Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular :
Resûlüllah (A.S.) Efendimize Beş Büyük Lûtufda Daha Bulunuluyor
İnsanların Hak Şâhidi'nin Yanındaki Görevleri
Peygamber'e (A.S.) Bey'at, Allah'a Bey'attir
Münafıkların Özür Beyan Edecekleri Haber Veriliyor
Allah Kendi Mülkünde Mutlak Tasarruf Sahibidir
Ganîmet Kokusunu Alan Münafıklar
Münafıkları İkinci, Fakat Daha Büyük Bir Sınav Beklemektedir
Resûlüllah'a (A.S.) Bey'at Edenler
Şeceretü's-Semure (Sakız Ağacı)
İki Kabilenin Ortaya Çıkan Fırsatı Kullanma Hevesi
Hudeybiye Günü Neredeyse Vuruşma Olayazdı
Kelime-İ Takvâ'ya Bağlı Kalmak
Peygamber (A.S.) Efendimizin Rüyası
Resûlüllah'ıım (A.S.) İnsanlığa Getirdiği İki Büyük Saadet
Ashab-I Kiram'ın Beş Büyük
Meziyeti
Birinci âyetinde açık
bir «fetih»ten söz edildiğinden, bu kelime aynı zamanda sûreye isim olarak
konmuştur.
Sûrenin tamamı hicrî altıncı
yılda Hudeybiye dönüşü Medine'ye yakın bir yerde
inmiştir.
Nitekim İbn İshak'ın Zührî'den,
onun da Urve'den, onun da Misver
b. Mahreme ile Mervan b. Hakem'den yaptığı rivayette,
son iki râvî şöyle demişlerdir : «Fetih Sûresi Hudeybiye anlaşmasıyla ilgili olarak Mekke ile Medine
arasında inmiştir.» [1]
Âyet sayısı
: 29 Kelime »
: 560
Harf » :
2438 [2]
1- Peygamber
(A.S.) Efendimiz açık bir fetihle ve böylece son dinin üstünlük sağlayacağı,
inkarcı sapıkların hezimete uğratılacağı ile müjdeleniyor.
2- Mü'minlere zafer va'd edilirken,
kâfirlere ve münafıklara azap hazırlandığı haber veriliyor ve her geçen gün mü'minlerin imân ve İrfanlarının artacağına işarette bulunuluyor.
3- Bedevilerden
Eşlem, Cüheyne, Müzeyne ve Gıfar kabilelerinin mazeretlileri sürüp, umre maksadıyla
Mekke'ye hareket eden Hz. Peygam-ber'Ie (A.S.) birlikte çıkmayışları yeriliyor.
4- Hudeybiye'de ağaç altında Hz.
Muhammed'e (A.S.) bey'at eden mü'minlerden
Cenâb-ı Hakk'ın razı olduğu
belirtiliyor.
5- Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in, mü'minlerle birlikte başları tıraş edilmiş halde güven içinde Mekke'ye
girdiklerine dair gördüğü rüyanın gerçekleşeceği bildiriliyor.
6- Peygamber
(A.S.) ile mü'minlerin birbirlerine karşı
merhametli, kâfirlere karşı şiddetli oldukları konu edilerek mü'minler övülüyor.
7- İyi-yararlı amellerde bulunan mü'minlere Allah'ın mağfireti ve büyük mükâfatı va'd ediliyor.
Hicretin altıncı
yılında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz umre yapmak üzere
Mekke'ye gitmeyi kararlaştırdı. İslâmiyeti din olarak
seçen çevre kabilelere haber salındı ve yaklaşık 1400 kişilik iman ve irfan
kafilesiyle yola çıkıldı. Ne var ki, İslâm düşmanı müşrikler, Hz. Peygamber'in (A.S.) Mekke'ye girmesine imkân
vermediler. O yüzden hayli tartışma ve görüşmeler oldu. Savaş niyetiyle
çıkmayan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, bütün
tahriklere rağmen nahoş bir olayın çıkmamasına çok özen gösterdi. Ashab-ı Kirâm'ın gerginleşen
sinirlerini devamlı yatıştırmaya çalıştı. Sonra Hudeybiye
mevkiinde Mekkeli müşriklerle, birtakım ağır şartlar ileri sürmelerine rağmen
anlaşmaya varıldı ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz mü'minlerle birlikte Medine'ye geri döndüler.
İbn Mes'ûd (R.A.) diyor ki :
Hudeybiye'den Medine'ye hareket ettikten sonra Resûlüllah'ın
yanında bulunuyordum. Yolumuza devam ederken vahiy indiğini Resûlüllah'in (A.S.) o andaki değişen durumundan anladım.
Vahiy hali geçince Resûlüllah'ın (A.S.) yüzünde
sevinç pırıltısı görülüyordu. Böylece O, bize «İnnâ Fetahnâ» Sûresi'nin indiğini bildirdi. [3]
Diğer bir rivayette
ise, şöyle belirtilmektedir :
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in yaptığı seferlerinden birinde idi, yanında
Ömer b. Hattâb (R.A.) da bulunuyordu. Gece yol
yürüdüğümüz bir sırada Ömer (R.A.), Hz. Peygamber'e
(A.S.) bir şey sordu. Peygamber (A.S.) cevap vermedi. Ömer (R.A.) aynı şeyi
ikinci ve üçüncü defa sorduysa da
-Cenâb-ı
Peygamber (A.S.) yine susup cevap vermeyince, Ömer (R.A.) kendi kendine :
«Anan seni yitirsin ya Ömer! Üç defa tekrar tekrar sordun ama Peygamber (A.S.) cevap vermedi» diyerek
mırıldandı. Sonra da olayı şöyle anlattı: «Bunun üzerine devemi sürüp
insanların önüne geçtim. Hakkımda bir âyet inmesinden endişe ediyordum. Nitekim
çok geçmeden Resûlüllah
(A.S.)
beni çağırdı. Ben, herhalde hakkımda birşeyler indi,
diyerek büsbütün korktum. Peygamber'e (A.S.) vardığımda selâm verdim. O, bana
tatlı bir sesle : «Ya Ömer! Bu gece bana bir sûre
indi ki, o, bana, üzerine güneş doğan her şeyden sevimlidir» buyurdu ve «İnnâ Fetahnâ» sûresini
okudu.» [4]
Böylece hem Hudeybiye anlaşmasının gerçekte bir fetih olduğu, hem de
ileride bu fethe birçok fetihlerin ekleneceği kesinlik arzetti.
Nitekim Hz. Enes (R.A.), «Bu fetihten
maksat, Hudeybiye'dir» derken, Câbir
(R.A.) de şöyle demiştir: «Biz gerçekten Mekke fethini, Hudeybiye
gününden itibaren düşünüp hesapladık», yani Hudeybiye
olayı, Mekke'nin fethine açılan bir kapı kabul edildi. İmam Ferra
da şöyle demiştir: «Sizler Kur'ân'da belirtilen
«fetih»ten, Mekke'nin fethini kasdediyorsunuz; oysa
Mekke'nin fethi zaten bir fetihtir; ama biz Hudeybiye
günündeki «Bey'âtü'r -Ridvân»ı
fetih saymaktayız.» [5]
1- Şüphesiz
ki biz, senin için açık bir fetih (zafer ve basan yolunu) açtık.
2- (Bu da)
Allah'ın, senin geçmiş ve gelecek
kusurlarını bağışlaması, sana olan nimetini tamamlaması, seni dosdoğru yola
iletmesi;
3- Ve
Allah'ın sana çok şerefli, çok parlak bir yardımda bulunması içindir.
Mecma' b. Harise el-Ansarî (R.A.)
anlatıyor :
— Hudeybiye
dönüşü «Küraûlğamîm» mevkiine gelindiğinde ashab-ı kiramdan bir kısmının Resûlüllah
(A.S.)ın etrafında toplandığı görüldü. Bu sırada Resûlüllah (A.S.) «İnnâ Fetahnâ Sûresi»ni okudu. Derken
bir adam : «Ya Resûlüllah!
Bu bir fetih midir?» diyerek Hudeybiye anlaşmasının
bir fetih olup olmadığını sordu, Hz. Peygamber (A.S.)
ona : «Evet, Muhammed'in canını kudret elinde bulunduran Allah'a and olsun ki bu, bir fetihtir» diye cevap verdi. [6]
Hz. Berâ' (R.A.) diyor ki :
«Sizler âyette geçen fethi, Mekke'nin fethi
sayıyorsunuz. Mekke'nin fethi zaten bir fetihtir; ama biz Hudeybiye
günündeki Bey'âtü'r-Ridvân'ı
fetih sayıyoruz ki, o gün Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ile birlikte Hudeybiye Kuyusu'nun başında
1400 kişi olarak bulunuyorduk.» [7]
«Şüphesiz ki biz,
senin için açık bir fâtih (zafer ve başarı yolunu) açtık..»
Hicretin altıncı
yılında hem mü'minlerin İslâm dâvasına bağlılığını
göstermek, hem İslâm'a sızan münafıkları az-çok ayıklamak, hem de Mek-keli'lerin, vurucu bir kuvvet
oluşturan İslâmiyete karşı tavırlarını anlamak; aynı
zamanda imkân verildiği takdirde umre ibâdetini yerine getirmek suretiyle
ruhları daha da zindeleştirmek amacıyla Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, Medine ve çevresindeki Müslüman kabileleri davet ederek umre
niyetiyle Mekke'ye doğru hareket ettiler. Yanlarına silahlarını almadılar, sadece
kurbanlık hayvanları beraberlerinde götürerek, sırf ibâdet maksadıyla Mekke'ye
girmek istediklerine müşrikleri inandırmayı düşündüler. Buna rağmen Mekkeli
müşrikler, mü'minlerin Mekke'ye girmesine müsaade etmediler.
Konuyu gelecekte doğuracağı olumlu-olumsuz yanlarıyla ve neticeleriyle
değerlendiren Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, bir
anlaşmayla bunu belgelendirmeyi arzu ediyordu. Nitekim olayların gelişmesi,
Onun bu arzusu doğrultusunda gerçekleşme yoluna girdi. Ashab-ı
Kirâm'dan bir kısmı, olayı zahirî ve o günkü ortam
ve şartlar çerçevesinde değerlendirerek, anlaşmada yer alan maddelerden önemli
bir bölümünü İslâm aleyhine görüyor ve ister-istemez tepki gösteriyordu. Oysa
bu, açık bir zafer ve Mekke'nin fethine açılan geniş bir kapı idi.
Kur'ân-ı Kerîm, ilgili üç âyetle bu olayda beş büyük inayet
ve lûtfun yer aldiğını şöyle
açıklamaktadır:
1- Şüphesiz
ki biz, sana açık bir fetih (zafer ve başarı yolunu) açtık.
İslâm, devlet olma
hüviyetiyle yakında birçok fetihler yapacak ve sıkıntılı günler gerilerde
kalacaktır.
2- Allah,
Peygamberinin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlayacağını haber veriyor. Bu
kusurlar, Mekke'de geçen çok sıkıntılı ve zorlu günlerde Hz.
Peygamber'in (A.S.) zaman zaman göğsünün daralması,
oradaki önemli sayılan kişilerin İslâm'a girmeyip küfür ve azgınlıkta ısrar etmesinden
dolayı Resûlüllah'ın (A.S.) üzülmesi ve buna benzer
bir takım duygusal hal ve tavırlar olabilir.
Hudeybiye anlaşmasının sağladığı açık zafer kapısı bütün bu
sıkıntı ve üzüntüleri giderecek kadar anlamlı ve hikmetliydi.
3- Böylece,
nübüvvetin son halkasıyla en büyük inkılâbın gerçekleşeceği ve İslâm'ın
cihan dini olma hüviyetiyle zaferden
zafere, başarıdan başarıya koşmak suretiyle Allah'ın geniş rahmet ve inayetine
mazhar olacağı müjdeleniyor.
4- Bütün bu
zafer, başarı ve inkılâbın en doğru yolda, İslâmî
esaslar doğrultusunda tahakkuk edeceği haberi veriliyor. Böylece hiçbir
başarının Hz. Peygamberi (A.S.) ve O'na dosdoğru
inananları şımartmıyacağına, sadelik içinde geçen
hayatlarını değiştirmiyeceğine işaret ediliyor. Zira Resû-lüllar? (A.S.) çok yüce
amaçlar için yaratılmıştır. O bakımdan risâlet göreviyle
ilk gün nasıl mütevazi ve sade
bir hayat içinde işe başladıysa, aynı
ölçü ve hava içinde onu noktaladı.
5- Bu
sebeple Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hudeybiye
anlaşmasıyla çok şerefli, çok parlak yardıma eriştirilmiştir. Artık ülkelerin
fethedilmesi bunu izleyecek ve kıtalar üzerine yayılıncaya kadar sürüp
gidecektir.
İşte olayları sebep ve
sonuçlarıyla değerlendirmek; günün şartlarına göre bir plân ve hareket noktası
çizip belirlemek; olaylara duygusal değil, akıt, idrâk ve imânla bakmak,
şüphesiz ki zaferin ilk adımı ve parlak habercisi sayılır.
Kısacası, Fetih
Sûresi'nin ilk üç âyetiyle, İslâm'ın geleceğinin çok parlak zaferlerle dolu
olacağı müjdelenmekte ve mü'minlerin buna lâyık olma
düzeyinde sabırla hizmetlerini sürdürmeleri dolaylı şekilde istenmektedir.
Yukarıdaki âyetlerle, Hudeybiye anlaşmasının açık bir fetih olduğu ve birçok
fetihlerin nüvesini teşkil ettiği müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ortaya çıkacak olayların mü'minlerin imân ve irfanını
artıracağı ve her şeyin dizgininin Cenâb-ı Hakk'ın kudret elinde bulunduğu belirtiliyor. Sonra da
kendilerini bu çizgiye getirmeyen münafıklar üzerinde durularak uyarıcı ve
yönlendirici tehditlere değiniliyor.
4- imânlanyla birlikte kat kat imân
artırsınlar diye Allah, mü'minlerin kalplerine güven
ve sükûnet indirdi. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah hep bilendir
ve hikmet sahibidir.
5- (Bu da)
Allah'ın, mü'min
erkeklerle, mü'min
kadınları, altlarından ırmaklar
akan içinde devamlı kalacakları Cennet'e sokması, günah ve kusurlarını örtüp
bağışlaması içindir. Bu, Allah yanında büyük bir kurtuluş ve başarıdır.
6- Hem de
Allah hakkında kötü zanda bulunan ikiyüzlü dönek erkekleri ve kadınları;
Allah'a ortak koşan erkek ve kadınları azaba uğratması içindir. Çevirdikleri o
kötü zan başlarına dönsün! Allah onlara gazap etmiş, onları lânetlemiştir.
Ayrıca onlara Cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü varış yeridir.
7- Göklerin
ve yerin orduları Allah'ındır.
Allah çok güçlüdür,
çok üstündür ve yegâne hikmet sahibidir.
«İmânlarıyla birlikte kat kat
imân artırsınlar diye Allah, mü'minlerin kalplerine
güven ve sükûnet indirdi..»
Hudeybiye olayı, bütünüyle hisleri tahrik eder mahiyetteydi.
Müşriklerin kin ve nefretleri her cümlede kendini açığa vuruyor ve neredeyse
bir çatışma kaçınılmaz oluyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in yüksek şahsiyeti, olayların neticesine nüfuz
eden basireti her vesileyle yatıştırıcı rol oynuyor, kimsenin bir çılgınlıkta
bulunmasına fırsat vermiyordu.
Zira Cenâb-ı Hak, İslâm'a geniş bir zafer yolunu açacak ve bu
istikamette sebepleri oluşturacaktı. Hudeybiye o
sebeplerin önemli bir kısmını kendinde taşıyordu. O bakımdan bütün tahriklere
rağmen Allah mü'min-:
lerin kalplerine yatışkanlık,
vakar ve sükûnet havasını estirdi; temkinli hareket etmelerini sağladı.
Şüphesiz bu gelişmeler, büyük zaferin müjdecisi ve habercisi idi.
Bundan sonradır ki, Mekke'nin
fethi kolaylaşmış, Arap
Yarımadası son dinin izzet ve şeref sancağı altında toplanmayı kabul etme
çizgisine gelip baş eğmiştir.
«Göklerin ve
yerin orduları Allah'ındır, Allah hep bilendir ve hikmet
sahibidir.»
Bu, anlatım hem dördüneü, hem de yedinci âyette az farkla tekrarlanmaktadır.
Birinci anlatımda Allah'ın «Alîm
ve Hakim» sıfatları,
ikinci anlatımda «Aziz ve Hakim» sıfatları kullanılmakta ve çok plânlı
bir dönemin başladığı haber verilmektedir. Şöyle ki: Hudeybiye
anlaşmasının dış görünüşü pek iç açıcı görünmüyordu. O bakımdan mü'minlerden bir kısmı ister istemez bunu bir onur meselesi
gibi düşünüyordu. Cenâb-ı Hak ise, gerçeğin hiç de
onların düşündüğü gibi olmadığına işaretle, bu olayın zafere açılan bir
pencere hikmetini taşıdığını haber vermekte ve kendisinin mutlak anlamda «Alîm
ve Hakîm» olduğunu hatırlatmaktadır. Alîm'dir, her şeyin iç yüzünü, sebep ve
sonuçlarını çok iyi bilir. Hakîm'dir, her şeyi haktan yana denge ve düzende
tutan,, adalet ölçülerine göre hükmünü yürütendir.
Büyük kurtuluş ve üstün
başarı ilâhî takdir iledir. O, mü'minleri kurtuluşa
erdirirken, inkarcı sapıkları, ikiyüzlü dönekleri de ta'zîb
edecek, saltanatlarını baş aşağı getirecektir. Çünkü göklerin ve yerin
görünmeyen orduları O'nundur. Sayısı belirsiz melekler aralıksız Hakk'ın emirlerini yerine getirmekte ve her an buyruğuna
hazır beklemektedirler. O bakımdan mutlu sonuç, mutlaka haktan yana olan mü'minler lehine tecelli eder. Zira Allah Azîz'dir; üstün güc ve kudret O'na mahsustur; dilediğini âzîz, şerefli ve
üstün kılar, dilediğini rezil edip hüsrana uğratır. Aynı zamanda Hakîm'dir, her
işi mutlaka ölçülü, hesaplı, plânlı ve programlıdır.
Yukarıdaki âyetlerle,
sıkıntıların, savaş ve zaferlerin, hattâ yenilgiye uğramanın mü'minlerin sadece imânını artıracağına değinildi ve
böylece köklü, sağlam imânın en şiddetli ve tehlikeli olayları
göğüsleyecek" kudrette bulunduğuna işarette bulunuldu. Sonra da Cenâb-ı Hakk'ın, insanların
çoğunun anlayamadığı, bilmediği ordulara sahip olduğu açıklanarak, Hak'tan
yana olanların er-geç zafere erişeceği müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle, Hz. Peygamber'in (A.S.) üç önemli vasfı üzerinde durularak,
mü'minlerin öyle bir peygambere kavuşmaları sebebiyle
Hakk'a saygıyla yönetip teşbihte bulunmaları
isteniliyor. Hz. Peygamber'e bey'at
edenler övülürken, Hudeybiye seferinde Ona arkadaşlık
etmiyenler yeriliyor.
10- Ey
Peygamber! Şüphesizki sana bey'at
edenler ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar. Allah'ın
eli (kudret ve rahmeti) onların ellerinin üstündedir. Artık kim verdiği sözü
bozarsa, ancak kendi aleyhine bozar. Kim de Allah'a karşı verdiği sözü yerine
getirirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.
11- Bedevilerden
(savaşa ve sefere katılmayıp) geri kalanlar ise, «bizi mallarımız ve ailemiz
oyaladı. Bizim için bağışlanma dile» diyecekler. Onlar kalplerinde olmayanı
dilleriyle söylerler. De ki : «Eğer Allah sizi bir zarara uğratmayı dilerse
veya size bir yarar sağlamak isterse, O'na karşı kim bir şey yapmaya güç
bulabilir? Elbette Allah yaptıklarınızdan haberlidir.
12- Hayır,
siz Peygamberle mü'minierîn, ailelerine bir daha dönemiye-ceklerini sanmıştınız.
Bu, kalplerinizde size çok cazip görünmüştü de kötü zanda bulunmuştunuz ve yok
olmaya yüz tutan bir kavim olmuştunuz.
Yezîd b. Ubeyd (R.A.) anlatıyor:
Ashab-ı Kirâm'dan Seleme b. Ekva'a sordum : «Ne üzerine Hz.
Pey-gamber'e bey'at
ettiniz?» Bunun üzerine bana şu cevabı verdi: «Ölüm üzerine..» (Yani Allah ve Rasûlünün yolunda canımız dahil her fedakârlığı yapmaktan kaçınmıyacağımıza dair kesin söz verdik.) [8]
Ma'kal b. Yesar (R.A.) diyor ki:
«Hudeybiye'de ağaç
altında Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz insanlarla bey'atleşirken, (yani beraberinde olan mü'minler
O'na bey'at ederken) ben de Hz.
Peygamberin başına doğru sarkan dalı tutup yukarıya kaldırmış bulunuyordum.
Bizler o gün 1400 kişi idik. Ölüm üzerine değil, düşmana arkamızı çevirip
kaçmamak üzere bey'at ettik.» [9]
İbn Ömer (R.A.) diyor ki :
«Hudeybiye günü Hz, Peygamber (A.S.) ile birlikte olan insanlar ağacın
gölgesinde dağınık şekilde bulunuyorlardı. Bir ara insanlar Hz.
Pey-gamber'in (A.S.) çevresinde toplanıverdiler.
Babam bana : «Abdullah! Bir bak da o insanlar neden Peygamberin (A.S.)
çevresinde halka oluşturuyorlar?» Gittim,/gördüm ki Peygamber (A.S.)
Efendimize bey'at ediyorlardı, Babama döndüm ve
gördüklerimi anlattım. O da kalkıp Peygamber'e
(A.S.) gitti ve bey'at etti.» [10]
«Kim kılıcını Allah
yolunda kınından çekip sıyırırsa, o, cidden Allah'a bey'ât
etmiş olur.» [11]
«Şüphesiz ki biz, seni
şâhid, müjdeci ve uyarıcı bir peygamber olarak
gönderdik ki, (siz insanlar) Allah'a ve Peygamberine imân edesiniz..»
İnsan, aklını
varlıktaki düzen ve dengeye çevirip, kâinatın meydana getirilmesinin
hikmetini ve hayatın başlangıcının esrarını,
niçin yaratılıp dünyaya
getirildiğini öğrenmek ister. Duygu ve düşüncesi, ölümsüz mutlu bir hayatı
arzular; nefsi sınırsız hürriyet içinde gününü gün etmek eğilmindedir.
Ama yalnız akıl kendi
başına kâinatın var kılınışının hikmetini, onu yaratıp oluşturan Cenâb-ı Hakk'ı ve O'nun kemal
sıfatlarını tesbit edip anlamaya yeterli değildir.
Belki bunlardan bir kısmını kalın çizgileriyle anlayabilir, fakat gerçek yönü
ve anlamıyla iç yüzüne nüfuz edemez. O bakımdan akla, gerçeği haber veren bir
Hak Şâhid'ine ihtiyaç ve gerek vardır. Düşünme
yeteneği de bu konuda fazla şansa sahip değildir.
O bakımdan ikinci
hayatı hikmet ve safhalarıyla, Yüce Kudreti bütün kemal sıfatlarıyla, hayatın
mana ve hikmetini bütün yönleriyle haber verip açıklayacak bir Hak Müjdecisi'ne
ihtiyaç söz konusudur.
Nefis kendi başına
buyruk olup sonu gelmeyen bir arzu ve ihtirasla meşru hiçbir sınır tanımadan
İblîs'in peşine takılıp meçhule doğru sürüklenip gider. Öylece o, insanı hılkatmdan kaynaklanan azizlik makamından indirir de
gayesizliğe doğru çekip götürür.
Bunun için nefsi frenliyecek, arzularını doğruya ve meşru çizgiye çevirecek,
hakka doğru yönlendirecek bir Hak Uyarıcısı'na lüzum vardır.
Gerçek bu olunca, Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed'in
(A.S.), sözünü ettiğimiz lüzumlu üç vasıfla donatılarak gönderildiğini haber
vermektedir. Böylece O, Allah'ın rahmet olarak gönderdiği son peygamberdir; Hakk'ın varlığının ve birliğinin şahididir ve bu hakikate
delâlet edenj^elgelerin
tanı-tıcısıdır. İnsanı mutlu yarınlara hazırlayan ve
ilâhî rahmetin genişliğini haber veren müjdecidir. Nefis ve şehvetin tuğyanını
belli bir çizgide tutacak, doğuracakları felâketi gözler önüne serecek ve
insanları Allah'ın tecelli etmekte olan adaletiyle, Âhiret
Âlemin'de herkesi hesaba çekip yaptıklarına karşılık
vereceğine dair beyanlarıyla korkutan bir uyarıcıdır.
Hz. Muhammed'in (A.S.), insanları hakka çevirip doğruya
yönlendirmede üç önemli vasfı üzerinde durularak, gönderilmesindeki hikmet
açıklandığına göre, Onun yanında insanların nasıl yer alması gerektiğini ve ne
gibi hizmetlerle yükümlü tutulduklarını bilmeye ihtiyaç vardır.
Cenâb-ı Hak bunu dokuzuncu âyetle beş madde halinde
özetlemektedir :
1- Allah'a
dosdoğru imân.
Bu, hayatın hedefini,
insan olarak yaratılmanın hikmetini, varlık âleminin gerçek kaynağını
belirler. Allahsız bir kâinat düşünmek; plânsız, programsız, mimarsız ve
ustasız bir sarayın veya elektronik cihazın varlığını iddia etmek kadar
saçmadır. Zira göklerde ve yerde kurulu her sistemde mutlak bir denge ve düzen
varsa, bu her yönüyle bir düzenleyicinin varlığına şehadet
etmekte ve Ondan yana açık belge olarak kendini takdim etmektedir.
2- Peygambere
imân.
Bu, beşer aklının
Allah'ı kemal sıfatlarıyla, hayatı amaç ve htkmetiyle,
Âhiret Âlemini bütün incelik ve yönlendirici
safhalarıyla anlamaya yeterli olmadığının açık belgesidir. O bakımdan
peygambere imân, Allah'a imanı tamamlayan esaslardan biri olarak kabul
edilmiştir.
3,- Peygamber
(A.S.) yüklendiği şerefli hizmeti, hiçbir maddî karşılık, kişisel çıkar
beklemeden yerine getirir. O, her söz ve hareketiyle insanlığın kurtuluşunu
düşünerek onları mutlu yarınlara çağırır. O halde böylesine asil bir hizmeti,
canı pahasına da olsa sürdüren bir zata üstün saygı duymak; her zaman Onun
kadrini yüceltip Onu rehber ve önder seçmek gerekir.
İnsanı dünyada
huzurlu, güvenli; ahlâklı, fazîletli bir hayat ortamına getiren; onu sonsuz
saadete lâyık bir düzeye ulaştırmak için her türlü yetenek ve imkânını
kullanan Hz. Peygamber (A.S.), Allah'tan sonra her
türlü sevgi ve saygıya çok daha lâyıktır. Ona salât-ü
selâm getirmekle em-rolunmamizın veya bu yoldaki
tavsiyenin sebep ve hikmeti gayet açıktır.
Bizi insan olarak
yaratıp aydınlığa eriştiren ve sonra da Hz. Muham-med'e (A.S.) ümmet kılıp
lütuf ve ihsanını esirgemiyen Cenâb-ı
Hak da en güzel övgülere çok daha lâyık bulunduğundan, sabah-akşam O'nu anmamız,
tesbîh ve tahmîdde
bulunmamız ve Onu her türlü noksan sıfatlardan tenzîh etmemiz gerekmiyor mu?
Onun için yedinci âyetin son bölümünde bu emir ve tavsiye hatırlatılmaktadır.
«(Ey
Peygamber!) Şüphe-siz ki sana bey'ât (bîât) edenler,
ancak Allah'a bey'ât etmiş olurlar..»
Peygamber (A.S.)
Efendimiz, Allah adına konuşur ve ancak O'nun adına bey'ât
alır ve O'nun adına hükmeder, Peygamber'e (A.S.) itaat nasıl Allah'a itaat ise,
Ona bey'ât de dolayısıyla Allah'a bey'attir.
Aynı zamanda
Peygamber'e (A.S.) uymanın, Onun gösterdiği şekilde bir hayat düzeni kurup
sürdürmenin bütün faydası, Ona uyup itaat edene aittir. Çünkü bu husustaki
ilâhi plân ve program sadece insan oğlunun mutluluğuna yönelik bir hikmet
taşımaktadır.
Onun için İslâm Tarihin'e «Bey'âtü'r-Ridvân» adıyla geçen bu söz vermenin feyizli sonuçlarına
işaret edilirken, sözünü yerine getirmeyip döneklik edenlerin kendi
aleyhlerine onu bozduklarına dikkat çekilmektedir. Zira hakikî imân, Allah'a ve Peygamberine mutlak
teslimiyeti gerektirir.
«Bedevilerden
(savaşa ve sefere katılmayıp) geri
kalanlar ise, «bizi mallarımız ve ailemiz oyaladı. Bizim için bağışlanma dile»
diyecekler..»
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi. Fetih Sûresi, Hudeybiye dönüşü
yolda inmiştir. Zafer anahtarını ellerine geçiren mü'minler
şan ve şerefle Medine'ye dönerken, bu yolculuğunda Hz.
Peygambere (A.S.) arkadaşlık etmi-yen münafıklar,
âdeta şaşkına döndüler. Zira onlar, Peygamber'in (A.S.) ve arkadaşlarının
salimen dönemiyeceklerini düşünüyorlardı. Durum aksine
tezahür edince, kendilerini temize çıkarmak ve üzerlerindeki şüpheli
bakışlardan kurtulmak için, Hz. Peygamber (A.S.)
Medine'ye döner dönmez, mal ve çocuklarının meşguliyetinden dolayı bu sefere
katılamadıklarını belirterek özür beyân
edeceklerini kendi
aralarında kararlaştırdılar.
Cenâb-ı Hak, bu ikiyüzlü döneklerin neler düşündüklerini, Hz. Peygamber (A.S.) henüz Medine'ye dönmeden kendisine
haber vererek, ona göre münafıklara
karşı tavır almasına işarette
bulundu.
A'râb : çoğul şeklinde tekil veya tekili olmayan çoğul
olarak, şehir ve kasaba dışında bâdiye ve benzeri
yerlerde yaşayan Araplar hakkında kullanılmaktadır. Bunlara «bedevi» de denir.
A'râb'ın çoğulu ise, «aârib» gelir.
Hz. Peygamber (A.S.) Umre niyetiyle Mekke'ye hareket
ederken İslâm'ı din olarak kabul edenlerin beraberinde bulunmasını arzu etmiş
ve çevre kabilelere haber göndermişti. Amaç, Mekkeli müşriklere, Müslümanların
çoğalıp birlik içinde vurucu bir kuvvet oluşturduklarını göstermek ve böyleee onların cesaret ve moralini bozup İslâm aleyhinde
bulunmalarının kendilerine felâketten başka bir şey getirmiyeceğine
inandırmaktı.
Birçok kavim ve
kabileler Hz. Peygamber'e (A.S.) olumlu cevap verirken,
Gıfar, Müzeyne, Cüheyne, Eşlem, Eşca' ve ed-Deyl kabileleri o çok şerefli
sefere katılmamışlar ve silahsız olarak Mekke'ye gidenlerin Kureyş
Kabilesi tarafından imha edileceklerini sanmak suretiyle Hz.
Peygamberi (A.S.) kötü zan altında
tutmuşlardı.
10 ve 11. âyetler
onların bu düşünce ve tutumlarını tasvir etmektedir.
Yukarıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'in (A.S.) üç önemli vasfı üzerinde
durulurken, mü'minlere düşen görev beş madde halinde
özetlendi. Sonra da bedevilerden döneklik yapanların tutumu kınandı ve
tavırları tasvir edilerek açıklayıcı bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'a ve Peygamberine dosdoğru inanmayanlar tehdit ediliyor ve Allah'ın
mutlak hükümran bulunduğu belirtilerek, inkarcılar uyarılıyor/Sonra da
münafıkların gayr-i ciddi davranışları konu edilerek, onlara güvenmenin
yanıltıcı olacağına dikkatler çekiliyor ve ileride onların çetin bir sınavdan
daha geçirilecekleri haber veriliyor,
13- Kim
Allah'a ve Peygamberine imân etmezse, elbette biz, kâfirlere alevleri köpüren bir ateş
hazırladık.
14- Göklerin ve yerin
mülk-ü saltanatı Allah'ındır.
Dilediği kimseyi bağışlar, dilediği kimseye azap eder. Allah çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.
15- (Savaşa
katılmayıp) geri kalanlar, siz ganimetleri almaya gideceğiniz vakit, «Bırakın
biz de peşinizden gelelim» derler. Onlar
Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: «Peşimize takılıp gelmiyeceksiniz. Allah, sizin için daha önce böyle
buyurdu.» Onlar, «Hayır, siz bizi kıskanıyorsunuz» diyecekler. Bilâkis
kendileri çok az anlayan kimselerdir.
16- Bedevilerden
geri kalanlara de ki: «İleride siz, güçlü savaşçı bir milletle savaşmaya
çağrılacaksınız; ya İslâm'a girmeyi kabul edecekler,
değilse onlarla vuruşacaksınız. O takdirde eğer (çağrıya «evet» deyip Pey-gamber'e) itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat
verir. Daha önce arka döndüğünüz gibi dönerseniz, Allah sizi elem verici bir
azap ile azâp-landırır.»
17- Gözleri
kör olan kimseye (savaşa katılamadığından dolayı) bir günah yoktur. Topal ve
hastaya da bu hususta günah yoktur. Kim, Allah'a ve Peygamberine itaat ederse,
Allah onu, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar; kim de yüz çevirirse,
onu da elem verici bir azaba uğratır.
((Kim Allah'a ve Peygamberine imân etmezse,
elbette biz, kâfirlere alevleri köpüren bir ateş hazırladık.»
Münafıkların gayr-i
samimi tutumları ve asıl renklerini içlerinde gizlemeye çalışmaları
kınanırken, dönüş yapmaları, içlerindeki şüpheyi atıp «tahkikî imân»a
erişmeleri istenmekte ve dönüş yapmadıkları takdirde nifaklarının küfje dönüşeceğine işaret edilmektedir. Bunun sonunun da
sonsuz bir azap olacağı ve ilâhî hükmün değişmiyeceği
tehdit anlamında hatırlatılmaktadır. Zira Allah ancak sağlam imânı ve onun
tabii ürünü olan sâlih amelleri kabul edip
mükâfatlandırır.
Böylece Kur'ân, nifakla küfrün ikiz olduklarına işarette bulunmakta
ve içinde din, Kur'ân, Peygamber veya Allah hakkında
şüphe taşıyanların donüş yapmaları istenmektedir.
«Göklerin ve yerin
mülk-ü saltanatı Allah'ındır..»
Sonsuz kudretinin
eseri olarak var kıldığı kâinatın her parçası O'nun tasarrufu altındadır.
Hükümranlık ve saltanatı plânlı ve programlıdır. Nasıl hiçbir şey, boş anlamsız
ve hikmetsiz yaratılmamışsa, öylece yaratılan her şey de belli kanunlara
bağlanıp ilâhî tasarruf ve kontrol altında tutulmaktadır. Cenâb-ı
Hak, koyduğu kanunları, hazırladığı plânı değiştirmez, yani şunun-bunun hatırı
için müdahalede bulunmaz. O bakımdan hikmet ve hükümranlığı gereği, dilediğini
bağışlar, dilediğine azap eder. Hükmü, kusursuz şekilde hedefine doğru
ilerler. Böyleoe koyduğu nizama ve hayat kanunlarına
uyanları ilâhî meşieti gereği bağışlar; uymayanlara
azap eder. Çünkü O, hem Gafur, hem de Rahîm'dir. Kendilerini o rahmet ve
gufrana lâyık olma düzeyine getirenleri bağışlayıp rahmetine gark eder.
«(Savaşa katılmayıp)
geri kalanlar, siz ganimetleri almaya gideceğiniz vakit, «bırakın biz de
peşinizden gelelim» derler..»
Münafıkları leş
kargalarına benzetmek bir bakıma doğru olur. Aslanlar avlarını yakalayınca,
bir anda ortalık leş Kargalarıyla dolmaya başlar. O avı birlikte
avlamışlarcasına ortaklık tavrına girerler.
Münafıklar, ganimet
kokusunu duymadıkları Hudeybiye seferine katılmadıkları
halde Hayber'in fethine karar verilip harekete geçilince, bu kokuyu derhal aldılar ve Hz.
Peygamber'e baş vurup kendisiyle birlikte bu savaşa katılmak istediklerini
bildirdiler. Şüphesiz onların bü tavırlarında da
samimiyetin eseri, Hak yolunda hizmetin niyeti ve izi yoktu."Oysa Cenâb-ı Hak, sünnetullahı gereği,
Hayber'de elde edilecek zafer ve ganîmeti. Hu-deybiye'de Hz. Peygamber'e (A.S.)
bey'ât eden samimi mü'minlere
vazetmiş bulunuyordu. Onun va'di mutlaka yerine
gelir ve irâdesi gerçekleşir. O bakımdan değişmesi söz konusu olamaz. Bu
nedenle Cenâb-ı Hak, münafıkların Hayber Savaşı'na çıkmalarına izin vermedi. Sadece Hz. Muhammed (A.S.)
ile birlikte «Bey'âtü'r-Ridvân»da hazır
bulunanların çıkmasını emretti.
15. âyet bu hususu özetlemektedir ve münafıklar ancak nifak ve şi-kaktan uzak kalıp içlerindeki şüphe ve kini
temizlerlerse, o takdirde ileride meydana gelecek büyük bir savaşa
katılabileceklerine atıf yapılarak, Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi en iyi bildiğine işaret edilmektedir.
lerden geri kalanlara de ki: «İleride siz güçlü savaşçı bir
mîlletle savaşmaya çağrılacaksınız; ya İslâm'a
girmeyi kabul edecekler, değilse onlarla vuruşacaksınız..»
Hayber Savaşı'na katılmalarına müsaade edilmeyen kabileler,
yakındılar, savaşmak istediklerini, fakat bu imkânın verilmediğini dile
getirip sızlandılar. O sebeple Cenâb-ı Hak, onları ikinei büyük bir sınavla deneyeceğini haber vererek,
sızlanmalarının geçerli ve makul yanı bulunmadığına işarette bulundu.
İleride Müslümanların
savaşacağı güçlü, savaşçı millet hangisi olabilir? İlim adamlarının tesbit ve yorumlan farklıdır :
a) İbn Abbas, Atâ b. Ebî Rebah, Mücahid, İbn Ebî Leylâ ve Atâ e!-Ho-rasanî'ye göre : İranlılardır.
Meşhur Kadisiye Savaşı'na işarettir.
b) Kâb, el-Hasan ve Abdurrahmân b. Ebî Leylâ'ya
göre : Rumlardır. Meşhur Tebük Seferi'ne
işarettir.
c) İbn Cüreyc'e göre : Hevâzin ve Sakîf kabileleriyle meydana gelecek savaşa işarettir.
d) Katadeye göre : Huneyn Savaşı'nda
İslâm'ın karşısına çıkan Hevazin ve Gatafan kabileleridir.
e) Zührî' ve Mukatile göre: Benî Hanîfe
kabilesidir ki bu meşhur Ye-mame Savaşı'na işarettir.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
vefatına yakın yapılan Tebük Seferi, cidden mü'mini münafıktan ayırd eden bir
sınav oldu. Ebû Bekir Sıddîk'ın
(R.A.) Benî Hanîfe'ye karşı hazırladığı ordu ile Hz. Ömer'in (R.A.) Rum ve Fârislere
karşı gönderdiği ordular da bu konuda birer mihenk taşı oldu; öyle ki samimi mü'minleri, ikiyüzlü dönek münafıklardan seçip ayırdı.
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı sapıklar, şaşkın münafıklar tehdît edildi. Umre Seferine katılmayan
kabileler kınandı ve ileride meydana gelecek çetin bir savaşa
hazırlanmaları hatırlatılarak, nifak ye şikakı bırakmaları
tavsiye edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Hudeybiye'de ağaç altında Hz.
Peygamber'e bey'at edenler hem övülüyor, hem de
müjdeleniyor. Sonra da İslâmî fetihlerin birbiri
ardınca devam edeceği bildirilerek, mü'minlerin ona
göre hazırlanmaları isteniliyor ve aynı zamanda kâfirlerle münafıklar tehdît
edilip, dönüş yapmadıkları takdirde başlarına gelecek azabı savacak bir gücün
bulunamayacağı dolaylı şekilde hatırlatılıyor.
18-19- And olsun ki, Allah o ağaç altında sana Bey'ât
eden mü'ınin-lerden razı
oldu; onların kalplerindekini (iyi niyet ve samimiyetlerini) bildi de bunun
için üzerlerine güven ve sükûnet indirdi ve onlara çok yakın bir fethi
(müyesser kılmakla başarıyı) ve ele geçirecekleri birçok ganimetleri lâyık
gördü. Allah çok üstündür, çok güçlüdür, hikmet sahibidir.
20- Allah
size, ele geçireceğiniz birçok ganimetleri va'detmiştir.
Bunu şimdilik size hemen verdi; insanların elini sizden çekti ki mü'minler için açık bir belge ve isbatlayıcı
bir delil olsun ve sizi dosdoğru yofa eriştirsin.
21- Size
başka ganimetler de va'detti ki, onlara henüz
kudretiniz yetmemektedir ki, gerçekten Allah, o ganimetleri (ilmiyle,
kudretiyle) kuşatmıştır. Allah'ın kudreti her şeye yeter,
22- Kâfir
olanlar, sizinle savaşacak olsalardı, arkalarını dönüp kaçarlardı; sonra da ne
bir dost ve sahip, ne de bir yardımcı bulabilirlerdi.
23- Allah'ın
öteden beri gelip geçenler hakkındaki câri sünnetidir bu. Sen artık Allah'ın
sünnetinde hiçbir değişme bulamazsın.
«Ağaç altında bey'ât edenlerden hiç bîri Cehennem'e girmeyecektir.» [12]
«Ağaç altında bey'ât edenler elbette Cennet'e gideceklerdir. Ancak kızıl
deve sahibi müstesna..» [13]
«And
olsun ki Allah' altında sana bey'ât eden mü'minlerden razı oldu..»
Cenâb-ı Hakk'ın güvenli kıldığı;
iyilik, sevap ve faziletin kaynağı saydığı Mescid-i
Haram'ı görmek ve kutsal Kabe'nin etrafında dönüp tavaf yapmak için mü'minler ve özellikle de Muhacirler can atıyorlardı. Resûlül-lah (A.S.) Efendimiz'in bu sırada gördüğü rüya ile, mü'minierin başları tıraşlı bir halde korku duymadan Mescid-i Haram'a gireceklerini müjdelemesi bir bahar
havası meydana getirdi. Haber yıldırım hızıyla etrafa yayıldı. Sonra da Resûlüllah (A.S.) umre niyetiyle Mekke'ye hareket edeceğini,
mü'minierin de kendisine refakat etmesini istedi.
1400, bazı rivayetlere göre 1500 kişilik bir cemaat halinde yola çıktı. Mekkeli'ler onların Mescid-i
Haram'a girmelerine engel oldular; ancak bir yıl sonra Mekke'ye
girebileceklerine ve Mescid-i Haram'da ibâdet edebileceklerine
müsaade edebileceklerine söz verdiler ve bunu müteakip birtakım ağır şartlar da
ileri sürerek bir anlaşma ortamının oluşmasına eğilim gösterdiler. Anlaşma
metni üzerinde bazı itirazlar ve düzeltmelerden sonra taraflarca kabule uygun
görülerek imzalandı.
Bu olaydan az önce de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Hudeybiye'de
mevcut bir sakız ağacının altında oturup mü'minleri bey'âte çağırdı. İslâm tarihinde buna «Bey'âtü'r-Ridvân» denilmektedir. Bu bey'ate
katılanların hepsinden Allah razı olmuştur. Çünkü o gün mü'minler
ilâhî rızadan başka hiçbir niyet ve arzuları olmaksızın Peygamber'in (A.S.) bu
dâvetine olumlu cevap vermek suretiyle her konuda ve her hususta Ona itaat
edeceklerine, canları pahasına bile olsa ayrılmayacaklarına söz vermişlerdi. O
gün oluşan o renkli havada ne ganîmet arzusu, ne şan ve şöhret duygusu söz
konusu idi.
Hudeybiye'de Resûlüllah'a (A.S.) bey'at edilen arazi parçasında gölgesinden yararlanılan semure ağacı bulunuyordu. Resûlüllah
(A.S.) bu ağaca sırtını dayamış bir halde ashabın bey'âtini
kabul etti. Kuvvetli ihtimalle bunun sakız ağacı olduğu sanılmaktadır.
Sonraları bu ağacın bulunduğu toprak parçası, Mekke cihetine gidip gelen
Müslümanların ziyaret yeri haline gelmiş ve o ağacın altında bir süre
oturmakla tefe'üi edilmeye başlanmıştı. Hz. Ömer (R.A.) hilâfet makamında bulunduğu yıllarda bu tefe'üi olayının iyice yaygınlaştığını ve ağaca kutsallık atfedildiğini
görünce, yanlış bir inanca sapılmasından endişe duyarak bu ağacı kestirmiştir.
On sekizinci âyetle, mü'minler yakın bir fetih ile müjdelenmektedirler. Şöyle
ki: Hudeybiye Anlaşması ve «Bey'âtü'r-Ridvân», «feth-i karîb»in altın anahtarı oldu. Mü'minler
bu anlaşmadan sonra daha düzenli ve disiplinli bir döneme girdiler.
Buna mükâfat olarak Cenâb-ı Hak, onlara üç büyük lûtufta
bulundu :
1- Kureyş Kabilesi'nin hırçın ve kaba davranışları, tahrik
edici sözleri karşısında mü'mînlerin kalbine güven,
sabır ve sükûnet ilham edildi. Böylece o gün meydana gelmesi muhtemel bir fitne
önlenmiş oldu.
2- Bunun
hemen arkasından Allah, mü'minlere Hayber'in kapısını açarak yakın bir fethi müyesser
kıldı. Sonra da Mekke'nin fethi gerçekleşti.
3- Maddî ve
manevî; zahirî ve bâtınî birçok ganimetleri mü'minlere lâyık gördü. Bu ganimetler yeni kurulan İslâm
Devleti'nin malî gücüne geniş imkânlar sağladı. O sebeple de mü'minierin kâfirlerle savaşmalarına karşı şevk ve
hevesleri kamçılanmış oldu.
Bunlardan başka daha
birçok ganimetler va'dediliyor ki, önemli kısmı dört
halîfe zamanında gerçekleşmiştir.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hayber'in
fethine hazırlanıp Medine dışına çıkınca. Benî Esed
ile Benî Gatafan kabileleri, Medineyi
basıp mal ve kadınları yağmalamayı plânladılarsa da, Cenâb-ı
Hak kalplerine korku saldı da plânlarını uygulamaktan vazgeçtiler. Yirminci
âyetle, bu olaya işaretle, Allah'ın mü'minlerden
yana olan rahmet ve yardımı konu ediliyor.
Böylece mü'minierin tam sadakat ve teslimiyetle davalarına gönülden
sarılmaları, Allah'ın yardımına mazhar kılınmalarına
kapı açtı; suskunluk içinde geçen sıkıntılı günler geride kaldı. Sabır, güven,
teslimiyet ve sadakatte birleşip bütünleşen mü'minierin
fethodemiyecekleri kabile bulunmayacağı kesinlik arzetti. Sağlam bir kıstas ortaya çıktı : Gelecek olan
İslâm kuşaklarına başarının yolları
hazırlanıp açıldı.
«Allah size, ele geçireceğiniz
birçok ganimetleri va'detmiştir. Bunu şimdilik size
hemen verdi..»
Cenâb-ı Hak, Arap Yarımadası'nı yavaş yavaş
İslâm'ın zafer bayrağını dalgalandırdığı bir bölge hali/ıe
getirirken, bunun dışında mü'minlerin henüz
fethetmesine güç getiremedikleri önemli devletlerin ve ülkelerin fethini de
ezelî ilmiyle tesbit edip hazırlamış bulunuyordu. Bu
ülkeler: İran ve Bizans idi. Yirmi birinci âyetle, daha çok bu ikisine işaret
edilmekte ve böylece İslâmiyetin şan ve şeref dolu
parlak geleceği haber verilmektedir. Nitekim çok geçmeden
İslâm orduları İran ve Bizans kapılarına gelip dayandılar..
Medine'yi basıp yağma
etmek isteyen Benî Esed ve Benî Gatafan
kabilelerine gelince : Eğer onlar hazırladıkları sinsi plânlarını uygulama alanına
koymuş olsalardı, mutlaka ağır bir darbe yiyip hezimete uğratılacaklardı.
Çünkü İslâm mücahitlerinin maddî ve manevî gücü buna yetecek bir düzeye gelmiş
bulunuyordu. Nitekim yirmi
ikinci âyetle buna
işaret edilmektedir.
«Allah'ın öteden beri
gelip geçenler hakkında câri sünnetidir bu. Ve sen artık Allah'ın sünnetinde
bir değişme bulamazsın.»
Yaratan ile
yaratılanlar arasında, ezelî takdîr gereği, bir imkân ve irâde sınırı söz
konusudur. Hakikî imân doğrultusunda gelişip İslâm dâvasına sadakatle, ferağat-i nefisle sarılan bir cemaatin zafer elde etmesi,
ilâhî sünnet gereğidir. Şu şartla ki, bu cemaat birlik ruhuyla yola çıkıp Allah
ve din uğrunda mevcut bütün imkânlarını kullanarak, kullar için konulmuş imkân
ve irâde sınırına gelmiş olsunlar...
İşte Resûlüllah (A.S.) ve arkadaşları bu şartı en duyarlı
anlamda yerine getiren bahtiyarlar idiler. Onun için Cenâb-ı
Hak, süregelen sünneti gereği onlara yardımda bulundu ve zafer kapılarını
ardına kadar açtı.
Yukarıdaki
âyetlerle, Hudeybiye'de
ağaç altında Resûlüllah'a (A.S.)
bey'at eden mü'minler konu edildi
ve bunun yakın bir fethe anahtar teşkil ettiğine dikkatler çekildikten sonra
ileride daha birçok fetihlerin müyesser olacağı müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle, Hudeybiye Anlaşması'ndan az önce, ortaya çıkan gergin
havaya işaretle, yok yere bir savaşın eşiğine gelindiği konu ediliyor ve bunun
için mü'minler üzerine sekînet
ve sabır indirildiği belirtilerek, ilâhî muradın ne yanda tecellî ettiğine
dikkatler çekiliyor. Sonra da yakında Mescid-i
Haram'a mutlaka girecekleri ve böylece Allah'ın, Peygamber'inin (A.S.) gördüğü
o rüyayı gerçekleştireceği müjdeleniyor.
24- Size,
onlara karşı zafer sağladıktan sonra Mekke sınırları içinde onların ellerini
sizden çeken, sizin de ellerinizi onlardan çeken O'dur. Allah yaptıklarınızı
görüp bilendir.
25- İnkârda
ısrar edip sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyanlar,
hediyelik kurbanlarınızı yerine ulaştırmanıza engel olanlar, onlardır. Eğer
(iplerinde) sizin bilip tanıyamadığınız mü'min
erkekleri ve mü'min kadınları bilmeden çiğnemeniz ve
bu yüzden size vebal, üzüntü ve sıkıntı gelmesi söz konusu
. olmasaydı, (elbette
aranızda bir savaş meydana gelirdi). (Bu da) Allah'ın dilediği kimseyi
rahmetine sokması içindir. Eğer onlar (o mü'min
erkekler ve kadınlar) diğerlerinden seçilip ayrılabilselerdi, onlardan küfre
sapanları elem verici bir azaba uğratırdık.
26- Hani o
inkâra sapanlar kalplerinde cahiliye devrinin gurur
ve taassubunu alevlendirdikleri zaman Allah, Peygamberinin ve mü'minler üzerine güven, huzur ve kalp sükûneti indirdi de
onlara takva sözünü gerekli kıldı. Zaten onlar bu söze daha lâyık ve ehil
idiler. Allah her şeyi bilendir.
Hudeybiye günü Mekkeli'lerden seksen
kadar silahlı adam Cebel-i Ten'İm'de gizlenip Hz. Peygamber'i (A.S.) gaflete getirip arkadaşlarıyla
birlikte esir etmek istiyorlardı. Cenab-ı Hakk'ın lûtfu olarak, onların
kalplerini barıştan, anlaşmadan yana çevirmesi sebebiyle, kaçınılması zor bir
çatışma ve vuruşma önlenmiş oldu. Bunun üzerine ilgili 24. âyet indi. [14]
Diğer bir rivayet :
Abdullah b. Muğeffer el-Müzenî (R.A.) anlatıyor: «Biz Hz. Peygamber (A.S.) ile beraber, Allah'ın Kur'ân'da sözünü ettiği ağacın altında bulunuyorduk.
Dallan Resûlüllah'ın sırtına doğru sarkmış vaziyette
idi. Ali b. Ebî Tâlib ve
Süheyl b. Amr de orada hazır bulunuyorlardı. Resûlüllah (A.S.), Hz. Ali'ye
(R.A.): «Bismillahirr-Rahmâni'r-Rahîm»
yaz diye emretti. Süheyl b. Amr, müdahale ederek Hz. Ali'nin elini tuttu ve şöyle dedi: «Biz, Rahman ve
Rahîm'i bilmiyoruz ve tanımıyoruz. Sen bizim bildiğimiz şekilde yaz.» Bunun
üzerine Resûlüllah (A.S.) : «Ya
Ali! Bi-ismikelfahümme,
yaz» diye buyurdu. Sonra Hz. Ali (R.A.), «Bu, Allah
Resulü Muhammed ile Mekke halkı arasında bir sulh anlaşmasıdır» ibaresini
yazdı. Süheyl b. Amr yine Hz.
Ali'nin elini tutarak şöyle müdahalede bulundu : «Eğer Allah'ın Resulü isen,
o takdirde sana zulmetmiş bulunuyoruz.
Onun için bizim ölçü ve anlayışı-Ynıza göre
yazılsın..» Hz. Peygamber (A.S.), Hz.
Ali'ye (R.A.) : «Ya Ali! Bu, Abdullah oğlu Muhammed
ile Mekke arasında bir sulh anlaşmasıdır, ibaresini yaz» diye emretti. Tam bu
sırada silahlı otuz kadar genç çıkageldi ve ayaklarından yükselen toz üstümüze
doğru yöneldi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) onlar
aleyhine dua etti de Cenâb-ı Hak onların kulaklarını
işi-temez hale soktu. Böyleee
kalkıp hepsini yakaladık. Peygamber (A.S.) onlara : «Birisinin ahd-ü emânında bulunarak mı
geldiniz, yoksa biri size güvence mi verdi?» diye sordu. Onlar da : «Hayır»
deyince, Hz. Peygamber (A.S.) hepsini serbest bıraktı. Bunun üzerine 24.
âyet indi. [15]
25 ve 26. âyetlerin
iniş sebebi ise, şöyle rivayet edilmiştir:
Ashab-ı Kirâm'dan Abdullah b. Amr (R.A.) diyor ki: Cüneyd b. Sü-beyi' şöyle anlattı: «Günün evvelinde kâfir olarak Resûlüllah (A.S.) ile savaştık, günün sonuna doğru Onunla
birlikte yanyana Müslüman olduğumuz halde düşmana
karşı savaştık. Biz, yedisi erkek, ikisi kadın olmak üzere dokuz kişi
idik.»
Bu sebeple sözü edilen iki âyet inmiştir. [16]
«Size, onlara karşı
zafer sağladıktan sonra Mekke sınırları içinde onların ellerini sizden çeken,
sizin de ellerinizi onlardan çeken O'dur..»
Mekkeli müşriklerin
her türlü terbiye ve nezaket dışı söz ve davranışları; önceden silahlanıp ani
bir baskında bulunmayı plânlayan bir grubun kötü niyeti; Hz.
Osman'ın Mekke'de bir süre alıkonması ve birtakım
ağır ve yersiz şartların ileri sürülmesi gibi olumsuz gelişmeler Müslümanlarla
müşrikleri kanlı bir çatışmaya sürükleyecek nitelikteydi. Şüphesiz böylesine
kanlı bir çatışma, ister istemez Harem sınırları içinde cereyan edecek ve
Mekke;.de, İslâmiyeti kendilerine din olarak seçip
kâfirlerin işkencede bulunmasından korkarak imânlarını gizliyenler
de böyle bir savaşta elde olmayarak yer alacak ve onların iç yüzünü henüz
bilmeyen ashab-ı kiramın darbelerine mâruz
kalacaklardı. O sebeple mü'minler kendi din kardeşlerini
öldürecek ve sonra da farkına varınca büyük bir teessür ve üzüntü duyacaklardı.
Cenâb-ı Hak böyle bir sonucun doğmasını murad
etmedi. Mü'minlere sükûnet ve sabır havası estirerek
hislerini yatıştırdı.
«Onlara takva sözünü
gerekli kıldı. Zaten onlar bu söze daha lâyık ve ehil idiler..»
«Kelime-i Takva»
kavramı üzerinde hayli durulmuş ve birbirine yakın yorum ve açıklamalarda
bulunanlar olmuştur. Onları şöyle özetüyebiliriz:
a) Tirmizî'nin «hadîsün hasenün garîbün» dediği rivayetinde, Resûlül-lah (A.S.) Efendimiz bunu «La ilahe illallah» ile
belirlemiştir.
b) İbn Cüreyc'e göre : «Lâ ilahe illallah, Muhammed'ün
Resûlüllah» sözüdür.
c) Atâ' b. Ebî Rebah'a göre : «Allah'tan başka ilâh yoktur, O birdir,
ortağı yoktur. Hamd O'na mahsustur. O'nun kudreti her
şeye yeter» sözüdür.
d) Urve'nin el-Misver'den yaptığı rivayete göre : «Allah'tan başka ilâh
yoktur; O birdir, ortağı yoktur» sözüdür.
e) Hz. Ali (R.A.) den
yapılan rivayete göre : «Allah'tan başka ilâh yoktur. Allah çok büyüktür» sözüdür.
f) Ali b. Talha'nın İbn Abbas (R.A.)dan
yaptığı rivayete göre : «Lâ ilahe
illallah» kelimesidir. Aynı zamanda bu kelimenin gölgesi altında cihâd etmektir.
g) Zührî'ye göre : «Bismi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm»dır.
Allah daha iyisini
bilir. Ancak Tirmizî'nin rivayet ettiği hadîs, her ne
kadar haber-i vâhid kapsamına girmekteyse de, hasen olduğu kabul edildiği takdirde -ki Tirmizî öyle kabul etmiştir- açıklama olarak onu daha sahîh
ve sıhhatli kabul etmemiz uygun olur.
Kur'ân, «Kelime-i Takva» sözüyle bütün mü'minlere,
savaş ve barış hallerinde, «Allah'tan başka ilâh yoktur; Allah çok büyüktür»
esasına bağlı ve sadık kalmalarını, bütün meselelerini bu esasın ışığı altında
çözmelerini tavsiye ve telkin etmektedir. Zira bu yüce söz, gayelerin gayesi,
amaçların amacı; akıl ve imânı birleştirip hüküm vermenin tek çözüm şifresi-dir. Hudeybiye Anlaşması, bu
sözün kalp ve kafalarda oluşturduğu gerçeği görebilme basîretiyle
gerçekleştirilmiştir.
Yukarıdaki âyetlerle, Hudeybiye Anlaşmasından önceki gergin hava konu edildi.
Arkasından yakın gelecekte mü'minlerin Mescîd-i Haram'a girecekleri müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle, Resûlüllah'ın (A.S.) bundan böyle kâfirlere ve kitap
ehline karşı üstünlük sağlayacağı' ve İslâm Dini'nin bütün dinleri nes-hedip yürürlükten kaldırmak
suretiyle Allah'ın insanlara son mesajı olduğunu izhar edeceği haber
veriliyor. Sonra da Tevrat ve İncil'de bazı vasıfları anlatılan Ashab-ı Kirâm'ın güzel halleri
konu edilerek yönlendirici misal veriliyor.
27- And olsun ki Allah, Peygamberine o rüyayı hak ile doğru
gösterdi : Şanıma yemin olsun ki, elbette -Allah dilerse- güven içinde
başlarınızı tıraş etmiş veya kırkmış bir halde korkmadan Mescicf-i
Haram'a gireceksiniz. O, sizin bilmediğinizi bilir ve ondan önce (veya sonra)
yakın bir fetih verdi (veya verecek).
28- Peygamberini
doğru yol üzere ve hak din ile, diğer bütün dinlere üstün kılmak için gönderen
O'dur. Şahit olarak Allah yeter.
29- Muhammed,
Allah'ın Peygamberidir. Onunla beraber bulunanlar, kâfirlere karşı çok çetin ve
serttirler; kendi aralarında birbirlerine karşı merhametlidirler. Onları, rükû'
edenler, secde edenler olarak görürsün; Allah'ın geniş lûtfunu,
bol ihsanını ve O'nun rızasını arzu ederler. Alâmetleri, yüzlerindeki secdeden
oluşan izdir. İşte bu onların Tevrat'taki misâlleridir. İncil'deki misalleri
ise, filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da sapı üzerine
doğrulmuş, (öyle ki) ziraatçıların hayranlığını çeken bir ekin gibidir. (Bu da)
Allah'ın kâfirleri öfkelendirmesi içindir. Allah, imân edip iyi-yararlı
amellerde bulunanlara çok bağışlama ve büyük bir mükâfat va'd
etmiştir.
Katade diyor ki: «Resûlültah
(A.S.) Efendimiz Hudeybiye'den önce rüyasında, güven
içinde başları tıraş edilmiş veya kırkılmış bir halde korkmadan Mescid-i Haram'a girdiklerini görmüş ve bu rüyayı ashabına
anlatmıştı.
Hicrî altıncı yılda
umre niyetiyle 1400 kişilik bir cemaatle Mekke'ye doğru yola çıktılarsa da Kureyş Kabilesi, onların Mekke'ye ve dolayısıyla Mescid-i Haram'a girmelerine o yıl engel oldular ve bir
sonraki yıl müsaade
edeceklerine dair söz
verdiler ve o sebeple aralarında bir anlaşma yazılarak imzalandı.
Münafıklar hemen
kollarını sıvayıp Hz. Peygamber'in (A.S.) gördüğü
rüyanın doğru çıkmadığını etrafa yaymaya başladılar. Bunun üzerine 27. âyet
indi. [17]
İbn Kesîr'in tesbitine göre : Hudeybiye Anlaşması yapılırken Hz.
Ömer (R.A.), Peygamber (A.S.)ın rüyasını hatırlayarak
herhangi bir yorumda bulunmadı, ancak gelip Peygamber (A.S.) ile görüştü ve :
«Ya Resûlellah! Sen bize, Beytullah'a girip tavaf yapacağımızı haber vermedin mi?»
diye sordu. Hz. Peygamber (A.S.) ona : «Evet, öyle»
diye cevap verdi ve hemen ilâve etti: «Ben size bu yıl gelip tavaf edeceksiniz
dedim mi?» Hz. Ömer (R.A.) : «Hayır...» diye cevap
verince, Efendimiz (A.S.) ona: «Sen elbette Beytullah'a
gelip onu tavaf edeceksin» diyerek ilk verdiği müjdeyi tekrarladı. Bunun
üzerine ilgili âyetler indi. [18]
«Mü'minlerin
birbirlerini sevmelerinin ve birbirlerine merhametli davranmalarının misali,
bir bedene benzer ki, onun bir organı ağrı ve sızıdan şikâyet edince diğer
organlar da ateşlenme ve uykusuz kalmada onunla çağrışımda bulunurlar.» [19]
«Mü'min,
mü'min kardeşi için bir bina gibidir ki, onun bir
kısmı bir kısmını sıkıp pekiştirir.» [20]
«İnsanların hayırlısı,
benim karnim (bana çağdaş olan mü'm inlerdir), sonra
da onları izleyenlerdir.» [21]
Bir adam, Peygamber
(A.S.) Efendimiz'den, «İnsanların hangisi hayırlıdır?»
diye sordu. Peygamber (A.S.) ona: «Benim içinde yaşadığım çağdaki (yaşayan mü'min)[erdir. Sonra ikinci, sonra da üçüncü kuşaklardır»
diye cevap verdi. [22]
Cennet ile
müjdelenenler:
«Ebû
Bekir cennettedir; Ömer cennettedir; Osman b. Afvan
cennettedir; Ali b. Ebî Tâlib
cennettedir; Talha cennettedir; Zübeyir
cennettedir; Abdurrahman b. Avf
cennettedir; Sa'd b. Ebî Vakkas cennettedir; Saîd b. Zeyd cennettedir; Ebû Ubeyde b. Cerrah cennettedir.» [23]
«Ashabıma sövmeyiniz.
Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki: Sizden biriniz Uhud Dağı kadar altın (Allah yolunda) harcasa, yine de
onlardan birinin ne bir avuç, ne de yarım avuç (harcadığı hayrın sevabına)
erişemez.» [24]
«And
olsun ki Allah, Peygamberine o rüyayı hak ile doğru gösterdi..»
Peygamberlerin (salât-ü selâm hepsine olsun) rüyaları da haktır. Şeytan
onların rüyalarına girip hayalî şeyler yansıtamaz. O bakımdan rüya,
peygamberlere yapılan vahyin çeşitlerinden biri olarak kabul edilir. Nitekim Hudeybiye seferinden az önce Hz.
Peygamber (A.S.), rüyasında güven içinde başları tıraşlı olarak Mescid-i Haram'a girdiklerini görmüştü. Çok geçmeden bu rüyası gerçekleşti. Hayber'in
fethi de fetihlerin ilki oldu. Ardından Mekke fethedildi.
Bunun gibi, Resûlüllah {A.S.) Efendimiz'in
peygamberliğinin ilk altı ayı, rüyasında tecelli eden ilâhî bilgi ve haberlerle
geçmiştir.
«Peygamberini doğru
yol üzere ve hak din ile, diğer bütün dinlere üstün kılmak için gönderen
O'dur..»
İnsanlığı yönlendirip
onlara hayatın asıl amacını öğreten ve kul ile Allah arasındaki engelleri
kaldırıp ruhlara muhtaç bulunduğu manevî gıdayı veren Resûlüllah
(A.S.} Efendimiz, her yönüyle ilâhî rahmeti yansıtmakla birlikte, iki ayrı
mutluluk ışığını da beraberinde taşıyor ve insanlığın
önünü aydınlatıyordu ;
1- Hidâyet,
2- Hak din.
Hidâyet burada,
rüyanın doğruluğu ile yorumlandığı gibi, Kur'ân ile
de yorumlanmıştır. Zira gerek Onun gördüğü rüya, gerekse getirdiği kitap ancak
doğru yolu göstermekte ve insanları, Allah'a uzanan bu yola çağırmaktadır.
Nitekim Bakara Sûresi
185. âyette Kur'ân'ın hidâyet olarak indirildiği
belirtilmektedir. Böylece Kur'ân, kalp ve kafaları
aydınlatıp hak din olan İslâm'ı ve bu dinin getirdiği doğru yolda yürünmesini
öğretmekte ve insan hayatını amaçsızlıktan, başı boşluktan kurtarıp ona anlam
kazandırmaktadır.
Hidâyet ve hak dinin
indirilmesi, önceki dinleri yürürlükten kaldırmaya; bâtıl dinlerin tesirini
gidermeye, putperestliğin anlamsızlığını ortaya koymaya yöneliktir ve bu
sebeple de son din olan İslâmiyet bütün dinlere üstün kılınma kudretiyle donatılmıştır.
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu âyetin ışığında İslâm'ın
geleceğiyle ilgili şu bilgiyi vermiştir :
«Peygamberlik sizde
Allah'ın dilediği kadar kalır; sonra dilediği zaman onu kaldırır. Arkasından
peygamberlik yolunda yürüyen hilâfet baslar. O da Allah'ın dilediği kadar
(aranızda) kalır; sonra Allah dilediği zaman onu kaldırır. Arkasından ısırıcı
hükümdarlık başlar. O da Allah'ın dilediği kadar (aranızda) kalır; sonra Allah
dilediği zaman onu da kaldırır. Arkasından zorba hükümdar dönemi başlar. O da
Allah'ın dilediği kadar (aranızda) kalır; sonra Allah dilediği zaman onu da
kaldırır. Arkasından peygamberlik yolu üzere halifelik dönemi başlar..» [25]
Böylece Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kendi ümmetinin hayatını, idare
edilme tarzını beş ayrı dönem olarak belirlemiş ve İslâmiyet nasıl peygamberliğin
nuranî havası içinde ortaya çıkıp etrafı aydınlattıysa, beşinci döneminde de
yine öyle olacak ve o zaman İnsanlığın yüzü gülecektir.
O halde İslâm'ın
üstünlük sağlayıp diğer dinleri geri plânda bırakması, sadece Asr-i Saadet'e ve dört halîfe devrine mahsus olmayıp,
kıyamete kadar baki kalacak bir hüküm ifade etmektedir.
Bu konuda şahit olarak
da Allah yeter, O'nun kitabı olan Kur'ân da yeter.
Nitekim Bernaba'nın (Barnabas) yazdığı
İncil'de İsa (A.S.), İslâm'ın ebediyen baki ve üstün kalacağını şöyle haber
vermiştir: «Ben sizin sözünü ettiğiniz Mesîh (Tesellici) değilim. Zira ben Onun
ayakkabısının ipini, çorabının bağını çözmeye bile ehil sayılmam. O benden
önce (nuru) yaratılmıştır ve O, Hakk'ın sözünü
getirecek, dininin sonu olmayacak, ebediyen baki kalacaktır.» [26]
«Muhammed, Allah'ın
Peygamberidir. Onunla beraber bulunanlar,
kâfirlere karşı çok çetin ve serttirler;
kendi aralarında birbirlerine karşı merhametlidirler..»
Şüphesiz bir insan
için en üstün, en büyük şeref, kulluk çerçevesi içinde Allah'ın Resulü
olmaktır. Ancak bu şeref çalışmakla elde edilebilen bir meslek değil, Allah'ın
kendi kulları arasından seçip beğendiğime lâyık gördüğü bir iltifattır.
Peygamberlik
zincirinin en son, fakat en büyük halkası Hz.
Muhammed (A.S.) bu ilâhî iltifata mazhar kılınmış; «Muhammed'ün Resûlüllah» âyetiyle
şereflendirilmiştir.
Hz. Muhammed (A.S.), ilâhî mesajın son tebliğatçısı ve ilâhî risâletin
emîn dâvetçisi olarak yalnız Allah adına konuşmuş, O'nun namına küfürle, zulüm
ve ahlâksızlıkla savaşmış ve sadece Rabbı'nın adıyla
hükmetmiştir.
Gerçek bu olunca.
Onunla beraber İslâm bahçesinde yerini alan mü'-minlerin
de bütün azim ve gayretleri, güç ve imkânları, Hakk'i
tebliğe ve Allah'ın varlığına, birliğine davete yönelmeli değil midir? İlgili
29. âyetle bu gerçeğe parmak basılarak Cenâb-ı Hakk'a imân doğrultusunda vakf-ı
hayat eden bahtiyar mü'minlerin beş önemli özelliği
açıklanarak sonraki mü'minlere en sağlam misal ve
kıstas verilmektedir:
1- Muhammed
(A.S.) ile beraber olanlar, kâfirlere karşı çok şiddetlidirler. Çünkü küfür ve
azgınlık bulutlarının kaldırılması, imân ve irfan güneşini ortaya çıkarmakla
sağlanır; inkarcı azgınların tesirleri azaltılınca, hak bütün parlaklığıyla
alanı doldurur ve bâtıl silinmeye mahkûm olur.
2- Mü'minler birbirlerine karşı merhametli
ve şefkatlıdırlar. Çünkü kişisel çıkar, menfaat ve ihtiras söz konusu değildir.
İslâm'ın manevî gölgesi altında birleşip bütünleşme vardır.
3- Kulluğun
özünü ve mayasını yansıtan «namaz»ı, derin bir zevk ve derunî istekle kılarlar.
Zira mü'minlere göre, en büyük şeref, Allah'a kul
olmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak İsrâ
olayını konu edinirken «Kulunu gecenin bir bölümünde..» anlatımına yer vererek «kulluğun» kendi
yanındaki kıymetini belirtmiştir.
Mü'minler namaz ibadetiyle yalnız Allah'ın geniş lütuf ve
rahmetini, bol ihsan ve inayetini arzu ederler.
4- Bu mü'minlerin en belirgin alâmetlerinden biri, yüzlerindeki
secdeden oluşan izdir. Zira secde hali, Allah'a en yakın olma dönemi, ve ilâhî
ma'rifetin kalpte en çok tecelli, oradan yüze
aksettiği anlardır.
5- Tevrat ve
İncil'de onların misalleri, belirtilen ölçü ve anlamda haber verilmiştir. Böylece indirilen
her kitap kendisinden sonra, indirilecek kitapları müjdelemiş ve gönderilecek peygambelerden kısmen haber vermiştir. Bir sonra indirilen
kitap ta kendisinden önceki kitapları tasdîk etmiş ve onların kadrini yüceltmiştir.
Tevrat ile İncil'in
Allah'tan indirilen ilk nüshası zayi' edildiğinden, sonradan tertiplenen her
iki kitapta da birtakım yanlışlar meydana gelmiş ve insan sözüyle Allah sözü
birbirine karıştırılmıştır. Böyle olmasına rağmen, yine de ilgili âyetle
bildirilen hususların izlerine onlarda rastlamak mümkündür. Meselâ Tevrat'ın Tesniye bölümünün 18/15; İşaya
bölümünün 42/5 belgesinde Hz. Muhammed'in (A.S.) bazı
vasıfları ve geleceği yarı kapalı bir anlatımla yazılıdır. İncil'de ise, Yuhanna : 16/7-14, Markos : 1-15,
Matta : 21/40 belgelerinde Hz. Muhammed'in geleceği
haber verilmekte, ancak isminden sarih olarak söz edilmemektedir.
Bernaba (Barnabas) İncil'inde ise,
yirmiye yakın yerinde Hz. Muham-med'den (A.S.) ve Onun birtakım özelliklerinden, ashabının
bazı vasıflarından söz edilmektedir. 1958 yılında Dr. Halil Saade tarafından tercüme edilip aynı yılda Mısır'da Arapça
bastırılıp neşredilen nüshasında, bu konuyla ilgiiryaptığımız
tesbitlerin yerlerini aşağıya yazmakta fayda görmekteyiz
:
Bernaba (Barnabas} İncil'i : 39/14,
42/13, 44/19, 54/1-11, 55/20-24, 82/16, 96/3-7, 96/11-15, 97/4-14, 136/18-21,
137/3-8, 191/8, 220/17-20, 208/17.
Ayrıca Markos İncil'inde «Allah'ın Melekût»undan
söz edilirken, Hz. Muhammed'in (A.S.) yeryüzüne
attığı küçücük gibi sanılan «Tevhîd Tohu-mu»nun nasıl gelişip
büyüyeceği temsili olarak anlatılmakta ve «Melekût»-tan
maksadın, Allah'ın yeryüzünde kendi adına konuşup hükmedecek, meleklerle
desteklenecek peygamber olduğu dolaylı şekilde belirtilmektedir:
«Ve dedi: Allah'ın melekûtunu nasıl benzetelim? yahut onu ne meselle önünüze
koyalım? Hardal tanesi gibidir ki, toprağa ekilirken her ne kadar yer üzerinde
olan bütün tohumlardan en küçüğü ise de, ekildikten sonra büyür ve bütün
sebzelerden daha büyük olur, küçük dallar salar; şöyle ki, göğün kuşları onun
gölgesi altına yerleşebilirler.» [27]
«İncil'deki
(misalleri) ise, filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da
sapı üzerinde doğrulmuş, (öyle ki) ziraatçının hayranlığını çeken bir ekin
gibidir..»
Fütuhatcı, diğer bir anlatımla «fâtih mü'minler»i
yetiştirme yol ve yöntemi; usûl ve metodu işlenirken dikkat çekici bir misal
verilmekte ve öylece nefis bir benzetme yapılmaktadır. Şöyle ki:
Atılan imân ve irfan
tohumunun filizlenmesi, İslâm'ın ciddi anlamda sistemli ve duyarlı bir eğitim
ve öğretimle kalplere, işlenmesinin gereğine işarettir.
Filizin kalınlaşıp
kendi sakı üzerinde doğrulması, eğitilip öğretilen gene neslin olgunlaşıp bütün
benlik ve enerjisiyle dâvaya sarılmasına işarettir. Öyle ki ne madde, ne makam,
ne ölüm, ne de açlık endişesi onları yolundan alıkoyabilir.
Sonra da böyle bir
imân ve irfan ordusunun arzedeceği satvet ve ihtişam, bakanların hayranlığını çeker; inkarcı
sapıkların ise kin ve öfkesini artırır.
Bütün bu kademeli
eğitim ve öğretimin en önemli yanlarından biri de, azıp sapıtan din
düşmanlarını korkutmaya, caydırıcı bir güç ortaya koymaya yönelik
bulunmasıdır.
İşte Hz, Muhammed (A.S.) Efendimiz ile beraber olan ve Onun mektebinde
eğitilip yetiştirilen mü'minler böylesine düzenli,
disiplinli, azimli, kararlı ve güçlü idiler."
Şüphesiz bütün bu
güzel vasıfların iki temel kaynağı vardır:
a) Allah'a dosdoğru imân,
b) Salih ameller..
Âyette gecen «minhüm» zamiriyle, «vellezîne maahüm» ile özellikleri açıklanan cemaatten sonra kıyamete
kadar, Hz. Muhammed'in (A.S.) sün-netiyle doğru yolu
seçenler kasdedilmektedir. Böylece Kur'ân hem ilâhî mağfireti, hem de büyük ecri bütün mü'minlere teşmil ederek ilâhî rahmet ve inayetin bütün
mücahit mü'minleri kapsadığını haber vermektedir.
Fetih Sûresi'ne, «feth-i mübîn» müjdesiyle
başlanıldı ve imân edip sâlih amellerde bulunan mücahidlere ilâhî mağfiret ve büyük ecir va'd edilerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsîrini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a hamd-u senalar; kendi
sünnetiyle kalp ve kafamızı aydınlatan Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e salât-ü
selâmlar olsun.
[1] Tefsîr-i Kurtubi: 16/259
[2] Tefsîr-ü Garâibi'l-Kur'ân/Nizamuddin Nisâbûrî : 26/43
[3] Müsned-i Ahmed-
Ebû Dâvud- Nesâî
[4] Buhari/tefsir : 1/48
[5] Tefsîr-i Kurtubî : 16/260
[6] Ebû Dâvud/cihâd : 143- Ahmed : 3/420.
486
[7] Lübabu't-te'vîl
: 4/144
[8] Buharî/cihâd
: 110
[9] Tirmizî/siyer : 34-
Müslim/imaret : 68, 76- Nesâî/bî'ât
: 7- Dâremî/siyer: 7-
Ahmed :
3/292. 355, 381,
395/25
[10] Sahîh-İ Buharı:
îbn Ömer
(R.A.) dan
[11] Îbn Ebî
Hatim- îbn Kesir : 4/185
[12] Tirmizî/menâkıb
: 57, 58
[13] Tirmizî/menâkıb
: Hadisteki bu anlatım, kızıl tüylü
devesini daha çok sevip Allah yolunda cihâda katılmayan veya bu gibi ganimete
erişmek için cihâda katılan kimse ile yorumlanmıştır.
[14] Tefsir-i Kurtubl ; 16/280
[15] Müsned-i Ahmed
: 1/342-4/87. 325
[16] Taberânî-îbn
Kesir: 4/193
[17] Tefsîr-i Kurtubî : 16/289,
290 - Lübabu't-te'vîl
: 4/160
[18] Tefsîr-i İbn Kesir : 4/201 f
[19] Müslim/birr : 67
[20] Buharî/salât:
88, edeb : 36,
mezâlim : 5- Müslim/birr : 65- Tirmizî/birr: 13- Nesâî/zekât: 67- Ahmed : 4/104,405
[21] Buhari/şehadet
: 9, fezâil-i sahabe : 1, rikak ; 7, eyman : 10, 27- Tirmi-zî/fiten : 45- İbn Mâce/ahkâm : 27- Ahmed : 1/378, 417,
434, 438, 442-2/228
[22] Müslim/fezâil-i sahabe :
210, 211. 212, 214,
215- Ebû Dâvud/sünnet :
9- Ahmed
: 2/327 -6/156
[23] Tirmi2Î/menakıb : 25, 36
[24] Buharî/fezâil-i
sahabe : 5- Müslim/fezâil-i
sahabe 221, .222
[25] Müsned-i Ahmed
: 4/273
[26] Bernaba İncil'i: 42/14
[27] Markos İncil'i: 4/30-32