33

 

 

 

Ahzâb Sûresi

 

İndiği Yer

 

: Medine

 

 

İniş Sırası

 

:90

 

 

Ayet Sayısı

 

:73

 

 

Nüzulü

 

Mushaftaki sıralamada otuz üçüncü, İniş sırasına göre doksanıncı sûredir. Âl-i İnırân sûresinden sonra, Miimtehıne sûresinden önce Medine'de inmiştir, îbn İs-hak'a göre hicretten sonra nazil olmuştur; geliş tarihi bakımından Medine'de nazil olan sûrelerin dördüncüsüdür.[1]

 

Adı

 

Güvenilir rivayetlerde ve tespitlerde sûrenin tek adı vardır, o da "grup, bölük, topluluk" mânasında olan hizbin çoğulu olan Ahzâb'dır. Bu sûrenin 20 ve 22. âyetlerinde, İslâm tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden Hendek Sa-vaş'ına (Ahzâb Savaşı) atıf yapılarak ahzâb kelimesine yer verildiği için sûre bu isimle anılmıştır. Açıklamalarda yer verileceği üzere burada geçen "ahzâb"dan maksat, müslümanlan yok etmek üzere Mekke ve civarından toplanıp gelen, Me-dİne'yİ kuşatan Kureyş kabilesinin kollan ve bunlara bağlı bulunan diğer gruplar, müttefik güçlerdir.

Bu sûrenin aslında çok daha uzun olduğu, içinde recm âyetinin bulunduğu, sonra bir kısmının kaybolduğu veya neshedildiği konusundaki rivayetler uydurma olarak değerlendirilmiştir.[2]

 

Konusu

 

1) Hz. Peygamber'e ve onun şahsında ümmetine takva, tevekkül ve ilâhî emirlere itaat tavsiyesi.

2) Ana-baba ve çocuklar arasındaki meşru ve hukukî bağ, evlât edinme âdeti.

3) Kan hısımlığı dışındaki velayet bağı.

4) Ahzâb savaşı, bu savaş vesilesiyle münafıkların psikolojileri ve davranışlanyla ilgili açıklamalar.

5) Hz. Peygamber'in müstesna şahsiyeti, Allah nezdindeki durumu ve derecesi, aile hayatı; kendisine ve eşlerine mahsus evlenme, boşanma, Örtünme, sosyal ilişkiler konularına ait hükümler, onun ailesiyle müminler arasındaki ilişki.

6) Kadın erkek farkı gözetilmeksizin bütün müminlerin ibadet, itaat ve erdemli davranırlara teşvik edilmesi.

7) Kadınların giysileri.

8) Emanet kavramı ve emanete riayet etmenin önemi. [3]

 

Meali

 

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... l.Ey Peygamber! Allah'a itaatsizlikten sakın, açık ve gizli inkarcıların sözünü dinleme, Allah her şeyi bilmekte ve hikmetle yönetmektedir. 2. Rabbinden sana vahyedilene uy. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. 3. Allah'a güven; güvenip dayanmak için Allah yeter. [4]

 

 

Tefsiri

 

1-3. Bütün peygamberler gibi son peygamber de Allah'a itaatsizlikten sakınır, O'nun vahyettiğine herkesten önce ve en kâmil bir şekilde uyar, yalnızca rab-bine güvenir ve dayanır; bunlar Allah Teâlâ'nın peygamberlerinde yarattığı Özelliklerdir. Sûrenin bu emir ve tavsiyelerle başlaması, Hz. Peygamber'den, o zamana kadar yapmadıklarını yapmasını istemeye yönelik değildir. Aşağıda gelecek olan Ahzâb Savaşı, bu savaşta münafıkların, mealindeki çeviriye göre "gizli inkarcıların (münafıklar) kurduğu tuzaklar, yaydıkları yalanlar, karalamalar, Mekkeli müşriklerle yani "açık inkarcılarla" kurdukları iş birliği, oluşturdukları ortak güç, her vesile ile Hz. Peygamber'e verdikleri eza, çektirdikleri manevî işkence karşısında onu ve ümmetini dayanıp direnmeye hazırlamak, olacaklar konusunda uyarmak maksadıyla sûrenin başında bu emir ve tavsiyelere yer verilmiştir. [5]

 

Meali

 

4. Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır, analarınıza benzeterek haram olsun dediğiniz eşlerinizi analarınız kılmamış, evlâtlıklarınızı da oğullarınız olarak kabul etmemiştir. Bunlar sizin kendi iddianız-dir; hak ve hakikati Allah söyler, doğru yolu da O gösterir. 5. Evlâtlıklarınızı babalarının soy adlarıyla anın. Bu Allah katında adalete daha uygun bir davranıştır. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız o zaman kendileri sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanıldığınız hususta size günah yoktur, fakat bilinçli ve kasıtlı olarak yaptıklarınızdan sorumlusunuz. Allah çok bağışlayıcı ve ziyadesiyle esirgeyicidir. [6]

 

Tefsiri

 

4-5. Kalp, mecazi olarak duygu ve düşünce merkezi anlamında da kullanılmaktadır. Gelecek âyetlerde bazı Câhilİye âdetleriyle münafıklardan söz edileceği, bu âdetlerin fıtrata ve gerçekliğe ters düştüğü, bir kimsenin iki tanrısı ve iki dini olamayacağı ifade edileceği için bunlara bir giriş ve dayanak olmak üzere vecize değerindeki şu cümleye yer verilmiştir: "Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır". Evet Allah insanda tek kişilik, tek vicdan ve tek akıl yaratmıştır. İdrak, duygu, karar ve iman bu yeteneklerle elde edilmektedir. İki yüzlüler, İnanmış gözüken ama içten inanmayanlar, gizli olarak farklı din taşıyanlar iki dinli değillerdir, onların da bir dini vardır, bu din İslâm'a aykırı olduğundan münafıklar da inkarcıdır; üstelik bu durumlarını menfaatleri sebebiyle gizledikleri için müslüman olmayanların en aşağı mertebesinde bulunmaktadırlar. [7]  Keza bir İnsanın karısı ile anasına, başkalarının çocukları ile kendi çocuklarına karşı duyguları farklıdır. Karının aynı zamanda ana, başkalarından olma çocukların Öz evlât olabilmesi için insanın iki kalbi, iki kişiliği olması gerekir. Bu da olmadığına göre karısını anasına benzeten, -eski Arap geleneğine göre- "anam olsun, ananıdır, bana haramdır" diverelc vemin eden kimsenin esi onun anası ve dnlayısıyla kendisine haram olmaz. İslâm'dan önce Araplar eşlerine "Sen bana anamın sırtı gibisin" derler ve bu yemin yüzünden onlan mağdur ederlerdi. Zıhar denilen bu âdeti İslâm kınamış, kadınların zarar görmelerini engelleyecek hükümler getirmiştir. [8]

Bir başka Câhiliye uygulaması da babası belli olan veya olmayan çocukları evlât edinmek, onların kendi soy kütükleriyle ilişkilerini keserek kendi soylarına eklemek şeklinde oluyordu. Bir göğüste iki kalbin olmaması nasıl bir tabiat kanunu ise A'nın çocuğunun evlât edinme yoluyla B'nin çocuğu olamayacağı da bir fıtrat ve tabiat kanunudur. Aynca İslâm'm koyduğu örtünme, evlenme imkânı veya yasağı, çocuk-ebeveyn ilişkisi, karşılıklı haklar ve ödevler, miras gibi kurallar da, çocuklarla gerçek ana babalarının soy bağlarının kesilip değiştirilmesine, başkalarına ait çocukların -yakın akraba olmayan ailelerde- ailenin bir ferdi gibi kalıp yaşamasına ters düşüyordu. Yapılmakta olan sosyal ve ahlâkî ıslahat İçinde sıra bu âdetin kaldırılmasına gelmiş, "...babalarının soy adlan ile anın" emri ile bu uygulamaya son verilmiştir. Tefsir kitaplannda bu münasebetle Hz. Peygamber'in evlâtlığı Zeyd b. Hârise'den söz edilir ve âyetin inişine onun bu durumunun sebep olduğu söylenir. Zeyd çocuk iken kendi kabilesinden zorla alınmış, köleleştirile-rek satılmış, elden ele dolaşarak Hz. Hatice'ye gelmişti. Hatice annemiz Hz. Peygamber ile evlenince Zeyd'i ona hediye etmişti. Peygamberimiz onu azat etti ve evlât edindi. Zeyd'in ailesi, daha önce Medine'ye gelip çocuklarını bulmuşlardı. Peygamberimiz kendisini seçimde serbest bıraktığı halde Zeyd Allah'ın Resulü'nü tercih etti, ailesi ile memleketine dönmedi. Bu âyet gelinceye kadar kendisine Mu-hammed oğlu Zeyd derlerdi, âyet gelince kendi babasına nispet ederek Harise oğlu Zeyd dediler. Artık o, Peygamber ailesinin bir ferdi değil, müslümanlann din kardeşi, Hz. Peygamber'in sâdık bir bağlısı idi. [9]

İslâm'a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onlan beslemek, büyütmek, sevaptır ve şerefli bir insanlık ödevidir. Sevgili Peygamberimiz "Kimsesiz çocukları koruması altına alan kimse ile ben, cennette yan yana iki parmak gibi beraber olacağım" buyurmuştur. [10] Ancak bunu yapmak için çocuğun kendi soy kütüğü İle ilişkisini kesmek, öz ana babasını unutturmak hakkı olmadığı gibi kanuni mirasçıların araşma katmak, aile içinde mahremiyet bakımından öz evlât gibi davranmak doğru ve gerekli de değildir. Bunun yerine İslâm'ın tavsiyesi koruma altına almak, bakmak, büyütmek, ihtiyaçlarını karşılamak; hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir dinkardeşi gibi muamele etmektedir. [11]

 

Meali

 

6. Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır, eşleri de onların anneleridir. Aralarında kan bağı bulunanlar Allah'ın kitabında (mirasçılık bakımından), birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; dostlarınıza lütufta bulunmanız başkadır. Bu hüküm kitapta kayıt altına alınmıştır. [12]

 

Tefsiri

 

6. Hz. Peygamber ile müminler arasındaki yakınlık, sevgi, bağlılık, itaat, korumada öncelik -hukukî uzantıları olsa da- daha ziyade hissî yakınlıktır. Aile fertlerinin birbirlerine diğer müminlere nispetle daha yakın olmaları ise -hissî tarafı olsa da- daha çok hukukî yakınlıktır; miras, nafaka, diyet gibi konularda kendini gösteren "hak ve borç yükümlülüğü açısından öncelik"tir.

Hz. Peygamber'in niteliklerinden ve vasıflarından birini de bu âyetten öğreniyoruz; o, müminlere kendilerinden daha yakındır. Burada geçen "kendilerinden" iki şekilde anlaşılmaya müsaittir: a) Her bir miminin kendinden, b) Bir müminin diğer herhangi bir mümine yakınlığından. Resûlullah bu yakınlığın hissî ve hukukî boyutlarını bazı hadislerde kısmen açıklamışlardır:

"Hiçbir mümin yoktur ki, ben ona, dünyada ve âhirette insanların en yakını olmayayım. İsterseniz 'Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır,..' âyetini okuyunuz. Kim bir mal bırakırsa onu, vârisleri kimler ise alsınlar, eğer geride bir borç veya korunmaya muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin, ben onun yakınıyım"[13]

"Hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece o, gerçek mânada inan-mtş olmaz"[14]

Kur'an'da ve Sünnet'te Peygamber sevgisinin bu kadar vurgulanmasının birçok sebep ve dayanağı vardır: Onu Allah sevmiştir, bu sebeple kendisine "habî-bullah" (Allah'ın sevgilisi) denilmiştir. Müminler Allah sevgisine mazhar olabilmek için onun yolundan gitmek durumundadırlar. O, insanlık için kurtuluş reçetesi gibi olan bir dini tebliğ etmiş, insanlara olan sevgisi ve şefkati sebebiyle onu benimsesinler diye kendini helak edercesine gayret sarfetmiştir. Hem şekli, sureti, fiziği hem de ahlâkı emsalsiz güzellikte ve mükemmelliktedir. Âhİrette ümmetine şefaat edeceğine dair sahih hadisler vardır. Bu nitelikleri taşıyan bir kimseyi herkesten ve her şeyden çok sevmeyen kimsenin ilim, irfan ve imanında eksiklik bulunduğunda şüphe yoktur.

İleride gelecek olan 53. âyete göre Hz. Peygamber'den sonra da onun eşleri ile evlenmek müminlere haram kılınmıştır. Bunun ötesinde "Peygamber hanımlarının annelik vasıfları", hukuk ve haram-helâl hükümleri bakımından bir anneliği değil, anne mesabesinde saygınlığı ifade etmektedir.

Müslümanlar Mekke'de her şeylerini bırakarak Medine'ye göçtüler. Peygamberimiz hem ensarla muhacirlerin kaynaşmaları hem de ikincilerin âcil ihtiyaçlarının karşılanması için her bir muhaciri bir Medineli ile kardeş yaptı. Bir süre bu kardeşlik mal ortaklığını ve karşılıklı vâris olma hakkını da kapsadı. Miras âyetleri ile burada geçen ilgİH cümle nazil olunca yapay kardeşliğin miras hakkına dayanak olması hükmü kaldırılmış oldu. Artık müminlerin birbirlerine vâris olabilmeleri için akraba olmaları ve başkaca bir engelin bulunmaması gerekiyordu. Mâkul ve meşru gerekçelere dayalı olan geçici hüküm kalkmış, kitapta yer almış bulunan aslî ve devamlı hüküm yürürlüğe konmuştu. Ancak müminler birbirinin manevî kardeşleri olduğundan, miras dışında karşılıklı yardımlaşma, hediye-leşme, vasiyet yoluyla mal bırakma gibi ilişki ve lütuflara da bir engel yoktu. [15]

 

Meali

 

7. Hani bütün peygamberlerden; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan, Meryem oğlu İsa'dan sadakat sözü almıştık, onlardan ağır sorumluluk taşıyan bir söz almıştık, 8. Doğruları, sözlerinde durup durmama konusunda sorgulaması için (bu sözleşmeyi yapmıştı). Allah, inkâr yolunu seçenlere de acı veren bir azap hazırlamıştır. [16]

 

Tefsiri

 

7-8. Sorgulanacak olanlar, bizim tercih ettiğimiz tercümeye göre peygamber- "Onlar bile soreu eöreceklerine göre diğerleri düşünsünler!" denilmek istenmiştir. Aynı cümleyi, "peygamberlerin dini tebliğ ettikleri kimseleri sorumlu tutmak ve sorgulamak için" şeklinde anlamak da mümkündür.

Bundar/sonra Ahzâb Savaşı, bu savaşta müminlerin geçirdiği çetin imtihan, münafıkların ve müşriklerin, hak dine ve gerçek peygambere karşı yapıp ettikleri anlatılacağı için bir giriş olmak üzere ezelde veya her bir peygamber vazifelendirilirken yapılan kutsal sözleşme hatırlatılmıştır.

Peygamber'le yapılan sözleşme anlatılırken "yaptık", sorgulama söz konusu edilirken "sorgulamak için yaptı" denilmesi (Arap edebiyatında iltifat adı verilen söz sanatının kullanılması), Allah-kul ilişki bakımından anlamlıdır. Cenâb-ı Mevlâ peygamberleriyle sözleşme yapmakla onlara büyük bir şeref bahsetmiştir, bu lii-tuftan söz ederken de "yaptık" demektedir. Sıra hesap sormaya gelince cemal ve lütuf sıfatlarının değil, celâl ve adalet sıfatlarının tecellisi devreye girmektedir; adaletin icrası farklı ve daha soğuk bir ilişki biçimi olduğundan "sorgulamamız için" değil "sorgulaması için" denilmiştir. [17]

 

Meali

 

9. Ey iman edenler! Allah'ın size şu liitfunıı hatırlayın: Üzerinize düşman ordusu gelmişti de onların Üzerine şiddetti bir fırtına ve göremediğiniz bir ordu göndermiştik. Allah bütün yaptıklarınızı görmekte idi. 10. Yukarınızdan ve sizden aşağıda bulunan bölgeden üzerinize gelmişlerdi; korkudan gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti; bu esnada Allah hakkında olmadık zanlara kapılmakta idiniz. 11. İşte o zaman müminler büyük bir imtihan geçirdiler ve adamakıllı sarsıldılar. 12. Yine o zaman münafıklar ve kalplerinde bozukluk bulunanlar "Allah ve Resulü'nün vaadleri bizleri aldatmaktan ibaretmiş!" demişlerdi. 13. Onlardan bir grup "Ey Medineliler! Sizin işiniz burada durmak değildir, hemen dönün" diyorlardı. Onlardan bir bölük de, aslında açıkta olmadığı halde "Evlerimiz açıkta ve korumasız" diyerek Pey-gamber'den izin istiyorlardı; bunların istediği kaçmaktan başka bir şey değildi. 14. Medine'nin her tarafından saldırıya uğrasalardı da kendilerinden bozgunculuk yapmaları işlenseydi (evlerini düşünmez) hiç vakit geçirmeden hemen ona koşarlardı. 15. Halbuki bunlar daha önce ayrılıp dönmeyeceklerine dair yeminle Allah'a söz vermişlerdi ve Allah'a verilen sözün yerine getirilmesi gerekirdi. 16. Onlara şunu söyle: "Ölümden veya öldürülmekten kaçsanız bile bu kaçış size bir fayda vermeyecektir." Kaçıp kurtulmaları halinde de bundan çok az faydalanabileceklerdir. 17. Şunu da söyle: "Allah sizin için bir kötülük dilese Allah'a karşı sizi kim koruyabilecektir? Veya hakkınızda bir rahmet murat etse (kim engelleyecektir)?" Bu durumda Allah'tan başka ne bir velî ne de bir yardımcı bulabileceklerdir. 18-19. İçinizden engelleyicileri ve size karşı nekeslik (cimrilik) içinde arkadaşlarına, "Bize katılın'' diyenleri Allah çok iyi bilmektedir. Zaten bunların pek azı savaşa gelir. Tehlike yaklaştığında ölümden dolayı kendinden geçip gözü kaymış kimse gibi sana baktıklarını görürsün, tehlike geçince de hayra karşı nekeslik içinde size sivri dillerini uzatırlar. Bunlar gerçekte iman etmemişlerdir, Allah da onların yaptıklarını geçersiz saymıştır. Bunu yapmak Allah için çok kolaydır. 20. Düşman birliklerinin hâlâ çekip gitmediklerini zannederler. Düşman bir daha geldiğinde ise size ait haberleri uzaktan almak üzere çöllerde dağınık yaşayan bedevilerin arasında bulunmayı arzularlar. Zaten aranızda da bulunsalardı savaşa çok az katılırlardı. 21. İçinizden Allah'ın lütfuna ve anket gününe umut bağlayanlar, Allah'ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlul-lah'ta güzel bir örneklik vardır. 22. Müminler düşman kuvvetlerini karşılarında görünce "Bu, Allah'ın ve Resulü'nün bize vaat ettiği durumdur, Allah ve Resulü hep doğru söyler" dediler; bu onların ancak imanlarım ve teslimiyet duygularını arttırdı. 23. Müminlerden bir kısmı Allah'a verdikleri sözü yerine getirdiler, kimileri onun yolunda can verdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar; vaatlerini asla değiştirmediler. 24. (Böyle oldu ki) Allah, sözünde duranları sadakatleri sebebiyle ödüllendirsin, münafıkları da dilerse cezalandırsın, dilerse bağışlasın! Allah çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir. 25. Allah inkarcıları, hiçbir şey elde edemeden, kin ve öfkeleri ile geri çevirdi, Allah müminlere savaş için yetip arttı. Allah güçlüdür, üstündür. 26. Ehl-i ki-tap'tan onlara destek verenleri kalelerinden indirdi, kalplerine korku saldı; artık onların bir kısmını öldürüyorsunuz, bir kısmını da esir alıyorsunuz. 27. Onların topraklarım, evlerini, mallarım, o zamana kadar ayak basmadığınız bir toprağı size miras bıraktı. Allah her şeye kadirdir. [18]

 

Tefsiri

 

9-11. Birçok hüküm ve hikmet öğretimine vesile olmak üzere buradan 27.âyete kadar anlatılan olay Hendek adıyla da anılan Ahzâb Savaşı, bu savaşta müminlerin ve münafıkların geçirdikleri büyük İmtihandır. İfadeden, âyetler geldiğinde Hendek Savaşı'ntn geride kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Yakında geçirilmiş olan bu tecrübe hatırlatılmakta ve sûrenin ileride gelecek olan âyetlerinde bahse konu olacak münafık davranışına karşı müminlerin nasıl bir tutum takınmaları gerektiğine İşaret edilmekte, topluluk buna hazırlanmaktadır.

Selmân-ı Fârisî'nin tavsiyesi ile şehrin savunulması için kazılan hendek sebebiyle Hendek Savaşı diye tanınan; ayrıca saldırganlar Kureyşliler, Hayber yahu-dileri, Gatafanlılar, Fezâreliler, Esedoğullan, Süleymoğullan gibi birçok kabileden ve bunların tâbilerinden oluştuğu için "gruplar, hizipler" mânasında Ahzâb adlarıyla da anılan savaş, hicrî 5. yılın Şevval ayının 7'sinde[19]  başlamış, bîr aya yakın sürmüş, Zilkade'nin 1. günü sona ermiştir. Mekkeliler Suriye ticaret yolunu açmak üzere yaptıkları Uhud Savaşı'nda elle tutulur bir sonuç elde edememişlerdi . Buna karşılık müslümanlar Uhud'dan sonra gerçekleştirdikleri askerî hareketlerle, Suriye yoluna ek olarak Irak yolunu da kontrol altına almışlardı. Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları bozdukları, onlara karşı düşmanla iş birliği yaptıkları için 4. yılda Medine'den Hayber ve civarına sürülen Benî Nadîr yahudileri Mekke'ye bir heyet göndererek Kureyşliler'i, müslümanlara karşı kendileriyle birlikte savaşmaya ikna ettiler. Ayrıca yukarıda adları anılan kabileleri de çeşitli teşviklerle yanlarına almayı başardılar. Peygamberimiz düşmanın niyetini haber alınca hemen hazırlıklara girişti, Uhud tecrübesinden yararlanarak düşmanı açık arazîde karşılamak yerine Medine yakınında, kuşatma altında karşılamayı ve savunma harbi yapmayı tercih etti. Şehrin üç tarafı sık ağaçlı bahçelerle ve dar yollarla çevrili idi. Düşmanın girmesi muhtemel bulunan yerlere 5,5 km. uzunluğunda, 9 m. eninde ve 4,5 m. derinliğinde bir hendek kazıldı, birkaç haftada bitirilen kazma işine Hz. Peygamber de (s.a.) bilfiil katıldı. 3000 mevcutlu müslüman kuvvetler şehrin doğusunda, Uhud tarafında, Seli' dağının eteğinde mevzilendiler. Önlerinde de hendek bulunuyordu. Yaklaşık 12 bin mevcutlu düşman kuvvetleri de hendeğe kadar geldiler, daha önce böyle bir şey görmedikleri İçin şaşırdılar. Hendeği geçemedikleri İçin bulundukları yerde mevzilendiler. Müslümanlar yalnızca hendek yönünden değil, üstten (doğudan), alttan (batıdan) büyük bir güç tarafından kuşatılmışlardı. Medine yiyecek İçecek bakımından hazırlık yapmış, kadınlar ve çocuklar güvenli yerlere taşınmıştı; erzak tükenmesin diye asgari gıda ile yetînili yordu. Kuşatmanın son günlerinde yiyecek iyice azaldığından, başta Hz. Peygamber olmak üzere birçok sahâbî, açlığı hissetmemek için midelerinin üzerine taş bağlamışlardı. Kureyş kısa bir sürede sonuç alacağım umduğu İçin kuşatma uzadıkça onlarda da sıkıntı başladı. Bu arada saldırganlar iki önemli teşebbüste bulundular: a) Kabilesinin ileri gelenlerinden Huyey b. Ahtab'ı müslümanlarla antlaşmak bulunan Benî Kurayza yahudilerine göndererek antlaşmayı bozmaları ve miislümanlara karşı kendileriyle beraber hareket etmeleri konusunda onları ikna ettiler. Birleşmiş düşman kuvvetlerinin sayısı ve donanımına ek olarak bir de bu haberin gelmesi müslümanlann moralini hayli bozdu. Müminler çetin bir imtihan geçiriyorlardı. Hz. Peygamber iki birlik göndererek Benî Kurayza mahallesini kuşatma altına aldı. b) Düşmanın ikinci teşebbüsü, başta meşhur savaşçı Amr b. Ab-dîved olmak üzere birkaç süvariyi hendeğin dar bîr yerinden karşı tarafa geçirtmek oldu. Amr müslümanlardan, teke tek vuruşmak için er diledi, başkaları cesaret edemeyince Hz. Peygamber, kendi kılıcını kuşattığı ve sangını sardığı Hz. Ali'yi çıkardı, rakibini küçümseyen Amr onun kılıç darbesiyle can verdi; diğerleri ise içlerinden birini daha kaybetmiş olarak geri çekildiler. Hz. Peygamber, çeşitli tedbirler arasında bir de Gatafân ve Fezâre kabilelerine, o yıl çıkacak Medine hurmasının yarısı karşılığında sulh teklif etmeyi düşündü. Sa'd b. Muâz, Sa'd b. Ubâde gibi ensann ileri gelenleriyle istişare etti. Bunlar, "Onlar müşrik iken satın almadan veya biz ikram etmeden hurmalarımızı yiyemezlerdi; şimdi Allah bizi İslâm'la ve seninle şereflendirdiği halde mi onlara malımızı vereceğiz? Vallahi onlara verebileceğimiz tek şey kılıç darbeleridir, gelsinler bakalım Allah ne gösterecek!" dediler. Peygamberimiz de bu teşebbüsten vazgeçti. Kuşatmanın son günlerinde bir gece, düşman karargâhını altüst eden büyük bir fırtına çıktı, yiyecek ve içecekler zayi oldu, hayvanlar sağa sola kaçıştı. Olup bitenden morali bozulan düşman, yiyecekleri de tükendiği ve haram aylar geldiği için çekilme kararı aldı, hiçbir şey elde edemeden çekilip gittiler. Hendek Savaşı, müslümanlann savaş stratejisi bakımından bir dönüm noktası oldu. Artık taarruz sırası onlara gelmişti. İlk iş olarak da kendilerine ihanet eden Benî Kurayza yahudilerinin üzerine yürüdüler. [20]

 

12-20. Hendek kazılırken büyük bir kayaya rastlanmıştı, kayayı sökmeyi veya kırmayı başaramayan askerler Peygamberimiz'e başvurdular. O, üst giysisini çıkardı, kazmayı eline aldı ve üç vuruşta kayayı parçaladı. Her vuruşta "Allahü ek-ber" diyor ve "Iran, Suriye, Yemen" gibi yerleri zikrederek ileride müslümanlann gerçekleştirecekleri fetihleri bir bir müjdeliyordu. Bu müjdeyi işiten yahudiler ve münafıklar ise "Biz korkudan helaya gidemezken o bize İran ve Bizans'ın hazinelerini müjdeliyor, bu aldatmadan başka bir şey değil" demişlerdi [21]Bu gruptaki âyetlerde münafıkların ortak karakteri, sözlerinden ve davranışlarından örnekler verilerek açıklanmaktadır: Bunlar söz verirler ama yerine getirmezler; fitne fesat fırsatı çıkınca ev bark aile düşünmeyip o fırsatı değerlendirmeye koşarlar; hizmet gerektiğinde ise türlü bahaneler İleri sürerek izin almak isterler; sûret-i haktan görünerek müslümanların moralini bozarlar; çoluk çocuklarını, evlerinin tehlikede olduğunu hatırlatarak savaş alanından çekilmeyi tavsiye ederler; korkunun ölüme faydası olmadığı halde inançsızlıkları sebebiyle savaşmaktan ve ölümden fazlaca korkarlar, korku ortamı geçip zafer kazanılınca da bu sonuçta kendilerinin de payı varmış gibi konuşmaya ve hak talep etmeye kalkışırlar. [22]

 

21-24. İnsanlar dünyada amaçlarına ulaşabilmek için uygun örnek ve rehberler edinirler, bunların yollarını izleyerek, tavsiyelerine uyarak hareket edip istediklerini elde etmeye çalışırlar. Allah'a iman edip O'nun rızâsını isteyen, âhirette lütfedeceği emsalsiz nimetlere mazhar olmayı uman ve daima Allah sevgisiyle yaşamak isteyen insanlar için eşi bulunmaz örnek, O'nun sevgili külü, elçisi, rahmeti, şahidi, müjdecisi, davetçisi, ışığı olan Muhammed Mustafa'dır. Onun örnekliği yalnızca Hendek Savaşı'ndaki davranışlarında değil müminlerin bütün hayatlarında geçerlidir. İlgili kaynaklarda onun yaptıklarını yapmanın, izinden gitmenin hükmü üzerinde durulmuş, ortaya üç görüş çıkmıştır: 1. Onu örnek almak farzdır, aksine bir delil bulunmadıkça her yaptığı yapılmalıdır. 2. Onun örnekliği, aksine bir delit bulunmadıkça müstehaptır (tavsiye edilmiştir). 3. Dinî konularda birincisi, dünya işlerinde ikincisi doğrudur. [23] Bize göre Peygamberimizin bütün yaptıkları ve söyledikleri tek bir hüküm çerçevesi içine alınamaz. Başta Kur'an olmak üzere diğer deliller ve karineler de göz önüne alınarak her fî-ili ve sözü ayrı ayrı değerlendirilir, bağlayıcı olup olmadığı tayin edilir. Genellikle tefsir ve fıkıh âlimleri de böyle yapmışlardır.

Hendek Savaşı'nda müminler, Hz. Peygamber'İ örnek almışlar, ona itaat ederek dünyada önemli bir zafer kazanmışlar, âhirette ise büyük bir ödülü hak etmişlerdir.

"Münafıkları da dilerse cezalandırsın, dilerse bağışlasın" cümlesi, söze bakıldığında münafıkların da affedilebileceğini ifade etmektedir. Ancak Kur'an âyetleri bir bütün olarak göz önüne alındığında cümleyi "tevbe ettikleri takdirde bağışlasın" şeklinde anlamak gerekecektir. [24]

 

26-27. Hendek Savaşı'nın ardından düşman çekilip gidince müslümanlara hıyanet eden, antlaşmayı bozarak onları arkadan vurma karan alan Benî Kurayza ya-hudileri, büyük bir korkuya kapıldılar, kalelerine çekilip korunma tedbirleri aldılar. Ancak hak ettikleri akıbete ne korku engel olabildi ne de muhkem kaleler, alınan çeşitli tedbirler. Kuşatma altında bir müddet kaldıktan sonra teslim oldular, anlaşma şartlan gereği ve yahudilerin isteği üzerine Tevrat hükümleri esas alındı, savaşçı erkekleri idama mahkûm edildi. Ancak rahmet Peygamber'İ (s.a.) bu hükmü uygulamadı, bir genel af çıkardı ve isteyenlerin yerlerinde kalarak, ürünü anlaşmaya göre paylaşmak üzere ziraî faaliyetlerine devam etmelerine imkân tanıdı. [25]

 

Meali

 

28. Ey Peygamber! Eşlerine şöyle de: "Dünya hayatını ve güzelliklerini istiyorsanız gelin size bir şeyler vereyim sonra da güzellikle sizi serbest bırakayım. 29. Yok eğer Allah'ı, Resulü'nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız şunu bilin ki Allah, içinizden iyiliği seçenlere büyük bir ödül hazırlamıştır." 30. Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa onun cezası ikiye katlanır, bu Allah için kolay bir şeydir. 31. Sizden kim de Allah'a ve Re-sulü'ne itaat eder, güzel şeyler yaparsa onun hak ettiği karşılığı iki kere veririz, ayrıca onun için değerli bir nasip de hazırladık. 32. Ey Peygamber hanımları! Siz kadınlarından herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah'a karşı çelmekten sakınıyorsanız sözü yumuşak bir eda île söylemeyin ki kalbinde olan kimse ümide kapılmasın. Güzel söz söyleyin. 33. Evlerinizde oturunuz ve daha önce Câhiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayınız, namazı güzelce kılınız, zekâtı veriniz, Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz. Ey peygamber ailesi! Allah'ın istediği, sizden kirliliği gidermek ve sizi tertemiz kılmaktan ibarettir. 34. Hanelerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti dilinizden dü-şürmeyiniz. Allah bütün incelikleri ve gizlilikleri bilir, her şeyden haberdardır. [26]

 

Tefsiri

 

28-29. Hz. Peygamber'in örnekliğinden söz edilince onun ailesinin nasıl olması gerektiğine dair bir açıklık getirilmesi de gerekli bulunmuştur. Eğitim, yönetim, denetim gibi işleri yüklenmiş kişilerin fert ve aile olarak örnek olmaları, söyledikleriyle yaptıklarının tutarlı bulunması birinci şarttır. Peygamber aleyhisselâm birçok yönden bozulmuş, gerilemiş, yaratılış amacından sapmış insanlara, ezelî mesajı bir daha hatırlatmak ve öncekilerin yaptığı ıslahatı, ahlâk eğitimini umam-famak üzere gönderilmiştir. Onun asıl amacı ve konumu aynı zamanda toplumuna lider olması sonucunu da getirmiştir. Bu sebeple muhatabı olan insanların gözü ona ve onun ailesine çevrilmiştir; her yaptıkları konuşulmakta, örnek alınmakta, duruma göre soru işaretleri oluşturmaktadır. Sayfanın bir yüzü böyle olmakla beraber öteki yüzü itibariyle Peygamber hanımları da birer insandır, kadındır; onların da diğer kadınlar gibi duygulan, arzulan, içinde bulundukları durum ve sosyal statü gereği beklentileri vardır. Hz. Peygamber, ümmetin eğitimi için gerekli görerek zühdü (dünya nimetlerinden asgari ölçüde yararlanma yolunu) seçtiğine göre eşleri de ya buna razı olacaklardı veya ondan ayrılıp dünyaya ait güzellikleri, nimetleri, lüksü ve refahı sağlayacak kimselerle beraber olacaklardı. Ayet, Peygamber eşlerini yol ayırımına getirmekte ve onlardan birini seçmelerini İstemektedir, tsteyemeyecekleri şey hem Peygamber eşleri olmak hem de dünya nimetlerinden diğer kadınlar gibi yararlanmak, ziynet ve refah içinde yaşamaktır.

Tefsircilere göre bu âyetin geliş sebebi, Hz. Peygamber'in eşlerinin ondan, lüks, ziynet kabilinden bazı şeyler istemek, birbirlerini kıskanmak suretiyle kendisini üzmeleri, bunun üzerine Hz. Peygamber'in bir ay onlara yaklaşmamak üzere yemin edip (îlâ) ayrı yaşamaya karar vermesidir. Ay dolunca, "eşlerine seçme hakkı verildiği" için bu mânada "tahyîr" adıyla anılan âyet nazil olmuştur. Ayet gelince Hz. Peygamber, o.gün nikâhı altında bulunan eşlerini toplamış ve kendilerine seçim imkânı tanımıştır (tahyîrde bulunmuştur). Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, genellikle tefsircîlerin kaydettikleri dokuz isimden oluşan listeye haklı olarak itiraz etmiş, tahyîr olayında buna muhatap olacak durumdaki eşlerin Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme ve Sevde'den ibaret olduğunu kaydetmiştir (III, 1524). Eşleri bu durum karşısında heyecanlanmış, Hz. Peygamber kendilerini boşamadığı için sevinç göz yaşlan dökerek "Allah ve Resulü'nü tercih ettiklerini" ifade etmişlerdir. [27]

 

30-31. Kurtubî'nin naklettiğine göre bazı tefsirciler, cezanın ikiye katlanmasını dünyada uygulanan hukukî ceza (had) olarak anlamış ve -Allah Peygamber'i ve ailesini böyle çirkinliklerden koruduğu için yapmaları ihtimali bulunmamakla beraber- faraza onlar ceza gerektiren iffetsizlik suçu işleseler cezalarının da iki kat olacağını söylemişlerdir (XIV, 170). Ancak meseleye âyetlerin bağlamından ve diğer karinelerden bakıldığında burada anlatılmak istenen şeyin, Hz. Peygamber'in eşlerinin meziyetleri, özellikleri ve örneklik vasıflan olduğu anlaşılmaktadır. Genellikle yetki-sorumluluk, nimet-külfet arasında bir denge vardır. Hz. Peygamber'in hanımları da büyük bir sorumluluk taşımakta, bu büyük ve eşsiz insanın eşi olmanın gerektirdiği büyük İmtihana tâbi bulunmaktadırlar. Başarıları, ödülleri, başarısızlıkları ve cezalan da bu statü ve sorumluluklarıyla mütenasip olacaktır. [28]

 

32-34. Peygamber hanımlarının taşıdıkları şeref ve nail olacakları mükâfat, Allah'ın lütfü yanında kendilerinin de önemli bir katkısına bağlanmıştır. Bu katkı ittikadır, yani kendilerine yakışmayan her türlü kötülük, çirkinlik ve günahtan sakınmalarıdır. Başkalarıyla konuşurken takınacakları tavra ve seslerinin tonuna, seçecekleri kelimelerin etkisine, gerektiren bir durum olmadıkça evlerinden dışarı çıkmamaya varıncaya kadar buna riayet etmelidirler ki kimse, kendilerine dil uzatmaya, haklarında kötü fikirler kurmaya cesaret edemesin. Onların sorumlulukları yalnızca kötü olanı yapmamak, yani kötü ve zararlı olmamak değil, ayrıca iyi, erdemli ve itaatli olmaktır; namazı kılmak, zekâtı vermek, Allah ve Resulü'nün rızâları doğrultusunda bir hayat sürmektir.

Bir zorunluluk bulunmadıkça evde oturmak, evden dışan çıkmamak bu âyetle Peygamber hanımlarına farz kılınmıştır. Şu var ki, âyetin nüzulünü takiben meydana gelen bazı olaylardan ve Resûlullah'm konuya ilişkin açıklamalarından. [29] bu emrin (farz) sınırlarının ve istisnalarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Hz. Âişe'nin, meşhur Cemel Vak'ası'nda, anlaşmazlığa düşen İki müslüman grubun arasım bulmak maksadıyla evinden çıkıp Basra'ya gitmesine sahabeden itiraz edenler olmuş; genellikle Hz. Ali taraftan olanlar da bunu, Hz. Âişe'nin aleyhinde olmak üzere kullanmışlardır. Onunla beraber hareket eden Talha ve Zübeyr gibi ashap ile onların çizgisinde olan Sünnî âlimler şu sörüsü savunurlar: Peveamber hanımlan nasıl hac etmek üzere çikabiliyorlarsa,ilâhî emir gereği  [30]çatışmak üzere olan iki müslüman gurubun arasını düzeltmek için de çıkabilirler. Hz. Âişe ve yanındakiler ictihad etmişler, bunun fayda vereceğini, bu bakımdan çıkmayı caiz kılan sebeplerden birinin gerçekleştiğini düşünmüşler, buna göre hareket etmişlerdir.

33. âyetin "daha önce Câhiliye dönemi" diye tercüme edilen kısmını, İslâm'dan önceki dönem olarak anlıyoruz. Hz. Âdem sonrasından başlayarak başka dönemler olarak yorumlayanlar da olmuştur,

Allah'ın bereketli ve temiz kıldığı, Hz. Peygamber sebebiyle bir mânada kut-sallaşmış bulunan, her salavat okuduğumuzda kendilerine de gönderme yaptığımız Peygamber ailesi (Eht-i beyt) kimlerden oluşmaktadır? En azından buradaki Ehli beyt'e Hz. Peygamber'in eşlerinin de dahil bulunduğunda şüphe yoktur, hatta daha da İleri giderek burada yalnız eşlerinin kastedildiğini söylemek de mümkündür. Başka münasebetlerle Peygamber aleyhisselâm, Ehl-i beyt'ini zikrederken Hz. Fâ-tıma, Ali, Hasan ve Hüseyin'in isimlerini anmış, hatta bir defasında bunları abasının altına alarak (âl-i abâ) onlar için hayır duada bulunmuştur. [31]

"... Dilinizden düşülmeyiniz" şeklindeki tercüme, Peygamber eşlerinin Kur'an âyetlerini, Hz. Peygamber'in bu âyetleri açıklama mahiyetindeki konuşmalarını ve davranışlarını devamlı göz önünde tutmaları, hayatlarını buna göre düzenlemeleri mânasına geldiği gibi, "başkalarına söyleyiniz, ulaştırınız" anlamını da içermektedir. Bu ikinci mânadan hareket eden yorumcular dürüst tek râvinin, kadın olsun erkek olsun rivayetinin kabul edilmesi gerektiği sonucuna varmışlardır. [32]

 

Meali

 

35. Müslüman erkekler, müslüman kadınlar; mümin erkekler, mümin kadınlar; ibadet ve itaat eden erkekler, ibadet ve itaat eden kadınlar; özü sözü doğru erkekler, özü sözü doğru kadınlar; sabreden erkekler, sabreden kadınlar: sonlunu ibadete vermiş erkekler, gönlünü ibadete vermiş kadınlar; yardım yapan erkekler, yardım yapan kadınlar; oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar; iffetlerini koruyan erkekler, iffetlerini koruyan kadınlar; Allah'ı çokça anan erkekler, çokça anan kadınlar; işte bunlar için Allah büyük bir ödül hazırlamıştır. [33]

 

Tefsiri

 

35. Bu âyette iki nokta dikkat çekicidir: 1. İbadet, iyilik ve erdem sahibi olmak, bunlar sayesinde kulluk imtihanını kazanmak, yüksek manevî dereceler ve ödüller elde etmek, hâsılı kâmil insan olmak bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur; her İki cins kemal için fırsat eşitliğine sahiptirler. 2. Allah'ın ve Re-sulü'nün rızâsına ermek, âhirette eşi benzeri görülmemiş nimetler elde etmek için Peygamber eşi veya Ehl-i beyt olmak şart değildir. Onların özel bir yerleri bulunmakla beraber bütün müminlerin önünde ilâhî lütuf ve nimet kapıları açıktır; yeter ki insanlar, 35. âyette sıralanan iman, İbadet ve ahlâk kemaline sahip olmak İçin gayret etsinler. [34]

 

Meali

 

36, Bir mümin erkek veya bir mümin kadının, Allah ve Resulü bir emir ve hüküm verdiklerinde artık onların, işlerinde başkasını seçme haklan olamaz. Allah'ın ve Resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır. 37. Bîr zaman, Allah'ın kendisine lütufta bulunduğu, senin de lütufkâr davrandığın kisive "Esinle evlilik bağını koru, Allah'tan kork" demistin. Bunu derken Allah'ın ileride açıklayacağı bir şeyi içinde saklıyordun, kendisinden çekinme hususunda Allah'ın önceliği bulunduğu halde sen halktan çekmiyordun. Zeyd onunla beraber olduktan sonra, müminlere evlâtlıklarının -kendileriyle beraber olup ayrıldıkları- eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik. Allah'ın emri elbet yerine getirilecektir. 38-39. Allah'ın hükmü değişmez kaderdir. Allah'ın, kendisi için takdir ve emrettiği bir şeyi yerine getirme hususunda Peygamber için bir sıkıntı ve sakınca olamaz. Daha önce gelip geçen, Allah'ın vahyini insanlara ulaştıran, O'ndan çekinen, Allah'tan başka hiçbir kimseden çekinmeyen peygamberler hakkında da Allah'ın kanunu böyledir. Hesap sorucu olarak Allah kâfidir. 40. Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, fakat o Allah'ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilmektedir. [35]

 

Tefsiri

 

36. Tefsirciler bu âyetin iniş sebebi olarak Hz. Peygamber'in, Zeyd b. Harise ile Zeyneb bint Cahş'ı evlendirmesini zikretmektedirler. İslâm'ın getirdiği yenilikler içinden kölelik, soyluluk ve evlâtlıkla ilgili olanlar da vardı. Kölelik yaygındı, köleye mal gibi muamele ediliyordu, kurtuluş imkânı da sınırlı idi. Araplar soy bağına önem veriyorlar, insanları şahsî marifet ve erdemlerinden ziyade, geldiği soya göre sınıflandırıp değerlendiriyorlardı. Evlâtlık edindikleri çocukları da kendi çocukları gibi tutuyorlardı. Allah Teâla bu üç âdeti ve uygulamayı fiilî örneklerle de pekiştirerek ortadan kaldırmayı murat etti. Önce Hz. Peygamber, halasının kızı olan Zeyneb ile azatlı kölesi Zeyd'i evlendirdi. Zeyd Zeyneb'i boşadık-tan sonra da Allah Teâlâ Hz. Peygamber'İn Zeyneb ile evlenmesini istedi. Birinci evlilik, bir azatlı köle İle bir soylu kadının evlenmesi idi, ikinci evlilik ise bir evlâtlığın boşadığı kadın ile boşayanın babalığının evlenmesiydi. Böylece insanın değerinin ve evlenmede denkliğin soya sopa göre değil, kişilerin şahsî faziletlerine göre olması gerektiği, Câhiliye'deki şekli ve mahiyeti ile evlâtlık uygulamasının kaldırıldığı, hukuk ve mahremiyet bakımından evlâtlığın, öz evlât gibi olamayacağı Peygamber ve yakınlarının içinde bulunduğu uygulama örnekleriyle tescil edilmiş oluyordu.

Allah ve Resulü bir şeyi emrettiklerinde, başka bir ifade ile Kur'an'dan ve Sünnet'ten, bir şeyi yapmanın veya yapmamanın gerekli olduğu hükmü anlaşıldıktan sonra artık müminlerin önündeki tek seçenek budur; bunu bırakıp başka bir emri, isteği, arzuyu yerine getiremezler. Nitekim Hz. Peygamber âzath köle Zeyd için Zeyneb'e dünür gittiğinde önce Zeyneb ve onun erkek kardeşi kendi soyluluklannı ve Zeyd'in daha dün bir köle olduğunu ileri sürerek buna razı olmadılar. Fakat açıklamakta olduğumuz âyet gelince "Dilediğini yap" diyerek Hz. Peygam-ber'in emrine boyun eğdiler. [36]

 

37. Bazı tefsir kitaplarında Hz. Peygamber'in Zeyneb'le evlenmesi konusunda birçok akla hayale gelmez rivayetler nakledilmiştir. Bunlara göre güya Peygamber aleyhisselâm bir gün, açık kapıdan Zeyneb'İ görmüş, onun güzelliğine vurulmuş ve "Ey gönüller elinde olan, onları evirip çeviren rabbim! Sen her noksandan uzaksın!" demiş, Zeyneb bu sözü duyup kocasına haber vermiş, kocası Zeyd bu sözden, onun Zeyneb'i beğendiği ve kendisiyle evlenmek istediği sonucunu çıkarmış, kendisine gelerek Zeyneb'i boşamak istediğini söylemiş, Hz. Peygamber bunu kabul etmemiş, fakat Zeyd onu dinlemeyip kansını boşadıktan sonra onunla evlenmiş.. [37]İbn Kesîr ve İbnü'l-Arabî bu rivayetleri hatırlattıktan sonra çok önemli tenkitler yapmışlar, sened ve metin yönlerinden bu rivayetlerin sahih olmasının mümkün olmadığını belirtmişler, günümüz ilim yolcuları için de geçerli bulunan uyarılarda bulunmuşlardır. [38] Kur'an metnine, sahih rivayetlere ve genel ilkelere göre tespit edildiğinde olayın gerçek öyküsü şöyledir: Zeyneb Hz. Peygamber'le evlenmeyi arzu ediyordu, mehir bile istemeksizin onun eşi olmayı teklif etmişti. Yakın akraba oldukları için örtünme emri gelmeden önce Peygamberimiz Zeyneb'i sık sık görüyor ve her yönüyle tanıyordu, çekici bir kadın olmasına rağmen bu teklifi kabul etmedi. Aradan zaman geçmiş, yukarıda sözü edilen sosyal değişimin perçinlenmesine sıra gelmişti. Bu uygulama için uygun bir örnek olarak Zeyneb, pek de istekli olmamakla beraber, Resûlullah'ın tebliğ ettiği emre uydu, köle olarak Hz. Peygamber'e verildiği halde onun ve Allah'ın müstesna lütuflanna mazhar olan Zeyd ile evlendi. Bu evlilik bir yıldan biraz fazla sürdü. Sosyal değerler ve örfe dayalı duygular kısa zamanda değişmediği için Zeyneb kocasını küçük görüyor, ona karşı sert ve kırıcı davranıyordu. Zeyd'İn de kafasından onu boşamak geçiyor, fakat kendilerini Peygamber evlendirdiği için bunu yapamıyordu. Bu esnada Allah Teâlâ Peygamberi'ne, Zeyneb'in boşanacağını ve kendisinin eşi olacağını bildirmişti. Çok geçmeden Zeyd, boşama niyetini açmak üzere Hz. Peygamber'e geldi, Zeyneb'den şikâyette bulundu, boşamak istediğim açıkladı. Hz. Peygamber, özel bilgisine göre değil, genel, objektif hukuk ve ahlâk kurallarına göre davranarak, bu arada halkın, özellikle münafıkların, "evlâtlığın boşadığı eş ile evlenme" konusunu kötüye kullanıp dedikodu yapmalarından da çekinerek Zeyd'e, eşini bo-samamasını tavsive etti. Buna raemen Zevd esini boşadı. Dul kalan Zevneb. önemli bir inkılâbın yerleşmesinde fedakârca rol aldığı için ödüllendirilmeyi hak etmişti. Allah ona dünyada bu ödülü, Peygamber eşi olma şerefine nâü kılarak vermeyi murad etti. Muradını Peygamber'ine bildirdi, o da emri yerine getirdi.

Mealinde geçen "saklama" ve "çekinme"nin mâkul açıklamaları vardır. İleride Zeyneb'in boşanacağı ve Hz. Peygamber'in eşi olacağı bilgisi, Allah'ın ona verdiği bir sırdı, nasıl olsa zamanı gelince açıklanacaktı. Bu sun önceden açıklamasının birçok sakıncası da vardı. Bu sebeple "Allah'ın ileride açıklayacağı bir şeyi gizliyordun" cümlesi bir kınama değil vakıanın ifadesidir. "Kendisinden çekinme hususunda Allah'ın önceliği bulunduğu halde sen halktan çekiniyordun" cümlesi de iki mânaya gelebilir: 1. "Sen Allah'tan çok halktan çekmiyorsun"; 2. "Kendisinden çekinilecek olan Allah'tır; O evlenmeni emrettiğine göre halk istediğini söylesin, onlardan çekinmene gerek yoktur." Birinci mâna Hz. Peygamber İçin söz konusu olamaz; çünkü o bütün yapıp ettikleriyle yalnız Allah'tan korktuğunu ve O'na itaat ettiğini ispat etmiştir. İslâm'a inansın inanmasın hiçbir kimse onun, halkı memnun etmek için Hakk'ın emrine aykırı davrandığını söyleyemez. Geriye muteber ve tutarlı mâna olarak ikincisi kalmaktadır. Zaten sûrenin başında, hem Hz. Peygamber hem de müminler, münafıkların yapacakları dedikodular ve çevirecekleri dolaplar karşısında uyarılmışlar, bunlara hazırlanmışlardı, Yukarıdaki cümle de aynı mahiyette bir uyan hatta teselliden İbarettir. [39]

 

40. "Bir kimseyi evlât edinmekle onun babası olunmaz" kuralı yerleştirildikten ve eski evlâtlığının boşadığı kadınla Peygamberin evlenmesi de sağlandıktan sonra bu kural, Hz. Peygamber'İn adı anılarak bir daha hatırlatılmakta; münafıkların, Câhilİye âdet ve duygularını canlandırma teşebbüslerine set çekilmektedir. [40]

 

Meali

 

41. Ey iman edenler! Allah'ı çok çok anın. 42. Sabah akşam O'nun yücelik ve eşsizliğini dile getirin. 43. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için O size rahmetiyle lütuflarda bulunuyor, melekleri de dua ediyor. O, müminlere karşı çok merhametlidir. 44. Kendisine kavuştuktan gün onları esenlik dileyerek selâmlayacaktır ve onlar için değerli bir ödül hazırlamıştır. [41]

 

Tefsiri

 

41-42. Öncelikle "anma"nın korusu ve şekli sınırlanmadan çok olması teşvik edilmiş, sonra, muhtemelen namazlar kastedilerek tenzih şeklindeki anmaya yönlendirme yapılmıştır. Allah'ı dil ve gönülle anmak, O'nu düşünmek ve bilincinde tutmak kulluğun vazgeçilmez enerjisini, hayat damarını teşkil etmektedir. [42]

 

43 .Allah kullarına inanmama ve günah işleme Özgürlüğü vermiş olmakla beraber hoşnut olduğu davranış imandır ve sâlih ameldir. Kullar kendi kabiliyetleriyle O'nun hoşnut olduğu hayat tarzını gerçekleştirmekte zorluğa düşmesinler diye peygamberler göndermiş, vahiy yoluyla bilgiler vermiş, doğru yola ışık tutmuştur. İman ve sâlih amel ışıktır, nurdur; inançsızlık ve ibadetsizlik ise karanlıktır, bunalımdır. [43]

 

44. Allah'ın kullarını selâmlaması onlar için eşsiz bir lütuftur, mutluluk vesilesidir. Bu selâm, bütün nimetlerin sahibi ve kaynağı olan rabbin, selâmın mâna ve içeriğini kullarına lütfetmesi, onlar için bunu en kâmil bir şekilde ve ebedî olarak gerçekleştirmesi olmalıdır. [44]

 

Meali

 

45-46. Ey Peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyana, izniyle Allah'a çağı-rıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik. 47. Kendileri için Allah'ın büyük bir lütfunun bulunduğunu müminlere müjdele! 48. İnkarcılara ve iki yüzlülere kulak asma, onların sana verdikleri eziyete aldırma. Allah'a dayan ve güven, güvenmek için Allah yeter. 49. Ey iman edenler! Mümin kadınlarla evlenme akdi yapıp da sonra, birleşmeden onları boyadığınızda onlar üzerinde, hesaplayıp bekleteceğiniz bir iddet hakkınız yoktur. Onları bir şeyler vererek memnun ediniz ve güzellikle boşaymız. 50. Ey Peygamber! Mehir-lerini verdiğin eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak verip de elinin sahip olduğu kadınları, seninle birlikte hicret eden amca kızlarım, hala kızlarını, dayi kızlarını, teyze kızlarını, kendini Peygamber'e mehirsiz olarak bağışlar da peygamber de onunla evlenmek isterse böyle bir mümin kadını -bu sonuncusu diğer müminlere değil, zâtına mahsus olmak üzere- sana helâl kıldık. Müminlere eşleri ve sahip oldukları kadınları hakkında hangi kuralları geçerli kıldığımızı biliyoruz. Sana mahsus olanı güçlük çekmeyesin diye meşru kıldık. Allah çok bağışlayıcı, pek esirgeyicidir. 51. Onlardan dilediğinin beraberliğini erteler, dilediğini yanına alırsın. Uzaklaştırdıklarından birini tekrar istemende senin için bir sakınca yoktur. Bu hüküm onların mutlu olmaları, üzühnemeleri ve hepsinin senin verdiğine razı olmaları için en uygun olanıdır. Allah gönüüerinizdekini bilir, Allah ilim ve hilhn sahibidir. 52. Bundan sonra sana kadınlar helâl olmaz; mülkiyetin altında bulunanlar dışında kadınlarını, güzellikleri hoşuna gitse bile başka eşlerle değiştirmen de helâl olmaz. Allah her şeyi görüp gözetmektedir. 53. Ey iman edenler! Peygamber'in evine size yemek için izin verilmediği vakit asla girmeyiniz, fakat yemeğe çağırıldığınızda -erkenden gidip hazırlanmasını beklemeksizin- giriniz, yemeğinizi yiyince hemen dağdınız, söze dalıp oturmayınız; bu davranışınız Peygamber'i rahatsız ediyor, size söylemeye utanıyor, oysa Allah hak olanı açıklamaktan çekinmez. Peygamber hanımlarından bir şey istediğinizde, onlar perde arkasında iken isteyiniz; bu sizin kalplerinizin de onların kalplerinin de temiz kalması için en uygunudur. Resûlullah'ı üzmeye hakkınız yoktur, kendisinden sonra ebedî olarak eşlerini de nikâhlayamazsınız. Sizin bunu yapmanız Allah katında büyük bir günahtır. 54. Siz bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de şurası muhakkak ki Allah her şeyi bilmektedir. 55. Peygamber hanımlarına babaları, oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınları ve sahip bulundukları hizmetçileri hakkında (perdesiz görüşmede) bir günah yoktur. Allah'a itaatsizlikten sakınınız. Kuşkusuz Allah her şeye tanıktır. 56. Allah ve melekler Peygamber'e salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyunuz. 57. Allah'ı ve Resulü'nü incitenleri Allah, dünyada ve âhirette lanetlemiş ve onlar için alçaltıcı bir ceza hazırlamıştır. 58. Hak etmedikleri halde mümin erkek ve mümin kadınları incitenler apaçık bir bühtan ve günah yüklenmiş olmaktadırlar. [45]

 

Tefsiri

 

45-46. Buradan itibaren on iki âyette, Hz. Peygamber'in maddî ve manevî özellikleri, Allah katındaki değeri, bir fâninin altından kalkamayacağı kadar ağır yükü ve kutsal görevi sebebiyle Allah tarafından kendisine lütfedilen istisnaî (kendine özgü) inayetler, hüküm ve kurallar açıklanmaktadır. Resûlullah'ın üstün nitelikleri, görev ve işlevinden kaynaklanan güzel isimleri burada sayılanlardan ibaret değildir. Ebû Bekir İbnü'l-Arabi'nin tespitine göre bunların sayısı altmış yediyi bulmaktadır (III, 1546). Ona özgü hükümler de bu âyetler kümesinde geçenlerden ibaret değildir. Yine aynı âlimin tespitine göre bunların da sayısı otuz beştir (III, 1561-1563).

Allah kullarına peygamber gönderip inanç, amel, ahlâk konularında ne istediğini açıklamadıkça onları sorumlu tutmuyor, birçok âyette "Bilmiyorduk, bilemezdik demeyesiniz diye size peygamberler gönderdim" diyor [46]Bütün bunlara rağmen âhirette "uyanlmadiğı, bilgi verilmediği yolunda" mazeret ileri sürecek olanlara da Allah Teâlâ peygamberleri ve hepsine birden son peygamberini tanık gösteriyor. Hz. Peygamber'in bu niteliği, onun rabbİ rtezdİn-deki değerini gösterir. Çünkü şahitler önce tezkiye edilir, onları tanıyan erdemli kişiler tarafından tanık olabilecekleri ifade edilir. Hz. Peygamber'i tezkiye eden ise bizzat Allah'tır.

Hz. Peygamber hem Kur'an âyetlerini tebliğ etmekle hem de bunları açıklayan, canlandıran İfadeleriyle yeteri kadar müjdeci ve uyarıcı olmuştur. Onun tebliği ve açıklamaları itaat edenler için ebedî mutlulukların müjdesi, inkâr ve isyan edenler için ise felâketlerin haberidir.

Peygamber efendimiz insanları Allah'a çağırmaktadır; yani O'na iman, ibadet ve itaat etmeye davet etmektedir. Burada dikkat çeken bir kayıt, Peygamber'in bunu Allah'ın izniyle yapmakta olduğudur. Allah bir kuluna insanları kendine çağırma izni, yani bilgisi ve yetkisi vermedikçe kimse bu vazifeyi üstlenemez. Bu konuda ümmete düşen görev, Hz. Peygamber'den öğrendiği şekilde insanları Allah'a çağırmaktır. Öğrenmenin yolu İse her mümine açık olan din ilmini tahsil etmektir. Aslı Kur'an'da ve sahih hadislerde bulunan ve tahsille elde edilen din ilmine uymayan bilgi, sezgi, keşif vb. bilgi yollan, insanları Allah'a çağırmak için yeterli ve geçerli değildir.

Beşer bilgisi Allah, varlık, başlangıç ve son, ruh, âhiret, iman, ibadetler, helâller ve haramlar gibi konularda yetersizdir. Bu konularda aydınlığa kavuşmanın, doğru bilgi sahibi olmanın geçerli yolu vahiydir, Peygamber'i dinlemektir. Şu halde Peygamber bir ışıktır, insanoğlunun en önemli bilinemezlerine Allah'ın lütfü ve izniyle onun tuttuğu ışık ortalığı aydınlatmaktadır. [47]

 

47-48. Müminler çektikleri bunca eziyete karşı bu dünyada Allah'ın rahmeti olan bir Peygamber'i tanıdıkları ve

onunla beraber yaşama lütfuna erdikleri, âhirette ise birçok akla hayale gelmez nimete nail olacakları için rahat ve mutlu olmalıdırlar. Resûlullah da Allah'a dayandığı, güvendiği; başına gelenler, kâfirlerin ve münafıkların isteklerini değil, O'nun emrini yerine getirmek için çııpınırken geldiği için acılara katlanmalı, felâketlere dayanmalıdır; çünkü dayanıp güvenmeye Allah'tan ziyade lâyık olan hiçbir varlık yoktur. [48]

 

49. Hz. Peygamber'in bazı güzel nitelikleri zikredildikten sonra ona özgü hükümlere geçilirken, diğer müminlere ait hükümlerin değişmediğini anlatmak üzere bir açıklama yapılmaktadır. Buna göre bir mümin, evlenme akdi yapıp da cinsel temasta bulunmadan veya buna imkan verecek şekil ve süre İçinde baş başa kalmadan (halvet-i sahıha) önce karısını boşarsa, kadının hamile kalması ihtimali bulunmadığından İddct beklemesi de gerekmemektedir. Boşamadan hemen sonra dilerse bir başka erkekle evlenmesi mümkündür. Onu "güzelce bırakmak"tan maksat boşarken ve fiilen ayrılırken İncitmemektir, mehir belirlenmiş İse bunun yarısını ödemektir, bazı yorumculara göre buna ek olarak da gönlünü almak üzere bazı hediyeler vermektir. [49]

 

50. Hz. Peygamber'in hiç olmazsa aile hayatında rahat olabilmesi, birden fazla eşiyle yaşarken sıkıntıya düşmemesi için kendisine özgü olmak üzere bahşedilen ruhsatlar, kolaylıklar bu âyetten itibaren bazı açıklamalarla birlikte şöyle sıralanmıştır: Dörtten fazla olan eşlerle evlenmesinin helâl olması, isteyen kadınlarla mehirsiz evlenmesinin caiz olması, kadınlarının yanlarında kalma sürelerini eşit tutma (buna fıkıh kitaplarında, paylaştırma mânasında kasm denilmektedir) mecburiyetinin bulunmaması, bu âyetler geldiğinde evli bulunduğu kadınlardan başka kadınla evlenmesinin ve bunlardan birini boşayarak yerine bir başka kadını almasının caiz olmaması, vefat ettiğinde veya boşadığmda eşleriyle başkalarının evlenmesinin caiz olmaması ve eşlerinin bundan sonra yabancılara karşı daima perde arkasında bulunmaları.

Birçok kadın, peygamber eşi olabilmek için mehirsiz olarak onunla evlenmek istemişlerdir (âyetin ifadesiyle kadınlar kendilerini ona bağışlamışlardır). Bu şartla evlenmesi âyete göre caiz olduğu halde kendisinin bu ruhsatı kullandığına dair örnek yoktur. [50]  Ayrıca kendisi, yirmi beş yaşında iken kırk yaşında dul bir hanımla evlenmiş, onunla yirmi beş yıl mutlu bir hayat yaşamış, çocuk sahibi olmuş, Hz. Hatice vefat edinceye kadar da başka bir hanımla evlenmemiştir. Şu halde daha sonra, on yıl gibi kısa bir zaman içinde birçok eşle evlenmesinin cinsel arzuyla izah edilemeyecek sebepleri ve hikmetleri olmalıdır. Fedakârlık eden bazı hanımların ödüllendirilmesi, evlilik yoluyla akrabalık (sıhriyet) bağı kurarak bazı fertleri ve grupları kazanmak, onlarla yakınlık ve dostluk oluşturmak ve bu suretle İslâm'a karşı olan cepheyi zayıflatmak, özel hayatı ve aile ilişkileri başta olmak üzere ümmetin bilmesini istediği hususların eksiksiz zaptedilip başkalarına anlatılmasını, bu amaçla toplumun Peygamber hanımlarının bilgilerinden yararlanmalarını sağlamak bunlardan bazılarıdır. Hanımların da onunla evlenmek istemelerinde birinci saik, peygamber hanımı olarak yaşama ve Ölme şerefine nail olmaktır. Bu sebepledir ki, kendilerini, dünya nimetleri ile Peygamber'den birini seçmede serbest bıraktığında eşlerinin tamamı onu ve Allah nzâsını seçmişlerdir. [51]

 

51-52. "Onlardan dilediğinin beraberliğini erteler, dilediğini yanına alırsın" İfadesinden maksat, çeşitli yorumlar arasından bizim tercih ettiğimize göre, beraber kalma süresinin eşit olması mecburiyetinin (kasm) kaldırılmasıdır. Bu izne rağmen Hz. Peygamber, eşlerini incitmemek için eşitliğe riayet etmiştir. [52] Eşleri de ona olan saygı ve sevgileri sebebiyle, boşayabileceğini ima ettiğinde dünyaları yıkılmış, yanlarında eşit kalmaya riayet etmese de, dünya nimet ve ziynetlerinden kendilerini mahrum etse de onun eşi olmayı tercih etmişler, buna razı ve bununla mutlu olmuşlardır. [53]

 

53-55. Hicâb (perde, örtü) âyeti diye anılan 53. âyet ile onu takip eden iki âyetin gelmesine sebep olarak iki olay nakledilmektedir. Bunlardan birincisine göre Hz. Peygamber'in kayınpederi de olan Hz. Ömer, "Evinize iyiler de kötüler de girip çıkıyor, eşlerine perde arkasında olmalarını söyleseniz!" deyip duruyordu, sonunda hicâb âyeti nazil oldu. En detaylı bir şekilde olayın şahidi Enes b. Mâlik tarafından anlatılan ikinci olay, Hz. Peygamber'in Zeyneb ile evlendiği günün akşamında verdiği düğün yemeği ile ilgilidir. Yemek yendikten sonra davetliler kendi aralarında sohbete dalmışlar, yeni evlileri bir türlü baş başa bırakmamışlardı. Hz. Peygamber birkaç kere dışarı çıkıp girerek rahatsız olduğunu bildirmek istediyse de fayda vermedi, bilhassa sona kalan üç kişi oldukça geç vakitte kalkıp gittiler, Resûlullah tam yatak odasına girmek üzere idi ki bu âyet vahyedildi. [54]

Ayette, kuşkusuz beşerî ilişkiler ve muaşeret kuralları bakımından diğer müslümanlar için de aydınlatıcı olan şu hükümlere yer verilmiştir:

a) Hz. Peygamber'in evine, davet edilmeden yemek maksadıyla girmek yasaklanmıştır.

b)Yemeğe gelenlerin erken gelip yemeğin hazırlanmasını evin içinde bekleyerek hâne halkını rahatsız etmemeleri istenmiştir.

c\ Yemek vendikten sonra davetlilerin kendi aralarında sohbete dalıp evde gereğinden fazla kalmaları menedilmiştİr. Burada Hz. Peygamber'in rahatsız bile olsa bunu sineye çekerek insanları incitmekten geri durduğuna; yani onun güzel ahlâkına, utanıp çekinen kişiliğine, nezaket ve zarafetine de dikkat çekilmiştir.

d) Peygamber eşlerinin her türlü şaibeden, münafıklarla kendini bilmezlerin dedikodu malzemesi olmaktan uzak kalmalarını sağlamak maksadıyla bundan böyle yabancılarla hep perde arkasından görüşüp konuşmaları emredilmiştir.

e) Hz. Peygamber'i üzmek ve kendisinin bırakmasından veya vefatından sonra eşleriyle evlenmek müminlere haram kılınmıştır. 57-58. âyetlerde Resûlullah'ı üzme yasağına müminleri üzmek de eklenmiş, bunları üzenin Allah'ı üzmüş olacaklarına işaret edilmiş ve üzenleri bekleyen korkunç akıbet haber verilmiştir. [55]

 

56. Türkçe'de genellikle çoğul şekliyle salavat olarak kullanılan Salât kelimesinin kök mânası "ateşe tutmak, kizartmak"tır. İnsan kendini ya Allah'a yöneltir, O'na arzeder, O'nun şuurunda olarak yaşar veya O'ndan yüz çevirir, bu takdirde kendini ateşe tutmuş, ateşin üstüne koymuş olur. Bu kök mânadan hareketle bir dinî terim olarak kulların "salât"ı iki mâna ifade etmektedir: 1. Genel olarak dua. Çünkü dua, kulun özünü ve gönlünü Allah'a yöneltmesidir. 2. Özel olarak namaz ibadeti. Çünkü bu ibadet, kendini Allah'a vermenin, O'nun huzuruna sunmanın en güzel aracıdır, en uygun şeklidir. Müminlerin Peygamber'e salâtı, ona dua etmeleri, onu övgü ve hayırla anmalarıdır. Kendisine, "Selâmın nasıl verileceğini bildik, sana salât nasıl olacak?" diye sorulduğunda, Resûlullah namazların oturuşlarında okuduğumuz "salavât-ı şerife"yi öğretmiş, "Bana böyle salât edersiniz" demiştir. [56]Sahih kaynaklarda meleklerin salâtı da dua, övgü ve tebrik olarak açıklanmıştır. [57]  Allah'ın bir kuluna salâtı şüphe yok ki büyük bir iltifat, şeref, lütuf ve rahmetti. Ancak bunun mahiyet ve keyfiyetini bilmek mümkün değildir. Kaynaklarda bu açıdan salât, "rahmet ve övgü" şeklinde tanımlanmıştır.

43. âyette Allah'ın müminlere rahmetiyle lütuflarda bulunduğu, meleklerin de onlara dua ettikleri salât kelimesiyle zikredilmiş, hemen arkasından da bu salâ-tın doğurduğu sonuç açıklanmıştır: İnsanı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak. Şu halde Allah'ın salâtı yalnızca Övgü ve rahmetle sınırlı değildir, ona mazhar olanların gözlerini ve gönüllerini hakikate açan bir tecellidir.

"Siz de ona salât ve selâm okuyunuz" emri bağlayıcıdır, emrin yerine getirilmesi gereklidir. Ancak bunun zamanı, mekânı ve sayısı konusunda açıklama yapılmadığı için fıkıhçılar farklı yorumlar yapmışlardır. Ömürde bîr defa Peygamber'e salavat okumanın ve selâm vermenin farz olduğunda ittifak vardır. Onun adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın nıüstehab (dince tavsiye edilmiş bir davranış) olduğu da ifade edilmiştir[58] İbn Âşûr yaptığı araştırma sonunda sahabenin, Hz. Peygamber'in ismi her anıldığında veya yazıldığında salavatı da okuyup yazdıklarına dair bir bilgi bulamadığını kaydetmektedir. Onun tespitine göre sahabe, her ismi geçtiğinde değil onun bazı fiil ve niteliklerini konuştuklarında bunu yapmışlardır. Kitapların başlangıcında salavata yer verme (salvele) âdeti Hârûnürre-şîd zamanında hicrî 181 yılında başlamıştır. İsminin her geçtiği yerde salavatı okumak ve yazmak ise daha sonra, muhtemelen hicrî IV. asırda hadisçiler tarafından âdet haline getirilmiştir (s.100-101). Ehl-i sünnet'in ilk temsilcileri salavatın Hz. Peygamber'e, kişinin gıyabında selâm vermenin ona ve diğer peygamberlere mahsus olmasını, yüz yüze selâmın bütün müminlere verileceğini bir edep olarak kabul etmişlerdir. [59]

 

Meali

 

59, Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine bürünsünler. Bu tanınıp rahatsız edilmemeleri için en uygun olanıdır. Allah ziyadesiyle bağışlamakta ve çok esirgemektedir. [60]

 

Tefsiri

 

59. İffeti koruma amacıyla güzelliklerin kapatılması mânasında örtünme emri daha önce Nur sûresinin ilgili âyetlerinde geçmişti. Burada ise eza ve tacizlerin engellenmesi gayesiyle dışan çıkarken kadınların dış giysi kullanmaları istenmektedir. Hemen bütün tefsirlerin tarihe dayanarak verdiği ortak bilgiye göre Medine evleri dar ve tuvaletsiz idi. Kadınlar ihtiyaçlarını gidermek İçin geceleri evlerinden çıkar, biraz uzaklaşarak ihtiyaçlarını giderir ve dönerlerdi. Bu durumu fırsat bilen bazı münafıklar ve kendini bilmezler uygun yerlerde durur, kadınlara söz ve elle tacizde bulunurlar, yakalandıkları zaman da "Biz onları câriye sandık" derlerdi. Bu mazereti ortadan kaldırmak üzere hür kadınların, dışarı çıkarken, cilbâb ismi verilen dış giysilerine bürünmeleri emredildi. Hz. Ömer, hür kadınları cariyelerden ayırarak asayişi korumak maksadıyla cariyelerin cilbâb kullanmalarını yasaklamıştı, daha sonraki dönemlerde bu yasak kalktı.

el-isfahânf nin el-Müfredafmâa. ("clb" md.) cilbâb, "baş örtüsü ve entari" olarak açıklanmıştır. Başka kaynaklarda "hımâr" denilen baş örtüsünden büyük, vücudun üst kısmına giyilen ridâdan küçük dış örtü olarak tanımlanmıştır. Kelimeye çarşaf mânası verenler de olmuştur. Bu mânanın sözlükte dayanağı bulunmakla beraber cilbâb kelimesine yalnızca çarşaf demenin ilmî dayanağı yoktur.

Konumuz olan Ahzâb sûresinden sonra inen Nûr süresindeki örtünme devamlı ve iffeti korumaya yönelik bir farzdır. Burada emredilen cilbâb giyme ise asayişi korumayı ve tacizi önlemeyi hedefleyen bir geçici tedbirdir. Toplum içinde câriye kalmayınca veya hür-câriye farkını ortaya koyacak başka bir işaret bulunduğunda yahut da tacizi engelleyecek farklı tedbirler alma imkânı hâsıl olunca dışarı çıkarken, usulüne göre tesettür (kapanması gereken yerlerin örtülmesi) yapıldıktan sonra ayrıca bir de, hür kadın alâmeti olarak cilbâb vb. elbiseler giymek gerekli olmaktan çıkmıştır. Genellikle tefsircilerin, "evlerde oturma, zaruret bulunmadıkça dışan çıkmama" emri Peygamber hanımlarına mahsus olduğu halde diğer hanından da bu hüküm çerçevesine almaya çalışmalarını ve dışan çıkarken -tesettüre ek olarak- bîr dış giysiye büriinmeyi devamlı bir farz haline getirmelerini, haklı bir dinî ve ahlâkî gerekçeden çok içinde yaşadıkları çağın ve toplumun âdet ve değerlerine, bir de erkeklerin aşın kıskançlığına bağlamak gerekmektedir. [61]

 

Meali

 

60-61. Münafıklar, kalplerinde çürüklük bulunanlar ve Medine'de asılsız haber yayanlar yaptıklarına son vermezlerse seni onların üzerine sevkedece-ğiz; o zaman seninle beraber orada fazla oturamayacaklar, Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış olarak nerede bulunsalar yakalanıp öldürülecekler. 62. Bu Allah'ın, daha önce gelip geçenler hakkında koyduğu kanundur; Allah'ın kanununda asla bir değişme bulamayacaksın. [62]

 

Tefsiri

 

60-62. İslâm dini, farklı inanç sahipleriyle birlikte yaşamayı reddetmiyor. Farklı inanan ve yaşayanlar yapılan sözleşmeye ve ülkenin kanunlarına, kurallarına riayet ettikleri sürece genel kural olarak müslümanlann hak ve özgürlüklerinden yararlanarak yaşarlar ve gelişirler. Müslüman olmayan tebaa sözleşmeyi bozar, mü si umanlara karsı düşmanlarla is hirli&i vanar veva ülkenin kanunlarına, genel ahlâka ve kamu düzenine aykırı davranırlarsa önce uyarılırlar, sonra da -içinde sürgün ve ölümün de bulunduğu- çeşitli cezalara çarptırılırlar. Medine'de bulunan münafıklarla kalplerinde çürüklük bulunanlar; yani iman-inkâr arasında gidip gelenler, sûrenin başından beri örnekleri verilen çeşitli kötü fiilleri işlemişlerdi. Bunlar içinde halkın moralini bozmak için durmadan asılsız haber yayanlar, müslüman akın-. cılann harekâtı hakkında olumsuz yalan bilgiler verenler de vardı. Âyetler bunlara bir ders vermenin zamanın geldiğini bildiriyor ve gerekli uyarıyı yapıyor. [63]

 

Meali

 

63. İnsanlar senden kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. Onlara, "Bunun bilgisi yalnızca Allah'tadır" de. Nereden bileceksin, belki de kıyamet yakında olacak. 64. Allah inkarcıları lanetlemiş, onlara çok yakıcı bir ateş hazırlamıştır. 65. Orada hiçbir koruyucu ve yardıma bulamadan ebedî olarak kalacaklardır. 66. Yüzleri ateşe çevrildiği gün, "Keşke Allah'a itaat etseydik, Resulü dinleseydik" diyecekler. 67. Ve ekleyecekler: "Rabbimiz! Biz efendilerimizi ve büyüklerimizi dinledik, onlar da bizi yoldan saptırdılar. 68. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları ağır bir şekilde lanetle!" [64]

 

Tefsiri

 

63-64. Kimi inanmadığı kimi merak ettiği için, kimileri alay etmek maksadıyla, bazıları ise korktuğu ve hazır olmak İstediği için insanlar devamlı kıyamet üzerine konuşurlar, birilerinden onun ne zaman kopacağını sorar dururlar. Hz. Peygamber de bu soruya defalarca muhatap olmuş, bazan kendi sözü (hadis) ba-zan da âyetlerle şu cevabı vermiştir: Kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini yalnız Allah bilir, bu bilgiyi bana dahi vermemiştir. Siz onu her zaman bekleyiniz ve imanınızla, güzel ahlâkınız ve davranışlarınızla ona hazır olunuz, inkarcılar ve zalimler de kıyametin vaktim merak edecek yerde orada kendilerini neyin beklediğini[65]

 

66-68. Allah insanlara akıl vermiş, ona yardımcı olmak üzere peygamberlerle çok değerli bilgiler ve ölçüler göndermiştir. Asıl kullanılacak olan bilgi araçları bunlardır. Bunları bırakıp da din, siyaset, cemiyet, sanat, medya vb. alanlarda meşhur veya karizma sahibi olmuş, otorite kazanmış olan veya öyle sunulan kimseleri taklit edenler, bunların söylediklerini ölçüp biçmeden, tenkide tâbi tutmadan kabul edip uygulayanlar ya doğru yoldan uzaklaşırlar veya tesadüfen onun üzerinde bulunsalar bile bunun şuurunda olamazlar. Hiç kimseyi, dünyada ve âhirette "Filân dedi ben de inandım ve yaptım" gibi bir mazeret kurtaramaz; "insana senin aklın ve iraden neredeydi diye?" sorarlar. [66]

 

Meali

 

69. Ey îman edenler! Musa'yı incitenler gibi olmayınız. Allah onun, hakkında söylediklerinden uzak, tertemiz biri olduğunu ortaya koymuştu. Gerçekten o, Allah katında itibarlı idi. 70-71. Ey iman edenler! Allah'a itaatsizlikten sakınınız ve doğru söz söyleyiniz ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Resulü'ne itaat ederse gerçekten büyük bir kazanç elde eder. [67]

 

Tefsiri

 

69. Hz. Mûsâ hakkında "bulaşıcı hastalıkları var" şeklinde sözler çıkaranlar, savaşmak gerektiğinde "Sen ve rabbin gidip savaşın, biz burada kalacağız" diyenler, "Bizi Mısır'dan niçin çıkardın? Orada hiç değilse kamımızı doyuruyorduk. Şimdi bu çölün ortasında ne yapacağız?" [68] diye söylenenler olmuş, Allah da peygamberini korumuş, yaptıklarının isabetli, söylediklerinin doğru olduğunu sonuçlarıyla ortaya koymuştu. Münafıklar ile bazı irfanı kıt müslümanlar da zaman zaman Hz. Peygamber'i üzecek sözler söylediler, haberler yaydılar. Eşi hakkında yapılan iftiraya kapılanlar oldu, Zeyneb'le evlendiğinde çıkarılan dedikodulara katılanlar bulundu, ganimet dağıtırken bazı kimselerin müslümanlara dostluğunu veya İslâm'a sevgisini kazanmak için verdiği paylara itiraz edenler çıktı. Hz. Peygamber bir beşerdi, tevazuu ve teklifsizliği sebebiyle imtiyazsız, merasimsiz, külfetsiz bir hayat yasardı. Ama o Allah elçisi, rahmet peygamberi, ilâhî sevginin temsilcisi ve rehberi idi. Onu inciten Allah'ı İncitmiş olurdu, ona karşı edepte kusur etmek, itaatte kusuru da beraberinde getirebilirdi. Bu yüzden müminler uyarılmaktadırlar.

Allah'a itaatsizlikten, onun rızâsına aykın davranışlardan sakınmak mânasın-dakî takva ile aslında buna dahil olmakla beraber önemi sebebiyle ayrıca zikredilen doğru söz, tslâmî erdemlerin iki direği gibidir. Hayat ve ahlâk binasında bu iki direği koruyanlara burada Allah'ın vaad ettiği sonuç gerçekten heyecan vericidir: İşlerin düzeltilmesi, günahların bağışlanması; bir başka deyişle dünya ve âhiret saadeti. Bu iki kazancın, elde edilen bu iki mutluluğun ne kadar Önemli, kapsamlı, büyük ve değerli olduğunu izaha hacet bulunmasa gerektir. [69]

 

Meali

 

72. Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir. 73. Böyle yaptı ki Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları cezalandırsın, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul buyursun. Allah çok bağışlayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir. [70]

 

Tefsiri

 

72-73. Burada yine bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım örneği görüyoruz. Âyeti bazı tefsirciler hakiki manasıyla alarak "Allah'ın ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibarıyla bilgisiz ve neyi nereye koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği İçin emaneti yüklendiğini" söylemiş, böyle anlamışlardır. Ancak bizim tercihimiz burada bir temsilî anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve Önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenekte- vnVtenrli&inin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkım yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.

Emanet kelimesinin sözlük anlamı "korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül rahatlığı içinde olması"dır. Emanet kelimesi bu güvenlik hali, psikolojisi için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey için de kullanılır. Bir din terimi olarak emanete birçok anlam yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız "tevhid kelimesi ve inancı, adalet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçe'deki anlamıyla emaneftir. [71] Bunların da tamamım, "insanın, akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülüğü" kavramı içinde toplamak mümkündür. İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve âhirette göklere, yerlere, canlı ve cansız varlıklara "Niçin böyle yaptın" diye sorulmaz. İnsana gelince onda akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru, iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır. Bu yüzden -ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan- insanların bilmedikleri bildiklerinden fazladır (72. âyetteki deyimiyle insan cehûldür, çok bilgisizdir); din ve ahlâk konusunda kötülükleri iyiliklerinden çoktur (aym âyetteki ifadeyle İnsan za-lûmdur, gerekeni yapma, her şeyin hakkım verme konusunda başarısızdır). Belki her devirde ama kesin olarak çağımız İnsanları arasında, Allah'ın razı olduğu bir inanç, ibadet ve ahlâk hayatını yaşayanların sayısı, böyle olmayanlara göre oldukça azdır. İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse,

sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden emanet, insandan

başka bir mahlûkun yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve değerlidir. Âyette geçen

"emanet" Türkçe'deki karşılığı ile alınır, bunun kastedildiği yorumu tercih edilirse, daha genel

yükümlülükler kümesi içinden bir önemlisi öne çıkarılmış olur. Bu takdirde Allah kullarının dikkatini, eşya gibi maddî veya görevler ve ödevler gibi manevî emanetin önemine çekmiş olmaktadır.

Sûrenin ana konularından biri münafıkların ve müşriklerin Hz. Peygamber'e ve müminlere karşı kurdukları tuzaklar, çektirdikleri eziyetler, bunlar sebebiyle hem müminleri hem ötekileri iki cihanda bekleyen akıbetler idi. Son âyetlerde emanetin mahiyet ve önemine temas edildikten sonra, insana bunu yüklenmesinin hikmetine, onu iyi koruyan müminlerin mutlu sonuna, kötüye kullanan münafıkların ve müşriklerin de acı sonlarına İşaret edilerek ana konu bir daha vurgulanmıştır.      [72]         

 

 



[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/333.

[2] Zenıahşerî, m, 410; İbn Âşûr, XXI, 245-247

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/333.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/333-334.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/334.

[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/334.

[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/335.

[7] Nisa 4/145

[8] bilgi için bk. Mücadele 58/1-4

[9] İbn Kesîr, VI, 377; Ebû Bekir İb-nü'1-Arabî, III, 1504 vd

[10] Müslim, "Zühd", 42

[11] ayrıca bk.Şûrâ 42/49-50

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/335-336.

[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/337.

[13] Müslim, "Ferâiz", 14-15

[14] Müslim, "îmân", 69-70

[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/337-338.

[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/338.

[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/338-339.

[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/340-341.

[19] 1 Mart 627

[20] bk. Mu-hammed Hamîdullah, "Hendek Gazvesi", DİA, XVII, 194-195; İbn Kesîr, VI, 384 vd.; Kurtubî,XIV, 127 vd

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/341-343.

[21] Nesâî, "Cihâd", 42; Kurtubî, XIV, 130

[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/343-344.

[23] Kurtubî, XIV, 154

[24] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/344.

[25] Muhammed Hamîdullah, "Hendek Gazvesi",DİA, XVII, 194-195

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/344-345.

[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/345-346.

[27] Bu-hârî, "Tefsir", 33/4-5; Müslim, "Talâk", 30-35; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, III, 1517 vd

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/346-347.

[28] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/347.

[29] mesela bk. Buhârî, "Nikâh", 115

[30] Hucurât 49/9

[31] Fazla bilgi için bk. Mustafa Öz, "Ehl-i Beyt", DİA, X, 498-501

[32] Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, III, 1538

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/347-348.

[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/348-349.

[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/349.

[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/349-350.

[36] Ebû Bekir Îbnü'l-Arabî, III, 1539; İbn Kesîr, VI, 417-418

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/350-351.

[37] Zemahşerî, III, 427

[38] İbn Kesîr, VI, 420; İbnü'l-Arabî, III, 1542 vd

[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/351-352.

[40] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/352.

[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/352.

[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/353.

[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/353.

[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/353.

[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/354-355.

[46] meselâ bk. Nisa 4/165

[47] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/355-356.

[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/356-357.

[49] ayrıca bk. Bakara 2/ 236-237

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/357.

[50] Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, III, 1559

[51] Resûlullah'm çok evliliğinin başlıca sebepleri konusunda daha fazla bilgi ve değerlendirme İçin bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi,U,lO-\l

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/357-358.

[52] Buhârî, "Tefsir", 33/7; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, IH, 1569

[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/358.

[54] Buhârî, "Tefsîr", 33/8

[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/358-359.

[56] Buharı, "Tefsir", 33/10

[57] Buhârî, "Tefsir", 33/10

[58] Cessâs, IH, 370; Ebû Bekir İbırii'l-Arabî, 111,1584; İbn Âşûr, XXII, 98 vd.

[59] selâmın hükmü için ayrıca bk. En'ânı 6/54; Yûnus 10/10; Nûr 24/27

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/359-360

[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/360.

[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/360-361.

[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/361.

[63] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/361-362.

[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/362

[65] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/362

[66] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/363

[67] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/363.

[68] Çıkış, 14/10-14,16/3,20,28

[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/363-364.

[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/364.

[71] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "emn" md.; Râzî, XXV, 202; İbn Âşûr, XXII, 126

[72] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/364-366.