3- Namazın Müslümanın Hayatı Üzerindeki Etkisi:
4- Kulun Allah'ı Anması ve Allah'ın Kulunu Anması:
1- Kitab Ehli ile Mücadele Şekli:
2- Bize ve Bizden Öncekilere İndirilenlere îman Etmek:
1- Peygamber (sav)'ın Ümmiliği:
2- Peygamber Efendimiz Daha Sonraları Okuma-Yazma Öğrendi
mi?:
3- Peygamber Efendimiz Yazı Yazdı mı?
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adı ile
el-Hasen, İkrime, Atâ
ve Câbir'in görüşüne göre bütünüyle Mekke'de inmiştir.
İbn Abbas ile
Katade'ye ait iki görüşten birisine göre tümüyle Medine'de inmiştir. Diğer
görüşlerine göre ise, -ki bu aynı zamanda Yahya b. Sel-lam'ın da görüşüdür-
başındaki ilk on âyet dışında Mekke'de inmiştir. Bu ilk on âyet Medine'de,
Mekke'de bulunan müslümanlar hakkında inmiştir.
Ali b. Ebi Talih (r.a)
dedi ki: Mekke ile Medine arasında inmiştir.
Bu sûre altmışdokuz
âyei-i kerimedir.
Rahman ve Rahim
Allah'ın adı ile.[1]
1. Elif.
lâm. Mîm.
2. İnsanlar
"İman ettik" demeleri ile bırakilrverileceklerini ve imtihan
edilmeyeceklerini mi sandılar?
3. Andolsun
onlardan önce geçenleri Biz İmtihan etmişizdir. Allah
elbette doğru olanları
da bilir, yalancı olanları da bilir,
"Elif. Lâm. Mîm.
İnsanlar 'iman ettik' demeleri ile bırakıhverilecekle-rini ve imtihan
edilmeyeceklerini mi sandılar?" Sûrelerin başlangıçları ile ilgili
açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbas dedi ki: (Elif. Lâm.
Mİm); ben Allah'ım bilirim demektir. Bunun sûrenin adı olduğu söylendiği gibi,
Kur'ân'ın adı olduğu da söylenmiştir.
",..mİ
sandılar" rakrir ve azarlamak maksadı ile sorulmuş bir sorudur. Zannetmek
demektir.
"Bıraktlıverileceklerİni"
anlamındaki buyruk "sandılar" ile nasb mahal-lindedir. Sibeveyh'in
görüşüne göre aynı zamanda iki mef ulun yerini tutan sılasıdır da.
"Demeleri"
buyruğunun başında yer alan ikinci; "me" edaü da bu husustaki iki
görüşten birisine göre nasb mahallindedir ve; "Dedikleri için"
yahut; "Demeleri sebebiyle" ya da; "Demeleri üzerine..."
anlamında olur. Diğer izaha göre ise bu bir tekrarlama ciheti ile nasb
mahallindedir. İfade de: "Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar bırakılıveri-leceklerini
mi sandılar?" Sandılar mı ki "iman ettik demekle (bırakılacaklarını)
ve imtihan edilmeyeceklerini" takdirindedir.
İbn Abbas ve başkaları
şöyle demişlerdir: Burada "insanlar" île Mekke'de bulunan
mü'minlerden bir topluluğu kastetmektedir. Kureyş'in kâfirleri bunlara
müslüman oldukları için eziyet ediyor, onlara işkence yapıyorlardı. Seleme b.
Hişam, Ayyaş b. Ebi Rabia, el-Ve!id b. el-Velid, Ammar b. Yasir, babası Yasir,
annesi Sümeyye, Mahzumoğullarından birkaç kişi ve başkaları gibi. Bundan
dolayı oldukça sıkılıyorlar, hatta yüce Allah'ın kâfirlere mü'min-lerin
aleyhine böyle bir güç ve imkân vermesine tepki bile gösteriyorlardı.
Mücahid ve başkaları
derler ki: Âyet-i kerime yüce Allah'ın mü'minleri sınamak, onları denemek
maksadı ile kullan hakkında uygulayageldiği sünnetinin bu olduğunu öğretmek ve
onları teselli etmek üzere nazil olmuştur.
İbn Atiyye dedi ki: Bu
âyet-i kerime her ne kadar bu sebeb yahutta bu anlamda belirtilen görüşler
sebebiyle nazil olmuş ise de, Muhammed (sav)'ın ümmeti arasında bakidir. Zaman
durdukça hükmü de bu ümmet arasında kalmaya devam edecektir. Çünkü müslüman
serhadlerde, müslümanların esir alınmak, düşmanlardan zarar görmek ve bunun
dışında herhangi bir takım zorluklarla başbaşa kalmak suretiyle Allah tarafından
fitne (sınama)'ye maruz kalmaları kalıcı bir husustur. Aynı şekilde herbir yer
ibretle tetkik edilecek olursa, hastalıklarla ve türlü mihnetlerle de bunun
gerçekleşmekte olduğunu görebiliriz-. Şu kadar var ki, müslümanların
serhadlerde düşmanlardan gördükleri zararları, çektikleri sıkıntıları
Kureyşlilerle karşı karşıya kaldıkları musibet ve zorlukları andıran bir
durumdur.
Derim ki: Onun bu
söyledikleri ne kadar güzeldir! Gerçekten de söyledikleri doğrudur. Allah
ondan razı olsun.
Mukatii dedi ki; Bu
âyet-i kerime Ömer b, el-Hattab'ın azadlısı Mihca' hakkında nazil olmuştur. O
Bedir günü müslümanlar arasından öldürülen ilk kişidir. Âmir b. el-Hadramî'nin
ona attığı bir okla şehid olmuştur. Peygamber
(sav) da o gün şöyle
buyurmuştur: "Şehidlerin efendisi Mihca'dır. O cennetin kapısına bu ümmet
arasından çağırılacak ilk kişidir.''[2]
Annesi, babası ve
hanımı onun acısına dayanamadılar. Bunun üzerine: "Elif. Lâm. Mim.
İnsanlar yalnızca İman ettik demeleri ile bıraküıverile-ceklerîni... mi sandılar?"
âyeti nâzit oldu. Onlara hakkınızda bir âyet-i kerime indi diye yazdılar. Bu
sefer şu karan verdiler: Biz (Mekke'den) çıkıp gideceğiz, arkamızdan gelen
olursa da onunla çarpışırız. Müşrikler arkalarından geldiler, onlarla
çarpıştılar. Kimileri öldürüldü, kimileri de kurtuldu. Bun-lann hakkında da
yüce Allah'ın: "Ayrıca Rabbin işkencelere uğratıldıktan sonra hicret
edenlere... Ğafûr'dur, Rahîm'dir." (en-Nahl, 16/110) buyruğu nazil oldu.
"Ve imtihan,
edilmeyeceklerini" ... yani şu müşriklerin eziyetlerinden dolayı çokça
sızlanan kimseler, "biz iman ettik" diyerek imanları dolayısıyla canlarında,
mallarında, imanlarının hakikatlerini açıkça ortaya koyacak şekilde sınanmadan
sadece "biz mü'miniz" demekle bırakılıverileceklerini ve bu kadarıyla
yetinileceğini mi zannettiler?
"Andolsun
onlardan önce geçenleri Biz İmtihan etmişizdir." Ateşe atılan İbrahim
el-Halil gibi. Allah'ın dini uğrunda testerelerle biçilip de imanlarından geri
dönmeyen o mü'min topluluk gibi geçmişleri sınamış bulunuyoruz.
Bıthârî'de şu rivayet
yer almaktadır: el-Habbâb b. el-Erer'ten; (ashab) dediler ki: Rasûlullah (sav)
Kabe'nin gölgesinde bürdesine yaslanmış iken şikâyette bulunduk ve ona: Bizim
İçin yardım dilemez misin? Bizim için dua etmez misin? dedik. Şöyle buyurdu:
"Sizden öncekilerden bir adam alınır, onun için yerde bir çukur kazılır ve
o çukura atılırdı. Sonra testere getirilir, başının üzerine konuiur ve iki
parçaya bölünürdü. Eti ve kemiği demir taraklarla birbirinden ayrılırdı ve bu
dahi o kimseyi dininden geri döndürmezdi. Allah'a yemin ederim O, bu işi
tamamlayacaktır. Öyle ki, bineği üzerinde kişi kalbinde Allah korkusu ile
kurdun koyunlanna saldıracağı korkusundan başka hiçbir korku bulunmaksızın
San'a'dan, Hadramût'a kadar yolculuk yapacaktır, fakat siz acele ediyorsunuz.
"[3]
İbn Mace'de yer alan
rivayete göre de Ebu Said el-Hudrî şöyle demiştir: Peygamber (sav)'ın huzuruna
girdim, ateşi oldukça yükselmişti. Elimi üzerine koydum, üzerindeki örtünün
üstünden ateşinin sıcaklığını elimde hissettim. Ey Allah'ın Rasûlü dedim, ne
kadar da ateşin var! O: "İşte bu şekilde bela bize kat kat verilir, ecir
de bize kat kat verilir." Ey Allah'ın Rasûiü dedim, insanlar arasında
belası en ağır olanlar kimlerdir? "Peygamberlerdir" diye buyurdu.
Sonra kimlerdir-1 diye sordum. "Sonra talihlerdir" diye buyurdu.
"Onlardan herhangi bir kimse fakirlik ile öyle bir sınanıyordu ki devenin
üstüne çul olarak bırakılan ters çevrilmiş abadan başka giyecek bir şey bulamıyordu.
Onlardan herhangi birisi, sizin herhangi birinizin rahat ve bolluğa sevindiği
gibi; o da belaya sevinirdi."[4]
Sa'd b. Ebi Vakkas da
şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü, insanlar arasında belaları en ağır
kimlerdir? dedim. Şöyle buyurdu: "Peygamberlerdir, sonra en iyileri,
sonra onlardan sonra geienler. Kişi dinine göre belalara maruz kalır. Eğer
dininde sapasağlam bir kimse ise belası artar. Şayet dinine bağlılığı nisbeten
zayıf ise dinine göre belalara maruz kalır. Bela kula gelip isabet etmeye
devam eder durur ve nihayet kişiyi yeryüzünde üzerinde hiçbir günah olmaksızın
yürüyecek hale getirir. "[5]
Abdurrahman b. Zeyd'in
rivayetine göre İsa {a.s)'in bir veziri (yardımcısı) vardı. Bir gün bineğine
binip gitti. Yırtıcı bir hayvan onu alıp yedi, İsa: Rabbim dedi, o senin dinin
uğrunda benim vezirim (yardımcım), İsrailoğul-lanna karşı desteğim, onlar
arasında benim halifem idi. Sen ona yırtıcı bir hayvanı musallat kıldın da onu
yedi. Şöyle buyurdu: "Evet, onun benim nezdim-de çok yüksek bir mertebesi
vardı. Ameli ile ona ulaşmayacağını gördüm, bundan dolayı onu böyle bir belaya
maruz kaldım ki; o mevkiye onu ulaştırayım."
Vehb dedi ki:
Havarilerden bir adamın kitabında şunu okudum: Şayet sen belâ yolundan
yürütülüyor isen bundan dolayı gözün aydın olsun. Çünkü sen böylelikle
peygamberlerin ve salihlerin yolunda yürütülmüş oluyorsun. Eğer boliuk ve
rahatlık yolundan götürülmekte isen kendin için ağla. Çünkü sen onların
yolundan başka bir yolda yürütülmüş oluyorsun.
"Allah, elbette,
doğru olanları da bilir." Yani Allah, İmanlarında doğru ve samimi olanları
ortaya çıkartacaktır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûrcsi'nde
(2/177. âyet, 8. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
ez-Zeccac dedi ki:
Yüce Allah doğruların doğruluğunu, fiilen ortaya çıkarmak suretiyle bilsin
diye, anlamındadır. Çünkü Çenab-ı Allah onları yaratmadan önce de kimin doğru,
kimin yalancı olduğunu biliyordu. Burada maksat kula amelinin karşılığının
verilmesini sağlayacak şekilde ilmine uygun olarak vakıanın meydana gelmesidir.
Yoksa Cenab-ı Allah doğru olanın doğruluğunu, vukua geleceğini ve bunun böylece
gerçekleşeceğini zaten biliyordu.
en-Nehhâs dedi ki: Bu
hususta iki görüş vardır. Birincisine göre "doğru olanlar" buyruğu
"sıdk: doğruluk"den türemiş olabilir. "Yalancı olanlar" buyruğu
da doğruluğun zıttı olan "el-kezib: yalan"den türemiş olabilir. Bu durumda
anlam şöyle olur: Andolsun yyce Allah doğru oiup bizler mü'minle-riz deyip aynı
şekilde inanan kimseler ile yalancı olup da başka türlü inanca sahip olan
kimseleri birbirinden açıkça ayırt edecektir. İkinci görüşe göre "doğru
olanlar" lafzı salabetli olmak demek olan; den "yalancı olanlar"
da bozguna uğradı anlamına gelen; den türemiş olabilir. O takdirde; Elbette
yüce Allah savaşta sebat gösterenleri de, bozguna uğrayıp geri kaçanları da
bilir, demek olur. Şairin şu beyi tinde olduğu gibi:
"(Yemen
taraflarında arslanlarıyla meşhur bir yer olan) Aaser denilen
yerde yiğitleri
avlayan bir aralandır o,
Arslan(lar)
akranlarına karşı yalancı olduğunda (yani onları bırakıp geri çekildiğinde) o
doğruluk gösterir (yerinde sebat eder.)"
Böylece:
"Elbette... bilir" buyruğu mecazi olarak elbette açığa çıkartır anlamında
kullanılmış olmaktadır,
"Elbette...
bilir" anlamındaki buyruğu cemaat "ya" ve "lam"
harflerini üstün olarak; diye okumuşlardır. Ali b. Ebi Talib ise
"ya" harfini ötreli, "lam" harfini de esreli okumuştur
(bildirecektir, anlamına gelir). Bu da en-Nehhas'ın yaptığı açıklamaların
anlamına açıklık getirmektedir. Bunun da üç türlü manaya gelme ihtimali vardır:
1- Âhirette bu doğrulara ve yalancılara hem mükâfat ve ceza itibariyle
konumlarını, hem de dünyadaki amellerini bildirecektir. Yani onların hallerine
kendilerini vakıf kılacaktır. 2- Birinci mePul şu takdirde hazfedilmiş
olabilir: Yüce Allah insanlara ve aleme bu doğru söyleyenleri de, yalancıları
da bildirecektir, ilan edecektir. Yani onları açıklayacak, teşhir edecektir.
Doğru olanları hayırda, yalancı olanları da serde; ve bu hem dünyada, hem
âhirette olacaktır. 3- Bu okuyuş "alamef'den gelebilir. Yani herbir
kesime kendisi tanınacağı olacağı bir alamet koyacaktır. Buna göre âyet-i
kerime (mana itibariyle) Peygamber (sav)'ın: "Kim içinde bir şey gizlerse,
Allah da ona o şeyin elbisesini giydirir"[6]
hadisine benzemiş olur.
[7]
4. Yoksa o kötülükleri İşleyenler Bizden
kurtulabileceklerini mi sanırlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!
5. Kim
Allah'a kavuşmayı ütnid ediyorsa, muhakkak Allah'ın belirlediği vâde elbette
gelicidir ve O, herşeyi işitendir, bilendir.
6. Kim cihad
ederse, ancak kendisi için cihad eder. Şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir.
7. iman edip
salih amel İşleyenlere gelince, aadolsun ki Biz onların kötülüklerini elbette
örteriz ve elbette onları yapageldikleri amellerden daha güzcUyle
mükâfatlandırırız.
"Yoksa o
kötülükleri" yani şirki "işleyenler Bizden kurtulabileceklerini"
Biz onları yaptıkları sebebiyle sorgulamadan, cezalandırmadan önce, Bizden
kurtulup Bizi âciz bırakabileceklerini "mi sanırlar?" İbn Abbas dedi
ki: el-Velid b. el-Muğire, Ebu Cehil, el-Esved, el-Âs b. Hişam, Şeybe, Utbe ve
el-Velid b. Utbe, Ukbe b. Ebi Muayt, Hanzala b. Ebi Süfyan ve el-Âs b. Vâil'i
kastetmektedir.
"Ne kötü hüküm
veriyorlar!" Rabblerinin etinden kurtulabilmenin mümkün olduğunu kabul
etmekle Rabblerinin sıfatı hakkındaki hükümleri ne kadar da kötüdür. Halbuki
Allah herşeye gücü yetendir.
"Ne" ne kötü
şey ya da ne kötü hüküm ediyorlar anlamında nasb ma-hallindedir. Bunun; o ne
kötü şeydir ve onların hükmü ne kötüdür, anlamında reP mahallinde olması da
mümkündür. Bu ez-Zeccac'ın görüşüdür.
İbn Keysan ise bundan
farklı iki takdirde daha bulunmaktadır.
1- "Ne
kötü hüküm veriyorlar" buyruğu tek bir şey hükmünde olur. Mesela
"yaptığın şey hoşuma gitti" derken; "Yaptığın şey"
ifadesinin; "Yaptığın" anlamında olması gibi. Buna göre fiil ile
birlikte; mastar olup ref nıahallindedir. İfade: "Onların hükümleri (ne
kötüdür)" takdirinde olur.
2- Diğer
takdire göre İse bu edatın irab'ta mahalli olmaz ve; "Kötü"nün ismi konumunda
yer alır. Nitekim; Ne iyi, ne kötü! de böyledir. Ebu'l Hasen İbn Keysan dedi
ki: Ben gücümün yettiği her yerde edatının irabta mahalli olması görüşünü
tercih ederim. Yüce Allah'ın: "Allah'tan bir rahmet sayesinde
sen..." (Al-i İmran, 3/159); "Onlar sözlerini bozdukları için"
(el-Maide, 5/13) Aynı şekilde: "İki vadeden hangisini bitirir-sem..."
(el-Kasas, 28/28) buyruklarında; hep cer mahallindedir, ondan sonraki lafızlar
da ona tabidir. Aynı şekilde: "Gerçekten Allah bir sivrisineği... misal
vermekten çekinmez" (el-Bakara, 2/26) buyruğunda da; nasb mahallinde olup
ondan sonra gelen "sivrisinek" anlamındaki lafız da ona tabidir.
"Kim Allah'a
kavuşmayı ümid ediyorsa" buyruğundaki; "ümid
ediyor(sa)" korkuyor(sa) anlamındadır.
el-Hüzelî'nin bir balcıyı nitelendirirken söylediği şu mısraında olduğu gibi:
"Onu arılar soktu
mu onların sokmalarından korkmaz."
Tefsir âlimleri
anlamın icmâ' ile şöyle olduğunu bildirmişlerdir: Ölümden korkan salih amel
işlesin. Çünkü ölümün gelip onu bulması kaçınılmaz bir şeydir. Buna da
en-Nehhas zikretmiştir. ez-Zeccac dedi ki: "Kim Allah'a kavuşmayı ümid
ediyorsa" buyruğu yüce Allah'ın mükâfatını umuyorsa anlamındadır.
Burada "kim"
anlamındaki lafız mübteda olarak merfu konumundadır ( âs) İse haber
konumundadır ve bu da şart dolayısıyla cezm mahallindedir. "Ümid
ediyor" buyruğu da; in haberi konumundadır. Şartın cevabı da:
"Muhakkak Allah'ın belirlediği vâde elbette gelicidir ve O herşeyi işitendir,
bilendir" buyruğudur.
"Kİm cihad
ederse, ancak kendisi İçin cihad eder." Yani kim din uğrunda cihad eder,
kâfirlerle savaşmakta ve itaatleri işlemekte sabır ve sebat gösterirse, bu
ancak kendisi için çalışmış olur. Yani bütün bunların sevabı sadece onadır.
Bundan dolayı yüce Allah'a herhangi bir faydası olmaz.
"Şüphesiz Allah
âlemlere" yani onlann amellerine "muhtaç değildir." Anlamın
şöyle olduğu da söylenmiştir: Kim kendi nefsi için düşmanı ile çarpışır, bu yolla
da Allah'ın rızasını gözetmiyor ise; yüce Allah'ın böylesinin cihadına hiçbir
ihtiyacı yoktur.
"İman edip"
tasdik edip "salih amel İşleyenlere gelince, andolsun ki Biz
onların kötülüklerini elbette" onlara mağfiretle
bulunmak suretiyle "örteriz." Onlar için gizleriz "ve elbette
onları yapageldikleri amellerden daha güzeli ile mükâfatlandırırız." Yani
amellerinin en güzeli olan itaatlarla mükâfatlandırırız.
Diğer taraftan: Onlann
müşrik iken yaptıkları her türlü masiyetin örtüleceği, buna karşılık İslâm'da
işledikleri herbir iyiliğin de mükâfatının verileceği anlamına geldiği
söylenmiştir. Ayrıca; Biz onların kâfir iken de müslü-man iken de işledikleri
kötülüklerini Örteriz ve kâfir iken de müslüman iken de yaptıkları iyilikleri
dolayısıyla onları mükâfatlandırırız, anlamına da gelebilir.
[8]
8. Biz
insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında
bilgin olmayan bir şeyi Sana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat
etme. Dönüşünüz yalnız Banadır, yaptıklarınızı size haber vereceğim,
9- İman edip
salih amel işleyenleri Biz elbette salihkr arasına katacağız.
"Biz insana
ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik." Tirmizî'nin rivayetine göre
bu âyet-i kerime Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında nâ2il olmuştur. Sa'd b. Ebi Vakkas:
Hakkımda dört âyet-i kerime nazil olmuştur deyip bir olay anlattı. Sa'd'ın
anası dedi ki: Allah (anne babaya) iyi davranmayı emretmedi mi? Allah'a yemin
ederim ben ölünceye yahut sen kâfir oluncaya (Muham-med'i inkâr edinceye) kadar
bir şey yemeyecek bir şey içmeyeceğim. (Sa'd)
dedi ki: Ona bir şeyler yedirmek istedikleri vakit ağzını açmak için
bir tahta parçası sokarlardı... Bunun üzerine şu: "Biz insana
ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik" âyeti nazil oldu. Ebu İsa
(et-Tirmizî) dedi ki; Bu hasen, sahih bir hadistir[9]
Yine Sa'd'ın şöyle
dediği rivayet edilmiştir. Ben anneme karşı çok iyi davranırdım, Müslüman
oldum, bu sefer o; Ya dinini terkedersin, yahutta ben de ölünceye kadar bir şey
yemeyecek ve içmeyeceğim. Böylece bana bu yaptıkların dolayısıyla sen de
ayıplanacaksın, "ey anasının katili!" denilecek. Bir kaç gün bu
şekilde kaldı, sonunda ona: Anacağım dedim. Senin yüz tane canın olsa ve
bunların biri diğerinin arkasına çıksa yine de ben bu dinimi ter-kedecek
değilim. İstersen ye, istemiyorsan yeme. Benim halimi görünce yemek yedi ve:
"Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan birşeyi sana ortak kısman için seni
zorlarlarsa..." âyeti nazil oldu.[10]
İbn Abbas dedi ki:
Âyet-i kerime Ebu Cehiî'in anne bir kardeşi Ayyaş b. Ebi Rebia hakkında nâzii
olmuştur, o da böyle bir şey yapmıştı. Yine ondan rivayete göre bu âyet-i
kerime bütün ümmet hakkında inmiştir. Zira yüce'Allah'ın belâlarına karşı
ancak sıddîklar sabreder.
iyi davranmasını"
lafzı Basralılara göre tekrar (fiilin tekrarı) dolayısıyla nasbedilmiştir.
Yani; "Ve Biz ona iyilik tavsiye ettik" demektir. Bunun kat' üzere
olduğu ve ifadenin takdirinin; Ve Biz
ona iyilikle tavsiye ettik" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu da
"ona hayır tavsiye ettim" derken; demek gibidir ki; anlamındadır,
Kûfeliler ise şöyle
demişlerdir: Bu; " Biz insana iyilik yapmasını tavsiye ettik"
takdirindedir. Buna göre onun için bir fiil takdir edilmiş olur. Şair de şöyle
demektedir:
"Ben Dehmâ'ya
hayret ettim, çünkü bizi şikayet ediyor,
Ebu Dehmâ'ya da hayret
ettim, o da bize hayır tavsiye ediyor.
Dehmâ hakkında; sanki
bizden korktular."
Bu da; o bize ona
hayıriı bir şekilde davranmamızı tavsiye ediyor, anlamındadır. Yüce Allah'ın:
"Boyunlarını... sıvazlamaya başladı" (Sâd, 38/133)
buyruğunda olduğu gibi. Bu da; "Bir şekilde
sıvazlamaya başladı" demektir. İfadenin takdirinin: Biz ona güzel bir iş
ve davranış tavsiye ettik, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu durumda sıfat
mevsufun yerine geçirilmiş ve muzaf hazfedildikten sonra, muzafun ileyh de
onun yerine getirilmiş olur.
Anlamının: "Biz
ona güzel davranma zorunluluğunu koyduk" şeklinde olduğu da söylenmiştir.
"Güzel
davranma" buyruğu genel olarak "ha" ötreli ve sin harfi de sakin
olarak okunmuştur. Ancak Ebu Recâ, Ebu'l-Aliye ve ed-Dahhak "ha" ve
"sin"i üstün okumuştur. el-Cahderî ise mastar olarak;diye okumuştur.
Ubeyy'in Mushaf ında da böyledir.
İfadenin de takdiri:
"Biz İnsana annesine babasına iyilik yapmasını tavsiye ettik"
şeklinde olup burada ("iyilik" anlamındaki lafız): "tavsiye
ettik" ile nasb edilmiş değildir. Çünkü bu fiil hakettiği iki mefulünü
almıştır,
"Dönüşünüz yalnız
Bana'dır." Bu küfür ve nankörlük hususlarında an-ne-babaya itaat edilmesi
halinde tehdit manasınadır, "Dönüşünüz yalnız Banadır. Yaptıklarınızı
size haber vereceğim."
"İman edip salih
amel işleyenleri Biz elbette sallhler arasına katacağız."
Yüce Allah, amel eden
mü'minlerin halini yeniden söz konusu etmektedir ki; insanlar onların
mertebelerine nail olmak için şevk duysun.
"Biz
elbette" onları "sallhler arasına katacağız" buyruğu da bu
manada bir mübalağadır. Yani salâhın en ileri derecesinde olup salâhın en uzak
hedeflerine ulaşmış olanlar demektir. İşte mü'min bu noktaya geldi mi onun semeresini
de, mükâfatını da elde eder ki, o da cennettir.
[11]
10.
İnsanlardan bazısı: "Biz Allah'a iman ettik" derler. Ona Allah yolunda
eziyet olunduğunda, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi sayar. Eğer
Rabbİnden bir yardım gelirse, andolsun ki: "Şüphesiz biz sizinle beraber
idik" diyeceklerdir. Allah âlemlerin kalbinde olanı en iyi bilen değil
midir?
11. Allah
müminleri de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir.
"İnsanlardan
bazısı: Biz Allah'a iman ettik, derler" âyet i kerimesi "Allah'a
iman ettik" diyen münafıklar hakkında inmiştir.
"Ona Allah
yolunda eziyet olunduğunda insanların fitnesini" onların verdikleri
eziyeti âhiretteki "Allah'ın azabı gibi sayar" ve irtidad eder.
"Eğer" mü'minlere "Rabbİnden bir yardım gelirse, andolsun
ki" yalancı oldukları halde, bu mürtedler; "Şüphesiz ki biz sizinle
beraber İdik, diyeceklerdir."
Yüce Allah, onlara
şöyle buyurmaktadır: "Allah, âlemlerin kalbinde olanı, en iyi bilen değil
midir?71 Yani yüce Allah, onların kalplerinde olanı bizzat kendilerinden daha
iyi bilir.
Mücahid dedi ki: Bu
âyet-i kerime dilleriyle iman eden bir takım kimseler hakkında inmiştir.
Bunlara Allah'tan bir belâ ya da nefislerinde bir musibet gelip çatınca
fitneye düştüler, ed-üahhak da şöyle demiştir: Âyet-i kerime Mekke'de iken
iman eden münafık bir takım kimseler hakkında inmiştir. Bunlara eziyet ve
işkence yapılınca tekrar şirke geri döndüler.
İkrime de şöyle
demiştir: Bunlar İslam'a girmiş bîr topluluk idi. Müşrikler onları kendileri
ile birlikte Bedir'e çıkmaya zorladılar. Bazıları Bedir'de öldürüldü. Bunun
üzerine yüce Allah: "Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı
kimselere melekler..." (en-Nisa, 4/97) buyruğunu indirdi. Medine'deki
müslümanlar bu âyeti yazıp Mekke'deki müslümanlara gönderdi. Onlar da Mekke'den
çıktılar, müşrikler arkalarından yetiştiler. Bazıları fitneye düştüler. İşte
bu âyet-i kerime onların hakkında nazil oldu.
Âyet-i kerimenin Ayyaş
b. Ebi Rebia hakkında indiği de söylenmiştir. O müslüman olduktan sonra hicret
etmişti, sonra da eziyete uğratıldı, dövüldü ve irtidad etti. Ebu Cehil ile
el-Haris onu işkencelere maruz bıraktılar ki, anne bir kardeşleri idiler.
İbn Abbas dedi ki:
Bundan sonra bir süre yaşadı ve İslam'a güzel bir şekilde bağlandı.
"Allah mü'minleri
de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir." Kata-de dedi ki: Bu
âyet-i kerime müşriklerin Mekke'ye geri döndürdüğü topluluk hakkında nazil
olmuştur.
[12]
12. İnkâr
edenler, İman edenlere dediler ki: "Bizim yolumuza uyun, günahlarınızı biz
yükleniriz." Halbuki onlar, ötekilerin günahlarından bir şeyi yüklenecek
değillerdir. Muhakkak onlar, elbet-tekİ yalancıdırlar.
13. Andolsun
onlar hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yukleriyle birlikte başka
yükleri de yükleneceklerdir. Hiç şüphesiz yaptıkları iftiralardan kıyamet
gününde muhakkak sorumlu tutulacaklardır.
"İnkâr edenler,
iman edenlere dediler ki: Bizim yolumuza" dinimize "uyun
günahlarınızı biz yükleniriz" buyruğundaki; "Biz yükleniriz"
lafzı emir kipi olması dolayısıyla cezmediimiştir. el-Ferra ile ez-Zec-cac
dediler ki: Bu şart ve cevabı te'vilinde bir emirdir. Yani, eğer bizim yolumuza
uyarsanız biz de günahlarınızı yükleniriz. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"Ben ona: Sen de
dua et, ben de dua edeyim dedim çünkü, İki dua edenin seslenmesi, bir sesi daha
da güzelleştirip."
Eğer sen dua edersen,
ben de dua ederim, demek istemiştir.
el-Mehdevî dedi ki:
Daha sonra: "Muhakkak onlar elbetteki yalancılardır" buyruğunun
gelmesi manaya binaendir. Çünkü buyruk, eğer siz bizim yolumuza uyarsanız, biz
de sizin günahlarınızı yükleniriz, anlamındadır. Burada bu husus mana
İtibariyle verilen bu habere raci olduğundan dolayı, haberin yalanlanması söz
konusu olduğu gibi; bu ifadeleri de yalanlanmış olmaktadır.
Mücahid dedi ki:
Kureyş'ten müşrikler: Biz de, siz de öldükten sonra diriltilmeyeceğiz. Eğer
sizin bir günahınız varsa, bizim üzerimize olsun. Yani sizin için doğacak
sorumlulukları adınıza biz taşıyacağız, dediler. Burada "taşımak"
sorumlu olmak anlamındadır, yoksa sim üzerinde yüklenmek demek 1 değildir.
Rivayete göre bu sözleri söyleyen el-Velid b. el-Muğire imiş.
"Andolsun onlar
hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yük-leriyle birlikte başka
yükleri de taşıyacaklardır." Yani bunların hasenatları bittikten sonra,
zulmettikleri kimselerin günahlarından bunlara yükleti-lecektir. Bu anlamdaki
bir hadis Peygamber (sav)'dan rivayet edilmiş olup Âl-i İmran Sûresi'nde
(3/l6l. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ebu Umame el-Bahİlî dedi ki:
"Kıyamet gününde bir adam, iyilikleri pek çok olduğu halde, getirilir.
Hasenatı sona erinceye kadar onun iyiliklerinden (başkalarına yaptıkları kötülükleri)
takas edilir. Sonra yine ondan hak istemeler devam eder. Bunun üzerine aziz ve
celi I Allah şöyle buyurur: Kuluma (iyiliklerinden) takas yapımz. Melekler:
Onun hiçbir iyiliği kalmadı, derler. Bu sefer: Zulme uğrayanın kötülüklerinden
alınız, bunun üzerine bırakınız." diye buyurur. Rasûlullah (sav) daha
sonra yüce Allah'ın: "Andolsun onlar hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem
de kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yüklenecekler" âyetini
okudu.[13]
Katade dedi ki:
Herhangi bir sapıklığa çağıran kimse, hem o sapıklığın günahını yüklenir, hem
de onunla amel edenin günahını. Bununla birlikte hiçbirisinin günahından da
bir şey eksiltilmiş olmaz. Bunun bir benzeri de: yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Onlar (böylelikle) kıyamet gününde kendilerinin yüklerini tamamen
yüklendikten başka bilgisizce saptırdıkları kimselerin yüklerinden bir kısmım
da yükleneceklerdir." (en-Nahl, 16/25)
Bunun bir benzeri de
Peygamber (sav)'ın şu buyruğudur: "Kim İslam'da kötü bir yohaçacak olursa,
o kötü yolun günahı ve ondan sonra da onunla amel edeceklerin günahı onun
üzerinedir. Bununla birlikte hiçbirinin günahından da bir şey
eksiltilmeyecektir."[14] Bu,
Ebu Hureyre ve başkaları tarafından rivayet edilmiş bir hadistir.
el-Hasen dedi ki:
Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kim bir hidayete çağırır da bu yol üzere
ona tabi olunur ve gereğince amel olunursa, ona tabi olanların ecirleri gibi
ona da verilir. Bu durunn ise onlardan hiçbirisinin ecirlerini eksiltmez. Kim
de bir sapıklığa çağırır da bu hususta ona uyulur ve ondan sonra da onunla
amelde bulunulursa ona tabi olan kimseler arasından o husus ile amel edenlerin
günahlarının bir benzeri de ona verilir ve bu,
onlardan hiçbirisinin günahından bir şey eksiltmez." el-Hasen daha
sonra: "Andolsun onlar hem kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi
yükle-riyle birlikte başka yükleri de yükleneceklerdir" buyruğunu okudu.
Derim ki: Bu mürsel
bir rivayettir. Müslim tarafından rivayet edilen Ebu Hureyre hadisinin manası
da budur. Enes b. Malik'in Rasûlullah (sav)'tan rivayet ettiği hadisin
ifadeleri de şöyledir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Herhangi bir davetçi
bir sapıklığa çağırır ve bu hususta ona tabi olunursa, ona kendisine tabi
olanların günahlarının benzeri yazıhr ve onların günahlarından da hiçbir şey
eksiltilmez. Her kim hidayete çağırır da ona tabi olunursa, ona tabi olan
kimselerin ecirlerinin bir benzeri onun için de vardır ve onların ecirlerinden
hiçbir şey eksiltilmez." Bunu İbn Mace, Sünere'inde rivayet etmiştir[15] Bu
hususta Ebu Cuhayfe ve Cerir'den de rivayetler gelmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Burada maksat, zalimlere yardımcı olanlardır. Maksadın bid'atleri üzere
kendilerine tabi olunan bid'at sahipleri olduğu söylendiği gibi, kendilerinden
sonra gelenler onunla amel edecek olurlarsa sonradan ortaya çıkmış sünnetler
(bid'at yollar) ihdas edenlerdir de söylenmiştir. Mana birbirine yakındır,
hadis bunların hepsini kapsamına almaktadır.
[16]
14. Andolsun
Biz, Nuh'u kavmine gönderdik. O da onlar arasında elli yıl eksik olmak üzere
bin yıl kaldı. Derken onlar zalimler oldukları halde tufan onları yakaladı.
15. Fakat
Biz onu da, gemide olanları da kurtardık. Ve o gemiyi Biz âlemlere bîr âyet
(ibret) kıldık.
"Andolsun Biz,
Nuh'u kavmine gönderdik. O da onlar arasında elli yıl eksik olmak üzere bin yıl
kaldı." Nûh (a.s)'ın kıssasını yüce Allah peygamberini teselli etmek
üzere zikretmektedir. Yani senden önceki peygamberler de kâfirler ile
sınanmışlar ve sabretmişlerdi. Özellikle Nûh (a.s)'ın zikredilmesinin sebebi
yeryüzüne gönderilen ilk rasûlün o oluşundan dolayıdır.
O sırada dünya, daha
önce Hud Sûresi'nde (11/41-44. âyetierin tefsirinde) açıklandığı üzere küfür
ile dolmuştu. Yine el-Hasen'den nakledildiği üztere ve Hud Sûresi'nde de
belirtildiği gibi, Nûh (a.s)'ın, kavminden çektiklerini hiçbir peygamber kavminden
çekmiş değildir.
Katade'nin, Enes'ten
rivayetine güre Peygamber (sav) şüyle buyurmuştur: "İlk rasûl peygamber
Nûh'dur."
Katade dedi ki: Nûh
(a.s) el-Cezire'de peygamber olarak gönderilmiştir. Kaç yıl Ömür sürdüğü
hususunda farklı görüşler vardır. Yaşının şanı yüce Allah'ın Kitabında
zikrettiği kadar olduğu söylenmiştir. Katade dedi ki: O kendilerini davete
başlamadan Önce aralarında üçyüz yıl kaldı. Onları üçyüz yıl davet etti,
Tufan'dan sonra da üçyüz elli yıl yaşadı.
İbn Abbas dedi ki: Nûh
(a.s) kırk yaşında peygamber oldu. Kavmi arasında ise elli yıl eksiği ile bin
yıl süreyle kaldı. Tufan'dan sonra ise insanlar çoğalıp etrafa yayılıncaya
kadar altmış yıl yaşadı. Yine İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
İkiyüzelli yaşında iken peygamber oldu, aralarında elli yıl eksiği ile bin yıl
kaldı. Tufan'dan sonra çja ikiyüz yıl yaşadı. Vehb dedi ki: Nûh (a.s)
ikibindörtyüz ytl yaşadı. Ka'6 el-Ahbar dedi ki: Nûh kavmi arasında elli yıl
eksiği ile bin yıl kaldı. Tufan'dan sonra ise yetmiş yıl yaşadı. Böylelikle
onun toplam yaşı binyirmi yıldır.
Avn b. Ebi Şeddad dedi
ki: Nûh (a.s) üçyüzeili yaşında iken peygamber oldu. Kavmi arasında ise elli
yıl eksiği ile bin yıl kaldı. Tufan'dan sonra ise üçyüzelli yıl yaşadı.
Böylelikle toplam yaşı binaltıyüzelli yıl etmektedir. Buna yakın bir rivayet
el-Hasen'den de gelmiştir. el-Hasen dedi ki: Ölüm meleği Nûh (a.s)'ın ruhunu
kabzetmek üzere geldiğinde; Ey Nûh dedi. Dünyada kaç yıl yaşadın? O:
Peygamberlikten önce üçyüz yıl, kavmim arasında elli eksiği ile bin yit,
Tufan'dan sonra da üçyüz elli yi i, dedi. Ölüm meleği dedi ki: Dünyayı nasıl
buldun? Nûh dedi ki: İki kapısı olan bir ev gibi. Buradan girdim, öbüründen
çıktım.
Enes'in de şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Yüce Allah, Nûh
(a.s)'ı kavmine peygamber olarak göndereceğinde o ikiyüzelli yaşında İdi.
Kavmi arasında elli yıl eksiği ile bin yıl kaldı. Tufan'dan sonra da ikiyüzelli
yıl kaldı. Ona ölüm meleği gelince: Ey Nûh dedi, ey peygamberlerin en büyüğü
ve ey ömrü pek uzun, duası makbul olan kişi! Dünyayı nasıl buldun? diye sordu,
şu cevabı verdi: Kendisine iki kapılı bir ev yapılmış bir adamın, bir kapıdan
girip diğerinden çıkması gibi" dedi.
Şöyle de denilmiştir:
,,,Bu kapılardan birisinden girdi, bir süre oturdu, sonra da öbür kapıdan
çıkıp gitti.
İbnu'l-Verdî dedi ki:
Nûh (a,s) kamıştan bir ev yaptı. Ona: Bir başka ev
yapmış olsaydın keşke, denildi. O: Ölecek kimseye bu
dahi fazladır, dedi. Ebu'l-Muhacir dedi ki: Nûh (a.s) kavmi arasında elli yıl
eksiği iie bin yıl süreyle kıldan bir çadır içerisinde kaldı. Kendisine: Ey
Allah'ın peygamberi, bir ev yapsana, denildi, o: Bugün veya yarın (nasıl oİsa)
öleceğim, dedi.
Vehb b. Münebbih dedi
ki: Nûh (a.s) ölüm korkusu ile beşyüz yıl süreyle kadınlara yaklaşmadı.
Mukatil ve Cüveybir
dedi ki: Adem (a.s)'ın yaşı ilerleyip kemiği zayıflayınca: Ey Rabbim, dedi.
Ben ne zamana kadar çalışıp didineceğim? Ey Âdem dedi, senin sünnet edilmiş bir
evladın oluncaya kadar, diye buyurdu. On batın sonra Nûh dünyaya geldi, O
sırada Âdem -altmış yıl eksiği ile- bin yaşında idi. Bazıları ise kırk yıl
eksiği İİe demişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Nûh (a.s)'ın geriye
doğru soyu şöyledir: Nûh b. Lâmek b, Müteveşlih b. İdris -ki o Ahnûh'dur- b.
Yered b. Mehlayil b. Kaynân b. Enuş b. Şis b. Âdem.
Nuh'un ismi
"es-Seken" idi. Ona es-Seken denilmesinin sebebi insanların Adem'den
sonra ona ulaşmaları, sakin olmalarıdır. O da onların babalarıdır. Onun Sam,
Ham ve Yafes diye üç oğlu oldu. Şam'dan Araplar, Farslar ve Rumlar dünyaya geldi.
Bunların hepsinde de hayır vardır. Ham'ın soyundan Kiptiler, Sudanlılar ve
Berberliler dünyaya geldi. Yafes'in soyundan ise Türkler, İskitler, Ye'cuc İle
Me'cuc dünyaya geldi. Bunlarda hayır yoktur.
İbn Abbas dedi ki:
Şam'ın soyundan gelenler arasında beyaz tenlilikle, buğday tenlilik vardır.
Ham'ın soyundan gelenler ise siyahtırlar, beyaz tenliler azdır. Yafes'in
çocukları -ki bunlar Türklerle, İskitlerdir- sarı ve kırmızı tenlilik vardır.
Onun dördüncü bir oğlu daha vardı ki, bu da suda boğulan Ken'an idi. Araplar da
onu Yâm diye adlandırırlar.
Nûh (ajO'a bu ismin
veriliş sebebi, onun elli yıl eksiği ile bin yıl süreyle kavmini Allah'a davet
ederek nevhetmesi (feryad etmesi)'dir. Onların kâfir olmaları üzerine ağladı ve
onlar için feryad etli (nâhe).
el-Kuşeyrî Ebu'l-Kasım
Abdu'l-Kerim "et-Tahbîr" adlı eserinde şöyle demektedir: Rivayet
olunduğuna göre Nûh (a.s)'ın adı Yeşkur idi. Fakat günahı için çokça
ağladığından ötürü yüce Allah ona: Ey Nûh, daha ne kadar ağlayacaksın, diye
vahyetti. Bundan dolayı da ona Nûh denildi. Bunun üzerine: Ey Allah'ın Rasûlü
onun günahı neydi? diye soruldu. O da şöyle dedi: Yolda geçerken bir köpek
gördü, kendi içinden ne kadar da çirkindir, diye geçirdi. Yüce Allah ona:
Haydi sen ondan daha güzelini yarat! diye vahyetti.
Yezid er-Rukaşî dedi
ki: Ona Nûh adının veriliş sebebi, kendisi hakkında çokça nevh etmesi
(ahufigan etmesOdİr.
Burada niçin;
"Elli yıl eksik olmak üzere bin yıl" diye buyurularak, dokuzyüzelli
yıl denilmedi? diye sorulacak olursa. Buna iki türlü cevap verilir: 1- Bundan
maksat sayının çoğaltılmasıdır. Burada "bin" denilmesi hem lafız
itibariyle hem de sayı itibariyle daha çok söylemeyi gerektirmektedir, y 2- Rivayet olunduğuna göre, ona bin yıllık
ömür verilmişti. O ömründen elli yılı çocuklarından birisine bağışlamıştı. Ölüm
vakti gelince, bu sefer bini tamamlamaya döndü. Şanı yüce Allah bu eksiltmenin
onun tarafından olduğuna dikkat çekmek üzere bunu böylece zikretti. (Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır).
"Derken onlar
zalimler oldukları halde tufan onları yakaladı." İbn Abbas, Said b. Cübeyr
ve Katade: Tufan'dan kasıt yağmurdur; ed-Dahhak da, suda boğulmaktır,
demişlerdir, ölüm olduğu da söylenmiştir. Bunu da Aişe (r.anha), Peygamber
(sav)'dan rivayet etmiştir. Şairin şu mısraında da bu anlamda kullanılmıştır:
"Onları önüne
katıp sürükleyici bir ölüm tufanı yok etti."
en-Nehhâs dedi ki:
Yağmur, öldürmek ya da ölüm gibi herkesin etrafını kuşatan ve çok olan herşeye
"tûfân" denilir.
"Onlar zalimler
oldukları halde" cümlesi hal konumundadır. "Bin yıl" ise zarf
olarak nasbediimiştir. "Elli yü eksik olmak üzere" anlamındaki buyruk
da mûceb cümleden müstesna olarak nasbediimiştir. Sibeveyh'e göre de bu mef'ul
ayanndadır. Çünkü ona göre böyle bir istisnaya meful gibi ihtiyaç duyulmaz.
el-Müberred, Ebu'l-Abbas, Muhammed b. Yezid ise: O (ıstisnâ) ona göre katıksız
meful durumundadır. Sanki; "Zeyd'i istisna ettim" denilmiş gibi
olur.
Hasen b. Ğalib b.
Necih Ebu'l-Kasım el-Mısrî rivayet ediyor: Bize Malik b. Enes, ez-Zühri'den o
İbn el-Müseyyeb'den, o Übeyy b. Ka'b'dan dedi ki: Ra-sûlullah (sav) şöyle
buyurdu: "Cebrail benim ile Ömer'in fazileti hususunda konuşuyor idi. Ben:
Ey Cebrail Ömer'in fazileti ne derecedir? diye sordum. Bana: Ey Muhammed dedi.
Eğer seninle birlikte Nuh'un kavmi arasında kaldığı süre kadar kalacak dahi
olsam, ben sana Ömer'in faziletini yeteri kadar anlatmış olamam." Bunu
el-Hatib Ebubekir Ahmed b. Sabit el-Bağdadî zikretmiş ve şöyle demiştir: Bu
rivayeti Hassan b. Galib tek başına Ma-lik'ren rivayet etmiştir. Malik'ten
böyle bir hadis sabit değildir.
"Fakat Biz onu
da, gemide olanları da" buyruğundaki "gemide olanlar" lafzı
"onu" lafzındaki zamire atfedilmiştir.
"Kurtardık ve o
gemiyi Biz alemlere bir âyet (ibret) kıldık" buyruğunda yer alan "o
gemiyi" lafzındaki "elif ve "he" zamiri (o) gemiye yahut cezaya
ya da kurtuluşa ait bir zamirdir. Buna göre bu hususta üç görüş vardır.
[17]
16.
İbrahim'i de (peygamber gönderdik). Hani o kavmine şöyle demişti:
"Allah'a ibadet edin ve Ondan korkun, çünkü bu sizin için daha hayırlıdır.
Eğer bilirseniz.
17.
"Siz ancak Allah'tan başka bir takım putlara İbadet ediyor ve aslı
olmayan yalanlar düzüyorsunuz. Şu Allah'tan başka ibadet etmekte olduklarınız
size bir nzık vermeye şüphesiz güç yetîre-mezler. O halde rızkı Allah katında
arayın. O'na ibadet edin ve O'na şükrediniz. Yalnız O'na döndürüleceksiniz.
18.
"Eğer yalanlarsanız, sizden önce gelen ümmetler de yalanlamıştır.
Peygambere düşen apaçık tebliğ etmekten ibarettir."
19.
Görmediler mi Allah yaratmaya nasıl başlıyor? Sonra da onu tekrar geri
çevirecektir. Muhakkak bu Allah'a göre çok kolaydır.
"İbrahim'i
de" buyruğu ile ilgili el-Kisaî şöyle demektedir: "ibrahim'i
de" buyruğu "kurtardık" buyruğu ile nasbedilmiştir. Yani burada
"onu" buyruğuna atfedil m iştir. el-Kisaî bu buyruğun "Nûh"a
atfedilmiş olmasını da uygun kabul etmektedir. O takdirde: biz İbrahim'i de
peygamber olarak gönderdik, anlamıda olur. Üçüncü bir görüşe göre de
"İbrahim'i de an" anlamında nasbedilmiş olabilir.
Hani o kavmine şöyle
demişti: "Allah'a İbadet edin" ibadeti yalnız O'na yapın "ve
O'ndan" O'nun ceza ve azabından "korkun. Çünkü bu sizin için* putlara
ibadet etmekten "daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz."
"Siz ancak
Allah'tan başka bir takım putlara" heykellere "ibadet ediyor...sunuz."
Ebu Ubeyde dedi ki; Sanem (heykel) altın, gümüş veya bakırdan yapılan ma'bud
suretidir. Vesen (put) ise alçı ya da taşlan yapılan ma'bud suretidir.
el-Cevherî der ki: Vesen, sanem ile aynı anlamdadır. Ve-sen'in çoğulu; ile diye
gelir. "Arslan" anlamındaki lafzın ile diye gelmesi gibi,
"Ve aslı olmayan
yalanlar düzüyorsunuz." el-Hasen dedi ki: Buradaki "Düzüyorsunuz"
aslında yontuyorsunuz anlamındadır. Yani sizler bizzat kendinizin yapmış olduğu
putlara ibadet ediyorsunuz. Mücahid dedi ki: İfk, yalan demektir. Yani sizler
putlara ibadet ediyor ve yalan uyduruyorsunuz.
Ebu Abdu'r-Rahman da
-"düzüyorsunuz" anlamındaki lafzı-: diye okumaktadır. Bu diye de
okunmuştur ki; bu da den gelip çokluk anlamını ifade eder. Buna karşılık; ise dan gelmektedir ki; çok çok yalan söyledi ve
yalan iddialarda bulundu demek.
"Aslı olmayan
yalanlar" anlamı verilen lafız da; diye de okunmuştur. Bu da iki şekilde
açıklanabilir. Ya; " Yalan söyledi" ve; "Oynadı"
kabilinden bir mastar olur. Bu durumda "Aslı olmayan yalan" ondan
hafifletilmiş (yani sakin olan fe esreli okunmuş) olur. "Yalan" ile;
"Oyun" kelimeleri gibi; ya da "fa'il" vezninde bir sıfat(-ı
müşeb-behe) olabilir. Bu da anlamına gelir ki; asılsız olan batıl olan, bir
şeyi uyduruyorsunuz, demek olur.
"Putlara"
lafzı "ibadet ediyor(sunuz)" ile nasb edilmiştir.ise kâffe (yani
başındaki inne'nin amelini önleyen)dir.
Kur'ân-ı Kerîm'in
dışında (benzeri cümlelerde) "putlar" anlamındaki kelimenin edatı, nin
ismi kabul edilmek suretiyle ref olarak okunması "ibadet
ediyor(sunuz)" da onun sılası kabul edilmesi mümkündür. Bu durumda
"he" zamiri de ismin uzunluğundan ötürü hazfedilmiş, buna karşılık
"putlar" anlamındaki kelime nin haberi olmuştur.
"Asl1 olmayan
yalanlar düzüyorsunuz" kıraatinde ise "aslı olmayan yalanlar"
anlamındaki lafız fiil ile nasbedilmiştir. Başka bir açıklaması yoktur.
Aynı şekilde; "Şu
Allah'tan başka ibadet etmekte olduklarınız, size bir
rızk vermeye güç yetiremezler" buyruğu da
böyledir. Yani sizler nzıkları-nız ile ilgili taleplerinizi sadece Allah'a
yöneltiniz, yalnız O'ndan rızık isteyiniz, başkasından değil.
"Eğer
yalanlarsanız, sizden önce gelen ümmetler de yalanlamıştır." Bu
buyruğun İbrahim
(a.s)'ın söylediği sözler cümlesinden olduğu belirtilmiştir. Yani yalanlamak
kâfirlerin adetidir, rasûllerin ise tebliğ etmekten başka görevleri yoktur.
"Görmediler mi ki
Allah yaratmaya nasıl başlıyor."
Genelde
"Görmediler mi
ki" buyruğu haber vermek ve onları azarlamak manasıyla "ya" ile
okunmuştur, Ebu Ubeyd ile Ebu Hatim'in tercihi budur. Ebu Ubeyd dedi ki; Çünkü
daha önce ümmetlerden söze dil mistir. Sanki şöyle buyurulmuş gibidir: Geçmiş
ümmetler görmediler mi kî...
Buna karşılık
Ebubekir, el-A'meş, İbn Vessâb, Hamza ve el-Kisaî ise hitap kipi ile; "Görmediniz
mi" diye "te" ile okumuşlardır. Çünkü daha önceden "eğer
yalanlarsanız" diye buyuru İm ustur. "Eğer yalanlarsanız" buyruğunun
Kureyşlilere hitap olduğu, İbrahim (a.s)'ın sözlerinden olmadığı da
söylenmiştir.
"Sonra onu tekrar
geri çevirecektir." Yani tekrar yaratacak ve öldükten sonra diriltecektir.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir; Yani onlar yüce Allah'ın meyve ve mahsulleri nasıl ilkin
yarattığı m görmediler mi? Bunlar önce canlanmakta, sonra yok olmakta, sonra
onları tekrar diriltmekte ve bu böylece sürüp gitmekledir. Aynı şekilde ilk
olarak insanı da yaratmakla, sonra ondan çoluk-çocuk var ettikten sonra tekrar
onu öldürmektedir. Çocuklarından başka çocuklar da var edip gitmektedir. Diğer
canlılar da böyledir. Yani sizler Onun yeniden yaratmaya ve icad etmeye dair
kudretini gördüğünüze göre şunu bilin ki, O ölümden sonra tekrar yaratmaya da
kadirdir. "Muhakkak bu Allah'a göre çok kolaydır." Çünkü O, bir şeyin
var olmasını istedi rni ona ol der, o da hemen oluverir.
[18]
20. De ki;
"Yeryüzünde gezip dolaşın da yaratmaya nasıl başladığına bir bakın.
Bundan sonra Allah âhiret hayatını tekrar yaratacaktır. Çünkü Allah herşeye
kadirdir.
21.
Dilediğine azab eder, dilediğine de rahmet eder ve yalnız O'na çevrileceksiniz.
22. Yerde
de, gökte de siz âciz bırakabilecekler değilsiniz. Sizin için Allah'tan başka
bir veli ve bir yardımcı da yoktur.
23. Allah'ın
âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenler; onlar Benim rahmetimden ümit
kestiler ve onlar için çok acıklı bir azab da vardır.
24. Bunun
üzerine kavminin cevabı: "Onu öldürün yahut onu yakın" demelerinden
başka bir şey olmadı. Allah onu ateşten kurtardı. Muhakkak bunda iman eden bir
topluluk için âyetler vardır.
25. Dedi ki:
"Siz ancak dünya hayatında kendi aranızda bir dostluk için Allah'tan başka
bir takım putlar edindiniz. Sonra Kıyamet gününde kiminiz, kiminizi red ve
inkâr edecek ve bazınız bazınıza lanet edecektir. Yeriniz de cehennemdir,
yardımcılarınız da yoktur."
Ya Muhammed, onlara
**de ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da yaratmaya"
yaratıkların
çokluklarına, şekillerinin farklılıklarına, dillerinin, renk ve tabiatlarının
ayrı ayrı oluşuna rağmen "nasıl başladığına bir bakın!" Önceki nesillerin
yaşadıkları yerlere, onların ülkelerine, geriye bıraktıkları eserlerine ve
onları nasıl helak ettiğine bir bakın! Böylelikle yüce Allah'ın kudretinin
kemalini bilmiş olacaksınız.
"Bundan sonra
Allah âhiret hayatını tekrar yaratacaktır." Ebu Amr ve
İbn Kesir ("hayat" anlamını verdiğimiz):
kelimesini "şın" harfini üstün olmak üzere diye okumuşlardır ki;
bunlar iki ayrı söyleyiştir. Şefkat anlamına gelen "re'fet"in; ile ye
okunması ve benzeri diğer kelimelerde olduğu gibi.
el-Cevherî dedi ki:
Allah onu yarattı" demektir. İsmi de; ile şeklinde medle gelir. Bu da Ebu
Amr b. el-Ala'dan nakledilmiştir.
"Çünkü Allah
herşeye kadirdir, dilediğine" adaletinin tecellisi olarak "azab eder,
dilediğine de" lütfü ile "rahmet eder ve yalnız O'na çevrileceksiniz"
döndürüleceksiniz.
"Yerde de, gökte
de siz aciz bırakabilecekler değilsiniz." el-Ferrâ dedi ki: Bu buyruk;
Gökte olan kimseler de Allah'ı âciz bırakamazlar" şeklindedir.[19]
Arapçada bu söyleyiş üstü kapalı bir ifadedir. Buna sebeb ise ikincisinde
ortaya çıkmayan (ve el-Ferra'nın; "kimse" anlamını verdiğimiz
"men" diye takdir ettiği) ikinci (matuD cümledeki zamirdir. Bu da
Hassan'ın şu sözüne benzer:
"Aranızda» Allah
Rasûlünü hicveden kimse de, Onu öven ve ona yardım eden de birdir."
Şair burada "onu
Öven ve ona yardım eden kimse birdir" demek istemiş ve burada; "
Kimse" lafzını takdir etmiştir. Abdurrahman b. Zeyd de böyle demiştir.
Bunun bir benzen de yüce Allah'ın: "Bizden bilinen bir makamı olmayan
yoktur." (es-Sâffât, 37/164) buyruğudur ki; "Herbirimiz için.,."
demektir. Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Yeryüzünde yeryüzündekiler ve
semadakiler -O'na isyan edecek olurlarsa- şüphesiz Allah'ı âciz bırakamazlar.
Kutrub dedi ki: Eğer orada
olsaydınız semada da (âciz bırakamazdınız) demektir. Bu da bir kimsenin: Filan
kişi Basra'da da elimden kurtulamaz, burada da elimden kurtulamaz, demeye
benzer ki; Basra'ya gidecek olsa dahi elimden kurtulamaz demektir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yerde olsun, gökte olsun O'ndan kaçamazlar anlamındadır.
el-Müberred dedi ki: Buyruk; "Gökte bulunanlar da (âciz bırakabilecek
değilsiniz)" anlamında olabilir. Bu durumda; "...anlar" mevsul
bir isim olmayıp nekredir ve "gökte" de onun sıfatı olur. Sıfat da mevsufun
yerine geçirilmiş olur.
Ancak Ali b. Süleyman
bunu kabul etmeyerek, bu caiz değildir der. Zira; nekre olduğu takdirde onun
sıfat alması kaçınılmazdır. Sıfatı da sıla gibidir. Mevsul'un hazfedilmesi ve
sılanın bırakılması da caiz değildir. (Ali b. Süleyman) dedi ki: İnsanlarla
aklen kavrayabilecekleri ifadelerle hitab edilmiştir. Yani sizler semada
olsaydınız dahi Allah'ı âciz bırakamazdınız, demektir. Yüce Allah'ın; 'Yüksek
kaleler içinde olsanız bile" (en-Nisâ, 4/78) buyruğunda olduğu gibi.
"Sizin için
Allah'tan başka bir veli ve bir yardımcı da yoktur." Bu buyrukta; "Ve
bir yardımcı da" buyruğunun; şeklinde mahalline atf ile rnerfu olması da
mümkündür. Bu durumda; 2aid (fazladan) gelmiş olur.
"Allah'ın
âyetlerini" yani Kur'ân-ı Kerîm'i ya da ortada mevcut bulunan delillerle
pek büyük belge ve alâmetleri "ve O'na kavuşmayı inkâr edenler, onlar
Benim rahmetimden" yani cennetten "ümit kestiler." Burada ye'si
(ümit kesmeyi) onlara nisbet etmiş olmakla birlikte, onlar cennetten yana
ümitsiz bırakılmışlardır, ümitleri kesilmiştir anlamındadır. Bu âyet-i kerimeler
yüce Allah tarafından bir itiraz (kıssa arasına yerleştirilmiş ara cümleler)
olup bunlardan maksat, Mekkelilere hatırlatıp öğüt vermek ve onları
sakın-dırmaktır. Daha sonra hitab tekrar İbrahim (a.s)'ın kıssasına dönmekte ve
şöyle buyurmaktadır:
İbrahim (a,s) kavmini
yüce Allah'a davet ettiğinde "kavminin cevabı: Onu öldürün yahut onu yakın
demelerinden başka bir şey olmadı." Sonra da onu yakmak noktasında görüş
birliğine vardılar. "Allah onu ateşten" yani ateşin ona eziyet
vermesinden "kurtardı. Muhakkak bunda" onun bu muazzam ateşe
atılmasından sonra dahi onu yakmayarak, bu ateşten kurtarmasında "iman
eden bir topluluk için âyetler vardır."
"Cevabı"
anlamındaki lafız genel olarak; "İdİ"nin haberi olmak üzere
"be" harfini nasb (üstün) ile okunmuştur, Demeleri" lafzı da: 'nin ismi olarak
ref mahallindedir.
Salim el-Aftas ile Amr
b. Dinar ise "cevabı" anlamındaki lafzı; şeklinde ref ile okuyarak 'nin
ismi kabul etmişler 'i ise haber yerinde nasb mahallinde diye
değerlendirmişlerdir.
İbrahim "dedi ki;
Siz ancak dünya hayatında kendi aranızda bir dostluk için Allah'tan başka bir
takım putları edindiniz." Hafs ıiu Hamza "Kendi aranızda dostluk
için'7 diye okumuşlardır. İbn Kesir, Ebu Amr ve el-Kisaî ise diye okumuşlar,
el-A'şa, Ebubekir'den, o da Asım, İbn Vessâb ve el-A'meş'den;diye, diğerleri
ise; şeklinde okumuşlardır.
İbn Kesir'in kıraati
üç türlü açıklanabilir. ez-Zeccac bunlardan ikisini zikretmiştir.
1- "Dostluk" kelimesi, 'in haberi olarak
merfu gelmiş olup da, anlamında ism-i
mevsuldür. İfadenin takdiri de şöyle olur: Sizin Allah'tan başka put
edindikleriniz aranızdaki sevgidir.
2- Bir mübtedâ takdir edilmiş olur, o da; "İşte
o... bir dostluktur" yahutta; İşte bu aranızdaki dostluktur,"
şeklinde olur. Buyruğun anlamı da: Sizin ilâhlarınız yahutta sizin
topluluğunuz kendi aranızdaki bir dostluk(dan ibareOdir.
İbnu'l-Enbarî dedi ki:
"İşte bu aranızdaki sevgidir, dostluktur" takdiri ile
"dostluk" anlamındaki lafzı merfu okuyanlar İçin "Putları"
anlamındaki lafız üzerinde güzel bir vakıftır. "Dostluk* anlamındaki
lafzı ( âl)'İn haberi olarak merfu okuyanlar ise vakıf yapmazlar.
3-
ez-Zeccac'ın sözünü etmediği üçüncü şekle gelince, "dostluk" anlamındaki
lafız mübtedâ olarak merfû' "dünya hayatında" lafzı da onun haberi
olur. "Dostluk" anlamındaki lafzın "aranızdaki" lafza izafe
yapılmasına gelince, o takdirde "aranızda" lafzı zarf değil, isim
kabul edilmiş olur. Nahivciler ise bu gibi haller hakkında tevsi'an
(genişleterek) bunu mef ul kabul etmiştir, derler.
Sibeveyh de; "Ey
bu gece ev ahalisinden hırsızlık yapan kişi!" ifadesinin kullanıldığını
nakletmiştir. Zarf olarak ona muzaf yapıi-ması ise caiz değildir. Bunun
sebebini zikretmenin yeri ise burası değildir.
"Dostluk"
lafzını merfu ve tenvinli olarak okuyanlara gelince, az Önce belirtilen anlamda
kullanmış olur. "Aranızda" anlamındaki lafzı da nasb ile zarf olarak
okumuş olur.
"Dostluk"
lafzını tenvinsiz olarak nasb edenlerin kıraatine göre ise; bunu
"edinme" fiilinin mef'uiü olarak nasb etmiş ve "Ancak"
edatını tek bir edat olarak kabul edip bunu; anlamında ism-i mevsul kabul
etmemiştir. Bununla birlikte "dostluk" anlamındaki lafzın mef'ulün
leh olmak üzere nasb edilmesi de mümkündür. (Mealde olduğu gibi.) Bu da bir kimsenin;
"Hayır aramak için yanma geldim" ve; "Filana olana olan sevgim
dolayısıyla gittim" demeye benzer. "Aranızda" lafzı da cer ile
okunur.
"Dostluktu tenvin
ile ve nasb ile okuyanlara gelince, az önce belirtilen sebep dolayısıyla böyle
okumuşlardır. "Aranızda" lafzını ise izafet-siz olarak nasb ile
okurlar. İbnu'l-Enbari dedi ki: Aranızda bir dostluk için" diye okuyanlar
ile; "Bir dostluk için" diye okuyanlar "putları"
anlamındaki lafız üzerinde vakıf yapmaz "dünya hayatında" lafızları
üzerinde vakıf yapar. Âyetin anlamı da şöyle olur: Sizler putları onlar
dolayısıyla dünya hayatında birbirinize sevgi beslemek ve onlara ibadet etmek
için ortaya koymuşsunuz, edinmişsiniz.
"Sonra kıyamet
gününde kiminiz, kiminizi red ve İnkâr edecek ve bazınız bazınıza lanet
edecektir." Putlar kendilerine ibadet edenlerden uzaklıklarını
bildirecekler. İleri gelenler diğerleriyle İlişkilerinin bulunmadığını söyleyeceklerdir.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O günde dostlar birbirlerine
düşmandır. Takva sahipleri müstesna." (ez-Zuhruf, 43/67)
"Yeriniz de
cehennemdir." Bu, ileri gelenleriyle, onlara uyanlanyla, bütün puta
tapıcılara yönelik bir hitabtır. Putların da bunun kapsamına girdiği de
söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Gerçekten siz de, Allah'tan başka taptıklarınız
da cehennemin odunusunuz" (el-Enbiya, 21/98) buyruğunda olduğu gibi.
[20]
26. Bunun
üzerine kendisine Lüt iman etti ve: "Doğrusu ben Rab-bime hicret
edeceğim" dedi, şüphe yok ki O Azîzdir, Hakimdir,
27. Ve Biz
ona İshak'ı ve Ya'kub'u da bağışladık. Soyundan gelenlere de peygamberlik ve
kitabı verdik. Ona mükâfatını dünyada verdik, âhirette de muhakkak ki o,
salihlcrdendİr.
"Bunun üzerine
kendisine Lût iman etti." Lût. ateşin İbrahim (a.s) için serin ve selâmet
olduğunu görünce ona ilk iman eden, onu ilk tasdik eden kişi olmuştu. İbn İshak
dedi ki: Lût, İbrahim'e iman etti. Onun kızkardeşinın oğlu idi. Sara da ona
iman etti, o da onun amcasının kızı idi.
"Ve doğrusu ben
Rabbime hicret edeceğim, dedi." en-Nehaî île Katade dediler ki:
"Doğrusu ben Rabbime hicret edeceğim" diyen İbrahim (a.s)'dır. Katade
dedi ki: İbrahim, Kûfe'ye bağlı bir kasaba olan Kûsâ'dan, Harran'a oradan
Şam'a hicret etti. Beraberinde de kardeşinin oğlu Haran b. Tarih'in oğlu Lût
İle kendi hanımı Sara da vardı.
el-Kelbî dedi ki: Harran
topraklarından, Filistin'e hicret etti. O küfür topraklarından hicret eden ilk
kişidir.
Mukatil dedi ki:
İbrahim yetmtşbeş yaşında iken hicret etti.
"Doğrusu ben
Rabbime hicret edeceğim" diyenin Lût (a.s) olduğu da söylenmiştir.
el-Beyhakî, Katade'den şöyle dediğini zikretmektedir: Allah için ailesiyle
birlikte ilk hicret eden kişi Osman (r.a)'dır. Katade dedi ki: Ben en-Nadr b.
Enes'İ şöyle derken dinledim: Ben Ebu Hamza'yı -Enes b. Malik'i kastediyor-
şöyle derken dinledim: Osman b. Affan beraberinde Rasûluliah (sav)'ın kızı
Rukayye olduğu halde Habeş topraklarına hicret etti. Onlara dair haberin
Rasûlullah'a (sav) ulaşması gecikti. Kureyşlilerden bir kadın gelip; Ey
Muhammed, dedi. Ben senin damadını, hanımı ile birlikte gördüm. O: "Onları
nasıl bir durumda gördün?" diye sorunca kadın şöyle dedi: Ben onu, hanımını
şu pek hızlı yürüyemiyen zayıflar arasından bir eşeğe bindirmiş, kendisi de
eşeği arkadan güttüğünü gördüm. Bunun üzerine Rasûiullah (sav) şöyle buyurdu:
"Allah onlarla beraber olsun. Şüphesiz ki Osman, Lût'tan sonra ailesiyle
birlikte hicret eden ilk kişidir."[21]
el-Beyhakî dedi ki: Bu ilk (Habeşistan) hicretinde idi. Habeşistan'a ikinci
hicret ise el-Vakidî'nin ileri sürdüğüne göre Rasûiullah (sav)'ın
peygamberliğinin beşinci yılına rastlar.
"Rabbime"
yani Rabbİmin nzasına ve Rabbimin emrettiği yere "hicret edeceğim, dedi.
Şüphe yok ki O, Azizdir, Hakimdir." Bu güzel isimlere dair açıklamalar
daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Hicrete dair açıklamalar da daha önceden
en-Nisa Sûresi'nde (4/100. âyet, 5. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş
bulunmaktadır.
"Ve Biz ona
îshak'ı ve Yakub'u da bağışladık." Yani yüce Allah ona çocuklar
bağışlamak suretiyle lutufta bulundu. Ona İshak'ı oğul olarak bağışladığı
gibi, Yakub'u da oğlunun oğlu (torunu) olarak bağışladı. Ona İshak'ı,
İsmail'den sonra bağışladı. Yakub da, İshak'tan torunudur.
"Soyundan
gelenlere de peygamberlik ve kitabı verdi." İbrahim (a.s)'dan sonra ne
kadar peygamber gönderildi ise hep onun soyundan gelmiştir. Burada
"kitab"ın tekil gelmesi "nübüvvet" gibi mastarın
kastedilmiş olmasından dolayıdır. Maksat ise Tevrat, İncil ve Furkan'dır.
Dolayısıyla burada "kitap" f çoğulu ifade eden bir tabirdir. Tevrat,
İbrahim (a.s)'m soyundan gelen Musa (a.s)'a indirilmiştir. İncil yine onun soyundan
gelenlerden İsa. (a.s)'a, Furkan da onun soyundan gelen Muhammed (sav)'a
indirilmiştir.
"Ona mükâfatını
dünyada verdik." Bundan kasıt bütün din mensuplarının ortak bir şekilde
ona saygı duymalarıdır. Bu açıklamayı İkrime yapmıştır. Süfyan, Humeyd b.
Kays'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Said b. Cü-beyr birisine İkrime'ye
yüce Allah'ın: "Ona mükâfatını dünyada verdik" buyruğu hakkında soru
sormasını emretmişti. İkrime şöyle demişti: Herbir din mensubu ona bağlı
olduğunu iddia eder ve o bizdendir, der. Said b. Cübeyr doğru söyledi, dedi.
Katade dedi ki: Bu, yüce Allah'ın: "Biz ona dünyada bir güzellik
verdik" (en-Nahl, 16/122) buyruğu gibidir. Yani ona güzel bir akıbet,
salih bir amel ve güzel bir övgü verdik. Çünkü herbir din mensubu onu kendilerinden
bilirler, onu veli edinirler.
"Ona mükâfatını
dünyada verdik" buyruğu, peygamberlerin büyük çoğunluğu onun soyundan
gelmişlerdir, diye de açıklanmıştır.
"Âhirette de
muhakkak ki o saHhlerdendir." Burada "âhirette" buyru ğu sılanın
kapsamında değildir. Bu bir temyizdir. Buna dair açıklamalar daha önce
el-Bakara Sûresi'nde (2/130. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Bütün bunlar hak din
üzere sabır hususunda İbrahim (a.s)'a uymaya bir teşviktir.
[22]
28. Ve Lût'u da (hatırla). Hani o kavmine demişti
ki: "Gerçekten sizler alemlerden sizden önce kimsenin işlemediği hayâsızca
bir iş yapmaktasınız.
29.
"SİZ erkeklere yaklaşıp yol kesmeye ve toplantı yerinizde mün-kerî yapmaya
devam edip duracaksınız öyle mi?" Kavminin cevabi: "Allah'ın azabını
bize getir, eğer sâdıklardan isen" demekten başka olmadı.
30. O da:
"Rabbim, bu fesatçılar topluluğuna karşı bana yardım et" dedi.
31.
Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldiklerinde dediler ki: "Muhakkak ki
biz şu kasaba halkını helak edeceğiz. Çünkü oranın halkı zalimler
oldular."
32.
"Ama orada Lût da var" dedi. "Biz orada olanları daha iyi biliriz.
Biz onu ve -karısı dışında- aile halkını elbette kurtaracağız. Çünkü o kadın
geride kalacaklardandır" dediler.
33.
Elçilerimiz Lût'a geldiklerinde, onlar için tasalandı ve onlar için elinden bir
şey gelmedi. Dediler ki: "Korkma ve kederlenme! Çünkü biz seni ve -karın
müstesna- aile halkını kurtaracağız. Çünkü o geride kalacaklardandır.
34.
"Biz bu kasaba halkı üzerine, yaptıkları fâsıklık sebebi ile, muhakkak ki
gökten bir azab indireceğiz."
35. Andolsun
Biz, akıl erdiren bir topluluk İçin o kasabadan apaçık bir belge bıraktık.
"Ve Lüt'u da
(hatsrla)! Hani o kavmine demişti ki..." el-Kisaî dedi ki: Buyruk Lûı'u
da kurtardık yahut Lût'u da peygamber olarak gönderdik, anlamındadır,
(el-Kisai devamla) dedi ki; Bu şekildeki bir açıklamayı ben daha çok severim.
Bununla birlikte anlamın Lût'u da hatırla, hani o kavmine onları azarlayarak
ya da sakındırarak demişti ki... şeklinde olması da mümkündür.
"Gerçekten sizler
âlemlerden sizden önce kimsenin işlemediği hayâsızca bir işi yapmaktasınız."
Buyruğundaki "gerçekten sizler... mi"
lafzının: "Gerçekten
sizler.,, mi" şeklindeki kıraati ve bu kıraate dair açıklamalar daha önce
el-Araf Sûresi'nde (7/81. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi Lût (a.s)'ın ve
kavminin kıssası da yine daha önce el-Araf Sûresi'nde (7/81. âyet ve devamının
tefsirinde) ile Hud Sûresi'nde (11/77. âyet ve devamının tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"Yol
kesmeye..." Denildiğine güre onlar, yol kesicilîkle uğraşırlardı. Bu
açıklama İbn Zeyd'e aittir. Onların hayâsızlık işlemek maksadıyla yoldan gidip
gelenleri aldıkları da söylenmiştir ki; bunu İbn Şecere nakletmiştir. Bir diğer
açıklamaya göre burada maksat kadınları bırakıp erkeklere yönelmek suretiyle
neslin kesilmesidir. Bu açıklamayı da Vehb b. Münebbih yapmıştır. Yani onlar
erkeklerle uğraşarak kadınlara ihtiyaç hissetmemişlerdir.
Derim kî: Belki de
bütün bunlar onlarda toplanmıştı. Hem mallarını alıyorlar, hem hayâsızlık
işlemek için yol kesiyorlar ve böylelikle de kadınlara ihtiyaç duymuyorlardı.
"Ve toplantı
yerinizde münkeri yapmaya devam edip duracaksınız öyle mi?" Âyet-i
kerimede geçen "nâdî" meclis demektir. Meclislerinde işledikleri
münkerin mahiyeti hakkında da görüş ayrılığı vardır. Bir kesim şöyle demiştir:
Onlar kadınlara küçük taşlar fırlatır, yabancı kimselerle, yolları yanlarından
uğrayanlarla alay ederlerdi. Um Hani' bunu, Peygamber (sav)'dan rivayet
etmiştir. Um Hani' dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)'a yüce Allah'ın: "Ve toplantı
yerinizde münkeri yapmaya devam edip duracaksınız öyle mi?" buyruğu
hakkında sordum da şöyle buyurdu: "Onlar bulundukları yerden geçenlere
küçük taşlar atar, o kimselerle alay ederlerdi. İşte onların yaptıkları münker
budur." Bunu Ebu Dâvûd et-Tayalisî, Müsned'ınde zikretmiştir,[23]
Ayrıca en-Nehhâs,
es-Sa'lebî, e]-Mehdevî ve el-Maverdî de bunu zikretmiştir. es-Sa'lebî'nin
naklettiğine göre Muaviye şöyle demiştir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Lût
kavmi meclislerinde otururlar ve herbir kişinin önünde içinde (gidip gelene)
atmak maksadıyla çakıl taşları bulunan bir de kap bulunurdu. Yoldan geçen
birisi önlerinden geçti mi ona taş atarlardı. Kim ona isabet ettirirse, o
diğerlerine göre o kişi üzerinde öncelikli sayılırdı." Yani fuhuş işlemek
üzere o kişiyi alır giderdi. İşte yüce Allah'ın: "Toplantıyerinizde
münkeri yapmaya..." buyruğu bunu anlatmaktadır.
Aişe, İbn Abbas,
el-Kasım b. Ebi Bezze ile el-Kasım b. Muhammed dediler ki: Lût kavmi
meclislerinde osururiardı. Mansur, Mücahid'den naklen dedi ki: Onlar biri
diğerinin gözü önünde meclislerinde erkeklere varırlardı.
Mücahid'den de şöyle
dediği nakledilmiştir: Güvercinlerle oynamak, parmak uçlarını kınalamak, ıslık
çalmak, çakıl taşları atmak ve bütün işlerinde hayayı bir kenara bırakmak,
onların kötü adetlerinden di.
İbn Atiyye dedi ki: Bu
hususların ümmet-i Muhammed arasındaki kimi günahkârlarda bulunması mümkündür.
Böyle bir durumda nehyleşmek (bu münkeri işleyenlere vazgeçmelerini söylemek)
bir farzdır.
Mekhûl dedi ki: Bu
ümmette Lût kavmi ahlâkından on haslet vardır: Sakız çiğnemek, parmak uçlarını
kınalamak, izan çözmek (belden aşağıyı örten elbiseyi bağlamamak), parmakları
çıtlatmak, (çıplak) başın etrafında sarık sarmak, teşâbük
[24]
küçük çakıl taşları atmak, ıslık çalmak, taş atmak ve lutîük yapmak,
İbn Abbas dedi ki: Lût
kavminin hayâsızlığın dışında da bir takım günahları vardı. Bazıları
şunlardır: Birbirlerine zuîmederlerdi, birbirlerine sövüp sayarlardı,
meclislerinde osururlardı, çakıl taşlan atar, zar ve satranç oynarlar, boyanmış
eEbiseler giyer, horoz döğüştürür, koçları toslaşurır, parmak uçlarını
kınalarlar, erkekler kadınların elbiselerine benzer elbiseler, kadınlar da
erkeklerinkine benzer elbiseler giyer, yoldan gidip gelen herkesten tayin edilmiş
vergiler alırlardı. Bütün bunlarla birlikte de Allah'a şirk koşarlardı.
Lu-tilik ve sihâk (lezbiyenlik) günahlarını da ilk işleyenler onlardı. Lût
(a.s) bu hayâsızca işlerini durdurmak isteyince, onlar onu yalanlamaya ve ona
karşı tartışmaya, direnmeye koyularak "Allah'ın azabını bize getir"
dediler. Yani senin bu dediklerin olmaz ve Allah'ın buna gücü yetmez. Onlar bu
sözlerini söylerken onun mutlaka yalan söylediğine de inanıyorlardı. Yoksa
fıt-raten bir kimsenin inad,olsun diye böyle söyleyeceği düşünülemez.
Daha sonra Lût (a.s)
Rabbinden yardım istedi. O da onları azablandırmak üzere melekler gönderdi.
Melekler önce İbrahim (a.s)'a, Lût (a.s)'ın kavmine karşı ilâhi yardıma mazhar
olacağı müjdesini verdiler. Nitekim daha önce Hud Sûresi'nde (11/77. âyet ve
devamının tefsirinde) ve başka yerlerde buna dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır.
el-A'meş, Ya'kub,
Hamza ve el-Kisaî: "Biz onu elbette kurtaracağız" buyruğunu(n cim
harfini) şeddesiz; diye okumuşlardır. Diğerleri şeddeli okumuşlardır. İbn
Kesir, Ebu Bekr Haraza ve el-Kisâî, "Biz... seni kurtaracağız"
anlamındaki lafzı da "cim" harfini şeddisiz olarak: diye okumuşlardır. Bu da iki ayrı söyleyiştir.
ile aynı anlamda (olup kurtardı demek)dır. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır,
İbn Âmir
"muhakkak ki... indireceğiz" anlamındaki buyruğu; şeklinde şeddeli
okumuştur. İbn Abbas'ın kıraati de böyledir. Diğerleri ise şeddesiz
okumuşlardır.
"Andolsun Biz akd
erdiren bir topluluk İçin o kasabadan apaçık bîr belge bıraktık." Katade
dedi ki: Bu apaçık belge geriye bırakılan taşlardır. Ebu'l-Âiiye de böyle
demiştir, Bir görüşe göre: Bu ümmetten bir topluluk bu taşlar ile recm
ederler. İbn Abbas dedi ki: Bu belgeler onların harab olmuş meskenlerinden
geriye kalanlardır. Mücahid dedi ki: Buradaki belge yer üzerindeki siyah
sudur. Bütün bunların hepsi kalmış bulunuyor. O halde açıklamalar arasında
herhangi bir çelişki yoktur.
[25]
36. Medyen'e
de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik) Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin
ve âhîret gününü ümit edin. Yeryüzünde de fesatçılar olarak bozgunculuk çıkarmayın."
37. Ama onu
yalanladılar. Bunun üzerine onları sarsıntı alıp evlerinde dizleri üzere
çökekaldılar.
"Medyen(liler)'e
de kardeşleri Şuayb'ı" peygamber olarak gönderdik. Daha Önceden el-A'raf
Sûresi (7/85. âyet ve devamının tefsirinde) ile Hud Sûresi'nde (11/84. âyet ve
devamının tefsirinde) onlardan ve fesadlarından söz edilmiş idi.
"Ve âhiret gününü
ümit edin." Yunus en-Nahvî dedi ki: Amellerin karşılıklarının verileceği
âhiretten korkun, demektir.
"Yeryüzünde de
fesadçılar olarak bozgunculuk çıkarmayın." Yani kâfir olmayın, çünkü
fesadın aslı odur. ile fesadın, bozgunculuğun en ileri derecesini ifade ediyor.
ile aynı anlamda olup bozgunculuk çıkardı, çıkarır demektir. Buna dair
açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Ve âhiret gününü
ümit edin" buyruğunun onu tasdik edin, anlamında olduğu da söylenmiştir.
Çünkü onlar âhiret gününü inkâr ediyorlardı.
[26]
38. Âd ve
Semûd kavmini de (helak ettik.) Onların meskenlerinden bu, size belli
olmaktadır. Şeytan onlara amellerini süsledi de onları yoldan alıkoydu.
Halbuki onlar akılları ile bunu kavrayacak durumda İdiler.
Âd ve Semûd kavmini
de" buyruğu hakkında el-Kisaî şöyle demektedir; Bazıları bu sûrenin baş
taraflarına râcidir, demektedir. Yani andolsun Biz onlardan öncekileri denedik.
Âd ve Semûd'u da denedik. el-Kisaî der ki: Benim daha uygun gördüğüm ise bunun
"onları sarsıntı alıp" buyruğuna atfedilmiş olmasıdır ve Âd ve
Semûd'u da sarsıntı aldı, demek olur.
ez-Zeccâc'ın iddiasına
göre ifadenin takdiri: Âd ve Semûd'u helak etlik, şeklindedir. Şöyle de
açıklanmıştır: Yani sen Ad'i hatırla, hani biz onlara Hud'u göndermiştik. Onu
yalanladılar, biz de onları helak ettik. Semûd'u da hatırla, hani Biz oniara
Salih'i peygamber olarak göndermiş, onlar da onu yalanlamış; bu sebebten biz
Ad'i kısır rüzgar ile helak ettiğimiz gibi bunları da çığlıkla helak etmiştik.
"Onların* el-Hicr
ve el-AhkaPda bulunan "meskenlerinden bu" ey kâfirler topluluğu,
"size belli olmaktadır." Onların helak edilişlerinde sizin için
apaçık belgeler ortada görülmektedir. Burada böylece "belli
olmaktadır"ın
faili hazfedilmiş
bulunmaktadır.
"Şeytan onlara
amellerini süsledi." Onların değersiz amellerini süsledi; onlar da
amellerini yüksek şeyler zannettiler "de onları yoldan" hak yoldan
"alıkoydu. Halbuki onlar akılları ile bunu kavrayacak durumda
idiler." Bu buyruk ile ilgili
olarak da iki görüş vardır:
1- Oniar
sapıklık içerisinde görür gibi görünüyorlardı. (Kendilerini hak üzere, basiret
üzere zannediyorlardı). Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.
2- Onlar
apaçık delillerin ortada olması dolayısıyla hakkı ve batılı birbirinden
ayırdedebilecek basirete sahip idiler. Bu görüşün doğru olma ihtimali daha
yakındır. Çünkü; ifadesi "filan kişi bu işi gerçeği üzere bildi"
anlamında kullanılır. el-Ferra dedi ki: Bunlar akıl ve basiret sahibi kimselerdi.
Fakat basiretlerinin kendilerine bîr faydası olmadı. Şöyle de denilmiştir:
Kendilerine akıbetlerinin azab olduğu açıkça bildirilmiş ve gösterilmiş
olmasına rağmen, yaptıklarını yaptılar.
[27]
39. Karun'u, Firavun'u ve Hâmân'ı da (helak
ettik.) Andolsun ki Musa onlara apaçık belgelerle gelmişti de onlar o yerde
bü-yüklendiler. Halbuki onlar ileriye geçip kurtulamadılar.
40. Derken
Biz, herbirini günahı İle aldık. Kimilerinin üzerine taş yağdıran kasırga
gönderdik, kimilerini o çığlık yakaladı. Onlardan kimisini yere geçirdik.
Kimilerini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyordu, fakat onlar kendi
nefislerine zulmediyorlardı.
"Karun'u,
Firavun'u ve Hâmân'ı da" buyruğu hakkında el-Kisaî dedi ki: Dilersen bu da
(bir önceki âyette olduğu gibi) Âd ve Semûd'a atfedilmiş olabilir ki bundaki
açıklamalar burada da sözkonusudur. Arzu edilirse bunu "... onları yoldan
alıkoydu" buyruğuna atfedilmiş kabul edilebilir. Karun'u, f Firavun'u ve
Hâmân'ı da doğru yoldan alıkoydu, demek olur. Bunlara peygamberler geldikten
sonra, Biz bunları da heiâk ettik, diye de açıklanmıştır.
"Onlar da o
yerde" hakka ve yüce Allah'a İbadete karşı "büyüktendiler."
"Halbuki onlar
İleri geçip kurtulamadılar." Bir açıklamaya göre onlar küfürde ileri
geçenler (öncelikle kâfir olanlar) değillerdi. Onlardan önce küfre sapmış pek
çok nesiller vardı ve Biz onları helak etmiştik[28]
"Derken Biz
herbirini günahı ile aldık." el-Kisaî dedi ki: "Herbirini" anlamındaki
buyruk "aldık" fiili ile nasbedilmistir. "Onların herbirini
günahı sebebiyle aldık, yakaladık" demektir.
"Kimilerinin
üzerine taş yağdıran kasırga gönderdik." Bunlardan kasıt Lût kavmidir,
el-Hâsib: Küçük caş demek olan hasbâ getiren rüzgar demektir. Herbir azab
hakkında da kullanılır.
"Kimilerini o çığlık
yakaladı." Maksat Semûd kavmi ile Medyenlilerdir.
"Onlardan
kimisini yere geçirdik." Karun'u kastetmektedir.
"Kimilerini
de" Nûh kavmi ile Firavun kavmini "suda boğduk."
"Allah onlara
zulmetmiyordu." Çünkü onları korkutup uyardı, onlara mühlet verdi, peygamberler
gönderdi ve ileri sürebilecekleri bir mazeretlerini bırakmadı.
[29]
41.
Allah'tan başka veliler edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin
durumuna benzer. Muhakkak yuvaların en gevşek olanları örümcek yuvasıdır, eğer
bilselerdi."
42. Şüphesiz
ki Allah kendinden başka neyi çağırıyorlarsa bilir. O Azîzdir, Hakimdir.
43. İşte
misaller! Biz bunları insanlara veriyoruz. Onlara âlimlerden başkası akü
erdiremez.
"Allah'tan başka
veliler edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumuna benzer"
buyruğu ile ilgili olarak el-Ahfeş şöyle demektedir: "Örümceğin durumuna
benzer* buyruğunda vakıf tamam olmaktadır. Daha sonra yüce Allah bu misali
açarak: "Kendine yuva yapan"
buyurmaktadır.
İbnu'I-Enbarî dedi ki:
Bu bir yanlışlıktır, çünkü "Kendine yuva yapan"
buyruğu "ankebût
(örümcek)" in adaşıdır. Tıpkı; Yuva yapanın misali gibidir" denmiş
gibidir. Dolayısıyla mevsûlu bırakıp sıla üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz.
Bu da yüce Allah'ın: "Kocaman kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir"
(eL-Cuma,.62/5) buyruğuna benzemektedir. Burada "taşıyan" buyruğu
"eşek" için bir sıladır. "Taşıyan" lafzını bırakıp
"eşek" anlamındaki lafız üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz.
el-Ferra dedi ki: Bu
yüce Allah'ın, Allah'ı bırakıp da kendisine fayda da sağlamayan, zarar da
vermeyen ilâhlar edinen kimseler için vermiş olduğu bir misaldir. Tıpkı örümcek
yuvasının sıcağa ve soğuğa karşı örümceği koruyamadığı gibi.
"Örümcek" anlamındaki lafız üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Çünkü
maksat (benzetilen) hiçbir şeye karşı koruyamayan örümcek yuvasına
benzetmektir. Hiçbir fayda sağlayamayan, hiçbir zarar veremeyen uydurma ilîhlar
örümcek yuvasına benzetilmiştir.
"Muhakkak
yuvaların en gevşek olanları" en zayıf ve güçsüzleri "örüra-.
cekyuvasıdır." ed-Dahhak dedi ki: Yüce Allah onların ilâhlarının güçsüzlüklerine
ve gevşekliklerine bir örnek vererek bunları örümcek yuvasına benzetmiştir.
"Eğerbilselerdi"
buyruğundaki; "Eğer" lafzı "örümcekyuvası'na taalluk etmektedir.
Yani eğer bunlar putlara ibadet etmenin kendilerine hiçbir fayda sağlamayan
örümceğin yuva edinmesine benzediğini ve onların örneklerinin bu olduğunu
bilselerdi, elbette ki bu uydurma ilâhlara ibadet etmezlerdi. Yoksa, onlar
Örümceğin yuvasının zayıf olduğunu bilselerdi, denmek istenmemiştir.
Nahivciler derler
ki:-"Örümcek" lafzınınsonundaki "te" zaiddir.Çünkü bundan
küçültme ismi ve çoğulu yapıldığı vakit bu "te" düşmektedir. Kelime
müennesdir. el-Ferrâ bunun müzekker olduğunu da nakletmiş ve şu beyiti zikretmiştir:
"Onların Hattat
(denilen tepe)lan üzerinde bir takım evler vardır, Onları sanki örümcek yapmış
gibidir."
Bu beyi tin ilk mısraı
şu şekilde de rivayet edilmektedir;
el-Cevherî dedi ki:
el-Hattat bir dağ adıdır. et-Ankebut (örümcek) ise havada ince ve dehk deşik
bir şekilde bir dokuması olan, bilinen böcektir. Bunun çoğulu; şekillerinde
gelir. diye kullanıldığını da nakletmiştir. Şair dedi ki:
"Sanki onun
ağzından akan salyalarından, Dizginleri üzerine bir örümcek yuvası düşüyor
gibi."
Bunun küçültme ismi
de; diye yapıltr. Yezid b. Meysere'den nakledildiğine göre; örümcek yüce
Allah'ın bu hale soktuğu bir şeytandır.
Ata el-Horasanî de
şöyle demiştir: Örümcek iki defa ağını örmüştür. Bir seferinde Câlût kendisini
aradığı vakit Davud'un üzerinde ağ örmüştür. Bir seferinde de Peygamber
(sav)'in üzerinde ağını örmüştür. Bundan dolayı öldürülmesi yasaklanmıştır.
Rivayet edildiğine
göre Ali (r.a) da şöyle demiştir: Evlerİnizdeki örümcek ağlarını temizleyiniz,
çünkü örümcek ağlarını evlerde bırakmak fakirlik sebebidir. Mayayı esirgemek
de fakirlik sebebidir.
"Şüphe yok ki
Allah, kendinden başka neyi çağırıyorlarsa bilir" buyruğunda ki
"Neyi çağırıyorlarsa"daki edatı anlamında bir ism-i mevsuldür ise
teb'îz (kısmilik bildirmek için)dir. Eğer te'kid için fazladan gelmiş olsaydı
mana değişik olurda. Buyruğun anlamı şudur;
Şüphesiz ki Allah,
kendisinden başka tapındıkları varlıkların zayıf olduğunu bilir.
Âsim, Ebu Amr ve
Ya'kub "Çağırıyorlar" şeklinde "ye" üe okumuşlardır. Ebu
Ubeyd'in tercih ettiği budur, çünkü bundan Önce "ümmetler" den
sözedilmiştir, Diğerleri ise muhatab kipi ile "te" ile
(çağınyoısanız... diye) okumuşlardır.
"İşte
misaller!" Yani Biz, bu misali ve bundan başka el-Bakara Sûresi'nde (2/26.
âyette), el-Hac Sûresi'nde (22/73. âyette) ve başkalarında zikredilen
misalleri, "Biz bunları İnsanlara veriyoruz" açıklıyoruz "Onlara
âlimlerden" Allah'ı bilenlerden "başkası akıl erdiremez"
kavrayaaıaz. Nitekim Câbîr, Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Âiim kişi Allah'tan gelenleri aklıyla kavrayarak, O'na itaat
ile amel eden, O'nu gazab-landıran şeylerden de kaçınan kişidir. "[30]
44. Allah
göklerle yeri hak ile yarattı. Muhakkak bunda mü'minler için bir âyet vardır.
"Allah göklerle
yeri hak İle" adalet ile "yarattı." Şöyle de açıklanmıştır:
Kelâmıyla ve kudretiyle yaratmıştır. İşte "hak" budur.
"Muhakkak bunda
mü'minler" tasdik edenler "için bir âyet" alâmet, delâlet
"vardır."[31]
45. Sana
vahyolunan kitabı oku! Namazı da dosdoğru kili çünkü namaz İnsanı
hayâsızlıktan ve münkerden alıkor. Allah'ı zikretmek ise en büyüktür. AUah ne
yaptığınızı bilir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[32]
"...Kitabı
oku" buyruğu Kur'ân'ı okuyup bunu sürdürmeye dair bir emirdir. Kur'ân
okumaktan yüz çeviren kimselerin tehdit altında olduklarına dair açıklamalar
daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/124, âyetin ve devamının tefsirinde) Kur'ân
okumayı teşvikin enîredildiğine dair açıklamalar da bu kitabımızın
mukaddimesinde ("Allah'ın Kitabını Okuma Şekli ve Görüş Ayrılıkları"
başlığı ve devamında) geçmiş bulunmaktadır,
Kitab'tan maksat da
Kur'ân-ı Kerîm'dir.
[33]
Yüce Allah'ın:
"Namazı da dosdoğru kıl" emrinde hitab Peygamber (sav)'a ve onun
ümmetinedir. Namazın dosdoğru kılınması ise vakitleri içerisinde, kıraaüyle,
rükûuyla, sücûduyla, kuûduyla, teşehhüdüyle ve bütün şartlarıyla yerine
getirilmesi demektir. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara
Sûresi' nde (2/3. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Tekrarlamanın
anlamı yoktur.
[34]
"Çünkü namaz
insanı hayâsızlıktan Te münkerden alıkor" buyruğunda kastedilen beş.
vakit namazdır. Vakitler arasındaki küçük günahlara kef-faret olan budur.
Peygamber (sav)'ın şu buyruğunda belirttiği gibi: "Şayet sizden herhangi
birinizin kapısı önünde bir nehir olur da, o da o ırmakta günde beş defa
yıkanacak olursa, size göre o kimsenin üzerinde kir ve pastan bir eser kalır
mı?" Ashab: Üzerinde kir ve pasından hiçbir şey kalmaz, dediler.
Peygamber şöyle buyurdu: "İşte beş vakit namazın misali de böyledir. Allah
onlar vasıtasıyla günahları siler." Bu hadisi Tirmizî, Ebu Hureyre'den rivayet
etmiş ve hakkında: Hasen, sahih bir hadistir demiştir[35]
İbn Ömer bu âyette
namazdan kastın, Kur'ân-ı Kerîm olduğunu söylemiştir. Namazda okunan Kur'ân-ı
Kerîm hayâsızlıktan ve münkerden, zinadan ve masiyetlerden alıkor, demektir.
Derim ki: Sahih
hadiste sözü edilen: "Ben namazı kendimle kulum arasında iki yarıya
böldüm"[36] buyruğunda da namazdan
kastedilen bu anlamdır. Bununla Fatiha okumak kasdedilmiştir.
Hammâd b. Ebi
Süleyman, İbn Cüreyc ve el-Kelbî dediler ki: Kul namazında bulunduğu sürece ne
bir hayâsızlık işler, ne de bîr münker. Sen namazda olduğun sürece namaz
bundan alıkor, demektir,
İbn Atiyye dedi ki: Bu
garib bir iddiadır. Böyle bir iddianın Enes b. Ma-lik'in söylediği nakledilen
şu rivayetle ne ilgisi vardır; Ensar'dan bir genç vardı. Peygamber (sav) ile
birlikte namaz kılar, bununla birlikte ne kadar hayâsızlık, hırsızlık varsa
mutlaka işlerdi. Bu kişiden Peygamber (sav)'a söz edilince şöyle dedi:
"Şüphesiz ki namaz pek yakında onu (bu işlerinden) vazgeçirecektir."[37] Gerçekten
aradan fazla bir zaman geçmeden tevbe etti ve halini düzeltti. Bunun üzerine
Rasûlullah (sav): "Ben size dememiş miydim?" diye buyurdu.
Âyet-i kerimenin
tevili ile ilgili üçüncü bir görüş daha vardır ki; bu da mu-hakkıklann
beğendiği, sufi şeyhlerinin kabul ettiği ve müfessirleiin zikrettiği bir
görüştür. Buna göre "namazı dosdoğru kıl" buyruğundan kasıt, namazı
devamlı kılmak ve namazın sınırlanna riâyet ederek, gereği gibi yerine
getirmektir. Sonra da yüce Allah kendi tarafından vermiş olduğu bir hükmü
haber vermekte ve namazın, namaz kılan ve namaza riayet eden kimseyi
hayâsızlıktan ve münkerden alıkoyacağını bildirmektedir. Buna sebeb ise namazda
öğütleri de ihtiva eden Kur'ân tilâvetinin söz konusu olmasıdır. Namaz, namaz
kılanın bütün bedenini çalıştırır. Namaz kılan kişi kıbleye yönelip de
Rabbinin önünde huşu' ve zilletle eğilip Rabbinin huzurunda bulunduğunu
hatırlar, Rabbinin her halini görüp gözettiğini hatırlayacak olursa, bütün
bunlar sebebiyle nefsi ıslah olur ve Rabbinin önünde zilletini arzeder. Yüce
Allah'ın gözetimi altında olduğunu yakından hisseder, bunun heybeti de azalan
üzerinde kendisini gösterir. Bu şekilde kıldığı bir namazdan daha aradan fazla
bir vakit geçmeden yeni bir namazın gölgesi üzerine düşer, bu sefer öncekinden
daha güzel bir hal ile bir başka namazı kılar. İşte bu husustaki haberlerin
anlamı budur. Çünkü mü'minin namazının böyle olması gerekir.
Derim ki: Özellikle
kişi kendisine, bu onun son ameli olabilir, duygusunu kazandırabilirse, bu
böyledir. Böylesi maksadı daha bir gerçekleştirici, isteğe daha bir
ulaşımadır. Çünkü ölümün sınırlı bir yaşı, özel bir zamanı, belli bir hastalığı
yoktur ve bu hususta da hiçbir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Selefin
bazılarından rivayet edildiğine göre namaza kalktı mı titrer, rengi sararırdı.
Bu hususta ona sebeb sorulunca, şu cevabı vermiş: Ben yüce Allah'ın huzurunda
duruyorum. Dünya hükümdarları karşısında benim böyle davranmam uygun düşerken,
ya bütün hükümdarların mutlak hakimi huzurunda nasıl davranabilirim?
İşte böyle bir namaz
hiç şüphesİ2 hayâsızlıktan ve münkerden alıkor. Kıldığı .namaz -bizim
namazımız gibi- fıkhı ölçüler içerisinde geçerli bir namazın ötesine gitmiyor;
-bizim namazımız da, keşke fıkhi ölçüler içerisinde geçerli olabilecek kadar
dahi olsa- namazda huşu'u, tezekkürü ve fazilete riayeti yoksa işte böyle bir
namaz kişiyi nerede olursa bulunduğu o konumda bırakır. Eğer o kimse yüce
Allah'tan kendisini uzaklaştıracak masiyeller yolunda bulunuyorsa, namazı
bundan sonra da bu halini sürdürecek şekilde onu öylece bırakır. İşte İbn
Mes'ud, İbn Abbas'tan rivayet edilen hadis ile el-Ha-sen ve el-A'meş'in;
"Kimin kıldığı namaz kendisini hayâsızlıktan ve münkerden alıkoymazsa o
namaz onu ancak Allah'tan uzaklaştırır'[38]
şeklindeki sözleri buna göre yorumlanır. el-Hasen'in, bu hadisi Peygamber
(sav)'dân mür-sel olarak rivayeti de gelmiş olmakla birlikte, bunun senedi
sahih değildir.
İbn Atiyye dedi ki:
Babam (Allah ondan razı olsun)'ı şöyle derken dinlemiştim: Eğer bizler bunun
söylendiğini kabul edip bu sözün manasına bakılacak olursa, günahkâr kimsenin
kıldığı namazın tıpkı bir masiyetmiş gibi, Allah'tan uzaklaştırdığını söylemek
caiz olamaz. Bu ancak şu şekilde yorumlanabilir: Böyle bir namaz o kimseyi
Allah'a yakınlaştırmak hususunda etkili olmaz. Onu, işlemiş olduğu hayâsızlık,
münker ve Allah'tan uzak kalmayı gerektiren masiyetleri ve hah üzere bırakır
ve namaz böyle bir kimseyi önceden tutturmuş olduğu ve kendisini Allah'tan
uzak bırakan yol üzerinde bırakır. Bu haliyle böyle bir namaz o kişiyi Allah'a
uzaklıktan alıkoymayınca, sanki onu Allah'tan uzaklaştırmış gibi olur. İbn
Mes'ud'a şöyle denilmiş: Filan kişi çok namaz kılıyor: O: Namaz ancak
kendisine itaat edenlere fayda verir, diye karşılık vermiş.
Derim ki: Özetle
söylenecek olursa "onun namazı o kimseyi ancak Allah'tan uzaklaştırır;
böyle bîr namaz ancak o kimseye Allah'ın gazabını arttırır" şeklinde
gelen ifadeler şuna işaret etmektedir: Hayâsızlık ve münkeri işleyen kimsenin
kıldığı namazın kıymeti yoktur. Buna sebeb ise masiyetle-rin o kimse üzerindeki
baskın etkisidir.
Bunun emir manasına
haber kipinde ifade olduğu da söylenmiştir. Yani namaz kılan kimse
hayâsızlıktan ve münkerden uzak dursun. Yoksa bizatihi namaz alıkoymaz, ancak
bu işten vazgeçmeye bir sebebtir. Bu da yüce Allah'ın şu buyruklarına
benzemektedir: "İşte bu, size hakkı söyleyen kitabı-mızdır."
(el-Câsiye, 45/29); "Yoksa Biz onlara kesin bir delil indirdik de onlara
ona ortak koşmalarını bu mu söylüyor?" (er-Rum, 30/35)
[39]
"Allah'ı
zikretmek ise elbette en büyüktür" buyruğunun anlamı şudur: Allah'ın sizi
sevap ile sizden övgü ile sözedip anması sizin, ibadet ve namazlarınızda onu
zikretmenizden çok daha büyüktür. Bu anlamdaki açıklamayı İbn Mes'ud, İbn
Abbas, Ebu'd-Derda, Ebu Kurra, Selman ve el-Hasen de ifade etmişlerdir.
Taberî'nin tercih ettiği açıklama da budur. Bu anlamdaki açıklama merfu olarak
Musa b. Ukbe yoluyla gelen hadiste de rivayet edilmiştir. Musa, Nâfî'den, onun
İbn Ömer'den rivayetine göre Peygamber (sav) yüce Allah'ın: "Allah'ı
zikretmek ise en büyüktür" buyruğu hakkında şöyle demiştir: "Allah'ın
sizi anması, sizin onu anmanızdan daha büyüktür.'[40]
Şöyle de açıklanmıştır: Sizin kıldığınız namazlarınızda, okuduğunuz Kur'ân-ı
Kerîm'de Allah'ı zikretmeniz herşeyden daha faziletlidir. Bir diğer açıklamaya
göre anlarn şudur: Namazın hayâsızlıktan ve münkerden alıkoymasının devam
etmesi ile birlikte Allah'ı zikretmek en büyüktür.
ed-Dahhâk şöyle
demiştin Haram kıldığı şeyler esnasında Allah'ı hatırlayarak, o haramı
terketmek zikrin en büyüğüdür.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Yüce Allah'ın hayâsızlıkları ve mün-keri yasakladığını
hatırlamak en büyüktür; yani çok büyük bir iştir. Çünkü (Arapçada) "en
büyük (ekber)" bazen "çok büyük (kebir)" anlamında kullanılır.
İbn Zeyd-ve Katade
şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ı zikretmek herşeyden daha büyüktür. Yani
zikirsiz yapılan bütün ibadetlerden daha faziletlidir. Şöyle de denilmiştir:
Allah'ı zikretmek insanı masiyetten ahkoyar. Çünkü O'nu zikredip hatırlayan bir
kimse ü'nun emirlerine aykırı davranmaz.
İbn Atiyye dedi ki:
Benim kanaatime göre anlam şöyledir; Allah'ı zikretmek mutlak olarak en
büyüktür. Yani asıl hayâsızlıktan ve münkerden alıkoyan odur. Namazda bu
zikrin bir parçası dahi bunu gerçekleştirir. Aynı şekilde namazın dışında da
böyledir. Çünkü ancak Allah'ı hatırlayan, O'nun gözetimi altında olduğunun
şuuruna varan kimse için günahlardan uzak durmak mümkün olabilir. Bunun
mükâfatı da yüce Allah'ın o kimseyi hatırlamasıdır. Hadis-i şerifte
belirtildiği gibi: "Kim Beni kendi nefsinde zikrederse, Ben
de onu kendi nefsimde zikrederim. Kim Beni bir
topluluk arasında zikrederse, Ben de onu onlardan daha hayırlı bir topluluk
arasında zikrederim. "[41]
Namazdaki hareketlerin
herhangi bir günahtan alıkoymakta bir etkisi yoktur. Asıl fayda veren zikir,
ilimle beraber kalbin yönelmesiyle ve Allah'ın f dışındaki her şeyin kalpten
uzaklaştırılması ile birlikte yapılan zikirdir. Dili aşmayan zikrin ise,
mertebesi elbetteki böyle değildir. Yüce Allah'ın kulunu anması, onun üzerine
hidayetini ve ilmin nurunu yağdırması demektir. İşte bu da kulun Rabbini zikretmesinin
bir meyvesidir. Zaten yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Öyle ise Beni anın
ki Ben de sizi anayım," (el-Bakara, 2/152)
Âyet-i kerimenin geri
kalan bölümleri ise bir çeşit tehdit ve yüce Allah'ın gözetimi altında olduğunu
hatırdan çıkarmamaya bir teşviktir.
[42]
46.
Aralarından
zulmedenler müstesna olmak üzere kitap ehli ile ancak en güzel yolla mücadele
edin re deyin ki: "Bize indirilene de, size İndirilenlere de iman ettik.
Bizim ilâhımız da, s İzin İlâhınız da birdir. Biz ancak O'na teslim olanlarız."
47.
İşte
sana böylece Kitabı indirdik. Kendilerine (önceden) kitap verdiklerimiz de ona
iman ederler. Bunlar arasından da ona İman eden kimseler vardır. Âyetlerimizi
ancak kâfirler bile bile inkâr ederler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[43]
İlim adamları yüce
Allah'ın: "... Kitab ehli ile ancak en güzel yolla mücadele edin"
buyruğunun anlamı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. j. Mücahid bu âyet-i
kerime muhkemdir, dolayısıyla kitab ehli ile onları yüce Allah'ın yoluna davet
etmek ve O'nun delillerine, âyetlerine dikkat çekmek suretiyle en güzel yolla
mücadele etmek caizdir. Belki bu yolla iman davetini kabul edebilirler.
Onlarla mücadele sert ve kaba davranmak suretiyle yapılmaz. Bu açıklamaya göre
yüce Allah'ın: "Aralarından zulmedenler müstesna olmak üzere"
buyruğu, size zulmedenler müstesna.., dernek olur. Yoksa hepsi mutlak olarak
zalimdirler.
Anlamın: Kitab
ehlinden olup Muhammed (sav)'a iman eden Abdullah b. Selâm ve onunla birlikte
iman edenler ile mücadele etmeyiniz, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bunlarla
ancak "en güzel yolla" mücadele edilir. Yani size anlattıkları
kendilerinden öncekilere dair haberler ile bundan başka hususlarda onlara
muvafakat etmek suretiyle olur. Bu yoruma göre yüce Allah'ın:
"Zulmedenler müstesna" buyruğu ile kastedilenler kîtab ehlinden küfürleri
üzere kalmaya devam edenlerdir. Kureyza ve Nadiroğullarından ve diğerlerinden
küfrünü sürdürüp antlaşmalarına sadakat göstermeyenler gibi. Bu açıklamaya göre
âyet-i kerime muhkemdir.
Bu âyetin kıtal âyeti
ile neshedildiği de söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın: "Kendilerine kitab
verilmiş olanlardan... Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen... terle
savaşınız" (et-Tevbe, 9/29) buyruğudur. Bu Katade'nin görüşüdür,
"Zulmedenler
müstesna" buyruğu Allah'a evlâd isnad edenler ve: "Allah'ın eli
bağlıdır," (el-Maide, 5/64) ve: "Muhakkak Allah fakirdir..."
(Al-i İmran, 3/181) diyenlerdir. İşte bunlar müslümanlara savaş açan ve cizyeyi
ödemeyen müşriklerdir. O bakımdan onlara karşı savaşılmış ve onlardan intikam
alınmıştır.
en-Nehhâs ve başkaları
şöyle demişlerdir; Bu âyetin nesholduğunu söyleyenler onun Mekke'de inmiş bir
âyet olduğunu ve o sırada ne farz kılınmış bir savaş, ne cizye ödeme talebi,
ne de benzeri başka bir hüküm inmemiş olduğunu delil gösterirler. Mücahid'in
görüşü güzel bir görüştür. Çünkü yüce Allah'ın ahkâmı ile ilgili olarak bu
hususta mazereti ortadan kaldıracak bir haber gelmedikçe yahutta aklî ve kat'î
bir delil ortada olmadıkça nesholmuştur, denilemez. İbnu'l-Arabî de bu görüşü
tercih etmiştir. Mücahid ve Saîd b. Cübeyr de şöyle demişlerdir: Yüce
Allah'ın: "Aralarından zulmedenler müstesna" buyruğu mü'minlere
savaş açanlar müstesna anlamındadır. Bunlarla yapılacak mücadele iman edinceye
ya da cizyeyi ödeyecekleri vakte kadar kılıçla savaşmaktır.
[44]
Yüce Allah'ın:
"Ve deyin ki: Bize İndirilene de, size indirilenlere de iman
ettik" buyruğu
ile ilgili olarak Buhârî'de, Ebu Hureyre'den şöyie dediği rivayet
edilmektedir: Kitab ehli Tevrat'ı İbranice okur ve müslüman olanlara Arapçasını
açıklıyorlardı. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Kitab ehlini ne tasdik
ediniz, ne de yalanlayınız "ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilenlere
de İman ettik."[45]
Abdullah b. Mes'ud'un
rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kitap ehline
herhangi bir şeye dair soru sormayınız. Çünkü kendileri sapmış iken asla sizi
hidayete iletemezler. (Onların size söylediklerini dinlemeniz halinde) ya hak
olan bir şeyi yalanlamış olacaksınız, yahutta batıl olan bir şeyi tasdik
edeceksiniz. "[46]
Buhârî'de de şu
rivayet yer almaktadır: Humeyd b. Abdu'r-Rahman'dan rivayete göre o Muâviye'yi
Medine'de Kureyş'ten bir topluluk ile konuşurken dinlemiş. Bu sırada Ka'b
el-Ahbar'dan söz edilmiş ve şöyle demiş: Şüphesiz ki bu, kitap ehli arasından
rivayetler nakledenlerin en doğru sözlüsüdür. Bununla birlikte biz onun yalan
söylemiş olabileceğini kabul ediyorduk.[47]
48. Sen
bundan önce hiçbir kitab okumuş değildin ve sağ elinle de onu yazmamıştın. O
zaman bâtıl söyleyenler elbette şüphe ederlerdi.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[48]
Şanı yüce Allah'ın:
"Sen bundan önce hiçbir kitab okumuş değildin" buy-ruğundaki
"bundan önce"de yer alan zamir "kitab"a racidir. Bu da
Muham-med (sav)'e indiriimiş olan Kur'ân-ı Kerîm'dir. Yani ey Muhammed, sen
Kur'ân-ı Kerîm'den önce okuma biliniyordun. Kitab ehlinin yanına da gidip
geliniyordun. Bilakis Biz sana bu Kur'ân-ı Kerîm'i son
derece mucizevi bir üslup ile gaybî haberleri ve daha başka hususları ihtiva
eden bir özellikte indirdik. Şayet sen kitab okuyan ve yazı yazan kimselerden,
olsaydın "o zaman" kitab ehli arasından "batıl söyleyenler
elbette şüphe ederlerdi" ve bu
şüphelerinde
bir dayanak noktalan olur ve: Bizim onun hakkında kitabları-mızda bulduğumuz
nitelikler okuması yazması olmayan ümmi birisi olduğu şeklindedir. Halbuki o şu
anda böyle değildir, derlerdi,
Mücahid dedi ki: Kitab
ehlt, kitablarsnda Muhammed (sav)'ın okuma-yaz-ma bilmediğini görüyorlardı.
İşte bu âyet-i kerime bunun üzerine nazil olmuştur.
en-Nehhâs dedi ki: Bu
âyet-i kerime Kureyşliler için onun peygamberliğine bir delil teşkil ediyordu.
Zira o ne okuması, ne yazması vardı, ne de kitab ehliyle oturup kalkardı,
Mekke'de kitab ehli yoktu. Bununla birlikte onlara peygamberlerin ve önceki
ümmetlerin haberlerini getirmişti. Böylelikle peygamberliği hususunda herhangi
bir şüphe ve tereddüt kalmamış oluyordu.
[49]
en-Nekkaş bu âyet-i
kerimenin tefsirinde eş-Şa'bîden şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber
(sav) vefatından önce yazmayı (nisbeten) öğrenmişti. Aynı şekilde Ebu Kebşe
es-Selûlî'nin hadisini de senediyie birlikte kaydetmektedir. Bu hadisin
muhtevası da Peygamber (sav) Uyeyne b. Hasn'a ait bir sahifeyi okumuş ve orada
neler yazdığını bildirmiştir.
İbn Atiyye dedi ki:
Bütün bunlar zayıf rivayetlerdir, el-Bacı -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-'nin
görüşü de bu kabildendir.
Derim ki: Müslim'in,
Sahih'inde belirtildiğine göre el-Berâ (b. Âzib)'in naklettiği Hudeybiye
Barışı'nı anlatan hadis-i şerife göre Peygamber (sav), Ali (r.a)'a şöyle
demiştir: "Aramızdaki antlaşmayı yaz! Bismillahirrahmanirrahîm. Bu Allah'ın
Rasûlü Muhammed'in antlaştığı hususları ihtiva eder." Bunun üzerine
müşrikler ona; Eğer biz senin Allah'ın Rasûlü olduğunu bilseydik, mutlaka sana
uyardık. -Bir rivayette de; sana bey'at ederdik.- Ancak bunun yerine sen
"Abdullah'ın oğlu Muhammed" diye yaz, dediler. Rasulullah (sav), Ali
(r.a)'a o yazdığını silmesini emretti. Ali: Allah'a yemin ederim ki onu silmem
deyince, Rasulullah (sav): "Bana onun yerini göster" dedi. Ona yerini
gösterince onu sildi ve (yerine) Abdullah'ın oğlu... diye yazdı.[50]
Bizim (mezhebimize
mensub) ilim adamlanmız -Allah onlardan razı olsun şöyle demişlerdir: İfadenin
zahirinden anlaşıldığına göre Peygamber (sav); "Rasûlullah" ibaresini
eliyle silmiş ve onun yerine; "Abdullah'ın oğlu.,."' diye yazmıştır.
Bunu Buhârî bundan
daha açık ifadelerle rivayet etmiştir... Dedi ki: Rasûlullah (sav) belgeyi
aldı ve yazdı. Bir başka rivayette şu fazlalığı da kaydetmektedir: Ancak güzel
yazamıyordu.[51]
Bir topluluk; onun
asıl halinin okuyup-yazmama olduğunu bununla birlikte eliyle yazmış olduğunu
kabul etmişlerdir. es-Sümnânî, Ebu Zerr (Abdullah b. Ahmed ei-Herevî) ile
(Ebu'l-Velid) el-Bacî bunlardandır. Bunların görüşlerine göre bu onun ümmi
oluşuna aykırı olmadığı gibi, yüce Allah'ın: hem "Sen bundan önce hiçbir
kitab okumuş değildin ve sağ elinle de onu yazmamıştın" buyruğu ile hem
Peygamber Efendimiz'in: "Biz ümmi bir ümmetiz, ne yazarız, ne hesab
ederiz"[52] buyruğu ile
çelişmemektedir. Bunun yerine onlar bu hususu mucizeleri arasında mütalaa
etmişler, onun doğruluğunu ve risaletinin sıhhatini ortaya koyan bir belge
olarak değerlendirmişlerdir. Çünkü o yazmayı öğrenmeksizin ve bunun için
gerekii yollara başvurmaksızın yazabilmiştir. Yüce Allah onun elinin ve
kaleminin okuyan kimse tarafından: "Abdullah'ın oğlu..." diye
anlaşılacak şekilde hareketler ve çizgiler yapmasını sağlamıştır. Nitekim
Peygamber öncekilerin de, sonrakilerin de ilmini herhangi bir şekilde ilim
öğrenmeden ve bunu elde etmek için gerekli yollara başvurmadan öğrenmiştir. O
bakımdan bu onun mucizeleri arasında en ileri mucizelerden, faziletlerinin en
büyüklerinden olmuştur. Bu yolla onun "ümmi'lik vasfı da ortadan kalkmaz.
Bundan dolayı ondan bu hususu rivayet eden ravi de: "Güzel yazmayı
beceremiyordu" demiştir. Dolayısıyla onun hakkında "yazdı"
demekle birlikte ümmilik vasfı da kalmaya devam etmiştir.
Hocamız Ebu'l-Abbas
Ahmed b. Ömer dedi ki: Endülüs ve başka yerlerin fukahâsından pek çok kişi,
bunu kabul etmemiş ve bu hususta redlerini çok ileri dereceye götürmüş, bu
sözleri söyleyenin kâfir olacağını dahi ileri sürmüşlerdir. Bu ise onların
nazari bilgileri bilmediklerine, müsiümanlan tekfir hususunda gerekli
tedbirleri almadıklarına ve bazı hususların inceliklerini kavrayamadıklarına
delildir. Çünkü müslumanın kâfir olduğunu söylemek, Peygamber (sav)'dan sahih
hadiste geldiği üzere onu öldürmek gibidir. Özellikle çağdaşları tarafından
ilim ve fazilet sahibi olduğuna tanıklık olunmuş, imamlığı kabul edilmiş bir
kimse ise; üstelik bu hususta mesele kafi de değildir. Aksine bu meselenin
dayanağı sahih ve âhâd haberlerin zahiri ifadeleridir. Şu kadar var ki; akıl
bunları imkansız kabul etmemektedir, şeriatte de böyle bir şeyin vukua
geleceğini imkânsız kılan kat'i bir delil bulunmuyor. Derim ki: Müteahhir kimi
ilim adamı şöyle demiştir: Bunun (yazı yazma-Sjpın) olağan üstü bir mucize
olduğunu söyleyen kimselere şöyle denilir-. Eğer bir başka âyete (mucizeye) -ki
o da yazma bilemeyen ümmi oluşudur- ile çelişmemiş olsaydı, o takdirde bu
inkâr olunmayacak bir âyet olurdu. Onun ümmi bir ümmet arasında ümmi oluşu ile
hüccet ortaya konulmuş ve inkarcılar susturulmuş, onların şüphelerinin sonu
getirilmiş olduğuna göre; nasıl olur da yüce Allah onun eline serbestlik verir
de yazı yazar ve bu bir âyet (mucize) olarak değerlendirilebilir? Asıl mucize
onun hiçbir şekilde yazı. yazma -maşıdır. Mucizelerin birinin diğerini
çürütmesine de imkân yoktur. Onun yazı yazmasının ve kalemi eline almasının
anlamı ise katiplerinden herhangi birisine yazı yazmasını emretmesi demektir.
Çünkü Peygamber (sav)'ın emri altında yirmialtı tane vahiy katibi bulunuyordu,
[53]
Kadı Iyad'ın, Muaviye
yoluyla kaydettiği bir rivayete göre Muaviye, Peygamber (sav)'ın önünde yazı
yazarken ona şöyle buyurmuştur: "Mürekkeb hokkasını (önüne) bırak. Kalemin
ucunu sivrilt, "be"yi doğru çek, "sin"(in dişlerin)!
birbirinden ayır, "mim"i kör yapma, Allah lafzını güzel yaz,
er-Rahman lafzını uzat, er-Rahlm'in harflerini de açık seçik olarak yaz."
Kadı Iyad dedi ki: Bu rivayet itibariyle, Peygamber (sav)'ın yazı yazdığı
fiilen sahih olmamakla birlikte, ona yazı ilminin bağışlanmış, bununla
birlikte okuma ve yazmasının engellenmiş olması uzak bir ihtimal değildir.
Derim ki: Bu hususta
sahih olan budur. O tek bir harf dahi yazmamıştır. Ancak yazı yazanlara emirler
vermiştir. Aynı şekilde ne okumuş, ne de harfleri hecelemiştir. Şayet:
Peygamber (sav) Deccal'i söz konusu ederken "gözleri arasında (alnının
ortasında) "kef", "elif, fe ve ra" (kâfir) yazılıdır"
diyerek harf hecelemiştir. Siz ise mucize onun ümmi oluşu ile gerçekleşir
demektesiniz. Yüce Allah da: "Sen bundan önce hiçbir kitap okumuş
değildin" diye buyurduğu gibi, Peygamber (sav) da: "Biz ümmi bir
ümmetiz, ne yazarız, ne hesab ederiz" demiştir. Bu nasıl olur? denilirse,
cevap Huzeyfe yoluyla gelen hadiste Peygamber (sav)'ın açıkça belirttiği şu
ifadesidir. Hadis de, Kur'ân-ı Kerîm gibi bir bölümü, diğer bir bölümünü
açıklar. Huzeyfe yoluyla gelen hadiste Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Yazmayı bilen ve bilmeyen her mü'min onu okur."[54]
Görüldüğü gibi bu hususta Peygamber efendimiz ümmi olanlar arasından yazmayı
bilmeyenleri açıkça zikretmiştir. Bu ise olabildiğince açık bir cevaptır.
[55]
49. Aksine
o, kendilerine ilim verilmiş olanların göğüslerinde apaçık âyetlerdir.
Âyetlerimizi ancak zalim olanlar bile bile inkâr eder.
"Aksine o,
kendilerine ilim verilmiş olanların göğüslerinde apaçık âyetlerdir"
buyruğunda kastedilen Kur'ân-i Kerîm'dir. el-Hasen dedi ki: el-Ferrâ,
Abdullah'ın kıraatinin "O" zamirini; "O(nlar)" diye okuduğunu
ileri sürmüştür. Aksine Kur'ân'ın âyetleri apaçık âyetlerdir, demek olur.
el-Hasen dedi ki: Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Bu... gözleri açan
belgelerdir." (el-A'raf, 7/203) buyruğudur. Eğer; Bu" yerine; Bu(nlar)" olmuş olsaydı, bu da caiz
olurdu. Yine bunun bir benzeri de: "İşte bu Rabbimden bir rahmettir"
(el-Kehf, 18/98) buyruğudur.
eî-Hasen dedi ki: Bu
ümmete hafızlık ihsan edilmiştir. Bizden önceki ümmetler kitaplarını ancak
bakarak okuyabiliyorlardı. Onu kapattılar mı onun içinde olanları peygamberler
dışında ezbere bilenleri yoktu. Ka'b da bu ümmetin niteliklerini zikrederken
şunları söyler: Onlar gerçekten hikmet sahibi kimseler ve ilim adamlarıdır.
Onlar fıkıhta adeta peygamberler gibidir.
"Kendilerine ilim
verilmiş olanların göğüslerinde apaçık âyetlerdir." Yani bu Kur'ân-t Kerîm
batılcıların ileri sürdükleri gibi sihir veya şiir değildir. Aksine o,
kendileri vasıtası ile Allah'ın dininin ve hükümlerinin bilindiği
apaçık"alâmetler ve delillerdir. Aynı şekilde bunlar kendilerine ilim
veril miş olanların kalplerindedir. Bunlar ise Muhammed (sav)'ın ashabı ve ona
iman edenlerdir. Onlar Kur'ân'ı ezbere biliyor ve okuyorlardı. İlim ile nitelendirilmeleri
ise onlara verilmiş olan kavrayış sayesinde, Allah'ın kelamını, insanların ve
şeytanların sözlerini birbirlerinden ayırdedebilmeleridir.
Kata de ve İbn Abbas
dediler kî: "Aksine o" yani Muhammed (sav) "kendilerine İlim
verilmiş olanların göğüslerinde apaçık âyetlerdir." Kitab ehlinden ilim
sahibi kimseler onu ellerinde bulunan kitabiarda bu vasıfta, oku-ma-yazma bilmeyen
ve ümmi bir kimse olarak bulurlar. Ancak onlar nefislerine zulmettiler ve
gerçeği gizlediler. Taberî'nin tercih^ettjği budur. Bu görüşün delili de İbn
Mes'ud ile İbn es-Sümeyka'nın: Aksine
bu... apaçık âyetlerdir" şeklindeki kıraatleridir. Peygamber (sav)'ın
kendisi tek bir âyet değil, bir çok âyetler (mucizeler, belgeler) idi. Zira o
dinin pek çok
hususuna delil olmuştur. Bundan dolayı
yüce Allah: "Aksine o... apaçık âyet-lerdir" diye buyurmuştur.
Buyruğun; "Aksine o, apaçık âyetleri bulunandır" şeklinde olup
muzafın hazfedildîği de söylenmiştir.
"Âyetlerimizi
ancak zalim olanlar" kâfirler "bile bile İnkâr ederler." Çünkü
onlar Peygamber efendimizin nübüvvetini ve getirdiklerini gerçek olduklarını
bilerek inkâr etmişlerdir.
[56]
50. Dediler
ki: "Üzerine Rabbinden âyetler indirilmeli değil miydi?" De ki:
"Âyetler ancak Allah'ın nezdindedir. Ben ancak apaçık bir
uyarıcıyım."
51.
Kendilerine karşı okunup duran sana indirdiğimiz bu kitap onlara yetmedi mî?
Şüphe yok ki bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet, bir öğüt vardır.
52. De ki:
"Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O göklerle yerde olanı
bilir. Bâtıla iman edip Allah'ı inkâr edenler, işte onlar zarar edenlerin tâ
kendileridir."
"Dediler ki:
Üzerine Rabbinden âyetler indirilmeli değil miydi?" Bu,
müşriklerin Rasûlullah (sav) hakkında söyledikleri
sözlerdir. Yani niçin onun üzerine de peygamberlere verilen âyetler (mucizeler)
gibi bir mucize verilmedi? Mesela, Salih'in dişi deve mucizesi, Musa'nın asa
mucizesi, İsa'nın da ölüleri diriltme mucizesi gibi bir mucizesi niye yok? diye
açıklanmıştır. Ey Muhammed, onlara "de ki: Âyetler ancak Allah'ın
nezdindedir."
Onları dilediği gibi
gönderen O'dur. Arzu ederse gönderir, yoksa bende bunların hiçbirisi yoktur.
"Ben ancak apaçık
bir uyarıcıyım."
tbn Kesir, Ebubekr,
Hamza ve el-Kisaî "âyetler" lafzını "Âyet" diye tekil
olarak okumuşlardır. Diğerleri çoğul okumuşlardır, Ebu Ubeyd'in tercih ettiği
görüş budur. Çünkü yüce Allah: "De ki: Âyetler ancak Allah'ın nezdindedir"
diye buyurmuştur.
"Kendilerine
karşı okunup duran, sana indirdiğimiz bu kîtab, onlara yetmedi mi?" Bu
onlann: "Üzerine Rabbİnden âyetler indirilmeli değil miydi?"
şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Yani müşriklere, benzerini yahut onun bir
sûresinin benzerini meydana getirmeleri için meydan okumuş da kendilerini aciz
bırakan bu mucize kitab, istedikleri âyetlerin yerine yeterli gelmiyor mu? Sen
bunlara Musa'nın ve İsa'nın mucizelerini getirecek olsan, şüphesiz; Bu bir
büyüdür, biz ise büyünün nasıl olduğunu bilemiyoruz, derlerdi. Halbuki bunlar
söz söyleme gücüne sahip kimselerdir. Buna rağmen Kur'ân'a karşı çıkmaktan yana
acze düşmüşlerdir.
Denildiğine göre bu
âyetlerin nüzul sebebi, İbn Uyeyne'nin şu rivayetinde açıklandığı gibidir: İbn
Uyeyne, Amr b. Dinar'dan o Yahya b. Ca'de'den rivayetle dedi ki: Peygamber
(sav)'a üzerinde yazı bulunan bir kol kemiği getirildi, o da şöyle dedi:
"Peygamberlerinin getirdiğinden yüz çevirip başka bir peygamberin
getirdiklerine yahut kendi kitaplarından bir başka kitaba yönelmek bir kavme
sapıklık olarak yeter." Bunun üzerine yüce Allah: "Kendilerine karşı
okunup duran, sana İndirdiğimiz bu kitab, onlara yetmedi mi?" âyetini
indirdi. Bunu Ebu Muhammed ed-Darimî, Müsned'inde rivayet etmiş olup[57]
tefsir âlimleri kitaplarında kaydetmişlerdir.
İşte buna benzer bir
olay hakkında Peygamber (sav), Ömer (r.a)'a şöyle demiştir: ^Şâyet İmran oğlu
Musa hayatta olsaydı, onun için dahi bana uymaktan başka yapacak bir şey
olamazdı.[58] Yine benzeri bir olay
münasebetiyle Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; "Kur'ân-ı Kerîm île teğanni
etmeyen bizden değildir."[59] Yani
Kur'ân ile yetinerek başka bir şeye ihtiyaç duymayacak hale gelmeyen bizden
değildir. Buhârî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'nin âyet-i kerimeyi te'vili
bu şekildedir.[60]
Bu kitabımızın Mukaddimesi'nde
zikrettiğimiz üzere; herbir harf karşılığında kişi yüce Rabbİnden on hasene
alacağına göre, bu kitabtan yüz çevirip başkasına yönelmek sapıklıktır,
hüsrandır, aldanıştır, noksandır.
"Şüphe yok ki
bunda" yani Kur'ân-1 Kerîm de "İman eden bir topluluk İçin"
dünya ve âhirette "bîr rahmet"; onunla kendilerini dünyada hakka
ir-şad etmek suretiyle de "bir öğüt vardır." Bir görüşe göre de
rahmet, dünyada onlan sapıklıktan kurtarmak suretiyle ortaya çıkar.
"De ki; Benimle
sizin aranızda şahit olarak Allah yeter." Yani seni yalanlayanlara
şunları söyle: Benim onun rasûlü olduğum iddiam ile bu Kur'ân'ın da O'nun
kitabı olduğu iddiamda doğru söylediğime dair lehime şahitlik yapmak üzere
şahit olarak Allah yeter.
"O göklerle yerde
olanı bilir." Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Bu yüce Allah'ın onlar
hakkındaki şahitliğinin doğruluğuna dair bir delildir. Çünkü onlar yüce
Allah'ın herşeyi bildiğini kabul ediyorlardı. O halde onun şahitliğini de
kabul etmeleri gerekirdi.
"Batıla"
Yahya b. Sellâm'a göre İblis'e, bir görüşe göre de putlara ve heykellere
ibadete -ki bu görüşü tbn Şecere na ki etmiş tir.- "iman edip Allah'ı inkâr
edenler" yani rasüllerini yalanlayıp kitabını inkâr ettikleri için Allah'ı
da inkâr edenler. Bir görüşe göre; ona putları ortak koşmak suretiyle, ona çocuklar
ve zıtlar izafe etmek suretiyle Allah'ı inkâr edenler; "işte onlar"
âhirette hem kendilerini, hem de amellerini kaybetmek suretiyle "zarar
edenlerin tâ kendileridir."
[61]
53. Bununla
beraber senden azabı çabucak isterler. Eğer beUlbir vade olmasa idi, azab
onlara elbette gelirdi. Andolsun -onlar farkında olmaksızın- azab kendilerine
ansızın gelecektir.
54. Senden
azabı çabucak isterler. Muhakkak cehennem kâfirleri kuşatıcıdır.
55.O gün
azab onları hem üstlerinden, hem ayakları altından bü-rüyecek ve şöyle
diyecektir: "Yapmakta olduklarınızı tadın."
"Bununla beraber
senden azabı çabucak İsterler." Onları azab ite korkutup uyarınca aşın
inkârları sebebiyle: Haydi bu azabı bize çabuk getir, dediler. Bir görüşe göre
bu sözleri söyleyen en-Nadr b. el-Hâris ile Ebû Cehil'dir. Çünkü bunlar:
"Ey Allah, eğer bu senin katından (indirilmiş) hakkın kendisi ise durma
bizim üzerimize gökten taş yağdır" (el-Enfal, 8/32) diye yalvarmışlar ve:
"Rabbimiz hesap gününden önce payımızı bize çabuk ver" (Sâ'd, 38/16)
demişlerdi,
"Eğer"
azabın indirilmesi için "belli bir vâde olmasa idi.." İbn Abbas dedi
ki: Bundan maksat, kavmine azab etmeyip onları kıyamet gününe kadar
erteleyeceğime dair vaadimdir. Yüce Allah'ın: "Asıl onlara vaadolunan vakit
kıyamettir" (el-Kamer, 54/46) buyruğu bunu açıklamaktadır.
ed-Dahhak dedi ki: Bu
vade onların dünya hayatındaki ömürleridir. Belirli vadeden kastın sur'a
birinci üfürüş olduğu da söylenmiştir ki, bu da Yahya b. Sellam'ın görüşüdür.
Bir başka görüşe göre maksat, yüce Allah'ın onları helak etmek ve
azabiandırmak için takdir etmiş olduğu vakittir. Bunu da İbn Şecere demiştir,
Bedir günü öldürülmeleri olduğu da söylenmiştir. Özetle herbir azabın belli
bir vâdesi vardır. Bu ne öne geçer, ne geriye kalır. Bunun delili de yüce
Allah'ın; "Herbir haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır"
(ei-En'am, 6/67) buyruğudur.
(Eğer bu vâde olmasa
idi) acele gelmesini istedikleri "azab onlara elbette gelirdi. Andolsun
onlar farkında olmaksızın" azabın üzerlerine ineceğini
bilmeksizin"azab kendilerine ansızın gelecektir."
"Senden azabı
çabucak isterler." Yüce Allah, onlara cehennemi hazırlamış olduğu ve
kaçınılmaz oiarak cehennem onları çepeçevre kuşatacağı halde, senden azab!
çabucak istiyorlar. Böyle bir aceleciliğin anlamı ne?
Bu âyet-i kerimelerin
Abdullah b. Ebi Ümeyye ile onun müşrik arkadaşları: "Yahut iddia ettiğin
gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşüresin..." (el-İsrâ, 17/92)
demeleri üzerine nazil olduğu da söylenmiştir.
"O gün azab
onları hem üstlerinden, hem ayakları altından bürüyecek"
buyruğu denildiğine
göre; önceki buyruklarla ilişkilidir. Yani azabın üstlerinden ve ayaklarının
altından kendilerini gelip bulacağı günde azab onları bürüdü mü cehennem de
onları çepeçevre kuşatmış olacaktır.
"Hem ayakları
altından" diye buyurması buyruğun ("hem üstlerinden" buyruğuna)
yakınlık dolaylıyladır. Yoksa Arapçada bürümek (el-ğaşeyân)'ın üstten olan
örtmeler hakkında kullanılması daha umumi bir ifadedir. Şairin şu mısraında
olduğu gibidir:
"Ben ona yem
olarak hem saman hem de soğuk su verdim.[62] Bir
başka şair de şöyle demiştir:
"O, düşmanlar
üzerine asil atları süren idi.
Üzerinde mızraklardan
ve zırhlardan ormanlar bulunan düşmanlar üzerine. "[63]
"Ve şöyle
diyecektir: Yapmakta olduklarınızı tadın." Medineliler ile Kû-feliler
"diyecektir'' buyruğunu "(Jj*): Diyeceğiz" diye "nûn"
ile okumuşlar, diğerleri ise "ya" 'le okumuşlardır. Ebu Ubeyd de yüce
Allah'ın: "De ki... Allah yeter" buyruğu dolayısıyla bu okuyuşu
tercih etmiştir, Onları azablan-dırcnakla görevli olan meleğin onlara
"tadın" diyecek olması ihtimali de vardır. Her iki kıraat de aynı
manayı ifade eder. Yani meîek bizim ona vereceğimiz emir üzerine: Tadın!
diyecektir.
[64]
56. Ey Benim
İman eden kullarım! Şüphesiz kî arzım geniştir. O halde yalnız Bana ibadet
edin.
57- Herbir
can ölümü tadıçıdır, sonra Bize döndürülürsünüz.
58. İman
edip salih amel işleyenleri, elbette Biz onları cennette altlarından ırmaklar
akan köşklere yerleştiririz. Onlar orada ebedidirler. Amel İşleyenlerin ecri
ne güzel olur!
59. Onlar ki
sabrederler re Rabblerine tevekkül ederler.
60. Kendi
rızkını taşımayan nice canlı vardır. Allah onlara da rızkı verir, sîze de. O,
işitendir, bilendir.
"Ey Benim iman
eden kullarım! Şüphesiz ki arzım geniştir." Âyeti kerimesi Mekke'de
bulunan mü'minleri -Mukatil ve el-Kelbînin görüşüne göre- hicret etmeye teşvik
etmektedir. Yüce Allah, onlara arzının geniş olduğunu ve yeryüzünün herhangi
bir yerinde kâfirlerin eziyetlerine rağmen orada kalmanın doğru olmadığını
haber vermektedir. Aksine doğru olan Allah'a ibadeti, Allah'ın arzında,
Allah'ın salih kullan ile birlikte yapmanın yollarını aramaktır. Yani eğer
sizler bulunduğunuz yerde imanınızı izhar etmekte sıkıntı çekiyor ve
zorlanıyorsanız, o takdirde Medine'ye hicret ediniz. Orası, orada tevhidi
açığa vurmak ve hakim kılmak için geniş bir alandır.
İbn Cübeyr ve Ata dedi
ki: Zulüm ve münkerin bulunduğu bir yerde bu âyet-i kerime gereğince amel etmek
ieab eder ve hak olan bir beldeye oradan hicret etmek lazım olur. Malik de
böyle demiştir.
Miicahid dedi ki:
"Şüphesiz ki arzım geniştir." O halde siz de hicret edin, cihad edin.
Mutarrif b. eş-Şihhîr
dedi ki: Muhakkak Benim rahmetim geniştir, demektir. Yine ondan gelen rivayete
göre: Benim size olan rızkım pek geniştir, onu yeryüzünde arayınız, demektir.
Süfyan es-Sevrî dedi
ki: Sen pahalılık ulan bir yerde bulunuyor isen, başka bir yere geç. Orada
keseni bir dirhem karşılığında ekmekle doldurabileceksin.
Şöyle de
açıklanmıştır: Benim arzım olan o cennet pek geniştir. "O halde"
orayı Ben size miras verinceye kadar "yalnız Bana ibadet edin."
"Yalnız Bana
ibadet edin" buyruğundaki; "(#*i): Yalnız bana" hazfedilmiş bir
fiil ile n as bedii mistir. Bu da; "O halde bana ibadet edin, bana ibadet
edin" demektir. İki fiilden birisi ile yetinilerek diğerine gerek görülmemiştir.
Yüce Allah'ın; "O halde yalnız Bana" buyruğunun başındaki
"fe" şart manasınadır. Yani, eğer bir yerde sıkıntı çekecek
olursanız, bir başka yerde yalnız Bana ibadet ediniz, çünkü Benim arzım
geniştir.
"Herbir can ölümü
tadıçıdır, sonra da Bize döndürülürsünüz" buyruğu daha önce Âl-i İmran
Sûresi'nde (3/185. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Burada
yüce Allah dünyanın ve dünyada korku veren hususların önemsizliğini belirtmek
üzere ölümü söz konusu etmiştir. Sanki bazı rnü'minler valanı Mekke'den çıkmak
dolayısı ile sonunda ya ölecek yahut aç kalacak ya da buna benzer bir tehlike
ile karşı karşıya kalacak zannetmiş de, bunun üzerine yüce Allah da dünyanın
önemsizliğini vurgulamış gibidir. Yani sizler kaçınılmaz olarak öleceksiniz ve
Bizim huzurumuza toplanacaksınız. O halde Allah'a itaat etmek, O'na hicret
etmek ve buna benzer hususlarda eli çabuk tutmak gerekir. Daha sonra amelde
bulunan mü'minlere teşvikte bulunmak üzere cennete yerleştirme vaadinde bulunmakta,
onların elde edecekleri mükâfatları söz konusu ettikten sonra da; "Onlar
ki sabrederler ve Rabblerine tevekkül ederler" diye nitelendirmektedir.
Ebu Ömer, Ya'kub,
el-Cahderî, İbn Ebi İshak, İbn Muhaysın, el-A'meş, Hamza, el-Kisaî ve Halef Ey
Benim kullarım" buyruğunda "ya" harfini sakin (harekesiz)
okumuşlardır. Diğerleri ise bunu üstün ile okumuşlardır.
"Şüphesiz kî
arzım" lafzında "ya'yı İbn Âmir üstün okumuş, diğerleri ise sakin
(harf-i med olarak) okumuşlardır.
Rivayet olunduğuna
göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim dini için bir yerden,
bir yere kaçacak olursa (gittiği yer) bir karışlık kadar bir yer olsa dahi,
onun için cennet vacib olur ve o Muhammed ve İbrahim'in yoldaşı olur."
İkisine de selam olsun.
"Sonra Bize
döndürülürsünüz" buyruğunu es-Sülemî ve Âsım'dan rivayetle Ebubekir
"ya" harfi ile "Döndürülürler" diye okumuşlardır. Çünkü
"herbir can ölümü tadıcıdır" diye (gaibten söz edilmiştir)
buyurulmuş-tur. Diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. Çünkü yüce
Allah: "Ey Benim İman eden kullarım" diye buyurmuştur.
Bazıları şu şiiri
hatırlatırlar;
"Ölüm her an
kefene seslenir,
Bizlerse gafletteyiz
bizim için istenenlerden
Sakın dünyaya ve
dünyanın süslerine meyletmeyesin,
İsterse
en güzel elbiselerini giyinmiş olsun. Nerde sevenler, nerde komşular, ne
yaptılar? Nerede bu dünyada bir zaman sakin olanlar. Ölüm onlara arı duru
olmayan bir kâse içirdi, Ve onları toprağın tabakaları altında tutsak
yaptı."
"İman edip sallh
amel işleyenleri elbette Biz onları cennette altlarından ırmaklar akan köşklere
yerleştiririz" buyruğundaki "Elbette Biz onları...
yerleştiririz" lafzını İbn Mes'ud, el-A'meş, Yahya b. Vessâb, Hamza ve
el-Kisaî "be" yerine "peltek se" harfi ile; "Mutlaka
onları ikamet ettiririz," diye okumuşlardır ki bu da ikamet anlamına
gelen kökünden gelir. Yani Biz, onlara içlerinde ikamet edecekleri köşkler
vereceğizdir. Ruvevs, Ya'kub, el-Cahderî ve es-Sülemî'den "naklen"
nun yerine "ya" ile; "Elbette onları barındıracaktır" diye
okumuştur. Diğerleri ise "Elbette Biz onları yerleştiririz" diye
okumuşlardır.
Köşkler" kelimesi ın çoğulu olup bu da
yüksek ve aşağı tarafları rahat gören hakim mesken demektir.
Müslim'in,
SafeiA'indeki rivayete göre Sehl b. Sa'd, Rasûlullah (sav)'dan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: "Şüphesiz cennetlikler üstlerinde bulunan köşklerdeki
kimseleri sizin doğu veya batı tarafında ufukta bulunan ve inci gibi parıldayan
yıldızı gördüğünüz gibi göreceklerdir. Buna sebep ise aralarındaki fazilet
farkıdır." Ey Allah'ın Rasûlü, o dedikleriniz peygamberlerin konumlandır,
zaten onlardan başkaları kimse oraya ulaşamaz, dediler. Peygamber şöyle
buyurdu: "Nefsim elinde olan hakkı için hayır, bunlar Allah'a iman eden ve
rasûlleri tasdik eden bîr takim kimselerdir."[65]
Tirmizî'de yer alan
rivayete göre de Ali (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Cennette öyle yüksek köşkler vardır ki, içlerinden dışarıları, dışarılarından
da içleri görülür." Bir bedevi ayağa kalkıp: Bunlar kimlere verilecektir,
ey Allah'ın Rasûlü? diye sorunca şöyle buyurdu: "Bunlar sözü güzel
söyleyen, yemek yediren, devamlı oruç tutan, insanlar uykudayken Allah için
namaz kılanlara verilecektir."[66]
Biz bu hususa dair
daha geniş açıklamaları "et-Tezkire" adlı eserimizde kaydetmiş
bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.
"Kendi rızkını taşımayan
nice canlı vardır. Allah onlara da rızkı verir, size de." el-Vahidî
senedini kaydederek Yezid b. Harun'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bize
Haccac b. el-Minhal ez-Zührî'den -ki o Abdurrahman
b. Ata'ciır- anlattı: ez-Zührî, Ata'dan, o İbn Ömer'den
dedi ki: Rasûlullah (sav) İle birlikte gıktık. Nihayet Ensar'dan birisinin
bahçesine girdi. Meyvelerden alıp yemeye başladı ve: "Niye yeriliyorsun ey
İbn Ömer?" dedi. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü canım çekmiyor dedim. Şöyle
buyurdu: "Fakat benim canım çekiyor. Bu hiçbir şeyin tadına bakmadığım
dördüncü günün sabahı. İstersem Rabbime dua ederim, O da bana Kisra ve
Kayser'in mülkü gibi mülk verir. Ne dersin?: Ey İbn Ömer sen bir yıllık
nzıklannı saklayan ve yakînin oldukça zayıfladığı bir topluluk arasında kalırsan
ne yaparsın?" (İbn Ömer) dedi kî: Allah'a yemin ederim, aradan fazla zaman
geçmeden: "Kendi rızkını taşımayan nice canlı vardır. Allah onlara da
rızkı verir, size de. O işitendir, bilendir" âyeti nazil oldu.[67]
Derim ki: Bu zayıf bir
rivayettir. Bunu Peygamber (sav)'ın kendi aile efradı için bir yıllık
geçimlerini saklamış olması zayıflatmaktadır. Bu gerçeği de Buharı ve Müslim
ittifakla rivayet etmişlerdir. Sahabe de bu işi böyle yapıyordu ki; onlar
arkalarından gelenlere önderlerdir, kendilerinden sonra gelecek olan takva
sahibi ve mütevekkil kimselerin imamlarıdırlar.
îbn Abbas'ın
rivayetine göre mü'minler Mekke'de müşrikler tarafından eziyete uğratılınca
Peygamber (sav) onlara şöyle demiştir: "Medine'ye çıkıp gidin, oraya
hicret edin. Zalimlere komşuluk etmeyin." Ashab şöyle dedi: Orada bizim ne
evimiz, ne akarımız vardır, ne de bize yemek yedirecek, su içirecek kimsemiz
vardır. Bunun üzerine: "Kendi rızkını taşımayan nice canlı vardır. Allah
onlara da rızkı verir, size de" âyeti nazil oldu. Yani bu canlılarla
beraber azıkları gizli ve saklı değildir, siz de boylesiniz. Allah sizi hicret
edeceğiniz yerde azıkla ndıracaktır. Bu birinci görüşe göre daha uygundur.
"Nice" ile
ilgili açıklamalar ve bunun aslen; olup başına benzetme edatı olan "kafin
geldiğine ve bunda; "Nice" anlamı bulunduğuna dair açıklamalar daha
Önceden (el-Kasas, 28/82. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. el-Halil ve
Sibeveyh'e göre bunda takdir sayı gibidir. Çok sayıda pek çok canlı vardır
ki,., demektir.
Mücahid dedi ki;
Bununla kuşlar ve davarlar kastedilmektedir. Bu hayvanlar ağızlarıyla yerler
ve beraberlerinde hiçbir şey taşımazlar. el-Hasen dedi ki: Bunlar o anlık
yiyeceklerini yerler, ertesi gün için bir şey saklamazlar.
"Kendi rızkını
taşımayan yani rızkını elde etmeye kadir olamayan "nice canh
vardır." Onlar nereye giderlerse "Allah onlara da rızkı verir, size
de" anlamında
olduğu da söylenmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Taşımak burada yükletmek anlamındadır[68]
en-Nekkaş dedi ki: Maksat Peygamber (sav)'dır. ü yei" fakat saklamazdı.
Derim ki: Bu görüşün
hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü burada "dabbe: canlı" lafzı mutlak
olarak kutlanılmıştır. Örfen bu lafız mutlak olarak kullanıldığında insan
hakkında kullanılmaz. Peygamber (sav) hakkında nasıl kullanılabilir? Buna dair
açıklamalar daha önce en-Neml Sûresi'nde yüce Allah'ın: "O söz aleyhlerine
gerçekleşince Biz onlara yerden bir dâbbe çıkartırız. Onlara... söyler."
(en-Neml, 27/82) buyruğunu açıklarken geçmişti.
İbn Abbas dedi ki:
Dâbbeler canlılardan debelenen herbirisi demektir. Bunların hiçbirisi kendi
rızkını taşımaz ve rızık da saklamaz. Âdemoğlu, karınca ve fareler müstesna.
Kimisinin şöyle dediği nakledilmiştir: Ben bülbülün koynunda yiyecek
sakladığını gördüm. Saksağanın da yiyecek sakladığı yerlerinin bulunduğu ancak
bunları unuttuğu da söylenir.
"Allah onlara da
rızkı verir, size de." Böylelikle verdiği rızkında hırs gösteren İle
tevekkül edeni, çokça isteyen ile kanaatkarı, hilebaz ile âcizi birbirine eşit
kılar taki çok çalışıp didinen kimse, çalışıp didinmesi sonucu kendisine rızık
verildiğine aldanmasın. Âciz kimse de acizliği dolayısıyla rızkının
alıkonulacağını düşünmesin.
Sahik'<ie,
Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Eğer sizler yüce
Allah'a hakkıyla tevekkkül edecek olursanız, sabahleyin kursakları boş gidip
akşamleyin dolu olarak dönen kuşları rızıktandırdığı gibi sizi de
rızıklandırırdi.[69]
"O" duanızı
ve Medine'de harcayacak bir şey bulamayacağız şeklindeki sözlerinizi
"İşitendir" kalplerinizde bulunanları "bilendir."
[70]
6l. Eğer sen
onlara: "Göklerle yeri kim yarattı ve güneşi ve ayı kim emrinize
verdi" diye sorsan, onlar elbette: "Allah" diyeceklerdir. O
halde nasıl yüz çevirip döndürülüyorlar?
62. Allah,
kullarından dilediği kimseye rızkı genişletir, bazan ona daraltır da. şüphesiz
ki Allah, herşeyi çok iyi bilendir.
"Eğer sen onlara
göklerle yeri kim yarattı... diye sorsan" âyet-i kerimesi müşriklerin
müslümanları fakirlikleri dolayısıyla ayıplayıp; Eğer siz hak üzere
olsaydınız, fakir olmazdınız demeleri üzerine, yüce Allah bu şüpheyi, bu
buyruklanyla izale etmiştir. Zira onların bu ifadeleri bir kelime oyunu idi ve
kâfirler arasında da fakir kimseler vardı. Aynı şekilde: Biz hicret edecek olursak,
harcayacak bir şey bulamayız, diyenler de vardı. Yani siz Allah'ın her-bir şeyi
yarattığını kabul ettiğinize göre rızık hususunda nasıS şüpheniz olur? Herbir
varlığı yaratmak kudretine sahip olan O yüce zat, kutunun rızkını vermekten
nasıl âciz olabilir? İşte bundan dolayı yüce Allah bu buyruğun akabinde:
"Allah kullarından dilediği kimseye rızkı genişletir, bazen ona daraltır
da" diye buyurmaktadır.
"O halde nasıl
yüz çevirip döndürülüyorlar." Nasıl Benim tevhidimi inkâr ediyor ve
ibadetimden yüz çeviriyorlar?
"Allah,
kullarından dilediği kimseye nzkı genişletir* yani iman ve küfür sebebiyle
rızıkta bir değişiklik olmaz. Rızkı genişletmek de, kısmak da O'ndandır. O
halde fakirlik dolayısıyla başkalarının ayıplanması da söz konusu olmaz. Çünkü
herbir şey Allah'ın kaza ve kaderi iledir.
"Şüphesiz ki
Allah" halleriniz ve işlerinize ait " herşeyi çok iyi bilendir"
buyruğu, dar rızık ya da bol rızıktan hangisinin sizin faydanıza olduğunu çok
iyi bilendir, diye de açıklanmıştır.
[71]
63- Eğer Sen
onlara; "Gökten suyu indirip onunla yeri ölümünden sonra dirilten
kimdir?" diye sorsan, onlar elbette; "Allah'tır" derler.
"Allah'a haoıd olsun" de. Fakat onların çoğu akıl etmezler.
64. Bu dünya
hayatı bir eğlenceden ve bir oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise,
asıl hayat yurdu işte orasıdır, bilmiş olsalardı.
"Eğer sen onlara:
Gökten suyu" buluttan yağmuru "İndirip onunla yeri ölümünden"
yani kuraklıktan, orada yaşayanları kıtlık halinden "sonra dirilten
kimdir, diye sorsan, onlar elbette Allah'tır derler." Siz bunu itiraf
ettiğinize göre niye O'na ortak koşuyor, öldükten sonra tekrar dirütilmeyi inkâr
ediyorsunuz? O, bunları yapmaya kadir olduğuna göre mü'minleri zengin kılmaya
da kadirdir. Bunu, te'kid olsun diye tekrarlamıştır.
"Allah'a"
kudretine dair açıklamış olduğu apaçık delil ve belgeler dolayısıyla
"hamdolsun de. Fakat onların çoğu akıl etmezler." Bu deliller üzerinde
gereği gibi düşünmezler.
Onların bunu ikrar
etmesi dolayısıyla "Allah'a hamdolsun" diye açıklandığı gibi; suyu
indirip yeryüzünü canlandırdığı için Allah'a hamdolsun diye de açıklanmıştır.
"Bu dünya hayatı
bir eğlenceden ve bir oyundan başka bir şey değildir." Yani bu dünya
hayatı kendisi ile oyalanılan ve eğlenilen bir şeydir. Allah'ın zenginlere
vermiş olduğu dünyalık mutlaka yok olur, zeval bulur. Tıpkı hakikati olmayan
ve sebatı bulunmayan oyun gibidir. Bazıları şöyle demiştir: Dünya senin için
baki kalsa bile, sen onun için baki kalmazsın. Şu beyitleri okumuşlardır:
"Dünyanın akşam
bize gelişi, sabah gidişinden farklıdır.
Bir takım işlerden
sonra başka işler meydana gelir.
Geceler (kimini) bir
araya getirir, ayırır kimini,
Kimi yıldızlar doğar o
gecede batar kimileri.
Her kim zamanın ve
sevincinin kalıcı olduğunu sanıraa,
Bilsin ki imkansızdır
bu, hiçbir sevinç devam etmez.
Ve affetsin Allah
bütün endişesi tek bir şey olanı
Ve gelen musibetlerin
dönüp dolaşıcı olduğuna inanan kimseyi-.*
Derim ki: Bütün bunlar
mal, mevki, geçimin temel esasını sağlayacak ve itaatler için gerekli gücü
temin edecek, zorunlu ihtiyaçtan fazla olan giyecek gibi; dünyalıklar
hakkındadır. Bunlardan Allah için olanlara gelince; onlar âhi-retın kapsamı
İçerisindedirler ve asıl kalacak olanlar onlardır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Celal ve ikram sahibi Rabbimin Vechi ise kalıcıdır."
(er-Rahman, 55/27) Yani kendisi ile Allah'ın mükâfat ve rızası aranılarak
yapılan şeyler kalıcıdır.
"Âlıiret yurdu
ise; asıl hayat yurdu işte orasıdır." Asla sonu gelmeyen, ölümün söz
konusu olmadığı kalıcı hayat yurdu orasıdır. Ebu Ubeyde; 'in, "ha"
harfi kesreli olarak; 'in aynı anlamda olduğunu iddia etmiştir. Nitekim şair
şöyle demektedir:
"Bazan bakarsın
ki hayat hayattır."
Başkaları ise; 'in vezninde,
Sopalar" gibi çoğul olduğunu söylemektedir. ise canlı olan herşey
hakkında kullanılır. aynı zamanda cennetteki bir pınardır. 'ın aslının, olduğu
ve aynı iki harfin arka arkaya gelmesi dolayısıyla "vav"lardan
birisinin "ya"ya değiştirildiği de söylenmiştir.
Bunun böyle olduğunu
"bilmiş olsalardı..."
[72]
65. Gemiye
bindiklerinde dîni yalnız Allah'a halis kılanlar olarak O'na yalvarırlar.
Onları karaya kurtarınca da bakarsın ki onlar ortak koşarlar.
66. Tâ ki
kendilerine verdiğimize nankörlük etsinler ve yararlansınlar. Yakında
bileceklerdir.
"Gemiye
bindiklerinde" ve suda boğulmaktan korktuklarında "dinî yalnız
Allah'a halis kılanlar olarak" yani niyetlerinde samimi olarak"O'na
yalvarırlar." Putlara ibadet ve dua etmeyi bırakırlar.
"Onları karaya
kurtarınca da bakarsın ki onlar ortak koşarlar." Onunla birlikte
başkasına ve hakkında herhangi bir delil indirmediği şeylere dua
ve ibadet ederler.
Denildiğine göre;
onların şirk koşmaları herhangi bir kimsenin şu kabilden sözler söylemesi idi:
Şayet Allah ve kaptan yahut gemici olmasaydı boğulacaktık. Böylelikle Allah'ın
onların faydasına olmak üzere onları kurtarmasını Allah ile mahlukatı arasında
taksim etmiş (böylece O'na ortak koşmuş) oluyorlar.
"Tâ ki
kendilerine verdiğimize nankörlük etsinler ve yararlansınlar."
Denildiğine göre
burada fiillerin başındaki iki "lâm" (mealde; tâ ki) key "Lam'ı
diye bilinen "lam"lardır. Kâfir olsunlar ve faydalansınlar diye,
anlamındadır.
Şöyle de denilmiştir:
"Bakarsın ki onlar ortak koşarlar." Onların şirklerinin neticesi
Allah'ın nimetlerini inkâr etsinler ve dünya ile faydalansınlar diye...
Bir diğer görüşe göre
buradaki "lam"lar emir larnı olup tehdit manasını ihtiva eder. Yani
size ihsan etmiş olduğumuz nimete ve denizden kurtarmaya karşı nankörlük edin
ve yararlanın, bakalım. Bu açıklamanın delili Ubeyy'in: "Ve oyalanın"
şeklindeki kıraatidir. İbnu'l-Enbarî dedi ki: Bunu ayrıca ei-A'meş, NafT ve
Hamza'nm "lam" harfini cezm ile; Ve ya-rarlansınlar!..."
şeklindeki kıraatleri pekiştirmektedir.
en-Nehhas dedi ki:
"Tâ ki yararlansınlar" buyruğundaki "lam", key
"lam"ıdir, emir "lam"ı olması da mümkündür. Çünkü emir
lamında aslolan es-reli okunmasıdır. Şu kadar var ki; bu emirde tehdit manası
vardır, "Lam" harfini sakin olarak okuyanlar ise bu "lam"ı
key "lam"ı olarak kabul etmezler. Çünkü key "tam"ının sakin
okunması caiz değildir. Bu îbn Kesir, el-Müsey-yeb ve Kalun'un, Nafî'den
kıraatidir. Hamza, el-Kİsaî ve Hafs'ın da Âsım'dan rivayet ettiği kıraaü de
böyledir. Diğerleri ise "lam'ı esreli okumuşlardır. Ebu'l-Aliye de
"OnJara verdiğimize nankörlük etsinler diye. Artık yararlanın yakında
bileceksini2" şeklinde bir tehdit olarak okumuştur.
[73]
67.
Çevrelerinde insanlann zorla kapılıp götürülmesine rağmen, kendilerine güvenli
kutsal bir belde yaptığımızı görmezler mi? Bundan sonra bâtıla inanıp Allah'ın
nimetine nankörlük mü ediyorlar?
68. Allah'a
karşı yalan uyduran veya kendisine hak gelince, onu yalanlayan kimseden daha
zalim kim olabilir! Kâfirler için cehennemde kalacak yer mi yok?
"Çevrelerinde...
kendilerine güvenli kutsal bir belde yaptığımızı görmezler mi?"
Abdu'r-Rahman b. Zeyd dedi ki: Bu belde Mekke'dir. Kendilerinden söz edilenler
de Kureyş'tir. Yüce Allah orada kendilerini güvenlik içinde barındırmıştır.
"Çevrelerinde
insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen" buyruğu hakkında ed-Dahhak
şöyle demiştir: İnsanlar birbirlerini öldürüyor, birbirlerini esir
alıyorlardı.
Kapıp götürmek,
hızlıca almak, yakalamak" demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden
el-Kasas Sûresi'nde (28/57. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş
bulunmaktadır.
Yüce Allah, onlara
kendisine itaatla boyun eğsinler diye bu büyük nimeti hatırlatmaktadır. Yani
Ben onlara esir alınmaktan, baskınlardan, öldürülmekten yana içinde emin
oldukları güvenlikli bir belde kıldım. Onları denizde tehlikelerden
kurtardığım gibi, karada da kurtardım. Fakat onlar karada Bana ortak
koşuyorlar, denizde ortak koşmuyorlar. Bu ise onların bu hallerindeki
çelişkinin hayret edilecek bir iş olduğuna dikkat çekmektir.
"Bundan sonra
batıla inanıp* Katade şirke inanıp Yahya b. Sellam İblis'e inanıp diye
açıklamışlardır.
"Allah'ta
nimetine nankörlük mü ediyorlar?" İbn Abbas dedi ki: Allah'ın verdiği
afiyete karşı nankörlük mü ediyorlar? İbn Şecere, Allah'ın bağış ve
lü-tuflarına karşı mı nankörlük ediyorlar? diye açıklamış. İbn Sellam da:
Peygamber (sav)'ın getirmiş olduğu hidayete karşı mı nankörlük ediyorlar? diye
açıklamışlardır. en-Nekkaş da şu açıklamayı nakletmektedir: Bunlar açken onlara
yemek yedirmemize, korkudan sonra onlara güvenlik vermemize karşı mı nankörlük
ediyorlar? Bu onların hallerinin hayret edilecek bir iş olduğunu ifade eder ve
soru şeklinde bir inkâr (durumlarını rcd)dir.
"Allah'a karşı
yalan uyduran... kimseden daha zalim kim olabilir?" Yüce Allah'la
beraber, O'na ortak koşan, evladı olduğunu iddia edenden ve bir hayâsızlık
işlediği zaman da: "Biz atalarımızı da bunun üzerinde bulduk, Allah da
bize bunu emretti" (el-A'raf, 7/28) diyenden daha zalim hiçbir kimse
yoktur, demektir.
"...Veya
kendisine hak gelince onu yalanlayan kimseden daha zalim kim olabilir."
Yahya b. Sellâm dedi ki; Hak'tan kasıt Kur'ân'dır. es-Süddî de tev-hiddir
demiştir. îbn Şecere de Muhammed (sav)'dır demiştir. Bu görüşlerin herbirisi
diğer ikisini de kapsamına alır.
"Kâfirler için
cehennemde kalacak yer mi yok?" Bu takri rî bir istifhamdır. (Yer vardır,
demektir.)
[74]
69.
Uğrumuzda cihad edenleri, elbette Biz onları, yollarımıza iletiriz. Muhakkak
ki Allah İhsan edenlerle beraberdir.
"Uğrumuzda cihad
edenleri" bizim uğrumuzda yani bizim rızamızı isteyerek cihad edenleri..,
es-Süddî ve başkaları
dediler ki: Bu âyet-i kerime savaşın farz kılınışından önce inmiştir. İbn
Atiyye dedi ki: Âyet-i kerime örfen bilinen cihaddan öncedir. Burada sözü
edilen cihad, Allah'ın dini uğrunda ve O'nun rızasını talep yolunda umumi bir
cihaddır. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen dedi ki: Âyet-i kerime Allah'a çokça ibadet
eden kimseler hakkındadır. İbn Abbas ile İbrahim b. Edhem şöyle demişlerdir: Bu
âyet-i kerime bildikleri gereğince amel eden kimseler hakkındadır. Peygamber
(sav) da şöyle buyurmuştur: " Bildi k-leriyle amel edene Allah
bilmediklerini öğretir."[75]
Bazı ilim adamları da
yüce Allah'ın: "Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor." (el-Bakara,
2/282) buyruğuna işaret edildiğini kabul etmişlerdir. Ömer b. Abdulaziz de
şöyle demiştir: Bilmediğimiz şeyleri öğrenmemizi engelleyen husus,
bildiklerimizle amel etmekteki kusurumuzdur. Eğer bizler bildiklerimizin bir
kısmı ile amel edecek olursak, şüphesiz ki Allah bizlere bedenlerimizin
(fiilen) elde edemeyeceği kadar ilme bizi mirasçı kılar. Yüce Al-İah:
"Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor" diye buyurmaktadır.
Ebu Süleyman ed-Dârânî
dedi ki: Âyet-i kerimede sözü edilen cihad yalnızca kâfirlerle savaşmak
değildir, O dine yardımcı olmaktır, batılolann görüşlerini reddetmek,
zalimlerin kökünü kazımaktır. Bunun en büyük şekli de iyiliği emredip
kötülükten alıkoymaktır. Allah'a itaat uğrunda nefislere karşı mücahede de onun
bir parçasıdır ve en büyük cihad budur.
Süfyan b. Uyeyne,
İbnu'l-Mübarek'e dedi ki: Sen insanların ihtilâf ettiklerini görecek olursan,
mücahidlerle ve serhadlerde İslam diyarını koruyanlarla birlikte olmaya bak.
Şüphesiz ki yüce Allah: "Elbette Biz onları yollarımıza İletiriz"
diye buyurmaktadır.
ed-Dahhak dedi ki:
Âyet-i kerimenin anlamı şudur Hicret yolunda cihad eden kimseleri elbette îman
üzere sebat yollarına ileteceğiz. Daha sonra ^öyle demektedir: Dünyada sünnete
tabi olmak, âhirette cennete benzer. Âhiret-te cennete giren kurtulur. Aynı
şekilde dünyada da sünnete yapışan kurtulur.
Abdullah b. Abbas dedi
ki: Bize itaat yolunda cihad edenleri elbette Biz de mükâfat yollarımıza
ileteceğiz. Bu da itaatin genel anlamıyla kaydedilen bütün görüşleri kapsar.
Abdullah b. ez-Zübeyir'in
şu sözü de buna yakındır: Hikmet der ki: Beni arayıp da bulamayan, iki yerde
beni arasın: Bildiğinin en güzeli İle amel etsin ve bildiğinin en kötülerinden
uzak kalsın.
el-Hasen b. el-Fadl
dedi ki: tfadede bir takdim ve te'hir vardır. Yani Bizim kendilerine hidayet
verdiğimiz kimseler, asıl yolumuzda cihad edenlerdir.
"Biz onları
yollarımıza iletiriz." Yani cennet yollarına. Bu açıklamayı es-Süddî
yapmıştır. en-Nekkaş dedi ki: Allah onları hak dine uymayı muvafık kılar. Yusuf
b. Esbât dedi ki: Yani Biz onların niyetlerini, sadakalarını, namaz ve
oruçlarını Allah için ihlâslı kılacağız.
"Muhakkak ki
Allah İhsan edenlerle beraberdir" buyruğunda yer alan; 'in başındaki
"lam" harfi te'kid "lam"ı olup bu "lam"ın başa
gelmesi iki şekilden birisine göredir: Başına geldiği kelime isim olmalı,
te'kid "lam"ı ancak isimlerin başına gelir. Yahutta harf (edat)'ın
başına gelmelidir. Çünkü harfte de istikrar manası vardır. Mesela "Şüphesiz
ki Zeyd evdedir" demek gibi. Sakin okunduğu takdirde sadece edattır, başka
bir şey olmaz. Fethalı okunduğu takdirde ise isim olması da caizdir, harf
olması da caizdir. Fakat çoğunluk belli bir mana için getirilmiş bir harf
olduğu görüşündedir.
"İhsan ve ihsan
edenlerdin anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/195.
âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
Şanı yüce Allah, bu
cihad edenlerle, yardımı ve onlara ihsan edeceği zaferlerle onları korumak,
onları doğru yola iletmekle birliktedir. Bunlarla ve diğer herkesle İse; onları
kuşatmak ve kudreti İle birliktedir. Her iki birlikte oluş arasında ise büyük
bir fark vardır.
el-Ankebut Sûresi'nin
tefsiri de burada sona ermektedir. Hamd, yalnız Allah'adır.
[76]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/370.
[2] Mâverdi, en-Nüket;
IV, 275'ten başka bir yerde tespit edemedik. Soz konusu eserin rah-kikJi
neşrini yapan es-Seyyid b. Abdulmaksud da, hadisin kaynağını tespit edemediğini
belirtmektedir.
[3] Buharı, VI, 2546; Eb& Dâvûd, III, 47; Müsned, V,
III, VI, 395.
[4] İbn Mâce, II, 1334.
[5] Tirmizt, IV, 601; İbn Mâce, II, 1334; Müsned, 1, 185.
[6] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, X, 225; ravilerinden
Hamid Adem'in "yalancı" olduğu
kaydıyla.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/370-373.
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/374-376.
[9] Tirmizt, V, J4l; Müsned, I, 1H5; Müslim, IV, 1878
(kısmen)
[10] İbn Kesir, Teftir, III, 446, Tabeıani,
Kitabu'l-lşre'den naklen.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/376-378.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/378-379.
[13] Aynı manada Peygamber Efendimize merfu' bir hadis
olarak: Tirmizi, IV, 6132
[14] Müslim,
II,
705,
IV,
2059; Tirmizi,
V, 143; İbnMace, I, 75; Müsned,
II,
504,
IV, 358. 360.
[15] ibn Mace, l. 75
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/380-382.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/382-386.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/386-388.
[19] Ayetin nazını ile el-Ferranın bu açıklaması gözöniinde
bulundurulursa anlamı şöyle olur: "Sizler yerde aciz bırakılabilecekler
değilsiniz; gökte olan kimseler de Allah'ı aciz bırakamazlar r
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/388-393.
[21] el-Müttaki, Kenzu'l-Ummâl, had. no: 36259 ve 46257
(Kurtubî, Dâru'l-Hadls baskısı)
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/393-395.
[23] Yakın bir rivayet: Tirmizi, V, 342; Taberani,
el-Mu'cemu'l-Kabir, XXIV, 412.
[24] Sözlüklerdeki açıklamalardan buraya uygun düşehilecek
bir mana tespit edemedik.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/395-399.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/399-400.
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/400-401.
[28] Buna göre bu kısmın meali: "Bunlar (bu
büyüklerime işini) ilk yapan kimseler değil-, drdiye yapılabilir.
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/401-402.
[30] el-Haris b, Usâme d-Heysemî, Müsnedu'l-Haris,
II,
816
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/402-405.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/405.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/405-406.
[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/406.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/406.
[35] Tirmizî,
V,
151;
Müslim, I, 462; Buharı, I, 197; Nesaî, I, 230; İbn Mâca, I, 447; Muvat-ta, I,
174; Miisned, II, 379.
[36] Müslim, 7, 296, 297; Tirmizi,
V, 201; Ebû Dâvûd, I, 216; İbn Mâce,
II,
)243; Muvatta, I, S; Müsned, 1, 285, 460
[37] Bu kadarıyla el-Heysemi Mecmau'z-Zevaid, II, 258
[38] ei-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 258.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/406-409.
[40] Taberî, Câmiu'l-Beyân, XX, 156, 157; ancak mevkuf
rivayetler halinde; EM Suca1 ed-Deylemî, el-Firdevs, IV, 406, İbn Abbas'ın aözü
olarak.
[41] Müslim, IV, 2061, 2067; Buharı, VI, 2694; Tirmizl, V,
581; İbn. Mace, II, 1255; Müsned, II, 251, 354.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/409-410.
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/410.
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/411.
[45] Buharî, II, 953 (bab başlığında), VI, 2679, VI, 2742
[46] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevaid.
[47] Buharî, VI, 2679.,
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/412.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/412.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/412-413.
[50] Müslim, III, 1410.
[51] Buharı, IV, 1551; İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, VII, 503,
504
[52] Müslim, 761; Buharî, II, 675; Ebu Davud, II, 396;
Nesai, IV, 139, 140; Müsned, II, 43, 52, 127, 129-
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/413-415.
[54] Müslim. IV, 2248, 2249 (az farkla); el-Heysemî,
Mecmau'z-Zevaid, VII, 339
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/415.
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/416-417.
[57] Darimî, Sünen, I, 134,
[58] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, I, 174, VIII, 262;
Müsned, III, 387.
[59] Buharı, III, 2737; Ebu Dâvud, II, 74; Darimî, Sünen,
I, 417; Müsned, I, 175, 179, 210.
[60] Buharı, IV, 1918.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/417-419.
[62] Yem vermek, saman için kullanılır, su için
kullanılmaz. Ayetteki ifade ile iki farklı iş için aynı fiilin kullanılmış
olması cihetinden benzerlik vardır.
[63] Burada da aynı benzerlik sözkonusudur. Ormanlara
benzeyen yalnız mızraklar olmakla birlikte, zırhlar da aynı ortak anlatımla
ifade edilmiştir.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/419-421.
[65] Müslim,
IV,
2177; Buharl,
V,
2399; Tirmizî,
IV,
690; Müsned,
II,
339.
[66] Tirmizi,
IV,
673.
[67] el-Vahidî, Esbâbu Nüzûli'l-KuSan, s.
[68] Yani rızılclarını kazanma mükellefiyeti onlara
verilmemiştir. Allah onları rızıklandınr
[69] Tİrmizî, IV, 573; İbn Mâce, II, 1394; Müsrted, I, 30,
52.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/421-426.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/426-427.
[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/427-429.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/429-430.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/430-432.
[75] İbn Kesir, Tefsir, 10, 422de mana itibariyle buna
yakın bir rivayet zikretmektedir.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/432-433.