve ukbada asla başarıya ulaşamam, bu kitabı tanımadan hidâyete erişemem
diyen ve bu kitap rehberliğinde bir hayat ya-şayan kimseler istifade
edebilirler. Dünya ve âhiret mutluluğu ancak bu kitapla elde edilebilir. Ama
ölüm ötesi hayatı inkâr edenlerin böyle bir dertleri yoktur. Çünkü bu
inançsızlık kişiyi bencil ve dünya hayatına aşırı bağımlı bir duruma
getirmektedir. Böyle bir insanın Allah’a, kitabına teslim olması, doyumsuz hırs
ve arzularına sınır getirmesi mümkün değildir. İşte bu ilk bölümde bunlar
işlenir.
Bu girişten
sonra ikinci bölümde üç insan tipi ortaya konuyor. Birinci insan tipinin
karakteristik özellikleri Firavun, Lût ve Semûd ka-vimlerinin mele’
gruplarıyla, kalburüstü adamlarıyla, ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran
yönetici kadrolarıyla özdeşleştiriliyor. Bu kimseler toplumlarına gönderilen
Allah elçilerini dinlemiyorlar, Allah’tan gelen mesaja kulak vermiyorlar,
âhirete inanmıyorlar, kendi hevâ ve hevesleri istikametinde sorumsuzca bir
hayat yaşıyorlar. Sahip oldukları dünya nimetlerinin içine gömülüp, dünyayı
kıbleleştirip keyiflerine göre bir hayat yaşıyorlar. Gerek çevrelerinde
kendilerine Allah’ın hatırlatan görsel âyetlerle, gerekse elçilerinin
getirdikleri mesajla hiç ilgilenmiyorlar. Üstelik gelen Allah elçilerine karşı
mevcut dü-zeni, statükoyu korumak için ellerinden gelen tüm azgınlıkları yapmaya
çalışıyorlar. Fıtratın kabul edemeyeceği en çirkin işleri yapmaktan
çekinmiyorlar. Bu tavırlarından ötürü kendilerini helâk edecek Allah’ın azabı
kapılarını çaldığı zaman bile imansızlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Ve en
sonunda Allah’ın değişmez helâk yasasının mahkumu olarak geberip gidiyorlar.
İşte birinci insan tipi budur ve kıyamete kadar bu tip yeryüzünde her toplum
içinde var olacaktır.
Sûrede ikinci
tip insan karakteri de Hz. Süleyman aleyhisselâ-mın şahsında, kişilik ve
karakterinde görüntülenir. Hz Süleyman aley-hisselâm Rabbimizin kendisine çok
büyük mülk ve saltanat verdiği bir peygamberdir. Şu anda peygamber efendimiz
karşısında inkâr ve inatlarını sürdüren Mekke müşriklerinin hayal bile
edemeyecekleri ekonomik ve siyasal imkân verilmişti Süleyman aleyhisselâma. Ama
O, Allah’a karşı kulluğunun, köleliğinin bilincinde olduğu için, sahip
ol-duklarının tümünün kendisine Allah tarafından lütfedildiğinin farkında
olduğu için Rabbine tam ve mükemmel bir teslimiyetle tüm imkân ve fırsatlarını
O’na kullukta kullanan bir peygamberdi. Böylece bu bö-lümde, sahip olduklarıyla
böbürlenip Allah’a imana ve peygambere teslimiyete yönelmeyen Mekke
müstekbirlerine ve kıyamete kadar gelecek şımarık ekonomik ve siyasal güç
sahiplerine bir kulluk örneği sunulmaktadır.
Üçüncü insan
tipi de, Sebe’ melikesinin şahsında sembolize edilen insan tipidir. Sebe’
melikesi çok büyük siyasal güç ve imkân verilmiş bir melikedir. Bu dünyada bir
insanı gurur ve kibire sevk edebilecek her türlü imkân ve fırsatın sahibi bir
melike. Kureyş müşriklerinin rüyalarında bile ulaşamayacakları göz kamaştıran
bir dünya mülküne ve ihtişamına sahipti. Ama bu melike Allah ve elçilerinin hayat
programından uzak bir hayatın içinde iken, Süleyman aleyhisselâmı ve onun
tevhid inancını, teslimiyet dinini tanır tanımaz hemen küfrü, şirki, Allah
tanımaz hayatını, atalarının yolunu, törelerini terk ederek Müslüman oluverdi.
Bir çırpıda eski hayatını değiştirip Allah yoluna, hidâyet yoluna giriverdi.
Hiçbir şey onu cennet yoluna, kurtuluş yoluna girmekten alıkoyamadı. Etrafını
saran küfür ve şirk anla-yışlarının tümünden sıyrılıp fıtratının sesine,
vicdanının yol gösterisine uyuverdi. Zaten onun fıtratında vardı bu tevhid
inancı. Burada bu insan tipiyle, karakteriyle eski inançlarını, atalarından
intikal eden gelenekleri sürdürmek adına peygambere ve onun getirdiği hidâyete
karşı çıkan Mekke müşriklerine ve kıyamete kadar bu karakteri sergileyenlere
örnek verilmekte, uyarı yapılmaktadır.
Sûrenin ikinci
bölümünde kâinattaki varlıklardan, onların hareketlerinden, işleyiş
tarzlarından örnekler verilerek tüm varlıklar üzerinde egemen olan tevhid
inancının hakim oluşuna dikkat çekilir. Tüm varlıkların yaratıcılarına
teslimiyetine, yaratılış gayeleri istikametinde hareket edip, Rablerinin
kendileri için belirlediği programı icra edip, sadece O’nu tesbih ettiklerine,
sadece O’na kul köle olduklarına dikkat çekilerek Mekke müşriklerine şu soru
sorulmaktadır: Şimdi söyleyin bakalım ey müşrikler, kâinatta gördüğünün bu
gerçekler sizi mi doğruluyor, yoksa peygamberimin sizi kendisine çağırdığı
tevhid inancını mı? Kâinatta şirke mi delil var, yoksa tevhide mi? Bu âlemde
değişmez gerçek şirk mi, yoksa tevhid mi? Sorusu tekrar tekrar insanların gündemine
getirilerek düşünmeye sevk edilmektedir.
Bundan sonra bu
bölümde kâfirlerin, müşriklerin şu sâri hastalıklarına dikkat çekiliyor: Onlar
âhireti inkâr etmek istiyorlar. Yaptıklarının karşılığının kendilerine
sorulmamasını arzu etmektedirler. Çünkü yaptıklarının, yaşadıkları hayatın
kendilerini nereye götürdüğünün far-kındadırlar. Ve âhiret hayatının gündeme gelmesi
onların rahatlarını kaçırıyor, iştahlarını gideriyor ve yiyecekleri naneleri
rahat yemelerine engel oluyor. Âhiretteki hesap-kitabın gündeme gelmesi onların
hayatlarının değişmesini gerektiriyor. Onun için adamlar bu konunun gündeme
gelmesinden rahatsız oluyorlar. Âhiretin gündeme gelmesi haram ve helâli, iyi
ve kötüyü, günâh ve sevabı, hak ve bâtılı gündeme getiriyor. Halbuki adamlar bu
dünyada bunların hiçbirisine değer vermeden sınırsızca ve sorumsuzca bir hayat
yaşamak, hiçbir kayd u bend altına girmek istemiyorlar. Tıpkı ipini koparmış
danalar gibi keyiflerince bir hayat yaşamak istiyorlar. Bu düşünce de onların
ne Allah’a, ne peygambere, ne dine inanmalarına engel oluyor. Rabbimiz bu
bölümde böyle düşünen insanları uykularından uyandırmayı hedefliyor.
Sûrenin son
bölümünde ise, Kur’an’ın ve peygamberin insanları kendisine çağırdığı tevhid
inancı en net ve açık ifadelerle bir daha tekrarlanıyor. Bunu kabul etmelerinin
insanların kendi menfaatlerine olacağı, reddetmelerinin de sonunda kendi aleyhlerine
çıkacağı vurgulanıyor. Bu tevhidi kabul edip kurtuluşa ermenin dışında
insanların başka seçeneklerinin olmadığı net bir biçimde ortaya konularak şöyle
deniliyor; değilse siz bilirsiniz, bir gün Allah’ın reddedemeyeceğiniz cinsten
âyetleriyle karşı karşıya gelince, kıyamet günü gelip çatınca artık dönüş için,
tevbe için hiçbir şansınız kalmayacaktır. Gelin o gün gelip de iş işten
geçmeden kendi menfaatinize bu gerçeği kabul edin tavsiyesiyle sûre son
bulmaktadır.
1. “Ta, Sin. Bunlar Kur’an’ın, ve Kitab-ı Mübînin â-yetleridir.”
Şuarâ sûresi Ta Sin Mim ile başlıyordu.
Neml sûresi de Tâ Sîn ile başlar. Bu sûreyi takip eden Kasas sûresi de Tâ Sîn
Mîm ile başlıyor. Kitabımızda böyle birlikteliği olan sûreler görüyoruz. Bu sûreler,
bu âyetler Rabbimiz tarafından elçisi Cebrâil vasıtasıyla kullarının
hayatlarına karışmak üzere yeryüzünde odak nokta olarak seçtiği, sözcü olarak
seçtiği Muhammed (a.s)’a indirdiği sûrelerdir, âyetlerdir. Şüphesiz ki Rabbimiz
sözlerini, âyetlerini, sûrelerini nasıl göndereceğini, sözlerini hangi stilde
söyleyeceğini en iyi bilendir. Rabbinizin âyetlerini ona göre dinleyin. Bu
kitabın Allah’tan olduğunu unutmadan dinleyin. Rabbinizin sözleri olarak,
Rabbinizin yasaları olarak bu kitaba karşı tavrınızı takının buyurmaktadır bunlarla!
İşte Kur’an’ın
apaçık âyetleri. Veya işte apaçık bir Kur’an’ın âyetleri. Bu kitap Allah
tarafından Levh-i Mahfuzda belirlenmiş bir kitap. Göklerin ve yerin yaratıcısı
olan, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah tarafından kullarının hayatlarını
düzenlemek üzere yeryüzüne indirilmiş bir kitap. Yeryüzünün Mekke şehrinde
peyderpey inmeye başlamış ve yeryüzünde 23 yıllık bir süreç içinde inişini
tamamlamış bir kitap. Yeryüzü insanlığı için en büyük bir gündem, en büyük bir
şeref, en büyük bir rahmet kapısıyla karşı karşıya getirildiği bir kitap.
Mele-i Â’lâ ile yeryüzünü birleştiren, bütünleştiren, yeryüzünü şereflerin en
büyüğüne eriştirmiş bir kitap. Yine:
2,3. “Bunlar, namaz kılan, zekât veren ve âhirete de kesin olarak inanan
mü'minlere doğruluk rehberi ve müjdedir.”
Bu kitap bir hidâyettir. Kendisine
müracaat edenleri, kendi-siyle birlikte olanları, hidâyeti kendisinde görüp ben
bununla hidâyeti bulmak istiyorum diyerek bu kitabı eline alanları hidâyet
yoluna ulaştıran, mü’minlere yol gösteren, mü’minlere müjdeler veren bir
kitaptır bu kitap. Evet bu kitap tüm insanlık için bir hidâyettir. Tüm
insanlığı hidâyete, doğru yola ulaştıracak, insanlığın tüm dünya problemlerini
çözecek, insanlığı içinde bulunduğu bunalımlardan, aşmazlardan sahili selâmete
çıkaracak bir kitaptır. Tüm insanlık içidir onun hidâyet oluşu, ama bu kitaptan
herkes aynı şekilde istifade edemeyeceği için, herkes bu kitaba çözüm gözüyle
bakmayacağı için elbette bu kitap sadece mü’minler faydalanabileceklerdir.
Çünkü bu kitap hidâyeti kendisinde görmeyen, kendisine müracaat etmeyenler için
hidâyet sebebi olmayacaktır.
Ve yine bu kitap ancak kendisiyle birlikte olan mü’minler için müjde
kaynağı olacaktır. Peki kimdir o mü’minler? Ne özellikleri varmış onların? Yâni
bu kitabın hidâyetine ve müjdesine muhatap olabilmenin, bu kitabın hidâyetine
mazhar olabilmenin şartları neymiş? Bakın âyetin devamında Rabbimiz kitabının
pek çok yerinde gündeme getirdiği bu hususu şöylece ortaya kor:
Evet bu mü’minler namazı ikâme ederler.
Namazı ayağa kaldıran ve hayatlarını onunla düzenleyen insanlardır. Namaza
özdeş bir hayat yaşayarak, ya da hayatı namazla ikâme edenlerdir onlar. Namazı,
namazla aldıkları mesajı hayatın tüm alanlarında uygulayan insanlardır. Hayata
etkin bir namaz, namaza etkin bir hayat yaşayanlardır.
Yine zekâtı da verenlerdir onlar.
Mallarında Allah’ı söz sahibi bilerek, onları Allah’ın istediği gibi Allah
kullarıyla paylaşmanın kavgasını verenlerdir.
Yine âhirete de yakînen inanan, bu
inancını sadece iddia planında bırakmayarak, bilgi planında bırakmayarak eyleme
dönüştüren, tüm sözlerine, tüm eylemlerine bu imanın damgasını vuran kimselerdir
onlar. Âhireti iki gözlerinin önünde canlı tutarak o günün hesabı konusunda tir
tir titreyen kimselerdir. Âhiretteki Allah’ın sorgulamasını gözleriyle
görmeden, elleriyle dokunmadan da öte yakîn bir şuur haline getirenlerdir.
Kitabımızın pek çok yerinde mü’minlerin bu özellikleri anlatılır. Ve bu kitabın
kimler için hidâyet kaynağı ve müjde vesilesi olduğu haber verilir.
Öyleyse bizler bu kitapta Rabbimizin tanıttığı ve istediği gibi mü’minler
olmak zorundayız. Yâni tüm tanımları Allah ve Resûlünün tanımladığı gibi
anlamak zorundayız. Değilse herkese göre Müslümanlık olmaz. Herkese göre kâfir
olmaz. Mü’min kimdir? Kâfir kimdir? Mümin nasıl olmalıdır? Kâfir nasıl olur?
bunu belirleyen Allah ve Resûlüdür. Ve işte Rabbimizin tanımlamasına göre
mü’minlerin özel-likleri bunlardır.
Mü’min hayatını namazla ayağa
kaldıran, hayatını namazda aldığı Allah mesajıyla düzenleyen kişidir. Mü’min
Rasulullah efendi-mizin hayatında görüldüğü gibi sürekli namaz eylemini ifa
eden bir karakterin sahibidir. Namazını ikâme den bir mü’min iki namaz arasın-daki
hayatını da aynen namazdaki gibi Allah’ı büyükleyerek, Allah’a hamd ederek,
Allah’ı tesbih edip gündemde tutarak, okuduğu Kur’an âyetleri doğrultusunda bir
hayat süren kimsedir. Namazını Allah’ın is-tediği gibi ikâme eden mü’min ırz ve
namusunu, iffet ve hayasını koruyan, Allah ve Resûlünün istediği gibi
emânetlerine riâyet eden kimsedir. Allah’ın istediği gibi namazını ikâme eden
mü’min namazla Allah’tan aldığı mesajı zekât olarak Allah kullarıyla
paylaşmanın derdine düşen kimsedir.
Ve yine mü’min gece gündüz âhiretle, âhiretin hesabı kitabıyla iç içe olan
kimsedir. Allah için ikâme ettiği namazıyla, o namazında okuduğu Allah
âyetleriyle kıyâmeti gözleriyle gören, tüm benliğiyle kı-yâmetin sorgusunu
yaşayan, cenneti bilen Ona arzu duyan, cehennemi tanıyan, Ondan Allah’a sığınan
kimsedir. İşte bu kitap böyle müminler için hidâyet kaynağıdır ve müjdedir. Ama
beri tarafta:
4. “Âhirete inanmayanların yaptıkları işleri
kendilerine güzel göstermişizdir; bu yüzden körü körüne bocalarlar.”
Âhirete iman etmeyenler, âhireti
reddedenler, âhiretin hesabını ummayanlar, gündemlerinde âhiret olmayanlar,
Allah’ı, peygamberi, cenneti, cehennemi hesaba katmadan bir hayat yaşayanlar,
yok olup gideceklerine, yaptıklarından ötürü asla hesaba çekilmeyeceklerine
inananlar ise; Biz onlara amellerini süslü gösterdik diyor Rabbimiz.
Mantıklarını, düşüncelerini, eylemlerini, hayatlarını onlara süslü gösterdik.
Buyurun dilediğiniz gibi hükmedin, dilediğiniz gibi yaşayın dedik. Dirilmeme,
hesaba çekilmeme mantığına dayalı bir hayatınız sizin için hayat olsun, haydi
zanlarınızca bildiğiniz gibi yaşayın dedik. Onlar işte böyle şaşkın, şaşkın,
bir körlük, bir sağırlık, bir akılsızlık, bir gaflet içinde bocalar dururlar.
Niçin böyle? Çünkü onlar anlayışlarından, yaşadıkları hayatlarından
memnunlar. Yaşadıkları hayat kendilerine süslenmiş. İşte hayat bu dünya hayattır
derler. Burada başarılı olursak, burada üstün bir konumda olursak akıllıyız,
şerefliyiz diyorlar. Halbuki gerçek akıllılığın, gerçek başarının, gerçek izzet
ve şerefin âhirette olduğunu hiç mi hiç bilmezler. Zaman zaman vicdanları,
fıtratları onlara bunu hatırlatsa da hemen oradan geçerler, hiç üzerinde durmazlar.
Şaşkın, şaşkın derbeder bir vaziyette yuvarlanıp giderler, yok olup giderler.
5. “Kötü azap işte bunlaradır. Âhirette en çok kayba uğrayacaklar da
bunlardır.”
Âhiretin kötü azabı işte bunlar
içindir. Âhirette akla hayale gelmedik büyük zararların içindedirler bunlar.
Büyük bir hüsran, büyük bir kayıp yakalamıştır âhirette onları. Önceki
özellikleri anlatılan mü’-minler için en büyük başarı, en büyük mutluluk vardır
denmişti, bunlar içinse kayıp vardır, zarar vardır, hüsran vardır ve yaşadıkları
bu pis hayatın karşılığı olarak cehenneme yuvarlanma vardır. Çünkü bunlar Allah
ve Resûlünün istediği bir hayata evet demediler. Öyleyse sen ey Resûlüm:
6. “Ey Muhammed! Şüphesiz, Kur’an'ı, Hakîm ve Alîm olan Allah katından almaktasın”
Muhakkak ki sen Hakîm olan, hikmet
sahibi, hâkimiyet sahibi olan, Alîm olan, her şeyin bilgisine sahip olan,
bilgisi tam olan, bilgi kendisinden olan bir Allah’tan bu Kur’an’ı almaktasın.
Bu kitap işte böyle bir Allah tarafından sana ilka edilmektedir. Hikmet sahibi
tek varlık Allah’tır. Bilgi sahibi tek varlık O’dur. Tüm bilgiler ve hikmetler
Allah’tandır. Eğer Rabbimiz bu kitabı ve peygamberleri aracılıyla bize
bilgisinden, bize hikmetinden sunmasaydı hiç bir şey bilemezdik. Meleklerin
Bakara sûresindeki ifadelerini biliyoruz değil mi? Ne diyor-lardı?
“Ya Rabbi! Seni tesbih ve tenzih ederiz! Sen mükemmelsin!
Eksiğin yoktur senin! Bizim bilgimiz yok, ancak senin öğrettiğin vardır.
“Muhakkak ki her şeyi bilen Hakîm ancak sensin!”
(Bakara 32)
Evet ya Rabbi muhakkak ki Sen en bilensin, en yerli yerince bilensin, tam
bilensin, bilgisi tam olansın, bilgisi değişmeyensin, yaptığından geri
dönmeyen, pişman olmayansın. Biz hiçbir şey bilmeyiz, ancak senin bildirdiğin
kadarını bilebiliriz. Bizim bilgimiz sendendir. Onun için Bizler seni tesbih ve
tenzih ederiz.
Bizler de diyeceğiz ki; bizde hiçbir
ilim yok ya Rabbi. Ancak senin bildirdiğin kadarını biliriz biz. Senin
bildirmediklerini asla bilemeyiz. Melekleri vasıtasıyla Rabbimizin bize sunduğu
bu kulluk bilincini, Rabbimiz karşısında bu acziyet şuurunu hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız. Her yerde ve her zaman biz bilmeyiz sen bilirsin
ya Rabbi demeyi unutmamalıyız. Öyle değil mi yâni? Allah bu bilgileri bize
öğretmeseydi biz nereden bilebilirdik? Allah peygamberler göndermeseydi o
peygamberler vasıtasıyla bize kendi bilgisinden aktarmasaydı nereden bilebilirdik
bu bilgileri?
Evet
mü’minlerin özelliklerinin sayıldığı, müminlerin kitabın müjdesiyle
müjdelendiği, kâfirlerin de azapla tehdit edildikleri, bu kitabın Alîm ve Hakîm
olan bir Allah’tan indirildiği haberlerini aldığımız sûrenin bu ilk
âyetlerinden sonra Rabbimiz bizi tarihin önceki dönemlerine götürecek, daha
önce bir peygambere inen âyetlerin nasıl indirildiğini anlatarak bizi yasal
örneklerimizden Hz. Mûsâ (a.s) la karşı karşıya getirecek:
7, 8. “Mûsâ, ailesine: “Ben bir ateş gördüm; size oradan ya bir haber
getireceğim, yahut ısınasınız diye tutuşmuş bir odun getireceğim” demişti.
Oraya geldiğinde, kendisine şöyle nida olunmuştu:“Ateşin yanında olan ve çevresinde
bulunanlar mübârek kılınmıştır.Âlemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir”
Hatırlayın, hani Mûsâ (a.s) ehline
demişti ki: Mısırdan bir adam öldürerek kaçan ve Medyen’de, Şuayb (a.s) ın
ülkesinde uzun bir süre gizlendikten sonra ailesiyle birlikte tekrar ülkesine,
Mısır’a dönüşü esnasında vukua gelmiş bir hadiseyi anlatıyor. Mûsâ (a.s) çölde
yolunu şaşırmış ve nereye gideceğini, ne yapacağını bilmez bir vaziyette soğuğu
şiddetli bir gecede ehline, yanındaki ailesine diyor ki: Siz burada durun, beni
bekleyin, ben bir ateş gördüm. Bu ateş bana hoş görünüyor, ben ona ünsiyet
ettim. Ben size ondan bir parça getireyim,
size ondan bir haber getireyim. Yâni belki orada bize rehberlik edecek bir şey
bulurum diyor. Ondan size bir kor getireyim ki onunla ısınırsınız,
rahatlarsınız diyerek eşi ve çocuklarını orada bırakarak ateşe doğru gider.
O ateşe yaklaşır, ateşle karşı
karşıya kalır. Ateş dağın üzerindeki bir ağaçtan gelmektedir. Orada kendisine
nida edilip seslenildi ki hem o ateş, hem de o ateşin etrafı mübârektir. Ey
Mûsâ sen bereketli bir yerdesin. Mübârek bir mekândasın. Sen kutsal bir
vadidesin. İkram olunmuş bir yerdesin der bir ses. Âlemlerin Rabbi olan Allah
noksan sıfatlardan münezzehtir. Böyle kendisine seslenilen Mûsâ(as) o anda
nerede olduğunu, nasıl bir şeyle karşı karşıya bulunduğunu anlayamadı. Ama işte
Rabbimiz Ona nida edip sesleniyordu. İşte Rabbimiz kuluna kendisini anlatıyor,
kendi zatını anlatıyordu. Ona o anda bulunduğu yerin kutsal bir yer olduğunu,
bulunduğu makamın mübârek bir makam olduğunu bildiriyordu.
Allah’ın yaktığı hem o ateş mübârek, hem o ateşin çevresindeki vâdiler
mübârek, dağ mübârek, Tûr mübârek, mukaddes Tuva vadisi mübârek. Tüm bu
mübâreklerle mübârek olan Mûsâ (a.s) iç içedir. Böyle mübârek bir ortamda,
mübârek bir makamda Allah’ın el-çisi Mûsâ (a.s) geceleyin böyle bir nidayla,
bir sesle irkilmektedir.
9. “Ey Mûsâ! Gerçek şu ki, Ben, güçlü ve Hakîm olan Allah'ım”
Ey Mûsâ, Ben Allah’ım! Ben Azîz ve
Hakîm olan Allah’ım! Ben izzet ve şerefli olan Allah’ım! İzzet ve şeref tümüyle
kendisine ait olan Allah’ım Ben! Hikmet sahibi olan, hâkimiyet sahibi olan, egemenlik
kendisine ait olan Allah’ım Ben! İntikam sahibi olan Allah’ım Ben! Şerefli
olan, şerefli kılan Allah’ım Ben! Dilediklerini izzet ve şerefe ulaştıran
Allah’ım Ben! Doğru hüküm veren ve hükmünü uygulayan Allah’ım Ben! der bir ses
Mûsâ (a.s)’a. Bu ses Allah’tandır. Çünkü bu sözü Allah’tan başka hiç kimse
söyleyemez. Öyle değil mi? Allah’tan başka Azîz, O’ndan başka Hakîm var mı? Allah’tan
başka izzet ve hikmet sahibi, intikam ve hüküm sahibi, hikmet ve egemenlik
sahibi kim var? O’ndan başka kim diyebilir bunu? O’ndan başka kim ben Azîzim
diyebilir? O’ndan başka kim ben Hakîmim, hâkimiyet bana aittir diyebilir?
10-12. “Değneğini at!” Mûsâ, değneğinin yılan gibi hareketler yaptığını
görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı. “Ey Mûsâ! Korkma; Benim katımda
peygamberler kork-maz; yalnız haksızlık eden bunun dışındadır. Kötü hali
iyiliğe çeviren kimse bilsin ki Ben şüphesiz bağışlarım, merhamet ederim. Elini
koynuna sok, Firavun ve milletine gönderilen dokuz mûcizeden biri olarak
kusursuz, bem-beyaz çıksın. Gerçekten onlar yoldan çıkmış bir millettir.”
Asanı bırak, Asanı at. Hangi Asadır bu
Asa? Mûsâ (a.s) nın Medyen’de Şuayb (a.s) ın koyunlarına çobanlık yaptığı on
yıllık dö-neminde elinden bırakmadığı bir asadır bu. Kupkuru bir ağaç parçasıdır
bu Asa. On yıl boyunca elinde taşıdığı, kullandığı ama kendisinde o güne kadar
başka asalara göre hiçbir farklılık görmediği bir asa. İşte orada Rabbimiz
elçisi Mûsâ (a.s)’a diyor ki: Ey Mûsâ asanı yere bırak. Mûsâ (a.s) Onu yere
bırakınca bir de ne görsün asa hareket etmeye başladı tıpkı kıvrak, hızlı
hareket eden bir yılan gibi. Küçük bir yılan gibi hareketlenmeye başladı.
Çok görkemliydi. Yâni aslında büyük bir ejderha gibiydi ama hareketlilikte
sanki küçük bir yılan çevikliği sergiliyordu. Evet evet Mûsâ (a.s) nın gözlerinin
önünde elinde taşıdığı on yıllık asa şu anda bir yılana dönüşmüştü. Mûsâ(as)
korktu ve arkasına bakmadan geriye doğru kaçtı. Gördüğü bu manzara karşısında
şaşkınlığa düşen Mûsâ (a.s) ne yapacağını bilemedi ve kaçtı. Gerçekten de çok
garip bir durum. Bir gece vakti uzakta gördüğü bir ateşe doğru gidiyor, ağaçtan
çıkan bir ateş, sonra bir nida, bir ses, sonra o sesin istediği gibi asa yere
bırakılıyor ve elindeki asa birdenbire bir yılana dönüşüyor.
Ve bu harikulade manzara karşısında Mûsâ (a.s) nın korkup kaçıyor. Ve yine
bir ses, ey Mûsâ korkma, korkmana, kaçmana ge-rek yok diyor. Çünkü Benim
huzurumda, Benim katımda elçilere korku yoktur. Sen korkmayacaksın, çünkü Sen
elçilerden olacaksın. Ben seni korumam altında tutuyorum der Rabbimiz. Sen hiç
korkma. Ama kim zalim olursa işte korkacak olanlar onlardır. Zalimlerin korkmaya
hakkı var, zalimler korksun Benden. Ama kim de kötülükten sonra iyiliğe
yönelirse, kötülük içinde yaşadığı hayatını iyiliğe doğru döndürürse Ben onlar
için Ğafûrum, bağışlayanım.
Evet böyle bir gece vakti, soğuğu
şiddetli bir gece yolunu şa-şırmış bir Müslüman Mûsâ (a.s) eşi ve çocukları
bıraktığı yerde ken-disini bekliyorlar. Ateşe yaklaşacak, orada kendisine bir
ses gelecek, o sesle irkilecek, elindeki asayı yere bırakacak ve bir anda asa
yılan olacak. Korkup kaçacak, arkasından kaçma diye bir ses Onu uyaracak,
elçilerin korkmalarına gerek olmadığına dair bir müjde alacak. Ve arkasından kıyâmete
kadar bir tevbe yasası konulacak. Sonra kötülük yapanlara azabı gelecek. Ama
kötülük işleyip dururlarken bundan vazgeçip iyiliğe yönelenler için de bir
bağışlanma gündeme getirilecek. Bundan sonra Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Ey Mûsâ elini koynuna sok ki bir hastalık olmaksızın bembeyaz çıksın. Dokuz âyetle birlikte Firavun ve toplumuna git. Muhakkak ki onlar fâsık, itaatten çıkmış, günâhkâr, Allah’a isyan eden bir kavimdir. Öyleyse ey Mûsâ, haydi sen bu dokuz âyetle, bu dokuz mûcizeyle Firavun ve kavmine git ve onları uyar. Onlar günâhta ileri gitmiş bir toplumdur. Git ve onları uyar ki akılları başlarına gelsin.
Evet Rabbimiz Firavun ve azgın
toplumu tarafından yüzyıllardır köleleştirilmiş, her şeylerini kaybetmiş köle
bir Müslüman topluma, İsrâil oğullarına özgürlüğün habercisi olarak, kurtuluş
muştusu olarak Kutlu bir elçisini, Mûsâ (a.s)’ı gönderiyor bu âyetlerle. Ve gerçekten
de o kutlu elçinin mücadelesi zorlu olacaktı. Firavun ve topluyla kavgası zorlu
olacaktı. Hem Firavun oğullarıyla, hem de yıllar yılı köleleşip her şeylerini
kaybetmiş bir toplum olan, özgürlüğe susamış bir toplum olan İsrâil oğullarıyla
uzun ve yorucu bir mücadele içine girecekti. Bir taraftan azgın Firavun
oğullarını uyarırken, diğer taraftan kölelik ruhlarına sinmiş İsrâil oğullarını
köle olmadıklarına ikna edecekti. Yâni alınlarına kölelik damgası vurulmuş bu insanların
kölelik yazgısını kazımak, silmek kolay olmayacaktı. Firavun ve sisteminin
zulmü altında bu insanlar her ne kadar özgürlüğe susamış olsalar da kölelikten
de memnundular. Çünkü onları bu hayata mahkum etmiş güçlü bir sistem, güçlü bir
devlet vardı.
Allah’ın elçisi Mûsâ bunlarla baş edecekti. Zâhiren bakıldığı zaman Mûsâ
(a.s) nın başarı şansı hiç yok gibiydi. Ama sonuç Al-lah’ın elindeydi. Matematik
hesabına göre Mûsâ (a.s) nın hiç bir şansı yok gibiydi ama Allah hesabına göre
bu iş çok kolaydı. Başka sûrelere de baktığımız zaman görürüz ki Allah desteğindeki
Mûsâ (a.s) nın başarılı olduğuna şahit oluyoruz. Büyük irade kulu ve elçisi
Mûsâ (a.s)’ı başarılı kılmıştır.
13, 14. “Âyetlerimiz gözlerinin önüne serilince: “Bu apaçık bir sihirdir”
dediler. Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve
büyüklenmelerinden ötürü onları bi-le bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun
nasıl olduğuna bir bak!”
Ne zaman ki, onların gözlerini açıp
akıllarını başlarına getirecek âyetlerimiz Firavun ve kavmine geldi, dediler ki
bu apaçık bir sihirdir. Alçaklar kendilerine kendilerini diriltecek Allah
âyetleri gelince diyorlar ki bu apaçık bir sihirdir. Yâni kendileri ülkeyi
sihirle yönetsinler, Allah yasalarından, Allah sisteminden habersiz beşer
sistemleriyle, insan düşünceleriyle yönetsinler, insanları kendi büyüleriyle
aldatsınlar, beyazı siyah siyahı beyaz göstersinler, hakkı bâtıl bâtılı hak
göstersinler, adâleti zulüm zulmü adâlet göstersinler, köleliği özgürlük
özgürlüğü kölelik göstersinler sonra da kendi yanılgılarına peygamberi de ortak
etsinler. Allah yasalarıyla, Allah âyetleriyle gelen bir peygambere sihirbaz
desinler. Bunun yaptığı iş sihirdir desinler. Ve yıllar sonra aynı mantıkla bir
Allah elçisine, Muhammed (a.s)’a da aynı şeyleri söylesinler.
Evet ey Mûsâ sen apaçık bir
sihirbazsın, bu getirdiklerin de apaçık bir sihirden başka bir şey değildir
dediler. Ve böylece gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve
büyüklenmelerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun
nasıl olduğuna bir bakıverin diyor Rabbimiz.
Dâvûd ve Süleyman (a.s) lardan söz
edilecek. Süleyman(as) çok farklı bir durumu var. Kuşlar var ordu olarak,
cinler var ordusu. Birilerini bağlamış, birilerini yola koymuş, böyle farklı
bir peygamber. Gidiyorlar Yemenden bir şeyler getiriyorlar veya mektubunu Yemene
götürebiliyorlar, ya da Yemendekini dizinin dibine getirebiliyorlar, saltanatı
tüm dünyaya takdim ediliyor, yâni değişik bir ortam, değişik bir iş.
Bir insan her ne kadar kıyâmete kadar Süleyman (a.s) ın sal-tanatına
erişemeyecek idiyse de Allah bazılarına çevresine göre Süleyman saltanatını
verebilmiştir. Yâni şu bizzat Süleyman (a.s) ın saltanatı kimsede olmayacak.
Kimseye vermiyor da Allah onun gibisini, ama çevresine göre kimilerinin
saltanatı Süleyman (a.s) gibi olabilir. Onların şımarıklaşmaması, haddini
bilmesi, bunu ona veren Allah’ın sadece ona vermediğini unutmaması, kendisinden
önce de birilerine hem de peygamber olarak lütufta bulunduğunu unutmaması
gerektiğini anlatmak üzere galiba Süleyman (a.s) hadisesinden söz edilir.
Süleyman (a.s) la ilgili Kur’an’da
işte bir bu sûrede bilgiler var, başka sûrelerde de bilgiler var. Devlet
planında etkinliğinin, hegemonyasının veya İslâm’ın, kulluğun
uygulanırlılığının gösterildiği bir peygamberin hayat hikayesidir. Nuh (a.s)
daha çok ezilmişlerin peygamberi, çevresinde rezil rüsva insanlar karşısında
horlananların, za-yıfların peygamberi. Hud (a.s), ya da Lût (a.s) hanımı belki
iki kızı ile o bölgeden çıkması emrolunan, geri kalanların tümünün helâk edildiği
bir toplumun peygamberi. Kimi yok, kimsesi yok, gücü yok, kuvveti yok gibi
görülen bir peygamber. Ama Dâvûd (a.s) öyle değil. Hele Sü-leyman (a.s) hiç
öyle değil. Süleyman (a.s) kendi döneminin daha güçlü, daha kuvvetli bir
peygamberi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yâni eğer biz de böyle imtihan olunursak bunu asla unutmayalım içindir bu.
Genel mânâda sûrenin bize verdiği budur. Bir de kendimizi illa da Süleyman(as)
gibi güçlü farz etmemizin mânâsı yok, eğer birilerine göre öyleysek kendimizi
Süleyman bilelim. Meselâ cebinde beş bin lirası olmayana göre senin cebinde yüz
bin lira varsa ondan yirmi kat daha zenginsin demektir. Hele bir milyonun varsa
kat be kat zenginsin demektir.
Atımız olabilir, arabamız olabilir,
saltanatımız olabilir, girişimiz çıkışımız, imkânımız fırsatımız olabilir.
Bütün bunlar karşısında şımarmanın mânâsı yok. Allah bize farklı nîmet vermiştir,
bu nîmetleri Allah’a şükürde kullanacağız, Mevlâ bize bunu anlatıyor diyeceğiz.
15. “Andolsun ki, Dâvûd’a ve Süleyman'a ilim
verdik. İkisi "Bizi mü'min kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamd
olsun" dediler.”
Dâvûd’a ve Süleyman (a.s)’a ilim
verdik. Onların hali şöyleydi, şöyle demeleri vardı onların. Diyordular ki
Elhamdülillah! Allah’a ham-d-ü senâlar olsun ki o Allah bizi mü'min kullarından
pek çoğunun üzerine tafdıyl etmiştir. Ne demek pek çoğunun üzerine? Yâni dikkat
ederseniz mü’min kullarının tamamına, hepsine değil de pek çoğuna diyorlar.
Elbette diğer peygamberler de vardı, bir de onlar herkesin zamanında
yaşamamıştılar. Kendi zamanlarında yaşayan bütün mü'-minlere Allah tarafından
tafdıyl edildiler ve bittiler.
Fazlullah’ı Bakara 64 ile anlıyoruz:
“Eğer Allah’ın size nîmeti ve rahmeti olmasaydı muhakkak
hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.”
(Bakara 64)
Allah’ın
rahmeti ve fazlı olmasaydı size ey İsrâil oğulları siz hüsrana uğrayanlardan
olurdunuz âyetindeki Fazlullah Allah’ın peygamber göndermesi, ya da
peygamberlerin arka arkaya görevle İsrâil oğullarına gitmesi mânâsınaydı. Evet
tekrar tekrar size Peygamberler göndermeseydi işiniz bitikti.
Dikkat ederseniz burada hamd
kelimesine gavl tabir edilmiş, yâni elhamdülillah dediler denilmiştir. Bu
elbette İslâm’ın kuralıdır. Hamd dille yapılır şükür de amalle yapılır biliyorduk.
Sûrenin ilerde gelecek olan âyetlerinden birinde de diyordu ki Allah:
Elhamdü lillah de! Bir başka âyette de deniliyordu ki:
“Ey Dâvûd ailesi!
Şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır.”
(Sebe’ 13)
Ey
Allah’ın pek çok nîmetlerine ulaşmış Dâvûd ailesi Rab-binize şükredin.
Rabbinizin size verdiği nîmetleri Rabbinizin razı o-lacağı yerde kullanarak,
Rabbinizin razı olacağı bir hayatı yaşayarak,
Hayatınızı o hayatın sahibinin yolunda kullanarak, dünyanızı, hayatınızı,
canınızı, malınızı, zamanınızı, imkânlarınızı, fırsatlarınızı onları size
verenin yolunda harcayarak Rabbinize şükredin. Yâni Allah size hangi nîmeti
vermişse o nîmet cinsinden infakta bulunarak şükredin Rabbinize. Hayatı onu
size veren Allah’ın istediği biçimde yaşayarak, geceyi ve gündüzü onu size
lütfeden Allah yolunda kullanarak, aklı fikri, bilgiyi onu verenin razı olduğu
yerlerde kullanarak, zamanı onu verenin razı olduğu yerde kullanarak, Allah’ın
rızasını tahsilde harcayarak Rabbinize şükredin.
Evet diyor ki Rabbimiz ey Dâvûd
oğulları şükür ameli işleyiniz! Yâni şükrederek amel ediniz, ya da amelinizi
şükür olsun için yapınız denilmişti orada, burada da anlıyoruz ki
"Elhamdülillah" deniyor. Elhamdülillah denmesi elhamdülillah
denilecek bir hayata mühür basılması anlamına gelecektir. Yâni bir kişi Allah’a
hamd edeceği bir hayatı yaşar ve sonra da der ki: Elhamdülillah.
Demek ki elhamdülillah hayatın İslâmlaşmasının adıdır. Hani içki içer üzerine
de elhamdülillah diyemezdi ya kişi. İçkisiz bir yemek yer, komşularıyla yer,
açlarla yer, israfsız yer, acıkmadan oturmaz, doymadan kalkar, yâni Allah ne
tür bir yemek modeli tarif etmişse onu öylece yapar ve sonunda da der ki
elhamdülillah. Yâni bu söz Yunus sûresindeki:
“Onların dualarının, dâvâlarının sonu da: "Âlem-lerin
Rabbi Allah'a hamd olsun" dur.”
(Yunus 10)
Evet mü’minlerin dâvâlarının sonu
Âlemlerin Rabbine hamd etmektir, elhamdülillah demektir. Hamd Âlemlerin Rabbi
olan Allah’a mahsustur. Hamd sadece Allah’ın hakkıdır. Dünyada iken Müslüma-nın
ilk ve son işi, ilk ve son ve sözü işte budur. Dünyada sözünü dinleyerek,
yasalarını uygulayarak Rabbine hamd eder mü’min. Dünyada hatırını her şeyin ve
herkesin hatırından üstün tutarak Rabbine hamd eder mü’min. Dünyada Rabbinin
istediği biçimde bir hayat yaşayarak Rabbine hamd eder. Arzularından, emirlerinden
razı olarak O’na ham deder. Yâni mü’minin işi gücü, derdi gamı budur.
Müslüman bu dünyada Öyle bir hayat programı yaşar ki işte onun üzerine de
elhamdülillah denebilir. Bu programın başında bismillah olacak, yâni Allah
adına yapılacak bu iş. Ya Rabbi ben bunu senin namı hesabına yapıyorum, sen
dedin diye yapıyorum, sen bunu benden istemeseydin ben bunu yapmazdım
diyeceğiz, ondan sonra da diyeceğiz ki elhamdülillah. Böyle bir hayatı bana
lütfettiğin için elhamdülillah. Evet işte Dâvûd ve Süleyman (a.s)’lar diyorlar
ki:
Bizi mü'min
kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun. Lâkin bunlar henüz öyle bir
amel de işlememişlerdi. Ama biliyoruz ki ilim zaten ameli gerektiriyordu da
ondan dediler bunu. Meselâ bir adam herhangi bir konuda bir şeyler bilecek, ama
o bilgiyi o konuda amele dönüştürmeyecek bu mümkün değildir. Meselâ adam ezan
okununca vaktin girdiğini bilecek, vakit girince abdest alıp namaz kılması
gerektiğini bilecek, abdestin nasıl alındığını, namazın nasıl kılındığını
bilecek ve adam bu işi yapmayacak bu mümkün değil. İlim değildir bunun adı.
İlimdir de, bu ilmi zan haline getiren ikinci galip bir ilim vardır onda. Yâni
adam içkinin zararını bilecek, içilmemesi gerektiğini bilecek, içilince şöyle
olacağını bilecek ama buna rağmen yine de içerse, o zaman her şeye rağmen
içilebileceğine dair bir bilgi vardır onda. İşte bu bilgi onda amel haline
dönüşünce ötekisi zan haline geliveriyor demektir.
İslâm’a göre bilgi ikiye ayrılır:
1- Şu Türkçe’de zan dediğimiz bilgi,
hayatla, hakikatle, gerçekle mutabakatı olmayan bilgi. Yâni hayata intibakı
olmayan, kişiden amel istemeyen bilgi.
2- Bir de ilim dediğimiz hayatla
hakikatle mutabakatı olan bilgidir. Yâni hayatla birleştirilmesi gereken
bilgidir. Onun içindir ki kitabımızın her neresinde “İ'lemu” denilince, bilin ki demek değildir
bunun mânâsı. Bu bilgiye göre amel edin demektir. Yâni hayatınızı bu
bilgiye göre düzenleyin, bu bilgiyi hayatınıza aktarın, hayatınızı bu bilgiyle
düzenleyin demektir. Allahu Zül Celâl Dâvûd (a.s),a ve Süleyman (a.s)’a ilim
verdiyse onlar bu ilimle hayatlarını düzenlediler ve dediler ki:
Yâni bize ilim verdi de Allah, bizi
ilimle tafdıyl etti değil, bizi pek çok mü’min kullarından üstün kıldı değil,
bize ilim verdi de Allah biz de o ilimle iman ettik, biz bize verilen o ilimle
hayatımızı düzenledik de Allah bizi bununla tafdıyl etti demektir bunun mânâsı.
Değilse mücerret bilgi insanı hiçbir zaman tafdıyl etmez, üstün kılmaz, üstün
edecek de değildir. Çünkü Ebu Cehil de bilgiliydi biz onu biliyoruz. Hattâ İblisin
bildiği çok daha kesin. Yâni bu âyetle sabittir. İblis Allah’ı da biliyor,
Allah’tan korkulması gerektiğini de biliyor, âhireti de biliyordu ama bu bilgi
ona hiçbir şey kazandırmadı. Ya da Firavunun bilgisini hatırlayın.
Peki Hz. Süleyman’la Dâvûd (a.s) un
ilmi neydi? Tefsirlere bakın, Elmalıya bakın, ama özetin özeti bir bilgi
vermemiz gerekirse size şunları söyleyelim:
Bu öyle bir bilgiydi ki bu bilgiyle onlar kendileri ve Allah, kendileri
ve mahlukât, kendileri ve insanlar, kendileri ve mevcudat arasındaki diyalogu
kurabiliyordular. Bu ilimle kendilerinin varlık âlemindeki yerlerini bulmuş ve
bu yerin diğer varlıklarla diyalogunu kurabilmişlerdi. Benim anlayabildiğim
budur bundan.
Zaten peygamberlere verilen ilim bir mânâda da hikmetin mânâsı olacaktır.
Yâni hikmet nerede nasıl hareket edeceklerini konuşma olarak, ölme olarak,
öldürme olarak, ya da tavır ve davranış olarak ne yapmaları gerekeceğini
bilmeleri mânâsınadır. Yâni hayatı Allah’ın istediği biçimde değerlendirme ve
yaşama bilgisi. Allah’ın verdiği ilim budur işte. Yâni hayat programı ilmidir,
hayatı anlama ilmidir. Yâni onlar hangi hayatı yaşayacak idiydiyse öyle bir
hayatın bilgisi verilmiştir. Meselâ Süleyman (a.s)’a verilen hayat bilgisi elbette
Nuh (a.s)’a verilmemişti. Lâzım da değildi zaten Ona. Bir karıncanın konuşmasını
anlaması gerekmiyordu Onun, çünkü öyle bir sorumluluğu yoktu, öyle bir hayat
programı yoktu Onun.
Süleyman (a.s)’la birlik Dâvûd
(a.s)’a verilen bu ilim biraz da siyasal platformda bir etkinlik bilgisi de
oluyor. Bunu nerden çıkardım? Kur’an’ın tümünde anlatılan Dâvûd ve Süleyman’dan
çıkarıyorum. Yâni onlara bu ilim verilmiş ki idareciliği bilmişler, yöneticiliği
bilmişler, devleti idare etmeyi bilmişler, ya da saltanatı yürütebilmeyi
bilmişlerdir. Dâvûd (a.s) un da ayrıca bir otoritesi vardı devlet planında. Dağlar,
taşlar, kuşlar, kurtlar Onunla beraber tesbih ediyordular.
Yine Sâd sûresinin beyanına göre “faslel hitap” vermiş Allah Dâvûd (a.s)’a.
Ayrıştırıcı bir söz özelliği. Her şeyi hall u faslediyor tamam işi bitiriveriyor.
Ama bazen öyle bir bitiriyor ki onun bitirimine
müdahale ediyor Süleyman (as), bazen
onunki daha doğru çıkıyor. İşte iki kardeş geliyor çocuğu ortadan kessek
filan diyor, kadınlardan biri olmaz istemem diyor o zaman çocuğun onun olduğuna
karar veriyor gibi.
Fasl el’ hitap konusunda Sâd
sûresinde anlatılan şu: İki kişi geliyor hasmani, biri diyor ki işte benim bir
tane dişi koyunum vardı, bunun da doksan dokuz tane koyunu vardı. Bu adam benim
o bir tek koyunumu da kendi koyunlarının içine katmaya çalışıyor. Ve tartışmada
beni yendi ve o bir tek koyunumu da alıp kendi koyunlarının içine kattı diyor.
Dâvûd (a.s) diyor ki ya Rabbi! Ben bunu kendi kafamdan yapmadım, sen bana makam
verdin, mekân verdin, sen güç verdin diyor ve hükmü konusunda Allah’a
şükrediyor. Kimileri diyorlar ki bu doksan dokuz kadındır, şöyle şöyle
olmuştur.
Hayır bu doksan dokuz koyundur. Yâni burada kapitalist sistem anlatılıyor.
Kapitalizmin devlet planında tenkididir bu. Adam iş yeri açıyor, doksan tane
işçi çalıştırıyor on milyon onlara veriyor, yüz on milyon kendisi alıyor. Hattâ
beş yüz milyon. Sonunda o işçisinin on milyonunda gözü oluyor adamın, allem
ediyor, gallem ediyor, kampanya diyor, yeni çeşit diyor, sana göre diyor, kendi
yer diyor, filan ediyor ve onlara verdiği o on milyonu da çarpmaya çalışıyor ya
işte bu anlatılıyor burada.
16. “Süleyman Dâvûd'a vâris oldu: "Ey
insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu
apaçık bir lütuftur" dedi.”
Süleyman, Dâvûd’a vâris oldu. Nesi
vardı Dâvûd’un da vâris oldu? İlmi vardı, tamam işte ona vâris oldu. Başka nesi
olabilecekti Dâvûd peygamberin? Malı mülkü olamazdı ki. Çünkü onlar biliyorlardı
ki peygamberlerin geliş sebebi oydu ki mülk Allah’ın. Bunu ortaya koymak için
geliyorlardı Allah’ın elçileri. Bu iş benim, bu mal benim, bu mülk benim, bu
saltanat benim, ben mâlikim, ben Hakîmim, ben asarım keserim, değildi onların derdi.
Zaten peygamberin geliş gâyesi mülkü Allah’a ait kılmak içindi. Dolayısıyla
Süleyman (a.s) ın Dâvûd’a vâris olması ilme vâris oluşudur veya Onun pozisyonuna,
görevine, Risâlete vâris oluşudur. Onun arkasından hemen peygamber olmuştur
demektir bunun mânâsı.
Süleyman (a.s) Dâvûd (a.s) un 9
çocuğundan ya da 19 çocuğundan birisiymiş.
Dâvûd
(a.s) dedi ki ey insanlar biz kuş mantığını öğrendik, bize kuş mantığı
öğretildi. Ayrıca her bir şeyden de verildi bize. Hani bize fazl-u kerem
vermişti ya Allah işte o budur dedi. Bu bir faziletti, tafdıliyetti,
üstünlüktü, işte o budur dedi. Her bir şeyden verilmişti onlara. Neydi bu her
bir şey? Ona lâzım olan her bir şey. Devre özel, döneme yönelik, zamana yönelik
her bir şey. İnsanları idare edecek her bir şey, her bir bilgi verilmişti ona,
bir de kuşların mantığı öğretilmişti. Kuşların mantığı.
Ya da kuşların varlık mantığı. Kuşların birbirlerine mesaj ilet-me mantığı
öğretildi denmiş. Kuşların hayat programlarını öğrettik demektir. Kuşların bu
varlık sebebiyle yaptıkları hareketlerinin insana yansıyan bölümünü öğrendik
demektir bu. Yâni kuşların hayatını kuşça öğrendik değildir tabii mânâ. İçlerinden
bir kuş olarak anladık değil, onların kuşça hayatlarını dışardan bir insan
olarak kavrama yetkisi verildi bize demektir bu.
Şehbender zade Filibeli Ahmet Hilmi
denilen bir adam Amak-ı hayal diye bir kitap yazmış. Vahdet-i vücutçu filan bir
adam da ama kitabında çok hoş açıklamaları var. Bir bölümü de şöyleydi: Karınca
gözüyle, burada da karıncalardan söz edileceği için bir giriş olsun. Karınca
gözüyle bir olay anlatır.
Büyük bir meydanda milyonlarca insan
çalışmaktadır. Gidenler, gelenler, yürüyenler, koşanlar var. Derken üzerlerine
kapkara bir bulut gelir. Sonra tehlikeyi sezinleyen bir anons duyulur. Dikkat! Dikkat!
Müthiş bir bulut geldi! Az sonra korkunç bir yağmur gelecek, herkes başının
çaresine baksın! Meydanda bir koşuşturma, bir telaş başlar ve hemen arkasından
bardaktan boşanırcasına bir yağmur iner ki, evler yıkılır, yollar kaybolur, ve
sonunda on binlerce ölü, yüz binlerce yaralı. Ama üzülmeyin, bunlar insan
değildir. Bunlar karıncalardır. Bir yemci dükkanının kenarında milyonlarca
karınca yuvalarına buğday taşımakla meşgulken üzerlerine yem almak için gelen
bir at arabası park eder. Üzerlerine müthiş bir bulutun geldiğini zanneden
karıncalarda bir telaş başlar. Ve nihâyet at görevini yapar ve üzerlerine işeyiverir.
Evleri yıkılır, yolları kaybolur, binlerce ölü, yüz binlerce yaralı meydanda
gelir. Atın bir bardak idrarı karıncalar dünyasında Nuh tufanı oluverir.
Tabii şu anda küçüldükçe küçülmüş, âdeta karıncalaşmış insanlar için de
A.B.D nin bir bardak idrarı, Avrupa’nın bir kaşık idrarı da sanki Nuh tufanı
kadar korkunç bir tehlike halini almıştır. Korkuyor karıncalaşmış insanlar
onlardan. Evet karıncalar dünyası böyledir. Ama bu olaya insan gözüyle bakınca
işte alt tarafı bir at, ondan sadır olan basit bir idrar. İşte Allahu âlem Mantık
ut tayrı anlamak bu oluyor yâni benim anladığım. Eğer bizde olaylar
hakkında o olayın mantığını kavrama istidadımız yoksa karıncaların o olaya
baktığı gibi bakıyoruz demektir.
Peki bunu bize de verdimi Allah?
Elbette Allah bunu bize de verdi. Tamam Süleyman (a.s)’a yüzde yüzünü verdi,
yüzde beş yü-zünü verdi, yâni onu olduğu gibi anlama imkânı verdi, ama bize de
olayların mantığını böyle bir kavrama imkânı verdi ki galiba buna İslâm
literatüründe feraset denir. Rasulullah efendimizin bu hususu anlatan
bir hadisi vardı: “İttegu firasetel mü'min, feinnehu yenzuru
binurillah”
Şeklinde tenkit edilen, zayıf denilen, hakkında laf edilen bir hadis. Eğer
hadisse bu meseleyi şöyle anlatır: Mü'minin ferasetinden sakının çünkü o
Allah’ın nûruyla bakar değildir mânâ. Aman ha mü’-minin ferasetinden sakının,
aman uzak durun ondan, çekinin, sakının değildir mânâ. “Mü’minin ferasetine baş
vurun, mü’minin ferasetiyle yol bulun, yolunuzu mü’minin ferasetine danışarak
bulun” demek daha güzel olacaktır. Evet mü’mine danışın, mü’min ile beraber
olun, yo-lunuzu ona sorun, onu ferasetinden istifade edin, çünkü o Allah’ın
nûruyla bakar.
Allah’ın nûru kitaptır. Bu kitapla olaylara bakan kişinin bakışı keskindir.
Görüşü İsâbetlidir. Kararı doğrudur. Çünkü bu kitabı tanıyan mü’min olaylara
güzel bakar ve ne yapacağını bilir. Çünkü olaylara Allah’la bakınca gündemde
Allah’ın gücü vardır ve en güçlü odur, Allah’ın bilgisi vardır ve en bilen
O’dur. Ama bir hafta boyunca Allah’ın kitabıyla ilgisi kesilmiş ve şeytanların
haber programlarına esir olmuş bir mü'min düşünün. O her şeyden sakınacak, her
şeyden korkacak ve ne yapacağını şaşıracaktır. Aman geldi geliyorlar, gitti gidiyorlar,
vurdu vuruyorlar, yakaladı yakalıyorlar diye sanki Allah’ı diskalifiye eden
haberlerin kulu ve kölesi olacaktır. Gerçekten şu anda Allah’la, Allah’ın
kitabıyla ilgisi kesik ama Tv programlarına kendisini teslim etmiş insanlarda
bu korkuyu, bu tedirginliği çok açık görüyoruz. Çünkü hadiselere Allah’ın
nûruyla bakamayan insanın sonu budur.
Bizler şu anda kuşların dilinden
filan anlamıyoruz, ama kuşların çevremizde bize vermek istediği mesajı anlamak
var bizde. İşte benim anladığım feraset de budur. Yâni Allah görüntülü âyetler
grubu olarak güneşi, ayı, yıldızları, kuşları bizim önümüze sermiş. Gözümüzle
algıladığımız bu âyetlerden bir şeyler çıkarmak var bizde ve işte bu bizim
ferasetimizdir. Ama onların aslını anlamak ise sadece peygambere verilmiştir
diyoruz.
17. “Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu
toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı.”
Hz.Süleyman’ın orduları, cinlerden,
insanlardan, ve kuşlardan müteşekkil hepsi ortaya toplandı ve düzenli, düzenli
sevk olunuyorlar, yönetiliyor.
18. “Sonunda, karıncaların bulunduğu bir vadiye geldiklerinde bir karınca:
“Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman'ın ordusu farkına varmadan sizi
ezmesin" dedi.”
Hattâ bu teftiş yürüdü de, böyle
grup grup, öbek, öbek, yer yer, cenah, cenah bu ayarlama işi yürütüldü de,
hareket yapıldı da hattâ Neml vadisine geldiler. Neml vadisi, karınca vadisi
demek belki biraz daha abes olacak. Çünkü âyet-i kerîmede "Vadin
Neml" de-nilmişse, bir de mekân olarak anlatılmışsa o zaman bunun Türkçeleştirilmesinin
anlamı yoktur. Vadin -Neml, Neml vadisi demektir. Meselâ İstanbul’a gelen kimi
turistlere Kasımpaşa’yı, “general kasım” diye tercüme edenler oluyormuş çok
garip bir şey oluyor yâni bu iş. Kasımpaşa, Kasımpaşa’dır. Burada da Vadin
Neml, Neml vadisidir yâni başka bir şey olmaz. Böylece tercüme edilmelidir.
Yerdir, mekândır tamam. Neml vadisi.
Tîn sûresinin başındaki yemin de
böyledir:
“İncir ve zeytine andolsun, Andolsun Sina dağına, Andolsun
bu güvenli Mekke şehrine ki:”
(Tîn 13)
Sûrenin başındaki bu yeminlerle kast
edilen zeytin ve incir değildir. Anlayabildiğimiz kadarıyla bu zeytin ve incirle
kast edilen iki bölgedir. İncir bölgesi ve zeytin bölgesi. Hani Türkçe’de
kullanılır. Demin Amasya’yı dedim. Meselâ Waşinkton derken portakal kast
edilir. Waşinkton aslında bir şehir, bir bölgedir. Ama portakalın adı söylenirken
Waşinkton olarak söylenir ya işte buradaki incir ve zeytin de bu mânâdadır.
Birisi Tîn bölgesi diğeri de zeytin bölgesidir. Birisi Şam di-yarıdır, ötekisi
de Filistin diyarıdır. Oradaki peygamberlere atıfta bulunmak için Rabbimiz
incir ve zeytinden söz ediverdi. İşte buradaki Vadin Neml ifadesini de böyle
anlıyoruz. Yâni bu isimle anılan bir vadi. Evet ordu bu vadiye geldiğinde:
Bir karınca dedi ki: Peki acaba
karıncalar Arapça mı konuşuyorlardı? diye bir soru sormanın da anlamı yok.
Onlar ne dil konu-şurlarsa konuşsunlar onu Rabbim bana Arapça naklettiğine göre
mecbur Arapça olacaktır. Karınca demiş ki:
Ey karıncalar topluluğu! sizin insan
ağzının dışında duyduğunuz bütün sesler de mutlaka Türkçe olarak hitap eder
size. Yâni meselâ suyun şırıltısından, rüzgarın sesinden, eşeğin anırmasından
veya bir eşyanın hareketinden siz bir şeyler anlarsanız o anladığınız dil
mutlaka Türkçe’dir. Ama bu onun Türkçe konuştuğundan filan de-ğildir. Peki niye
öyle? Sizin anlama kabiliyetiniz Türkçe’ye duyarlan-mış da ondan. O zaman
burada da Süleyman (a.s) ın duyduğunun Arapça olması anlamına gelmeyecek, çünkü
biliyoruz ki Süleyman (a.s) İbrani’ce konuşuyordu. Ya neydi bunlar? E bu bize
Arapça naklediliyor, biz de mecburen Arapça dinliyoruz tamam. Bunun içindir ki
Kus İbni Saide el İyadinin hitabesine İslâm ulemâsı itirazda bulunur. Yok
efendim orada geçen kimi tabirler Kur’an’da geçen tabirlermiş, böyle olunca da
o adam Kur’an’daki tabirleri nerden bilirmiş? filan. Öyleyse bu sonradan uydurulmuş
diye.
Eh ne olacak? Elbette öyle, çünkü “Ene Rabbukümül’ a’la” diyen Firavunun bu sözünü de bize
Kur’an naklediyor. Yâni acaba Firavun nerden bildiydi bu sözü söylemeyi?
demenin anlamı da yoktur yâni.
Peki bu karınca erkek miydi
dişimiydi? Elmalı bile burada dişi demiş yâni. Hem bir karınca demiş hem de
çevirmiş öyle demiş. Halbuki bu tekil ifadesidir. Bir karınca dedi ki: Ey
karıncalar topluluğu, haydi girin meskenlerinize! Süleyman ve orduları sizi
mahvetmesin! Çünkü onlar bilmiyorlar, bilemezler, farkına varamazlar bu işin. Süleyman
(a.s) nın bu işi bildiğini bilmiyordu karınca da öyle diyor. Fark ettiğini
bilmiyordu.
19. “Süleyman onun sözüne hafifçe güldü ve: “Rabbim! Bana ve ana babama
verdiğin nîmete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl.
Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına koy" dedi.”
Süleyman (as) onun bu sözünden
bayağı bayağı gülüp tebessüm etti. Hem güldü, hem tebessüm etti denince, yâni
gülerek tebessüm etti gibi bir mânâ vardır burada. Karıncanın bu sözünde azamet
sahibi insanların garibanları ezdiği anlatılır. Onların kendilerine değer
vermedikleri anlatılır. Herkesin hayat programını kendisinin yapması gerektiği,
ötekisinden beklememesi gerektiği anlatılır. Karşıdaki ne kadar bilen birisi de
olsa ancak kendi dünyasını bilen birisi olduğu anlatılır. Başkalarının
dünyasından haberi olmaz anlatılır.
Süleyman (a.s) nın gülmesinin sebebi
de şudur anlayabildi-ğimiz kadarıyla: Kendisinin karıncanın konuşmasından
haberi var ona gülüyor. Sonra onların kaçınma işlerine gülüyor, tedariklerine,
tedbirlerine, düşüncelerine gülüyor, sonra Rabbinin kendisine lütfettiği nîmetlerine
gülüyor, bu konuma getirildiğine gülüyor, seviniyor bu işe.
Ya Rabbi
bana ve babama anama verdiğin nîmetlere şükretmemi ve ondan razı olacağın bir
işi yapmamı, sâlih amel işlememi bana kolay getir, gönlümü ona aç ya Rabbi. Onu
bana yay ya Rabbi diye dua etti. Sonra da dedi ki rahmetinle beni iyi kullarının
arasına, sâlih kullarının arasına sok, idhal et, dahil et ya Rabbi diye dua
etti.
Bu böyle bir tabirdir. Sâlih kulları, ana baba kabul edeceğiz. Nuh (a.s) da
öyle dua ediyordu. Halbuki Onun ana babasıyla alâkalı hiç bir bilgimiz yoktur.
Kavmi helâk olacağı zaman öyle diyordu:
“Rabbim! Beni, anamı babamı, evime inanmış olarak gireni
mağfiret et.”
(Nuh 28)
Ya Rabbi
beni, ebeveynimi ve evime mü'min girenleri de mağfiret et. Bu duayı her mü’min
yapar. Ebeveyni kâfir olanlar da yaparlar bu duayı. Çünkü bu bir dua kalıbıdır.
Buradaki ebeveynden kasıt Hz. Adem (a.s)’a kadar mü’min olan tüm ebeveynlerimizdir.
Ya Rabbi beni, anamı babamı. Peki
kimdi onun anası babası? Bu bir dua modelidir. Yâni anası babası ya da
ikisinden birisi kâfir olan kişi de mecburen bu duayı okuyacak namazında.
Halbuki kâfirlere haramdır bu dua. Babası anası kâfir olanların kâfir olan
ebeveynine böyle bir duada bulunması haramdır. Tabii buradaki ana babadan kasıt
o öz anası babası değildir. Ondan öncesinin anası babası. Değilse, yâni onlar
da Müslüman değillerse ondan öncesinin anası babasıdır. O da değilse İbrahim
babası anasıdır veya Adem babası anasıdır diyoruz. Burada da öyle bir dua modeli
görüyoruz işte.
Ya Rabbi bana, anama, babama
verdiğin nîmetin artırılmasını istiyorum senden. Ve de bana senin razı olacağın
ameller nasip et ya Rabbi! diyor, bir de beni sâlih kullarının arasına koy
diyor.
20,21. “Süleyman, kuşları araştırarak: “Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa
kayıplarda mı? Bana apaçık bir delil getirmelidir; yoksa onu ya şiddetli bir
azaba uğratırım yahut keserim" dedi.”
Süleyman (a.s) nın ordusu vardı,
cinlerden, insanlardan ve tuyurdan, kuşlardan. O ordusuyla beraber hareket
etmiş ve O Vadin Neml denen yere geldikleri zaman da karıncalarla bir mükâleme
olmuş, derken kuşları da şöyle bir düzenlemede bulundu, bir teftişte bulundu,
yâni onları kontrol etti. Yâni kuşlar bölümüne de bir göz attı, onların
durumlarını da bir gözden geçirdi. Arkasından dedi ki:
Hüdhüd’ü
göremiyorum!
Yoksa gaip mi oldu? Yoksa
kayıplardan mı oldu Hüdhüd? diyor Süleyman (a.s). Sonra da:
Bu da büyük insanların tavrı. Yâni
tamam, canına okudum, işi bitti onun, işini bitirdim onun ifadesinin yanında
bir müstesna bölüm ayırıyorlar. Yâni eğer onun bir mâzereti varsa tamam, ama değilse
onun defterini dürdüm diyor. Sonunda sözünü yememek için büyük insanlar böyle
derler, böyle yaparlar. Ama baştan büyük düşünürler de ondan. Lâkin insan her
şeye rağmen yanlış yapabilen olduğu için peygamberlerde de öyle kimi yanlışlar
görebiliyoruz. Meselâ Bedir esirlerini salıverme yanlışı gibi. Lâkin burada
anlatılan bizim de tavrımız bu olsun karşımızdakine. Karşındaki düşmanınsa
elinden gelen bütün kötülüğü yapma, belki dostun olur. Ya da dostunsa bütün
sırrını söyleme, belki düşmanın olur. Bunlar birer mütemmim cüzdür. Bu onun o
bunun mütemmimidir. Ama burada anlatılan biraz daha geneldir. Yâni
karşındakinin genel ortamını, yâni hayat programını göz ardı etme. Belki bir
ihtimal senin düşünmediğin bir şey de çıkabilir. Çünkü hayatın programını sen
çizmiyorsun.
Özellikle Yusuf (a.s) ve Mûsâ (a.s) kıssasında bu çok güzel görülür. Meselâ
Mûsâ (a.s) adama tokat vururken adamın ne öleceğini biliyordu, ne kaçıp gitmesi
gerektiğini biliyordu, ne Medyen’i biliyordu. O kendine göre bildiği bölümleri
düşünmeliydi, biz de öyle yapalım. Yusuf (a.s) kıssasında da durum böyledir.
Yakub (a.s) Onun peygamber olacağını biliyordu, ama ne zaman olacağını nerden
bilsin? O bunu önceden hesap edemezdi. Öyleyse şöyle düşüneceğiz:
1- Hadiselere gücümüz nisbetinde el uzatacağız
ve bileceğiz ki o hadise bizim elimizin altından çıkan bir hadise değildir. Bizden
başka o hadiseye karışması gerekenler var, bir de o hadiseyi mutlak idare eden
Allah var. Maalesef onu hep unuttuğumuzdan dolayı da yanılıyoruz. Bu konuyu bir
daha söyleyeyim:
Bizler elimizi hadiselere elbette uzatmak zorundayız. Yâni şerse o iş
engellemek için, hayırsa da teşvik etmek için harekete geçmek zorundayız. Amma
iyi bilelim ki o hadisede bizim elimizden başkalarının da eli olabilecek ve
üstelik onların eli üzerinde bir başkasının eli de olacak. Yâni Allah’ın eli
onların ellerinin üstünde olacak. Yâni bizim de başkasının da bu işe müdahalesi
olacak.
Kesinlikle mutlaka ona azap
edeceğim, üstelik şedit bir azap.
Ya da onu
keseceğim. Üçüncüsü:
Ya da eğer
açık net bir delil, bir sultan getirirse, yâni kendine bir güç kaynağı bulur,
bir mâzeret bulursa o zaman neyse.
22. Çok geçmeden Hüdhüd gelip Süleyman'a: “Senin
bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe'den doğru bir haber getirdim.”
Ben senin ihata edemediğin bilgilerle geldim!
Biraz güçlü, ama biraz da Süleyman (a.s) karşısında olduğunun farkında olarak
diyor ki sana yakin bir haberle Sebe'den geldim.
Sebe', Seyl’ül Arim sözleriyle tarihe mal olan Âd kavminin yaşadığı
bölgenin belki biraz daha güney batısında Belkıs adında bir hükümdarın emrinde
yaşayan bir toplum. Bunlara ulaşan bir peygamber mesajına icabet edip
etmediklerini bilmiyoruz, çünkü Müslü-manlığa dâvet edildikten sonra gelip
teslim oldular. Evet Hüdhüd, sana Sebe diyarından bir haber getirdim diyor ve
detayına iniyor haberin. Yâni önce bir kalın punto haber geçti, arkasından da
tafsilata geçiyor.
23. “Ora halkına hükmeden, her şeyden kendisine bolca verilen ve büyük bir
tahta sahip olan bir kadın buldum”
Ben buldum ki bir kadın onlara
meliklik ediyor. Onlara sahip, onlara mâlik. Ona da her şey lütfedilmiş. Yâni
kendisine her şeyden bolca verilen, her şey bol bol lütfedilmiş bir kadın. Bir
de onun azîm bir arşı var, büyük bir arşı var. Arş kelimesi Allah için
kullanılıyor Kur’an’da. Kürsî kelimesi Allah için kullanılıyor Kur’an’da. Ve
işte görüyoruz bir de kürsî ve arş Süleyman (a.s) için, Süleyman (a.s) dönemi
için kullanılıyor Kur’an’da.
Kürsîsine bir ceset konularak ihsan edilen Süleyman ve de arşıyla imtihan
olunan bir Süleyman var. Hayır, ayrı ayrı iki Süleyman değil, ikisi de aynı
Süleyman (a.s). Bunların mahiyetini, içeriğini bilemeyeceğiz zaten. Çünkü
bundan önce yaşayan Yusuf (a.s) için de gaybî haberdir diyor Kur’an, bundan
sonra yaşayan Îsâ (a.s) için de gaybî haberdir diyor. Öyle olunca ikisi
arasındaki kesinlikle gaybî bir konudur ve ancak Rabbimizin bildirdiği kadarını
bilebiliriz. Yâni bu arş ne? Nasıl bir arş? Bunu bilmemiz mümkün değildir.
Ancak burada ne anlamışsak o kadarını biliriz. Ama dediğim gibi böyle özel bir
kelimenin seçilişinden içimize farklı mânâlar doğsa da ancak şu kadar diyeceğiz:
Allah’ın bu kadının melikliği için ona lütfettiği bir arştır, ve azım bir
arştır, önünde saygıyla eğilinmesi gereken bir arştır, bir makamdır. Azîm
kelimesi meselâ kitabımızda peygamberimiz efendimizin ahlâkı için de
kullanılmıştır Kâlem sûresinde.
“Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsindir.”
(Kâlem 4)
Peygamberim,
muhakkak ki sen bir huluk-i azîm üzeresin. Sen çok yüksek bir ahlâk üzeresin.
Zayıfların, güçsüzlerin asla ta-hammül edemeyeceği, yüklenemeyeceği çok yüce
bir ahlâk sahibisin sen. Veya Hz. Ayşe annemizin beyanıyla Rasulullah
efendimizin ahlâkı mahza Kur’andı ya, öyleyse ey peygamberim senin ahlâkın
bizzat huluk-i azîm olan Kur’an’dır. Veya azîm önünde saygıyla eğilinen demektir.
Yâni herkesin dost düşman önünde saygıyla eğildikleri varlık demektir. Yâni seven,
sevmeyen, kabul eden, etmeyen, iman eden, inkâr eden herkesin saygı duymak
zorunda olduğu varlık demektir. İşte buna azamet diyoruz. Tabii azîm Allah’tır.
Önünde herkesin saygıyla eğildikleri varlık Allah’tır. Ama Rabbimizin
izafesiyle işte peygamberimizin de böyle yüce bir ahlâkı vardı ki herkes, dost
düşman onu kabul etmek zorundaydı. Yâni sevilmese de, sözü dinlenmese de
tartışmasız kabul edilecek yücelik makamı demektir.“Sübhane Rabbiyel Azîm” de budur. Yâni ya Rabbi senin önünde
saygıyla eğilirim. İtiraza ne mahal? Ne mümkün ki ben sana itiraz edeyim? Sen
tartışmasız, kayıtsız şartsız yücesin ya Rabbi! demektir bu. İşte bu kadının
arşı da böyle herkesin itirazsız kabul etmek zorunda kaldığı bir arşmış yâni.
Onlara mâlik idi. Ama onları köle
gibi kullanıyordu demek de-ğil herhalde. Çünkü kitabımızın başka bir yerinde:
Tabiri kullanılır. Yâni insanların
mâlik olmaları söz konusudur İslâm’da. Meâric’te de Elleri ile mâlik oldukları,
sahip oldukları konusunda da onlar kınanmazlar deniliyordu. Buna göre: "Temliku-hum" oluşu, onlara sahip oluşu herhalde bir
patronun, bir reisin, bir hükümdarın tebaasına sahip oluşu gibiydi. Lâkin İslâm’a
göre tebaa hükümdarın kulu değil de İslâm dışı sistemlerde kul olduklarını her
halde anladınız. Firavun nasıl sahipti tebaasına? Bu ırmaklar bile benimdir
diye bağırıyordu değil mi? Burada da galiba "Temlikuhum" o nizamın İslâm olmadığını
vurguluyordu. O halde bundan o kadının toplumu İslâm toplumu değildi anlıyoruz.
24,25. “Onun ve milletinin Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerine gördüm.
Göklerde ve yerde gizli olanları ortaya koyan, gizlediğiniz ve açıkladığınız
şeyleri bilen Allah'a secde etmemeleri için şeytan kendilerine yaptıklarını
güzel göstermiş, onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bunun için, doğru yolu
bulamazlar.”
Onu ve kavmini buldum ki güneşe
secde ediyorlar, Allah’ın berisinde. Allah’ı kabul edip bir de güneşe secde
ediyorlar anlaşılmaz her halde. Eğer ifade “Maallah” olsaydı belki böyle düşünme imkâ-nımız
olurdu. Kur’an’daki: “İttehaze maallah, yescudüne maal-lah” İfadelerini böyle anlıyoruz. Allah’la
beraber başka İlâhlar ediniyorlar, Allah’la beraber başkalarına da secde edip
kulluk ediyorlar şeklinde anlıyoruz.
Ama burada öyle değil de “Min dünillah” olunca diyoruz ki insanlar Allah’ın
berisinde bir şeylere dua edip dâvetiye çıkarıyorlarsa, onlar Allah’ı da kabul
ediyor şeklinde de görünüyor Kur’an’da, Allah’ı reddedip O’nun berisinde bir
şeylere dua edip secde ediyorlar şeklinde ikisi de anlaşılacaktır bundan. Yâni
hem Allah’ı biraz biliyorlar hem de güneşe de secde ediyorlarmış. Allah’ın berisinde
güneşe secde ediyorlarmış. Güneşe namaz kılıyorlar demek değildir tabii bu.
Secde ve rüku namaz dışında zikredilince mutlak başlı başına bir ibadettir.
Yâni onlar güneşi dinliyorlar, güneşe tapıyorlar, güneşten yanalar, güneşin
emrine boyun eğiyorlar. Tabii güneşi kendilerince konuşturuyorlar. Güneş sizden
bunu ister, şunu ister dedirtiyorlar ve o dediklerini de yapıyorlar. Meselâ: "Olmaz
arkadaş, bu yönetmeliğe aykırı" diyor müdür efendi. Yâni bu yönetmenlik dediğin ne? Kim
koydu onu? Senden değil mi o? Geçen senekiler bu sene kalkmadı mı? Öyle
anlamıyor adam, yönetmeliğe aykırı diyor tamam.
Toplum ne der adama? diyor. Olur mu? Bu yaptığın şey âdetlere terstir
diyor. Bu yasalara aykırıdır diyor. Ne o toplum dediğin? Meselâ düğünlerde görürsünüz.
Kız evi İslâm dense razı olacak, ama âdet deyince mahvoluyor, eziliyor, oğlan
evi de masrafın altında eziliyor aslında. Her iki tarafta ezim ezim eziliyorlar,
ama ne olur ne olmaz diyorlar, âdet diyorlar, rüsum diyorlar ve o olmayanın sözünü
dinli-yorlar, olmayanın dediklerini yapıyorlar.
Yâni güneşe tapınan, güneşe secde
eden, güneşin dediklerine, ya da güneşe dedirttiklerine tabi olan, onu dinleyen
bu adamların hiç mi kafası yok? Hiç mi akılları yok bu adamların. Evet şeytan
bu işi onlara süslü, mantıklı gösteriyordu ve:
Şeytan onlara amellerini süslü
gösterdi ve de onları yoldan saptırdı da
onlar hidâyete ermediler, eremeyecekler, yollarını şaşırmışlar, yol bulamayacaklardır.
Şeytanın secde ettirmediği bu Allah; kendisine
hiç bir şey gizlenmeyendir. Yâni Allah öyle bir Allah ki, O’na yönelik hiç bir
gizlilik söz konusu olmayacaktır ve de O Allah gizlediklerini de, açığa çıkarttıklarını
da elbette bilendir. Bir kere Allah onların gizlediklerini de, açığa
çıkardıklarını da bilir deniliyor, ayrıca da deniliyor ki Allah gökyüzü ve
yeryüzündeki gizlilikleri de ortadan kaldırır, açığa çıkarır.
Şeytan onlara amellerini süslü gösterdi, kınaladı, boyaladı, böylece onlar
yoldan saptılar, sapıttılar, yol bulmadılar, yollarını bulamadılar. İşte bu insanların
saptırılmalarının nedeni Allah’a secde etmesinler diye ki o Allah gizliliği
açığa çıkarandır.
Şeytan insan hayatına öyle program
çiziyor ki onun Allah’a gitme ihtimali baştan bitiyor. Meselâ tıp fakültesi
bugün öyle gözüküyor. Kişinin bütün gününü kapsıyor. Ama meselâ Hukuk fakültesi
pek öyle değil gibi. Ondan dolayıdır ki Hukuk öğrencileri kimi olaylara girebiliyorlar
da ötekiler giremiyorlar. Öyle bir program ki bunsuz olmaz deniyor, gece gündüz
talebenin tüm hayatını bitiriyor. Başka şey dü-şünemez hale getiriyor.
Veya sistemlerde de Kominizim Kapitalizme göre İslâm’la yarışabilecek bir
sistemdir. Yâni bütün hayat programı hakkında söz sahibidir. Gençlik hakkında
konuşuyor, cinsellik hakkında konuşuyor, aile hakkında konuşuyor, ekonomi
hakkında konuşuyor, kendine göre tabi. Ama kapitalizm öyle değildir. O kimi
dünya işlerini düzenler ama meselâ din işi serbesttir, dilersen Müslüman ol,
dilersen Hıristiyan ol fark etmez demeye çalışır. Şeytan da ya önce:
İnsanların dine girmemeleri için, insanların dinleriyle, kitaplarıyla tanışmamaları için elinden ne geliyorsa yapar. Yeryüzündeki iki ayaklı şeytanları da kullanarak dinle insanların arasına engeller koyuyorlar. İnsanların dinlerine ulaşma imkânlarını kaldırıyorlar. Her taraftan kapatıyorlar o yolu. Din eğitimini yasaklıyorlar. Filan yaşa kadar Kur’an öğrenimi yasaktır diyorlar. İnsanların dinlerinin temel kaynakları olan kitap ve sünneti duyma yollarını kapatıyorlar. Böylece insanlara dini duyurmayarak, din eğitiminden mahrum bırakarak onları Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorlar. İlk planda şeytanın ve dostlarının yaptıkları budur. Dine giden tüm yolları ve imkânları kapatmak.
Ama
bütün bu tedbirlerine rağmen, bütün bu engellemelerine ve aleyhte
propagandalarına rağmen yine de insanlar bu barikatları aşarak dinleriyle
tanışmaya, kitaplarıyla buluşmaya muvaffak olmuşlarsa, bu sefer de dinde
eğrilik büğrülük meydana getirirler. Yâni o insanların önüne öyle bozuk bir din
sunarlar ki bu dinin İslâm’la uzak ve yakından hiç bir ilgisi yoktur. Yâni
böyle hayata karışmayan, hayatta hiç bir etkinliği olmayan, camiye veya
vicdanlara hapsedilmiş, sadece sözden ibaret bir din, ya da hayatın bazı
bölümlerine karışan, ama öteki bölümlerine karışmayan, işte sadece törenlerde
hatırlanan, salonlarda konuşulan ama onun dışında hayatta hiçbir geçerliliği olmayan
bir din sunarlar. Hukuka karışmayan, eğitime karışmayan, kılık kıyafete karışmayan,
kazanmaya harcamaya karışmayan, hayatta hiç bir etkinliği olmayan resmi bir
din.
Özellikle kendilerince şekillendirip
biçimlendirdikleri bu dini ders kitaplarına koyarlar ve işte din budur diye
insanlara bunu su-narlar. İnsanların kafalarını allak bullak ederler. İnsanlar
bu karmaşa içinde neyin Allah dini, neyin başkalarının dini olduğunu anlayamaz
hale gelirler. Ve böylece insanların dinlerini eğri büğrü yaparak onları Allah
dinine ulaşmaktan alıkorlar. Bunun neticesi olarak da insanlar öyle bir din
yaşarlar ki bu din Allah dini değil, resmi ideolojinin şekillendirip
biçimlendirdikleri bir dindir.
Evet şu anda acı acı bunu seyrediyoruz.
İnsanlar bir din ya-şıyorlar, ama bu din Allah’ın dini değil, şeytanın
tahrikiyle resmi ide-olojinin kendilerine dayattıkları bir dindir. Ve ne acıdır
ki din yaşadı-ğını zanneden bu insanlar aldanıyorlar.
Evet demek ki şeytan ne yapar, yapar
karşısındakinin yolunu İslâm’dan saptırır. Bunu beceremezse eğer, yâni o
muhatabı her şeye rağmen illa da İslâm’a girerse bu sefer de girdiği yolu,
girdiği İslâm’ı eğri büğrü hale getirir. Yâni İslâm’ını bozar adamın. Burada da
anlatılan biraz ikisinin bütünleşmesi gibi sanki. Yâni Allah’a secde etmesinler
diye yollarını saptırır, başka başka yollar buluverir onlara. Kendilerine,
güneşe, ya da güneş gibilerine secde etmelerini sağlar. Güneş aslında büyük
yıldızdır, en büyük yıldız. İşte şu anda piyasada böyle nice yıldızı
parlayanlar, doğanlar batanlar söz konusu. Onlara secde etmeye çalışan nice
insanlar görüyoruz Allah korusun.
İşte bu şeytanın en büyük taktiğidir. İnsanlar Allah önünde secde
etmesinler de kimin önünde secde ederlerse etsinler. Allah’a kul olmasınlar da
kime ve neye kul olursa olsunlar. Allah’ı dinlemesinler de kimleri dinlerlerse
dinlesinler. Allah’ın yasaları hayatlarına hakim olmasın da kimin yasaları hakim
olursa olsun.
26. “O çok büyük arşın sahibi olan Allah'tan başka ilâh yoktur" dedi.”
Allah
ki kendinden başka İlâh yok, sadece O var. O arşın Rabbi ki; arş, azîmdir. Ya
da Allah Azîmdir. Aynı kelime üç âyet önce üç âyet sonra birisi Süleyman ve
Belkıs için, birisi de Allah için kullanılıyor. Ve O zaman bu kelimede bir azamet ama Allah’ınkine benzer bir azamet
düşüneceğiz, bir de bir gaybî konu düşüneceğiz. Böyle Allah’ın arşının azameti
gibi değilse de bir azamet sahibi arştan söz edilecek.
Allah ki başka İlâh yok. Kelime-i
tevhidin odak noktası. Allah ki başka Şafi yok. Allah ki başka Mâlik, başka
Rezzâk, başka Ehad, başka Samed yok. Bunların başında Allah ki başka İlâh
yoktur diyoruz. Yıllar yılı bunu düşünüyoruz, söylüyoruz, inanıyoruz.
27. “Süleyman şöyle söyledi: “Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancılardan
mısın, bakacağız.”
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanan
insanlar, dışına da, çevresine de bu ahlâkı yansıtacaktır. Arş yanına gelince
de diyecekti Hz. Süleyman, burada da diyor. Göreceğiz tasdikçi misin, tekzipçi
misin bakalım. Buradaki tasdik ve tekzip haberde tasdik ve tekzip değil sadece,
inançta tasdik ve tekziptir de. Bunlara her halde girilmez değil mi? Efendim
kuş bunu nasıl anladı? Onların güneşe taptıklarını ne bildi? Efendim onun kadın
olduğunu haydi gördü, bildi de, o kadının melik olduğunu hadi hareketlerinden
anladı bildi, de, bunların şeytan tarafından kandırıldığını nasıl kavradı? demenin
anlamı yok. Allah böyle dedi, böyle oldu diyoruz. Îsâ’nın (a.s) doğumunda, İshak’ın
(a.s) müjdelenmesinde, Yahya’nın (a.s) müjdelenmesinde de Cenâb-ı Hak: "Kezalik" tabirini kullanır. Yâni buna akıl erdirmeniz
gerekmez, işte böylece. İşte böyle Allah dilediğini yapar deniliyor. Burada da
diyoruz ki; kezalik. Böyle oldu, Allah ona dilediğini anlattırır, Süleyman
(a.s) da onun ne dediğini anlar Hüdhüd’ün diliyle.
Haber-i vahide inanılmaz diyorlar.
Peki bu hangi âyetle sabit ki biz ona inanmayacağız? Bana göre haber-i vahid
ile amel gereklidir. Sahâbe öyle yapmıştır, bunun örnekleri de çoktur. İki üç
asırda bir kişi tarafından nakledilen, ondan sonra da şüyû bulan habere haber-i
vahid diyorlar. Amma benim anladığım haber-i vahid şöyle olsa gerek: Bir konuda
elli hadis varsa o konuyu bir tür anlatan, iki tane, üç tane de haber varsa ki
onu nakzedici, işte o iki üç haber vahid haberdir. Yâni bu konuda yalnız kalan
haber. İşte onlarla amel edilmez.
Mesela Rükuda peygamberimizin şiir okumadığını, âyet okumadığını anlatan
yüzlerce hadis var. Diyelim iki yüz hadis var. Bir hadis de çıkıp dese ki,
Rasulullah rükuda şiir okudu. Veya üç hadis de dese ki Allah’ın Resûlü rükuda
âyet okudu. Tamam bu üç beş hadis ehad haberdir ve o kendi başına bekler. Kalır
orda amel edilmez. Ama öğrenmemiz devam eder de bir yüz kadar hadis de onları
destekler çıkar ve bu hadisler dengelenirse o zaman peygamberimiz hem âyet
okudu, hem de tesbihâtta bulundu deriz.
Aman ha bunu tarihi bir hadise gibi
dinlemeyin. Bakın ben güçlü, ben arşın sahibi, bana kul olun, bana kulluk için
dinleyin demektir bunun mânâsı tabii.
28. “Şu yazımı götür, onlara at,
sonra bir yana çekil, varacakları sonuca bak.”
Şu kitabımı al götür ve onu onlara
at! Sonra da onlardan şöyle bir kenar dur. Bak bakalım nereye dönecekler? Ne
yapacaklar? Ondan sonra Hüdhüd kalktı, mektubu aldı, gitti bu bölümler yok
tabii burada. Biz âyetlerin arasını kendimiz dolduralım. Yâni âyetlerin suskun
geçtiği yerleri kendimiz söyleyelim. Bir mektup. Süleyman (a.s) Kudüs’te, Saba
Melikesi de Yemen’de. Arada herhalde bin, bin beş yüz kilometrelik bir mesafe var.
Mekke’den de bir bin beş yüz kilometrelik mesafe varsa işte üç bin, dört bin
kilometrelik bir mesafe var. Kudüs, Maan, Tebûk, Hayber, Medine, Mekke ve
oradan sonra uzun bir yolculuk Yemen. Sebe’lilerin ülkesi.
Haktan, hakikatten uzak bir ülke. Dünya işlerini kendilerince belli bir
düzene koymuş olsalar da Allah’la barışık değiller. Yalnızca Allah’a secde etmeleri
gerekirken, sadece Allah’ı dinlemeleri gerekirken Allah’tan başkalarını da
dinleyen bir toplum. Güneşe tapınan bir toplum. Güneş tanrısı adına, güneş
tanrısı nam-ı hesabına ülkeyi yöneten güçlere secde eden bir toplum. Yâni
ülkelerini Allah yasalarıyla değil de kendi yasalarıyla yöneten bir toplumun
ülkesi. İşte bu toplumun insanları bir kuş aracılığıyla bir Allah elçisinin
mesajıyla, bir peygamber tebliğiyle karşı karşıya gelecekler. Hüdhüd mektubu götürdü
ve bırakacağı yere bıraktı, geriye çekildi ve onları gözetlemeye koyuldu. Kadın
mektubu alır almaz hemen ülkesinin ileri gelenleriyle istişare etti.
29-32. “Sebe melikesi: “Ey ileri
gelenler! Bana merhamet eden, merhametli olan Allah'ın adıyla başlayan ve sakın
bana karşı başkaldırmayın ve teslim olarak gelin diyen Süleyman'dan gönderilen
önemli bir mektup bırakıldı. Ey ileri gelenler! Vereceğim emir hakkında bana
fikrinizi söyleyin; siz benim yanımda bulunmadıkça, bir iş hakkında kesin hüküm
veremem” dedi.”
Danışmanlarını, müsteşarlarını, şûra
heyetini topladı ve onlarla bu durumu istişare etti. Dedi ki: Ey ileri
gelenler! Ey benim danışmanlarım! Ey ülke yönetiminde bana yardımcı olan dostlarım!
Muhakkak ki bana önemli bir mektup bırakıldı. Kadının bu ifadelerinden anlaşılıyor
ki gerçekten çok akıllı, çok dirâyetli bir kadın. Bu mektubun muhteviyatından
hemen onun çok güzel, çok değerli bir mektup olduğunu anlıyor ve sözlerine
böyle başlıyordu. Bana çok Kerîm, çok üstün, ikrama değer, hürmete lâyık bir
mektup bırakıldı. O mektup Süleyman’dandır ve o mektup bismillahirrahmânirrahîm
ile başlamaktadır. Ya kadının sözü burada bitiyor, bundan sonrası mektubun
okunmasıdır, mektubun muhtevasıdır, yahut da kadının sözü devam ediyor. Dünya
üzerinde bu kadar özlü bir ifade görmek mümkün değildir.
Mektubun ifadeleri aynen şöyle:
Süleyman’dan. O Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlar. Bana karşı
üstünlük taslamaya kalkışmayın. Bana karşı büyüklenmeyin. Ve bana Müslümanlar
olarak gelin, teslim olun. Bana karşı teslimiyetinizi, Müslümanlığınızı haber
verip bildirin diyordu Allah’ın elçisi Süleyman (a.s). İşte bir Melik, işte bir
peygamber ve işte bir ilim sahibi. Kuşların, karıncaların dilinden anlayan,
cinlerin, şeytanların emrinde bulunduğu bir hükümdardan bir başka dünyanın
hükümdarına bir mektup.
Evet bir Allah elçisinden gelen,
Rahmân ve Rahîm olan Allah adına gelen bu mektubu okuduktan sonra kadın dedi
ki, bu mektup gerçekten çok Kerîm bir mektuptur. Ey dostlarım, bu işimde bana
yol gösterin, bana görüşünüzü belirtin, ben ne yapayım? Siz olmadığınız sürece
ben hiçbir işe karar veremem. Bunu siz biliyorsunuz. Sizinle istişare ettikten
sonra ancak karar vereceğim. Söyleyin ne yapalım? İşte mektup ve işte durum
ortada.
33. “Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, emir senindir, sen
emretmene bak.”
Dediler ki, biz kuvvet sahibi, ve zorlu
savaşçılarız. Savaş geleneği olan ve gerektiği zaman savaşabilen kimseleriz.
Bunu unutma. Emret, savaşırız. Kuvvetimiz de yerinde. Devletimizi de zirvede.
Ama yine de emir senin. Bu konuda karar verme yetkisi sana ait. Sen ne dersen
biz onu yaparız. Bak, gör, düşün, taşın, neyi emredersen biz onu yerine
getiririz.
34-35. “Melike: “Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını
bozarlar, onurlu kimselerini aşağılık yaparlar. İşte böyle davranırlar. Ben
onlara bir hediye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım” dedi.”
Melike dedi ki: Doğrusu melikler,
krallar bir ülkeye girdikleri zaman orasını bozguna uğratırlar. Orasının Azîz
olan ehlini, şerefli olan insanlarını bozguna uğratırlar. Zelil ederler,
aşağılık kılarlar. Bunu unutmayın dedi. Tamam güçlüsünüz, savaşçısınız ama
karşımızdakinin gücünü, kuvvetini bilmiyoruz. Böyle bir durumda savaşın ne
anlama geldiğini unutmayın. Toplumun en şereflileri olan bizlerin zelil olma
ihtimalimizi göz önünde bulundurun dedi. Ülkemizin tamamen bir harabeye dönmesi
de göz ardı edilmemelidir. Meliklerin işi işte budur dedi. İşte şimdiki dünyaya
bakın. Hangi devletin askerleri hangi devletin topraklarına girmiş de orasını harabe
etmemiş? Kanun bu, yasa bu. Savaş var dünyada, ölüm var, zillet var, inişler
çıkışlar var.
Bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra
kadın der ki; ben onlara bir hediye göndereceğim. Bakalım, bu hediyenin sonu ne
olacak? Hediyenin sonunu bir görelim bakalım. Hediye götüren elçiler ne yapacaklar?
Bakıp ona göre karar verelim der. Yâni Belkıs barıştan yanadır. Birdenbire
savaşı düşünmez. Yâni gerçekten Süleyman (a.s) sözündeki gibi onurlu mu?
Şerefli mi? Gerçekten Allah adına mı hareket ediyor? Yoksa dünya ve dünyalıklar
adına mı hareket ediyor? Eğer elçiler onun onurlu, şahsiyetli bir tavrını
getirirlerse, yâni gereksiz propagandalarla kendisinin olmayan gücünü reklam
eden birisi olmadığını kanıtlarlarsa ona göre karar verecekler.
36-37. “Süleyman’a geldiklerinde: “Bana mal ile yardım etmek mi
istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha iyidir. Ama belki de
siz hediyenizle sevinirsiniz. Onlara dön! Andolsun ki, güç yetiremeyecekleri
bir ordu ile gelir onları oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkarırız”
dedi.”
Ne zaman ki elçiler Süleyman (a.s)’a
geldiler, dedi ki Süleyman (as), sizler beni mal ile etkilemek mi istiyorsunuz?
Bu hediyelerle beni etkilemek bana yardım etmek mi istiyorsunuz? Halbuki Allah’ın
bana verdikleri sizin getirdiklerinizden benim için çok daha hayırlıdır. Siz
hediyelerinizle övünürsünüz, bir çocuk gibi sevinebilirsiniz. Ama çekin gidin,
bana Rabbimin verdikleri çok daha hayırlıdır. Rabbimiz ona altın ırmakları
lütfetmişti. Elçileri o altın ırmağına götürüp onlara gösterir. Gücünü ve
kuvvetini gösterir. Ben açgözlü, sizin hediyelerinize muhtaç birisi değilim
der. Mal mülk sevdalısı birisi değilim der. İnsanların elindekilere göz dikmiş
şahsiyetsiz birisi olmadığını gösterir ve der ki, dönün onlara ve söyleyin ki
ben öyle bir orduyla onlara geleceğim ki onların karşı koymaları asla mümkün
değil. Onları zelil olarak ülkelerinden çıkarır, aynı zamanda alçaltılmış
olarak onlara hakim oluruz. Aynen Belkıs’ın dediği gibi der Süleyman (a.s). Ve
Allah’ın elçisi danışmanlarını, şûrasını topladı ve onlara şöyle dedi:
38. “Süleyman: “Ey cemaat! Bana teslim olmalarından önce, hanginiz o
kraliçenin tahtını yanıma getirebilir?” dedi.”
Ey cemaat! Ey dostlarım! Bana bildirin!
Artık Rabbimizin vahyi devreye girdi. Vahiyle, Rabbimizin bilgilendirmesiyle
artık Süleyman (a.s) Belkıs’ın kendisine geleceğini öğrendi. Ve yola çıkış
hazırlığı içinde olduklarından da haberdar oldu. Bu Rabbimizin ona bir lütfuy-du.
Onlar, Sebe’liler Müslüman olarak teslimiyetlerini kendisine bildirmek üzere
yola çıkarlarken, Süleyman (a.s) topladığı dostlarına diyor ki: Onun tahtını
onun bize Müslüman olarak gelmesinden önce hanginiz buraya getirir? 3000
kilometre öteden taht gelecek, bunu kim yapacak? Mülk ve saltanatına sınır
olmayan bir peygamberin bir saltanat gösterisine şahit olacağız. Allah verdimi
verir vereceklerine. Mülk O’nundur, yetki O’nundur. Süleyman (a.s)’a veren de
O’dur. Sebe’lileri Müslüman olarak Süleyman (a.s)’a getirten de O’dur. Evet O
bu soruyu sorunca:
39. “Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce onu sana getiririm;
buna karşı güvenilir bir güce sahibim" dedi.”
Cinlerden bir İfrit dedi ki, ben onu
sana sen makamından kalkmadan buraya getiririm. Yâni sen namaz kılmak için, bir
yere gitmek için daha makamından kalkmadan ben o tahtı buraya getiririm dedi.
Ben bu iş için hem güçlüyüm, hem de eminim dedi. Yâni ben başka bir taht
getirip de işte Belkıs’ın tahtıdır diye seni aldatacak birisi değilim dedi.
Sana ihanet edecek değilim ben bunu beceririm dedi.
40. “Kitabın bilgisine sahip olan biri: "Gözünü açıp kapamadan onu
sana getiririm" dedi. Süleyman, tahtı yanına yerleşivermiş görünce:
"Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan
Rabbimin lüt-fundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; fakat
nankörlük eden bilsin ki Rabbim müstağnîdir, kerem sahibidir" dedi.”
Kendisinin yanında kitaptan, vahiyden
bir ilim bulunan bir kimse ise dedi ki. Yâni Allah bilgisiyle, Allah vahyiyle
bilgilenmiş birisi de dedi ki. Yâni Süleyman (a.s) bizzat kendisi dedi ki bir.
Ya da kendisinde kitap bilgisi bulunan, Allah kitaplarını bilen vezirlerinden
birisi dedi ki: Ben onu sen gözünü bir yandan bir yana çevirmeden sana getiririm.
Yâni eğer bu sözü söyleyen bizzat Süleyman (a.s) ise o zaman mânâ şöyle
olacaktır: Yâni ey İfrit! Senin ki de iş mi? Ben bunu senden daha hızlı
getiririm. Göz açıp yumacak kadar kısa bir zaman içinde ben onu buraya
getiririm dedi. Evet hemen geldi bile Belkıs’ın tahtı. İşte şu anda Belkıs’ın
tahtı Süleyman (a.s) ın sarayındadır.
Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allahu Ekber! Ve lillah il hamd. 3000 kilometre
uzaklıktaki, sarayın içindeki bir taht
bir anda Allah’ın izniyle orada.
Evet böyle bir nîmet kendisine
verildiği an, Süleyman (a.s) ın, bir peygamberin, bir Müslümanın tavrının ne
olacağının bilgisiyle karşı karşıyayız şu anda. Süleyman (a.s) oturduğu yerde
Belkıs’ın tahtını görünce dedi ki: İşte bu Rabbimin bana bir fazlıdır, bir
lütfudur. Rab-bim beni imtihan ediyor, şükür mü edeceğim? Yoksa nankörlük mü
edeceğim? Kim ki böyle bir Allah nîmetiyle karşı karşıya kalınca hemen
şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Ama kim de nankörlük ederse, küfran-ı
nîmette bulunursa, şükretmezse Rabbim Ganî’dir, kimsenin şükrüne, kimsenin teşekkürüne
muhtaç değildir. O ikrama lâyık, üstünlüğe lâyık tek varlıktır.
O gün Süleyman (a.s)’a, bu Kur’an,
bu âyetler indiği dönem de Muhammed (a.s)’a, bugün de bize, kıyamete kadar da
tüm Müslümanlara nereden, nasıl bir nîmet gelirse gelsin, o nîmetin gelişinin
ardından Süleyman (a.s), Muhammed (a.s) ve tüm Müslümanlar işte bu sözü
söyleyecekler, söylemek zorundadırlar. İşte bu âyetle bize bunu hatırlatıyor
Rabbimiz. O gün Süleyman (a.s) unu söyledi. Muhammed (a.s) da söyledi. Şimdi
imtihan sırası bizdedir, bizler de bunu söyleyeceğiz inşallah. Rabbimizin bize
verdiği sayısız nîmetler karşısında bizler de aynen örneklerimizin tavrını
sergileyeceğiz, Rabbimize teşekkür edeceğiz, O’na kulluğa yöneleceğiz inşallah.
Nankörlerden, O’nu unutanlardan olmayacağız.
Şunu asla unutmayalım ki, eğer verdiği nîmetlerden ötürü O’na şükredersek,
O’na kul olursak, bunu kendimiz için yapmış olacağız. Bizim şükrümüze Allah’ın
asla bir ihtiyacı yoktur. Kim de küfrederse bilsin ki Allah Ganî’dir, kimsenin
Ona bir zarar vermesi de müm-kün değildir. Yâni eğer Allah’ın verdiği nîmetleri
O’na isyanda kullanmaya, O’nun verdiği nîmetlerle O’nunla çatışma içine girmeye
kalkışırsak bilelim ki sonunda kaybedenler bizler olacağız Allah korusun.
41. “Süleyman: "Tahtını onun tanımayacağı hale getirin, bakalım
tanıyabilecek mi yoksa tanımayacak mı? " dedi.”
Süleyman (a.s) dedi ki, onun arşını,
Belkıs’ın arşını, tahtını o kadın için birazcık değiştirin, biraz üzerinde
oynama yapın da bir bakalım, o kadının feraseti nasılmış? Yâni bilebilecek mi
kendi tahtını? Yoksa bilemeyecek mi?
42. “Melike geldiğinde: “Senin tahtın böyle miydi?” denildi. O da: “Sanki
odur, daha önce bize bilgi verilmişti ve teslim olmuştuk” dedi.”
Ve Belkıs sarayını kilitledi geldi.
Sarayını görevlilerine teslim edip geldi. Sarayı ordularının koruması
altındadır. Kendisinden önce de kimsenin oraya ulaşması mümkün değil. Bir
bakacak bakalım bu neyin nesi? Belkıs geldi, Süleyman (a.s) onu karşıladı ve
tahtının olduğu yere aldı ve kadına denildi ki, Bu senin tahtın mı? Senin tahtın
bu muydu? Kadındaki ferasete bakın. Diyor ki: Yâni sanki ona ben-ziyor. Sanki
aynen onun gibi. Zaten daha önce de bize bu konuda bilgi verilmişti ve biz
Müslüman olmuştuk diyor.
Gerçekten dünyanın en mutlu bir anı. Yeryüzün en büyük melikelerinden biri
varlığını Allah’a teslim ediyor ve Müslümanlığını ikrar ediyor.
43. “Melikeyi o zamana kadar alıkoyan, Allah’tan başka taptığı şeylerdi;
çünkü kendisi inkârcı bir millettendi.”
Daha önce onu Allah’tan başka
tapındıkları, Allah berisinde dinledikleri onu Allah’a kulluktan engellemiş,
alıkoymuştu. Onlar onu Müslüman olmaktan alıkoymuşlardı. O kâfir bir
kavimdendi. Ama şimdi ise hakla tanıştı, peygamberle buluştu ve hemen Müslüman
oldu. Bir peygamber mektubu onu Müslüman etmişti. İnsanların hediyelerine karnı
tok ve sadece Allah için hareket ettiğini ortaya koyan bir pey-gamber örneği
ona gerçeği göstermiş, onun gözünü açmıştı. Allah’ın kendisine verdikleriyle
yetinip insanların ellerindekilere göz dikmeyen bir elçi örneği onun kalbini
fethetmişti. Biz de böyle olursak karşımızdaki bir kral, bir kraliçe de olsa
inşallah bizde dirilecektir, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım inşallah.
44. “Ona: “Köşke gir” dendi; salonu görünce, onu derin bir su zannetti,
eteğini çekti. Süleyman: “Doğrusu bu camdan yapılmış mücella bir salondur”
dedi. Melike: “Rabbim! Şüphesiz ben kendime yazık etmişim. Süleyman’la beraber,
âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum,” dedi.”
O kadına denildi ki. Şimdi arşını
gösterdikten sonra Süleyman (a.s) ona bir gösteride daha bulunacak. Denildi ki
ona haydi şu köşke gir bakalım. Kadın köşke girmek isterken, onu görünce sanki
derin bir su zannetti ve hemen eteklerini çekerek ayaklarını açmaya koyuldu.
Allahu âlem camdan şeffaf bir köşktü bu köşk. Süleyman (a.s) dedi ki: Bu suyla
dolu bir yer değil, saydam camdan yapılmış bir köşk zeminidir. Öyle bir camdan
bir köşk ki melike onun ne olduğunu bilemiyor. Müthiş bir teknolojik gelişmeye
şahit oluyoruz. Zaten cinler, şeytanlar onun emrindedir. Bütün bunlardan sonra
kadın melikeliğin üzerinde bir şerefe ulaşarak diyor ki bakın: Ey Rabbim, ben
nefsime zulmettim. Şu ana kadar Sana teslim olmamakla, Müslüman olmamakla,
Senin istediğin bir hayatı yaşamamakla, Senin razı olacak bir Müslümanlık
sürecine girmemekle, kendi oluşturduğumuz bir dinle, kendi oluşturduğumuz bir hayat
programıyla ben nefsime zulmetmişim. Ömrümü Senin yolunda harcayamamışım. Bana
güç verdin, kuvvet verdin, saltanat verdin, beni melike yaptın. Ama ben buna
rağmen ey Rabbim, Seni bilemedim, Senin istediğin bir hayatı yaşayamadım. Ve
ben şu anda Süleyman (a.s)’la birlikte âlemlerin Rabbine teslim oldum.
Elhamdülillah. Kadın Müslümanlığını ikrar ediyor. Ve işte Süleyman (a.s) ın
mektubu burada gerçekleşmiş oluyor. Müslüman olarak bana gelin buyurmuştu, işte
oldu bu iş. Ve böylece burada Süleyman’ın (a.s) gündemi sona eriyor. Bundan
sonra Semûd kavmi, Salih (a.s), sonra Lût (a.s) ve kavmi gündeme gelecek.
45. “Andolsun ki, Semûd milletine kardeşleri Salih'i “Allah'a kulluk
ediniz” desin diye gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümreye
ayrıldılar.”
Evet Semûd toplumuna da kardeşleri Salih’i gönderdik. Se-mûd kavmine de
kendilerinden, kendi içlerinden kardeşleri Salih’i gönderdik. Kendilerini,
hayatlarını, dillerini, örf ve âdetlerini en iyi tanıyan bir elçi gönderdik.
Önceki sûrelerde de anlattığımız gibi Semûd kavmi Hayber ile Tebûk arasında bulunan
Hicr denen bölgede yaşayan Âd kavminden sonra gelmiş bir toplumdur. Evet Salih
(a.s) toplumuna dedi ki ey kavmim Allah’a kulluk edin. Tüm hayatınızda sadece
Allah’ı dinleyin. Hayatınızı parçalamadan hayatın tamamında Allah’a kulluk
edin. Hayatınızın tamamında Hakîm varlık Allah olsun. Kulluğunuz sadece Allah’a
olsun, çünkü Allah dışında sizin başka İlâhlarınız yoktur diyor. Ve toplum
peygamberlerinin bu dâvetini alır almaz her zaman olduğu gibi hemen iki gruba
ayrılıveriyor. Birbirleriyle çekişen, birbirini düşman bilen iki grup
oluşuverdi. Mü’min ve kâfir olarak insanlar hemen ayrışıverdiler.
Kitabımızın
başka yerlerinde anlatıldığına göre toplumda müstekbirler, ekonomik ve siyasal
gücü elinde bulunduranlar, yöneticiler Salih (a.s) in dâvetinin toplumda maya
tutmasıyla tüm ayrıcalıklarını kaybedeceklerini bilenler hemen peygambere karşı
bir tavır alırlarken, toplumda ezilen, horlanan, sömürülen, mus’taz’af grubu da
hemen iman ettiler. Müstekbirler iman eden mus’taz’aflara dediler ki biz sizin
iman ettiğiniz şeylerin tamamını inkâr ediyoruz. Bir sizin mü’-mini olduğunuz
şeylerin tümünü reddediyoruz. Elbette reddedeceklerdi, çünkü kabullendikleri
andan itibaren hayatları değişecekti. Artık kimseye zulmedemeyecekler,
insanların kanlarını ememeyeceklerdi. Evet bir grup iman ederken bir grup ta
kâfir oldular ve tarihin her döneminde olduğu gibi bu iki grup arasında düşmanlık
baş gösterdi.
46. “Salih: “Ey milletim! Niye iyilikten önce acele kötülük istiyorsunuz?
Merhamet olunasınız diye Allah'tan mağfiret dileseniz olmaz mı?” dedi.”
Salih (a.s) in toplumundan iman
etmeyenler iyilikten önce kö-tülüğü
istiyorlardı. Kendileri için iyilikten önce kötülüğü acele ediyorlardı.
Kendileri hakkında kötülüğü çabuklaştırmak istiyorlardı. Allah’ın elçisinden
kendilerine vaadedilen azabın bir an evvel gelmesini, getirilmesini
istiyorlardı. Hani nerede kaldı şu sözünü ettiğiniz azap ey Salih? Bir an evvel
gelse de görsek ya! diyorlardı.
Tıpkı şu andaki kâfirlerin karşılarındaki Müslümanlarla alay ederek hani:
Ey Müslümanlar, şu yıllardır bizi tehdit edip durduğunuz azap nerde kaldı? Hani
niye gelmiyor ya? dedikleri gibi. Adamlar kendilerini bekleyen bir âhiret
azabının, ya da dünyadaki helâklerinin acelecisi bir tavır alıyorlardı da
Allah’ın elçisi Salih (a.s) da onlara şöyle diyordu:
Ey Milletim, ne oluyor size? Nedir
sizin bu tavırlarınız? Niye iyilikten önce kendiniz için acele kötülük
istiyorsunuz? Kötülük sizin için iyilikten daha mı iyidir? Yaşadığınız bu
hayatla, bu küfür ve şirklerinizle sanki kötülüğü dâvet ediyorsunuz. Merhamet
olunasınız diye Rabbinizden mağfiret dileseniz olmaz mı? Rabbinizin yoluna
girip O’nun rahmetine erseniz, dünyada güzel bir hayat âhirette de cennete
gitmek istemez misiniz? Bilmez misiniz ki sizden önce sizin şu andaki
tavırlarınızı sergileyen nice toplumlar yerin dibine batırılmıştır. Daha dün
atalarınız Ad’ın başına gelenleri ne çabuk unuttunuz? Rabbiniz şu anda size
mühlet tanıyor ki acaba küfürlerini, zulümlerini bir gün anlayıp dönerler mi
diye. Evet Salih (a.s) in bu nasihatlerine karşılık bakın kavmin cevabı, yahut tavrı
şöyle oldu:
47. “Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık” dediler. Salih:
“Uğursuzluğunuz Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir milletsiniz” dedi.”
Allah’ın elçisine böyle diyorlardı. Sen
ve sana iman edenler bize uğursuzluk getirdiniz. Sizin yüzünüzden uğursuzluğa
uğradık. Her zaman böyledir kâfirler. İşleri iyi gittiği zaman, ekonomik yönden
rahatladıkları zaman, siyasetleri iyi gittiği zaman bunu kendileri becerdi veya
buna kendileri lâyıktı, ama bir zaman gelir de eğer işleri bozulursa tüm suç
Müslümanlarındır. Tüm uğursuzlukları Müslümanlara yorarlar. Tüm iyilikleri
kendilerinden, tüm kötülükleri de Müslümanlardan biliyorlar. Hep bu başımıza
gelenler bu müslümanlar yüzündendir. Bizi engelleyenler, bizi geri bırakanlar
hep bu Müslümanlardır.
İşte şu anda da aynısını söylüyorlar Müslümanlara. Halbuki yıllardır ülke
yönetiminde Müslümanlar söz sahibi değil. İlerlemeye engel gördükleri Kur’an’ı
devre dışı bırakalı, İslâm’ı diskalifiye edeli yıllar oldu. Allah yasalarını
yürürlükten kaldıralı yıllar oldu. Hani niye kal-kınamıyorlar ya? Hani bu uğursuzlukları
niye her geçen gün biraz daha artarak devam ediyor?
Salih
(as) buyurdu ki, ey beyinsizler sizin uğursuzluğunuz Allah katındandır. Ne
biliyorsunuz? Belki imtihana çekilen bir toplumsunuz. İyi ya da kötü, hayır ya
da şer başınıza ne gelirse hepsi Allah-tandır. Kaderin sahibi Allah’tır. Bu
belâlar, bu kıtlıklar, bu sıkıntılar Allah’tandır. Tüm bunlar Allah yasalarıdır.
Allah yasalarının gereğidir. Allah şu anda sizleri bunlarla imtihan ediyor.
Bütün bunlar birer imtihan konusudur. Ya da sizler bunları Allah yasalarına
göre değerlendirmek zorundasınız.
48. “O şehirde, yeryüzünde bozgunculuk yapan, düzeltmeye uğraşmayan dokuz
kişi vardı.”
Evet
şehirde, yeryüzünde ifsad eden, bozgunculuk çıkarak, Allah ve elçisinin
istediği düzeni bozmaya çalışan, ıslahtan yana değil bozmadan yana sa’yeden
dokuz kişilik bir çete vardı. Bunlar toplumu oluşturan değişik kabilelerden
seçilmiş kimselerdi. Allah’a ve peygambere karşı gelmede en önde olan azgın
kimselerdi bunlar. Kitabımızın başka âyetlerinden öğrendiğimize göre Salih’in
(a.s) devesini öldürenler de bunlardır. Azınlık bir gruptu bunlar ama toplumun
öteki üyeleri onların bu azgınlıklarına ses çıkarmadıkları, engel olmadıkları
için tüm toplum Allah tarafından suçlu görülüp onlara gelen cezanın mahkumu
yapılmıştır. Evet toplum içinde şirke ahlâksızlığa, İslâm dışı uygulamalara ses
çıkarmayan herkes ondan sorumludur.
49,50. “Biz gece ona ve ailesine baskın verelim, sonra da onun dostuna,
ailesinin yok edilişinde bulunmadık, şüphesiz biz doğru söylüyoruz, diyelim”
diye aralarında Allah'a yemin ettiler. Onlar bir düzen kurdular, Biz fark ettirmeden
düzenlerini bozduk.”
Evet dediler ki gece Salih (a.s)’a ve
ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra da onun dostuna, kabilesine, onun kan
dâvâsını güdebilecek, hesabını sorabilecek kimselere de diyelim ki; biz kesinlikle
Salih’in öldürülme eylemine katılmadık, bizim bu işte bir müdahâlemiz olmadı.
Muhakkak ki biz doğru söylüyoruz diyelim diye aralarında yemin ettiler. Onlar
bir düzen kurdular, Allah elçisine bir komplo hazırladılar. Biz de fark
ettirmeden onların düzenlerini bozuverdik diyor Rabbimiz.
Allah’ın elçisine karşı hile düşündüler, komplo düzenlediler. Diğer
sûrelerin beyanıyla önce Salih’in (a.s) mûcize devesini öldürdüler. Bunun üzerine
Salih (a.s) onlara üç gün süre tanıdı. Üç gün yurdunuzda dilediğinizi
yapabilirsiniz. Ondan sonra Allah’ın azabı kesinlikle sizi yakalayacak buyurdu.
Onlar da azabın geleceği gece Allah’ın elçisini yok etmeyi planladılar. Hainler
Allah’la başedebileceklerini sandılar da; Allah’a ve peygamberine tuzak kurdular.
Allah’ın elçisini bir hileyle ortadan kaldırmayı düşündüler. Halbuki Allah
onların kurduğu tuzakların tümünden haberdardı. Allah’ın izniyle elbette onların
tuzakları başarılı olamayacak, neticeye ulaşamayacaktı. Allah’ın kurduğu
tuzaklar geçerli olacaktı, hiç kimse Ona karşı koyamayacaktı. Allah onların
tuzaklarının tümüne Allah muttali iken, Allah’ın ilmi onları kuşatmışken, onlar
Allah’ın tuzaklarından gafildirler. Onun içindir ki Allah onların elçisine
karşı kurdukları tüm tuzakları, tasarladıkları tüm komploları boşa çıkaracaktı.
Bu hep
böyle olagelmiştir. Şu anda da Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın elçisine ve
Müslümanlara karşı tuzaklar kuranlar, komplolar hazırlayanlar, din eğitimini
yasaklayanlar, insanların dinlerine ulaşmalarını engellemeye çalışanlar, İmam
Hatipleri, Kur’an kurslarını kapatmaya
çalışanlar, kendi yasalarının hâkimiyeti adına Allah yasalarını kaldırmaya
çalışanlar, Allah’ın peygamberine ve Müslümanlara hayat hakkı tanımamaya
sa’yedenler bunu hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Ama ne yazık ki günümüz kâfirleri
de tıpkı dünün kâfirleri gibi Allah’tan gafildirler. Kime tuzak kurduklarının,
kiminle savaşa tutuştuklarının farkında değiller. Unutuyorlar ki Allah onların
tüm tuzaklarının biliyorken, onlar Allah’ın tuzaklarından habersizdirler. Allah
onların kurdukları tuzakların nereye kadar gidebileceğini biliyorken, onlar Rablerinin kendilerine karşı neler
hazırladığını asla bilmemektedirler.
51,53. “Hilelerinin sonunun nasıl olduğuna bir bak! Biz onları ve
milletlerini, hepsini, yerle bir ettik. İşte, haksızlıklarına karşılık çökmüş
bulunan evleri! Bunda bilen bir millet için şüphesiz, ders vardır. İnanıp
Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.”
Evet onların hilelerinin, kurdukları
düzenlerin nasıl olduğuna bir bak. Bir bakın ki Biz de onların yerlerini,
yurtlarını nasıl darmadağın ettik? Bir bakın ki ağızlarının payını nasıl
veriverdik onların? Nasıl yerle bir ediverdik onları? Bir ses, bir sayha onları
yakalayıverdi de oldukları yere diz çöküverdiler. Hepsini yerle bir ediverdik.
Çünkü onlar zalimdiler. Allah’a karşı zulmettiler, Allah’ın elçisine karşı zalimce
davrandılar, kendilerine zulmettiler. Körlüğü basîrete tercih ettiler. Dalâleti
hidâyete tercih ettiler. Kendi hevâ ve heveslerini, kendi hayat programlarını,
kendi keyiflerini Allah yasalarına tercih ettiler. Tıpkı kendilerinden
öncekiler gibi küfrü imana, sapıklığı hidâyete tercih ettiler de Allah bir
sarstı ki yerlerini yurtlarını, o kıyamet kopsa da yıkıl-maz zannettikleri
binalarını yerle bir ediverdi. İşte bu zulümlerine karşılık çökmüş, yerle bir
olmuş evleri, sarayları, köşkleri. muhakkak ki bunda bilen bir kavim için
ibretler vardır, dersler vardır.
Evet böyle Allah ve elçisiyle savaşa
tutuşanlar helâk edilirken tercihlerini Allah ve elçisinden yana kullanan, Allah
için bir hayat yaşayan muttakileri de kurtardık diyor Rabbimiz. İşte böylece
bir toplum daha tarih sahnesinden siliniyordu. Bir toplum daha Rablerine isyanlarının
cezasını çekerken, o toplum içinde üstlendikleri rollerinden dolayı Allah
elçisi ve beraberinde inananlar kurtuluyor ve Rablerinin vaadine kadar
yaşıyorlar. Sonra Rabbimiz bir başka toplumu anlatmaya başlıyor.Lût (a.s)’ı ve
onun toplumunu anlatmaya başlıyor.
54,55. “Lût’u da gönderdik; milletine şöyle dedi: "Göz göre göre bir
hayasızlık mı yapıyorsunuz? Kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi
yaklaşıyorsunuz; evet, siz cahil bir milletsiniz.”
Allah’ın
elçisi Lût (a.s) kavmine dedi ki: Ey kavmim, göz göre göre bir hayasızlık mı
yapıyorsunuz? Toplumunun en büyük hastalığına dikkat çekiyordu Allah’ın elçisi.
Önceki sûrelerde uzun uzun an-
lattı Rabbimiz, o toplumun hastalığı da
erkeklerin kadınları bırakıp erkeklere gitmesi, erkeklerde tatmin olması
şeklinde âlemlerde görülmedik bir hastalıktı. Hayvanların bile yapmadığı bir
ahlâk bozukluğunu mu yapıyorsunuz? Evet sizler gerçekten cahil bir toplumsunuz
dedi. Rabbinizin size neslinizin devamı için verdiği erkeklik güçlerinizi
Rabbinizin gösterdiği yolda kullanacak yerde kadınları bırakarak erkeklere
giden, sapıklığı tercih eden cahillersiniz siz.
56. “Milletinin cevabı sadece: "Lût'un ailesini kasabamızdan çıkarın,
güya onlar temiz kalmaya çalışan insanlarmış" demek oldu.”
Lût
(a.s) un bu uyarılarına karşılık kavmin verdiği cevap bu. Lût ve ailesini
çıkarın kasabanızdan. Atın bunları şehrinizden. Çıkarın bu adamları şehrinizden.
Atın bu adamları okullarınızdan. Sürün bunları dairelerinizden. Uzaklaştırın
çarşı pazarlarınızdan. Temizleyin bunları askeriyenizden. Çünkü bu adamlar
temiz kalmak istiyorlar. Temizlik istiyorlar bunlar. Aşırı temizlik ve iffetten
yanadırlar bunlar. Madem ki temizlik istiyorlarmış, madem ki temizlikten
yanalarmış öyleyse çıkarın bunları şehrimizden de diledikleri yerde diledikleri
kadar temizlensinler.
Bunlar memleketin düzenini bozuyorlar.
Bunlar bizim keyfimizi kaçırıyorlar. Bunlar bizim aramızda fitne çıkarıyorlar.
Bunlar bizim hayatımızı bozuyorlar. Bunlar sürekli bize Allah’ı, âhireti, haramı, helâli, hesabı kitabı, namusu iffeti
hatırlatıp keyfimizi kaçırıyorlar. Yok edin bunları ve rahat edin diyorlar.
Bakıyoruz bugün de aynı şeyleri
söylüyorlar namuslu Müslümanlara. Elbette pislerin içinde temizler
yadırganacaktır. Elbette namussuzların içinde namuslular yadırganacak ve
dışlanacaktır. Rüşvetçilerin, haramzadelerin arasında temizler istenmeyecektir.
Hayatları pis, sistemleri pis, yaşantıları pis, hukukları pis olan, kazanmaları
harcamaları pis, eğitimleri pis, erkek kadın ilişkileri pis olan, her şeyleri
pis olan, her tarafları kokuşmuş fıtratları pisliğe alışmış insanların
temizlikten ve temizlerden hoşlanmaları asla mümkün olmayacaktır. Evet o toplum
da böyle Allah düşmanı, peygamber düşmanı bir tavır sergileyince:
57. “Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık, yalnız karısının geride
kalanlardan olmasını gerekli bulduk.”
Lût’u ve Onun safında yer alanları,
Allah ve elçisine iman edip tercihlerini Allah ve elçisinden yana kullananları kurtardık, ancak Lût’un
hanımı müstesna, çünkü onun geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk. Yâni
elçimiz Lût’a onu beraberinde götürmemesi konusunda gerekli talimatı verdik. Evet
karısı tercihini Allah ve Resûlünden yana kullanmayıp helâk olacaklardan yana
kullandığı için onu helâke uğrayanların arasında kıldık, rahmetimizden kurtuluştan
mahrum olanlardan yaptık. Temizlikten, temizlenmeden yana olan, Allah’ın
istediğinden yana olan peygamberi ve onunla birlik olanları kurtardık.
58. “Geride kalanların üzerine bir yağmur yağdırdık. Uyarılan fakat yola
gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi!”
Onların, bu ahlâksız toplumun
üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki uyarıdan nasip almayan, peygamberin
uyarılarına kulak tıkayan, adam olmaya yanaşmayan bu insanların yağmuru ne kötü
idi? Evet Rabbimiz gönderdiği bir yağmurla, bir helâk yasasıyla geriye kalanların
topunu yerle bir ediverdi. Melekler o şehirleri kaldırdılar ve yerle bir
ettiler. Üzerlerine azap yağmuru yağdırdılar. Taşlar yağdırdılar ve işlerini
bitiriverdiler.
Ve işte böylece Allah’la savaşa tutuşmuş bir toplum daha tuzlu sular
altında kendilerine hazırlanmış korkunç bir cehennem beklentisi içindeler.
Halbuki ahlâksızlar, Allah’ın istediği tertemiz bir hayatı kabul etmiş olsalardı
bu azabın mahkumu olmayacaklardı. Hem dünyaları güzel olacaktı, hem de âhireti
kazanmış olacaklardı. Ama aşırı gittiler. Allah ve elçisini dinlemediler.
Azgınlaştılar. Aşırı cinsel özgürlük kadınlardan zevk almaz hale getirdi
onları. Kadınlardan bıktılar da nihâyet erkeklere yöneldiler. Cinsel ahlâksızlığı
Allah’a ve O’nun elçisine isyanın doruk noktasına vardırdılar. İşte böyle rezil
bir hayatın sonunda rezil bir helâkle helâk olup gittiler. Rabbimiz aralarındaki
mü’minleri kurtarırken kâfirlerin de kökünü kesiverdi. Karısı bile bu helâkten
kendisini kurtaramadı.
59. “Ey Muhammed! De ki: "Hamd Allah'a mahsustur, seçtiği kullarına
selâm olsun. Allah mı daha iyidir, yoksa O'na koştukları ortaklar mı?”
Buraya kadar anlatılan konuları bir
hatırlayalım: Önce bir giriş, işte bunlar Kur’an âyetleridir, okunması gereken,
okunup dinlenmesi ve amel edilmesi gereken âyetlerdir denilmişti. Sonra mübîn
bir kitabın, kitâbenin, yazgının âyetleri denilmişti. Daha sonra sizin konumunuz,
durumunuz devletiniz böyle de olabilir diye Süleyman (a.s) anlatıldı örnek
olarak. Sonra bunların arkasından deniliyor ki, de ki elhamdülillah.
Elhamdülillah. Neye elhamdülillah? Hemen zâhirde belki ilk akla gelen
geberip giden, kahrolup giden şu kahrolasıcalardan kurtulduk ya, Firavun
geberdi gitti ya elhamdülillah. Belkıs da saltanatını bitirdi, geldi Süleyman’a
teslim oldu ya, O da İslâm yolunu seçti ya elhamdülillah. Semûd da helâk oldu,
Salih (a.s) da kurtuldu ya elhamdülillah. Lût kavminin o şenaati de bitti,
onlar da helâk oldu ya elhamdülillah. Böyle bir elhamdülillah anlayışı var.
Aynı ifadeyi En’âm’da da görüyoruz:
“Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun ki zulmeden
toplumun böylece kökü kesildi."
(En’âm 45)
Elhamdülillah ki; Allah böylece
zulmeden zalimlerin kökünü kesiverdi. Allah onların defterlerini dürüverdi
elhamdülillah. Demek ki zalimlerin helâkinden sonra Allah’a hamd etmek
vaciptir. Ulemâ bu âyetten bunu çıkarmışlardır. Zalim kavmin kökü kesildi
elhamdülillah. O da aynen buradaki gibi bir tabir. İşte elhamdülillahın böyle
bir mânâsı var. Hamdın Allah’a ait oluşunun mânâsı değildir bu, Türkçe’deki
ifadesidir. Elhamdülillah bu belâ da bitti, elhamdülillah şu dert de bitti
gibi. Ama âyette biraz şöyle gibi: Mevlâ ne kadar da güzel konulara değinmiş,
ne kadar da güzel hükmetmiş, ne kadar da güzel yardım göndermiş. Salih’e
söyledikleri, Mûsâ’dan istedikleri, Süleyman’a emrettikleri ne kadar da güzel
şeylermiş? Yardımı da istekleri de ne kadar da övgüye lâyıkmış? Her yaptığı tam
ve mükemmelmiş. Yâni övgü Allah’ındır, Allah’a mahsustur diye böyle bir
elhamdülillah girişi yapılıyor burada diyoruz.
Allah’a hamd
olsun. O zaman hamd kavramını şöyle canlandıralım inşallah: Elhamdülillah, tam
ve mükemmellik konusunda kafamızda canlanacak tüm fikir, düşünce, tavır,
davranış, yâni hamd ifadesiyle anlamını bulacak her şey Allah’a aittir. Bir
şeyi hamd konusuyla mı işleyeceksin? o mutlaka Allah’a ait olacaktır. Yâni bir
kadını mı öveceksiniz? Bir düğünü mü öveceksiniz? Ya da herhangi bir şeyi tam
mı bileceksiniz? Mükemmel mi göreceksiniz? Birinin davranışında bir güzellik mi
göreceksiniz? Kâinatta mevcudatta tamlık, güzellik mi arayacaksınız? Bu Allah’a
ait bir iştir, yâni bu konuda söz sahibi Allah’tır. Başkası bu konuda söz sahibi
değildir.
Meselâ Annem ve babam oturuyor idiyseler ve ben: “Anne! Bütün sevgim sana aittir!" desem,
sonra babama da göz kırpsam, seni de severim diye. Bunda bir sahtekârlık var
demektir. Yâni Allah hamde lâyık olandır da şunların yaptıkları da yabana
atılmaz demenin anlamı yoktur. Sahtekârlıktır bu Allah’a karşı. Yâni Allah
hamde lâyıktır da bizim toplum da becerir bu işi. Veya filanın yaptıkları da
yanlışsızdır demek sahtekârlığın daniskasıdır Allah’a karşı. Allah’ın yasaları
güzeldir, doğrudur, eksiksizdir, mükemmeldir ama filanın kanunları da yabana
atılmamalıdır demek şirktir Allah’a. Elhamdülillah hamd e konu olan şey sadece
Allah’ındır diyoruz.
Meselâ peynir ekmek yedikten sonra
diyoruz ki Elhamdülillah. İçki ekmekten sonra diyemiyoruz elhamdülillah. Niye?
Çünkü peynir ekmekle doymamızı emreden, onu doygunluk konusu yapan Allah’ın o
konudaki emri, hükmü gerçekten en güzelidir, tam bize göre olanıdır. Yâni sen
ayarladın, ama ya Rabbi tam mükemmel ayarlamışsın, en güzelini emretmişsin, tam
bize göre ayarlamışsın demektir bunun mânâsı. Bu açıdan değerlendirilince Müslüman
hayatını yaşar ve üzerine der ki elhamdülillah. Veya hayatını, programını
elhamdülillah diyebileceği biçimde ayarlar. Ben şunu, şunu yapacağım, ama bunları
yaparken benim hedefim hayatımda elhamdülillahı gerçekleştirmektir. Bunun iki
anlamı var:
1: Dünya planında bizim her
yaptığımız işten sonra elhamdülillah demeyi becermemiz gerekecek. İçki içtim
elhamdülillah! Zina ettim elhamdülillah! Kitabımı tanımadan bir gün daha
geçirdim elhamdülillah! Namazsız bir gün daha yaşadım elhamdülillah!
Diyemiyorsan yapma o zaman onları. Az evvel yalan söyledim elhamdülillah diyemi-yorsan
söyleme yalanı.
2: İkinci mânâsı şu: Müslüman öyle
bir hayat programı yaşar ki sonunda:
“Bizi buraya eriştiren Allah'a
hamd olsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık.”
(A’râf 43)
Evet
cennete ve nîmetlere ulaştığını, ulaştırıldığını gören mü’minin diyeceği söz
budur: Bu nîmetleri bize veren, bizi bu nîmetlere ulaştıran, bizi cennete
ulaştıran, bize cennet yolunu gösteren, bize cennete ulaştırıcı ameller
işlemeyi nasip eden Rabbimize hamd olsun. Eğer Allah bize dünyada hidâyet
etmeseydi, bize yol göstermeseydi, bize kitap ve Peygamberler göndermeseydi,
bize cennet yolunu göstermeseydi, bize cennet yollarını açmasaydı hiç bir zaman
biz bu cenneti bulamazdık. Hiç bir zaman biz bu nîmetleri elde edemez-dik. İşte
mü’min karakteri. Mümin bir nîmete ulaştığı zaman bunu kendisinden değil
Allah’tan bilir. Bunu bana Rabbim verdi der ve sürekli Rabbine hamd eder.
Evet
Rabbimiz bizim sürekli bize yol gösteren kendisine hamd etmemizi, sonunda
cennet kazanacağımız bir hayatı hedeflememizi istemektedir. Onun rızasına uygun
niyet taşımamızı, yâni Allah için muttaki olmamızı, tüm hayatı Allah için
yaşamamızı istemektedir. İşte hamd budur. Ve Rabbimiz kitabının her bir
bölümünde bizden bunu istemektedir. Kitabının her bir bölümünde sürekli
Rabbimiz bana kul olun diyor. Benim istediğim şekilde yaşayın diyor. Benim size
gönderdiğim hayat programını yaşayın diyor. Zaten Allah’a Allah’ın istediği
biçimde kulluk yapmadan, Allah’ın bizim adımıza gönderdiği hayat programını
uygulamadan, hayatı Allah adına yaşayan muttaki kullar olmadan Allah’ı hamd
etmiş olmak mümkün değildir. Zaten mü’minin yaşadığı hayatta hedefi neydi?
“Onların dualarının, dâvâlarının sonucu hayatlarında
elhamdülillahı gerçekleştirmektir.
(Yunus
10)
Bir
hayat ki neticesinde elhamdülillah gerçekleşecek. Bir hayat ki sonunda o hayatı
yaşayanlar elhamdülillah demeyi hak edeceklerdir. İşte bu hayat Allah ve
Resûlünün bizden istediği hayattır. Allah’ın kitabıyla ortaya koyduğu,
Rasulullah efendimizin de bizzat pratik hayatıyla örnekleyip açıkladığı bir
hayattır bu. Evet demek ki elhamdülillah hayatın İslâmlaşması demektir.
Elhamdülillah İslâmlaşan bir hayatın sonucudur. Esasen elhamdülillah’ı anlamak
Kur’an’ı anlamak demektir. Elhamdülillah Kur’an’da Allah’ın istediği hayatı
yaşamak demektir. Şimdi bir adam düşünün ki Kurandan haberi yok, sünnetten
haberi yok, Allah’ın kendisinden istediği hayattan haberi yok. Müs-lümanım
diyor ama henüz Müslümanlığın farkında değil. Böyle bir adam hayatına nasıl
hamd edecek? İslâm dışı bir hayata elhamdülillah demek Allah’a en büyük
iftiradır.
Peygamber hayatına bakıyoruz
Rasulullah (sav) öyle bir hayat bir programı yapmıştır ki, onun her bir
biriminde, her bir durakta, her bir kendine söz düştüğü yerde, meselenin bitim
noktasını belirlediği yerde diyordu ki elhamdülillah. Meselâ Addas Müslüman
olmuştu kendisi sebebiyle, kulunu kendisi sebebiyle Müslüman yapan Allah’a hamd
olsun. Ya da Hatice şöyle oldu elhamdülillah, savaşta böyle oldu elhamdülillah,
barışta öyle oldu elhamdülillah, Ebu Cehil geberip gitti elhamdülillah. Aynen
böyle bir hayat programının bitiş ve başlangıçlarında peygamberimiz diyordu ki
elhamdülillah. Bizim de yapacağımız bu. Amma bunu dilimizle söyleyip de
hayatımız bunun dışında yürüyorsa, yâni dilimizle elhamdülillah dediğimiz halde
hayatımızla elhamdü lil baba, elhamdü lil ana, elhamdü lit toplum, el hamdü lil
mo-da, elhamdü lid doktor, şeklinde yapıyorsak o zaman olmadı.
Dilimizle de, kalbimizle de, hayatımızla da hep moda yerine Allah, ana baba
yerine Allah, toplum yerine, doktor yerine Allah diyorsak o zaman müthiş bir
sahtekârlık, hâşâ Allah korusun müthiş bir nifak ortaya çıkıyor demektir. Yâni
biz dilimizle Allah’ı över görünürken, olaylarla başkalarını mükemmel kabul
edersek o da müthiş bir yalan olacaktır, ona da bir iki örnek verelim ve bu
kadar yetsin inşallah:
Meselâ iki ev döşemesinden hangisi
bize hoş geliyorsa aslında hamdi ona lâyık kılıyoruz demektir. Ey toplum, ey
moda sen böyle istedin bizden! Biz de böyle döşedik diye onu güzel görüp
yapıyorsak, ama Hz. Ali’nin ev modeli, Hz. peygamberin kızının ev modeli bize
hoş gelmiyorsa, dilimizle de İslâm’ınki hoş diyorsak bunda bir çelişki olacak
demektir tabii. Veya meselâ elli çeşit yemekten sonra elhamdülillah diyorsak bu
da bir garip olacaktır. Yâni bunun üzerine elhamdülillah denmeyecektir.
Yâni ey midem sana zulmedebildim elhamdülillah! Veya ey açlar sizin yiyeceklerinizi
de ben yedim elhamdülillah! Ya da ey komşular siz açken ben karnımı
doyurabildim elhamdülillah! Ey karnı toklar size tok olmanıza rağmen yemek
yedirebildim elhamdülillah! demenizin de anlamı yoktur elbette. Meselenin
ikinci örnek tarafı da şu: Biz öyle elhamdülillah türküsü çağırıyoruz ki,
aslında hamde lâyık değilken, hamd etmeye lâyık değilken yapıyoruz bunu. Meselâ
komşumla bugüne kadar ilgi kuramadım elhamdülillah! Kur’an’la ilgisiz bugünü
bulabildim elhamdülillah! Çocuklarımın midesini doyurdum da kafalarını
doyuramadım elhamdülillah! diyorsak orada bir yanılgı söz konusu olacaktır
herhalde.
Elhamdülillah dille yapılır. Eş
şükrü lillah da amelle yapılır. Burada da bunun sözle yapılması gerekiyor. Yâni
hamdi Allah’a ait kılmanın sözcülüğünü yapacağız. Bir de ne diyecekmişiz?
Bir de Mustafa yaptığı kullarına da
selâm olsun. Mustafa olan kullara, seçkin kullara. Peygamberler denilmiş veya
peygamberimiz denilmiş veya sahâbe denilmiş. Hepsi de mümkündür. Yâni seçkin
kullara, seçilmiş kullara da selâm olsun. Yâni Müslüman kul demektir bunun
mânâsı. Birine selâm verirken onun illa da Allah’ın sevdiği değil sevmesini
istediğimiz kul anlamınadır. Selef söze de böyle başlamışlar: “Elhamdü
lillah ve selâmun ala ibadihillezinesdafa” di-ye başlamışlar. Ama Allah’ın Resûlü
bunu şöyle düzenlediğinden: “Elhamdü lillahi nahmeduhu vessalatu vesselâmu ala
Ra-sulina Muhammedin” şeklinde ifade buyurduğundan biz de öyle diyoruz. Allah’ın Resûlü
kendisine salat getiriyor. Kalbin itminanı ancak zikirle mümkündür. O da ya şu
Kur’an âyetlerini, ya da meşhûd âyetleri zikirdir. Meşhûd âyetleri görmek
şeklinde bir zikir.
Hani İbrahim (a.s) demişti ya ölüleri nasıl diriltirsin ya Rabbi görmek
istiyorum. İnanmıyor musun? denilince de hayır kalbim mutmain olsun içindi demişti.
Yâni kalbin itminanı bir görerek olur, müşahede edilen âyetlerle olur, bir de
okuyarak olur, o da şu Kur’an âyetlerinin okunmasıdır diyoruz. Kalp karar
makamıdır, kalp niyet makamıdır, yâni kalp aldığı kararlarda kendi kendine
itminana ulaşması için alınan kararın yerli yerince olması lâzımdır. Kararın
yerli yerinde olması da Kur’an’ın kararına uymanın dışında bir şeyle mümkün
değildir. Yâni Kur’an diyecek ve o yapacak tamam bunun dışında başka bir kaynak
yoktur. Meselâ hanımı nâşize olan bir adam hanımına tokat atacak, bu kararı
aldığı andan itibaren o kişinin kalbi ancak mutmain olacaktır, çünkü Allah’ın o
konuda istediğini bilebilmiştir.
Allah mı daha hayırlı yoksa şirk
koşuyorlarmış, şu şirk koştukları mı? Şimdi böyle bir soru sanki Kur’an’da olmaması
gerekirdi. Sanki bu konu, her konu Kur’an’da bu kadar ayan beyan iken böyle bir
soru sorulmamalı gibiydi. Yâni bu şuna benziyor gibiydi: Baklava mı yiyeceksin?
Yoksa dayak mı yemek istersin? Olur mu bu? Sorulur mu hiç bu? Yâni baklavayla
dayak yan yana gelir de adam hiç he der mi? Hiç dayağı tercih eder mi? Yâni iş
bu kadar açıkken, yâni bu adamların şirk koştukları şeylerden hayır
beklemeleri, sonra Allah’tan da hiç hayır beklememeleri bu kadar yanlış yâni.
Her şey bu kadar ayan beyan iken halâ onlar bu işi yapıyorlarsa Allah da
onların seviyesinde soruyor işte.
Bakıyoruz topluma şifayı Allah’tan beklemeleri gerekirken filandan,
falandan bekliyorlar. Hukuku Allah’tan istemeleri gerekirken falandan filandan
hukuk dileniyorlar. Yâni adam kendisi deli, delilik konusunda ona müracaat
ediyorlar. Yâni bugüne kadar tanıdığım doktorların hemen hemen yüzde doksan
dokuzu psikopat. En azından şu konuda psikopat: Biz üstünüz diyorlar, öyle
aşılamışlar bunlara, herkes bize muhtaç. Bu açıdan adamlar psikopat. Gidiyorlar
insanlar bunlara ruh ve beden dengesinin güya sağlanması için müracaat ediyorlar,
bilgi alıyorlar. Şifa böyle, hidâyet konusu böyle, rızık konusu böyle, eğitim
konusu böyle, sosyal ve siyasal yapılanmalar konusu böyle, toplumsal
yönlendirme böyle, ekonomik yapılandırma böyle, böyle...
Düşünün şimdi sizin evin neresinde yatacağınıza, yaylı mı yaysız mı
yatacağınıza, karyolanın tipini, şeklini, yatak odanızın döşenmesinin biçimini,
nereden nasıl ışık alacağını, misafiri nereye oturtacağını, misafire neler
ikram edeceğini, hep başkaları belirleyecek, ondan sonra da sen Allah en bilen
diye yaygara basacaksın. Olmaz ki bu iş. Ne giyeceğini, nasıl giyeceğini,
düğününü nasıl yapacağını, şehir hayatını nasıl düzenleyeceğini, eğitimini, hukukunu
hep başkaları ayarlayacak.
Meselâ pek çok belediye başkanının bireysel hayatlarında ne kadar Müslüman
olduklarını her halde bilirsiniz. Yanlışlarımız hepimizin vardır o ayrı ama adamlar
samimi. Lâkin bu adamlar iş başına gelince biz bu şehir hayatının düzenlemesinde
sizlere muhtacız ey insanlık diye kimlere müracaat etmiyorlar bu adamlar?
Nerelere gidip kimlerin şehir yapılanma planları almıyorlar değil mi? Peki
Allah ve Resûlü hiç mi bilmez şehir planını? Yönetmelikler, talimatnameler,
tüzükler, kanunlar, nizamlar hep başkalarından kaynaklıdır, bunlar da onları
gündeme getirme savaşı veriyorlar, uygulama kavgası veriyorlar.
60. “Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla, bir
ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği, güzel güzel bahçeler meydana
getiren mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır; onlar taptıklarını Allah'a
eşit tutan bir millettir.”
Ya da gökler yüzü ve yeryüzünü
yaratan, size gök yüzünden su indiren mi hayırlı? O suyla böyle güzel güzel
bağlar bahçeler bitirmişiz. Siz onların ağaçlarını dikemezsiniz. E bizim bahçedeki
elma ağaçlarının tamamını ben diktim. Yâni yeryüzündeki tüm ağaçlara göre
insanların ektiği ne ki? bir böyle bunun mânâsı. Bir de onun ekim imkânını
veren Allah’tır dan dolayı eken diken Allah’tır diyoruz, bile-miyorum. Yâni ona
imkân veren onu ortaya koyan kim demektir bunun mânâsı. Yâni onun o ortamda
büyümesi yine benim iznimle oluyor diyor Rabbimiz. Çünkü bir sinek geliyor, bir
böcek geliyor veya bir hastalık geliyor ve işini bitiriyor bazen . Onu ben bitiriyorum
diyor Allah.
Allah'la birlik başka İlâh mı? Yoksa
bütün bunları yapan Allah yanında başka bir İlâh daha mı var?
Yok yok
onlar sapan, sapıtan, ortak koşan, Allah’a başkalarını da denk tutmaya çalışan
insanlardır.
61. “Yoksa yeri, yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve aralarında
ırmaklar meydana getiren, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına
engel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? Hayır; çoğu bilmezler.”
O, ortak koştukları mı hayırlı? Ya
da yeryüzünü bir karar mevkii yapan, sizin istikrarınız, yaşamınız, kararınız
kılan, sonra sizin için nehirler, arklar, ırmaklar, sabanlar ve ekinler
yaratan, orada dağlar var eden ve iki bahr arasına da engel koyan Allah mı daha
hayırlı? İki bahr, bahru’s sema ve bahru’l arz olarak anlaşılmış. Yâni gökyüzündeki
bulutlarda temerküz etmiş su var ya, bir o, bir de yerdeki su var ya,
inivermiyor aşağıya işte birisi de o. Allah istediği zaman indiriyor onu.
Veya tatlı su, acı su arasındaki engeldir ki karıştırmıyor birbirine. Veya
denizlerdir. Acısı tatlısına karışmıyor, sıcağı soğuğuna karışmıyor. Veya bu
denizler arasındaki kara parçalarını koyarak onların birbirlerine karışmasını
engelleyen hacizleri de biz koyduk diyor Allah. Meselâ düşünün Karadeniz’in
suyuyla Marmara’nın suyu birbirine karışmıyor. Birinin tuz oranı diğerinden her
zaman farklıdır. Bu âyet ne anlatır böyle olunca? Bakın çevrenize, karaya,
denize, suya, aradaki engellere. Bu konularda sözü geçen Allah mı? Yoksa sizin
sözünü dinlemeden yana olduğunuz varlıklar mı daha hayırlı? Allah’ın gücünü
kuvvetini bir de böyle bakarak anlayın diyor sanki. Allah'la birlik var mı
başka bir İlâh? Elbette yoktur. Ama pek çoğu bunun farkında değiller,
bilmiyorlar.
62. “Yoksa, darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren,
başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün sahipleri yapan mı? Allah'ın
yanında başka bir tanrı mı? Pek kıt düşünüyorsunuz.”
Ya da Allah’ı bir de şöyle bilin:
Eğer ihtiyacınız kaldıysa daha Allah’ı putlarla şöyle bir mukayese edin: Yâni o
dua edince darda kalana icabet eden, onun çağırışına, duasına koşan ve onun
üzerindeki kötülüğü alan, def eden, ortadan kaldıran ve sizi arzın halifeleri yapan,
ya da sizi arzda arka arkaya gelen nesiller yapan, böyle bir Allah mı hayırlı?
Yoksa Allah’la beraber başka İlâhlar mı? Niye az tefekkür ve tezekkür
ediyorsunuz?
Hulefa el arz konusu, yeryüzünün
halifeleri. Kimileri Allah’ın yeryüzünde bir halifesi olmaz diyorlar. Yâni
halifetullah olmaz diyorlar. Niyeymiş o? Çünkü bir şeyin halife olması için
halefi bulunduğu şeyin, yâni selefin ortadan kalkması lâzımmış. Bu bir hükmü
temel kabul edip diğer hükümleri onunla yargılamadır. Meselâ Zemahşeri yapmış
bunu. Allah Mûsâ’ya demiş ki “Len terani” Ey Mûsâ ebediyen beni göremezsin. Bunu temel kabul
etmiş, “İla Rabbiha nazırah” âyetini onunla yargılamış, kesinlikle Allah böyle
dediğine göre burada anlatılan Allah’ın nîmetlerine bakmaktır demiş.
Halifelik konusunda da bir fikri temel kabul edip, kelimenin, kelâmın lügat
mânâsını temel kabul edip, halef selef mânâlarını temel kabul edip, eh Allah
gidecek de onun yerine kim gelecek? denilmiş, hâşâ Allah gitmez diyerek
reddedilmiş. Oysa arzın halifesi olunca kişi arz gidecek de onu yerine gelecek
demektir bunun mânâsı öyle düşününce. Oysa halifenin bir mânâsı da bir yerde
bir kişinin bir başkası namına hükümde bulunmaktır. Onun namına icraatta
bulunmak olacaktır. Yâni yeryüzünde Allah namı hesabına hareket eden kişiye de
halife denir öyleyse.
Çünkü Hz. Ademe de aynı şey denmişti. Hz. Adem yeryüzünde Allah’ın halifesidir.
Amma yeryüzünde Allah’ın halifesi olmaz, hâşâ Allah’ı yeryüzünden kaldırıp da
yeryüzünde Allah gibi davranmak mânâsına deniyorsa elbette bu İslâm’da yoktur
diyoruz. Onun içindir ki “Halife-i Ruy-i Zemin” denmiştir. Zillullah ifadesi: Allah’ın
yeryüzündeki zılli, gölgesi, gibi ifadeler padişahlar için kullanılmış, ama
niye kullandılar onu bilmiyorum ben. İki mânâsı var halifenin: Peş peşe gelen
anlamına, bir de Allah için yeryüzünde söz sahibi olma anlamına.
63. “Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran,
rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir
tanrı mı? Allah, koştukları eşlerden yücedir.”
Ya da düşünün size karanın ve
denizin zulümatında yol gösteren Allah mı daha hayırlı? Ya da size önünde rahmetinin
müjdecisi olarak rüzgarlar gönderen Allah mı daha hayırlı? Yoksa Allah yanında
başka bir tanrı mı? Ama sakın ha bu özellikleri konusunda Allah’ı siz
bildiğiniz gibi düşünmeyin. Çünkü Allah onların koştukları eşlere benzemez.
Allah onlardan çok yücedir.
64. “Yoksa, önce yaratan, sonra da yaratmayı tekrar edecek olan; size
gökten ve yerden rızık veren mi? Allah'ın yanında başka bir tanrı mı? De ki:
"Eğer doğru sözlülerden iseniz, açık delilinizi getirin.”
Yoksa şu varlık âlemindeki varlıkları
yoktan var eden, öldükten sonra diriltip hesaba çekecek olan mı daha hayırlı?
Gökten ya da yerden size rızık veren, sizi doyuran mı daha hayırlı? Yoksa
hiçbir şeye gücü yetmeyen, yaratamayan, rızık veremeyen şu tanrı taslaklarınız
mı daha hayırlı? Allah’la birlikte bir İlâh var mı? Allah’la birlikte başka bir
İlâh olur mu? De ki ey peygamberim, eğer sâdıksanız, eğer bu id-dialarınızı
ispata hazırsanız buyurun delillerinizi, burhanlarınızı getirin de görelim
bakalım. Allah’tan daha hayırlı hangi İlâh varsa haydi ortaya koyun.
65. “De ki: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.
"Ne zaman dirileceklerini de bilmezler.”
De ki, göklerde ve yerde gaybı
Allah’tan başka hiç kimse bilmez, bilemez. Hiç kimse ne zaman dirileceklerini
de bilmiyorlar, bile-miyorlar. Hiçbir şeyden haberleri yoktur onların.
Şuursuzdur onlar.
66. “Âhirete dair bilgileri yeterli midir? Hayır; ondan şüphe etmektedirler.
Hayır; ona karşı kördürler.”
Bilâkis onların âhiret konusundaki
bilgileri sadece şekten, kuşkudan ibarettir. Hayır onlar bütün bu bilgiler
konusunda kördürler. Âhiret konusunda onların özellikleri sadece körlüktür.
Evet bu âyetlerinde Rabbimiz tarihi
sorguladıktan, elçilerini ve onların toplumlarıyla mücadelelerini anlattıktan
sonra, helâk olan toplumları gözler önüne serdikten sonra göklerde ve yerde
yegâne Hakîm büyük kudret sahibi olan zatının büyük güç ve kudretine şahit
kılındık. Bununla birlikte Allah dışında tanrı kabul edilenlerin ne kadar
güçsüzlüklerinin sorgusuyla, kıyaslamasıyla karşı karşıya getirildik. Allah’la
birlikte İlâhlar mı var? İfadeleriyle, Allah mı daha hayırlı? Yoksa şu İlâh
taslakları mı sorgusuyla düşünmeye dâvet edildik. İnsanlığın tek tercihlerinin
Allah olması gerektiği vurgusuyla bilgilendirildik. Rabbimiz tekrar tekrar
sora, sora en kör gözlere bile gördürdüğüne, en sağır kulaklara bile
duyurduğuna, en anlamaz kalplere bile anlattığına şahit olduk. En çarpıcı
Allah’la birlikte bir İlâhın olmayacağının ispatına şahit olduk. Sadece Allah’ın
hayırlı olduğuna şahit olduk. Rabbimizin bu âyetleriyle heyecanlandık,
bilincine erdik elhamdülillah. Evet ey Rabbimiz Senin ortağın olabilecek başka
hiçbir varlık yoktur dedik, tevhidimizi, imanlarımızı bir daha yeniledik.
Müslümanlar bu âyetlerin şuuruna
erdikleri zaman kimse kimseyi sömüremeyecek, kimse kimseye Rablik, İlâhlık
iddiasında bulunamayacak Allah’ın izniyle. Öyleyse sürekli bu âyetlerle birlikte
olmak zorundayız.
67,68. “İnkâr edenler: "Biz ve babalarımız toprak olduğumuzda mı,
doğrusu bizler mi tekrar çıkarılacağız? Bununla biz de, daha önce babalarımız
da, andolsun ki, tehdit edilmiştik. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey
değildir" dediler.”
Evet kâfirler, Allah’ı inkâr edenler,
bu dünyada Allah’ın etkisinin olmadığına inananlar dediler ki yâni şimdi bizler
ve babalarımız ölüp toprak olduktan sonra tekrar diriltileceğiz, tekrar
kaldırılacağız öyle mi? Olacak şey midir bu? Muhakkak ki biz ve babalarımız
daha önce de vaad olunduk. Yıllardır bu hikayeleri duyduk, dinledik. İşte
öleceksiniz, dirileceksiniz, sorgulanacaksınız, azaba çekileceksiniz filan
dendi durdu. Yıllardır insanlar böyle şeyler söyleyip durdular. Bütün bunlar
eskilerin masallarından başka, uydurma masallardan başka bir şey değildir
dediler.
Onlar böyle diye dursunlar Rabbimiz de onların bu dediklerini kitabına aldı
ve bakın şöylece cevaplandırıyor:
69. “De ki: "Yeryüzünde gezin, suçluların sonunun nasıl olduğuna bir
bakın.”
Tabii bu cevaplandırmanın Rabbimizin
bir rahmeti olduğunu unutmayacağız. Nasıl? Tamam o gün bu sözleri söyleyenler
geberip gittiler bu dünyadan, ama kıyamete kadar aynı düşüncede olanlar, aynı
şeyleri söyleyenler olabilecektir. İşte Rabbimiz bu âyetleriyle kıyamete kadar
bütün insanları uyarıyor ki ya Rabbi bizim bundan haberimiz yoktu demeye
hakları kalmasın.
Bakın Rabbimiz buyuruyor ki, de ki
yeryüzünde gezip dolaşın da suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.
Suçluların âkıbetlerini bir görün. Evet o gün Rasulullah efendimize, bugün de
bize diyor ki söyleyin bu adamlara, haydi gezip dolaşın da mücrimlerin
âkıbetlerini bir görün. Bakın onların bu sözlerine bizim mantığımıza göre bir cevap
vermiyor Rabbimiz. Çok enteresan bir cevap veriyor. Gezin dolaşın bakalım
yeryüzünde sizin gibi düşünenler, sizin gibi yaşayanlar ne olmuşlar? İsterseniz
sizler de aynen onlar gibi inanmaya, yaşamaya devam edin buyuruyor. Bundan
sonra Rasulullah efendimize ve onun şahsında da bize yönelerek şöyle buyuruyor
Rabbimiz:
70,72. “Ey Muhammed! Onlara üzülme, hilelerine karşı da sıkılma. Onlar:
“Eğer doğru söylüyorsanız, bildirin, bu sözünüz ne zaman yerine gelecektir?” derler.
De ki: Acele ettiğiniz şeyin bir kısmı belki hemen başınıza gelir.”
Evet ey peygamberim, onların bu
davranışlarına karşı sakın üzülme ve onların kurdukları tuzaklardan dolayı da
kalbin sıkılmasın, sıkışmasın. Onlar diyorlar ki va’d ne zaman? Kıyamet ne zaman?
Bizi kendisiyle uyardığın azap ne zaman? Hani nerede kaldı bu azap ya? diye
Rasulullah efendimize veya onun yolunun yolcusu biz Müslümanlara eğer doğru
sözlülerdenseniz bize vaad olunan bu azabın gerçekleşme zamanını söyler
misiniz? Diye karşı hücum gerçekleştiriyorlar. Buna karşılık bütün Müslümanlar
şöyle demelidirler. Umulur ki acele edip durduğunuz vaadin gelme zamanı yakındır.
Hemen gelecek gibi çok yaklaşmıştır. Ey kaşınanlar, ey azap gecikti diye
kendilerinde renk görenler, ey azapları için acele dâvetiye çıkaranlar,
unutmayın ki:
73. “Doğrusu Rabbin, insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu
şükretmezler.”
Rabbiniz size karşı çok merhametlidir,
kullarına karşı çok çok lütuf sahibidir. Bu sebepledir ki, kullarına rahmet ve
merhameti sebebiyle hemen cezayı hak edenlere acele cezalarını verivermiyor.
Uyarıları ve müjdeleriyle onlara fırsatlar tanıyor. Akıllarını başlarına getirecek
imkânlar tanıyor onlara. Tüm bu uyarıları karşısında azgınlıkları artarsa ancak
o kavme, o topluma azabını, helâkini gönderiyor. Ama gelin görün ki onların
çoğu anlamıyorlar, Rablerinin bu nîmetlerine hamd edip şükretmiyorlar.
Sûrenin geriye kalan bölümünü
tanımak, Rabbimizin bize bilgi ve şeref kaynağı olarak gönderdiği âyetleriyle
şereflenmeyi devam ettirmek için 12 ciltte buluşmak üzere Allah’a emânet olun.
Ve âhiru dâvana enilhamdü lillâhi Rabbil’âlemîn.
74,75. “Şüphesiz
Rabbin onların gönüllerinin gizlediklerini de, açığa vurduğunu da bilir. Gökte
ve yerde görülmeyen her şey şüphesiz Kitab-ı Mübîn dedir.”
Şüphesiz ki Rabbin onların göğüslerinde,
sadırlarında gizli tuttuklarını bilir. Ve açıktan açığa ortaya koyduklarını da
bilir. Yâni gizli açık, neleri var neleri yok Allah herkesten haberdardır. Bu nasıl
olur? derseniz, göklerde ve yerde bir gayb yoktur ki
o apaçık bir kitapta ol-masın. Göklerde ve yerde
gizli ve açık ne varsa hepsi bir Kitab-ı Mü-bîn de
yazılıdır. Her şey levh-i mahfuzda yazılıdır.
Allah’ın tüm varlıkların kaderini yazdığı kitabındadır. Allah’ın bilgisinin
dışında kalan hiçbir şey yoktur. Yeryüzüne düşen bir yaprağı da, yerin
karanlıklarında olanları da bilir, yerin derinlerinde olan bir zerreyi de
bilir.
76,78. “Doğrusu bu Kur’an, İsrâil oğullarına, ayrılığa düştükleri şeyin çoğunu
anlatmaktadır. Doğrusu Kur’an, inananlara doğruluk
rehberi ve rahmettir. Rabbin şüphesiz, aralarında, kendi hükmünü verecektir. O
güçlüdür, bilendir. Ey Muhammed! Allah'a güven, şüphesiz sen apaçık gerçek
üzerindesin.”
Muhakkak ki bu Kur’an
İsrâil oğullarına da ihtilafa düştükleri, ayrılığa düşüp fırkalaştıkları, olur
olmaz dedikleri her konuyu, onların hidâyeti için gerekli olan her konuyu her
en ince teferruatına açıklığa kavuşturmaktadır ve artık hiçbir kimsenin elinde
bir delil yoktur. Hiçbir kimsenin artık tutunabilecekleri bir dalları da kalmamıştır.
Yâni artık biz ne yapalım? Bizim bunlardan haberimiz yoktu deme hakları kalmamıştır.
İsrâil oğullarına Tevrat, Zebur ve İncil gönderilmesine rağmen, onları
anlamada, yorumda tahrife gitmelerinden sonra Rabbimiz onları bu yanılgılardan,
fırkalaşmalardan, düşmanlıklardan uzaklaştıracak bir kitabı indirmiştir ki o
kitap bütün mü’minler için hidâyettir, yol göstericidir
ve rahmettir. Kim bu kitabın mü’mini olursa dünyadaki
tüm işlerinde bu kitap onların önüne geçecek, onlara
yol gösterecek, mihmandardık yapacak onları sahili selâmete ulaştıracaktır.
Ve aynı zamanda mü’minler bu kitabın en büyük
rahmetine ulaşarak bu dünyadan ayrılıp gidecekler. İşte bu kitabı bu özelliğiyle
Rabbin indirmiştir. Ve unutma ki Allah o insanların arasında hükmünü verecek
olandır. Yasa O’na aittir, yetki O’nundur ve izzet ve şeref sahibi de
Allah’tır. Öyleyse sen sadece Allah’a güven, Allah’a tevekkül edip dayan. Vekil
olarak Allah’ı kabul edin ey Müslümanlar. Sen sana gelen bu vahiyle en güzel
bir hayatı yaşamanla apaçık bir hak üzeresin. Sen Rabbine güven ve yoluna devam
et. Onlar hakkında kararını verecek olan Allah’tır.
80,81. “Sen,
ölülere şüphesiz ki işittiremezsin; dönüp giden sağırlara da çağrıyı
duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin;
ancak âyetlerimize inananlara sen duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.”
Senin bu dâvetinin bazı engellemeleri
olabilecektir. Unutma ki sen körlere, sapıklık içinde olan körlere hidâyet edip
yol gösteremezsin. Onların görmeleri, onların Müslüman olmaları konusunda
hiçbir zaman senin etkin ve yetkin yoktur. Sen hiçbir zaman ölülere de işittiremezsin.
Sen ölülere de bir şey anlatamazsın. Sağırlara da bu dâvetini duyuramazsın,
arkalarını sana karşı dönüp giderlerken, kaçıp giderlerken.
Evet sen apaçık bir hak üzeresin. Ama Senin bunca haklılığına rağmen
insanların niçin sana inanmadıklarına hakça bir açıklama getireyim diyerek
peygamberini teselli ediyor Rabbimiz, tabii bizleri de. Öyle değil mi? Bunca
Müslüman fedâkarca bir hayat yaşayıp, dürüstçe bir hayat yaşayıp insanları
Allah’a dâvet etmelerine rağmen, insanları cennete çağırmalarına, cehennemden uzaklaştırmaya
çalışmalarına rağmen, insanlara en güzel öğütlerde bulunmasına rağmen insanlar
inanmayınca insanlar, peygamber bayağı sıkıntı çekiyor. İşte Rabbimiz mü’minlerin sıkıntılarını şöylece gideriyor.
Muhakkak ki ey Müslümanlar, sizler onları hidâyete ulaştıramazsınız. Siz
onlara duyurup anlatamazsınız. Hiç ölü duyar mı? Hiç sağır işitir mi? Hiç kör
görür mü? Sizden kaçanlara, yaşadıkları halde ölülüğü seçenlere bir şey yapamazsınız.
Sapıklığı tercih edenlere bir şey yapamazsınız. Siz ancak âyetlerimize iman
eden kimselere işittirebilirsiniz, bunu hiçbir zaman unutmayın diyor Allah.
Müslüman olanlar bu kitabı işitirler, anlarlar, dinlerler ve iman ederler ve
hayatlarını düzene korlar. Herkese duyuracağız bu kitabın âyetlerini, unutmayacağız
ki isteyenler buna iman edecekler
anlıyoruz.
82. “Kendilerine
söylenmiş olan başlarına geldiği zaman, yerden bir çeşit hayvan çıkarırız ki o,
onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler.”
Kendilerine vaad edilmiş
olan kıyamet saati geldiği zaman, Allah’ın hükmü gerçekleştiği zaman onlar için
yeryüzünde bir hayvan, debelenen bir varlık çıkarırız ve o Dabbe
onlarla konuşur. Ki bu bir âyettir, bir kıyamet alâmetidir. Ama buna rağmen
insanlar âyetlerimize karşı kesin bir bilgi içinde değiller. Bir inanç içinde
değiller. Yanılgıları, hataları devam etmektedir. İşte gözleri önünde Allah’ın
yerden yarattığı bir varlık, bir hayvan kendileriyle konuşuyor, ama bu adamlar
halâ Allah’ın âyetlerine imanı düşünmezler.
Dâbbe; Arapça’da “yavaş ve sessizce
yürümek, nüfuz ve sira-yet etmek” mânalarına gelen “deb” kökünden gelen bir kelimedir. Kitabımızın 14 âyetinde
tekil, 4 âyetinde de çoğul şekliyle, “devab” gelmiştir.
Âlimlerimizin ekseriyetinin beyanına göre kıyamet alâmetle-rinden
birisi olarak kabul edilen bir yaratıktır. Kur’an-ı
Kerimde kıya-metin çok yakın bir gelecekte zuhur edeceğini haber veren; Ahzâb 63, Şûrâ 17, Kamer 1 gibi âyetler ve Resûl-i Ekrem
efendimizin bu konudaki hadislerinden çıkarımlarla ümmet “eşrat-ı
saat” kıyametin alâmetleri başlığı altında pek çok eserler telif etmişlerdir.
Kıyametin küçük alâmetleri, büyük alâmetleri, bugüne kadar fiilen vâki olanlar,
kıyamete çok yakın bir zamanda vâki olacak olanlar gibi konuyu çeşitli
taksimlere tabi tutmuşlardır.
İslâmî kaynaklarda kıyametin alâmetleri
sayılırken “dâbbetü’l arz’ın” çıkışına da ayrı bir
başlık altında yer verilmiş ve bu husus kıyametin zuhuruna yakın bir zamanda
gerçekleşecek harikulâde hadiseler arasında sayılmıştır.
Müslim’de
ve Ebû Dâvûd’un süneninde dâbbetü’l arz konusuy-la ilgili
rivayetlerde bu varlığın özelliklerinden söz edilmeden sadece ortaya çıkışının
bir kıyamet alâmeti olduğu haberi verilir.
(Müslim,
iman 249, Ebû Dâvud, melâhim)
Ebû Hureyre
Efendimizden nakledilen bir hadiste dâbbetü’l arz’ın Hz. Süleyman’ın mührü ile Hz.
Musa’nın asasına sahip olacağı ve asa ile mü’minin
yüzünü parlatırken mühürle de kâfirin burnunu damgalayacağı ifade edilir. Bu
konu ile alâkalı kütüb-i sittenin
dışın-daki bazı kaynaklarda yer almış, hattâ bazı
tefsirlere bile geçmiş an-cak senet ve metin
açısından tenkit edilebilen israiliyat rivayetler
üze-rinde durmuyoruz. Sadece âyet ve hadislerde söz edildiği gibi kıya-met
alâmetlerinden bir varlık olarak inanıp geçiyoruz.
83. “O gün her
ümmetin âyetlerimizi yalanlayanlarını toplarız. Onlar bir arada tutulup, hesap
yerine sevk edilirler.”
Sonra onun arkasından da bir gün her ümmetin âyetlerimizi
yalanlayanlarını toplarız. âyetlerimizi yalan sayanları, âyetlerimizi yok farz
edenleri, âyetlerimizin işlevini bitirenleri, kale almayanları toplarız. Onlar
gruplaştırılıp, belli bir kıskaç altına alınıp
gidecekleri yere sevk edilirler.
84,85. “Geldikleri
zaman Allah: “Âyetlerimizi anlamadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa
yaptığınız neydi?” der. Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına
gelir. Artık konuşamaz olurlar.”
Ta ki onlar azabın olduğu yere gelirler. Cehenneme
gelirler. Yaşadıkları hayatın, yaptıklarının hesabını ödemek üzere Rablerinin
huzuruna gelirler. Allah der ki onlara: Bilgi olarak anlayamadığınız,
kavrayamadığınız, anlamak istemediğiniz âyetlerimi yalanlamıştınız değil mi?
Yoksa başka bir şey mi yapıyordunuz? Neydi sizin dünyadaki haliniz? Niye
yalanladınız âyetlerimi? Niye görmezden geldiniz? Onlarla bilgilenseydiniz,
anlasaydınız ve onlar rehberliğinde bir hayat yaşayıp ta güzelce cennete
gitseydiniz olmaz mıydı? dercesine Rab-bimiz bir
sorgulamada bulunuyor. Anlamak istemediler, kavramak is-temediler.
Çünkü anlamak isteyen anlayabilecektir bu kitabı. Hidâyet bulmak isteyen, yol
bulmak isteyen anlayacaktır bu kitabı. Müslüman olmak isteyen kimse okur bu
kitabı. İnadına Müslüman olmak istemeyen anlayamaz bunu.
Evet onlar üzerine hüküm gerçekleşti,
çünkü onlar zalim idiler. Zulmetmelerine karşılık onlar için şu hüküm
gerçekleşti ki artık onlar konuşmayacaklar, konuşamayacaklar, itiraz hakları olmayacak.
İşte suskunlar ve bitmiş bir durumdalar, suspus olmuşlar. Halbuki dünyada ne
kadar da konuşuyorlardı değil mi? Peygambere ve Müslümanlara karşı ne kadar
zulüm ve işkenceler yapıyorlardı değil mi? Müslümanlara hayat hakkı tanımayan
bu insanlara orada hayat hakkı tanınmayacak.
86. “Size geceyi
dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü çalışasınız diye aydınlık olarak
yarattığımızı görmediler mi? Doğrusu bunda, inanan millet için dersler vardır.”
Görmüyorlar mı? Biz geceyi onda sükun bulsunlar,
rahata kavuşsunlar diye yarattık. Gündüzü de çalışıp rızıklarını
kazansınlar, görsünler, aydınlığa kavuşsunlar diye yaratıp onların hizmetlerine
sunduk. Görmüyorlar mı? Muhakkak ki gece ve gündüzde, bu iki âyette iman etmek,
ibret almak isteyen insanlar için dersler vardır.
87. “Sur'a
üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde olanlar da yerde
olanlar da, korku içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyunları bükülmüş olarak gelirler.”
Ve sura üfürüldüğü an Allah’ın istisna
buyurdukları hariç göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi korku içinde donakalırlar.
Ve her bireri de boynu bükük bir vaziyette, ezik bir şekilde Allah’ın huzuruna
gelmişlerdir. Evet sura üfürülüş, insanların tekrar dirilişi, Allah’ın huzuruna
herkesin boynu bükük bir vaziyette gelişi sanki az evvel okuduğumuz âyetlerin
devamı gibi. Hani ne zaman bu vaad diyorlardı? Kıyamet
ne zaman? diyorlardı insanlar, inanmayanlar ya işte
Rabbimiz burada onların bu sorularını cevaplıyor. Haydi işte buyurun o acele
istediğiniz karşınızda buyuruyor. Herkes ayağa kalkmış ve korku içinde Allah’ın
huzuruna doğru gidiyor. Ve sorgulama ve cennet cehennemle karşı karşıya
kalıyorlar. Tekrar yeryüzüne geliyoruz. Bir öteki âlem bir bu âlem şeklinde
Rabbimizin bir anlatım modeline şahit oluyoruz.
88. “Dağları
yerinde donmuş gibi durur görürsün, oysa onlar bulutlar gibi geçerler. Bu her
şeyi sağlam tutan Allah'ın işidir. Doğrusu O, yaptıklarınızdan haberdardır.”
Dağları görsün ki onları donmuş zannedersin, hareketsiz,
statik görürsün, halbuki onlar tıpkı bulutların hareketleri gibi o dağlar da
sürekli bir hareketlilik içindedirler. Evet yeryüzünün temel direkleri olan o
dağlar, hiç yerinden oynamıyor, sabitmiş gibi görünen o dağlar tıpkı bulutlar
gibi bir yerlere doğru hızla akıp gitmektedirler diyor Rab-bimiz.
Arzla beraber mi? Yoksa başka bir hareketle mi? orasını bile-miyoruz. Ama anladığımız o ki dağlar da hareket halindedirler.
Rab-bimiz öyle diyor. İşte bu her şeyi sapasağlam
yapan Allah’ın bir sanatıdır bu. Yeryüzünü sapasağlam yapan, sarsıntıya
uğratmayan Allah’ın işidir bu. Bunlara Allah’tan başka hiç kimsenin de gücü
yetmez. Ve O Allah sizin her şeyinizi bilmektedir, hiç bir şeyiniz asla O’na
gizli de kalamaz.
89. “Kim bir iyilik
getirirse, ona daha iyisi verilir. Onlar o günün korkusundan güvendedirler.”
Kim bir hasene ile bir
iyilikle gelirse, kim ki Allah’ın razı olduğu bir amelle, bir hareketle, bir
hayatla gelirse Allah onun için ondan daha güzeliyle, daha hayırlısıyla karşılık
verir. Ve onlar o günün gürültüsünden, korkusundan, dehşetinden güvenlik içindedirler.
Hiçbir korku, hiçbir üzüntü ve telaş ta duymazlar o mü’minler,
o iyiliklerle, hasene-lerle
gelenler. Gerçekten bu dünyada Müslümanca bir hayat
yaşarken yaptığımız iyiliklere Rabbimiz bazen
on katı, bazen yedi yüz katı, ba-zen da sonsuz karşılık veriyor. Yine yaptığımız
iyiliklerimiz kötülüklerimizi gideriyor. İyiliklerimiz kötülüklerimizle
silinmiyor ama kötülüklerimiz iyiliklerimizle siliniyor. Bir kötülüğün
karşılığı bir iken, bir iyiliğin karşılığı kat kat
artırılıyor. İşte Rabbimizin sonsuz merhametinin eseridir bunlar.
90. “Kötülük
getiren kimseler, yüzükoyun ateşe atılırlar. “Ya siz
yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandırılacaksınız?” denir.”
Kim de kötülükle gelirse yüzün koyu ateşe atılır. Evet
kim de Rabbinin huzuruna isyanla, küfürle, şirkle gelirse o da tepe taklak
cehenneme atılır Allah korusun. Rasulullah efendimiz
bu âyetleri insanlara duyurunca kimileri sordular. Dediler ki ey Allah’ın
Resûlü, yüzüstü nasıl atılır insanlar? Ayakları üstünde nasıl yürüse insanlar
yüzleri üzerine de öylece atılırlar buyurdu. Peki bu kadar azap çok değil mi?
Ne olur affediverse olmaz mı? derseniz, yok diyor Rabbimiz, herkese ameliyle
karşılık verilecek. Hiçbir kimseye zulmetmiyor Rabbi-miz.
Herkes nasıl bir hayat yaşamışsa onun karşılığını bulacak. Eğer Rabbimiz
kitaplar göndermeseydi, peygamberler göndermeseydi, is-tediği
hayatı bildirmeseydi, cennet ve cehenneminden insanları haberdar etmeseydi,
uyarılarda bulunmadan cehennemine koysaydı belki o zaman bu insanların ya Rabbi bizim suçumuz neydi ki bizi cehennemine attın?
demeye hakları olurdu.
Öyle değil mi? Allah peygamber göndersin, o peygamber Rab-bi hatırına insanların gece-gündüz işkencelerine göğüs
gersin, onlara hakkı duyursun, insanlar onu dinlemesinler, ellerindeki güç ve
kuvvetlerine güvenerek Rabbim Allah diyenlere hayat hakkı tanımasınlar, sonra
da cehenneme atılınca da bizim suçumuz neydi? Desinler. Buna kimsenin hakkı
yoktur. İşte şu anda her ikisiyle de karşı karşıyayız, bunlardan birini seçme
hakkımız vardır. Cennete gitmek mi? Güvende olmak mı? Yoksa yüzün kuyu
cehenneme atılmak mı? Tercihimizi iyi yapalım.
91,92. “De ki:
“Ben, yalnız her şeyin sahibi olan ve bu kutlu kılınmış şehrin Rabbine kulluk
etmekle emrolun-dum. Müslümanlardan
olmakla ve Kur’an okumakla em-rolundum.
“Kim doğru yolu bulmuşsa, yalnız kendisi için bulmuş olur, kim sapıtmışsa, kendine
etmiş olur. De ki: “Ben sadece, uyaranlardan biriyim.”
Evet işte sûrenin son âyetleri. De ki peygamberim,
sizler de deyin ki ey peygamber yolunun yolcuları, ben şu Mekke’nin, şu beldenin
Rabbine ibadet etmekle, sadece O’nu dinlemekle emrolundum
ki O Allah o beldeyi haram kıldı ve her şeyin sahibi de O’dur. Ve ben
Müslümanlardan olmakla emrolundum. Evet benim görevim
işte budur. Benim görevim Müslüman olmak, şu Mekke’yi kutsal şehir haline
getiren, her şeyin sahibi ve Mâliki olan Rabbim için bir hayat yaşamakla emrolundum.
İşte görev budur. Ey Mekkeliler kutsal saydığınız bu şehri kutsallaştıran
Allah’tır. Tüm şehirlerin, tüm âlemlerin sahibi de Allah’tır. Şu anda
bildiğiniz her şeyin sahibi O’dur. Ben işte O Allah’a teslimiyetle emrolundum. Ve ayrıca ben bu Kur’an’ı
okumakla, anlamakla ve Onun istediği bir hayatı yaşamakla emrolundum.
Tabii bize de bir emirdir bu. Bizler de bu Kur’an’ı
okumakla emrolunduk. Bizler de bu kitabı anlamak ve yaşamak
zorundayız. İn-sanlara Onu duyurmakla emrolunduk.
Bizim görevimiz budur. Benim işim ticarettir, Kur’an’ı
okumayı, anlamayı, duyurmayı da başkaları yapsın demeye kimsenin hakkı yoktur.
Herkes bu kitabı okumak, anlamak ve yaşamakla sorumludur. Herkes bu kitabın
istediği gibi Müslüman olmakla emrolunmuştur. Kim bu
kitabın hidâyetiyle hidâyet bulursa o kendisi için hidâyet bulmuştur. Kim de
sapıtırsa de ki ben sadece bir uyarıcıyım. Ben uyarırım, kabul ederseniz de etmezseniz
de siz bilirsiniz.
93. “De ki: “Hamd Allah'a mahsustur. O, âyetlerini size gösterecek, siz
de onları bileceksiniz.” Rabbin yaptıklarından habersiz değildir.”
De ki elhamdülillah. Hamd, övgü Allah’a aittir. O’ndan başka övülecek, ondan
başka yasaları uygulanacak, O’ndan başka hatırı kazanılıp kendisine kulluk
edilecek yoktur. Bilesiniz ki O Allah size âyetlerini gösterecek ve siz O’nu
tanıyacaksınız. Gerçekten sizler bu dünyada O’nu da, âyetlerini de tanıma
imkânına sahip kılınacaksınız. Size bu fırsat verilecek. Böylece O’nun istediği
gibi Müslüman olup olmama konusunda hiç kimsenin bir sıkıntısı olmayacak.
Ve unutmayın ki Rabbiniz
yaptıklarınızdan gafil değildir. O’nun gafleti, uyuklaması yoktur. Öyleyse ey
insanlar hidâyet yolu da, sapıklık yolu da işte karşınızda durmaktadır. Her
ikisinden birini seçme noktasında şu anda özgürsünüz. Bunlardan dilediğinizi
tercih hakkınız ve imkânınız vardır. İşte Allah’ın kitabı ve Resûlünün tertemiz
sün-neti karşınızda durmaktadır. Hidâyeti tercih eder Allah yolunda giderseniz
bunun karı kendinizedir. Yok eğer sapıtırsanız zararı sizedir Allah korusun.
Buyurun kararınızı kendiniz verin.
Bu sûre ile alâkalı bu kadar söz
yeter. Rabbim gereği gibi inanıp amele dönüştürmeyi hepimize nasip buyursun. Sübhanekalla-hümme ve bihamdik, lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve etübü ileyke. Ve âhiru dâvana enilhamdü lillahi Rabbil’âlemîn.