- 29 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 29, nüzûl
sıralamasına göre 85, mesânî kısmının birinci grubunun ilk sûresi olan An-kebût
sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 69 dur.
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve
ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her
şeyi bilensin.
Adını
içindeki 41. âyette geçen ve örümcek anlamına gelen “Ankebût” kelimesinden
almış ve Mekke’de akıl almaz işkencelerden bunalmış Müslümanların Habeşistan’a
hicret günlerinde nâzil olmuş bir sûre ile karşı karşıyayız. İnşallah bu
haftadan itibaren tanımaya başlayacağımız Ankebût sûresinin işlediği ana
konuları şöylece ifade etmeye çalışalım.
Rabbimiz
bu mübârek sûresinde, akla hayale gelmedik işkenceler altında bunalmış
mü’minleri teselli etmek, müşrikler karşısında dirençlerini artırmak ve cesaret
kazandırmak ister. Kendisine iman ve peygamberine teslimiyetleri sonucunda
kesin zafere ulaşacak olanların kendileri olduğu vurgulanarak onlara bir
destek, karşılarındaki Allah düşmanlarının da tıpkı kendilerinden öncekiler
gibi âkıbetlerinin helâk olduğu uyarısıyla onlar için de bir tehdit oluşturmak
üzere bu sûresini gönderiyordu.
Bu
bağlamda, müşriklerin Müslüman olmuş çocuklarının ebeveynlerine karşı
davranışları konusuna açıklık getirilmektedir. Allah’ın, peygamberinin amansız
düşmanı olan müşrik ebeveynler Müslüman olmuş evlatlarını Allah’a ve
peygamberine itaat yerine kendilerine ita-
at etmeleri gerektiğini, ana baba hakkının her şeyin önünde olması gerektiğini
iddia ediyorlardı. Böylece çocuklarının İslâm’ı terk edip kendi dinlerine
dönmelerini istiyorlardı. Bizim emirlerimizi dinlemediğiniz sürece dininizin
emirlerine de karşı gelmiş olursunuz diye delil de getirmeye çalışıyorlardı.
İşte onların bu iddialarına sûrenin 8. âyetiyle cevap veriliyor.
Kimileri
de; sizler bizi dinleyin. Sizin sorumluluğunuz, günâhlarınız bizim boynumuza
olsun. Eğer bizi dinleyip yeni girdiğiniz bu dini terk etmenizden dolayı bir
vebal gelecekse onu biz yüklenelim. Yarın Allah huzurunda sizin tüm günâhlarınızı
biz yüklenelim diyerek gençleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorlardı da
Rabbimiz bu sûrenin 12-13. âyetlerinde bunlara da cevap verdi.
Yine
sûrenin ilerleyen bölümlerinde geçmiş ümmetlerden iman eden mü’minlerin
hayatlarından pasajlar sunarak, mü’minlerin ilk dönemler sıkıntılar çekmiş
olsalar da sonunda kurtulanlar, başarıya ulaşanlar olduğu vurgulanarak,
peygamber efendimize ve beraberindeki bir avuç gariban müslümana; dayanın,
direnin, cesaretinizi kaybet-meyin, kesin olarak bilin ki çok yakında Allah’ın
yardımı gelecektir müjdesi verilmektedir. Karşılarındaki kâfirlere de; sizler
de önceki kâ-firlerin başlarına gelenlere hazırlanın tehdidinde bulunularak
açık bir şekilde uyarı sürdürülmektedir.
Daha
sonra mü’minlere şöyle bir yol gösteriliyor: “Ey Müslü-manlar, eğer içinde
bulunduğunuz şartlar, işkenceler dayanamayacağınız bir safhaya gelmişse,
imanlarınızı terk etmek yerine ülkenizi terk edin. Allah’ın arzı geniştir; Allah’a
kulluğunuzu rahatça icra edebileceğiniz yeni bir yer bulup hicret edin.” Mesajı
verilmektedir. Onlara böyle bir kapı açılırken, karşılarındaki müşrikler tekrar
tekrar İslâm’ı anlamaya ve kabul etmeye çağrılıyor. Tevhid ve âhiretle ilgili
çok güçlü deliller öne sürülerek, çevredeki âyetlere dikkat çekilerek akılları
erdirilmek isteniyor. İşte bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek
tek tanımaya başlayalım inşallah.
Evet hicretten
önce en son gelen sûrelerden birisi olan yâni Mekke’de en son gelen 69 âyetlik, kitabımızın
29. sırasına yerleştirilmiştir bir sûre olan Ankebût sûresinin içinde geçen ankebût
kelimesi örümcek demektir. Sûrenin 41. âyetinde anlatılan bir m
1. “Elif, Lam, Mim.”
Sûre hurufu mukatta ile başlıyor.
Ve bu sûreyi takip eden Rum, Lokman ve secde sûreleri de aynı müteşabih âyetle
başlar. Sözünü ettiğimiz bu dört sûrenin dördü de Medenidir. Huruf-ı mukatta
harfleriyle alâkalı, bu müteşabih âyetlerle alâkalı önceki bölümlerimizde bir
şeyler söylediğimiz için geçiyoruz.
2,3. “Andolsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken,
insanlar, “İnandık” deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanarlar? Allah
elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya koyacaktır.”
İnsanlar
sadece amenna deyivermekle terk edileceklerini mi zannettiler? İman ettik
deyivermekle salıverileceklerini mi zannediyorlar? Öyle mi hesap ediyorlar?
Öyle mi umuyorlar ki amenna deyiverecekler, inandık deyiverecekler de
salınıverecekler öyle mi? Hesaplarını kitaplarını buna göre mi yapıyorlar? İman
ettik deyiverecekler ve sonra hemen cennete gidecekler öyle mi? Dünyada hiçbir
sıkıntı çek-meyecekler ve âhirette de kurtulacaklar. İmtihan edilmeyecekler, denenmeyecekler
öyle mi?
İman ettik
diyenlere sesleniyor Rabbimiz. Diyor ki iman ettik demeniz yetmiyor. Bu iman
iddialarımızın pratiğini, amelini isteyecek Rabbimiz. İman iddiasında bulunan
herkesi deneyecek Rabbimiz. Acaba böyle bir iddiada bulunan insanların
sözleriyle amelleri, iddialarıyla hayatları, düşünceleriyle hareketleri bir mi?
Değil mi? Öyleyse kişi Kur’an’ın bir konudaki uyarısına iman ettim dese de,
sonra o konuda Allah imkân verip de imtihan edince, deneyince sanki kâfirler gi-bi
o konuda her hangi bir uyarı yokmuş gibi davranıyorsa, Kur’an’dan habersiz
yaşıyorsa ya da kitabının o âyetinden haberi yoksa o zaman o da onlardan olacaktır
Allah korusun.
Yâni hangi
konunun imanını gündeme getirmişsek o konuda mutlaka bir denenme gelecektir karşımıza.
Neye inandığımızı söylemişsek o konuda deneneceğiz ki sağlam mı inanmışız, yoksa
değil mi? Bu ortaya çıksın. Meselâ bir müslüman infaka veya zekâta inandığını
mı iddia ediyor? Eğer bolca param olsaydı ben onu Allah yolunda infak ederdim
mi diyor? O konuda mutlaka kendisine denenme gelecektir. Allah günün birinde
ona bolca bir para verecek, bu imkânı yaratacak ve onun sağlam mı inandığını,
yoksa cıvık mı inandığını ortaya çıkaracaktır.
Veya bir müslüman eğer boş
zamanım olsaydı ben de onu Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğrenmeye
harcardım mı di-yor? Bu konuda bir iman mı ortaya koyuyor? Allah günün birinde onun
karşısına bolca bir zaman çıkarıp onun inanıp inanmadığını ortaya çıkaracaktır.
Veya meselâ bir kadın eğer Allah
beni iyi bir ortamda yaratsaydı ben de tepeden tırnağa örtünürdüm mü diyor?
Allah mutlaka onun karşısına böyle bir ortam çıkaracak ve onun bu konudaki samimiyetini
deneyecektir. Yâni hangi konunun imanını gündeme getirmişsek, hangi konuda ne
tür bir iddiada bulunmuşsak, o konuda Allah bize denenme gönderecektir. Fırsat
verip sağlam mı, yoksa bozuk mu inandığımızı ortaya koyma imkânı yaratacaktır.
Değilse o konuda imkân vermese kimin ciddi, kimin yalancı olduğu ortaya çıkmaz.
Ama eğer şu
anda inandık dediğimiz pek çok konuda Allah bizim karşımıza denenme imkânı
çıkarmıyorsa, o konu da bizim karşımıza fırsat çıkarmıyorsa o zaman şu iki şeyden birisi geçerlidir:
a: Ya ciddi
inanmadığımız için Allah o konuda bizim karşımıza gerçekleştirme imkânı
çıkarmıyor.
b: Ya da daha
önce aynı konuda Rabbimiz bizim karşımıza imkânlar çıkararak bizi denedi denedi
de biz hiç bir şey yapmadık ar-tık yeni
imkânlar çıkarmıyor demektir. Öyle değil mi? Eğer hayatımız hep aynı
noktadaysa, bilgilenmemiz hep aynı yerdeyse, hep aynı iman seviyesinde duruyorsak,
kitap ve sünnetten yeni yeni iman birimleri öğrenip imanımızı artırmıyorsak,
aynı iman seviyesinde duruyorsak elbette yeni imtihanlar gelmeyecektir.
Meselâ bir adam çocukluğunda
Kur’an’dan bazı sûreleri öğrenmiş ama kırk senedir içindekileri tanımaya
yanaşmıyorsa ne denemesi gelecek de ona? Yeni bir şeyler öğrenecek, yeni bir
iman iddi-asında bulunacak, bu duyduğuma da iman ettim ya Rabbi diyecek ve
hemen arkasından denenme gelecektir. Evet sadece mücerret iman deyivermekle
kurtulacağınızı sanmayın. Unutmayın ki:
Onlardan öncekileri de denedik.
Baksanıza Biz nicelerini denemekteyiz. Sizden öncekileri de imtihana tabi tuttuk.
Sıkıntılar, dertler, hastalıklar, savaşlar, zenginlikler, fakirlikler, ölümler,
yaralanmalarla denedik ki, kim sadâkatle Allah’a bağlı? Kim sahte inanmış? Ben
de müslümanım diyen, biz de müslümanız diyen herkes mutlaka denenecektir.
Neyle, nasıl denenecekler? Rab Ben mi? Değil mi? Yaratıcı Ben mi? değil mi?
Bunları veren ben mi? değil mi? Bu bedenin, bu canın, bu hayatın Benim mi?
senin mi? Şu elindeki mallar, mülkler, fırsatlar, imkânlar senin mi? Benim mi?
Şu evlâtların senin mi? Benim mi? Baba, ana, dükkan, tezgah senin mi? Benim mi?
Hayata egemen olan sen misin? Ben miyim? Ya Rabbi sen bana akıl vermişsin, hayat
vermişsin, mal, mülk, evlât vermişsin ama ben onları senin yolunda değil de
başka şeyler peşinde kullanıyorum mu diyeceksin? Yoksa Benim yolumda mı kullanacaksın?
İşte tüm bu konularda kullarını dener Allah.
Yâni inandım dediği sözünün eri midir?
Değil midir? Ben Allah’a ve Allah’tan gelenlere inandım diyen bir kişi ve
toplum bu sözünde samimi mi? değil mi? Rabbimiz bunu deneyecektir. İnsanlar
müslümanlıklarında samimi mi? değil mi? bunu zaten Rabbimiz biliyor da bizi
bize ispat edecek. Yarın bir itiraz hakkımız kalmayacak. Allah sadıkları da,
yalancıları da denemelerden geçirerek böylece ortaya koymaktadır.
Bugün herkes kendini beğeniyor, herkes
biz en iyi müslüma-nız, bizden daha iyi müslüman olamaz diyor. Bizler şu anda Allah’ın
istediği bir hayatın içindeyiz, elbette Allah bizi cennetine koyacaktır. Bizi
koymayıp da cennetine sığırları mı koyacak diyor. Halbuki bakın Rabbimiz buyuruyor
ki, sizler denenmeden, imtihana çekilmeden bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz?
Bu âyet Mekke’de hicret edemeyerek
oldukları yerde kalanlar hakkında nâzil olmuştur. Allah’ın Resûlü hangi
coğrafyada olurlarsa olsunlar bütün müslümanların bulundukları ortamları terk
edip Medine’ye İslâm devletine hicret edip müslümanların gücünü artırmalarını
emretmişti. Mekke’de yaşayan bir kısım müslüman önce bu emre uyarak Mekke’den
hicret için harekete geçmişler, ama müşriklerin en-gellemesiyle geri
dönmüşlerdi. İşte onları kınamak üzere gelen bu âyetleri müslümanlar onlara
yazıp gönderdiler. Dikkat edin, durumunuz iyi değildir diye onları uyardılar.
Bu uyarı üzerine o müslümanlar tekrar yola çıktılar, kendilerini engellemeye
çalışan müşriklerle savaştılar, bir kısmı şehid olurken, bir kısmı da
Medine’ye, hicret yurduna ulaşabildi. Evet bu âyet onlar hakkında inmiştir, ama
âyetin hükmü umumidir ve kıyamete kadar hükmü bâki olarak bütün müslümanlara
şamildir.
İnandık deyivermekle iş bitti mi
zannediyorsunuz? İnanç yolunuzda, iman yolunuzda ailenizden, çevrenizden,
toplumunuzdan, düş-manlarınızdan, tâğutlardan bir takım belâlar, musibetler,
tepkiler gelmeden, işinizden, aşınızdan, malınızdan, mülkünüzden, sosyal statülerinizden
bir şeyler kaybetmeden salınıverileceğinizi mi zannediyorsunuz diyor Rabbimiz.
Şurasını hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmayalım ki, zaten bizler iman davasında denenmek için bu dünyaya geldik.
Öyle değil mi? Eğer inandık deyivermekle iş bitmiş olsaydı, zaten bunu “galu
belâ”da söylemiştik. İman ettik ya Rabbi, sen bizim Rabbimizsin demiştik. Eğer
iş sadece bunu söylemekse, o zaman niye bu dünyaya geldik? Bu sözümüzde samimi
miyiz, değil miyiz denenmek için geldik bu dünyaya. İmtihan için, ibtilâ için,
belâ için geldik bu âleme.
İmam Kurtubî der ki; Belâ en çok
peygamberlere, peygamber yolunun yolcuları olan âlimlere ve onların yolunda
olan samimi mü’-minlere gelir. Belâ insanların imanlarının derecesine göre
gelir. Unutmayalım ki şu anda kanları akıtılanlar, zindanlara tıkılanlar,
çeşitli belâlara maruz kalanlar imanları bizden çok daha kuvvetli olanlar ol-dukları
için bu tür imtihanlara tabi tutuluyorlar. Din yönünden salâbet sahipleridir
onlar. Ama din yönünden tavizkâr olanlar, ufak tefek sıkıştırmalar karşısında
geri adım atmaya hazır olanlar daha az belâya uğrayacaklardır. İşleri tıkırında
olacaktır onların. Kasaları keseleri dol-maya, makamları koltukları büyümeye
devam edecektir. İşte şu anda bizler de müslümanız, ama imanımız
müslümanlığımızı tümüyle ortaya koyamadı. İmanımız dinimizin tümünü uygulama alanına
koymaya gelemedi. Hani Yusuf sûresinde öyle deniyordu:
“Onların çoğu ortak koşmadan Allah'a inanmazlar.”
(Yunus
106)
İnansalar bile onların pek çoğu
Allah’a ancak müşrik olarak inanırlar. Şirk koşar da öyle inanırlar Allah’a. Müşrikçe
bir mü’minlik-ten yanadırlar. Müşrikçe bir iman, hıristiyanca bir imandan
yanadırlar. Yaratıcı olarak Allah’a inanırlar, ama yönetici olarak inanmazlar.
Göklerde hakim ve egemen bilirler Allah’ı, ama yerde başka egemenlerin
varlığına inanırlar. Yâni illa Allah’a ortaklar bulurlar. Kendilerinin de
tanrılıklarını iddia ederler. Kendileri gibi olanları da tanrı makamında
görürler. Bazen güneşi, bazen ayı, bazen yıldızları, bazen insanları,
idarecileri, tâğutları, bazen onların yasalarını, yönetmeliklerini, bazen
âdetleri, bazen modayı tanrı makamında görürler. Hem Allah’ı dinle-yelim hem de
bunları derler. Hayatımızın bazı bölümlerine Allah, bazı bölümlerine de bunlar
karışsın derler. Allah yoluna, peygamber yo-luna, vahiy yoluna kurban
olacakları yerde Allah ve peygamberi karşısında eğilenler karşısında eğiliyorlar.
Allah’a kul olacakları yerde
kendi hevâ ve hevesleriyle uydur-dukları sistemlere, kendi diktikleri putlara
kul köle olurlar. Ama so-nunda o uydurdukları tanrılar kendilerine hiç bir
fayda sağlamaz. Allah’ın namazına inanırlar, ama ekonomisine inanmazlar.
Orucuna ina-nırlar, ama hukukuna inanmazlar. Haccına inanırlar, ama tesettürüne
inanmazlar. Kendilerini mülkün sahibi görürler. Sadece Allah yetkisinde olan
zekâtta, infakta Allah’tan başkalarına hisse ayırırlar. Sadece Allah’ı
dinlemeleri gerekirken, başkalarını da dinlerler. Sadece Allah yasalarını
uygulamaları gerekirken, başkalarının yasalarını da uygularlar. Allah’a
inanırlar, ama sebeplere de inanırlar. Allah’ı severler, ama tağutları da
severler. Neticede inanmazlar mı çıkıyor, dilim var-mıyor onu söylemeye.
Peki sebebi
nedir bunun? Benim anladığım o ki, imanlar kalplerde kökleşmemiş, ya da
kökleşen imanlar henüz dışa taşacak, amele dönüşecek noktaya gelmemiş. Her ne
kadar amel imandan bir cüz sayılmamışsa da, bazı âlimlerce amel imanın
muhafızıdır. Yâni o za-man amelsiz iman muhafızsız kaldığı için sönmeye, yok
olmaya mah-kum olmuştur Allah korusun. Rabbimizin kitabında; “ey iman edenler,
iman edin!” hitabı galiba bunu anlatıyor. Eğer bir insanın kalbini yarıp
bakabilsek iş biraz kolay olacak. O zaman; eh benim imanım iyi, yahut kötü
diyebilecek ve kontrol edebileceğiz, ama bu mümkün değil. O halde başka çaremiz
yok, amellerimize bakacağız, düşüncemize bakacağız, meyil ve arzularımıza
bakacağız, kabul ve retlerimize bakacağız. Çünkü biliyoruz ki önüne konan
cenazenin namazını kıldıracak adam, her halde onun kalbini yarıp içine bakıp
öyle karar vermez de sorar çevresine; cemaat, bu adamı nasıl bilirsiniz? Namaz
kılar mıydı? Filan diye.
Eh şöyle
haftada bir kere, bir Cuma gecesi kalbimizi bir kontrol ettik yetmez mi? Hayır,
bakın Resûlullah efendimiz buyurur ki; “kalp bir tüye benzer, her an sağa sola
oynayabilir, onu her an kontrol edin.” Unutmayalım ki mürtetlik mü’minin kapı
komşusudur. Yâni mürtetlik mü’min için söz konusudur, kâfir için değil.
4. “Yoksa, kötülük yapanlar Bizden kaçabileceklerini mi
sanarlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!”
Seyyiat işleyenler, kötülüklerin
peşine düşenler, Bize karşı sa-dâkatle imanı ve kulluğu değil de isyanı
seçenler bizi geçeceklerini mi zannediyorlar? Bizi diskalifiye edecekler,
bizden saklanıp kaçabileceklerini mi zannediyorlar? Bizi mağlup
edebileceklerini mi hesap edi-yorlar? Bizi âciz bırakacaklar öyle mi? Bizim
hayat programımızın dı-şında bir hayat yaşayabilecekler öyle mi? Ne kötü hükmediyorlar
bu adamlar? Ne kötü, ne yanlış hükmediyorlar? Düşünceleri, anlayışları,
yargıları ne kadar yanlış? Allah’a kafa tutuyorlar. Allah’a savaş ilân
ediyorlar. Allah’ın dinine harp açıyorlar. Allah’ın kitabına, Allah’ın elçilerine
tuzaklar kurmaya çalışıyorlar. Yeryüzünde Allah’a ve elçilerine hayat hakkı
tanımamaya çalışıyorlar. Allah’ın sistemini, Allah’ın şeriatını reddetmeye,
müslümanları yok etmeye çalışıyorlar.
Akılsız zavallılar zannediyorlar
ki Allah’la tutuştukları bu savaşta Allah’ı mağlup edecekler. Zannediyorlar ki
Allah’ın dinini yeryüzünde silecekler. Allah’ın yetkilerini gasp edeceklerini
zannediyorlar. Bu zanları ne kadar kötü bir zan? Ne kadar kötü düşünüyorlar?
Allah’ın kendilerine verdiği güç ve kuvvetleriyle, Allah’ın kendilerine bu dünyada
tanıdığı geçici yetkileriyle yapmıyorlar mı bunu? Şu anda ellerindeki gücü
veren Allah değil mi? Bu güçlerinin ebedî olduğunu mu zannediyor bu adamlar?
Ölmeyecekler mi? Bu imkân alınmayacak mı ellerinden? Halbuki hiç düşünmüyorlar
zavallılar. Benin bu gücümü, kuvvetimi, hayatımı veren Allah’tır. Bir gün gelecek
benden öncekiler gibi ben de öleceğim. Benden önce benden çok daha güç ve
kuvvete sahip olanlar bile Rabbimin bu ölüm yasasından kurtulamamışlar. Kimse Allah’la
baş edememişken ben nasıl baş edebilirim? diye zerre kadar düşünemiyorlar
hainler.
5. “Allah'la karşılaşmayı uman bilsin ki, Allah'ın bunun
için belirttiği vakit gelecektir. O, işitir ve bilir.”
Kim Allah’a likayı, Allah’la
karşılaşmayı ümit ederse, Rabbine kavuşmak isterse, hedefi buysa, bu hedefine
ulaşmak heyecanıyla bir hayat yaşıyorsa kesinlikle bilsin ki Mevlâ’nın bu
konudaki programı, düzenleme zamanı gelecektir. Evet kim ki yaşadığı bu dünya
hayatında öldükten sonra tekrar dirilip Allah’la beraber olma hesabı için-deyse,
Allah’la karşı karşıya geleceğine iman ediyor ve hayatını bu imânâ bina ederek
yaşıyorsa bilsin ki muhakkak Allah’ın tayin buyurduğu ecel gelecektir. O kişi
umduğuna mutlaka kavuşacaktır.
Bilesiniz ki O Allah her şeyi
işiten ve her şeyi bilendir. Madem ki Allah var, madem ki bu hayat Allah’tan, madem
ki bu hayatın sonunda ölüm var, madem ki sonunda her şeyi bilen ve işiten bir Allah’ın
hesabıyla karşı karşıya geleceğiz o zaman yapılacak iş Allah’a iman, Allah’a
kulluk, Allah’ın hesabını iki kaşımızın arasında bilmek ve Onunla karşı karşıya
geleceğimiz günün bilinciyle Onun yolunda cehd ü gayret göstermektir.
6. “Hak uğrunda cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş
olur. Doğrusu Allah, âlemlerden müstağnîdir.”
Kim Allah yolunda cehd ederse,
kim Allah’a kulluk yolunda cehd ü gayret içinde olursa, kim imanını gündeme
getirme adına amel ortaya koyma kavgası içine girerse, kim bir ömrü Allah yolunda
tüketirse, kim Allah yolunda Allah’ın egemenliği adına, Allah kullarının
dirilişi adına, Allah’a kullar kazandırma adına savaşırsa. Kim insanların
cennet yollarını açma, cehennem yollarına barikatlar koyma adına ölür, ya da
öldürülürse işte bu kişi kendi menfaati için, kendi kazancı için cihad etmiş ve
kendi nefsi için çalışıp çabalamış ve kazanmıştır.
Çünkü Allah Ğanî’dir, Allah
zengindir, tüm âlemlerden müstağnîdir, kimseye ihtiyacı yoktur. Kim ne yaparsa
kendisi için yapar. Allah’ın hiç kimsenin yaptıklarına ihtiyacı yoktur. Ne
namazımıza, ne orucumuza, ne sadakamıza, ne cihadımıza, ne müslümanlığımıza ih-tiyacı
yoktur Allah’ın. Tüm dünya müslüman olsa, tüm dünya peygam-ber gibi Allah’a
mükemmel kulluk yapsa, yeryüzündeki tüm kullar melekler gibi Allah’a kulluk
yapsalar bile bu Allah’ın mülküne bir şey ilave etmeyeceği gibi, hepiniz tüm
insanlar Firavun gibi Rabbinize düşmanlık etseniz, Onunla savaşa tutuşsanız
bile bunun bir sineğin kadarı kadar Allah’a bir zararı olmaz, olamaz.
Tüm Kâinatın bir sinek kanadı
kadar Allah yanında bir değeri yoktur. Allah’ın hiçbir zaman kullarından bir
beklentisi, bir haceti yoktur. Allah sizi size ihtiyacından dolayı,
yalnızlığını gidermek veya sizin yapacaklarınızdan istifade etmek için
yaratmadı. Siz ne yaparsanız kendiniz içindir. Allah âlemlerden müstağnîdir.
Kâfirin zararı da kendisine, müminin faydası da kendisinedir.
7. “İnanıp yararlı iş işleyenlerin kötülüklerini,
andolsun ki, örteriz; onları, yaptıklarından daha güzeli ile mükafatlandırırız.”
Allah’ın istediği gibi iman edip,
hayatlarını bu imanla düzenlemek üzere sâlih amel işleyenlere, hayatlarını
Allah için yaşayanlara, hayatlarını iman kaynaklı yaşayanlara gelince,
imanlarını hayatlarında gündeme getirenlere, görüntüleyenlere gelince Biz onların
seyyiatını örteriz.
Evet iman eden ve sâlih amel
işleyenler. İman edip Allah’ın istediği, peygamberin pratikte uyguladığı,
Allah’ın kitabında onaylayıp peygamberin de örneklediği müslümanca bir hayatı
yaşayan insanların bütün kötülüklerini, bütün günâhlarını, bütün çıkmazlarını,
bütün problemlerini örteceğiz, sileceğiz, temizleyeceğiz, sıfırlayacağız diyor
Rabbimiz.
Tüm dünyanın çözüm aradığı hayat
problemlerini çözüvereceğiz, düzlüğe çıkaracağız onları diyor Rabbimiz. Ne
güzel bir müjde değil mi? İstiyor muyuz bunu? Bir problemimiz var da çözümsüzlük
içinde mi kıvranıyoruz? Bir sıkıntımız var da karşısında âciz mi kaldık? Bir
hukuk problemimiz mi var çözüm bekleyen? Bir eğitim problemimiz mi var ki
belimizi büküyor? Tüm insanların çözümsüzlük içinde kıvrandığı, ekonomistlerin,
hukukçuların, siyasîlerin, siyaset bilimcilerin, ahlâkçıların âciz kaldığı,
çare bulamadığı müzmin bir problemle mi karşı karşıyayız? Kesinlikle bilesiniz
ki Allah’a, Allah’tan gelenlere, Allah’ın kitabına, Allah’ın elçilerine
Allah’ın istediği gibi iman eder ve bu imanın pratik hayatını da Allah ve Resûlünün
istediği gibi ortaya koyarsak kesinlikle bilelim ki Rabbim bizim tüm sıkıntılarımızı
giderecek, tüm problemlerimizi çözüverecek, tüm çözümsüzlüklerimizi hallediverecek,
tüm hastalıklarımıza şifa verecek, tüm kötülüklerimizi gi-derecek ve bizi
sahil-i selâmete çıkaracaktır. Fert olarak, aile olarak, toplum olarak Rabbim
bizi düzlüğe çıkaracaktır. İşte bu Allah’ın bize bir vaadidir ve bundan zerre
kadar bir şüpheniz olmasın. Başka? Baş-ka ne var inanan ve sâlih amel işleyenlere?
Ve yapmış oldukları, gerçekleştirmiş
oldukları amellerinin en ahseniyle, en güzeliyle de onlara mükâfat veririz.
Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allahu ekber! Bundan daha güzel bir müjde, bundan
güzel bir mükâfat olur mu yahu? Yâni düşünebiliyor musunuz? İnanan ve sâlih
amel işleyen mü’minlerin tüm kötülüklerini örteceğini, hem de tüm bu
kötülükleri örtülmekle, tüm bu suçları affedilmekle kalmayıp üstelik yaptığı en
iyi işleri esas alınarak mukabelede bulunulacak kendisine. Yâni dünyada
işledikleri tüm amelleri o amellerinin en iyisiyle, en güzeliyle, en
ihlâslısıyla çarpılacak. Yâni bütün
amelleri o en güzel amelle çarpılıverecek, tüm amelleri o en güzel amel gibi
kabul ediliverecek. Ne büyük bir rahmet değil mi? Meselâ dünyada kıldığınız en
güzel bir namaz gibi kabul edilecek tüm namazlarımız. Veya gerçekten çok
ihlâsla yaptığınız bir infak gibi kabul edilecek tüm infaklarımız.
Öyleyse ne
bekliyorsunuz ey müslümanlar? Derdiniz yok mu? Sıkıtınız yok mu? Çözüm bekleyen
problemleriniz yok mu? Karanlıklar, zulümler, işkenceler altında bir hayat
yaşamıyor musunuz? Zalimlerin zulmünden şikâyetçi değil misiniz?
Ailelerinizden, çocuklarınızdan dert yanmıyor musunuz? Toplumsal hastalıklardan
şikâyet etmi-yor musunuz? Öyleyse ne duruyorsunuz? Allah’ın bu âyetlerini duy-muyor
musunuz? Rabbinizin bu çağrılarını işitmiyor musunuz? Eğer bir derdiniz varsa,
eğer bir sıkıntınız, bir probleminiz varsa, eğer karanlıklardan aydınlık bir
dünyaya çıkmak istiyorsanız, eğer felâketlerden, zulümlerden, baskılardan kurtulmak
istiyorsanız, özgürce bir hayatı özlüyorsanız, kendinizin, ailenizin,
toplumunuzun hastalıklarından kurtulup güzel olmasını istiyorsanız işte bunun
yolu.
Gelin Allah’ın istediği gibi iman
edin, Allah’ın istediği sâlih amellere koşun, hayatınızı iman kaynaklı yaşayın,
kesinlikle bilin ki tüm problemleriniz bitecek, günâhlarınız sıfırlanacak ve
yepyeni, dipdiri bir müslümanca hayata merhaba diyeceksiniz. Özgür, izzetli ve
şerefli bir hayata adım atmış olacaksınız. İşte Allah vaadediyor, bunun oylu
iman ve sâlih amelden geçmektedir. Eğer Allah’ın vaadine inanır, Rabbimizin
sözlerine güvenirsek bu mutlak sûrette gerçekleşecektir. Allah’tan daha doğru
sözlü kim vardır? Allah asla yalan söylemez. Onun vaadi haktır, bundan zerre
kadar bir şüpheniz olmasın.
8. “Biz, insana, ana babasına karşı iyi davranmasını tavsiye
etmişizdir. Eğer ana baba, seni bir şeyi körü körüne bana ortak koşman için
zorlarsa, o zaman onlara itaat et-me. Dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm.”
Biz insana ana babasına iyilik
yapmasını tavsiye ettik, vasiyet ettik, emrettik. Ana babasına güzel davranmasını
öğütledik. Arkadaşlar, önceki derslerimizde de bu konuda açıklamalarda bulunmuştuk.
Anaya babaya hüsnâ istiyor Rabbimiz bizden. Hüsnâ Allah’ın güzel dediği
davranıştır. Öyleyse müslüman ebeveynine Allah’ın istediği, Allah’ın Hüsnâ
dediği davranışlarda bulunacak. Yâni müslüman anaya babaya ananın babanın
istediği şekilde değil Allah’ın istediği şekilde davranacak. Çünkü ana baba
bazen ilimsiz yere kendi kafalarından
cehd edebilirler. Böylece evlâtlarından Allah ve Resûlünün razı olmadığı
şeyleri isteyebilirler. Ana baba her zaman doğru karar ve-remez. Ama Allah ve
Resûlü her zaman doğru karar verir.
Öyleyse müslüman anasına babasına
Allah’ın yargısıyla davranacaktır. İşte Rabbimiz bu davranışın adını Hüsnâ
olarak kor. Müs-lümanın ana babası karşısında Allah huzurunda olduğunun
bilincinde olarak davranmasının adına Hüsnâ denir. Çünkü bakın âyetin devamında
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Eğer anan baban Allah’tan gelen ilimden
habersiz, vahiyden habersiz cehd etmeye kalkışırlarsa sakın o ikisine itaat
etme. Bakın ilk belâ ana babadan geliyor. Öyleyse bir müslümanın ana babasının
emir ve isteklerine mutlak itaat edilirse bu ana babayı putlaştırma olur ki
Allah korusun hem ana baba, hem de onları dinleyen evlât yanlışa düşmüş
demektir. Öyleyse ana baba evvela ilimle hareket etmelidir, vahiyle hareket
etmelidir. Evlâtlarından isteyeceklerini vahye göre istemeliler, Allah ve
Resûlünün istediklerini isteyecekler. Kendilerini Rab makamında, İlâh makamında
görerek benim istediğim gibi, benim arzu ettiğim gibi olacaksın dememelidirler.
Ya da eğer şu anda bizler baba makamındaysak
evlâtlarımızdan isteyeceklerimizi Allah’a kulluğa, Resûlüne tebeiyete mebnî istemeliyiz.
Yâni ben istiyorum, ben böyle istiyorum, benim keyfime uyacaksın demek yerine,
Allah böyle istiyor, Resûlü böyle istiyor diyelim.
Evet
anan-baban hakkında bir bilgin olmayan bir konuda seni Bana şirk koşmaya
zorlarlarsa sakın onları dinleme, onlara itaat etme diyor Rabbimiz. Öyleyse
anamızın babamızın isteklerini yerine getirirken Allah huzurunda olduğumuzu
unutmayacağız. Yâni evlât olarak bizler önce Rabbimize karşı sorumluyuz. Çünkü
bizi yaratan, bizi hesaba çekecek olan Odur. Yâni yaşadığımız bu hayatın sonunda biz hesabı
babalarımıza analarımıza değil Allah’a ödeyeceğiz.
Öyleyse babamız anamız istedi
diye Rabbimizi darıltacak bir itaatte bulunmamalıyız. Önce huzurunda bulunduğumuz
Rabbimize sormalıyız. Ya Rabbi, babam anam benden şunu yapmamı istiyorlar.
Senin buna rızan var mı ya Rabbi? Yapayım mı onların bu isteklerini? diyeceğiz,
eğer Allah o işi onaylıyorsa, tamam Benim rızam da onu yapmandadır derse onu
yapacağız, değilse onu isteyen babamız anamız da olsa yapmayacağız. Çünkü
unutmayalım ki biz baba ana karşısında Allah huzurundayız.
Ve yine unutmayalım ki bu dünya
hayatında bize en yakın olan, bizim üzerimizden en çok hak sahibi olan babamız
anamız da yarın bizim gibi Rabbimiz tarafından hesaba çekileceklerdir. Onlar da
Rabbimize karşı sorumludurlar. Öyleyse bir müslüman olarak bizler Allah’a
vereceğimiz hesabı bir tarafa bırakıp ta, Allah’a değil de anamıza babamıza, ya
da onlar gibi diğer insanlara, topluma, güçlülere asla itaat edemeyiz.
Çünkü dönüşünüz Allah’adır. Hepimiz
Allah’a döneceğiz. Ve yaptıklarımızı Allah bize haber verecek. Hesabı tutan O,
hesaba çekecek O. Öyle değil mi? Kabre girdiğimiz zaman anamız babamız yok
orada. Bu dünya üzerinde dinlediğiniz, itaat ettiğiniz, bel bağladığınız,
sığındığınız, yasalarını uyguladığınız hiç kimse sizinle beraber olmayacak
orada. Hiç kimsenin etkisi ve yetkisi olmayacak. Herkes Allah’ın hükmüne boyun
bükecek. Şu andaki yetkilerin tamamı gelip geçicidir. Bunlar imtihan için
verilmiş yetkilerdir.
Evet eğer
evlât makamındaysak ana babalarımızın Allah ve Resûlünün arzularına ters
düşmeyen arzularına itaat edeceğiz. Allah ve Resûlünün arzularına ters düşen
arzularını, isteklerini yerine getirerek, onları putlaştırıp Rabbimizi
darıltmayacağız. Eğer baba konumundaysak az evvel ifade ettiğim gibi
evlâtlarımızdan Allah ve Re-sûlünün istemediği şeyleri isteyerek kendimizi
onlar üzerinde Rableştirmeyeceğiz, Allah ve Resûlünün istediklerini isterken de
Allah’a kulluğa ve Resûlüne tebeiyete raci olarak isteyeceğiz inşallah.
9. “İnanıp, yararlı iş işleyenleri, andolsun, iyilerin arasına
koyarız.”
Evet bir tekrar daha. İman edip
sâlih ameller işleyenleri sâlih-lerin arasına katacağız diyor Rabbimiz. Kim
sâlihler? Adem atamız-dan bu yana Allah’ın sâlih kulları, sâlih elçiler, Adem,
Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ, Muhammed (a.s)’lar, onların sâlih
metbuları. İşte Rabbimiz böyle kimseleri onların arasına katacak cennette.
Onları onlara dost ve arkadaş yapacağız diyor Rabbimiz.
10. “İnsanlardan: “Allah'a inandık” diyenler vardır; ama
Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanların ezasını Allah'ın azabı gibi
tutarlar. Rabbinizden bir yardım gelecek olursa, andolsun ki, “Doğrusu biz sizinle
beraberdik” derler. Allah, herkesin kalbinde olanları en iyi bilen değil
midir?”
İnsanlardan öyleleri de vardır ki
inandık diyorlar Allah’a. Allah’a iman ettik derler, ama Allah yolunda, Allah’a
iman yolunda, Allah’a kulluk yolunda başlarına bir eziyet, bir belâ geldiği
zaman, bir maaş cezası, bir soruşturma, bir kovuşturma cezasıyla karşı karşıya
kaldıkları zaman insanların denemesini, insanların fitnesini, insanların cezalandırmasını
Allah’ın cezası gibi kabul eder de Allah’tan, Allah’a kulluktan vazgeçip yan
çiziverir. Allah’ı bırakıp ta insanlara itaate yöneliverir. İnsanları Allah
makamına oturtuverir. İnsanların dediklerini yapmanın daha kârlı olduğunu
zannediverir. İnsanlardan gelebilecek ufak tefek baskıları Allah’ın cehennemine
denk tutuverir de onlardan korkusundan Allah’a kulluğu terk ediverir.
Evet insanlardan kimileri Allah’a
inandık diyorlar, biz de müs-lümanız diyorlar, ama işleri iyi gittiği sürece bu
iddialarını sürdürürler. İşleri iyi gitmediği zaman, menfaatleri bittiği zaman
bırakıverirler. Veya bir tehlike boyutuna kadar mü’mindirler. Allah’a iman yolunda
ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kaldıkları zaman vazgeçiverirler. Yâni imanları
sabit değildir adamlar. Kararları yoktur. İmanları gelip geçicicidir. Menfaat
hesapları içindedirler. İmanları ciddi ve oturmuş değildir. Hem müslümanlar,
hem laikler. Hem müslümanlar, hem demokratlar. İşlerine geldiği yerde
müslümanlar, işlerine gelmediği yerde başka şeyler.
Eğer müslümanlara Rabbinden bir zafer,
bir yardım gelirse bu defa derler ki muhakkak biz sizinle beraberiz. Biz sizinle
beraberdik derler. Biz sizinle aynı imanı paylaşanlardık derler.
Alemlerin,
insanların göğüslerinde olanı en iyi bilen Allah değil mi? İnsanların
niyetlerini, düşündüklerini, tasarladıklarını, niyetlerini en iyi bilen Allah
değil midir? İnsanlara egemen olan, insanları kuşatan, insanların boyunlarındaki
ipleri elinde tutan O değil midir?
11. “Allah elbette inananları bilir ve elbette ikiyüzlüleri
de bilir.”
O Allah elbette iman edenleri de,
iman etmedikleri halde iman gösterisinde bulunan münâfıkları da bilmektedir.
Bilen Allah olduğuna göre hayatımızı Ona göre yaşamak zorundayız. Bilen bir
Allah’ın yargısıyla yargılanacağımızı unutmadan yaşamak zorundayız. Sonunda
Onun hükmüne boyun bükeceğiz. Onun yargısı yanında, Onun hükmü yanında hiç kimsenin
yargısı geçerli değildir. Onun hükmü, Hâkimiyeti yanında başkalarının Hâkimiyetlerinin
ne anlamı olabilir ki? Sadece geçici bir dünya hayatında Allah tarafından
kendilerine verilen geçici yetkileriyle insanlar ancak hüküm verebiliyorlar.
Ölümle birlikte onların bu yetkileri bitecektir unutmayalım.
12. “İnkâr edenler inananlara: “Bizim yolumuza uyun da
sizin günâhlarınızı biz taşıyalım” derler. Oysa onların günâhlarından hiçbirini
yüklenecek değillerdir. Doğrusu onlar yalancıdırlar.”
Kâfirler mü’minlere dediler ki,
bize tabi olun, bizim yolumuza tabi olun, bize uyun, bizim yörüngemize girin,
bizim gibi bir hayat yaşayın sizin tüm günâhlarınızı, hatalarınızı biz
yüklenelim. Siz gibi kâfir olun biz sizin tüm veballerinizi yüklenelim.
Hayatınız, eviniz, işiniz, aşınız, giyiminiz, kuşamınız, eğitiminiz, hukukunuz,
ekonominiz, siyasî yapılanmanız, geceniz, gündüzünüz bizim gibi olsun gerisini
siz düşünmeyin. Sizin tüm günâhlarınız bizim boynumuza olsun. Onları biz
affettiririz diyorlar. Ne kötü bir gâvur mantığı değil mi? Sanki kendisini
kurtardı da müslümanları da kurtaracak. Alçaklar kendilerini mahvettikleri gibi
müslümanları da kendi pis dünyalarına çekmeye çalışıyorlar.
Halbuki o
zalimler mü’minlerin hatalarından, günâhlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir.
Zaten bu mümkün de değildir. Kimse kimsenin yükünü yüklenmeyecek. Kimsenin
hesabı kimseden sorulmayacak. Ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne
kadının kocasına, ne kocanın hanımına bir hayrı, bir faydası olmayacak. Şu anda
birilerine güvenenler, bize güvenin gerisini merak etmeyin diyenler, tüm günâhlarınız
bimiz boynumuza diyenler, birbirlerini kurtarıcı görüp, birbirlerinin eteğinden
yapışmaya çalışanlar yarın birbirlerinden kaçacaklar, birbirlerini
tanımayacaklar. Herkes kendi yükünün karşılığıyla bir hesap vermenin sıkıntısıyla
Rabbinin huzuruna çıkacak.
Öyleyse biz sizin yüklerinizi
yükleniriz, biz sizleri kurtarırız, siz bize güvenin, gerisini düşünmeyin
diyenlerin tamamı yalancıdır. Gel benimle, bizimle beraber ol, güzel güzel keyfimize
göre kâfirce, müşrikçe bir hayat yaşayalım korkma, hem seni hem de kendimi
kurtarırım diyenler müslümanları kendi cehennemlerine çağıran yalancıdırlar.
Dikkat edin onlar yalan söylüyorlar. Doğrusu şudur:
13. “Onlar kendi ağırlıklarını, kendi ağırlıklarının yanında
daha nice ağırlıkları yüklenecekler ve uydurup durdukları şeylerden kıyâmet
günü sorguya çekileceklerdir.”
Onlar kendi günâhlarını
yüklenirler, kendi ağırlıklarının yanında bir de saptırdıkları kimselerin
veballerini, günâhlarını da yüklenirler ve doğruca cehenneme giderler. Ne
kendileri cennete gidebilirler, ne de bir kimsenin günâhlarını yüklenerek onu
cennete götürebilirler. Hem kendi günâh yüklerini, hem de azdırıp yoldan
çıkardığı insanların günâhlarını yüklenerek ateşi boylarlar. Ve iftira edip
uydurdukları, kendi hevâ ve hevesleriyle oluşturdukları bir felsefenin, bir
hayatın cezasını ödeyeceklerdir kıyâmet gününde. Allah’a ve Resûlüne iftira
ederek yaptıkları işlerin hesabını ödeyeceklerdir.
İstedikleri kadar dünyada
Allah’ın kendilerine verdiği geçici yetkiyle müslümanları yollarından,
dinlerinden saptırmaya çalışsınlar. İstedikleri kadar müslümanlara zulmetmeye
çalışsınlar. İstedikleri kadar Allah’a, Allah’ın dinine tuzaklar kurmaya
çalışsınlar. Elbette bu dünyaya kazık çakamayacaklar. Elbette herkes gibi bir
gün onlar da ölecekler. Tıpkı kendilerinden önce müslümanlara zulmeden zalimlerin
de öldükleri gibi. Zulmedilen müslümanlar öldüler de zalim kâfirler ölmediler
mi? Şehit olanlar, zulme maruz kalanlar bu dünyadan gitti de öldürenler
zalimler gitmediler mi? Hani hangi zalim kâfir kalmış ta geriye? Hani Nemrutlar?
Hani Firavunlar? Hani Ebu Cehiller? Neredeler şimdi? İşte bakın geçmişten
haberler. Geçmişte yaşanan iman küfür savaşında işleyen Allah yasası.
14. “Andolsun ki, Nuh'u milletine gönderdik; aralarında
dokuz yüz elli yıl kaldı. Sonunda onlar haksızlık yaparken, tufan onları
yakalayıverdi.”
Muhakkak ki Biz Nuh’u kavmine
gönderdik. Elçimiz Nuh onların arasında bin yıl kaldı. Ancak elli yıl hariç olmak
üzere. Tam 950 yıl onların arasında kaldı peygamberimiz. 950 yıl sabırla,
metanetle uyardı toplumunu. Gündüz uyardı, gece uyardı, yazın uyardı, kışın uyardı,
düğünde uyardı, nişanda uyardı, uyardı, uyardı. Bazen dövdüler, bazen sövdüler. Küfürde ısrarlı bir tavır sergilediler.
Aylar, yıllar değil asırlara katlanan bir sabır deneyiminden geçti Allah’ın
elçisi. Dile kolay değil mi? 950 yıl. Düşünebiliyor musunuz? 950 yıl birilerine
gidecek uyaracaksınız, onlar sizi düşman ilân edecek, sizi toplum içinden
dışlayacaklar, sizden yüz çevirecekler, sizi gördükleri zaman yaban eşeği gibi
kaçacaklar, elbiseleriyle sizden bürünüp saklanacaklar, adam olmaya
yanaşmadıkları gibi sizi olmadık işkencelere maruz bırakacaklar ve siz sabırla,
dengenizi bozmadan onları hakka dâvete devam edeceksiniz.
Ve bakıp göreceksiniz ki
bitmeyen, tükenmeyen servet, zenginlik ve saltanat kâfirlerde. Mazlumluk,
müs’taz’aflık, gariplik ise sizde ve sizinle birlikte hareket eden
müslümanlarda. 950 yıl sabırla bekleyeceksiniz müslümanlığınızı bozmadan. 950
yıl bekleyeceksiniz kâfirler için azabı, mü’minler için galibiyeti ama yine de
gelmeyecek. Sizin beklediğiniz, tehdit ettiğiniz bu azabın 950 yıl içinde
gelmeyişi karşısında azdıkça azacaklar, şımardıkça şımaracaklar. Peki sonuç
nasıl oluyor?
Sonuç Tufan onları yakalayıverdi onlar
zulmeder oldukları halde. Zalimler oldukları halde, yapmamaları gereken şeyleri
yapar oldukları halde, bulunmamaları gereken yerde bulunur oldukları halde,
Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisine, akıllarına, fıtratlarına, insanlıklarına
zulmeder oldukları halde Tufan onları yakalayıverdi.
15. “Ama Biz, Nuh'u ve gemide bulunanları kurtardık ve
bunu dünyalara bir ibret kıldık.”
Onu ve gemi ashabını, Onunla
birlikte gemiye binenlerini, tercihlerini Ondan yana kullananları kurtardık,
Onu, Nuh (a.s)’ı, gemiyi, tufanı, gemide kurtulanları ve bunu tüm dünyalara bir
ibret, bir âyet kıldık. İşte hüküm bu. İşte yasa, işte yargı bu. İşte 950
yıllık dayanıl-maz bir sabrın, bir tebliğin sonu bu. Halbuki o günün
şartlarında yapılan hesaplara göre güçlü, kuvvetli olanlar kâfirlerdi.
Kazanacak olanlar ekonomik, siyasal ve askeri güce sahip olanlar, kaybedecek
olanlar da hiçbir şeye sahip olmayan gariban müslümanlardı. Ama bu he-sapların
hiç birisi tutmayacaktı. Hesap Allah’ın hesabıydı. Hüküm Al-lah’ın hükmüydü. Allah’ın
hesabına göre kazanan taraf elçisi Nuh (a.s) ve beraberindeki bir avuç
müslüman, kaybedenler de tarihin her bir döneminde olduğu gibi kâfirler ve
zalimler oldu. Bu Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasasıdır ki kıyâmete kadar
hiçbir zaman değişmeyecektir.
Evet
kitabımızın bu bölümünde özet olarak kısaca Nuh (a.s)’ın bir
değerlendirmesinden sonra İbrâhim (a.s) gündeme alınacak.
16. “İbrâhim’i de gönderdik. Milletine: “Allah'a kulluk
edin, O'ndan sakının; bilirseniz bu sizin için daha iyidir” dedi.”
Hani hatırlayın, bir zamanlar
elçimiz İbrâhim’i de gönderdik. İbrâhim milletine, toplumuna dedi ki, ey kavmim,
sadece Allah’a kulluk edin. Sadece Allah’ı dinleyin. Hayatınızın her bölümünde
hakim güç olarak sadece Allah’ı kabul edin ve sadece Onu razı etmeye çalışın.
Sadece Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayın. Hayatınızda egemen varlık
sadece Allah olsun. O nasıl istemişse öylece olun. Hayatınıza O karar versin.
Yolunuzu, hayat programınızı O belirlesin. Onun adına konuşun, onun adına yaşayın,
Onun adına ölün. Eğer bilirseniz böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır.
Çünkü sizi yaratan, sizi bu dünyada yaşatan, öldüren ve sonunda tüm
yaptıklarınızdan hesaba çekecek olan Odur dedi. Allah’ın kutlu elçisi Allah’ın
istediği gibi toplumunu sadece Allah’a kulluğa dâvet ettikten sonra, bu güzel
dâvetinin devamında toplumunun inandığı bir dinin, bir hayat programının, kabul
edip sahiplendikleri, savundukları bir sistemin yanlışlığını ortaya koymak
üzere de bakın şöyle buyuruyordu:
17. “Ey putperestler! Siz Allah'ı bırakıp sadece bir takım
putlara tapıyor, aslı olmayan sözler uyduruyorsunuz. Doğrusu Allah'tan başka
taptıklarınızın size rızık vermeye güçleri yetmez. Artık rızkı Allah katında
arayın. O'na kulluk edin. O'na şükredin. Siz O'na döneceksiniz.”
Sizler Allah’ı bırakıp ta Onun
berisinde bir takım putlara, bir takım varlıklara tapınıyorsunuz. Allah’ı
bırakıp ta Onun berisinde bir takım varlıkları, bir takım sahte tanrı ve
tanrıçaları, Rab, Melik ve İlâh kabul edip onları da hayatınızda söz sahibi
kabul ediyorsunuz. Onların arzularını, isteklerini de yerine getirmeye, onların
yasalarını da uygulamaya çalışıyorsunuz. Onları da hayatınızda etkili, yetkili
görmeye çalışıyorsunuz.
Böylece kendi hevâ ve
heveslerinizle aslı astarı olmayan tanrılar, egemenler icad ediyorsunuz. Kendi
kendinize dinler, sistemler, yasalar, hukuklar, hayat tarzları geliştiriyorsunuz.
Atamızın bu ifadelerinden anlıyoruz ki Onun toplumu Allah’ı bırakmışlar, sadece
Allah’a kulluğu terk etmişler, sadece Allah’ı dinlemekten uzaklaşmışlar ve
kendi kendilerine oluşturdukları tanrılara tapar olmuşlar. Kendi kendilerine uydurdukları
sistemleri, hayat programlarını uygular olmuşlar. Kendi kendilerine diktikleri
putlara tapar olmuşlar. Ve üstelik yalan da söyler olmuşlar.
Peki bu
neyin nesi? Yâni insan hiç kendi diktiği puta tapınır mı? Kendini bile
dikmekten âciz olan bir puta, kendisini bile yaratmaktan âciz olan bir varlık
tanrı olabilir mi? İnsan hiç Allah’ı bırakıp ta bunlara tapınabilir mi? İnsan
hiç Allah dinini, Allah sistemini bırakır da kendi aklıyla ortaya koyduğu,
kendisi gibi insanların ortaya koyduğu dinleri, sistemleri uygulayabilir mi?
Üstelik de bu diktikleri putlardan kendilerine ne bir fayda geliyordu, ne de
bir zarar. Onlardan kendilerine ne bir emir geliyordu, ne de bir yasak. Ne bir
mükâfat geliyordu, ne de bir ceza. Bakın Allah’ın elçisi bunu şöyle dile getiriyordu:
Allah’ı bırakıp ta tapındığınız, dua
edip kendilerinden korunma beklediğiniz, kendilerinden hayat programı dilendiğiniz
bu varlıklar sizin için bir rızık vermeye, size bir rızık kapısı açmaya, sizi
doyurmaya güçleri de yetmiyor. Size fayda ve zarar vermeye de mâlik değillerdir
onlar. Bırakın size fayda ve zarar vermeyi kendilerine ulaşan bir zarara bile
engel olamayan, kendileri için en küçük bir faydayı sağlamaya bile güçleri
yetmeyenlerdir onlar.
Bunlar ister insanların oluşturdukları putlar
olsun, ister insanların kendi istek ve arzularını putlaştırıp kendilerine tanrı
edindikleri hayat programları olsun, isterse kendilerine tanrı olarak seçtikleri
kendileri gibi âciz insanlar tâğutlar olsun hiç fark etmeyecektir. Bunların
hiçbirisinin ne yaratma konusunda, ne rızık verme konusunda, ne fayda ve zarar
sağlama konusunda, ne de öldürme konusunda zerre kadar bir yetkileri yoktur. Ne
kendilerine, ne de başkalarına hiçbir şey sağlama güçleri yoktur.
Rızkı
sadece Allah’tan isteyin. Rızık sadece Allah’ın elindedir. Rızkın sahibi sadece
Odur. Rızkı Allah’ın yolunda arayın. Allah’a kullukta, Allah’a itaatte arayın.
Bilesiniz ki size rızık verecek, sizi doyuracak olan sadece Odur. Haydi bunun
için sadece Onu dinleyin. Sadece Ona şükredin. Hayatınızı sadece Onun için yaşayın.
Onun size vermiş olduğu nimetleriyle Ona kulluğa yönelin. Allah’ın nimetleriyle
başkalarına kulluğa gitmeyin. Allah’a karşı nankörce tavırlar takınmayın.
Allah’ın nimetleriyle başkalarının kılıcını sallamaya kalkışmayın.
Evet büyük atamız bu âyetlerle o
gün toplunu uyarıyordu, bugün de bizleri uyarmaya devam ediyor. Öyleyse bir
düşünelim. Kimin nimetlerini kullanıyoruz kimlere kulluk ediyoruz? Hayatımızı
bize kim verdi, biz onu kimlere hizmette kullanıyoruz? İyi bir düşünelim. Şu
gözlerimizi kim verdi, biz onları nerede kullanıyoruz? Şu kulaklarımızı bize
veren kim, biz kimlere kulak veriyoruz? Bu kalplerimizi veren kim, biz onu
kimlere açıyoruz? Kimlere gönül veriyoruz? Kimleri sevip sayıyoruz bir
düşünelim. Unutmayın ki siz Ona dönüyorsunuz. Dönüşünüz Onadır, Onun huzurunda
toplanacak ve yaşadığınız hayatın faturasını Ona ödeyeceksiniz. Onun hesabıyla,
Onun yargılaması ve hükmüyle karşı karşıya geleceksiniz.
18. “Eğer siz peygamberi yalanlıyorsanız bilin ki, sizden
önceki ümmetler de yalanlamışlardı. Peygambere düşen, sadece apaçık tebliğdir.”
Eğer yalanlarsanız, peygamberi,
peygamberin getirdiklerini yalan sayarsanız, yok farz ederseniz, kabul etmezseniz
o zaman dinleyin size genel geçer bir yasayı söyleyeyim. Bu sizin yaptığınız yalanlama
ilk yalanma değildir. Bu yalanlamayı, kaale almamayı ilk defa siz yapıyor
değilsiniz. Sizden önce de yalanladılar. Sizden önceki üm-metler de kendilerine
gönderilen elçilerini yalanladılar. Nuh toplumu, Âd toplumu, Semûd topluma da
Allah’ın elçilerini yalanlayıp reddettiler. Ve tabii biz sadece Rabbimizin bu
kitabında bize haber verdiği toplumları tanıyoruz. bize haber verilmeyen daha
nice toplumlar Allah’ın elçilerini yalanladılar. Allah’ın elçilerinin kendilerine
getirdiği hayat programını yok farz edip kendilerine göre bir hayat yaşadılar.
Pekiyi gerek önceki toplumlar içinde, gerekse şu anda yaşayan ve toplumu
tarafından yalanlanan bir peygambere düşen nedir? Ya da şu anda bir peygamber
yolunun yolcusuna ne düşer?
Resûle, Resullere düşen ancak apaçık
bir tebliğdir. Evet peygamberin sorumluluğu apaçık bir tebliğden başka bir şey
değildir. Allah’ın elçileri kendilerine Rablerinden gelen vahyi, Allah âyetlerini
açık ve net bir biçimde insanlara duyururlar, anlatırlar, açıklarlar, pratikte
gösterirler. Artık bundan sonra kabul edip etmemek insanların kendi bilecekleri
bir şeydir. Bu görevini yaptıktan sonra peygamberin sorumluluğu bitmiştir.
Yâni peygamberin onları zorla
müslüman yapma, zorla, zorbayla imanı onların kalplerine sokma sorumluluğu da
yetkisi de yoktur. Böyle bir görevi yoktur peygamberin. Peygamberin görevi
apaçık bir tebliğ yaparak, insanların gözleri önünde güvenilir bir hayat yaşayarak,
emin bir örneklik sergileyerek insanları cennet ve cehennemle uyarmaktır. Bakın
işte peygamberin uyarısına, peygamberin dâvet şekillerinden bir örnek verecek
Rabbimiz:
19. “Allah'ın yaratmaya nasıl başlayıp, sonra onu nasıl
tekrar edeceğini anlamazlar mı? Doğrusu bu Allah'a kolaydır.”
Allah’ın yaratmasını, Allah’ın
yaratıklarını görmüyorlar mı bu insanlar? Allah’ın yaratıklarına bakmıyorlar
mı? Allah’ın yarattığı şu âlemi, şu varlıklar âlemini, şu gökyüzünü, yeryüzünü,
ayı, güneşi, yıldızları, dağları, denizleri, bitkileri, hayvanları, insanları
görmüyorlar mı? Şu gözlerinin önündeki Allah’ın yarattığı varlıklara
bakmıyorlar mı? Haydi bu insanlar melekleri, cinleri görmüyorlar, bilmiyorlar
diyelim, peki şu gördükleri varlık üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Hiç kafa
yormuyorlar mı? Bütün bu varlıkları kim yaratmış? Kendilerini kim var etmiş? Bu
hayatın, bu varlıkların sahibi kim? Tesadüfen mi meydana gelmiş bu varlıklar?
Yoksa kendi kendilerini mi yaratmışlar? Bütün bu varlıkları yaratan, yoktan var
eden Allah’ın ölümlerinden sonra tekrar dirilteceğini anlamıyorlar mı? Onları
yoktan var etmeye güç yetiren Allah’ın ölümü tattırdıktan sonra onları tekrar
diriltmeye güç yetirebileceğini kavrayamıyorlar mı? Bu işin Allah için çok
kolay olduğunu bilmiyorlar mı? Tekrar dirilişten, hesaba çekileceklerinden
haberleri yok mu onların?
20,21. “De ki: “Yeryüzünde dolaşın; Allah'ın yaratmaya
nasıl başladığını bir görün. İşte Allah aynı şekilde âhiret yaratmasını da
yapacaktır. Doğrusu Allah her şeye kâdirdir. Dilediğine azap eder, dilediğine
merhamet eder. O'na çevrileceksiniz.”
De ki yeryüzünde gezin dolaşın da
Allah yaratmaya nasıl başladı bir görün. Bir görün de yine tekrar Rabbinizin
ölümlerinizden sonra âhiret yaratmasını nasıl ortaya koyacağını anlayın. Ölümlerinizden
sonra artık bir daha ölmemek, bir daha son bulmamak üzere sizi tekrar
diriltmeyi nasıl gerçekleştirecek bir gözlemleyin. Doğrusu Allah her şeye
kâdirdir, her şeye güç yetirendir.
Evet buyuruyor ki Rabbimiz, bu
insanlar baksınlar, görsünler. Yoktan var edilen bir insanı görsünler. Yoktan
var edilen varlıkları görsünler. Kış mevsiminden sonra baharın ortaya çıkışını
görsünler. Ölü bir tabiatın ölümünden sonra dirilişini görsünler. Kupkuru
ağaçların yeşerişini seyretsinler. Karanlık geceden sonra gündüzün gelişine
baksınlar. Gündüzden sonra karanlık gecenin zuhurunu müşahede etsinler. Tüm
bunları yaratan, meydana getiren Allah değil mi? Tüm bu âlemde egemen güç,
büyük irade Allah değil midir? Geceyi gündüzü peş peşe getiren, güneşi doğdurup
batıran, aya hükmeden, yağmuru yağdıran, bitkileri kurutup tekrar yeşerten, bir
damla sudan insanı var eden Allah bütün bu âlemleri ölümlerinden sonra tekrar
diriltmeye güç yetiremez mi? Bir baksınlar bakalım çevrelerine. Bir baksınlar
kendilerine. Sadece kendi dünyalarına çakılıp kalmasınlar. Hayatı sadece kendi
dünyalarından ibaret görmesinler. Baksınlar çevrelerine Allah’ın âyetleri
rehberliğinde, o zaman çok şeyler göreceklerdir.
Ama
kitabımızın bu âyetlerini tanımayan insanlar için tüm Kâinat âyetleri hiç bir
mânâ ifade etmeyecektir elbette. Yâni Kur’an sûreleri arasında gezip dolaşmayan
insanlar Rabbimizin öteki âyetlerini asla anlayamayacaklar, değerlendiremeyeceklerdir.
Kur’an’ı tanımadıkça bu âlemi tanımamız asla mümkün olmayacaktır. Yâni Kur’an’ı
okuyacağız ki güneş bize bir şeyler söylesin. Kur’an’la birlikte olacağız ki
dağlar, taşlar bize bir şeyler söyleyecektir. Kur’an’ı tanıyacağız ki helâk
olan toplumlar, silinip giden saltanatlar, devletler, melikler, Firavunlar,
Nemrutlar bir şeyler söyleyecektir. Bütün mesele tüm dünyaya, tüm hadiselere
Kur’an’la bakabilmekten geçmektedir. Dünyaya bu kitabın gözlüğüyle bakamazsak
bu âlemdeki hiç bir âyet bize bir şey söylemez. Güneş doğar, ay batar, gündüz
gelir, gece gider, yağ-mur yağar, bitki biter ama hiç haberimiz olmaz. Varlığı
da, yokluğu da anlamamız asla mümkün olmaz.
Evet Allah
her şeye kâdirdir, her şeye güç yetirendir. Dilediği kimselere, dileyen
kimselere, rahmete yönelen, hidâyete yönelen, seçimini hidâyetten yana kullanan
kimselere rahmet eder, merhamet eder, ama hür iradeleriyle azabı tercih
edenlere, seçimlerini azaptan yana kullananlara da azap eder. Yâni rahmetini
isteyenlere rahmet eder, azabını isteyenlere de azap eder Allah. Unutmayın ki
Ona döndürüleceksiniz. Onun huzuruna götürüleceksiniz. Ona çevrileceksiniz.
Onun sorgulamasına doğru, Ona hesap ödemeye doğru gidiyorsunuz. Onun hesabına
mahkum olacaksınız. Yaşadığınız bu hayatın faturasını Ona ödeyecek, Onun yargısıyla
karşı karşıya kalacak, Onun hükmüne teslim olacaksınız. Şunu da asla unutmayın
ki:
22. “Siz ne yeryüzünde ve ne de gökte Allah'ı âciz bırakabilirsiniz.
Allah'tan başka bir dost ve yardımcınız da bulunmaz.”
Ne yeryüzünde, ne de gökte Onu
asla âciz bırakamazsınız. Ve sizin için Allah’tan başka ne bir dostunuz, ne velîniz,
ne de yardımcınız yoktur. Şimdi bütün bu gerçekler ortadayken nasıl oluyor da Allah’ı
bırakıp Onun berisinde bir kısım varlıkları Rab, İlâh, tanrı, tanrıça kabul
edip onların arzularını yerine getirmeye, yasalarını uygulamaya kalkışıyorsunuz?
Aklınız yok mu sizin? Bu dünyada Allah’ı bırakıp ta Onun berisinde Onun
yetkilerine, Onun gücüne sahip olmayan birilerini Onun yerine oturtmak kadar
büyük bir felâket olur mu? Yeryüzünde Allah’la savaşmak kadar, Allah’la çatışma
içine girmek kadar büyük bir felâket olur mu? Yeryüzünde Allah’la savaşa
tutuşmak kadar bir yenilgi olur mu? Kim savaşmış Allah’la da başarmış? Kim
silebilmiş yeryüzünde Allah’ı? Göklerde ve yerde bugüne kadar Allah’ı âciz
bırakabilmiş birileri var mı? Biliyor musunuz böyle birini?
İlk insan,
ilk peygamber atamız Adem (a.s)’ın torunlarından Nuh (a.s) döneminde yeryüzünde
küfür ve şirk açığa çıkmış. O günden bu güne yeryüzünde insanların Allah’la
savaşımı anlamına gelen küfür ve şirk ayırımı devam etmektedir. O gün bugündür
kâfir ve müşrikler Allah’ı yeryüzünde, gökyüzünde, varlık âleminde silmeye
çalışıyorlar. Allah’ın hayata egemenliğini yok etmeye, Allah’ın iradesini
bitirmeye, Allah’ın egemenliği yok etmeye çalışıyorlar. Ne oldu? Neyi
başarabildiler? Silebildiler mi Allah’ı? Yok edebildiler mi Allah’ın iradesini?
Hayır hayır Allah hâlâ var ve yaratıcı, öldürücü, rızık verici, hükmedici
olarak var olmaya devam edecek. Kimse Onu ve hayatta işleyen yasalarını, hayata
egemenliğini göklerde ve yeryüzünde bitiremeyecektir. Kimse Onun yetkisini,
saltanatını, rubûbiyet ve ulûhi-yet’ini en engelleyip bertaraf edemeyecektir.
Bilâkis Onunla, Onun elçisiyle,
Onun diniyle savaşanlar 950 yıl yaşamış olsalar bile Nuh kavmi gibi, yeryüzünün
en güçlü insanları olsalar bile Âd kavmi gibi, yeryüzünün en büyük medeniyetine
sahip olsalar bile Semûd kavmi gibi, dağları yontup ölümsüz evler yapmış
olsalar bile, şımarıklıklarını, ahlâksızlıklarını peygambere kafa tutacak bir
noktaya da getirmiş olsalar Lût kavmi gibi, ekonomik güçlüklerini zirveye çıkarmış
da olsalar Medyen toplumu, Sâlih (a.s)’ın toplumu gibi, veya ben sizin en büyük
Rabbinizim demiş de olsalar Firavunlar gibi, veya o günkülerin teknolojilerini
on katına, yüz katına da çıkarsınlar günümüz kâfirleri gibi, hiç bir zaman
dünyanın en güçlü insanı, en güçlü devleti bile olsalar, akla hayale gelmedik modern
silahlara da sahip olsalar kesinlikle Allah karşısında yine mağlup
olacaklardır.
Evet kim olursa olsun, ne olursa
olsun herkes Allah’ın ölüm yasasına boyun bükmek zorunda kalacaktır. Mümkün
müdür yeryüzünde bir tek insan ölümden kurtulmuş olsun? Var mı böyle birisi?
Ben ölmeyeceğim, ben Allah’la baş edip Onun ölüm yasasına karşı geleceğim diyen
bir insan biliyor musunuz yeryüzünde? Allah’ın yetkilerini elinden alabilen
birsini tanıyor musunuz? Öyleyse ey insanlar gelin akıllarınızı başlarınıza
alın da Allah’la çatışmadan vazgeçin. Ne göklerde ne yerde Allah’tan başka bir
velî, bir dost, bir yardımcı bulamasınız. Onun dostluğunu, Onun velâyetini
bırakırsanız artık kurtuluşunuz yoktur.
23. “Allah'ın âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenler,
işte onlar Benim rahmetimden ümitlerini kesmiş olanlardır. İşte can yakıcı azap
onlar içindir.”
Allah’ın âyetlerini küfredenler,
Allah’ın âyetlerini örtenler, Allah’ın âyetlerini gündemlerinden düşürenler,
Allah’ın âyetlerinin varlığını bitirenler, işlevini bitirenler, Allah’ın
âyetlerini örtüp, örtbas edip bir hayat yaşayanlar ve de Allah’a likayı,
Allah’la kavuşmayı, Allah’la buluşmayı, Allah’ın hesabı ve sorgulamasıyla karşı
karşıya gelmeyi, dirilişi yalan sayanlar var ya, işte onlar Benim rahmetimden
ümitlerini kesmiş olanlardır diyor Rabbimiz. İşte böyleleri için can yakıcı bir
azap vardır. Allah’ın rahmetinden ümit kestiler. Onun için de Allah’ın
kendileri için hazırladığı can yakıcı bir azabı tadacaklar ve asla ondan
kurtulma imkânları da olmayacaktır böylelerinin.
İşte
İbrâhim (a.s) bu sözleriyle toplumunu uyarırken, güzel güzel onların akılarını
erdirmeye çalışırken bakın kavminin de Ona cevabı şöyle oluyordu:
24. “İbrâhim’in sözlerine milletinin cevabı sadece: “Onu
öldürün yahut yakın” demek oldu. Ama Allah onu ateşten kurtardı. Doğrusu bunda,
inanan kimseler için dersler vardır.”
Dediler ki, öldürün Onu!
Susturun! Sesini kesin! Ateşe atın! Ateşte yakın Onu! Evet işte kâfirlerin,
zalimlerin sözleri, tavırları da böyle oluyordu. Tarih boyunca kâfirlerin,
zalimlerin tavırları hiç değiş-miyor. Onların tek bildikleri asmak, kesmek,
yakmak, vurmak, öldürmek, susturmak, hapsetmek vs. Kendilerini kurtarmaya gelmiş
bir Allah elçisine reva gördükleri işte buydu.
Düşünebiliyor musunuz? Bir
peygamber, kendilerini ateşten kurtarmaya, cehennemden engellemeye gelmiş bir
peygamberi ateşle yakmayı düşünsünler. Allah’ın kendileri için açtığı en büyük
rahmet kapılarından birisini kapatmaya çalışsınlar. Bu ne biçim insanlık değil
mi? Böyle yapanlara insan denebilir mi? Bir Allah elçisi kendini ihmal edercesine
onların kurtuluşu için çabalasın, uğraşsın, gelin müslüman olun ve Allah’ın
ateşinden kurtulun desin, onlar da kalkıp Onu yakmaya çalışsınlar. Sonuç ne?
Sonuç elbette Allah’a aittir. Sonucun sahibi olan Allah, göklerde ve yerde tek
egemen olan irade bakın hükmünü veriyor:
Allah Onu ateşten korudu. Kitabımızın
başka âyetlerinde anlatıldığı şekliyle Rabbimiz: Ey ateş kulumuz İbrâhim’e
serin ve selâmetli ol! dedi de gerçekten İbrâhim üzerine hem serin oldu, hem de
selâmetli oldu. Ve böylece ateşe hükmeden Allah, ateşin boynundaki kulluk
ipinin ucu elinde olan Allah kulu ve elçisi İbrâhim (a.s)’ı ateşten kurtardı.
Yakmadı yakan ateş Onu. Ama aynı ateş İbrâhim’e düşman kesilenleri yakacak
yarın. Muhakkak ki bunda âyetler vardır. Kimin için? İman edenler için.
Allah’ın bu âyetlerine iman eden, Allah’ın bu âyetleriyle yol bulmak, hayatını
bu âyetlerle düzenlemek isteyen, Allah’ın âyetlerine baş vurmak isteyenler
için.
Evet
İbrâhim (a.s) işte böyle bir imtihandan başarılı çıkıyordu. Tabii İbrâhim olmak
kolay değil. Böyle bir imtihandan geçip başarmak kolay değil. Böyle zor
imtihanlardan geçerken sadece Rabbine güvenen, sadece Rabbine dayanıp teslim
olan atamızı Rabbimiz tüm insanlığa imam ve önder yapacaktı. Yaptı da Rabbimiz.
Ey İbrâhim, Ben seni tüm insanlığa imam kıldım dedi. Ve işte imamımız, önderimiz,
liderimiz, yasal örneğimiz toplumunu uyarmaya devam ediyor:
25. “İbrâhim şöyle demişti: “Dünya hayatında, Allah'ı
bırakıp aranızda putları muhabbet vesilesi kıldınız. Sonra kıyâmet günü,
birbirinize küfreder ve karşılıklı lânet okursunuz. Varacağınız yer ateştir;
yardımcılarınız da yoktur.”
Varsın onlar Onu ateşlere atmaya
çalışsınlar, varsın o kâfirler Onu susturmaya, yok etmeye soyunsunlar, bakın
merhameti sonsuz olan Allah’ın merhametli elçisi her şeye rağmen yine de onları
ateşten koruma, cehennemden kurtarma çabasına, onların akıllarını başlarına
getirme uğraşısına devam ediyor. Onları müslüman edip cennete gönderme
kavgasını sürdürüyor. Diyor ki, ey kavmim, sizler bu dünya hayatında o hayatın
sahibi olan Allah’ı bırakıp bir kısım putlara tapınıyorsunuz. Dünya hayatında
aranızda bir sevgi olsun diye o putlar, o yapay tanrılar, sahte tanrıçalar sizi
ortak bir ideale, ortak bir hayata, ortak bir düşünceye götürüyorlar.
Ama unutmayın ki belki Allah
berisinde kendi kendinize uydurup diktiğiniz o putlar, o tanrılar etrafında,
onların arzu ve istekleri çerçevesinde, onların emir ve yasaları içerisinde
güzel bir dünya yaşayabilirsiniz. Ve aranızdaki sevgiyi, bağları, kardeşliği, vatandaşlığı
da onun etrafında geliştirip sağlamlaştırabilirsiniz. Milliyetçilik, ırkçılık,
laikçilik, vatancılık, filâncılık, falancılık gibi bağlarla birbirlerinize sıkı
sıkıya bağlanmış olabilirsiniz. Ve bu dünya hayatında sarıldığınız bu putlar,
desteklediğiniz bu şirk sistemleri sebebiyle bir takım dünya menfaatlerine
ulaşmış olabilirsiniz. Kullar ve tanrılar olarak bu dünyada birbirinizden
faydalanmış olabilirsiniz. O putlar etrafında kurulu düzenden faydalanma
planlarınız size faydalar sağlamış olabilir. O putlar etrafında, o tanrılar
etrafında bir takım dünya ikballerine ulaşmanız mümkün olabilir.
Ama
unutmayın ki bir gün öleceksiniz. Bir gün ölürsünüz ve yine bir gün dünya da
ölür. Bir gün kıyâmet kopar ve bu hayat son bulur. Ve o kıyâmetin arkasından
birbirinize küfredersiniz. O kıyâmetin arkasından bir kısmınız bir kısmınıza
lânet okur. Aranızdaki tüm menfaat bağları, tüm protokol bağları kopuverir de
birbirlerinize küfretmeye, lânetler okumaya başlardınız. Yok sen ettin, sen
yaptın, sen bizi bu hale getirdin, sen bizi saptırdın, sen bizi kulluktan
çıkardın, sen bizi kâfir yaptın, sen bizi cehenneme sürükledin diyerek birbirinize
lânetler savurmaya başlarsınız da yeriniz yurdunuz ateş oluverir. Ve o zaman
asla bir yardımcı da bulamazsınız kendinize. Sizi o ateşten kurtaracak hiçbir
dost bulamazsınız.
Eğer Rab
olarak, İlâh olarak, Mâbud olarak Allah’ı bırakır da böyle birbirinizi tanrılar
ve kullar edinirseniz, böyle sahte
tanrılar etrafında toplanarak onlar kaynaklı bir hayat yaşarsanız, belki bu
dünyanın zevklerine, eğlencelerine, geçici devlet ve saltanatlarına ulaşabilirsiniz.
Geçici güç ve kuvvetlerini elde edebilirsiniz. Allah’ı bırakıp bu sahte
tanrılara kulluğunuz sayesinde dünya menfaatlerini devşirebilirsiniz.
Ama bir gün kıyâmetin kopuşu
gerçekleşip de Rabbinizin huzurunda toplandığınız bir ortamda sahte kullar ve
tanrılar olarak birbirinizin yakasına sarılıp birbirinize küfretmeye
başlayacak, birbirinizi suçlamaya, birbirinize lânet okumaya başlayacaksınız.
Ey alçak tanrı, senden dolayı oldu bu. Senin yüzünden bunlar başımıza geldi. Senden
dolayı, senin hatırına ben kâfir oldum. Senin takip ettiğim için, senin
arzularına, senin yasalarına teslim olduğum için ben müşrik ol-dum. Şu anda bu
cehenneme gitmeme sebep sensin. Sen beni zorlamasaydın, sen beni Rabbimle,
Rabbimin arzularıyla, Rabbimin yasalarıyla baş başa bıraksaydın ben seni değil
Rabbimi dinleyecektim.
Sen bizim hukukumuzu
değiştirmeseydin, sen bizim kılık kıyafetimizle oynamasaydın, sen bizim
dilimizi değiştirmeseydin, sen bizim dinimizi yasaklamasaydın, sen bizim
kitabımızı öğrenme yollarımızı kapamasaydın, sen bizim okullarımızı
kapatmasaydın, sen bizim yasalarımızı değiştirip kendi yasalarını bize dayatmasaydın
şimdi bir bu ateşe gitmeyecektik. Sen yaptın alçak. Sen bozdun hain. Bütün suç
sendedir diye birbirinizi suçlamaya, birbirinize küfretmeye, lânet okumaya
başlayacaksınız. Şimdi birbirlerini alkışlayan, efendim senin için varız, senin
için yaşıyoruz, senin yolunu takip ediyoruz diyenler, birbirlerini tanrılar
kullar kabul edenler yarın birbirlerini kötüleyecekler.
Ama
istedikleri kadar birbirlerini kötülesinler, istedikleri kadar birbirlerine
lânet okusunlar, her iki taraf ta cehenneme gidecekler. Tanrılar da, kullar da,
tanrı kabul edilenler de, kul kabul edilenler de ateşte birleşecekler. Ve orada,
birlikte girdikleri cehennemde asla bir yardımcı bulamayacaklar. Ne tanrılar
kullarına yardımcı olabilecek, ne de gönüllü kullar tanrılarını kurtarabilecekler.
Halbuki bu dünyada ne kadar da
birbirleriyle beraberlerdi değil mi? Bu dünyada ne kadar da birbirlerine bağlılardı
değil mi? Kullar bu dünyada tanrılarına laf ettirmiyorlardı. Tanrılarının
yasalarına toz kondurmamaya çalışıyorlardı. Tanrılarını her tür tehlikeye karşı korumaya, koruma yasaları
çıkarmaya çalışıyorlardı. Tanrıları adına canlarını bile seve seve vermeye
hazır görünüyorlardı. Tanrıları hatırına Allah’a Allah’ın dinine, Allah’ın şeriatine
ürmeye çalışıyorlardı. Allah’ın peygamberine düşmanlıkta tanrılarıyla işbirliği
yapıyorlardı. İbrâhim (a.s)’ı ve Onun yolunun yolcularını ateşlere atmaya,
kodeslere tıkmaya, susturmaya çalışıyorlardı. Müslümanları yeryüzünden silmenin
hesaplarını yapıyorlardı. Tanrıları adına İbrâhim (a.s)’ın cezalandırılıp ateşe
atılışını zevkle seyrediyorlardı. Ekonomik ve siyasal güçleri, kuvvetleri
onları sersem ediyordu. Allah, peygamber, din, ölüm, diriliş, hesap, kitap
hiçbir şey hatırlamaz hale geliyorlardı.
Ama işte şimdi her şey bitti.
Hayat bitti, dünya bitti, saltanat bitti, güç kuvvet bitti, tanrılık bitti,
kulluk bitti, protokoller bitti ve şu anda İbrâhimlerin kendilerini ateşten
kurtarmaya çalışmalarına karşılık İbrâhimleri ateşe atmaya çalışanlar ateşin
içindeler, cehennemi boylamışlar ve orada birbirlerine küfretmekle meşguller.
Dünyayı cennete çevirmeye çalışan müslümanların dünya hayatını cehenneme çevirmeye
çalışan akılsızlar şu anda cehennemde birbirlerini lânetliyorlar.
Halbuki onlar insan olarak
yaratılmışlardı. Allah onlara akıl, fikir, göz, kulak ve kalp vermişti. Halbuki
Allah onları ahsen-i takvim üzere yaratmıştı. Halbuki Allah meleklerine bile
vermediği üstün özelliklerle donatmıştı onları. Halbuki her bir dönemde Allah
elçilerini, kitaplarını göndermişti onlara. Görsel ve işitsel âyetleriyle karşı
karşıya bırakmıştı onları Rabbimiz. Bütün bunlara rağmen yine de onlar bakın
kendilerini kurtarmaya gelmiş bir Allah elçisine düşman kesiliyorlar, onunla
beraber olan müslümanlara en acımasız cezalar vermeye çalışıyorlar. Küfrü,
şirki, Allah’la çatışmayı şeref zannediyorlar. Bu nasıl bir hayat? Bu nasıl bir
anlayış gerçekten anlamak mümkün değil. Evet insanlar, toplumu İbrâhim (a.s)’ı
reddettiler, yalanladılar ama:
26. “Bunun üzerine Lût ona inandı ve İbrâhim “Doğrusu ben
Rabbimin dilediği yere hicret ediyorum, O şüphesiz güçlüdür, Hakimdir” dedi.”
Lût İbrâhim (a.s)’a iman etti.
Evet İbrâhim (a.s)’ın ateşe atılışından ve ateşe hükmeden Rabbimizin ateşin
yakma yasasını değiştirip İbrâhim’i yakmayışından sonra toplumu içinde kendisine
iman eden sadece Lût (a.s) ın olduğunu görüyoruz. Rabbimizin anlatımından bunu
çıkarıyoruz. Tabii en doğrusunu Rabbimiz bilir. Kur’an’ın anlatımlarından
bildiğimiz o ki, ta ilk başından İbrâhim (a.s) a karısı Sâre annemiz iman
etmiş. O annemiz daha önce iman ettiği için burada ondan söz edilmiyor
anlıyoruz.
İbrâhim (a.s) bu günkü Bağdat
şehri yakınlarında Ur şehrinde dünyaya gelir. Ve ilk olarak orada babasını
İslâm’a dâvet ediyor, kavmini İslâm’a dâvet ediyor, onlara işte En’âm sûresinin
beyanıyla ayın, güneşin, yıldızların tanrı olamayacağını delileriyle anlatıyor.
Sonra halk bir bayram yerine gittiği zaman putları kırıyor ve orada ateşe
atılıyor. Kavmiyle uzun ve yorucu bir mücâdeleden sonra kendisine iman eden
yeğeni Lût (a.s) ve eşi Sâre annemizle birlikte di-yorlar ki bakın:
Ben Rabbime hicret ediyorum. Ben
Rabbimin dinine hicret ediyorum. Ben Rabbimin yoluna giriyorum. Ben muhacir
oldum Allah’a. Ben muhacir oldum Allah yoluna. Muhakkak ki Allah Azizdir, Allah
Hakimdir. İzzet ve şeref sahibi olan da, hikmet ve Hâkimiyet sahibi olan da
benim Rabbimdir. Dilediğine hükmeden, dilediğini yapan ve yaptığı her şeyde
hikmet olan Odur.
Evet
İbrâhim (a.s)’ın hicreti gündeme geliyor. Irak’ın başkenti olan Bağdat o günün
dünyasında en şaşaalı dönemini yaşıyordu. Dünyanın en görkemli bir saltanat
şehriydi. Ve İbrâhim (a.s) o şehrin yakınlarında Ur şehrinde dünyaya geliyor.
Biraz önce dediğimiz gibi orada ateşe atılıyor. Ve oradan hicret etmek zorunda
kalıyor. Ve Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde Suriye’ye en yakın olan Urfa’nın
güneyindeki Harran’a geliyor, sonra oradan da oğlu İsmail ile birlikte Hicaz’a,
yâni Mekke’ye gidiyor. Mekke, Medine, Kudüs, Mezopotamya, Fırat ve Dicle
aralarında sürekli Allah’ın dinini tebliğle uğraşıyor. Bu bölgeler zaten
Kur’an’da zikredilen peygamberlerin zuhur ettiği bölgelerdir.
Evet
Harran’a gelir Allah’ın elçisi. Burada ne kadar kaldı bil-miyoruz. Bu bölge
insanlarına Allah’ın dinini tebliğ etti. Bundan sonra güney batıya doğru bir
seferi daha var biliyoruz. Yâni Şam topraklarına doğru, Filistin yurduna doğru,
yâni bugünkü El Halil kentine kadar uzanan bir yolculuk daha yapıyor. Ve en
sonunda vatan olarak, hicret yurdu olarak kendisi için seçtiği yer bu El Halil
kenti, yâni Filistin toprakları oluyor. İleriki dönemlerinde İbrâhim (a.s)ın
torunlarından Ya-kub (a.s) bu yurdu terk edip Mısıra gider. Ama daha sonra Mûsâ
ve Harun (a.s)’lar döneminde Rabbimiz müslümanlara tekrar o yurda dönmelerini
emreder. Ve müslümanlar Mûsâ (a.s)’dan sonra o ata yurtlarına ulaşırlar. Sonra
yurtlarını müslümanlar bir daha kaybederler ve Davut ve Süleyman (a.s)’lar
döneminde tekrar müslümanlar Filistin topraklarını ve El Halil kentini ele geçirirler.
Zaten El Halil, Halilür Rahmân
olan İbrâhim (a.s)’ın ismine izafeten verilmiş bir isimdir. Müslümanlar orada Süleyman
ve Dâvûd (a.s)’lar döneminde çok görkemli bir hayat yaşarlar. Süleyman (a.s)’ın
vefatından hemen sonra burada müslümanlar işgale uğrarlar. Ve bu Kudüs’ün
işgali ikinci Halîfe Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Kudüs’ün fethine kadar
sürer. Hz. Ömer döneminde Kudüs tekrar müslüman-ların eline geçer. Ve çok uzun
bir dönem müslümanların elinde olan mukaddes Kudüs şehri Haçlı orduları
tarafından tekrar işgal edilir. 70, 80 yıl kadar Hıristiyan medeniyetine şahit
olur. Sonra tekrar Sela-hattin-i Eyyubi tarafından Kudüs fethedilir. Ve 1918
yılına kadar müs-lümanların elinde kalır. Bu tarihte müslümanların tüm dünyada
özgürlüklerini kaybetmelerinden sonra Kudüs ve Filistin toprakları müslü-manların
elinden çıkar.
Evet işte
böyle İbrâhim (a.s)’ın hicreti devam ederken, yeğeni Lût (a.s) da El Halil
kentinin 40, 50 kilometre yakınlarında halkı ahlâksız mı ahlâksız, rezil mi
rezil bir bölgeye elçi olarak gönderilir. Biz şimdi Ankebût sûresinin
anlatımına devam edelim inşallah:
27. “İbrâhim'e İshak'ı ve Yakub'u bahşettik. Soyundan
gelenlere Kitap ve peygamberlik verdik. Onu dünyada mükafatlandırdık; doğrusu o
âhirette de iyilerdendir.”
Evet İbrâhim (a.s)’a İshak ve
Yakub’u lütfettik diyor Rabbimiz. İbrâhim (a.s) El Halil kentindeyken Rabbimiz
Ona oğlu İshak’ı lütfeder. Atamız 90-100 yaşlarında, anamız Sâre de 70-80
yaşlarında iken Rabbimiz onlara oğul olarak İshak’ı verir. Sonra İshak (a.s)
dan da Yakub’u verir. Ve böylece atamız ve anamız bir oğulla birlikte bir toruna
da nail olurlar. Ve Onun soyundan gelenlere, zürriyetine de kitap ve
peygamberlik verdik buyuruyor Rabbimiz.
Evet
İbrâhim (a.s)’ın zürriyetinden İshak (a.s), İshak (a.s)’ın zürriyetinden Yakub
(a.s), Yakub (a.s)’ın zürriyetinden Yusuf (a.s), daha sonraları yine onun
zürriyetinden Mûsâ ve Harun (a.s)’lara peygamberlik ve Tevrat verilir. Daha
sonra onların zürriyetlerinden Dâvûd ve Süleyman (a.s)’lara Zebur, daha sonra
onların zürriyetlerinden Zekeriya, Yahya ve Îsâ (a.s)’a İncil ve elçilik
verilir. Rabbimiz onların hepsini peygamberlik şerefiyle şereflendirir. Onlara
Biz mükâfatlarını daha dünyada verdik. Ve onlar âhi-rette sâlihlerden oldular.
Âhirette Allah’ın razı olduğu bir hayatı yaşayan kimselerden oldular. Şimdi de
anlatım Lût (a.s)’a geliyor:
28, 29. “Lût da, milletine şöyle demişti: “Doğrusu siz
dünyalarda hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz.
Erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor
musunuz? “Milletinin cevabı: “Doğru sözlü isen bize Allah'ın azabını getir”
demek oldu.”
Evet az evvel ifade ettiğim gibi
İbrâhim (a.s)’ın yeğeni Lût (a.s) atamıza kimsenin inanmadığı bir ortamda ilk
defa iman etmiş, onunla birlikte hicret yoluna çıkmış ve amcasının ikâmet
ettiği şehrin yakılarında bir şehirde peygamber olarak görevlendirilmiştir.
Bakın O da kavmine, halkına şöyle diyordu: Ey kavmim, siz kötülük yapıyorsunuz.
Siz fuhşiyyata sapmış bir topluluksunuz. Şimdiye kadar âlemlerde, memleketlerde
görülmemiş çok kötü, çok rezil bir iş peşine düşmüşsünüz. İnsanların dışında
başka hayvanlar arasında bile görülmedik, duyulmadık bir ahlâksızlık içine
gömülmüşsünüz. Siz sizin için yaratılmış kadınları bırakıp erkeklere gidiyorsunuz.
Cinsel ihtiyaçlarınızı hemcinslerinizle gidermek yerine eş cinslerinizle
gidermeye kalkışıyorsunuz. Rabbiniz tarafından size helâl kılınan kadınlarla
evlenmek yerine erkeklere giderek çok rezil bir hayatı yaşıyorsunuz. Bunu önceki
sûrelerde anlattım.
Sonra
sizler ey kavmim yolları kesiyorsunuz. İnsanların yollarını kesiyorsunuz. Ve bu
kötülükleri de üstelik gizli filân da yapmı-yorsunuz. Açıktan açığa herkesin
gözleri önünde işliyorsunuz. Ve Allah korusun böyle yoldan çıkmış ahlâksız bir
toplum içinde görüyoruz ki Allah elçisi Lût (a.s)’ın imtihanı gerçekten çok
zordur. Kadınları bırakıp homoseksüelliği aralarında yasallaştırmış, yol
kesmeyi, insan soymayı meşrulaştırmış ahlâksız bir toplum içinde bu insanları
Allah’a kulluğa, İslâm’a dâvet edecek. Allah’ı unutmuş, âhireti unutmuş çılgınlar
gibi eğlenen, hayatlarında hiçbir sınır tanımayan dünyanın en görkemli hayatını
yaşayan bir toplumu yola getirecek. Onların pislikleri bırakıp tertemiz bir
hayata çağıracak. Bakın Onun bu mahza hayır dâvetine karşılık kavminin cevabı
şöyle olmuştu:
Ey Lût, eğer bu sözlerinde
sadıklardansan, eğer bunları ispata hazırsan haydi azap olarak bize ne
getireceksen getir de görelim bakalım dediler. Gerçekten sen Allah tarafından
bize gönderilmiş bir peygambersen, bu dediklerin gerçekten Allah’tansa bu
ediklerini reddetmemize karşılık haydi ne tür bir azapla bizi tehdit ediyorsan
onu getir de görelim, haydi gücün neye yetiyorsa göster, elinden geleni arkana
koyma dediler. Onların bu meydan okuyuşlarına karşı dedi ki:
30. “Lût: “Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et. “
dedi.”
Ya Rabbi şu karşımdaki kâfirler
topluluğuna karşı bana yardım et. Şu bozgunculara karşı, şu müfsitlere, şu ahlâksızlara
karşı, şu Senin gösterdiğin helâl yollardan cinsel arzularını tatmin edecekleri
ve Sana şükredecekleri yerde, Senin kendileri için yarattığın tertemiz
kadınlarla evlenecekleri yerde yoldan çıkıp kendileri için çok rezil bir hayatı
tercih eden sapıklara karşı bana yardım et ya Rabbi diye Rabbine yalvarıp
yakardı. Önceki derslerimizde Rabbimiz Onun mücâdelesini de detaylarıyla
anlatmıştı.
Evet bu ahlâksız toplumun, Lût
toplumunun azap günü, helâk günleri yaklaşmıştı. Rabbimizin onlar için de takdir
buyurduğu ecel gelmişti. O toplumu helâk etmek için Rabbimizin görevlendirdiği
melekler ilk önce İbrâhim (a.s)’ın yanına uğrarlar.
31. “Elçilerimiz İbrâhim'e müjde ile geldiklerinde: “Biz
bu kasaba halkını yok edeceğiz, çünkü oranın halkı zalim kimselerdir dediler.”
Elçiler bir müjde ile İbrâhim’e
geldiler. İbrâhim (a.s)’a müjdeleri Ona bir evlât idi. Ona İshak’ı müjdeleyeceklerdi.
Karısı Sâre anamızdan atamıza İshak’ı müjdelediler. Sonra da atamıza ve anamıza
Allah’ın melekleri dediler ki, şu karye, şu şehir var ya, Şu Lût’un içinde
bulunduğu ahlâksız kent var ya Biz o şehrin ahalisini helâk etmeye geldik
dediler. Çünkü o şehrin ahalisi zalimdir. Onlar kendilerini bulunmamaları
gereken yerde tutan, kendilerini Rablerine kulluk ortamından çıkarıp
nefislerinin ve şehvetlerinin mahkumu yapan kimselerdir. Onlar Allah ve Resûlüne
isyan etmiş, yeryüzünde bozgunculuk yapan yapmaktadırlar. Yeryüzünde Allah’ın
düzenini bozmuş insanlardır. Yeryüzünde Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan
insanlardır. Ve şu ana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş, hiçbir
toplumun yapmadığı bir pisliğin içinde yüzmektedirler. Biz o toplumu helâk
etmeye gidiyoruz dediler. Bunu duyan İbrâhim (a.s) dedi ki:
32. “İbrâhim: “Ama Lût oradadır" dedi, elçiler; “Biz
orada olanları daha iyi biliriz; onu ve geride kalanlardan olacak karısı
dışında ailesini kurtaracağız" dediler.”
Orada Lût var ama. Yâni şimdi siz
orayı helâk edeceksiniz, ama orada Lût var. Söylesenize Lût ta mı bu helâke
dahildir? Lût ta mı onlarla birlikte helâk edilecek? Melekler dediler ki, Biz
orada kimin olduğunu gâyet güzel biliyoruz. Merak etmeyin, Onu ve ehlini
kurtaracağız bu helâkten. Ama karısı müstesna. Ehlinden karısı bu kurtuluşun
dışındadır. Çünkü o helâk olanlardan olacaktır. O da aynen diğerleri gibi
helâki yudumlayacak. O da ötekilerin azabına mahkum olacak. Bunu duyan İbrâhim
(a.s) biraz rahatladı. Ve Elçiler oradan ayrıldılar.
33,34. “Elçilerimiz Lût'a gelince, onun fenasına gitti;
çok sıkıldı. Ona, “Korkma ve üzülme, doğrusu biz seni ve geride kalacaklardan
olan karının dışında, aileni kurtaracağız. Bu kasaba halkına, yaptıkları
yolsuzluklardan ötürü gökten, elbette bir azap indireceğiz” dediler.”
Elçilerimiz Lût (a.s)’ın yanına
geldiler. Ve Onlardan dolayı, Onların gelişinden dolayı Lût (a.s) epey
rahatsızlandı, kötüleşti. İçi daraldı. Çok sıkıldı. Şimdi bu durumda ben ne
yapacağım? dedi. Çünkü o güne kadar Ona ahlâksız toplumunun kendisine en büyük
zulümleri evine m
Ama bu ahlâksızların
ahlâksızlıklarına, sömürülerine fırsat vermemek için Allah’ın elçisi Lût (a.s)
gelen insanları evine m
Ve işte şimdi Onun evine yine m
Onun bu
tedirginliğini gören Allah’ın melekleri dediler ki ey Lût, korkma, kederlenme,
mahzun olma. Biz seni ve ehlini bu zalimlerden kurtaracağız. Ancak karın hariç.
O helâk olacak. Onun dışında seni ve ehlini kurtaracağız. Lût (a.s)’ın
kurtulacak ehli sadece iki kızcağızıydı. İki kızcağızından başka zaten
kendisine iman eden kimse yoktu. Bir kendisi ve bir de iki kızcağızı.
Evet yüz binleri aşan bir şehir
içinden sadece üç mü’min. Kendi başına tertemiz kalabilen ve pislerle kavgasını
en güzel bir şekilde sürdürebilen, sürekli onlara uyarıda bulunabilen Lût
(a.s). Hayalinizde canlandırabildiniz mi? Ne kadar zor bir imtihan değil mi? Gerçekten
işte Rabbimizin beyanlarıyla her bir peygamberin özelliklerini tanıdıkça anlıyoruz
ki onların hayatları bambaşkadır. Allah desteğinde bir hayat yaşayan bu Allah
elçileri yaşadıkları bu güzel hayatlarının karşılığı olarak cennetin en yüksek
makamlarına gidecekler.
Çünkü bu dünyada Allah’a en
samimi, en güzel kulluk yapanlar onlardır. Sıkıntıların, imtihanların en büyüğüne
tabi tutulanlar onlardır. Kâfirler karşısında en büyük direnci, en büyük sabrı
gösterenler onlardır. Onlar sadece Allah’ın vahyini insanlara ulaştıran bir
posta memuru değil, aynı zamanda vahyi en güzel bir şekilde uygulayıp pratikte
insanlara gösterenlerdir. Allah’tan gelen vahyi bir yere asıp gelin ilginizi
çekerse alın, değilse siz bilirsiniz diyen birisi değildir peygamber. O vahyin
kavgasını veren, dâvetini gerçekleştiren, eziyetlerine, işkencelerine göğüs geren
insanlardır. İşte görüyorsunuz Lût (a.s)’ın durumunu. Rabbimiz buyuruyor ki ey
Lût seni ve ehlini onların elinden kurtaracağız.
Sizi kurtaracağız ve şu şehir
ahalisinin üzerine gökten bir azap indireceğiz. Fâsık olduklarından dolayı
onların üzerine gökten bir azap indireceğiz. Ama gökten gelecek bu azabın ne
olduğunu başka âyetlerden öğreniyoruz. Melekler o sapıkların şehrini kaldırıp
tepetakla yere çaldılar. Üzerlerine de Allah katında âdeta kodlanmış, şu şunun
başına, bu bunun başına vurulacak diye işaretlenip belirlenmiş çamurdan taş
azabı yağdırdılar. Ve çılgınlar gibi akla hayale gelmedik eğlenceler içinde,
ahlâksızlıklar içinde, fuhşiyyat içinde kıvranan o toplum gecenin sabah vaktine
doğru hayata, dünyaya, eğlenceye veda ediyordu.
35. “Andolsun ki, Biz, düşünen kimseler için bu kasabadan
apaçık bir belgeyi geride bırakmışızdır.”
Muhakkak ki onlarda Biz düşünen,
anlayan insanlar için, aklını kullanmak isteyen bir kavim için apaçık bir âyet,
bir delil bıraktık, terk ettik. İşte Lût kavminin geride kalmış âyetini
Mekkeliler görüyorlardı. Şam taraflarına ticaret için giderlerken yollarının
üzerinde görüyorlardı. Ve bugün şu anda yaşayan tüm dünya insanı görüyor o
bölgeyi. Lût gölünün bulunduğu bölge. Allah’a isyan eden bir toplum yere batmış
ve bir krater gölü oluşmuş. Eğer insanlar şu elimdeki kitabın âyetlerini biraz
yakından tanıyabilseler, o âyetleri bu âyetler rehberliğinde bir okuyabilseler
elbette bu âyetler onlar için çok şey söyleyecektir.
Ama maalesef bu kitabı
tanımayanlar için o âyetler hiçbir mânâ ifade etmeyecektir. Bu kitabı tanımayan
insanlar Lût gölünün çevresinde de otursalar, Lût gölünün içinde de yatsalar
hiçbir şey anlamayacaklardır. Zaten hainler insanlar Lût (a.s) ve toplumuyla
ilgi kurup ta Lût (a.s)’ı ve yere batan toplumunu bilmesinler diye atlaslardan
Lût gölünün adını bile değiştirmeye Bahr’ul Muhît, ölü deniz filân demeye
çalışıyorlar.
36,37. “Medyen halkına kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. O,
“Ey milletim! Allah'a kulluk edin, âhiret gününe umut besleyin. Yeryüzünde
bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın" dedi. Ama onu yalanladılar. Bu
yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.”
Evet
Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Şuayb (a.s) da gönderildiği topluma
diyor ki, ey kavmim Allah’a kulluk edin, sadece Allah’ı dinleyin. Üzerinizde,
hayatınızda yetki ve otorite sahibi olarak sadece Allah’ı kabul edip Ona itaat
edin. Onun istediği gibi bir hayat yaşayın. Âhiret gününe umut besleyin.
Âhiretin hesabı konusunda dikkatli davranın. O gün hesaba çekileceğinizi hatırınızda
canlı tutun da yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. İnsanların
dinlerini bozmayın, ekonomiyi bozmayın, hukuku bozmayın, eğitimi bozmayın,
kılık-kıyafeti bozmayın, hayatı bozmayın dedi.
Ama o toplum da Allah’ın elçisini
dinlemediler. Medyen’liler de Şuayb (a.s)’ı yalanladılar. Ve bu yüzden,
işledikleri bu suçlar yüzünden onları bir racfe, bir sarsıntı, bir deprem, ya
da geberin geberesi-celer diye bir ses yakaladı da hepsi oldukları yere diz çöküverdiler.
Oldukları yere yığılıp kaldılar. Evlerinin ortasında diz çökülü kalıverdiler.
Zaten ölüydü bu kâfirler. Çünkü vahiyle ilgi kuramamış insanların tamamı
ölüdürler. Kur’an ve sünnetle tanışmamış insanların tamamı ölüdürler.
İşte bu ölüleri bir sarsıntı kendilerine
getiriverdi. Yâni Allah’tan gelen bir racfe, bir sarsıntı onları olmaları gereken
konuma getiriverdi. Onlar hayatlarında diz çöküp Allah’a kulluk yapmaları
gerekirken, bundan kaçınıyorlardı da bir sarsıntı onları diz çöktürüverdi.
O ana kadar
Allah huzurunda diz çökmeye yanaşmayan alçaklar çaresiz diz çöküverdiler.
Kazandıkları o malları mülkleri, çalıp çırptıkları servetleri, o makamları
mansıpları, güçleri kuvvetleri, medeniyetleri onları Allah’ın azabından
kurtaramadı. Ekonomik yönden çok büyük bir güce sahip oldukları halde bu güç ve
kuvvetlerine güvenerek Allah’a ve Allah’ın elçisine kafa tuttukları halde
evlerinde ıhıverdiler.
38. “Âd ve Semûd milletlerini de yok ettik. Bunu, oturdukları
yerler göstermektedir. Şeytan kendilerine, işlediklerini güzel gösterdi; onları
doğru yoldan alıkoydu. Oysa kendileri bunu anlayacak durumda idiler.”
Kitabımızın başka yerlerinde
detayı anlatılan Âd ve Semûd toplumlarını da helâk etti Rabbimiz. Şu anda Âd ve
Semûd’un oturdukları şehirlerin, kurdukları medeniyetlerin günümüze intikal
eden kalıntılarından bu toplumların ne kara güçlü ve kuvvetli olduklarını
anlıyoruz. Şeytan Allah’la, Allah’ın elçileriyle savaşımlarını onlara süslü gösterdi
de onları Allah yolundan, Allah’a kulluk yolundan alıkoydu. Halbuki kendileri
hakkı anlayabilecek bir özellikte yaratılmışlardı.
39. “Karun'u, Firavunu ve Hâmân'ünkü ine Allah, ba-lah’ın Rasını da yok ettik. Andol-sun
ki Mûsâ kendilerine belgelerle gelmişti de onlar yeryüzünde büyüklük
taslamışlardı. Oysa azabımızdan kur-tulamazlardı.”
Karun, Firavun ve Hâmân. Bir
döneme imzasını atan üç şahsiyet. Ankebût sûresinin bu bölümünde de bunlar
gündeme alınıyor. Mü’min sûresinde Mûsâ (a.s)’ın Firavuna, Karun’a ve Hâmân’a
gönderildiği anlatılıyor. Allah karşıtı bir özelliğe sahip olan, yeryüzünde
Allah’la savaşın sembolü üç zalim, üç müstekbir. Kısaca tarihe birer karakter
olarak mal olmuş ve hemen hemen her dönemde bulunan bu üç insandan, bu üç
kişilikten kısaca söz edelim.
Karun, Kasas sûresinin beyanıyla Mûsâ
(a.s)’ın kavminden, yâni İsrâil oğullarındandı. Firavun ve Hâmân Kıptilerin
ileri gelenlerinden Karun da İsrâil oğullarındandır. Karun para babasıdır.
Allah kendisine çok mal mülk vermiştir. Kitabımızın ifadesiyle hazinelerinin anahtarlarını
bir grup insanın ancak taşıyabildiği zenginlikte birisi.
Elmalı merhum Karun için kapitalist adamın örneği diyor. Yâni o dönem
gerçekten hoş bir tabir kullanmış. Firavun zulmün, istibdadın, idare
mekânizması olarak temsilcisiyken, Karun da ekonomi dünyasının zulüm ve
istibdadının temsilcisidir. Parasının büyük bir bölümünü Firavun sisteminin
devamına harcayan, Firavun sistemini parasıyla ayakta tutmaya çalışan, çünkü
Firavunun zulüm düzeni devam ettikçe de para kazanan birisidir. Üstelik de bu
adam az evvel de ifade ettiğim gibi İsrâil oğullarındandı, yâni Yakub (a.s) ın
çocuklarından-dı. Ama alçak kendi kavminden olan, kendilerini kurtarmak için
gelmiş Mûsâ (a.s)’ın ve müslümanların safında yer alacağı yerde Firavunun
safında yer almış, toplumuna, milletine ihanet etmiş bir haindi.
Yâni hem ezilen, horlanan, köleleştirilen toplumdan olacak, hem de ezenlerle beraber olacak. İşte
adamın en büyük yanlışı bu bir kere buydu. Kendi kendini reddetmiş, kendi
kendini ezmeye, kendi kendine yararı olmamaya, ihanet etmeye yönelmiş bir
kişilik. Sanki intihar edip kendi kendini yok etme savaşında bulunmuş, kendi ölümüne
yardımcı olmaya karar vermiş bir tip.
Bu tipleri günümüzde de görürsünüz. Kendi ailesini, kendi din kardeşlerini
para ve makam karşılığında satmaya çalışan birisi. Bizim toplumda da pek çoktur
böyleleri değil mi? Dışardan, içerden bir kısım zalimlerin desteğini alarak
kendi milletine, kendi toplumuna, kendi dinine karşı bağy içinde olan, azgınlık
ve zulüm içinde pek çok zalim var şu bizim toplumda da. Hep kendi kardeşlerine
dış kâfirler adına zulmetmektedirler. Hep kendi kardeşlerini ezmektedirler.
Evet işte Karun bu. Ekonomik gücüne
güvenerek Allah’a isyan eden, toplumuna ihanet eden toplumun siyasal tanrısı
olan Firavunu destekleyerek onun zulmünü, sistemini ayakta tutmaya çalışan bir
tip. Birisi siyasal tanrı, ötekisi de ekonomik tanrı birlikte hareket
ediyorlar.
Firavun da
kitabımızın pek çok yerinde özellikleri, tuğyanı anlatılan ve kıyâmete kadar
toplumlar içinde bulunacak, tanrılık iddiasında bulunan, insanları Allah’a
kulluktan koparıp kendi yasalarına kul köle edinen, Allah’la savaşa tutuşan,
müslümanlara acımasız eziyet ve işkencelerde bulunan bir zalim devlet başkanı,
bir zalim tanrı taslağı. Müslümanların varlığına asla tahammülü olmayan,
onların çocuklarını daha doğmadan yok etmeye, engel olamayıp doğanları da
verdiği eğitimle öldürmeye çalışan bir zalim hükümdar. İmanlarından dolayı
müslümanları potansiyel suçlu gören, en ağır işleri onlara reva gören,
erkeklerini köleleştirip, kadınlarını iffetsizleştirmenin kavgasını veren bir
zalim.
Evet Karun, Hâmân ve Firavun. Üçlü
çete, ya da bir zulüm sistemini ayakta tutan üç sacayağı. Tarihin her döneminde
zalimler, zulüm sistemleri bu üçlü sistemle ayakta durabilmişler, her devirde
küfür ve şirk hep bu üçlü sisteme
başvurmuştur. Her dönemde küfür ve şirk düzenleri ayakta durabilmek için buna
baş vurmuştur. Karun ekonomi dünyasının lideri ve reisi olarak küfrün
hizmetçisi olmuş, Firavun siyasetin, ya da idare mekânizmasının temsilcisi
olarak küfrün hizmetçisi olmuş, Hâmân da Firavuna danışmanlık, fikir
üreticiliği yapmış birisidir.
Evet Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s) onlara
belgelerle, mûcizelerle, Allah’tan apaçık âyetlerle gelmişti de onlar Allah
elçisine ve getirdiği hidâyete karşı müstekbir davrandılar. Büyüklendiler, ama
Rabbimiz diyor ki onlar asla bizi geçecek, bizi mağlup edecek değillerdi. Allah’la
yarışabilecek değillerdi onlar. Çünkü peygamberle savaşanlar, müs-lümanlarla
savaşanlar Allah’la savaşıyorlar demektir.
Aslında bu üç şahsiyet de Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s) la yüz yüze geldikleri
andan itibaren işleri bitmiştir. Ama kuyruğu dik tutup Allah’ın elçisiyle
kavgayı sürdürürler. Adım adım helâke, mağlubiyete yaklaşan bir halet-i
ruhîyeyle peygamber karşısında direnmeye çalışırlar bir süre. Sihirbazlara
sığınırlar. O güne kadar besleyip büyüttükleri bilim adamlarına, sanat
adamlarına, proflarına, hukukçularına, eğitim uzmanlarına, şairlerine,
ediplerine sığınırlar. Gelin toplanın da Mûsâ kar-şısında şu yıllardır ekmeğini
yediğiniz sisteminizi kurtarın derler.
Ama umdukları gerçekleşmez. Allah elçisi karşısında tüm sihirbazlar iman
ederler. Firavun şaşkındır, Hâmân şaşkındır, Karun perişandır. Sonra Rabbimiz
onların akıllarını başlarına getirmek için kıtlıklar gönderiyor, tufan,
çekirge, bit ve kan belâlarıyla Rabbimiz te-melinden sarsıyor onları.
Yeryüzünde Rablik iddiasında bulunan
zalim Firavun en sonunda bir gün denizde boğulma helâkiyle karşı karşıya
kalırken ben iman ettim Allah’a! Ben iman ettim İsrâil oğullarının İlâhına! Ben
müs-lümanlardanım! demek zorunda kalıyordu. İşte kıyâmete kadar Firavun yolunu
takip eden tüm sahte tanrılara, siyasal gücüne güvenerek kendini tanrılık
makamında görenlere Firavunun en büyük mesajıydı.
Ey insanlar, ey benim yolumda gidenler, hiç biriniz benim gücüme
ulaşabilmiş değilsiniz! Hiç biriniz benim kadar açıkça toplumunuza
tanrılığınızı ilân edemediniz. Hiç biriniz bu güce ulaşabilmiş değilsiniz. Hal
böyleyken benim sonuma bakmıyor musunuz? Benden ibret almıyor musunuz? Allah’a
ve elçisiyle savaşa tutuşmanın ne de-mek olduğunu hâlâ anlayamadınız mı?
Müslümanlıktan başka çare yok. Benim akılsızlık edip bu imanımı geciktirdiğim
ve kabul edilmediğim gibi sizler de benim yolumdan mı gitmeye çalışıyorsunuz?
Gelin akıllarınızı başlarınıza alın da benim gibi hem dünyada, hem de âhi-rette
rezil ve perişan olmayın! diyordu. Ölmeden, hayattayken gelin kendinizin tanrılığınızı,
ya da Allah’tan başkalarının tanrılığını bırakıp yalnız ve yalnız Allah’a iman
edin de kurtulun diyordu.
Şimdi bu gerçekleri bilen, gören insanların hâlâ Allah’la, Allah’ın diniyle
ve müslümanlarla nasıl savaşa tutuştuklarını, yeryüzünde bir tek müslüman
kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecek diye nasıl naralar atabildiklerini
anlamak gerçekten mümkün değildir.
40. “Her birini günâhı sebebiyle yakaladık; kimine taşlar
savuran rüzgarlar gönderdik, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda
boğduk. Onlara, Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendilerine yazık ediyorlardı.”
Onların her birerini günâhlarıyla
yakalayıverdik. Günâhları sebebiyle hepsini yakaladık ve defterlerini dürdük.
Nuh (a.s)’ın kavminden itibaren o zikredilen toplumların tamamının işini
bitirdik. Onlardan kimilerinin üzerlerine taşlar yağdıran rüzgarlar gönderdik.
Azap rüzgarlarla helâk ettik. Kimilerini bir sayhayla, bir titreşimle, bir
çığlıkla yok ettik. Kimilerini yerin dibine geçirdik, yerin karına batırdık.
Kimilerini de suda boğduk. Nuh (a.s)ın kavmi suyla, tufanla helâk oldu. Âd
kavmi üzerlerine gönderilen 7 gün 8 gece esen taş, taş üstünde bırakmayan,
önüne gelen her şeyi deviren bir rüzgarla helâk edildi. Sâlih (a.s)’ın toplumu
Semûd bir sayhayla, bir çığlıkla yok edildi. Lût (a.s)’an kavmi üzerlerine
meleklerin gönderdiği azap yağmuru ve taşlarla, Medyen ahalisi Racfeyle, Karun
yere batırılmayla, Firavun, Hâmân ve orduları da denizde boğularak helâk edildiler.
Evet hepsi
de Allah’ın helâk yasasının mahkumu olmaktan kurtulamadılar. Güya bunların da
güçleri vardı, düzenli orduları vardı. Şu anda dünya üzerindeki seleflerinden
çok daha güçlüydüler. Hani ne oldu? Kurtarabildiler mi kendilerini? Güçleri,
kuvvetleri, saltanatları bir işe yaradı mı? Şimdikiler gibi 60,70 sene değil
900 yıl ömürleri vardı onların. Öyle bir medeniyet kurmuşlardı ki, öyle büyük
teknolojik güze sahiptiler ki Âd’ın Semûd’un medeniyetlerinin, şehirlerinin
kalıntıları hâlâ ayaktadır. Ekonomide dünya
hakimiydi Medyen’liler, Eyke-liler. Ve yeryüzünde tanrılık iddiasında bulunup
tanrılığına herkesi boyun eğdiren Firavun. Hazinelerinin kendisini değil,
sadece anahtarlarını güçlü kuvvetli bir grup insanın ancak taşıyabildiği ekonomi
de tanrılık iddiasında bulunan Karun hani neredeler?
Şimdi nasıl oluyor da bu insanlar
Allah’la savaşa girişebilirler? Nasıl cesaret edebilirler buna? Nasıl oluyor da
Allah yasalarını diskalifiye ederek kendi yasalarını onun yerine ikâme etmeye
çalışabiliyorlar? Ve nasıl oluyor da insanlar Rablerini terk edip, Rablerinin
yasalarını terk edip bu tanrı taslaklarının tanrılıklarını kabul edebiliyorlar?
Allah’ın güç ve kuvvetini görmüyorlar mı bu insanlar? Allah’la kim ba-şedebilmiş
ki şu andakiler baş edebilsinler? Hiç akılları yok mu bu adamların?
Acaba Allah onları böyle türlü türlü
azaplarıyla yakalayıp ağızlarının payını verirken zulüm mü etti? Haksızlıkla mı
helâk etti Rab-bimiz onları? Hayır hayır. Allah kullarına zulmetmez. Allah
zalim değil-dir. Allah kimseye zulmedici değildir. Ama onlar kendi kendilerine
zul-mettiler.
Şu anda bu
âyetlerden, bu âyetlerin bilincinden uzak bir hayat yaşadıkları için büyük bir
gaflet ve yanılgı içinde yaşayan müslüman-lar, güç kaynaklarının farkında
olmadıkları için kendileri karşısında süper gördükleri ve ezildikleri
kâfirlerin Ad’ın, Semûd’un, Meyden’in, Eykeliler’in, Firavunların, Karunların,
Hâmân’ların devamı olduklarını, Allah’ın helâkine mahkum olduklarını
bilemiyorlar, anlayamıyorlar. Allah karşısında, Allah desteğindeki müslümanlar
karşısında bunların hiç bir değer ifade etmediklerini anlayamıyorlar. Bakın
Rabbimiz bir değerlendirme daha yapacak:
41. “Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine
yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz
örümceğin yuvasıdır. Keşke bilseler.”
Allah berisinde, Allah dununda,
Allah’tan başka evliya edinenlerin m
Anladınız değil mi? Allah ve
ankebût. Allah ve örümcek. Allah’ın velâyeti, örümceğin sığındığı evin velâyeti.
Allah’ın koruması, örümcek evinin koruması. Allah’ın koruması altına girenler,
örümceğin evinin koruması altına girenler. Allah’ın velâyetinde olanlar, başkalarının
ağına girenler. Velâyetlerini Allah’a teslim edip Allah’ın aldığı kararları
uygulayanlar, velâyetlerini başkalarına verip onların yasalarını uygulayanlar.
Allah’a teslim olanlar, müdürlerine, amirlerine, siyasîlerine, A.B.D ye,
Avrupa’ya teslim olup onların koruması altına girenler. Hangisi güçlüdür?
Hangisi doğrudur bunun? Allah velâyeti, Allah sığınağı, Allah koruması
karşısında kimin sığınağı, kimin velâyeti daha güçlü?
Arkadaşlar,
şu andaki 6 milyar yanında bir 6 milyar insan daha olsa, bunlar tüm dünyaya
egemen de olsalar işte Rabbimizin onlar hakkındaki değerlendirmesi böyledir. Onların
Allah karşısında tedbirleri, güçleri, kuvvetleri işte böyledir. Bir örümceğin
sığınmak, barınmak üzere yaptığı evine benzer onlar. Hiç te gözünüzde
büyütmeyin bu kâfir devletleri. İşte onların tüm güçleri bu kadardır. Onlar
güçsüz, Allah güçlüdür. Onlar cahil Allah âlimdir. Keşke bir bilselerdi, bu
âyetleri bir anlasalardı müslümanlar. Anladınız mı şimdi? Büyük kimmiş? Güçlü
kimmiş? Egemen kimmiş? Dünyada yetki kiminmiş? Velî kimmiş? Kulluk yapılacak,
sözü dinlenecek, yasaları uygulanacak kimmiş?
42. “Doğrusu Allah, Kendini bırakıp da yalvardıkları şeyi
bilir. O güçlüdür, Hakim'dir.”
Muhakkak ki Allah onların Allah’ı
bırakıp ta tapındıkları, Allah’ı bırakıp ta dua ettikleri, Allah berisinde söz
sahibi kabul ettiklerini bilmektedir. Onlar hiçbir şey değildirler. Ne
tanrıdırlar, ne İlâhtırlar, ne de bir güçleri vardır onların. Azîz ve Hakim
olan Allah’tır. Güç kuvvet sahibi, egemenlik sahibi, göklere ve yere hakim olan
Odur. Onun berisinde, Onun dışında hiç kimsede izzet ve şeref te yoktur egemenlik
te yoktur. Diledikleri aziz, dilediklerini zelil eden O iken, güç kuvvet
sahibi, yetki sahibi O iken bu insanların Onu bırakıp ta tapınmaya
çalıştıkları, sığınmaya çalıştıkları ne ki? Ya kendileri gibi âciz, sonlu,
ölümlü insanlar, ya ölmüş gitmiş varlıklar, ya da kendilerinden daha güçsüz
taştan, tunçtan, ağaçtan edindikleri cansız cemadat, putlar ve onların arkasına
saklanarak kendilerini güçlü göstermeye çalışan sömürü odakları. İşte küfür ve
şirk anlayışı budur. Tanrılar da âciz kullar da âciz.
43. “Biz bu m
İşte bu m
Öyleyse
bilenler, âlimler olarak şimdi kimi velî bilelim? Velâyetimizi kime teslim
edelim? Kimin hayat programını uygulayalım? Kimin istediği gibi bir hayat yaşayalım?
Hayatımıza kim egemen olsun? Hukukumuza, eğitimimize, ekonomimize, kılık
kıyafetimize kim karışsın? Kimi razı etmeye çalışalım? Kimin beğenisine
yönelelim? Kimin İlâhlığını kabul edelim? Kime dua edelim? Kime yalvaralım?
Kimin koruması altına girelim? Allah’ın mı? yoksa başkalarının mı? Şöyle yaparsak,
şöyle yapmazsak bize şunlar şunlar ne der mi diyelim? Yoksa Al-lah ne der mi
diyelim? Hayatımızda Allah’ı mı hesaba katalım? Yoksa başkalarını mı? Siz
bilirsiniz. Ama bakın Allah berisinde kendisine kulluk edilenlerin hiç bir güçleri
ve yetkileri yokmuş. İşte örümcek ve evi. Ve işte Allah’ın gücü ve kudreti:
44. “Allah gökleri ve yeri gerektiği gibi yaratmıştır. Doğrusu
bunda inananlara bir ders vardır.”
Allah gökleri ve yeri
yaratmıştır. Gökleri ve yeri hak olarak ya-rattı Allah. Kendisi Hak olan,
varlığı, egemenliği Hak olan Allah gök-leri ve yeri de hak olarak yaratmıştır.
Laf olsun diye, eğlence olsun di-ye değil hak olsun diye, hayatta hak egemen
olsun diye, yeryüzünde zulüm olmasın diye yaratmıştır Allah.
Yâni şu anda kâfir ve müşriklerin
iddia ettikleri gibi yeryüzünün yaratılışında zulüm yoktur. Yaradılışta hak vardır,
hak hakimdir. Kâinatta Rabbimiz ne yaratmışsa, varlık olarak ne varsa hepsi hak
üzerine, yâni sağlam temeller üzerine kurulmuş ve belli bir hikmetle yaratılmıştır.
Yaratılan her şey üzerinde belli bir kanun, belli bir hak yasa işlemektedir.
Yâni tüm Kâinatta hak esastır,
adâlet esastır, zulüm ve haksızlık yoktur. Her şey hak üzerine bina edilmiştir.
Bâtıl ise ârızî ve ge-çicidir. Yâni Rabbimizin yarattığı bu evrende tevhid
esastır. Sadece zulüm ve haksızlık imtihan gereği kendilerine özgür bir irade
verilen insanlardan oluşan hareketlerdir. Eğer evrende kendilerine Allah tarafından
irade verilen şu insanlar gökler ve yer âlemine karışmasalar, bitkiler,
hayvanlar ve cemadatlar âlemine el atmasalar, kâinatta haksız bir tek uygulama
göremezsiniz. Çünkü tüm âlemde Allah hak bir denge koymuştur ve onu bozabilme
yetkisini, iradesini de sadece insana vermiştir. Diğer varlıkların tümü hak
olan tevhid esasına dayanmakta, hepsi de Allah’ın emirlerine boyun bükmektedirler.
Yeryüzünde
hak açığa çıksın, hak görülsün, hak uygulansın, hak bir hayat yaşansın diye
Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı. İşte bunda, bu yaratılış yasasında
mü’minler için âyetler ibretler vardır. İşte bu âyetleri anlayanlar
mü’mindirler. Anlıyorsunuz değil mi bu âyetleri? Tamam o zaman bizler de
mü’miniz elhamdülillah. Bizi yaratan, bizi yoktan var eden Allah’sa elbette hak
yasalarıyla bizim hayatımıza egemen olan da Allah olacaktır. Yaratıcı olarak
Allah var da, yönetici olarak, Rab olarak Allah yok mu? Bu ayırımı ancak cahil
kâfirler ve müşrikler yapabilirler. Mü’minler asla hayatı parçalamadan, bir
bölümünde Allah’ı, öteki bölümünde de başkalarını dinlemeden yana olmazlar.
Çünkü o Allah berisinde tanrılaştırılanların yeryüzünde yarattıkları bir şey
yoktur. Öyleyse yaratıcı olmayanın İlâhlık hakkı da yoktur. Eğer onların
yarattıkları bir karış toprak parçası varsa tamam orada onların yetkileri
vardır. Yoksa hiçbir yetkileri yoktur.
45. “Ey Muhammed! Kitaptan sana vahy olunanı oku; namaz
kıl; muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor; Allah'ı anmak en
büyük şeydir! Allah yaptıklarınızı bilir.”
Ey peygamberim, ey peygamber
yolunun yolcuları, sana, size kitaptan vahy olunanı okuyun, size kitaptan vahy
edileni izleyin, ona tabi olun, onu anlayın, onu öğrenin, onunla birlikte olun,
onu gündeminize alın, onu uygulayın. Senin, sizin ilk işiniz budur. Senin
birinci işin kitabı okumaktır. Bizim birinci işimiz kitabı okumaktır. Başka şeyleri
okumayacağız. Sihirbazları, şeytan vahiylerini okumayacağız. Allah’a hayat
hakkı tanımayan zalimleri okumayacağız. Başkalarının kitaplarını Allah’ın
kitabının önüne geçirmeyeceğiz. Günlük mutlaka Allah’ın kitabıyla ilgi
kuracağız. Ve:
Namazı da ikâme et. Namazı ayağa
kaldır. Hayatını düzenleyecek, hayatına çekidüzen verecek, Allah’tan mesaj
alacak, tüm hayatına imzasını atacak bir namaz kıl. Namazını koru. Namazın
üstüne titre. Namaz için her şeyi fedâ et. Namazın Allah’ın istediği gibi
olsun. Muhakkak ki namaz insanı münkerattan ve fuhşiyyattan alıkor. Namaz
sahibini her türlü hayasızlıklardan, iffetsizliklerden alıkor. Eğer namaz
kıldığımız halde hayatımızda bir kısım bozukluklar varsa biz namazı Allah’ın
istediği şekilde kılmıyoruz da namaz gösterisinde bulunuyoruz demektir. Namazla
din kurtarma çabası içine giriyoruz demektir. Eğer kişinin namazıyla hayatı, namazıyla
ticareti, namazıyla siyaseti, namazıyla aile hayatı, namazıyla sosyal hayatla
münâsebeti aynı doğrultuda değilse bu namaz Allah’ın istediği bir namaz
değildir.
Muhakkak ki
zikrullah, Allah’ın zikri en büyüktür. En güzel zikir Allahu Ekber demektir. En
güzel zikir Allah’ı gündeme almaktır. En büyük şeref Allah’a kulluktur. En
büyük gündem Allah’ın kitabının gündemidir. En şerefli zaman Allah’ın
âyetlerinin anlaşılmasına ayrılan zamandır. Ankebût’un, Rum’un, Lokman’ın,
Secde’nin, Zümer’in anlaşılması adına teksif edilen zaman, teksif edilen enerji
en şereflidir. İnsanlar Kur’an’dan haberdar oldukları kadar şeref sahibidirler.
Öyleyse bir düşünelim. Allah’ı ne
kadar zikrediyoruz? Allah’ın kitabını ne kadar gündeme alabiliyoruz? Geceleri
bize ne kadar
Kur’an nâzil oluyor? Yoksa gecelerimiz Allah’ın
kitabından uzak şeytan vahiyleriyle mi dolu geçiyor? Gündemimizde ne var? En
çok neleri konuşuyoruz? Neleri tartışıyoruz? Unutmayın ki konuştuklarınızın,
gündeme aldıklarınızın en şereflisi, en büyüğü Allah’ın zikridir, Allah’ın
âyetlerinin gündeme alınması ve konuşulmasıdır. Şunu da kesinlikle bilesiniz ki
beni kandırabilirsiniz, insanları atlatabilirsiniz ama Allah’ı asla
kandıramazsınız. Allah yaptıklarınızın tümünü bilmektedir. Kendi âyetlerini mi
gündeme alıyorsunuz, yoksa başka şeylerimi gündeme alıyorsunuz? Allah bunu
bilmektedir. Parayı mı daha çok zikrediyorsunuz? Yoksa A’lâ’yı mı? Allah bilmektedir.
46. “Kitap ehlinden zulmedenler bir yana, onlarla en güzel
şekilde mücâdele edin, şöyle deyin: “Bize indirilene de, size indirilene de
inandık; bizim Tanrımız da, sizin Tanrınız da birdir, biz O'na teslim
olmuşuzdur.”
Ehli Kitabın zalimleri hariç
güzelliğin dışında bir mücâdeleye girme. Eğer onlarla bir tartışmaya gireceksen
zalimleri hariç onlarla güzellikle tartış. Onlar zavallı insanlardır. Onlara
tatlılıkla dini anlat. Ataları dinlerini bozmuşlar, din diye kendi uydurdukları
bir müesseseyi bırakmışlar kendilerine. Kitap diye kendi elleriyle
oluşturdukları bir kitabı terk etmişler.
Onlara bunu güzel güzel anlat.
Ama onlardan işin farkında olup ta bile bile o bozuk yolu sürdürmeye çalışan,
bile bile İslâm’a düş-man olan zalimler müstesna. O zalimler sana farklı bir
tavır içindelerse sen de onlara farklı bir tavır sergile. Onlara de ki, biz
bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Biz bize indirilen Kur’an’a
da, size indirilen Tevrat’a da, İncil’e de inandık. Bizim İlâhımızla, sizin
İlâhınız ayrı ayrı İlâhlar değildir. Bizim İlâhımızla sizin İlâhınız aynı
İlâhtır. Biz Ona teslim olmuşuz deyin.
Ne güzel
bir dâvet değil mi? Yâni öyle bir ortamdasınız ki insanlar farklı farklı şeyler
söylüyorlar. Farklı farklı inançlar ortaya koyuyor. Herkes başka bir telden
çalıyor. Yahudiler diyorlar ki biz Hz. Mûsâ’ya ve Ona gönderilen Tevrat’a
inanıyoruz. Hıristiyanlar diyorlar ki biz Hz. Îsâ (a.s)’ ma ve Ona gönderilen
İncil’e tabiyiz. Veya biz de müslümanız dedikleri halde müslümanlıklarının
farkında olmayan, bizim de kitabımız, peygamberimiz vardır dedikleri halde
kitaplarının peygamberlerinin bilincinde olmayan müslümanlar var.
Kimisi diyor ki tamam Allah’ı ve
kitabını kabul ediyorum, ama peygamberi kabul etmem diyor. Kimisi Allah’a iman
ediyor ama Onun hayata karışacağını bilmiyor. Kimisi tamam inanırız Allah’a ama
Onun kitabının modası geçti, artık bu kitap bizim hayatımızı düzenleyemez
diyor. Kimisi ben müslümanım ama aynı zamanda lâiğim de, demokratım da diyor.
Kimin ne dediği belli değil. Ve size vahiy geliyor. Yâni siz her gece, her
gündüz vahiyle berabersiniz. Onlardan farklı olarak sürekli vahiyle
birlikteliğinizi devam ettiriyorsunuz. İnsanlar başka vahiylerin peşine
düşerken siz Kur’an okuyorsunuz. Herkes başka şeylerin bilgilenmesinin
peşindeyken siz kitapla bilgileniyorsunuz. Herkesin gündeminde başka şeyler
varken sizin gündeminizde Allah ve âyetleri var.
Şimdi işte bu insanların cahil,
zavallı insanlar olduklarının bilincinde olarak onlara şunu deyin diyor Rabbimiz:
Ey insanlar, ey kitabım var diyenler, ey Allah’a inandım diyenler, biz bize
indirilen kitaba iman ettik. Okumak, anlamak, kavramak ve hayatı onunla düzenlemek
üzere kitaba iman ettik. Size gelenlere de iman ettik. Sizin İlâhınızla bizim
İlâhımız aynı İlâhtır. Allah’tan başka İlâh yok.
Gelin aynı İlâhta, aynı İlâhı
dinlemekte, aynı İlâha itaatte birleşelim. Aynı İlâh ne diyorsa, nasıl bir
hayat istiyorsa onda birleşelim. Gelin şu geçici İlâhları bırakalım da Allah’a
kulluk edelim.
Biz
müslümanız, biz O tek olan İlâha teslim olanlarız, gelin ey insanlar, sizler de
teslim olun, sizler de müslüman olun. Rabbimiz bu-nu dememizi istiyor bizden.
Rabbinden bu emri alan Rasûlullah efendimiz döneminde insanlara böylece
dâvetiye çıkardı. Biz de bugün aynısını yapmak zorundayız. Gelin müslüman olun
demek zorundayız. Eğer eh zaten biz müslümanız diyorlarsa o zaman akıllı uslu,
Allah’ın istediği gibi müslüman olun diyeceğiz.
47. “Ey Muhammed! Sana Kitabı böylece indirdik; işte,
kendilerine Kitap verdiklerimiz ona inanırlar; bunlardan da ona inanan bulunur.
âyetlerimizi ancak inkârcılar bile bile tanımazlar.”
İşte böylece kitabı sana
indirdik. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, daha önce kendilerine verilen
kitaplara iman eden ehl-i kitap kendi kitaplarının geldiği aynı kaynaktan gelen
bu Kur’an’la karşı karşıya kaldıklarında hemen iman ediyorlar. Şu insanlardan
da kimileri iman ediyorlar. Mekkelilerden, Taiflilerden, yâni kitap ehli
olmayan-lardan kimileri de iman ediyorlar. Ama âyetlerimize karşı gelenler,
onlara iman etmemekte direnenler ancak kâfirlerdir.
48. “Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu
yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.”
Niye iman etmiyorlar bu adamlar?
Halbuki ey peygamberim sen daha önce ne bir kitaptan okumuş, ne de sağ elinle
yazmış değilsin. Rasûlullah efendimiz okuma yazma bilmemektedir. Çünkü daha
dünyaya gelmeden önce babasını kaybetmiştir. Babasının vefatından kısa bir süre
sonra da anasını kaybetmiştir. Sonra himayesinde kaldığı dedesini kaybetmiştir.
İçinde büyüdüğü toplumun da okuma yazma oranı çok az olduğu için okuma yazma
öğrenememiştir. Mektep medrese görmemiştir. Felsefe tahsilinde bulunmamış.
Kafasına insan bilimlerinden hiçbirisi girip fıtratını bozmamış. Nihâyet
olgunluk çağında Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın vahyiyle müşerref olmuş.
Böylece insanların daha sonraları
şöyle bir itirazda bulunmaları mümkün olmayacaktı. Ey Muhammed, sen daha önce falanlardan,
filânlardan bir şeyler öğrenmiştin. Falan falan kimselerden ders almıştın. İşte
şimdi o öğrendiklerini süsleyip püsleyip bunlar bana Allah’tan geliyor diyerek
diye bizi kandırıyorsun. Birilerinden öğrendiklerini Allah’a izafe ediyorsun
diyemeyecekleri bir özellikte büyüyor.
Kırk yaşında kendisine vahiy
indirilmiş. O ana kadar hiçbir şey okumayan Allah’ın elçisine Rabbinin adıyla
oku denmiş. Hiç bir kitap görmemiş peygamber birden bire bir kitaptan âyetler
okumaya başlamış. Kâfirlerin, müşriklerin kıyâmete kadar yapacakları
itirazlarına, hücumlarına böylece Rabbimiz en güzel cevabı verivermiş.
İşte cevap:
Peygamberim bundan önce bir kitap okur olmadın. Bir kitabı okumadın sen. Ve
yine sen bundan önce sağ elinle de yazar değildin. Yazmasını da bilmiyordun,
yazmamıştın. Eğer böyle ol-saydı, eğer daha önce okur yazar olmuş olsaydın,
daha önce mektep medrese görmüş, bir şeyler bilir olmuş olsaydın bâtıl
taraftarları şüpheye düşerlerdi. Bâtıl ehli senden şüphelenirlerdi. Bu adam demek
ki önceden bunun hazırlığı içindeymiş. Önceden bu peygamberlik işini
hazırlıyormuş derlerdi.
49. “Hayır; Kur’an, kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde
yerleşen apaçık âyetlerdir. âyetlerimizi, zalimlerden başka kimse, bile bile
inkâr etmez.”
Bilâkis o
Kur’an apaçık, beyyin âyetlerdir. Allah sisteminin, Al-lah dininin, Allah
yolunun, Allah programının ifadeleridir onlar. Kendilerine ilim verilenlerin,
ilimden nasibi olanların gönüllerinde yerleşen, kökleşen âyetlerdir onlar.
Evet bu kitap gönüllerde olan,
kalplerde ve kabullerde olan Allah hidâyetidir. Bu kitap bu kitaba uygun yaratılmış,
bu hidâyete müsait yaratılmış gönüllere girmeye, o gönüllerde hidâyet meşalesi
olarak yanmaya devam edecek. Ama âyetlerimizi inkâr edenler, âyetlerimizi
reddedenler, âyetlerimize düşmanca bir tavır alanlar, kalplerine âyetlerimizin
girmesine zorla engel olanlar, âyetlerimizi görmemek, duymamak için gözlerine,
kulaklarına, kalplerine, fıtratlarına baskı ya-panlar ancak zalimlerdir. Bu
kitabı peygamber uydurdu diyenler ancak zalimlerdir.
Çünkü bunu diyenler peygamberi
çok iyi tanıyorlardı. Allah’ın Resûlü bu sözleri söylemeye başlamadan önce kırk
yıl aralarında kalmıştı. Çocukluğu, gençliği aralarında, gözlerinin önünde
geçmişti ve kendisinden böyle şeyler duymamışlardı. Bunları söyleyebilecek bir
talim terbiye de almamıştı. Yâni bu tür sözleri bir beşerin, bir insanın söyleyemeyeceğini
kendileri de pek ala biliyorlardı. Bir delinin, bir şairin, bir kahinin asla
bunları söyleyemeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Biliyorlardı ama yine de
reddediyorlardı zalimler.
Evet bu
âyetler asla bir beşer sözü olamazlar. Bir beşerin böyle şeyleri söylemesi asla
mümkün değildir. Bir insanın uydurması olamaz bu âyetler. Bu sözler Allah sözüdür.
Gökleri ve yeri yaratan, tüm varlıkları yaratan olan Allah’ın sözleridir.
İnsanlar ister kabul etsinler isterse reddetsinler. Ama unutmasınlar ki bu
kitap Allah’tan gelme bir hayat programıdır ve tüm hayatımız bu kitaptan
sorulacaktır. Kabirde bu kitabın yasalarından sorulacağız. Öbür tarafta bu
kitabın yasalarına göre hesaba çekileceğiz. Cennete ve cehenneme gidiş bu
kitaba göre gerçekleşecektir.
50. “Ona Rabbinden mûcizeler indirilmesi gerekmez miydi?
“derler. De ki: "Mûcizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece
apaçık bir uyarıcıyım.”
Bu kitabı, bu peygamberi reddeden
zalimler dediler ki bu peygambere Rabbinden bir kısım âyetler gelmeli değil
miydi? Rabbinden bir mûcize gelse ya bu peygambere! Alçaklar peygamberden âyet
istiyorlar. Sanki Allah peygamberine hiç âyet göndermemiş. Sanki yol bulabilmek
için, iman edebilmek için, amele yönelebilmek için âyete ihtiyaçları var da
Allah onları bundan mahrum bırakmış. Yeni ve farklı âyet istiyorlar.
Âyet mi istiyorsunuz? Şu
elinizdeki Allah’ın âyetleri yetmiyor mu size? Şu elinizdeki kitabın âyetleri,
şu Kâinatta Allah’ın serpiştirdiği meşhut âyetler yetmiyor mu? Peygamberden
âyet istiyorlar, halbuki Allah’ın âyetlerinden habersizler alçaklar. Allah’ın
kendileriyle konuşmasını istiyorlar, halbuki şu elimdeki kitabın âyetleriyle
Allah’ın kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar aslında da yamukluk
yapıyorlar. Sonra Allah’tan istenmesi gereken şeyi peygamberden istiyorlar.
Allah’la peygamberi karıştırıyorlar hainler. Allah da diyor ki:
Sen bu densizlere de ki peygamberim,
âyetler Allah’tandır. âyetler Allah katındandır. Siz beni Allah’la karıştırıyorsunuz.
Benim buna gücüm yetmez. Bu âyetler benden değil Rabbimdendir. Ne benim, ne de
benden önceki peygamberlerin Allah’ın izni olmadan kendi istek ve arzularımızla
bir âyet getirmemiz mümkün değildir. Biz elçilere bir âyet gelecekse o Allah’ın
izniyle, Allah katından bir emirle gelir. Bana gelince, ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.
Benim fonksiyonum, benim görevim budur. Ben Rabbimden gelen âyetlerle sizi
uyarmaktayım. Hayat Allah’ın emrindedir. Peygamberin görevi ise Allah’tan gelen
âyetleri insanlara duyurmak ve insanları Allah’ın istediği bir hayata
çağırmaktır.
51. “Kendilerine okunan bir Kitabı sana indirmiş olmamız
onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır.”
Şu sana indirdiğimiz kitap onlara
yeterli değil mi? Kendilerine okunmakta olan bu kitap onlara yetmiyor mu? İşte
şu kitabın âyetleri âyet değil mi? Daha ne bekliyorlar bunlar? İşte bundan
mü’minler için bir rahmet, bir zikra vardır. Evet iman edenler, yol bulmak isteyenler
için, hayatlarını onunla düzenlemek üzere baş vuranlar için bunda bir rahmet,
bir gündem, bir uyarı, bir şeref vardır. Öyleyse daha ne bekliyor bu adamlar?
Allah’ın kendileri için açtığı bu rahmet kapısından niye istifade etmek
istemiyorlar? Bu şerefle niye şerefyap olmak istemiyorlar?
52. “De ki: “Allah benimle sizin aranızda şahit olarak yeter.
O, göklerde olanı, bâtıla inananları ve Allah'ı inkâr edenleri bilir.
"İşte kaybedenler bunlardır.”
De ki Allah benimle sizin
aranızda şahit olarak yeter. Allah şahittir ki bu kitap Ondandır. Allah
şahittir ki ben Allah’ın elçisiyim. Benim elçiliğime, benim nübüvvetime şahit
Allah’tır ve Allah’tan daha büyük bir şahit te yoktur. O Allah göklerde ve
yerde olan her şeyi bilir. Göklerde ve yerde hiçbir şey Allah’a gizli kalamaz.
Göklerde olanı da, yerde olanı da, gönüllerde olanı da bilir Allah. Allah
bilgisi tam olandır, bilgi kendisinden olandır ve Onun bilgisinin dışında kalan
hiçbir şey yoktur. Gaybı bilen O, şehadeti bilen O, geçmişi bilen O, geleceği
bi-len Odur. İşte kulluğun, itaatin, teslimiyetin kendisine yapılması gereken
böyle bir Allah elçisine şehadette bulunuyorsa, bu kitabın, bu âyetlerin kendi
sözü olduğunu söylüyorsa şahit olarak size yetmez mi? Başka ne şahit
arıyorsunuz? Başka ne âyet bekliyorsunuz?
Bâtıla iman edip Allah’a küfredenler,
bâtılın mü’mini olup Allah’ın kâfiri olanlar kaybedenlerin, zarara uğrayanların
ta kendileridirler. Dünyada da ukbada da kaybedip eli boşa çıkacak olanlar onlardır.
Kim ki Hak olan Allah’ın hak olarak gönderdiği bir dinin, bir kitabın, bir
peygamberin, bir hayat programının dışında kendisine bir din, bir yol, bir örnek
arar, bulur ve Allah’tan geleni reddederse kesinlikle bilsin ki dünyada da,
âhirette de hüsrana mahkum olacak olan odur.
53. “Senden azabı acele bekliyorlar. Eğer süre belirtilmiş
olmasaydı azap onlara hemen gelirdi. Ama yine de onlar farkına varmadan
başlarına ansızın gelecektir.”
Senden azabı acele ediyorlar.
Acele senden azap istiyorlar. Senden azabın çabucak kendilerine getirilmesini
istiyorlar. İnkârlarının küfürlerinin karşılığı olarak kendilerine vaadedilen
azabın acele gelmesini istiyorlar. Hani nerde kaldı şu sözünü ettiğin azap? Bir
an evvel gelse de görsek ya diyorlar.
Ey peygamber! Ve ey müslümanlar!
Şu bizi tehdit edip durduğunuz azap nerde kaldı? Hani niye gelmiyor? diyerek
alay ediyorlar. Haydi gelsin bakalım ne gelecekse gelsin de görelim diyorlar.
Akılsızlar, gariptir ki Allah’tan
istenmesi ve beklenmesi gereken şeyleri Allah elçilerinden ve onların yolunun
yolcusu müslüman-lardan istiyorlar. Tabii hainler ne peygamberlerin de, müslümanların
da böyle bir azabı acilen kendilerine getiremeyeceklerini bildikleri için de bu
konuda cesur davranabiliyorlar. Güya peygambere ve müs-lümanlara delil getirmiş
ve galip gelmiş sayıyorlar kendilerini de, işledikleri suçlara devama kılıf
bulduklarını zannediyorlar.
Eğer sizin
için belirlenmiş bir ecel olmasaydı, bir eceli müsemma olmasaydı, onların
gücünü bitirecek olan bir ecel zamanı önceden takdir edilmemiş olsaydı elbette
onlara hemen acilen azap gelirdi. Ama Allah bunu belli bir zaman olarak takdir
etmiştir. Belli bir zamânâ kadar Rabbimiz insanlara mühlet tanımıştır. O zaman
dolana kadar buyurun dilediğiniz gibi inanıp, dilediğiniz gibi yaşayabilirsiniz.
Dilediğiniz gibi küfredebilirsiniz. Aslında sizi bir anda yok etmeye gücü yeten
Biz, o ecelinize kadar serbest bırakıyoruz, size mühlet veriyoruz. Bu
müsaademiz unutmayın ki sizin için yazılan, tespit edilen bir ecele kadardır. O
eceliniz geldi mi artık sizin için ondan kaçıp kurtuluş yoktur.
O ecel, o ölüm, o azap onlar farkında
olmadıkları halde ansızın geliverecek. O bekledikleri, o acele ettikleri, o
hani nerde kaldı? Niye gelmiyor ya? Diye alay ettikleri, hafife aldıkları azap
ansızın kendilerine geliverecek ve defterlerini dürüverecek, işlerini bitiriverecek.
54,55. “Senden azabı acele bekliyorlar. Doğrusu azap tepelerinden,
ayaklarının altından kendilerini içine aldığı gün, cehennem inkârcıları
kuşatacaktır. O gün Allah: “Yaptıklarınızın karşılığını tadın” der.”
Senden tekrar tekrar azap
istiyorlar. Bu sefer cehennem azabını sorguluyorlar. Hani nerde bu cehennem?
diyorlar. Sen onu bizim külahımıza anlat diyorlar. Yok böyle bir şey diyorlar.
Beklesinler bakalım. Alay konusu etsinler bakalım. Muhakkak ki o cehennem
kâfirleri sinesine bastığı zaman onları çepeçevre kuşatıcıdır. Şimdi eğlensinler
bakalım. Alaya alsınlar bakalım peygamberi ve müslümanları. Bu kâfirler
unutmasınlar ki bir gün gelecek inkâr ettikleri o cehennem onları kıskıvrak
yakalayacak ve çepeçevre kuşatıverecek. Nefes aldırmayacak onlara. Cehennem
onları altlarından ve üstlerinden kuşatıverecek.
Ve diyecek ki Rabbimiz, haydi
tadın bakalım amellerinizin karşılığı olan şu azabı. Tadın imtihanınızı, tadın
fitnenizi, tadın yalanlamanızın karşılığını, tadın vahiyden uzak hayatınızın
bedelini, tadın Allah bilgisine sırt dönerek kendi kendinize oluşturduğunuz
bilgilerinizin, düşüncelerinizin yanılgısını. Tadın imanınızın hatasını. Tadın
dünyada dünyanın sahibinin hayat programına alternatif geliştirdiğiniz hayat
programınızın faturasını. Tadın vahyin bugünle alâkalı uyarılarına kulak
vermeyerek dünyada güvenlik içinde bulunuşunuzun sonucunu.
Bakın bakalım nasılmış bu azap?
Bakın bakalım kurtuluş var mıymış bu azaptan? Çıkış var mıymış alaya aldığınız
bu cehennemden? Dünyadayken hiç inanmıyordunuz. Böyle bir şey olmaz diyor-dunuz.
Hiç ummuyordunuz, hiç beklemiyordunuz bu sonucu. Altınız ateş, üstünüz ateş, yatağınız
ateş, yorganınız ateş, yiyecekleriniz ateş, içecekleriniz ateş, ateş. İşte
acele beklediğiniz ateş haydi buyurun denilecek.
56. “Ey inanmış kullarım! Benim yarattığım yeryüzü geniştir.
O halde güven içinde olacağınız yere gidip yalnız Bana kulluk ediniz.”
Öyleyse sizler ey iman eden
kullarım, unutmayın ki benim ar-zım geniştir. Sizler sadece Bana kulluk edin. Sadece
Beni dinleyin. Benim arzım geniştir. Sadece Mekke değildir Benim arzım. Sadece
Medine değildir Benim arzım. Sadece Türkiye değildir Benim arzım. Sadece Aysa,
sadece Avrupa değildir Benim arzım. Tüm yeryüzü, tüm arz Benim mülkümdür. Tüm
arz Benimdir. Eğer bulunduğunuz bir coğrafyada daraldıysanız, bulunduğunuz bir
atmosferde size Bana kulluk imkânı bırakmamışlarsa, bulunduğunuz bölgede,
bulunduğunuz ülkede size hayat hakkı tanımamışlarsa ne gam, tüm arz Benimdir,
bir başka ülkenin, bir başka dünyanın insanları olabilirsiniz. Bu dünyada
özgürce, müslümanca bir hayatı yaşayabileceğiniz bir zaman ve zemini her zaman
bulabileceksiniz. Mekke’de sizi sıkıştırmışlar, müslü-manca kulluğunuza imkân
bırakmamışlarsa Habeşistan’a, Medine’ye gidersiniz.
Benim arzım
geniştir. Haydi Bana kulluk yapın. Asla başkalarına kulluk yapmayın. Asla
başkalarını dinlemeyin. Bu dünyanın sadece doğup büyüdüğünüz memleketinizden,
şehrinizden, mahallenizden ibaret olduğunu zannederek sakın sizi Bana kulluktan
koparıp kendilerine kul köle edinmek isteyenlere itaat etmeye, kulluk etmeye,
onların yasalarını uygulamaya kendinizi mahkum etmeyin. Sakın ha sakın bu
dünyanın zalim iktidarlarının hiç ölmeyecekleri, hiç bitmeyecekleri zannına
kapılarak, bir ezikliği, bir yenilmişliği, bir zilleti sineye çekip zalimlere
kulluğu Bana kulluğa tercih etmeyin. Zalimlerin yasalarına itaati Bana itaate
tercih etmeyin. Beni bırakıp zalimleri tanrı makamında görmeye kalkışmayın.
57. “Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döneceksiniz.”
Unutmayın
ki her nefis ölümü tadacaktır, herkes ölecektir. Kendilerinin tanrılığını iddia
eden zalimler de, o tanrı taslaklarını tanrı kabul edip onlara itaate yönelen
zavallı kullar da ölecektir. Tanrılar da ölecektir, kullar da ölecektir.
Güçlüler de ölecektir zayıflar da ölecektir. Ama tek bâkî kalacak olan, tek
Rab, tek İlâh, gerçek İlâh, gerçek Rab âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.
Evet eğer
bulunduğun bölgede, bulunduğun ülkede hakim güçler seni Allah’a kulluktan
koparıp kendilerine kulluğa çağırıyorlarsa, sana ve dinine hayat hakkı
tanımıyorlarsa, kendi istedikleri gibi inanmaya, kendi istedikleri gibi
yaşamaya zorluyorlarsa, Rabbinin emirlerine isyana zorluyorlarsa kesinlikle
bilesin ki sana zulmeden o insanların boyunlarındaki iplerin ucu da Allah’ın
elindedir. Bir gün elbet onlar da öleceklerdir. Sen de öleceksin. Sen de, onlar
da bir gün Allah’ın mahkemesine çıkacaksınız. Hesabı Ona ödeyeceksiniz, bunu
unutmayın. Eğer müslümanca bir hayat yaşadığın için tüm dünya üzerine gelecek
olsa bile, tüm zalim güçler üzerine çullanacak olsa bile sen Allah yolunda olduğun
sürece Allah seni koruyacaktır. Çünkü hayat Allah’ın emrindedir, ölüm Onun elindedir,
galibiyet Onun elindedir.
58,59. “İnanıp yararlı iş işleyenleri, içlerinden ırmaklar
akan, içinde temelli kalacakları cennetteki köşklere yerleştiririz. Sabredip,
Rablerine güvenerek iş görenlerin ecri ne güzeldir!”
İman edip imanlarını sâlih
amellerle görüntüleyenler, iman edip imanlarının gereğini pratik hayatlarında
gösterenler müslüman-ları altlarından ırmaklar akan, ırmakları tahtı
tasarruflarında olan cennet saraylarına, köşklerine yerleştireceğiz. Orada
ölümsüzlüğü kazanırlar, orada ebediyen kalırlar. Sonsuzluk saadeti onlar içindir.
Allah için yaşayan, Allah için
amel işleyen, Allah için bir dünyayı değerlendiren, sâlih bir imanla, sâlih bir
amelle Allah’a kavuşan müslümanların mükafatları ne güzeldir? Müslümanca bir
hayata sabreden, yalnızca Rablerine tevekkül edip güvenenlerin mükafatları ne
güzeldir? Allah’ın istediği kulluğa direnenler, müslümanca kalmaya direnenler,
hayatı sadece Allah için yaşamaya direnç gösterenler, kendilerini Rablerine
kulluktan koparmak isteyen tâğutlardan gelecek sıkıntılara direnenler, tüm
baskılara, tüm işkencelere rağmen yollarına devam edenler, geri adım atmayı
akıllarının ucundan bile geçirmeyip Rablerine güveneler cennette en büyük nimet
içindedirler.
60. “Nice canlılar vardır ki, rızıklarını kendileri elde
edemezler. Sizin de onların da rızkını Allah verir. O, işitir ve bilir.”
Yeryüzünde nice canlılar, nice
debelenen, hareket eden varlıklar vardır ki onların hiçbirisi rızıklarını
taşımazlar, rızıklarını kendileri bulmazlar. Hiçbirinin rızkı sırtında
taşınmaz. Hiç birisi böyle bir yükü sırtına almaz. Hem o canlıların, hem de
sizin rızkınızı veren Allah’tır.
Evet rızka muhtaç olanların
rızıklarını taşıma mecburiyetleri yoktur. Zaten onların böyle bir güçleri de
yoktur. Görüyor musunuz? Rabbimiz kullarını rızka muhtaç yaratıyor. Kendisinden
başka herkes rızka muhtaçtır, ama muhtaç oldukları rızıklarını onlara veren,
onları doyuran Allah’tır. Çünkü Rezzak sadece Allah’tır. Tüm rızıkların sahibi
olan Rabbimiz onları rızıklandırmaktadır. Bu Kâinatın yaratılmasından,
yeryüzünün var edilmesinden sonuna kadar gelip geçecek tüm varlıkları yaratan,
yarattığı varlıkların varlıklarını sürdürebilmeleri için muhtaç oldukları tüm ihtiyaçlarını
temin eden Allah’tır.
Şu anda Kâinatta kaç varlık var?
Kaç çeşit varlık var? Kaç miktar varlık var? Bu varlıklar nerede ve nasıl bir
hayat içindedirler? Nasıl bir şart altındadırlar? Hayatlarını sürdürebilmek
için neye ihtiyaçları var? Nasıl bir hayat yaşamalıdırlar? Nasıl doymalıdırlar?
Bunların hepsini bilen Allah’tır. Allah’tan başka bunu kimsenin bilmesi de
mümkün değildir.
Göklerde ve
yerde ne kadar yaratığı varsa ne kadar kulu varsa hepsinin muhtaç oldukları
rızıkları taksim eden Allah’tır. Kimin neye muhtaç olduğunu? Kime ne kadar ve
ne zaman verileceğini bilen ve takdir eden Odur. Rızıkları takdir ve taksim
eden de Odur. Rızık mahza Allah’ın elindedir. Mülk Allah’ındır.
Şu anda ekonomik güce sahip
olanlar, askeri, siyasal güce sahip olanlar zannetmesinler ki bu sahip
oldukları kendilerindendir. Bu mallarını, bu mülklerini, bu evlâtlarını
kendilerinin sanmasınlar. Bunları biz kendimiz kazandık, kendimiz bulduk filân
demesinler. Onlara bütün bu sahip olduklarını veren de bir gün tüm bunları ellerinden
alacak olan da Allah’tır.
Öyleyse
kesinlikle bilelim ki kendimizi biz doyuruyoruz, çevremizdekilerin rızkını biz
bulmuyoruz. Gökten rızkı biz indirmiyoruz. Yerden rızkı biz çıkarmıyoruz. Ve
bir de şunu söyleyelim. Allah bizi rızık bulmakla da sorumlu tutmuyor. Allah
bizi bunun için yaratmamıştır. Allah bizi ancak kendisine kulluk edelim diye
yaratmış, bununla sorumlu tutmuştur. Yoksa bizden ne rızık istiyor, ne de doyurma.
O Allah işiten ve bilendir. Her şeyi
işiten ve her şeyi bilen bir Allah ancak Rezzak olandır.
61. “Andolsun ki onlara: “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi,
ayı buyruğu altında tutan kimdir? “diye sorsan, şüphesiz “Allah'tır” derler.
Öyleyse niçin (aldatılıp) döndürülüyorlar?”
Onlara sorsan, gökleri ve yeri
yaratan, güneşi ve ayı sizin emrinize veren, sizin istifadenize sunan, musahhar
kılan kimdir? Derler ki Allah. Herkes bilir ve itiraf eder bunu. Öyle değil mi?
Gökleri ve yeri yaratan kim? Herkes diyecek ki Allah. Şu güneşi ve ayı
insanların yararlanması için var eden kim? Herkes der ki Allah. Öyleyse nasıl
da yaratıcıya imandan, yaratıcıya teslimiyetten, kulluktan yamuluyorlar? Nasıl
uzaklaşıyorlar bu haktan? Nasıl yüz çeviriyorlar bu hak bilgiden? Göklerin ve
yerin sahibi Allah’sa, güneşin ve ayın sahibi Allah’sa, varlığın sahibi Oysa,
mülkün sahibi Oysa, rızkın sahibi Oysa, doyuran, besleyen Oysa niye bu insanlar
teşekkür etmek için, kulluk etmek için başka tanrılar, başka İlâhlar bulmaya
gidiyorlar? Nasıl oluyor da yaratıcılarını, sahiplerini dinlemiyorlar da kendi hevâ
ve heveslerini din haline getiriyorlar? Evet Nereye dönüyorsunuz? Kime kulluk
etmeye çalışıyorsunuz? Kimi razı etmeye çalışıyorsunuz? Kimin ekmeğini yiyip
kimin kılıcını sallamaya çalışıyorsunuz? Varlığınızı kime borçlusunuz? O
varlığınızı, hayatınızı kimlere adıyorsunuz? Kime muhtaçsınız kime teşekkür
ediyorsunuz?
Ey kâfirler, ey müşrikler, ey
yaratıcı olarak Allah’ı kabul edip te yasa belirleyici olarak başkalarını kabul
eden beyinsizler, sizin her şeyiniz yanlış, her şeyiniz yamuktur. Tüm hayatınız
yamuktur sizin. Yaratıcı olarak vicdanlarınızda kabul ettiğiniz Allah’ı
hayatınıza karıştırmamakla, yaratmayla en ufak bir ilgisi, alâkası olmayan,
sizin hayatınızda en ufak bir faydası olmayan kendiniz gibi âcizleri Rab ve
İlâh kabul ederek sapıklığın daniskasını yaşıyorsunuz da farkında değilsiniz
diyor Rabbimiz.
62. “Allah, kullarından dilediğine rızkı bol ve ölçüye
göre verir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir.”
Kullarından dilediklerine
fazlasıyla rızık veren, dilediklerine de az veren Allah’tır. Muhakkak ki Allah
her şeyi bilendir. Evet rızık Onun elindedir, rızkı taksim eden Odur.
Dilediklerine rızkı genişletir bol bol verir, dilediklerine de kısıverir. Çünkü
her şeyi bilendir Odur. Kime ne kadar vereceğini, kime ne kadar kısacağını
bilen, takdir eden Odur. Çünkü hikmet sahibidir O. Hikmeti gereği yapar bu taksimi.
Kimin için zenginlik daha hayırlı, kimin için fakirlik daha iyi bunu bilen
Odur. Bol vermesinde de, az vermesinde de mutlaka bir hikmet ve hayır vardır.
Öyleyse bu konuda Ona akıl vermeye,
Ona yol göstermeye hakkımız yoktur. Ya Rabbi bana şu kadar vermeliydin. Beni
şununla imtihan etmeliydin. Ben buna lâyıktım. Beni şununla imtihan
etseydin mutlaka imtihanı kazanırdım
diyerek Ona karşı gelmenin anlamı yoktur. Verdiklerini verdikleriyle imtihan
eden Allah kimi neyle imtihan edeceğini en iyi bilendir. Öyleyse Onun ne verişi
imtihanı kazanma sebebidir, ne de vermeyip kısması imtihanı kaybetme sebebidir.
Ne çok verilenler iyi insan, ne de az verilenler kötüdür. Yâni kendilerine
dünyalık bir şeyler verilenler Allah katında şerefli de verilmeyenler şerefsiz
değildir. Vermesi de, vermeyip kısması da birer imtihan konusudur ve kimin
kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli olacaktır.
Evet madem
rızık Allah’tandır, öyleyse nasıl oluyor da rızık vericiye kulluğu bir kenara
bırakırsınız da başkalarına kulluğa yönelirsiniz? Olacak şey midir bu? Kimin ekmeğini
yiyip, kimin kılıcını sal-lıyorsunuz? diyor Rabbimiz.
63. “Andolsun ki onlara: “Gökten su indirip onunla, ölümünden
sonra yeri dirilten kimdir? “diye sorsan, şüphesiz, “Allah'tır” derler. De ki:
“Övülmek Allah içindir”, fa-kat çoğu bunu akl etmezler.”
Yine onlara sorsan, gökten
yağmuru indirip onunla ölümünden sonra arzı dirilten kimdir? O gökyüzünden indirdiği
yağmurla yeryüzünü bahara götüren, yeryüzünde o canlılığı yaratan kimdir?
Derler ki Allah. Bunu da hiç kimse inkâr edemez. Gökten suyu indiren, onunla
yeryüzünü dirilten Allah’tan başkası değildir.
De ki, elhamdülillah.
Elhamdülillah. İşte böyle bir Allah bizim Rabbimizdir, bizim İlâhımızdır. Ve
işte hamd e lâyık olan böyle bir Allah’tır. İşte biz böyle bir Allah’a inanıyor,
böyle bir Allah’ı Rab ve İlâh biliyor, hayatımızı böyle bir Allah için
yaşıyoruz elhamdülillah. Ama onların çoğu bunu akl etmiyorlar. Onların pek çoğu
aklını kullanıp böyle bir Allah’ı tanıyamıyorlar, böyle bir Allah’a teşekkür
adına kulluğa yanaşmıyorlar da başkalarına kulluğu Ona kulluğa tercih
ediyorlar.
64. “Bu dünya
hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat âhiret yurdundaki
hayattır. Keşke bilseler!”
Şu dünya hayat, şu denî hayat
sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Evet dünya sadece bir eğlenceden, oyundan,
oyalanmadan, oyuncaktan ibarettir. Evleri, barkları, dükkanları, tezgâhları,
hesapları, kararları, evliliği, boşanması, sanki çocukların evcik oynamasına
ben-ziyor. Dünya işte budur.
Ama bakıyoruz ki bugün mü'mini de
kâfiri de dünyayı hedeflemiş, herkes dünyayı kucaklama sevdasına kapılmış.
Dünya sadece bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu halde insanlar hep dünyayı tercih
ediyorlar. Yarışlarını hep dünya adına yapıyoruz. Hep dünyalıklar konusunda
yarışıyorlar. Aman daha çok malım olsun, aman daha çok Markım Dolarım olsun,
daha çok dükkan, daha çok arsa, daha çok şan, daha çok şöhret, daha çok alkış,
daha çok koltuk, daha çok makam, daha iyi model araba, daha güzel sofra adına
yarışıyorlar. Ama maalesef daha iyi müslümanlık adına, cennette daha üstün
makamları elde etme adına, daha güzel kulluk adına yarışan çok az.
Halbuki işte Rabbimizin beyanıyla
adına yarıştıkları dünya oyun ve eğlenceden öte hiçbir değeri olmayan bir
şeydir. Evet âhiret yurdu yanında bu dünya hayat sonludur, geçicidir. Hedef
değil vasıtadır. Bitmeyecek zannettiğiniz, tüm ömrünüzü uğruna fedâ ettiğiniz
bu dünya hayatı tıpkı faydalı, gerekli işleri bırakıp faydasız oyunların peşine
takılanlar gibi bir oyalanmaktan ibarettir.
Dünya
hayatını temel kabul edenler, onu sonsuz zannedenler, varsa da yoksa da işte
yaşadığımız bu hayat vardır, bunun ötesinde başka bir hayat yoktur diyenler
oyun ve eğlenceye yönelen insanlardır. Ya da onların dünyada yaptıklarının
tamamı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Ya da tıpkı oyun ve eğlence
gibi bu hayat da kısa sürmektedir. Veya insan oyun ve eğlencelere olayların
sonunu düşünemediği zamanlar dalar da ancak işin ciddiyetini, ya da ötesini
düşündüğü zaman oyunun da eğlencenin de tadı tuzu kalmaz ya, işte aynen öyledir
bu dünya.
Tıpkı çocuklar mahallelerinde
oyun oynarken, kendi aralarında rol taksimi yapıp kimisi prens, kimisi prenses,
biri kral, öbürüsü kraliçe, birisi komutan ötekisi asker filân. Gün batımına
doğru anneleri, ya da babaları onları eve çağırınca o çocukların içine
daldıkları prenslikleri, prenseslikleri bir anda unutup gerçek hayata dönüverirler
değil mi? Yaptıkları saraylarına, evlerine de bir tekme vuruverirler değil mi?
Yâni şu anda bizim yaptıklarımız da bu değil mi?
Bizler de ev bark peşinde, dükkan
tezgah peşinde, krallık, prenslik peşinde koşarken bir gün bir dâvetçi, yâni
ölüm meleği bizi de gerçek evimize, gerçek yurdumuza çağırıverince biz de tıpkı
o çocuklar gibi oyunlarımızı bitiriveririz. Halbuki daha oyunun tam koyusundaydık.
Daha işlerimizi tamamlamamıştık. Hedeflerimiz vardı. Planlarımız, projelerimiz
vardı. Ama ölüm meleği çağırıverdi bir ikindi vaktinde. Ne yaparsınız? Tüm
ömrünüzü uğruna fedâ ettiğiniz bu ev-lerinize, bu dükkanlarınıza, bu oyuncaklarınıza
bir tekme vurup işte ben gidiyorum demenin dışında yapabileceğiniz bir şey var
mı?
Bir dünya hayatı buysa, öyleyse
ey zavallı insanlar nedir sizin bu dünyaya tapınmanız? Nedir Allah’ı unutma
pahasına, âhireti unutma pahasına bu dünyaya tutkunuz? Ne oluyor? Yıkılmayacak
mı zannediyorsunuz bu dünyayı? Yok olmayacağını mı zannediyorsunuz ticari
hayatınızın? Bitmeyeceğini mi zannediyorsunuz ömrünüzün? Bu kadar bu dünyaya
bağlılığınız niye?
İşte gerçek hayat, işte canlılık, işte
dirilik, işte asıl yaşanacak hayat âhiret hayatıdır. Keşke bilmiş olsalardı bu
gerçeği? Gerçek hayatın öbür tarafta Allah’ın lütfedeceği cennet hayatı
olduğunu bir bilebilselerdi bu insanlar.
65,66. “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a has
kılarak O'na yalvarırlar ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca,
kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O'na hemen eş koşarlar.
Zevklensinler bakalım, yakında bileceklerdir.”
Bir gemiye binip denize
açıldıkları zaman, gemi Allah’ın emrinde, su Allah’ın emrinde. Bütün
varlıklarıyla Allah’a yönelip o anda dini sadece Allah’a halis kılarak
Rablerine dua ederler. Karadayken tapındıkları, sığındıkları, hayatlarında
etkili, yetkili bilip yasalarını uyguladıkları egemen güçleri unuturlar,
onların bu durumda kendilerini asla koruyamayacaklarını, kurtaramayacaklarını
anlarlar. Yeryüzü tanrılarının ne denize, ne gemiye, ne rüzgara söz geçirme
imkânlarının olmadığını anlarlar. Aslında karada hakim ve durumda olanların
orada da bir yetkileri yok ta orada durum biraz daha farklı olduğu için onları
farklı bir konumda görebiliyorlar. Ama bindikleri gemide ciddi bir tehlikeyle
karşı karşıya geldikleri zaman, şiddetli bir fırtına, şiddetli bir kasırga,
yükselen dalgalar onları her yönden sardığı ve kurtulma ümitlerinin kalmadığı
bir durumda tüm güçleriyle, tüm benlikleriyle Allah’a dua ederler.
Hem de dini
Allah’a halis kılarak yalvarıp yakarırlar. Dini Allah’a halis kılarak. Yâni
dini yaşamanın, dine bağlanmanın gerekliliğini anlayarak Allah’a dua ederler.
Dini sadece Allah’a halis kılarlar. Yâni hayat programı dediğimiz dini sadece
Allah’tan almaya ve hayatlarının tümünde sadece Allah’ı hakim ve söz sahibi
görmeye başlarlar ve Ona dua ederler, Ona baş vururlar.
Evet böyle ciddi bir durumdayken,
Allah’a işleri düşmüşken duaları, çağırışları, ibadetleri, kullukları, yalvarıp
yakarmaları sadece Allah’adır. Çünkü böyle bir durumda onların Allah’tan başka
dostları yoktur. Daha önce sığındıkları, dua ettikleri, yasalarını uyguladıkları
tüm siyasal, ekonomik, hukuk, eğitim tanrıları, kılık kıyafet tanrıları
gözlerinde sıfıra inmişlerdir.
Ne zaman ki Allah onları karaya doğru
kurtardığı zaman da şirk koşmaya başlayıveriyorlar. Tehlike geçince azmaya,
azgınlık yapmaya, Allah’a kafa tutmaya, Allah’a ortaklar bulmaya başlayıveriyorlar.
Allah’la işleri bitince Ona şirke yöneliveriyorlar. İşleri bitince eski
küfürlerine, eski şirklerine, eski isyanlarına dönüveriyorlar. Ne kötü değil
mi? Unutuyorlar denizlerin Rabbini, unutuyorlar gemilerin, rüzgarların,
göklerin, yerin ve tüm âlemlerin Rabbini. Artık denizden toprağa ayak bastılar
ya sanki kentlerin farklı Rableri var, farklı İlâhları var.
Evet
anlıyoruz ki kâfirlerin de, müşriklerin de vicdanlarında gerçek Rab, gerçek
İlâh olarak Allah hissi vardır. Ciddi bir tehlike anında o tehlikeleri def
edecek, tüm zararları kaldıracak ve kendilerini koruyacak yegâne güç ve kuvvet
sahibi tek varlığın, tek mercinin Allah olduğu onların vicdanlarının
derinliklerinde mevcuttur. Her vicdan sahibi insan bunu çok rahatlıkla
anlayacaktır, yeter ki onun vicdanı bozulmamış olsun. Mü’mini de, kâfiri de,
müşriki de daraldığı zaman Allah’a dua etmekte, Allah’a yalvarıp yakarmaktadır.
Kendilerine verdiklerimize karşı
nankörlük etsinler diye Rab-bimiz böylece imkân veriyor onlara. Biraz faydalansınlar
bakalım. Bi-raz bu dünyada yaşasınlar, saltanat sürsünler bakalım. Biraz bu dünyadan
istifade etsinler bakalım. Yakında bilecekler, anlayacaklar. Yaşasınlar bir
dünya hayatını ama bilsinler ki bu hayat çok çabuk bitecek, bu hayat çok çabuk
bitecek ve gerçeği anlayacaklar. Gemi yolculuklarının bittiği gibi. Tüm
yolculuklarını bittiği gibi. Dünya hayatı da biter bir gün ve kabul etmeye
yanaşmadığınız bir Allah’ın huzuruna çıkarsınız da hesabınızı görüverir O
Allah. Şimdi bu dünyada işinize geldiği zaman Allah’a, işinize geldiği zaman da
başkalarına kulluk ede durun bakalım. İşiniz düştüğü zaman Allah’a, işiniz
bittiği zaman başkalarına yönelin. Elbet bir gün Onun sorgulamasıyla karşı
karşıya geleceksiniz.
67. “Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Bizim
Mekke'yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi? Bâtıla
inanıp Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?”
Görmüyorlar
mı? Bakmıyorlar mı? Hiç düşünmüyorlar mı? Bir baksalar ya oturdukları Mekke’yi nasıl
korunmuş, emin, güvenlikli bir hale getirdik. Halbuki etraflarındaki insanlar
kırıp geçmektedir. Etraflarındakiler kavgalarla, boğuşmalarla birbirlerini
yiyip bitirirken onlar son derece emin bir beldede emniyet içinde bulunmaktadırlar.
Allah beyti sebebiyle onları çevreye ülfet ettirmişti. Kimse onlara dokunmu-yordu.
Eğer bir adam Kureyş’tense, hattâ Kureyşten birisinin himaye-sindeyse kimse ona
dokunma cesaretini kendisinde bulamıyordu.
Çünkü Allah’ın Beytinin
hizmetçisi olmalarından ötürü tüm kabileler yaptıkları bu hizmetten dolayı
onlara saygı duyuyorlardı. Kâbe’yi ziyaret için çevreden gelenlere cömertçe
davranmaları onların saygınlığını ve dokunulmazlıklarını artırıyordu. Kimse
onların kervanlarına dokunmuyordu. Halbuki çevrelerinde soygun, vurgun, talan
kol geziyordu. Kervanlar soyuluyor, adamlar öldürülüyor ama kimse onlara
dokunmaya cesaret edemiyordu. Yıllar
önce atamız İbrâhim (a.s) dua etmişti Rabbimize:
“Hatırlayın
İbrâhim demişti ki Rabbim burasını emin bir belde kıl! Ahalisinden Allah’a ve
âhiret gününe iman edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır diye dua etmişti.”
(Bakara 126)
Ya Rabbi,
bu belde emin olsun. Emniyette olsun. Yerden ve gökten gelebilecek her türlü
belâ ve musibetlerden emin olsun. İnsanların birbirlerini yediği, zulümlerle
haksızlıklarla birbirlerini yok etmeye çalıştığı, birinin diğerine hak
tanımadığı bir dünyada yaşadıkları dönemlerde bile bu belde emin olsun,
emniyetin sembolü olsun. Bu belde de insanlar huzur içinde yaşasın ya Rabbi
diye dua etmişti İbrâhim (a.s) da Rabbimiz de bu beldeyi emin kılıvermişti.
İşte Rabbimiz Mekkelilere bu
nimetini hatırlatarak buyuruyor ki, görmüyorlar mı bu insanlar? Allah’ın kendilerine
lütfettiği bu özel nimetten dolayı Rablerine kulluğa yönelmeleri, Rablerinin elçisine
iman etmeleri gerekmez mi? O gün Mekkeliler, bugün bizler tabii. Şu anda
emniyet içinde bir hayat yaşıyorsak bunu bize sağlayan Allah değil mi? Şu anda
evlerimize girilmiyorsa, şu anda karınlarımız doyuyorsa, ticaretimiz iyi
gidiyorsa bunları bize sağlayan Allah değil mi? Niye tüm bu nimetleri bize
veren Allah’ı, Onun kitabını, Onun elçisini gündemlerimize almıyoruz? Niye
Rabbimize şükre koşmuyoruz? Niye tüm bu nimetler konusunda en ufak bir müdahaleleri
olmayanları gündeme alıyoruz? Niye onlar kaynaklı bir hayat yaşayarak onlara
hamd etmeye çalışıyoruz?
Yoksa bâtıla inanıyorlar da Allah’ın
nimetlerini inkâr mı ediyorlar? Yoksa bâtıllara inanıyoruz da Rabbimizin nimetlerine
karşı küfranda, nankörlükte mi bulunuyoruz? Kim verdi tüm bu nimetleri bize?
Emanı, emniyeti, huzuru, sükunu, rızkı Allah mı verdi, yoksa şu hamd edilenler
mi? Her şeyi Allah versin ama insanlar nimetlerin sahibine hayat hakkı
tanımasınlar. Allah’ı hayatlarına karıştırmasınlar. Allah’ın istediği bir
hayatı değil de başkalarının istediği bir hayatı yaşasınlar. Allah’ı bırakıp ta
kendilerine başka Rabler, başka İlâhlar bulsunlar ve onların yasalarını
uygulasınlar. Hayatlarında Allah’ın âyetleri değil de zalimler söz sahibi
olsun. Olacak şey mi bu?
68. “Allah'a karşı yalan uydurandan veya hak kendisine
gelmişken onu yalanlayandan daha zalim kimdir? Cehennemde inkârcılar için bir
durak yok mudur?”
Tüm bu nimetlerin sahibi olan
Allah’a karşı böyle davranarak yalan iftira edenden daha zalim kim vardır?
Kendisine hak geldiği zaman o hakkı yalanlayandan daha zalim kim vardır? Evet
Allah’a yalan iftira edenden daha zalim kim olabilir? Allah’ı yalanla tanımlayan,
Allah’ı kendisinin tanıttığının dışında tanıtan, Allah’ın zatıyla, sıfatlarıyla,
yetkileriyle alâkalı yalan söyleyen kimse zalimlerin en büyüğüdür. Allah hayata
karışmaz, Allah vahiy göndermez, Allah bizden kulluk istemez şeklinde yalan
söyleyen kimse zalimlerin en kötüsüdür. Allah’ın sıfatlarını, Allah’ın yetkilerini
kendisinde gören veya Allah’tan başkalarına veren kimse zalimlerin en tehlikelisidir.
Yeryüzünde Allah’tan başka
Rablerin, İlâhların, tanrıların varlığını kabul eden kimse zalimlerin en
zalimidir. Allah bir konuda öyle bir şey demediği halde Allah böyle buyuruyor,
Allah böyle istiyor diyerek Allah’a yalan iftirada bulunan kimse zalimlerin en
eşettidir. İdeolojiler uydurarak, sistemler geliştirerek bunları Allah’a isnat
eden, Allah’a onaylattırmaya çalışan
kimseden daha zalim kim vardır?
Evet yeryüzünde haram helâl
belirleme hakkının yasa koyma hakkının kendilerinde olduğunu iddia edenlerden
daha zalim kim vardır? Allah’ı, dini, kitabı, peygamberi, hayatı Allah’ın kitabında
ortaya koyduğu gibi değil de kendi hevâ ve hevesleriyle tanımlayarak Allah’a
iftira eden kimseden daha zalim kim vardır? Halbuki ona bu konularda hak bir
kitap, hak bir bilgi, hak bir peygamber gelmişti. Bu hakkı reddederek kendince
hareket eden kimseden daha zalim kim olabilir?
İşte böyle
zalimce davranan kâfirler için cehennem bir sığınak, bir barınak değil mi?
Onlar için en iyi barınak orası değil mi? Tam on-lara lâyık bir yer değil mi?
Allah’a karşı zalimce davranan, müslüman-lara karşı zalimce davranan, onlara
yeryüzünde hayat hakkı tanımayanlara cehennem lâyık değil mi? Yaşasın kâfirler
ve zalimler için ce-hennem? Bu zalimlere tamı tamına lâyık bir barınak hazırlayan
Rab-bimize hamd olsun. Bundan daha güzel bir yer olmaz onlar için. Dünyada
Rabbim Allah diyenlere alçakça saldıran, Allah’ın dünyasında Allah’a hayat
hakkı tanımayan bu alçakları Rabbimiz en iyi bilendir ve onlara layığını da
hazırlamıştır.
69. “Ama Bizim
uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz, iyi
davrananlarla beraberdir.”
Bizim yolumuzda, bizim kulluk
programımızda, bizim dinimizde cehd eden, cihad eden, çalışıp çabalayan,
müslümanca bir hayatın kavgasını veren kimseler için onları muhakkak ki kendi
yollarımıza ileteceğiz. Yollarımızı göstereceğiz onlara. Bizim istediğimiz bir
hayatı yaşamanın derdinde olanlara, Bizi razı etmenin heyecanıyla koşanlara,
Adem’in, Nuh’un, İbrâhim’in, Mûsâ’nın, Îsâ’nın, Muhammed (a.s) ların yolunu
takip etmek isteyen, bu yolda cehd ü gayret gösterenler için Biz onlara onların
yollarını açacağız. Onlara cennete giden yollarımızı açacağız, göstereceğiz,
kolay getireceğiz. Muhakkak ki Allah muhsinlerle beraberdir. Allah kendisini
görüyormuşçasına kulluk yapanlarla beraberdir. Allah kendisinin kontrolü
altında olduğunun bilinci içinde kendisine lâyık kulluğa koşanlarla beraberdir.
Allah’la beraber olanlar, Allah desteğinde olanlar da hem dünyada, hem de ukbada
kazananlardır.
Öyleyse muhsinler olarak
Rabbimize kulluğa koşalım, zalim-lerden olmayalım inşallah. Bu sûre ile alâkalı
da bu kadar söz yeter. Rabbim gereği gibi anlayıp, iman edip amele dönüştüren
kullarından eylesin inşallah. Ve âhiru dâvana enilhamdü lillahi Rabbil’âlemîn.