|
|
33
|
|
|
Ahzâb Sûresi
|
İndiği Yer
|
: Medine
|
|
İniş Sırası
|
:90
|
|
Ayet Sayısı
|
:73
|
|
Mushaftaki
sıralamada otuz üçüncü, İniş sırasına göre doksanıncı sûredir. Âl-i İnırân
sûresinden sonra, Miimtehıne sûresinden önce Medine'de inmiştir, îbn İs-hak'a
göre hicretten sonra nazil olmuştur; geliş tarihi bakımından Medine'de nazil
olan sûrelerin dördüncüsüdür.[1]
Adı
Güvenilir
rivayetlerde ve tespitlerde sûrenin tek adı vardır, o da "grup, bölük,
topluluk" mânasında olan hizbin çoğulu olan Ahzâb'dır. Bu sûrenin 20 ve
22. âyetlerinde, İslâm tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden Hendek
Sa-vaş'ına (Ahzâb Savaşı) atıf yapılarak ahzâb kelimesine yer verildiği için
sûre bu isimle anılmıştır. Açıklamalarda yer verileceği üzere burada geçen
"ahzâb"dan maksat, müslümanlan yok etmek üzere Mekke ve civarından
toplanıp gelen, Me-dİne'yİ kuşatan Kureyş kabilesinin kollan ve bunlara bağlı
bulunan diğer gruplar, müttefik güçlerdir.
Bu
sûrenin aslında çok daha uzun olduğu, içinde recm âyetinin bulunduğu, sonra bir
kısmının kaybolduğu veya neshedildiği konusundaki rivayetler uydurma olarak
değerlendirilmiştir.[2]
Konusu
1) Hz. Peygamber'e ve onun şahsında ümmetine takva, tevekkül ve ilâhî emirlere
itaat tavsiyesi.
2) Ana-baba ve çocuklar arasındaki meşru ve hukukî bağ, evlât edinme âdeti.
3) Kan hısımlığı dışındaki velayet bağı.
4) Ahzâb savaşı, bu savaş vesilesiyle münafıkların psikolojileri ve
davranışlanyla ilgili açıklamalar.
5) Hz. Peygamber'in müstesna şahsiyeti, Allah nezdindeki durumu ve derecesi,
aile hayatı; kendisine ve eşlerine mahsus evlenme, boşanma, Örtünme, sosyal ilişkiler
konularına ait hükümler, onun ailesiyle müminler arasındaki ilişki.
6) Kadın erkek farkı gözetilmeksizin bütün müminlerin ibadet, itaat ve erdemli
davranırlara teşvik edilmesi.
7) Kadınların giysileri.
8) Emanet kavramı ve emanete riayet etmenin önemi. [3]
Meali
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... l.Ey
Peygamber! Allah'a itaatsizlikten sakın, açık ve gizli inkarcıların sözünü
dinleme, Allah her şeyi bilmekte ve hikmetle yönetmektedir. 2. Rabbinden sana
vahyedilene uy. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. 3. Allah'a güven;
güvenip dayanmak için Allah yeter. [4]
Tefsiri
1-3. Bütün peygamberler gibi son peygamber de Allah'a
itaatsizlikten sakınır, O'nun vahyettiğine herkesten önce ve en kâmil bir
şekilde uyar, yalnızca rab-bine güvenir ve dayanır; bunlar Allah Teâlâ'nın
peygamberlerinde yarattığı Özelliklerdir. Sûrenin bu emir ve tavsiyelerle
başlaması, Hz. Peygamber'den, o zamana kadar yapmadıklarını yapmasını istemeye
yönelik değildir. Aşağıda gelecek olan Ahzâb Savaşı, bu savaşta münafıkların,
mealindeki çeviriye göre "gizli inkarcıların (münafıklar) kurduğu
tuzaklar, yaydıkları yalanlar, karalamalar, Mekkeli müşriklerle yani "açık
inkarcılarla" kurdukları iş birliği, oluşturdukları ortak güç, her vesile
ile Hz. Peygamber'e verdikleri eza, çektirdikleri manevî işkence karşısında onu
ve ümmetini dayanıp direnmeye hazırlamak, olacaklar konusunda uyarmak
maksadıyla sûrenin başında bu emir ve tavsiyelere yer verilmiştir. [5]
Meali
4. Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp
yaratmamıştır, analarınıza benzeterek haram olsun dediğiniz eşlerinizi
analarınız kılmamış, evlâtlıklarınızı da oğullarınız olarak kabul etmemiştir.
Bunlar sizin kendi iddianız-dir; hak ve hakikati Allah söyler, doğru yolu da O
gösterir. 5. Evlâtlıklarınızı babalarının soy adlarıyla anın. Bu Allah katında
adalete daha uygun bir davranıştır. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız o
zaman kendileri sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanıldığınız hususta
size günah yoktur, fakat bilinçli ve kasıtlı olarak yaptıklarınızdan
sorumlusunuz. Allah çok bağışlayıcı ve ziyadesiyle esirgeyicidir. [6]
Tefsiri
4-5. Kalp, mecazi olarak duygu ve düşünce merkezi anlamında
da kullanılmaktadır. Gelecek âyetlerde bazı Câhilİye âdetleriyle münafıklardan
söz edileceği, bu âdetlerin fıtrata ve gerçekliğe ters düştüğü, bir kimsenin
iki tanrısı ve iki dini olamayacağı ifade edileceği için bunlara bir giriş ve
dayanak olmak üzere vecize değerindeki şu cümleye yer verilmiştir: "Allah
bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır". Evet Allah insanda
tek kişilik, tek vicdan ve tek akıl yaratmıştır. İdrak, duygu, karar ve iman bu
yeteneklerle elde edilmektedir. İki yüzlüler, İnanmış gözüken ama içten
inanmayanlar, gizli olarak farklı din taşıyanlar iki dinli değillerdir, onların
da bir dini vardır, bu din İslâm'a aykırı olduğundan münafıklar da inkarcıdır;
üstelik bu durumlarını menfaatleri sebebiyle gizledikleri için müslüman
olmayanların en aşağı mertebesinde bulunmaktadırlar. [7] Keza bir İnsanın karısı ile anasına,
başkalarının çocukları ile kendi çocuklarına karşı duyguları farklıdır. Karının
aynı zamanda ana, başkalarından olma çocukların Öz evlât olabilmesi için
insanın iki kalbi, iki kişiliği olması gerekir. Bu da olmadığına göre karısını
anasına benzeten, -eski Arap geleneğine göre- "anam olsun, ananıdır, bana
haramdır" diverelc vemin eden kimsenin esi onun anası ve dnlayısıyla
kendisine haram olmaz. İslâm'dan önce Araplar eşlerine "Sen bana anamın
sırtı gibisin" derler ve bu yemin yüzünden onlan mağdur ederlerdi. Zıhar
denilen bu âdeti İslâm kınamış, kadınların zarar görmelerini engelleyecek
hükümler getirmiştir. [8]
Bir
başka Câhiliye uygulaması da babası belli olan veya olmayan çocukları evlât
edinmek, onların kendi soy kütükleriyle ilişkilerini keserek kendi soylarına
eklemek şeklinde oluyordu. Bir göğüste iki kalbin olmaması nasıl bir tabiat
kanunu ise A'nın çocuğunun evlât edinme yoluyla B'nin çocuğu olamayacağı da bir
fıtrat ve tabiat kanunudur. Aynca İslâm'm koyduğu örtünme, evlenme imkânı veya
yasağı, çocuk-ebeveyn ilişkisi, karşılıklı haklar ve ödevler, miras gibi
kurallar da, çocuklarla gerçek ana babalarının soy bağlarının kesilip
değiştirilmesine, başkalarına ait çocukların -yakın akraba olmayan ailelerde-
ailenin bir ferdi gibi kalıp yaşamasına ters düşüyordu. Yapılmakta olan sosyal
ve ahlâkî ıslahat İçinde sıra bu âdetin kaldırılmasına gelmiş,
"...babalarının soy adlan ile anın" emri ile bu uygulamaya son
verilmiştir. Tefsir kitaplannda bu münasebetle Hz. Peygamber'in evlâtlığı Zeyd
b. Hârise'den söz edilir ve âyetin inişine onun bu durumunun sebep olduğu
söylenir. Zeyd çocuk iken kendi kabilesinden zorla alınmış, köleleştirile-rek
satılmış, elden ele dolaşarak Hz. Hatice'ye gelmişti. Hatice annemiz Hz. Peygamber
ile evlenince Zeyd'i ona hediye etmişti. Peygamberimiz onu azat etti ve evlât
edindi. Zeyd'in ailesi, daha önce Medine'ye gelip çocuklarını bulmuşlardı.
Peygamberimiz kendisini seçimde serbest bıraktığı halde Zeyd Allah'ın Resulü'nü
tercih etti, ailesi ile memleketine dönmedi. Bu âyet gelinceye kadar kendisine
Mu-hammed oğlu Zeyd derlerdi, âyet gelince kendi babasına nispet ederek Harise
oğlu Zeyd dediler. Artık o, Peygamber ailesinin bir ferdi değil, müslümanlann
din kardeşi, Hz. Peygamber'in sâdık bir bağlısı idi. [9]
İslâm'a
göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onlan beslemek, büyütmek, sevaptır ve
şerefli bir insanlık ödevidir. Sevgili Peygamberimiz "Kimsesiz çocukları
koruması altına alan kimse ile ben, cennette yan yana iki parmak gibi beraber
olacağım" buyurmuştur. [10] Ancak
bunu yapmak için çocuğun kendi soy kütüğü İle ilişkisini kesmek, öz ana
babasını unutturmak hakkı olmadığı gibi kanuni mirasçıların araşma katmak, aile
içinde mahremiyet bakımından öz evlât gibi davranmak doğru ve gerekli de değildir.
Bunun yerine İslâm'ın tavsiyesi koruma altına almak, bakmak, büyütmek,
ihtiyaçlarını karşılamak; hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz
çocuk gibi değil, bir dinkardeşi gibi muamele etmektedir. [11]
Meali
6. Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır,
eşleri de onların anneleridir. Aralarında kan bağı bulunanlar Allah'ın
kitabında (mirasçılık bakımından), birbirlerine diğer müminlerden ve
muhacirlerden daha yakındırlar; dostlarınıza lütufta bulunmanız başkadır. Bu
hüküm kitapta kayıt altına alınmıştır. [12]
Tefsiri
6. Hz. Peygamber ile müminler arasındaki yakınlık, sevgi,
bağlılık, itaat, korumada öncelik -hukukî uzantıları olsa da- daha ziyade hissî
yakınlıktır. Aile fertlerinin birbirlerine diğer müminlere nispetle daha yakın
olmaları ise -hissî tarafı olsa da- daha çok hukukî yakınlıktır; miras, nafaka,
diyet gibi konularda kendini gösteren "hak ve borç yükümlülüğü açısından
öncelik"tir.
Hz.
Peygamber'in niteliklerinden ve vasıflarından birini de bu âyetten öğreniyoruz;
o, müminlere kendilerinden daha yakındır. Burada geçen
"kendilerinden" iki şekilde anlaşılmaya müsaittir: a) Her bir miminin
kendinden, b) Bir müminin diğer herhangi bir mümine yakınlığından. Resûlullah
bu yakınlığın hissî ve hukukî boyutlarını bazı hadislerde kısmen açıklamışlardır:
"Hiçbir
mümin yoktur ki, ben ona, dünyada ve âhirette insanların en yakını olmayayım.
İsterseniz 'Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır,..' âyetini
okuyunuz. Kim bir mal bırakırsa onu, vârisleri kimler ise alsınlar, eğer geride
bir borç veya korunmaya muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin, ben onun
yakınıyım"[13]
"Hayatım
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden ve
çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece o, gerçek mânada inan-mtş olmaz"[14]
Kur'an'da
ve Sünnet'te Peygamber sevgisinin bu kadar vurgulanmasının birçok sebep ve
dayanağı vardır: Onu Allah sevmiştir, bu sebeple kendisine
"habî-bullah" (Allah'ın sevgilisi) denilmiştir. Müminler Allah
sevgisine mazhar olabilmek için onun yolundan gitmek durumundadırlar. O,
insanlık için kurtuluş reçetesi gibi olan bir dini tebliğ etmiş, insanlara olan
sevgisi ve şefkati sebebiyle onu benimsesinler diye kendini helak edercesine
gayret sarfetmiştir. Hem şekli, sureti,
fiziği hem de ahlâkı emsalsiz güzellikte ve mükemmelliktedir. Âhİrette ümmetine
şefaat edeceğine dair sahih hadisler vardır. Bu nitelikleri taşıyan bir kimseyi
herkesten ve her şeyden çok sevmeyen kimsenin ilim, irfan ve imanında eksiklik
bulunduğunda şüphe yoktur.
İleride
gelecek olan 53. âyete göre Hz. Peygamber'den sonra da onun eşleri ile evlenmek
müminlere haram kılınmıştır. Bunun ötesinde "Peygamber hanımlarının
annelik vasıfları", hukuk ve haram-helâl hükümleri bakımından bir anneliği
değil, anne mesabesinde saygınlığı ifade etmektedir.
Müslümanlar
Mekke'de her şeylerini bırakarak Medine'ye göçtüler. Peygamberimiz hem ensarla
muhacirlerin kaynaşmaları hem de ikincilerin âcil ihtiyaçlarının karşılanması için her bir muhaciri bir Medineli ile
kardeş yaptı. Bir süre bu kardeşlik mal ortaklığını ve karşılıklı vâris olma
hakkını da kapsadı. Miras âyetleri ile burada geçen ilgİH cümle nazil olunca
yapay kardeşliğin miras hakkına dayanak olması hükmü kaldırılmış oldu. Artık
müminlerin birbirlerine vâris olabilmeleri için akraba olmaları ve başkaca bir
engelin bulunmaması gerekiyordu. Mâkul ve meşru gerekçelere dayalı olan geçici
hüküm kalkmış, kitapta yer almış bulunan aslî ve devamlı hüküm yürürlüğe
konmuştu. Ancak müminler birbirinin manevî kardeşleri olduğundan, miras dışında
karşılıklı yardımlaşma, hediye-leşme, vasiyet yoluyla mal bırakma gibi ilişki
ve lütuflara da bir engel yoktu. [15]
Meali
7. Hani bütün peygamberlerden; senden, Nuh'tan,
İbrahim'den, Musa'dan, Meryem oğlu İsa'dan sadakat sözü almıştık, onlardan ağır
sorumluluk taşıyan bir söz almıştık, 8. Doğruları, sözlerinde durup
durmama konusunda sorgulaması için (bu sözleşmeyi yapmıştı). Allah, inkâr yolunu seçenlere de acı veren
bir azap hazırlamıştır. [16]
Tefsiri
7-8. Sorgulanacak olanlar, bizim tercih ettiğimiz tercümeye
göre peygamber- "Onlar bile soreu eöreceklerine göre diğerleri
düşünsünler!" denilmek istenmiştir. Aynı cümleyi, "peygamberlerin
dini tebliğ ettikleri kimseleri sorumlu tutmak ve sorgulamak için"
şeklinde anlamak da mümkündür.
Bundar/sonra
Ahzâb Savaşı, bu savaşta müminlerin geçirdiği çetin imtihan, münafıkların ve
müşriklerin, hak dine ve gerçek peygambere karşı yapıp ettikleri anlatılacağı
için bir giriş olmak üzere ezelde veya her bir peygamber vazifelendirilirken
yapılan kutsal sözleşme hatırlatılmıştır.
Peygamber'le
yapılan sözleşme anlatılırken "yaptık", sorgulama söz konusu
edilirken "sorgulamak için yaptı" denilmesi (Arap edebiyatında
iltifat adı verilen söz sanatının kullanılması), Allah-kul ilişki bakımından
anlamlıdır. Cenâb-ı Mevlâ peygamberleriyle sözleşme yapmakla onlara büyük bir
şeref bahsetmiştir, bu lii-tuftan söz ederken de "yaptık" demektedir.
Sıra hesap sormaya gelince cemal ve lütuf sıfatlarının değil, celâl ve adalet
sıfatlarının tecellisi devreye girmektedir; adaletin icrası farklı ve daha soğuk
bir ilişki biçimi olduğundan "sorgulamamız için" değil
"sorgulaması için" denilmiştir. [17]
Meali
9.
Ey iman edenler! Allah'ın size şu liitfunıı hatırlayın: Üzerinize düşman ordusu
gelmişti de onların Üzerine şiddetti bir fırtına ve göremediğiniz bir ordu
göndermiştik. Allah bütün yaptıklarınızı görmekte idi. 10. Yukarınızdan ve
sizden aşağıda bulunan bölgeden üzerinize gelmişlerdi; korkudan gözler kaymış,
yürekler ağızlara gelmişti; bu esnada Allah hakkında olmadık zanlara kapılmakta
idiniz. 11. İşte o zaman müminler büyük bir imtihan geçirdiler ve adamakıllı
sarsıldılar. 12. Yine o zaman münafıklar ve kalplerinde bozukluk bulunanlar
"Allah ve Resulü'nün vaadleri bizleri aldatmaktan ibaretmiş!"
demişlerdi. 13. Onlardan bir grup "Ey Medineliler! Sizin işiniz burada durmak
değildir, hemen dönün" diyorlardı. Onlardan bir bölük de, aslında açıkta
olmadığı halde "Evlerimiz açıkta ve korumasız" diyerek Pey-gamber'den
izin istiyorlardı; bunların istediği kaçmaktan başka bir şey değildi. 14.
Medine'nin her tarafından saldırıya uğrasalardı da kendilerinden bozgunculuk
yapmaları işlenseydi (evlerini düşünmez) hiç vakit geçirmeden hemen ona
koşarlardı. 15. Halbuki bunlar daha önce ayrılıp dönmeyeceklerine dair yeminle
Allah'a söz vermişlerdi ve Allah'a verilen sözün yerine getirilmesi gerekirdi.
16. Onlara şunu söyle: "Ölümden veya öldürülmekten kaçsanız bile bu kaçış
size bir fayda vermeyecektir." Kaçıp kurtulmaları halinde de bundan çok az
faydalanabileceklerdir. 17. Şunu da söyle: "Allah sizin için bir kötülük dilese
Allah'a karşı sizi kim koruyabilecektir? Veya hakkınızda bir rahmet murat etse
(kim engelleyecektir)?" Bu durumda Allah'tan başka ne bir velî ne de bir
yardımcı bulabileceklerdir. 18-19. İçinizden engelleyicileri ve size karşı
nekeslik (cimrilik) içinde arkadaşlarına, "Bize katılın'' diyenleri Allah
çok iyi bilmektedir. Zaten bunların pek azı savaşa gelir. Tehlike yaklaştığında
ölümden dolayı kendinden geçip gözü kaymış kimse gibi sana baktıklarını
görürsün, tehlike geçince de hayra karşı nekeslik içinde size sivri dillerini
uzatırlar. Bunlar gerçekte iman etmemişlerdir, Allah da onların yaptıklarını
geçersiz saymıştır. Bunu yapmak Allah için çok kolaydır. 20. Düşman
birliklerinin hâlâ çekip gitmediklerini zannederler. Düşman bir daha geldiğinde
ise size ait haberleri uzaktan almak üzere çöllerde dağınık yaşayan bedevilerin
arasında bulunmayı arzularlar. Zaten aranızda da bulunsalardı savaşa çok az
katılırlardı. 21. İçinizden Allah'ın lütfuna ve anket gününe umut bağlayanlar,
Allah'ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlul-lah'ta güzel bir örneklik
vardır. 22. Müminler düşman kuvvetlerini karşılarında görünce "Bu,
Allah'ın ve Resulü'nün bize vaat ettiği durumdur, Allah ve Resulü hep doğru
söyler" dediler; bu onların ancak imanlarım ve teslimiyet duygularını
arttırdı. 23. Müminlerden bir kısmı Allah'a verdikleri sözü yerine getirdiler,
kimileri onun yolunda can verdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar;
vaatlerini asla değiştirmediler. 24. (Böyle oldu ki) Allah, sözünde duranları
sadakatleri sebebiyle ödüllendirsin, münafıkları da dilerse cezalandırsın,
dilerse bağışlasın! Allah çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir. 25. Allah
inkarcıları, hiçbir şey elde edemeden, kin ve öfkeleri ile geri çevirdi, Allah
müminlere savaş için yetip arttı. Allah güçlüdür, üstündür. 26. Ehl-i
ki-tap'tan onlara destek verenleri kalelerinden indirdi, kalplerine korku
saldı; artık onların bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir
alıyorsunuz. 27. Onların topraklarım, evlerini, mallarım, o zamana kadar ayak
basmadığınız bir toprağı size miras bıraktı. Allah her şeye kadirdir. [18]
Tefsiri
9-11. Birçok hüküm ve hikmet öğretimine vesile olmak üzere buradan 27.âyete
kadar anlatılan olay Hendek adıyla da anılan Ahzâb Savaşı, bu savaşta
müminlerin ve münafıkların geçirdikleri büyük İmtihandır. İfadeden, âyetler
geldiğinde Hendek Savaşı'ntn geride kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Yakında
geçirilmiş olan bu tecrübe hatırlatılmakta ve sûrenin ileride gelecek olan
âyetlerinde bahse konu olacak münafık davranışına karşı müminlerin nasıl bir tutum
takınmaları gerektiğine İşaret edilmekte, topluluk buna hazırlanmaktadır.
Selmân-ı
Fârisî'nin tavsiyesi ile şehrin savunulması için kazılan hendek sebebiyle
Hendek Savaşı diye tanınan; ayrıca saldırganlar Kureyşliler, Hayber
yahu-dileri, Gatafanlılar, Fezâreliler, Esedoğullan, Süleymoğullan gibi birçok
kabileden ve bunların tâbilerinden oluştuğu için "gruplar, hizipler"
mânasında Ahzâb adlarıyla da anılan savaş, hicrî 5. yılın Şevval ayının 7'sinde[19] başlamış, bîr aya yakın sürmüş, Zilkade'nin 1.
günü sona ermiştir. Mekkeliler Suriye ticaret yolunu açmak üzere yaptıkları
Uhud Savaşı'nda elle tutulur bir sonuç elde edememişlerdi . Buna karşılık
müslümanlar Uhud'dan sonra gerçekleştirdikleri askerî hareketlerle, Suriye
yoluna ek olarak Irak yolunu da kontrol altına almışlardı. Müslümanlarla
yaptıkları antlaşmaları bozdukları, onlara karşı düşmanla iş birliği yaptıkları
için 4. yılda Medine'den Hayber ve civarına sürülen Benî Nadîr yahudileri
Mekke'ye bir heyet göndererek Kureyşliler'i, müslümanlara karşı kendileriyle
birlikte savaşmaya ikna ettiler. Ayrıca yukarıda adları anılan kabileleri de
çeşitli teşviklerle yanlarına almayı başardılar. Peygamberimiz düşmanın
niyetini haber alınca hemen hazırlıklara girişti, Uhud tecrübesinden
yararlanarak düşmanı açık arazîde karşılamak yerine Medine yakınında, kuşatma
altında karşılamayı ve savunma harbi yapmayı tercih etti. Şehrin üç tarafı sık
ağaçlı bahçelerle ve dar yollarla çevrili idi. Düşmanın girmesi muhtemel
bulunan yerlere
12-20. Hendek kazılırken büyük bir kayaya rastlanmıştı, kayayı sökmeyi veya
kırmayı başaramayan askerler Peygamberimiz'e başvurdular. O, üst giysisini
çıkardı, kazmayı eline aldı ve üç vuruşta kayayı parçaladı. Her vuruşta
"Allahü ek-ber" diyor ve "Iran, Suriye, Yemen" gibi yerleri
zikrederek ileride müslümanlann gerçekleştirecekleri fetihleri bir bir
müjdeliyordu. Bu müjdeyi işiten yahudiler ve münafıklar ise "Biz korkudan
helaya gidemezken o bize İran ve Bizans'ın hazinelerini müjdeliyor, bu
aldatmadan başka bir şey değil" demişlerdi [21]Bu
gruptaki âyetlerde münafıkların ortak karakteri, sözlerinden ve
davranışlarından örnekler verilerek açıklanmaktadır: Bunlar söz verirler ama
yerine getirmezler; fitne fesat fırsatı çıkınca ev bark aile düşünmeyip o
fırsatı değerlendirmeye koşarlar; hizmet gerektiğinde ise türlü bahaneler İleri
sürerek izin almak isterler; sûret-i haktan görünerek müslümanların moralini
bozarlar; çoluk çocuklarını, evlerinin tehlikede olduğunu hatırlatarak savaş
alanından çekilmeyi tavsiye ederler; korkunun ölüme faydası olmadığı halde
inançsızlıkları sebebiyle savaşmaktan ve ölümden fazlaca korkarlar, korku
ortamı geçip zafer kazanılınca da bu sonuçta kendilerinin de payı varmış gibi
konuşmaya ve hak talep etmeye kalkışırlar. [22]
21-24. İnsanlar dünyada amaçlarına ulaşabilmek için uygun örnek ve rehberler
edinirler, bunların yollarını izleyerek, tavsiyelerine uyarak hareket edip
istediklerini elde etmeye çalışırlar. Allah'a iman edip O'nun rızâsını isteyen,
âhirette lütfedeceği emsalsiz nimetlere mazhar olmayı uman ve daima Allah sevgisiyle
yaşamak isteyen insanlar için eşi bulunmaz örnek, O'nun sevgili külü, elçisi,
rahmeti, şahidi, müjdecisi, davetçisi, ışığı olan Muhammed Mustafa'dır. Onun
örnekliği yalnızca Hendek Savaşı'ndaki davranışlarında değil müminlerin bütün
hayatlarında geçerlidir. İlgili kaynaklarda onun yaptıklarını yapmanın, izinden
gitmenin hükmü üzerinde durulmuş, ortaya üç görüş çıkmıştır: 1. Onu örnek almak
farzdır, aksine bir delil bulunmadıkça her yaptığı yapılmalıdır. 2. Onun
örnekliği, aksine bir delit bulunmadıkça müstehaptır (tavsiye edilmiştir). 3.
Dinî konularda birincisi, dünya işlerinde ikincisi doğrudur. [23] Bize
göre Peygamberimizin bütün yaptıkları ve söyledikleri tek bir hüküm çerçevesi
içine alınamaz. Başta Kur'an olmak üzere diğer deliller ve karineler de göz
önüne alınarak her fî-ili ve sözü ayrı ayrı değerlendirilir, bağlayıcı olup
olmadığı tayin edilir. Genellikle tefsir ve fıkıh âlimleri de böyle
yapmışlardır.
Hendek
Savaşı'nda müminler, Hz. Peygamber'İ örnek almışlar, ona itaat ederek dünyada
önemli bir zafer kazanmışlar, âhirette ise büyük bir ödülü hak etmişlerdir.
"Münafıkları
da dilerse cezalandırsın, dilerse bağışlasın" cümlesi, söze bakıldığında
münafıkların da affedilebileceğini ifade etmektedir. Ancak Kur'an âyetleri bir
bütün olarak göz önüne alındığında cümleyi "tevbe ettikleri takdirde
bağışlasın" şeklinde anlamak gerekecektir. [24]
26-27. Hendek Savaşı'nın ardından düşman çekilip gidince müslümanlara hıyanet
eden, antlaşmayı bozarak onları arkadan vurma karan alan Benî Kurayza
ya-hudileri, büyük bir korkuya kapıldılar, kalelerine çekilip korunma
tedbirleri aldılar. Ancak hak ettikleri akıbete ne korku engel olabildi ne de
muhkem kaleler, alınan çeşitli tedbirler. Kuşatma altında bir müddet kaldıktan
sonra teslim oldular, anlaşma şartlan gereği ve yahudilerin isteği üzerine
Tevrat hükümleri esas alındı, savaşçı erkekleri idama mahkûm edildi. Ancak
rahmet Peygamber'İ (s.a.) bu hükmü uygulamadı, bir genel af çıkardı ve
isteyenlerin yerlerinde kalarak, ürünü anlaşmaya göre paylaşmak üzere ziraî faaliyetlerine
devam etmelerine imkân tanıdı. [25]
Meali
28. Ey Peygamber! Eşlerine şöyle de: "Dünya
hayatını ve güzelliklerini istiyorsanız gelin size bir şeyler vereyim sonra da
güzellikle sizi serbest bırakayım. 29. Yok eğer
Allah'ı, Resulü'nü ve âhiret yurdunu
istiyorsanız şunu bilin ki Allah, içinizden iyiliği seçenlere büyük bir ödül
hazırlamıştır." 30. Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık
yaparsa onun cezası ikiye katlanır, bu Allah için kolay bir şeydir. 31. Sizden
kim de Allah'a ve Re-sulü'ne itaat eder, güzel şeyler yaparsa onun hak ettiği
karşılığı iki kere veririz, ayrıca onun için değerli bir nasip de hazırladık.
32. Ey Peygamber hanımları! Siz kadınlarından herhangi biri gibi değilsiniz.
Eğer Allah'a karşı çelmekten sakınıyorsanız sözü yumuşak bir eda île söylemeyin
ki kalbinde olan kimse ümide kapılmasın. Güzel söz söyleyin. 33. Evlerinizde
oturunuz ve daha önce Câhiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayınız,
namazı güzelce kılınız, zekâtı veriniz, Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz. Ey
peygamber ailesi! Allah'ın istediği, sizden kirliliği gidermek ve sizi tertemiz
kılmaktan ibarettir. 34. Hanelerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti
dilinizden dü-şürmeyiniz. Allah bütün incelikleri ve gizlilikleri bilir, her
şeyden haberdardır. [26]
Tefsiri
28-29. Hz. Peygamber'in örnekliğinden söz edilince onun
ailesinin nasıl olması gerektiğine dair bir açıklık getirilmesi de gerekli
bulunmuştur. Eğitim, yönetim, denetim gibi işleri yüklenmiş kişilerin fert ve
aile olarak örnek olmaları, söyledikleriyle yaptıklarının tutarlı bulunması
birinci şarttır. Peygamber aleyhisselâm birçok yönden bozulmuş, gerilemiş,
yaratılış amacından sapmış insanlara, ezelî mesajı bir daha hatırlatmak ve
öncekilerin yaptığı ıslahatı, ahlâk eğitimini umam-famak üzere gönderilmiştir.
Onun asıl amacı ve konumu aynı zamanda toplumuna lider olması sonucunu da
getirmiştir. Bu sebeple muhatabı olan insanların gözü ona ve onun ailesine
çevrilmiştir; her yaptıkları konuşulmakta, örnek alınmakta, duruma göre soru
işaretleri oluşturmaktadır. Sayfanın bir yüzü böyle olmakla beraber öteki yüzü
itibariyle Peygamber hanımları da birer insandır, kadındır; onların da diğer
kadınlar gibi duygulan, arzulan, içinde bulundukları durum ve sosyal statü
gereği beklentileri vardır. Hz. Peygamber, ümmetin eğitimi için gerekli görerek
zühdü (dünya nimetlerinden asgari ölçüde yararlanma yolunu) seçtiğine göre
eşleri de ya buna razı olacaklardı veya ondan ayrılıp dünyaya ait güzellikleri,
nimetleri, lüksü ve refahı sağlayacak kimselerle beraber olacaklardı. Ayet,
Peygamber eşlerini yol ayırımına getirmekte ve onlardan birini seçmelerini
İstemektedir, tsteyemeyecekleri şey hem Peygamber eşleri olmak hem de dünya
nimetlerinden diğer kadınlar gibi yararlanmak, ziynet ve refah içinde yaşamaktır.
Tefsircilere
göre bu âyetin geliş sebebi, Hz. Peygamber'in eşlerinin ondan, lüks, ziynet
kabilinden bazı şeyler istemek, birbirlerini kıskanmak suretiyle kendisini
üzmeleri, bunun üzerine Hz. Peygamber'in bir ay onlara yaklaşmamak üzere yemin
edip (îlâ) ayrı yaşamaya karar vermesidir. Ay dolunca, "eşlerine seçme
hakkı verildiği" için bu mânada "tahyîr" adıyla anılan âyet
nazil olmuştur. Ayet gelince Hz. Peygamber, o.gün nikâhı altında bulunan
eşlerini toplamış ve kendilerine seçim imkânı tanımıştır (tahyîrde
bulunmuştur). Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, genellikle tefsircîlerin kaydettikleri
dokuz isimden oluşan listeye haklı olarak itiraz etmiş, tahyîr olayında buna
muhatap olacak durumdaki eşlerin Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme ve Sevde'den ibaret
olduğunu kaydetmiştir (III, 1524). Eşleri bu durum karşısında heyecanlanmış,
Hz. Peygamber kendilerini boşamadığı için sevinç göz yaşlan dökerek "Allah
ve Resulü'nü tercih ettiklerini" ifade etmişlerdir. [27]
30-31. Kurtubî'nin naklettiğine göre bazı tefsirciler,
cezanın ikiye katlanmasını dünyada uygulanan hukukî ceza (had) olarak anlamış
ve -Allah Peygamber'i ve ailesini böyle çirkinliklerden koruduğu için yapmaları
ihtimali bulunmamakla beraber- faraza onlar ceza gerektiren iffetsizlik suçu
işleseler cezalarının da iki kat olacağını söylemişlerdir (XIV, 170). Ancak
meseleye âyetlerin bağlamından ve diğer karinelerden bakıldığında burada
anlatılmak istenen şeyin, Hz. Peygamber'in eşlerinin meziyetleri, özellikleri
ve örneklik vasıflan olduğu anlaşılmaktadır. Genellikle yetki-sorumluluk,
nimet-külfet arasında bir denge vardır. Hz. Peygamber'in hanımları da büyük bir
sorumluluk taşımakta, bu büyük ve eşsiz insanın eşi olmanın gerektirdiği büyük
İmtihana tâbi bulunmaktadırlar. Başarıları, ödülleri, başarısızlıkları ve
cezalan da bu statü ve sorumluluklarıyla mütenasip olacaktır. [28]
32-34. Peygamber hanımlarının taşıdıkları şeref ve nail
olacakları mükâfat, Allah'ın lütfü yanında kendilerinin de önemli bir katkısına
bağlanmıştır. Bu katkı ittikadır, yani kendilerine yakışmayan her türlü
kötülük, çirkinlik ve günahtan sakınmalarıdır. Başkalarıyla konuşurken
takınacakları tavra ve seslerinin tonuna, seçecekleri kelimelerin etkisine,
gerektiren bir durum olmadıkça evlerinden dışarı çıkmamaya varıncaya kadar buna
riayet etmelidirler ki kimse, kendilerine dil uzatmaya, haklarında kötü
fikirler kurmaya cesaret edemesin. Onların sorumlulukları yalnızca kötü olanı
yapmamak, yani kötü ve zararlı olmamak değil, ayrıca iyi, erdemli ve itaatli
olmaktır; namazı kılmak, zekâtı vermek, Allah ve Resulü'nün rızâları
doğrultusunda bir hayat sürmektir.
Bir
zorunluluk bulunmadıkça evde oturmak, evden dışan çıkmamak bu âyetle Peygamber
hanımlarına farz kılınmıştır. Şu var ki, âyetin nüzulünü takiben meydana gelen
bazı olaylardan ve Resûlullah'm konuya ilişkin açıklamalarından. [29] bu
emrin (farz) sınırlarının ve istisnalarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Hz.
Âişe'nin, meşhur Cemel Vak'ası'nda, anlaşmazlığa düşen İki müslüman grubun
arasım bulmak maksadıyla evinden çıkıp Basra'ya gitmesine sahabeden itiraz edenler
olmuş; genellikle Hz. Ali taraftan olanlar da bunu, Hz. Âişe'nin aleyhinde
olmak üzere kullanmışlardır. Onunla beraber hareket eden Talha ve Zübeyr gibi
ashap ile onların çizgisinde olan Sünnî âlimler şu sörüsü savunurlar: Peveamber
hanımlan nasıl hac etmek üzere çikabiliyorlarsa,ilâhî emir gereği [30]çatışmak
üzere olan iki müslüman gurubun arasını düzeltmek için de çıkabilirler. Hz.
Âişe ve yanındakiler ictihad etmişler, bunun fayda vereceğini, bu bakımdan
çıkmayı caiz kılan sebeplerden birinin gerçekleştiğini düşünmüşler, buna göre
hareket etmişlerdir.
33.
âyetin "daha önce Câhiliye dönemi" diye tercüme edilen kısmını,
İslâm'dan önceki dönem olarak anlıyoruz. Hz. Âdem sonrasından başlayarak başka
dönemler olarak yorumlayanlar da olmuştur,
Allah'ın
bereketli ve temiz kıldığı, Hz. Peygamber sebebiyle bir mânada kut-sallaşmış
bulunan, her salavat okuduğumuzda kendilerine de gönderme yaptığımız Peygamber
ailesi (Eht-i beyt) kimlerden
oluşmaktadır? En azından buradaki Ehli beyt'e Hz. Peygamber'in eşlerinin de
dahil bulunduğunda şüphe yoktur, hatta daha da İleri giderek burada yalnız
eşlerinin kastedildiğini söylemek de mümkündür. Başka münasebetlerle Peygamber
aleyhisselâm, Ehl-i beyt'ini zikrederken Hz. Fâ-tıma, Ali, Hasan ve Hüseyin'in
isimlerini anmış, hatta bir defasında bunları abasının altına alarak (âl-i abâ)
onlar için hayır duada bulunmuştur. [31]
"...
Dilinizden düşülmeyiniz" şeklindeki tercüme, Peygamber eşlerinin Kur'an
âyetlerini, Hz. Peygamber'in bu âyetleri açıklama mahiyetindeki konuşmalarını
ve davranışlarını devamlı göz önünde tutmaları, hayatlarını buna göre
düzenlemeleri mânasına geldiği gibi, "başkalarına söyleyiniz,
ulaştırınız" anlamını da içermektedir. Bu ikinci mânadan hareket eden
yorumcular dürüst tek râvinin, kadın olsun erkek olsun rivayetinin kabul
edilmesi gerektiği sonucuna varmışlardır. [32]
Meali
35. Müslüman erkekler, müslüman kadınlar; mümin
erkekler, mümin kadınlar; ibadet ve itaat eden erkekler, ibadet ve itaat eden
kadınlar; özü sözü doğru erkekler, özü sözü doğru kadınlar; sabreden erkekler,
sabreden kadınlar: sonlunu ibadete vermiş erkekler, gönlünü ibadete vermiş
kadınlar; yardım yapan erkekler, yardım yapan kadınlar; oruç tutan erkekler,
oruç tutan kadınlar; iffetlerini koruyan erkekler, iffetlerini koruyan
kadınlar; Allah'ı çokça anan erkekler, çokça anan kadınlar; işte bunlar için
Allah büyük bir ödül hazırlamıştır. [33]
Tefsiri
35. Bu âyette iki nokta dikkat çekicidir: 1. İbadet, iyilik ve erdem
sahibi olmak, bunlar sayesinde kulluk imtihanını kazanmak, yüksek manevî dereceler
ve ödüller elde etmek, hâsılı kâmil insan olmak bakımından kadınla erkek
arasında fark yoktur; her İki cins kemal için fırsat eşitliğine sahiptirler. 2.
Allah'ın ve Re-sulü'nün rızâsına ermek, âhirette eşi benzeri görülmemiş
nimetler elde etmek için Peygamber eşi veya Ehl-i beyt olmak şart değildir.
Onların özel bir yerleri bulunmakla beraber bütün müminlerin önünde ilâhî lütuf
ve nimet kapıları açıktır; yeter ki insanlar, 35. âyette sıralanan iman, İbadet
ve ahlâk kemaline sahip olmak İçin gayret etsinler. [34]
Meali
36, Bir mümin erkek veya bir mümin kadının, Allah ve
Resulü bir emir ve hüküm verdiklerinde artık onların, işlerinde başkasını seçme
haklan olamaz. Allah'ın ve Resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan
açıkça sapmışlardır. 37. Bîr zaman, Allah'ın kendisine lütufta bulunduğu, senin
de lütufkâr davrandığın kisive "Esinle evlilik bağını koru, Allah'tan
kork" demistin. Bunu derken Allah'ın ileride açıklayacağı bir şeyi içinde
saklıyordun, kendisinden çekinme hususunda Allah'ın önceliği bulunduğu halde
sen halktan çekmiyordun. Zeyd onunla beraber olduktan sonra, müminlere
evlâtlıklarının -kendileriyle beraber olup ayrıldıkları- eşleriyle evlenmeleri
hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik. Allah'ın emri
elbet yerine getirilecektir. 38-39. Allah'ın hükmü değişmez kaderdir. Allah'ın,
kendisi için takdir ve emrettiği bir şeyi yerine getirme hususunda Peygamber
için bir sıkıntı ve sakınca olamaz. Daha önce gelip geçen, Allah'ın vahyini
insanlara ulaştıran, O'ndan çekinen, Allah'tan başka hiçbir kimseden çekinmeyen
peygamberler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Hesap sorucu olarak Allah
kâfidir. 40. Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, fakat o
Allah'ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilmektedir. [35]
Tefsiri
36. Tefsirciler bu âyetin iniş sebebi olarak Hz.
Peygamber'in, Zeyd b. Harise ile Zeyneb bint Cahş'ı evlendirmesini
zikretmektedirler. İslâm'ın getirdiği yenilikler içinden kölelik, soyluluk ve
evlâtlıkla ilgili olanlar da vardı. Kölelik yaygındı, köleye mal gibi muamele
ediliyordu, kurtuluş imkânı da sınırlı idi. Araplar soy bağına önem veriyorlar,
insanları şahsî marifet ve erdemlerinden ziyade, geldiği soya göre
sınıflandırıp değerlendiriyorlardı. Evlâtlık edindikleri çocukları da kendi
çocukları gibi tutuyorlardı. Allah Teâla bu üç âdeti ve uygulamayı fiilî
örneklerle de pekiştirerek ortadan kaldırmayı murat etti. Önce Hz. Peygamber,
halasının kızı olan Zeyneb ile azatlı kölesi Zeyd'i evlendirdi. Zeyd Zeyneb'i
boşadık-tan sonra da Allah Teâlâ Hz. Peygamber'İn Zeyneb ile evlenmesini
istedi. Birinci evlilik, bir azatlı köle İle bir soylu kadının evlenmesi idi,
ikinci evlilik ise bir evlâtlığın boşadığı kadın ile boşayanın babalığının
evlenmesiydi. Böylece insanın değerinin ve evlenmede denkliğin soya sopa göre
değil, kişilerin şahsî faziletlerine göre olması gerektiği, Câhiliye'deki şekli
ve mahiyeti ile evlâtlık uygulamasının kaldırıldığı, hukuk ve mahremiyet
bakımından evlâtlığın, öz evlât gibi olamayacağı Peygamber ve yakınlarının
içinde bulunduğu uygulama örnekleriyle tescil edilmiş oluyordu.
Allah
ve Resulü bir şeyi emrettiklerinde, başka bir ifade ile Kur'an'dan ve
Sünnet'ten, bir şeyi yapmanın veya yapmamanın gerekli olduğu hükmü
anlaşıldıktan sonra artık müminlerin önündeki tek seçenek budur; bunu bırakıp
başka bir emri, isteği, arzuyu yerine getiremezler. Nitekim Hz. Peygamber âzath
köle Zeyd için Zeyneb'e dünür gittiğinde önce Zeyneb ve onun erkek kardeşi
kendi soyluluklannı ve Zeyd'in daha dün bir köle olduğunu ileri sürerek buna
razı olmadılar. Fakat açıklamakta olduğumuz âyet gelince "Dilediğini
yap" diyerek Hz. Peygam-ber'in emrine boyun eğdiler. [36]
37. Bazı tefsir kitaplarında Hz. Peygamber'in Zeyneb'le evlenmesi
konusunda birçok akla hayale gelmez rivayetler nakledilmiştir. Bunlara göre
güya Peygamber aleyhisselâm bir gün, açık kapıdan Zeyneb'İ görmüş, onun
güzelliğine vurulmuş ve "Ey gönüller elinde olan, onları evirip çeviren
rabbim! Sen her noksandan uzaksın!" demiş, Zeyneb bu sözü duyup kocasına
haber vermiş, kocası Zeyd bu sözden, onun Zeyneb'i beğendiği ve kendisiyle
evlenmek istediği sonucunu çıkarmış, kendisine gelerek Zeyneb'i boşamak
istediğini söylemiş, Hz. Peygamber bunu kabul etmemiş, fakat Zeyd onu
dinlemeyip kansını boşadıktan sonra onunla evlenmiş.. [37]İbn Kesîr
ve İbnü'l-Arabî bu rivayetleri hatırlattıktan sonra çok önemli tenkitler
yapmışlar, sened ve metin yönlerinden bu rivayetlerin sahih olmasının mümkün
olmadığını belirtmişler, günümüz ilim yolcuları için de geçerli bulunan
uyarılarda bulunmuşlardır. [38] Kur'an
metnine, sahih rivayetlere ve genel ilkelere göre tespit edildiğinde olayın
gerçek öyküsü şöyledir: Zeyneb Hz. Peygamber'le evlenmeyi arzu ediyordu, mehir
bile istemeksizin onun eşi olmayı teklif etmişti. Yakın akraba oldukları için
örtünme emri gelmeden önce Peygamberimiz Zeyneb'i sık sık görüyor ve her
yönüyle tanıyordu, çekici bir kadın olmasına rağmen bu teklifi kabul etmedi.
Aradan zaman geçmiş, yukarıda sözü edilen sosyal değişimin perçinlenmesine sıra
gelmişti. Bu uygulama için uygun bir örnek olarak Zeyneb, pek de istekli
olmamakla beraber, Resûlullah'ın tebliğ ettiği emre uydu, köle olarak Hz.
Peygamber'e verildiği halde onun ve Allah'ın müstesna lütuflanna mazhar olan
Zeyd ile evlendi. Bu evlilik bir yıldan biraz fazla sürdü. Sosyal değerler ve
örfe dayalı duygular kısa zamanda değişmediği için Zeyneb kocasını küçük
görüyor, ona karşı sert ve kırıcı davranıyordu. Zeyd'İn de kafasından onu
boşamak geçiyor, fakat kendilerini Peygamber evlendirdiği için bunu
yapamıyordu. Bu esnada Allah Teâlâ Peygamberi'ne, Zeyneb'in boşanacağını ve
kendisinin eşi olacağını bildirmişti. Çok geçmeden Zeyd, boşama niyetini açmak
üzere Hz. Peygamber'e geldi, Zeyneb'den şikâyette bulundu, boşamak istediğim
açıkladı. Hz. Peygamber, özel bilgisine göre değil, genel, objektif hukuk ve
ahlâk kurallarına göre davranarak, bu arada halkın, özellikle münafıkların,
"evlâtlığın boşadığı eş ile evlenme" konusunu kötüye kullanıp
dedikodu yapmalarından da çekinerek Zeyd'e, eşini bo-samamasını tavsive etti.
Buna raemen Zevd esini boşadı. Dul kalan Zevneb. önemli bir inkılâbın
yerleşmesinde fedakârca rol aldığı için ödüllendirilmeyi hak etmişti. Allah ona
dünyada bu ödülü, Peygamber eşi olma şerefine nâü kılarak vermeyi murad etti.
Muradını Peygamber'ine bildirdi, o da emri yerine getirdi.
Mealinde
geçen "saklama" ve "çekinme"nin mâkul açıklamaları vardır.
İleride Zeyneb'in boşanacağı ve Hz. Peygamber'in eşi olacağı bilgisi, Allah'ın
ona verdiği bir sırdı, nasıl olsa zamanı gelince açıklanacaktı. Bu sun önceden
açıklamasının birçok sakıncası da vardı. Bu sebeple "Allah'ın ileride
açıklayacağı bir şeyi gizliyordun" cümlesi bir kınama değil vakıanın
ifadesidir. "Kendisinden çekinme hususunda Allah'ın önceliği bulunduğu
halde sen halktan çekiniyordun" cümlesi de iki mânaya gelebilir: 1.
"Sen Allah'tan çok halktan çekmiyorsun"; 2. "Kendisinden
çekinilecek olan Allah'tır; O evlenmeni emrettiğine göre halk istediğini
söylesin, onlardan çekinmene gerek yoktur." Birinci mâna Hz. Peygamber
İçin söz konusu olamaz; çünkü o bütün yapıp ettikleriyle yalnız Allah'tan
korktuğunu ve O'na itaat ettiğini ispat etmiştir. İslâm'a inansın inanmasın
hiçbir kimse onun, halkı memnun etmek için Hakk'ın emrine aykırı davrandığını
söyleyemez. Geriye muteber ve tutarlı mâna olarak ikincisi kalmaktadır. Zaten
sûrenin başında, hem Hz. Peygamber hem de müminler, münafıkların yapacakları
dedikodular ve çevirecekleri dolaplar karşısında uyarılmışlar, bunlara
hazırlanmışlardı, Yukarıdaki cümle de aynı mahiyette bir uyan hatta teselliden
İbarettir. [39]
40. "Bir kimseyi evlât edinmekle onun babası olunmaz" kuralı
yerleştirildikten ve eski evlâtlığının boşadığı kadınla Peygamberin evlenmesi
de sağlandıktan sonra bu kural, Hz. Peygamber'İn adı anılarak bir daha
hatırlatılmakta; münafıkların, Câhilİye âdet ve duygularını canlandırma
teşebbüslerine set çekilmektedir. [40]
Meali
41. Ey iman edenler! Allah'ı çok çok anın. 42. Sabah
akşam O'nun yücelik ve eşsizliğini dile getirin. 43. Sizi karanlıklardan
aydınlığa çıkarmak için O size rahmetiyle lütuflarda bulunuyor, melekleri de
dua ediyor. O, müminlere karşı çok merhametlidir. 44. Kendisine kavuştuktan gün
onları esenlik dileyerek selâmlayacaktır ve onlar için değerli bir ödül
hazırlamıştır. [41]
Tefsiri
41-42. Öncelikle "anma"nın korusu ve şekli sınırlanmadan çok olması
teşvik edilmiş, sonra, muhtemelen namazlar kastedilerek tenzih şeklindeki
anmaya yönlendirme yapılmıştır. Allah'ı dil ve gönülle anmak, O'nu düşünmek ve
bilincinde tutmak kulluğun vazgeçilmez enerjisini, hayat damarını teşkil
etmektedir. [42]
43 .Allah kullarına inanmama ve günah işleme Özgürlüğü vermiş olmakla beraber
hoşnut olduğu davranış imandır ve sâlih ameldir. Kullar kendi kabiliyetleriyle
O'nun hoşnut olduğu hayat tarzını gerçekleştirmekte zorluğa düşmesinler diye peygamberler
göndermiş, vahiy yoluyla bilgiler vermiş, doğru yola ışık tutmuştur. İman ve
sâlih amel ışıktır, nurdur; inançsızlık ve ibadetsizlik ise karanlıktır, bunalımdır. [43]
44. Allah'ın kullarını selâmlaması onlar için eşsiz bir lütuftur, mutluluk
vesilesidir. Bu selâm, bütün nimetlerin sahibi ve kaynağı olan rabbin, selâmın
mâna ve içeriğini kullarına lütfetmesi, onlar için bunu en kâmil bir şekilde ve
ebedî olarak gerçekleştirmesi olmalıdır. [44]
Meali
45-46.
Ey Peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyana, izniyle Allah'a çağı-rıcı ve etrafını
aydınlatan bir ışık olarak gönderdik. 47. Kendileri için Allah'ın büyük bir
lütfunun bulunduğunu müminlere müjdele! 48. İnkarcılara ve iki yüzlülere kulak
asma, onların sana verdikleri eziyete aldırma. Allah'a dayan ve güven, güvenmek
için Allah yeter. 49. Ey iman edenler! Mümin kadınlarla evlenme akdi yapıp da
sonra, birleşmeden onları boyadığınızda onlar üzerinde, hesaplayıp
bekleteceğiniz bir iddet hakkınız yoktur. Onları bir şeyler vererek memnun
ediniz ve güzellikle boşaymız. 50. Ey Peygamber! Mehir-lerini verdiğin
eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak verip de elinin sahip olduğu kadınları,
seninle birlikte hicret eden amca kızlarım, hala kızlarını, dayi kızlarını,
teyze kızlarını, kendini Peygamber'e mehirsiz olarak bağışlar da peygamber de
onunla evlenmek isterse böyle bir mümin kadını -bu sonuncusu diğer müminlere
değil, zâtına mahsus olmak üzere- sana helâl kıldık. Müminlere eşleri ve sahip
oldukları kadınları hakkında hangi kuralları geçerli kıldığımızı biliyoruz.
Sana mahsus olanı güçlük çekmeyesin diye meşru kıldık. Allah çok bağışlayıcı,
pek esirgeyicidir. 51. Onlardan dilediğinin beraberliğini erteler, dilediğini
yanına alırsın. Uzaklaştırdıklarından birini tekrar istemende senin için bir
sakınca yoktur. Bu hüküm onların mutlu olmaları, üzühnemeleri ve hepsinin senin
verdiğine razı olmaları için en uygun olanıdır. Allah gönüüerinizdekini bilir,
Allah ilim ve hilhn sahibidir. 52. Bundan sonra sana kadınlar helâl olmaz;
mülkiyetin altında bulunanlar dışında kadınlarını, güzellikleri hoşuna gitse
bile başka eşlerle değiştirmen de helâl olmaz. Allah her şeyi görüp
gözetmektedir. 53. Ey iman edenler! Peygamber'in evine size yemek için izin
verilmediği vakit asla girmeyiniz, fakat yemeğe çağırıldığınızda -erkenden
gidip hazırlanmasını beklemeksizin- giriniz, yemeğinizi yiyince hemen dağdınız,
söze dalıp oturmayınız; bu davranışınız Peygamber'i rahatsız ediyor, size
söylemeye utanıyor, oysa Allah hak olanı açıklamaktan çekinmez. Peygamber
hanımlarından bir şey istediğinizde, onlar perde arkasında iken isteyiniz; bu
sizin kalplerinizin de onların kalplerinin de temiz kalması için en uygunudur.
Resûlullah'ı üzmeye hakkınız yoktur, kendisinden sonra ebedî olarak eşlerini de
nikâhlayamazsınız. Sizin bunu yapmanız Allah katında büyük bir günahtır. 54.
Siz bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de şurası muhakkak ki Allah her şeyi
bilmektedir. 55. Peygamber hanımlarına babaları, oğulları, erkek kardeşleri,
erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınları ve sahip
bulundukları hizmetçileri hakkında (perdesiz görüşmede) bir günah yoktur.
Allah'a itaatsizlikten sakınınız. Kuşkusuz Allah her şeye tanıktır. 56. Allah
ve melekler Peygamber'e salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve
selâm okuyunuz. 57. Allah'ı ve Resulü'nü incitenleri Allah, dünyada ve âhirette
lanetlemiş ve onlar için alçaltıcı bir ceza hazırlamıştır. 58. Hak etmedikleri
halde mümin erkek ve mümin kadınları incitenler apaçık bir bühtan ve günah
yüklenmiş olmaktadırlar. [45]
Tefsiri
45-46. Buradan itibaren on iki âyette, Hz. Peygamber'in maddî ve manevî
özellikleri, Allah katındaki değeri, bir fâninin altından kalkamayacağı kadar
ağır yükü ve kutsal görevi sebebiyle Allah tarafından kendisine lütfedilen
istisnaî (kendine özgü) inayetler, hüküm ve kurallar açıklanmaktadır.
Resûlullah'ın üstün nitelikleri, görev ve işlevinden kaynaklanan güzel isimleri
burada sayılanlardan ibaret değildir. Ebû Bekir İbnü'l-Arabi'nin tespitine göre
bunların sayısı altmış yediyi bulmaktadır (III, 1546). Ona özgü hükümler de bu
âyetler kümesinde geçenlerden ibaret değildir. Yine aynı âlimin tespitine göre
bunların da sayısı otuz beştir (III, 1561-1563).
Allah
kullarına peygamber gönderip inanç, amel, ahlâk konularında ne istediğini
açıklamadıkça onları sorumlu tutmuyor, birçok âyette "Bilmiyorduk,
bilemezdik demeyesiniz diye size peygamberler gönderdim" diyor [46]Bütün
bunlara rağmen âhirette "uyanlmadiğı, bilgi verilmediği yolunda"
mazeret ileri sürecek olanlara da Allah Teâlâ peygamberleri ve hepsine birden
son peygamberini tanık gösteriyor. Hz. Peygamber'in bu niteliği, onun rabbİ
rtezdİn-deki değerini gösterir. Çünkü şahitler önce tezkiye edilir, onları
tanıyan erdemli kişiler tarafından tanık olabilecekleri ifade edilir. Hz.
Peygamber'i tezkiye eden ise bizzat Allah'tır.
Hz.
Peygamber hem Kur'an âyetlerini tebliğ etmekle hem de bunları açıklayan,
canlandıran İfadeleriyle yeteri kadar müjdeci ve uyarıcı olmuştur. Onun tebliği
ve açıklamaları itaat edenler için ebedî mutlulukların müjdesi, inkâr ve isyan
edenler için ise felâketlerin haberidir.
Peygamber
efendimiz insanları Allah'a çağırmaktadır; yani O'na iman, ibadet ve itaat
etmeye davet etmektedir. Burada dikkat çeken bir kayıt, Peygamber'in bunu
Allah'ın izniyle yapmakta olduğudur. Allah bir kuluna insanları kendine çağırma
izni, yani bilgisi ve yetkisi vermedikçe kimse bu vazifeyi üstlenemez. Bu
konuda ümmete düşen görev, Hz. Peygamber'den öğrendiği şekilde insanları
Allah'a çağırmaktır. Öğrenmenin yolu İse her mümine açık olan din ilmini tahsil
etmektir. Aslı Kur'an'da ve sahih hadislerde bulunan ve tahsille elde edilen
din ilmine uymayan bilgi, sezgi, keşif vb. bilgi yollan, insanları Allah'a
çağırmak için yeterli ve geçerli değildir.
Beşer
bilgisi Allah, varlık, başlangıç ve son, ruh, âhiret, iman, ibadetler, helâller
ve haramlar gibi konularda yetersizdir. Bu konularda aydınlığa kavuşmanın,
doğru bilgi sahibi olmanın geçerli yolu vahiydir, Peygamber'i dinlemektir. Şu
halde Peygamber bir ışıktır, insanoğlunun en önemli bilinemezlerine Allah'ın
lütfü ve izniyle onun tuttuğu ışık ortalığı aydınlatmaktadır. [47]
47-48. Müminler çektikleri bunca eziyete karşı bu dünyada Allah'ın rahmeti
olan bir Peygamber'i tanıdıkları ve
onunla
beraber yaşama lütfuna erdikleri, âhirette ise birçok akla hayale gelmez nimete
nail olacakları için rahat ve mutlu olmalıdırlar. Resûlullah da Allah'a
dayandığı, güvendiği; başına gelenler, kâfirlerin ve münafıkların isteklerini
değil, O'nun emrini yerine getirmek için çııpınırken geldiği için acılara
katlanmalı, felâketlere dayanmalıdır; çünkü dayanıp güvenmeye Allah'tan ziyade
lâyık olan hiçbir varlık yoktur. [48]
49. Hz. Peygamber'in bazı güzel nitelikleri zikredildikten sonra ona özgü
hükümlere geçilirken, diğer müminlere ait hükümlerin değişmediğini anlatmak üzere
bir açıklama yapılmaktadır. Buna göre bir mümin, evlenme akdi yapıp da cinsel
temasta bulunmadan veya buna imkan verecek şekil ve süre İçinde baş başa kalmadan
(halvet-i sahıha) önce karısını boşarsa, kadının hamile kalması ihtimali bulunmadığından
İddct beklemesi de gerekmemektedir. Boşamadan hemen sonra dilerse bir başka
erkekle evlenmesi mümkündür. Onu "güzelce bırakmak"tan maksat
boşarken ve fiilen ayrılırken İncitmemektir, mehir belirlenmiş İse bunun yarısını
ödemektir, bazı yorumculara göre buna ek olarak da gönlünü almak üzere bazı
hediyeler vermektir. [49]
50. Hz. Peygamber'in hiç olmazsa aile hayatında rahat olabilmesi, birden fazla
eşiyle yaşarken sıkıntıya düşmemesi için kendisine özgü olmak üzere bahşedilen
ruhsatlar, kolaylıklar bu âyetten itibaren bazı açıklamalarla birlikte şöyle sıralanmıştır:
Dörtten fazla olan eşlerle evlenmesinin helâl olması, isteyen kadınlarla
mehirsiz evlenmesinin caiz olması, kadınlarının yanlarında kalma sürelerini
eşit tutma (buna fıkıh kitaplarında, paylaştırma mânasında kasm denilmektedir)
mecburiyetinin bulunmaması, bu âyetler geldiğinde evli bulunduğu kadınlardan
başka kadınla evlenmesinin ve bunlardan birini boşayarak yerine bir başka
kadını almasının caiz olmaması, vefat ettiğinde veya boşadığmda eşleriyle
başkalarının evlenmesinin caiz olmaması ve eşlerinin bundan sonra yabancılara
karşı daima perde arkasında bulunmaları.
Birçok
kadın, peygamber eşi olabilmek için mehirsiz olarak onunla evlenmek
istemişlerdir (âyetin ifadesiyle kadınlar kendilerini ona bağışlamışlardır). Bu
şartla evlenmesi âyete göre caiz olduğu halde kendisinin bu ruhsatı
kullandığına dair örnek yoktur. [50] Ayrıca kendisi, yirmi beş yaşında iken kırk
yaşında dul bir hanımla evlenmiş, onunla yirmi beş yıl mutlu bir hayat yaşamış,
çocuk sahibi olmuş, Hz. Hatice vefat edinceye kadar da başka bir hanımla
evlenmemiştir. Şu halde daha sonra, on yıl gibi kısa bir zaman içinde birçok
eşle evlenmesinin cinsel arzuyla izah edilemeyecek sebepleri ve hikmetleri
olmalıdır. Fedakârlık eden bazı hanımların ödüllendirilmesi, evlilik yoluyla
akrabalık (sıhriyet) bağı kurarak bazı fertleri ve grupları kazanmak, onlarla
yakınlık ve dostluk oluşturmak ve bu suretle İslâm'a karşı olan cepheyi
zayıflatmak, özel hayatı ve aile ilişkileri başta olmak üzere ümmetin bilmesini
istediği hususların eksiksiz zaptedilip başkalarına anlatılmasını, bu amaçla
toplumun Peygamber hanımlarının bilgilerinden yararlanmalarını sağlamak
bunlardan bazılarıdır. Hanımların da onunla evlenmek istemelerinde birinci
saik, peygamber hanımı olarak yaşama ve Ölme şerefine nail olmaktır. Bu
sebepledir ki, kendilerini, dünya nimetleri ile Peygamber'den birini seçmede
serbest bıraktığında eşlerinin tamamı onu ve Allah nzâsını seçmişlerdir. [51]
51-52. "Onlardan dilediğinin beraberliğini erteler, dilediğini yanına
alırsın" İfadesinden maksat, çeşitli yorumlar arasından bizim tercih
ettiğimize göre, beraber kalma süresinin eşit olması mecburiyetinin (kasm)
kaldırılmasıdır. Bu izne rağmen Hz. Peygamber, eşlerini incitmemek için
eşitliğe riayet etmiştir. [52] Eşleri de ona olan saygı
ve sevgileri sebebiyle, boşayabileceğini ima ettiğinde dünyaları yıkılmış,
yanlarında eşit kalmaya riayet etmese de, dünya nimet ve ziynetlerinden
kendilerini mahrum etse de onun eşi olmayı tercih etmişler, buna razı ve
bununla mutlu olmuşlardır. [53]
53-55. Hicâb (perde, örtü) âyeti diye anılan 53. âyet ile onu takip eden iki
âyetin gelmesine sebep olarak iki olay nakledilmektedir. Bunlardan birincisine
göre Hz. Peygamber'in kayınpederi de olan Hz. Ömer, "Evinize iyiler de
kötüler de girip çıkıyor, eşlerine perde arkasında olmalarını söyleseniz!"
deyip duruyordu, sonunda hicâb âyeti nazil oldu. En detaylı bir şekilde olayın
şahidi Enes b. Mâlik tarafından anlatılan ikinci olay, Hz. Peygamber'in Zeyneb
ile evlendiği günün akşamında verdiği düğün yemeği ile ilgilidir. Yemek
yendikten sonra davetliler kendi aralarında sohbete dalmışlar, yeni evlileri
bir türlü baş başa bırakmamışlardı. Hz. Peygamber birkaç kere dışarı çıkıp
girerek rahatsız olduğunu bildirmek istediyse de fayda vermedi, bilhassa sona
kalan üç kişi oldukça geç vakitte kalkıp gittiler, Resûlullah tam yatak odasına
girmek üzere idi ki bu âyet vahyedildi. [54]
Ayette,
kuşkusuz beşerî ilişkiler ve muaşeret kuralları bakımından diğer müslümanlar
için de aydınlatıcı olan şu hükümlere yer verilmiştir:
a) Hz. Peygamber'in evine, davet edilmeden yemek maksadıyla girmek yasaklanmıştır.
b)Yemeğe gelenlerin erken gelip yemeğin hazırlanmasını evin içinde bekleyerek
hâne halkını rahatsız etmemeleri istenmiştir.
c\ Yemek
vendikten sonra davetlilerin kendi aralarında sohbete dalıp evde gereğinden
fazla kalmaları menedilmiştİr. Burada Hz. Peygamber'in rahatsız bile olsa bunu
sineye çekerek insanları incitmekten geri durduğuna; yani onun güzel ahlâkına,
utanıp çekinen kişiliğine, nezaket ve zarafetine de dikkat çekilmiştir.
d) Peygamber eşlerinin her türlü şaibeden, münafıklarla kendini bilmezlerin
dedikodu malzemesi olmaktan uzak kalmalarını sağlamak maksadıyla bundan böyle
yabancılarla hep perde arkasından görüşüp konuşmaları emredilmiştir.
e) Hz. Peygamber'i üzmek ve kendisinin bırakmasından veya vefatından sonra
eşleriyle evlenmek müminlere haram kılınmıştır. 57-58. âyetlerde Resûlullah'ı üzme
yasağına müminleri üzmek de eklenmiş, bunları üzenin Allah'ı üzmüş olacaklarına
işaret edilmiş ve üzenleri bekleyen korkunç akıbet haber verilmiştir. [55]
56. Türkçe'de genellikle çoğul şekliyle salavat olarak kullanılan Salât
kelimesinin kök mânası "ateşe tutmak, kizartmak"tır. İnsan
kendini ya Allah'a yöneltir, O'na arzeder, O'nun şuurunda olarak yaşar veya
O'ndan yüz çevirir, bu takdirde kendini ateşe tutmuş, ateşin üstüne koymuş
olur. Bu kök mânadan hareketle bir dinî terim olarak kulların
"salât"ı iki mâna ifade etmektedir: 1. Genel olarak dua. Çünkü dua,
kulun özünü ve gönlünü Allah'a yöneltmesidir. 2. Özel olarak namaz ibadeti.
Çünkü bu ibadet, kendini Allah'a vermenin, O'nun huzuruna sunmanın en güzel aracıdır,
en uygun şeklidir. Müminlerin Peygamber'e salâtı, ona dua etmeleri, onu övgü ve
hayırla anmalarıdır. Kendisine, "Selâmın nasıl verileceğini bildik, sana
salât nasıl olacak?" diye sorulduğunda, Resûlullah namazların
oturuşlarında okuduğumuz "salavât-ı şerife"yi öğretmiş, "Bana
böyle salât edersiniz" demiştir. [56]Sahih
kaynaklarda meleklerin salâtı da dua, övgü ve tebrik olarak açıklanmıştır. [57] Allah'ın bir kuluna salâtı şüphe yok ki büyük
bir iltifat, şeref, lütuf ve rahmetti. Ancak bunun mahiyet ve keyfiyetini
bilmek mümkün değildir. Kaynaklarda bu açıdan salât, "rahmet ve övgü"
şeklinde tanımlanmıştır.
43.
âyette Allah'ın müminlere rahmetiyle lütuflarda bulunduğu, meleklerin de onlara
dua ettikleri salât kelimesiyle zikredilmiş, hemen arkasından da bu salâ-tın
doğurduğu sonuç açıklanmıştır: İnsanı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak. Şu
halde Allah'ın salâtı yalnızca Övgü ve rahmetle sınırlı değildir, ona mazhar
olanların gözlerini ve gönüllerini hakikate açan bir tecellidir.
"Siz
de ona salât ve selâm okuyunuz" emri bağlayıcıdır, emrin yerine
getirilmesi gereklidir. Ancak bunun zamanı, mekânı ve sayısı konusunda açıklama
yapılmadığı için fıkıhçılar farklı yorumlar yapmışlardır. Ömürde bîr defa
Peygamber'e salavat okumanın ve selâm vermenin farz olduğunda ittifak vardır.
Onun adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın nıüstehab (dince
tavsiye edilmiş bir davranış) olduğu da ifade edilmiştir[58] İbn
Âşûr yaptığı araştırma sonunda sahabenin, Hz. Peygamber'in ismi her anıldığında
veya yazıldığında salavatı da okuyup yazdıklarına dair bir bilgi bulamadığını
kaydetmektedir. Onun tespitine göre sahabe, her ismi geçtiğinde değil onun bazı
fiil ve niteliklerini konuştuklarında bunu yapmışlardır. Kitapların
başlangıcında salavata yer verme (salvele) âdeti Hârûnürre-şîd zamanında hicrî
181 yılında başlamıştır. İsminin her geçtiği yerde salavatı okumak ve yazmak
ise daha sonra, muhtemelen hicrî IV. asırda hadisçiler tarafından âdet haline
getirilmiştir (s.100-101). Ehl-i sünnet'in ilk temsilcileri salavatın Hz. Peygamber'e,
kişinin gıyabında selâm vermenin ona ve diğer peygamberlere mahsus olmasını,
yüz yüze selâmın bütün müminlere verileceğini bir edep olarak kabul etmişlerdir. [59]
Meali
59, Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin
kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine bürünsünler. Bu tanınıp rahatsız
edilmemeleri için en uygun olanıdır. Allah ziyadesiyle bağışlamakta ve çok
esirgemektedir. [60]
Tefsiri
59. İffeti koruma amacıyla güzelliklerin kapatılması
mânasında örtünme emri daha önce Nur sûresinin ilgili âyetlerinde geçmişti.
Burada ise eza ve tacizlerin engellenmesi gayesiyle dışan çıkarken kadınların
dış giysi kullanmaları istenmektedir. Hemen bütün tefsirlerin tarihe dayanarak
verdiği ortak bilgiye göre Medine evleri dar ve tuvaletsiz idi. Kadınlar
ihtiyaçlarını gidermek İçin geceleri evlerinden çıkar, biraz uzaklaşarak
ihtiyaçlarını giderir ve dönerlerdi. Bu durumu fırsat bilen bazı münafıklar ve
kendini bilmezler uygun yerlerde durur, kadınlara söz ve elle tacizde
bulunurlar, yakalandıkları zaman da "Biz onları câriye sandık"
derlerdi. Bu mazereti ortadan kaldırmak üzere hür kadınların, dışarı çıkarken,
cilbâb ismi verilen dış giysilerine bürünmeleri emredildi. Hz. Ömer, hür
kadınları cariyelerden ayırarak asayişi korumak maksadıyla cariyelerin cilbâb
kullanmalarını yasaklamıştı, daha sonraki dönemlerde bu yasak kalktı.
el-isfahânf
nin el-Müfredafmâa. ("clb" md.) cilbâb, "baş örtüsü ve entari"
olarak açıklanmıştır. Başka kaynaklarda "hımâr" denilen baş
örtüsünden büyük, vücudun üst kısmına giyilen ridâdan küçük dış örtü olarak
tanımlanmıştır. Kelimeye çarşaf mânası verenler de olmuştur. Bu mânanın
sözlükte dayanağı bulunmakla beraber cilbâb kelimesine yalnızca çarşaf demenin
ilmî dayanağı yoktur.
Konumuz
olan Ahzâb sûresinden sonra inen Nûr süresindeki örtünme devamlı ve iffeti
korumaya yönelik bir farzdır. Burada emredilen cilbâb giyme ise asayişi
korumayı ve tacizi önlemeyi hedefleyen bir geçici tedbirdir. Toplum içinde
câriye kalmayınca veya hür-câriye farkını ortaya koyacak başka bir işaret bulunduğunda
yahut da tacizi engelleyecek farklı tedbirler alma imkânı hâsıl olunca dışarı
çıkarken, usulüne göre tesettür (kapanması gereken yerlerin örtülmesi)
yapıldıktan sonra ayrıca bir de, hür kadın alâmeti olarak cilbâb vb. elbiseler
giymek gerekli olmaktan çıkmıştır. Genellikle tefsircilerin, "evlerde
oturma, zaruret bulunmadıkça dışan çıkmama" emri Peygamber hanımlarına
mahsus olduğu halde diğer hanından da bu hüküm çerçevesine almaya çalışmalarını
ve dışan çıkarken -tesettüre ek olarak- bîr dış giysiye büriinmeyi devamlı bir
farz haline getirmelerini, haklı bir dinî ve ahlâkî gerekçeden çok içinde
yaşadıkları çağın ve toplumun âdet ve değerlerine, bir de erkeklerin aşın
kıskançlığına bağlamak gerekmektedir. [61]
Meali
60-61. Münafıklar, kalplerinde çürüklük bulunanlar
ve Medine'de asılsız haber yayanlar yaptıklarına son vermezlerse seni onların
üzerine sevkedece-ğiz; o zaman seninle beraber orada fazla oturamayacaklar,
Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış olarak nerede bulunsalar yakalanıp
öldürülecekler. 62. Bu Allah'ın, daha önce gelip geçenler hakkında koyduğu
kanundur; Allah'ın kanununda asla bir değişme bulamayacaksın. [62]
Tefsiri
60-62. İslâm dini, farklı inanç sahipleriyle birlikte
yaşamayı reddetmiyor. Farklı inanan ve yaşayanlar yapılan sözleşmeye ve ülkenin
kanunlarına, kurallarına riayet ettikleri sürece genel kural olarak
müslümanlann hak ve özgürlüklerinden yararlanarak yaşarlar ve gelişirler.
Müslüman olmayan tebaa sözleşmeyi bozar, mü si umanlara karsı düşmanlarla is
hirli&i vanar veva ülkenin kanunlarına, genel ahlâka ve kamu düzenine
aykırı davranırlarsa önce uyarılırlar, sonra da -içinde sürgün ve ölümün de
bulunduğu- çeşitli cezalara çarptırılırlar. Medine'de bulunan münafıklarla
kalplerinde çürüklük bulunanlar; yani iman-inkâr arasında gidip gelenler,
sûrenin başından beri örnekleri verilen çeşitli kötü fiilleri işlemişlerdi.
Bunlar içinde halkın moralini bozmak için durmadan asılsız haber yayanlar,
müslüman akın-. cılann harekâtı hakkında olumsuz yalan bilgiler verenler de
vardı. Âyetler bunlara bir ders vermenin zamanın geldiğini bildiriyor ve
gerekli uyarıyı yapıyor. [63]
Meali
63. İnsanlar senden kıyametin ne zaman kopacağını
soruyorlar. Onlara, "Bunun bilgisi yalnızca Allah'tadır" de. Nereden
bileceksin, belki de kıyamet yakında olacak. 64. Allah inkarcıları lanetlemiş,
onlara çok yakıcı bir ateş hazırlamıştır. 65. Orada hiçbir koruyucu ve yardıma
bulamadan ebedî olarak kalacaklardır. 66. Yüzleri ateşe çevrildiği gün,
"Keşke Allah'a itaat etseydik, Resulü dinleseydik" diyecekler. 67. Ve
ekleyecekler: "Rabbimiz! Biz efendilerimizi ve büyüklerimizi dinledik,
onlar da bizi yoldan saptırdılar. 68. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve
onları ağır bir şekilde lanetle!" [64]
Tefsiri
63-64. Kimi inanmadığı kimi merak ettiği için, kimileri alay
etmek maksadıyla, bazıları ise korktuğu ve hazır olmak İstediği için insanlar
devamlı kıyamet üzerine konuşurlar, birilerinden onun ne zaman kopacağını sorar
dururlar. Hz. Peygamber de bu soruya defalarca muhatap olmuş, bazan kendi sözü
(hadis) ba-zan da âyetlerle şu cevabı vermiştir: Kıyametin ne zaman
gerçekleşeceğini yalnız Allah bilir, bu bilgiyi bana dahi vermemiştir. Siz onu
her zaman bekleyiniz ve imanınızla, güzel ahlâkınız ve davranışlarınızla ona
hazır olunuz, inkarcılar ve zalimler de kıyametin vaktim merak edecek yerde
orada kendilerini neyin beklediğini[65]
66-68. Allah insanlara akıl vermiş, ona yardımcı olmak üzere
peygamberlerle çok değerli bilgiler ve ölçüler göndermiştir. Asıl kullanılacak
olan bilgi araçları bunlardır. Bunları bırakıp da din, siyaset, cemiyet, sanat,
medya vb. alanlarda meşhur veya karizma sahibi olmuş, otorite kazanmış olan
veya öyle sunulan kimseleri taklit edenler, bunların söylediklerini ölçüp
biçmeden, tenkide tâbi tutmadan kabul edip uygulayanlar ya doğru yoldan
uzaklaşırlar veya tesadüfen onun üzerinde bulunsalar bile bunun şuurunda
olamazlar. Hiç kimseyi, dünyada ve âhirette "Filân dedi ben de inandım ve
yaptım" gibi bir mazeret kurtaramaz; "insana senin aklın ve iraden
neredeydi diye?" sorarlar. [66]
Meali
69. Ey îman edenler! Musa'yı incitenler gibi
olmayınız. Allah onun, hakkında söylediklerinden uzak, tertemiz biri olduğunu
ortaya koymuştu. Gerçekten o, Allah katında itibarlı idi. 70-71. Ey iman
edenler! Allah'a itaatsizlikten sakınınız ve doğru söz söyleyiniz ki, Allah
sizin işlerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Resulü'ne
itaat ederse gerçekten büyük bir kazanç elde eder. [67]
Tefsiri
69. Hz. Mûsâ hakkında "bulaşıcı hastalıkları
var" şeklinde sözler çıkaranlar, savaşmak gerektiğinde "Sen ve rabbin
gidip savaşın, biz burada kalacağız" diyenler, "Bizi Mısır'dan niçin
çıkardın? Orada hiç değilse kamımızı doyuruyorduk. Şimdi bu çölün ortasında ne
yapacağız?" [68] diye söylenenler olmuş,
Allah da peygamberini korumuş, yaptıklarının isabetli, söylediklerinin doğru
olduğunu sonuçlarıyla ortaya koymuştu. Münafıklar ile bazı irfanı kıt
müslümanlar da zaman zaman Hz. Peygamber'i üzecek sözler söylediler, haberler
yaydılar. Eşi hakkında yapılan iftiraya kapılanlar oldu, Zeyneb'le evlendiğinde
çıkarılan dedikodulara katılanlar bulundu, ganimet dağıtırken bazı kimselerin
müslümanlara dostluğunu veya İslâm'a sevgisini kazanmak için verdiği paylara
itiraz edenler çıktı. Hz. Peygamber bir beşerdi, tevazuu ve teklifsizliği
sebebiyle imtiyazsız, merasimsiz, külfetsiz bir hayat yasardı. Ama o Allah
elçisi, rahmet peygamberi, ilâhî sevginin temsilcisi ve rehberi idi. Onu
inciten Allah'ı İncitmiş olurdu, ona karşı edepte kusur etmek, itaatte kusuru
da beraberinde getirebilirdi. Bu yüzden müminler uyarılmaktadırlar.
Allah'a
itaatsizlikten, onun rızâsına aykın davranışlardan sakınmak mânasın-dakî takva
ile aslında buna dahil olmakla beraber önemi sebebiyle ayrıca zikredilen doğru
söz, tslâmî erdemlerin iki direği gibidir. Hayat ve ahlâk binasında bu iki
direği koruyanlara burada Allah'ın vaad ettiği sonuç gerçekten heyecan
vericidir: İşlerin düzeltilmesi, günahların bağışlanması; bir başka deyişle
dünya ve âhiret saadeti. Bu iki kazancın, elde edilen bu iki mutluluğun ne
kadar Önemli, kapsamlı, büyük ve değerli olduğunu izaha hacet bulunmasa
gerektir. [69]
Meali
72. Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif
ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan
yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir. 73. Böyle yaptı ki Allah,
münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları
cezalandırsın, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul
buyursun. Allah çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir. [70]
Tefsiri
72-73. Burada yine bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım
örneği görüyoruz. Âyeti bazı tefsirciler hakiki manasıyla alarak "Allah'ın
ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif
ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana
teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibarıyla bilgisiz ve neyi nereye
koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar
taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği İçin emaneti yüklendiğini"
söylemiş, böyle anlamışlardır. Ancak bizim tercihimiz burada bir temsilî
anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta
insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve
dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve Önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti
insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenekte-
vnVtenrli&inin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı
olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin
ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir
cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkım yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun
hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.
Emanet kelimesinin
sözlük anlamı "korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül
rahatlığı içinde olması"dır. Emanet kelimesi bu güvenlik hali, psikolojisi
için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey
için de kullanılır. Bir din terimi olarak emanete birçok anlam yüklenmiştir.
Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız "tevhid kelimesi ve inancı,
adalet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçe'deki
anlamıyla emaneftir. [71] Bunların da tamamım,
"insanın, akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülüğü" kavramı içinde
toplamak mümkündür. İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl
programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini
değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve âhirette göklere, yerlere, canlı ve cansız
varlıklara "Niçin böyle yaptın" diye sorulmaz. İnsana gelince onda
akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti
vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru,
iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır.
Bu yüzden -ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan- insanların
bilmedikleri bildiklerinden fazladır (72. âyetteki deyimiyle insan cehûldür,
çok bilgisizdir); din ve ahlâk konusunda kötülükleri iyiliklerinden çoktur (aym
âyetteki ifadeyle İnsan za-lûmdur, gerekeni yapma, her şeyin hakkım verme
konusunda başarısızdır). Belki her devirde ama kesin olarak çağımız İnsanları
arasında, Allah'ın razı olduğu bir inanç, ibadet ve ahlâk hayatını yaşayanların
sayısı, böyle olmayanlara göre oldukça azdır. İnsana tevdi edilen yükümlülük
kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği
takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi
ve şereflisi) olur; hakkını veremezse,
sermayeyi
kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu
yüzden emanet, insandan
başka
bir mahlûkun yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve
değerlidir. Âyette geçen
"emanet"
Türkçe'deki karşılığı ile alınır, bunun kastedildiği yorumu tercih edilirse, daha
genel
yükümlülükler
kümesi içinden bir önemlisi öne çıkarılmış olur. Bu takdirde Allah kullarının
dikkatini, eşya gibi maddî veya görevler ve ödevler gibi manevî emanetin
önemine çekmiş olmaktadır.
Sûrenin
ana konularından biri münafıkların ve müşriklerin Hz. Peygamber'e ve müminlere
karşı kurdukları tuzaklar, çektirdikleri eziyetler, bunlar sebebiyle hem
müminleri hem ötekileri iki cihanda bekleyen akıbetler idi. Son âyetlerde
emanetin mahiyet ve önemine temas edildikten sonra, insana bunu yüklenmesinin
hikmetine, onu iyi koruyan müminlerin mutlu sonuna, kötüye kullanan
münafıkların ve müşriklerin de acı sonlarına İşaret edilerek ana konu bir daha
vurgulanmıştır. [72]
[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/333.
[2] Zenıahşerî, m, 410; İbn Âşûr, XXI, 245-247
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/333.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/333-334.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/334.
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/334.
[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/335.
[7] Nisa 4/145
[8] bilgi için bk. Mücadele 58/1-4
[9] İbn Kesîr, VI, 377; Ebû Bekir İb-nü'1-Arabî, III, 1504
vd
[10] Müslim, "Zühd", 42
[11] ayrıca bk.Şûrâ 42/49-50
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/335-336.
[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/337.
[13] Müslim, "Ferâiz", 14-15
[14] Müslim, "îmân", 69-70
[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/337-338.
[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/338.
[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/338-339.
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/340-341.
[19] 1 Mart 627
[20] bk. Mu-hammed Hamîdullah, "Hendek Gazvesi", DİA,
XVII, 194-195; İbn Kesîr, VI, 384 vd.; Kurtubî,XIV, 127 vd
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/341-343.
[21] Nesâî, "Cihâd", 42; Kurtubî, XIV, 130
[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/343-344.
[23] Kurtubî, XIV, 154
[24] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/344.
[25] Muhammed Hamîdullah, "Hendek Gazvesi",DİA,
XVII, 194-195
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/344-345.
[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/345-346.
[27] Bu-hârî, "Tefsir", 33/4-5; Müslim,
"Talâk", 30-35; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, III, 1517 vd
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/346-347.
[28] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/347.
[29] mesela bk. Buhârî, "Nikâh", 115
[30] Hucurât 49/9
[31] Fazla bilgi için bk. Mustafa Öz, "Ehl-i
Beyt", DİA, X, 498-501
[32] Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, III, 1538
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/347-348.
[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/348-349.
[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/349.
[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/349-350.
[36] Ebû Bekir Îbnü'l-Arabî, III, 1539; İbn Kesîr, VI,
417-418
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/350-351.
[37] Zemahşerî, III, 427
[38] İbn Kesîr, VI, 420; İbnü'l-Arabî, III, 1542 vd
[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/351-352.
[40] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/352.
[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/352.
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/353.
[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/353.
[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/353.
[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/354-355.
[46] meselâ bk. Nisa 4/165
[47] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/355-356.
[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/356-357.
[49] ayrıca bk. Bakara 2/ 236-237
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/357.
[50] Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, III, 1559
[51] Resûlullah'm çok evliliğinin başlıca sebepleri
konusunda daha fazla bilgi ve değerlendirme İçin bk. Muhammed Hamidullah, İslâm
Peygamberi,U,lO-\l
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/357-358.
[52] Buhârî, "Tefsir", 33/7; Ebû Bekir
İbnü'l-Arabî, IH, 1569
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/358.
[54] Buhârî, "Tefsîr", 33/8
[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/358-359.
[56] Buharı, "Tefsir", 33/10
[57] Buhârî, "Tefsir", 33/10
[58] Cessâs, IH, 370; Ebû Bekir İbırii'l-Arabî, 111,1584;
İbn Âşûr, XXII, 98 vd.
[59] selâmın hükmü için ayrıca bk. En'ânı 6/54; Yûnus
10/10; Nûr 24/27
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/359-360
[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/360.
[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/360-361.
[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/361.
[63] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/361-362.
[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/362
[65] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/362
[66] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/363
[67] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/363.
[68] Çıkış, 14/10-14,16/3,20,28
[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/363-364.
[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/364.
[71] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "emn"
md.; Râzî, XXV, 202; İbn Âşûr, XXII, 126
[72] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/364-366.