- 49 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 49, nüzûl sıralamasına göre 106, mesânî kısmının
beşinci sûreler grubunun beşinci sûresi olan Hucurât sûresi, Medine’de nâzil
olmuş olup âyetlerinin sayısı 18’dir.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işiten, her şeyi bilensin.
Hucurât sûresi Medine’de
nâzil olmuş 18 âyetlik bir sûredir. Mekke’deki küfür, şirk ve zulüm ortamından
kurtulup Medine’de Allah ve Resûlü egemenliğinde özgürce bir hayat yaşama
imkânı bulmuş Müslümanları eğitmek, onlara en güzel ahlâk kuralları öğretmek üzere
gelmiş bir sûredir. Ama sadece o dönem Müslümanlarını değil, kıyâmete kadar ben
de Müslümanım diyen, kıyâmete kadar bu kitap benim de kitabımdır diyen ve
hayatını bu kitapla düzenlemek üzere bu kitabı eline alan tüm Müslümanları
eğitmek üzere gelmiş bir sûreyle karşı karşıyayız.
Hz. Peygamberimiz
(s.a.s)'in Medine'de eşlerine ait dokuz oda vardı ve bunlar mescide bitişikti.
Hicrî 9. yılda, henüz müslüman olmamış Temîm oğulları kabilesinden bir grup
mescide gelerek, Hz. Peygamber'in eşlerinin bulunduğu odaların arkasından
bağıra bağıra "Muhammed! Muhammed" diye Hz. Peygamber'i çağırdılar ve
şiir o-kumak istediler. Araplar da bazı sorunlar şiirle çözümlenir, kim daha
güzel şiir okursa onun tezi kabul edilirdi. Temîm kabilesinin şiirlerine
karşılık Hassan b. Sâbit şiir okudu ve bu kabilenin ileri gelenlerinden Akra b.
Hâbis müslüman oldu. İşte dördüncü âyette "odaların arkasından sana seslenenlerin
çoğunun akılları ermez" buyruğu bu olayla ilgilidir.
Hucurât
sûresi, mü'minler arasında ve Hz. Peygamber'e karşı davranış kurallarını, âdâb
ilkelerini belirtmektedir.
Mü'minler,
Allah ve Resûlü’nden önce bir hüküm beyan etmeye kalkışmamalıdırlar. Hz.
Peygamber ile konuşurken son derece na-zik olmalıdırlar. Fasıkların çıkardığı
haberlere hemen inanılmamalı ve doğruluğu araştırılmalıdır. Mü'min iki grup
savaşırsa araları düzeltilmelidir. Eğer bir grup sulh teşebbüsüne yanaşmayıp
saldırıya devam ediyorsa yola gelinceye kadar o grupla savaşılmalı, sonunda da
adaletle davranılmalıdır.
Mü'minler
kardeştir ve bozuşan kardeşlerin arası düzeltilmelidir. Mü'minler birbiriyle
alay etmemeli, birbirini kötü lakapla çağırmamalı ve kusur aramamalıdır.
Birbirlerini çekiştirmemeli, zandan ve giz-li şeylerin araştırılmasından uzak
durmalıdırlar. Herkes Allah katında eşittir, üstünlük ancak takva iledir.
Mü'min, Allah'a ve Resûlü’ne kesinlikle inanan ve malıyla canıyla cihad eden
kimsedir. En büyük nimet imandır. Kimin gerçekten iman ettiğini gayba ve her
şeye vakıf olan Allah bilir. Sûrenin ana mesajları şöyledir:
Allah ve
Resûlü’nün Hükmünün Üstünlüğü Meselesi:
Sûrenin ilk âyetinde
"Allah ve Resûlü’nün önüne geçilmemesi" öğüdü, Ahzâb sûresindeki şu âyetle
açıklığa kavuşmaktadır: ''Allah ve Resûlü’nün hüküm koyduğu konularda hiçbir
müslümana muhayyerlik (hür düşünce, kendi kendine karar verme yetkisi)
verilmemiştir'' (Ah-zâb,36). Meşhur Muaz hadisi de bu hususta açık bir
hüccettir: Hz. Muaz (r.a) Yemen'e vali olarak giderken, Hz. Peygamber ona
"ey Mu-az, ne ile hüküm vereceksin?" diye sormuş, o da "Allah'ın
Kitabı, Ra-sûlullah'ın sünneti ve bunlarda bulamazsa içtihadı ile hüküm vereceğini"
söylemiştir. Rasûlullah da onun cevabı üzerine: "Resûlü’nün el-çisini
peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun"
buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 230)
Öte yandan
altıncı âyette: "Ey iman edenler, bir fâsık size haber getirirse onun
doğru olup olmadığını araştırıp açığa çıkarın, yoksa bilmeden bir kavme
sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz" buyruğu, Nisâ sûresinin 93.
âyetindeki "Onlar kendilerine gelen haberi Resûle ve aralarındaki emir
sahiplerine yöneticiler, âlimler) götürselerdi, içlerinden işin içyüzünü
araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi" âyetiyle ve ''Ey
inananlar! Allah'a itaat edin, Resule ve sizden olan emir sahibine (Ulu'l-Emre)
itaat edin. Herhangi bir şeyde an-laşmazlığa düşerseniz Allah'a ve Rasûlü'ne
gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün (Kur'an ve Sünnet'le
hüküm verin). Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir'' (N
İslâm
âlimleri, Ulu'l-emr'in ulema ve ümera olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber'in
ilk uygulamalarında da emanet ehline verilmiş; yöneticiler, toplumun ileri
gelenleri, aynı zamanda âlim ve takva sahibi müslümanlardan meydana gelmiştir.
İtaat edilmesi söz konusu olanlar, bu tür kişilerdir. Aynı zamanda "sizden
olan" ibaresi de itaatin ancak müslüman olana olması gerektiğini ifade
etmektedir. Rasûlul-lah bu konuda: "Allah'a isyan hususunda âmire itaat
olmaz" buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, 426). Ve yine O; "İtaat ancak
iyi şeylerde olur", "Günâh işlemesi emredilirse o emir dinlenmez ve
itaat edilmez"; ''Emirime itaat eden bana itaat etmiştir, bana itaat eden
Allah'a itaat etmiştir" buyurmaktadır (Buhârî, Ahkâm, 14; Ebu Dâvûd,
Cihad, 87).
İslâm
toplumunda temel kanun Kur'an ve Sünnet'tir. Hayat bu temellerde yükselir.
İhtilaflar, Kur'an, Sünnet, icma, kıyas, ulu'l-emr'in şûrası ve İmamın kararı
ile çözümlenir. Bunun dışında Kitap ve Sünnet'in dışına çıkmak, "Allah'a ve
Rasûlü'ne gelin" dendiğinde yüz çevirmek münâfıkların, kâfirlerin bâtıla
sapanların, tâğuta (azgınlığa ça-ğıran, yoldan çıkaran her şey) başvuranların
yoludur ve onlar için "Al-lah elçisinin emrine aykırı davrananlar kendilerine
bir belânın çarp-masından yahut onlara acı bir azabın uğramasından
sakınsınlar" âyeti inmiştir (en-Nûr, 24/63).
Hz.
Peygamber'e Karşı Edepli Olmak:
"Ey
inananlar. Peygamberin yanında seslerinizi onun sesinden daha çok yükseltmeyin.
Birbirinize bağırdığınız gibi onunla bağırarak konuşmayın ki, siz farkında
olmadan amelleriniz boşa gider. Rasûlul-lah'ın yanında seslerini kısanlar öyle
kimselerdir ki Allah onların kalp-lerini takva için imtihan etmiştir. Onlar
için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. Odaların ardından seni çağıranların
çoğu aklı ermeyenlerdir..."(2-4).
Hz. Peygamber
herkes gibi bir insandır (Müslim, III, 1337), an-cak o peygamber olması ile
diğer insanlardan farklı bir konumdadır. Ona karşı düşünce ve davranışlarda
dikkatli olmalıdır. Onunla konuşurken hiç kimse sesini yükseltmemeli, bağıra
çağıra konuşmamalıdır. Ona hitap ederken adıyla hitap edilmemelidir. Onun adı
anıldığında salâtü selâm getirilmesi müslüman olduğunu iddia edenlerin üzerinde
vâcip olan bir ilkedir. Ne yazık ki her devirde ve günümüzde ba-zı insanların
özellikle ondan söz ederken salâtü selam getirmesi bir yana, ona karşı edepli
bir üslup kullanmadıkları görülür.
Ayrıca
âyetlerdeki ifadeler sadece özel konuda değil, bütün insanlar arasında da âdâp,
nezaket, görgü, incelik ilkeleri vazetmektedir. Yeryüzünde müslümanlar kadar
latif, nazik, terbiyeli insanlar bulunmaz. Tıpkı câhiliye Arapları gibi
yirminci yüzyılda da insanların çoğu bağıra çağıra konuşmayı, bir üstünlük
sanırlar. Oysa bu kabalıktır. İşte âyet bu ince ölçüyü vazetmektedir. Bu ses yükseltme
olayı, bir başka buyrukta Rasûlullah tarafından "Siz uzakta birine değil,
çok ya-kınınızda olana hitap ediyorsunuz" şeklinde ifade edilmiştir. Araplar,
ibadete ve konuşmalarda seslerini kısmayı ondan öğrendiler. Yine yukarıdaki
buyruklar, bir kimsenin evinden bağırarak çağırılmaması adabını da getirmektedir.
Bu buyruk da şu âyetle birlikte değerlendirilmelidir: ''Sesini kıs'' (Lokmân,18).
Fasıkların
Haberi:
"Ey
inananlar! Bir fasık size haber getirirse onun doğru olup olmadığını araştırıp
açığa çıkarın yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman
olursunuz. İyice bilin ki aranızda Allah'ın Resûlü vardır. Pek çok işlerde o
size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Fa-kat Allah size imanı sevdirdi ve onu
kalplerinizde süsledi. İmansızlığı, fâsıklığı isyanı size çirkin gösterdi. İşte
onlar kemâle erenlerdir" (6-7) .
Müfessirler
altıncı âyetin nüzûl sebebini Velid b. Ukbe'nin Ra-sûlullah tarafından
Mustalikoğulları kabilesine zekât toplamaya gönderilmesi ve onun korkarak geri
dönüp Peygambere bu kabilenin zekât vermeyi reddettiği ve kendisini öldürmeye
kalkıştıkları yalanını uy-durmasından sonra indiğini belirtmişlerdir. hattâ
Rasûlullah ona inanarak hemen bir ordu hazırlamış. Mustalikoğulları üzerine
gitmeye kalkışmıştır. Ancak bu kabilenin başı Haris b. Dırar Hz. Peygamber'e
gelerek zekât vermeye hazır olduklarını, Velid'i hiç görmediklerini söy-leyince
bu âyet nazil olmuştur. Âyetten çıkarılan hükümlerle İslâm hu-kuku da
fasıkların şahitliği kabul edilmemektedir. Hadis usûlünde de yalan haberlerin
önlenmesi bakımından İslâm âlimleri Kur'an'ın cerh ve belirlediği prensibe
dayanarak Ta'dil ilmini geliştirmişlerdir.
Âyetin
devamında, Rasûlullah aralarında bulunduğu halde kendi görüşlerini ısrarla
savunan ve hemen Mustalikoğullarına karşı savaş açılmasını söyleyenlere hitap
edilmiştir: "O size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz"
Sûrede ele
alınan diğer bir konu da "Mü'min grupların savaşıdır"
''Mü'minlerden
iki grup savaşırsa hemen aralarını bulup düzeltin (barıştırın). Eğer onlardan
biri diğerine tecavüz etmeye devam edi-yorsa Allah'ın emrine dönünceye kadar
siz de onunla savaşın. Sonunda Allah'ın emrine dönerse artık aralarını bulup
adaletle düzeltin ve daima adaletli hareket edin, çünkü Allah adaletli hareket
edenleri sever" (9).
Bu âyetin
hemen arkasından gelen âyette "mü'minler ancak kardeştirler" buyruğu
vardır. İslâmî grupların birbiriyle savaşması bu âyetlerle yasaklanmıştır. Her
şeye rağmen iki grup birbiriyle savaşırsa, onların arasını düzeltmek; eğer iki
taraftan biri durur diğeri hâlâ savaşa devam ederse duran tarafın yanında
savaşa girmek de İslâm ümmetinin üzerine farzdır. Çünkü ısrarla savaş istemekle
onlar Allah'a karşı gelmiş olmaktadırlar. Rasûlullah, "bize silah çeken
bizden de-ğildir'' buyurur. Bu âyetler İslâm'ın adaletini ortaya koyan, mü’minlerin
barışık olmasını temel bir ilke olarak belirleyen buyruklardır. Bir kısım
âlimler bu emrin cihâddan daha faziletli olduğunu, Hz. Ali'nin âsîlere karşı
hareketini örnek göstererek, bütün müslümanların, devlete karşı ayaklanan âsî,
şakî, eşkıya ve bağîlere karşı durmaları hususunda it-tifak etmiştir. Fâsık bir
devlete, zalim bir devlet başkanına karşı ayaklananlara karşı çıkmak veya
yardım etmek konusunda ise görüş birliği yoktur. Bu konu, ulu'l-emre ve
maslahata göre değerlendirilir. Meselâ işgal altındaki topraklarda zulme karşı
cihad hareketi esnasında mü'minler arasında da savaş çıkması durumunda her
müslüman mazlum olan tarafta yer almıştır.
Sûrenin
devamında Mü'minlerin ahlakî tavırları ele alınmaktadır:
Allah,
mü'minlere şöyle yol gösteriyor: "Ey inananlar! Bir topluluk diğer bir
toplulukla alay etmesin; (alay edilenler) onlardan daha iyi ve hayırlı olabilirler.
Kadınlar da kadınlarla eğlenmesin; (eğleşilenler) onlardan daha hayırlı ve iyi
olabilirler. Kendi kendinizi kötülemeyin; birbirinize kötü lakap takmayın.
İmandan sonra fâsıklık adı ne kötüdür. Bundan tövbe edip vazgeçmeyenler
zalimlerin ta kendileridir" (11). Âyetin hitap tarzından İslâm toplumunun
kadınlı-erkekli topluluklara izin vermediği de anlaşılmaktadır. Âyet,
insanlarla kesinlikle alay edilmemesini, kötü lakaplar takılmamasını
bildirmektedir. Âyetin, bir adamın hoşlanmadığı bir lakapla çağrılmasından veya
mü'minlerin annesi Safiyye'ye mü'min kadınların; "yahudî kızı" demesi
üzerine na-zîl olduğu söylenmiştir.
''Zannın
çoğundan kaçının, çünkü bazı zanlar günâhtır. Birbirinizin ayıplarını
araştırmayın, birbirinizi gıybet etmeyin. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini
yer mi? Bundan tiksindirici değil mi? Allah'tan korkun! Şüphesiz Allah çok
bağışlayan çok acıyandır" (12). Bu âyeti tefsir eden âyet: "Diliyle
çekiştirip yüzüne de alay edenin vay haline" (el-Hümeze, 104/1)
müslümanlar birbirlerinin gizli hallerini araştırmazlar. Birbirlerini teşhir ve
tekfir etmezler. Kusurların üzeri örtülür. Kimse hakkında hoşlanmayacağı
şeyleri arkasından konuşmak, taşımak müslümana yakışmaz. Kişiye, duyduğu her
şeyi nakletmesi günâh ve azap olarak yeterlidir. Hayattayken de öldükten sonra
da müslüman hakkında hep hayırla söz edilir. Ölüler ardından hayır konuşulur.
Zan ile söylenen söz; sözlerin en yalanıdır.
Hiç bir
müslümanın haysiyet ve şerefine, kişiliğine alayla, gıybetle, iftirayla
yaklaşılmaz. Üstü kapalı, işaretle, ima yoluyla kaş-göz hareketiyle konuşmak
İslâm dışıdır. Ancak kötülük yapan, zalim kişilerin şikâyet edilmesi veya
mahkemede bir olayın anlatılmasında, ha-dis ravilerinin incelenmesinde
istisnalar vardır. Bunların dışında, kişilerin arkadan çekiştirilmesinde, konuşulanlar
doğru ise gıybet, yanlış olsa iftira olur. İftira da sahibine döner. Buna bağlı
olarak, müslüman, yanında bir başkasının gıybeti yapılırken ya konuşanı susturmak,
ya-hut gıybet edilen kişiyi müdafaa eder ya da o meclisten gider. Zira, iki
melek her sözü yazmaktadır; (Kâf, 50/17,18). Ve Hz. İbrahim'in duasının bilincine
varır: "Sonrakilerin, beni güzel bir şekilde anmalarını sağla (eş-Şuarâ,
26/84). Bu hususta İslâm ahlâkı şu formülü benimsemiştir: Eline, beline diline
sahip ol: "Bilmediğin şeylerin ardına düşme" (el-İsrâ, 17/36) ve
"Ya hayır konuş yahut sus" (Buhârî, Edep 85; Müslim, İman, 74; Dâvûd,
Edep, 123; Tirmizi, Birr, 43)
Sûrenin
önemli mesajlarından de Allah katında üstünlüğün takva ile olduğunu ifade
buyurmasıdır:
Hucurât
sûresinin on üçüncü âyetinde insanların Âdem ile Havva'dan yaratıldığı, sonra
tanışmaları için bile ve soylara ayrıldıkları, Allah katında üstünlüğün takvaca
en ileri olmakla gerçekleşeceği buyurulmaktadır. Hz. Peygamber, veda
hutbesinde; "Rabbiniz birdir. Arabın Arap olmayana, siyahın beyaza,
beyazın siyaha üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva iledir'' buyurmuştur. O,
Allah'ın insanların şekillerine ve mallarına değil, kalplerine ve amellerine
baktığını, en değerli insanın Allah'tan en çok sakınan olduğunu bildirmiştir
(Camiu's-Sağir, I, 61).
Bir kısım
insanlar Hucurât sûresinin on dördüncü âyetinde geçtiği şekilde ''İman
etmediniz ama yine de itaat ettik deyin, henüz kalplerinize iman girip
yerleşmemiştir. Eğer Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz O sizi amellerinizden
en küçük bir miktar dahi eksilt-mez... İmanlarında sadık olanlar o mü'minlerdir
ki Allah'a ve Peygamberine iman ettikten sonra şüphe etmeksizin Allah yolunda
can ve mallarıyla savaşırlar. Ey peygamber, iman ettiklerini iddia eden o bedevilere
de ki; Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz?.. Onlar İslâm'a girişlerini
senin başına kakıyorlar... Allah yaptığınız her şeyi görmek-tedir'' (14-18).
Âyette
İslâm'ın zaferinden sonra müslümanlığı dille kabul eden ama hayatlarına
geçirmeyenlerden bahsedilmektedir. Savaşmadan müslüman olan bir kısım bedevinin
Peygamber'den mal, mülk istemesine karşı, onların bu tutumu, İslâm'ı başa
kakmak diye nitelendirilmiştir ki, imanı zayıf olanların bu tavrı her zaman bu
tutum süregelmiştir. Her zaman ve devirde bir kısım insanlar İslâm'a
girişlerini başa kakar gibi, birtakım bedeller almak düşüncesi gütmektedirler.
1. “Ey İnananlar! Allah’tan ve peygamberinden öne geçmeyin; Allah’tan
sakının; doğrusu Allah işitir ve bilir.”
Ey iman edenler! Ey iman
şerefiyle şereflenenler! Ey kendilerini Allah güvencesinde hissedenler! Ey
Allah diniyle, Allah âyetleriyle emniyeti yaşayanlar! Ey Allah’a kullukta güven
bulanlar! Ey Allah’la kendilerini emniyette bilenler! Ey bu sözün muhatapları
olanlar! Ey Allah ve Resûlü’nün en doğru, en güzel yolu gösterdiğine iman edenler!
İşte bu imanınız, bu teslimiyetiniz, bu güveniniz gereği Allah ve Resûlü’nün
önüne geçmeyin. Allah ve Resûlü’nün önünden yürümeyiniz. Allah ve Resûlü’nün
peşi sıra gidiniz. Allah ve Resûlü’ne sormadan, Allah ve Resûlü’nden izin
almadan hiç bir şey yapmayınız, hiçbir karar vermeyiniz. Ukâlalık etmeyiniz.
Kendi düşüncelerinizi, ön-yargılarınızı, başkalarının düşüncelerini O’nun önüne
geçirmeyiniz. Gündemlerinizi kendiniz belirlemeye kalkışmayınız. Gündeminizi
Allah ve Resûlü belirlesin. Allah ve Resûlü’nün istediği şekilde bir hayat ya-şayın.
Hayatınızı Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti belirlesin. Allah’tan ittikâ
edin, Allah için takvalı olun, hayatınızı Allah için yaşayın, Allah karşısında
olduğunuzun bilincine erin. Bilesiniz ki Allah her şeyi işiten ve bilendir.
Hucurât sûresinin ilk âyetinde
Rabbimizin bir yasasıyla, bir uyarısıyla karşı karşıya geliyoruz. “Ey ben de
mü’minim diyenler! Ey ben de Allah’a ve Allah’tan gelenlere inanıyorum diyenler!
Ey ben Allah ve Resûlü’nün benim üzerimde söz sahipliğine inandım diyenler!
Eğer gerçekten inanmışsanız, gerçekten bu sözünüzde samimiy-seniz, o zaman
Allah ve Resûlü’nün önüne geçmeyin. Allah ve Resûlü’nün koyduğu kuralların,
buyrukların, yasaların, kanunların, dinin, sizden istediği hayat programının
önüne alternatif bir din, alternatif bir kanun, alternatif bir yol, alternatif
bir değer yargısı koyarak onun önüne geçmeyin. Eğer gerçekten inanmışsanız
sadece Allah ve Resûlü’nün yasaları istikâmetinde bir hayat yaşayın.
Aksi takdirde hem Allah ve Resûlü’ne
iman ettiğinizi iddia edecek, hem de Allah ve Resûlü’nün istemediği bir hayatı
yaşayacaksınız. Hem ben Allah ve Resûlü’ne inandım diyeceksiniz, hem de yaşadığınız
bir hayatta Allah ve Resûlü’ne hayat hakkı tanımayacak, Allah ve Resûlü’nü
hayatınıza karıştırmayacaksınız. Allah ve Resûlü’nü hiç dinlemeyeceksiniz.
Allah ve Resûlü size bir şey diyecek, siz-den bir şey isteyecek, size bir şeyi
yasaklayacak, ama siz onun aksini yapacaksınız. Olacak şey mi bu? Müslümanlık
mı bu? Böyle mü’min olur mu? Halbuki bir konuda Allah ve Resûlü bir hüküm vermişse,
bir karar vermişse artık o konuda mü’min erkek ve kadınlara muhayyerlik hakkı
yoktur. Allah ve Resûlü’nün verdiği bir karar karşısında artık mü’min erkek ve
kadınlar için seçim hakkı yoktur. “Bu benim aklıma yatmıyor, bu benim zevkime
ters geliyor, bunu benim aklım almıyor,” deme hakkı yoktur. Onun dışında başka
bir şeyi tercih hakkı yoktur.
Nisâ
sûresiyle birlikte söyleyecek olursak, Rasûlullah Efendimizin bir konuda vermiş
olduğu bir karara kalplerimizden en ufak bir sıkıntı, en küçük bir isteksizlik
duymadan gönül rahatlığıyla teslim olup boyun bükmediğimiz sürece iman etmiş
sayılmayız. Rabbimiz tarafından iman etmiş olmanın, mü’min olmanın şartı olarak
önümüze getirilen bu âyet gereği, Allah ve Resûlü’nün önüne karar, hüküm ve-rici,
yasa ortaya koyucu, hayat programı belirleyici, değer yargısı ortaya atıcı
olarak, haram helâl sınırları belirleyici olarak geçmeye hakkımızın olmadığını
bilmeli ve ona göre hareket etmeliyiz. İşte bu âyet-i kerîmede bize bu anlatılıyor.
Allah’ın bizim adımıza verdiği ve Rasû-lullah Efendimizin de bize ulaştırdığı o
Allah kararını, Resûlü’ne bildirdiği hayat tarzını öncelikli kabul etmek zorundayız.
Allah ve Resûlü-nün önüne geçmemek zorundayız. Allah ve Resûlü ne diyorsa öylece
kabul etmek, öylece inanmak, öylece hayat sürmek zorundayız. Allah ve Resûlü
nasıl yaşayın demişse öylece yaşamak zorundayız. Allah ve Resûlü neye helâl,
neye haram demişse öylece kabul etmek zorundayız. Allah ve Resûlü neleri sevin
demişse onları sevmek, nelerden uzak durun demişse onlardan kaçınmak
zorundayız. Unutmayın ki Allah ne yaptığınızı, nasıl yaptığınızı, nasıl bir
hayat yaşadığınızı bilendir.
Şimdi bu
âyetin emriyle kendi hayatlarımızı bir sorgulayalım... Acaba bizler Müslümanız
dediğimiz halde, Allah ve Resûlü’ne iman ediyoruz dediğimiz halde kendi bilgilerimizi,
kendi anlayışlarımızı, kendi önyargılarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi
Allah’ın Kitabının ve Resûlü’nün sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Kitabın ve peygamberin
önünde mi gidiyoruz? Kitaba ve peygambere danışmadan mı bir hayat yaşıyoruz?
Acaba bizler şu anda kendimizi hayata etkin mi zannediyoruz? Acaba Allah’a,
Allah’ın Kitabına, Allah’ın peygamberine sormadan bizler kendi kendimize hayat
programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl
giyineceği-mizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nereden kazanıp
nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi Allah ve Resûlü’ne
sormadan kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz? Yani bizim hayat programlarımızı
kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine, evimize, malımıza, dükkanımıza,
tezgahımıza, düğünümüze, derneğimize, hukukumuza, eğitimimize, sosyal ve
siyasal yapılanmalarımıza gündüzümüze, gecemize ilişkin programlarımızı kim yapıyor?
Tüm bu programlarımızı Allah ve Resûlü mü belirliyor yoksa biz mi belirliyoruz?
Allah’ın Resûlü mü belirliyor yoksa bizim heveslerimiz mi? Hayatımızın kaçta
kaçına Allah ve Resûlü karışıyor? Kaçta kaçına biz kendimiz, yahut da Zerdüşt
karışıyor? Eğer nefislerimiz, arzularımız, heveslerimiz buyuruyor biz
yapıyorsak, arzu ve hevâlarımız istiyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor
biz yapıyorsak, nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri
bölümü de Allah ve Resûlü’nün arzularıyla dolduruyorsak, o zaman bilelim ki biz
de Allah ve Resûlü’nün önüne geçiyoruz, Allah korusun.
Ne kendimiz
bu kitabın ve peygamberin önüne geçeceğiz, ne de başkalarını, başka şeyleri,
başka kitapları, başka sistemleri, başka yasaları bu Kitabın önüne geçireceğiz.
Ne bir oyun ve eğlenceyi, ne bir felsefî hareketi, ne bir mal, mülk hesabını,
ne de bir makam hedefini bu kitabın önüne geçireceğiz. Bu Kitabın ve bu
peygamber sünnetinin önüne hiçbir şeyi geçirmeyeceğiz. Hayat felsefemizi bir
kenara bırakacağız, cemaat felsefemizi bir tarafa bırakacağız, hizipçiliğimizi,
grupçuluğumuzu bir kenara bırakacağız, sadece Rabbim bana ne dedi, Resûlüm
benden nasıl bir hayat istedi diye, Rabbimin istediği hayatı Resûlüm bana nasıl
örnekledi diye Allah ve Resûlü’ne kulak vereceğiz.
Şimdiye kadar elimizden
düşürmediğimiz kitapları elimizden bir bir atacağız. İşte gördük bu kitaplar
bizi adam etmedi. Bizi bir noktaya götürmedi. Peygamberin önüne geçirdiğimiz şu
kutsal şahsiyetleri de bir kenara bırakacağız. Bu kitabı ve peygamberin sünnetini
eli-mize alacağız. Tüm varlığımızı, kalbimizi, gözümüzü, kulağımızı, düşüncemizi,
amelimizi bu kitaba ve peygambere çevireceğiz. Tüm varlığımızla Allah’a ve
Resûlü’ne yöneleceğiz. Her şeyimizi Kitaba ve peygambere endeksli yapacağız.
Kitapla düşüneceğiz, peygamberle yürüyeceğiz, tüm hayat problemlerimizi vahiyle
çözümleyeceğiz. Vahiy kaynaklı bir hayat yaşayacağız. Hayat felsefemizi bir
yerlerde oluşturup sonra da bunu vahye onaylattırmaktan vazgeçeceğiz. Kitabı ve
sünneti merkep değil, rehber kabul edeceğiz. Tüm öncelikli bilgilerimizi atıp
vahye yöneleceğiz. O ne dediyse, nasıl dediyse öylece ka-bul edip bir hayat
yaşayacağız. İşte Rabbimiz sûrenin ilk âyetinde biz-den bunu istiyor.
2. “Ey İnananlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde
yükseltmeyin. Farkına varmadan, işlediklerinizin boşa gitmemesi için,
Peygambere birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle bağırmayın.”
“Ey iman edenler,” buyurarak yine
iman edenlere bir emir, bir yasa daha geliyor. “Ey iman edenler, seslerinizi
peygamberin sesinin üzerine çıkarmayın.” Peygamberin sesini, ses tonunu
bastıracak şekilde konuşmayın. Bir peygamber huzurundasınız, bir karar verme
makamındasınız, bir savaş kurultayındasınız. Peygamber huzurunda ekonomik,
hukukî, siyasal, ailevî bir problemin çözümü için toplanmış-sınız. Yanınızda
Allah’ın Resûlü var. O size Allah’ın muradına uygun olarak bir şeyler söylüyor.
Resûlün sözünü kesmeyin. Resûlün sesini bastıracak bir tonda bağırarak
konuşmayın. Resûlün sözlerini, buyruklarını iyi dinleyin. Hiç kimsenin sözü
onun sözünden daha yüksek çıkmasın.
Unutmayın ki konuşan alelâde
birisi değildir. Konuşan Allah’ın Resûlü’dür. O vahiyle konuşur. Onun konuşmaları
dindir. O, Allah’ın yeryüzünde konuşan dilidir. Onun sözü üzerine söz
söylemeyin. Resûlün değer yargısı üzerine değer yargısı getirmeyin. Resûlün
kararına karşı alternatif bir karar getirmeyin. Resûlün gösterdiği hayatın ü-zerine
bir hayat düşünmeyin.
Yani
konuşan Allah’ı konuştursun, konuşan peygamberi konuştursun. Konuşan Kitabı, sünneti
konuştursun. Çünkü bu dini en güzel Allah ve Resûlü anlatır. Bu dini ne ben, ne
de bir başkası Allah ve Resûlü’nden daha güzel anlatamaz. Ben bence, ötekisi de
kendince din anlatırsa toplum işte böyle ihtilaflardan kurtulamaz. Eğer şu ana
kadar bu toplumda din anlatanlar bu dini kendileri değil de Allah ve Resûlü’ne
anlattırmış olsalardı, eminim toplumda bu kadar ihtilaflar olmayacaktı. Eğer
hocalar bu dini Kitap ve sünnete anlattırmış olsalardı, toplumun kafasında
insanların sözleri değil de Allah ve Resûlü’nün sözleri olsaydı, inanın toplum
bundan çok daha Müslüman olurdu.
Din, Allah ve Resûlü’ne
anlattırılsın. Her ortamda Allah ve Resûlü’nün sözleri en yüksek sedâ olsun.
Kimse kendi sözlerini, kendi fikirlerini, kendi kanaatlerini, kendi talimatlarını
Allah ve Resûlü’nün sözlerinin, talimatlarının önüne geçirmesin. Başkalarının
sözleri, başkalarının talimatları da Allah ve Resûlü’nünkilerden daha yüksek dillendirilmesin,
gündeme getirilmesin.
Rabbimizin
bu uyarısını alan sahâbe-i kirâm efendilerimiz gerçekten çok etkilendiler.
Meselâ Hz. Ebu Bekir ve Ömer efendilerimiz bu âyetin gelişinden sonra şöyle
buyurdular: “Vallahi ey Allah’ın Resûlü, hayatımın sonuna kadar seninle
konuşurken ancak fısıltı halinde konuşacağım.” Bu sözü verdiler ve hayatlarının
sonuna kadar buna riâyet ettiler. Bizler de öyle olacağız inşallah. Rasûlullah
konuşurken susacağız. Resûlullah’ın sözlerini, hadislerini can kulağıyla dinlemeye,
anlamaya ve uygulamaya çalışacağız. Resulullah’ın sözlerine al-ternatif
düşünmeyeceğiz. “Allah’ın Resûlü böyle diyor, ama acaba şöyle de yapsak olmaz
mı?” demeyeceğiz. “Tamam da, bu devirde şartlar değişti, bunları uygulamak mümkün
değil,” demeyeceğiz. O ne demişse mutlak doğru kabul edip teslimiyet
göstereceğiz.
“Sakın ha
kendi aranızda birbirlerinizle konuştuğunuz gibi, birbirlerinizle bağrışıp
çağrıştığınız gibi Resulle de bir bağrışma ve çağrışmada bulunmayın ki, bilmez
bir haldeyken, haberiniz yokken amelleriniz boşa gidivermesin.” Rasûlullah
karşısında yapacağınız bir kabalık ve saygısızlık sizin tüm amellerinizi boşa
çıkarıverir. Bu davranışınız küfre kadar varıverir de amellerinizi mahveder. Amellerinizin
boşa gitmemesi için sakın ha Resulle konuşurken kendi aranızda konuşuyor gibi
konuşmayın. Onu incitmeyin. O Allah’ın sevgilisidir, o nezihtir, o güzel
ahlâklıdır. Onu üzerseniz Allah’ı üzmüş olursunuz ki, bu tüm amellerinizi boşa
götürebilir.
Buhârî’nin
rivâyetine göre Rabbimizin bu uyarısı gelince sahâbeden Sabit bin Kays, “bu
âyet bana hitap ediyor, ben içinizde en yüksek seslinizim, demek ki ben çok
büyük günâh işledim,” diyerek kendisini evine hapsetti. Sonra Allah’ın Resûlü
onun yanına giderek, “hayır, burada anlatılan sen değilsin. Sen hayır ile yaşayacak,
hayır ile öleceksin,” buyurdu. Bu sahabenin yaptığı gibi, Allah’ın âyetlerini acaba
bu âyet beni mi kast ediyor? Acaba burada anlatılan ben miyim? diye
dinlemeliyiz.
Evet, demek ki Peygamber
karşısında bir tavır almayanlar, peygamber karşısında, peygamberin sünneti karşısında
bir alternatif geliştirmeyip susanlar, peygamber karşısında semi’na ve eta’na diyenler,
işittik ve itaat ettik diyenler, duyduk ve hemen boyun büktük diyenler, duyduk hemen
uygulamaya koyduk diyerek emre boyun eğenler için mağfiret ve büyük mükafatlar
vardır.
3. “Seslerini Peygamberin yanında kısan kimseler, Allah’ın gönüllerini
takva ile sınadığı kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.”
Muhakkak ki seslerini Resul’ün
(a.s) yanında kısanlar, indirenler, Resulullah’ın sözlerini kendi sözlerine, ya
da başkalarının sözlerine tercih edenler, hep onları konuşmaya, hep onları
dinlemeye, hep onları gündeme getirmeye çalışanlar, Resulullah’ın sözleri
karşısında susmayı tercih edenler, sünnete karşı teslimiyet gösterenler var ya,
işte onlar Allah’ın kalplerini takvayla denediği, çeşitli imtihanlarla kalplerini
takvaya alıştırdığı, takvaya yatıştırıp ehil hale getirdiği yiğitlerdir. İşte
onlar kalplerini Allah ve Resûlü’ne karşı sevgiyle, takvayla doldurduğu
kimselerdir. Onlar için mağfiret var, kusurlarının örtülmesi var, eksiklerinin
tam kabul edilmesi ve büyük bir bağış vardır.
Bir konuda
Resul’ün (a.s) sözünü işittiğimiz, onun bir sünnetini gördüğümüz, bir uygulamasına
şahit olduğumuz anda hemen susacak ve teslim olacağız. O konuda itirazda
bulunmayacağız. Kendi fik-rimizi, kendi değer yargımızı bir kenara bırakıp Resul’ün
(a.s) değer yargısını öne alacağız. “O diyorsa doğrudur, O bizden daha iyi
bilir,” diyeceğiz. Kendimiz susup teslimiyet gösterdiğimiz gibi, çevremizdekilerin
de susup dinlemelerini sağlayacağız. İşte o zaman takvamız açığa çıkacak,
Rabbimiz de kalbimizi takvaya alıştıracaktır.
4. “Ey Muhammed! Sana odaların ötesinden seslenenlerin çoğu akl etmeyen
kimselerdir.”
“Ey peygamberim, şu sana
hücrelerin arkasından, odaların arkasından seslenenler, bağıranlar, çağıranlar
var ya onların çoğu aklı ermeyen, akıllarını kullanmayan kimselerdir.” Buradaki
hücrelerden kasıt her biri Rasûlullah Efendimizin hanımlarına ait olan Rasû-lullah’ın
odalarıdır. Ben-i Temîm kabilesinden bir kısım bedevi insanlar gelmiş ve
Rasûlullah’ın odalarının yanında: “Ey peygamber! Ey Muhammed! Çık dışarıya,
seninle konuşmak istiyoruz!” diye bağırıp çağırmaya başlamışlardı. Rasûlullah’ın
rahle-i tedrisinde yetişmiş, Rabbimizin uyarılarıyla olgunlaşmış olan sahâbe-i kirâm
efendilerimiz bu konuda çok hassas davranıyorlardı. Ümmetin derdiyle uğraşan
Rasûlullah Efendimizin zaman zaman çok yorulduğunu, onun da dinlenmeye,
istirahata ihtiyacı olduğunu, onun da bir insan olarak evine, hanımlarına zaman
ayırması gerektiğini biliyorlar ve onu rahatsız etmemeye, izin almadan yanına
girmemeye çalışıyorlardı.
Ama bu
gelenler taşradan geliyorlardı. Yol yordam, âdâb erkan bilmiyorlardı. Halbuki
bu işin bir kuralı, kaidesi vardı. Yani bir Müslüman bir Müslüman kardeşini
ziyaret etmek istediği zaman gidecek, kapısını çalacak, selâm verecek, içerden
kim o denilince kendisini tanıtacak, buyurun denilirse içeri girecek, değilse
çekip gidecek. Ama işte bu adamlar çölden geliyorlar, yeni Müslüman olmuşlar ve
bu âdâbları bilmiyorlar. Henüz Kur’an’ın bu âyetlerinin eğitiminden geçmemişler.
Yavaş yavaş Allah ve Resûlü terbiyesiyle öğrenecekler. Yani iman etmiş bu
insanlar, o kadar şerefli insanlar ki, Rabbimiz on-lar hakkında âyet indiriyor
ve zaman zaman peygamberini de uyarıyor.
Sahâbe olmak şereflerin en
büyüğüdür. Belki de bu şerefe ulaşmak için geliyorlar Rasûlullah’ın yanına.
Çokça onun yanında, onun huzurunda bulunmak istiyorlar. Rasûlullah Efendimizin
zaman zaman rahatsız olduğu, ama edebinden, hayâsından ve onlara olan
düşkünlüğünden ötürü hiçbir şey diyemediği anlatılır kitabımızın başka yerlerinde.
Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
5. “Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi şüphesiz onlar
için daha iyi olurdu. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.”
“Eğer onlar böyle yapmayıp ta sen
onların yanlarına çıkıp gelinceye kadar sabretselerdi, yani bağırıp çağırıp
seni rahatsız etmeden, sana hürmet ve ta’zim ederek gelmeni bekleselerdi, elbette
bu kendileri için daha hayırlı olacaktı.” Rasûlullah Efendimize karşı takınılacak
tavrın, ona karşı gösterilecek edebin ve kıyâmete kadar bir Müslüman kardeşinin
ziyaretine giden Müslümanların uymaları gereken kuralların yasası böylece
belirlenmiş oluyordu. Rasûlullah Efendimizin istirahat zamanı olabilecekti,
dinlenme zamanı olabilecekti ve rahatsız edilmemeliydi.
Kitabımızın Nûr sûresinin 58.
âyetinde bir Müslümanın rahatsız edilmemesi gereken üç yasal dinlenme
zamanından söz ediliyor. Rabbimiz burada, “insanlar sizin şahsî odalarınıza,
evlerinize şu üç vakitte sizden müsaade almadıkça girmesinler,” buyuruyor.
Hangi vakitlermiş bunlar? Sabah namazından önce, öğlen vakti elbiselerinizi soyunduktan
sonra ve bir de yatsı namazından sonra. Bu üç vakit mü’minler için avret
vaktidir ve bu vakitlerde insanlar rahatsız edilmemelidir, Rabbimiz böyle
istiyor. Hanımla kocası evinde bu vakitlerde istirahat ediyor.
Rabbimiz
işte o gelenlere bunu hatırlatıyor. “Eğer bekleseydiniz sizin hakkınızda daha
iyi olurdu.” Ama yine Allah Gafûr ve Rahîmdir. Allah, siz O’na ve elçisine
karşı hata etseniz de, kusur işleseniz de yine sizin kusurlarınızı, hatalarınızı
bağışlayan, size rahmetiyle ve merhametiyle muamele edendir. Siz akıllandığınız
sürece size affedendir. Tabiî Rabbimizin böylece ortaya koyduğu bu kural sadece
Rasûlullah Efendimiz için değildir. Kıyâmete kadar gelecek Müslümanların dikkat
etmeleri gereken kurallardır.
Öyleyse bugün bizler de bir
Müslüman kardeşimizi bu şekilde rahatsız etmeyeceğiz. İçeri almazsa, çek git derse,
çekip gideceğiz. Kendimiz de m
6. “Ey İnananlar! Eğer yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse,
onun içyüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra
ettiğinize pişman olursunuz.”
“Ey mü’minler! Eğer yoldan
çıkmış, itaatten çıkmış bir fâsık size bir konuda bir haber getirirse onu
araştırın! Tahkik edin! O haberin aslını, esasını öğrenmeye çalışın. İnceden
inceye o haberin aslına ermeye çalışın, tahkik edin. Aksi taktirde onun
getirdiği habere hemen inanarak, güvenerek bir eylem gerçekleştirmeye, bir
karar vermeye, bir davranışta bulunmaya kalkışırsanız, belki bilmeden bir kav-me
zararınız dokunur da sonra yaptığınız işten pişmanlık duyarsınız.
Onun için
size gelen haberi etraflıca araştırmadan karar vermeyin. Yanlış olabilir, eksik
olabilir, asılsız olabilir, doğru da olabilir. Ama eğer yanlışsa,
karşınızdakine bir zarar vermiş olursunuz ve sonunda yaptığınızdan pişman olursunuz.”
Diyelim ki filânlar kâfir
oldular, falanlar size karşı şöyle şöyle yaptılar, sizin hakkınızda şöyle şöyle
dediler diye bir fasık size bir haber getirdi. Siz de bu haberi alır almaz
tahkik etmeden, haberin doğruluğunu araştırmadan öfkelenip hemen çektiniz
kılıçlarınızı, bindiniz atlarınıza ve onların üzerine yürüdünüz ve onları
öldürdünüz.
İşte
Rasûlullah Efendimiz döneminde vukua gelmiş bir hadise üzerine gelen bu âyet-i
kerîme, kıyâmete kadar bu konuda Müslümanlara bir yasa belirliyor. Hadise, müfessirlerimizin
beyanına göre şöyle: Allah’ın Resûlü, yeni Müslüman olan Ben-i Mustalik kabilesine
zekâtlarını toplamak üzere sahâbeden Ukbe bin Ebi Muayt isminde birini
gönderir. Ukbe oraya gider ama korktuğu için kavme varmadan geri döner. Yarı
yolda bir hesabın içine girer. Daha önce o kabileden birileriyle kavga edip
yaralamıştır. Şimdi onlar benim geldiğimi haber alırlarsa bana bir zarar
verirler korkusuyla yarı yoldan geri döner ve Allah’ın Resûlü’ne o kavmin
zekâtı vermeyi reddettiklerini ve kendisini öldürmeye çalıştıklarını,
ellerinden zor kurtulduğunu söyler. Rasulul-lah Efendimize yalan bir beyanda
bulunur.
Bunu duyan Allah’ın Resûlü hemen
bir kuvvet hazırlayıp üzerlerine yürümeye düşünmeden önce hemen ashabını
mescide toplar ve onlarla istişare eder. Veciz bir hutbe okuyarak durumu
Müslümanlara haber verir. “Daha önce müslüman olan Ben-i Müstalik irtidat edip
dinden çıkmıştır,” buyurur. Bunun üzerine sahâbe-i kirâm efendilerimizden pek
çoğu çoktan atlarına biner, kılıçlarını kuşanır ve: “Ne duruyoruz ey Allah’ın
Resûlü? İrtidat eden o kabilenin kökünü kazıyalım!” derler. Ama Rasulullah Efendimiz
dikkatli davranmadan, araştırma yapmadan, tahkik etmeden yanadır.
Hemen sahâbeden iki kişiyi yola
çıkarır. “Gidin, araştırın, gelen haber doğru mu, yanlış mı?” O iki sahâbe kabileye
gelirler. Bakarlar ki kabile köyün dışına zekât mallarını yığmışlar, Medine’den
gelecek zekât görevlilerini beklemektedirler. Sahâbe selâm verir, onlar selâmlarını
alırlar. Derler ki, “bizden önce buraya Medine’den kimse geldi mi?” “Hayır, hiç
kimseyi görmedik,” derler. Bunun üzerine durum anlaşılır ve süratle o iki sahâbe
haberi Resul’e (a.s) ulaştırırlar. Böylece büyük bir felâket önlenmiş olur.
İşte Rabbimiz bu âyetiyle, bu
uyarısıyla o dönemde Rasûlullah Efendimizi ve kıyâmete kadar da tüm Müslümanları
uyarıverdi.
Araştırmadan,
soruşturmadan bir karar verilip o kavme saldırıldığı zaman gerçekten çok büyük
facialara sebebiyet verilmiş olabilecekti. Haksız yere kan dökülecek, pek çok
mâsum insanın canı gidecekti.
İşte Rabbimiz kıyâmete kadar bu
tür facialardan bizleri koruyacak bir yasayı böylece indirmiş oluyordu. Bizim
için en güzel bir hayat düsturunu bize tarif ediyordu. Günlük hayatımızda da,
aile hayatımızda da, toplum hayatımızda da bu böyledir. Aramızda günâhkârlar,
fâsıklar, söz taşıyıcılar, ara bozucular olabilir. Müslümanların arasına fitne
ve fesat tohumları ekmek, Müslümanları birbirlerine düşürmek isteyenler
olabilir. İşte şu anda şu ne idüğü belirsiz medya Müslümanları birbirlerine
kırdırmak için çırpınıyor. Müslümanları birbirlerine düşman etmek, bu ülkede Müslümanların
dirliğini bozmak için koşuşturan nice hainler, nice ajanlar meydanda cirit
atmaktadır.
Bunu bizler de çok iyi anlamak
zorundayız. Ne kadar da güzel söylüyor Rabbimiz değil mi? Bir fâsık size bir haber
getirdiği zaman aman onu araştırın. Doğru mudur, yanlış mıdır tahkik edin. Sakın
a-raştırmadan gazapla harekete geçmeyin. Unutmayın ki öfke ile kalkan zararla
oturur.
Burada yapılacak en doğru, en güzel
iş bize bir haber geldiği zaman hemen anında o haberle ilgili kişiye, kişilere
gidip, “bak senin hakkında şöyle şöyle duyduk, bu doğru mudur?” diyerek bizzat
kendisinden işin aslını öğrenip ondan sonra karar vermek olacaktır. İşin aslını
öğrenmeden ani bir karar verilmeyecektir. İşte Rabbimiz herhangi bir zarara
uğramaktan sakındırıyor bizi.
Sonra da bakın o yalan beyanda
bulunarak Rasulullah ve Müslümanları neredeyse bir felâkete sürüklemekle karşı
karşıya olan o sahâbeye bir sorgulama geliyor. Hem ona, hem de henüz Rasulul-lah
Efendimizin hutbesi tamamlanmadan, Rasulullah Efendimizin o konudaki kararını
beklemeden tehevvürle harekete geçen, süratlice ve gazapla atlarına binip,
kılıçlarını kuşanıp: “Ne duruyoruz ey Allah’ın Resûlü?” diyen sahâbe-i kirâm
efendilerimizi uyarmak üzere şöyle buyuruyor:
7,8. “Bilin ki, içinizde Allah’ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o,
birçok işlerde size uymuş olsaydı şüphesiz kötü duruma düşerdiniz; ama Allah
size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârcılığı, yoldan
çıkarmayı ve baş kaldırmayı size iğrenç göstermiştir. İşte böyle olanlar, Allah
katından bir lütuf ve nîmet sayesinde doğru yolda bulunanlardır. Allah
bilendir, Hakim’dir.”
“Ey Müslüman! Ne oluyor sana? Ne
yapmaya çalışıyorsun böyle? Yalan yanlış beyanlarla peygamberi kandırabileceğini
mi zannediyorsun? Unutma ki aranızda Allah’ın Resûlü var. Aranızda Allah’ın
Resûlü bulunmaktadır. Allah her an her konuda Resûlü’ne vahiy göndererek her
konuda onu bilgilendirmekteyken böyle yalan yanlış sözler söylemekten Allah’tan
korkun buyurulur iken, öteki Müslümanlara da şöyle bir uyarı gelmektedir: Ne
oluyor size ey Müslümanlar? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Aranızda peygamber var.
Gelen bu haber karşısında peygamberin kararını beklemeden niye gazapla
atlarınıza binip, kılıçlarınızı kuşanıp kendinizi ve peygamberi bir felâkete
sürüklemeye çalışıyorsunuz? Allah’tan korkun da aranızda peygamberin olduğunu
unutmayın. Hani Ben size sûrenin başında, “Allah ve Resûlünün önüne geçmeyin!” dememiş
miydim? “Allah ve peygamberinin önünde yürümeyin!” dememiş miydim? İşte Allah
ve Resûlü’nün önüne geçmeye çok hoş bir örnek geldi burada.
Öyleyse ey Müslümanlar! Gelen bu
haber konusunda acele davranmayan Rasûlullah’ın vereceği savaş kararı konusunda
sizler de acele etmeyin. Bekleyin peygamberin kararını. Şükredin ki peygamber
size değil, siz ona tabi olmak zorundasınız. Eğer o bir çok işlerde size itaat
etseydi, sizin görüşünüze uysaydı sizler kötü durumlara düşer, sarpa sarardınız.
Lâkin Allah size imanı sevdirdi, sizi o imanla süsledi, imanla ziynetlendirdi.
O imanı sizin kalplerinize sevdirdi ve size küfrü, fıskı, isyanı, günâhı da
kötü gösterdi. Bunlar Rab-binizin size en büyük lütuflarıdır. İşte kim böyle
olursa, kim Rasûlul-lah’ın kararını bekler, Rasûlullah’ın hükmünü tercih eder,
kendi kararını, kendi düşüncesini Rasûlullah’ın düşüncesinin önüne geçirmezse
en doğru yolda olan odur. İşte bu da Allah’tan bir fazilet, Allah’tan bir
üstünlüktür. Allah her şeyi bilendir, Allah her şeye hakim olan ve her şeyi hikmetle
yapandır.
Gerçekten o
dönemde Müslümanların arasında Rasûlullah Efendimizin bulunması, onun
rehberliğinde bir hayat yaşamış olmaları şereflerin, nîmetlerin en büyüğüdür.
Allah’ın Resûlü her an onlara yol gösteriyor, her an onları hatalara düşmekten
engelliyordu. Yanlışa düşmeleri konusunda Rasûlullah onlara itaat etmiyordu.
Böylece onların da yanlışlara düşmesine izin vermiyordu Rabbimiz. Dün Sahâbe-i
Kirâm efendilerimiz için var olan bu şereften bugün bizler mahrumuz diye mi
düşünüyorsunuz? Sahâbe-i kirâm efendilerimizin üstünlüğü vardı, peygamber
onları pek çok konuda yanlışlara düşmekten koru-yordu, ama bugün bizler
aramızda peygamber olmadığı için bundan mahrum bırakılmışız mı demeye
çalışıyorsunuz? Hayır hayır, böyle bir şey yoktur. Eğer böyle bir şey olsa,
vallahi ben peygamberi Allah’a şi-kayet ederim. “Ya Rabbi bu nasıl iş? Senin peygamberin
o dönem Müslümanları yanlışlara düşmekten korumuştu, ama bugün beni aynı
yanlışlara düşmekten korumuyor. Bu adalet mi?” derim.
Ama durum öyle değildir. Bilelim
ki bu nîmet bugün bizim için de aynen mevcuttur. Eğer bugün bizler de Rasûlullah
Efendimizle, Rasûlullah Efendimizin sünnetiyle beraber olabilirsek, sünnetle
hareket edebilirsek, hayat problemlerimizi Rasûlullah Efendimize sorabilecek
kadar ona yakınlık kazanabilirsek, elbette bize de yol gösterecek, bizi de
yanlışlara düşmekten koruyacak, kötülüklerden bizi de uzaklaştıracaktır.
Allah’ın Resûlü vefat etmiştir. Bedeni aramızda yoktur, ama sünneti, yolu,
anlayışı, uygulamaları dimdik hayattadır ve aramızdadır. Bugün Rasulullah bizi
de yanlışlardan, felâketlerden koruyacaktır. Yeter ki bizler onun sünnetini
tanıyalım. Yeter ki problemlerimizi onun sünnetine götürebilelim. Yeter ki bir
işe başlamadan, bir konuda kararımızı vermeden önce onun fikrini sorma alışkanlığını
ka-zanalım. Yeter ki Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesâî hep yanımızda,
yakınımızda olsun. İşte bu, biz Müslümanlar için de en büyük bir nîmettir. İşte
Rabbimiz biz Müslümanlara imanı sevdiriyor, kalplerimizi imana yatıştırıyor,
bize fıskı, fücuru, isyanı, küfrü, Allah ve Resûlü’ne itaatsizliği iğrenç
gösteriyor, bizi onlardan nefret ettiriyor ve böylece bizler onlardan
uzaklaşıyoruz elhamdülillah.
9. “Eğer mü’minlerden iki
topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri
üzerine sal-dırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönmelerine ka-dar
savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adâletle bulunuz, âdil davranınız, şüphesiz
Allah adil davrananları sever.”
Yine Rabbimiz bu âyetinde
Müslümanların mutlak sûrette uygulamaları gereken bir yasasını daha bildiriyor
bizlere. Müslümanlarla yapılan bir savaşta, Müslümanlar arasında vuku bulan bir
savaşta bize bir tavır belirlemesi yapılıyor. Şeytanın vesveseleri, hevâ ve heveslerin
ön plana geçmesi, nefislerin azgınlaşması sebebiyle Müslümanlar birbirlerine
savaş açabilir, iki Müslüman grup karşı karşıya gelmiş olabilirler. İşte böyle
bir durumda iki savaşan Müslüman grubun dışında kalan Müslümanlardan Rabbimiz şunu
istiyor:
“Eğer
mü’minlerden iki taife, iki grup birbirleriyle bir savaşa tutuşurlarsa,
birbirleriyle bir vuruşma içine girerlerse…” İfadeye dikkat ediyor musunuz?
Mü’minlerden iki grup savaştıkları zaman denmiyor da, “eğer savaşırlarsa”
deniyor. Buradan anlıyoruz ki iki Müslüman grubun savaşmalarının, birbirlerine
düşmeleri hiç de tabii, normal bir şey değildir. Eşyanın tabiatına terstir bu.
Evet, böyle olmaması gereken bir hadise vukua gelirse, diğer Müslümanlara düşen
şudur: “Ey Müslümanlar, o iki Müslüman grubun arasını ıslah ediniz. Onların arasını
düzeltip barıştırınız. Savaşlarına engel olunuz. Onları seyretmeye
kalkışmayınız. Hemen aralarına girip elinizden gelen tüm gayreti göstererek onların
aralarını telif edin. Aralarında adâleti gerçekleştirin. İki tarafa da nasihat
edin, aralarındaki ihtilâfı halledin, iki tarafı da Allah’ın hükmüne çağırın.”
İki müslüman fert, iki müslüman
aile, iki müslüman devlet savaşa tutuştuğu zaman Müslümanlara düşen işte budur.
Onları seyretmeyecekler, alkışlamayacaklar, biz bunların savaşından nasıl menfaat
elde ederiz demeyecekler. Veya hemen Amerikan efendilerine, Avrupa efendilerine
bakmayacaklar. “Acaba bu konuda efendilerimiz bize ne buyuracaklar? Bu konuda
acaba efendilerimiz nasıl bir rol biçecek?” demeyecekler. Hiç beklemeden hemen
kollarını sıvayıp kavga eden kardeşlerini barıştıracaklar. Bunun için ellerinden
gelen her şeyi yapacaklar. “Yapmayın, etmeyin bu yaptığınız Müslümanlığa
yakışmaz. Allah Müslümanların birbirlerine düşmesini haram kılmıştır,”
diyecekler.
Eğer
onlardan biri, o savaşan güçlerden birisi Allah’ın emrini dinleyip savaşı bırakmadan
yana tavır alır, kavgaya son verir, ancak diğeri savaşı sürdürmeden yana bir
tavır alır ve onun üzerine saldırır, azgınlık yapar, haksızlık yapar, barış
teklifine yanaşmazsa, o zaman da sizler o mustaz’afın, o savaşı bırakan
mazlumun safında yer alıp saldıran, barıştan yana olmayan tarafla onu da
Allah’ın emrine boyun büktürünceye kadar savaşın. Mazlum tarafın yanında, haklı
tarafın safında yer alarak o azgın tarafla siz de savaşın. Zulmeden tarafın
zulmüne engel olun. Bu sizin için vaciptir.
Evet işte savaşan, kavga eden iki
Müslüman taraf karşısında onların dışındaki Müslümanların görevi budur.
Rabbimiz önce savaşan iki Müslüman grubun arasına girip onları düzeltme,
onların aralarını ıslah etme, barışı gerçekleştirme emrini veriyor. Ama bütün
çabalara rağmen eğer o savaşan gruplardan bir tanesi barışa yanaşmayarak savaşa
devam ediyorsa, diğer Müslüman kitleler o haksız taraf Allah’ın emrine boyun
eğinceye kadar, Allah’ın hükmüne teslim oluncaya kadar o saldıranlarla
savaşacak ve sonunda yine o iki Müslüman grubun arasını adâletle ıslah
edecekler. Barıştıracaklar onları. Barıştıkları zaman da aralarında adâletle
hüküm verecekler. Çünkü Allah âdil davrananları, Allah’ın istediği gibi doğru
hüküm verenleri sever.
Elbette
Müslümanlar için en büyük belâlardan birisi, iki Müs-lümanın, iki Müslüman
taifenin kardeşliklerini unutarak karşı karşıya gelip savaşmalarıdır. Şeytanın
en büyük işlerinden, en büyük başarılarından birisi işte budur. Böyle bir
durumda Müslümanlara düşen görev ne yapıp yapıp onların aralarını bulmak,
onları barıştırmaktır. Ama eğer bunu becerememişlerse, azgın tarafa, zalim
tarafa karşı öteki grupla birlikte savaşa girerek onları savaştan el çektirip,
barışa zorlamaları gerekecektir. Allah Müslümanlardan işte bunu istemektedir.
Eğer karşıdaki Müslüman grup savaşı bırakıp barışa razı olursa, artık onlara
karşı kuvvet kullanmaktan vazgeçmek gerekecektir.
Evet demek ki müslümanları barıştıracağız. Unutmayalım ki iki
kişinin arasını bulmak sadakadır. Ve iki mü’minin arasını bulmak ve düzeltmek
üzere konuşmak müstesna pek çok sözde hayır yoktur di-yor Rabbimiz.
Yine kitabımızın başka âyetlerinde eşler arasını düzeltip anlaşmalarını
sağlamak karı kocanın birbirlerinden ayrılmalarından daha hayırlı olduğu
anlatılır. Çünkü toplumun temel yapısı olan ailenin bozulması toplumun bozulması
anlamına gelmektedir. Ama tabii ki müs-lümanca bir hayat yaşayan karı kocanın
arasını düzeltmek zorundayız. Değilse zina halinde gayri meşru devam eden bir
hayatın hakemliğini yaparak onların bu harama devamını sağlamak adına onları
birleştirmeyeceğiz. Yani gayri meşru yaşayan bir kadınla bir erkek bir-birlerine
küsmüşler biz birleştirdik bu çöp çatanlıktır ve asla caiz değildir. Öyleyse
Allah adına beraber olmaları gereken iki kişinin arasını telif lazım. Veya
meselâ adam şart etti ve hanımını boşadı iş bitti. Böyle bir ailenin arasını
bulmaya çalışmanın anlamı yoktur. Veya bir adam Kur’an anlatırken diğer
insanlarla onun arasını bulacağız masal anlatırken değil. Yani Kur’an sünnet
anlatan kimselere cemaat bularak müşteri bularak onlarla insanların arasını
bulmaya çalışacağız, ama günâhkarlarla, bid’atçilerle gücümüz yettiği kadar
insanların arasını ayırmadan yana olacağız.
Evet birbirleriyle kavga eden iki müslümanın veya müslüman
gurupların arasını düzeltmek ibâdetlerin en büyüklerindendir. Bakın Buhâri’nin
rivâyet ettiği bir rivâyette Allah’ın Resûlü bir gün ashabına hutbe irad buyurmak
üzere çıktığı minberin üzerinde yanında torunu Hz. Hasan (r.a) olduğu halde
şöyle diyordu: “Benim şu oğlum seyyittir. Umulur ki Allah onun vasıtasıyla müslümanlar-dan
iki büyük kesim arasında sulh gerçekleştirecektir.”
(Buhâri, sulh 9)
Evet durum aynen Rasûlullah efendimizin buyurduğu gibi çıkmış
Rabbimiz Hz. Hasan vasıtasıyla çok uzun süren Iraklılardan oluşan bir orduyla,
Suriyelilerden bir gurubun arasında barışı gerçekleştirmiştir.
Yine imam Buhâri Sehl Bin Sâd (r.a) dan şunu rivâyet etmiştir:
Kuba ahalisi birlerine taş atacak noktaya gelinceye kadar birbirleriyle kavgaya
tutuştular. Durum Allah’ın Resûlüne haber verilince bundan çok rahatsız oldu
ve: “Haydi
hep birlikte gidip aralarını bulup barıştıralım.” buyurdu. (Buhâri, Sulh 3)
Yine Buhâri’nin aynı babında Rasûlullah efendimizin şöyle
buyurduğu nakledilir: “İnsanlar arasında sulh yaparak hayır söz
götüren yahut hayır söyleyen kişi yalan söylemiş olmaz.”
Müslim’in rivâyetinde ise şöyle bir fazlalık
vardır: Hadisin Râ-visi Ümmü gülsüm validemiz derki: ”Ben insanların söyledikleri
sözler arasında yalan olarak üç husus müstesna herhangi bir şeyde yalan
söylemeye ruhsat verdiğini işitmedim. Bunlar da şunlardır: 1: Savaşta 2:
insanların arasını düzeltmede 3: Ve erkeğin hanımına, hanımın da kocasına
söylediği hayır maksatlı sözlerdir.”
Hattâ imam Buhâri efendimiz: “İnsanların arasını bulup
barıştıran kişi yalancı değildir” babı diye özel bir bap açmaktadır.
Evet insanların arasını düzeltmek üzere hakemlik yapacak, böylece
sadaka verecek, sadaka ecri kazanacak ve bunu yaparken de asla adâletten,
haktan ayrılmayarak Rabbimize şükretme imkânını bulmuş olacağız inşallah. Bakın
Şûra sûresinin 15. âyetinde Rabbimiz peygamber efendimize her konuda âdil
davranmasını aleyhine bile ol-sa adâletten ayrılmaması gerektiğini ısrarla
öğütlemektedir. Peygamberim sen asla adâletten ve doğruluktan ayrılma buyurmaktadır.
10. “Şüphesiz mü’minler birbiri ile kardeştirler; öyle ise dargın olan
kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah-tan sakının ki size acısın.”
Muhakkak ki mü’minler
kardeştirler. Ancak mü’minler kardeştirler veya mü’minler sadece kardeştirler.
Birincisi sadece mü’minler kardeştir. Kardeşlik müessesesi sadece mü’minler
için geçerlidir. Kâfirlerin, Yahudilerin, Hristiyanların, dinsizlerin,
ateistlerin arasında kar-deşlik yoktur. Bu müessese sadece mü’minlerin arasında
geçerlidir. İkincisi de, mü’minler sadece kardeştirler. Mü’minler arasında
sadece kardeşlik vardır. Onlar arasında kardeşliğin dışında başka bir durum söz
konusu değildir. Bütün mü’minler kardeşler olarak evrensel bir ailenin
bireyleridirler. Mü’minler birbirleriyle savaşsalar da kardeştirler. Aslında
böyle bir şey asla düşünülemez. Bir mü’minin bir mü’min kardeşine düşman
kesilmesi, bir mü’minin bir mümin kardeşine silah çekmesi, onu öldürmek üzere
karşısına dikilmesi çok büyük bir günâhtır. Bu konuda hem kitabımızda, hem de
Rasûlullah Efendimizin hadisleri arasında çok büyük tehditler vardır. Çok büyük
bir günâhtır bu. Hemen vazgeçmek lâzımdır. Aksi takdirde Müslümanlar birbirleriyle
savaşa devam ettikleri zaman çok büyük tehlikelere gideceklerdir.
Buhârî’nin
rivâyetine göre Rasûlullah Efendimiz Sahâbeden üç konuda biat almıştır.
Birincisi namaz kılmak, ikincisi zekât vermek, üçüncüsü de Müslüman kardeşleri
hakkında hayır düşünmek, hayır dilemektir. Yine İbni Mes’ud efendimizin rivâyet
buyurdukları bir hadislerinde Allah’ın Resûlü:
“Müslümana sövmek fısk, ona karşı
savaşmak ta küfürdür,”
buyurur. Bir başka hadislerinde:
“Bir Müslümanın Müslümanlara
karşı canı, malı ve ırzı haramdır”
buyurur. Aynı hadisin baş
tarafında da Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurur:
“Müslüman Müslümanın kardeşidir,
Müslüman asla kardeşine zulmetmez, onu kendi başına terk etmez, onu zelil
etmez. Bir Müslümanın bir Müslüman kardeşini hakir görmesi kadar büyük bir
kötülük yoktur.”
Mü’minler kardeştirler. Öyleyse
ey Müslümanlar, dargın olan kardeşlerinizin arasını bulun. Kardeşlerinizin
arasını ıslah edin. Kardeşlerinizin arasında daima barışı yayın. Kardeşler olun
ve hayatınızı Allah için yaşayın. Kardeşliğinizde, ilişkilerinizde egemen güç
sadece Allah olsun. Allah’ın koruması altına girin. Yolunuzu Allah’la bulun, muttakî
olun. Umulur ki merhamete uğrar, Allah’ın rahmetine ulaşır, nîmetleriyle
nîmetlenirsiniz.
Müslümanlar
kardeştirler. Tasada, sevinçte, varlıkta, yoklukta, her zaman ve her ortamda
bir Müslüman diğer Müslüman kardeşleriyle beraber olacaktır. Onlara asla zulmetmeyecek,
düşmanlık düşünmeyecek. Müslüman kardeşlerinin malını, canını, ırzını, namusunu
kendi malı, canı, kendi namusu bilecek. Müslüman kardeşlerine fedâkar davranacak.
Kendisi aç kalacak ama kardeşlerine yedirecek. Kendisi giymeyecek, kardeşlerine
giydirecek. Yardıma muhtaç olduğunda yardım edecek. Tıpkı bir vücudun âzâları
gibi birbirleriyle bir dayanışma içinde olacaklar. Nasıl ki vücudun âzâlarından
birine bir diken battığında tüm vücut o acıyı hissediyorsa, yeryüzünün neresinde
olursa olsun herhangi bir Müslümanın ayağına batan dikenin acısını tüm
Müslümanlar hissetmeli ve kardeşlerinin dertleriyle dertlenmelidirler.
Bir önceki
âyette zaten kardeşlerimizin arasını ıslah etmemiz emredilmişti. Bakın bu âyette
aynı emir bir daha geliyor. “Mü’minler sadece kardeştir, kardeşlerinizin
arasını ıslah edin,” buyruluyor. Önceki âyette zaten kardeşlerimizin arasını
ıslah edip barıştırmamız emredilmişti. O zaman bu ikinci ıslah emrini şöyle
anlıyoruz: Mü’min-ler kardeştirler, öyleyse kardeşlerinizin Allah ile aralarını
ıslah ediniz. Kardeşlerinizin Allah ile aralarını düzeltiniz. Onları Allah ile
barıştırınız. Onları Allah ile, Allah’ın diniyle, Allah’ın kitabıyla, Allah’ın
elçisiyle tanıştırın. Kardeşlerinizin Allah ile aralarını ıslah edin,
barıştırın. Çünkü Allah ile barışık olmayan insanların insanlarla barışık olmaları
asla mümkün değildir. Allah’a karşı sorumluluklarının farkında olmayan
insanların, insanlara karşı sorumluluklarının farkına varmaları asla mümkün
değildir. Allah’ın hukukuna riayet etmeyen insanların başkalarının hukukuna
riayet etmeleri düşünülemez. Eğer insanların, kardeşlerinizin arasını ıslah
etmeyi düşünüyorsanız, önce onların Allah ile aralarını ıslah edin. Eğer
kardeşlerinizin birbirleriyle barışık olmalarını istiyorsanız, önce onların
Allah ile barışık olmalarını sağlayın.
Bunun için
de insanlara Allah’ın Kitabını ulaştırın. Allah’ın dinini ulaştırın. İnsanları
dinleriyle, kitaplarıyla tanıştırın. Onları Allah’a, Allah’ın istediği gibi
kullar yapmaya çalışın. Onların cennet yollarını açıp, cehennem yollarına
barikatlar koymanın kavgası içine girin. Allah’ın dinine aboneler bulma,
cennete üyeler yapma çabası içine girin. Eğer kardeşlerinizi böyle Allah’a
kulluklarının şuurunda, Allah’la barışık kullar haline getirirseniz, kesinlikle
bilesiniz ki kendi aralarında da barışık hale getirmiş olacaksınız.
Sorulan
soruya binaen İslâm kardeşliği üzerinde inşallah biraz daha söz söyleyelim.
Müslümanların kardeşliği arkadaşımızın dediği gibi gerçekten çok önemlidir.
Maalesef bugün dünya müslümanları bu kardeşliklerinden habersiz bir hayat
yaşamaktadırlar. Az evvel birkaç hadis okudum, bir hadis daha söyleyelim. Bakın
Allah’ın Resûlü bu konuda şöyle buyuruyor:
“Ebu Hureyre (r.a) dan, demiştir ki:
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurdu: “Birbirinize haset etmeyiniz. Birbirinizin
aleyhinde fiyatları kızıştırarak necş yapmayın (alışverişte birbirinizi
aldatmayınız) Birbirinize buğz etmeyiniz. Birbirinize sırt çevirip dargın
durmayınız. Birbiri nizin pazarlığı bitmiş alışverişini bozmayınız. (Birbirinizin
alışverişi üzerine alışveriş yapmayınız) Ey Allah’ın Kulları! Kardeş olunuz,
müslüman müslümanın kardeşidir. O-na zulmetmez, sıkıntı anında onu kendi haline
tek etmez. Ona yalan söyleyip aldatmaz. Onu küçük görmez. (Üç defa göksüne
vurarak) Takva işte buradadır. Bir kimse müs-lüman kardeşine hor baktı mı işte
şerrin bu kadarı ona ye-ter artar bile. Müslümanın her şeyi; canı, malı, ırzı
müs-lümana haramdır.
(Buhâri, K. Edep 7/88)
(Müslim, K. Birr 4/1986)
Ebu Hureyre efendimizin rivâyet ettiği
bu hadis İslâm kardeş-liğinin esaslarını anlatması bakımından çok önemli bir
hadistir. Hu-curât sûresinin bu âyeti ve Resûlullah efendimizin bu hadisleri
çerçevesinde İslâm kardeşliği konusunda şöyle bildiklerimi demeye çalı-şayım
inşallah. Hadiste İslâm kardeşliği ve onu yok eden haset, kıskançlık, birbirine
sırt çevirme, birbirlerini hakir görme gibi çeşitli afetlerden mü’minlerin
sakındırıldıklarına şahit oluyoruz. Bunları şöyle maddeleştirelim inşallah:
1- Müslüman kardeşler arasında yasaklanan birinci konu hasettir. Haset
kitabımızın son sûresinde de gündeme getirilerek müslü-manlar uyarılır:
“Haset ettiği zaman hasidin şerrinden Allah’a
sığınırım de.”
(Felak 5)
Müslümanlar kardeş olduklarına göre, bu
kardeşlikleri gereği asla birbirlerine haset etmemelidirler. Haset nedir acaba?
Rabbimiz kitabının en sonunda bizi onunla uyardığına göre, Rasûlullah efendimiz
de hadislerinde ısrarla bizi ondan menettiğine göre acaba nedir haset? Onu bir
tanıyalım önce.
Haset, dışımızdakinin taşıdığı
sıfatların tümünün veya bir kısmının onda olmamasını, ondan alınmasını veya
onda olmasını istemektir. İslâm adına, teslimiyet adına, din adına, kulluk
adına, müslü-manlık adına takva ve teslimiyet adına onda olan şeylerin onda olma-masını
istemek, yahut da günâh adına, isyan adına, ilhad adına onda olanların onda
olmasını, onda devam etmesini istemektir. Yani Allah’ın sevdiği ne kadar güzel
haslet varsa onların tümünün o kimseden alınmasını, Allah’ın sevmediği ne kadar
kötü sıfat varsa onların da onda devamını istemektir haset. Evet karşımızdakinin
sahip olduğu nimetlerin zail olmasını, telef olmasını istemektir haset.
Meselâ eğer karşımızdaki zenginse,
Allah kendisine bolca mal mülk vermişse bunun ondan alınmasını istemek, veya
eğer fakirse bu durumdan kurtulmamasını, sürekli onun fakr u zaruret içinde yaşamasını
istemek. Tabi kardeşinde gördüğü bir nimetin ondan alınıp mahrum bırakılmasını
istemekle birlikte o nimetin sadece kendisinin olmasını istemek de vardır. Bu
gerçekten çok büyük bir hastalıktır ki bundan kurtulanların sayısı çok azdır.
Zira insanlar genellikle herhangi bir hususta başkalarının kendisinden daha
üstün bir konumda olmasını istemezler. Kendilerinin herkesten üstün olmasını
isterler. Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Hasetten kaçının. Çünkü ateşin odunu yakıp
bitirdiği gibi haset de amel defterinizdeki iyiliklerinizi yiyip bi-tirir.”
(Ebu Dâvud, K. Edep 4/380
Yine kıskançlıkta C. Hakka hikmetsizlik
izafesi söz konusudur. Bir mü’min kardeşine Allah tarafından verilenleri
kıskanan kimse, kendisine verilmeyen şeylerin ona verilmesi sebebiyle Allah’ın
hikmetsiz ve adâletsiz iş yaptığı ithamı vardır. O nimetleri hak etmeyen
kimseye vermekle Allah’a cehalet iddiası yatmaktadır bunun altında ki kesinlikle
haramdır bu.
Evet mü’min kardeşlerini kıskanan ve bu
kıskançlığını gerek onlardaki güzel nimetlerin onlardan alınıp telef olmasını
istemek biçiminde, gerekse onlardakilerin onlardan alınıp kendisine verilmesi
şeklinde içinde taşıdığı bu kıskançlığı söz ve filleriyle ortaya koyan ve
böylece kıskandığı kardeşine zarar veren kişi haram işlemektedir. Ama içinde
müslüman kardeşine karşı böyle bir kıskançlık taşımakla birlikte, bu kıskançlığı
yenmeyi becerememekle birlikte bunu söz ve davranışlarıyla ortaya koymayan,
yani bu içindeki kıskançlığın gereğini uygulamaya koymayan, yani kıskandığı
kimseye herhangi bir za-rar vermeyen kimse ise günâhkar sayılmaz. Ama böyle bir
müslüma-na düşen elbette kendisini bu kıskançlıktan kurtarabilmek için çaba sarf
etmelidir. Allah ve Resûlünün sevmediği bu kötü huydan kurtulabilmek için
kendisini sürekli hesaba çekmek zorundadır. Veya zaman zaman kıskandığı kişiye
dua etmek sûretiyle, kıskandığı kişinin faziletlerini insanlar önünde zikrederek
ona iyilik yapmaya çalışmalıdır.
Demin de kısmen ifade etmeye çalıştığım
gibi haset (kıskançlık) yanında bir de gıpta vardır. Gıpta hasetten farklıdır.
Onda karşısındakinin elindeki beğenilen İslâmî özelliklerin yok olmasını, telef
ol-masını, onun elinden alınarak bunlardan mahrum bırakılmasını istemek yerine,
bunlar onda kalsın, ama onun aynısının kendinde de ol-masını, aynısının
kendisine de verilmesini temenni vardır.
2- Kardeşler olarak müslümanların dikkat etmeleri gereken
ikinci konu; hadisin beyanıyla birbirlerine buğz etmemeleridir. Az evvel
okuduğum hadislerinde birbirinize buğz etmeyin diyen Allah’ın Resûlü, bakıyoruz
başka bir yerde de takvayı tarif ederken “Allah için sevmek ve Allah için buğz
etmektir” diyor. Peki acaba bunu nasıl anlayacağız? Yani bir yerde
birbirinize buğz etmeyin, mü’min mü’mine buğz etmez diyorken başka bir yerde de
Allah için seven, Allah için buğz eden kişi muttakidir buyuruyor. Bu ikisini
nasıl bağdaştıracağız? Veya meselâ yine aynı peygamber emr-i bil’marufu anlatırken
kötülüğü elle, dile düzeltmeye çalıştıktan sonra beceremediğimiz zaman da kalple
buğz etmemizi emrediyordu. Yani şimdi bütün bunları nasıl değerlendireceğiz?
Burada bu hadisteki birbirilerinize buğz
etmeyin ve öteki hadislerde ki buğz edin ifadelerini şöyle anlamaya çalışıyoruz.
Meselâ karşımızda kendisine buğz edilecek halini gördüğümüz bir müslüman var.
Ona önce buğz etmeyeceğiz. Yani onda o kötülüğü gördüğümüz anda hemen buğz
etmeye kalkışmayacağız. Önce onu elimizle dilimizle düzelteceğiz, düzeltmeye ve
uyarmaya çalışacağız. Zira onu elle veya dille düzeltme imkânımız varken buğz
edemeyiz. Bir müs-lüman olarak gidip onu düzeltmeye çalışırız. Ama o mü'mini elimizle
veya dilimizle düzeltmeye çalıştığımız halde, elimizden geldiğince onu bu konuda
uyardığımız halde eğer onu düzeltmeye güç yetiremezsek, düzelmeye yanaşmazsa
işte o zaman buğz edeceğiz. İşte o zaman buğz etmeye hakkımız olacaktır. Meselâ
bir arkadaşınız var. Kötü bir iş yapıyor, İslâm dışı bir münker icra ediyor.
Onda İslâm dışı bir takım davranışlar gördüğünüz. Hemen o anda ona buğz
edemezsiniz. Hemen o kötülüğü görür görmez ona buğz etmeniz caiz değildir. Önce
onu elle ve dille düzeltmeye çalışmalısınız, ona o kötülüğü anlatıp bundan vaz
geçirmek için elinizden ne geliyorsa yapmalısınız, ama buna rağmen eğer o
arkadaşınız düzelmezse, o zaman da onun şahsına değil, ancak o fiiline buğz edebilirsiniz.
Bir de yine peygamber efendimizin başka
bir hadisinden öğreniyoruz ki müslüman kardeşimize kızmak yasaktır. Evet, karşımızdaki
bir müslüman kardeşimize kızmayacağız, ama bu demek değildir ki karşımızdaki
kardeşimizin her türlü İslâm dışı bozuk davranışlarını tasvip edeceğiz. Yani
karşımızdakine kızmayacağız diye onun iyi kötü her davranışını sineye
çekemeyiz. Çünkü müslümanlar sevilecektir ama bu onları tenkit etmeme mânâsına
gelmez bu kızmamak. Seveceğiz ama düzelteceğiz onları. Seveceğiz ama uyaracağız
onları. Se-veceğiz, kızmayacağız ama düzelteceğiz. Maalesef bugün müslüman
müslümana buğz ediyor. Onu düzeltme imkânına sahip olduğu halde, bunu hiç denemeden hemen ilk işi ona
buğz ediveriyor. Niye buğz ediyoruz da o kardeşimize? Niye uyarmadan buğz etmeye
kalkıyoruz da? Belki bizi dinleyecektir. Belki elle ve dille onu düzeltebileceğiz.
Hem o kişi bizim çok uzağımızda değil ki ona ulaşma veya onu düzeltme imkânımız
olmasın. Yanımızda, yanı başımızda, aynı şehirde, aynı mahallede, aynı
mektepte, aynı evde, aynı mescidde aynı saftadır onlar. O halde böyle
durumlarda birbirlerimize buğz etmeyeceğiz. Buğz edilecek bir amelini görsek de
onu düzeltme adına elimizden gelen her şeyi yapmadıkça asla buğz etmeyi
düşünmeyeceğiz inşallah.
3- Kardeşler olarak müslümanlar asla birbirlerine sırt
çevirip dargın hale gelmemelidirler. Resûlullah efendimizin beyanıyla; birbirimizle
dübürleşmeyeceğiz. Dübür ense demektir, sırt demektir. O halde birbirinize sırt
çevirip, birbirinizden ilgiyi alâkayı kesip, birbirinizden uzaklaşmayınız.
Birbirinize dargın düşmeyiniz. Öyleyse mü'min mü'minin gıyabında laf söylemeyecek,
gıyabında onun kuyusunu kaz-mayacak, aleyhinde olmayacak, gıybetleşmeyecek.
Mü’min mü’mine dargın durmayacak, küs olmayacak. Birbirlerine asla sırt dönmeyecekler,
birbirleriyle ilgiyi alâkayı kesmeyecekler. Çünkü Rasûlullah efendimizin başka
hadislerinden de öğreniyoruz ki üç günden fazla bir müslümanın bir müslüman
kardeşlerine küs durması caiz değildir. Bakın Buhâri’deki hadis şöyledir:
“Müslüman bir kimsenin müslüman kardeşine üç
günden fazla dargın durarak birbirleriyle karşılaştıkları vakit bunun yüzünü bu
tarafa, ötekininiz de yününü beri tarafa çevirmesi ve bu dargınlıklarını
sürdürmeleri helâl değildir. Bu ikisinden en hayırlı olanı da selamı önce başlatandır.”
(Buhâri 7/90)
Evet birbirlerinizle de dübürleşmeyin
diyor Allah’ın Resûlü. Ama bu, şu manada değildir tabii. Mü'minler birbirlerine
arka vermeyecekler, birbirlerine sırt vermeyecekler birbirlerine destek olmayacaklar
manasına değildir. Yaklaşacaklar, birbirlerini görecekler, bir a-raya
gelecekler, birbirleriyle yardımlaşarak kardeş olacaklar. Mü'min-ler birbirlerine
yaklaştıkları zaman, birbirleriyle kardeşliklerinin farkına vardıkları zaman
öyle güzel, öyle müthiş bir insicam hasıl olur ki, öyle büyük bir ünsiyet
meydana gelir ki aralarında, artık bir daha onları ayırmak çok zor olur.
Birbirlerini seven insanların ayrılmaları çok zor olur. Çünkü kişi sevdiğiyle
beraber olmak ister. Sevgi rahmettir, ayrılık da azaptır sevenler için. Her
firakta azap vardır. Bir manada her firakta bir feryat vardır.
Adem aleyhisselâm kucaklaştığı, bütünleştiği, tanışıp
sevişip alıştığı cennetten ayrılınca acı acı feryat ediyordu. Cennetini
kaybedip dünyaya inerken A’râf sûresi 23. âyetinde ifade edildiği gibi acı acı
feryatlar ediyordu. Yine normal yatağında akıp giderken hiç ses çıkar-mayan sular
da yatağını kaybedip aşağıya doğru düşmeye başlayınca acı acı şelale
feryatları, ayrılık uğultuları çıkarmaktadır.
Yine
ney yatağından, öz vatanından sazlıktan, sazendeden koparıldığı için ayrılık
ateşiyle inlemektedir. Birbirine bitişikken hiç ses çıkarmayan bir kağıdı
yırtarken, birbirinden ayırırken bile bir ses duyarsınız. Ayrılık feryadı. Yine
birbirine bütünleşmiş olan maddenin en küçük parçası atomu sisteminden ayırıp
parçaladığınız takdirde öyle müthiş bir feryatla gümbürder ki buna insanların ve
çevresindekilerin dayanmaları mümkün değildir.
Evet
birbirine bitişik olarak, bir bütün olarak yaşamaya alışmış her neyi
birbirinden ayırırsanız mutlaka bir ayrılık acısı, bir firak feryadı
duyarsınız. Birbirine bitişik iki cam bardağı birbirinden ayırırken bir ses
duyarsınız. Ama bunlar zaten evvelden ayrı iseler hiç ses çıkarmazlar. İnsanlar
da böyledir. Birbirleriyle kardeş olmuş birbirleriyle sevişip bütünleşmiş,
kucaklaşıp kaynaşmış müslümanlar da birbirlerinden ayrılırlarken onlar da
ayrılık feryadıyla feryad u figan ederler. Ama şu anda olduğu gibi zaten
ayrılarsa, zaten birbirleriyle bütünleşip kardeş olamamışlarsa ayrılırlarken de
acı duymayacaklardır. Meselâ şu anda tanışamadığımız niceleri gidiyor da hiç
haberimiz bile olmu-yor.
Bir binanın birbirine kenetlenmiş
tuğlalarını ayırmaya kalkarsanız müthiş bir yıkım meydana geleceği gibi
mü’minler de böyle birbirlerine kenetlendikleri zaman, birbirlerinden haberdar
olacak kadar birbirleriyle kucaklaşıp kaynaştıkları zaman onların ayrılmaları
da zor olacaktır. O halde mü’minler birbirlerinden asla ayrı durmamalı, birbirlerine
sırt çevirmemeli, birbirlerine dargın durmamalıdırlar.
4- Yine bu kardeşlik icabı müslümanlar birbirlerinin bitmiş ya da bitmek
üzere olan pazarlıklarını bozmamalıdırlar. Birbirlerinin pazarlıklarının
üzerine pazarlık yapmamalıdırlar. Hadiste anlatılan alış veriş bozma işi bir
kaç şekilde olur: Meselâ iki müslüman bir pazarlığa tutuşmuşlar, henüz
pazarlıkları bitmeden bir üçüncü şahıs geliyor he-nüz alım satım bitmeden diyor
ki kaça alıyor bu arkadaş bu malı? Ve-ya kaça satıyorsun bu malı bu arkadaşa?
Diyor ki satıcı: Bin lira veriyor. Üçüncü şahıs diyor ki: Benden bu mala bin
beş yüz lira! Bu caiz değildir. Bu, hadiste anlatıla alış verişi bozmaktır
işte. İki müslümanın arasında devam eden ve henüz bitmemiş bir pazarlığın
üzerine pazarlık yapmayın diyor Allah’ın Resûlü, bu caiz değildir diyor.
Bir böyle olur pazarlık bozma bir de bu alış verişi bozma işini satıcı yapabilir,
Şöyle ki: Ortada bir mal var pazarlanıyor. İki müslü-man arasında bir pazarlık
var. Bir üçüncü satıcı gelip alıcıya diyor ki: Kardeşim! bu malı kaça
alıyorsun? İşte bin liraya. Adam diyor ki kardeşim bu malı bu adamdan almaktan
vazgeç, aynı mal bende beş yüz lira daha aşağı! Gel benden al diyor. İşte bu da
pazarlığı bozmadır ve bu da yasaktır.
Bir başka usul daha var ve çok yaygın.
Açık artırmayla bir mal satılıyor. Bir alıcı diyor ki, benden beş yüz! öbürü
diyor beş yüz elli! Bir başkası altı yüz, bir başkası sekiz yüz diyor ve satıcı
sekiz yüze son adama vermek üzere, pazarlık bitmek üzereyken son anda bir adam
çıkıyor: Benden sekiz yüz elli! diyor. Bu nedir şimdi? Acaba ha-diste anlatılan
birbirinizin pazarlığını, alış verişini bozmayın emri içine girmez mi bu bozuş?
Onu bilmiyorum.
Müslüman kardeşler olarak birbirinize
karşı bunları yapmayın. Bu tür davranışlar asla müslümanlara yakışmaz. Bu tür
kardeşliği zedeleyici şeylere tevessül etmeyin buyurduktan sonra Rasûlullah
efendimiz şöyle buyuruyor:
Ey Allah’ın Kulları! Kardeş olunuz, müslüman,
müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, sıkıntı anında onu kendi haline tek
etmez. Ona yalan söyleyip aldatmaz. Onu küçük görmez. (Üç defa göksüne vurarak)
Takva işte buradadır. Bir kimse müslüman kardeşine hor baktı mı işte şerrin bu
kadarı ona yeter artar bile. Müslümanın her şeyi; canı, malı, ırzı müslümana haramdır.
İşte İslâm kardeşliğinin ölçülerini en
güzel bir şekilde özetleyen bir peygamber uyarısı. Bakın buyuruyor ki Allah’ın
Resûlü; ey Al-lah’ın kulları kardeş olun. Kardeşliğinizin farkına varın. İşte
çare budur. Müslümanlar kardeş olunca, herkes birbirini kardeş bilince iş
bitecektir. O zaman herkes şu benim olsun. Şu malı ben alayım, buna ben sahip
olayım. Şu kelepir malı kaçırmayayım. Bunu benden başkası almasın demeyecektir
artık. Çünkü müslüman müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümanın kendisinden
bir parçadır. Binaen aleyh o ucuz malı ha kendisi almış ha kardeşi almış pek
fazla bir şey fark etmeyecektir. Hattâ her konuda kendisinden çok kardeşini düşünecek
ve kardeşini tercih edecektir.
Evet mü’min mü’minin kardeşidir.
Müslüman tarifinin damgası Allah Resûlünün dilinde net, açık bir şekilde
müslüman tarifi budur. Müslüman müslümanın kardeşidir. Rasûlullah müslüman
müslümanın kardeşidir buyurduktan sonra, işte bu kardeşliğin icabı şunlardır
der. Yani bu kardeşliğin gereği olarak şunlar yapılmalıdır buyurur:
1: Ona zulmetmez,
İslâm kardeşliğinin gereği olarak mü’min,
mü’min kardeşine asla zulmetmemelidir. Müslüman, müslüman kardeşine asla
zulmet-mez. Genel manada müslüman zulmetmez. Genel anlamda mü’minin zulümle
uzaktan ve yakından asla bir ilgisi olmaz olamaz. Yani büyük zulüm dediğimiz
şirk mü'minde asla bulunmaz. Mü’minin şirkle bir bağlantısı olmaz.
Ama şirk manasının dışında biliyoruz ki zulüm bir de adâletin zıddıdır.
Adalet her şeyi yerli yerine koymak, her şeyi yerli yerinde kullanmak olduğuna
göre onun zıddı olan zulüm de her şeyi yerli yerinde kullanmamaktır. Sözü, ameli,
maddeyi, manayı, aklı, bilgiyi, a-zaları, kitabı sünneti yerli yerine koymak, yerli
yerinde kullanma-mak-tır. Bu konuyu daha önceki bir hadisin şerhinde demeye
çalışmıştım. Müslüman bu tür zulümler içinde olmamakla beraber müslüman kardeşlerine
de zulmetmemelidir. Peki acaba müslümanın çevresin-deki müslüman kardeşlerine
zulmünü nasıl anlayacağız?
Çevresindeki insanlara karşı yapılmaması gereken şeyleri yapmak,
yapılması gerekenleri de yapmamak zulümdür. Müslüman çevresindeki müslüman
kardeşlerine zulmetmekten şiddetle kaçınmalıdır. Meselâ müslüman müslümanın
komşusu olabilir. Komşu olarak müslüman, müslüman kardeşine karşı Allah’ın
üzerindeki hakkını icra etmediği zaman ona zulmediyor demektir. Düşünün ki komşusu
namaz kılmıyor, İslâm’ı tanımıyor Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk
yapmıyor. Eğer beriki müslüman komşusu onun bu durumunu değiştirme adına, onu kulluğa
teşvik adına ciddi bir çabanın içine girmiyor ve onun cehenneme gidişine göz
yumuyorsa, ona zulmediyor demektir.
Müslüman
müslümanın arkadaşı olabilir. Arkadaşının İslâm dı-şı hayatına göz yumarak onu
uyarmayan ona karşı ciddi bir tavır koy-mayan arkadaşı ona zulmediyor demektir.
Mü’min mü’minin amiri ola-bilir. Müdürü olabilir, patronu olabilir. Eğer bu
durumda emri altındaki müslümanlardan hak istemiyorsa, onların hakkı icra etmelerine,
Allah’a kul olmalarına yardımcı olmuyorsa, onların iyi birer müslüman
olmalarını sağlamaya çalışmıyorsa, bu konuda onlara destek olmamak şöyle dursun
bigane kalıyorsa, ilgisiz davranıyorsa onlara zulme-diyor demektir. Veya mü’min
mahiyetindekilerin müslümanca bir hayatı icra etmelerine köstek olmaya
çalışıyorsa hepten zulmediyor demektir onlara. Hattâ gerektiği yerde işine
aşına, kendisine zararı bile kabullenecek biçimde, kendisini feda edercesine
onları müslüman-laştırma kavgası vermiyorsa onlara zulmediyor demektir.
Mü’min
mü’minin talebesi hocası olabilir. Mü’min mü’minin müşterisi, satıcısı
olabilir, temizlikçisi, işçisi olabilir, karısı kocası olabilir, ya da başka
bir sosyal yakını olabilir. Kim olursa olsun ona Allah’ın istediği biçimde davranmayan
kişi ona zulmediyor demektir. Meselâ çocuğunun İslâm dışı bir talebine yardımcı
olan, ses çıkarmayan baba ona zulmediyor demektir. Karısı plaja gitmek isteyen
koca onun bu arzusunu yerine getiriyorsa ona zulmediyor demektir. Babasının
nefsini tatmin ve kendisini putlaştırma adına kendisinden istediklerini Allah’a
rağmen kabullenen evlât babasına zulmediyor demektir.
Veya
meselâ kendisini dinleyen müslümanlara onların muhtaç oldukları İslâm’ı
anlatmayarak hikayelerle onları oyalayan hoca da çevresindekilere zulmediyor demektir.
Veya zâlimin zulmü karşısında susan, zâlimin zulmünü kabullenip onu sineye
çeken, onu susturma, onu değiştirme adına harekete geçmeyen mazlum da zâlimdir.
O halde müslüman asla müslüman kardeşine zulmetmez. Kendisi
zulmetmediği gibi, bir başkasının kardeşine zulmetmesine de razı olmaz. Bakın
Bakara sûresinde Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
Böylece zulmetmemiş
ve de zulmü kabullenmemiş, haksızlığa
uğramamış olursunuz."
(Bakara 279)
Evet mü’min başkalarına zulmetmeyecek, ama başkalarının zulmüne
de rıza gösterip onu sineye çekmeyecektir. Yani mü’minler ne zulmederler, ne de
zulme uğrarlar, ne başkalarına zulmederler ne de başkalarından gelebilecek bir
zulmü sineye çekerler.
2: Sıkıntı anında onu kendi haline tek etmez.
Müslüman kardeşlerine zulmetmediği gibi
müslüman kardeşini de asla kendi haline tek etmez. Hele hele kardeşi yardıma
muhtaç haldeyken, sıkıntılı bir haldeyken onun yardımına koşar ve onu asla
kendi başına bırakmaz. Çünkü mü'minler, birbirleri için bir yapının taşları
veya bir vücudun azaları gibidirler. Nasıl ki duvardaki taşlardan bir bölümü
yıkılınca diğerleri; bana ne onlar yıkılırsa yıkılsın ben durduğum yerde dururum,
ben olduğum yerde kalırım diyemezse, nasıl ki vücudun organlarından biri
ağrırken diğer organlar bize ne o ağrısa da biz uyuruz diyemezse, aynen bunun
gibi bir müslüman kardeşini de sıkıntı anında başka bir müslümanın kendi haline
tek etmesi dü-şünülemez.
Çünkü müslüman kardeşinin çektiği o sıkıntı kendinin sıkın-tısıdır, o dert
bizzat kendisinin derdidir. Çünkü müslüman kardeşi o-nun vücudunun bir azasından
başka bir şey değildir. Her ne kadar coğrafi bir zaruretle en yakınımızdaki
mü'min kardeşimizin derdine koşmak imkân dahilinde ise de en uzaktakinin
derdiyle ilgilenmek de vazifemizdir. Bakın Allah Resûlü başka bir hadislerinde
bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
“Müslümanların dertleriyle ilgilenmeyenler
onlardan değildir.”
Dikkat ediyor musunuz yakın veya uzak
hiç fark etmez, mü'-minlerin dertleriyle ilgilenmeyen, onların dertlerini kendi
derdi bilmeyen, onların problemlerinin çözümü için kafa yorup sıkıntı çekmeyen,
onların acılarını paylaşmayan, onların imdatlarına koşmayan, maddi manevi onların
desteğinde olmayan kişi onlardan değildir diyor Allah’ın Resûlü. Filistin’deki,
Eritre’deki, Moro’daki, Filipinler’deki, Afganistan’daki, Çeçenistan’daki bütün
mü'minler buna dahildir.
Bakın Rabbimiz Kur’an-ı kerimde şöyle
buyurur:
“Fakat din uğrunda yardım isterlerse,
aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz
gerekir. Allah işlediklerinizi görür.”
(Enfâl 72)
Allah’ın Resûlü de yine başka bir
hadislerinde şöyle buyurur:
“İster zâlim isterse mazlum konumunda olsun
kardeşine yardım et. Sahâbe-i kiram: Ey Allah’ın Resûlü, mazlumken ona yardımı
anladık ama zâlimken ona nasıl yardım edeceğiz? diye sorunca Allah’ın Resûlü
buyurdu ki: O zaman onu da zulmetmekten alıkoymak şeklinde”
(Buhâri 3/98)
Acaba bugün sıcak odalarda çayını,
kahvesini, sigarasını yudumlarken izlediği bir video filminde dile getirilen
müslüman kardeşlerinin derdi üzerinde bir kaç cümle bahsedivermek, öldürülen
müslü-man kardeşlerinin yerde yatan cesetlerine, akan kanlarına, kırılan
kol-larına bacaklarına bakarak vah, tuh, yazık oluyor bu insanlara, deyi-vermek
veya Allah yardımcıları olsun diye yarım ağızla bir dua gönderivermek acaba o
kardeşlerine ne kadar yaklaştırır müslümanı? Bunu yapan bir müslüman acaba o
kardeşlerine karşı görevini yapmış sayılacak mı? Bu mu acaba onların derdiyle
ilgilenmek? Bu mu acaba on-lara yaklaşmak? Bu mu acaba onları dertli halleriyle
baş başa tek et-memek? Bu mu acaba onların yardımında olmak? Yani acaba
Rasû-lullah efendimizin hadislerinde biz müslümanlardan istediği bu mu? Hadiste
bizden istenen bu kadarcık mı? Bunu iyi bir düşünelim.
Acaba ne kadar yakınız onlara ne
kadar uzağız? Allah için bunu bir düşünelim. Heyhat! bizler yanı başımızdakilere
bile ay kadar, güneş kadar uzağız, değil ki bu saydığım yerlerdeki müslüman kardeşlerimize.
Biz en yakınımızdaki komşularımıza bile ay kadar uzağız. Onların dertlerinden
bile uzağız. Onların ihtiyaçlarından bile uzağız. Hattâ belki evimizin
içindekilerden bile. Allah korusun, Allah yardımcımız olsun, Allah şuur versin
inşallah başka diyecek bir şey bula-mıyorum.
3: Ona yalan söyleyip aldatmaz.
Evet müslüman, müslüman kardeşine yalan
da söylemez, söyleyemez. Kardeşine yalan söyleyerek onu aldatamaz bir müslü-man.
Zira münâfık değildir o. Bu genel kaidedir. Ama bu onun bazen bazen yalan
söylemeyeceği anlamına gelmez. Ama Müslüman kardeşine karşı yalan söyleyip onu
aldatması, yalan söyleyerek bir müs-lümanın müslüman kardeşini aldatmaya
çalışması aslında aklı selimin kabul edeceği bir davranış değildir. Zira
insanın hayatta en zor kandıracağı varlık kendisidir. İnsanın Allah’ı kandırması
zaten mümkün de-ğildir.
O halde insanın bizzat kendisi demek olan mü'min kardeşini aldatmaya
çalışması eşyanı tabiatına aykırıdır. Zira biz hadisten biliyoruz ki mü'minler
bir bütündür. Onlardan birinin diğerine yalan söyleyip kandırması aslında kendi
kendini kandırmasıdır.
Az evvel ifade ettim mü’min mü’minin kendisinden bir parçadır. Binaen aleyh
onun bir müslüman kardeşine yalan söyleyerek onu kandırmaya çalışması aslında
kendi kendisini kandırmaya çalışmasıdır ki bu da asla mümkün değildir.
Yalan; herhangi bir vakıanın tersine
bir beyandır. Yalan bir va-kıayı, karşılığında bir menfaat bekleyerek bir
menfaat devşirme maksadıyla saptırmak, yanıltmaktır. İşte yalan bu amaçla
söylenendir. Ama karşılığında hiç bir menfaat beklemeden yapılırsa o zaman bu
mâlâyânidir, lüzumsuzluktur ki bunu zaten müslüman yapamaz.
Müslümanın kardeşini bir dünya menfaati
adına yalan söyleyip aldatması hiç düşünülemez. Bir Âhiret menfaati adına yalan
söyleyip aldatması da mümkün değildir. Zira bir âhiret menfaati adına ona söy-leyeceği
yalan o menfaati siler süpürür.
4: Onu küçük görmez.
Evet mü’min mü'mine hakaret etmez,
mü’min mü’mine hor bakmaz' mü’min
mü’mini küçük görmez. Bunun ilk ve en büyük sebebi onun iman taşımasıdır.
Mü'min taşıdığı iman sebebiyle medh ü se-naya lâyıktır. Taşıdığı iman sebebiyle
mü’min yeryüzünün en değerli, en şerefli ve en üstün varlığıdır. Mü'minlerin en
alttaki olanı, en değersizi, imanı en az olanı, cennete en son girecek olanı
dünyanın on misli daha kıymetlidir Allah katında. Zira sahih hadislerden
öğreniyoruz ki Allah cennete en son girecek imanı en zayıf mü'mine dünyanın on
misli bir makam verecektir cennette.
Bakın sûrenin bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz mü’minlerin küçük görülemeyeceğini, mü’minlerin birbirlerini değersiz
görüp asla alay edemeyeceklerini anlatırken şöyle buyurmaktadır:
11. “Ey İnananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de
onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya
almasınlar, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi
ayıplamayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın; inandıktan sonra yoldan çıkmış
olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte onlar zalimlerdir.”
Ey iman edenler! Sakın bir kavim
bir kavmi alaya almasın! Sakın bir mü’min bir mü’minin izzet-i nefsiyle oynamasın.
Birbirinizin kusurlarını, ayıplarını ortaya sererek birbirinizi küçük düşürmeyin.
Birbirinizi tahkir ve tezyif etmeyin. Sakın birbirinizi küçük görmeyin. Ne
biliyorsunuz? Belki de küçük görüp alaya aldıklarınız Allah katında sizden daha
üstündürler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar. Umulur ki o alaya alınan,
küçük düşürülenler Allah katında alaya alanlardan daha hayırlıdır. Öyleyse
yapmayın bunu. Müslüman kardeşlerinizi küçük görüp alaya almayın. Bilir misiniz
Allah yanında kimin daha hayırlı, kimin daha hayırsız olduğunu? Malımıza, mülkümüze,
ilmimize, kavmimize, kabilemize, ırkımıza, sosyal, siyasal statümüze güvenip de
diğer Müslüman kardeşlerimize alaylı bir tavırla ko-nuşmamalıyız. Müslüman
kardeşlerimize tepeden bakmayalım. Kendimizi onlardan üstün bir konumda görmeyelim.
Ne biliyoruz? Belki de o alaya alıp küçük gördüklerimiz, kendilerine tepeden
baktıklarımız Allah katında bizden daha hayırlı, daha üstün mü’minlerdir.
Dikkat
ederseniz bu konuda önce Müslümanlar uyarıldıktan sonra ısrarla bir de kadınlar
uyarılıyor. Allahu âlem bu ya bir te’kittir, ya da bu özelliğin çokça
kadınlarda bulunması sebebiyle kadınlar bir daha uyarılmaktadır. Öyleyse
Müslümanlar durumları, konumları, statüleri ne olursa olsun kesinlikle küçük
görülmemeli, aşağılanmamalıdır. Ekonomik durumu şöyle olabilir, tahsil durumu
böyle olabilir, elbisesi, işi, aşı, mesleği böyle olabilir. İki cümleyi bir
araya getiremeyecek kadar eğitimsiz olabilir. Değil mi ki o bir müslümandır.
Değil mi ki onun kalbinde zerre kadar imanı vardır. Bilelim ki onun Allah katındaki
değeri, şu üstünde gezip dolaştığımız dünyanın on mislidir. O Müslüman Allah
katında şu dünyanın on katı daha değerlidir. Çünkü Rasulullah Efendimizin bir
hadisinin beyanıyla, “yarın cennete en son girecek, imanı en zayıf Müslümanın
cennetteki mükafatı, şu dünyanın on misli daha büyük bir makamdır.” Öyleyse onu
küçük görmeye, onu aşağılamaya ve onunla alay etmeye hiçbir müslümanın hakkı yoktur.
Ey
Müslümanlar! Sakın birbirlerinizi el-kol işaretleriyle, kaş-göz işaretleriyle,
bıyık-burun işaretleriyle, dillerinizle eğlenceye, maskaraya almayınız. Dikkat
ederseniz ifadede “enfüseküm” buyuruluyor. Ya-ni kendinizi, kendinizden
olanları alaya almayın buyuruyor Rabbimiz. Öyleyse bir Müslümanın bir Müslüman
kardeşini küçük görmesi, onu alaya alması aslında kendi kendini alaya alması,
kendi kendini küçük düşürmesi anlamına gelir. Çünkü bir hadisin beyanıyla, “mü’minler
bir bütünün parçaları, bir bedenin uzuvları gibidirler.” Kardeşimi kötülemem
kendimi kötülemem demektir. Kardeşimi eğlenceye almam ken-dimi eğlenceye almam
demektir. Çünkü peygamberim buyuruyor ki, o benden, benim bedenimden bir
parçadır. Onun aleyhinde olmam demek, kendi uzvumun aleyhinde olmam demektir.
Onu küçük görüp onunla alay etmem demek, kendi uzvumla alay etmem demektir. Bunu
yapmayın diyor Rabbimiz.
Yine
birbirinize kötü lâkaplar takmayın. Birbirinizi çağırırken kötü lâkaplarla
çağırmayın. Hoşunuza gitmeyecek isimlerle, künyelerle birbirinize hitap
etmeyin. Kardeşinizin gücüne gidecek, onun kalbini kıracak sıfatlarla hitap
etmeyin. Özürlü kardeşlerinizi özrüyle çağırmayın. Topal Abdullah, sağır Hasan,
kör Mûsâ, aksak Halil gibi lâkaplar, çok çirkin lâkaplardır. Bu o kardeşimizin
hatası değildir. Bu, Rab-bimizin bir takdiridir.
Düşünsenize, imandan sonra fısk
ne kadar kötü bir şeydir. İman ettikten, iman iddiasında bulunduktan sonra
böyle kötü ahlâk sahibi olmak ne çirkin bir şeydir. İmandan sonra isyan, küfür,
şirk, zu-lüm gerçekten çok fena bir şeydir. Müslüman olduğunuz halde nasıl bir
Müslüman kardeşinizi, kendinizden olan birini, kendinizden bir parça olan
kardeşinizi küçük görebilir, onunla alay edebilir, onun şerefiyle oynayabilir,
ona hoşuna gitmeyecek lâkaplar takabilirsiniz? Na-sıl yapabilirsiniz bunu?
Yakışır mı bu bir Müslümana? Doğrusu kim böyle bir şeyi yapar da tevbe etmez,
bu kötü eyleminden vazgeç-mezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Bu
yaptıklarınızın sonucunda bir belâyla, bir azapla, bir cehennemle karşı karşıya
kalırsanız sizi kim kurtarabilir? Yapmayın böyle şeyleri. Rabbimiz, “bu ahlâkî
kurallar Rabbinize aittir, bırakın kendi hevâ ve heveslerinizi de Allah için
bir hayat yaşayın,” diyor.
Binaenaleyh müslüman gücü yettiğince
Allah’a kulluğa âmâde olmalıdır. Bütün gücüyle Allah’a kulluk yapabilmek için
gayret etmelidir. Müslüman’ın bu gayretindeki eksiklikler, kusurlar onun hor
görülmesine sebep değildir. Onun içindir ki kusurlu da olsa, günâhkar da
müslümanlar onun gıybetini yapamazlar. Kulluk noktasındaki eksiklikleri
hususunda bile mü'minin, bir mü'min kardeşinde gördüğü eksiklikten ötürü ona
hakaret edip, hakir görmemesinin bir sebebi de ondaki eksiklik temelde kendi
eksikliği oluşudur. Onda gördüğü günâhların temelde kendi günâhları olmasındandır.
Zira Mü'minler bir bütündür bir vücutturlar. Onda, yani kendisinde kendi
bünyesinde gördüğü bir eksiklikten ötürü onu hakir görmek yerine, onun aleyhinde
konuşmak, onu küçük düşürmek yerine hemen onu düzeltmesi gerekir. Çünkü hiç bir
insan kendi elinde, kendi ayağında, kendi azalarından birinde gördüğü bir
rahatsızlığın, bir eksikliğin aleyhinde olmak veya onu kendi haline tek etmek
yerine, onun tedavisi için say eder.
Evet müslüman müslümanın kardeşi
olduğundan ve bu kar- deşlik maddi planda tasavvuru mümkün bütün yakınlıklardan
daha üstün olduğundan ne zulmeder, ne aldatır, ne buğz eder, ne de sırt döner
ona. Bütün bunlar düşünülemez birbirleri arasında. Bu tavırları takınacak yerde
en fazla hayırda birbirleriyle yarışabilirler ve neticede bilirler ki üstünlük
ancak takva iledir.
±
12. “Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira zannın bir kısmı günâhtır.
Birbirinizin suçunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin; hangi biriniz
ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz; Allah’tan sakının,
şüphesiz Allah tevbeleri daima kabul edendir, acıyandır.”
Ey iman edenler, zannın pek
çoğundan da sakının! Ya da zan-dan çokça sakının. Zan beslemekten ve de zanla amel
etmekten uzak durun. Zanla konuşmayın, zanla yürümeyin, zanla hareket etmeyin,
karar vermeyin. Zan, ihtimale dayanan bir şeydir. Öyle olmaya da, böyle olmaya
da ihtimali olan, kesinlik ifade etmeyen şeydir.
Öyleyse ey müslümanlar, kesinkes
bilmediğiniz bir şey hakkında konuşmayın. Kesin bilmediğiniz bir konuda hüküm
vermeyin. Hattâ gözünüzle gördüğünüz, kulaklarınızla işittiğiniz bir şey hakkında
bile o anda gözünüz, kulağınız sağlıklıysa, kalbiniz sağlıklıysa, iyice anlamış
ve değerlendirebilmişseniz ancak ondan sonra konuşun, on-dan sonra karar verin.
İyice bilip anlamadan, olur olmaz kimselerden duyduğunuz şeylerle, aldığınız
haberlerle, yorumlarla bir insanı, bir toplumu, bir hadiseyi değerlendirmeye kalkışmayın.
Çünkü bilesiniz ki zannın bazısı günâhtır. Yanlış değerlendirmeden, yanlış
karar vermeden sakının. Zannın bir kısmı toplumsal barışı, ailevî huzuru, Müslümanlar
arasındaki kardeşliği öldürür.
Ayrıca tecessüs de etmeyin. 'Tecessüs',
cess fiilinden türemiştir. 'Cess' aslında, hastalığı veya sağlığı anlamak için
nabız yokla-maktır ki, el ile dokunmak ve haber araştırmak anlamlarına gelir.
'Te-cessüs' ise, dikkat ve gayretle araştırmak demektir. Tecessüs', bir şe-yin
içyüzünü araştırmak, gizli tarafını ve kusurunu aramak şeklinde olumsuz bir anlama
sahiptir. İnsanların birbirlerinin gizli durumlarını, ayıplarını ve kusurlarını
araştırıp ortaya dökmeleri 'tecessüs' kavramı ile ifâde edilmiştir. İnsanlar
hata edebilirler, kusurları olabilir, hattâ gü-nah bile işleyebilirler. Hiç
kimse melek olmadığına göre, hatasız ve kusursuz insan olmaz. Ancak, müslümana,
toplum arasında hataların veya günâhların gizlenmesi, saklanması tavsiye
edilmiştir. Açıktan açığa işlenilen bir günâh, nehy-i ani'l-münker faâliyeti
ile ortadan kaldırılmaya çalışılır. Müslümanın gizli gizli işlediği, ancak kimseye
zarar vermeyen bir suçu (günâhı) araştırılmaz. Kimileri kendi noksanını,
gü-nahını veya hatasını ayıp sayar. Bu kendine âit ayıbın ortaya konulmasından
hoşlanmaz. İslâm da gizli suçların, ayıpların, kişiye âit eksik hallerin, gizli
sırların araştırılmasını, ortaya dökülmesini helâl gör-mez.
Allah
(c.c) mü'minler arasında her türlü hayâsızlığın, çirkin iş-lerin yayılmasını
isteyenleri, yani bunu yapanları dünya ve âhirette acıklı bir azapla tehdit
ediyor (Nûr,19). İnsanlara âit günâhların, kusurların veya hataların
araştırılıp ortalığa yayılması, şüphesiz ki çirkin işlerin yayılmasını istemektir,
buna sebep olmaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Müslümanların gizli hallerinin
(ayıplarının) peşine düşerseniz, onları ifsat edersiniz (fesâda uğratırsınız)."
(Ebû
Dâvud, Edep, 4888, Riyâzu's-Sâlihîn, 622)
"Kim bir ayıp görür ve onu örterse, diri diri
gömülmüş bir kız çocuğunu diriltmiş gibi olur."
(Ebû
Dâvud, Edep, 4891)
Yine,
bir başka hadiste buyuruluyor ki: "Zandan
kaçının, çün-kü zan sözlerin en yalanıdır. Tecessüste bulunmayın, birbirinizin
içyü-zünü araştırmayın, birbirinizin sözlerine (kötü niyetle) kulak kabartma-yın.
Birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırtınızı dönmeyin.
Allah'ın emrettiği gibi kardeş olunuz. Müslüman müs-lümanın kardeşidir; ona
zulmetmez, onu yalnız bırakmaz, ona haka-ret etmez. Takvâ buradadır, takvâ buradadır"
diyerek göğsünü işaret etti
(Buhârî;
Müslim; Riyâzu's-Sâlihîn, 622)
"Bir kul dünyada bir kulun (ayıbını) örterse,
Kıyâmet günü de Allah onun ayıbını örter."
(Müslim,
Birr 21, no: 2590)
Müslümanların
kendilerine âit, hiçbir zaman tecâvüz edilme-mesi gereken hakları, haysiyet ve
şerefleri vardır. Bunları korumak di-ğer müslümanların görevidir. Gizli hallerin
araştırılmaması, müslü-manların diğerleri üzerinde bir hakkıdır. İnsan onuruna
yakışan da onu şereflendirmek, toplum içinde rezil ve rencide etmemektir.
"Kim hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana
yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa Allah da yardımını istediği yerde onu
yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygı-sının azalacağı bir yerde
müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah ona yardımcı
olur"
(Ebu Davûd, Edep, 41)
Bir adam İbn Mes'ud'a gelerek falancanın sakalından rakı damlıyor"
dedi. İbn Mes’ûd ise ona şu şekilde cevap verdi: "Biz teces-süs etmekten nehy
olunduk. Ancak açığa vurduğu zaman, onu yakalayabiliriz." Mücâhit de, Birbirinizin
kusurunu araştırmayın" âyetinden maksat "açığa çıkanı alın, gizli
kalanı bırakın, demektir" diye bu hususta açıklamada bulunmuştur. Bu
hadislerden de anlaşıldığı gibi insanın hiç bir şekilde çiğnenemeyecek ve dokunulamayacak
olan şe-refi, haysiyeti, hak ve hürriyetleri vardır. Bunlardan biri de, gizli
husus-ların araştırılmamasıdır. İslâm dini, bu şekilde fevkalâde mükemmel bir
tarzda fertlerin haklarına riâyet etmeyi emretmiştir. İslâm'da insa-na, insan
olma onuruna yakışır bir şekilde davranma emredilirken, o-nun hiç bir şekilde
taciz edilmesine izin verilmemiştir.
Kimsede suç aramayın. Kimsede
ayıp, kusur aramayın. “İnsanlar ne iş yapıyorlar? Hangi günâhları işliyorlar?”
diye arkalarından casusluk yapmayın. Müslümanların gizli sırlarının peşine düşmeyin.
Müslümanların avretlerini açma, Müslümanların gizli çamaşırlarını or-taya dökme
gayreti içine girmeyin. Kendinize muhbirlik görevi biçmeyin. Müslüman
kardeşlerinizin ayıplarını, günâhlarını örtmeden yana olun, açmadan yana değil.
Eğer onu uyaracak bir durumdaysanız uyarın. Günâhı açıktan işliyorsa
engelleyin. Ama günâh gizlide işleniyorsa, açığa vurarak o kardeşinizi daha çok
dinden uzaklaştırmayın. Allah’ın örttüğünü, Allah’ın kapattığını siz açmadan
yana, deşifre etmeden yana olmayın. Günâhlar toplum arasında yayılmasın. Toplumda
kötülüklerin yayılmasına sebep olmayın. Duymayanlara da duyurmayın. Allah’ın
Resûlü çoğu zaman “Allah’ın kapattığı gizli günâhlarınızı bana getirmeyin,”
buyuruyordu.
Rabbimizin bu âyeti gereği
casusluk yapmayacağız. Müslümanların esrarına muttalî olmaya çalışmayacağız.
İzni olmadan bir müslümanın cebini, evini, eşyalarını araştırmayacağız. Bir
müslüma-nın evinde ne olup bitiyor diye penceresinin altından dinlemeyeceğiz.
Kapısının anahtar deliğinden içeriyi gözetlemeyeceğiz. Bir müslüma-nın tenhada
işlediği bir günâhına muttalî olmuşsak onu uyarmaya hakkımız vardır, ama onu
insanların içinde anlatarak onu rezil rüsva etmeye hakkımız yoktur. Onu örtüp
örtbas etmeye çalışacağız. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu konunun ciddiyetine
dikkat çekerek şöyle buyurur:
“Ey mü’minler, sakın
sizden biriniz bir kardeşinin avretini açmaya kalkışmasın. Bir kardeşinin
tenhada işlediği bir ayıbını insanların arasında ortaya dökmesin. Eğer böyle
yapmaya kalkışırsanız Allah da sizin avretlerinizi açığa çıkarıverir. Evinizin
göbeğinde işlediğiniz en mahrem sırlarınızı bile âleme teşhir ediverir.”
(Ebû
Dâvud, Edeb, hadis no: 4884, Tirmizî, Birr 85)
Yine sakın
ha sakın bazınız bazınızın gıybetini yapmasın. Duyduğu zaman kardeşinin hoşuna
gitmeyecek bir lafı onun gıyabında söylemesin. Söyleyecekse münasip bir dille onun
yüzüne söylesin. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bak iğrendiniz,
tiksindiniz değil mi? Hoşlanmadınız değil mi böyle bir şeyden? İşte ey iman edenler,
sizden biriniz bir kardeşinin gıybetini yaparsa bilsin ki o kardeşinin ölü
etini yiyor demektir. Allah’tan ittikâ edin. Allah’ın bu ya-salarına göre
hareket edin. Hayatınızı Allah için yaşayın. Bilesiniz ki Allah Tevvâp’tır,
Allah tevbeleri, dönüşleri kabul edendir ve sonsuz merhamet sahibidir. Allah’ın
Rahmetine uygun, merhametli, Müslü-manca bir hayatımız, bir tavrımız olmalıdır.
Müslüman kardeşlerimizi üzücü bir tavır içine girmeyeceğiz. Ama birileri de
ısrarla Müslümanları saptırıyor, haince Müslümanları yanlışa götürüyor, bu işi
de açıkça yapıyorsa biz de açıktan açığa onu bu işten men edeceğiz, biz de
açıktan açığa o konuda konuşacağız.
Gıybet
gerçekten bizim toplumun en büyük belâlarından birisidir. İş yapmayan, cihad
etmeyen, durağan, kokuşkan toplumların işi-dir gıybet. Kitap-sünnet tanımayan,
konuşacak hayrı, hayır bilgisi olmayan insanların sermayesidir gıybet. Atarlar
birini ortaya ve onun etini yerler. Böylece Müslümanların birbirlerine karşı
zerre kadar güvenleri, sevgileri, dayanışmaları kalmaz. Birbirlerini yiyip
bitirirler. Allah’ın Resûlü, gıybet hakkında “toplumu tıraş eden bir özelliktir,”
buyurur.
Bir
kardeşimiz hakkında söyleyeceklerimizi onun yüzüne söyleyelim. Arkasından asla
konuşmayalım. Bir arkadaşımız yanımızda olmayan bir kardeşimiz hakkında bir
şeyler söylemeye başlayınca, hemen “dur arkadaş,” diyelim. “Dur, niye
anlatıyorsun bunları bana. O arkadaş şu anda burada yok. Onun namusu şu anda
bana aittir. Ben onun namusunu korumak zorundayım. Senin namusunu da korumak
zorundayım. Şu anda senin yerinde o arkadaş olsaydı, o senin gıyabında
konuşmaya başlasaydı, vallahi bu konuda senin namusunu da aynı şekilde
gıyabında korur, onu konuşturmazdım. Eğer gerçekten samimiysen, gerçekten o arkadaş
hakkında iyi şeyler düşünüyorsan, buyur gidip onun yüzüne söyleyelim bunları.
Madem ki o arkadaş böyledir, madem ki bu söylediklerin o arkadaşta mevcuttur, o
zaman gidip niye uyarmıyoruz onu? Eğer bu dediklerin doğruysa o arkadaşımız
cehenneme doğru gidiyor. Niye cehenneme gidişine engel ol-muyoruz onun? Uzakta
değil ki… İşte aynı şehirde, aynı mektepte, aynı mahallede oturuyoruz. Gidip
bunları kendisine duyuralım da o arkadaş ta cennet yoluna girsin.”
Gıyabında kardeşlerimizin
müdafaasını yapalım ki, o da gıyabımızda bizim namusumuzu korusun. Biz gıyabında
müslüman kardeşlerimizin hukukunu koruyalım ki, yarın Rabbimiz de bizi korusun
inşallah.
Âyet,
mü'minlere üç önemli düşük davranıştan uzak kalmala-rını emrediyor: Zan,
tecessüs ve gıybet. Her üçü de İslâm toplumunun diriliğine, birliğine, güvenine
ve kardeşliğine zarar veren şeylerdir. İslâm bir cemaat dinidir. Cemaatin bütün
fertleri diğer kardeşlerinin haklarını korudukları gibi, birbirlerinin iyi
durumunu isterler, kötü duruma düşmelerini istemezler. Onlara âit şeref, iffet,
nâmus, haysiyet gibi değerleri kendi haysiyetleri kadar korurlar. Onların sakladığı,
duyulmasını istemedikleri gizli hallerini, ayıp ve kusurlarını araştırıp diğer
insanlara yaymazlar. Onları toplum içinde küçük düşürmezler. Halk arasında kötü
tanınmaları için uğraşmazlar. hattâ onların bu gibi kusurlarını gizlemeye
çalışırlar. Çünkü böylelikle hem çirkin şeyler insanlar arasında yayılmaz, hem
de mü'min bir insan diğerinin arasında değerini kaybetmez.
13. “Ey İnsanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık.
Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız.
Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.
Allah bilendir, haberdardır.”
Bu âyete gelinceye kadar hep “ey
Müslümanlar,” diye hitap eden Rabbimiz burada da “ey insanlar,” diye sesleniyor.
Çünkü sûrede buraya kadar olanlar sadece mü’minleri ilgilendiriyordu. Ama burası
sadece mü’minleri değil, müminiyle, kâfiriyle, Yahudisi ve Hristi-yanıyla tüm
insanlığı ilgilendiriyor. Tüm insan cinsine sesleniyor Rab-bimiz burada.
Hitabın muhatabı işte böylece değiştiği için, Rabbimiz “ey insanlar” diye
seslenmektedir.
Ey insanlar, muhakkak ki Biz sizi
bir erkek ve bir dişiden yarattık. Adem ve Havva’dan yarattık. İşte hitap bunun
için böyle olmuştur. Yeryüzünde dinlisiyle, dinsiziyle, Yahudisiyle, Hristiyanıyla
herkese sesleniyor. Hepiniz bir ailenin üyelerisiniz. Hepinizin babası ve anası
birdir. Hepiniz babanız ve ananızın birliğinde birleşiyorsunuz. Hepiniz
akrabasınız. Hepiniz kan bağıyla birbirinize bağlısınız. Sizin hepinizi bir tek
babadan ve bir tek anadan yarattık. Sizi birbirinizle daha kolay tanışasınız,
birbirinizle daha güzel bir hayat yaşayasınız diye kabilelere, halklara,
şubelere ayırdık, bu şekilde yarattık.
Ama böyle kabileler, kavimler, toplumlar
halinde olmanız, kiminizin beyaz, kiminizin siyah olması, kiminizin kırmızı
yüzlü, kiminizin sarı tenli olması, kiminizin filân aileden, kiminizin falan
milletten olması, kiminizin şu dili, kiminizin bu dili konuşmanız birbirinize
üstünlük kurmanız için değildir. Birbirinize hava atmanız, övünmeniz, üstünlük
taslamanız için değildir. Bilin ki üstünlüğünüz takvanızladır. Allah katında en
üstününüz, en muttakî olanınızdır. Allah katında üstünlüğün kriteri takvadır.
Allah için en güzel hayat yaşayanınız, Allah’ın emirlerine en çok teslim olanınız,
Allah’la yol bulanınız, yolunu Allah’a soranınız, Kitap ve Sünnet istikâmetinde
bir hayat yaşayanınızdır.
Değilse ne beyazların siyahlara,
ne sarıların beyazlara bir üstünlüğü, bir ruçhaniyeti vardır. Ne şu dili
konuşanların bu dili konuşanlara, ne şu ırka mensup olanların bu ırktan
gelenlere bir üstünlüğü, ne filan aileden dünyaya gelenlerin falan aileden
doğanlara bir üstünlüğü vardır. Allah yanında üstünlük takvayladır, imanladır,
teslimiyetledir, Müslümanlıkladır. Takvaca en üstün olan, Allah’a Allah’ın
istediği kulluk konusunda en önde olan, Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini
en iyi tanıyıp ittiba konusunda öne geçenler üstündür. Yine unutmayın ki her
şeyi bilen de, her şeyden haberdar olan da Allah’tır. Kimin muttakî kimin değil
olduğunu, kimin üstün kimin değil olduğunu en iyi bilen Allah’tır.
Rasûlullah
efendimizin son dönemlerinde inen bir sûredir bu sûre. Tabii bu arada
Müslümanlar çoğalmaya başlamışlardı. Yeni ye-ni ülkelerden yeni yeni kabileler,
yeni yeni toplumlar Müslüman oluyordu. İşte onlardan bir örnek:
14. “Ey Muhammed! Bedeviler: “İnandık” dediler, de ki: “İnanmadınız ama
İslâm olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi; eğer Allah’a ve peygamberine
itaat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez; doğrusu Allah bağışlar,
merhamet eder.”
Bedeviler yeni Müslüman oldular
ve gelip Rasûlullah efendimize: “Ey Allah’ın Resûlü! Biz iman ettik,” dediler.
Allah da elçisine dedirtti ki: “Peygamberim, söyle onlara ki daha siz iman etmediniz.
Daha sizin kalplerinize iman yerleşmedi. Artık biz teslim olduk. Biz peygambere
geldik, ona arz-ı teslimiyetimizi bildirdik, Müslüman bir devlete Müslüman bir
tebaa olmak için geldik, Müslüman bir tebaa olduk deyiniz. Daha kalplerinize
iman yerleşmedi.”
Demek ki insan ilk önce teslim
oluyor. Geliyor İslâm toplumuna teslimiyetini bildiriyor. Ben Müslüman oldum
diyerek İslâm devletine arz-ı teslimiyette bulunuyor. Artık ona Müslümanca bir
muamele yapılacaktır, o da Müslümanların kardeşidir. Ondan sonra yavaş yavaş
İslâm’ı tanıyacak, yavaş yavaş kalbine iman yerleşecek. Allah’ın âyetlerini
tanıyacak, kalbine âyetler yerleşecek. Rasûlullah’ın örnek hayatını tanıyacak,
kalbine Rasûlullah’ın sevgisi, ona teslimiyet yerleşecek ve bu iman yücelecek,
yücelecek, olgunlaşacak.
İşte anlayabildiğimiz kadarıyla
bu âyette anlatılan budur. Medine’de Rasulullah ve beraberindeki Müslümanlar
devletlerini kurup güçlerini ortaya koyunca, çevredeki bedevi kabileler gelip
İslâm devletine teslim oluyorlar. “Biz teslim olduk, biz sizin gücünüzü kabul ettik,”
diyorlar. Allah da buyuruyor ki, “siz teslim olduk,” deyin. Sizin kalplerinize
henüz iman girmemiştir.” Bu âyeti iman-İslâm ayırımı şeklinde anlayanlar da
olmuştur. Siz müslüman oldunuz, ama henüz mü’-min olmadınız şeklinde anlayanlar
olmuştur. Bunun üzerine mü’minle müslim ayrı mıdır, Müslüman mü’min midir,
değil midir, tartışmaları başlamıştır.
Artık ey
teslim olanlar, ey iman edenler, eğer Allah ve Resûlüne itaat ederseniz bundan
sonraki hayatınızda kesinlikle bilesiniz ki Allah sizin amellerinizden hiçbir
şeyi eksiltmeyecektir. Amellerinizden hiçbir şey zayi olmayacaktır. Bilesiniz
ki Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.
15. “İnananlar, ancak Allah’a ve peygamberine inanmış, sonra şüpheye
düşmemiş; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmiş olanlardır. İşte onlar
doğru olanlardır.”
O mü’minler ki artık teslim
olmuşlar, imana, takvaya doğru yücelmişlerdir. İşte onlar Allah ve Resûlü’ne
iman etmişlerdir. İmanlarında asla bir şüpheye düşmediler ve mallarıyla,
canlarıyla Allah yolunda savaştılar. İşte gerçek sadıklar bunlardır. İşte iman
ve teslimiyet iddialarında sadakat sahipleri bunlardır. Teslimiyet iddialarını
söz planında bırakmayıp bu uğurda mallarını ve canlarını ortaya koyarak sadık olduklarını,
samimi olduklarını ortaya koyanlar bunlardır.
Sanki bu
âyetler o teslimiyet, Müslümanlık iddiasında bulunan kimselere diyor ki, “size
bakacağız. Bakacağız ve ne yapacağınızı gö-receğiz. Bu iddianızdaki
sadakatinize, gerçekten iman edip etmediğinize bakacağız. Bu iddianızı
mallarınız ve canlarınızla doğrulayacak mısınız? Gerçekten inandığınız, teslim
olduğunuz Allah yolunda cihad ederek, Allah ve Resûlü’ne imanlarınızda bir
şüpheye düşmeden sabit mi kalacaksınız, yoksa döneklik mi yapacaksınız? Eğer bu
imanlarınızda, bu iddialarınızda sadık kalır, Allah ve Resûlü’ne itaat ederek
bir hayat yaşarsanız o zaman sizler sadıklarsınız, imanlarınızda doğrularsınız,
gerçek Müslümanlarsınız. Artık biz de iman ettik diyebileceksiniz. Biz de
Müslüman olduk diyebileceksiniz.
16. “Ey Muhammed! De ki: “Dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa
Allah göklerde olanları da yerde olanları da bilir, Allah her şeyi bilendir.”
De ki, siz dininizi Allah’a mı
öğretiyorsunuz? Dininizi Allah’a mı haber veriyorsunuz? Halbuki göklerde ve yerde
olan her şeyi bilen Allah’tır.
Arabîler, “biz
iman ettik, biz mü’min olduk,” dediler. Rabbimiz de buyurdu ki, “yok öyle
demeyin, biz teslim olduk,” deyin. Sonra onlara gerçek imanın ne olduğunu anlattı.
İmanın gereklerini ortaya koy-du. Allah ve Resûlü’ne iman etmelisiniz, bu
imanlarınızda hiçbir şüpheye düşmeyeceksiniz, Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla
cihad edeceksiniz, dedi. İşte iman iddiasının ispatı budur, buyurdu. Bu imanın
gereklerini yerine getirdikten sonra hiçbir kimsenin amelini boşa götürmeyeceğini
haber verdi. İşte iman iddiasında sadıklar bunlardır, dedi. Elbette bu işin kararını
bilen Allah’tır. Sonunda ne olacağını bilen Allah’tır. Kimin ne dediğini, hangi
niyetle dediğini, dediği konuda sonunda nasıl davranacağını en iyi bilen Allah’tır.
Yani siz Allah’a bil-mediği bir şeyi mi öğretiyorsunuz? Allah’a, Allah’ın
haberdar olmadığı dininizi mi öğretiyorsunuz? Allah karşısında bir değer
yargısı mı ortaya koymaya çalışıyorsunuz? Ne dediğinizi, nasıl bir teslimiyet
iddiasında bulunduğunuzu Allah bilmiyor mu sanki? Allah sizin kalplerinizden
geçirdiğiniz niyetlerinizi bilmiyor mu? diyerek Rabbimiz bir uyarıda bulunuyor.
Halbuki göklerde ve yerde olanların tümünü bilen O’dur.
17. “Ey Muhammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak
isterler; de ki: “Müslüman olmanızla beni minnet altında tutmayın, hayır; eğer
doğru kimselerseniz, sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında
bırakır.”
Allah en iyisini bilir, bu
Müslümanlık iddiasında bulunanlardan kimileri Rasûlullah Efendimize Müslümanlıklarıyla,
imanları ve teslimiyetleriyle övündüler. Dediler ki, “ey Muhammed, dua et ki
bizler müs-lüman olduk. Dua et ki bizler senin getirdiğin dine sahip çıktık.
Eğer bizler Müslüman olmasaydık, sana yardım etmeseydik, sana destek olmasaydık
senin işin gerçekten çok zordu, sen perişandın. Eğer bizler müslüman olarak bu
dine sahip çıkmasaydık bu din asla bu topraklarda maya tutmazdı. Bizler bu dine
destek olmasaydık, bu din hüsn ü kabul görmezdi,” gibi laflarla insanlardan
kimileri peygamberi minnet altına almaya, onu borçlu çıkarmaya, ya da
Müslümanlıklarını peygamberin başına kakmaya çalıştı. İşte bunun üzerine,
Rabbimiz bu âyetini inzal buyurdu.
Şu anda da kimi Müslümanların
dedikleri gibi, “Allah, peygamber, Allah’ın dini bize muhtaçtır,” dediler. “Biz
Türkler Müslüman olup bu dine sahip çıkmasaydık, bu dini yaymak için dört
kıtada at koşturmasaydık… Ya da eğer bizler paramızla, mallarımızla Allah’ın
dinine yardım etmeseydik şimdiye kadar bu din yaşayamazdı. Bizler canımızı
ortaya koymasaydık, bizler bu din uğrunda cihadlara koşmasaydık, bu dinin
müdafaası adına yazıp çizmeseydik, bizler on beş-yirmi sefer haccetmeseydik,
oruç tutmasaydık bu din yok olup giderdi,” diyerek Müslümanlıklarını başa kakarcasına
acayip bir hale geliyorlar. İşte zaman zaman görüyoruz. Adam Ramazanda bir oruç
tutuyor. Akşama doğru bakıyorsunuz çalımından, nazından adamın yanına bile
varılmıyor. Yaptığı bir kulluğun karşılığında değişik tavırlara bürünüyor.
Allah’ı minnet altına sokmaya, Allah’a baş kakıntısı yapmaya ça-lışıyorl.
Ne oluyor be zavallı insan?
Aklını başına alsana? Belli bir süre Allah için aç kaldım diye Allah’ı minnet
altına sokmaya, borçlu çıkarmaya mı çalışıyorsun? Kimsin sen? Nesin sen? Kim
yarattı seni? Kim verdi o yediklerini? Yapma bunu. Unutma ki Allah’ın senin ne
namazına, ne orucuna, ne cihadına, ne zekâtına ihtiyacı yoktur. Unutma ki
verdiğin parayla üç beş insanı doyurdun diye ne kendini, ne de tüm dünyayı
doyuran sen değilsin. Seni de, tüm dünyayı de doyuran Allah’tır. Ne Allah’a, ne
peygambere, ne de öteki kullara baş kakıntısı yapmaya hakkın yoktur.
İşte biz
kullarının bu tür hastalıklarını düzeltmek için Rabbimiz bakın şöyle buyuruyor:
“Peygamberim, onlar Müslümanlıklarını sana baş kakıncı yapmaya çalışıyorlar.
Seni minnet altında tutmaya çalışıyorlar. Sen onlara de ki, İslâm’ınızı bana
baş kakıncı yapmayın. Bilâkis tüm bu nimetleri, İslâm olma nîmetini, Müslüman
olma şerefini si-ze veren Allah’tır. Size bu hidâyetinizi lütfeden Rabbinizdir.
Allah size hidâyetini nasip etmeseydi, Allah sizin kalplerinizi hidâyete açmasaydı,
size İslâm’ı sevdirmeseydi ne yapabilirdiniz? Bu durumda diyecek bir şeyi olan
sizler değil Allah’tır. Allah, size baş kakıncı yapma hakkına sahiptir. Yani “Ben
sizi Müslüman yapmasaydım, size hidâyeti lüt-fetmeseydim ne olurdunuz?” demeye
hak sahibi Allah’tır. Öyle değil mi? Allah şu kitabını göndermeseydi, Muhammed’i
(as) görevlendirmeseydi hangi birimiz Müslüman olabilecektik? İmanı, İslâm’ı
nereden bilecektik? Dünyayı, âhireti, Allah’ı, peygamberi nereden bilecektik
biz? Allah bunu sizin başınıza kakmıyorken size ne oluyor?!
18. “Doğrusu Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah yaptıklarınızı
görendir.”
Doğrusu göklerin ve yerin gaybını
bilen Allah’tır. Rabbimiz bizi en güzel bir hayat tarzıyla, en güzel ahlâkî
kurallarla karşı karşıya getirdi. Müslümanların kardeş olduklarını, kardeşler
olarak hiçbir Müs-lümanın diğer Müslümanları küçük görmemesi gerektiğini,
hiçbir Müs-lümanın kardeşini alaya alamayacağını, hiçbir Müslümanın kardeşinin
gıybetini yapamayacağını, kötü zandan sakınacağını söyledi. İnsanların
arasındaki üstünlük ölçüsünün ancak takvayla olduğunu haber verdi.
Kavimlerin, kabilelerin,
ırkların, milletlerin, şehirlerin, renklerin, dillerin, fakirlerin,
zenginlerin, beyazların, siyahların birbirlerinden üstün olamayacaklarını,
insanların doğdukları babaları ve analarıyla de-ğerlendirilemeyecekleri ortaya
konuldu. Üstünlüğün ancak Allah’a kul-lukta, Allah için bir hayat yaşamakta
olduğunu bildirdi.
Müslümanlar arasında bir savaş
olursa Müslümanların onlara müdahale edip sulh ve sükûneti sağlamaları gerektiği
anlatıldı. Hiçbir konuda Allah ve Resûlü’nün önüne geçmememiz gerektiği vurgulandı.
İman bize sevdirildikten sonra Allah ve Resûlü’nü daima kendimize tercih
etmemiz gerektiği, Allah ve Resûlü’nün arzularını kendi arzularımızın önünde
tutmamız gereği öğütlendi. Allah ve Resûlü’nün karşısında sesimizi kısmamız
gerektiği, Allah ve Resûlü’nün hükümleri karşısında kendi fikirlerimizden vazgeçmemiz
gerektiği anlatıldı. Allah’ın kitabının ve Resûlü’nün sünnetinin karşısında bir
teslimiyet tavrı sergilememiz gerektiğini öğrendik. Dinimizi, Müslümanlığımızı,
kulluğumuzu Allah’a karşı bir baş kakıncı, bir övünme vesilesi yapmamamız
gerektiğini öğrendik.
Öyleyse
gelin Allah ve Resûlü’nü dinleyelim. Gelin tercihimiz Allah ve Resûlü’nden yana
olsun. Gelin hayatımızı bu güzel kurallarla yaşayalım. Gelin kendi değer yargılarımızın
tümünü bir kenara bırakıp Allah ve Resûlünün değer yargılarıyla bir dünya
yaşayalım. Dünyamız da güzel olsun, âhiretimiz de güzel olsun. Dünyada mutlu
bir hayat yaşayalım, âhirette de cennetler bizim olsun. Ve âhiru da’vana
enil-hamdü lillahi Rabbil’âlemîn.