Yasin suresi, bu alfabe harfleriyle başladığı için böyle adlandırılmıştır. Bu harfler, Tay kabilesi lehçesiyle "Ey insan!" manasında nidadır. Çünkü "insan" kelimesinin küçültme ismi "üneysiyn" şeklinde olup, sanki bu kelimenin baş tarafı (elif ve nun harfleri) hazfedilmiş, son tarafı alınmış ve üneysîn, sevimli insan anlamında "Ya-sin" denilmiştir. Buna göre buradaki kitap, bu kelimeden sonraki "Şüphesiz ki sen gönderilen peygamberlerdensin" ayetinin delaletiyle Hz. Muhammed (s.a.)'e yapılmıştır. [1]
Yasin suresinin bir önceki Fatır suresi ile ilişkisi şu üç yönden ortaya çıkmaktadır:
1- Allah Tealâ, Fatır suresinde "Size uyarıcı geldi." (Fatır, 35/37) ayetiyle "Kâfirler, kendilerine bir uyarıcı gelirse, ümmetler içinde en doğru yolu tutacaklardan biri olacaklarına dair, en büyük yeminleriyle yemin ettiler. Fakat kendilerine uyarıcı gelince bu onların nefretlerini artırmaktan başka bir şey yapmadı." (Fatır, 35/42) ayetini zikretmişti ki buradaki uyarıcı kelimesinden murad Hz. Muhammed (s.a.) olup müşrikler ondan yüzçevirmiş ve yalanlamışlardı. Bu ayetin ardından bu sureye onun peygamberliğinin doğruluğuna yemin ederek onun doğru yol üzerinde olduğunu ve bir kavme babalarının uyarıldığı mesajla uyarıda bulunmak için gönderildiğini beyan ederek başlamıştır.
2- Bu iki sure arasında kâinattaki bazı ilâhî kudret delillerini ortaya koyma hususunda benzerlik bulunmaktadır.
Cenab-ı Hak, Fatır suresinde: "Güneş ve ay O'nun emri altındadır. Her biri belli bir zamana kadar vazifesine devam eder." (Fatır, 35/13) buyurmuştur.
Yasin suresinde ise "Güneş de kendi yörüngesinde dönüp durmaktadır. Bu, her şeye galip olan ve her şeyi bilen Allah 'in bir takdiridir. Aya da menziller takdir ettik. Sonunda o eski hurma salkımının eğri sapına döner." (Yasin, 36/37-38).
3- Cenab-ı Hak Fatır suresinde, "Gemilerin denizi yara yara gittiğini görürsün." (Fatır, 35/12) buyururken, Yasin suresinde de "Onların neslini yüklü gemilerde taşımamız kendileri için bir kudret delilidir." (Yasin, 36/41) diye buyurmuştur. [2]
Bu sure müteşabih harflerle başlayan diğer Mekkî sureler gibi Kur'an-ı Kerime ta'zim edilmesi, Allah'ın kudretinin ve birliğinin beyan edilmesi, Hz. Peygamber (s.a.)'in görevinin müjdeleme ve uyarma ile sınırlanması, dirilişin ilk yaradılış ve benzeri olmayan eşsiz varoluş gibi gözle görülen maddi delillerle isbat edilmesi gibi akide esaslarını içermektedir.
Sure Muhammed Mustafa (s.a.)'in Arap olan kavmini ve diğer ümmetleri uyarması için gerçekten Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir elçi olduğunu hikmet dolu Kur'an üzerine yapılan ilahî bir yeminle belirterek başlamaktadır.
Onun risaleti açısından insanlar iki gruba ayrılmışlardır:
- Biri imanında ümit olmayan inatçı grup,
- Diğeri kendilerinde hayır ve hidayet umulan grup.
Bu iki grubun amelleri de tesbit edilmiş, ezelî ilimle belirlenmiş ve kaydedilmiştir.
Sonra bunlara, kendilerine ardarda gelen rasullerini yalanlayan, kendilerine tebliğde bulunan kişiyi yalanlayıp öldüren, o cennete girerken kendileri cehenneme giren bir ülke halkı örnek olarak anlatılmıştır. Bunun ardından geçmişte Hakk'ı yalanlayan ümmetlerin helak oluşları hatırlatılmıştır.
Daha sonra öldükten sonra diriliş, ilâhî kudret ve Allah'ın birliğinin ölü olan toprağın diriltilmesiyle ispat edilmesi, gece ve gündüzün birbirlerini izlemedeki kâinatta var olan Allah'ın göz kamaştırıcı kudretinin beyan edilmesi, güneş, ay ve diğer sabit halde ya da hareket halindeki gezegenlerin insanın emrine verilmesi, gemilerin denizlerde yürütülmesi konularına geçilmiştir.
Buna paralel olarak inkarcılar mağlubiyete uğramışlar, süratli bir ceza ile uyarılmışlar ve kıyametin korkunç olayları, diriliş için Sûr'a üflen-mesiyle başlayan kabirlerden çıkış.olayı içerisinde Allah'ın acı azabıyla yüzyüze gelmişler, hemen pişmanlıklarını ilân etmişler, dirilişin hak olduğunu itiraf etmişler; ancak önlerinde sadece cehennem ateşini bulmuşlardır. Halbuki onlar şeytanın vesveselerine uymalarından dolayı kınanmışlar ve Allah'ın -dilerse- dünyada kendilerini başka bir mahlûka çevirmeye kadir olduğu kendilerine bildirilmişti.
Müminlere gelince onları cennet nimetlerinden yararlanacaklar ve kendilerinin sonsuz rahmete sahip bir Rab tarafından güvenlik ve huzur içerisinde olduklarını hissedeceklerdir.
Cenab-ı Hak daha sonra Rasulünün şair olduğu iddiasını reddetmekte, onun kâfirlere gerçekleri apaçık anlatan, Kur'an'la kalpleri diri olanlar için bir uyarıcı olduğunu bildirmekte ve hayvanların insanlığın emrine tahsis edilmesi, yeme, içme ve giyinme konusunda hayvanlardan yararlanma gibi nimetleri kendilerine ihsan eden Allah'a şükretmenin gereğini bütün insanlara hatırlatmaktadır.
Allah Tealâ müşriklerin kendilerine herhangi bir fayda temin etmekten âciz olmalarına rağmen kıyamet gününde kendilerine yardım edecekleri ümidiyle putları ilâh edinmeleri ve onların itaatkâr askerleri olmalarını kınamaktadır.
Öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere ilk yaratılış, insanın gelişim merhalelerinde adım adım ilerlemesi, yemyeşil bitkilerin çıkarılması, sonra kurumaları; göklerin ve yeryüzünün yaratılması gibi gözleriyle gördükleri delillerle kesin bir cevap verilerek, bütün bu delillerden elde edilecek olan nihâî sonuçla sure sona ermiştir. Bu nihaî sonuç Allah'ın varlıkları insanın tasavvur edebileceği en hızlı şekilde yaratmaya muktedir olduğu ve O'nun göklerdeki ve yeryüzündeki her şeyin yaratıcısı ve hakiki sahibi olduğu gerçeğidir.
Kısaca: Bütün sure hissiyatı ve vicdanı şiddetli bir şekilde uyarmakta ve duyuları güçlü bir şekilde tahrik etmekte, insanları yaratıcıyı ve Onun birliğini kabul etmeye, diriliş ve cezaya iman etmeye teşvik etmek için kalpleri tesirli bir şekilde fethetmektedir.
Ebû Davud'un Sünen'inde Makıl b. Yesâr'dan, Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Ölülerinize Yasin okuyun." [3]
1- Yâ, sîn.
2-Hikmetle dolu olan Kur'an'a ye- min olsun ki,
3-Hiç şüphesiz sen, peygamberler- densin
4- en aosdoğru bir yol üzerindesin.
5- (Bu Kur'an) Aziz ve Rahim (olan Allah) tarafından İndirilmiştir.
6- Ataları uyarılmamış, bu yüzden gafil kalmış bir kavmi uyarman için (indirilmiştir).
7- Şüphesiz ki bu vaad insanların çoğuna hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler.
8- Şüphesiz biz kâfirlerinboyunlarıden onların başları yukarıdadır (Hakk'ı göremezler).
on^arın nern önlerine, hem de arkalarına birer set çekerek gözle rini Perdeledik. Artık onlar göremezler.
10- Sen onları uyarsan da uyarma-san da birdir. Onlar iman etmezler.
11- Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarırsın. Sen o kimseyi mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.
12- Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz ve insanların dünyada yaptıklarını ve (öldükten sonra geride bıraktıkları) eserlerini biz kaydederiz. Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp tespit etmişizdir.
"Inneke le-mine'l-murselîn" ve "İnnâ Hey küm le-murselûn" ayetlerinde "inne" ve "le" pekiştirme edatlarıyla her iki cümlede ikişer te'kid bulunmaktadır. Zira muhatap inkâr edicidir. Bu te'kid "inkârî" diye adlandırılmaktadır.
"Şüphesiz biz (inkârda ısrar eden) kâfirlerin boyunlarına (çenelerine kadar dayanan) demir halkalar geçirdik." temsilî istiaredir. Kâfirlerin iman etmekten kaçınma hususundaki durumu eli kelepçeyle boynuna bağlanan kişiye benzetilmiştir. Bu kişi hiçbir şey yapamaz ve başkasına baka-maz. Yine onların durumu iki sed arasında bulunan hiçbir şeye etkisi olmayan ve yolunu bulamayan kimselere benzetilmiştir.
"Biz onların hem önlerine, hem de arkalarına birer set çekerek gözlerini perdeledik." ayetinde "min beyni eydîhim: önlerinden" ve "min hal-fihim: arkalarından" ifadeleri arasında tezat sanatı yapılmıştır.
"Sen onları uyarsan da, uyarmasan da birdir." ayetinde tezat (tıbak-ı selb) sanatı bulunmaktadır. [4]
"Ya, Sin" Her iki harf de medle okunmaktadır. Sin harfinin sonundaki sakin nun açıkça okunmakta, yahud sin harfinin nunu "Ve'1-Kur'ani'l-Hakim" ayetinin başındaki "vav" ile idgam edilerek "Yâa, Sîv-vel" şeklinde okunmaktadır. Bu mukattaa harfleri daha önce açıklandığı gibi "Elâ" ve "Yâ" harfleri gibi dikkat çekmek için ve Araplara Kur'an'la meydan okuduğu zaman bu Kur'an'm dillerinin ve sözlerinin meydana geldiği bu harflerden oluştuğuna işaret etmek ve böylece onların aleyhlerine en tesirli hüccet olarak âciz olduklarını ifade etmek içindir.
"Ve'l-Kur'ani'l-Hakim" Vav: Yemin harfidir. Allah Tealâ hiçbir kimsenin Hz. Muhammed (s.a.)'in rasul olduğunda şüpheye düşmemesi için, Hz. Muhammed (s.a.)'in Allah tarafından gönderilen bir rasul olduğuna delil olmak üzere nazmının son derece üstün, manalarının eşsiz oluşuyla muhkem olan, yahut hikmet dolu olan Kur'an'a yemin etmektedir.
"Hiç şüphesiz sen, peygamberlerdensin." Yani kavmine ve başkalarına gönderilen peygamberlerden birisisin. Kasem ve lamla yapılan te'kid, sen gönderilen bir rasul değilsin, diyerek onun risaletini inkâr eden kişilere cevap vermek içindir.
"Sen dosdoğru bir yol üzerindesin." Sen hiçbir eğrilik ve yamukluk bulunmayan; bilakis inanç, hüküm, tevhid, bütün işlerde istikamet hususlarında istenilen hususlara ulaştıran en doğru yol üzerindesin.
Bu Kur'an"Aziz ve Rahim (olan Allah) tarafından indirilmiştir." Yani Kur'an, Aziz olan, hükmünde en üstün olan, yarattığı varlıklara sonsuz rahmet sahibi olan Allah tarafından indirilmiştir.
"Ataları uyarümamış" Hz. İsa (a.s.) ile Hz. Muhammed (s.a.) arasında kalan müddetin uzaması sebebiyle fetret zamanında babaları ve dedeleri
uyarılmamış ve "bu yüzden" iman ve hidayetten, din ve hükümlerden "gafil kalmış olan bir kavmi" Arapları "uyarman için" seni bu kitapla biz gönderdik.
"Şüphesiz ki bu vaad insanların çoğuna hak olmuştur." Azapla hük-medilmesi Mekke halkının çoğunun üzerine -yani küfür üzerinde ısrar edip ölenlerin üzerine- vacip olmuştur. "Artık onlar iman etmezler." Zira onlar Allah'ın ezelde kendilerinin Kur'an'a iman etmeyeceklerini bildiği kimselerdir.
"Biz onların hem önlerine, hem de arkalarına birer set çekerek" yani böbürlenmeleri, azgınlıkları, Hakk'ı kabul etme ve Hakk'a boyun eğme hususunda inatçılık etmeleri gibi engellerle, iman etmelerine engel olarak "gözlerini perdeledik." Hakk'a karşı gözlerini kapattık. "Artık onlar göremezler." Bu sebeple hidayet yolunu göremezler. Onlar dirilişe karşı kördürler. İlahî hükümleri kabul etmekten mahrumdurlar. Bu da onlara iman yolunun kapatılması için -çenelerine kadar uzanan demir halkalar geçirilmiş olmalarından sonra- bir ikinci temsildir. Zira Allah onların içinde bulundukları küfür üzerine ısrar edeceklerini ve küfür üzerine öleceklerini gayet iyi bilmektedir. İlim: önceden sadece bilgi sahibi olmak demek olup, insanın aklen ve gerçekten imanına engel olmayacaktır. Çünkü o insanın kendisi bunu bilmemektedir.
"Sen onları uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." Senin onları uyarman, ya da uyarmaman eşittir. Azgınlıkları ve kibirlenmeleri sebebiyle uyarının onlara hiçbir yararı olmayacaktır.
"Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan", Allah'ı görmese de gizli ve açık her yerde Allah'ın cezasından korkan "kimseyi uyarırsın." Senin uyarın ancak o kimseye yararlı olur. Gayb: Azabın korkunç durumunu görmeden önce inanmak demektir. "Ecr-i kerim": değerli mükâfat anlamında olup cennet demektir.
"Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz." Ölümden sonra onlara hayat veririz. "insanların dünyada yaptıklarını, dünyada iken işledikleri iyi ve kötü amelleri "ve arkadaki eserlerini" kendilerinin ardından bıraktıkları ve ölümden sonra yararları devam eden ilim, kitap, cami, hastane ve okul gibi iyi amellerini yahut bidat, zulüm, zararlı işler ve insanlar arasındaki sapıklıklar gibi kötü amellerini Levh-i Mahfuz'da "biz kaydederiz. Biz herşeyi apaçık bir kitapta sayıp tespit etmişizdir." Kulların amellerini ve diğer hususları Levh-i Mahfuz'da veya amel defterlerinde bir bir tescil etmişizdir. [5]
Ebu Nuaym, Delâil kitabında İbni Abbas'dan şöyle rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) secdede Kur'an tilâvet ediyor, okurken de açıktan okuyordu. Nihayet Kureyşli bazı kişiler ona eziyet etmek istediler. Onu engel-
lemek için ayağa kalktılar. Bir de ne görsünler elleri boyunlarına bağ-lanıverdi. Aniden gözleri kör olup hiçbir şeyi göremez oldular. Bunun üzerine Hazreti Peygamber (s.a.)'e gelip: Ya Muhammedi Allah adına ve aramızdaki akrabalık adına senden istirham ediyoruz, dediler. Peygamberimiz (s.a.) de dua etti ve bu hal onlardan gitti. Bunun üzerine "Ya, sîn ve'1-Kur'ani'l-Hakim" suresinin ilk on ayeti nazil oldu. Ancak bu gruptan hiçbir kişi iman etmedi.
"Şüphesiz biz kâfirlerin boyunlarına..." ayetinin (8. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İkrime'den şöyle rivayet ediyor: Ebu Cehil, "Muhammed'i görürsem mutaka ona birşeyler yapacağım." dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Şüphesiz biz (inkârda ısrar eden) kâfirlerin boyunlarına (çenelerine kadar dayanan) demir halkalar geçirdik..." mealindeki 9. ayeti indirdi. Kavmi Ebu Cehü'e:
- İşte Muhammedi diyorlar. Ebu Cehil ise onu göremiyor ve:
- O nerede? O nerede? diyordu.
"Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz..." ayetinin (12. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Tirmizî'nin "hasen", Hakim'in de "sahih" kabul ettiği ve Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettiklerine göre, Selimeoğulları Medine'nin kenarında oturuyordu. Selimeoğulları mescidin yakınına taşınmak istediler. Bunun üzerine şu 12. ayet nazil oldu: "Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz ve insanların dünyada yaptıklarını ve (öldükten sonra geride bıraktıkları) eserlerini biz kaydederiz." Peygamberimiz (s.a.) de şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki sizin adımlarınız yazılacaktır. Yerinizden taşınmayın." Taberanî de İbni Abbas'dan benzerini rivayet etmektedir.
Abdurrezzak, Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ediyor: Selimeoğulları Rasulullah (s.a.)'e evlerinin mescide uzaklığından şikayet ettiler. Bunu üzerine Cenab-ı Hak "Biz onların dünyada yaptıklarını ve arkada bıraktıkları eserlerini kaydederiz." ayetini indirdi. Peygamberimiz (s.a.) de: "Yerlerinizden ayrılmayın. Adımlarınız yazılmaktadır." buyurdu. [6]
'Ya, sîn. Hikmetle dolu olan Kur'an'a yemin olsun ki hiç şüphesiz sen peygamberlerdensin. Sen dosdoğru bir yol üzerindesin." Ya, sîn. Sonsuz hikmetli, nazmı ve manasıyla muhkem olan Kur'an'a yemin olsun ki sen ey Muhammed, Allah tarafından kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan dosdoğru ve sağlam bir din, eksiksiz bir metod üzerinde olan bir rasulsün.
Bu ayetlerde Kur'an'm baki bir mucize, Hz. Muhammed'in nübüvvetinde sadık olan, Rabbi tarafından daimî bir risaletle gönderilen Allah Rasulü olduğuna işarettir.
"(Bu) Aziz ve Rahim (olan Allah) tarafından indirilmiştir." Bu Kur'an, bu din ve senin getirdiğin bu yol mümin kullarına çok merhametli olan izzet sahibi Allah nezdinden indirilmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu gösteriyorsun. O yol, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. İyi bilin ki, bütün işler Allah'a döner." (Şûra, 43/52-53).
Bu, Kur'an'ın mertebesine ve Kuranın Rahman'm en büyük nimetlerinden biri olduğuna delâlet eden açık bir delildir.
"Ataları uyarılmamış, bu yüzden gafil kalmış bir kavmi uyarman için (indirilmiştir)."
Ey Peygamber! Seni kendilerine daha önce hiçbir uyarıcı peygamber gelmeyen ve onların yakın babalarına da kendilerini uyaracak ve Allah Tealâ'nın hükümlerini kendilerine tanıtacak hiçbir peygamber gelmeyen Araplara gönderdik. Bundan dolayı onlar insanlığı iki cihanda saadete erdirecek hükümleri, nur ve hakkı bilmekten gafildirler.
Fakat burada sadece kendilerinin zikredilmesi, önem verilmesi ve hitabın bunlara yöneltilmesi, Rasulullah'm bütün insanlara gönderilmiş olmasına engel değildir. Bunun delili onun peygamberliğinin umumi oluşu hakkındaki ayetler ve bilinen mütevatir hadislerdir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ki ben, Allah'ın hepinize (gönderdiği) elçisiyim." (A'raf, 7/158). Peygamberimiz (s.a.) Buhari, Müslim ve Neseî'nin Cabir'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: "Önceki peygamberler, sadece kendi kavmine gönderildi. Ben ise bütün insanlara gönderildim."
"Şüphesiz ki bu vaad insanların çoğuna hak olmuştur. Artık onlar iman etmezler." Yani azap Mekke halkının çoğuna vacip olmuştur. Bu azap Levh-i Mahfuz'da, onlar Kur'an'a ve Hz. Muhammed (s.a.)'e iman etmezler şeklinde tescil edilen husustur. Onlar hayatları boyunca küfür üzerine ısrar edip, küfür üzerine öleceklerini Allah'ın ezelî ilmiyle bildiği kimselerdir.
Ayetteki "kavi "den murad, ezelî kaza ve hükümdür. Bu zorlama ve mecburiyet yoluyla olmayan, bilakis kulların kendi tercihleri ve küfür üzerine ısrar etmeleri sebebiyle meydana gelen ve Allah'ın ezelde kendilerinin son durumlarını bilmesi sebebiyle gerçekleşen hükümdür. Bu ayette, telaşlanmaması ve onların iman etmemelerinden dolayı üzülmemesi için Peygamberimiz (s.a.) teselli edilmektedir.
Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin küfür üzerinde kararlı olduklarına ve onların iman etmelerine hiçbir yol olmadığına bir misal vererek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz biz (inkârda ısrar eden) kâfirlerin boyunlarına (çenelerine kadar dayanan) demir halkalar geçirdik. Bu yüzden onların başları yukarıdadır." Yani biz onların bir şey yapmalarına engel olmak üzere ellerini kelepçelerle boyunlarına bağlamışızdır. Böylece onlar gözleri yerde, başları yukarıda olan kimseler oldular.
Bu şu anlama gelmektedir: Allah onları, hakka yönelmemeleri ve bakışlarını hakka doğru yöneltmemeleri hususunda elleri bağlı, başları yukarıda kimseler gibi kılmıştır. Onlar aynı zamanda iki set arasında ayakta duran kimseler gibidir. Ne önlerini, ne de arkalarını görebiliyorlar. Onlar Allah'ın ayetlerine bakmaktan gözleri körelmiş durumdadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Biz onların hem önlerine, hem de arkalarına birer set çekerek gözlerini perdeledik. Artık onlar göremezler." Müşriklerin durumlarının tasviri hususunda daha önce belirtilen misali pekiştirmek üzere onların Allah'ın ayetlerine bakma hususunda böbürlenmeleri sebebiyle tıpkı önünden ve arkasından iki setle kuşatılan kimseler gibi görmekten mahrum bırakılmışlardır. Dolayısıyla hiçbir şeyi göremezler. Onlar hiçbir hayırdan istifade edemezler ve hayra yol bulamazlar. Çünkü biz onların gözlerini hakka karşı kapattık.
Bu örnek bilgisizlik, geri kalmışlık, ilkelik özelliklerine sahip olan idrakleri ve gözleri medeniyet, ilerleme ve kalkınmanın verileri hakkında düşünmekten mahrum bırakılan kişiler için isabetli bir örnektir. Bu manevî-ilâhî şeddin gözle görülen maddi engel şeklindeki şedde benzetilmesi hususunda gayet parlak bir temsildir.
Geçen örneklerin sonucu olarak: "Sen onları uyarsan da, uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler." Senin, küfürleri üzerinde ısrar eden bu kimseleri uyarman ve uyarmaman eşittir. Onlar hakkı kabul etmeye, Allah'ın çağrısına boyun eğmeye, Hz. Peygamber (s.a.)'in risaletinin doğruluğuna delâlet eden delilleri incelemeye, Allah Tealâ'nın varlığına ve birliğine delâlet eden kâinatın ve görünen âlemin hayret verici delillerini düşünmeye müsait olmadıkları müddetçe uyanda bulunmak bu kimselere yararlı olmayacaktır.
Uyarının faydalı olup olmaması hususuna gelince, Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Sera ancak Kur'an a uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarırsın. Sen o kimseyi mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele." Yani senin uyarman sadece Kur'an-ı Azîm'e iman eden, onun hükümlerine ve esaslarına uyan, henüz Allah'ın cezasını görmediği halde Allah'ın cezasından korkan ya da Cenab-ı Hakk'ı görmediği halde Ondan korkan kimselere yararlı olabilir. İşte bu kimselere günahlarının mağfireti, Allah'ın rızası, değerli mükâfat ve ebedî nimet -cennet-müjdesini ver. Bu ayetin benzeri şudur: "Görmedikleri halde Rablerinden korkanlar için bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vardır." (Mülk, 67/12).
Allah Tealâ daha sonra müminlere ve mümin olmayanlara verilecek mükâfat ve cezanın meydana geleceğini vurgulamak üzere şöyle buyurdu:
"Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz ve insanların dünyada yaptıklarını ve (öldükten sonra geride bıraktıkları) eserlerini biz kaydederiz."
Yani biz fiilen ölüleri diriltmeye ve kabirlerinden canlı olarak çıkarmaya kadiriz. Onların geçmişte yaptıkları iyi-kötü bütün amellerini, arkada bıraktıkları güzel ve çirkin bütün eserlerini tescil edecek olan biziz. Yani onların bizzat yaptıkları amellerini ve kendilerinden sonra arkalarında bıraktıkları eserlerini kayda alır, yazarız. Bütün bunlara hayırsa hayır, serse şer olarak karşılık veririz. Kim fazileti yaymak için çalışırsa, onunla mükafatlandırılır. Kim de çirkinlik ve kötülüklerin yayılması maksadını güderse bundan dolayı hesaba çekilir.
Müslim'in Cerir b. Abdillah el-Becelî'den rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir: "Kim İslâm'da güzel bir çığır açarsa, onun ecrine ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin ecrine nail olur. Ancak kendisinden sonrakilerin ecirlerinden hiçbir şey eksilmez. Kim İslâm 'da kötü bir çığır açarsa, onun günahını ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahını alır. Ancak kendisinden sonrakilerin günahlarından hiçbir şey eksilmez."
Yine Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlu öldüğü zaman ameli kesilir. Ancak şu üç amel hariç: Kendisiyle faydalanılan ilim, kendisine dua eden salih evlât, kendisinden sonra devam eden sadaka."
Allah Tealâ daha sonra eserlerin yazılmasının sadece insanlara mahsus olmadığını, bütün eşyayı içine aldığını bildirmek üzere şöyle buyurdu:
"Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp tespit etmişizdir." Yani biz kulların amellerinden her şeyi ümmü'l-kitapta -varlıklarla ilgili her şeyin tescil edildiği Levh-i Mahfuz'da- tespit ve tescil ettik.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar hakkındaki bilgi, Rabbimin nezdinde bir kitaptadır. Rabbim ne şaşırır, ne de unutur." (Taha, 20/52); "İnsanların dünyada yaptıkları her şey amel defterlerinde kayıtlıdır. Küçük-büyük hepsi satır satır yazılmıştır." (Kamer, 54/52-53). [7]
Ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Kur'an'-ı Kerim, Hz. Peygamber (s.a.)'in kıyamet gününe kadar devam edecek ebedî bir mucizesidir. O, Alemlerin Rabbinden indirilmiştir. Ona ne önünden, ne de arkasından batıl yaklaşamaz.
2- Hz. Muhammed (s.a.), Allah tarafından gönderilen bir peygamber olup Allah onu hidayetle ve hak dinle dosdoğru bir yol, metot ve din -İslâm-üzerine gönderdi.
3- Hz. Peygamberin risaleti bütün insanlaradır. Bundan dolayı artık hiçbir kimse için mazeret kalmamıştır.
4- Mekke ehlinden ve diğer Araplardan küfür, tuğyan ve isyanda ısrar edenler cehennem ateşinde ebedî kalmayı ve sürekli azabı hak ettiler. Zira onlar küfürde ısrar etmişler ve Allah'ın kudret ayetlerine bakmak ve kâinat manzaraları hakkında düşünmekten yüzçevirmişlerdi.
5- Bundan sonra onları uyarmada hiçbir ümit yoktur. Kendilerine hidayet yollarını ve bilgi kaynaklarını kapattıktan sonra hiçbir fayda yoktur. Hakkı ve ilahî nuru görmek için basiretleri açılmadı.
6- Uyarının faydası sadece hak metodu incelemeye hazırlanıp da sonra da Allah tarafından indirilen bir kitap olarak Kur'an'a iman eden ve azabı görmeden ve azap meydana gelmeden önce Allah'ın azabı ve cehenneminden korkan kimselere dokunabilir. Bu ve benzerlerinin günahını Allah bağışlayacak ve bunları cennete sokacaktır.
7- Öldükten sonra diriliş haktır ve ona iman etmek vaciptir. Allah buna kadirdir. Cezanın dayanağı, kullarının amelleri ve arkalarında bıraktıkları iyi-kötü eserler şeklinde yazılan hususlardır. Nitekim Cenab-ı Hak her şeyi tespit etmekte ve varlıkların bütün işlerini tescil etmektedir. Dolayısıyla ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Ona gizli kalmayacaktır.
Bu ayetin indiriliş sebebi mescidden uzak olanların sevaplarının, mescide yakın olanların sevapları gibi olacağına, mescide yakın olma imkânları yoksa, ya da zor olursa mutlaka mescide yakın olmaları gerekmeyeceğine delâlet etmektedir. [8]
13- Sen insanlara o kasaba halkının kıssasını misal ver: Bir zaman onlara elçiler gelmişti.
14- Biz onlara iki elçi göndermiştik e onlar ° elçileri yalanlamışlardı. Bunun üzerine biz de onları bir üçüncüsüyle desteklemiştik. Elçiler kasaba halkına: "Şüphesiz bizler size gönderilen elçileriz." demişler-
di.
15- OnLara §öyle cevap vermişlerdi: "Siz de ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman olan Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz."
16- Elçiler de şöyle demişlerdi: "Rabbimiz biliyor ki, gerçekten biz- jer sıze gönderilmiş elçileriz.
17- Bİ2İm Ü zerimize düşen açıkça tebliğ etmektir."
18- Kasaba halkı şöyle demişlerdi: BİZ sizinle uğursuzluğa düştük. Yemin olsun ki eğer vazgeçmez-
sen taşlarız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunur."
19" Elçiler de şöyle demişlerdi: "Uğursuzluk sizin kendinizdedir.z nak hatırlatıldığı için mi bize tehditler savuruyorsunuz? Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz."
20- Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak gelmiş ve şöyle demişti: "Ey kavmim! Size gönderilen elçilere uyun."
21- "Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda olanlara uyun."
22- "Ben beni yoktan varedene nasıl ibadet etmeyeyim? Oysa siz de O'na döndürüleceksiniz."
23- "Allah'tan başka ilahlar mı edineyim? Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilediğinde o ilahların yardımları bana bir fayda vermez. Onlar beni kurtaramazlar da."
24- "O takdirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum."
25- "Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Beni dinleyin."
26-27- (Davetinin mükâfatı olarak) Ona: Gir Cennet'e, denildi. O da: "Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilse." dedi.
"Gönderilen elçilere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda olanlara uyun." ayetinde fiilin tekrar edilmesi suretiyle itnab sanatı yapılmıştır.
"Allah'tan başka ilahlar mı edineyim?" ayetinde istifham, tevbih (azarlama) içindir.
"Ona: Gir cennete, denildi." ayetinde hazif yoluyla mecaz yapılmıştır. Yani o davetçi imanını ilân ettiğinde onu öldürdüler. Bunun üzerine "Ona: Gir cennete, denildi." [9]
"Sen insanlara o kasaba halkının kıssasını misal ver." Onlara o kasaba halkının hayret verici kıssasını anlat. el-Mesel: Gariplikte atasözüne benzeyen hayret verici durum ve sıfattır. "Karye: kasaba" hakkında Kur-tubî diyor ki: Bu kasaba bütün müfessirlere göre Antakya'dır. "Bir zaman onlara elçiler gelmişti." Bu elçiler Hz. İsa'nın ashabı olup Hz. İsa onları Allah'a davet etmek için Antakya halkına göndermişti.
"Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar o elçileri" risalet konusunda "yalanlamışlardı. Bunun üzerine biz de onları bir üçüncüyle desteklemiştik. " Üçüncü bir elçiyle takviye edip te'yid ettik, "fe-azzeznâ" kelimesi, galip geldik ve üstünlük sağladık anlamındaki "fe-azeznâ" şeklinde de okunmuştur. "Elçiler kasaba halkına: Şüphesiz bizler size gönderilen elçileriz, demişlerdi."
"Onlar da şöyle cevap vermişlerdi: Siz de ancak bizim gibi bir beşersiniz." Beşer olma noktasında bizimle ortaksınız. Sizin bizden ayrıldığınız, bizim üzerimizde hiçbir özelliğiniz yoktur. "Rahman olan Allah" sizin iddia ettiğiniz şeylerden ve sizden başka sizden önceki rasullerin ve ümmetlerin iddia ettikleri şeylerden "hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz. " Siz bu iddia ettiğiniz şeylerde sadece yalancısınız.
"Elçiler de şöyle demişlerdi: Rabbimiz biliyor ki", bu ifade yemin makamında kullanılmaktadır. Muhataplarının aşırı inkarcılıklarına karşılık olmak üzere cevaplarını kasem, yani yemin ve lâm (pekiştirme) edatıyla tekid etmişlerdir, "gerçekten bizler size gönderilmiş elçileriz."
"Bizim üzerimize düşen açıkça tebliğ etmektir." Risaleti açık delillerle berrak bir şekilde bildirmektir. Bu deliller ise, baras (alaca) hastalığına yakalananlara ve dilsize şifa vermek, ölüleri diriltmek gibi Hz. İsa'nın mucizeleridir. Bizim üzerimize düşen bundan başka bir görev yoktur.
Bunun üzerine "kasaba halkı şöyle demişlerdi: Biz sizinle uğursuzluğa düştük." Onlar elçilerin iddia ettikleri şeyi garip karşıladıkları, çirkin gördükleri ve bundan nefret ettikleri için böyle dediler. "Yemin olsun ki, eğer vazgeçmezseniz" bu daveti terk etmezseniz ve bu sözden yüzçevirmezseniz, "le-in" kelimesindeki lâm kasem lamıdır, "sizi taşlarız ve bizden size can yakıcı" acıklı, şiddetli "bir azap dokunur."
"Elçiler de şöyle demişlerdi: Uğursuzluk sizin kendinizdedir." Uğursuzluğun sebebi sizinle beraberdir. Uğursuzluğun sebebi inkâcılık ve yalanlamadır, yoksa biz değiliz. "Siz hak hatırlatıldığı için mi bize tehditler savuruyorsunuz?" Yani size nasihatte bulunduğumuz, sizi korkuttuğumuz ve size Allah'ı hatırlattığımız için mi bizim hakkımızda sizin üzerinize uğursuzluk getirdiğimizi iddia ediyorsunuz? Buradaki soru azarlama mahiyetindedir. "Doğrusu siz haddi aşanlarsınız." Allah'a şirk koşma ve hakka muhalefette bulunma hususunda haddi tecavüz eden kimselersiniz.
"Şehrin öbür ucundan" Habib b. Musa en-Neccar adındaki "bir adam koşarak gelmiş" Bu zat Hz. İsa'nın ashabı olan elçilere iman etmişti. Evi şehrin en uç, en uzak köşesinde idi. Katade diyor ki: Habib Neccar bir mağarada ibadet ediyordu. Elçilerin haberini işittiği zaman koşarak gelmişti, "şöyle demişti: Ey kavmim! Size gönderilen elçilere uyun."
"Ben beni yoktan var edene nasıl ibadet etmeyeyim?" Bunun manası şudur: Beni yaratana ibadet etmekten beni engelleyecek hangi mani olabilir? Aynı şekilde sizler için de ne engel vardır? Siz ne oluyor ki sizi yaratan Allah'a ibadet etmiyorsunuz? "Oysa siz de" ölümden sonra "O'na döndürüleceksiniz." O da küfrünüz sebebiyle sizi cezalandıracaktır.
"Allah'tan başka ilahlar mı edineyim?" Olumsuzluk manasında bir sorudur. Yani ben Allah'ı bırakıp putları asla ilâh edinmeyeceğim. İbadete lâyık olana (Allah'a) ibadet etmeyi terkedip putlara tapmayacağım. "Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilediğinde, o ilahların yardımları bana bir fayda vermez." Ne olursa olsun, bana hiçbir şekilde fayda vermez. "Onlar beni kurtaramazlar da." Rahman'ın benim için murad ettiği zararlardan da beni kurtaramaz.
"O takdirde" O'ndan başka sahte tanrılar edindiğim zaman "apaçık bir sapıklık içinde olurum." Bu onlara karşı bir ta'riz, bir tenkit niteliğindedir.
"Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Beni dinleyin." Sizi yaratana iman ettim. Benim imanımı duyun, dedi. Onlar da o davetçiyi taşlayıp öldürdüler. Bu ifade ta'rizden sonra hak yolunda ısrarlı davranmanın açık
ifadesidir.
"Ona: Gir cennete, denildi." Allah'ın şehitler hakkındaki ilâhî kanunu olduğu gibi, öldürüldükten sonra cennete girmesi sebebiyle kendisine değer verilmek üzere o davetçiye ölümü anında cennete gir! denildi "O da: Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilse, dedi." Yani kavminin kendisinin güzel sonunu ve övgüye lâyık akıbetini bilmeleri ve kendisinin iman ettiği gibi onların da iman etmeleri için güzel durumunu onların bilmelerini temenni etti. [10]
Cenab-ı Hak küfür üzerine ısrar eden müşrik Arapların durumunu beyan ettikten sonra, küfürde taşkınlıkta ve Allah'a davet edenleri yalanlama hususundaki aşırılık konusunda onların durumuna benzeyen bir örnek verdi.
Bu örnek Suriye'nin kuzeyinde Akdeniz sahilinde bulunan Antakya kasabası halkının durumu idi. Bunlar kendilerine gönderilen elçileri yalanlamışlar, Allah da korkunç bir çığlıkla onları helak etmişti. Dolayısıyla müşrikler inatçılıkları ve gururlanmada devam ederlerse onların helak edilmeleri de bu kasaba halkı gibi gayet kolay olacaktır. Onların Allah'ın elçileriyle olan kıssaları aynen Hz. Peygamber'in (s.a.) kavmiyle olan kıssası gibidir. [11]
"Sen insanlara o kasaba halkının kıssasını misal ver: Bir zaman onlara elçiler gelmişti."
Ya Muhammed! Seni yalanlayan kavmine aşırılık, inatçılık ve inkarcılıkta Antakya kasabası halkının kıssasını örnek ver.
Allah, Antakya kasabasında Hz. İsa (a.s.)'m ashabı olan havarilerden üçünü göndermiş, Kureyş'in inat ederek yalanlamaları gibi Antakya halkı bu elçileri yalanlamışlar, bu her iki grup da yalanlamakta ısrar etmişlerdi.
Ayette geçen kasaba (karye) bütün müfessirlerin görüşüne göre Antakya'dır. Elçiler (mürselûn) ise İbni Abbas ve pek çok müfessirin görüşüne göre Hz. İsa (a.s.)'m ashabı olup Cenab-ı Hak onları dini uygulamak üzere göndermiştir.
Cenab-ı Hak daha sonra bu elçilerin sayısını belirtmek üzere şöyle buyurdu: "Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar o elçileri yalanlamışlardı. Bunun üzerine biz de onları bir üçüncüsüyle desteklemiştik. Elçiler kasaba halkına: Şüphesiz bizler size gönderilen elçileriz, demişlerdi." Yani biz onlara iki elçi göndermiştik. Onları Hz. İsa (a.s.), Allah Tealâ'nm emriyle göndermişti. Kavmi risalet konusunda bu iki elçiyi derhal yalanladılar. Biz de bunları üçüncü bir elçiyle te'yid edip takviye etmiştik. Onlar bu kasaba halkına: Şüphesiz bizler size, sizi yaratan Rabbiniz tarafından, sadece hiçbir ortağı olmayan Allah'a ibadet etmeniz ve putlara tapınmayı terketmeniz için gönderilen elçileriz, dediler.
Bu ilk iki elçi Yuhanna ve Polus olup üçüncü elçi ve Şem'un idi. Bir görüşe göre üçüncü elçinin ismi Polus idi.
Antakya kasabası halkı diğer ümmetler gibi elçilerin beşer oluşu bahanesine sarıldılar. Cenab-ı Hak bu durumu şöyle beyan etmektedir:
"Onlar da şöyle demişlerdi: Siz de, ancak bizim gibi bir beşersiniz. Rahman olan Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz. "
Kasaba halkı üç elçiye şöyle dediler: Siz de bizim gibi beşersiniz, yemek yiyorsunuz, çarşılarda dolaşıyorsunuz. Sizin bizden farklı bir özelliğiniz yok. Rahman olan Allah size iddia ettiğiniz gibi ne bir risalet, ne de kitap indirmiştir. Bunu sizden başka rasuller ve onlara tâbi olanlar da iddia etmektedir. Siz bu iddia ettiğiniz risalette sadece yalancısınız.
Onların "Rahman olan Allah hiçbir şey indirmemiştir." ifadeleri Allah'ın varlığını itiraf ettiklerinin delilidir. Fakat onlar risaleti inkâr etmekte ve putlara, Allah'la arasında vasıta -şefaat vesilesi- olarak tapmaktadırlar.
Bu şüphe, Hakk'ı yalanlayan pek çok ümmetin şüphesidir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette onların durumunu şöyle bildirmektedir: "Bunun sebebi şudur: Onlara peygamberleri apaçık mucizeler getiriyordu. Onlar da: Bizi bir insan mı doğru yola iletecek? diyorlardı." (Tegabün, 64/6). Yani buna hayret etmiş ve bunu inkâr etmişlerdi. Bu konuda bir başka ayet de şu şekildedir: "Kavimleri peygamberlerine şöyle dediler: Siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. Davet ettiğiniz şeylerle bizi atalarımızın taptıklarından uzaklaştırmak istiyorsunuz. Bize apaçık bir delil getirin." (İbrahim, 14/10).
Elçiler de: "Rabbimiz biliyor ki, gerçekten bizler size gönderilmiş elçileriz, dediler." Yani üç elçi kasaba halkına şöyle cevap verdiler: Allah biliyor ki biz Allah'ın size gönderdiği elçileriyiz. Biz onun adına yalan söyleyen kişiler olsaydık, O bizden son derece şiddetli bir şekilde intikam alırdı. Halbuki Allah bizi üstün kılacak ve bize destek verecektir. Ve siz en güzel akıbetin kimin olacağını gayet iyi bileceksiniz.
Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Sen onlara şöyle de: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O göklerde ve yerdekileri bilir. Batıla inanıp Allah'ı inkâr edenler, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir." (Ankebut, 29/52).
Elçiler daha sonra görevlerini şöyle belirttiler: "Bizim üzerimize düşen açıkça tebliğ etmektir." Yani bizim üzerimize düşen görev, sizi gönderilmemizin sebebi olan ilahî mesajı tebliğ etmektir. Bizim üzerimize ilahî mesajı açık bir şekilde tebliğ etmek vaciptir. Siz buna icabet ederseniz, iki cihanın saadetine nail olursunuz. Eğer icabet etmezseniz, yalanlamanızın sonucunu öğreneceksiniz.
Bunun üzerine "kasaba halkı şöyle demişlerdi: Biz sizinle uğursuzluğa düştük. Yemin olsun ki eğer vazgeçmezseniz sizi taşlarız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunur." Kasaba halkı elçilere: Biz sizin sebebinizle uğursuzluk bulduk. Hayatımızda sizin yüzünüzden hayır bulamadık. Siz bizi böldünüz ve aramızda ihtilâf çıkardınız. Eğer bu daveti terketmez ve bu sözden yüzçevirmezseniz, sizi taşlarız. Bizden size acıklı bir azap ve şiddetli bir ceza isabet eder.
"Ve-leyemessenneküm" ifadesi taşlamanın durumunu beyan etmektedir. Yani bu taşlama bir-iki taşla yapılan bir taşlama olmayacaktır, bilakis biz öldürünceye kadar buna devam edeceğiz. Bu can yakıcı bir işkencedir. Bazıları buradaki "Vav"ın "veyahut" anlamında olduğu görüşündedir. Bundan murad şudur: Ya sizi öldüreceğiz, yahut hapsedeceğiz ve hapishanelerde size işkence yapacağız.
"Elçiler de şöyle demişlerdi: Uğursuzluk sizin kendinizdedir. Siz hak hatırlatıldığı için mi bize tehditler savuruyorsunuz? Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz."
Yani elçiler kasaba halkına şöyle demişlerdi: Sizin uğursuzluğunuz, kendinizden dolayıdır. Dolayısıyla uğursuzluğun sebebi sizin yalanlamanız ve inkâr etmenizdir, yoksa biz değiliz. Size uyarıda bulunduğumuz ve size Allah'ın birliğini ve sadece Allah'a kullukta bulunmayı emrettiğimiz için mi bizim sizin için uğursuz olduğumuzu iddia ettiniz, bizi tehdit ettiniz. Hayır, gerçek şudur ki siz hakka aykırı davranmakta haddi aşan, sapıklıkta ileri giden bir kavimsiniz. Sapıklık ve inatçılıkta devam ettiniz.
Bu tavır Firavun kavminin tavrına benzemektedir: "Onlara iyilik ve bolluk geldiği zaman: Bu bize aittir, derler. Bir kötülüğe uğradıkları zaman da, bunu Musa ve beraberindekilerin uğursuzluklarına yorarlar. İyi bilin ki, onların uğursuz saydıkları şey, Allah katındadır." (A'raf, 7/131).
Yine bu tavır Salih (a.s.) kavminin tavrının da benzeridir: "Kavmi -Salih'e-:" Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık." dediler. Salih de: "Uğursuzluğunuzun sebebi Allah nezdindedir." dedi." (Nemi, 27/47).
Cenab-ı Hak daha sonra elçilerini bir yardımcı ile destekledi: "Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak gelmiş ve şöyle demişti: Ey kavmim! Size gönderilen elçilere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda olanlara uyun."
Şehrin en uzak tarafından Habib Neccar adındaki bir davetçi, elçilerin haberini işitince koşarak gelmiş ve kavmine şu nasihatte bulunmuştu: Ey kavmim! Sizi sapıklıktan kurtarmak için gelen Allah'ın elçilerine uyun. Onlar size yaptıkları davetlerinde samimidirler. Onlar bu ilâhî mesajı tebliğ uğrunda hiçbir maddi karşılık beklememektedirler. Sizi davet ettikleri hiçbir ortağı bulunmayan ve tek olan Allah'a ibadet etme hususunda hak ve hidayet metodu üzerindedirler.
Bu davetçi kendisi için arzu ettiği şeyleri onlar için de arzu ettiğini açıkladı:
"Ben beni yoktan var edene nasıl ibadet etmeyeyim? Oysa siz de O'na döndürüleceksiniz." Sadece, beni yaratana ibadette bulunmaya ne engel olabilir. Kıyamet günü dönüş ve varış yalnız O'nadır. O, amellerinize göre hayırsa hayır, serse şer size karşılık verecektir.
Bu ifadede Allah'a kullukta bulunma teşvik edilmekte ve O'nun azabından sakmdırılmaktadır.
Davetçi, daha sonra kendi yolunun doğruluğunu ve putlara tapmalarından dolayı onların yolunun yanlışlığını bir kez daha vurgulamak üzere şöyle demişti:
"Allah'tan başka ilahlar mı edineyim? Rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilediğinde o ilahların yardımları bana bir fayda vermez. Onlar beni kurtaramazlar da."'
Bu inkâr, azarlama ve ihtar şeklindeki bir soru olup bununla şu mana kastedilmektedir: Allah'tan başka asla ilâh edinmeyeceğim. İbadete lâyık olan Allah'a ibadet etmeyi bırakıp sahte tanrılara ibadet etmeyeceğim. Beni yoktan var edip yaratan O'dur. Zira Rahman bana bir kötülük yapmayı murad etse, bu taptığınız putların şefaati bana fayda vermez ve beni kötülük uçurumundan kurtarmaz. Çünkü onlar hiçbir şeye mâlik değillerdir. Ne zararı ortadan kaldırabilir, ne de engelleyebilirler. Ne fayda temin edebilir, ne de herhangi bir kimseyi içinde bulunduğu durumdan kurtarabilirler.
"O takdirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum." Yani ben Allah'ı bırakıp bu putları tanrı edinirsem, şüphesiz ki ben gerçekte ve hakikatte apaçık bir hata, büyük bir bilgisizlik ve haktan sapma içine düşmüş olurum.
Bu ifade onlara yapılan bir tarizdir. Cenab-ı Hak daha sonra hiçbir kuşku bulunmayan açık bir ifadeyle onun mümin olduğunu belirtmek üzere peygamberlerine hitap ederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Beni dinleyin." Ben, beni sizi gönderen Rabbinizi tasdik ettim. O'nun nezdinde benim için buna şahid olun.
İbni Abbas, Ka'b ve Vehb (r.a.)'den rivayet olunduğuna göre o elçi bunu söyleyince hep birden onun üzerine saldırıp onu öldürdüler. Ona engel olacak hiçbir kimse yoktu. Katade diyor ki: Onu taşlamaya başladıklarında o şöyle diyordu: "Allahım! Kavmime doğru yolu göster, çünkü onlar bilmiyorlar." Onlar elçi ölünceye kadar taşlamaya devam ettiler.
Elçinin onların hidayetini arzu etmesinin alâmeti şu idi: "Ona: "Gir cennete." denildi. O da: "Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilse." dedi." Yani Allah elçi öldürüldükten sonra ona değer vermek üzere: Hakk'ı tebliğ etme yolunda şehid olduğu için cennete gir, der. O da cennete girip orada rızıklanır. Cennet nimetlerini görünce şöyle der:
Keşke kavmim benim son durumumu, iyi halimi ve güzel akıbetimi bilse, dolayısıyla benim iman ettiğim gibi iman etse ve benim içinde bulunduğum nimete onlar da nail olsa! Keşke onlar günahlarımın bağışlanması ve beni Rablerinin kendilerine lütfettiği bol sevap ve umumi ihsana lâyık olan Allah'a yakın, değerli şehitler zümresine katması şeklinde Allah'ın bana verdiği lütufları bilseler!
İhlaslı müminin durumu daima böyledir. O bütün insanlar için hayır ister. Katade diyor ki: Mümini daima hayrı isteyen kişi olarak bulursun. Onu hilekâr olarak göremezsin. [12]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Allah Kur'an'mda insanları imana davet etmek için ister delil ve burhanlarla, isterse düşünce ve aklı kullanmakla olsun; inceleme ve gözlemle, ya da örnek vermekle olsun, yahut ders ve ibret almak üzere kıssalar zikretmekle olsun hiçbir metodu terketmemiş, bütün metotları kullanmıştır.
Kasaba halkının kıssasını beyan etmekten murad Hz. Peygamber (s.a.)'in kavminden olan müşrikleri, kendilerine üç rasul gönderilen kasaba halkının kâfirlerinin başlarına gelen musibetin kendilerine gelmemesi için uyarmakla emrolunduğunu açıklamaktır.
2- Peygamber gönderilen kavmin derhal farklılık ve aykırılık bahanesiyle yüzçevirmemeleri için genellikle gönderilen peygamberler o kavmin içinden olur. Böylece kâfirlerin "peygamberlerin beşer oluşu" şeklindeki itirazları ve kuşkuları yersiz olmaktadır. Bunun sebebi -görünen odur ki- gururlanma, büyüklenme ve kibirlenmedir.
3- Peygamberler doğruluklarını genellikle mucizelerle ortaya koyarlar. Hz. İsa'nın elçileri ise kavimlerine onun mucizelerini anlattılar. Onlar yalanlasalar da kendilerinin Hz. İsa'nın Rabbinin emriyle gönderdiği Allah'm elçileri olduğuna dair yemin ettiler. Kendi vazifelerini -risaleti tebliğ etme ve Allah'ın tek olup hiçbir ortağı olmadığını açıkça bildirmek şeklindeki görüşlerini- net bir şekilde ortaya koymayı uygun gördüler.
4- Kendilerine peygamber gönderilenler, "peygamberlerin uğursuzluğu" bahanesinden başka söyleyecek bir şey bulamazlar. Mukatil o kasaba halkını anlatırken şöyle diyor: Üç yıl onlara yağmur yağmadı. Halk: Bu durum sizin uğursuzluğunuz yüzündendir, dediler. Rivayete göre, davet-çiler on yıl müddetle onları uyarmak üzere orada kalmışlardı.
5- Bu kavimler daraldıkları zaman genellikle peygamberleri memleketten kovma, uzaklaştırma ya da öldürme ve taşlama gibi tehdit ve şantajlara yönelirler. Ferrâ, "le-yercümenneküm" ayeti hakkında: Kur'an'daki Recm kelimelerinin manası genellikle öldürme demektir, derken, Katade ise: Recm taşla öldürmek anlamında asıl babında kullanılmıştır, demektedir. Bir başka görüşe göre size hakarette bulunacağız, demektir.
"Bizden size mutlaka can yakıcı bir azap dokunur." ayetine gelince; ya daha önce geçen taşla öldürme, ya da öldürmeden önce derisini yüzme, kesme ve darağacında asma gibi acıklı işkenee, demektir.
6- Hakiki uğursuzluk kasaba halkındandır. Bu uğursuzluk şirk koşma, küfre düşme ve rasulleri yalanlamadır. Uğursuzluk, gönderilen elçiler, ya da onların hatırlatmaları ve vaazları sebebiyle olmayıp sadece küfürde aşırı gitmeleri, haddi aşmaları sebebiyledir. Müşrik ise daima haddi aşan kimsedir.
7- Hak hiçbir zaman kendisini destekleyenlerden mahrum kalmaz. Hakkı destekleyenler azlık, batıl ehli çoğunluk olsa bile... Allah Tealâ bu kasaba halkından bir kimseyi tayin etmiş, bu kişi rasullerin haberini işitince koşarak gelmiş, kavmiyle tartışmış, onlara teşvik ve uyarıda bulunmuş, kavmini Allah'ın birliğine inanmaya ve rasullere tâbi olmaya ve putlara tapmayı bırakmaya davet etmişti. Zira rasuller hak ve hidayet üzerindedirler. Onlar bu risaleti tebliğ etmekten dolayı herhangi bir mal talep etmemektedirler. Bu durum onların ihlâslı olduklarının, herhangi bir dünyevî çıkarla itham edilmediklerinin delilidir. Yaratıcı ibadete en lâyık olandır. Dönüş ve varış yalnız O'nadır. O kullarını takdim ettikleri hayır ve şerre göre hesaba çekecektir.
Putlara gelince, onlar hiçbir fayda temin edemez, hiçbir zararı önleyemez, hiçbir kimseyi başına gelen belâdan kurtaramazlar. Kim bundan sonra putlara taparsa, o apaçık bir hüsran içindedir.
8- Kasabanın mümin davetçisi daha sonra Allah'ın elçilerine hitap ederek Rabbi olan Allah'a iman ettiğini açıkça ifade etti. Böylece onlar imanına şahit olsunlar istedi.
9- Onun dinindeki salâbeti ve hakkı ortaya koymadaki direnci sebebiyle kavminden beklenen karşılık ya öldürülmesi, ya da ölümü idi. Allah tarafından verilecek mükâfat ise ebediyet cennetlerinde ikrama lâyık olması idi.
10- Bu eziyet ve işkenceye rağmen bu mümin, her müminin tavrı gibi kavminin de kendisinin nail olduğu nimet ve kurtuluşa nail olmaları için kendisi gibi kavminin de imana koşmalarını arzu etmiştir.
İbni Abbas diyor ki: O kavmi için hem hayatta, hem de ölümünden sonra hayır diledi.
İbni Ebî Leyla ise şöyle diyor: Ümmetlerin öncüleri Allah'ı göz açıp kapayıncaya kadar bile inkâr etmemiş olan şu üç kişidir:
a) Hz. Ali b. Ebî Talib: Bu içlerinde en faziletlileridir.
b) Firavun ailesindeki mümin.
c) Yasin'de anlatılan mümin davetçi. Bunlar sıddîk kimselerdir. Zemahşerî ise bu ifadeyi Rasulullah (s.a.)'den merfû hadis-i şerif olarak zikretmektedir.
11- Kurtubî diyor ki: Bu ayet öfkeyi yutmanın, bilgisiz insanlara karşı yumuşak davranmanın, şerli kimseler ve zalimlerin arasına girenlere şefkatle davranıp onları kurtarmak için kolları sıvamanın ve onları kazanma uğrunda latif ve nazik muamele etmenin, bu şekilde davet ve dua ile meşgul olmanın vacip olduğuna delil ve büyük bir uyandır. Görmüyor musun ki o davetçi kendilerini öldürenler için ve kendisine birtakım işkenceleri reva gören putperest kâfirler için bile hayrı temenni etmektedir. [13]
28- Ondan sonra kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik, indiriciler de değildik.
29- Sadece bir tek sayha, o kadar. Hemen sönüp gittiler.
30- Ey kulların üzerine çöken büyük hasret ve pişmanlık, hazır ol! Onlar kendilerine hangi elçi gelse onu alaya alıyorlardı.
31- Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi, onların bir daha kendilerine dönmediklerini görmezler mi?
32- Onların hepsi toptan huzurumuza muhakkak getirileceklerdir.
Bu surenin başlangıcından buraya kadar olan ayetlerde "murâ'âtu'l-fevâsıl" denen özellik (ayet sonlarında yer alan kelimeler arasında ahenk ve ses uyumu bulunması) özelliği vardır ki, bu özellik Kuranın çarpıcı beyan tarzında sıkça görülür ve gerek Kur'an okuyan kimseye ve gerekse dinleyene etki eder. [14]
"Ondan sonra kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik." Yani kavmi Habîbu'n-Neccâr'ı öldürdükten sonra onlar üzerine hiçbir ordu indirmedik. Buradaki "cünd" kelimesi "asker, ordu" demektir. Burada kastedilen ise, onları helak etmek ve kendilerinden intikam almak maksadıyla melekler gönderilmediğidir, "indiriciler de değildik" Yani kaza ve kaderimizi yürütmek için herhangi bir kimseyi helak etmek maksadıyla melekler göndermedik; onları, ordu göndererek değil de sayha ile helak ettik. Burada bu tarz bir ifade kullanılması, gökten ordu gönderilmesinin, çok büyük ve azametli konulardan olduğunu göstermek maksadına yöneliktir ki bu da onları tahkir etmek ve önemsiz olduklarını anlatmak içindir. Zira onlar, gökten üzerlerine ordu gönderilmesine değmeyen, bilakis bir tek sayha ile helak ettiğimiz kimselerdir.
"Sadece bir tek sayha, o kadar" yani onların cezası Cebrail'in onlara bir sayha göndermesinden başka bir şey olmamıştır. Onları bu suretle helak ettik. "Hemen sönüp gittiler" Sessiz sedasız bir şekilde ve herhangi bir hayat belirtisi göstermeyen ölüler olarak sönmüş kül gibi söndüler. Buradaki "söndüler" şeklinde çevirdiğimiz "humûd" kelimesi, ateşin sönmesi demektir. Burada bu kelimeden maksat ölümdür.
"Ey kulların üzerine çöken büyük hasret ve pişmanlık, hazır ol!" Buradaki "hasret", kaçırılan şeye üzülmek ve pişman olmak demektir. "Kul-lar'dan maksat ise peygamberleri yalanlayan o kimseler ve benzerleridir ki, helak olmuşlardır. Burada hasrete seslenilmesi mecazî bir anlatımdır. Yani "tam da senin gelme vaktindir, gel!" demektir.
"Onlar kendilerine hangi elçi gelse onu alaya alıyorlardı" Hasretin sebebi onların bu tutumu, yani helak edilmelerine yol açan alaycı tavırlarıdır.
"... onların" helak olan kavimlerin "bir daha kendilerine dönmediklerini" Yani kendilerinden önce pek çok kavmi helak ettiğimizi ve helak olduktan sonra o kavimlerin onlara dönüp gelmediklerini "görmezler mi?" Onlar bundan ibret almıyorlar mı? "görmezler mi?" Yani Hz. Peygamber (s.a.)'e "Sen gönderilmiş bir elçi değilsin" diyen Mekke'liler bilmezler mi? Buradaki istifham ifadesi takrir içindir. Yani "elbette büdiler" denmek istenmektedir.
"Onların hepsi toptan" Yani diriltildikten sonra duracakları yere toplanmış olarak "huzurumuza" yani yanımıza hesap için "muhakkak getirileceklerdir. "[15]
Bu ayetler, "Şehir halkı" kıssasının devamıdır. Yüce Allah bu ayetlerde peygamberlerini yalanlayanların durumunu beyan buyurmakta ve Sün-netullah'ın, onlarla aynı tutumu sergileyenler hakkında nasıl dünyevî bir azapla tecelli ettiğini, daha sonra da onların nasıl bir uhrevî azapla karşılaşacaklarını açıklamaktadır. Bu ayetlerin burada cüz başına gelmesinin sebebi, cüzlerin tespitinde mananın ittisaline değil, lafzî ve şeklî sayıma itibar edilmesidir. [16]
"Ondan sonra kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik, indiriciler de değildik." Yani mümin olan Habîbu'n-Neccâr'ın kavmi üzerine onu öldürmelerinden sonra kendilerini Allah'a imana davet için meleklerden bir ordu indirmedik; buna ihtiyacımız da yoktu. Bilakis bizim için bu mesele, böyle bir ordu indirmekten daha hafif ve basitti; onları orduyla değil, sayha ile helak etmek suretiyle takdirimiz gerçekleşmişti.
Onlann bu şekilde helak edilmesi, kendilerini tahkir içindir. Zira gökten melekler indirmek, çok önemli işlere mahsustur. Onları helak etmek için ise gökten indirilecek bir orduya hacet yoktu. Bilakis biz onları bir tek sayha ile helak ettik.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sadece bir tek sayha, o kadar. Hemen sönüp gittiler." Yani onların helak edilmesi, sadece Cebrail'in bir sayhası ile oldu. O sayha ile helak oldular. Onlann yakalanması yahut cezası sadece bir tek sayha ile olmuştu.
Buradaki "bir tek" ifadesi tekit içindir. Çünkü söz konusu azap Allah indinde basittir. "Hemen sönüp gittiler" ifadesinde, helakin süratli bir şekilde gerçekleştiğine işaret vardır.
"Ey kulların üzerine çöken büyük hasret ve pişmanlık, hazır ol! Onlar kendilerine hangi elçi gelse onu alaya alıyorlardı." Yani Ey peygamberleri yalanlayan kimseler! Tevhide, hakka ve hayra çağıran hiçbir peygamber gelmemiştir ki kendisiyle alay edilmesin, söyledikleri yalanlanmasın ve getirdiği hak din inkâr edilmesin. İşte bu sebeple acıklı bir hasret çekin ve yaptıklarınıza pişman olun!
"Ey kulların üzerine çöken büyük hasret ve pişmanlık, hazır ol!" Yani şimdi peygamberleri yalanlayanlar için hasret vaktidir. Onların hasret çekmelerinin sebebi, kendileriyle aynı tavır içinde olan geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret almamalarıdır. Esasen burada gerçek manada hasret çekme söz konusu değildir. Zira burada zamanın, hasreti isteme zamanı olduğu beyan edilmek istenmektedir. Çünkü azapla karşı karşıya kalındığında pişmanlık duygusu ortaya çıkmıştır. Buradaki hasretin, kâfirler tarafından peygamberler yalanlandığında meleklerin, kâfirlerin bu durumuna hayıflanıp ah-vah etmesi olduğu da söylenmiştir.
Daha sonra Yüce Allah hal-i hazırdaki ve gelecekteki nesilleri uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi, onların bir daha kendilerine dönmediklerini görmezler mi?" Yani kendilerinden önce yaşamış olan ve peygamberleri yalanlayan Âd ve Semûd gibi, Allah'ın helak ettiği kavimlerin durumundan ve onların artık dünyaya dönemeyecek olmasından ibret almazlar mı? Burada, öldükten sonra dünyaya, daha önce yaşadıkları gibi tekrar döneceklerine bilgisizce inanan Dehrî (yani tanrıtanımaz, ateist)'lerin iddiaları da reddedilmektedir. Nitekim Yüce Allah onların şöyle dediklerini hikâye etmektedir: "Dediler ki: Ne varsa dünya hayatımızdır. Başka birşey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan başkası helak etmiyor." (Câsiye, 45/24).
Daha sonra Yüce Allah yine onlara, dünya azabından sonra ahirette de hesap ve ceza olduğunu öğretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Onların hepsi toptan huzurumuza muhakkak getirileceklerdir." Yani geçmiş ve gelecek ümmetlerin tümü kıyamet günü hesap için Yüce Allah'ın huzuruna getirilecekler ve Yüce Allah onlara, hayrıyla şerriyle bütün amellerinin karşılığını verecektir. Bu ayet, Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisi gibidir: "Şüphesiz Rabbin, herbirinin amellerinin karşılığını tam olarak verecektir." (Hûd, 11/111).
Bu ayet, Allah'ın bu dünyada helak ettiği kimselerin yakasını bırakmayacağının, dünya hayatından sonra da onların Yüce Allah'ın huzurunda toplanıp hesap vereceklerinin ve cezaya çarptırılacaklarının delilidir. Şayet Yüce Allah bu dünyada helak ettiği kimselerin yakasını bıraksaydı, şairin de dediği gibi ölüm onlar için bir rahatlık ve kurtuluş olurdu:
"Kurtulsaydı yakamız öldüğümüzde şayet Öldüğü an ererdi rahata her zî-hayat. Gel gör ki öleceğiz, tekrar dirileceğiz Ve sonra her şey için bir hesap vereceğiz." [17]
1- Peygamberlerin getirdiği hak mesajı yalanlamak, ziyadesiyle elem, pişmanlık ve hasrete yol açar.
2- Öldükten veya helak edildikten sonra hiç kimse için dünyaya geri dönme söz konusu değildir.
3- Kıyamet günü, bu dünyadaki ameller için karşılık görme, hesap verme ve sürekli bir mükâfat veya ceza günüdür. [18]
33- Ölü toprak onlar için bir ayettir: Biz onu dirilttik, ondan tane çıkardık da ondan yiyorlar.
34- Orada hurma ve üzüm bahçeleri yarattık. Orada çeşmeler akıttık. onun ürününden ve kendi el- lerinin emeğinden yesinler. Hâlâ şükretmiyorlar mı?
36- Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, kendilerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden bütün çiftleri yaratan o Allah ne yücedir!
37- Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız Bir de bakarlar ki karanhkta
38- Güneş de kendi karargâhında akıp gitmektedir. Bu, mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir.
39- Aya da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline döner.
40- Ne aya erişmek güneşe düşer, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedirler.
41- Onlar için bir ayet de, onların zürriyetini o dopdolu gemide taşımış olmamız
42- ve kendilerine binecekleri bunun gibi nice şeyleri yaratmış bu-lunmamızdır.
43- Dilesek onları suda boğarız, ne kendilerine imdat eden bulunur, ne de kurtarılırlar.
44- Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar yaşatma müstesnadır.
"ve âyetün lehüm: onlar için bir ayettir" ifadesindeki "ayet" kelimesinin nekire olması tazim ifade eder. Yani Allah'ın, gerek öldürdükten sonra diriltme ve gerekse diğer konulardaki kudretini gösteren büyük bir ayettir.
"Ölü toprak onlar için bir ayettir. Biz onu dirilttik..." Buradaki "ölüm" ve "diriltme" arasında tezat vardır.
"Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız." Buradaki "gündüz" ve "gece" kelimeleri arasında da tezat vardır. Ayrıca "sıyırıp çıkarırız" sözünde de istiare-i tasrihiyye, yani açık istiare vardır. Burada gündüzün aydınlığının gecenin karanlığından çıkarılması, derinin koyundan sıyrılıp soyularak çıkarılmasına benzetilmiş, bu suretle müşebbe-hun bih zikr edilmiştir. "Sıyırma-soyma" kelimesinin burada kullanılması izale ve ihraç, yani gecenin ortadan kaldırıldığını ve ondan gündüzün çıkarıldığını anlatmak içindir.
"Nihayet o, eski urcun haline döner." Burada kapalı bir teşbih-i mürsel vardır. Çünkü ayın eski urcuna ne yönüyle benzedeği açıklanmamıştır. Bu benzeme, ayın şu üç vasfına şamildir: İncelik, eğrilik ve sarılık.
"Hepsi bir felekte yüzmektedirler." Burada, güneş, ay ve yıldızların hareketleri "yusbehu" yerine cemi-müzekker (çokluk-eril) kipiyle "yesbehûne" tarzında zikredilmek suretiyle aklı olmayan varlıklar, akıllı varlıklar mertebesine çıkarılarak istiare yapılmıştır. Çünkü "yüzme", akıllı varlıkların özelliklerindendir.
Yine yukarıdaki ayetlerde geçen "ye'kulûn", "uyun", "ya'lemûn", "muz-limûn", "yesbehûn", "meşhûn" ve "yerkebûn" kelimelerinde herhangi bir zorlama söz konusu olmaksızın kelimelerin son harflerinin tekrarıyla ve hoş bir seci vardır. Keza "Alîm" ve "Kadîm" kelimelerinde de aynı özellik vardır. [19]
"Ölü" yani üzerinde bitki bulunmayan. Bu kelime, "meyte" şeklinde okunabileceği gibi "meyyite" şeklinde de okunabilir. Ancak ilk okunuş, dile daha kolay geldiği için daha yaygındır, "toprak onlar için bir ayettir." Yani öldükten sonra dirilmeye delâlet eden bir alâmettir.
"Biz onu" suyla "dirilttik", böylece üzerindeki bitkiler sayesinde hayat sahibi oldu.
"Ondan tane çıkardık" Buradaki taneden maksat, buğday gibi tane cinsi şeylerdir, "da ondan yiyorlar."
"Orada çeşmeler akıttık kt onun ürününden yesinler" Burada "ürününden" anlamındaki kelime, "semerihî" şeklinde okunabileceği gibi "sumuri-hî" şeklinde de okunabilir. Bununla, yukarıdaki ayette zikredilen hurma ve diğer ürünler kastedilmektedir."ve mâ amilethu eydîhim: ve kendi ellerinin emeğinden" Bu ayetin başındaki "mâ" harfinin olumsuzluk bildirdiği ve dolayısıyla anlamın "Ürünü yapan insanların elleri değil, bizzat Allah'tır." şeklinde olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ancak en doğrusu şudur: Buradaki "mâ", ism-i mevsûl'dür ve "semer (ürün)" kelimesine atfedilmiştir. (Meal de buna göre yapılmıştır.) Anlatılmak istenen ise bu tanelerden sıkılarak veya kaynatılarak elde edilen şıra, özsu vb. şeylerdir.
Allah'ın onlara bahşettiği nimetlere karşı halâ şükretmezler mi? Bu cümlede, şükrün terki kınanmak suretiyle şükür emredilmektedir.
"Yerin bitirmekte olduğu şeylerden" yani bitki ve ağaç türlerinden. "kendilerinden" yani kendi nefislerinden eşler yarattı ki onlar, Ademoğulla-rmdan erkek ve dişilerdir, "ve bilmedikleri daha nice şeylerden" yani Allah'ın insanları muttali kılmadığı ve bilinmeleri için de herhangi bir yol tayin etmediği, deniz ve karada yaşayan garip mahlukât türlerinden "batan çiftleri" muhtelif çeşit ve sınıflan "yaratan o Allah ne yücedir. "
"Gece de onlar için bir ayettir." Yani onlar için Allah'ın yüce kudretine, birliğine ve ulûhiyyetin zorunluluğuna delâlet eden bir alâmettir.
"Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız." Yani biz ondan gündüzü fasledip ayırırız. Buradaki "sıyırmak"tan maksat gündüzün aydınlığının giderilmesi ve karanlığın gelmesidir. "Bir de bakarlar ki karanlıkta kalıvermiş-ler" Birden bire ve ansızın karanlığa girivermişler.
"Güneş de kendi karargâhında akıp gitmektedir" Güneşin bu durumu da bir başka alâmettir. Güneş doğar ve hareket ve deveranının üzerinde vuku bulduğu muayyen bir hatta seyreder. "Bu, mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen Allah 'm takdiridir." Yani bu hareket, kudretiyle her takdir edilen şeye galip olan Allah'ın takdiridir.
"Aya da konaklar tayin ettik" Yani ay için menziller tayin ettik. Buradaki "menâzil" kelimesi "menzil "in çoğuludur. Bu kelimeden kasıt ise ayın bir gün ve gecede katettiği mesafelerdir ki bunlar 28 menzildir. Ay her gece bunlardan birine varır. Bunların sonuncusuna vardığı zaman artık ince bir yay şeklini almıştır. Ardından tekrar bu menzillerin ilkine döner ve eğer ay 30 gün ise iki gece, 29 gün ise bir gece görünmez.
Nihayet o, son menzilinde, göz görüşü itibariyle eğri salkım çöpü gibi, yani eski urcun haline döner. Çünkü salkım çöpü eskidiği zaman incelir, bükülür ve sararır.
"Ne aya erişmek güneşe düşer." Yani güneş için, sürat ve seyrinde aya erişmek ve onunla gecede biraraya gelmek ne doğru, ne de kolaydır. Çünkü bunlardan herbirinin ayrı ve müstakil bir yörüngesi vardır. Bu sebeple -her ne kadar göz güneşin ayı her ay bir kere geçtiğini görürse de- birinin, diğerinin yörüngesine girme imkânı yoktur. Özetle; bu ayetteki nefy harfi olan "lâ", güneşin, Allah'ın emrine boyun eğdiğine ve onun için ancak murat edilen şeyi yapmanın söz konusu oduğuna delâlet etmektedir, "ne de gece gündüzün önüne geçebilir." Yani gece, gündüzün sona ermesinden önce gelemez ve onun önüne geçemez. Ancak onun arkasından gelir. Bunlardan herbiri kendi vaktinde gelir ve diğerinin önüne geçmez.
"Hepsi" Güneş, ay ve diğer gezegenlerle yıldızlar "bir felekte." Buradaki felek, gezegenin seyrettiği yörüngedir. İp eğrilen iğin ağırşağı gibi gezegen de bu yörüngede döndüğü için ona felek denmiştir, "yüzmektedirler." Yani orada kolaylıkla seyretmektedirler. Bu ifadeyle güneş, ay, gezegenler ve yıldızlar, akıllı varlıklar derecesine çıkarılmışlardır.
"Onlar için bir ayet de" Yani kudretimize delâlet eden bir alâmet de, "onların zürriyetini" Burada "onların çocukları" anlamındaki "zürriyyete-hum" kelimesi "zürriyyâtehum" şeklinde de okunmuştur. Anlamı, "onların çocukları ve ticaret için gönderdikleri ve taşınması kendileri için önem ar-zeden kimseler"dir. "Zürriyet" kelimesinin aslı "çocukların küçük olanlaradır. Daha sonraları bu kelime hem küçük, hem de büyük çocuklar için kullanılmıştır. Ayrıca bu kelime, hem tek kişi için hem de topluluk için kullanılır. Bu kelime ile hem onların, hem de çocuklarının sulblerinden geldikleri kadim babalarının kastedildiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın, onları değil de zürriyetlerini bu şekilde serzeniş tarzında bir ifadeyle zikrederek onları incitmesi, -onların babalarını Hz. Nuh (a.s.)'un gemisinde kıyamet gününe taşıması vakıasına göndermede bulunarak- serzenişte bulunup incitme noktasında bu ifadenin daha beliğ olmasından ve insanları, kendi kudreti konusunda daha fazla şaşkınlığa sevketmesindendir. "o dopdolu gemide" Bu geminin, Hz. Nuh (a.s.)'un gemisi olduğu söylenmiştir, "taşımış olmamız ve kendilerine, binecekleri" bu ifadenin modern taşıt ve ulaşım araçlarına da işaret etmiş olması muhtemeldir, "bunun gibi nice şeyleri yaratmış olmamızdır" Yani onlara Hz. Nuh (a.s.)'un gemisi gibi küçüklü büyüklü gemiler ve kayıklar yapmayı öğretmek suretiyle yoktan var etmiş olmamızdır. Bu ifadeden muradın deve olduğu da söylenmiştir. Zira kara taşımacılığının gemileri bunlardır.
"Dilesek onları suda boğarız." Yani istesek, gemiler icat etmiş olmakla birlikte onları suda boğarız. Ne kendilerine imdat eden, feryatlarına yetişen bulunur, ne de kurtarılıp necata erdirilirler.
"Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar yaşatma müstesnadır." Yani onları kurtarıp necata erdirecek hiç kimse yoktur. Ancak onlara olan merhametimiz gereği ömürleri sona erene kadar lezzetleriyle yaşatmak için kendilerini yalnız biz kurtarırız. [20]
Yüce Allah, bütün ümmetlerin kıyamet günü hesap ve ceza için huzuruna getirilmesinden ibaret olan "haşr"a delâlet eden ayetleri zikrettikten sonra; insanların geçim yollarını çoğaltmak için çöl halindeki kurak topraktan -üzerine yağmur yağdırmak suretiyle- bitki bitirmek, bahçeler var etmek ve nehirler akıtmak gibi -ki bunlar insanları, faydalandıkları nimetlere şükretmeye çağıran şeylerdir- öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna delâlet eden ayetler zikretmektedir.
Burada Yüce Allah, küllî mekân olan arzın ahvalini beyan buyurduktan sonra da, yüce kudretine delâlet ve zamanın ahvalinden bahseden dört ayet zikretmektedir ki bunlar:
a) Gece ile gündüzün birbirinin ardından gelmesi,
b) Güneşin deveranı,
c) Ayın, menzillerindeki dolaşımı,
d) Ve güneş ile ayın her birisine müstakil bir yörünge tayin edilmiş olmasıdır.
Bunun ardından, rahmete ilişkin ilâhi kudrete delâlet eden bir ayet gelmektedir ki o da, zürriyet ve nesillerin, suları yarıp giden gemilerde taşınmasıdır. [21]
"Ölü toprak onlar için bir ayettir: Biz onu dirilttik, ondan tane çıkardık da ondan yiyorlar" Yani Allah'ın varlığına ve ölüleri diriltip onlara hayat verecek kudrete sahip bulunduğuna delâlet eden alâmetlerden biri de üzerinde bitki bulunmayan kupkuru toprağı, üzerine yağmur yağdırarak yeniden canlandırması ve onu üzerindeki muhtelif renk ve şekillerdeki bitkilerle adeta dalgalanıp sallanır hale getirmesi; ondan, kulların ve onların hayvanlarının rızkı olan taneyi çıkarmasıdır ki, bu tane, yenen şeylerin büyük çoğunluğunun aslı ve hayatın ve geçimin kendisiyle idame ettirildiği temel maddedir. İşte ölüleri de tıpkı ölü toprağa hayat verdiğimiz gibi diriltiriz.
"Orada hurma ve üzüm bahçeleri yarattık. Orada çeşmeler akıttık" Yani canlandırdığımız yeryüzünde, incir, üzüm vs. ağaçlarıyla bezeli bahçeler var ettik; orada çeşitli yerlere dağılıp giden nehirler akıttık.
Diğer meyveler arasında hurma ve üzüm kelimelerinin müzekker (eril) kalıplarla ifade edilmesinin sebebi şudur: Yiyeceklerin en lezzetlileri, tatlı olanlardır ve zikredilen meyveler de en tatlı yiyeceklerdir. Çünkü hurma ve üzüm, diğerlerinin aksine hem gıda, hem de meyvedir, ayrıca faydaları en çok olan yiyeceklerdir.
"Ki onun ürününden ve kendi ellerinin emeğinden yesinler. Hâlâ şükretmiyorlar mı?" Yani tanelerin ve bahçelerin yaratılmasıyla amaçlanan, insanların, hem hurma ve üzümlerin mezkûr ürününden yemesi, hem de kendi ellerinin emeğiyle diktikleri fidanlardan, ektikleri ekinlerden, tane ve ürünlerden elde ettikleri içecek ve yiyeceklerden faydalanmasıdır. Bütün bunlar, onların kudret ve kuvvetleriyle olan şeyler olmayıp, sadece Yüce Allah'ın onlara bir rahmetidir. Öyleyse onlar, kendilerine ihsan ettiği hadsiz hesapsız bu nimetlere karşılık Yüce Allah'a şükretseler ya! Bu ifade, terkini kınama tarzında gelen bir şükür emridir.
Bu ayetteki "ürününden" kelimesi, daha önce zikredilen "hurma ve üzüm bahçeleri"ne aittir. Râzî şöyle demiştir: "Meşhur olan görüşe göre bu kelime Allah'a racidir." "... ve kendi ellerinin emeği" ifadesi ise Râzî'ye göre ziraat ve ticareti kapsar.
Yüce Allah onlara şükretmelerini emir buyurduğuna göre Allah'a şükür ibadetle yapılır. Yüce Allah onların, kendisine ibadeti terketmekle kalmayıp, başkalarına kulluk ettikleri ve şirke düştükleri konusunda uyarıda bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, kendilerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden bütün çiftleri yaratan o Allah ne yücedir!" Yani muhtelif renk, tat ve şekillerde çeşit çeşit ve sınıf sınıf ekin, ürün ve bitkiyi, "her şeyden iki çift yarattık; olur ki inceden inceye düşünürsünüz diye" (Zâriyât, 51/49) buyurduğu gibi nefislerden erkek ve dişiyi, "ve sizin bilmediğiniz daha nice şeyler yaratmaktadır" (Nahl, 16/8) buyurduğu gibi onların bilmediği daha pekçok mahlukâtı yaratan Allah, ortağı bulunmaktan münezzehtir.
Özetle şu insan, hayvan ve bitkilerden oluşan büyük mahlukâtın ve daha bilmediğimiz şeylerin yaratıcısı olan Allah, ortağı ve benzeri bulunmaktan münezzehtir. Daha önceki ayette şükür emredildiği gibi, bu ayette de, Yüce Allah'ın, lâyıkı olmayan şeylerden tenzih edilmesi emir buyurul-maktadır...
Mekân planında öldükten sonra dirilmenin ve hasrın imkân dahilinde olduğuna yeryüzünün ahvali ile delil getirdikten sonra Yüce Allah, zamanların ahvalinden de dört delil zikretmektedir:
1- "Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırız. Bir de bakarlar ki karanlıkta kalıvermişler." Yani Yüce Allah'ın azametli kudretinin delillerinden biri de, gece ile gündüzün yaratılması, bu ikisinin hiç şaşmadan ardarda gelmesi, gündüzü geceden sıyırıp çıkarması ve böylece ışığı getirip karanlığı gidermesi, geceyi de gündüzden sıyırıp çıkarması ve bu suretle mahlukâtın karanlıkta kalması ve ışığı gidermesi, bunların birbirini takip etmesi ve birinin gelmesiyle diğerinin gitmesi, keza öbürünün gelmesiyle bunun gitmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Geceyi, onu durmadan kovalayan gündüze bürüyüp örter." (A'râf, 7/54). Bu, yeryüzünün, kendi ekseni etrafından batıdan doğuya dönmesinin sonucudur. Böylece güneş, yerkürenin bir yarısında doğarken, diğer yarısında kaybolur. Karanlık ve aydınlığın herbirinde bir fayda ve hayır vardır. Zira gece olunca iş-güç terkedilir ve insanlar, gündüzün yorgunluğunu atmak için istirahata ve sükûnete çekilir. Aydınlıkta ise rızık kazanmanın verdiği fayda, lezzet, hareket ve iş vardır.
"Bir de bakarlar ki karanlıkta kalıvermişler." Yani karanlığa girmişler. Buradaki "ve izâ" ifadesi, birdenbire olmayı anlatır. Yani onlar ansızın ve birdenbire karanlığa girerler. Artık yapabilecekleri hiçbirşey yoktur, kaçınılmaz olarak karanlığa girerler.
2- "Güneş de kendi karargâhında akıp gitmektedir. Bu, mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir." Yani Yüce Allah'ın kudretine delâlet eden müstakil alâmetlerden biri de güneşin, kendi karargâhında, yörüngesinin sonuna kadar dönmesidir. Bu dönüş, her şey üzerine kahir ve galip olan ve ilmi her şeyi kuşatmış bulunan Yüce Allah'ın takdiridir.
Burada geçen "müstekarr"(karargâh) kelimesi hakkında müfessirlere ait iki görüş vardır:
a) Bu kelimeden murat, güneşin mekân olarak karar kıldığı yerdir. Burası, Arş'm altıdır ki, o tarafta dünyadan hemen sonra gelen kısımdır. Nerede olursa olsun gerek güneş, gerekse bütün mahlukât Arş'ın altındadır.
b) Bu kelimeden murat, güneşin zaman olarak karar kılacağı andır ki, seyrinin sonudur. Bu da kıyamet günüdür.[22]
Astronomi bilginleri, dünyanın, güneş etrafını yılda bir kere dolanması sebebiyle güneşin, yıldızların ortasındaki görünür dönüşüne ilâve bir hareket daha olduğunu ispat etmişlerdir.
Güneşin bundan başka iki hareketi daha vardır: Biri, takriben yirmi altı günde bir kendi ekseni etrafında dönmesi, diğeri de gezegen uydularıyla birlikte saniyede yaklaşık ikiyüz mil hızla yıldız sisteminin merkezi etrafında dönmesi. Müstekarr, güneşin bu ilk hareketi esas alındığında bilginlere göre güneşin sabit ekseni, ikinci hareketi esas alındığında ise bütün yıldız sisteminin merkezidir.
3- "Aya da konaklar tayin ettik. Nihayet o, eski urcun haline döner." Yani Allah, ay için de menziller takdir etmiştir ki ay bu menzillerde güne-şinkinden başka bir seyirle seyreder. Bunlar, yukarıda zikrettiğimiz 28 menzildir. Ay, her gece bu menzillerden birine günde 13 derecelik bir sapmayla varır. Sonra eğer ay 30 gün ise iki gece görünmez. Şayet ay 29 gün ise bir gece görünmez. Ay bu menzillerden sonuncusuna geldiği zaman incelir, küçülür, sararır ve yay halini alır. Sonra da ilk menzile döner. Nihayet eski urcun gibi olur. "Urcun", üzerinde hurma bulunan daldır ki sarı ve enli olup, insanlar tarafından bükülür ve üzerindeki hurma salkımları ko-parılır. Kendisi de hurma ağacının gövdesi üzerinde kuru olarak kalır.
Güneşin hareketleri sayesinde gece ve gündüz bilindiği gibi, ayın men-zilleriyle de senenin aylarının gidişatı hakkında fikir yürütülür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sana yeni doğan ayları sorarlar. De ki:
Onlar insanlar ve hacc için vakit ölçüleridir" (Bakara, 2/189); "Güneşi ışık, ayı nur yapan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menziller tayin eden O'dur" (Yûnus, 10/5); "Biz geceyi ve gündüzü birer ayet olarak yarattık. Nitekim, Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca, yılların sayı ve kasabını bilmeniz için gecenin karanlığını silip aydınlatan gündüzün aydınlığını getirdik. İşte biz her şeyi açık açık anlattık. " (İsrâ, 17/12).
Güneş hergün doğar ve günün sonunda batar. Fakat doğuş ve batış yerleri yazın ve kışın değişir, bir noktadan diğerine intikal eder. Bu sebeple gündüz uzar, gece kısalır, sonra gece uzar, gündüz kısalır. Aya gelince, ona da menziller tayin buyurmuştur. Ayın ilk gecesinde zayıf ve az ışıklı olarak doğar. Sonra ikinci gece ışığı artar ve gökyüzündeki konumu yükselir. Sonraki her yükselişinde güneşten aldığı ışıkla daha parlak ve aydınlık olur. Nihayet 14. gecede en ışıklı ve yuvarlak haline ulaşır. Sonra ayın sonuna doğru noksanlaşmaya başlar ve nihayet eski urcun gibi olur.
Astronomi bilginleri, ayın yörüngesi çevresindeki yıldızları 28 gruba ayırmışlardır ki bunlara ayın menzilleri denir. Araplar, yağmur yağıp yağmayacağını bunlarla anlarlar ve gezegenlerin yerlerini -ki güneş de bun lardandır- bunlardan hareketle tespit ederlerdi.
4- "Ne aya erişmek güneşe düşer, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedirler." Yani ne güneş, ne de ay için birbirlerine kavuşmak doğru ve kolaydır. Çünkü bunlardan her biri için müstakil bir yörünge vardır ve onlardan hiçbiri, bu yörüngesindeyken diğeriyle bir araya gelmez. Güneş, bir günde 1 derece, ay ise günde 13 derece miktarı yol alır.
Gecenin ayeti olan ay, gündüzün ayeti olan güneşi geçemez. Çünkü bunların herbirinin zamanı farklıdır. Güneşin alanı ve zamanı gündüz iken, ayın zamanı gecedir.
Güneş, ay ve dünya, tıpkı balığın suda yüzmesi gibi gökyüzündeki kendi feleklerinde yüzer ve dönerler. Güneş, yarıçapı 93 milyon mil olan kendi yörüngesinde seyreder ve dönüşünü 1 yılda tamamlar. Ay, her ay dünyanın etrafında yarıçapı 24 bin mil olan yörüngesinde döner. Dünya ise güneşin çevresini bir yılda dönerken, kendi etrafında da bir gün ve bir gecede döner.
Bu, Yüce Allah'ın, güneş, ay ve dünyanın herbiri için, üzerinde döndükleri müstakil bir yörünge tayin ettiğinin delilidir. Güneş ile ayın hiçbiri diğerinin ışığını engellemez. Güneş ve ay tutulmasında meydana gelen nadir durumlar bunun istisnasıdır.
Böylece mekân ile ilgili -ki o yeryüzüdür- delil ile yukarıda verdiğimiz dört zaman ile ilgili delili zikrettikten sonra Yüce Allah, kudretini gösteren bir başka delil daha getirmektedir. Bu delil, insanın, tıpkı karada yürüdüğü gibi denizde de yürütülmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "... ve onları karada ve denizde taşıdık" (İsrâ, 17/70). Bu manada, üzerinde durduğumuz surede de şöyle buyurmaktadır:
"Onlar için bir ayet de, onların zürriyetini o dopdolu gemide taşımış olmamızdır." Yani Yüce Allah'ın kudret ve rahmetinin delillerinden biri de, denizin, zürriyetin gemi ve taşıtlarını taşımaya amade kılınmasıdır. Buradaki "zürriyef'ten kasıt, azık ve maişet temin edecek şeyleri çoğaltmak için bir memleketten diğerine naklettikleri mallarla dolu olan gemilerdeki evlâtlardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kudret delillerinden bir kısmını size göstermek için Allah'ın nimetiyle gemilerin denizde akıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır." (Lokman, 31/31).
Buradaki "zürriyef'in, Hz. Nuh (a.s.)'un gemisinde taşınanlar olduğu söylenmiştir. Bu gemi, çeşitli mal ve eşyalar ile Yüce Allah'ın, mahlukâtm soyunu korumak amacıyla taşınmasını emir buyurduğu -her türden bir erkek ve bir dişi olmak üzere ikişer eşten oluşan- hayvanlarla dolu bulunuyordu.
Şu halde bu ayetin anlamı şöyle olur: Allah, onların baba ve dedelerini Hz. Nuh'un gemisinde taşıdı.
"ve kendilerine binecekleri bunun gibi nice şeyleri yaratmış bulunma-mızdır." Yani insanlar için, o gemiler misali kara gemileri olan develer yarattık. Zira insanlar bu develer üzerine hem yük ve eşya yüklerler, hem de kendileri binerler.
Ancak Razi, ekseri müfessirlerin görüşüne göre bu ayetteki "mislihî: bunun gibi" kelimesindeki zamirin "gemiler" kelimesine raci olduğunu söylemiştir. Yani kendilerine, binecekleri o gemiler gibi daha başka çeşit çeşit gemiler yaratmış bulunmamızdır. Bu durumda söz konusu ayet, "Ve daha başka çeşit çeşit azap vardır." (Sâd, 38/58) ayeti gibi olur. Bu görüşün kabul edilmesi halinde buradaki "fülk" kelimesinden maksat, develer değil, onların zamanında mevcut bulunan başka gemilerdir. En açık anlam budur.
Bunu, buradaki "Dilesek onları suda boğarız" kavl-i ilâhisi de tayit etmektedir. Eğer "fülk" kelimesiyle develer kastedilmiş olsaydı, "ve kendilerine binecekleri bunun gibi nice şeyleri yaratmış bulunmamızdır" ayeti, anlamca birbirine bağlı iki ifadeyi birbirinden ayırmış olurdu.
Bir diğer ihtimal de söz konusu zamirin, malum fakat burada zikredilmemiş olan bir ifadeye raci olmasıdır. Bu durumda da ayetin takdiri anlamı şöyle olur: Zikrettiğimiz mahlukât gibi.. Nitekim "Ki onun ürününden ... yesinler" ayetinde de aynı durum söz konusudur.[23]
Şu halde bu ayet kara taşıtları, tren ve uçaklar gibi modern her türlü taşıta da şamil olur. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhi-sidir: "Hem binmeniz, hem de süs için atları, katırları, merkepleri yarattı ve sizin bilmediğiniz daha nice şeyler yaratmakadır." (Nahl, 16/8).
Yüce Allah'ın rahmet ve lütfunun bir delili de bu vasıtalara binenleri korumasıdır. Zira ayette "Dilesek onları suda boğarız, ne kendilerine imdat eden bulunur, ne de kurtarılırlar" buyurulmaktadır. Yani eğer onları, yük-leriyle birlikte suda boğmayı isteseydik, o durumda onların imdadına gelecek veya kendilerini boğulmaktan kurtaracak kimse olmazdı ve onlar, başlarına gelen o olaydan kurtarılmazlardı.
"Ancak bizden bir rahmet ve bir süreye kadar yaşatma müstesnadır." Bu ayette geçen "illâ rahmeten minnâ" ifadesindeki "illâ" harfi münkatı istisnadır. Bu ayetin takdiri anlamı da şöyledir: Ancak sizi, karada ve denizde rahmetimizle yürütüyor, boğulmaktan koruyor, belli bir süreye kadar selâmette tutuyor ve Yüce Allah katında malûm olan bir vakte, yani ölüme kadar sizi dünya hayatıyla nimetlendiriyoruz. [24]
Bu ayetler bize şunları göstermektedir:
1- Yüce Allah'ın varlığını, birliğini, öldükten sonra diriltme ve ölülere hayat verme... konularındaki kudretinin kemâlini gösteren delillerden biri de kupkuru toprağı yeşil bitkilerle canlandırması ve ondan, geçim ve gıdanın esası, hayatın temel direği olan taneyi çıkarmasıdır.
2- Yine bu delillerden bir diğeri, yeryüzünde hurma ve üzüm bahçeleri yaratması, suyun hayat verdiği ürünlerden veya mezkûr bahçe ve hurmaların ürünlerinden ve insanların kendi emekleriyle elde ettikleri ürünler, çeşit çeşit tatlı şeyler ve yemeklerle hububattan elde ettikleri azık ve tatlı çeşitlerinden yenmesi için bahçelerde kaynaklar fışkırtmasıdır.
Burada özellikle hurma ve üzümün zikredilmesi, daha önce de belirttiğimiz gibi bunların, ürünlerin en âlâsı olmasındandır.
3- Bu nimetler, nimetlendiren ve ihsan eden yaratıcıya şükrü gerektirir. Ona şükretmek ise, kendisine ibadet etmekle, O'nun hakimiyet ve iradesine boyun eğmekle olur.
4- Yaratıcıyı, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek, O'nun kudret ve eserlerini gördükleri halde O'ndan başkasına kulluk eden kâfirlerin yaptıklarından uzak durmak gerekir.
5- Yüce Allah'ın kudreti ve bu kudretin evrendeki tezahürleri çoktur. Bunlardan birisi çeşitli renk, tat, şekil ve miktarlardaki irili ufaklı bitki ve ürünlerin yaratılmış olmasıdır.
Bir diğeri erkekli dişili evlât ve eşler yaratılmış olmasıdır. Bir başkası denizde, karada, yerde ve gökte, beşerin bilmediği daha başka türlerin var edilmiş bulunmasıdır.
Şu halde madem ki Yüce Allah yaratmada tekdir, o halde başka herhangi bir konuda da kendisine ortak koşulması uygun değildir.
6- Allah'ın birliğine, kudretine ve ulûhiyetin gerekliliğine delâlet eden alâmetlerden bir diğeri de geceyle gündüzün birbirini izlemesi ve buna bağlı olarak da karanlık ve aydınlığın ardarda gelmesi; yılların ve hesabın zabtu rapt altına alınması; güneşin, karargâhında -ki bu karargâh onun ya ekseni veya kıyamet günü seyrinin sona ermesidir- akıp gitmesi; ayın, çeşitli menzillere sahip bir varlık olarak takdir edilmesidir ki bu menzillerin sayısı 28 olup, ay her gece bunlardan birine varır ve son menzile geldiği zaman tekrar ilkine döner. Böylece yörüngesini 28 gecede kateden ay, görünmez olur. Sonra hilâl şeklinde tekrar doğar ve bu menziller üzerinde yörüngesini katetmeye başlar. Bu menziller burçlara bölünmüştür. Her burca 2 tam, bir de 1/3 menzil düşer.
Mezkûr alâmetlerden biri de güneş ve ayın her biri için müstakil bir yörünge ve ayrı bir hakimiyet alanı tahsis edilmiş olmasıdır. Bu sayede onlar bir araya gelmez. Güneş, ay ve yıldızlardan her biri, ancak kendine has yörüngesinde akıp gider.
7- Allah'ın kudret ve rahmetinin delillerinden bir başkası da geçmişteki, hali hazırdaki ve gelecekteki nesilleri çeşitli eşya ve mallarda dopdolu gemilerde taşıması; binmek için gemilere mümasil başka vasıtalar -ki bunlar, kara gemileri olan develerdir- ve karada ve denizde seyreden araba, gemi, uçak, büyük balonlar vb. gibi modern nakil vasıtaları yaratmış olmasıdır.
Allah Teala, gemilerin yolcularını denizlerde boğmaya kadirdir. Böyle bir durumda onlar, başlarına gelen bu felaketten kendilerini kurtaracak, kendilerine yardımcı olacak veya imdatlarına gelecek herhangi birisinden mahrum bir halde bulunurlar. Ne ki Yüce Allah'ın rahmeti, belirlenmiş ecelleri gelene kadar dünyevî hayatın güzelliklerinden faydalansınlar diye onların hayatta kalmalarını ve kurtarılmalarını gerektirmiştir. Bu faydalanma, belli bir süreye -yani ölüme- kadardır.
Yüce Allah, geçmiş ümmetlerin azabını hemen vermiş, Ümmet-i Mu-hammed'in -inkâr etmeleri halindeki- azabını ise, o yüce Rasulün hürmetine kıyamet gününe tehir etmiştir. [25]
45- Onlara, "Sizden önce geçen ve ileride sizi bekleyen olaylardan sakının, umulur ki esirgenirsiniz."
edendiği zaman (yüz çevirdiler).
46 onlara Rabblerinin ayetlerin- den bir ayet gelmeyedursun, ille de ondan yuz çevirmişlerdir.
47- Onlara, "Allah'ın size rızık ola- rak verdiklerinden hayra sarfedin." dendiğinde küfredenler, iman edenlere şöyle dediler: "Allah'ın, dilediği takdirde yedireceği kimseye biz mi yedireceğiz? Doğrusu siz apaçık bir sapıklık içindesiniz."
"küfredenler, iman edenlere şöyle dediler" ifadesinde geçen "küfür" ve "iman" kelimeleri arasında tezat vardır.
"Allah'ın, dilediği takdirde yedireceği kimseye biz mi yedireceğiz?" cümlesindeki soru, kendisiyle kibirlenme ve alay kastedilmiş bir sorudur. [26]
"Onlara" yani kâfirlere "sizden önce geçen ve ileride sizi bekleyen olaylardan sakının dendiğinde" Yani sizden önce meydana gelmiş olan afet ve belâlarla dünya azabından ve ileride karşılaşacağınız ahiret azabından sakının, "umulur ki esirgenirsiniz" Allah'ın rahmetinden ümitvar olun "denildiği zaman..." Bu ayette geçen "izâ" harfinin cevabı hazfedilmiştir. Takdiri cevap "yüz çevirdiler" tarzındadır.[27] Buna bir sonraki ayet delâlet etmektedir.
"Onlara" sahabenin yoksulları tarafından "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfedin" yani Allah'ın size rızık olarak verdiği mallardan yoksullara tasadduk edin "denildiği zaman küfredenler, iman edenlere" kendileriyle alay ederek ve kibirlenerek "şöyle dediler:" Sizin iddia ve
inancınıza göre "Allah'ın, dilediği takdirde yedireceği kimseye biz mi yedireceğiz?" Zira siz, "Rızık verici ancak Allah'tır." diyorsunuz. Bu sözleriyle onlar, "Biz, Allah'ın iradesine uygun hareket ediyoruz. Dolayısıyla Allah'ın yedirmediği kimselere biz yedirenleyiz' diyerek müslümanları ilzam etmeye çalışıyorlar. "Doğrusu siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz" Yani siz, rızık vericinin ancak Allah olduğuna inandığınız halde bize bunu söylemekle ancak açık bir dalâletiçindesiniz. Zira bize Allah'ın iradesine aykırı birşey yapmamızı emrediyorsunuz.
"Doğrusu siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz." cümlesi, kâfirlerin cevabı olabileceği gibi müminlerin, onların bu mantıklarına karşılık kendilerine verdiği cevabın Allah tarafından nakledilmesi de olabilir.
Bu, kâfirlerin düştüğü bir yanılgı ve büyüklenme, batıl bir iddiayı savunmak için girişilen bir mücadeledir. Zira Yüce Allah, kendisinin bildiği bir hikmet uyarınca yarattıklarının bir kısmını zengin, bir kısmını ise yoksul kılmış; zengine, yoksulu doyurmasını emrederek onu, farz kıldığı sadakayı verip vermeyeceği konusunda yoksul vasıtasıyla imtihana tabi tutmuştur. Bunu yapmasındaki gaye ise, kimin itaatkâr, kimin asi olacağının -en açık ve itiraza imkân tanınmayacak şekilde bilinmesidir. [28]
Varlığına, birliğine ve eksiksiz kudretine en kesin bir surette delâlet eden ayetleri beyan buyurduktan sonra Yüce Allah, bu kesin delilin varlığına rağmen kâfirlerin, Rabblerinin ayetlerinden yüz çevirdiklerini ve bunları itiraf etmediklerini haber vermektedir. Oysa akıl sahibi kimseler, bu ayetleri kabul ederler. Ancak kâfirler Allah'tan korkmuyor ve geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden sakınmıyorlar; Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmüyorlar. Onların kalplerinde Allah'ın kullarına karşı bir merhamet veya şefkat hissi yoktur. Zira onlar son derece büyük bir cehalet ve gaflet içindedirler; ne burhana tabi olan alimler, ne de ihtiyata uygun hareket eden avam gibidirler.[29]
Yüce Allah bu ayetlerde, kâfirlerin azgınlık ve sapıklıklarında devam ettiklerini ve ne geçmişte işledikleri günahlardan, ne de kıyamet günü karşılaşacakları azaptan dolayı üzüntü ve endişe duyduklarını haber veriyor ve şöyle buyuruyor:
"Onlara, "Sizden önce geçen ve ileride sizi bekleyen olaylardan sakının, umulur ki esirgenirsiniz." dendiği zaman yüz çevirdiler." Yani Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren ve onları yalanlayan o kimselere, "Sizden önceki ümmetlerin başına gelen ve sizden önce yaşanan bela, afet ve dünya azabının benzerlerinin sizin de başınıza gelmesinden sakının ve ölünceye kadar küfiirde ısrar ettiğiniz takdirde, helak olduktan sonra gittiğiniz yerde karşılaşacağınız ahiret azabından korkun. Umulur ki bundan sakınırsanız Allah da size merhamet eder, sizi azabından korur ve bağışlar." dendiği zaman yüz çevirdiler. Kendilerine "Sakının" dendiğinde sakınmadılar.
Onların yüz çevirmesi bu ayetle sınırlı da değildir. Aksine onlar her ayetten yüz çevirmişlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuyor:
"Onlara Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyedursun, ille de ondan yüz çevirmişlerdir" Yani o müşriklere, Allah'ın birliği ve peygamberlerin doğruluğu konusunda hiçbir ayet gelmemiştir ki, onların işi ondan yüz çevirmek, onu kaale almamak, hakkında düşünmemek ve onunla menfaat-lenmemek olmasın. Çünkü onların düşünme ve -imana ve Hz. Peygamber (s.a.)'i tasdike götüren- akıl yürütme yeteneği atalete uğramıştır.
Onlar, Allah ve peygamberi hakkındaki kötü itikatları bir yana, Allah'ın yarattıklarına karşı şefkati de terketmişlerdir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Onlara, "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfedin" dendiğinde küfredenler, iman edenlere şöyle dediler: "Allah'ın, dilediği takdirde yedireceği kimseye biz mi yedireceğiz?" Yani onlardan sadaka vermeleri ve Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine infak etmekle emrolundukları zaman müminlerle alay ederek ve büyük-lenerek onlara şöyle cevap verdiler: "Eğer Allah isteseydi, kendilerine in-fakta bulunmamızı isteyen şu kimseleri zengin eder ve onları rızkıyla doyururdu. Dolayısıyla biz, Allah'ın onlar hakkındaki arzu ve iradesine uygun hareket ediyoruz."
Onların yürüttükleri bu mantık yanlış ve geçersizdi. Çünkü Yüce Allah bir kula bir mal verdiği, sonra da onun üzerine o malda bir hakkı gerekli kıldığı zaman, gerekli kıldığı o miktarı o kimseden çekip almış gibi olur. Dolayısıyla kâfirlerin söz konusu itirazının bir anlamı yoktur. Kâfirler, "Allah istese onları doyurur." şeklindeki sözleriyle doğruyu dile getirmişler, ancak onlar bu sözü delil olarak ileri sürmekle yalana ve yanlışa kaymışlardır.
Buradaki, "Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden" ifadesi, infaka teşviktir. Zira size rızık veren Allah'tır. Bu itibarla eğer infak ederseniz Allah sizi, daha önce rızıklandırdığı gibi ikinci kere de rızıklandırır.
Bu ifade aynı zamanda son derece kötü bir huy olan cimriliği de yermektedir. Zira cimrilerin en cimrisi, başkasının malında cimrilik gösteren kimsedir.
Bu ayette, Allah'ın yarattıklarına karşı şefkati terketmek de yerilmektedir.
Bütün bunların yanında kâfirler, kendilerine infakı emredenleri ayıplamış ve sapıklıkla itham etmişlerdir. Zira onlara verdikleri cevabın sonunda "Doğrusu siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz." demişlerdir. Yani siz, bize infakı emreden sözünüzde ancak açık bir hata, doğru ve hak yoldan sapma içindesiniz.
Müşriklerin bu anlayışı yanlış ve hatalıdır. Çünkü Allah'ın hikmeti, insanların rızıkta farklı farklı olmasını gerektirir. Dilediği kimsenin rızkını daraltan, dilediği kimsenin rızkını da yayıp genişleten Odur: "Allah kullarına rızkı bollaştırsaydı yeryüzünde azarlardı. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarının her halinden haberdardır, onları görendir." (Şûra, 42/27). O, bir kısım insanları zengin ederken diğerlerini yoksul yapar. Yoksullara sabretmelerini, zenginlere de mallarından yoksullara vermelerini ve şükretmelerini emir buyurur: "Kim elinde bulunandan yoksullara verir, günahlardan korunursa ve en güzel sözü doğrularsa, onu en kolaya hazırlarız. Fakat kim cimrilik eder, kendini müstağni sayıp en güzel sözü yalanlarsa, biz de onun güçlüğe uğramasını kolaylaştırırız." (Leyi, 92/5-10).
İbni Cerir, "Doğrusu siz, apaçık bir sapıklık içindesiniz." kavl-i ilâhisi hakkında şöyle demiştir: "Bu ifadenin Yüce Allah'a ait olması ve kâfirler müminlerle münakaşa edip, onların sözlerini reddettikleri zaman kâfirlere, "Doğrusu siz apaçık bir sapıklık içindesiniz." buyurmuş olması ihtimali de vardır." İbni Kesir ise bu görüşün tartışılır olduğunu söylemiştir. En doğrusunu Allah bilir. [30]
Bu ayetler şu üç hususa işaret etmektedir:
1- Müşrikler azgınlık, sapıklık, inat ve kibirde ısrarla devam eden kimselerdir. Geçmişte olan hadiseler, musibetler ve peygamberlerini yalanlamaları sonucu Allah'ın helak ettiği ümmetler hakkında düşünmezler ve gelecek olan ahiret hayatına bakmazlar. Kendilerine, "Allah'tan sakının" dendiğinde sakınmadıklarını görürsün.
2- Yine onların işi ve dini, Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmek, onları yalanlamak ve kabul edip razı olmamaktır. Çünkü onlar, kişiyi Allah'a imana ve Hz. Peygamber'i (s.a.) tasdike götüren düşünme faaliyetini ter-ketmişlerdir.
3- Aynı şekilde onlar Yaratıcıyı tazimi terketmiş ve muhtaçlara yardım etmeyi ve insana şefkati menetmişlerdir. Onlar, yaratılmışlara merhamet hissini kaybetmişlerdir. Kendilerine "Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden infak edin." dendiği zaman büyüklenmeye başlarlar. Bu, her çağda yaşayan cimrilerin gösterdiği tavırdır. [31]
48- "Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" derler.
49- Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar.
50- İşte o zaman onlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ailelerine dahi dönecek halde değildirler.
51- Sûr'a üfürüldü. İşte onlar kabirlerinden kalkıp Rabblerine koşuyorlar.
52- O zaman şöyle dediler: "Vah bize. Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman'in vaad ettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş."
53- Sadece bir tek sayha olur. Hemen onların hepsi huzurumuza getirilirler.
54- O gün hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz. Siz de yaptığınızdan başkasıyla mukabele görmezsiniz.
"Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" Bu ifadede istiare vardır. Onların ölüm halleri, uyku hallerine benzetilmiştir. "Bizi ölümümüzden kim diriltti?" demektir.
"İşte Rahmanın vadettiği şey budur." Burada hazf yapılmak suretiyle gerçekleştirilen bir icaz bulunmaktadır. Onlara böyle diyecek olan, meleklerdir. Yani melekler: "Rahman bunu size vaad etmişti." diyecektir, demektir. [32]
"Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" Yani bize vaad ettiğiniz o şey -ki o öldükten sonra dirilme vaadidir- ne zaman gerçekleşecek ve gelecek?
"Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını", yeryüzünde yaşayanların hepsinin ölmesine yolaçan İsrafil'in (a.s.) Sûr'a ilk üflemesini "gözetmezler" beklemezler. "O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar." yani o korkunç ses onları habersizce, birdenbire yakalar. Onlar o anda günlük işleriyle, ticaret, yeme-içme vs. ile meşguldürler.
"İşte o zaman onlar bir vasiyette bile bulunamazlar" leh veya aleyhlerinde olan işler konusunda herhangi birşey vasiyet edemezler. "Hatta o vakit ailelerine dahi dönecek halde değildirler." Yani sokaktan ve meşgalelerinden evlerine bile dönemez, oracıkta oluverirler.
"Sûr'a üfürüldü" Yani öldükten sonra dirilme için Sûr'a ikinci kere üfürüldü. Sûr'a ilk üfürülüş ile bu ikinci üfürülüş arasında kırk yıl vardır. "İşte onlar" kabirdekiler. "kabirlerinden kalkıp Rablerine koşuyorlar" Yani kabirlerden süratle çıkıyorlar veya koşuyorlar.
"O zaman" kabirlerden kalkanlar arasında bulunan kâfirler "şöyle de-diler:Vah bize" Helak olduk. Buradaki "Yâ veylenâ" ifadesindeki "veyl" masdardır ve aynı kökten gelen bir fiili yoktur. Helak anlamındadır. "Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı?" Bizi ölüm halinden kim çıkardı? Bu, onların, o durumda gördükleri ürküntü veren halden ve karşılaştıkları korkulu durumdan ötürü söyleyecekleri bir sözdür. Çünkü onlar, uyumakta olduklarını zannetmişlerdir. "İşte Rahmanın vaad ettiği şey budur" Yani bu, Rahman'ın vaad ettiği dirilmedir. "Demek peygamberler doğru söylemiş." Demek ki peygamberler, öldükten sonra dirilme konusunda doğru söylemişler. Dolayısıyla anlam şöyle olur: Onlar, tasdik ve ikrarın fayda vermediği o gün kendilerine geldiler ve ölüm halindeyken diriltildiklerini itiraf ve peygamberlerin doğruluğunu ikrar ettiler.
"Sadece bir tek sayha olur. Hemen onların hepsi huzurumuza getirilirler." Yapılan şey, İsrafil (a.s.)'in Sûr'a son bir kez üflemesinden başka birşey değildir. Onlar, sadece bu sayha ile hemen hesap, karşılık ve azap için bizim huzurumuza süratle toplanmışlardır.
Beydâvî şöyle demiştir: "Bütün bu ayetlerde kullanılan ifade, öldükten sonra dirilme ve haşr işinin kolayca vukua geleceğini ve bu işlerin, dünyada alışılan sebeplere bağlı olmadığını dile getirmektedir."
"O gün hiçkimseye bir haksızlık yapılmaz. Siz de yaptığınızdan başkasıyla mukabele görmezsiniz." Yani o gün onlara böyle denir. Bu ifade, yaşanacağı vaad edilen vakıayı tasvir etmekte ve onun geleceğine dair inancı kalplere yerleştirmek maksadını gütmektedir. [33]
Kâfirlerin Allah'tan sakınmaktan ve infakta bulunmaktan yüz çevirdikleri açıklandıktan sonra Yüce Allah bunun sebebini beyan buyurmaktadır. Bu sebep, onların öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmeleri, eğer doğruysa hemen gelmesini isteyerek onu alay konusu yapmalarıdır.
Daha sonra Yüce Allah, onun şüphesiz bir gerçek olduğunu ve onlar hiç beklemezken ölümün onlara aniden ve habersizce geleceğini açıklamakta; yaşayanları öldürdükten sonra tekrar diriltmenin kendisi için kolay birşey olduğunu ve bunun için Sûr'a bir kere üfürülmesinden başka birşeye gerek olmadığını anlatmaktadır. [34]
Yüce Allah kâfirlerin, şöyle diyerek kıyametin kopmasını uzak gördüklerini haber vermektedir:
"Eğer doğru söylüyorsanız bu vaat ne zaman gerçekleşecek?" derler." Yani müşrikler, müminlerle alay ederek kibirli bir tarzda öldükten sonra dirilmenin hemen olmasını ister ve şöyle derler: "Eğer söylediğiniz ve vaad ettiğiniz şeyde doğru söylüyorsanız bize olacağını vaad ettiğiniz ve bizi kendisiyle tehdit ettiğiniz bu dirilmenin ne zaman olacağını söyleyin."
Müşriklerin bu hitabı, onları Allah'a ve ahiret gününe iman etmeye çağıran Hz. Peygamber (s.a.)'e ve müminleredir.
"Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar." Yani azap ve kıyamet için sadece Sûra bir kere üfürülmesini beklerler. Bu, yeryüzündeki bütün insanların kendisiyle hemen öleceği ürperten bir sestir. Onlar o anda aralarındaki alış veriş vb. dünya işlerinde çekişmektedirler. Yani onlar, günlük muameleler, konuşmalar, yeme içme vs. dünya işleriyle meşguldürler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz de onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık" (A'râf, 7/95), "Onlar ille o saatin, hiç farkında olmadıkları bir sırada başlarına gelmesini mi bekliyorlar?" (Zuhruf, 43/66).
Buradaki "korkunç ses", İkrime'nin de dediği gibi Sûr'a ilk üfürülüş-tür. Bu görüşü İbni Cerir'in İbni Ömer (r.a.)'den aktardığı şu rivayet de teyit etmektedir: "Sûra, insanlar yollarda, sokaklarda ve meclislerinde iken üfürülecektir. Hatta iki kişi, bir elbise alım satımı konusunda aralarında pazarlık yapacak olsa, daha birisinin onu elinden bırakmasına fırsat kalmadan Sûra üfürülür ve o kişi helak olur. İşte bu ses, hakkında Yüce Allah'ın, "Onlar sadece korkunç bir sesten başkasını gözetmezler. O, çekişip dururlarken kendilerini ansızın yakalar" buyurduğu sestir.
Buhari ve Müslim, Ebû Hureyre; (r.a)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle bir halde H, alım satım için satıcı ile müşteri aralarında kumaşlarını yaymış olacaklar da ne alım satım yapabilecekler, ne de kumaşlarını dürebilecekler. Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ki kişi, su havuzunu sıvayıp[35] tamir edecek, fakat havuzun suyunu kullanması nasip olmayacaktır. Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle bir çabuklukta ki kişi, sağımlı devesinin sütünü sağıp getirdiği halde onu içemeyecektir. Kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ansızın kopacaktır ki kişi, yemek yerken lokmasını ağzına kaldıracak, ancak onu yemesine fırsat kalmayacaktır."
Daha sonra Yüce Allah, umumi ölümün veya sayhanın süratini açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"İşte o zaman bunlar bir vasiyette bile bulunamazlar. Hatta o vakit ailelerine dahi dönecek halde değildirler." Yani onlardan bir kısmı diğerine, sahip olduğu mülkü ve borçlarını vasiyet edemeyecek. Aksine onlar sokaklarında ve bulundukları yerlerde ölecekler, çıktıkları evlerine dönme imkânı bulamayacaklar.
Daha sonra Yüce Allah, Sûr'a ikinci kez üfürüleceğini haber vermektedir ki bu üfürüş, öldükten sonra dirilme ve kabirlerden kalkma üfürüşüdür:
"Sûr'a üfürüldü. İşte onlar kabirlerinden kalkıp Rabb'lerine koşuyorlar" Yani öldükten sonra dirilme ve kabirlerden kalkma için Sûr'a ikinci kez üfürüldü. O anda bütün mahlukât, kabirlerinden kalkıp, hesap ve amellerinin karşılığı için Rabb'lerine kavuşmak üzere süratle yürüyorlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün onlar, sanki dikili birşeye koşar gibi kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar." (Me'âric, 70/43).
Daha sonra Yüce Allah, dirilme hadisesinin akabinde onların yaşayacakları korku ve ürpertiyi zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"O zaman şöyle dediler:" Vah bize. Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı ?" Yani o diriltilenler şöyle dediler: Helak olduk! Bizi, öldükten sonra kabirlerimizden dirilten kimdir? O kabirler onların, dünya hayatında iken diriltilip içinden çıkarılacaklarına inanmadıkları yerlerdir. Onlar, o ürperti verici sahneleri ve başlarına gelen korkunç hali müşahede ettikleri zaman, kabirlerinde uyumakta olduklarını zannettiler.
Bu, onların kabirlerinde çekecekleri azabı ortadan kaldırmaz. Çünkü dirüdikleri zaman yaşayacakları ahvale nispetle kabir azabı onlara uyku gibi gelecektir.
"İşte Rahmanın vadettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş" Yani işte bu, Allah'ın vadettiği ve gönderilen peygamberlerin, yaşanacağını haber verdikleri şeydir.
İnkarcılar artık kendilerine gelmiş, ölümden diriltildiklerini itiraf ve tasdikin fayda vermeyeceği o gün peygamberlerin doğruluğunu ikrar etmişlerdir. Yukarıdaki söz, kâfirlerin söyleyeceği sözdür. Bu, Abdurrahman b. Zeyd'in görüşüdür. Şevkânî ve daha başkalarının tercih ettiği görüş de budur.
İbni Cerir ve İbni Kesir ise bu cümlenin, Yüce Allah'ın şu kavlinde olduğu gibi meleklerin veya müminlerin cevabı olduğu görüşünü tercih etmişlerdir: "Vah bize! Bu, ceza günüdür" dediler. Bu, yalanlamakta olduğunuz hüküm günüdür." (Sâffât, 37/20-21).
Daha sonra Yüce Allah, dirilme işleminin süratini açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Sadece bir tek sayha olur. Hemen onların hepsi huzurumuza getirilirler" Yani Sûr'a üfürüş, bir tek sayhadan başka birşey değildir. O zaman onlar diri olarak hesap vermek ve amellerinin karşılığını görmek için süratle huzurumuza toplanırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o, ancak bir tek haykırıştır. Ki o zaman onlar hemen diri olarak toprağın yüzündedirler." (Nazi'ât, 79/13-14), "Kıyamet hadisesi de ancak göz kırpma gibidir. Yahut o, daha yakındır." (Nahl, 16/77).
Bundan sonra da, yapılacak olan adil yargılamadan bahdedilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:
"O gün hiç kimseye bir haksızlık yapılmaz. Siz de yaptığınızdan başkasıyla mukabele görmezsiniz" Yani kıyamet gününde, ne kadar az olursa olsun hiç kimsenin ameli eksiltümeyecektir ve siz, işlediğiniz hayır ve şerrin karşılığından başka birşey almayacaksınız. [36]
Bu ayetler, aşağıdaki hususları göstermektedir.
1- Kâfirlerin, alaycı bir tavırla kıyametin hemen kopması konusundaki isteklerinin susturucu cevabı, onun göz kırpması kadar veya ondan daha az bir sürede ansızın geleceği ve bir üfürüş vuku bulacağı hakkındaki haber olmuştur. Bu üfürüş, İsrafil (a.s.)'in, insanların dünya işleri konusunda birbirleriyle çekiştikleri bir anda vuku bulacak bir üfürüşüdür. Bunun üzerine onlar oldukları yerde öleceklerdir. Dolayısıyla bu, öldürücü bir üfürüştür.
2- Bu üfürüş ile gelen ani ölümün neticesi olarak onlar, ne memleketlerinden çıkmış iseler oralara dönme imkânı bulabilecekler, ne de lehlerine ve aleyhlerine olan konularda başkalarına bir vasiyette bulunabilecekler. Buradaki "vasiyefin, onların birbirlerine tevbe tavsiye etmesi olduğu da söylenmiştir. Bilakis onlar, sokaklarında ve bulundukları yerlerde öleceklerdir.
3- Sonra ikinci üfürüş gelecektir ki bu, Sûr'a diriliş ve kabirlerden kalkış için üflenmesidir. Şu halde Sûr'a iki defa üfürülecek demektir, üçüncü bir üfürüş söz konusu değildir. Buna, "Sûr'a üfürüldü. İşte onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine koşuyorlar" ayeti delâlet etmektedir. Mübarek b. Fedâle, Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İki üfürüş arasında kırk yıl vardır. İlk üfürüşte Yüce Allah bütün canlıları öldürecek, diğerinde de bütün ölüleri diriltecektir."
4- Kabirlerinden diriltilenler, ürküntü veren o ahvalin şiddetinden dolayı şaşırıp dehşete düşecekler ve kabir azabını arar vaziyette birbirlerine kendilerini kabirlerinden çıkaranın kim olduğunu soracaklardır. Çünkü kabir azabı, daha sonra görecekleri ahvalin şiddetine nispetle uyku gibidir.
5- İkinci üfürüş de -ki o dirilme ve kabirlerden kalkma üfürüşüdür-son derece süratli olacaktır. Sûr'a ikinci kere üfürüldüğünde bütün insanlar toplanacak ve hesap ve amellerinin karşılığını görmek üzere Rabb'leri-nin huzuruna süratle giderek orada hazır olacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Boyunlarını çağırana doğru uzatmış koşarlarken..." (Kamer, 54/8).
6- Hesap haktır ve adaletli bir şekilde görülecektir. Amellere verilecek karşılık da mutlak adalet ölçüleri ile olacaktır. Dolayısıyla ne kadar az olursa olsun hiçbir amelin sevabı eksiltilmeyecek ve insanlar, işledikleri hayır ve şerre uygun karşılıktan başka birşeyle karşılık görmeyeceklerdir. [37]
55- O gün cennet ehli, bir iş içinde eğlenirler.
56- Kendileri de eşleri de gölgelerde tahtlar üzerine kurulup yaslanmış-
57- Orada taze meyveler onların, arzu edecekleri her şey onlarındır.
58- Çok esirgeyici Rablerinden bir de selâm vardır.
Son ayetteki "selâm" kelimesinin, mevsûf bir nekire olarak kabul edilmesi halinde bir önceki ayetteki "mâ" harfinin vasfı olarak değerlendirilmesi de doğrudur. O zaman anlam şöyle olur: "Arzu ettikleri selâm onlarındır.[38]
"Ogün cennet ehli bir iş içinde..." Buradaki "şuğl" kelimesi, insanı başka şeyler yapmaktan alıkoyan iş demektir. Bu, sevinç veren bir iş olabileceği gibi, üzüntü veren bir iş de olabilir. Bu kelime ile burada kastedilen şudur: Cennet ehli içinde bulundukları lezzetlerle meşguldürler. Bu lezzetleri ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de beşer aklına bunların mahiyeti gelmiştir. Onlar işte bu lezzetlerle meşguliyetlerinden ötürü cehennem ehlinin durumuna dikkat edemezler. Bu meşguliyet yorucu değil, zevk verici bir meşguliyettir. Çünkü cennette, yorgun ve bitkin düşme yoktur, "eğlenirler" yani refah ve lezzetler içindedirler.
Buradaki "erâik: tahtlar" kelimesi, "erîke" kelimesinin çoğuludur. Çadır veya evde bulunan süslenmiş taht, divan, koltuk vb. ya da karyola anlamına gelir. [39]
Yüce Allah, gerçekleşeceğinde şüphe bulunmayan diriliş hadisesini ve kıyamet günü amellerin karşılığının adil bir şekilde verileceğini açıkladıktan sonra, bu ayetlerde de, iyiler için hazırladığı şeyleri beyan buyurmaktadır. Bunların ardından gelecek ayetlerde ise kötüler için hazırladığı şeyleri açıklayacaktır. İnsanları salih amel işlemeye teşvik ve kötü amellerden sakındırıp, uzaklaştırmak amacıyla ayetler arasında böyle bir tertip göze-tilmiştir. [40]
Yüce Allah, cennet ehlinin durumunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"O gün cennet ehli, bir iş içinde eğlenirler." Yani salih müminler kıyamet günü cennet bahçelerine girdikleri zaman, faydalandıkları ve zevk aldıkları lezzetler, nimetler ve elde ettikleri büyük kazanç ile -başkalarını görmeyecek şekilde- meşguliyet içinde olurlar. Bu nimetleri ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de bunların mahiyeti beşer aklına gelmiştir.
Bu durumda onlar, cehennem ehlinin çektiği azaba dikkatlerini veremeyecek bir meşguliyet içindedirler. Onlar, faydalandıkları, zevk aldıkları ve hoşlandıkları nimetler içindedirler.
Onlar sadece bu nimetlerden faydalanmakla kalmazlar, aynı zamanda eşleriyle bir ünsiyet ve mutluluk içindedirler. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kendileri de eşleri de gölgelerde tahtlar üzerine kurulup yaslanmışlardır. " Yani onlar ve eşleri cennette ağaçların güneş almayan gölgelerinde-dirler. Çünkü orada insanı rahatsız edecek şekilde güneş sıcaklığı yoktur. Onlar orada kendilerini gölgeleyen ve örten çadır ve zifaf odalarında tahtları üzerinde mutluluk içindedirler.
Buradaki faydalanma, ruhî değil maddîdir. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Orada taze meyveler onların, arzu edecekleri her şey onlarındır." Yani kendilerine bütün cinsleriyle meyveler sunulmuştur ve bundan başka istedikleri ve iştahlarının çektiği her şey onlarındır. İstedikleri zaman her türlü lezzeti hazır bulurlar.
Bu ayette "Orada taze meyveler onlarındır." buyurulduğu halde "bu meyvaları yerler" denmemiştir. Bu, onların diledikleri zaman diledikleri şeye sahip olma güç ve kudretinde olacaklarına işarettir.
Onların orada buldukları nimetin en değerlisi ve üstünü ise Allah'ın onlara selâmıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Çok esirgeyici Rablerinden bir de selâm vardır" Yani onların temenni ettiği şey, Allah'ın onlara selâmı, yani kendilerini çirkin görülen her türlü şeyden emin kılmasıdır ki onlara "Selâm sizin üzerinize olsun ey cennet ehli." buyurur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendisine kavuştukları gün müminlere yapılacak dirlik temennileri "selâm" demek olacaktır." (Ahzâb, 33/44). Bu selâm, "Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar. "Sabretmenize karşılık selâm size. Dünyanın en güzel sonucudur bu." derler." (Ra'd, 13/23-24) ayetinde belirtildiği gibi, melekler vasıtasıyla da olabilir. Şu halde anlam şöyle olur: Allah onlara, kendilerini yücelttiğinin bir işareti olarak melekler vasıtasıyla veya vasıtasız olarak selâm eder. Bu, onların temenni ettiği şeydir. [41]
Bu ayetlerden, aşağıdaki hususlar anlaşılır:
1- Cennet ehli, oradaki nimetlerden maddi bir hazla faydalanırlar. Bu faydalanma sadece ruhî değildir. Onlar orada içinde bulundukları türlü nimet ve lezzetlerle günahkârların ateşteki durumuna ve çektikleri elim azaba -aralarında aileleri ve yakınları da bulunmuş olsa dahi- dikkat edemeyecek derecede meşguldürler.
2- Cenhet ehli ve onların eşleri, kendilerini örten gölgeliklerde, süslü tahtlar ve koltuklar üzerine kurulup yaslanmışlardır.
3- Onlar için hadde hesaba gelmeyecek meyveler, temenni ettikleri ve iştahlarının çektiği her şey vardır. İstedikleri zaman her türlü lezzeti hazır bulurlar.
4- Yine onlar için, en mükemmel ve son birşey daha vardır ki, o da Yüce Allah'ın selâmıdır. Bu selâm vasıtalı ya da vasıtasız -kendilerini yücelttiğinin bir işareti olarak- kendilerine iletilir. Onların nihai arzuları da budur. [42]
59- Ey suçlular! Bu gün siz şöyle ayrılın!
60- Ey Ademoğulları! Ben size ahd vermedim mi: "Şeytana tapmayın. O sizin için apaçık bir düşmandır.
61- Bana ibadet edin. Dosdoğru yol budur" diye?
62- "O, sizden birçok halkı saptırmıştı. O zaman niye akletmiyordu-nuz?"
63- İşte bu, tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir.
64- Küfrünüzden dolayı girin oraya.
65- O gün ağızlarını mühürleriz. Ne yapmış idiyseler bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.
66- Eğer dileseydik gözlerini silerdik de yola dökülürlerdi. Ama nasıl göreceklerdi?
67- Yine dileseydik, oldukları yerde suratlarını değiştirip, onları bambaşka çirkin bir mahiyete getirirdik de, ne ileri gitmeye, ne de geri dönüp gelmeye güçleri yeterdi.
68- Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını baş aşağı çeviriyoruz. Akıllarını kullanmıyorlar mı?
Buradaki, "şeytana tapmayın" ve "bana ibadet edin" ifadeleri arasında tıbâk-ı selb vardır. Bu cümlelerden biri selb (olumsuzluk), diğeri icab (olumlu mana) ifade eder.
"O zaman niye akletmiyordunuz?" ve "Akıllarını kullanmıyorlar mı?" cümleleri, azarlama maksadıyla istifham-ı inkârî tarzında gelmiştir.
"ne ileri gitmeye, ne de geri dönüp gelmeye güçleri yeterdi" ayetindeki "ileri gitme" ve "geri dönme" ifadeleri arasında tezat vardır. [43]
"...ayrılın!" Kendileriyle karıştıkları zaman müminlerden ayrılın ve ayrı durun. Yani suçlulara şöyle denir: "Ahirette salihlerden ayrılın."
"Ben size ahd vermedim mi?" Peygamberlerimin lisanıyla size tavsiye ve emretmedim mi? Buradaki "ahd" kelimesi vasiyet ve tavsiye anlamındadır. Bu cümle de, suçluları hüccetle kıskıvrak yakalamak ve onları cevap veremez hale getirmek maksadıyla kendilerine hitap eden ayetlerdendir. "şeytana tapmayın" Ona itaat etmeyin. Burada "şeytana ibadet" ile kastedilen, Allah'tan gayri ibadet edilen batıl ilâhlardır ki onlara ibadeti şeytan güzel gösterir ve emreder. "O sizin için apaçık bir düşmandır." Düşmanlığı açıktır.
"Bana ibadet edin" Beni birleyin ve bana itaat edin. Yani ben size, şeytanlara kulluğu terk ve bana ibadeti emir ve tavsiye etmedim mi? "Dosdoğru yol budur." Yani dosdoğru kılınmış sağlam yol ki, İslam dinidir.
"O zaman" şeytanın düşmanlığını ve sizi saptırmasını "niye akletmi-yordunuz?"
"İşte bu" dünyada peygamberlerin diliyle "tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir. "
"Küfrünüzden dolayı girin oraya." Dünyada Allah'ı inkâr etmeniz, şeytana itaatiniz ve putlara tapmanız sebebiyle girin oraya ve oranın sıcaklığını tadın.
"O gün ağızlarını mühürleriz." Yani onların konuşmalarına mani oluruz. Burada kastedilen, kâfirlerin ağızlarıdır. "Ne yapmış idiyseler bize elleri söyler, ayakları" ve başka uzuvları "da" Allah'ın kendilerinde konuşma kudreti yaratmasıyla "şahitlik eder" Böylece her organ, kendisinden sadır olan amel ve fiili söyler. Beyzâvi şöyle demiştir: Bu azaların konuşması, kendileri vasıtasıyla işlenen günanların izlerinin, üzerlerinde zuhur ve işlenen fiillere delâlet etmesi ya da Yüce Allah'ın kendilerini konuşturması suretiyledir.
"Eğer dileseydik gözlerini silerdik de" Yani onları kör ederdik. Buradaki "tam: silmek" kelimesi, silmek suretiyle izi yok etmek demektir, "yola dökülürlerdi" Yani alıştıkları yolda yürüyüp geçmek için acele ederlerdi. "Ama nereden görecekler?" Yani o zaman yolu ve gerçeği nasıl göreceklerdi? Göremezlerdi!
"mekânetihim: oldukları yerde" Mekânlarında donup kalacak şekilde. Buradaki "mekânetihim" (oldukları yerde) kelimesi "mekâne" kelimesinin çoğulu olan "mekânât" kelimesiyle "mekânâtihim" şeklinde de okunmuştur ki "mekân" anlamındadır. Bu takdirde de anlam, "evlerinde" şeklinde olur. "suratlarını değiştirip bambaşka çirkin bir mahiyete getirirdik de" Yani suratlarını, çirkin bir surat şekline dönüştürmeyi isteseydik, "ne ileri doğru
gitmeye, ne de geri dönüp gelmeye güçleri yeterdi." Yani ne ileri gidebilirlerdi, ne de geri dönebilirlerdi.
"Kime uzun ömür veriyorsak" kimin ömrünü uzatıyorsak, "onun yaratılışını baş aşağı çeviriyoruz" Yaratılışını değiştiriyor, onu yaratılışta tersine çeviriyor ve kendisini, önceki güçlülük ve tazeliğin aksi bir duruma getiriyoruz. Böylece o, gençlik ve güçlülük halinden sonra zayıf ve kocamış bir hale geliyor. "Akıllarını kullanmıyorlar mı?" ki bunu yapmaya gücü yeten, gözleri kör etmeye, şekilleri değiştirmeye ve öldürdükten sonra diriltmeye de kadirdir. Öyleyse iman edin! [44]
İyilerin ahiretteki durumunu beyan buyurduktan sonra Yüce Allah, suçluların dünya ve ahiretteki durumlarını açıklıyor. Onlar, ahirette müminlerden ayrılacak ve küfürleri ve şeytanın vesveselerine uymaları sebebiyle içinde ebedî kalmak üzere cehenneme girecekler. Dünyada ise Allah'tan bir rahmet olarak onlar hemen cezaya çarptırılmıyorlar. Zira Allah, onların gözlerini kör etmeyi ya da suretlerini değiştirerek onları maymunlar veya domuzlar gibi yapmayı dilemiyor. Onlara, düşünsünler ve hidayete gelsinler diye dünyada, zayıf ve araştırıp idrak etmekten aciz bir hale gelmeden önce yeterli ömür sürme fırsatı veriyor. Bu, onlar için açık bir sa-kmdırmadır. [45]
Yüce Allah, kıyamet günü kâfirlerin, durdukları yer itibariyle müminlerden ayrılacağını haber veriyor ve şöyle buyuruyor:
"Ey suçlular, bu gün siz şöyle ayrılın!" Yani ahirette mücrim kâfirlere "müminlerden ayrılın ve başka bir yerde durun." denir. Nitekim Yüce Allah, başka bir ayette şöyle buyuruyor: "O gün onları hep bir araya toplarız. Sonra şirk koşanlara "Haydi siz ve koştuğunuz ortaklar, yerlerinize!" deriz. Artık onları birbirinden tamamen ayırmışızdır." (Yûnus, 10/28), "Kıyametin kopacağı gün, o gün müminlerle kâfirler birbirinden ayrılırlar." (Rûm, 30/14), "O gün bölük bölük ayrılacaklardır." (Rûm, 30/43). Yani o gün insanlar iki fırka halinde bölüneceklerdir.
Ya da bu ifadeden murat, mücrimlerin birbirinden ayrılması ve Yahudilerin, Hristiyanların, Mecusilerin, Sabülerin, putlara tapanların, maddecilerin, mülhitlerin... birer fırka halinde diğerlerinden ayrılmasıdır.
Daha sonra Yüce Allah onların diğerlerinden ayrılmasının sebebini, küfürlerinden ötürü kendilerini azarlayıp paylar bir tarzda açıklıyor ve şöyle buyuruyor:
"Ey Ademoğulları! Ben size ahd vermedim mi: "Şeytana tapmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır" Yani Ey Ademoğulları! Ben, bana asi olmanız ve emrime muhalefet etmeniz yolunda şeytanın size verdiği vesveselere uyarak şeytana itaat etmemenizi peygamberler vasıtasıyla emir ve tavsiye etmedim mi? Zira şeytanın size olan düşmanlığı aşikârdır. Onun size olan düşmanlığı babanız Adem (a.s.)'dan başlamıştı.
Yüce Allah, kendisinden başkasına ibadeti yasakladıktan sonra kendisine ibadet edilmesini emrederek şöyle buyuruyor:
"Bana ibadet edin. Dosdoğru yol budur" Yani beni birleyin ve size emrettiğim ve yasakladığım hususlarda bana itaat edin. Bu emir ve yasaklar dosdoğru ve sağlam yoldur, yani İslam dinidir.
Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak şeytanın, geçmiş nesilleri saptırma yolundaki çabalarını haber veriyor:
"O, sizden birçok halkı saptırmıştı. O zaman niye akletmiyordunuz?" Yani şeytan, birçok halkı azdırmış, kötülük işlemeyi onlara güzel göstermiş ve onları, Allah'a itaatten ve Onu birlemekden alıkoymuştu. Böyle olduğu halde şeytanın size olan düşmanlığını akledip, kendileri gibi azaba çarptırılmamak için geçmişlerin içine düştüğü dalâletlerden uzaklaşmayacak mısınız?
Ardından Yüce Allah, dalâlet içinde bulunanların sonunu, kendilerini azarlayıp paylayarak şöyle beyan buyuruyor:
"İşte bu, tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir" Yani işte bu, size dünyada vaad edilen ve peygamberler vasıtasıyla sizi kendisinden sakındırdığım ateştir. Ama siz o peygamberleri yalanlamıştınız. O esnada cehennem de, onları dehşete düşürmek için kendilerine gösterilir.
"Küfrünüzden dolayı girin oraya." Dünyadayken Allah'ı inkâr etmeniz, cehennemi yalanlamanız, şeytana itaat etmeniz ve putlara tapmanız sebebiyle bugün oraya girin ve ateşini tadın.
Bu sözde, onların pişmanlıklarının şiddetine ve hasretlerine, üç açıdan işaret edilmektedir:
1- Yüce Allah'ın, "girin oraya" tarzındaki emri, tıpkı Firavun'a "Tad. Zira sen, kendince üstündün, şerefliydin" (Duhân, 44/49) kavl-i ilâhisinde olduğu gibi bir küçümseme ve ibret kılma ihtiva etmektedir.
2- "bugün" kavl-i ilâhisi azabın hazır olduğuna, onların lezzetlerinin geçip gittiği ve bugün ancak azabın kaldığına delâlet eden bir lafızdır.
3- "Küfrünüzden dolayı" kavl-i ilâhisi de, büyük bir nimeti inkârı, küfrân-ı nimeti haber veren bir ifadedir. Küfran-ı nimette bulunanların, o nimeti verenden utanması, en şiddetli elemlerdendir.
Daha sonra Yüce Allah onların, işlediği cürüm ile inkâr edemeyecekleri bir şekilde nasıl yüzyüze getirileceklerini açıklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"O gün ağızlarını mühürleriz. Ne yapmış idiyseler bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder" Yani bu dehşetli günde Allah, kâfirlerin ve münafıkların ağzını, konuşamayacakları şekilde mühürler ve işledikleri fiilleri azaların kendisinin söylemesini ister. Bunun üzerine onların elleri ve ayakları, işledikleri fiilleri söyler. Bu, onların, günah işlerken kendilerine yardımcı olan organlarının şimdi kendileri aleyhine birer şahit olacağını bilmeleri içindir.
Ellerin konuşma, ayakların da şahitlik etme mevkiine getirilmesinin sebebi, ekseri fiillerin, doğrudan ellerle tamamlanmasıdır. Nitekim Yüce Allah, "... ve kendi ellerinin ürünlerinden ..." (Yâ-Sîn, 36/35), "... kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 2/195) buyurmaktadır. Bu son ayetteki "velâ tulkû bi eydîkum" kavl-i ilâhisi, "velâ tulkû bi enfusikum" anlamındadır. Bir amele şahit olanın, o ameli işleyenden başkası olması gerekir. Dolayısıyla -kendilerine fiil izafe etmenin zorluğu sebebiyle-ayaklar ve deriler, şahitler cümlesinden olarak takdir buyurulmuştur.
Müslim, Nesâi, ve İbni Ebî Hatim, Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Kul kıyamet günü şöyle diyecek: "Ben kendime, benim tarafımdan bir şahit getirilmesinden başka bir şeye razı değilim." Bunun üzerine Yüce Allah, "Bugün muhasebene kefil olarak nefsin, şahitler olarak da Kiramen Kâtibin melekleri kâfidir." buyuracak ve o kimsenin ağzına mühür vurulacak. Ardından da organlarına "Konuş" denecek, onlar da o kulun amellerini söyleyecekler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılacak ve uzuvlarına "Sizler uzak olun, ırak olun! Ben ancak sizin için mücadele ediyordum." diyecek."
Daha sonra Yüce Allah, gözlerini kör etme, suretlerini değiştirme ve kendilerini hareketsiz kılma gibi, kudretinin onlar üzerindeki bazı tezahürlerini açıklıyor ve şöyle buyuruyor:
"Eğer dileseydik gözlerini silerdik de yola dökülürlerdi. Ama nereden görecekler?" Yani eğer dilersek onların görmelerini gideririz veya onları kör ederiz. Böylece onlar doğru yolu görmez olurlar. Onlar bu durumda yürümek için alıştıkları ve bildikleri bir yola dökülseler yürümeye muktedir olamazlar. Yolu nasıl görsünler ki, görmeleri gitmiştir?
"Yine dileseydik, oldukları yerde suratlarını değiştirip, onları bambaşka çirkin bir mahiyete getirirdik de, ne ileri gitmeye, ne de geri dönüp gelmeye güçleri yeterdi." Yani dilesek, onlar mekânlarında ve bulundukları yerlerde kötülükler işlerken onların yaratılışlarını değiştirir, suretlerini maymun, domuz gibi daha çirkin başka suretlere çeviririz de, yürüyüp gitmeye de arkalarına dönmeye de muktedir olamaz, bir tek durumda kalakalırlar. Ne ileri ne de geri gidebilirler.
Akabinde onları, gençlik fırsatını kaçırmaktan sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını baş aşağı çeviriyoruz. Akıllarını kullanmıyorlar mı?" Yani kimin ömrünü uzatırsak, kendisini kuvvetli halinden sonra zayıflığa, faal bir durumdan acze döndürürüz. Onlar, her yeni yaşa girdiklerinde zayıf düştüklerini ve amel işlemekten acizliğe doğru gittiklerini düşünüp idrak etmiyorlar mı? Biz onlara, doğru biçimde düşünüp akıl yürütmeleri ve araştırmaları için yeterli ömür fırsatı verdik. Artık ömürleri bundan daha fazla uzadığı takdirde uzun ömür onlara herhangi bir fayda vermeyecektir. Onlara bu şekilde bir fırsat verilmesi, mazeretlerini ortadan kaldırmaktadır. Zira iyice yaşlanınca düşünüp araştırmak için uygun bir fırsat bulamayacaklardır.
Bu ayet, "Allah sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardından kuvvet veren, sonra kuvvetin arkasından da zaafa ve ihtiyarlığa getirendir. O ne dilerse yaratır. O hakkıyla bilendir, kemâliyle kadirdir." (Rûm, 30/54) ayetine benzemektedir. [46]
Bu ayetler, aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Mücrimlerin ayrı bir nizam içinde tutulması ahirette tam ve kâmil olarak gerçekleşecek ve onlar, müminlerden ayrılacaklardır. Bu, onları tahkir etmek ve kendilerini cehennem ateşine hazırlamak içindir. Bu ayırma işlemi, müminlere "Onların arasından çıkın." buyurularak kendilerine cennete gitmeleri emredildiği zaman gerçekleşecektir.
Dahhâk şöyle demiştir: Mücrimler de kendi aralarından birbirlerinden ayrılacaklardır. Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler, Sâbiîler ve puta tapanlar ayrı birer fırka olarak tefrik olunacaklardır.
2- Kâfirler, ahirette cezalandırılmadan önce dünyada da azarlanmaktadır. Zira kendilerine Hak tarafından "Ben size, bana isyan hususunda şeytana itaat etmemenizi, beni birlemenizi ve bana ibadet etmenizi peygamberler aracılığıyla tavsiye ve tebliğ etmedim mi?" buyurulmaktadır.
3- Yüce Allah, kullarını şeytandan sakındırma konusundaki emrini şöyle buyurarak tekit etmektedir: "Şeytan, vesveseleriyle birçok nesli azdırıp saptırdı. Sizler onların başına gelenlerden ibret almıyor ve onun düşmanlığını akletmiyor, Yüce Allah'a itaat etmeniz gerektiğini bilmiyor musunuz?"
4- Cehennem bekçisi olan melekler kâfirlere "Bu, size vadedilen ve sizin yalanladığınız cehennemdir." diyecekler.
Ebû Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Kıyamet günü geldiği zaman Allah insanları, cinleri, önce geçenleri ve sonra gelenleri bir yerde toplar; sonra da ateşten bir boyun mahlukâtm üzerine uzanır. Ardından da münadi bir melek şöyle seslenir:
"İşte bu, tehdit edilegeldiğiniz cehennemdir. Küfrünüzden dolayı girin oraya." (Yâ-Sîn, 36/63-64), O zaman bütün ümmetler dizleri üzerine çöker. "Yüklü her kadın yükünü düşürür." (Hacc, 22/2), "Emzikli her kadın emzirdiğinden geçer. İnsanları sarhoş görürsün. Oysa sarhoş değillerdir, ama Allah'ın azabı pek çetindir." (Hac, 22/2).
5- İnsanın, kendi hakkı olan konularda kendisine yardımcı olan organları, o zaman Rabb'inin hakkı olan hususlarda insanın aleyhine birer şahit olacaktır. İlgili ayette ellerin konuşması, ayakların da şahitlik etmesi şeklindeki anlatımın sebebi, elin doğrudan ameli işleyen organ olması ve bu sebeple bir başka organın şahitliğine muhtaç bulunmasıdır.
Kıyamet günü meydana gelecek olan şahitlik olaylarından biri de şudur: Müşrikler -Kur'an'ın da kendilerinden hikâye ettiği gibi- "Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki biz müşriklerden değildik." (En'âm, 6/23) diyecekler. Bunun üzerine Allah onların ağızlarını mühürleyecek de organları konuşacak.
6- Allah dilese kâfirleri, yolun doğrusunu görmeyecek şekilde kör eder ve onlar ne evlerine, ne de başka bir yere giden yolu görebilirler. Ancak O, onlara karşı rahmetinin bir eseri olarak ve kendilerini -tek olan ve ortağı bulunmayan- Allah'a imana götürecek olan sağlıklı düşünme ameliyesine imkân bulsunlar diye böyle yapmamaktadır.
7- Allah dilese, küfürlerinin karşılığı olarak kâfirlerin yaratılışını daha çirkin bir şekle çevirir; onları taş, cansız bir varlık veya -maymun, domuz gibi- hayvan şekline sokar. O zaman onlar -tıpkı cansız maddelerin hareketsizliği gibi- ne ileri gidebilir, ne de geri dönebilirler. Ancak Yüce Allah, yine geniş rahmeti sebebiyle onlara bunu yapmamaktadır.
8- İnsanların ömürlerini, Allah'ın kendilerine takdir ettiğinden daha fazla uzatmaya hacet yoktur. Çünkü ömürleri uzadıkça insanların zayıflığı artmaktadır. "Kime uzun ömür veriyorsak, onun yaratılışını baş aşağı çeviriyoruz." ayetinden maksat, bu dünyanın sürekli kalış ve yerleşme yurdu değil, bir zeval ve intikal yurdu olduğunu haber vermektir. Bu sebeple Yüce Allah, ayetin sonunda "Akıllarını kullanmıyorlar mı?" buyurmaktadır. Yani son bulmayan, başka bir aleme intikalin söz konusu olmadığı ve kaçınılmaz bir yurt olan ahiret yurdu için yaratıldıklarını anlamak üzere yaratılışlarının başlangıçtaki durumu, sonra nasıl genç oldukları ve ardından yaşlandıkları konusunda akıllarını kullanıp tefekkür etmiyorlar mı? Yine kendilerine bütün bu evreleri yaşatanın, kendilerini bir kere daha diriltmeye de kadir olduğunu akletmiyorlar mı? [47]
69- Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümleri açıklayan
Kur'an'dan başkası değildir.
70- Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun.
71- Görmediler mi, ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar.
72- Onları kendilerine boyun eğdirdik. İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar.
73- Onlarda kendileri için daha birçok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?
74- kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler.
75- O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâhlar için hazırlanmış askerlerdir.
76- Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliyoruz.
"diri olanları uyarsın" ve "kâfirlere azap sözü hak olsun" cümleleri ra-smda mukabele denen ifade tarzı vardır. Uyarmak ile mazeretini kabul etmek ve müminler ile kâfirler birbirinin mukabilidir.
"ellerimizin yaptıklarından ... nice hayvanlar" Burada istiare-i temsili-ye vardır. Yüce Allah burada mahlukâtı ve evreni yaratmayı, elleriyle bir iş yapan, o işi bizzat ve sağlam bir şekilde gerçekleştiren kimsenin fiiline benzetmiştir. Burada "yapma" fiili "yaratma" fiili yerine kullanılmıştır.
"Onlarda kendileri için daha birçok faydalar ve içecekler var" ayetinin "binekleri onlardandır." ayetinden sonra gelmesi, nimetin büyüklüğünü ifade için umum bildiren ifadenin hâss bildirenden sonra gelmesidir.
"Halâ şükretmezler mi?" ifadesi, azarlama bildiren bir istifham-ı inkâ-ridir.
"gizledikleri" ve "açığa vurdukları" kelimeleri arasında tezat vardır.
"kendileri o ilâhlar için hazırlanmış askerlerdir." ifadesinde beliğ bir teşbih vardır. "O ilâhlara hizmet ve onları müdafa etmek için hazırlanmış askerler gibidirler." anlamındadır. [48]
"Biz ona şiir öğretmedik" Bu ayet, Mekke'deki müşriklerin "Muham-med mutlaka bir şairdir ve getirdiği Kur'an da şiirdir." şeklindeki sözlerini reddetmektedir. Yani biz Kur'an'ı öğretmekle ona şiir öğretmedik. Zira Kur'an, ne lafız ne de manâ itibariyle şiire benzemez. Çünkü Kur'an vezinsiz ve kafiyesizdir. Şiir ise vezinli ve kafiyeli bir sözdür. Şu halde "Ona şiir öğretmedik." ifadesindeki zamir Hz. Peygamber (s.a.)'e gitmektedir. "Bu ona yakışmaz da" Yani onun şiir söylemesi doğru olmaz. İstemiş olsaydı bile kendisine şairlik özelliği verilmez ve şiir söylemesi kolaylaştırılmazdı. "Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümleri açıklayan Kur'an dan başkası değildir" Yani Kur'an, Allah'tan gelen bir nasihat veya öğüt ve irşattan başka birşey değildir; hükümleri, kuralları ortaya koyan ve ibadet esnasında tilâvet edilen semavi bir kitaptır.
Kur'an veya Hz. Peygamber (s.a.), "diri" yani akıllı ve muhatabı olduğu mesajı anlayanları veya kalbi diri ve basireti açık "olanları" uyarsın ve küfre yönelen "kâfirlere" -ki onlar ölüler gibidirler ve muhatabı oldukları mesajı akletmezler- "azap sözü hak olsun", azap onlar için gerekli ve sabit olsun.
"Görmediler mi" yani bilmediler mi? Buradaki istifham takrir içindir ve olumsuzluk ifade eden "lem" harfininin başındaki "vav", atıf harfidir. "ellerimizin yaptıklarından" yani ihdas etmeyi üstlendiğimiz, yaptığımız ve herhangi bir ortak veya yardımcı olmadan örneksiz olarak yarattığımız şeylerden "kendilerine nice hayvanlar" ki bunlar deve, sığır ve koyundur. Kur'an'da özellikle bu hayvanların zikredilmesinin sebebi, bu hayvanlardaki orijinal fıtrî özellikler ve insanlara sağladıkları faydaların çokluğudur. "yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar." Yani sahip ve hükümran olup onlara istedikleri gibi hükmediyorlar.
"İşte binekleri" yani bindikleri şeyler "onlardandır ve onlardan yiyorlar" yani etini yedikleri hayvanlar da onlardandır.
"Onlarda kendileri için" yünleri, tüyleri ve kılları gibi "daha birçok faydalar ve" sütlerinden "içecekler var." Buradaki "meşarib" kelimesi, "içilen yer" anlamındaki "meşrab" kelimesinin çoğuludur veya masdardır. "Halâ" bu nimetleri kendilerine verene "şükretmezler mi?" ve iman etmezler mi? Zira şayet O'nun bu hayvanları yaratması ve insanların emrine amade kılması olmasaydı insanlar bu önemli faydaları elde edemezlerdi.
"Belki kendilerine" kriz ve sıkıntı dönemlerinde "yardım edilir diye Allah'ı bırakıp" putlardan ve benzeri şeylerden kendilerine kulluk ettikleri "başka ilâhlar edindiler." Oysa bunların herhangi birşeye güçleri yetmediği gibi herhangi bir faydaları da yoktur.
"O ilâhlar kendilerine yardım edemezler" Yani onların ilâhları, kendilerine herhangi bir hususta yardıma kadir değildirler. Burada söz konusu batıl ilâhlar hakkında, akıllı varlıklar için kullanılan kalıp kullanılmıştır. "Tersine, kendileri o ilâhlar için hazırlanmış askerlerdir." Yani asıl onlar putlardan müteşekkil ilâhları için, onları savunan birer askerdirler. Daha sonra da o kimseler, cehennemde ilâhlarının yanına bırakılacaklardır.
"Onların sözü seni üzmesin." Onların Allah hakkında ilhad ve şirk, senin hakkında da yalanmala ihtiva eden sözleri seni kederlendirmesin. [49]
Yüce Allah, dinin üç esasından ikisini -ki bunlardan biri "Bana ibadet edin. Dosdoğru yol budur" ayetindeki "vahdaniyet", diğeri de "İşte bu.... cehennemdir.... Girin oraya!" ayetinde ifadesini bulan "öldükten sonra dirilme ve haşr"dır- zikrettikten sonra üçüncü esası zikretmektedir ki o da "Biz ona şiir öğretmedik." ifadesiyle başlayan birinci ve ikinci ayette yer alan "risalet" esasıdır.
Ardından Yüce Allah, sözü tekrar vahdaniyet esasına getirmekte ve bu ayetlerin devamında, vahdaniyeti anlatan deliller getirmektedir. [50]
Cenab-ı Hak Kur’an’ın şiir, Hz. Peygamber (s.a.)'in de şair olmadığını belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." Yani peygamber bir şair değildir. Onun şiir söylemesi doğru olmaz. İstemiş olsaydı bile kendisine şairlik özelliği verilmez ve şiir söylemesi kolaylaştırılmazdı. Onun yaratılışında bu özellik yoktur, o şiiri sevmez. Allah onu, okuma yazma bilmeyen ümmî bir kişi olarak yaratmıştır. Allah ona ancak Kur'an'ı öğretmiştir ki Kur'an şiirden daha üstün ve şiirden başka bir şeydir.
Şiir, kendine has vezni olan sözdür. Her beyti belli bir harfle biter ki buna kafiye denir. Kasidelerin, bir tek kafiye ile başlayıp bitmesi, yani her beytin son harfinin aynı olması zorunludur. Şiir, geniş bir hayal ve yüksek bir tasvir gücüyle gelişmiş canlı bir duygu dünyasına dayanır. Şair şiirdene akıl ve mantığın ölçülerine uyar, ne de methiye, hiciv, ağıt, gazel vb. türlerde hassas ölçülere riayeti ve doğruluğu arar; o tasvirde ve özelliklerin dile getirilmesinde mübalağa yapar. Onun için sadece söylediklerinin din-leyenlerce beğenilmesi önemlidir. Bu sebeple Yüce Allah şairleri "Görmüyor musun onları, nasıl her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar. Ve onlar yapmayacakları şeyleri söylerler." (Şu'arâ, 26/225-226) şeklinde tavsif buyurmaktadır. Araplar, "Şiirin en güzeli, en yalan olanıdır." derler. Bu konuda Ebû Hayyân da şöyle demiştir: "Şiir ancak vezinli ve kafiyeli bir sözdür. Şairlerin seçtiği anlama delâlet eder ve çok hayal kurma, sözü süsleyip yaldızlama vs. özelliklere dayanır ki mütedeyyin kimseler, onu yazmak şöyle dursun, başkası tarafından yazılmış şiiri bile okumaktan uzak dururlar.[51]
Kur'an-ı Kerim'e gelince, onun verdiği haberler doğrudur; söyledikleri, vuku bulmuş ibret verici olaylardır; metodu, beşeri saadete erdirecek kanunlar koymaktır; maksadı, amellerin faziletli olanlarını işlemeye ve en güzel hasletlere ve ahlâka sahip olmaya teşvik, sapıklık ve çirkinliklerden kaçındırma ve nihayet sahih ibadet ile doğru muamele için gerekli hükümleri yerleştirmedir.
Dolayısıyla bu ayet "Biz ona şiir öğretmedik" kavl-i ilâhisiyle Kur'an'ın şiir olmadığına, "Bu ona yakışmaz da." kavl-i ilâhisi de Hz. Peygamber (s.a.)'in şair olmadığına delâlet etmektedir. Allah ona ancak kendine mahsus özellikleriyle malum şiirden ve alışılmış düzyazı türünden ayrılan Kur'an'ı öğretmiştir.
Bu ayet, Mekke'li Arapların, "Muhakkak Kuran ya bir şiir veya sihirdir, ya da kâhinlerin işidir. Muhammed de şairdir" şeklindeki sözlerine kesin bir reddir. Onlar bu sözlerle Kuranın Allah tarafından vahyedilmiş bir kelâm olması hususiyetini iptal ve risaletin kendine mahsus özelliklerini tekzip etmeyi amaçlıyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.)'in dilinden varit olan kimi vezinli sözlere gelince bunlar, herhangi bir tekellüf, sanat yapma arzusu veya kasıt olmaksızın, sadece sözün tabii seyri içinde şiiri andırır tarzda ifade edilen sözlerdir. Hz. Peygamber (s.a.)'in Huneyn günü beyaz bir katır üzerinde düşman safları arasına daldığı zaman söylediği şu sözler buna örnektir:
"Yalan değil ben nebiyim, İbni Abdulmuttalib'im."
Yine hicret esnasında mağarada ayağını taşa çarpması sonucu ayak parmağının kanaması üzerine söylediği şu sözler de böyledir:
"Sen ancak bir parmaksın ve kanadın Bunu sen Allah yolunda yaşadın."
Hatta Halîl b. Ahmed Ferâhidi, recezden meştûr'u şiir saymamıştır.[52]
Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.)'in, konuşma esnasında zaman zaman Arap şiiriyle örnek getirdiği de vakidir. Mesela bir defasında Tarafe b. Abd'in meşhur "Muallaka" sından[53] şu beyti temsil getirmişti:
"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi haberler getirecek."
İbni Ebi Hatim ve İbni Cerir'in Hz. Aişe (r.a.)'den sahih bir senetle rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) bu beyti şöyle söylüyordu:
"Günler sana bilmediğin şeyler izhar edecek, Azık vermediğin kişi getirecek haberler."
"Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.)'in mezkûr beyti böyle okuması üzerine "O beyit öyle değil." dedi, Hz. Peygamber (s.a.) de "Ben şair değilim. Şair olmak bana yakışmaz da." buyurdu."
İbni Sa'd ve İbni Ebî Hatim de Hasan'i-Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.) şu beyti temsil getirirdi:
"Yeterlidir İslâm ve ağaran saç Kötülükten nehyetmeye kişiyi." "Oysa rivayet, bu beytin şöyle olduğu yolundadır: "Yeterlidir ağaran saç ve İslam Kötülükten kişiyi nehyetmeye."
"Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.), "Şehadet ederim ki sen Allah'ın resulüsün. Allah sana şiiri öğretmedi. Sana şiir öğrenmek yakışmazdı da." demiştir."
Buhari'nin naklettiğine göre Hendek savaşı öncesi Medine etrafına hendek kazılırken Hz. Peygamber (s.a.), Abdullah b. Revâha (r.a)'nm şiirini okumuştur. Şu var ki o, recez bahrinden kaside söyleyen ashabının söylediklerine uyarak bunu yapmıştır. Sahabe o esnada hem hendek kazıyor, hem de şöyle diyorlardı:
"Rabbim olmasa rahmetin hidayet yoktu bize,
Ne sadaka, ne namazda gelmek olurdu dize.
Düşman çıkınca karşıya, sekinet indir bize;
Sabit-kadem eyle bizi, güç ver bileğimize.
Şüphesiz ki ilkin onlar saldırdı üstümüze
Diretiriz fitne yaparlarsa aleyhimize"
Hz. Peygamber (s.a.) bu şiiri söylerken "Ebeynâ (diretiriz)" kelimesine geldiği zaman sesini uzatıyordu."
Hz. Peygamber (s.a.)'e şiir öğretilmemesi meselesine gelince; Yüce Allah ona ancak, "Kendisine ne önünden, ne de arkasından hiçbir batılın gelemeyeceği ve yegâne hüküm ve hikmet sahibinden indirilme olan" (Fussilet, 41/42) Kur'an-ı Kerim'i öğretmiştir.
Kur'an ne şiir, ne tahayyülat, ne kehanet, ne düzmece, uydurma bir söz ve ne de etki eden bir sihirdir. O ancak İslamî hayatın düsturudur, nasihat ve doğru yola iletici prensipler ihtiva eden bir kitaptır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurumaktadır: "Onun getirdiği kitap bir öğütten ve hükümleri açıklayan Kur'an'dan başkası değildir." Yani Kur'an, zikirler içinde bir zikirden, nasihatlerden bir nasihatten ve üzerinde hakkını vererek düşünenler için açık, zahir ve aşikâr semavî bir kitaptan başka birşey değildir; tilâvet edilir ve hayatın her alanında her konuda kendisine başvurulur.
İşte bu sebeple Yüce Allah, Kur'an'm ve Hz. Peygamber (s.a.)'in en mühim fonksiyonunun çerçevesini şöyle çiziyor:
"Ki diri olanları uyarsın ve kâfirlere azap sözü hak olsun." Yani bu apaçık Kur'an, yeryüzünde yaşayan her canlıyı uyarsın nitekim: "Ki onunla sizi ve onun ulaştığı herkesi uyarayım." (En'âm, 6/19) kavl-i ilâhisi de böyledir. Ne var ki onun uyarmasından sadece kalbi diri ve basireti açık olanlar istifade edebilir- ve yine bu Kur'an'la kendisine inanmamakta inat eden kâfirler üzerine azap sözü sabit ve gerekli olsun diye. Bu, aynı zamanda müminlerin de söz konusu vasıfların mukabiline sahip olduğunu göstermektedir. Yani müminlerin kalbi diridir. Kâfirlere gelince, küfürleri, delillerinin geçersizliği ve Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmemeleri sebebiyle onlar gerçekte ölülere daha çok benzemektedirler. Çünkü onlar Kur'an'ın nasihatlerinden etkilenmezler, gerçeğe ve hidayete tabi olmak noktasında dikkat ve uyanıklıklarını kaybetmişlerdir.
Özetle bu ayet, Kur'an'ın müminler için bir rahmet ve kâfirler aleyhine bir hüccet olduğuna delâlet etmektedir...
Daha sonra Yüce Allah tekrar vahdaniyet konusuna dönmekte ve bu konu ile ilgili bazı deliller getirmektedir:
"Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara malik olmaktadırlar" Yani Allah'a şirk koşan ve gerek putlara, gerekse başkalarına kulluk eden bu müşrikler, Allah'ın kendileri için, kendilerinin emrine verdiği bu hayvanları yarattığını ve bunları, herhangi bir vasıta veya ortak söz konusu olmaksızın onlar için var ettiğini müşahede etmezler mi? Halbuki onları bu hayvanlara malik kılmıştır; onlar bu hayvanlar üzerine hakimdirler ve onları diledikleri gibi zabt ve tasarrufları altında bulundururlar, onlar da kendilerine boyun eğerler, itaatsizlik etmezler. Eğer Allah dileseydi bu hayvanları, kendilerine isyan edip karşı gelen, vahşi ve kendilerinden nefret eden varlıklar yapardı. Bu durumda onlar bu hayvanlardan istifade etme imkânı bulamazlardı. Ancak küçük bir çocuğun bile koca bir deveye -ve hatta yüz ya da daha fazla deveden oluşan bir kervana- hükmettiğini ve onları sevkü idaresinde bulundurduğunu görürsünüz...
Sonra Yüce Allah bu hayvanların insanlara verdiği faydaları açıklıyor ve şöyle buyuruyor:
"Onları kendilerine boyun eğdirdik. İşte binekleri onlardandır ve onlardan yiyorlar." Yani bu hayvanları onlara boyun eğici, emirlerine amade ve itaat edici kıldık; onların isteklerini -hatta bu onları kesmek şeklinde bile olsa- yerine getirmekten imtina etmezler. Yolculuk yaparken üstüne bindikleri ve eşya yükledikleri binekleri de bu hayvanlardandır. Yine etlerini yedikleri hayvanlar da bunlardandır.
"Onlarda kendileri için daha birçok faydalar ve içecekler var. Halâ şükretmezler mi?" Yani bu hayvanlarda onlar için, üzerlerine binmekten ve etlerini yemekten başka faydalar da vardır. Yünlerinden, kıl ve tüylerinden eşya ve meta olarak belli bir süreye kadar istifade ederler. Yine bu hayvanlar onlar için içecektirler. Yani onların sütlerinden içerler. Hâlâ bütün bunları yaratıp emirlerine verene ve kendileri için bu nimetleri var edene -kendisine ibadet ve itaat ile başkasını Ona ortak koşmayı bırakmak suretiyle- şükretmezler mi?
Bu, yaratıcı ve nimet verici olan Allah'a -ki O, vefa borcunu yerine getirmek ve nimet ve ihsanı karşısında takdir duymak gereken bu lütufları en geniş şekilde insana sunmaktadır- kendisine ibadet ve itaat etmek suretiyle şükür vazifesini yerine getirmeye açık bir teşviktir. Karşılığında vefa borcu ödemek gereken şeyleri en geniş şekliyle veren ve lütfü ihsanı ile takdir edilmesi gereken nimetler veren Odur.
Ne ki kâfirler bu görevi inkâr ve Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmekte, dalâletlerinde devam ile Allah'a ibadeti terketmekte, ne bir zarar, ne de fayda verebilecek olan şeylere kulluğa yönelmekte ve onlardan yardım ummaktadırlar. Onların bu durumu hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'ı bırakıp başka ilâhlar edindiler." Yani o müşrikler put ve benzeri şeyleri ilâh edinerek Allah'ı bırakıp onlara kulluk ettiler ve böylece onların kendilerine yardım edip nzık vereceğini ve kendilerini Allah'a yaklaştıracağını umdular.
Ancak gerçekte o sahte ilâhlar herhangi birşey yapmaya kadir olmadıkları gibi, onlara ibadet etmekle hiçbir fayda da sağlanamaz. Bu sebeple Allah onların beklentilerinin boşluğunu açıklayarak şöyle buyuruyor:
"O ilâhlar kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri o ilâhlar için hazırlanmış askerlerdir." Yani bu ilâhlar kullarına yardıma muktedir değildir. Hatta onlar böyle birşeyi gerçekleştirmekten daha zayıf, zelil ve hakirdirler ve hatta kendi kendilerine bile yardım edemeyecekleri gibi, kendilerine karşı kötülük edenlerden intikam almaya dahi güç yetiremezler. Çünkü onlar duymayan ve düşünmeyen cansız varlıklardır. İşte bu sebeple o müşriklerin bunlardan umduklarının ve menfaat beklentilerinin batıl olduğu sabittir.
Müşrik kâfirler, putlara itaat eden askerlerdir. Onlar bu dünyada putları için müminlere gazap ederler. Oysa o sahte ilâhlar kendilerine yardıma muktedir değildirler. Ne kendilerine bir hayır verebilir, ne de kendilerinden bir şerri savabilirler. Onlar ancak birer puttur.
Bu ayetteki "hazırlanmış" kelimesi ya herhangi birşey yapmaya güç yetiremeyen ve yardıma kudreti olmayan bu ilâhlara hizmet eden, onları savunan ve onlara dil uzatanlara gazap eden anlamındadır; yahut da çekecekleri azap için hazırlanmış manasınadır. Çünkü o ilâhlar, müşriklerin cehennem ateşi için yakıt olmalarına vesiledirler.
Bu ayetin arkasından Yüce Allah, peygamberini müşriklerden gördüğü eziyet karşısında teselli etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz." Yani onların seni yalanlaması, Allah'a kâfir olmaları, sana verdikleri eziyet ve cefalar ve "İşte bizim ilâhlarımız bunlardır. Bunlar mabud olma vasfında Allah'ın ortaklarıdır." demeleri, ya da "Sen şair veya sihirbaz yahut kâhinsin" vs. demeleri seni kesinlikle kederlendirmesin.
Zira biz onların her şeyini; gizlideki şeylerini, açıktaki şeylerini ve sana karşı besledikleri gizli düşmanlığı biliyoruz. Biz onlara bunun karşılığını verecek ve kendilerini bu sebeple azaba duçar edeceğiz. [54]
Bu ayetler, aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Kur'an şiir, Hz. Muhammed (s.a.) de şair değildir. O şiir söylememiştir de, yazmamıştır da. Eski bir beyti temsil getirmeye çalışırken bile veznini bozmuştur. Onun şiirle temsil getirmekten maksadı sadece anlamı ifade etmekti.
2- Hz. Peygamber (s.a.)'in kimi zaman vezinli konuşmuş olması, şiir biliyor olmasını gerektirmez. Zira benzeri tarzda birtakım ifadeler Kur'an ayetlerinde de bulunmaktadır. Nitekim "Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar iyiliğe eremezsiniz." (Al-i İmrân, 3/92), "... Allah'tan bir yardım ve yakın bir fetih ..." (Saff, 61/13), "... büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit kazanlardan..." (Sebe1, 34/13), "... Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun..." (Kehf, 18/29) gibi ayetler ve daha başkaları buna örnektir.
3- İbnu'l-Kasım'ın İmam Mâlik'ten rivayet ettiğine göre İmam Mâlik'e, şiir söylemenin hükmü sorulduğunda, "Sakın çokça şiir söyleme. Zira şiirin ayıplarından biri, Allah'ın "Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da" buyurmuş olmasıdır." demiştir.
4- Hz. Peygamber (s.a.) için şiir söylemek ne yakışık alır, ne de bu olmuştur. Onun bu özelliği peygamberlik alâmetlerinden birisidir. Mülhitle-rin, gerek Kur'an ayetlerinde, gerekse Hz. Peygamber (s.a.)in sözlerinde vezinli olarak gelmiş bulunan ifadeleri öne sürerek buna itiraz etmesi söz konusu olamaz. Çünkü ölçüsü şiir ölçüsüne uyduğu halde kendisiyle şiir söylemek kastedilmeyen sözler şiir değildir. Eğer öyle olsaydı, vezinli konuşan ve fakat vezin bilmeyen avam tabakasına mensup herkes şair olurdu!
5- Hz. Peygamber (s.a.)'in insanlara okuduğu şey, zikirlerden bir zikir, nasihatlerden bir nasihat ve adap, ahlâk, hikmetler, hükümler ve beşer saadeti için muhakkak olan teşriî hükümlere şamil apaçık Kur'an'dır.
6- Kur'an'ın indirilmesindeki amaç, kalbi diri ve basireti açık olan kimseleri uyarmak ve kâfirlere karşı Kur'an ayetlerini hüccet getirmeyi gerekli kılmaktır.
7- Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerinden biri de insan, hayvan ve bitkilerin yaratılmasıdır. Zira Yüce Allah bütün bunları yaratmış, yaratılışlarını ilk-örneksiz (orijinal) yapmış ve yaratma işlemini herhangi bir vasıta, vekalet veya ortaklık söz konusu olmadan gerçekleştirmiştir.
Yüce Allah'ın insanlara bir lütfü ve nimeti de hayvanları onlara boyun eğdirmesi ve -üzerlerine binmek, etlerini yiyip sütlerini içmek ve yağ elde etmek gibi hususlarda- menfaatlerine amade kılmasıdır. Bütün bunlar ve daha başka hususlar, yaratıcı ve nimet verici olan Allah'a, verdiği nimetlerden ötürü O'na ihlasla ibadet ve itaat suretiyle şükretmeyi gerektiren hususlardır.
8- Allah'ın kudretine delâlet eden ayetlerin varlığına rağmen müşrik kâfirler Allah dışında, herhangi birşey yapmaya kudreti bulunmayan başka ilâhlar edinmişlerdir; kendilerine azap gelecek olursa onlardan yardım ister ve onların desteğini umarlar.
Oysa gerçekte ilâh olduğu iddia edilen bu varlıklar, kullarına yardım edemezler. Ne onlar için bir hayrı celbedebilir, ne de onlardan bir şer ve zararı savuşturabilirler. Bununla birlikte kâfirler, söz konusu ilâhların gönüllü askerliğini yapmaktadırlar. Onlara yönelen zararları engeller, onları müdafa ve dünyada onlar için müminlere gazap ederler. Zira onlar, kendilerine yardımdan aciz bulunan bu ilâhlar için birer asker ve bekçi vazifesi üstlenmişlerdir.
Bu ilâhların, kıyamet günü kullarının askerleri olacağı, onlarla birlikte cehenneme götürülecekleri ve bu durumda onların birbirlerini müdafa edemeyeceği de söylenmiştir.
Rivayete göre kıyamet günü her kavme, dünyada ibadet ettiği mabudu benzetilecek ve bunlar, onların peşi sıra cehenneme gideceklerdir. Zira onlar, ilâhları için hazırlanmış askerlerdir. Bu anlamda bir rivayet, Sahihi Müslim'de sabittir. Keza Câmiu't-Tirmizi'de Ebû Hureyre (ra)'den gelen şöyle bir rivayet bulunmaktadır: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah kıyamet günü insanları bir yerde toplayacak. Sonra âlemlerin Rabbi olan Allah onlara tecelli edecek ve "Dikkat edin! Her insan dünyadayken ibadet ettiği varlığın ardından gitsin." buyuracak. Böylece haç ehlinin önünde haçı, put ehlinin önünde putu ve ateş ehlinin önünde ateş olacak ve onlar, kulluk ettiklerinin ardından gidecekler, sadece müslümanlar kalacak..."
9- Yüce Allah, peygamberini teselli etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Onların senin hakkındaki şair, sihirbaz vs. şeklindeki sözleri seni üzmesin." Hz. Peygamber (s.a.)'e böyle diyen kişinin Ukbe b. Ebî Mu'ayt olduğu rivayet edilmiştir. Yüce Allah ise bu sıfatların elçisinde bulunmadığını bildirmektedir.
10- Yüce Allah Alîm'dir ve kâfirlerin gerek söz, gerek fiil planında gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilendir. Kıyamet günü de bu yaptıklarının karşılığını verecektir. [55]
77- İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?
78- Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi: "Bu çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş?" dedi.
79- De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir."
80- O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ateşi ondan çakıp alıyorsunuz.
81- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O, bütün kâinatı yaratandır, her şeyi hakkıy-
82- Onun emri birşeyi dilediği zaman ona ancak "Ol" demesinden ibarettir. O da hemen oluverir.
83- Her şeyin hükümranlığı kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne kadar yücedir, münezzehtir. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz.
"evelem yera'l-insanu (insan... görmedi mi?)" ifadesinin başındaki "elif harfi, taaccüp ile birlikte bir kınama ifade eder. Ondan sonra gelen "vav" harfi ise mukadder bir fiile atıftır. Yani "İnsan tefekkür edip bilmedi mi?" demektir. [56]
"İnsan" yani cins olarak bütün insanoğlu. Bu ifade, bu ayetin nüzulüne sebep teşkil edenlere de şamildir ki bunlar Âs b. Vail Sehmî ve Übeyy b. Haleftir, "bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı" Bizim onu en zayıf şeyden yarattığımızı. Nutfe, hayatın temel maddesi olan meninin zerresidir. "görmedi mi" bilmedi mi "ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?" Bize husumette şiddetli ve çekişmede son derece aşırı bir hasım kesildi. Buradaki "apaçık" kelimesi, öldükten sonra dirilmeyi açık bir şekilde inkârı ifade etmektedir.
"Kendi yaratılışını unutarak" Bizim, kendisini -kendisinin ileri sürdüğü meselden daha garip olan- meniden yarattığımızı unuturak "bize bir misal getirdi" Yani bizim işimiz hakkında, meseli andıran garabette bir kıssa ortaya getirdi. Zira o, kendisinin aciz olduğu bir konuyu dile getirerek Allah'ın kudreti ile kulun gücünü mukayese ve bizim çürümüş kemiğe hayat vereceğimizi inkâr edip, ölüleri diriltecek bir kudretin bulunmadığını ileri sürdü: "Bu çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş?" dedi" Buradaki "ramîm" (çürümüş) kelimesi, "çürüyüp ufalanmış, dökülmüş" yani kemiğin çürümüşü anlamındadır.
Bu hadisede, kemiğin canlı olduğuna, dolayısıyla diğer azalar gibi ölümün ona da tesir edeceğine delil vardır.
"De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek." Yani O'nun kudreti nasılsa öyledir. Çünkü onda herhangi bir değişiklik olması mümkün değildir. "O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" Yani O, topluca ve tek tek özellikleriyle her yaratılmışı, gerek yaratılmadan önce, gerekse yaratıldıktan sonra hakkıyla bilendir. Mahlukâtın bütün tafsilatını ve bünyelerin en küçük parçasını, bunların yerlerini ve birbirinden nasıl ayrıldıklarını bilir ve bunları, ilk durumda oldukları hal üzere birbirine ekler.
"O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır" Yani Allah, sizin için odundan faydalanmayı kolaylaştırdı. Onu, yemek pişirmek ve ısınmak için yakıyorsunuz. Oysa o, yaşlıktan dolayı yeşil bir haldedir.
Yahut burada kastedilen şudur: Arapların yaşadığı bölgede Merh ve Afâr denen iki ağaç türü vardır ki, bunlardan birer parça dal kesilip biri diğerine vurulduğu zaman kıvılcım çakar ve ateş yanar. Oysa bunların ikisi de yeşil (taze) ağaçlardır. Bir Arap şiirinde şöyle denir:
"Elbette her şeyin vardır ateşi,
Merh ve Afar'ınsa yoktur bir eşi."
"İşte bakın ateşi ondan çakıp alıyorsunuz", ondan -birini diğerine-çakmak suretiyle ateş alıyor ve ateşi, yeşil olduğu halde bu ağaçtan tutuşturuyorsunuz. Bu, canlıları öldürdükten onra diriltecek olan kudrete delâlet eden bir hadisedir. Zira O, bu ağacın bünyesinde hem su, hem ateş, hem de odunu bir araya toplamıştır da ondaki su ateşini söndürmediği gibi, ateş de odununu yakmaz. Birşeyin, zıddı olan şeyden ortaya çıkarılması -yani ateşin, yeşil ağaçtan yakılması- benzeri görülmemiş bir hadisedir. Bu, Yüce Allah'ın kudretine delâlet eden bir gerçektir.
"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?" Yani gökleri ve yeri -ki bunların ikisi de son derece azametli ve büyüktür- yaratmaya gücü yeten, küçük ve zayıf olan insanı tekrar yaratmaya da muktedirdir. "Elbette kadirdir" Yani elbette bunu yapmaya kadirdir. Burada geçen "belâ" kelimesi, "evet" gibi bir cevap kelimesidir ve olumsuz cümleden sonra gelir. Bu ayette cevabın Allah tarafından verilmesi, bu sorunun bundan başka bir cevabının olmadığını göstermek içindir. "O, bütün kâinatı yaratandır" Yani mahlukâtı çok olandır, "her şeyi hakkıyla bilendir", ilmi her şeyi kuşatmış olandır.
"O'nun emri" Yani yaratma konusundaki işi, "bir şeyi" yaratmayı "dilediği zaman ona ancak "Ol" demesinden ibarettir. O da hemen oluverir" Yani o şey hemen olur, meydana gelir. Bu ayet Yüce Allah'ın, dilediği şeyin gerçekleşmesi hususunda kudretinin tesirini gösteren bir temsildir. O, birşe-yin olmasını murat ettiği zaman o şey herhangi bir gecikme, üzerinde çalışma ve araç-gereç kullanma söz konusu olmaksızın oluverir.
"Her şeyin hükümranlığı" tam mülkiyeti ve hükümranlık gücü "kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne kadar yücedir, münezzehtir" Burada Allah'ın, hakkında getirilen temsillerden tenzihi ve müşriklerin söylediklerinin ne kadar hayret verici olduğu ifade edilmektedir. "Siz ancak Ona döndürüleceksiniz" Ahirette O'na geri götürüleceksiniz. [57]
Hâkimin tahriç edip sahih dediği bir rivayette İbni Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: Âs b. Vâil, Hz. Peygamber (s.a.)'e çürümüş bir kemik getirerek onu elinde ufaladı ve "Ey Muhammedi Bu kemik çürüdükten sonra diriltilecek mi?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de "Evet. Allah onu diriltecek. Sonra seni öldürecek ve sonra seni de diriltecek, ardından da cehennem ateşine sokacak." buyurdu. Bu olay üzerine "İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi?" ayetinden itibaren surenin sonuna kadar olan ayetler nazil oldu."
İbni Ebî Hatim de bu rivayeti Mücâhid, İkrime, Urve b. Zübeyr, Katâ-de ve Süddî'den aynı doğrultuda tahriç etmiştir. Ancak adı geçen müfessir-ler, mezkûr kişinin Übeyy b. Halef olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hayyân'm da belirttiği gibi bu rivayet daha sahihtir. Zira İbni Vehb de İmam Mâlikten böyle rivayet etmiştir.
Söz konusu kişi ve olay hangisi olursa olsun usul-i fıkıh uleması, sebebin hususi olmasına değil, lafzın umumi olmasına itibar edileceğini söylemişlerdir. Nitekim Yüce Allah'ın "Allah, kocası hakkında seninle tartışan ... kadının sözünü işitti..." (Mücâdele, 58/1) kavl-i ilâhisinde de durum aynıdır. Bu ayet bir tek kadın hakkında nazil olmuştur, ancak bildirdiği hüküm herkes için geçerlidir. Aynı şekilde Allah'ı veya hasrı inkâr eden bütün insanların durumu da yukarıdaki ayetin hükmüne girer. Zira sadedinde bulunduğumuz ayet-i kerime bunlara reddir; dolayısıyla bu ayetin hükmü de umumi olur. [58]
Kudretini, Ona taat ve ibadetin gerekliliğini ve kendisine şirk koşmanın batıl oluşunu gösteren delilleri açıkladıktan sonra Yüce Allah, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin şüphelerini zikretmekte ve onlara şu üç noktada cevap vermektedir:
1- Yaratma fiilinin tekrarlanması, örneksiz olarak yoktan var etmek gibidir, hatta ondan daha kolaydır.
2- Allah'ın, yeşil ağaçtan ateş çıkarmaya kadir olduğu.
3- İnsandan daha azametli ve büyük olan göklerin ve yerin yaratılışı. en-Nihâye'de şöyle denir: Eşyanın fevri (birden bire) var oluşu "Kün feye-kûn" kavl-i ilâhisi iledir. [59]
"İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?" Yani her insan, yaratılışına nutfe (me-ni)den, basit bir sudan -ki o eşyanın en zayıfıdır- başladığımızı, sonra da kendisini mükemmel bir beşer haline getirdiğimizi bilmez mi? Bu mükemmel hale geldikten sonra onun, konuşan ve bizimle ısrarla cedelleşen apaçık bir mücadeleci olarak karşımıza çıkıverdiğini görürsün. Bu ayette geçen "hasîm" kelimesi "konuşan" anlamındadır. "Mübîn" kelimesi de insanın aklının kuvvetine işarettir.
Burada anlatılmak istenen şudur: Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kişi, yaratmanın tekrarlanacağına, yoktan var etme ile niye delil getirmez ki? Zira Allah, insanı yaratmaya, basit bir sudan meydana gelen meniden başlamıştır. Yani onu zayıf ve hakir birşeyden yaratmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi basit bir sudan yaratmadık mı? Onu, belli bir süreye kadar sağlam bir karar yerine koyduk" (Mürselât, 77/20-22), "Doğrusu biz insanı karışık bir nutfeden yarattık" (İnşân, 76/2). Yani değişik şeylerin oluşturduğu bir karışımdan meydana gelen nutfeden yarattık.
Şu halde böyle bir mahlukun yapması gereken şey, büyüklenip azgınlaşmak ve öldükten sonra dirilmek suretiyle yaratılışın tekrarlamasını inkâr etmek değil, nimete şükretmektir.
"Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi: "Bu çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş?" dedi" Yani kudret ve azamet sahibi olan Allah'ın, çürümüş kemik ve cesetleri tekrar diriltmesi konusunda mesel gibi doğrudan ilgili olmayan garip birşey zikretti ve kendi nefsini unuttu. Zira Yüce Allah onu yokluktan var ederek varlık alemine çıkarmıştır. O ise Allah'ın kudretini kulun gücüyle mukayese ederek Allah'ın çürümüş kemiklere hayat vereceğini -beşere verilen kudretin üstünde bir şey olması hasebiyle- inkâr ediyor.
Yüce Allah buna şöyle cevap veriyor:
"De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" Yani ey Peygamber! Ölümden sonra dirilmeyi inkâr eden o müşri-ğe de ki: Allah, ilk seferinde yokluktan ve hiçlikten örneksiz olarak yaratıp var ettiği bu kemiklere tekrar hayat verecektir. İnsan zikredilmeye değer bir varlık değildir. İster parçalara ayrılmış ve yeryüzünün dörtbir yanına dağılmış, isterse toplu bir halde bulunsun, varlıkların en gizli yönleri bile Ona gizli değildir. Her ne olursa olsun -ister toprağın, isterse denizlerin derinliklerinde veya insanın ya da hayvanın içinde olsun yahut toprağa ya da bitkilere karışmış bulunsun- hiçbirşey O'nun ilminin dışında değildir. Bilim adamları atomun yok olmadığını söylemektedirler. "Yokluktan birşey var olmaz, var olan birşey de yok olmaz." şeklindeki meşhur teori kabul görmüş durumdadır.
Öldükten sonra dirilme konusunda zikredilen delil şudur:
"O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ateşi ondan çakıp alıyorsunuz" Yani bu ağacı yaratmaya sudan başlayan O'dur. Derken bu ağaç yeşil, taze ve olgun meyveli bir hale gelmiştir. Sonra onu, kendisiyle ateş yakılan kuru bir odun haline döndürmüştür. Buna muktedir olan, istediği her şeyi yapmaya kadirdir. O'nun, istediğini yapmasına hiçbirşey mani olamaz. Yaş ve rutubet özelliği gösteren bir maddenin, sıcaklık unsuru haline gelmesine sebep olan bu değişim ve dönüşüm, yaşlığın ve nemliliğin, kuruluğa ve eskimişliğe dönüşmesinin imkân dahilinde olduğunu gösterir. Mesela sert (bir nevi selem) ağacının yeşil (taze) haldeyken ateş tutuşturmada kullanıldığı, tecrübe ve müşahede edilmiş bir husustur.
Burada kastedilenin, Hicaz toprağında yetişen Merh ve Afâr denen ağaçlar olduğu da söylenmiştir. Yanında çakmak (tutuşturucu) bulunmayan kimse ateş yakmak istediği zaman bu iki ağaçtan birer parça dal keser ve birini diğerine sürter. Bu sürtme sonucu, tıpkı çakmak gibi bu dalların arasından ateş çıkar. Yağmurla yüklü bulutların birbirine sürtünmesi sonucu şimşek kıvılcımları çıkması da buna benzer.
Üçüncü delil, diğerinden daha etkili ve vurucudur:
"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir1? Elbette kadirdir. O, bütün kâinatı yaratandır, her şeyi hakkıyla bilendir" Yani sabit ve hareketli gezegenleriyle birlikte yedi kat göğü ve dağları, ovaları, denizleri ve çölleriyle yedi kat yeri yaratan -ki bunlar, yaratılış bakımından insanın yaratılışından daha azametli ve büyüktür- insan gibi bir mahluku yaratmaya ve cesetlere yeniden hayat vermeye de kadirdir ki bu cesetler yedi kat göğe ve yedi kat yere kıyasla çok daha küçük ve zayıftır. Evet, elbette O buna kadirdir. O, mahlukâtı çok ve ilmi geniş olandır. Buradaki "Hallâk" kelimesi Allah'ın kudretinin kemâline, "Alîm" kelimesi de ilminin şümulüne işarettir.
Kısacası azametli şeylerin yaratılması, daha küçük şeylerin de yaratılabileceğinin kesin delilidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük birşeydir." (Gâfir, 40/57), "Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmediler mi? Evet O her şeye kadirdir." (Ahkâf, 46/33).
Ardından Yüce Allah, daha önceki ayetlerde geçen açıklamayı tekit ve işlenen konuyu neticelendirmek için şöyle buyuruyor:
"Onun emri, birşeyi dilediği zaman ona ancak "Ol!" demesinden ibarettir. O da hemen oluverir." Yani Yüce Allah'ın, eşyanın icadı ve bu icadı dilemesi konusundaki işi, birşeye "Ol!" buyurmaktır. O zaman o, kesinlikle herhangi başka birşeye bağlı olmaksızın derhal oluverir.
Yüce Allah için tam bir kudretin sabit olmasının gereği, kâfirlerin Onu tavsif ettiği şeylerden tenzihidir. Bu bağlamda Allah Teala şöyle buyuruyor: "Her şeyin hükümranlığı kendi elinde bulunan Allah'ın şanı ne kadar yücedir, münezzehtir. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz" Yani Allah, kötülük ve eksiklik gibi kendisine lâyık olmayan sıfatlardan yüce ve münezzehtir. O, eşyanın bütün mülkiyeti kendisine ait olandır. Eşya üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma kudret-i kâmilesi Onundur. Her şeyin anahtarı Onun elindedir. Ahiret yurdunda ölüm sonrası dirilişin akabinde de kullar hep birlikte -başkasına değil- Ona döneceklerdir. Şu halde maslahatlarını gerçekleştirmek için Onu birlesinler ve Ona itaat etsinler. [60]
Bu ayetlerden, aşağıdaki sonuçlar çıkarılır:
1- İster As b. Vâil Sehmî, ister Übeyy b. Halef Cumahî -ki ayetin nüzulüne sebep olan olayın kahramanının bu zat olduğunu benimseyen görüş daha sahihtir,- isterse Ümeyye b. Halef ya da başkaları olsun, insanın durumu ne tuhaftır! Allah kendisini basit bir sudan ve en zayıf şeyden yarattığı halde sonradan Rabb'ine nasıl da hasım kesilmektedir! Husumet içinde mücedele etmekte ve kendince deliller getirmektedir.
Ebû Hayyân şöyle demiştir: "Allah Teala, kâfirlerin, öldükten sonra dirilmeyi inkârını yermekte ve kendisini yarattığı ana unsurun, basit bir sudan meydana gelen ve necasetin çıktığı yerden çıkan nutfe olduğunu dile getirmektedir. Aslının basitliği ve değersizliğine rağmen, Yüce Allah ile hasımlaşmaya götürmekte ve -kendisinin ölüden ortaya çıktığını bildiği halde- insan "Çürüdükten sonra bu ölüyü kim diriltecek?" demektedir."
2- Zayıf yaratılmış olan bu insan, Allah'ın kendisini bir nutfeden yarattığını, sonra da canlı ve mükemmel bir insan haline getirdiğini unutmuştur. Oysa bu bile dirilişin mümkün olduğunu gösteren ve kendi nefsinde bulunan bir delildir. Yüce Allah da dirilişi inkâr edenlere karşı ilk yaratmayı delil getirmektedir. Hal böyleyken insan nasıl olup da "Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diyebilmektedir?
Bunun cevabı şudur: İkinci yaratma da birinci yaratma gibi olacaktır. Zira birinci yaratmayı gerçekleştirmeye kadir olan, ikinci yaratmayı gerçekleştirmeye de kadirdir ve Allah, -kemiklerden oluşan cisimler olsun, daha küçük zerreler olsun- her şeyi bilendir.
3- Bu çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş?" ayetinde, kemiklerde hayat bulunduğuna ve kemiklerin ancak ölümle necis hükmüne girdiğine -ki bu, İmam Ebû Hanîfe'nin görüşüdür- delil vardır. İmam Şâfi'î ise kemiklerde hayat bulunmadığı görüşündedir.
4- Yüce Allah'ın birliğinin ve ölüleri diriltmeye kâmil manada kadir olduğunun delillerinden biri de insanların, taze ve ıslak olan bir şeyden, yanan kuru bir şeyin çıkarılmasını müşahede etmeleridir. Zira yeşil ağaç sudan yetişir. Su ise soğuk ve yaştır ki bu özellikler ateşin özelliklerinin zıddıdır. Su ile ateş birarada bulunmaz. Oysa Allah sudan ateş çıkarmıştır. Bu ise Allah'ın, iki zıt şeyden birisini diğerinden çıkarmaya kadir olduğunu gösterir. O her şeye kadirdir.
5- Göklerin ve yerin yaratıcısı, ki bunlar yaratılış olarak insanın yaratılmasından daha büyük ve azametlidir, insanları ikinci kere diriltmeye de kadirdir.
6- Allah birşey yaratmayı dilediği zaman, yorulmaya ve uğraşmaya ihtiyaç duymaz. Onun emri derhal yürür, başka birşeye bağlı değildir.
7- Yüce Allah,
insanlara öğretmek ve gerçeği ortaya koymak maksadıyla kendisini acziyet ve
şirkten tenzih buyurmuştur. Zira her şeyin anahtarı O'nun elindedir ve
herkesin, bu dünyada işleyip gönderdiği hayır ve şerrin hesabını vermek üzere
öldükten sonra dönüp gideceği yer Onun huzurudur.
[61]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 11/575.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/575-576.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/576-577.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/578-579.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/579-580.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/580-581.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/581-584.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/584-585.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/587.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/587-589.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/589.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/589-593.
[13] Kurtubî, XV/20.
Vehbe
Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/593-595.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/7.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/7-8.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/8.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/8-10.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/10.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/12.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/12-14.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/14-15.
[22] İbni Kesir, III/571 vd.
[23] Razî, XXVI/81; Alûsî,
XXIII/27.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/15-20.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/20-21.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/22.
[27] Ayetin Arapçasında buradaki
"yüz çevirdiler" cümlesi bulunmamaktadır. Bu ifade, anlamın sağlıklı
biçimde yansıtılması amacıyla meale konmuştur, (çev.)
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/22-23.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/23.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/23-25.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/25.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/26.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/27.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/28.
[35] Buradaki "yelîtu
havdahû" ifadesi, bir diğer rivayette "yelûtu havdahû" şeklinde
gelmiştir. "Bu ifade, "Havuzunu çamurla sıvar" anlamındadır.
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/28-30.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/30-31.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/32.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/32.
[40] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/32-33.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/33-34.
[42] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/34.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/35.
[44] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/36-37.
[45] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/37.
[46] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/37-40.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/40-41.
[48] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/42-43.
[49] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/43-44.
[50] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/44.
[51] el-Bahru'l-Muhît, VII/345.
[52] Arap şiirinin ölçülerinden
biri olan ve altı satırdan oluşan "Recez Bahri"nin üç satırının
çıkarılmasıyla üç satırdan ibaret kalan beyte "meştûr" denir, (çev.)
[53] Cahiliye döneminin yedi ünlü
şairine ait olan ve Kabe'ye asılmış bulunan 7 şiirden (muallakat-ı seb'a)
birisi. Diğer şiirler ise İmruu'1-Kays, Züheyr b. Ebî Sulmâ, Lebîd b. Rebî'a,
Amr b. Kulsûm, Haris b. Hıllize ve Antara b. Şeddâd'a aittir, (çev.)
[54] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/44-49.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/49-51.
[56] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/52.
[57] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/52-54.
[58] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/54-55.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 12/55.
[60] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/55-57.
[61] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/57-58.