- 33 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 33, nüzûl
sıralamasına göre 90, mesânî kısmının birinci grubunun beşinci sûresi olan
Ahzâb sûresi Medine’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 73 tür.
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve
ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her
şeyi bilensin.
İsmini
içinde geçen 20. âyetindeki “Ahzâb” kelimesinden almış, Medine’de nâzil olmuş
bir sûreye konuk olduk. İnşallah bu mübârek sûresinde Rabbimizin bize ikrâmlarını
tanımaya, onlarla rızıklan-maya, onlarla doymaya çalışacağız. Rabbim gereği
gibi tanıyıp, anlayıp, istifade edip hayata aktarmayı bizlere nasip etsin.
Sûrede
genel olarak şu konular anlatılır: Hicretin 5. yılında vukua gelen Hendek
(Ahzâb) savaşı; Yine aynı yılda meydana gelmiş Beni Kurayza gazvesi ve yine
aynı yılın sonlarına doğru gerçekleşmiş peygamber efendimizin Hz. Zeynep
annemizle izdivacı.
Uhud’da
Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleştirdiği okçuların ganimete meylederek yerlerini
terk edip, duruşlarını bozmaları sonucunda gelen hezimet İslâm düşmanlarını çok
sevindirmişti. Yahudi’siyle, münâfık’ıyla, müşrikiyle tüm İslâm düşmanlarının
moralleri bir anda yükseliverdi. Hepsi birleşip yeni bir saldırıyla
Müslümanları kökünden kazıyacaklarına dair yeminler etmeye ve hazırlıklar
yapmaya başlarlar. Hadisenin üzerinden henüz iki ay bile geçmeden harekete geçerler.
Bu
hareketin ilk raundu olarak müşriklerle anlaşan bazı Arap kabileler peygamber
efendimize müracaat ederek Müslüman olmak istediklerini ve kendilerine İslâm’ı
öğretecek muallimler gönderilmesini talep ederler. Allah’ın resûlü onlara altı
kişilik bir muallim grubu gönderir. Fakat niyetleri kötü olan bu kabileler
Ric’i mevkiinde peygam-berimizin gönderdiği bu Müslümanlardan dördünü öldürürler,
ikisini de esir alarak Mekke’ye götürüp düşmanlara satarlar.
Yine Beni
Amir kabilesinin reisinin aynı konudaki isteğiyle Re-sûlullah Efendimiz sahabeden
40 kişilik bir tebliğci heyeti gönderir. Ama onlar da tıpkı öncekiler gibi tuzağa
düşürülür. Maune kuyusu kenarında Resûlullah’ın bu nadide hafızları da toptan
şehid edilir. Dı-şarıda bu menfur hadiseler olup biterken, diğer taraftan
içeride, Medine’de de için için Müslümanları yok etmek için çırpınan Beni Nadir
Yahudileri de cesaretlenerek peygamber efendimize başarısız bir suikast
girişiminde bulunur.
Evet
Uhud yenilgisi akabinde Müslümanlar bir çok olumsuz hadisler yaşarlar. Sanki
Medine etrafındaki tüm kabileler Müslümanların aleyhine geçerler.
Bu
arada Mekke müşriklerinin Hendek (Ahzâb) savaşının hazırlıkları da başlamıştır.
Aslında bu savaş sadece Mekke müşrikleriyle Müslümanlar arasında gerçekleşmiş
bir savaş değil, İslâm’ı ve Müslümanları toptan yeryüzünden silmek isteyen tüm
Arap kabileleriyle Müslümanlar arasında gerçekleşmiş bir savaştı. Onlara ek
olarak Me-dine’den çıkarıldıktan sonra Hayber’e yerleşmiş olan Beni Nadir Yahudileri
de bu ahzâbın içindeydi. Sadece kendileri de değil, Gatafan, Hudayl gibi
kabileleri de ziyaret ederek onların güçlerini toplayıp kendilerine katmıştı.
Böylece tüm Arap kabilelerinden oluşan çok büyük bir ordu Hicretin 5. yılının
Şevval ayında Medine üzerine yürüdü. Kuzeyden Beni Nadir, Beni Kaynuka
Yahudileri, Doğudan Gatafan kabileleri, Beni Süleym, Fezare, Mürre, Aşca, Sa’d
ve Esed kabileleri, gü-neyden ise müttefikleri ile birlikte Kureyşliler
geliyordu.
Bu
durumdan haberdar olan Allah’ın Resûlü Medine’de tedbirini almakta gecikmedi.
Altı gün içinde Medine’nin kuzey batısına bir hendek kazdırdı. Sel dağını arkalarına
alarak hendeğin içinde 3000 kişilik bir orduyla düşmanı karşılamaya geçti.
Medine’nin güneyi bağlık ve bahçelik olduğu için o taraftan bir saldırının
olması âdeta imkânsızdı. Doğu tarafta ise düşmanın ilerlemesine geçit vermeyecek
büyük kayalıklar vardı. Güney batı tarafı için de aynı durum söz konu-suydu. Bu
durumda düşmanın ancak saldırı yapabileceği doğu batıyı da hendekle
çevirmişlerdi.
Gelen
Ahzâb (Birleşik ordular) Medine’de böyle bir hendekle karşılaşacaklarını
akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Çünkü böyle bir harp stratejisi
Arapların bilmedikleri bir şeydi. Bu durumda gelen kâfirlere bir tek seçenek
kalıyordu. Şehrin güney doğusunda oturan ve peygamber efendimizle daha önce
Medine’yi birlikte savunmak konusunda anlaşma yapmış Beni Kureyza Yahudilerini
ikna edip anlaşmayı bozdurup kendi saflarında yer almaya zorlamak. Bunun için
Huyay b. Ahtab’ı Yahudileri ikna etmek için gönderdiler. İlk görüşmede
Yahudiler bu teklifi kabul etmediler. Biz ihanette bulunamayız dediler. Ama
Huyay onlara onları derinden sarsacak ifadelerde bulundu. Dedi ki, bakın tüm
Arap kabileleri ona karşı birleştiler ve kesin olarak onu ve dinini yok etmek
için geldiler. Eğer sizler bizimle beraber olmazsanız bu fırsat bir daha ele
geçmez deyinde Allah düşmanı Yahudiler tüm ahlâki sorumluluklarını unutup karşı
tarafa geçiverdiler.
Anlaşmalarını
bozup ihanet ettiklerini öğrenen Allah’ın Resûlü çok üzüldü. Müslümanları da
büyük bir korku ve telaş sardı. Çünkü o tarafı garanti görerek Müslümanlar
hanımlarını, çocuklarını o bölgede yerleştirmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz
haberin doğruluğunu öğrenmek üzere Ensar’ın ileri gelenlerinden Sa’d b. Ubade,
Sa’d b. Mu-az, Abdullah b. Revaha ve Havvat b. Cübeyr’i gönderdi. Ve onlara;
eğer Yahudiler anlaşmaya hâlâ sadık davranıyorlarsa gelip bunu bütün
Müslümanların, ordunun huzurunda açıklamalarını, yok eğer anlaşmaya ihanet
etmişlerse bunu sadece kendisine söylemelerini orduya duyurmamalarını tembih
etti. Oraya vardıklarında Yahudilerin anlaşmaya ihanet edip düşman safında yer
aldıklarını gördüler ve dö-nüp peygamberimize haber verdiler.
Lâkin
bu haber kısa zamanda ordunun arasında yayıldı ve Müslümanlar içinde çok büyük
bir dehşete sebep oldu. Her taraftan sarıldıklarını anlayan Müslümanlarda büyük
bir tedirginlik meydana geldi. Bu durum böyle bulanık zamanları kollayan
münâfıkların cesaret ve faaliyetlerini artırdı. Alçaklar fırsatı ganimet
bilerek Müslümanların morallerini bozmak için ellerinden geleni yapmaya, dillerinden
geleni söylemeye başladılar. Onlardan birisi şöyle diyordu; “Ne garip değil mi?
Peygamber bize Sezar ve Kisra’nın topraklarını vaad ediyor, oysa hiç birimiz
buradan kaçıp kurtulabilecek bir durumda bile değiliz.” Bir başkası; ey
peygamber, izin ver de bari gerideki evlerimizi, hanımlarımızı koruyalım, diye
kaçmak için izin istiyor, bir başkası peygamberin düşmana teslim edilerek
kurtulacaklarından söz ediyor, bir başkası başka bir hainlik peşine düşüyordu.
Bu kargaşa
esnasında Allah’ın Resûlü Gatafan kabilesi ileri gelenleriyle görüşerek
savaştan çekilmeleri karşılığında kendilerine Medine hurmalıklarının üçte
birini vereceğini vaad etti. Küfür cephesini bölerek savaşın seyrini
değiştirmeyi denedi. Sahabe-i Kirâm Efendilerimizden bazıları peygamber
efendimizin bu teklifinin sebebini sordular; ey Allah’ın Resûlü, bunu bizim
kurtuluşumuz için mi yapıyor-sunuz, yoksa Allah’tan gelen bir vahiy gereği mi?
Resûlullah; bunu tüm Arap kabilelerinin saldırısına karşı sizi koruyabilmek
için yapıyorum buyurunca, dediler ki; ey Allah’ın Resûlü, eğer bunu bizim için
yapıyorsanız hemen unutun. Biz zaten müşrik olduğumuz dönemlerde de bu kabilelere
haraç vererek boyun eğdik. Şimdi Allah ve elçisine iman şerefine erdikten sonra
da mı boyun eğeceğiz? Şerefimizle savaşır mukadderse şehid oluruz. Allah
aramızda hükmünü verinceye kadar onlarla bizim aramızda hakem olarak kılıç
vardır dediler. Onların bu sözlerine üzerine henüz imzalanmamış anlaşma metnini
yırtıp attılar.
O
sırada Gatafan kabilesinden Nuaym b. Mes’ud Müslüman olmuş ve Resûl-i Ekrem
Efendimizin huzuruna gelerek şöyle diyordu: “Ey Allah’ın Resûlü, benim İslâm’ı
seçtiğimi kavmimden kimse bilmi-yor. Eğer istersen bu durumumdan istifade edip
size istediğiniz gibi hizmet edebilirim. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü; “Git ve
düşman ara-sına ayrılık tohumları saç” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Nuaym hemen
Kureyzalılara giderek onlara şöyle dedi: “Ey dostlarım, size bir endişemi
aktarmak istiyorum. Kureyş ve Gatafanlılar yarın öbürsü gün sa-vaştan bıkıp
usanıp çekip giderlerse, sizin durumunuz nice olur? Onun için dışarıdan
gelenlerden sizi yalnız bırakıp çekip gitmemeleri konusunda size garanti vermek
üzere onlardan rehin isteyin. Bu sözler Kureyzalılar arasında hemen etkisini
gösterdi. Gatafan ve Kureyş-ten bu konuda rehin istemeye karar verdiler. Bunu
gören Hz. Nuaym hemen Gatafan ve Kureyş ulularının yanına koşarak onlara da
şöyle dedi; “Dostlarım, size bir endişemi açmak istiyorum. Beni Kureyzalı-larda
döneklik emareleri sezinliyorum. Muhammed’le anlaşmalarını bozduklarına pişman
olup sizden bir kısım rehineler isteyerek ona teslim etmeyi ve anlaşmalarına
ihanetlerinin suçunu affettirmeyi düşünüyorlar. Benden size bir dost nasihati,
gerisini siz bilirsiniz” dedi. Bu sözler o tarafta da kabul gördü ve birleşik
ordular arasında dağılma ve şüphelere sebep oldu. Gatafan ve Kureyş
Kureyzalıları denemek için şöyle bir haber gönderdiler: “Biz artık bu savaşın
uzamasından bıktık, sizden ve bizden muharipler seçerek Müslümanlarla
karşılıklı bir meydan savaşına girelim” dediler. Kureyzalılar da; “Hayır, biz
sizden çekip gitmeyeceğinize dair rehineler istiyoruz” deyince Kureyş ve
Gatafan Hz. Nuaym’ın sözlerinin doğru olduğuna kanaat getirdiler ve rehine
göndermeyi reddettiler ve böylece düşman bölünmüş oldu.
Medine’nin
kuşatması 25 günden fazla sürdü. Mevsim kış olup yiyecek ve içecek, hayvan yemi
stoku azalmıştı. Ayrıca saflar arasındaki bu ayrılık her iki tarafı da ürkütmeye
başlamıştı. Bir gece müthiş bir rüzgar çıkmıştı. Kâfirler atlarını, çadırlarını
bile göremez bir duruma gelmişlerdi. Tabiatları gereği bu tür sıkıntılara
dayanamayan kâfirler bir gece hendeğin arkalarını terk edip çekip gitmişti. Sabahleyin
uyandıklarında Müslümanlar bir baktılar ki düşmandan hiçbir eser kal-mamıştı.
Allah’ın Resûlü şöyle buyurdu: “Artık bundan sonra Kureyş size hiçbir zaman
saldıramayacaktır, şimdi artık sıra bizdedir.”
Resûlullah
Efendimiz Hendek’ten dönünce Cebrâil aleyhisse-lâm gelip silahlarını bırakmadan
Müslümanların Beni Kureyza Yahudilerinin işini bitirmeleri emrini getirdi. Bu
emri alan Allah’ın Resûlü ashabına şöyle buyurdu: “İman ve itaatinde samimi
olan hiçbir Müslüman Beni Kureyza Yahudilerinin topraklarına varıncaya kadar
ikindi namazını kılmasın.” Ordunun kendilerine doğru geldiğini anlayan alçak
Yahudiler evlerinin damlarına çıkıp Müslümanlar hakkında iyi söz-ler söylemeye
başladılar. Ama söyledikleri bu yağları yaptıkları ihanetlerini örtmeye
yetmedi. İslâm ordusu tarafından kuşatıldıklarını gö-rünce büyük bir dehşete
kapıldılar. Bir iki haftadan fazla bu kuşatmaya dayanamayarak haklarında Evs
kabilesinden Sa’d b. Muaz’ın hüküm vermesi şartıyla teslim oldular. İslâm
öncesi müttefikleri olan Evs kabilesinin ileri gelenlerinden bir Müslüman olan
Sa’d’ın aracılığıyla sağ salim Medine’yi terk edebileceklerini umuyorlardı.
Fakat onların bu kancıkça tavırlarını gören Sa’d efendimiz onların bu
beklentilerinin aksine erkeklerinin öldürülüp, kadın ve çocuklarının esir
alınıp mallarının Müslümanlar arasında ganimet olarak dağıtılmasına
hükmetti.
Evet
Uhud savaşı ile Hendek savaşı arasında geçen bu iki yıllık dönem böylesine
kargaşalar içinde geçmişti. Peygamber efendimiz ve Müslümanlar bir an rahat
yüzü görmemişlerdir. Bu dönemde evlenme ve boşanma gibi sosyal yasalara dair
âyetler, miras hukuku, içki ve kumar yasağı gibi pek çok hükümler gelmişti.
Yine toplumda düzenlenmesi gereken evlâtlık konusunda da açıklayıcı âyetler
geldi. Daha önceleri evlâtlık müessesesi vardı. İnsanlar evlâtlıklarını aynen
kendi evlâtları gibi görüyorlar, mirastan ona da pay ayırıyorlar, onların
vefatları sonucu geride bıraktıkları hanımlarıyla evlenemiyorlardı. İşte
toplumda geleneklerin çerçevesini çizdiği bu gibi konular vahiyle
dü-zenleniyordu.
Tabii
böyle yüz yıllar boyu toplumda yürürlükte olan bir geleneğin bir anda kaldırılıp
yok edilmesi kolay olamazdı. Bu geleneğin peygamber efendimizin bizzat kendisi
tarafından gerçekleştirilecek bir uygulamayla kaldırılması gerekiyordu. Bu
nedenle tüm öteki reformlar gibi bu da bizzat peygamber efendimizin şahsında
evlâtlığı Zeyd’in boşadığı karısı Zeynep’in evlenmesiyle gerçekleşiyordu. Tıpkı
soylu ve hür bir kadın olan Zeynep’in Resûlullah Efendimizin isteğiyle bir köle
olan Zeyd ile evlenerek toplumda bir başka anlayışın, kölelik an-layışının
yıkılması adına ilk darbenin vuruluğu ya da ilk reform hareketinin
gerçekleştirilmesi gibi. Allah’ın Resûlü toplumda yüz yıllardır var olan
kölelik anlayışını yıkmayı hedeflemişti. Bu iş için en yakınlarından Zeynep ve
Zeyd’i seçmiş ve onları evlendirmişti. Şimdi de evlâtlığı Zeyd’in boşadığı
karısıyla bizzat kendisi evlenerek evlâtlığın öz evlat gibi olmadığı gerçeğinin
reformunu gerçekleştiriyordu. Bunu Allah istemişti. Bizzat vahiyle peygamberimize
bildirmişti Rabbimiz. Sûrede etraflıca bu konu anlatılacak.
Sonra
sûrede tesettürle ilgili hükümler gelecek. Hicapla alâkalı ilk düzenlemeler bu
sûre başlamıştır. Ve bu sûrenin gelişinden takriben bir yıl sonra Hz. Hatice
annemize atılan bir iftiranın akabinde gelen Nûr sûresiyle bu tesettür ve hicâp
konusu tamamlanmıştır.
Yine
sûrede Resûl-i Ekrem Efendimizin aile hayatıyla ilgili bir düzenlemeye dair
âyetler geliyor. Yeri gelince uzun uzun açıklayacağımız gibi peygamber
efendimizin evinde, aileleriyle bir problem yaşanmıştı. Beni Nadir Yahudilerinin
sürgün edilmesiyle Müslümanların ellerine çok büyük çapta ganimetler geçmişti.
Hicretten itibaren dört yıl boyunca Resûlullah Efendimizin evinde yokluk ve
sıkıntı hakimdi. Hanımları belki de onun ekonomi anlayışını bir teste tabi
tutmak istediler. Belki de bugüne kadar Resûlullah’ın elinde avucunda bir şeyi
ol-madığı için evinde sıkıntı çekiliyordu, ama şimdi Yahudilerin ganimet malları
ele geçmiş ve evine harcaması değişecek, bolluğa kavuşacaklardı. İşte hanımları
bunu bir sorgulamak için peygamber efendimize serzenişte bulundular. Dediler
ki, ey Allah’ın Resûlü, elin âlemin kadınları şöyle şöyle bir hayat yaşarken,
aylar geçer de bizim evimizde ocak tütmez, baca yanmaz. Bizim de hakkımız değil
mi şöyle şöyle giyinip kuşanmak? Gibi peygamber efendimizi üzecek şeyler söyleyip
onun tepkisini ölçmek istediler. İşte sûrede bu konunun çözümüyle alâkalı
âyetler geldi.
Yine
sûrede Resûlullah efendimizin dörtten fazla kadınla evlenme iznini konu eden
âyetler geldi. Sonra Müslümanların Resûl-i Ekrem efendimizin hanımlarına karşı
takınmaları gereken tavırların konu edildiği âyetler geliyor. Ziyaret ve
dâvetlerle ilgili hükümler ve muaşeret adaplarının belirtilmesi, kadınların
vakarla evlerinde oturmaları, bir zaruret gereği dışarıya çıkmaları gerektiği
zaman da dış el-biseleriyle ve yüzlerini örterek
çıkma zorunlulukları, Resûlullah Efendimize ve Müslümanlara karşı takındıkları
bozuk tavırlarından ötürü münâfıkların kınandıklar, uyarıldıkları âyetlerle
devam eder sûre. Bu tanıtımdan sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek
tanımaya başlayabiliriz. Rabbim gereği gibi anlayıp amele dönüştürmeye hepimizi
muvaffak kılsın inşallah.
1,
2, 3. “Ey Peygamber! Allah'tan sakın,
inkârcılara ve iki yüzlülere uyma, Allah şüphesiz bilendir, hakimdir. Sana
Rabbinden vahy olunana uy; şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Allah'a güven, Allah, Vekil olarak yeter.”
Ey peygamberim, Allah’a karşı
takvalı ol. Allah’a karşı takvanı takın. Allah’ın koruması altına gir. Allah konusunda
duyarlı ol. Allah’la yol bul. Yolunu Allah tarif etsin. Allah desin sen yap,
Allah göstersin sen yürü. Tüm hayatında Allah’ı hesap et. Tüm hayatını Allah
için ve Allah’ın istediği gibi yaşa. Hayatının tümünde söz sahibi Allah olsun.
Ve sakın ha sakın Allah tanımaz kâfirlere ve inanmadıkları halde iman
gösterisinde bulunan münâfıklara itaat etme. Onlarla birlik olma. Hayatını
onlar kaynaklı yaşama. Şüphesiz ki Allah âlim ve Hakimdir.
Her şeyi bilen, bilgisi tam olan ve yaptığı her şeyi
hikmetle yapan, ha-yata hakim olan Rabbin sana yeter. Sen bırak o kâfir ve münâfıkları
da Rabbinin sana vahy ettiklerine tabi ol. Hikmeti ve hâkimiyeti gereği Rabbin
sana ne vahy etmişse sen sadece ona tabi ol, sadece Onun emrine boyun büküp
teslim ol. Unutma ki Rabbin yaptıklarınızın tamamından haberdardır. Her
halinizi gözetlemekte ve bilmektedir.
Ve bir de ey peygamberim, unutma
ki vekil olarak Allah sana yeter. Vekilin sadece Allah olsun. Güvenip bağlanman
sadece Ona olsun. Vekaletini sadece Allah’a teslim et. Boynundaki kulluk ipinin
ucu sadece Onun elinde olsun ve sadece onun çektiği yere git. Sadece Onun seçimini
seçim bil. İradeni sadece Ona ver. O senin hayrına, senin adına ne karar
vermişse sen sadece onu uygula. Tabii biliyoruz ki ey peygamberim, buyurarak
peygamberine söylediklerinin tümünü şu anda bizlere de söylüyor Rabbimiz. Devam
ediyor Rab-bimiz:
4. “Allah insanın içine iki kalp koymamıştır. Allah,
zıhar yapmanız sûretiyle eşlerinizi, anneleriniz gibi (kendinize haram saymanız
için) yaratmamıştır; evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru
kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği
söylemektedir, doğru yola O eriştirir.”
Allah insana iki kalp
vermemiştir. Allah insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır. Her insanın
göğsünde tek bir kalp vardır ve onun sahibi de yaratıcı olan Allah’tır. Öyleyse
ey insanlar, unutmayın ki Allah sizin eşlerinizi zıhar yaparak anneleriniz gibi
kendinize haram kılmanız için yaratmamıştır. Unutmayın ki o hanımlarınız sizin
analarınız değildir. Allah o eşlerinizi analarınız kılmadı. Bu sadece kendi
kendinize yüklediğiniz bir zorluktur. Allah evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız
gibi saymanızı, öz oğullarınız gibi görmenizi meşru kılmamıştır. Allah onları
öz oğullarınız gibi değerlendirmez. Sizin onları evlâtlık saymanız, onlara öz
evlât gözüyle bakmanız, ya da hanımlarınızı analarınıza benzetmeniz sadece
ağızlarınızla söylediğiniz sözlerdir. Bunun hiçbir gerçek yanı yoktur.
Allah eşin de, ananın da yerini
belirlemiştir. Allah evlâdın da evlât olmayanın da yerini, konumunu
belirlemiştir. Bu konuda yasayı koyan Odur, yetki Onundur. Çünkü yaratan Odur,
Rab Odur, İlâh Odur. Öyleyse bu konuda, her konuda değerlendirmeyi de Onun
istediği gibi yapmak zorundayız.
Kalbimizde
ananın ve hanımın yerini, evlâdın ve evlâtlığın konumunu ayırmak zorundayız.
Çünkü Allah insanın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. Rabbimiz bu ifadesiyle
kişinin kalbinde anayla karısını ayırmasını emretmektedir. Kişinin bir tek
kalbi vardır ve orada anasıyla karısını ayırmalıdır. Anasını karısı gibi,
karısını da anası gibi kabul etmemelidir. Anasını karısı yerine, karısını da
anası yerine koymamalıdır.
Yâni kişi tek olan kalpte anayla
karısını karıştırmamalıdır. Tabii beden, zıhar olarak da konum olarak da. Karısının
bedeninin organlarını anasının organları yerine koyarak zıhar yapmamalı ve kalbinde
konum olarak karısını anası yerine koyarak ona itaat etmeye kalkışmadığı gibi
anasını da karısı konumunda görerek ondan hizmet beklemeye kalkışmamalı, kalpte
bu ikisinin fonksiyonlarını ayırmalıdır.
Evet nasıl
ki insanda bir tek kalp vardır ve o kalpte kişi nasıl ki ananın yeriyle hanımın
yerini karıştırmamalıysa, hanımın yerini ayrı, ananın yerini ayrı tutmalıysa
işte aynen bunun gibi kişi tek olan kalbinde Allah sevgisiyle başka şeylerin
sevgisini de karıştırmamalıdır. Kalbinde Allah sevgisiyle para sevgisini, Allah
sevgisiyle efendi sevgisini, şeyh sevgisini birbirine karıştırmamalıdır. Dünya
ile âhireti karıştırmamalı, para ile namazı, bâkîyle fâniyi, Allah’la
başkalarını, Allah’la babayı, Allah’la kocayı, Allah’la amiri, Rasûlullah
sevgisiyle şeyhi, Allah sevgisiyle başka şeylerin sevgisini, Peygambere itaatin
yeriyle, efendiye itaatin yerini ayırmalıdır kişi. Allah insan da iki kalp yaratma-mıştır ki birini Allah’a ötekisini de başkalarına verelim.
Kalbimiz tektir ve orada tek karar mercii Allah olmalıdır.
Öyleyse kalbimizde İlâh ve Rab
olarak hakim olan sadece Allah olmalıdır. Allah’ın değer yargılarına göre bir
hayat yaşamalıyız. Böyle yapmaz da kendi kendimize bir takım değer yargıları
geliştirecek olursak bunların hiçbir değeri olmayacaktır.
İşte iki konu. Birisi kişinin
kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde karısını anasına benzeterek, anası yerine
koyarak zıhar yapmasıdır. Rabbimiz buyuruyor ki bu yanlıştır. Allah sizin
hanımlarınızı analarınız yapmadı. Hanımlarınızın mahrem yerlerini analarınıza
benzeterek onları kendinize haram kılmaya kalkışmanız yanlıştır diyor Rab-bimiz.
Kendi kendinize böyle demeniz onları size haram kılmaz. Ama bu sözlerinizden
dolayı size bir ceza vardır. Zıhar cezası vardır. Yine bir başkasının çocuğunu
kendi çocuğunuz yerinde de göremezsiniz. Başka bir kadının doğurduğu çocuk
sizin çocuğunuz olamaz. Kim doğurduysa o çocuk ona aittir.
5. “Evlâtlıkları babalarına nispet edin, bu Allah katında
en doğru olandır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmi-yorsanız, bu takdirde
onları din kardeşi ve dost olarak kabul edin. İçinizden kastederek
yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir sorumluluk yoktur. Allah bağışlar
ve merhamet eder.”
O evlâtlık edindiğiniz çocukları
kendi babalarına nispet edin. Onları babalarının ismi ile çağırın. Böyle yapmanız,
onları kendi evlâdınız görmemeniz Allah katında adâlete daha uygundur. Eğer o çocukların
babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o zaman onları din kardeşiniz ve dostunuz
olarak kabul edin.
Eğer evlâtlıklar konusunda
Rabbinizin bu yasası gelmeden önce, Rabbinizin bu yasasına muttali olmadan
önce, Ahzâb sûresinin inişinden önce kendi kendinize evlâtlık edinmişseniz ve
de bu evlâtlıklarınıza tıpkı öz evlâtlarınız gibi kendi adınızı izafe etmişseniz,
meselâ evlâtlığınıza “Zeyd Bin Muhammed” diye isim vermişseniz, bundan sonra
artık Rabbinizin bu yasası gereği o çocukları babalarının adıyla çağırın. Zeyd
Bin Harise deyin. Çünkü bu Allah katında adâlete, hakkaniyete daha uygundur.
Çünkü onun asıl babası siz değilsiniz odur.
Veya eğer
cahiliye döneminde, Allah dinini bilmediğiniz döneminizde, aranızda yaptığınız
savaşların yaygın olduğu dönemlerde edinip te babalarını bilmediğiniz evlâtlıklarınız
varsa artık onlar sizin din kardeşlerinizdir, dostlarınızdır, yakınlarınızdır.
Eğer kasıtlı değil de babalarını bilmemenizden dolayı bu konuda bir hataya
düşmüşseniz size bir vebal yoktur. Ancak kalplerinizin kastederek, bilerek
yapmış olduklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Babasını bildiğiniz halde hâlâ o
kimseleri babalarının adıyla değil de evlâtlık alan kimsenin adıyla
çağırmanızdan sorumlu olacaksınız. Allah bağışlayandır, kasta muka-rin olmayan
kusurlarınızı affedendir ve merhametiyle muamele edendir.
6. “Mü'minlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok
sevmeleri gerekir; onun eşleri onların anneleridir; akraba olanlar, miras
hususunda, Allah'ın Kitabında birbirlerine mü'minler ve muhacirlerden daha
yakındırlar. Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet bunun dışındadır. Bu
Kitapta yazılı bulunmaktadır.”
Nebî mü’minlere kendi nefislerinden
daha evlâdır. Rabbimiz mü’minlerin peygamberle ilişkisini anlatıyor burada.
Peygamber mü’-minlere kendi nefislerinden daha yakın ve sevgilidir. Mü’minler
peygamberi kendi nefislerinden daha evlâ, daha önde tutacaklar, daha çok
sevecekler. Peygamberi kendi nefislerine tercih edecekler. Peygamberin
arzularını kendi arzularının önüne geçirecekler.
Tabii ki peygamber efendimizin
Rabbimizin Ahzâb sûresinin bu âyetlerinde vaz ettiği bu yasasından önce evlâtlık
edindiği Zeyd için de aynı şey geçerli olacaktır. Zeyd artık Rasûlullah
efendimizin evlâdı olmayacak ama Rasûlullah efendimizle kardeşliği, dostluğu
devam edecektir. Yâni bu yasanın belirlenmesinden sonra artık Zey-d’e
Rasûlullah’ın oğlu denilmeyecek, Zeyd bin Muhammed diye çağrılmayacak, Zeyd Bin
Harise denecek.
Ve tüm müslümanların peygambere
karşı tavrı da Rabbimizin istediği biçimde olacak. Müslümanlar peygamberlerini,
örneklerini, mihmandarlarını kendi canlarından evlâ tutacaklar, kendi nefislerinden
daha çok sevecekler. Peygamber (a.s) mü’minler için kendi nefislerinden daha ön
planda olmalıdır. Mü’minlerin tercihi Allah’ın Resûlü olmalıdır. Heveslerimiz,
isteklerimiz, arzularımız, değer yargılarımız, hükümlerimiz, kararlarımız hep
Rasûlullah efendimize, onun kararlarına, onun arzularına teslim olmalıdır.
Allah Resûlünün karşısında alternatif bir kararımız, alternatif bir hükmümüz,
alternatif bir sevgimiz, alternatif bir değer yargımız olmamalıdır. Tüm değer
yargılarımızı Rasûlullah efendimize bırakmak zorundayız. Her şeyi Rasû-lullah
efendimize sormak zorundayız.
Heveslerini
Allah ve Resûlünün önüne geçirmiş insanlar, canları ne isterse onu yapmaktan
çekinmeyen, zevkleri, nefisleri neyi hoş görürse onu yapanlar, hiçbir kayd
altına girmeyenler müslüman olamazlar. Mü’minler nefislerini, arzularını,
heveslerini, tutkularını, şeytanları, tâğutları bir kenara bırakıp peygamberlerinin
arzularını tercih eden kimselerdir. Nefisleri, hanımları, babaları anaları,
çocukları, akrabaları, kavimleri kabileleri, milletleri, devletleri, politik ve
dini liderleri, ağaları, patronları, çevreleri, âdetleri, töreleri, modaları
Allah ve Resûlünün önüne geçirmeyenler mü’minlerdir.
Şimdi bu âyetler istikâmetinde
bir düşünelim: Acaba bizler kendi bilgilerimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi
hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlünün sünnetinin önüne mi
geçiriyoruz? Acaba bizler şu anda kendimizi hayata etkin mi zannediyoruz? Acaba
Allah’a Allah’ın kitabına, Allah’ın peygamberine sormadan bizler kendi kendimize
hayat programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı,
nasıl giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nereden
kazanıp nerelerde harcayacağımızı, han-gi meslekleri seçeceğimizi Allah ve
Resûlüne sormadan kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz?
Yâni bizim hayat programlarımızı
kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine ilişkin, evimize malımıza ilişkin,
dükkanımıza tezgahımıza ilişkin, düğünümüze, derneğimize, hukukumuza eğitimimize
iliş-kin, sosyal ve siyasal yapılanmalarımıza ilişkin, gündüzümüze gecemize ilişkin
programlarımızı kim yapıyor? Tüm bu programlarımızı Al-lah ve Resûlü mü
belirliyor? Yoksa biz mi? Allah’ın Resûlü mü belir-liyor yoksa bizim
heveslerimiz mi? Hayatımızın kaçta kaçına Allah ve Resûlü karışıyor? Kaçta
kaçına biz kendimiz, yahut da Zerdüşt karışıyor? Eğer nefislerimiz, arzularımız,
heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, arzu ve hevâlarımız istiyor biz
yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak, nefislerimizin ve
Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü de Allah ve Resûlünün
arzularıyla dolduruyorsak o zaman bilelim ki biz Allah’ın istediği gibi
müslüman değiliz.
Bakın
Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle buyuruyor:
Sizden hiç
biriniz hevâsı, gönlü, arzusu benim tebliğ ettiğim şeylere tabi olmadıkça
mü'min olmuş olamazsınız."
Tüm arzularımızı, tüm
heveslerimizi, tüm hedeflerimizi, tüm hayatımızı Rasûlullah efendimizin getirip
tebliğ ettiği dine mutabık kılmak zorundayız.
Hz Ömer
efendimiz buyurur ki:
“Allah ve Resûlünün kötü gördüğü
şeyi iyi gören mü'min değildir."
Yine
Allah’ın Resûlü başka bir hadislerinde buyurur ki:
"Sizden biriniz, beni
nefsinden, hanımından çocuğundan ve tüm insanlardan çok sevmedikçe mü'min olmaz.
Buhârî, İbni Mâce)
Yine
Allah’ın Resûlü buyurur:
"Üç şey kimde bulunmuşsa
gerçek imanın tadına ermiştir. Allah ve Resulünün her şeyden çok sevilmesi,
sevdiğini Allah için sevmesi, hidâyete erdikten sonra küfre dönmekten, ateşe
düşmek kadar korkması..."
(A. ibni H.
Müsned’i]
Hz Ali
efendimiz de buyurur ki:
"Her kim ki Allah ve Resulüne
muhabbet iddia ettiği halde Allah ve Resulüne muvafık hareket etmezse bu
iddiası bâtıldır.”
Yine bir
gün Hz. Ömer efendimiz: Ey Allah’ın Resûlü, sen bana nefsim hariç anam, babam,
oğullarım, kavmim, kardeşim her şeyden daha sevimlisin der. Allah’ın Resûlü: Ey
Ömer nefsinden de ben sana daha sevimli gelmeliyim buyurunca, Ömer: Evet ya
Rasulallah bana nefsimden de sevimlisi buyurur. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü:
Evet şimdi oldu ey Ömer buyurur.
İşte Rabbimiz bu âyetinde bize
bunu anlatıyor. Tabi sevgi itaati gerektirir. İtaat ta peygamberi tanımayı,
isteklerini, yasaklarını, hayatını, sünnetini bilmeyi gerekli kılar. Elbette
istekleri, yasakları, hayatı bilinmeyen bir peygambere nasıl itaat edilecek te?
Öyleyse ona itaat edebilmek için önce peygamberi tanımak zorundayız. Peygamberin
sünnetini tanımak zorundayız.
Ve
peygamberin pak zevceleri de mü’minlerin anneleri olacaktır. Evet Rasûlullah
efendimizin eşleri tüm mü’minlerin anaları makamındadırlar. Rasûlullah efendimizle
nikâhlandığı andan itibaren onun hanımları bizim anamızdır ve ister Rasûlullah
hayattayken boşadıkları, isterse vefatından sonra hiç bir müslüman o analarıyla
evlenemez. Böyle bir nikâh işte Rabbimizin bu âyetiyle haram kılınmıştır.
Doğrusu bunun hikmetini de bilmek zorunda değiliz. Her ne hikmeti varsa Rab-bimiz
böyle istemiştir. Rabbimizin beyanına göre Rasûlullah efendimizin vefatından
sonra onun eşlerinden hiçbirisi bir başka müslümanla evlenemeyecektir. Çünkü
Rasûlullah efendimizin hanımları tüm mü’-minlerin anaları hükmünde olduğu için
onlarla evlenmeleri analarıyla evlenmeleri gibi yasaktır. Bu Rabbimizin işte bu
âyetinde belirlediği bir yasasıdır.
Akraba
olanlar, miras hususunda, Allah'ın Kitabında birbirlerine mü'minler ve
muhacirlerden daha yakındırlar. Dostlarınıza yapacağınız uygun bir vasiyet
bunun dışındadır. Bu kitapta yazılı bulunmaktadır. Evet akrabalar Allah’ın
kitabında yakınlık verdiği kadar yakındırlar. Miras konusunda akrabalar
mü’minlerden de, muhacirlerden de birbirlerine daha yakındırlar. Allah mirasta
sadece akrabalara pay ayırmıştır. Ve böylece şimdiye kadar pratikte muhacir ve
ensâr’ın birbirlerine mirasçı olmaları, birbirlerine varis olmaları, ya da mal
mülk konusunda birbirlerine yardımcı olmaları yasaya bağlanmıştır. Sadece rahim
bağıyla birbirlerine bağlanan akrabaların birbirlerine varis olacakları hükme
bağlanmıştır. Ama illa diye bunun bir istisnasını be-yan buyurmuş Rabbimiz.
Eğer yakın akraba olmayan dostlarınıza maruf şekilde bir iyilik yaparsanız,
mallarınızdan bir kısmını verirseniz bu müstesnadır, bu size bırakılmıştır. Bu
da kitaba yazılmış, bu kitapta açıklanmış bir konudur.
7. “Peygamberden söz almıştık. Ey Muhammed! Senden, Nuh’tan,
İbrâhim'den, Mûsâ'dan, Meryem oğlu Îsâ'dan sağlam bir söz almışızdır.”
Hani hatırlayın, Biz
peygamberlerden söz almıştık. Senden önceki elçilerimizden aldığımız gibi sen
den de söz aldık. Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan, Meryem oğlu Îsâ’dan sağlam
bir söz almışızdır. Onlardan insanlara kulluğu, risâleti, Allah’ın rubûbiyet ve
ulûhi-yetini hatırlatmak üzere, insanları Allah’a kulluğa çağırmak üzere sağlam
bir söz almıştık. Bu görevi onlara yüklemiştik te onlar da görevi yerine
getireceklerine dair söz verip ahitte bulunmuşlardı. Niye böyle yapmış
Rabbimiz? Niye söz almış elçilerinden? Niye görevlendirmiş elçilerini?
8. “Allah, doğrulardan doğruluklarını sormak ve inkârcılara
da can yakıcı azap hazırlamak için bunu yapmıştır.”
Doğru olanlara, iman ve
teslimiyet iddialarında sadık olanlara, imanlarını eyleme dökenlere,
iddialarını hayatlarıyla, amelleriyle görüntüleyenlere Allah sadâkatlerini sorsun
da mükafatlarını versin, kâfirlere, inkârcılara da bu tavırlarından ötürü
acıklı bir azap versin diye. Evet imanlarında sadık olanlara mükafat vermek,
kâfirleri de cezalandırmak için elçiler gönderiyor Rabbimiz.
Öyleyse Rablerine verdikleri
misâklarına, ahitlerine sadık davrananlar mükafatlandırılırken, inkâr edenler
de cezalandırılacaklardır. Rabbimiz burada genel bir sözleşmeyi hatırlatıyor.
Her ne zaman bir topluma elçi göndermişse Rabbimiz, o elçisi vasıtasıyla o
toplumdan misâk almaktadır, söz almaktadır. Ve o toplum elçilerinin kendilerine
Rablerinden getirdiği emirlere riâyet edip nehiylerden kaçındıkları zaman
sözleşmelerine sadık davranmış, aksini yaptıkları zaman da ahitlerini bozmuşlar
demektir.
Ve işte ey
peygamberim senden de söz aldık. Burada anlatılan konularda, evlâtlık
konusunda, peygamber (a.s)’ın hanımlarıyla evlenme haramlığı konusunda, miras
konusunda tüm yanlış değerlendirmelerden, yanlış anlaşılmalardan uzaklaşıp,
Allah yasalarını duyar duymaz o yasalar istikâmetinde tavır alıp sadık
davranalar mükafatlandırılacaktır. Rabbimizin bu yeni düzenlemeleri eski
uygulamaları iptal edecektir. Ve artık kıyâmete kadar hiç kimsenin değiştirme
yetkisi olmadan varlığını sürdürecektir. Ve öldüğümüz andan itibaren,
dirildiğimiz andan itibaren Rabbimizin kitabında vaz ettiği bu yasalarıyla
hesaba çekileceğiz. Tüm insanlık bu kitapla sorguya çekilecektir. Bu kitaba
göre hareket edenler, hayatını bu kitaba göre yaşayanlar, bu kitabın yasalarını
uygulayanlar, Allah’ın isteklerine karşı sadık davrananlar, bu kitaba iman
iddiasında sadâkat ortaya koyanlar mükafatlandırılacak, aksini yapanlar ise cezalandırılacaklardır.
Bundan
sonra Rabbimiz Hendek savaşı veya Ahzâb savaşıyla ilgili bir konuyu gündeme
getirecek:
9. “Ey İnananlar! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize
ordular gelmişti, Biz de onların üzerine rüzgarlar ve görmediğiniz ordular
göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu.”
Ey mü’minler Rabbinizin sizin
üzerinize indirdiği nimetini bir hatırlayın. Ahzâb günü, ya da Hendek günü
Rabbinizin sizin üzerinize indirdiği nimetlerini bir gündeme alın. Sizler
Medine’de hendekler kazıp üzerinize doğru gelmekte olan düşman güçlerine karşı
kendinizi sağlama almaya çalışıyordunuz. Allah’ın lütfuyla hendek kazma işinde
muvaffak olmuştunuz. Allah’ın Selmanı Farisînin hatırına getirmesi ve
peygamberin de onun teklifini kabul etmesi sonucu bir hendek kazdınız. Rabbiniz
bu konuda sizi başarılı kılmıştı. Üzerinize gelen düşmânâ karşı bir savunma savaşı
verecektiniz. Ve ordular sizin üzerinize doğru gelmişti. Mekkeliler civar kabilelerle
de işbirliği yaparak, Beni Nadır ve Beni Kureyza Yahudilerini de yanlarına alarak
24000 civarında büyük orduyla Medine’ye doğru geliyordu. Müslümanların kökünü
kazımaya yemin etmişlerdi. Medine’yi kuşatmışlardı. Medine’nin kuşatılması uzun
bir süre devam etmişti. Çok kaygılı anlar yaşadınız. Biz onların üzerlerine bir
rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik.
Evet Rabbimiz bu iman küfür
savaşında, hak bâtıl savaşında mü’minlere destek veriyordu. Öyle bir rüzgar gönderdi
ki Rabbimiz toprakları yüzlerine savuruyor, çadırlarını söküyor, ateşlerini
söndürüyor, hayvanlarını dağıtıyor, kâfirleri perişan ediyordu. Bu arada melekler,
Allah’ın görünmeyen orduları da kâfirlerin arasında Allahu Ek-ber diyerek
tekbir getiriyorlardı. Kâfirlerin kalplerine korku salmıştı. Bir panik başladı
ve kaçıp gittiler. Bilesiniz ki Allah tüm yaptıklarınızı görmektedir.
Yâni savaşları Allah
yönetmektedir. Savaşı yönlendiren, sizi koruyan Allah’tır. Galip getireceğini
galip getiriyor, koruyacağını ko-ruyor, helâk edeceğini de helâk ediyor Allah.
İşte böylece Allah’ın lüt-fuyla, Allah’ın size yardımıyla büyük bir ordu kaçmak
zorunda kalıyor ve şehriniz kuşatma altından kurtuluyordu. Allah sizin
yaptıklarınızı görendir. Sizin sabrınızı, direncinizi, Allah’ın dinini, Allah’ın
elçisini ko-rumadaki kararlılığınızı gören ve bilendir Allah.
10. “Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi;
gözler de dönmüştü; yürekler ağızlara gelmişti; Allah için çeşitli tahminlerde
bulunuyordunuz.”
Hani hatırlasanıza, üzerinizden,
yukarınızdan ve aşağınızdan, alt tarafınızdan gelip hücum etmişlerdi. Her tarafınızdan
kuşatılmıştınız. Necid ve Hayber tarafından gelenler yukarınızdan, Mekke’den
gelenler de aşağınızdan saldırmışlardı. Bir grup doğu tarafından bir başka grup
ta batıdan, yâni vadinin alt tarafından gelmişti. Ve o zaman üzerinize çullanan
orduların büyüklüğünden, güçlülüğünden dolayı gözler kaymış, bayağı bayağı
korku ve sıkıntı içine düşmüştünüz. Korkunuzdan dolayı gelen orduya
bakamıyordunuz. Korkunuzdan normal bakma yeteneğinizi kaybetmiştiniz. Ve
yürekleriniz ağzınıza gelmiş dayanmıştı. Tedirginliği, dehşeti zirve noktasında
yaşıyordunuz. Kalpleriniz heyecanla çarpıyordu.
Ve siz Allah hakkında bir takım
zanlarda bulunuyordunuz. Allah hakkında bir takım değerlendirmelerde bulunuyordunuz.
Sağlam mü’minler Allah’ın kendilerini çetin bir imtihana sürdüğünü düşünerek
ayaklarının kayabileceğinden, bu denemede Allah’ın ve Resûlünün istediği tahammülü
gösterememekten korkmuşlar, münâfıklar da temelden sarsılıp artık mü’minlerin
sonlarının geldiği zehabına kapılmışlardı. İşte savaşın en kızgın anında
sizlerin halet-i ruhîyeleriniz böyleydi.
11. “İşte orada, inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya
uğratılmışlardı.”
İşte orada, o anda mü’minler
imtihan ediliyorlar ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsılıyorlardı. Gerçekten
mü’minlerde çok korkunç ve şid-detli bir sarsıntı durumu hakimdi. Tamamen her
yanlarından çepeçevre kuşatılmışlardı. Gerçekten tüm Arap kabilelerin müttefik
orduları, birleşik milletler, birleşik kavimler, hizipler, Ahzâb üzerlerine gelmişti.
Ahzâb işte bu anlama geliyordu. Tüm bu orduların kuşattığı hendeğin içinde
Rasûlullah, ona gerçekten iman etmiş müslümanlar ve inanmadıkları halde inanmış
görünen kimseler vardı.
Ve daha önce Rasûlullah
efendimizin Medine’yi birlikte müdafaa konusunda kendileriyle anlaşma yaptığı Yahudi
kabileler de bu anlaşmalarını bozarak gelen bu küfür ordusunun safına katılmışlar.
Beri tarafta müslümanların safında bulunan münâfıkların da müslü-manlara karşı
haince planlar içinde olmaları, müslümanlara ihanet etmeleri de söz konusuydu.
Gerçekten müslümanlar çok büyük sıkıntılı anlar yaşıyorlardı.
12. “İkiyüzlüler ve kalplerinde hastalık olanlar: "Allah
ve peygamberi bize sadece kuru vaatlerde bulundular" diyor-lardı.”
İki yüzlü münâfıklar ve
kalplerinde hastalık bulunanlar şöyle diyorlardı: Allah ve peygamberi bize
sadece kuru vaatlerde bulundular. Demek ki Allah ve Resûlü bizi boş şeylerle
aldatıyorlarmış. Allah ve Resûlü bize boş şeyler vaadetmişler ve bizi aldatmışlar.
Hani Allah ve Resûlü bize kâfirler karşısında yardım ve destek vaadetmişlerdi.
Hani bize zafer vaadinde bulunmuşlardı. Hani yardım görecektik? Ha-ni desteklenecektik? Şu anda düşman karşısında tuvalete
bile gidemeyecek bir duruma düşmüşken peygamber tutmuş bize Kisra’nın ve
Kayzer’in ülkelerinin fethinden söz ediyor. Boş vaad den başka bir şey değildir
bunlar diyorlardı. Alçaklar daha hendek kazılırken bile bu inanmadıkları halde
iman gösterisinde bulunanlar Rasûlullah’ı ve müslümanları üzecek tavırlarda,
sözlerde bulunuyorlardı. Şimdi artık daha bir sıkışmışlar, şirretliklerini
artırıyorlardı.
Bu arada kendi canlarını
kurtarabilmek için saklı, saklı Yahudilerle görüşmeler yapıyorlar, işbirliği
içine girmeye çalışıyorlardı. Ra-sûlullah ve müslümanlara ihanet planları
kuruyorlardı. Mü’minlerin morallerini bozmak, cesaretlerini kırabilmek için
ellerinden ne geliyorsa yapmaya çalışıyorlardı. Bakın işte görüyorsunuz, Allah
ve Resûlü bize boş şeylerden, ham hayallerden başka bir şey vaad etmiyormuş
diyerek en sıkıntılı anlarında mü’minleri yenilgiye uğratmaya çalışıyorlardı.
Bakın onlardan bir grup şöyle demişti:
13. “İçlerinden bir takımı: “Ey Medineliler! Tutunacak
yeriniz yok, geri dönün” demişti. İçlerinden bir topluluk da Peygamberden:
“Evlerimiz düşmânâ açıktır” diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi
sadece kaçmak istiyorlardı.”
Ey Yesrip halkı. Dikkat ederseniz
ey Medineliler diyemiyorlar-dı. Neden? Çünkü adamlar o anda cahiliye tarih
felsefesini gündeme getirerek, cahiliye anlayışına dönerek Medine’nin Muhammed
(a.s)’ın gelmesinden önceki ismi ile halkına hitap ederek küfürlerini kusmaya
çalışıyorlardı. Böylece bu hitapla Muhammed (a.s)’ı ve dinini silmeyi hedefliyorlardı.
Artık Muhammedin de dininin de pili bitti ve bu şehir Yesrip olacak, eski
günlerine, cahiliye dönemine dönecek istiyorlardı.
Tüm müşrik tarih felsefelerinin
hedefi işte budur. İsterler ki bir ülke İslâm ve müslümanlar tarafından
fethinden önceki cahiliye dönemine dönsün. Bakın şu anda tüm İslam ülkelerinin
tarih felsefeleri böyle oluşturulmaya çalışılıyor.
Şu andaki tüm İslâm ülkelerinin
tarihlerini gün yüzüne çıkarmaya çalışanlar hep İslâm’ın ve müslümanların egemen
oldukları dö-nemleri unutturmaya çalışıyorlar. Bu ülkelerin tarih felsefelerini
geliştirenler hep kâfirler oldukları için âdeta bu topraklar aslında bizimdi
der gibi bir edayla tarih geliştiriyorlar. Bakın işte o günkü münâfıklar da
müslümanlara ey Medineliler demiyorlar da ey Yesripliler diyorlar. Me-dinet’ün
Nebî diyerek o şehri peygambere izafe etmiyorlar da İslam öncesi ismiyle Yesrip
diyorlar.
Ey Yesrip
halkı, artık burada sizin için tutunacak bir yeriniz, bir dalınız kalmadı.
Artık burada sizin işiniz bitti. Haydi çekin gidin buradan. Haydi def olup
gidin bu yerden. Ya da artık sizin burada, bu hendekte tutunacak bir durumunuz
kalmadı, haydi dönün şehre. Veya artık sizin İslâm’da kalma şansınız kalmadı,
haydi dönün dinlerinizden. Haydi artık sizi rezil ve rüsva eden şu müslümanlığı
bırakın da atalarınızın dinine dönün. Allah ve Resûlüne verdiğiniz sözlerinizden
dönün. İmandan İslâm’dan küfre dönün ki şu ordu karşısında helâk olmayın
diyorlardı.
Tam savaş düzeni aldıkları bir ortamda
onlardan bir grup ta Rasûlullah (a.s)’a gelerek izin istiyorlardı. Mâzeret
beyan ediyorlardı. Diyorlardı ki, ey Allah’ın Resûlü, gerçekten evlerimiz
açıktır. Evlerimiz açıkta kaldı. Evlerimiz, çoluk çocuklarımız savunmasız bir
durumdadır. Bize izin ver de evlerimizde kalıp savunalım diyorlardı. Halbuki Allah
buyuruyor evleri açıkta falan değildi. Evleri korunma altındaydı. Evlerinin
korunmasını Allah’ın Resûlü güzel planlamıştı. Dertleri bu değildi adamların.
Evleri güvende olduğu halde bu tür bahanelerle sa-vaştan, Rasûlullah ve
müslümanlarla cepheye gitmekten tüymek isti-yorlardı hainler. Dertleri Allah
için bir savaştan kaçmaktı. İstekleri yalnız kalmaktı. İstekleri peygamberi
yalnız bırakmaktı. Böylece müslü-manları kendi başlarına bırakıp morallerini
bozmak, cesaretlerini kırmak ve yenilmelerini sağlamaktı.
Müslümanlarla
daha önce anlaşma yapan Beni Kureyza Yahudileri müslümanları arkadan vurarak
müşriklere katılınca bunlar da kıvırtmaya başlıyorlardı. Evlerinin düşmânâ ve
hırsızlara açık olduğunu iddia ederek tüymek istiyorlardı. Tıpkı şu anda ne yapalım
“Kör olası hanede evlâd u ıyal var” diyerek Allah’ın istediği kulluklardan, sorumluluklardan
kaçanlar gibi. Acaba bu hainler evlerinde, geride kaldıkları zaman evlerinin
müdafaası için savaşacaklar mıydı? Kesinlikle hayır.
14. “Eğer Medine'nin etrafından üzerlerine varılmış olsa,
sonra da kendilerinden fitne çıkarmaları istense hemen buna girişip derhal
yapmaktan geri kalmazlardı.”
Eğer onlara şehrin her yanından
girilip, Medine’nin her tarafından girilip üzerlerine varılmış olsaydı. O korumasız
dedikleri evlerine girilmiş olsaydı. Yâni o müttefik ordular, o Ahzâb orduları
her taraftan üzerlerine hücum etmiş olsalardı acaba evlerinin savunulması
konusunda silaha sarılacaklar mıydı? Ve hattâ bırakın evlerini savun-malarını o müttefik ordular tarafından kendilerinden
dinlerinden dönmeleri konusunda, yahut da kendileriyle birlik olup
müslümanların aleyhinde hareket etmeleri istenseydi hemen buna girişip müslüman-ları
arkadan hançerlemekte asla geri kalmazlardı. Kendilerinden bir fitne istenseydi
pek çoğu hemen bu işin içine girerlerdi. Müslümanlar aleyhine kâfirlere
yardımcı olurlardı. Müslümanlar aleyhine fitne ve fesat çevirmeye
kalkışırlardı. Onlardan böyle bir şey istenseydi hiç tereddütsüz bunu
yaparlardı. Zaten onların derdi güçlü gördükleri Ahzâb karşısına çıkmamaktı.
15. “Andolsun ki, daha önce, sırt çevirip kaçmayacaklarına
dair Allah'a ahd vermişlerdi. Allah'a verilen ahd sorulacaktır.”
Halbuki Allah onlardan daha önce
söz almıştı. Allah daha önce kendilerinden düşmânâ karşı sırt çevirip kaçmayacaklarına
dair, Allah ve elçisine karşı, müslümanlara karşı fitne ve bozgunculuk içine
girmeyeceklerine dair söz almıştı, ahit almıştı. Allah ve Resûlüne iman etmiş
kimseler, iman iddiasında bulunmuş kimseler olarak dıştan gelebilecek etkilerden
etkilenmeyeceklerine dair onlardan söz almıştı Allah. Bunlar daha önce Uhud
savaşında da yılgınlık göstermişlerdi, sonra tevbe etmişlerdi ve bir daha asla
düşmânâ karşı sırt dönüp kaçmayacaklarına dair Rasûlullah’a yemin etmişlerdi.
Elbette Allah’a verilen söz sorulacaktır. Elbette Allah’a verilen söz bir
sorumluluk gerektirecektir. Kim Allah’a bir söz vermişse o sözünü yerine
getirmek zorundaydı.
Ama bu adamlar işte böyle bir
yanlışın içine girdiler. Böyle daha önce gösterdikleri bir yanılgıyı telafi
edeceklerine dair Allah’a söz verip te sözünde durmayanlar bilsinler ki Allah
asla kandırılamaz. Peki bu adamların bu tavırlarının, bu kaçışlarının sebebi
neydi? Bakın bunun sebebini Rabbimiz şöylece gündeme getiriyor:
16. “Ey Muhammed! De ki: “Eğer ölümden yahut öldürülmekten
kaçıyorsanız bilin ki, kaçmak size fayda vermeyecektir; kaçsanız bile az bir
zamandan fazla yaşatılmazsınız.”
Ey peygamberim ve ey müslümanlar,
böyle sıkışık bir anda müslümanları kendi başlarına terk edip kaçanlara deyin
ki. Böyle zor anlarda, tehlikeli anlarda ölüm korkusuyla müslümanları satanlara
deyin ki, sizin böyle ölümden kaçmanız size asla bir fayda sağlamayacaktır.
Kaçmanız size hiçbir yarar sağlamayacaktır. Ölümden, yahut öldürülmekten
kaçmanız size hiçbir şey kazandırmayacak. Bu kaçışınız sizin hayrınıza
olmayacaktır. Haydi kaçsanız bile az bir zamandan fazla yaşatılmayacaksınız. Bu
dünyada ebedî kalmayacaksınız.
Yâni ne kadar kaçarsanız kaçın
yine Rabbinizin sizin için takdir ettiği ecele kadar yaşayacaksınız. Yâni eğer
eceliniz gelmişse kaçmanızın, gelmemişse yine kaçmanızın hiçbir anlamı olmayacaktır.
Allah’ın takdir ettiği ecelden kurtulmanız mümkün değildir. Böyle olunca
kaçtığınız zaman Rabbiniz sizi yakalayacak ve cezanız ağır olacaktır.
17. “De ki: “Allah size bir kötülük dilese veya bir rahmet
istese, O'na karşı kim sizi koruyabilir? Allah'tan başka dost ve yardımcı da
bulamazsınız.”
Yine de ki onlara, Allah size bir
kötülük murad etse sizi Allah’ın muradından koruyacak, Allah’ın takdirinin önüne
geçip sizi kurtaracak var mı? Yine Rabbiniz size bir rahmet, bir acıma, bir
mağfiret dilese, onu sizden engelleyecek, onun önüne geçip sizi ondan mahrum
bırakacak bir güç var mı? Mağfiret te, merhamet te Allah’ın kararıdır, kötülükte
Allah’ın kararıdır. Fayda vermek te, zarar vermek te sadece Allah’a aittir.
Size bir rahmet ulaştırmayı, bir zafer ulaştırmayı dilediği zaman, ya da size
bir azap göndermeye, bir hezimet tattırmaya karar verdiği zaman buna kim karşı
çıkabilir? Allah’tan başka hiçbir kimsenin, hiçbir gücün bu konuda zerre kadar
bir yetkisinin olmadığını bilmiyor musunuz? Allah’tan başka ne bir yardımcı, ne
de bir dost, velî bulamazsınız. Dostunuz da Allah’tır, yardımcınız da. Velî
olarak Allah’ı bıraktığınız zaman, velâyetinizi başkalarına vermeye, başkalarının
kararlarını uygulamaya kalkıştığınız zaman kesinlikle bi-lesiniz ki Ondan başka hiç kimsenin velâyeti ve yardımı
size ulaşmayacak, hiçbir fayda sağlamayacaktır.
18,19. “Allah, içinizden sizi alıkoyanları, size Allah'ın
yardımını kıskanarak, kardeşlerine “Bize gelin, zorlanmadıkça savaşa gitmeyin”
diyenleri bilir. Kalplerine korku gelince, ölüm baygınlığı geçiren kimse gibi
gözleri dönerek, ey Muhammed! sana
baktıklarını görürsün. Korkuları gidince iyiliğinize olanı çekemeyip sivri
dilleriyle sizi incitirler. Bunlar inanmamışlardır, Allah, bu sebeple işlerini
boşa çıkarmıştır; bu, Allah için kolaydır.”
Doğrusu Allah içinizden insanları
Allah yolunda bir savaştan, Allah’a kulluktan, peygamber (a.s)’a yardımdan
alıkoyanları bilmektedir. Onlar, o münâfıklar kardeşlerine, kabilelerine,
kendileriyle birlikte düşüp kalkanlara şöyle diyorlardı: Gelin bize. Muhammedi
bırakın da bize gelin. Onun isteğiyle böyle son derece tehlikeli maceralara,
riskli işlere kendinizi atmaktan vaz geçin de gelin bizim gibi rahat ve kolay
bir hayat yaşayın. Gelin ölüme giden yolu bırakın da şu evlerinizde, şu
bağlarınızda bahçelerinizde yan gelip yatmak üzere, keyfinize bakmak üzere bize
katılın. Bırakın o akılsız müslümanları onlar kendi sıkıntılarıyla baş başa
kalsınlar diyenleri de Allah bilmektedir. Allah onlardan da bu sözlerinden, bu
tavırlarından da haberdardır.
Bunlar pek azı müstesna böyle
zorlu savaşa gelmiyorlar. Savaş onları sıkıntıya soktuğu için böyle bir savaşa
direnemiyorlar, kaçmaya çalışıyorlar. Belki kısa bir süre sizinle çıkarlar,
sizinle birlikteymiş gibi görünürler ama sonra hemen kaçıp giderler. Baktılar
ki müslümanlar müttefik güçler tarafından kuşatılmışlar, Medine’de muhasara
altına alınmışlar ve ne yapılacak? Başlarına neler gelecek? kimsenin bildiği
yoktur. Tam böyle bir imtihan anında hemen tüyerler onlar.
Çünkü böyle bir durumda
müslümanlar Allah için her şeylerini fedâ etmeyi düşünüp, imtihandan başarılı
çıkmanın derdine düşmüşlerken onlar hiçbir fedâkârlığa yanaşmazlar. Mü’minlerle
işbirliği içine girmezler. Çünkü onlar uğrunda fedâi mal ve fedâi cana değmez
bir Allah inancına sahiptirler.
Ve
gerçekten bu adamlar size karşı kıskanç davranıyorlar. Size karşı bencil ve
cimri davranıyorlar. Size olan sevgileri, bağlılıkları onları bir takım
fedâkârlıklar göze almaya götürecek seviyede değildir. Sizlerle düşman nazarlarında
tartıldığı zaman düşman ağır basmaktadır. Çünkü düşmandan bir korku geldiği
zaman onları görürsün ki gözleri dönmüş bir vaziyette sana bakıyorlar. Ölüm
baygınlığından ötürü gözleri dönmüş gibi, sanki kendilerini ölüm bürümüş gibi
sakınma ve korku içinde sana bakıyorlar. Ne yaptıklarını, ne yapacaklarını
bilmez bir vaziyette şaşkın, şaşkın seni süzüyorlar.
Ama korku kendilerinden gidince
de keskin, incitici dilleriyle de sana yöneliyorlar. Allah korkuyu giderip te zaferi
nasip edince mala mülke çok düşkün oldukları için keskin dilleriyle seni
eleştirmeye başlayarak ganimetten yana tavır alırlar. Ganimetlerden hisse
kapabilmek için akla hayale gelmedik değerlendirmelerde bulunurlar. Müslümanlıklarından,
İslâm’a karşı samimi gayretlerinden dem vurarak bizim payımızı unutmayın, çünkü
bu savaşta bizler de sizinle beraberdik derler. Bizim desteğimizle bu
galibiyete ve ganimetlere ulaştınız derler. Savaşta korkaktırlar ama ganimetler
konusunda çok cesurdurlar.
İşte bunlar
iman etmeyenlerdir. Dilleriyle böyle iman iddiasında bulunmuş olsalar da bunlar
kalpleriyle iman etmemiş kimselerdir. Onun için Allah onların yaptıklarını,
amellerini boşa çıkarmıştır. Yaşadıkları hayatta namazları da, oruçları da,
savaşları da tüm işleri tüm amelleri boşa gitmiştir. Çünkü Allah amelleri dış
formlarına göre de-ğerlendirmez. Allah amelleri niyetlere göre, o amelleri işlemeye
sevk eden iman ve samimiyetlere göre değerlendirir. Allah için niyetten ve
samimiyetten uzak ameller Allah katında boştur. Böyle şahsî çıkarlarını kendi
rızasından, kendi dininden üstün tutanları Allah asla mü’min olarak kabul
etmemektedir.
Ve Allah için bu iş gâyet
kolaydır. Yâni onları helâk etmek, onların defterini dürmek çok kolaydır Allah
için. Onların işlerini bitirmek te kolaydır, onların amellerini boşa çıkarmak
ta kolaydır, onların korkup ürktükleri birleşmiş güçleri, Ahzâb’ı bozguna uğratıp
onlar karşısında az da olsalar müslümanları galip getirmek te kolaydır.
20. “Bunlar, düşman birliklerinin gitmediklerini sanıyorlardı.
Bu birlikler tekrar gelmiş olsalardı, kendilerinin çöllerde bedevilerin yanında
bulunup, sadece sizin haberinizi sormayı dilerlerdi. Aranızda olsalar ancak pek
az savaşırlardı.”
Onlar kendilerini korkutan bu
düşman birliklerinin, düşman ordularının gitmediklerini zannediyorlar. Korkaklıklarından
dolayı, düşmanı çok güçlü ve baş edilmez gördüklerinden dolayı onların çekip
gitmediklerini, kendilerine çok yakın bir yerde bulunup tekrar döneceklerini,
tekrar saldıracaklarını zannediyorlar. Halbuki bunlar Allah’ın yardımını hiç
hesap edemeyen zavallılardır. Rabbimiz görünmeyen ordularıyla, rüzgarlarıyla
onları perişan edip arkalarına bile bakmadan kaçırmıştır. Onları çoktan mağlup
etmişti. Medine’yi muhasaradan vazgeçip ülkelerine dönmeye mahkum etmişti. Ama
Rablerini tanımayan bu zavallıların bundan haberleri olmadığı için kendi
zayıflıkları sebebiyle böyle bir şeyi anlayamıyorlar ve olmadık hesapların
içine giriyorlardı.
Eğer düşman
orduları tekrar geri dönselerdi bu alçaklar kendilerinin çöllerde bulunup
sadece uzaktan sizin haberinizi çöl bedevilerinden sorup öğrenmeyi arzu
ederlerdi. Artık bu defa şu anda sizinle birlikte bulunup kendilerini büyük bir
riske atmalarının tecrübesizliğini anlamış kimseler olarak çöle gitmeyi
düşüneceklerdir. Böylece kendilerini garantiye almış olacaklardır. Uzaktan
sizin durumunuzu gözetleyip eğer siz galip gelirseniz ganimetlere ulaşmak için
sizin yanınıza koşacaklar, yok eğer siz yenilmişseniz bu defa da Medine’yi
tekrar eski Yesrip yapmak için bir hazırlık için geleceklerdi. İşleri güçleri
bu adamların fitnedir, fesattır.
Eğer
aranızda olsalar bile onlardan çok azı savaşırdı. İşte bunlar sizin aranızda
bulunan böyle zavallı bir durumdan bir türlü kendilerini kurtaramayan arkadaşlarınızdır.
Medine’de birlikte hayat sürdüğünüz kimselerdir bunlar. Siz onları bırakın da:
¬
21. “Ey İnananlar! Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve
âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasûlullah en
güzel örnektir.”
Muhakkak ki Allah’a ve âhiret
gününe inananlar için Allah’ın Resûlünde sizin için güzel bir örnek vardır.
Allah’ı çok çok zikreden kimseler için. Rasûlullah nasıl Allah için bir hayat
yaşıyorsa siz de ya-şayın.
O nasıl Allah yolunda savaşıyorsa siz de savaşın. Allah düş-manı
müttefik güçlere karşı o nasıl direnç gösteriyorsa siz de öylece sabır ve direnç
gösterin.
Evet Rasûlullah efendimizin tüm
hayatı bizim için en güzel bir örnektir. Çünkü Allah’ın Resûlü örnek kuldur,
form dilekçedir. Allah bizden istediği kulluğu onun şahsında örneklemiştir.
Size gönderdiğim bu elçim gibi bir hayat yaşayın buyurmuştur. Tabii Rasûlullah
efendimizin örnekliği sadece kendi dönemi ashabını değil, kıyâmete kadar
tüm mü’minleri bağlayacaktır.
Üsve,
arkasından gidilecek, takip edilecek nümune-i imtisâl demektir. Evet Allah’ın
Resûlü tüm sözlerinde, tüm fiillerinde, tüm ha-yatında mü’minler için takip
edilmesi gereken bir örnektir. Önceki derslerimizde bu konuda çok şey söyledik.
Bakın Onun hayatını örnek alan mü’minlerin durumlarını Rabbimiz şöylece ortaya
koyuyor:
22. “İnananlar, düşman birliklerini gördükleri zaman:
İşte bu, Allah ve peygamberinin bize vaad ettiğidir; Allah ve peygamberi doğru
söylemiştir" dediler. Bu onların ancak imanını ve teslimiyetini artırdı.”
Ne zaman ki o mü’minler Ahzâb’ı
gördüler hemen dediler ki işte Allah ve Resûlünün bize vaad ettiğidir, şüphesiz
ki Allah ve Resûlü doğru söylemiştir dediler. Evet önceki âyetlerde ne buyurmuştu
Rabbimiz münâfıklar hakkında? Onlar da bu Ahzâb’ı, birleşik orduları gördükleri
zaman demişlerdi ki Allah ve Resûlü bizi aldatmıştır. Allah ve Resûlü bize boş
şeyler vaad etmiştir demişlerdi değil mi? Bunlar Rasûlullah’ı örnek almayan,
âhiret endişesi taşımayan, hesaba çekileceklerinin şuurunda olmayan, Allah’ı
çokça zikretmeyen, Allah’ın âyetlerini hafızalarında canlı tutmayan, Allah’ın
yasalarını gündemlerine almayan kimselerdi.
Ama Allah’ı çokça zikreden,
Allah’ın âyetleriyle yol bulmaya çalışan, Allah’ın elçisini takip eden
mü’minler bu müttefik güçleri gördükleri zaman ne diyorlar? Onlar da tıpkı
örnekleri gibi dimdik düşman karşısında durup işte Allah ve Resûlünün bize vaad
ettiği budur. Allah ve Resûlü ne söylemişse doğru söylemiştir. Allah ve Resûlü
bizden nasıl bir tavır istemişse doğru istemiştir dediler ve bu ordular ancak
onların imanlarını artırmıştır. Bu durum ancak onların Allah ve Resûlüne karşı
teslimiyetlerini artırmıştır.
Gerçekten
bu mü’minler Allah ve Resûlüne gönülden inanan kimselerdi. Allah ve Resûlünün
kendilerini kesinlikle zafere ulaştıracağına güvenleri tamdı. Allah ve Resûlünün
vaadinden dönmeyeceğine itimatları tamdı. Allah’ın kaza ve kaderine imanları mükemmeldi.
Kâfirlerin her bir yandan kendilerini kuşattığı, münâfıkların kendilerini terk
ettiği, daha önce kendileriyle anlaşma yapmış Yahudilerin kendilerini arkadan
hançerleme kararı aldıkları bir ortamda, sıkıntılı anlar yaşadıkları halde bu
müslümanlar Allah ve Resûlünün kendilerine va-ad
ettiği zaferin çok yakın olduğunu, bundan sonra bu kâfirlerin asla bir daha
Medine’ye hücum edemeyeceklerini biliyorlar, iman ediyorlardı. Aynen
peygamberlerinin vaad ettiği gibi artık bundan sonra hücum sırasının
kendilerine geleceğine, Bizans ve İran’ın, hattâ tüm dünya devletlerinin, tüm
dünya şehirlerinin fethedileceğine imanları tamdı. Kesinlikle biliyor ve
inanıyorlardı ki bundan sonra tüm zaferler, tüm fetihler kendilerinin olacaktı.
23. “İnananlardan, Allah'a verdiği ahdi yerine getiren
adamlar vardır. Kimi, bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahitlerini
hiç değiştirmemişlerdir.”
İşte o mü’minlerden öyle
yiğitler, öyle erler vardır ki onlar Allah’a vermiş oldukları sözlerde sadık
davrandılar. Daha önce Allah için bir savaş gerçekleşirse şehadet şerbetini
içene kadar Rasû-lullah’ın yanından bir adım bile ayrılmayacakları konusunda
Allah ve Resûlüne söz vermişlerdi. İşte bunlar Allah’a verdikleri bu sözlerine
sadık davrandılar. Onlardan bazıları verdikleri bu söz uğrunda, Allah ve Resûlü
uğrunda seve seve canlarını vermişler, şehadet şerbetini yudumlamışlar, ebedî
diriliğe ulaşmışlar, Rablerine, Rablerinin bağışlamasına kavuşmuşlar, bazıları
da bunu bekliyorlar.
Evet onların içinde Allah’a
verdikleri sözlerini yerine getirenler olduğu gibi, imanlarının, sözlerinin
şehadetini ikâme edebilmek için bekleyenler de vardır. Onlardan dinleri ve dâvâları
uğrunda şehadeti tadanlar öteler âleminde hiçbir kimsenin hayal bile edemeyeceği
büyük cennetler, büyük mükâfatlar olduğu gibi hayatta kalıp bir başka seferde
şehadeti umanlar için de dünyada zaferler, ganimetler, nimetler vardır.
Allah’ın bu yasası hiçbir zaman değişmeyecek, Allah’ın va-adi
hiçbir zaman değişmeden devam edecektir.
Kıyâmete kadar her ne zaman ki
mü’minler elçilerini örnek alırlar ve Rablerine verdikleri sözlerini yerine
getirirlerse Allah da mutlak sûrette onlara karşı vaadini yerine getirecektir.
Böylece Rabbimiz tıpkı Rasûlullah efendimizin sahâbesi gibi imanlarının sadâkatini
gerçekleştiren, imanlarının eylemini gerçekleştirenlere sıdklarının karşılığını
verecektir.
24. “Bu sebeple Allah, doğruları doğrulukları ile mükafatlandırır;
ikiyüzlüleri de dilerse azaplandırır veya tev-belerini kabul eder. Şüphesiz
Allah bağışlayandır, merhamet edendir.”
Evet böylece Allah sadıkların,
iman dâvâsında sadık davrananların, imanlarını hayatlarıyla ispat edenlerin sadâkatlerinin
karşılığını versin diye, münâfıklara da, iki yüzlülere de azap etsin diye. Eğer
dilerse onların tevbelerini kabul etsin diye. Böylece Rabbimiz yasasını
uyguluyor, müslümanlara da kalplerinde hastalık bulunanlara da uyarısını
ulaştırıyordu. Yine de merhameti vardı Rabbimizin, affı vardı. Eğer münâfıklar,
kalplerinde hastalık bulunanlar hatalarından dönerlerse ve Rabbimiz dilerse
onları affedecektir. Allah Gafurdur, Rahimdir, merhamet edendir.
25. “Allah inkâr edenleri, kinleriyle geri çevirdi, bir
hayra ulaşamadılar; savaşta inananlara Allah'ın yardımı yetti. Allah kuvvetli
olandır, güçlü olandır.”
Allah kâfirleri öfkeleri,
gayızları ve kinleri ile geri çevirdi. Onlar hiçbir hayra ulaşamadılar.
Hedefleri Medine’de müslümanları boğmak ve yeryüzünden silmekti. Medine’yi
Yesrip haline getirmeyi planlamışlardı. Müslümanların yeryüzünde izzet ve
şereflerini bitirmeyi hedeflemişlerdi. Ama Allah onların tüm planlarını bozdu
ve onları müslü-manlar aleyhine bir zafere, bir başarıya ulaştırmadı. Çünkü zafer
ve başarı Allah’ın elindedir. Savaşı idare eden, savaşa hükmeden Allah
mü’minlere yardımıyla yetti. Bizzat savaşı yöneten Allah mü’minleri hiç zahmete
sokmadan bir rüzgarla, görünmeyen melekler ordusuyla ve kâfirlerin kalplerine
korku salarak onların kinleriyle birlikte geri dönüp gitmelerini gerçekleştirdi.
Allah kavidir, Allah Azizdir, güçlüdür, izzet ve şeref sahibidir, intikam
sahibidir.
İşte gördük. Tüm Arap
kabilelerinin birleşerek oluşturdukları, Yahudilerin de destek verdiği dev gibi
bir ordu müslümanlara zerre kadar bir zarar veremeden dönüp gittiler. Bir tek
müslümanın burnu bile kanamadı. Allah’ın bizzat savaşa müdahalesiyle hiçbir şey
yapamadan çekip gittiler. Ve artık bundan sonra bu güçler asla müslü-manlar üzerine
hücum edemeyeceklerdir. Medine’de daha önce müs-lümanlarla birlikte hareket
etmek üzere anlaşma yaptıkları halde bu anlaşmalarını bozarak müttefik güçlere
katılarak müslümanlara zor anlar yaşatan, müslümanlara ihanet eden Yahudilerin
durumunu da bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz şöylece anlatacak:
26, 27. “Allah, Kitap ehlinden, kâfirleri destekleyenleri
kalelerinden indirmiş, kalplerine korku salmıştı; onların kimini öldürüyor,
kimini de esir alıyordunuz. Yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı
dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah her şeye kâdir
olandır.”
Allah kitap ehlinden,
Yahudilerden müslümanlara karşı kâfirleri destekleyen, müttefik güçlere
müslümanlar aleyhine yardım eden Kureyza Yahudilerini kalelerinden indirdi.
Onların güçlü kuvvetli kaleleri vardı. Onların kalplerine korku saldı da sizler
yaptıkları bu ihanetlerinin karşılığı olarak onların kimini öldürüyor, kimini
de esir alıyordunuz. Çünkü onlar sizi arkadan hançerlediler. Sizinle yaptıkları
anlaşmalarını bozarak, müttefik güçlere destek vererek size sıkıntılı anlar
yaşatmışlardı. İşte bu kalleşliklerinden ötürü Allah onları güçlü, kuvvetli,
muhkem kalelerinden indiriverdi. Onların kalplerine korku saldı da müslümanlar
onları çepeçevre kuşatıverdiler. En sonunda kendileri hakkında yaptıkları bu hainliklerinin
cezasını Tevrat’a göre bizzat kendileri verdiler ve kendileri hakkındaki
kararları da gerçekten çok acı olmuştur.
İşte bu
cezanın sonucunda onlardan bir kısmını öldürüyordunuz, eli silah tutanları
öldürüyor, bir kısmını da, kadınları ve çocukları da esir alıyordunuz. Ve
böylece Medine’de Rasûlullah’a ve beraberindeki müslümanlara ihanet eden Beni
Kureyza Yahudileri cezalarını bulmuş oluyordu. Yine böylece kâh Yahudilerle,
kâh Mekke müşrikleriyle anlaşarak, dayanışma içine girerek için için Medine’de
müslü-manlar aleyhine komplolar çevirmeye çalışan münâfıklar da yavaş yavaş
sindirilmeye başlamıştır. Ama yine de toplumda Allah ve Resûlünü aldatmaya
çalışan, müslüman olmadıkları halde zâhiren müs-lüman görünen kimselerde
varlıklarını sürdürüyorlardı. Rabbimizin peygamberine ve müslümanlara müjdesi
devam ediyor.
Evet artık
bir dereceye kadar Medine sağlama alınmıştı. Biraz sonra Hayber fethedilecek,
Hayber’in fethinden iki sene sonra da Mekke’nin fethi müyesser olacaktı. Ve
hicretin 10. senesi tüm Arabistan yarımadası müslümanların egemenliği altına
girecekti. Ve daha sonra Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali
efendilerimizin hilafeti dönemlerinde Çin seddinden Atlas okyanusuna kadar, Azerbaycan
ve Kafkaslardan Afrika içlerine kadar tüm dünya müslüman-ların eline geçecekti.
İşte böylece ey müslümanlar, o
Yahudilerin, o Kureyza oğullarının tüm yerlerine, yurtlarına, mallarına,
mülklerine, arazilerine, şehirlerine hakim oldunuz. Ve henüz ayağınızı dahi
basmadığınız yerleri, başka başka ülkeleri de Allah size miras olarak
verecektir. Daha dünyanın nice topraklarına ayak basacaksınız. Allah her şeye
kâdir olandır.
Öyleyse ey peygamber, ey
peygamber yolunun yolcuları haydi size bütün bu lütuflarını ulaştıran
Rabbinizin dini uğrunda savaşa. Haydi Rabbinize kullar kazandırmaya. Haydi
küfür ve şirk bataklığında ezilen insanları iman ve tevhid dirilişine dâvete.
Haydi nice zaferlere, nice galibiyetlere müjdesini veriyordu Rabbimiz.
Unutmayın ki uğrunda savaştığınız Allah çok güçlüdür. Allah her şeye kâdirdir.
Allah her şeye güç yetirendir. Allah tüm savaşları yönetendir. Allah tüm
savaşları yönlendirendir.
Öyleyse haydi henüz ayak
basmadığınız topraklara doğru hareket edin. Oralarda Allah’ı tanımadıkları
için, Allah’ın dininden, kitabından, peygamberinden habersiz bir hayat
yaşadıkları için kimisi küfrün, kimisi şirkin, kimisi şeytanların, kimisi
tâğutların, kimisi nefislerinin kurbanı olarak cehenneme doğru giden insanları
cennete kazandırmak için harekete geçin diye teşvikte bulunurken, diğer taraftan
da müslümanların dikkat edecekleri önemli bir hususu dile getirecek Rabbimiz.
Aileyi
sağlama almalarını öğütleyecek. Müslümanların eşlerinin, peygamber eşlerinin
nasıl olmaları gerektiğini? Dünyacı mı? Yok-sa âhireti hedefleyen bir hayatı mı
tercih edeceklerini anlatacak Rab-bimiz. Evet müslümanlar fatihler olacaklar,
dünyayı bir baştan öteki başa fethedecekler, ama bu fetihleri
gerçekleştirebilmek için özellikleri ailelerini sağlama almak zorunda
kalacaklar. Aile yapılarını Allah’ın ve Resûlünün istediği gibi ağlama
aldıkları andan itibaren Rableri tarafından kendilerine fetih yolları açılacak.
Bakın bunun yasasını da bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz şöylece gündemimize
getiriyor:
8, 29. “Ey peygamber! Eşlerine şöyle söyle: “Eğer dünya
hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle
salıvereyim. Eğer Allah'ı, peygamberini, âhiret yurdunu istiyorsanız bilin ki,
Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir hazırlanmıştır.”
Hitap yine Rasûlullah efendimize.
Rivâyetlere göre Rasûlullah efendimizin hanımları Beni Kureyza Yahudilerinin malları,
mülkleri ele geçince Rasûlullah efendimizi sıkıştırdılar. El âlemin kadınları
şöyle şöyle bir hayatın içindelerken bizler sıkıntı ve yokluk içinde kıvranıyoruz
dediler. Rasûlullah efendimizden dünyalık bir şeyler istediler. Müslümanların
ellerine son savaşlarda bolca ganimet geçince hayat standartlarında değişmeler
oldu. Bu durumdan tüm mü’minler etkilendikleri gibi Rasûlullah efendimizin
hanımları da etkilendiler.
O anda Rasûlullah’ın aile efradı
olarak Ayşe, Havfsa, Safiye, Meymune, Cüveyriye, Ümmü Seleme, Ümmü Habibe ve
Zeynep var. Bu değerli analarımız toplanıp Rasûlullah’tan bir istekte bulunurlar.
Bizim de başkaları gibi yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya hakkımız vardır derler.
Bizim de hayat standardımız biraz değişsin, biz de biraz rahat edelim, bizim
evimiz, eşyamız da biraz hoşumuza gidecek hale gelsin derler. Ey Allah’ın
Resûlü biraz da biz hanımlarını düşünsen, biraz da bizim için harcama yapsan
derler.
Belki peygambere karşı
hanımlarının istekleri, bu tavırları Onun insanlığa getirip sunmuş olduğu,
insanlardan istemiş olduğu hayat tarzının bir bakıma bir sorgulanması anlamına
da geliyordu. Belki de Rasûlullah’ın hanımları Onun diğer müslümanlar gibi
şimdiye kadar elinde avucunda bir şey olmadığı için böyle garipçe bir hayat yaşadığı
hükmüne, zannına varmışlardı. Şimdi ise müslümanların eline bolca ganimet malı
geçmişti.
Ama
Rasûlullah efendimizin hayatı değişmiyordu. Çaba yine insanlığı hidâyete
ulaştırma çabası. Ama müslümanların hayatlarında az da olsa bir değişikliği görmeleri
efendimizin eşlerinde de bir takım değişikliklerin oluşmasına sebep oluyor.
Halbuki eğer O dileseydi Rabbimiz hem Mekke’de hem de Medine’de altınlar gümüşler
verir, dağları taşları altın yapar, bağlar bahçeler, servetler, paralar,
pullar, mallar, mülkler lütfederdi. Eğer bu dünyada Allah’ın razı olduğu hayat
paranın, pulun, altının, gümüşün, servetin, samanın, makamın, mansıbın,
devletin, saltanatın, sarayın, köşkün varlığıyla daha hayırlı olmuş olsaydı
elbette Rabbimiz çok sevdiği elçisine bütün bunları yeryüzünde hiç kimseye
vermediği kadar lütfederdi. Ama bütün bunlar Allah katında hayırlı, değerli
şeyler olmadığı için, Allah katında hayırlı olanın dünyada Allah’a kulluğun
icrasına imkân verecek kadarıyla iktifa edip âhirette Allah’ın yüce nimetlerine
ulaşma heyecanıyla bir hayat yaşamaktı.
Yâni gerek Mekke’de, gerekse
Medine de Rasûlullah’ın Allah’ın sevgilisi bir peygamber olarak tüm insanlığa
bir örnek olarak ashabının, toplumunun en fakirinin, en garibinin, en düşük
gelirlisinin yaşayabileceği bir hayat standardını yaşaması Onun buna gücünün yetmeyişinden
değildi. Ve zaten Hatice anamızla evliliğinden sonra gerek kendisinin, gerekse
çok zengin olan hanımının elinde avucunda ne varsa müslümanlara harcayıp
tüketmiştir.
Çünkü Allah’ın Resûlü Allah’ın bu
dünyada razı olup istediği bir hayatı örneklemekle mükellefti. Allah’ın
istediği kulluğu en güzel bir biçimde pratikte insanlara göstermekle mükellefti
O. O öyle bir hayat yaşamalıydı ki toplumda hiçbir kimsenin Onun hayatı karşısında
komplekse düşmemesi ve işte benim efendim, işte benim örneğim, işte benim pişdarım,
işte benim reisim, benim liderim. O benim efendim olarak böyle bir hayat
yaşadıktan sonra ben Onun yaşadığı hayatı yaşamaktan niye aşağılık duygusu
duyayım? Niye ezilip büzüleyim? Ben mutluluğu, ben izzet ve şerefi, ben huzur
ve saadeti, ben kulluk ve özgürlüğü yalnızca Allah Resûlüne teslimiyette
ararım. Ben sadece Onun gibi olduğum zaman mutlu olurum diyerek onurlu ve şerefli
bir hayatı yaşamanın zevkine erecektir. Tüm toplum böylece güzel bir hayata
kavuşacaktır.
Ama eğer
bunun aksi olursa. Toplumun peygamberi, toplumun önderi, örneği, lideri, imamı,
başkanı, devlet reisi o toplumun gözleri önünde hiç kimsenin ulaşamayacağı bir
hayatı yaşarsa, hiç kimsenin elde edemeyeceği nimetlerin içinde yüzerse ve o
toplumun fertleri kadınıyla erkeğiyle o hayatın özlemini duymaya başlarlarsa,
herkes böyle bir hayata ulaşmanın kavgası içine girerse, ulaşamadıkları için de
herkes böyle bi aşağılık kompleksine girer ve kimliksiz, mutsuz bir yaşantının
mahkumu olursa varın birbirini yiyecek hale gelen o toplumun durumunu siz
düşünün.
İşte görüyoruz, hal dilden daha
iyi anlatır. Halbuki İslâm tüm insanları onurlu bir hayata dâvet etmektedir. Allah’ın
Resûlü insanlara onurlu ve mutlu bir hayatı öğretmek için gelmiştir. Rabbimiz
tüm kullarına böyle onurlu bir hayatı öğretirken elbette bunun pratikteki örneğini
peygamberlerinde gösterecektir. Evet bunun ilk örneği hayattayken Rasûlullah efendimiz,
sonra Ebu Bekir efendimiz, sonra Ömer, Osman, Ali ve benzeri sahâbe-i kiram
efendilerimiz, Ömer Bin Abdi’l Azîz gibi selefimiz olmuştur.
Bunlar, bu
değerli efendilerimiz öyle güzel bir hayat yaşayacaklar ki, öyle güzel bir
hayat yaşadılar ki toplumlarının en alt tabakasında bulunan, gariptir diye hiç
kimsenin değer vermediği gibi görünen yoksul bir kimse bile onların evlerine
geldikleri zaman, onların hayat standartlarına baktıkları zaman kendi hayatlarından
üzüntü ve aşağılık kompleksi duymamışlardır. Onları kendilerinden daha lüks bir
hayatın içinde bulmamışlardır. Ve işte benim örneğim, benim kendisine
bağlandığım imamım budur diye onlara sevgiyle sarılmışlardır. Ben nasıl
yaşıyorsam efendim de öylece yaşıyormuş diyerek hayatlarından mutluluk duymuşlardır.
Benim onurum bunların onuru, benim sıkıntım bunların sıkıntısıymış. Benim
şerefli kulluğum bunların kulluğunun aynısıymış diyebilmişlerdir.
Tüm
toplumun böyle mutlu, dengeli, düzenli olduğu bir dünyada sonunda ne mi oldu
diyorsunuz? İnsanlar şahsiyetli birer efendi oldular. İnsanlar dünyayı değil
âhireti, ekonomiyi değil Allah’a kulluğu hedefleyen birer tok müslüman oldular.
İhtiyaç felsefeleri Allah ve Re-sûlünün belirlediği gibi değişen, dünyaya kul
köle olmayan birer yiğit oldular.
Bakın bir tane örnek vereyim:
Peygamber örnekliğinde en şerefli hayatı yaşayan o müslümanların içinden Sa’d
Bin Ebi Vakkas isminde bir yiğit o günün en süper devleti olan, en büyük
siyasal ve egemenliğine sahip olan İran’ın Kisra’sının, devlet başkanının sarayına
elçi olarak gönderilir. Ayağı çıplak, kılıcının kını bile yok. Atının üzerinde
eğeri bile yok. Sarayın giriş kapısında atından aşağıya inmiş, Kisra’nın
kendisinin gözünü boyamak, gücünü kuvvetini göstermek için serdirdiği ipekten
halılara mızrağını vura vura, insanların içi giden o atlas halıları dele dele
kralın yanına girerken, asla ben şu anda dünyanın en büyük kralının
huzurundayım diye en ufak bir eziklik içine girmeden, müslümanlığının onuru ve
izzetiyle karşısına çıkar. Ve der ki, ey Kisra, bizler Allah’ın şerefli bir
dinle, şerefli bir peygamberle şereflendirdiği insanlarız. Senden bu şerefe
sahip çıkmanı, müslüman olarak şereflilerden olmanı istiyoruz. Aksi takdirde
bizimle savaşa hazır ol. Senin hayatı sevdiğinden çok Allah için şehadete can
atan şerefli bir toplumla karşı karşıyasın. Düşün ve kararını ver diyebiliyor.
Kralın mülkü ve saltanatı
karşısında kalbinde en ufak bir eziklik, bir şahsiyet problemi yaşamıyor. İşte
böyle bir yiğit ancak gözleri önünde onurlu, şerefli bir hayat yaşayan, yaşadığı
şerefli hayatıyla toplumuna örnek olan, toplumunun hiçbir ferdini kendisine
imrendirmeyen bir peygamberin ve onun yolunu takip edenlerin arasında yetişebilir.
Tüm dünyayı ayaklarının altına alıp onuru, izzeti, şerefi sadece Allah’a
kullukta gören, dünya mülkünü Allah’ın istediği gibi değerlendiren devlet
adamlarına, liderlere, imamlara ne kadar ihtiyacımız var bugün, anlıyorsunuz
değil mi?
Evet
Rasûlullah efendimizin hanımları ister onun hayatını sorgulamak için olsun,
ister gerçekten sıkıntıdan kurtulmak için olsun, bir şeyler isterler ve
efendiler efendisini epey üzerler. Belki bunun farkına varan iki kayınpederi,
Ebu Bekir ve Ömer Rasûlullah’ın hane-i saadetlerine gelirler. Bakarlar ki
Rasûlullah üzgün ve hanımları etrafında toplanmışlar. Sorarlar Rasûlullah’a.
Nedir bu sessizlik ey Allah’ın Resûlü? Bir şey mi oldu? Rasûlullah buyurur ki
işte gördüğünüz gibi çevremde oturmuş benden kendilerine harcamamı artırmamı
istiyorlar. İki sadık insan orada kızlarını azarlayarak derler ki, niçin
peygamberi üzüyor ve ondan sahip olmadığı şeyleri istiyorsunuz? Biz olsak
kayınpeder olarak böyle mi yaparız ? Böyle kendi kızlarımızı mı tedip ederiz?
Bunun üzerine Rabbimiz Rasûlullah efendimize şunları vahy eder:
Ey Nebim,
söyle o hanımlarına. Arkadaşlar bu âyetler, bu teklif şu anda bize de
söyleniyor. Bizler Kur’an’dan öğreniyoruz ki Rasû-lullah efendimizin okumuş
olduğu âyetler yanı zamanda bize de okunmaktadır. Şu anda bu teklif bize, bizim
hanımlarımıza, bizim oğullarımızı, kızlarımıza söyleniyor. Öyle değil mi? Söyle
hanımlarına di-yor Rabbimiz. Eh şu anda Rasûlullah’ın hanımları hayatta değiller.
Eğer bu âyetler sadece Rasûlullah’ın hanımlarıyla ilgili olmuş olsaydı o zaman
bu âyetler o gün işlevini bitirmiş ve artık kitabımızda bulun-mazdı. Ama eğer
kıyâmete kadar bu âyetler bu sûrede varsa ve şu anda analarımızda hayatta
değilse elbette bu âyet bize ve hanımlarımıza hitap etmektedir.
Ve şu anda yeni inmiştir bu
âyetler. Eğer şu anda bizler yeni okuyorsak bu âyetleri. Şu anda bu âyet bizim
gündemimizdedir ve hiç kimsenin bu âyetleri gündemden düşürmeye hakkı da salahiyeti
de yoktur. Hiç kimsenin kendisini bu âyetlerden sorumsuz görmesi de mümkün
değildir. Yine bu kitabımızda diğer peygamberlerle ilgili olan tüm kıssalar da
şu anda bizimle ilgili olduğu gibi bize hitap etmektedir. Hiçbir anlayış bu
âyetler o gün filân peygambere hitap ediyordu, o gün analarımıza hitap ediyor,
onları bağlıyordu, yok bunlar Yahudiler, bunlar Hıristiyanlarla, bunlar
Mecûsîlerle ilgiliydi, bunların bizimle ilgisi yoktur diyerek bu kitabın
âyetlerini birkaç âyete indirgemeye hakkı yoktur. Bu âyetlerden şu anda tüm
dünya, tüm müslümanlar sorumludur.
Evet
hanımlarına deki ey peygamberim, eğer sizler peygamber eşleri olarak dünya
hayatını, dünya hayatının ziynetini, süsünü, rahatlığını, konforunu, lüksünü
istiyorsanız. Eğer derdiniz dünyada refah içinde bir hayat yaşamaksa, gelin
sizi metalandırayım. Size ba-ğışta bulunayım. İstiyorsanız sizi boşayayım, boşamam dolayısıyla size vermem gereken
mutayı, mehirlerinizi vereyim de güzellikle sizi salıvereyim. Böylece benim
içinde bulunduğum sıkıntılı hayattan kurtulup serbest olursunuz. Özgürce dilediğiniz
gibi bir hayat yaşarsınız. İstediğiz şekilde yer, içer, giyinir, kuşanırsınız.
Evet işte peygamber hanımlarına
söylenen söz budur. Peki bize söylenen nedir? Bize ne söyleniyor burada? Ey
insanlar, ey müs-lümanlar eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin sizi
serbest bırakayım, keyfinize göre bir hayat yaşayın. Ama unutmayın ki bu
tercihinizle peygamber ailesinden, peygamber çevresinden, peygamberle birlik olmaktan,
peygamber yolunun yolcusu olmaktan uzaklaşmış olursunuz. Buyurun dilediğiniz
gibi yaşayabilirsiniz. Yine peygamber ailelerine ve bizlere ikinci teklif te
şöyle. Yok eğer dünyayı değil de Allah’ı, Resûlüne ve âhiret yurdunu
istiyorsanız muhakkak ki Allah sizden muhsin olanlara, Allah’ı görüyormuş gibi
Ona kulluk yapanlara büyük mükâfat hazırlamıştır. Haydi buyurun bu mükafat da
sizi bekliyor. Evet hem hanımlarına hem de kıyâmete kadar gelecek tüm erkek ve
hanımlara bunu teklif ettiriyordu Rabbimiz.
Evet
onların tekliflerine bir azarlama, bir öfkelenme yok. Ama müthiş bir karşı
ifade, müthiş bir teklif geliyor. Eğer Allah ve Resûlünü istiyorsanız, Allah ve
Resûlünün hoşnutluğunu istiyorsanız, âhiret yur-dunu
istiyorsanız, âhiret yurdunda gözlerin görmediği, kulakların duy-madığı, beşer kalbinin akla hayale getiremeyeceği devlet ve
nimetlerinin sizin olmasını arzu ediyorsanız, muhakkak ki Allah sizden samimiyetle,
Allah’ı görüyormuşçasına Ona kulluk edenlere büyük bir mükâfat hazırlamıştır.
Haydi buyurun. İki seçenekten birini seçmekle kar-şı
karşıyasınız. Allah, resul ve âhiret yurdu. Allah ve Resûlünün rı-za-sı, âhiret yurdunun büyük
mükâfatları. Ya da dünya hayatı, dünyanın lüksü, malı mülkü, serveti, giyimi,
kuşamı, yemesi, içmesi. İşte her iki-si de karşınızda durmaktadır. Buyurun
hangisini tercih edecekseniz edin.
Rabbimizin bu değerlendirmesinden
anlıyoruz ki bunun her ikisi de birlikte olmayacaktır. Yâni hem dünya olsun,
hem dünyanın süsü ve ziyneti olsun, hem de Allah, Resûlü ve âhiret olsun. Niye
biri olunca diğeri olmuyor? diye bir soru soruyor veya işte bu konuda şu andaki
mevcut hayatımıza göre bir takım felsefeler geliştirmeye çalışıyorsak,
kesinlikle bilelim ve iman edelim ki işte Rabbimizin bu âyet-i kerimesindeki
değerlendirmesi bizim şu andaki yanlış anlayışlarımızı kesinlikle reddediyor.
İşte Rasûlullah efendimizin
yaşadığı hayat ortada. Onun hayat standardını gözünüzün önüne getirin, evini gözünüzün
önüne getirin, kerpiçten, hurma liflerinden, başınızı kaldırsanız tavana
değecek kadar alçak ve sadece üç kişinin gömülebileceği genişlikte bir ev.
Yiyip içtiği de belli. Günler aylar geçer de bazen ocağı yanmaz, bacası tüt-mez, sadece üç beş
hurmayla karınları doyar. Ne kendisinin ne hanımlarının giyecek fazladan bir
elbiseleri var, ne de böyle dolapları dolduracak eşyaları.
Ve düşünün bu âyetler geldiği
zaman da Allah’ın Resûlü yeryüzünün en büyük devletinin başkanı. Eğer isteseydi
etrafında pervaneler gibi dönen o yiğitler Japonya’dan mermer, Bohemya’dan
kristaller getirip muhteşem saraylar, tüm mallarını verip lüks içinde bir hayat
verebilirlerdi ona. Ama Allah’ın istediği bu olmadığı için Rasûlullah şiddetle
kaçtı onlardan. Hatice anamızın ve kendisinin ticaret mallarını da daha
Mekke’deyken Allah yolunda sıfırladı. Tüm mal varlığını Müslüman köleleri zalim
patronlarının elinden kurtarmaya harcadı. Peygamberliğinden sonra da malını daha
fazla çoğaltmayı, ticaretini daha da büyütüp konfor içinde bir hayat yaşamayı
asla düşünmedi.
İşte bu
şartlarda bir hayat yaşarken hanımlarının mızıkçılıkları karşısında Rabbimizin
elçisine emri bu olmuştu. Söyle onlara peygamberim, bu ikisinden birini tercih
etsinler. Bu Rabbimizin bir emriydi ve Allah’ın Resûlü bunu onlara tebliğ
etmeliydi. Eğer dünya hayatını istiyorsanız gelin güzellikle boşayayım sizi demeliydi.
Haydi buyurun ikisinden birini tercih edin denecekti. Ya dünya, ya âhiret. Ya
dünyada lüks bir hayat, ya da âhirette Allah’ın hoşnutluğu, Allah’ın cenneti.
Şimdi annelerimiz hangisi seçmeliydi? Şimdi biz bunlardan hangisini seçmeliyiz?
Rasûlullah’ı sevmek Onun
hayatını, hayat anlayışını sevmek demektir. Rasûlullah’ı sevmek fakirliği
sevmek demektir. Sahâbeden birisi gelip, ey Allah’ın Resûlü ben seni çok
seviyorum buyurunca, Allah’ın Resûlü öyleyse fakirliğe hazır ol buyurmuştu.
Çünkü gerçekten beni seven böyle olmalıdır. Rasûlullah’ı sevmek yetimleri sevmek
demektir. Rasûlullah’ı sevmek merkep üzerinde yürümeyi sevmek de-mektir. Rasulullah’ı sevmek toplumun en garibanının
yaşadığı hayata talip olmak demektir. Rasûlullah’ı sevmek demek kuru ekmek
yemeyi sevmek demektir. Rasûlullah’ı sevmek sadece Allah önünde eğilmek, Allah’tan
başka hiç kimsenin önünde eğilmemek demektir. Rasûlul-lah’ı sevmek demek tüm kâfirlerin, müşriklerin karşısında Allah’ın
bü-yüklüğünü ilân ederek izzetli ve şerefli bir hayat
yaşamak demektir.
Evet
Rasûlullah’ın köşkü, sarayı, villası, parası, pulu, halısı, kilimi, yatağı,
yorganı, atı, arabası yoktu, ama onuru vardı, izzeti vardı. Şimdi şu anda
müslümanlar olarak her şeyimiz var, ama izzetimiz yok, onurumuz yok. Allah ve
Resûlünün ön gördüğü şahsiyetimiz yok. Tüm dünya kâfirleri yanında zerre kadar
bir değerimiz yok. Ne siyasal, ne ekonomik, hiçbir değerimiz yok. Alnını gere,
gere ben müs-lümanım bile diyemiyoruz. Ben müslümanım ve benim müslümanlık-tan
başka şeref duyduğum hiçbir şey yoktur diyemiyoruz. Kalbimizde en ufak bir
İslam onuru kalmadı.
Evet
Rasûlullah efendimiz önce hanımlarından Ayşe annemize durumu açtı. Ayşe, sana
bir şey söyleyeceğim, ama rica ediyorum iyice düşünmeden, babanla da istişare
etmeden karar verme diyor ve konuyu açıklıyor. Ve Ayşe annemiz gülüveriyor. Ey
Allah’ın Resûlü, ben bu konuda hiç kimseye danışmadan Seni ve âhireti tercih
ediyorum. Rabbimin hoşnutluğu, senin hoşnutluğun benim için dünyadan, dünyanın
tüm nimetlerinden daha hayırlıdır deyince Allah’ın Resûlü çok sevindi. Diğer
hanımları da aynı şeyi söyleyerek Rasûlullah efendimizi memnun ettiler.
Rasûlullah’ın hanımı ve tüm müslümanların anası olma şerefini ve özellikle
cenneti kaybetmediler.
Acaba aynı
durumda bizim hanımlarımız olsa hangisini tercih ederlerdi? Ey müslüman
hanımlar, sizler hangisini tercih ediyorsunuz bugün? bir düşünün. Hangisinden yanasınız?
Dünya ve dünya nimetlerine ulaşmak mı? yoksa Allah ve Resûlünün hoşnutluğu mu?
Dünyada lüks bir hayat mı? Yoksa cennet mi? Hangisinden yanasınız? Önce dünyayı
bir kazanalım, sonra âhireti de ayarlarız mı diyoruz? Dünya hayatı ve süsü
olsun, bunun yanında âhiret de olsun mu di-yoruz? Yoksa dünya hayatı ve süsünü
bir tarafa bırakıp, bu konuda kendi kendimize hiçbir yorum yapmadan, hiçbir
çıkış yolu aramadan Allah, Resûlü ve âhiret yurdunu mu tercih ediyoruz? Böyle
yapalım da efendimizin hane-i saadetlerinde bizim de yerimiz olsun, biz de
ehl-i beytten olalım mı diyoruz? Öteler âleminde Rasûlullah yanında bir yerimiz
olsun mu diyoruz? Tercih bize bırakılmış, buyurun neyi, hangisini tercih
edeceksek tercihimizi güzel yapalım.
Diyebiliyor
musunuz ki ben Ayşe’yi, ben Meymune’yi, ben Haf-sa’yı, ben Zeynep’i kendime
örnek seçtim? Eğer bunu diyebiliyorsanız kesinlikle bilesiniz ki sizler de
cennet yarışında onların yanında olacaksınız. Onlar gibi bir hayat yarışı
içinde olacaksınız. Aksi takdirde şu içinde bulunduğun toplumda atımla,
arabamla, evimle, köşkümle şeref kazanacağım diyorsan, dünyayı tercih ediyorsan
izzetini de şerefini de kaybedeceksiniz. Çünkü eğer şu anda şeref duyduğunuz bu
şeylerin Allah katında bir değeri olmuş olsaydı siz de bunları kabullenmiş
olabilirdiniz. Halbuki bunların hiçbirisi Allah katında şeref değildir. Bakın
Rabbimiz Zuhruf sûresinde buyuruyor ki:
“Eğer bütün
insanlar (küfre meyletmeyip) tek bir ümmet olma durumuna gelmeyecek olsaydı,
Rahmân olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, üzerinde
yükseldikleri merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerinde yaslanacakları
kerevetleri gümüşten yapar ve altın bileziklerle işlerdik. Bunların hepsi ancak
dünya hayatının geçimliğidir. Âhiret, Rabbinin katında O’na karşı gelmekten
sakınanlaradır.”
(Zuhruf:
33,35)
Evet, eğer insanların küfre
meyledip tek bir millet olacağını bilmiş olmasaydık kâfirlerin evlerinin
tavanlarını gümüşten, merdivenlerini altından yapardık. Ama bu bir şeref
değildir. Şeref Allah’ın verdiklerini Allah için harcamak ve onurlu bir hayat
yaşamaktır. Evet Rasûlullah’ın hanımları hepsi de dünyaya karşılık âhireti,
Allah’ın rızasını tercih edince, bu defa bir başka uyarıyla karşı karşıya geldiler.
Bakın o uyarı da şöyleydi:
30,31. “Ey Peygamberin hanımları! Sizlerden biri açık bir
hayasızlık yapacak olursa, onun azabı iki kat olur. Bu Allah'a kolaydır. Sizlerden Allah'a ve peygamberine boyun eğip
yararlı iş işleyene ecrini iki kat veririz; ona cömertçe rızık hazırlamışızdır.”
Ey peygamber hanımları, ey toplum
önderinin, toplum örneğinin, liderinin hanımları. Ey toplumun önüne rehber
olarak çıkan mü’-minlerin hanımları sizler öteki müslüman hanımlarından birisi
değilsiniz. Sizler başkaları gibi değilsiniz. Siz peygamber hanımlarısınız, siz
peygamber yolunun yolcusu önder mü’minlerin hanımlarısınız. Sizlerin
sorumluluğunuz başka kadınların sorumluluğu gibi değildir. Siz diğer
kadınlardan farklısınız. Siz vahyin indiği bir evin hanımlarısınız. Eğer sizden
biri apaçık bir fuhşiyyatla, bir günâhla, bir kötülükle gelirse, bir geçimsizlik,
bir kötü huy sahibi olursa ona iki kat azap vardır. Onun cezası öteki
kadınların iki katıdır. Çünkü işlenen günâhın büyüklüğü kişilerin fazilet ve
mertebelerinin büyüklüğüyle orantılıdır. Ve bu cezayı vermek te Allah’a çok
kolaydır. Yâni onların peygamber (a.s)’ın eşleri olmaları cezanın gelmesine
engel değildir.
Evet Rabbimiz peygamber
hanımlarına böylece hitap ederek onların değerlerinin çok yüce olduğunu,
katında çok şerefli bir makamları olduğunu ve bu makama lâyık olmaları
gerektiğini anlatıyordu.
Gerçekten
de O peygamberdi. O Allah’ın yeryüzünde kendisiyle konuştuğu, kendisine vahiy
gönderdiği, Allah’ın yeryüzünde sözcülüğü sorumluluğunu yüklenmiş toplumun
önderliğine soyunmuş, insanlar önünde ön plana çıkmış, toplumun örneğiyim, önderiyim
diyen bir peygamberdi, bir örnek şahsiyetti. Elbette tüm insanlığın hidâyetine
sebep teşkil edecek, herkesin önüne geçecek bir peygamberin hareketlerine,
tavırlarına, sözlerine, davranışlarına çok dikkat etmesi gerekecekti.
İnsanlığın şahsında doğruyu bulması gereken böyle bir önderin yapabileceği bir
hata, sergileyebileceği bir yanılgı, görüntüleyeceği bir falso kendisini adım
adım izleyen, kendisini örnek alan insanların hepsinin bir yanılgı içine
girmesine sebep teşkil edecektir. Toplumun önderinin sorumluğu diğer insanlarının
iki katıdır. Birisi kendi sorumluluğu, ikincisi de kendisini takip edenlerin sorumluluğudur.
Toplumun önüne geçmiş müslüman
erkekler ve onların hanımları da böyledir. Onlar toplumun önünde bir yanlış iş
yaparlarsa, çirkin bir örneklik sergilerlerse onlara günâh iki kat olacaktır.
Bakın Hz.
Ömer efendimizin hayatından bir örnek: Hilafeti dö-neminde Hz. Ömer efendimiz
bir sefer esnasında ihtilam oldu. Hemen gömleğini yıkayıp üzerine giymeye
çalışırken sahâbeden Amr Bin Avf dedi ki, ey mü’minlerin emiri ben sana başka
bir gömlek vereyim de o gömleğin kuruyuncaya kadar onu giyersin dedi. Ömer efendimiz
bunu sevmedi ve dedi ki âdet mi olsun istiyorsun? Toplum içinde böyle iki
gömlek sahibi olmayı âdet haline mi getireyim? Söylesene içimizde kimin var iki
gömleği de benim olsun? diyordu.
Ömer efendimiz bu sözü söylediği
zaman dünyanın bir numaralı devlet başkanıydı. Dünya saltanatına sahip olsalar
bile o efendilerimiz böyle yaşıyorlardı. Dünyanın saltanatına sahip oldukları
halde ikinci bir elbiseleri yoktu. Aslında iki değil bin elbise alacak
imkânları vardı ama toplumda onu bulamayanlar olduğu sürece bunun âdet haline
gelmesini istemiyorlardı. Çünkü onlar örnek insanlardı. Ben müslümanım diyerek
toplumun önüne geçecek, topluma önderlik edecek insanların tüm hayatlarına
dikkat etmeleri gerekecektir. Onları gören insanlar şöyle dememelidirler: Bak
bizim önderimiz, bizim örneğimiz, liderimiz son model arabaya biniyor. Bizim
başkanımız villada oturuyor. Bizim reisimizin hanımı en nadide elbiseler
giyiyor. Bizim hocamız konforlu bir hayat yaşıyor. Biz de onun gibi olmak zorundayız.
Biz de onun gibi yaşamak zorundayız diyerek insanların din diyanet tanımadan,
kitap sünnet tanımadan gece gündüz o hayata ulaşmanın derdine düşmelerine sebep
olmamalıdır reisler, önderler, imamlar. İnsanların sapmasına fırsat vermemelidirler.
Müslümanların
önderliğine soyunanlar buna çok dikkat etmek zorundadırlar. Reisler, başkanlar,
imamlar, hoca efendiler namazlarıyla, infaklarıyla, hayatlarıyla, mala bakışlarıyla,
özgürlük anlayışlarıyla, izzet ve şerefleriyle öyle güzel bir hayat
yaşayacaklar ki insanlar onun gibi olma savaşı içinde olacaklar. Ve insanlar onun
gibi iyi bir müslüman olma kavgası verirlerken Allah da onun sevabını, onun
mükâfatını iki misli verecektir. Bir kendi müslümanlığının güzelliğinden ötürü,
bir de insanlara iyi bir örnekliğinden ötürü Allah ona iki kat ecir verecektir.
Evet öyle müslümanca bir hayatın,
öyle müslümanca bir evin, öyle müslümanca bir düğünün, öyle müslümanca bir
harcama anlayışın olsun ki, bu toplumun en gariban insanı bile onu örnek alıp
yaşayabilsin, yapabilsin de senin karşında aşağılık duygusu yaşamasın. Senin
gibi olamadığı için sapmalar içine girmesin. Müslüman olarak Rasûlullah
efendimizi, Hz. Ali efendimizi, Fatıma anamızı, Ayşe anamızı örnek almak
zorundayız. Önüne geçtiğimiz insanlara şahsiyetli bir hayat göstermek
zorundayız. O zaman kesinlikle bilelim ki iki kat sevap alacağız demektir. İşte
Rabbimiz burada peygamber hanımlarına bu müjdeyi veriyordu. Tabii ki kıyâmete
kadar tüm örnek insanlara aynı müjdeyi veriyor.
Ey
peygamber hanımları, sizler diğer kadınlar gibi değilsiniz. Sizler Muhammed
(a.s)’ın, örnek insanın, model insanın hanımlarısınız. Sizler toplumda sizi
örnek alacaklara güzel bir örnek sunmalısınız. Eğer sizler güzel bir
müslümanlık yaşarsanız, Allah ve Resûlüne itaat ederseniz, sâlih bir hayat
yaşarsanız sevabınız iki kat olacaktır. Allah’ın kerim rızıkları, güzel
rızıkları sizi beklemektedir.
Evet demek
ki peygamber hanımlarının günâhlarının da sevaplarının da karşılığı diğer
kadınlara nazaran iki kattır. Çünkü onlar toplumun örnekleri, önderleridirler.
Onların günâhları da, sevapları da sadece kendileriyle sınırlı kalmayacaktır.
Onların iyilikleri bir toplumun kurtulmasına sebep teşkil ederken, kötülükleri
de bir toplumun mahvolmasına sebep olacaktır. Onun içindir ki cezalandırılırlarken
hem kendi günâhları, hem de kendilerini takip edenlerin günâhlarıyla cezalandırılırlar.
Mükâfatlandırılırlarken de aynısı geçerlidir.
Onun içindir ki topluma örnek
olan selef önderlerimiz insanlara kötü örnek olacak bir davranışta
bulunmadıkları gibi, kendilerine helâl olan bazı şeyleri bile toplumun geneli
onlara ulaşamama problemi yaşıyorsa o toplumun en garip, en fukara insanlarının
yaşayabileceği bir hayattan asla vazgeçmemişlerdir. Hiçbir kimsenin imrenmeyeceği
bir hayatın sahibi olmuşlardır. Toplumda hiç bir kimsenin komplekse girmesine
izin vermemişlerdir. Bir hurmayla doyabileceklerse ikinci hurmayı asla
düşünmemişler, helâl olduğu halde pek çok dünya nimetlerinden sarfı nazar etmişlerdir.
Allah’ın razı olduğu bir hayatla bu dünyadan ayrılıp gitmişlerdir, Rabbim
hepsinden razı olsun.
32. “Ey Peygamberin hanımları! Sizler herhangi bir kadın
gibi değilsiniz. Allah'tan sakınıyorsanız edalı konuşmayın, yoksa, kalbi bozuk
olan kimse kötü şeyler ümit eder; daima ciddi ve ağırbaşlı söz söyleyin.”
Ey peygamber hanımları, unutmayın
ki sizler öteki hanımlar gibi değilsiniz. Sizler diğer kadınlardan çok daha
faziletli ve şereflisiniz. Sizler daha titiz olmalısınız. Eğer sakınırsanız,
eğer Allah için takvalı olursanız, Allah’ın sınırlarına riâyet eder, Allah için
bir hayat yaşarsanız bu sizin hakkınızda çok güzel olur. Yâni sizin üstünlüğünüz
başka bir şey sebebiyle değil, sadece takvanız sebebiyledir. Diğer insanlarla
konuşurken sözü yamultmayın. Sözü eğriltmeyin. Yumuşak konuşmayın. Sözü
çekicilikle söylemeyin. Bir kadının kocasıyla konuşması gibi yumuşak bir tonla
konuşmayın. Dosdoğru ve güzel konuşun ki kalbinde hastalık bulananlar size
meyletmesinler. Size karşı kalplerinde kötülük tamahı uyandırmasın. Eğer gevşek
konuşur, yamuk konuşursanız, olur olmaz şekilde söz söylerseniz kalbinde hastalık
bulunanlar size meylederler.
Sakınıyorsanız, muttaki olmak
istiyorsanız karşınızdaki erkeklerle konuşurken ki ileride gelecek perde arkasından
konuşun, diyecek Rabbimiz onlara konuştuğunuz zaman da eğri büğrü konuşmayın.
Karşı taraftaki insanların kalplerinde eğrilik bulunabileceğini unutmadan
konuşun. İnsanların kalplerinin eğrileceği bir ortamı hazırlamayın. Maruf söz
söyleyin. Açık söz söyleyin.
Evet hitap
peygamber hanımlarına ama sadece onları bağlamamaktadır, onların şahsında tüm
mü’mine hanımlara seslenilmektedir. Çünkü bu sözler peygamber hanımlarından çok
diğer müslüman-ların hanımlarına söylenecek sözlerdir. Düşünün, hane-i saadetteki,
Rasûlullah’ın hanesindeki, onun eğitimi altındaki kadınlara bunlar söylenir de
fitne ve fesadın çoğaldığı, kalplerinde hastalık bulunanların çok fazla olduğu
bir dünyada bizim hanımlarımıza söylenmez mi? Bizim hanımlarımız Resûlün
hanımlarından daha mı üstün? Nasıl olur da şimdi bizler efendim bu âyetler ta o
dönemde peygamber hanımlarına aittir, onları bağlamaktadır, bizimle bunların
ilgisi yoktur diyerek Kur’an’ı parçalamaya cüret ederiz? Nereden buluyoruz bu
yetkiyi? Nasıl devreden çıkarabiliriz Allah’ın indirdiği bu âyetleri? Bu
âyetler niçin var burada? Niçin Ahzâb sûresi bunları söylüyor? Aynı emir bize
ve bizim hanımlarımıza söylenmektedir.
Öyleyse ne biz erkekler
kadınlarla konuşurken böyle cıvıklık yapacağız, ne de kadınlarımız başka
erkeklerle konuşmak zorunda kaldıkları zaman onların kalplerine sıkıntı verecek
şekilde cıvık konuşacaklar. Kalplerinde hastalık olanların kötü düşünmelerine
sebebiyet verecek konuşmalardan kesinlikle sakınacağız. Evet burada Rabbi-miz
önce Nebinin hanımlarına, sonra da kıyâmete kadar Ahzâb sûresinin mü’mini ve mü’minesi
olan insanlara seslenmektedir.
Hitaba
peygamber hanımlarından başlanması bu inkılabın ön-ce
Rasûlullah efendimizin evinden başlaması içindir. Önce Peygamber hanımları
değişmeli, önce model insanın hanımları bunları uygulamalı, sonra da onları örnek
alacak diğer müslümanlar uygulamalıdırlar. Çünkü model insan, model aile
Rasûlullah’ın ailesidir. Kimileri bu hitapların sadece peygamber hanımlarına
yapıldığını, bu âyetlerin istediği emir ve nehiylerin sadece peygamber
hanımlarını bağladığını, öteki hanımları bağlamadığını iddia etmeye çalışırlar.
Halbuki âyetlerin devamında
Rabbimizin onlardan istediği namazı ikâme, zekât, Allah ve Resûlüne itaat
sadece peygamber hanımlarından değil, tüm mü’mine hanımlardan istenmektedir. Bunlar
nasıl tüm mü’mine hanımlardan isteniyorsa aynı zamanda evlerinde vakarla oturma
emri, yabancı erkeklerle yumuşak konuşmama emri, cahiliye yürüyüşünden kaçınma
emirleri de tüm mü’mine hanımlardan istenen emirlerdir. Buradaki siz diğer
kadınlar gibi değilsiniz ifadesi diğer kadınlar açık saçık sokağa çıkabilirler,
yabancı erkeklerle istedikleri gibi serbestçe konuşabilirler, istedikleri gibi
flört edebilirler, na-maz
kılmayabilirler, zekât vermeyebilirler, Allah ve Resûlüne itaat et-meyebilirler anlamına değildir elbette. Onlar da bu
emirlerin muhatabıdırlar.
Evet bir
zaruret karşısında bir kadının yabancı bir erkekle konuşması gerekiyorsa
mutlaka ciddi bir şekilde ses tonunu kısmadan, yumuşaklık, gevşeklik, cıvıklık
göstermeden, kaypaklığa gitmeden, tatlılık çağrıştırmadan, karşısındakini
tahrik etmeden konuşmak zorundadır. Bunlar müslüman bir kadının konuşma tarzı
değil, hafifmeşrep kadınların konuşma stilidir.
33. “Evlerinizde oturun; eski cahiliyede olduğu gibi
açılıp saçılmayın; namazı kılın; zekâtı verin; Allah'a ve peygamberine itaat
edin. Ey Peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi
tertemiz yapmak ister.”
Vakarla evlerinizde oturun.
Evlerinizde sebat bulun, sebat edin. Evlerinizde huzur bulun. Huzur ve güven
içinde evlerinizde oturun. Karar yeri, faaliyet alanı olarak evlerinizde
bulunun. İffet ve hayanızı vakarla koruyarak evlerinizde oturun. Sizin
sorumluluk sahanız evlerinizdir. Çok zarûrî bir ihtiyacınız olmadığı müddetçe
evlerinizden dışarıya çıkmayın. İslâm öncesi cahiliye kadınlarının yaptığı gibi
ziynetlerinizi yabancı erkeklere göstermeyin. Cahiliye kadınları gibi kırıtarak
yürümeyin.
Tabii önceki âyetlerle
peygamberin hanımlarının ekonomik kaygıları giderildi, lüks, konfor kaygıları
bitirildi. Ulaşabilecekleri, hedefleyebilecekleri bir hayat standardı dertleri
kalmadı. Evlerinde çarşı pazara çıkıp bir rızık kazanma sorumlulukları, para
kazanma dertleri kalmadı. Kendilerine tanınan dünya ve âhiret olarak ikisinden
birini tercih yetkilerini âhiretten yana kullandılar. Onun içindir ki altlarındaki
bir hasır sergiye, önlerindeki bir kuru ekmeğe, bir kuru hurmaya razı oldular.
Üzerlerindeki tek yamalı elbiseye razı oldular. Artık niye ekonomik bir
kaygıyla evlerini terk edip dışarıya çıksınlar da? Artık vakarla evlerinde
otursunlar. Ve daha önceki, din gelmeden önceki cahiliye açık saçıklığıyla
dışarıya çıkmayacaklardır. Evet işte böylece şartlar belirlenmiş oldu. Allah’ı
tercih ettiler, peygamberi tercih ettiler. İşte bu tercihleriyle birlikte
evlerinde vakarla oturacaklar ve bu onlar için gâyet kolay olacaktı.
Ama, eğer şu anda müslüman
hanımlar için şartlar oluşmamışsa, erkekler olarak, kocalar olarak bizim tercihimiz,
kadınlar, kızlar olarak hanımların tercihi dünyadan yanaysa, dünyanın lüksünden,
konforundan yanaysa o zaman evdeki hanımları nasıl evde tutabileceğiz de? Nasıl
vakarla evlerinizde oturun diyebileceğiz de onlara? Erkekler olarak bizim
ekonomik gücümüz yetmeyecek, çevremdeki önderlerin, hocaların, patronların,
efendilerin hayatına, hayat standartlarına ulaşamayacağım. Böyle bir durumda
elbette benim hanımım, benim kızım da onların hayat standartlarının,
konforlarının sevdalısı olacaklar, giydirdiğim eski elbiseleri beğenmeyecekler,
benim sergilerimi beğenmeyecekler ve aşağılık duygusu içinde kendilerini
dışarıya atacaklardır.
Allah
affetsin de bugün peygamberin hayatını, peygamberin yaşam tarzını hayal bile
edemiyoruz. Söyleyin Allah aşkına, niye mutfak olacak evlerimizde? Niye kap
kacak olacak? Niye elektrikli, tüplü ocaklar olacak? Niye otomatik makineler
olacak? Niye ütü olacak? Niye her öğün mutfakta yemek pişirilecek? Niye en
güzelinden halılar, sergiler olacak? Var mıydı acaba peygamberin özel bir mutfağı?
Evinde özel bir yatak odası var mıydı peygamberin? Banyosu, tuvaleti var mıydı?
Ben bunların yokluğunu bile düşünemiyorum bugün. Çünkü o hayatı örnekleyecek önderler
kalmadı. Rasûlullah’ın yaşadığı hayatı yaşayıp insanlara gösterecek kimse
kalmadı. Müslüman erkeklerin, müslüman hanımların örnek alacakları ve
yaşadıkları hayattan asla bir aşağılık duygusu duymayacakları, niye benim yok?
demeyecekleri pratik örnekler yoktur bugün.
Hocasıyla, hacısıyla, şeyhiyle,
mürşidiyle İslâm onurunun, İslâm kişiliğinin tamamen yok edildiği bir dünyada
yaşıyoruz. Ve dünya müslümanları da bu örnek olamayan örneklere imrenerek sapıp
gitmektedirler Allah korusun. Zavallı müslümanlar liderlerinin, şeyhlerinin,
efendilerinin, hocalarının hanımlarının giydiği elbisesine özenerek, mantosuna
ulaşmak için bir ömür koşturmak zorunda kalmaktadırlar. Onların çocuklarının
cep harçlığına ulaşabilmek için onların ço-cuklarının özel okul masraflarını bulabilmek bir ömür
koşturmak zorunda kalmaktadırlar. Onun hayat standardına ulaşabilmek için bir
ömür değil iki ömür bile yetmeyecektir. Zavallı müslümanlar kadınıyla erkeğiyle
işleri güçleri çalışıp çırpınmak olacaktır. Erkeğin gücü yetmeyince de, haydi
hanım, sen de gel, sana da iş bulalım. Kızım gel sen de çalışmalısın. Olmadı,
gece vardiyelerine de gitmeliyiz diyecekler ailecek evlerini terk edecekler.
İffetler zedelenecek, hayalar törpülenecek, bir ekonomik kavga içinde aileler
yok olup gidecektir.
Öyle olmuyor mu şu anda? Erkek
eve geldiğinde hanımı bu-lamıyor, hanım geldiğinde kocasını bulamıyor, kız gece
geliyor, oğlan akşam çıkıyor, hayat cehennemi bir hayata dönüşüyor. Yavaş yavaş
kendilerini örnek aldığımız Hıristiyanî bir dünyanın, Yahudi bir dünyanın
insanı olup çıkıyoruz. Parçalanmış aileler, erkek ayrı, kadın ayrı, oğlan ayrı,
kız ayrı dünyaların insanları olup çıkıyorlar Allah korusun.
Evet
Rabbimizin özelde peygamberin hanımlarına, ama genelde müslümanların
hanımlarına söylediği ise bunun tamamen zıddıdır. Evlerinizde vakarla oturun ey
mü’mine hanımlar. Peki nasıl oturalım evlerimizde? demeyeceğiz. Eğer
peygamberin hanımlarının ter-cih ettikleri bir
hayatı, tercih ettikleri bir cenneti bizler de tercih ediyorsak bunu demeye
hakkımız olmayacaktır. Eğer âhireti, Allah’ın rızasını, Allah’ın hazırladığı o
gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiç bir beşer aklının ihata
edemeyeceği bir cenneti tercih etmişsek o zaman unutmayalım ki üzerimizdeki
elbise 10 sene idare edebilecek, evimizin eşyası 40 sene idare edebilecek. En büyük
derdimiz Allah’ın istediği gibi namazımızı ikâme etmemiz, zekâtımızı vermemiz,
Allah ve Resûlüne itaat etmemiz olacaktır. Bunun dışındaki kaygıların, dertlerin
tamamı sona alınacaktır. Allah’ın bizim için indirdiği âyetlerini, Resûlünün
sünnetini, hadislerini önce kendimize okuyacağız, öğreneceğiz, sonra da başkalarına
okuyacağız, öğreteceğiz.
Ey
peygamber hanımları, bilesiniz ki Allah sizden rics’i, günâhı, kötülüğü
gidermek ister. Sizi temizlemek ister. Evet buradaki “Ehli Beyt” ifadesiyle
Rasûlullah efendimizin hanımları kast edilmektedir. Çünkü önce ey peygamber
hanımları diye söze başlandı. Ama elbette ev halkı ifadesi genel anlamıyla hem
hanımları, hem de çoluk, çocuk ailenin tamamını kapsamaktadır. Müslim’deki bir
hadis te bunun böyle olduğunu anlatır. İnsanlardan kimileri bu ehli beyt
kavramı içine sadece peygamber (a.s)’ın çocuklarını katarak zevcelerini
dışarıda bırakmak isteseler de bu yanlıştır. Neyse bırakalım şimdi bu
tartışmaları. Rabbimiz buyuruyor ki ey ehli beyt bilesiniz ki Allah sizden
rics’i, kusuru, günâhı, hatayı gidermeyi, sizi tertemiz yapmayı murad ediyor.
Eğer sizler Rabbinizin sizden istediği bu davranışları benimser, Allah’ın
istediği gibi bir hayata yönelirseniz Allah sizi temizleyecektir. O sizi günâh
kirlerinden arındırmak istemektedir. Bu ifade peygamber ailesinin tıpkı
peygamber efendimiz gibi mâsum ve günâhsız oldukları anlamına değildir.
Mâide sûresinin 6. âyetindeki
abdest alan müslümanlar hakkında Rabbimizin:
“Allah sizi tertemiz kılmak ve
size olan nimetlerini tamamlamak istiyor”
Meâlindeki âyet gibidir.
Evet
müslüman bir kadın bir zaruret icabı sokağa çıkmak zorunda kalmışsa cahiliye
kırıtışıyla, ziynetlerini açığa vurarak teber-rücle yürümemelidir. Teberrüc
kelimesinin anlamı şöyledir: Kadının sokakta yüzünü ve vücudunun cazibesini,
ziynetlerini, ziynet yerlerini, takılarını başkalarına göstermesi, cilvelerle
dikkat çekip kendisini ortaya koyması, insanların dikkatlerini üzerine çekmesi
anlamlarına gel-mektedir. Evet bu yasak ta peygamber
kadınları şahsında tüm mü’mi-ne hanımlara
yapılmaktadır.
Öyleyse hiçbir müslüman kadın
Allah’ın yasakladığı şekilde fiziksel güzelliklerini, fiziksel cazibesini
ortaya koyacak bir şekilde evinden dışarıya çıkmamalıdır. Müslüman hanımların
yerleri, örtüleri evleridir. Zaruretsiz evini terk eden müslüman kadınlar
örtülerini kaybetmişlerdir. Peki evlerinde ne yapacak kadınlar? Boş mu
oturacaklar evlerinde? Hayır. Bakın Rabbimiz onu da şöyle anlatıyor:
34. “Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmetini
hatırda tutun. Şüphesiz Allah haberdar olandır, latif olandır.”
Allah sizlerin evlerinizde Allah
âyetlerini ve Resûlünün sünnetini, hikmetini okumanızı, onları zikretmenizi,
gündeme almanızı, hayatınızı onlarla düzenlemek üzere tezekkür etmenizi
istiyor. Gece gündüz kitap ve sünnet bilgisiyle bilgilenmenizi istiyor. Hayatınızı
ev merkezli gerçekleştirmenizi istiyor. Evlerinizde Allah bilgisiyle bilgilenerek,
evlerinizi, ailenizi Allah nûruyla aydınlatarak orada küfürden şirkten,
cahiliyeden eser bırakmamanızı istiyor Allah. Müslüman hanımlar olarak Allah’ın
kitabını ve Resûlünün sünnetini çok iyi tanımalı ve onları çevrenizdeki
insanlara duyurma, tebliğ etme kavgası vermelisiniz. Unutmayın ki Allah
Latîf’tir, Habirdir. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. Bunu yapmak
zorundasınız.
Ve ey peygamber hanımlarının
yolunda giden mü’mine hanımlar sizler de bunu yapmak zorundasınız. Ey peygamber
yolunun yolcusu olduğunu iddia eden müslüman erkekler bunu sizler de yapmak
zorundasınız. Unutmayın ki Peygamberin namazıyla, zekâtıyla, evinde Allah’ın
âyetlerini, Resûlünün sünnetinin okunmasıyla sizler de sorumlusunuz. Evet ey
hanımlar, ey erkekler eğer cennete gitmek is-tiyorsanız, eğer Rabbinizin
rızasını kazanmak istiyorsanız aklınızı başınıza alıp Rabbinizin bu âyetlerine
iyi kulak verin.
Ve sizler
ey bürolarında, dükkanlarında, işyerlerinde kadın ça-lıştıranlar, kadınları iş piyasasına çekmenin kavgasını
verenler, daha çok erkeği, daha çok kadını üretime çekme felsefesinin kavgasını
ve-renler, onlara verdiğiniz çok az bir ücretle onların sırtından kazandığınız
paralarla dünya saltanatına soyunanlar, bazen
da bunu İslamî bir kılıfla, efendim işte müslüman güçlü olmalıdır,
müslüman zengin olmalıdır filân gibi zırvalarla kadınları çalışmak zorunda
bırakanlar, sömürü düzenlerini on katına, yirmi katına çıkarmanın kavgasını
verenler unutmayın ki bir gün bu kazançlarınız bitecek. Bir gün bu hayat
bitecek ve siz Rabbinizin hesabıyla karşı karşıya kalacaksınız. O insanların
sırtından kazandıklarınız bir gün gelecek sizin boyunlarınıza, alınlarınıza
asılacak. Bu kazandıklarınız bir gün başınıza belâ olacaktır.
Öyleyse gelin yapmayın bunu.
Gelin o kadınları sömürmeyin. Kocasıyla beraber olması gereken kadınları daha
çok ekonomik güce ulaşma hesaplarıyla fabrikanızda, büronuzda tutmayın. Bunu sizden
önce yapan Amerikalısı, Avrupalısı hep kaybettiler. Şimdi sizler de onların
teknolojik ve ekonomik güçlerine imrenerek onlar gibi olmaya çalışıyorsunuz. Halbuki
bir baksana onların aileleri nasıl parçalanmış? koca karısını, kadın kocasını
göremiyor. Siz de bunu mu istiyorsu-nuz? Hayat mı zannediyorsunuz bunu? Sabahleyin
kalktığı zaman ana çocuğunu bırakıp gidecek, çocuk ana şefkatinden mahrum büyüyecek.
Siz buna insanlık mı diyorsunuz? Medeniyet mi diyorsunuz buna? Analı babalı
çocuklar yetim, kadınlar yetim, kocalar yetim hayat mı bu? Koca evden
pazarlamaya çıkacak, bir iki hafta eve uğramayacak, kadın ve çocuklar evde
yetim kalacaklar. Düzen mi bu?
Güya adam hanımının konforu için,
çocuğunun lüksü için evine uğrayamaz olacak, hanımın gözü yaşlı, çocukların
boynu bükük, hayat mı bu yahu? Eğer onlara, o kadınlara, kızlara acıyorsanız,
onlar fakirlerse çalıştırmadan, evlerinden koparmadan verin onlara vereceğinizi.
Yaşadığınız hayat peygamber hayatına benzesin. Yaşadığınız hayat peygamber
hanımlarının hayatına benzesin. Söküp çıkarmayın şu kadınları evlerinden.
Parçalamayın şu aileleri. Yıkmayın düzenleri. Şu kadınlar, şu kızlar güzel bir
şekilde evlerinde otursunlar, Allah’ın âyetlerini, peygamberin sünnetini öğrensinler.
Yapmayın
bunu. Gelin akılarınızı başlarınıza alın. Allah aşkına biraz düşünün, yanlış
yoldasınız. Peygamber yolunda değilsiniz. Kimi peygamber seçmişseniz, kimleri
önder ve örnek kabul etmişseniz bi-lesiniz ki onlar sizi hep yanlışa sürüklüyorlar. Kesinlikle
bilesiniz ki si-ze bu hayatı örnekleyen hoca
efendiler, şeyhler, liderler, patronlar, ön plana çıkanlar kendileri girdikleri
o kötü yoldan çıkamadıkları gibi sizi de cehenneme sürüklüyorlar. Sizi
kurtaracak tek yol Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetidir. Örneğiniz, rehberiniz
bunlardır. Gelin bunlara sarılın. Namazınızı Allah’ın istediği şekilde ikâme
edin, zekâtınızı Allah’ın istediği şekilde verin, kitap ve sünnet bilinciyle
müslümanca bir hayata ulaşmanın yollarını arayın.
Evet tüm
mü’mine kadınlar evlerinde Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini
öğrensinler, Allah ve Resûlüne itaat eder bir duruma gelsinler, çocuklarına
nasıl ana olacaklar? Kocalarına nasıl hanım olacaklarsa bunun hesabını güzel
yapsınlar.
Evet işte Rabbimizin müslüman
hanımlara biçtiği rol budur. Kocasına güzel bir eş olmak, çocuklarına
merhametli ve şefkatli bir ana olmak. Kitabımızın başka âyetlerini de nazarı
itibara aldığımız zaman şunu öğreniyoruz ki Rabbimiz kadın cinsini yaratırken erkeğin
onunla doyuma ulaşmasını, sükune ermesini murad eder, aralarındaki sevginin,
aşkın ve cinsel ihtiyacın giderilmesini bir yasaya bağlar.
Evet işte kadının ilk yaratılış
hikmet ve gâyesi bu saydıklarım ve analık görevidir. İşte bu görevlerini bir kadın
ancak evinde oturmakla ve evinde oturmanın bilincine ermekle gerçekleştirebilecektir.
Ekonomik ve siyasal sıkıntılarla çarşı pazara çıkma, ekmek rızık kazanma derdi
tamamen erkeğe aittir. Ailenin ekonomik ve siyasî sorumluluğunu, sosyal
sorumluluğunu Rabbimiz erkeğe yüklemiştir.
Eğer bir erkek Allah’ın kendisine
yüklediği bu sorumluluklarını kadınına yüklemek isterse o zaman kadın kendi
sorumluluk bilincinden uzaklaşacak, eşlik ve analık görevlerini yerine getiremeyecek,
ai-le problemleri oluşacak,
aile problemlerinin beraberinde sosyal problemler patlayacak ve toplumda
Allah’ın istemiş olduğu sükûnet, sekî-net, huzur ve kulluk gerçekleşmeyecektir.
Ama bir toplumda kadınlar ve erkekler Allah’ın yasalarına teslim olurlarsa,
birbirlerini haramdan korumaya çalışırlarsa elbette o toplumda huzur ve sükûn
olacaktır.
Ama şüphesiz kadınların ve
erkeklerin böyle bir hayata ulaşmaları da Allah ve Resûlüne itaat etmeleriyle,
Allah için namazı ikâme etmeleri ve zekâtı vermeleriyle ve sürekli olarak
evlerinde Allah’ın ki-tabı ve Resûlünün sünnetiyle beraber olmalarıyla mümkün
olacaktır.
Ve aynı
zamanda bu kadın merhamet ve şefkatle çocuklarına en güzel analığı yapacaktır.
Çocuklar ana şefkati ve fedâkârlığıyla büyüyeceklerdir. Ana şefkatinden mahrum
büyüyen çocuklar büyüdükleri zaman da asi olacaklar, şefkatsiz ve merhametsiz olacaklar,
topluma büyük problem olacaklardır. Şu anda toplumda en büyük zorbalıkları gerçekleştirenler
ana şefkatinden mahrum büyüyen insanlardır. Ana ve baba ekonomik kaygılarla,
dünya kaygılarıyla Allah’ın kendileri için biçtiği rollerini bir kenara
bırakırlar da evden dışarıya çıkarlarsa, ticari hayatın içine atılırlarsa ne
erkek erkekliğinin farkına varacak, ne kadın kadınlığının doyumuna ulaşacak, ne
de çocuklar şefkat ve merhametle büyüme imkânı bulacaklar.
Öyleyse o
mü’mine hanımların kocaları da kendilerini tamamen dünyaya vermesinler.
Kadınları onları dünyacı yapmasınlar. Kadınlar da erkekler de müslümanca,
onurlu bir hayatı hedeflesinler. Arkadaşlar, Allah için gelin Rasûlullah
efendimizin hanımlarına getirilen bu teklifleri bizler de hanımlarımıza
yapalım. Allah Resûlüne yapılan teklifi gelin biz de kendimize yapılmış kabul
edelim.
Unutmayalım ki bizler
peygamberden daha hayırlı değiliz. Unutmayalım ki onun atı, arabası, altınları,
gümüşleri, serveti, saltanatı olmadı. Onun olmayan şey bizim de olmasın ne
çıkar? Biz Rasûlul-lah’ın hanımlarından daha değerli değiliz. Onun hanımları türlü
türlü elbiseler giymedi, türlü türlü eşyaları olmadı. Onların olmayanlar bizim
de olmasın ne çıkar? Bizim hanımlarımız, bizim kızlarımız, oğlanlarımız
onunkilerden daha hayırlı değildir. Varsın bizimkilerin de olmasın. Onlar sade
bir hayat yaşadılar, biz de öyle yaşayalım.
Unutmayalım ki bu hayat çabuk
biter. Şu anda bizlerin peşinde olduğumuz şeylerin pek çoğuna sahip olan niceleri
şu anda toprağın altındadırlar. Bir gün biz de öleceğiz. Unutmayalım ki Allah
Resûlünün ve hanımlarının yaşadığı bir hayat dünya için de âhiret için de çok
güzel olacaktır.
35. “Doğrusu erkek ve
kadın müslümanlar, erkek ve kadın mü'minler, boyun eğen erkekler ve kadınlar;
doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sabırlı erkekler ve kadınlar, gönülden
bağlanan erkekler ve kadınlar, sadaka veren er-kekler ve kadınlar, oruç tutan
erkekler ve kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah'ı çok
anan erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir
hazırlamıştır.”
Bir ara Ümmü Seleme anamız
Rasûlullah efendimize gelerek, ey Allah’ın Resûlü mükâfatlar, âyetler hep erkeklerle
ilgili geliyor. Biraz da biz kadınlarla alâkalı âyetler gelse de bizler de sevinsek
diyor. Ve işte bunun üzerine bu âyetler geliyor.
Muhakkak ki
teslim olmuş erkekler ve teslim olmuş kadınlar. Müslüman erkekler ve müslüman
olmuş kadınlar. Allah’ın emirlerine teslim olmuş, iradelerini Allah’a teslim
etmiş, Allah’ın kendileri için seçimini seçim kabul etmiş, müslümanca bir
hayatı kendilerine hayat tarzı seçmiş erkek ve kadınlar.
İman etmiş erkekler ve kadınlar.
Allah’a ve Allah’tan kendilerine gelen dinin, hayat programının kendilerini dünya
ve ukbada kurtuluşa götürecek tek yol, tek çare olduğuna gönülden iman etmiş erkek
ve kadınlar.
Allah ve Resûlüne itaat eden erkek ve
kadınlar. Yâni Allah ve Resûlüne iman iddialarını söz planında, iddia planında
bırakmayarak bu imanlarının gereğini yerine getiren erkek ve kadınlar.
İmanlarını hayatlarında görüntüleyen erkek ve kadınlar.
Allah ve Resûlünden gelenleri tasdik
eden, imanlarının eylemini gerçekleştiren erkek ve kadınlar. İman, niyet, söz
ve amellerinde samimi olan erkek ve kadınlar.
Sıkıntılara, yokluklara, varlıklara
sabreden, her şart altında Rablerinin istediği gibi olma yolunda olan erkekler
ve kadınlar. Rablerinin istediği kulluk yolunda karşılarına çıkan her türlü
eziyetlere sabredip geri adım atmayı akıllarının ucundan bile geçirmeyen erkek
ve kadınlar. Hiçbir korku, hiçbir tehdit, hiçbir nefsânî arzu, hiçbir menfaat
kendilerini Rablerinin istediği kulluktan alıkoyamayan, tek dertleri Rablerinin
rızası olan erkek ve kadınlar.
Allah’a
karşı gerçekten haşyet duyan erkekler ve kadınlar. Rablerine boyun büküp Onun
hatırını kazanamama konusunda tir tir titreyen, Onun huzurunda secdelere kapanan,
emirlerini hemen beklemeden uygulamaya koyan erkek ve kadınlar. Hiçbir gurur,
kibir duymadan sadece Rablerine ibadet ve itaati düşünen erkek ve kadınlar.
Rablerine nasıl itaat etmeleri gerekiyorsa, Rablerinden nasıl korkmaları gerekiyorsa
öylece davranan erkek ve kadınlar.
Sadaka veren erkekler ve sadaka veren
kadınlar. Tasdik ehli olan erkekler ve tasdik ehli olan kadınlar. Bedenlerinde, mallarında ve tüm hayatlarında Rablerinin söz
sahipliğini kabul etmiş erkekler ve kadınlar.
Oruç tutan erkekler ve oruç tutan
kadınlar. Rableri hatırına tuttukları oruçla bedenlerini ve niyetlerini arındıran
erkek ve kadınlar.
Irz ve namuslarını muhafaza eden
erkekler ve kadınlar.
Allah’ı çokça zikreden erkekler ve
kadınlar. Rablerini hep gündemlerinde tutan erkekler ve kadınlar. Geceli gündüzlü
gündemlerinde Allah olan, Allah’ın âyetleri olan erkekler ve kadınlar.
Allah işte böyle erkek ve kadınlara bir
bağış, bir mağfiret hazırlamış ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. Allah
onların geçmişte işledikleri günâhlarını, hatalarını, kusurlarını sıfırlamış, bağışlamış
ve onlar için çok büyük mükafatlar hazırlamıştır.
Ne güzel
bir müjde değil mi? Elhamdülillah, elhamdülillah. İs-ter erkek olalım ister
kadın hiç fark etmiyor. Bu özelliklere sahip olduğumuz sürece Rabbimizin bu
müjdeleri bizim içindir. Tamam Rab-bimiz sorumluluklarımız açısından kadınlara
erkeklerden biraz fazla yük yüklemiştir, ama genel mânâda cennete gitme hususunda
ne kadınlara ne de erkeklere bir ayrıcalık vardır. Her ikisi de bu konuda eşittir.
Şu sayılan özelliklere sahip olan kim olursa olsun o cennete gidecektir. Ve
işte mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için Rabbi-mizin değişmeyen bir
yasası bakın şöyledir:
36. “Allah ve Peygamberi bir şeye hükmettiği zaman, inanan
erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah'a ve
Peygambere baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.”
Allah ve Resûlü bir konuda bir
hüküm vermiş, bir hükümde bu-lunmuşsa o konuda, Allah ve Resûlünün karar
verdiği o işte mü’min erkek ve kadınlara seçim hakkı yoktur. Allah ve Resûlü
bir konuda hüküm vermişse artık inanmış erkek ve kadınların o konuda bir görüş
belirtmeleri, bir tercihte bulunmaları söz konusu değildir. Evet mü’min
olduktan sonra hiç kimsenin hiç bir konuda seçim hakkı yoktur. Ama mü’min
oluncaya kadar iki seçim hakkımız vardır. Allah ve Resûlünü de seçebiliriz,
Allah ve Resûlü dışındaki bir dünyayı da seçebiliriz. Allah ve Resûlüne iman ve
teslimiyeti, Allah ve Resûlünün istediği bir hayatı yaşamayı da seçebiliriz,
keyfimize göre bir hayat yaşamayı da seçebiliriz. Mü’min olmayı da, kâfir
olmayı da seçme hakkımız vardır. Ama iman ettikten sonra, ben mü’minim dedikten
sonra, ben inandım dedikten sonra hiç bir mü’min erkek ve kadın için Allah ve
Resûlünün seçtiği karar karşısında itiraz etme, görüş bildirme, yargılama, sorgulama
hakkı kalmamıştır. Allah ve Resûlünün alternatifi bir karara, bir hükme, bir
yola gitme hakları kalmamıştır.
Evet
anladık değil mi? Allah ve Resûlüne iman edinceye kadar, Allah ve Resûlünü
seçinceye kadar bu irademiz elimizdedir. Dilediğimizi seçebiliriz. Ama
tercihimizi Allah ve Resûlünden yana kullandıktan, müslüman olduktan sonra
artık Allah ve Resûlünün bizim hakkımızda vermiş olduğu bir kararının dışında
bir karar verme hakkımız da, yetkimiz de yoktur. Allah ve Resûlü ne diyorsa,
bizim için neyi seçmişse olduğu gibi kabul edip teslim olmak zorundayız. Artık
bu benim hoşuma gitmiyor, bunu benim mantığım almıyor, buna benim aklım
yatmıyor deme hakkımız da yetkimiz de yoktur.
Evet, tüm heveslerin, tüm arzuların
Resûl-i Ekrem efendimize mutabakatı şarttır mü’min olabilmek için. Bakın
peygamber efendimiz Ebu Muhammed Abdurrahman Bin Amr Bin el As (r.a)
efendimizin rivayet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Hiç birinizin gönlü, arzusu, hevesi
benim getirip tebliğ ettiğim şeylere tabi olmadıkça mü’min olmuş olamazsınız.”
(Buhârî)
Yine bir başka hadislerinde Allah’ın Resûlü
şöyle buyurur:
“Sizden biriniz beni nefsinden, ailesinden, çocuklarından
ve tüm insanlardan çok sevmedikçe mü’min olamaz.”
(Buhârî, İbni Mâce)
“Üç şey kimde bulunursa, o gerçek imanın tadına
ermiştir. Allah ve Resûlünü her şeyden çok sevmesi, sevdiğini Allah için
sevmesi, hidâyeti bulduktan sonra küfre dönmekten, ateşe düşmek kadar korkması”
(Ahmed İbni Hanbel Müsnedi)
Hz. Ömer Efendimiz der ki; “Allah ve Resûlünün
kötü gördüğü bir şeyi iyi gören mü’min değildir.”
Hz. Ali Efendimiz de buyurur ki; “Her
kim ki Allah ve Resûlüne muhabbet iddia ettiği halde, Allah ve Resûlüne muvafık
hareket et-mezse bu iddiası batıldır.
Kim ki Allah ve Resûlüne isyan eder,
Allah ve Resûlünün seçimine alternatif seçimler arayışı içine girerse o kimse
apaçık bir şekilde Allah yolundan sapmış ve sapıtmış demektir. Evet Allah ve Resûlüne
inandığını iddia ettikten sonra, Allah ve Resûlünü tercih ettikten, müslüman
olduktan sonra kim ki Allah ve Resûlüne isyan ederse artık onun Allah ve
Resûlüyle hiçbir bağı kalmamış, net bir şekilde İslâm’dan uzaklaşmış demektir.
İşte bunun pratik örneğini sahâbeden Zeyd ve Zeynep’te görüyoruz. Zeyd
Rasûlullah efendimizin evlâtlığı, Zeynep te onun karısıdır. Rasûlullah
efendimiz evlâtlığı olan Zeyd’le hâlâsının kızı olan Zeyneb’i evlendirir.
Tabii bir köleyle asil, soylu bir
kadını evlendirerek Allah’ın Resûlü toplumdaki kölelik anlayışına en büyük
darbeyi indirmek istiyor. Onun içindir ki o günün geleneklerine göre gerçekten
bu çok zor bir evlilikti. Ama İslâm gelenekleri yıkacak, kardeşliği pekiştirecek,
İnsanlar arasındaki sınıf farklılığını bitirecekti. İşte böyle bir eylemi
Allah’ın Resûlü ilk önce kendi akrabaları arasında gerçekleştiriyordu. Soylu
kadın Zeynep bundan çekinir. Ben Zeyd’den daha soyluyum, onu kendime lâyık
görmüyorum der. Rabbimiz işte bu âyetiyle uyarır onu ve velîsini. Ben
müslümanım diyen hiçbir kimse Allah ve Resûlünün seçimine itiraz edemeyecektir.
Rabbimizin bu âyetini duyar duymaz hemen Zeynep ve ailesi Rasûlullah’ın seçimine
teslim olurlar ve bu evlilik gerçekleşir.
Ama
evlilikte geçimsizlik vardır. Zeyd’le Zeynep geçinemiyorlar. Geçimsizlik ailede
had safhaya ulaşır. İşte bakın bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz hadiseyi
şöylece anlatır:
37. “Ey Muhammed! Allah'ın nimet verdiği ve senin de
nimetlendirdiğin kimseye: “Eşini bırakma, Allah'tan sakın” diyor, Allah'ın
açığa vuracağı şeyi içinde saklıyor-dun. İnsanlardan çekiniyordun oysa
Allah'tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu
seninle evlendirdik, ki, evlâtlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde
onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah'ın
buyruğu yerine ge-lecektir.”
Ey peygamberim, sen Allah’ın
kendisine nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin Zeyd’e diyordun ki. Allah’ın
kendisine hidâyet nasip buyurduğu, senin de kendisini kölelikten âzâd edip
hürriyetine kavuşturduğun, kendisine çok iyi davrandığın Zeyd’e nasihat ediyordun.
Gerçekten de Rasûlullah efendimiz Zeyd’e çok iyi davranmıştı. Bir savaşta
ailesi tarafından kaybedilen, sonra köle olarak satılan ve Hatice anamız
tarafından Rasûlullah’ın hizmetine intikal eden Zeyd’e Allah’ın Resûlü çok
büyük ikramlarda bulundu.
Hattâ yıllar sonra bir gün ailesi
Zeyd’i Mekke’de bulurlar ve geri götürmek için gelirler. Allah’ın Resûlü babasına
ve amcasına der ki buyurun kendisi sizinle gitmeyi isterse alın götürün der. Sorarlar
Zey-d’e, ey oğlum bizimle
gelir misin dediler. Zeyd der ki hayır, vallahi ben hiç kimseden görmediğimi
Muhammed’de gördüm, ben onun yanında kalmayı tercih ederim. Henüz Muhammed
(a.s) peygamber değildi. Babası ve amcası onun durumunun çok iyi olduğunu
görünce bırakıp gittiler. Zeyd’in Rasûlullah’ın yanında kalması gerçekten çok
iyi oldu. Bir kaç yıl sonra Muhammed (a.s) Allah’ın elçisi olunca Hatice anamızdan
sonra belki kendisine ilk iman etme şerefine erenlerden oldu Hz. Zeyd. Ve
Kur’an’da hiçbir kimseye nasip olmayan büyük bir şeref Zeyd’e nasip oluyordu.
Zeyd Kur’an’da Rabbimizin ismini zikrettiği tek sahâbedir.
Evet Allah’ın böylece nimetlendirdiği,
senin de kendisine nimet verdiğin o Zeyd’e nasihat ederek diyordun ki ey
peygamberim: Ey Zeyd zevcini tut. Sakın onu boşama. Allah’tan ittika et. Aman
dikkat et, sakın onu boşamaya kalkışma diyordun. Anlıyoruz ki artık bu evliliğin
tadı kaçmış, geçimsizlik hat safhaya varmış ve Zeyd de Zeynep te boşanmadan söz
eder olmuşlardı. Çünkü bıraktığı anda Muhammed (a.s) onunla evlenmek
zorundaydı. Allah böyle istemişti. Allah’ın yasası buydu.
Yine sen ey peygamberim, nefsinde olanı
gizliyordun, halbuki Allah onu açıklayacaktı. Allah’ın açıkladığını, açığa
çıkaracağını sen nefsinde saklıyor, gizliyordun.
İnsanlardan
korkuyordun. İnsanlardan korkarak içindekini gizliyordun. Yâni evlâtlığımın
hanımıyla nasıl evleneceğim? Böyle bir yasağı nasıl işleyeceğim? Bunu insanlara
nasıl anlatacağım? Dedikoduların önüne nasıl geçebileceğim? Evet gerçekten de
bu çok zor bir işti ve o gün de, bugün de Rasûlullah efendimizin Zeynep
anamızla gerçekleştirdiği bu izdivacını hâlâ diline dolayan insanlar varlıklarını
devam ettirmektedirler. Evet ey peygamberim, sen o zaman insanlardan çekinip
korkuyordun. Halbuki:
Allah korkulmaya insanlardan daha
lâyıktır. Korkma diyordu Rabbimiz. O boşayacak ve sen onu alacaksın. Bunda bir
sakınca yoktur. Biz artık evlâtlığın evlâtlık olmadığını, evlâtlığın geçersizliğini
ortaya koyduk. Bu yasayı belirttik. Her ne kadar önceki bir yanlış gelenekten
dolayı bu sana zor gelse de, toplum senin yapacağın bu devrimi yadırgasa da,
senin hakkında olmayacak sözler söylese de Biz bunun pratiğini bizzat senin
üzerinde uygulayacak ve kıyâmete kadar bu bir örnek olacak diyordu Rabbimiz.
Ne zaman ki Zeyd onunla ilişkisini
kesince, yâni karısı Zey-neb’i boşayınca:
Onu, Zeyneb’i sana nikâhladık, onu sana
zevce olarak takdir ettik. Âyetin bu ifadesinden ötürü Zeynep anamız diğer analarımıza
karşı övünüyordu. Benim nikâhımı Rabbim kıydı diye. Sizin nikâhlarınızı
peygamber kendisi kıydı, ama benimkini Rabbim kıydı diye diğer hanımlarına
karşı iftihar ediyordu. Gerçekten de sevinilecek, övünülecek bir şerefti bu
onun için. Niye böyle yapmış Rabbimiz:
Artık müslümanlar
üzerine şu zorluk olmasın diye. Evlâtlıklarının boşadıkları hanımlarıyla
evlenmelerinde bir zorluk olmasın diye işte bunu ilk önce senin üzerinde uyguladık
diyor Rabbimiz. Zaten sûrenin ilk âyetlerinde yasasını ortaya koymuştu
Rabbimiz, bundan sonra artık evlâtlık anlayışı bitmiştir. Evlâtlığın boşadığı
kadınla, ya da evlâtlığın ölümüyle boşa çıkan dul kadınla daha önce onu
evlâtlık edinen kimsenin evlenmesinde hiçbir sakınca yoktur. Allah’ın emri,
Allah’ın yasası işte böylece gerçekleşmiş oldu.
Rabbimizin
kendisine daha önce vahiy yoluyla bildirdiği bu eylemi gerçekleştirmesi
gerçekten Rasûlullah efendimize biraz zor geldi. Boşandıktan sonra Zeyd’i gönderdi
Zeynep anamıza dedi ki git onu bana iste Zeyneb’i. Zeyd haberci olarak Zeyneb’e
gitti, gerçekten çok enteresan bir hadise. Daha önce onun hanımıydı, boşadı onu
ve şimdi peygamber (a.s)’a onu istemeye gidiyordu. Bizim için çok zor bir şey
gibi ama Allah ve Resûlü bir şeye karar verdikten sonra artık ne geleneklerin,
ne törelerin, ne de başka şeylerin bir anlamı kalmı-yor. Allah yasası her şeyin
önüne geçecektir. Karar büyük iradenindir ve onun önüne geçebilecek hiçbir şey
yoktur. Zeyd de Zeynep de ar-tık buna boyun eğecektir. Ayrılmışlardı ve bundan
sonra Zeynep anamız bizim anamız olacaktır, olmuştur. Rasûlullah efendimizin
değerli eşlerinden bir eştir. Ve yine hiçbir problem yok, Zeyd’le Zeynep yine
kardeştirler. Karıkoca değiller ama müslüman kardeşler olarak kardeşlikleri
devam edecektir, tüm boşanmış müslümanlara bir örnek olarak.
Evet tüm boşanmış erkek ve
kadınlar birbirleriyle kardeştirler, kardeşlik ilişkilerini zedelememelidirler.
Nasıl ki evlenmeden önce kardeşlerse, boşandıktan sonra da bu kardeşlikleri devam
edecektir. Birbirlerine düşman olmayacaklardır.
38. “Allah’ın
Peygamberlere farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur. Bu, Allah’ın öteden
beri, gelmiş geçmişlere uyguladığı yasasıdır. Allah’ın emri şüphesiz gereği
gibi yerine gelecektir.”
Allah’ın Peygamber’e (a.s) farz
kıldığı şeylerde peygambere bir güçlük yoktur. Allah’ın istediği bir konuda hiç
kimsenin peygambere bir söz söyleme hakkı da, yetkisi de yoktur. Bu bizzat
Allah’ın Ra-sûlullah efendimize farz kıldığı bir evliliktir ve sadece Peygamber
efendimiz için değil, tüm mü’minler için caiz olan bir iştir. Rabbinin farz
kıldığı bir konuda peygamberin onu yerine getirmesinde bir güçlük yoktur. Bunu
Allah emretti, Zeynep’le nikâhını bizzat Allah kıydı. Rablerinin istediği bir
şeyi peygamberlerin yerine getirmeleri mutlak bir kanundur. Ne peygamberin
böyle bir emri yerine getirmeme yetkisi vardır, ne de bir kimsenin Allah emrini
icrâ eden bir peygambere söz söyleme hakkı vardır. Kimse peygamberi bu konuda
kınayamaz. Kim-se bu konuyu diline dolayamaz.
Yok
efendim peygamber Zeyneb’i görmüştü de, beğenmişti de onu boşatmıştı da, onunla
evlenmişti de gibi zırvaların hiçbir anlamı yoktur. Allah zaten problemi biliyordu,
Zeyd’le Zeynep zaten geçinememişlerdi ve boşandıktan sonra da Rabbimiz ikisini
evlendirecekti. Allah’ın bu yasası sadece Rasûlullah efendimizle ilgili değil:
Daha önce gelip geçmiş ümmetlerde de
Allah’ın uyguladığı bir yasadır bu. Allah kararını verir ve verdiği kararını
peygamberine mutlaka uygulatır. Allah önceki tüm peygamberlerine mübah kıldığı
şeylerde rahat hareket etme ruhsatı vermiştir. Nitekim Dâvûd ve Süleyman’a
(a.s) uyguladığı çok kadınla evlenme ruhsatını Rasûlullah efendimize de
vermiştir. Allah’ın takdiri her şeyin üzerindedir, Allah’ın emri ezelde takdir
edilmiş bir kaderdir, ne değiştirilebilir, ne de bozulabilir; mutlak yerine
getirilmelidir.
39. “Allah’ın göndermiş
olduklarını tebliğ edenler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar.
Allah hesap gören olarak yeter.”
Yine o peygamberler Allah’ın
risâletini, Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ ediyorlar, tebliğ edenlerdir
onlar. Ve sadece Allah’tan haşyet duyan, sadece Allah’tan korkan, sadece Allah
hatırını güden kimselerdirler onlar. Yalnız Allah emrine boyun eğen, yalnız
Allah’ı dinleyen, O’ndan başkalarını asla hesaba katmayan kimselerdir onlar.
İşte bu peygamber özelliğidir ve
müslümanlar da bu peygamber özelliğine sahip olmalıdırlar. Yasa neyi gerektiriyorsa,
Allah neyi emretmişse, nasıl yapmamızı istiyorsa öylece yapmalıyız ve onu yap-mamıza
hiçbir şey engel olmamalıdır. Çünkü hesap görücü olarak, hesaba çekici olarak
Allah yeter, başka hiç kimseye ihtiyacımız da, minnetimiz de yoktur. Başka hiç
kimseye hesap ödemeyeceğiz. Kabirde bizi insanlar karşılamayacak, dirilince
bizi insanlar hesaba çekmeyecekler ki onları da hesaba alalım. Mahşerde, mahkeme-i
küb-râ’da büyük hesap görücü sadece Allah’tır. Öyleyse niye Allah’tan başkaları
için bir hayat yaşayalım? Niye Allah’tan başkalarını memnun etme yoluna girelim?
40. “Muhammed içinizden
herhangi bir adamın babası değil, o Allah’ın elçisi ve peygamberlerin
sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir.”
Muhammed sizden hiçbirinizin
babası değildir, lâkin o Allah’ın elçisi ve elçilerinin sonuncusudur. O
hiçbirinizin babası olmadığı için sizden birinin boşadığı hanımlarını, ya da
sizden birilerinin kızlarını almaya hakkı vardır. Peygamber ümmetin babası makamında
değildir. O, Allah’ın peygamberidir ve peygamberlerin de sonuncusudur, ondan sonra
da hiçbir Nebî ve Resul gelmeyecektir.
Allah her şeyi bilendir, bilgisi
tam olandır, bilgi kendisinden olandır ve her şeye en güzel karar veren de O’dur.
İşte bu sözler, bu âyetler, bu yasalar, bu sûreler de O’ndandır. Bize düşen
işte her şeyi en iyi bilen, mutlak bilen Allah’ın âyetlerine, Allah’ın sözlerine,
yasalarına, dinine teslim olmaktır. Sadece O’nu gündeme almak, sadece O’nu
yüceltmek ve sadece O’nun istediği bir hayatı yaşamaktır.
41, 42. “Ey İnananlar!
Allah’ı çok anın. O’nu sabah akşam tesbih edin.”
Ey iman edenler, Allah’ı çokça
zikredin. Allah’ı çokça gündemlerinize alın. Gündeminizi hep Allah belirlesin.
Hep Allah’la, Allah’ın kitabıyla ve Resûlünün sünnetiyle beraber olun. Hareket
noktanız hep vahiy olsun. Diliniz hep Allah’ın sözcülüğünü yapsın. Hep vahyi
konuşun. Kalbinizin güveni, bağlılığı hep sadece Allah’a olsun. Azalarınız hep
Allah adına hareket etsin. Gözünüz hep Allah için baksın. Kulaklarınız hep
Allah için işitsin. Allah’ın bak dediği yere bakın, Allah’ın işit dediklerini
işitin, O’nun yap dediklerini yapın, yapma dediklerinden kaçının. Tüm hayatınızda
sadece Allah etkili olsun. Hep O desin, siz yapın. Konuşmanızdan işitmenize,
yemenizden içmenize, ticaretinizden yatmanıza, kalkmanıza kadar her şeyinizde
Allah adı yücelsin. Tüm hayatınızda Allah’la şereflenin. Allah’ın istediği
şekilde hayat sürün. Evinizde, ailenizde, mektebinizde, ticarethanenizde,
sosyal ha-yatınızda, hukukunuzda, ekonominizde, nikâhınızda, talâkınızda, savaşınızda,
barışınızda hep Allah’ın istediği gibi hareket edin. Allah’ın âyetleri kafanızda
canlı olsun.
Rabbinizi
zikretmekle birlikte, Rabbinizin istediklerini hafızalarınızda canlı tutup ona
göre bir hayat yaşamakla birlikte aynı zamanda sabah-akşam O’nu tesbih edin.
O’nu, O’nun istediği gibi tanıyın. Allah kendisini hangi sıfatların sahibi
olarak tanıtmışsa, O’nu öylece kabul edin. Onu, O’na ait olmayan tüm noksan
sıfatlardan tenzih edin. O nasıl yüceltilecekse, öylece yüceltin. Nasıl tenzih
edilecekse, öylece tenzih edin. Allah sizi nerede görmek istiyorsa orada bulunarak
O’nu tesbih edin. Allah sizden nasıl bir kulluk istiyorsa öylece bir kulluk
yaparak O’nu tesbih edin. Hep O’nu anın, hep O’nu yüceltin, hep O’nun
istediklerini açığa çıkarın. O Allah ki:
43. “Karanlıklardan
aydınlığa çıkarmak için size rahmet ve istiğfar eden Allah ve melekleridir.
İnananlara merhamet eden O’dur.”
Size merhamet ediyor. O Allah ki
size acıyor. Melekler de Allah’ın rahmetinin, Allah’ın bereketinin, Allah’ın
acımasının size ulaşması için Allah’a yalvarıp duruyorlar. Ayrıca Allah ve
meleklerinin duası sizin karanlıklardan, zulumatlardan aydınlığa çıkmanız
içindir. Sizi küfür ve şirk karanlıklarından, bilgisizlik ve isyan
karanlıklarından iman ve hidâyet aydınlıklarına ulaştırmak için Rabbinizin
rahmeti size böylece ulaşıyor. Allah’ın meleklerinin duaları da böylece
gerçekleşmiş oluyor.
Şimdi sizler bunu nasıl
unutursunuz? Nasıl göz ardı edersiniz? Bu nimetin, bu hukukun kadri ödenir mi?
Size sizden çok merhamet eden, sizi sizden çok düşünen, sizi karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak için vahiy gönderen, kitap ve peygamberler gönderen, sonsuz merhamet
sahibi bir Allah zikredilmez mi? Gündeme alınmaz mı? Tesbih edilmez mi,
yüceltilmez mi? Kulluk O’nun hakkı değil mi? İtaat O’nun hakkı değil mi?
Üstelik O’nun istediği böyle
kolay bir kulluk değil de gece-gündüz alnımızı secdeden kaldırmasak, gece-gündüz
O’na hamd etsek, şükretsek bile O’nun hakkını ödeme imkânımız yoktur. O’nun
nimetlerinin karşılığını verme imkânımız yoktur. Bu hayatı bize veren, bizi
yoktan var eden O değil mi? Hayatımızı O’na borçlu değil miyiz? Kendisine
şükretme nimetini de, kendisini tesbih etme nimetini, kulluk etme nimetini
veren de O değil midir?
44. “O’na kavuştukları gün mü’minlere yapılacak dirlik
temennileri “Selâm” demek olacaktır. Onlara cömertçe verilecek ecir
hazırlanmıştır.”
Evet Onunla karşılaştıkları gün, O’na
kavuştukları gün mü’-minlerin dirlik temennileri selâmdır. Yâsîn sûresinin
beyanına göre yaşadıkları müslümanca bir hayatın karşılığı olarak kendilerine mükemmel
bir cennet ve mükemmel bir cennet hayatı hazırlayan Rableri o mü’minlere orada
selâm diyecektir. Ey kullarım sizin için burada selâmet var buyuracaktır.
Rabbimiz bizzat cennette mü’min kullarını, cennetin sohbetçilerini
selâmlayacaktır. Ne büyük bir devlet ya Rabbi!
Cennette Rabbimiz bizi
selâmlayacak, bize selâm verecek, bize selâmet ve esenlik dileyecek. Allahu
Ekber! Allahu Ekber! Allahu Ekber! Ve lillah’il hamd! Bundan daha büyük bir
saadet olur mu?
Bizzat Rabbimizin sesini, sözünü
duyacağız. Şu anda Rabbi-mizin sözünü benden dinliyorsunuz. Bu âyetleri şu anda
ben okuyo-rum. Ama orada Rabbimizin sözünü bizzat kendisinden duyup dinleyeceğiz.
Burada Allah sözlerini duymaktan, dinlemekten zevk alanların hakkıdır bu.
Veya o
mü’minler orada, o cennet ortamında birbirlerini selâmlayacaklar, birbirlerine
selâmet ve esenlik dileyecekler. Birbirlerine karşı dilekleri hep selâm olacaktır.
Ve Rabbimiz orada onlara kerim bir mükâfat hazırlamıştır. Yâni zatına yakışır
cömert bir ikram hazırlamıştır Rabbimiz. Böyle bir cenneti, böyle bir mükâfatı
ancak Allah verebilir. Öyleyse:
45,46. “Ey Peygamber! Biz
seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah’ın izniyle O’na çağıran, nûrlandıran bir
ışık olarak göndermişizdir.”
Ey peygamberim, Biz seni bir
şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı kıldık. Sen bu ümmet için, bu müslümanlar için
bir şahitsin, bir müjdeci ve uyarıcısın. İşte senin görevin, fonksiyonun,
misyonun budur. Ve Rasûlullah Efendimiz Rabbimizin kendisine yüklediği bu
görevlerini en güzel bir şekilde yerine getirmiştir. Görevine asla ihanet etmemiştir.
İnsanlara
şahitlik etmiştir Allah’ın Resûlü.
Allah’ın Resûlü gerek kendisine Allah’tan gelen âyetlere Allah’ın
istediği şekilde iman edip o âyetlerin istediği müslümanca bir hayatı yaşama konusunda,
gerekse o Allah âyetlerini tebliğ etme konusunda, onun bir harfini bile
gizlemeden insanlara, ashabına tebliğ etme konusunda şahitliğini yerine
getirmiştir. Allah’ın Resûlü Allah’ın insanlardan istediği kulluğu bizzat
yaşayarak ashabına tam ve mükemmel bir örnek olmuştur. Allah’ın insanlardan
istediği kulluğu tüm dünya insanlığının gözleri önünde yaşayıp pratikte onu en
güzel bir şekilde göstermiştir. Allah’ın
dinine en güzel bir şekilde şahitlik yapmıştır.
Tıpkı
Rasûlullah efendimizin bu ümmete şahitliği gibi bizler de İslâm ümmeti olarak
tüm dünya insanlığına şahitler olmak zorundayız. Bizler müslümanlar olarak,
şahit bir ümmet olarak hayatımızla tüm dünya insanlığına Allah’ın istediği
müslümanlığa, Allah’ın istediği kulluğa şahitler olmalıyız. Bizler de şu anda
müslümanlar olarak tıpkı Peygamber Efendimiz gibi tüm insanlık önünde İslâm’ın
yaşanırlılığını, pratiğini göstermek zorundayız. Bu konuda peygamberin ümmetine
karşı şahit olduğu gibi biz de tüm insanlara şahitler olmak zorundayız.
Allah’ın âyetlerini bütün insanlara ulaştırmak, dünya üzerinde Allah’tan ve
O’nun âyetlerinden, cennetten, cehennemden habersiz bir tek insan kalmayacak
biçimde herkesi haberdar etmek zorundayız.
Allah’ın
Resûlü insanlara şahitlik yaptı, insanları müjdeledi. Tıpkı kendisi gibi,
Allah’a teslim olup Allah’ın istediği gibi müslümanca bir hayat yaşadıkları
takdirde Allah’ın cenneti ve kerim mükâfatlarının olacağıyla müjdeledi onları.
Sonra yine Allah’a isyanı tercih ettikleri taktirde dayanılmaz bir cehennem
azabıyla uyardı onları.
Sonra Allah’ın izniyle Allah’a dâvet
eden bir dâvetçidir peygamber. Aydınlatan bir çerâğ, nûr saçan bir ışık,
aydınlatan bir güneştir o. O bir güneş olarak insanların ufkunda doğmasaydı,
Rab-bimiz onun aydınlığı ile bizi aydınlatmasaydı, onun hidâyetiyle, onun
rehberliğiyle bizi şereflendirmeseydi bizi kim karanlıklardan aydınlığa
çıkaracaktı? Bize kim rehberlik edecekti? Allah’ın istediği kulluğu bize kim
örnekleyecekti? Dünyada güzel bir hayata, öteler âleminde de cennetlere bizi
kim ulaştıracaktı? Bize böyle bir rahmet kapısı açmasaydı biz ne yapardık?
Rabbimiz bize karşı, biz kullarına karşı çok büyük lütûf ve rahmet sahibidir.
İşte bize örnek olarak, nûr olarak, ışık olarak, aydınlatıcı olarak seçip
gönderdiği elçisi bizim için en büyük nimetlerinden birisidir.
47. “İnananlara,
Rablerinden büyük bir lütûf olduğunu müjdele.”
Haydi sen o en büyük müjdeci, en
büyük uyarıcı ve en büyük rahmetimiz olan peygamberim, insanlara müjde ver.
Mü’minler için, Bana Benim istediğim gibi iman eden ve hayatlarını bu imanla
yaşayan kullarım için hazırladığım o büyük lütûflarımı, büyük mükâfatlarımı
haber ver onlara. Ey peygamberim, müjdeni güzel yap mü’minlere. Mü’min
oldukları sürece, mü’min kalma kavgası verdikleri sürece, müslümanca bir hayatı
sürdürebilmenin derdinde oldukları sürece onların karşılaşacakları mükâfatları
iyi hatırlat onlara. Ve sen asla:
48. “İnkârcılara,
ikiyüzlülere itaat etme; eziyetlerine aldırma; Allah’a güven, güvenilecek
olarak Allah yeter.”
Kâfirlere ve iki yüzlü münâfıklara
itaat etme. Fıtratlarını, insan olma özelliklerini örterek bir hayat yaşayan
kâfirlere, Allah ve Resûlüne karşı retlerini, inkârlarını açıktan açığa ortaya
koyan kâfirlere ve içlerinden, kalplerinden kâfir oldukları halde dışarıdan
müslüman görünen, müslümanları aldatmaya çalışan münâfıklara sakın itaat etme.
Onlardan yana bir tavır belirleme. Onlardan gelebilecek eziyetlere aldırma.
Bırak onları da sadece Allah’a tevekkül et, sadece Allah’a güven ve dayan.
Vekil olarak, yardımcı olarak Allah sana yeter. Allah’tan başka güvenip dayanacağın
hiçbir kimse yoktur.
49. “Ey İnananlar! Mü’min
kadınlarla nikâhlanıp, onları, temasta bulunmadan boşadığınızda, artık onlar
için size iddet saymaya lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları
güzellikle serbest bırakın.”
Ey iman edenler diyerek şimdi
sadece Rablerine güvenmeleri, sadece Rablerini dinlemeleri gereken mü’minlerden
bir şey isteyecek Rabbimiz. Madem ki vekil sadece Allah’tır, madem ki
mü’minlerin gü-venip dayanmaları gereken varlık sadece O’dur, madem ki
mü’minler adına karar verme yetkisi sadece O’na aittir, öyleyse müslümanlar
Rablerinin kendileri adına aldığı bir kararını uygulamak zorundadırlar. Neymiş
bu uygulamaları gereken karar?
Mü’min
kadınlarla evlendiğinizde, onları nikâhlayıp sonra da onlara dokunmadan,
onlarla beraber olmadan, cinsel ilişkiye girmeden onları boşadığınızda onlara
ait bir iddet saymanıza gerek yoktur. Boşanmış kadınlar üzerine saydığınız
iddeti onlara saymanıza bir sorumluluk yoktur. Biliyorsunuz ki boşanmış bir kadın
üç hayız, üç temizlik müddeti beklemeden bir başka müslümanla evlenemez. Bu
süre iddet beklemek zorundadır. Bu iddetin bitimiyle dilediği kimseyle
evlenebilir. Ama düşünün ki bir müslüman erkekle bir müslüman kadın arasında
nikâh kıyıldı, ama aralarında zifaf gerçekleşmedi. Henüz birleşmeden o erkek o
kadını boşadı. İşte böyle bir kadın için üç ay iddet bekleme sorumluluğu
yoktur. Yalnız onları yararlandırın buyuruyor Rabbimiz. Yâni boşamanızın karşılığında
onlara mehirlerinden bir şeyler verin. Güzellikle onları salıverin buyuruyor
Rabbimiz. Yâni onları boşadıktan sonra kendilerine eziyet etmeye kalkışmayın.
Böyle zifaftan
önce boşanmış kadınların mehirleriyle alâkalı Bakara sûresinde, nikâh kıyılmış,
ama mehir tayin edilmemiş ve kendisiyle zifafa girilmediği halde boşanan
kadınlara boşayan koca tarafından maruf ölçüler içinde, yâni kocanın ekonomik
durumuna göre Mut’a vermesi emredilir. Ama eğer nikâh kıyılmış, mehir de tayin
edilmiş olduğu halde zifaf öncesi boşanmışsa o kadınlara da tayin edilen mehrin
yarısının verilmesi emredilmektedir. Ama eğer o kadın kendisi bunu istemezse
veya nikâhı elinde tutan koca ben ona meh-rinin tamamını ödemek istiyorum
derse, daha güzel ve takvaya daha uygundur diyor Rabbimiz.
50. “Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın
sana ganimet olarak verdiği câriyeleri, seninle beraber hicret eden amcanın
kızlarını, hâlâlarının kızlarını, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını ve
peygamber nikâhlanmayı dilediği takdirde mü’minlerden ayrı, sırf sana mahsus
olmak üzere kendisinin mehrini peygambere hibe eden mü’min kadını almanı helâl
kılmışızdır. Bir zorluğa uğramaman için mü’minlerin eşleri ve câriyeleri hakkında
onların üzerine neyi farz kılmış olduğumuzu bildirmiştik. Allah bağışlayandır,
merhamet edendir.”
Ey Peygamberim, Biz gerçekten
sana mehirlerini, ücretlerini verip de kendine aldığın, kendine nikâhladığın hanımları
ve ayrıca sağ elinin mâlik olduğu câriyeleri de sana helâl kıldık. Onlarla
Allah’ın gösterdiği sınırlar içinde dilediğin şekilde bir hayat sürebilirsin.
Ayrıca amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayılarının, teyzelerinin
kızlarını da sana helâl kıldık. Seninle birlikte hicret eden hâlâ, dayı, teyze,
amca kızlarını da sana helâl kıldık. Sonra mehirsiz olarak, hiç bir me-hir
istemeden nefsini sana hibe eden bir mü’min kadını da sana helâl kıldık.
Mehirsiz olarak beni nikâhlayabilirsin diyen mü’min kadını da sana helâl
kıldık. Bu sadece Rasûlullah Efendimize aittir, sadece onun için geçerlidir.
Peygamber eğer onu nikâhlamak istiyorsa, Rab-bimiz onu da helâl kılmıştır.
Peygamberin dışındaki müslümanlara bu helâl değildir. Mehrini vermek zorundadırlar.
Müslümanların
evlenmek istedikleri kadınlarla nasıl evleneceklerini, kadınlarına ve
câriyelerine karşı nasıl davranacaklarını biz sana bildirdik. Tâ ki bu konuda
senin üzerine bir zorluk olmasın diye. Allah Gafûr’dur, Rahîmdir. Mağfiret
sahibidir, bağışlayandır. Evet, Peygamber’in (a.s) ayrıcalığı bildirildi. Diğer
müslümanlara da bu ayrıcalığın dışında, peygamberin bu ayrıcalığının dışında
evlenme hukuku açık bir şekilde belirtildi. Câriyelerin hukuku da ayrıca beyan
edildi. Allah vahyi ışığında Rasûlullah insanlara bunu pratikte nasıl
uygulayacaklarını bildirdi.
İşte böylece bu dünyada güzel bir
hayat yaşama imkânına sahip olan müslümanlar vekil kabul ettikleri Rablerinin
yasalarını çok rahat uygular oldular. Kimlerle evlenebileceklerini, kimlerle
evlenmelerinin yasak olduğunu, nasıl evleneceklerini, nasıl boşanacaklarını
bildiler ve hayat bundan sonra Allah’ın istediği şekilde devam eder oldu.
51. “Ey muhammed!
Bunlardan istediğini bırakır, istediğini yanına alabilirsin. Sırasını geri
bırakmış olduklarından da arzu ettiğini yanına almanda sana bir sorumluluk
yoktur. Bu onların gözlerinin aydın olmasını, üzülmemelerini, hepsine verdiğin
şeylere razı olmalarını daha iyi sağlar. Allah kalplerinizde olanı bilir; Allah
bilendir, Halîm olandır.”
Ey Peygamberim, o eşlerinden dilediğini
bırakma, dilediğini de yanına alabilme özgürlüğüne sahipsin. Hanımlarından
ayrıldıklarından istek duyduklarına dönmende senin için bir sakınca yoktur.
Analarımız, Rasûlullah efendimizin hanımları, Rasûlullah Efendimizle bir
problem yaşadılar. Rabbimiz, Rasûlullah Efendimizi serbest bıraktı.
Önceki âyetlerde gördük.
Rabbimiz, peygamberine ey peygamberim söyle onlara eğer dünyayı istiyorlarsa,
dünyanın süsünü, ziynetini, lüksünü, refahını istiyorlarsa güzellikle onları
boşayıver. Ama yok Allah’ı, Allah’ın hoşnutluğunu, âhireti ve senin hoşnutluğunu,
senin ailenin bir üyesi olma şerefini istiyorlarsa bilsinler ki onlar için çok
büyük mükâfatlar var buyurmuştu. Bu konuda hem onları, hem de Rasûlullah
Efendimizi muhayyer bırakmıştı.
İşte bakın burada da Rabbimiz
peygamberini muhayyer bırakıyor. Ey Peygamberim onlardan istediklerini seçer,
dilediğini seçmeme konusunda serbestsin. Hattâ bu arada bir aylık bir ayrılık dönemi
geçmiştir. 29 gün sonra Rasûlullah eşlerine dönünce eşleri dediler ki, “Ey
Allah’ın Resûlü hani bir ay buyurmuştun?” Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki,
“Ayların bazısı 29, kimisi de 30 gündür.” Bu olay “ilâ olayı” diye de
anılmaktadır.
Rasûlullah Efendimiz böylece
kendilerine dönüşünde bir yanlışın, bir hatanın olmadığını ortaya koyuyordu.
İşte Rabbimiz peygamberine bunu söylüyordu. O kadınlarından bu bir aylık
ayrılıktan sonra dilediklerine tekrar dönebilirsin.
Böylece o kadınlarının gözlerinin aydın
olması için daha güzeldir buyuruyor Rabbimiz. Evet demek ki analarımızın gözlerini
daha bir aydın edecek, gönüllerini alacak bir hadise olmuştur bu. Bu olay
onların mahzun olmamalarını, üzülmemeleri, gamlanmamaları içindir. Kendilerine
verdiklerin ile sevinmeleri, mutlu olmaları, hoşnut olmaları için bu hadise
daha güzel olmuştur. Buyur ey peygamberim, onlardan istediklerini seç,
istediklerinle birlikte ol, seçimini yap, istediklerini bırakabilir,
istediklerini alabilirsin buyurdu Rabbimiz, Rasûlullah Efendimiz de Rabbimizin
verdiği bu özgürlüğü hanımlarının tamamını geri almakla yerine getirmiş oldu.
Unutmayın ki Allah kalplerinizde olanları en iyi
bilendir. Allah Alîm’dir, Halîm’dir. Rabbimizin bu ifadelerinin yol göstermesiyle
Ra-sûlullah Efendimiz hanımlarının tamamını geri aldı. Hattâ Sevde anamız kendi
sırasını Ayşe anamıza devretti ve yeniden tüm hanımları Efendimizle barıştı.
Bu yasa
böylece belirlendikten sonra Nisâ sûresi ile Peygamber Efendimizin dışındaki
diğer müslümanlar için dört hanımdan başka alamayacakları, bu işin ancak dört kadınla
sınırlandırılmış olduğu da Rabbimiz tarafından yasaya bağlanmıştır. Bu âyet geldiği
zaman toplum içinde dörtten fazla kadınla evli olanlar çoktu. Rabbimizin bu
âyetinin gelişiyle Rasûlullah Efendimiz şöyle emretti: “Herkes bu kadınlarından
Rabbimizin izin verdiği dördünü seçsin ve fazlasını boşasın.”
Evet o anda dörtten fazla kadınla
evli olanlar dörde indirecek, yeni evlenecek olanlar da ancak dört kadınla evlenebileceklerdir.
Tabii bu âyetler indiği zaman Rasûlullah efendimizin dokuz tane hanımı vardı.
Rabbimiz bu dört yasasından onu istisna etti.
52. “Ey Muhammed! Bundan
sonra sana hiçbir kadın, câriyelerin bir yana, güzellikleri ne kadar hoşuna giderse
gitsin, hiçbirini boşayıp başka bir eşle değiştirmen helâl değildir. Allah her
şeyi gözetmektedir.”
Ey
Peygamber, bundan sonra sana hiçbir kadın helâl değildir. Şu anda nikâhın
altında bulunan eşlerinden bir kısmını boşayıp da onların yerine bir başkasını
almak ta sana helâl değildir. Yâni şu andaki 9 hanımından bir iki tanesini
boşayıp ta, onlar yerine bir başkasını alman sana helâl değildir. Onların
yerine o alacağın kadının güzelliği hoşuna gitmiş olsa da. Artık bundan sonra
bu eşlerinden ne birini bırakıp bir başkasıyla evlenmeye, ne de bir kaç tane
hanım daha almaya hakkın yoktur. Bu senin için helâl değildir. Ancak sağ elinin
sahip olduğu, savaşlardan elde ettiğin câriyelerinden beraberliği kabul
ettiklerin hariçtir. Allah her şeyi gözetleyendir, her şeyi denetleyendir.
Böylece
Rabbimiz, Resûlünün evlenmesine, nikâhına, talâkına da bir yasa koydu ve bu
yasa Rasûlullah Efendimizin vefatına kadar uygulandı. Rasûlullah Efendimizin
vefatından sonra da artık Rasû-lullah Efendimizin hanımları, bizim değerli
analarımız anamız olmaları sebebiyle hiç bir müslüman erkekle evlenmediler.
Onların hayatları da işte böylece Rabbimizin istediği gibi bir imtihanla devam
etti. Bunu belirleyen, bu konuda hüküm koyan Allah’tır. Allah’ın koyduğu yasaları
hiç kimsenin değiştirme yetkisi de, hakkı da yoktur. Bakın bundan sonraki
âyetinde Rabbimiz müslümanların uygulamaları gereken bir başka yasasını da
şöylece bildiriyor:
53. “Ey İnananlar!
Peygamberin evlerine, yemeğe çağırılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat
dâvet edilirseniz girin ve yemeği yiyince, dağılın. Sohbet etmek için de girip
oturmayın. Bu haliniz Peygamberi üzüyor, o da size bir şey söylemeye
çekiniyordu. Allah gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamberin eşlerinden bir şey
isteyeceğinizde onu perde arkasından isteyin. Bu sayede sizin gönülleriniz de,
onların gönülleri de daha temiz kalır. Bundan sonra ne Allah’ın peygamberini
üzmeniz ve ne de O’nun eşlerini nikâhlamanız asla caiz değildir. Doğrusu bu,
Allah katında büyük şeydir.”
Rasûlullah Efendimiz, Zeynep
anamızla evlenir. Bu evliliği es-nasında Peygamberimiz bir yemek veriyor. Sahâbe-i
kiram efendilerimiz dâvet edilmişler, Peygamberin evinde yemeklerini yemişler,
işleri bittiği halde kalkıp gitmemişler, hâlâ oturmaktadırlar. Rasûlullah
Efendimiz evlendiği anamız Zeynep’le, karısıyla beraber olacak, ama sahâbe evi
terk etmiyor. Kimse yerinden kalkmıyor. Onlara karşı son derece şefkat ve
merhamet sahibi olan Allah’ın Resûlü edebinden, hayâsından dolayı onlara kalkın
gidin de diyemiyor, utanıyor. Ama ba-kın Rabbimiz sahâbe-i kiram efendilerimizi
çok hoş bir şekilde uyarıyor:
Ey İnananlar! Peygamberin
evlerine, yemeğe çağırılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin. Ancak çağrıldığınız
zaman, dâvet edildiğiniz zaman, size girmeniz konusunda izin verildiği zaman
girin. Yemek vaktini beklemeyin. Yemek beklemek üzere bir beklenti içine girmeyin.
İzin verildiği zaman girin ve yemeği yiyince de dağılın. Sohbet et-mek için de
girip oturmayın. Bu haliniz Peygamberi üzüyor, o da size bir şey söylemeye
çekiniyordu. Allah gerçeği söylemekten çekinmez. Allah’ın elbette onlardan
çekinecek bir yanı yoktur. Çekinmediği için de bakın diyor ki ey müslümanlar,
haydi çekin gidin, ne duruyorsunuz? Yemeği yediniz, işiniz bitti, hâlâ ne diye
oturuyorsunuz? Ne diye peygamberi meşgul ediyorsunuz? Peygamberi böyle bir durumda
ra-hatsız etmeye hakkınız yoktur. Yemeğinizi yedikten sonra dağılın. Uzun uzun laflara
dalarak peygamberi meşgul etmeyin.
Tabii bu sadece Peygamber’le
(a.s) sınırlı değil, işi yoğun olan, ümmetin işleriyle uğraşan, ilimle,
tebliğle meşgul olan müslü-manları da meşgul etmemek lâzımdır. Onların yanına
gittiğiniz, davet edildiğiniz zaman eskiden yeniden, saptan samandan konuşmalara
dalıp onları meşgul etmeyin.
İşte
Allah’ın Resûlü, Peygamberiniz Zeynep’le nikâhlanmış. Yeni evlendiği eşiyle
beraber olacak. Sizin o ortamda oturup kalmanız onu sıkıntıya sokuyor. Eziyet
veriyorsunuz ona. Utandığı için de size bir şey diyemiyor. Artık ferâsetli olup
hemen kalkmanız gerekiyor. O sıkılıyor, ama Allah asla sıkılmaz. Allah hiçbir
hakkı açıklamakta, hiçbir gerçeği ortaya koymakta utanmaz, çekinmez.
İşte böyle.
Rabbimizin tüm hayata müdahale hakkı vardır. Günlük işlere varıncaya kadar,
düğündeki bir bozukluğu düzeltmek üzere hemen müdahale ediyor. Yanlışı düzeltiyor,
doğruyu gösteriyor, güzeli tasdik ediyor. İşte Medine’deki müslümanların hayatı
hep böyle Allah kontrolünde, Allah rehberliğinde bir hayat oluyor ve gerçekten
güzel bir örnek hayat olarak bize kadar ulaşıyor, kıyâmete kadar da bu kitapla
beraber olanlara ulaşmaya, insanların hayatlarını güzelleştirmeye devam edecektir.
Peygamber
hanımlarından, analarınızdan bir şey istediğiniz, bir eşya, bir metâ
isteyeceğiniz zaman da perde arkasından isteyin. Kesinlikle bilin ki böyle
yapmanız sizin için de, peygamber hanımları için de temiz kalabilmeniz,
sıkıntıya girmemeniz için bu daha güzeldir, daha hayırlıdır. Yine unutmayın ki,
sizin için Allah Resûlü’ne eziyet yakışmaz. Sizin Allah Resûlü’ne karşı eziyet
vermeniz sizin için hiç te hoş bir davranış değildir. Yakışmaz size böyle bir
şey. Çünkü onlar sizin analarınızdır. Onlarla ebediyen sizlerin evlenmesi
yasaktır. Onun içindir ki sizin böyle bir şeyi istemeniz, gerçekten Allah
katında büyük bir vebâl ve günâhtır.
Peygamber’e
(a.s) ve dolayısıyla bize yönelik bir emirle karşı karşıyayız. Peygamber’e
(a.s), onun etrafındaki müslümanlara hitap eden bu âyetlerin artık şu anda
uygulamadan kalktığını, bu âyetlerin sadece onları, o dönem insanlarını
bağladığını, bizi bağlamadığını hiçbir zaman söyleyemeyiz. Eğer bu âyetler
sadece Muhammed’le (a.s) ilgili olsaydı, sadece o dönem insanlarına hitap etmiş
olsa, bizi bağlamıyor olsaydı, elbette bu âyetler sadece o gün uygulanır ve şu
elimizdeki kitaba geçmez ve kıyâmete kadar insanların önlerine su-nulmazdı. Ama
eğer bu âyetler şu anda önümüzdeki Ahzâb sûresinin âyetleri olarak karşımızda duruyorsa,
elbette bunlar bizim ve kıyâmete kadar ki insanlığın uygulayacakları kurallar,
emirler ve yasalardır.
O zaman bize düşen iş, bu âyetleri
kendimize uyarlamak, bu âyetlerle sorumlu olduğumuzun bilinci içinde müslümanca
bir hayatı yaşama kaygısı taşımaktır. Böyle bir düğün ortamında yemek yendikten
sonra haydi dağılıp gidin, uzun uzun laflara dalarak gerdeğe girecek olan ev
sahibini meşgul edip sıkıntıya sokmayın diyorsa Rab-bimiz, bunu öyle bir
ortamda kendimize söylenmiş bilecek ve aynen Rabbimizin buyurduğu gibi hareket
edeceğiz. Gerek Peygamber’in (a.s) evinde, gerekse bugün bir başka müslümanın
evinde de aynı şekilde davranılması gerektiğine inanacağız. Gittiğimiz ev
sahibi izin verirse gireceğiz, bir yemek için gitmişsek yemeği yer yemez, bir
iş için gitmişsek işimiz biter bitmez hemen kalkıp gideceğiz. Ne peygamberin
hanesini, ne de bir başka müslümanın hanesini rahatsız et-meyeceğiz. Peygamber
hanımlarından bir şey isterken de, diğer müs-lümanların hanımlarından bir şey
isterken de o hanımlar bize perde arkasından söyleyeceklerini söyleyecekler,
iffet ve hayâlarını koruyacaklar.
Yâni kılık kıyafetlerine,
mahremiyetlerine dikkat edecekler. Hitap şekillerine, konuşma tarzlarına dikkat
edecekler. Sûrenin önceki bölümlerinde anlatıldığı gibi yumuşak, cazip bir ses
tonuyla konuşmayacaklar. Bir kadının kocasıyla konuşması gibi konuşmayacaklar.
Yâni Efendimizin hanımlarından böyle bir şey isteniyorsa, elbette kıyâmete
kadar tüm hanımların bu kurala uymaları gerekecektir. Bakın Rabbimiz buyuruyor
ki, bu hem erkekler olarak sizin için, hem de hanımlar için daha iyi ve daha
hayırlıdır.
Evet burada
öğrendik ki, Rasûlullah Efendimizin hanımlarının bir başka müslümanla
evlenmeleri yasaktır. Rabbimizin bu yasasını duyan münâfıklar Rasûlullah efendimiz
hakkında onu üzecek laflar söylüyorlar. Dedikodular üretiyorlar. Hattâ münâfıkların
reisi Abdullah bin Übeyy bin Selül alçağı Muhammed vefat ettiği zaman, “Ben
Ayşe ile evleneceğim” gibi lakırdılarda bulunuyordu. Onların bu sözleri Ra-sûlullah
Efendimizin kulağına kadar geliyor, Allah’ın Resûlü çok üzülüyordu. Ama Allah’ın
takdiri her şeyin üzerindedir. Bakıyoruz ki Rasûlullah’ın vefatından önce o
alçak geberiyor. Rabbimiz buyuruyor ki:
54. “Bir şeyi açıklasanız
da gizleseniz de Allah şüphesiz hepsini bilir.”
Ey insanlar, kalplerinizdekileri,
niyetlerinizi gizleseniz de, açığa vursanız da Allah şüphesiz onların hepsini
bilmektedir. Yâni Rasû-lullah’ın (a.s) hanımlarıyla alâkalı düşündüklerinizi,
onlarla evlenme niyetlerinizi, ya da onlarla alâkalı ileri geri sözler söylemenizi
Allah bilmektedir. İster açıkça söyleyin, ister gizli tutun Allah hepsinden ha-berdardır.
Öyleyse aklınızı başınıza alın da, ne yaptığınızın, kiminle karşı karşıya
bulunduğunuzun bir farkına varın. Unutmayın ki her davranışınızdan, her
sözünüzden, her niyetinizden sizi hesaba çekecek olan Allah’tır.
Biraz önce
okuduğum hicap âyeti, perde âyeti gelince, kendilerinin bu âyetin muhatabı
olduklarını bilen müslümanlar gerçekten sıkıntı çektiler. Ama Rabbimiz bu
konuda hemen bir açıklamada bulundu. Bakın şöyle buyurdu:
55. “Kadınların; babaları, oğulları, erkek kardeşleri, erkek
kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, hizmetçi kadınları ve
câriyeleri hakkında bir sorumluluğu yoktur. Ey kadınlar! Allah’tan sakının,
çünkü Allah her şeye şahittir.”
Müslüman hanımların babaları,
oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, yâni yeğenleri, kız
kardeşlerinin oğulları, hizmetçi kadınları ve câriyeleri konusunda bir
sorumluluk yoktur. Yâni müslüman kadınlar babalarıyla, oğullarıyla,
yeğenleriyle, amcalarıyla, dayılarıyla görüşmelerinde bir beis olmadığını
açıkladı Rabbimiz. Ve buyurdu ki, ey hanımlar muttakî davranın. Allah’la korunun,
Allah yasalarının bilincinde olun. Allah’a kulluğunuzun şuuruna erin. Hayatınızı
Allah için yaşayın, Allah’ın sınırlarına riâyet edin. Allah’ın rızasını
düşünerek bir hayat yaşayın. Unutmayın ki Allah yaptığınız her şeye şahittir.
Her yaptığınızı Allah kontrolünde yapmaktasınız ve yaptığınız her şeyden yarın
hesaba çekileceksiniz.
Rabbimiz
53. âyette müslümanlara Peygamber Efendimizin evine izinsiz girmemeleri
gerektiğini, izin verildiği takdirde girmeleri ve işleri biter bitmez hemen
ayrılmaları gerektiğini anlatmıştı. Bir yemeğe dâvet edildikleri zaman yemeği
yer yemez hemen oradan ayrılmaları gerektiğini öğretmişti. Yine ondan sonraki
âyetlerde müslümanlara ve analarımıza şunu öğretmişti. Onlardan bir şey isteyeceğiniz
zaman perde arkasından konuşun. Onlar sizin karşınıza istenmeyen bir şekilde
çıkmasınlar, sizler de onları istemediğiniz bir şekilde görmeyin. Bu hem
erkeklerin, hem de kadınların kalplerinin güzel olmasını sağlayacak buyurmuştu.
Ana bildiğiniz o Resul
hanımlarıyla evlenmeniz yasaktır buyurmuştu. Bütün bu hudutlarını, bütün
yasalarını bize takdim buyuran Rabbimiz idi. İşte bu yasalar böyle ortaya
konunca, yâni peygamber eşlerinden bir şey isteneceği zaman perde arkasından
isteme emri gelince gerçekten analarımız ve müslüman hanımlar bu konuda çok
dikkatli ve titiz davrandılar. “Peki” dediler, “o zaman babalarımız oğullarımız,
kardeşlerimiz, yeğenlerimiz, kardeşlerimizin çocukları, amcalarımız,
dayılarımız ne olacak? Onlara karşı nasıl davranacağız?” diye telaşa düşünce
55. âyet geldi ve o konuda bir sıkıntılarının olmadığı bildirildi.
Kendilerinden
böyle bir tavır istenen insanlar sahâbedir. Nesillerin en hayırlısı olan bir
toplumdur. Dikkatli davranmaları gerekenler kimlerdir? Rasûlullah’ın hanımları.
Yeryüzünün en temiz ailesinin en temiz üyeleri. Müslümanların anaları.
Peki ne anlatır bu bize? Bu bize
şunu anlatır: Sahâbe neslinin bile analarına karşı böyle titiz davranmaları
gerekiyorsa, bizim anamız olmayan müslüman kadınlara karşı nasıl davranmamız
gerektiğini anlayın. Şu anda insanların anlayışlarının, değer yargılarının
değiştiği bir ortamda, yâni efendim kalplerimiz temizdir, bizler karşımızdaki
bir kadına, yahut erkeğe hemen meyledecek, farklı duygular içine girecek
değiliz diyerek kendilerini sahâbe neslinden daha temiz takdim etmeye, Allah’ın
ahlâk yasalarını çiğnemeye hiç kimsenin hakkı da yoktur, yetkisi de.
Eğer Peygamber’in (a.s) terbiyesinde
yetişmiş, onun rahle-i tedrîsinden geçmiş o mübârek insanlar hakkında böyle bir
söz söyleniyor, onlardan böyle bir titizlik isteniyorsa, bizden haydi haydi
isteniyor demektir. Bu sizin kalpleriniz için de o karşınızdaki kadınların
kalpleri için de daha temizdir diyor Rabbimiz. Rabbimiz böyle diyorsa bu kıyâmete
kadar bütün müslüman erkekler ve kadınlar için geçerlidir. İşte kendilerine
serbestçe görüşme izni verilenlerin dışında yalnız başına hiçbir kadının ve
erkeğin baş başa kalamayacağı ve birbirlerinden bir şeyler isterken de yalnızlığın,
kimsesizliğin getireceği ortamlardan da sakınmaları gerekmektedir. Buna
titizlikle uymak zorundayız. Siz bilirsiniz. Eğer bu Allah yasasını
beğenmeyerek, kendi hevâ ve heveslerimizle bir yoruma gidersek, hesabı yarın
Allah’a ödeyeceğimizi de unutmayalım.
56. “Şüphesiz Allah ve
melekleri Peygamber Muhammed’i överler; ey inananlar! Siz de O’nu övün, O’na
salât ve selâm getirin.”
Muhakkak ki işte bu yasalarını
bize belirleyen Allah ve kendisine asla isyan etmeyen, sürekli itaat eden
melekleri Peygamber (a.s) üzerine salât ediyorlar. Allah O’na rahmet ediyor,
rahmetini indiriyor, melekler de Allah’ın rahmetinin Resul (a.s) üzerine olması
için dua ediyorlar. Öyleyse ey iman edenler, sizler de o peygambere salât edin.
Salavat getirin. Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun deyin. Sizler de
Rabbinizin ve O’nun meleklerinin yaptığını yapın diyor Rabbimiz.
57,58. “Allah’ı ve peygamberi incitenlere, Allah, dünyada
da âhirette de lânet eder; onlara alçaltıcı bir azap hazırlar. İnanan erkek ve
kadınları, yapmadıkları bir şeyden ötürü incitenler, şüphesiz iftira etmiş ve
apaçık bir günâh yüklenmiş olurlar.”
Kim de Allah ve Resûlü’ne eziyet
verirse, Allah ve Resûlü’nü üzer, incitirse, Allah ve Resûlü’nün hukukunu,
sınırlarını çiğneyerek, Allah ve Resûlü’nün arzularına, onların istediği bir
hayata karşı gelerek, Allah’ın âyetlerine ve Resûl’ün (a.s) sünnetine boyun
eğmeyerek eziyet ederse, unutmasın ki Allah ona hem dünyada, hem de âhirette
lânet eder ve yarın onun için alçaltıcı bir azaba gönderir.
Öyleyse kesinlikle Allah ve
Resûlünü incitmeyelim. Allah ve Resûlü’nü üzmeyelim. Tercihimiz daima Allah ve
Resûlü olsun. İtaatimiz daima Allah ve Resûlüne olsun. Dünyada da âhirette de
lânetlenenlerden olmayalım inşallah. Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara yapmadıkları
bir şeyden ötürü eziyet edenlere, suç isnat edenlere gelince onlar da gerçekten
açık bir bühtan, açık bir iftira ve günâh yüklenmişlerdir.
Ne Allah ve Resûlü’nün
sınırlarını çiğnemeye, ne de inanmış erkek ve kadınların hukuklarını ihlâl
etmeye hakkımız yoktur. Ne Allah ve Resûlü’ne eziyet etmeye ne de, müslümanları
üzmeye hakkımız vardır.
59. “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin
kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını söyle; bu onların hür ve
namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah
bağışlar ve merhamet eder.”
Ey Peygamber, hanımlarına söyle,
kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle, ilân et ki onlar dış elbiselerini
üstlerine giysinler. Giysinler cilbablarını üzerlerine. Öyle bir giyinsinler
ki, dışardan bakanlara vücut hatları belli olmasın. Elbiseleriyle üzerlerini tepeden
tırnağa kapatsınlar. Böyle yapmaları, böyle giyinmeleri onların özgür, iffetli
olduklarının bilinip tanınmaları içindir. Onların eziyet görmemeleri, eziyete
maruz kalmamaları içindir.
Allah Gafûr’dur, Rahimdir.
Böylece Allah yasalarına riâyet ederek, Allah’ın istediği gibi giyinerek
kendilerini de Allah’ın koruması altına almış olurlar, ahlâkî boyutu düşük olan
insanların eziyetlerinden de korunmuş olurlar. Hem kendileri korunmuş olurlar,
hem de insanların hevâ ve heveslerine engel olmuş olurlar.
Nûr
sûresindeki âyetlerle birlikte düşünecek olursak, eğer müslüman hanımlar, biz
müslümanız diyen kadınlar eğer gerçekten Rablerinin emirlerine boyun eğmek,
Rablerinin istediği gibi tertemiz bir hayat yaşamak istiyorlarsa, unutmasınlar
ki onların kılık ve kıyafetlerini Allah ve Resûlü belirleyecektir. Yaşadıkları
ortam, bulundukları şartlar ve coğrafya ne olursa olsun, hangi zaman diliminde
bulunurlarsa bulunsunlar, yaşadıkları çağın ismi ne olursa olsun, insanların
benimseyip kabullendikleri hayat tarzı ne olursa olsun hiçbir şey Allah’ın
onlar üzerindeki haklarını düşürebilecek değildir.
Her ne kadar Allah’ı tanımayan,
Allah’a inanmayan, Allah’ın kitabını, Allah’ın isteklerini, Allah’ın arzu ve
emirlerini tanımayan ya da bildikleri halde inanmayan insanlar “bizler bu dünyada
özgürüz” di-yorsa da, “biz bu dünyada dilediğimiz şekilde yaşama, dilediğimiz
şe-kilde giyinme hakkına sahibiz” deseler de, “ama ben özgür irademle
müslümanlığı seçtim, tercihimi, seçimimi Allah ve Resûlü’nden yana kullandım”
diyen kimselerin artık hayat programları konusunda bir se-çim haklarının
kalmadığını önceki âyetlerinde anlattı Rabbimiz. Artık müslüman olduğumuz andan
itibaren, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu Rabbimizin eline verdiğimiz,
irademizi Allah ve Resûlüne teslim ettiğimiz andan itibaren, Allah ve Resûlünün
hükmettiği hiçbir işimizde muhayyerlik hakkımız, seçim hakkımız kalmamıştır.
Hiçbir seçim hak-kımız kalmamıştır. Allah’ın bizim için seçtiğinin dışında
seçim imkânımız yoktur.
İşte bu
âyetiyle Rabbimiz kadınlara seçtiği hayatı, kıyafeti bildiriyor. Ben sizin için
bunu seçtim buyuruyor. Tepeden tırnağa kadar vücutlarınızın hiçbir tarafı
görülmeyecek biçimde örtünmeniz gerekmektedir. Elleriniz, yüzleriniz,
bedenleriniz belli olmayacak şekilde giyinmeniz gerekmektedir. Tüm bedeninizi
bir örtü içine sokup, böylece müslümanların sizi hür ve iffetli olarak
tanımaları ve eziyete uğramamanız için bu sizin hakkınızda daha hayırlıdır. Ben
Allah’ın benim adıma seçtiğini kabul etmiyorum, ben Allah’ın rubûbiyet ve
ulûhiyet’ini kabul etmiyorum diyenler elbette illa ki böyle bir kuralı kabul
etmekle zorunlu tutulmayacaklardır. Kimse onları buna zorlamayacaktır.
Ama bir toplum içinde ben müslümanım
diyen, ben Allah’ın rubûbiyet ve ulûhiyetini kabul ediyorum diyen müslüman kadınlar
bu konuda zorlanacaklardır. Yâni müslümanım diyen insanların hayatına toplum
değil, devlet değil, modacılar değil, işin sömürüsünden yana olanlar değil,
toplumu sadece dünyacı yapmak isteyenler değil, sadece bizi yaratan, bizi bu
dünyaya getiren Allah şekil verecektir. Biz sadece Allah’ın istediği şekilde
bir hayat yaşamak zorundayız, sadece Allah’ı memnun etmek zorundayız. Bizim üzerimizde
egemen olan sa-dece Rabbimizdir. Hayatımızı takvaya bina ederek yaşamak
zorundayız. Üzerimize giyeceğimiz elbiselerimizi takvâya yönelik, takvâya uygun
giymek, takvâya götürücü olarak giymek zorundayız. Yarışımız takvâ konusunda
olmalıdır. Müslümanların imrenmeyeceği, yaşadıkları müslümanca bir hayattan
aşağılık duygusu duymayacakları bir hayat yaşamak zorundayız.
Rabbimizin
temel bir dinî emri olan tesettürü başka türlü an-layarak yasaklamaya
çalışıyorlar. Efendim, bu dinî bir özellik taşımı-yor, bu siyasî bir özellik
arz ediyor diyorlar. Gerçekten bu, çok utandırıcı bir durumdur. Adamlar hem din
adına konuşuyorlar, din adına hüküm veriyorlar, hem de dinden habersizler.
Bakın işte bu sûrede, Nisâ sûresinde ve
Nûr sûresinde son derece açık bir şekilde ortaya konmaktadır.
Kimi
zavallılar da; efendim, tesettür lâikliğe aykırıdır filan demeye çalışıyorlar.
Halbuki lâiklik eğer din işleriyle devlet işlerinin birbirlerine karışmaması
ise, elbette devlet bir müslümanın dinî inanışını koruması, ona baskı yapmaması
gerekir. Öyle değil mi? Lâiklik dinsizlik değildir demiyorlar mı? Öyleyse
devleti Allah ile kul arasına sokup bir müslümanın yapması gereken ibadetlerini
devlet otoritesi ile engellemeye çalışmak lâikliğin ihlalinden başka neyle izah
edilebilir? Şimdi Allah’ın emri gereği başını örten bir kızcağıza; eğer burada
okumak istiyorsan başını açmak zorundasın demek, o müslümanı Al-lah’ın emriyle
başkalarının emri arasında bir tercihle karşı karşıya ge-tirir. Böyle bir
durumda Allah’a Allah’ın istediği gibi inanan, Allah’ın her şeye kadir olduğunu
bilen, O’nun istediği gibi bir hayat yaşamadıkça mü’min olunamayacağının
bilincinde olan bir mü’min nasıl olur da Allah’ın emrini terk edip bir Rektörün
veya Dekanın emrini tercih edebilir? Peygamberinin; “Allah’a isyan olan hiçbir
konuda bir beşere itaat edilmez” hadisini bilen hangi müslüman açabilir başını?
Lâikler istedikleri kadar lâik hocalara fetvalar verdirsinler, hiçbir müslüman
onların fetvalarına inanmayacaktır.
Halbuki
lâik devleti meselenin din yönü ilgilendirmemelidir. Çünkü o dinle ilgilenmeyen
bir devlettir. Bıraksınlar da müslümanlar inandıkları gibi yaşasınlar. Medine
yahudilerinin, İzmir’e çıkan Yunanlıların, Maraş’ı işgal eden Fransızların, Erzurum’u
işgal eden Rumların yaptıklarını yapmak zorunda değilsiniz müslümanlara.
Dine
inanmayanların din adına fetva vermeleri çok namuslu bir şey değildir. Meselâ
şu anda A.B.D devlet başkanı; ben dini papadan daha iyi bilirim dese, bütün
Katolik dünyası ayağa kalkar, yer yerinden oynar. Ama bakıyoruz şu anda
gazetecisinden simitçisine, dekanından profesörüne kadar herkes müftü kesildi.
Herkes fetva ve-riyor, diyânet hariç tabii.
Onlar ne zaman konuşacaklar bilmiyorum. Efendim, bu baş örtüsü dinî
değil ideolojiktir. E ne olacaktı? Ben şahsen ideolojisi olmayan bir iman düşünemiyorum.
Yâni eğer bir insanın bir hedefi, bir fikri, bir ideolojisi yoksa, o hayvandan
farksızdır. Zira insanı hayvandan ayıran özellik onun ideolojik yönüdür.
Düşünün, şu anda Ankara İlâhiyatta okumak isteyen bir yahudi, bir hıristiyan,
bir de müslüman var. Kanun yahudiye de, hıristiyana da dinî ve milli
kıyafetlerinizle okuyabilirsiniz diyor. Hıristiyan öğrenci eğer bir rahibeyse,
ta-mamen kanmışsa, yahudi öğrenci dini inancı gereği başında bir takkeyle
gelmişse herhangi bir zorlamayla karşılaşmaz. Ama dinî inancı gereği başını
örterek gelen bir müslüman okula alınmaz.
Peki
acaba bu şartlar altında inanmış bir müslüman ne yapmalıdır? Ne yapalım,
zaruret var, başımızı açmadan bu okullarda okuyamıyoruz, biz de başımızı
açıverelim mi diyeceğiz? Hayır, bu şartlarda avret yerlerini açmak haramdır.
Buna zaruret demiyor dinimiz. Zaruret; yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helâki
gerekli kılan şeydir. Yapmadığı zaman ölümle karşı karşıya kalacaksa kişi, o zaman
zaruret var demektir. Değilse ileride İslâm’a hizmet ederiz gayesiyle bu
okullarda baş açarak okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir.
Çünkü
emr-i bil’maruf farz-ı ayın olmadığı gibi, bir müslüma-nın itikadı ve ibadeti
için gerekli olan ilimlerin dışındaki bilgileri tahsil etmesi de farz-ı ayın
değildir. Kaldı ki mutlaka bilmeleri gereken farz-ı ayın ilimleri başlarını
açmadan başka yerlerden de öğrenme imkânı vardır. İslâm’a hizmet mutlaka resmî
bir okulda okumayı veya resmî bir dairede çalışmayı gerektirmez. Evet kadınların
ilmi yönden yetişmeleri iyidir, ama bu bir haram işlemeyi asla tecviz etmez.
Bilindiği
gibi; “mazarratı def, menfaati celpten daha evlâdır”. Bu bir fıkıh kaidesidir.
Dinimizde bir haramla bir emir karşı karşıya geldiği zaman, haram emirden
önceliklidir. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bunu şöyle anlatır: “Ben size
bir şeyi emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadarını yapın, bir şeyi nehyettiğim
zaman da ondan kaçının.” Dikkat ederseniz emirler için “gücünüz yettiği kadar”
ifadesi geçerli iken, yasaklar için kesinlik söz konusudur. Meselâ ilim öğrenin
der İslâm, ne kadar? Gücünüz yettiği kadar, becerebildiğiniz kadar. Ama içki
içmeyin der, ne kadar? Hiç içmeyin, bir damla bile içmeyin der.
Evet,
unutmayalım ki bir farzla, bir emirle bir yasak, bir haram karşı karşıya geldiği
zaman, haram emirden önceliklidir. Bir harama düşmektense farz terk edilir.
Avret yerini örtecek bir şey bulamayan kişi bir nehir kenarında bile olsa
istincayı terk eder. Çünkü haram emre tercih edilir. Gusletmesi gerek bir
kadın, eğer erkeklerden gizlenebilecek bir ortam bulamazsa guslü terk eder.
Çünkü gusül farzdır, avret yerlerini başkalarına göstermesi ise haramdır ve harama
düşmektense farz olan gusül terk edilir. Öyleyse velev ki şu anda bu okullarda
öğrenilecek bilgiler farz-ı ayın bilgiler olsa bile, bir harama düşürecekse o
ilimler terk edilir. Kaldı ki bu ilimler farz-ı ayın ilimler bile
değildir.
60,62. “İkiyüzlüler, kalplerinde fesat bulunanlar, şehirde
bozguncu haber yayanlar, eğer bundan vazgeçmezlerse, andolsun ki, seni onlarla
mücâdeleye dâvet ederiz; sonra çevrende az bir zamandan fazla kalamazlar.
Lânetlenmiş olarak, nerede bulunurlarsa yakalanır ve hem de öldürülürler.
Allah’ın geçmişlere uyguladığı yasası budur ve Allah’ın yasasında bir değişme
bulamazsın.”
Eğer şu iki yüzlüler, eğer şu münâfıklar,
eğer şu kalplerinde hastalık bulunanlar şu yapmakta oldukları bozgunculuktan,
fesatlardan, şehirde kışkırtıcılık yapmaktan vazgeçmeyecek olurlarsa, yalan
haber yayma eylemlerini sürdürecek olurlarsa andolsun ki Biz gerçekten seni onların
üzerine süreceğiz, seni onların üzerine hücum ettireceğiz, sana güç vereceğiz
de sonra orada seninle az bir süre komşu olabilirler. Çok yakın bir zaman
içinde sen onların işlerini bitirir, defterlerini dürer, oradan sürer
çıkarırsın. Senin o kutlu şehrinde, aydınlık şehrinde onlar bir daha hayat
sürme imkânı bulamazlar.
Rabbimiz
Medine’de müslümanların Allah ve Resûlü egemenliğinde yaşadıkları güzel bir
ortamda yaşayan müslümanların arasında huzuru, düzeni bozmak, fitne çıkarmak,
kötülüklerin yayılmasına çalışanları uyarıyor Rabbimiz. Yapmayın böyle. Bozmayın
müslüman-ların huzurunu, yaymayın kötülükleri, diyor.
Eğer bu yaptıklarınıza bir son
vermezseniz, Ben peygamberimi ve beraberindeki müslümanları sizin üstünüze
süreceğim ve işinizi bitireceğim buyuruyor. Rabbimiz istiyor ki müslümanların
yaşadıkları şehirlerde kötülükler yaygınlaştırılmasın. İnsanlar temiz ve güzel
ahlâklı olacaklar. Çok nadir bir vakâ, bireysel bir suç hemen müslüman-ların
gözlerinin önüne serilmeyecek. Şu anda münâfık medyanın yaptıkları asla
yapılmayacak. Yaparlarsa derhal müslümanlar onların ü-zerlerine yürüyecek ve
işlerini bitirecekler. Böyle hainlerin kötü haber yaymalarına asla müsaade
edilmeyecek.
Nûr sûresinde de bu konu çok hoş
anlatılır. Gözleriyle görmedikleri şeyleri insanlar ulu orta konuşmayacaklar.
Allah’ın örttüğünü insanlar da örtecekler. Köşede bucakta birkaç insan günâh
işleyince herkes aynı konumdaymış gibi gösterilmeyecek, günâhlara prim verilmeyecek,
insanlar günâhlara karşı teşvik edilmeyecek.
İşte şu
anda bu münâfık haber merkezlerine kulak verilince yeryüzünde sanki bir tek
iffetli insanın kalmadığı düşüncesine kapılabiliyor insanlar. Sanki herkes
gece-gündüz Allah’ın istemediği bir hayatı yaşıyor zannedersiniz. Zannedersiniz
ki dünyada iman kalmamıştır, dünyada iffet kalmamıştır, herkes kâfir olmuştur.
Haydi ey insanlar siz ne duruyorsunuz? Siz de bu hayata gelin dercesine, alçaklar
insanların kötülüklere düşmesini istiyorlar. Halbuki şu anda iffet ve hayâsıyla
hayat süren milyonlarca insan var bu dünyada, bu ülkede, bu şehirde bu köyde.
Tertemiz müslüman erkekler vardır, tertemiz müs-lümanlar kadınlar vardır ve hep
var olacaktır Allah’ın izniyle.
Ama elbette bu yalan haber yayan münâfıklardan
ve onların nifak ve fitne saçan haberlerinden, haber organlarından uzak durabilirsek
kendimizi onların şerlerinden kurtarabileceğimizi unutmayalım. Ama eğer onların
güdümüne girersek, onların ağlarına yakalanırsak, onların gözüyle bakmaya
başlarsak kesinlikle bilelim ki, onların büyülemelerinden asla kendimizi kurtaramayacağız
demektir Allah korusun. Onlar alabildiğine, güçleri yettiğince kötülüğü yayarlarken,
Allah ve Resûlü’nün insanlara sunduğu din de iyiliği yaymaya devam edecektir.
Müslümanlar da kötülükleri önleyip geceli gündüzlü bir eğitimle insanları kötülüklerden
uzaklaştırmanın kavgasını vereceklerdir, vereceğiz inşallah.
İşte böyle
Medine’de, peygamber şehrinde ve tüm müslüman şehirlerinde kötülüğün yayılması
için sa’y edenler mel’ûndurlar. Kalplerinde hastalık olanlardır, iffet ve hayâ
yoksunu olanlardır, münâfıklardır. Bunlar Allah’ın lânetine uğramış kimselerdir.
Böyleleri nerede bulunurlarsa yakalanacaklar ve işleri bitirilecektir. İşte
Rabbimizin Peygamberine emri budur. Öldürülecekler onlar. Ey Peygamberim bak,
eğer onlar kötülüklerini sürdürmeye devam ederlerse, sana ve müslümanların
iffet ve hayâlarına kastederlerse, yakalanıp öldürülünceye kadar onlar takip
edilecektir buyuruyor Rabbimiz. İşte bu Allah’ın daha önceki toplumlarda da uyguladığı
değişmeyen bir yasasıdır. Allah’ın sünnetinde değişiklik bulamazsın. Allah
Medine’de kötülüğün konuşulmamasını, kötülük yapanlar varsa bile bunların kapatılmasını,
bitirilmesini istiyor.
63. “Ey Muhammed! İnsanlar
senden kıyâmetin zamanını soruyorlar; de ki: “Onun bilgisi ancak Allah katındadır;
ne bilirsin belki de zamanı yakındır.”
Ey Peygamberim, insanlar sana
kıyâmetten sorarlar. Sana saati soruyorlar. Sen de ki onlara, onun ilmi, onun
bilgisi ancak Allah katındadır. Sen ne bilirsin? Sana ne bildirdi ki belki onun
gelmesi çok yakındır. Belki de hemen geliverecek, sen bilir misin? Gerçekten Allah’ın
Resûlü de dahil hiç kimse onun zamanını bilmiyor, bilemez; bilmesi mümkün
değildir. Hattâ kıyâmetin kopuşunu ilân edecek olan İsrâfil’in (a.s) da
kıyâmetin zamanından haberi yoktur. Allah’tan başka kimse bilmese de onun yakın
geleceği kesindir.
64,66. “Allah şüphesiz,
inkârcılara lânet etmiş ve onlara içinde sonsuz olarak temelli kalacakları
çılgın alevli cehennemi hazırlamıştır. Onlar bir dost ve yardımcı bulamazlar.
Yüzleri ateşte çevrildiği gün: “Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke peygambere
itaat etseydik!” derler.”
Muhakkak ki Allah kâfirlere,
kıyâmeti, hesabı, kitabı örterek, örtbas ederek bir hayat yaşayanlara lânet
etmiştir. Ne zamanmış bu kıyâmet? Sen onu bizim külahımıza anlat ey peygamber
diyerek Rasûlullah’ı sıkıştırmaya çalışanlara Allah lânet etmiştir. Allah’ın
istemediği bir hayatı yaşayan tüm kâfirlere Rabbimiz çılgın, alevli,
da-yanılmaz bir Sair azabı, ateş azabı hazırlamıştır. Onlar orada çıkmamacasına
ebediyen kalacaklar ve orada onlar ne dost, ne velî, ne de yardımcı
bulabileceklerdir. Onlar yüzüstü cehenneme atılırlar, tepe-taklak atılırlar.
İşte o ortamda derler ki, “bize
yazıklar olsun, keşke bizler Allah ve Resûlü’ne itaat etseydik. Keşke kendi
hevâ ve heveslerimizi din kabul ederek bir hayat yaşamasaydık. Keşke kendi
tanrılığımız is-tikâmetinde değil de, Allah ve Resûlü’nün gösterdiği şekilde
bir dünya yaşasaydık. Keşke Rabbimizin kitabını ve elçisinin sünnetini
diskalifiye etmeseydik!” Yüzleri kömür olmuş, akılları başlarına gelmiş böyle
diyorlar. Geçmiş olsun, bunu bugün diyeceklerdi, bugün anlayacaklar ve ona göre
bir hayat yaşayacaklardı.
Öyle değil mi? Bugün geriye dönme
imkânımız var, bugün müslümanca bir hayat yaşama imkânımız, bugün Allah ve Resûlü’ne
itaat imkânımız vardır. Ama bugün Allah’ın bu âyetleriyle beraber olup aklımızı
başımıza almazsak, yarın bunu diyenlerden olacağız Allah korusun.
67,68. “Ve yine derler ki, ey Rabbimiz, doğrusu biz sâdât
ve küberamıza itaat ettik te onlar bizi yanlış yola götürdüler. Ey Rabbimiz
onlara azabın iki katını ver ve kendilerini büyük bir lânetle, lânetle.”
Yine diyecekler ki, Rabbimiz, biz
Seni bırakmış da efendilerimize, büyüklerimize, siyasîlerimize itaat etmiştik.
Biz örnek olarak Re-sûl’ünü bırakmıştık ta kendimize başka örnekler arayışı
içine girmiştik. Büyük bildiğimiz, önder bildiğimiz, lider tanıdığımızı bulmuş,
bizi Seninle çatışmaya sevk eden, bizi Sana kulluktan koparıp kendilerine kulluğa
çağıran, bizi Senin yasalarına uymaktan uzaklaştırıp kendi yasalarına itaate
zorlayan kimselere itaat etmiştik. Aksi takdirde insanları Allah’ın yoluna
çağıran, Allah ve Resûlü’ne itaate çağıran kim olursa olsun, bir çocuk bile
olsa ona itaatte bir sakınca yoktur. Bizi Allah’ın emirleriyle, Rasûlullah’ın
istekleriyle karşı karşıya getiren her müslümanın uyarısına kulak vermek zorundayız.
Bizi Allah ve Resûlüyle karşı
karşıya getiren kim olursa olsun, ne olursa olsun onlara itaat etmemeliyiz.
Böylelerine itaat ettiğimiz zaman cehennemle karşı karşıya kalacağımızın uyarısını
alıyoruz bu âyetlerde. Allah ve Resûlü’nü bir tarafa bırakıp ta böylelerine
itaat edenlerin serzenişlerini duyuyor ve şahit oluyoruz.
Bakın iki
şey söylüyorlar: Birincisi, “keşke Allah ve Resûlüne itaat etseydik. Keşke
Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine tâbi olsaydık.” İkinci serzenişleri
de, “keşke sadat ve kübaralarımıza itaat etmeseydik. Keşke efendilerimize,
seyyidlerimize, liderlerimize, büyüklerimize, hahamlarımıza, papazlarımıza
itaat etmeseydik. Biz onlara itaat ettik, onlar da bizi yoldan saptırdılar. Biz
ya Rabbi, Senin ve Resulünün istediği şekilde bir hayat yaşamak istedik, ama
onlar bizi Sana ve Resûlü’ne alternatif bir yola götürdüler. Ey Rabbimiz,
onlara, o bizi azdıranlara, saptıranlara azaptan iki kat ver ve onlara büyük
bir lânetle lânet et ya Rabbi!” diyorlar.
Öyleyse
gelin akıllarımızı başlarımıza alalım da ne biz başkalarına lânet okuma
durumunda olalım, ne de birilerinin lânet okuyacağı bir duruma düşelim. Gelin
bugünden aklımızı başımıza alalım da, Allah ve Resûlü’ne itaat edelim. Allah ve
Resûlü’nden başkalarına itaat edip te cehennemle karşı karşıya kalanlardan
olmayalım. Biz in-sanları Allah ve Resûlü’nün yolundan saptıranlardan olmayalım
ki bi-ze bunlar denmesin, insanlar yarın bize lânet etmesinler.
Ya da başkaları bizi saptırmasınlar,
sapanların, sapıkların peşinden gitmeyelim ki, biz onlara lânet okuyacak bir
duruma düşmeyelim inşallah. Akıllı olan insan “keşke, keşke” demez, diyeceğini
bugünden der, bugünden Allah ve Resûlü’ne itaat eder ve yarın lânet okuyacağı
insanların peşine bugünden düşmez.
69,70,71. “Ey İnananlar! Mûsâ’yı incitenler gibi olmayın.
Nitekim Allah onu, söylediklerinden beri tutmuştu. O, Allah’ın katında değerli
bir kişiydi. Ey İnananlar! Allah’tan sakının, dürüst söz söyleyin de Allah
işlediklerinizi kendinize yararlı kılsın ve günâhlarınızı size bağışlasın. Kim
Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, şüphesiz büyük bir kurtuluşa ermiş olur.”
Ey iman edenler, sakın sizler
Mûsâ’ya eziyet edenler gibi olmayınız. Peygamberinize karşı dürüst söz
söyleyin. Onlar peygamberleri Mûsâ’ya (a.s) karşı eksiklik nispet ediyorlardı,
bir beşer olarak Allah onun tüm bu eksikliklerden uzak olduğunu ortaya koyuverdi.
O, Allah yanında gerçekten seçkindi, seçkinlerden ve kurtuluşa erenlerdendi.
Öyleyse ey iman edenler, Allah’a
karşı takvalı olun, Allah için muttakî olun, hayatınızı Allah için yaşayın.
Nasıl giyineceksiniz? Nasıl evleneceksiniz? Nasıl dâvet yapacaksınız, dâvete
nasıl gideceksiniz? Orada ne yapacaksınız? Ne kadar kalacaksınız? Analarınızla,
diğer kadınlarla nasıl konuşacaksınız? Tüm bu konularda Allah’la yol bulun, Allah’ın
istediği gibi davranın. Tüm hayatınızı Allah belirlesin. Allah buyursun siz
yapın, Allah yasaklasın siz kaçının! Allah vekildir. Allah sizin adınıza en
güzel kararlar alandır. Allah hak bir dosttur. Ondan daha güzel sizin
hakkınızda karar verecek yoktur. Onun için doğru söz söyleyin, güzel söz söyleyin.
Doğru söz, hak söz O’nun kitabının sözleridir.
Öyleyse
konuştuğunuz zaman O’nun kitabıyla konuşun. O’nun âyetlerine uygun konuşun.
Kendi hevâ ve heveslerinize göre konuşmayın. Allah’ın her an sizi görüp gözettiğini,
her an Allah’ın imtihanında olduğunuzu unutmayın. Allah’ı unutmuş, Allah’ın
kitabını terk etmiş, Allah’la savaşanlarla karşı karşıya olduğunuzu da
unutmayın. Allah’ı diskalifiye etmek isteyen, Allah’a yetki sınırlaması
getirmek isteyen bir dünyayla karşı karşıya olduğunuzu unutmayın. Bu dünya
bizimdir, bu dünyada yetki bizdedir diyen tağutlarla karşı karşıya olduğunuzu
unutmayın. Gelin tercihimizi güzel yapalım. Gelin tercihimizi Allah ve Resûlünden
yana yapalım. Allah karşıtı güçlerin gücü, hükmü bu dünyada bitecektir.
Yarın Allah’ın hükmüyle, Allah’ın
sorgulamasıyla karşı karşıya geleceğiz. Herkes hesaba çekilecek, ama kimse
Allah’ı hesaba çekemeyecektir. Güç ve kudret sahibi O’dur. Sözü dinlenecek,
yasaları uygulanacak sadece O’dur. O’na kulluk edenler, O’nu dinleyenler, O’nun
istediği gibi bir hayat yaşayanlar yarın birbirlerini lânetlemeyecekler.
Allah’ın dostlarının şikâyet edileceği başka hiçbir mercî de yoktur. Aman ha
çabuk bitecek şu dünya sebebiyle Allah ve Resûlü’ne itaatten uzaklaşmayalım.
Böylece dünyamızı da âhiretimizi de karartmayalım.
Hayatınızı Allah için yaşayın,
doğru söz söyleyin, hak söz söyleyin de, Allah’ın ve Resûlü’nün sözcüsü olun da
Allah sizin amellerinizi ıslah etsin, Allah sizin amellerinizi başarıya
ulaştırsın. Allah sizi kendinizle, amellerinizle barışık hale getirsin. Sizin
kusurlarınızı, günâhlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Resûlü’ne itaat ederse,
muhakkak ki o büyük bir başarıyla başarmış demektir, kurtuluşa ermiş de mektir.
Başarılı olma yolu Allah ve Resûlü’ne itaatten geçmektedir. Eğer Allah ve
Resûlü’ne itaat edersek, kesinlikle bilelim ki başaranlardan, kurtulanlardan
olacağız. Aksi takdirde kesinlikle kaybedenlerden olacağız Allah korusun.
72. “Doğrusu Biz,
sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten
çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan
ise onu yüklenmiştir.”
Muhakkak ki biz emâneti göklere,
yere, dağlara sunduk, ar-zettik, teklif ettik. Onlar, o gökler, yerler, dağlar
onu yüklenmekten, onu kabulden yüz çevirdiler. Ondan tedirgin oldular. Ondan
korkup titrediler. Nasıl olur da biz bu ağır yükü, bu zor yükü yüklenebiliriz,
nasıl olur da biz bu yükün altından kalkabiliriz, dediler. Ama insanoğlu onu
yükleniverdi.
Ey
insanoğlu dikkat et! Ey insan cinsi iyi anlayın! Bakın göklerin, yerin ve
dağların yüklenemediği, korkup kaçındığı bir yükü, bir sorumluluğu sen
yüklenmişsin. Sen almışsın, sen kabullenmişsin. Peki insan oğlunun sırtına
aldığı bu yük, bu sorumluluk nedir? Bu emânet iradedir, sorumluluktur, özgür
bir şekilde hakla bâtıl arasından, imanla küfür arasından, kullukla, itaatle
isyan arasından birini seçmektir. Müslüman ya da kâfirlikten birini tercih etmektir.
Allah’a itaat ya da isyandan birini seçmektir. Zaten bu dünyanın, dünyadaki bu
hayatın temeli de bunun üzerine bina edilmiştir.
Eğer bizler de bunu kabul etmemiş
olsaydık, bizler de tıpkı şu kabul etmekten çekinen varlıklar gibi iradesiz olurduk,
sorumluluğumuz olmazdı, yükümüz olmazdı. Allah bizi niçin yaratmışsa, bize
nasıl bir görev yüklemişse sadece onu bilir, sadece onu yapardık ve ondan
başkasını tercih yetkimiz olmazdı. Secde halinde olurduk hep Rab-bimize. Ama
şimdi öyle bir sorumluluk almışız ki, bu ya bizi göklerin, yerlerin, dağların,
taşların ulaşamayacağı cennetlere götürecek, ya da bizi meleklerin bile bize
secde etmelerine kadar götürecek. Tüm bu varlıkların bizi efendi bilip bize
teslim olmasına kadar götürecek, ya da bu emânet bizi hayvanlardan, dağlardan,
taşlardan daha aşağı mahlûklar yaparak cehennemin dibine kadar götürecektir.
Unutmayalım
ki bu durumu kendimiz seçtik, kabullendik. Herkese arz edilen bu yükü, bu
sorumluluğu sadece insan kabul etmiş. Tabiî Allah bizi bunu kabul edecek şekilde
yarattı, büyük irade O’dur ve biz de işte bu büyük iradenin doğrultusunda bu sorumluluğu
yüklenmeyi kabul ettik. Evet ya Rabbi, bu yükü biz kabul ettik, İslâm yükünü,
kulluk yükünü, risâlet yükünü, yeryüzünde senin halîfen olma yükünü ver bize,
dedik.
Eğer biz kendi irademizle
kabullendiğimiz bu emânete riâyet edersek, irademizi, seçimimizi kulluktan
yana, itaatten yana, İslâm-dan yana kullanır, Allah ve Resûlü’nün istediği bir
hayatı, kendi irademizle aldığımız bu yükün bilincinde bir hayat yaşarsak, kesinlikle
kazananlardan olacağız, dünyanın en şerefli, en akıllı konumunda olacağız ve
sonuç dünyada güzel bir hayat, âhirette de cennet olacaktır. Ama Allah’ın
göklere, yerlere, dağlara teklif ettiği bu emâneti yüklenmekle birlikte, bu
sorumluluğun altına girmekle birlikte hain olur, emânete hıyanette bulunur,
Allah’a isyanı tercih eder, Allah’ın verdiği bu iradelerimizle Allah’a savaş
açar, yeryüzündeki hiçbir insana bile kafa tutmaya gücümüz yetmezken Allah’a
kafa tutmaya kalkışırsak, o zaman da zalim, cahil oluruz ve kendi belâmızı
kendimiz buluruz Allah korusun.
(Burada irade ve emanetle ilgili
dinleyicilerden bir soru soruldu)
Arkadaşımızın
sorduğu soruyla alâkalı şunları söyleyelim inşallah: Emanet; tekâlüf-i
ilâhiyedir. Farz, vacip, sünnet, haram, mekruh gibi C. Hakkın dininin evamiri
ve nevahisidir. Emanet; kulun mükellef olabilme özelliğidir. Emanet; esas
itibariyle irade demektir, seçim gücü demektir. Çünkü irade kişinin sorumlu
tutulmasının temel kaynağıdır. Yâni irade olmasa kişiyi yaptıklarından ve
yapmadıklarından ötürü cezalandırmak veya mükâfatlandırmak abes olacaktır.
Çünkü irade olmasaydı zaten yapmak zorunda olacaktı o yaptıklarını. Melek
öyledir. Aslında insanın fiillerini yaratan, her şeyi yaratan Allah’tır, ama
biz Allah’ın bizim adımıza neleri yaratmasını istememiz sebebiyle sorumluyuz.
Meselâ namaz kılan bir mü’minin namaz kılma eylemini, gücünü yaratan da, içki
içen birinin içki içme gücünü, eylemini yaratan da Allah’tır. Yâni günâhı da,
sevabı da yaratan, bunları işleyen kişilere güç ve imkân veren Allah’tır. Lâkin
insan kendisiyle alâkalı neyin yaratılmasını istemişse, iradesini ne tarafa
kullanmışsa elbette onun karşılığını görecektir. Ondan sorumludur.
Ama
yine bilelim ki, bizim adımıza yaratılan her şey bizim ira-demizle olmamaktadır.
Meselâ bizler iradelerimizle çocuğumuz olsun istiyoruz, çok malımız olsun
istiyoruz, ama bazen bunlar verilmeyebiliyor. Ama eğer bu isteklerimiz hayırlı
şeylerse elbette bu isteklerimizin sevabını göreceğiz. Meselâ irademizle aman
çocuğumuz olmasın diye her türlü İslâm dışı tedbire baş vurup dururken, sonunda
istemediğimiz halde çocuğumuz olmuşsa, istemediğimiz için onun sevabından
mahrum kalacağız. Veya meselâ bir müslüman içki içmek iste-miyor. İradesini bu
yönde kullanıyor. Ama buna rağmen birileri onun şakağına tabancayı dayayarak
ölüm tehdidiyle zorla içirmişse, elbette o müslüman zoraki icra ettiği bu
eyleminin karşılığını içki içmemiş olarak görecektir.
Sorunun
ikinci bölümü, emanetin kaldırılacağına dair hadisti değil mi? Benim bildiğim bu
hadisi bize nakleden sahabe Huzeyfe efendimizdir. Resûlullah aleyhisselâmın
mümtaz ashabından birisidir. Allah’ın Resûlü bu zata bazı sırları söylüyordu.
Bu zat der ki; ben peygamberimize hep fiten konularından sorardım. İşte o
hadislerinden birisi olarak Resûlullah efendimiz bana; “bir gün gelecek yeryüzünden
emanet kaldırılacak” buyurdu der. Bunu nasıl anlayacağız? Sanki bir adam uyur
ve onun kalbinden emanet duygusu kaldırılır. Sonra onu görürsün ve zannedersin
ki onda emanet duygusu vardır. Halbuki zerre kadar bir emanet duygusu
kalmamıştır onda. Ancak emanetten bir iz kalmıştır. Bundan sonra insanlar o
hale gelmişlerdir ki; alış veriş ederler, fakat hiç birisinin emaneti eda etme
niyeti yoktur. Öyle ki falan kabilede, filan şehirde emin birisi varmış denecek
ve parmakla gösterilecek kadar az kalacak.
İşte
şu anda bakıyoruz, adam babasına bile kazık atıyor. Herhangi bir kimse
hakkında; o adam ne kadar iyidir denir, halbuki kalbinde emanet duygusunun
büyüklüğü şöyle dursun, varlığından bile söz edilemez. Dün; yahu filan şehrin
valisi ne kadar iyi, benim hakkımı falanlardan alıverdi denirken, bakıyoruz
bugün valisi hırsız, polisi hırsız, bekçisi hırsız. Hakkını alıvermek şöyle
dursun, imkân bulsa kendisi yiyecek durumda. Öyle değil mi? Alış veriş müslümanla
yapılır. Ama şu anda ciğeri beş para etmeyen yahudileri tercih ediyor insanlar.
Bunun sebebi Müslümanlarda emanet duygusunun pörsümesi değil de nedir?
Acaba
Rabbimiz niye böyle yaptı? Niye bize özgürlük verdi? Niye bize diğer
varlıklardan farklı olarak seçim hakkı tanıdı? Niye bu emâneti bize yükledi?
Niye bu emânete biz talip olduk? Şunun için:
73. “Bunun sonucu olarak,
Allah, ikiyüzlü erkek ve kadınlara, Allah’a ortak koşan erkek ve kadınlara azap
verecektir. Allah inanan erkek ve kadınların tevbelerini kabul buyuracaktır.
Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Münâfık erkekler ve kadınlar, iki
yüzlü erkek ve kadınlar Allah tarafından azap görsünler diye. Müşrik erkekler
ve müşrike kadınlar da bu cezayı görürlerken kimseyi suçlamasınlar, suçu kimseye
atmasınlar diye. Mü’min erkek ve kadınların da tevbelerini, dönüşlerini,
kulluklarını Allah kabul etsin diye işte Allah bu emâneti bize yüklemiştir, ya
da kendi özgür iradelerimizle biz bu emâneti yüklenmişizdir.
İşte hayat bu emânetin yükü
üzerindedir. Bu emânetin yükü bizim belimizi çökertecektir. Eğer Rabbimiz yüklendiğimiz
bu emânet yükünü bizim için kolaylaştırmazsa işimiz zordur. Ama Rabbimiz bize
yardım eder de bu emânete riâyet ederek bir hayat yaşamaya muvaffak kılarsa o
zaman bilelim ki melekler bizim önümüzde eğilecekler, meleklerden, dağlardan,
taşlardan, göklerden, yerlerden üstün olacağız. Onların tamamı bizim emrimize
verilmiş olacaktır. Aksini yaparsak da aşağıların aşağısına, esfel-i sâfilîne,
hayvanlardan daha aşağılara inmiş olacağız.
Bu yükü bize yüklerken Rabbimiz
Gafûr ve Rahîmdir. Bize rahmetiyle, merhametiyle, mağfiretiyle muamele
etmektedir. İşte böyle bir Allah’a ancak hamd edilir, böyle bir Allah ancak
yüceltilir ve kendisine kulluk edilir. Büyük O’dur, Allahu ekber! Noksan sıfatlardan
münezzeh O’dur, sübhanallah. Hamd O’nadır, velhamdü lillahi Rab-bi’l âlemin.