ZARİYAT SURESİ 2

Surenin İsmi: 2

Önceki Sure ile İlişkisi: 2

Surenin Muhtevası: 2

Öldükten Sonra Dirilmenin Mutlaka Olacağı   Üzerine Yemin: 2

Belagat: 3

Kelime Ve İbareler: 3

Açıklamalar. 3

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 4

Müttekilerin Mükafatı Ve Özellikleri: 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Nüzul Sebebi: 6

Ayetler Arası İlişki: 6

Açıklamalar: 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 8

İbrahim (A.S.)'In Misafirlerinin Kıssası, Bunların Lût Ve Kavmini Helak Etmedeki Görevi: 9

Belagat: 9

Kelime ve İbareler: 9

Ayetler Arası İlişki: 10

Açıklamalar: 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 12

Diğer Peygamberlerin Kavimleriyle Olan Kıssaları: 13

Belagat: 14

Kelime ve İbareler: 14

Ayetler Arası İlişki: 14

Açıklamalar: 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 15

Allah'ın Birliği Ve Kudretinin Büyüklüğünün İspatı: 16

Belagat: 16

Kelime ve İbareler: 16

Ayetler Arası İlişki: 16

Açıklamalar: 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 17

Rasulullah'ı Yalanlayan Müşrikleri Azapla Tehdit: 17

Belagat: 17

Kelime ve İbareler: 18

Nüzul Sebebi: 18

Ayetler Arası İlişki: 18

Açıklamalar: 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 19


ZARİYAT SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Sure, "zariyaf'a yemin edilerek başlaması dolayasıyla bu adı almıştır. "Zariyat", toprağı ve üzerindeki şeyleri dağıtan ve oradan oraya sürükle­yen rüzgâr demektir. Rüzgâra yemin edilmesi onun tehlikesine ve Allah'ın ordularından biri olduğuna delâlet eder.[1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin önceki sure ile münasebeti şu iki noktada görülür:

1- Bundan önceki Kaf suresi, "İşte bu, bize göre kolay olan bir haşirdi." ayetinde de ifade edildiği gibi öldükten sonra dirilme, ceza ve mükâfat, cennet ve cehennem konuları ile sona ermişti. Bu sure de rüzgâra, buluta, gemiye, ve meleklere yemin ederek insanlara vaad edilen şeylerin doğru ol­duğunu, kıyamet gününün mutlaka geleceğini beyanla başladı.

2- Kaf suresinde; Nuh, Ad, Semûd, Lût, Şuayb ve Tubba' kavmi gibi peygamberlerini yalanlayan, inanmayan kavimlerin nasıl helak edildikle­rinden özetle bahsedilmişti. Bu surede ise İbrahim, Lût, Musa, Hûd ve Sa­lih peygamberlerin kıssalarında da yine bazı kavimlerin helak edilişi tafsi­latıyla anlatılmaktadır. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Diğer Mekkî surelerde olduğu gibi bu surenin de konusu, akide ve iman esasları olan Allah'ın birliği, peygamberlik ve öldükten sonra dirilme inancının yerleştirilmesi ve bunların tam zıddı olan şirkin, peygamberliği kabul etmemenin ve ahireti inkârın ortadan kaldırılmasıdır.

Bu sure, kâinatta meydana gelen dikkat çekici olaylardan dördünü zikrederek, öldükten sonra dirilmenin ve ahiretin mutlaka olacağının delil­lerini beyan ederek başlamıştır: Bunlar her şeyi sürükleyebilen rüzgâr, yağmur yüklü bulutlar, denizlerde ve büyük nehirlerde kolayca akıp giden gemiler ve Allah'ın kulları için takdir ettiği rızıkları, yağmurları taksim edip mahlûkatın işlerini tanzim eden meleklerdir. Sonra bir taraftan Mek­ke kâfirlerinin ve Kur'an'ı, ahireti ve cehennemi inkâr eden diğer kâfirlerin hallerini ve bunların cehennemde görecekleri şiddetli azabı zikrederken, diğer taraftan da müttakilerin, müminlerin hallerini ve onlar için ahirette hazırlanmış olan cennetleri ve nimetlerini zikretmiş, böylece insan ibret . için bu terğib ve terhibi (müjdeleyen ve korkutan bu halleri) bir arada gör­sün ve aralarındaki farkı anlasın amacı güdülmüştür.

Bu asıl gayeyi teyid için ayetler; yerde, gökte ve bizzat insanda var olup vahdaniyyeti ve ilâhî kudreti gösteren ve kulların rızkını garanti eden dellilere işaret etmiş ve İbrahim, Lût, Musa, Ad, Semud ve Nuh kavimleri gibi peygamberlerine inanmadıkları için sonunda helak olup gitmiş önceki kavimlerin haberlerini nakletmiştir. Önceki peygamberlerin kavimleri ile aralarında geçen bu kıssalardan söz edilmesi Hz. Peygamberin kavminden gördüğü eza ve sıkıntılar karşısında ona bir teselli vermek içindir.

Sonra sure tekrar göklerin nasıl yükseltildiğini, yerin nasıl serildiğini, insan ve hayvan soyunun devamı için onların çift yaratıldığını zikretmiştir. Bunun ardından dünyaya fazla önem verilmemesinden, dünyanın aldatıcı-lığından kurtulup Allah'a yönelinmesinden, Allah'a şirk koşulmamasmdan bahsetmiş, devamlı surette peygamberleri yalanlamanın sonuçlarını zik­retmiş, Hz. Peygamber (s.a.)'e kavminden müşrik olanlarını terkedip ken­dilerine nasihatin fayda vereceği müminlere nasihatta bulunmasını emret­miştir.

Ve sure, insanların ve cinlerin yaratılmasındaki gayeyi beyan ederek son bulmaktadır ki o da Allah'ı tanımak, O'na kulluk etmek ve ibadeti sırf O'nun rızası için yapmaktır. Ayrıca Allah'ın yaratılan her canlının rızkına kefil olunduğunu bildirmiş, kendi kendilerine zulmeden müşriklere ve kâ­firlere kıyamet gününde şiddetli bir azap tehdidinde bulunmuş ve bu dün­yada da onlara, peygamberleri yalanlayanlara verilmiş olan azabın bir benzerinin gelebileceği tehdidinde bulunmuştur. [3]

 

Öldükten Sonra Dirilmenin Mutlaka Olacağı   Üzerine Yemin:

 

1- Tozutup savuran rüzgârlara,

2- Sonra yük taşıyanlara,

3- Sonra kolayca akıp gidenlere,

4- Sonra işleri taksim edenlere,

5-  Ki şüphesiz size vaad olunan el­bette doğrudur.

6- Şüphesiz din günü mutlaka ola­caktır.

7- Yollara sahip o göğe and olsun!

8- Ki şüphesiz siz çelişkili bir söz içindesiniz.

9- Ondan döndürülmüş olan döndü­rülür.

10- Kahrolsun o koyu yalancılar!

11- Ki onlar bir cehalet içinde kal­mış gafillerdir.

12- Ceza gününün'ne zaman olaca­ğını sorarlar.

13- O gün, onların ateş üzerinde im­tihan (azap) olunacakları gündür.

14- Tadın azabınızı, çabuk gelmesi­ni istediğiniz işte bu idi.

 

Belagat:

 

"Kahrolsun" bedduası burada "kutile: ölsün" kelimesi ile ifade edilmiş­tir ki bu bir istiaredir. "Ölsün" kelimesi "kahrolsun, lanet olsun" yerine is­tiare olarak kullanılmıştır. Çünkü lanete uğrayan, sanki bir felâkette öl­müş gibidir. [4]

 

Kelime Ve İbareler:

 

Tozu, toprağı "tozutup savuran rüzgârlara, sonra yük" yağmur "taşı­yan" bulutlara, "sonra" suyun üstünde "kolayca akıp gidenlere" gemilere, "sonra" kulların işleri, yağmurlar, rızıklar ve diğer olaylar için "iş bölümü

yapan" meleklere and olsun "ki şüphesiz size vaad olunan" öldükten sonra dirilme, hesap, mizan, cehennem ve diğer ahiret haberleri "elbette doğru­dur. Şüphesiz" hesaptan sonra "din günü mutlaka olacaktır." Tabiatta mey­dana gelen ve gözle görülen birtakım hadiseleri yapmaya muktedir olduğu­nu zikreden Allah, bu kudrete sahip olanın öldükten sonra diriltmeye de kadir olacağına dair bu hadiseleri delil göstermiştir.

Yıldızların seyirlerinde takip ettikleri "yollara sahip olan o göğe an-dolsun ki" ey Mekkeliler, siz Kur'an'a bazan şiir, bazan sihir, Muhammed (s.a.) hakkında da bazan şair, bazan sihirbaz, bazan kâhin derken; bazan yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allah'tır deyip, sonra O'nunla beraber putla­ra taparken; bazan haşir de öldükten sonra dirilme de yoktur deyip bir başka zaman bu putlar bize ahirette Allah'ın nezdinde şefaat edecek der­ken "şüphesiz siz çelişkili bir söz içindesiniz."

Allah'ın ilm-i ezelîsinde "ondan" yani hidayetten kendi iradeleriyle "döndürülmüş olan" lar peygamberden veya Kur'an'dan veya imandan da "döndürülür."

"Kahrolsun o" çelişkili sözleri söyleyen "koyu yalancılar ki onlar bir ce­halet içinde kalmış," emrolundukları şeyden haberleri olmayan "gafiller­dir. " Alay ederek, ceza günü ne zaman geliyor, diyerek Peygamber'e "ceza gününün ne zaman olacağını sorarlar. O gün onların ateş üzerinde imti­han" azap "olunacakları gündür." O gün onlara şöyle denilecek: "Tadın azabınızı", dünyada iken alay ederek "çabuk gelmesini istediğiniz" azap "iş­te bu idi." [5]

 

Açıklamalar

 

Bundan önce geçen Kaf suresinin sonunda Allah, müşriklere çok açık ve kesin deliller getirmesine rağmen, hâlâ onların haşri inkârda ısrar et­tiklerini beyan ettikten sonra, geriye ancak bu meseleyi imanla tekit ve takviye etmek kaldığından bu sure imana vurgu yaparak söze başlamıştır:

"Tozutup savuran rüzgârlara, sonra yük taşıyanlara, sonra kolayca akıp gidenlere, sonra işleri taksim edenlere ki şüphesiz size vaadolunan el­bette doğrudur. Şüphesiz din günü mutlaka olacaktır." Allah burada hasrı ispat etmek için hareket eden şeylere yemin etmiştir, çünkü haşirde topla­ma ve dağıtma vardır ki bunun da ancak hareketle olması mümkündür. Al­lah tozu toprağı ve yer çekimi kanununa uymayarak uçuşabilen her şeyi sürükleyip dağıtan rüzgârlara, çok miktarda suyu taşıyan bulutlara, suyun yüzünde akıp giden gemilere, insanlar arasında yağmurları ve rızıkları taksim eden meleklere yemin etti. Her meleğin özel bir görevi vardı: Ceb­rail, peygamberlere vahiy getirir; Mikail, rızık ve rahmetle görevlidir; İsra­fil Sur'a üflemekle ve Azrail ruhları kabzetmekle görevlidir.Allah gözle görülen ve gözle görülmeyip fakat şaşılacak tesirleri olan kevnî hadiselere (tabiat olaylarına) yemin etmiştir ki insanlara vaadedilen Allah'ın huzurunda toplanma ve kıyametin kopması mutlaka doğrudur, ya­lan değildir, ceza ve mükâfat günü hiç şüphesiz mutlaka olacaktır.

Bu suredeki bu yemin, önceki surede geçen "işte bu bize göre kolay olan bir haşirdir" ayetinde bildirilen haşrin mutlaka olacağı ve bunun ko­lay olduğuna dair verilen haberin bir tekididir. Bu yeminde, kendilerine bunca delil getirildikten sonra Mekke mürikleri ve benzerlerinin hâlâ öl­dükten sonra dirilmeyi inkâr ettiklerine ve bunda ısrarlı olduklarına işaret vardır.

Burada ve diğer surelerde gelen yeminlerin hikmeti şudur: Araplar Hz. Peygamber (s.a.)'in delillerinin kuvvetli olduğuna, münazara ve delil getirme konusunda üstün olduğuna inanıyorlardı. Bundan dolayı Allah, Hz. Peygamber'in delilini kuvvetlendirmek ve onların Rasulullah'm (s.a.) doğru olduğunu bilmeleri için şerefli olan her şeye yemin etmiştir. Yine Araplar yalan yere edilen yeminlerin beldeleri harap edeceğine ve yemin edene zarar vereceğine inanıyorlardı. Bu sebepten Allah onların tasdik et­meleri ve tam iman etmeleri için yemin etmiştir. Yine onlar biliyorlardı ki Rasulullah (s.a.) yalan yere yemin etmez. Bu yeminlerinden sonra da onun başına bir kötülük gelmemiş, bilakis daha da yücelmiş ve sebatı artmıştır. Bu da onun söylediklerinde doğru olduğunu gösteren delillerdendir.

Sonra Allah'ın yaptığı bu yeminlerin hepsi, O'nun öldükten sonra di­riltme ve diğer hususlarda mutlak bir kudret sahibi olduğunu gösteren de­lillerdir. Zira bütün bunları yaratan ve onları dilediği gibi evirip çeviren hiç şüphesiz öldükten sonra diriltmeye ve kıyamet günü varlıkları tekrar ya­ratmaya da kadirdir.

"Yollara sahip o göğe and olsun, ki siz çelişkili bir söz içindesiniz. On­dan döndürülmüş olan döndürülür." Burada "yollara sahip" manasına ge­len "zâtü'l-hubuki" kelimesidir. Buna şu üç mana verilmiştir:

1- Güzel, zarif, düzgün ve pırıl pırıl gök manasına gelir. Gayet muh­kem ve işçiliğini güzel yapan için Arap bu fiili kullanır ve "Fekad habekte-hu ve ihtebektehu" der.

2- Tarık suresinin 11. ayetinde olduğu gibi "dönüş sahibi olan gök" manasınadır.

3- Muhkem yolları ve geçitleri olan gök manasına gelir ki bunlar yıl­dızların yörüngeleridir. Nitekim Burûc suresi birinci ayetinde "Andolsun burçlara sahip olan göğe" denilmektedir.

Ayrıca "muhkem yapı" manası da verilmiştir.

Özet olarak ayetin manası şöyledir: Muhkem yapılı, güzel ve zarif, sağlam yollara sahip o göğe andolsun ki; ey Kureyş kâfirleri, siz Peygamber ve Kur'an hakkında kesinlikle tutarsız, çelişkili ve kararsız bir tutum içindesiniz. Bazan Kur'an hakkında "o şiirdir, sihirdir, kehanettir ve eskile­rin masallarıdır" diyorsunuz. Bazan Peygamber (s.a.) hakkında "O bir şâir­dir, sihirbazdır, kâhindir ve mecnundur" diyorsunuz. Bu Kur'an'dan ve ona iman etmekten, ancak onu tekzip edenler döndürülür ve bu zaten kendisi dalâlette olan cahil, anlayışı kıt kişiler nazarında revaç bulur. Çünkü onla­rın bu sözleri batıldır. Ancak Rasulullah (s.a.)'e iman etmeyenler, bu yüz­den Kur'an'a da iman edemezler. İşte onların bu sözlerinde çelişki vardır. Çünkü şâir olsun, sihirbaz veya kâhin olsun, bunların zekâ, akıl ve idrake ihtiyacı vardır. Mecnunun ise, zaten aklı yoktur.

"Kahrolsun o koyu yalancılar ki onlar bir cehalet içinde kalmış gafil­lerdir. " Allah'ın vaadi ve vaîdi (tehdidi) konusunda şüphe eden, çelişkili sö­zün sahipleri o yalancılara lanet olsun. Onlar kendilerini çepe çevre kuşa­tan bir cehalet içinde olan, emrolundukları şey ve gidecekleri yer konusun­da şüphe ve inkâr içinde bulunan gafillerdir.

Aslında bu, Abese süresindeki "O kahrolası insan, ne nankördür o" (80/17) ayetinde de dile getirildiği gibi onların helaki ve ölümü için bir bed­duadır. Lanet etme ve ilenme manasında da alınmıştır.

"Ceza gününün ne zaman olacağını sorarlar. O gün onların ateş üze­rinde imtihan olunacakları gündür." Yani müşrikler yalanlamak için, alay ve inat olsun diye "Kıyamet günü ne zaman?" diyerek sana sorarlar. Onla­ra de ki: O gün kâfirleri azap olunacağı, cehennem ateşinde yakılacakları gündür.

Cehennemde görevli melekler tarafından onlara şöyle denilir: "Tadın azabınızı, çabuk gelmesini istediğiniz işte bu idi." Yani onlara "tadın azabı­nızı" veya "ateşinizi" denilir. "Alay etmek için veya olmayacağına inandığı­nız için acele ettiğiniz veya çabuklaştırılmasını istediğiniz azap işte bu­dur." denilir. [6]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Yemin edilen şeye tazim etmek. Bu ayetlerde ismi üzerine yemin edilenler şunlardır: Etkili ve çok güçlü rüzgârlar, ağır yükler yüklenmiş bulutlar -ki bu ağırlıklar rızıklann ve bereketlerin sebebi olan yağmurlar­dır- suyun yüzünde akıp giden gemiler; yağmurları, rızıklan ve kulların iş­lerini taksim eden meleklerdir. Allah dilediği zaman, dilediği bir iş için di­lediği şeye yemin eder.

Şu husus unutulmamalıdır: Bu sure gibi harflerle başlamayan bütün surelerde, üzerine yemin edilen mesele mutlaka tevhid, peygamberlik ve ahiret âlemi gibi itikat esaslarından biridir. Mesela Sâffât suresinde 4. ayette "Hiç şüphesiz sizin ilâhınız tekdir." denilerek tevhide, Necm ve Du-ha surelerinde "Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı, batıla da inanmadı." (Necm, 53/2); "Rabbin seni terketmedi, darılmadı da" (Duha, 93/3) ayetle­rinde olduğu gibi Hz. Peygamber (s.a.)'in doğruluğuna yemin edilmiştir. Di­ğer surelerde de üzerine yemin edilen şey öldükten sonra dirilme ve ceza günüdür.

Şu da dikkat çekicidir. Beş surede Allah, cemi müennes salim (dişi çokluk) sığalanyla yemin etmiştir: Sâffât suresinde vahdaniyyeti ispat et­mek için duran cisimlere, diğer dört surede haşri ispat için hareket eden eşyaya yemin etmiştir. Mesela ve'z-zâriyât: Tozutup savuran rüzgârlara, ve'l-mürselât: Peşpeşe gönderilenlere, ve'n-nâziât: Söküp çıkaranlara, ve'l-âdiyât: Koşanlara yemin olsun, demiştir. Çünkü haşirde toplama ve dağıt­ma vardır, bunun da hareketle olması lazımdır.

2- Hakkında yemin edilen mesele ise haşir, öldükten sonra dirilme, ahiret, ceza, hesap, sevap ve azap gibi konularda Allah'ın vaadinin doğru olduğudur.

3- Allah ikinci defa bu surenin başında gayet sanatkârane yapıya sa­hip güzel, pürüzsüz ve muhkem yollan olan göğe yemin etti. Zira müşrik­ler Allah hakkında çelişkili ve çarpık bir görüş içindeler. Siz müşrikler ye­rin ve göklerin yaratıcısı Allah'tır diyorsunuz, fakat onun yanında putlara tapıyorsunuz. Aynı şekilde Peygamber hakkında da bir çelişki içindesiniz: Bazan "O mecnundur" diyorsunuz, bazan "sihirbaz" diyorsunuz. Sihirbaz akıllı olur, mecnun ise akıllı olmaz. Haşir, konusunda da çelişkidesiniz. Çünkü, haşir yok, öldükten sonra asla hayat yok, diyorsunuz; sonra dönüp bu putlarınızın kıyamet gününde Allah nezdinde size şefaatçi olacağını id­dia ediyorsunuz. Müşrikler buna benzer çelişkili sözler içindeler.

4- Allah'ın ezelî ilminde ve hükmünde Kur'an'a ve Peygamber (s.a.)'e kendi irade ve istekleri ile iman etmeyeceği bilinen insanlar, şimdi bunlara iman etmekten döndürülürler.

5- "Biz öldükten sonra diriltilmeyeceğiz diyen Allah'ın vaadi ve vaîdi hakkında şüphe içinde bulunan o çelişkili ve tutarsız sözün sahibi yalancı­lara lanet edilmiştir. Onlar bilmedikleri konuda yalan söylüyor ve diyorlar ki: Muhammed mecnundur, yalancıdır, sihirbazdır, şairdir. Onların bir ce­halet içinde oldukları bellidir, kendilerine emredilen şeyden habersizdirler.

Bu onlara bedduadır, çünkü Allah'ın lanet ettiği kişi helak olmuş, öl­müş mesabesindedir.

6- Mekke ve diğer Arap müşrikleri hakka karşı kibirli, inat ve inkârla­rında ısrarlı idiler. İstihza ve inat olsun diye ve kıyamet hakkında şüphe içinde oldukları için "Hesap günü ne zaman? "diye sormaları, onların bu halini ifade eden hareketlerden biridir.

Allah onlara "O, onların cehennem ateşinde yakılacakları gündür" di­ye cevap verdi. Sonra Allah veya cehennemin görevli melekleri onlarla is­tihza ederek azarlayarak şöyle diyecek: "Tadın azabınızı, çabuk gelmesini istediğiniz işte bu idi." [7]

 

Müttekilerin Mükafatı Ve Özellikleri:

 

15-16- Şüphesiz müttakiler Rableri-nin kendilerine verdiğini almış ola­rak cennetlerde ve pınarların ba­şındadırlar. Çünkü onlar bundan evvel iyi amel edenlerden idiler.

17-  Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı.

18- Seher vakitlerinde onlar istiğfar ederlerdi.

19- Onların mallarında dilenenin ve yoksulun da bir hakkı vardır.

20- Arzda, Allah'a iman edenler için

21- Kendinizde de. Görmüyor musu­nuz?

22- Gökte de rızkınız ve size vaade-dilen şeyler vardır.

23- İşte göğün ve yerin Rabbine ye­min olsun ki o vaadolunduğunuz şeyler, tıpkı sizin konuştuğunuz gi­bi haktır.

 

Belagat:

 

"Gökte de rızkınız..." ifadesi mecaz-ı mürseldir; "rızık" denilmiş, "yağ­mur" murad edilmiştir. Çünkü yağmur, yerden rızıklann çıkmasına sebeptir.

"... göğün ve yerin Rabbine yemin olsun ki o vadolunduğunuz şeyler ... haktır" ayetinde verilen haber "yemin" ile, "tekit nunu" ve "lâm" ile güçlendirilmiştir. Bu, "tekid-i inkâri" çeşidindendir, çünkü muhatap bunla­rı inkâr etmektedir. [8]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz müttakiler Rablerinin kendilerine verdiğini" memnuniyetle kabul etmiş ve "almış olarak cennetlerde ve" o bahçelerde akan "pınarların başındadırlar. Çünkü onlar bundan evvel" daha dünyada iken "iyi amel edenlerden idiler." ve o amelleri sebebiyle bu cennetleri hak ettiler.

"Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı." çoğunda namaz kılarlardı.

Gecenin çoğunu ibadetle geçirmiş olmalarına rağmen kendilerini yine de birşey yapamamış sayarak "Seher vakitlerinde onlar" ya Rabbi bizi affeyle diye "istiğfar ederlerdi."

"Onların mallarında" el açarak, isteyerek "dilenenin ve" iffetinden do­layı dilenmediği için zengin zannedilerek mahrum kalan "yoksulun da", sırf insanlara acıdıkları ve Allah'a yakın olmak istedikleri için onlara veril­mek üzere kendilerini mecbur ettikleri "bir hakkı vardır."

"Arzda" bulunan dağlar, denizler, ağaçlar, meyveler, madenler, bitki­ler, insan, cin, canlılar ve diğer varlıklarda "Allah'a" yakınî, tam manasıyla kesin imanla "iman eden" ve Onun rızasını kazandıracak yola giren "ler için" Allah'ın kudretine ve birliğine delâlet eden "ayetler vardır. Kendinizde" yani sizin yaratılışınızda ve terkibinizde "de" aynı şekilde bir­takım ayetler vardır. Sizi Allah'ın yaratıcılığına ve kudretine alıp götüre­cek ibret alıcı, düşünen bir gözle bunlara bakıp "görmüyor musunuz? Gök­te" yani bulutlarda "da rızkınız", rızkınızın yerden bitip gelişmesine sebep olan yağmur "ve size vaadedilen" hayır, şer, sevap, ceza gibi "şeyler vardır. İşte o göğün ve yerin Rabbine yemin olsun ki o vaadolunduğunuz şeyler tıp­kı konuştuğunuz" dan, konuşabilir bir varlık olduğunuzdan şüphe etmedi­ğiniz "gibi haktır." olacaktır. [9]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Onların mallarında dilenenin..." ayetinin (19. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerîr ve İbni Ebî Hâtem'in Hasan bin Muhammed bin el-Hanefiyye'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) bir seriyye (müfre­ze) gönderdi. Bu seriyye hadefi vurdu ve ganimet aldı. Müfreze bu görevi tamamlayıp ganimeti taksim ettikten sonra bir grup geldi onlardan mal is­tediler. Bunun üzerine "Onların mallarında dilenenin ve yoksulun da bir hakkı vardır" ayeti indi. İbni Kesir der ki: Bu hadiseye bakılırsa ayetin Medine'de inmiş olması gerekir, halbuki öyle değildir. Ayet Mekkî'dir, an­cak hükmü daha sonraki zamana da şamildir.[10] İbni Abbas'a göre maldaki bu hak zekâttan hariç, akrabayı görüp-gözetmek için veya misafire ikram için veya yolda kalmış zayıfı taşımak (imkânı olmayan yolda kalmışa ulaşım imkânı sunmak) veya bir yoksulun ihtiyacını gidermek için konul­muş bir haktır. İbnül Arabî de: "Çünkü bu sure Mekkî'dir, halbuki zekât Medine'de farz kılındı." diyerek bu görüşü desteklemektedir. [11]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ önceki ayetlerde öldükten sonra dirilmeye inanmayan, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr eden, Allah Tealâ ile beraber başka putlara ibadet eden insanların halini aktardıktan sonra burada da mümin ve müttakilerin halini ve onların ahirette alacakları mükâfatı be­yan etmek istedi. [12]

 

Açıklamalar:

 

"Şüphesiz müttakiler Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak cennetlerde ve pınarların başındadırlar." Yani Rablerinden korkanlar, emirlerini yapıp yasaklarından kaçınarak kendilerini Allah'ın azabına ma­ruz bırakacak şeylerden sakınanlar, o şakî ve facirlerin maruz kaldığı aza­bın, zilletin aksine onlar, Rablerinin kendilerine verdiği her şeyi memnu­niyetle kabul etmiş olarak, O'nun ihsan ve ikramlarına karşı sevinçle, için­de akar sular bulunan cennet bahçelerinde olacaklardır. Ayette geçen "al­mış" kelimesi, Zemahşerî'nin de zikrettiği gibi "memnuniyetle kabul eden­ler" demektir. Nitekim Tevbe suresinin 104. ayetinde bu manada "sadaka­ları alan" denilmektedir ki "kabul eden" demektir. Bir görüşe göre de "al­mak", "mülk edinmek" manasınadır. Meselâ "Bunu kaça aldın?" derken "Buna kaça malik olabildin?" kastedilir. Sanki müttakiler o cennet nimetle­rini malları ve canları karşılığında satın almışlar gibidir. Her halükârda burada "almak" kelimesininde, dünyada iken yaptıkları güzel ibadetlerinin ve kusursuz itaatlerinin mukabili olarak ilâhî ikramı en güzel şekilde ka­bul ettiklerine işaret vardır. İşte bundan dolayı Allah "Çünkü onlar bun­dan evvel iyi amel edenlerden idiler." sözü ile bunun sebebini açıklamıştır. Çünkü onlar dünyada iken salih ameller konusunda titizlik gösterirler ve bu konuda Allah'ın murakabesini unutmazlardı. "Geçmiş günlerde (dünya­da) takdim ettiğiniz (iyi ameller)in karşılığı olarak afiyetle yiyin, için." (Hakka, 69/24) ayetiyle de buna işaret edilmiştir.

Sonra Allah onlara ihsanda bulunmasının sebeplerini şu şekilde açık­lamıştır:

"Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı." Yani gecenin az bir zama­nını uyku ile geçirirler çoğunda namaz kılarlardı. "Seher vakitlerinde de onlar istiğfar ederlerdi." Yani gecenin son kısmında "Ya Rabbi bizi affeyle bize rahmet eyle" diyerek dua ederlerdi. Allah onları, gecenin çoğunu te-heccüd kılarak ihya eden, seher vaktine geldiklerinde de sanki geceyi hep isyan içinde geçirmişler gibi istiğfara başlayan kişiler olarak anlattı. Ke­rîm insanın hali işte budur: Her çeşit fazileti en güzel şekilde yapar sonra bunu az görür, özür diler. Leîm (düşük, alçak) insanın hali de bunun aksi­nedir. Azıcık bir şey yapar, sonra bunu başa kakar ve çok görür. Hasan Basrî bu ayeti şöyle tefsir etmiştir: Onlar namazlarını seher vaktine kadar uzatırlar, sonra seherde istiğfara başlarlar.

Sahih hadis kitapları ve diğerlerinde, sahabeden bir grup Rasulullah (s.a.)'in şöyle dediğini nakleder: "Allah her gece, gecenin son üçte biri kalıncaya kadar dünya semasına iner ve şöyle nida eder: Var mı tevbe eden, tev-besini kabul edeyim; var mı af isteyen, onu af edeyim; var mı isteyen, istedi­ğini vereyim? Fecre kadar böyle devam eder."

Tefsir alimlerinin çoğu, Yakub (a.s.)'ın oğullarına söylediği ve Allah'ın onun lisanından haber verdiği "Sizin için Rabbimden af dileyeceğim" (Yu­suf, 12/98) ayetini "onları seher vaktine bıraktı" diye tefsir etmişlerdir.

Allah, onların bedenî bir ibadet olan namazı çokça kıldıklarını beyan ettikten sonra onların malî ibadetleri de eda ettiklerini açıklarken şöyle buyurdu:

"Onların mallarında dilenenin ve yoksulun da bir hakkı vardır", Yani onlar mallarının muayyen bir kısmını, iyilik ve yardım olmak üzere fakir­lere ve muhtaçlara ayırmışlardır. Bu ayetteki "sâ'il=dilenen", istemekten çekinmeyen fakir demektir. "Mahrum=yoksul" ise vakarından dolayı iste­meyen, bu sebepten dolayı da insanların zengin sanıp sadaka vermediği fa­kir kişidir.

Buhari ve Müslim'in Sahih 'lerinde rivayet ettikleri hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Miskin (fakir), kapı kapı dolaşan bir-iki lok­manın, bir-iki hurmanın savuşturduğu kişi değildir. Miskin, ihtiyacını gi­derecek bir şey bulamayan, fakat bu hali farkedilmediği için kendisine sa­daka da verilmeyen kişidir." İbni Cerir, ibni Hıbban ve İbni Merduveyh'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri bir başka lafızda da Rasulullah (s.a.) şöy­le buyurmuştur. "Miskin, bir-iki hurma bir-iki yiyeceğin savuşturduğu kişi değildir." Denildi ki: "O halde kimdir miskin?" Rasulullah (s.a.) de: "Mis­kin, ihtiyacını giderecek bir şeyi olmayan, durumu bilinmediği için sadaka da verilmeyen kişidir. İşte ayetteki "mahrum" budur." buyurmuşlardır.

Dilenenin, isteyenin hakkı vardır. Ahmed bin Hanbel ve Ebu Da­vud'un Hz. Hüseyin'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) "İsterse at üzerinde gelsin, dilenenin hakkı vardır." buyurmuştur.

Meşhur manasıyla bu "hak", şer'an bilinen miktardır ki o da zekâttır. İbni Abbas'ın "Zekât bütün sadakaları neshetmiştir" sözüne dayanarak İb-nü'1-Arabî, Cessas ve diğerlerinin tercih ettiği görüş de budur. Muhammed bin Şîrîn ve Katâde de buradaki "hak"tan maksat farz olan zekâttır, demiş­tir. Kurtubî şöyle der: Bu ayette en kuvvetli olanı, bunun zekât manasına oluşudur. Çünkü Allah, Meâric suresinde "Mallarında dilenci ve yoksul için belli bir hak tanıyanlar" (70/24-25) buyurmuştur. Bu belli hak; dinin, miktarını, cinsini ve vaktini açıkladığı zekâttır. Zekâtın dışındaki sadaka­lar ise belirlenmiş değildir; onların ne miktarı, ne cinsi, ne de vakti belirtilmemiştir.[13]

Ebu Hüreyre'nin Rasulullah (s.a.)'den naklettiği şu hadis-i şerif de bu­nu kuvvetlendirmektedir: "Malın zekâtını verdiğin zaman o konuda üzerine farz olanı eda etmişsindir." Cessas da: "İşte bu rivayetler "belli bir hakk"ı zekât diye tefsir edip, mal sahibinin üzerine zekâttan başka bir" hakkın farz olmadığını söyleyenlerin delil getirdiği rivayetlerdir.[14] demiştir.

Münzir bin Said de: "Bu hak farz olan zekâttır" demiştir.

Ayetteki "hakk"m "zekât" olarak anlaşılması doğrudur ve bu cumhu­run görüşüdür. Ancak sure Mekkî'dir ve zekât Medine'de farz kılınmıştır. "Hak" zekât diye tefsir edildiği zaman bu sadece bazıları için medih sıfatı olmaz, çünkü her müslüman malının zekâtını aynı şekilde verir. Anlaşılan o ki bu ayette kastedilen şey zekâtın dışındaki iyilik ve yardım maksadıyla verilen diğer sadakalardır. Birisi İbni Ömer'e bu "hak"tan ne kastedildiğini sordu. O da: "Zekât ve onun haricindeki haklardır." diyerek genelleştirdi.

Malda zekâttan başka bir hak daha vacibdir, diyenler, Şa'bî'nin Fatı-ma binti Kays'tan rivayet ettiği şu hadisi delil getirdiler: Fatıma "Ya Rasu-lallah (s.a.) malda zekâttan başka bir hak var mıdır?" diye sordu. Rasulul­lah (s.a.) da şu ayeti okudu: "İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevir­meniz değildir. Lakin iyilik (o kimsenin iyiliğidir ki) Allah'a ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman eder. Malı çok sevmesine rağmen yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve kölelere verir, namazı kılar, zekâtı verir..." (Bakara, 2/177). Bu ayette zekât yakınla­ra, yetimlere, yoksullara... verilen maldan sonra zikredilmiştir. Öyleyse malda zekâttan başka hak vardır.

Sonra Allah arzdaki delillerle haşrin mutlaka gerçekleşeceğini vurgu­layarak şöyle buyurdu: "Arzda, Allah'a iman.edenler için ayetler vardır." Ya­ni dağlar, vadiler, çöller, nehirler, denizler gibi arzın ana parçalarında, bitki­lerin ve hayvanların çeşit çeşit oluşunda, insanların ayrı ayrı renk ve diller­de oluşunda, her birinin farklı irade ve kuvvelerde yaratılmış olmalarında akıl ve idraklerindeki farklılıkta ve bedenlerinin terkibindeki akıllara dur­gunluk veren yapıda Allah'a iman edenler için yaratıcının azametinin ve kudretini gösteren açık deliller ve alâmetler vardır. Çünkü onlar Allah'ın kudretini kabul eden ve bu hususta tefekkür edip istifade eden kişilerdir.

"Kendinizde de. Görmüyor musunuz?" Yani sizin bizzat kendinizde de Allah'ın birliğini ve peygamberlerin getirdiğinin doğruluğunu gösteren de­liller vardır. Basiret gözü ile, ibret nazarı ile teemmül ve tefekkürle bakmı­yor musunuz? Ta ki bu yolla o rızık veren, yaratan ve ülûhıyyet sıfatıyle tek muttasıf olan Allah'ı bulaşınız. Çünkü sizler tesadüfen ve kendiliğiniz­den yaratılmış değilsiniz. Sizi her şeye kadir olan, öldükten sonra diriltme­ye ve yeniden hayat vermeye kadir olan Allah yarattı. Milyonlarca hücreden oluşan beyin, iştime, görme, dokunma, tatma, koklama duyuları, kan deveranı, teneffüs, hazım ve boşaltım organları... Bütün bunlar düşünen için birer ikna edici delildir. Bunları gerçekten an­cak müminler, müttakiler düşünürler. Diğerleri ise bunları sadece kendi halinde oluşan maddî gerçekler diye yorumlarlar.

Sonra Allah, bütün canlıların rızkına kefil olduğunu bildirerek şöyle buyurdu:

"Gökde de rızkınız ve size vaad edilen şeyler vardır." Yani rızıklann tak­dir ve tayini, size vaad olunan hayır ve şer, cennet ve cehennem, ceza ve mükâfat hepsi göktedir. Yağmur indiren bulutlar göktedir. Güneş, ay, yıldız­lar gibi nzıklara sebep olan varlık hep göktedir. Çünkü güneşin değişik yer­lerden doğup-batmasıyla değişik mevsimler meydana gelir. Mevsimlerin de­ğişmesi, yağmurlarla sulanan mevsime uygun çeşit çeşit bitkilerin çıkması­na sebep olur. Bulutları sürükleyen rüzgârlar, ısısı ile bitkileri besleyen gü­neş, nuru ile onları geliştirip olgunlaştıran, kuvvetlendiren ay... Bunlar hep göktedir.

Sonra Allah öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna ve rızıkların ke­fili olduğuna dair yemin ederek şöyle buyurdu:

"İşte göğün ve yerin Rabbine yemin olsun ki o vaad olunduğunuz şey­ler, tıpkı sizin konuştuğunuz gibi, haktır." Yani Allah'a yemin olsun ki bu ayetlerde size haber verdiğim ve kıyamete dair size vaad ettiğim öldükten sonra dirilme, hesap gibi hususlar, rızıkların kolaylaştırılması ve kefalet altında olması hepsi hiç şüphesiz haktır, mutlaka olacaktır. Öyleyse konuş­tuğunuz zaman konuşmanızda nasıl şüphe etmiyorsanız, ahiret meselesin­de de hiç şüphe etmeyin, o haktır, olacaktır. Nasıl ki sen konuşuyorsun, gö­rüyorsun ve işitiyorsun, bunda şüphen yok, ahiret de öyledir. Muaz bin Ce­bel yanındakine bir şeyden bahsederken onu inandırmak için "Sen nasıl şimdi buradasın, işte o da öyle haktır." der idi.

İbni Cerir İbni Ebî Hâtem ve İbni Adiy, Hasan el-Basrî'nin şöyle dedi­ğini naklederler: Bana ulaştığına göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Öy­le kavimler var ki Allah onları helak etsin, Rableri kendileri için yemin etti de, yine de iman etmediler."

Asma'î şöyle anlatır: Basra dışından geliyordum, genç bir deve üstün­de bir bedevî ile karşılaştım. Bana "Kimsiniz?" dedi. Ben de "Asma'î oğulla­rından" dedim. "Nereden geliyorsun?" dedi. "Allah'ın kelâmının okunduğu bir yerden." dedim. O "Bana oku." dedi. Ben de "Vezzâriyât"ı okudum. "Gökde de rızkınız..." ayetine geldiğim de "Yeter." dedi. Hemen kalktı deve­sine gitti, onu kesti, insanlara dağıttı. Kılıcını, yayını aldı, onları kırdı ve çekip gitti. Harun Reşid ile hacca gittiğimde tavaf ediyordum. Birisinin cansız bir sesle bana seslendiğini farkettim. Döndüm baktım ki o bedevî, zayıflamış, saranp solmuş. Selâm verdi, sureyi okumamı rica etti. Yine aynı ayete geldiğimde yüksek sesle "Rabbimiz, vaad ettiğini hak bulduk." di­ye bağırdı. "O göğün Rabbine yemin olsun ki" ayetine geldiğimde "Yâ sub-hanallah! Celîl olan Allah'ı, yemin edecek kadar gazablandıranlar kimdir? Sözünü tasdik etmeyip onu yemin etmeye mecbur edenler kimdir?" diye bağırdı. Üç defa bunu tekrar etti. Üçüncüsünde ruhunu teslim etti.[15]

Eş'arîlerin de buna benzer bir kıssası vardır: Elçilerini Hz. Peygam-ber'e gönderdiler. O Rasulullah (s.a.)'in yanında "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı Allah'a ait olmasın" (Hud, 11/6) ayetini duyunca: "Al­lah'ın nezdinde Eş'arîler, bu hayvancıklardan daha değersiz değildir her­halde." diyerek Rasulullah'la hiç konuşmadan geri dönüp gitti. [16]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayet-i kerimeler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Takva sahiplerinin varacağı yer, içinde akar sular bulunan, son de­rece dinlendirici bahçelerdir. Onlar orada, Rablerinin kendilerine ihsan et­tiği mükâfatlar ve çeşitli ikram ve ihsanlardan dolayı sevinçten gözleri pı­rıl pırıl, bu ikramdan son derece memnun bir halde olacaklar. Yukarıda ge­çen ayetlerde açıklandığı gibi, kâfirlerin varacağı yerin cehennem ateşi ol­masına mukabil müttakilerin yeri cennet olacaktır.

2- Müttakilerin (takva sahiplerinin) bu ayetlerde zikredilen özellikleri, cennete girmeden önce dünyada farzları eda etmeleri ve amelleri güzel yapmalarından ibarettir. Onların şu üç şeyi eksiksiz yaptıkları görülmek­tedir: Gecenin bir bölümünde azıcık uyuduktan sonra teheccüd kılmaları, fecre yakın seher vaktinde günahlarından tevbe etmeleri, mallarının üze­rinde bir hak olan farz zekâtı ve bir iyilik ve ihsan olmak üzere nafile sada­kaları eda etmeleridir. Burada mal onlara nispet edilirken, bir başka yerde "Allah'ın size rızık olarak verdiğinden harcayın." (Yasin, 36/27) buyrularak Allah'a nispet edilmiştir. Çünkü o ayet Allah yolunda harcamayı teşvik içindir. Halbuki bu suredeki ayet müttakilerin yaptıklarını medih sadedindedir. Kaldı ki, harcamaya mani olan hırsı onlara hatırlatmaya zaten ihti­yaç yoktur.

3- Yeri, göğü ve insanı yaratması, Allah'ın öldükten sonra insanları tekrarı diriltmeye kadir olduğunu gösteren delilerden bazılarıdır. Meselâ yeryüzünde O'nun sonsuz kudretini gösteren alâmetler vardır. Kupkuru hale geldikten sonra bitkileri tekrar yeşillendirmesi, canlılar için hayatî önem taşıyan rızıklarm takdir ve tayin edilmesi bunlardan bazılarıdır. Ay­rıca çeşitli ülkelerde dolaşırken gördükleri, peygamberlerini yalanladıkları için helak edilen geçmiş ümmetlere ait kalıntılar da Allah'ın kudretine delâlet eden hususlardan biridir. Bu alâmetlerden ancak müminler yararla­nır ve ancak onlar bunlar üzerinde tefekkür eder. Rablerini tanıyanlar, tev-hid akidesine sahip olanlar, peygamberlerinin sözlerini tasdik edenler yine ancak onlardır.

İnsanın yapısında da yine düşünen müminler için birtakım ayetler (Allah'ın varlığına delâlet eden işaretler) vardır: Bedenin şu hayret veren terkibi, ruhla cesedin birlikteliği, akıl ve gönül, irade... Bu sebepten dolayı hemen ayetin sonunda "görmüyor musunuz" denildi. Yani insanların, Al­lah'ın kudretinin kâmil olduğunu anlamaları için kalp gözleri yok mu? İşte bu enfüsî (iç âlemle ilgili) delile bir işarettir. Şu ayet de aynı hususu ifade etmektedir: "Onlara ufuklardaki ve kendilerindeki ayetlerimizi gösterece­ğiz." (Fussilet, 41/53).

Rızık sebepleri göktedir: Yağmur. Bitkiler o sebeple biter, canlılar onunla yaşar. Beşere vaad edilen hayır ve şerrin, cennet ve cehennemin, ceza ve mükâfatın takdiri de yine orada yapılır.

Bu üç ayette güzel bir tertip vardır: Allah önce yeryüzünü zikretti -ki o mekândır- sonra onu ihya etti ve insanla orayı sevimli hale getirdi sonra da insanın devamlılığını sağlayan rızkı zikretti.

4- Öldükten sonra diriltmesi, rızkı gökte yaratması, insan ve hayvan, bütün canlıların rızkını takdir etmesi... Allah yeminle söyledi ki bütün bunlar haktır. Sonra bunu "... tıpkı sizin konuştuğunuz gibi" sözüyle tekit etti. Yani nasıl ki insan kolayca konuşuverme hareketinin varlığını idrak edebiliyorsa, aynı şekilde bu haber verilen gerçekler de öyle idrak edilebi­lir. Allah burada diğer duyuların arasında özellikle konuşmayı misal verdi. Çünkü diğerlerini anlamakta belki bir yanılma olur, ama bunda olmaz.

Bu üçüncü yemindir: Allah daha önce arzda meydana gelen hadiseler­den rüzgârlara, sonra "yollara sahip o göğe andolsun" sözü ile semaya ye­min etmişti. Burada da "yerin ve göğün sahibine" diyerek kendi yüce zatına yemin etti. Bu gayet makul ve kusursuz bir tertiptir: Kişi önce basit şeyle­re yemin eder, kendisini tasdik etmezlerse, daha yüksek değerlere yemin eder. [17]

 

İbrahim (A.S.)'In Misafirlerinin Kıssası, Bunların Lût Ve Kavmini Helak Etmedeki Görevi:

 

24- İbrahim'in ikram olunmuş misa­firlerinin haberi sana geldi mi?

25- Hani bunlar onun yanına gir­mişlerdi de "Selâm" demişlerdi. (O  d*0 "Selâm, tanınmayan bir zümre"  demişti.

26-  Hemen ailesine gidip, semiz bir  dana getirdi de

27- Bunu onlara yaklaştırdı, 'Yemez  misiniz" dedi.

28. Derken içine onlardan gU1 bir korku ǰktü- "Korkma? dediler ve  ona çok bilgin bir oğul müjdelediler.

29" Bunun üzerine eŞ1 bir feryad  içinde gelip (elini) yüzüne vurdu ve  do^urmaz bir kocakarıyım!)"

30" Onlars "Öyledir, Rabbin buyurdu.  Çünkü °» hüküm ve hikmet sahibi  olan» hakkıyla bilendir." dediler.  ibrahim: "Ey gönderilmişler, gö- reviniz nedir?1 dedi.

32- Onlar: "Biz günahkâr bir kavme  gönderildik." dedüer.

33, 34-"Onların üzerine çamurdan  taşlar atmamız için ki (bu taşlar) aşırı gidenler için Rabbin katında işaretlenmiştir."

35- Derken orada müminlerden kim varsa çıkardık.

36-  Fakat orada müslümanlardan bir evden başkasını da bulamadık.

37-  Orada elem verici azaptan kor­kanlar için bir alâmet de bıraktık.

 

Belagat:

 

"İbrahim'in ikram, olunmuş misafirlerinin haberi sana geldi mi" ayetin­de bir merak uyandırma, anlatılacak haberi gözde büyütme üslûbu vardır.

"Tanınmayan bir zümre", "doğurmaz bir kocakarı" cümlelerinde hazif ile icaz yapılmıştır, "Siz tanınmayan bir zümresiniz", "ben doğurmayan bir kocakarıyım" demektir. [18]

 

Kelime ve İbareler:

 

Allah peygambere hitaben "ibrahim'in ikram olunmuş misafirlerinin haberi sana geldi mi?" buyurdu. Ayette "misafir" kelimesi aslında masdar-dır. Bu sebeple "oruç" ve "yalan" kelimeleri gibi hem tek kişi, hem de cema­at için kullanıldığından "misafirler"denilmiştir. Gelen bu meleklerin sayısı hakkında birkaç rivayet vardır: Cebrail, Mikail ve İsrafil olmak üzere üç­tür, denildiği gibi onuncusu Cebrail olmak üzere dokuz idi, veya hepsi on iki idi, gibi rivayetler de vardır. Bunlara "misafir" denilmesi, misafir kılı­ğında geldikleri içindir. "İkram olunmuş" denilmesi ya "Bilakis ikrama mazhar olmuş, kullardır." (Enbiya, 21/16) ayetinde de ifade edildiği gibi za­ten yüceltilmiş oldukları içindir veya İbrahim'in ve hanımının onların hiz­metine koşarak çabuk tarafından sofra hazırlayıp ikram etmelerinden do­layıdır. "Hani bunlar onun yanına girmişlerdi de "Selâm" demişlerdi." İb­rahim (a.s.) da onları tanımadığı için kendi kendine "Selâm, tanınmayan bir zümre, demişti." Bir görüşe göre de misafire söylenmesi hoş olmayan bu sözü tanışmak için böyle söylemişti.

"Hemen" misafirlere farkettirmeden "ailesine gidip" veya gizlice söyle­yip "semiz bir dana" kızartarak "getirdi de bunu" önlerine koyup "onlara yaklaştırdı. Yemez misiniz, dedi." Zemahşerî şöyle dedi: Misafirin engel ol­maması ve "zahmet etmeyin" dedirtmemesi için ev sahibinin ikram için yaptığı hazırlıkları gizlice yapması ve bunu misafire hissettirmeden çabuk tarafından hazırlaması misafir ağırlama adabındandır.

Misafirlerin yemediğini görünce, onların pek hayırlı bir iş için gelme­diklerini zannederek "derken içine onlardan gizli bir korku çöktü", ama bu­nu onlara açmadı. Misafirler İbrahim'e "Korkma" biz Allah'ın elçileriyiz "dediler ve ona çok bilgin bir oğul müjdelediler" ki Hud suresinde bildirildi­ği gibi bu İshak (a.s.) idi.

Hanımı Sara evin bir köşesinde onlara bakıyordu, İbrahim'e onların bu müjdesini duyunca "bunun üzerine eşi bir feryad içinde" bağırarak "ge­lip" ellerini "yüzüne vurdu ve" ben daha önce hiç çocuk dünyaya getirme­miş "doğurmaz bir kocakarı"yım "dedi." O sırada İbrahim (a.s.) yüz veya yüz yirmi yaşında, hanımı da doksan dokuz yaşında idi.

"Onlar," bu iş müjdelediğimiz gibi "öyledir, Rabbin buyurdu," bu Rab-bin sözüdür, biz sadece haber veriyoruz, "çünkü O, hüküm ve hikmet sahibi olan, hakkıyla bilendir" dediler."

İbrahim (a.s.) onların melek olduklarını öğrenince, çok önemli bir iş ol­madıkça da toplu halde inmeyeceklerini bildiği için, geliş sebebini öğren­mek maksadıyla "ey gönderilmişler, göreviniz nedir? dedi. Onlar "biz gü­nahkâr bir kavim" olan Lût kavmine "onların üzerine çamurdan" ateşte pi­şirilmiş, "aşırı gidenler için Rabbin katında işaretlenmiş taşlar atmamız için gönderildik, dediler."

"Derken orada" yani Lût kavminin beldesinde Lût'a inanan "mümin­lerden kim varsa" diğerlerini helak etmek kastıyla onları "çıkardık. Fakat orada müslümanlardan bir evden başkasını da bulamadık" Bu evde bulu­nanlar Lût, iki kızı ve Lût'u kalpleriyle tasdik edip salih amel yapanlardır. Ancak eşi bunlar arasında değildir.

Bu ayetlerde geçen "müminlerden, müslümanlardan" kelimelerinden "iman" ve "İslâm" kelimelerinin aynı manada olduğu neticesi çıkarılmıştır. Ancak -Beyzavî'nin de dediği gibi- bu zayıf bir istidlaldir. Çünkü burada maksad hem "iman", hem "islam" sıfatının onlarda toplandığını ifade et­mektir. Fakat bu, her ikisinin de aynı manada olmasını gerektirmez.

O, Lût kavmini helak ettikten sonra "orada elem verici azaptan kor­kanlar için" helak olup gittilerini gösteren "bir alâmet de bıraktık" ki ibret alsınlar da onların yaptıklarını yapmasınlar. [19]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah, Mekke müşriklerinin öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiklerini açıkladıktan sonra, diğer peygamberlerden de kendisi gibi eza görenlerin bulunduğunu beyan ederek Rasulullah (s.a.)'in kalbini teselli etmiştir: On­lar da kavimleri tarafından ezaya maruz kalmışlardı, onların kavimleri de peygamberlerinin davetine icabet etmemişlerdi. İbrahim (a.s.), peygamber­lerin atası olduğu ve Rasulullah (s.a.) de onun yolunda bulunduğu için Hud ve Hicr surelerinde İbrahim (a.s.)'ın kıssasından bahsedildikten sonra bu­rada da Allah onun kıssası ile söze başladı. Maksat İbrahim (a.s.)'m misa­firleri ile aralarında geçen hadiseyi anlatarak ve sapıklıkta olan günahkâr­ların üzerine taş yağdırdığını beyan ederek Hz. Peygamber'in kavmini uyarmaktır. Ta ki Kureyş kâfirleri ve kıyamete kadar gelecek benzerleri bundan ders ve ibret alsınlar. Sonra İbrahim, misafirlere geliş sebebini ve görevlerinin ne olduğunu sordu. Onlar da, çamurdan pişirilmiş herbirinin üzerinde onlar (Lût kavmi) için hazırlandığını gösteren işaretler bulunan taşlarla Lût kavmini helak etmek üzere gönderildiklerini bildirdiler. [20]

 

Açıklamalar:

 

"İbrahim'in ikram olunmuş misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani bunlar onun yanına girmişlerdi de "Selâm" demişlerdi. (O da) "Selâm, tanınmayan bir zümre!" demişti." Yani Allah katında ikrama nail olmuş, İb­rahim (a.s.)ın şerefli melek misafirleriyle aralarında geçen kıssanın haberi sana ulaştı mı? Onlar İbrahim (a.s.)'a insan suretinde geldiler. Lût kavmi­ne gidiyorlardı. İçeri girdiklerinde "Selâm" diyerek İbrahim (a.s.)'ı selâmla­dılar. O da onların selâmından daha güzel, kararlılığa delâlet eden bir se­lâmlama ile cevab verdi: "Selâm size olsun, siz daha önce tanımadığım bir grubsunuz, siz kimsiniz?" dedi. Bir rivayete göre İbrahim (a.s.) bunu kendi içinden geçirdi, onlara söylemedi. Çünkü bu melekler -ki onlar Cebrail, Mi-kâil ve İsrafil idi- İbrahim (a.s.)'a heybetli, azametli ve yakışıklı gençler su­retinde gelmişlerdi.

Allah, bir taraftan Arapları tehdit etmek, kötü akibetle onları korkut­mak ve onlara nasihat etmek için; diğer tarftan da kıssanın şanını yücelt­mek, dikkatleri çekmek ve kavminin kendisine yaptıklarına karşı Rasulul-lah (s.a.)'e bir teselli vermek için "gelmedi mi?" diyerek söze bir soru ile başladı ve "İbrahim'in misafirleri" diyerek onları İbrahim (a.s.)'a nispet edip onlar için sadece "misafir" sıfatını kullandı.

Misafire ikram sünnettir. Ahmed bin Hanbel ve bir grup âlim ise bu­nun vacib olduğu görüşündedirler.

İbrahim (a.s.)'ın misafirleri onu "selâmen" kelimesinin nasbi ile "se­lâm" diyerek selâmladılar. O da selâmlamanın en faziletlisini seçerek "se-lâmun" kelimesinin ref i ile cevap verdi. Çünkü ref (ötre) devama ve istik­rara delâlet ettiği için nasb (üstün) dan daha kuvvetli ve daha sabittir. İb­rahim (a.s.)'ın haline münasib olan ve şanına yakışan, "tanınmayan bir zümre" sözünü onların yüzüne karşı söylememiş olmasıdır. Belki bunu için­den geçirmiştir.

"Hemen ailesine gidip semiz bir dana getirdi de bunu onlara yaklaştır­dı "yemez misiniz" dedi." Yani misafirlerinden gizli olarak hızlıca ailesine gidip Hud suresinde "hemen beklemeden kızartılmış bir buzağı getirdi." (Hud, 69) ayetinde de işaret edildiği gibi kızgın taş üzerinde kızartılmış se­miz bir dana getirdi ve onlara takdim etti. Bunu onlara yaklaştırıp önleri­ne koyduktan sonra nazik ve kibar bir üslûpla onları teşvik ederek "yemez misiniz" dedi.

Bu ayet-i kerime, birtakım misafir ağırlama adabından bahsetmekte­dir: İbrahim (a.s.) hiç farkettirmeden, çabuk ve bir ön teklif yapmaksızın yemeği getirdi. Çünkü o çok cömert ve ikramı seven biri idi. Sonra malının en kıymetlisi genç, semiz ve kızartılmış bir dana getirdi. Çünkü mallarının çoğu sığır cinsi idi. Sonra bunu onların önüne koydu ve "yemez misiniz" di­yerek tatlı bir üslûp ile onları davet etti. Fakat onlar yememediler; çünkü melekler yemezler içmezler.

"Derken içine onlardan gizli bir korku çöktü." Yani onlar yemeğe uzak durup yemeyince içine bir korku düştü. Çünkü âdet olduğu üzere misafirin yemek yememesi bir kötülükten dolayıdır, zira kim bir insanın yemeğinden yerse ikram sahibi kendini onun tarafından emniyette hisseder. Bu sebeple İbrahim (a.s.), Hud suresi 70. ayette denildiği gibi "Ellerini yemeğe uzat­madıklarını görünce onları yadırgadı ve onlardan içine bir korku düştü." onların hayır için gelmediklerini, kötülük için geldiklerini zannetti.

"Korkma dediler ve ona çok bilgin bir oğul müjdelediler" Yine başka bir ayette "Korkma! dediler; biz Lût kavmine gönderildik." (Hud, 11/70) ifa­desiyle beyan edildiği gibi onlar İbrahim (a.s.)'a "biz Allah tarafından gön­derilmiş elçi melekleriz." dediler.

Ona, buluğ çağına geldikten sonra derin ilim sahibi olacak bir çocu­ğunun doğacağını müjdelediler ki o İshak (a.s.)'dır. Nitekim bir başka ayet­te "Ona (hanıma) da İshak'ı, İshak'ın ardından da Yakub'u müjdeledik." (Hud, 11/71) denilerek onun İshak olduğu beyan edilmiştir. Bu müjde şu iki sevindirici şeyi ihtiva etmektedir: Çocuğun erkek olması ve ilim sahibi ol­ması. Çünkü ilim sıfatların en mükemmelidir.

"Bunun üzerine eşi bir feryad içinde gelip (elini) yüzüne vurdu ve "Do­ğurmaz bir kocakarı!" dedi." Yani İbrahim'in hanımı Sara bu müjdeyi işitti­ğinde evin bir köşesinde onların konuşmalarını dinliyordu, kadınların hay­ret ettikleri bir iş karşısında âdet olarak yaptıkları gibi ellerini yüzüne vu­rarak, bağırarak ileri atıldı ve "Ben nasıl doğururum, ben gençliğinde bile çocuğu olmamış yaşlı bir kadınım." dedi. Nitekim bir başka ayette bu şöyle ifade edilmektedir: "Vay halime! Ben bir koca karı, bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey." dedi." (Hud, 11/72).

"Onlar: "Öyledir, Rabbin buyurdu. Çünkü O, hüküm ve hikmet sahibi olan hakkıyla bilendir" dediler" Yani bu hususta şüphe etme, hayrete düş­me. Biz Allah'ın elçileriyiz, Allah her şeye kadirdir. O sözlerinde ve fiille­rinde hikmet sahibidir. Sizin nasıl bir şerefe lâyık olduğunuzu ve kâinatta­ki her şeyi hakkıyla bilir." dediler. Bu konuşma başka bir ayette de şöyle gelmiştir: "Allah'ın emrine şaşıyor musun1? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz ki o övülmeye lâyıktır. İyiliği bol­dur. " dediler." (Hud, 11/73)

Hicr suresinin 53 ve 54. ayetlerinde de geçtiği gibi bu konuşmalar, sa­dece Sârra ile yapılmamış, bilakis o melekler İbrahim (a.s.) ile de konuş­muşlardır. Ancak bu, oradaki tafsilat yeterli görülerek burada ve Hud su­resinde zikredilmemiştir.

Sâra'ın çocuk doğurmayı uzak görmesinin iki sebebi vardır: Yaşlı ol­ması ve kısırlık. Sanki o "Keşke siz kabul edilebilecek bir duada bulunsay-dınız." demek istemişti. Çünkü o zannetti ki onların bu duası misafirlerin ev sahipleri için söyledikleri "Allah sana bolca mal ve servet versin, evlâd üıyal versin" cinsinden bir duadır. Onlar da: "Bu bizden sâdır olan bir dua değildir, bu doğrudan doğruya Allah'ın sözüdür, "öyledir, Rabbin buyurdu" dediler. Sonra da "O hüküm ve hikmet sahibi olan, hakkıyla bilendir" diye­rek onun bunu imkansız görme kanaatini giderdiler.[21]

Ayet-i kerime burada "O hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir" şeklinde biterken Hud süresindeki aynı konuyu ifade eden ayet-i kerime "O övülme­ye lâyıktır, iyiliği boldur." şeklinde bitmiştir. Bu farklılığın sebebi şudur: O melekler Hud suresinde Sâra'yı Allah'ın nimetlerine şükretmesi yönünde uyarmışlardı. Bu sebeple o ayetin "innehu hamîdün mecîd" şeklinde bitme­si uygundur. Çünkü "hamîd", kendisinden güzel fiillerin sadır olması sebe­biyle övülmeye ve teşekkür edilmeye lâyık olan, demektir. "Mecîd" ise böyle bir şey kendisinden sadır olmasa da, bizatihi övgüye ve tazime lâyık olan, demektir. Buradaki ayette ise melekler, hayatı boyunca kısır olduktan son­ra ileri yaşlarda doğum yapmanın umumi hikmetine dikkat çekmek istedi­ler. Bu da Allah'ın hikmetine ve ilmine işaret etmektir. Yani Allah yaptı­ğında hikmet sahibidir, her şeyi lâyık olduğu yerine koyar. Yarattıklarının işlerini hakkıyla bilendir.[22]

Melekler İbrahim (a.s.)'a çocuk müjdesini verdikten sonra İbrahim (a.s.) onlara geliş sebebini sordu:

"Ey gönderilmişler, göreviniz nedir? dedi." Yani, bu önemli durumunuz nedir, niçin geldiniz, bu duygulu hikayeniz nedir, Allah tarafından gönderi­lişinizin sebebi nedir? Ona cevap verdiler:

"Onlar: "Biz günahkâr bir kavme gönderildik" dediler. Onların üzerine çamurdan taşlar atmamız için." Yani azap elçisi ve müjde elçisi melekler şöyle dediler: Biz inkâr ederek ve çok çirkin işler irtikap ederek günah işle­mekte haddi aşan günahkâr Lût kavminin üzerine, çamurdan yapılmış, ateşte pişirilmiş, sapıklıkta devam edenlerin helaki için Allah katında özel olarak hazırlanmış ve işaretlenmiş taşları atmak için gönderildik.

Sonra Allah bu azabın iyiye de kötüye de inen rastgele bir azap olmadığı­nı bilakis müminin, mücrimden ayırt edildiğini haber vererek şöyle buyurdu:

"Derken orada müminlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada müslü-manlardan bir evden başkasını da bulamadık." Yani biz Lût kavmini helak etmek istediğimiz zaman o beldede bulunan inanan insanları bu azaptan kurtarmak için onları çıkardık. Fakat orada sadece bir ev halkından başka Allah'a iman etmiş, emirlerine uyan, yasaklarından kaçman kimse bula­madık. O ev de İbrahim (a.s.)'ın kardeşi Haranın oğlu Lût (a.s.)'ın evidir. O, amcasına iman etmiş, Mısır'a yaptığı seferlerde onunla beraber olmuş­tu. Sonra müsade alarak ondan ayrılmış ve Ürdün'de Sedûm'e yerleşmişti.

İşte bu müminler Lût (a.s.) ve onun ev halkıdır. Ancak hanımı bu mü­minlerden olamamıştır. Said bin Cübeyr bunların on üç kişi olduğunu söyler.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "(İbrahim) dedi ki: Ama orada Lût var." Dediler ki: Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve ailesini elbette kurtaracağız. Yalnız karısı hariç. O helak olanların arasın­da olacaktır." (Ankebut, 29/32).

İman ile İslâm'ın aynı manada olduğunu söyleyen Mutezile işte bu ayetleri delil getirir. Çünkü burada Allah, aynı insanlara bir ayette "mü­minler", diğer ayette "müslümanlar" dedi. İbni Kesir bu istidlalin zayıf ol­duğunu, çünkü bunların hem mümin, hem de müslüman insanlar olduğu­nu söyler. Bize göre her mümin müslümandır, ama her müslüman mümin değildir. Burada özel bir durumdan dolayı iki isim aynı anlamda kullanıldı, ama bu her halükârda böyle olmasını gerektirmez.

İman ve İslâm'ın ayrı şeyler olduğunun delili Hucurat suresinde geçen şu ayettir: "Bedeviler "İnandık." derler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "İs­lâm olduk." deyin." (Hucurat, 49/14). Buhari ve Müslim'de Hz. Ömer'den ri­vayet edilen şu hadis de bu farka delildir: Cebrail, Rasulullah'a sordu: "Ey Muhammedi Bana İslâm'ı anlat." dedi. O da: "Allah'tan başka ilâh olmadı­ğına Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğ­ru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, gücün yeter yol bulabi-lirsen Kabe'yi ziyaret etmendir." dedi. Cebrail de: "Doğru söyledin" dedi. Sonra Cebrail "Bana imanı anlat." dedi. Rasulullah (s.a.) de: "Allah'a, me­leklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman etmen, kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir." dedi. Cebrail: "Doğru söyledin." dedi."

Sonra Allah, Lût kavminin kıssasından alınacak ibretleri zikrederek şöyle buyurdu:

"Orada elem verici azaptan korkanlar için bir alâmet de bıraktık." Ya­ni o beldede Allah'ın azabından korkup ürperen herkes için bir alâmet ve bir işaret bıraktık ki bu alâmetler o yıkıp yok eden, perişan eden azabın iz­leridir. Bu izler gayet açıktır. Onların üzerine musibet, azap ve topraktan pişirilmiş kerpiçler indirdik, memleketlerinin altını üstüne getirdik, onla­rın bu mekânım kötü kokan çirkin bir göl haline çevirdik ki bu Taberiyye gölüdür. İşte bunlar ibret alınacak izlerdir. Benzeri başka bir ayette de Al­lah şöyle buyurur: "Andolsun biz aklını kullanan bir kavim için o köyden bir işaret bıraktık." (Ankebut, 29/35).

Bu gösteriyor ki şer, inkâr ye isyan çoğalırsa, sonu helak ve yıkım olur. [23]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

İshak (a.s.)'ın müjdelenmesi ve Lût kavminin helak edilmesini haber veren bu iki kıssadaki ayetler şu hususları işaret etmektedir:

Birinci kıssadan çıkan sonuçlar:

1- Allah'ın İbrahim (a.s.)'m kıssasını zikretmesinin seböbi, bu vesile ile, Lût kavmine yaptığı gibi ayetlerini tekzip edenleri helak edeceğini be­yan etmektir.

2- İbrahim (a.s.)'ın zan ve kanaatine hürmeten, Allah melekleri, misa­fir olmadıkları halde misafir diye vasıflandırdı, onun bu zannmı yalan çıkarmadı.

Bu misafirler Allah katında şerefli ve ikrama lâyık kullar olduğu gibi İbrahim (a.s.)'ın nazarında da öyle idiler. Çünkü bizzat kendisi ve hanımı onlara hizmet ettiler. Onların yemeğini derhal hazırladı.

3- Başkasının yanına gelen herkesin, selâm verme sünneti. Bu sebeple melekler "Sana selâm ederiz" dediler. Bundan maksat o bilinen "selâm"dır. İbrahim (a.s.) ise onlarınkinden daha güzeliyle karşılık vererek "Selâm si­zin üzerinize olsun" dedi. Yani bitmeyen, kesilmeyen, kalıcı bir selâm üzere olasınız, dedi. Çünkü ayette: "Bir selâm ile selâmlandığmız zaman siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın, yahut aynı ile karşılık verin." (Nisa, 4/86) buyurulmaktadır.

4- Gelen melekler, İbrahim (a.s.)'ı İslâm'ın bir simgesi olan ve o gün için yaygın olmayan bir selâmla selâmladıkları, ayrıca yabancı ve tanınma­yan kişiler oldukları, vaziyet ve şekillerinin, alışılmışın dışında olduğu ve konuşmadıkları için İbrahim onlara ısınamadı.

5- İbrahim (a.s.) ikramıyla meşhur olduğu ve ikramda bulunmak dinin âdabından sayıldığı için derhal onlara ikram etti. Onlara sofra hazırlarken de bunu son derece edep, nezaket ve saygı içinde yaptı. Rivayete göre İbra­him (a.s.) misafirleri onun sofra hazırlamak istediğini farketmesinler, diye gizlice gitti. Onlara kızgın kerpiç üzerinde kızartılmış semiz dana eti tak­dim etti. "Yemez misiniz" demek suretiyle de yemeğe gayet kibar ve nazik bir şekilde buyur etti. Onların yemelerinden memnuniyetini izhar etti. Ba­zı cimrilerin yaptığı gibi, yememelerinden memnun olmuyordu. Bilindiği gibi bazı cimri insanlar külfete girer, bol yemek hazırlarlar, sonra da misa­firin yemeği bırakmasını dört gözle beklerler.

6- İbrahim (a.s.)'ın onlardan dolayı içine bir korku düştü. Zira âdet ol­duğu üzere ikram sahibinin ikramını kabul etmeyen misafir, içinde bir kö­tülük taşıyor demektir. Bu yüzden "korkma" diyerek İbrahim (a.s.)'ı rahat­lattılar ve kendilerinin Allah'ın melekleri ve elçisi olduklarını ona bildirdi­ler ve eşi Sârra'nın kendisine bir erkek çocuk doğuracağını müjdelediler.

7- Eşi bu müjdeyi işitince şaşırdı ve kadınların utandıkları veya hay­ret ettikleri zaman bağırmak adetleri olduğu üzere bağırdı. Onun bu şaş­kınlığının iki sebebi vardı: Yaşlılık ve kısırlık.

8- Melekler ona, bu söylediklerinin ve haber verdiklerinin Allah'ın sözü ve hükmü olduğu, dolayısıyla şüphe etmesinin doğru olmayacağı cevabı­nı verdiler. Bu müjde ile doğum arasında bir yıl geçmişti. Sârra daha önce doğurmamıştı. O doğum yaptığında doksan dokuz, İbrahim (a.s.) ise yüz yaşında idi. Allah yaptığında hikmet sahibidir, yaratılanların maslahatını bilendir.

İkinci kıssada ise şu hususlara işaret edilmiştir.:

1- Peygamberlerin babası İbrahim (a.s.), grup halinde gelen bu melek­ler heyetinin arkasında önemli birşey olduğunu anladı. Onların mühim bir iş için gönderilmiş melekler olduklarını öğrendikten ve buna kanaat getir­dikten sonra onlara: "Ey elçi melekler, verdiğiniz bu müjdenin dışında baş­ka göreviniz var mı?" diye sordu.

Onların burada "O öyledir, Rabbin buyurdu" sözlerinden görevli me­lekler olduklarını anladı. Zira bu söz onların Allah katından indirilmiş ol­duklarını gösteriyordu. Çünkü Allah'ın sözünü aktarıyorlardı.

2- Onlar İbrahim (a.s.)'a, kendilerinin "azap taşı" diye bilinen taşları üzerlerine atmak için âsi bir kavim olan Lût kavmine gönderildiklerini bildirdiler. Riyavete göre, her taş kimi helak edecekse üstünde onun ismi bulunuyordu. Ayet-i kerimede bu taşlar için "çamurdan" denildi. Maksat o taşların taşlaşmış topraktan olduklarını ifade etmek içindir. Ayrıca bunla­rın dolu daneleri olduğu vehmini gidermek için böyle denilmiştir, zira bazı­ları doluya taş derler.

3- Felâket indirme ve umumi helak hususunda sünnetullah=Allah'ın yolu, takip ettiği usul önce müminleri kurtarıp onları diğerlerinden ayır­mak şeklinde olagelmiştir. Bu sebeple Lût kavmini helak etmeyi murad et­tiği zaman müminler helak olmasın diye, Allah peygamberi Lût'a, hanımı hariç ev halkını alıp diğer müminlerle beraber oradan çıkmasını emretti. Ayetteki"... aileni götür." (Hud, 11/81) bunu ifade etmektedir.

5- "Orada müminlerden kim varsa çıkardık." ayeti şu iki hususu ifade etmektedir.[24]

Birincisi; kötüyü iyiden ayırmak için Allah'ın kudret ve iradesini bil­dirmek.

İkincisi; iyinin bereketiyle kötünün de kurtulduğunu bildirmek. Yani bir beldede mümin bulundukça orası helak olmaz. Bu sebeple Lût (a.s.)'ın iman eden çevresi o beldeden çıktıktan sonra kalanların başına azap indi.

6- "Fakat orada müslümanlardan bir evden başkasını da bulamadık." ayeti şuna delâlet etmektedir: Toplumda inkâr çoğalır, fısk u fücur yayılır­sa müminlerin ibadet etmiş olmaları da fayda vermez. Ama insanlaın ço­ğunluğu istikamet üzere bulunursa, içlerinde hırsızlık yapan, zina eden süçük bir zümre bulunsa da azap gelmez.

7- Lût i.a.s.)'ın aile fertlerinde "mümin" ve "müslüman" kelimeleri aynı manadadır. Ama aslında "iman" kalp ile tasdik, "İslâm" dış görünüşte Al­lah'ın hükümlerine uymaktır. Buna göre her mümin müslümandır, ama her müslüman mümin değildir. Allah birinci ayette onlara, "müminler" de­di, çünkü hiçbir mümin yoktur ki müslüman olmasın. Razî, iman ile İslâm arasındaki farkı ifade ederken şöyle der: "Doğrusu "müslüman" kelimesi "mümin"den daha umumidir; umumi manada olanı, daha hususi manada kullanmaya bir mani yoktur. Dolayısıyla mümine müslüman denilse, bu onların aynı manada olduklarını göstermez. Sanki Allah bu ayetlerde, "Biz müminleri çıkardık, ancak orada müslümanlardan bir ev hariç mümin kimse bulamadık." demiş olmaktadır. Bu, orada müminlerden başkasının olmamasını gerektirir.

8- İnkarlarından ve livata (erkek erkeğe cinsel ilişki) fuhşundan dola­yı Lût kavminin azaba uğramasında o zamanın insanları ve daha sonraki­ler için ibret ve işaret vardır. Ancak bu ders ve ibretlerden yararlanacak olanlar sadece Allah'tan ve O'nun azabından korkanlardır. Ankebut süre­sindeki bir başka ayette Allah bunu daha beliğ bir şekilde şöyle ifade et­miştir. "Andolsun ki biz o köyden, düşünen bir kavim için açık bir işaret bı­raktık." (Ankebut, 29/35). Burada "o köyde" şeklinde değil de, "o köyden bir işaret" şeklinde o işaretin, o köyün bir parçası olduğunu ifade eden bir harf kullanılmıştır. Sanki Allah: "Bizzat o köyün kendisinden sizin için geriye kalan bir işaret, bir ibret vardır." demek istemiştir. Yine bu ayette bunlar­dan ders alanın "düşünen" kişi olacağını zikretmiştir, zira "düşünen", "kor­kan" dan daha umumidir. Bu sebeple Ankebut süresindeki bu ayet daha açıktır. Çünkü Zariyat suresinde maksat o kavmi korkutmaktır. Halbuki Ankebut suresinde maksat o kavmi teselli etmektir. Ankebut suresinde müminlerin ve müslümanların tamamının kurtarıldığına dair yeterli bir açıklama vermeden "Biz seni ve aileni kurtaracağız" demesi de bunun teyit etmektedir. Halbuki bu surede, yani Zariyat'ta bu açıklama vardır: "Derken orada müminlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada müslümanlardan bir evden başkasını da bulamadık"[25]

 

Diğer Peygamberlerin Kavimleriyle Olan Kıssaları:

 

38- Musa'da da (ibret vardır). Hani onu apaçık bir hüccetle Firavun'a göndermiştik de

39- o, rüknü (ordusu) ile birlikte yüz çevirmiş ve "ya bir sihirbazdır veya bir mecnundur." demişti.

40- Nihayet onu da ordularını da yakalayıp onları denize attık ki o (bu sırada kendini) kınıyordu.

41- Âd'da da (ibret vardır). Hani on­ların üzerine o kısır rüzgârı gön­dermiştik.

42- Her uğradığı şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyordu.

43- Semud'da da (ibret vardır). Hani onlara "Bir zamana kadar fay-dalana durun." denilmişti de,

44- onlar Rablerinin emrinden uzaklaşıp azmışlardı. Bu sebeple onlar bakıp dururken kendilerini yıldırım çarpmıştı.

45- Bu yüzden ayakta duramamışlar ve yardım edenleri de olmamıştı.

46- Daha evvel Nuh kavmini de (he­lak etmiştik), çünkü onlar fasık bir kavim idi.

 

Belagat:

 

"O, rüknü ile birlikte yüz çevirdi" ayetinde "rükün", istiare olarak "or­du" manasında alınmıştır. Çünkü kişi ordu ile kuvvetlenir ve binanın rü­künler (ana sütunlar) üzerine dayandığı gibi orduya yaslanır.

"O kendini kınıyordu" ifadesinde mecaz-ı aklî vardır. Burada ism-i fail ism-i mef ul yerine kullanılmıştır. Yani "Firavun isyanı yüzünden kınan­mıştır" demektir.

"Kısır rüzgâr" ifadesindeki "kısır" lafzında istiare vardır: Onların tamarnının yok edilmesi, kadınların kısırlığına benzetilmiş, sonra da kendi­sine benzetilen, benzeyen yerine kullanılmıştır. İstiare yo}u ile de bundan "kısır" manası çıkartılmıştır. [26]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Musa'nın kıssasında "da" sizin için ibretler vardır. "Hani onu" meş­hur mucizelerinden sayılan eli ve asası gibi "apaçık bir hüccetle göndermiş­tir de o, rüknü" yani güvenip dayandığı ordusu "ile birlikte" iman etmekten "yüz çevirmiş ve" Musa (a.s.) için o "ya bir sihirbazdır veya bir mecnundur" demişti." Bu yüzden "nihayet biz onu da ordularını da yakalayıp onları de­nize attık. O" bu sırada, inkâr ve inadından dolayı, peygamberleri inkâr edip ilâhlık davasına kalktığı için "kendini kınıyordu."

"Ad" kavminin helak ediliş kıssasın "da da" bir ibret vardır. "Hani on­ların üzerine" helak etmek maksadıyla "o kısır rüzgârı göndermiştik. Her uğradığı şeyi bırakmıyor mutlaka onu kül gibi" veya dağılmış, ufalanmış, çürümüş ot veya kemik gibi etrafa "savuruyordu." Kısır rüzgâr" denilmesi onların hepsini helak edip kökünü kuruttuğu veya ne yağmur taşıdığı, ne de ağaçların tohumlanmasına yardım edecek bir hayır ve menfeat getirme­diği içindir.

"Semud" kavminin helak ediliş kıssasın "da da" bir ibret vardır. "Hani" Salih (a.s.)'in devesini öldürdükten sonra "onlara bir zamana kadar" dünya nimetlerinden "faydalana durun denilmişti de onlar Rablerinin emrinden uzaklaşıp" tekebbür göstererek "azmışlardı." "Yurdunuzda üç gün faydala­nın." (Hud, 11/65) ayetinde de ifade edildiği gibi üç gün sonra "bu sebeple onları" güpegündüz "bakıp dururken kendilerini yıldırım çarpmıştı" öyle ki bu azap geldiğinde "bu yüzden ayakta duramamışlar ve" bu azaba karşı "yardım edenleri de olmamıştı."

Bu kavimlerden "daha evvel Nuh kavmini de" helak etmiştik. "Çünkü onlar" Allah'a itaattan çıkmış, koyduğu sınırlan aşmış "fasık bir kavim idi­ler." [27]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

İbrahim ve Lût peygamberlerin kıssalanndaki ders ve ibretleri beyan ettikten sonra, Allah, peygamberlere inanmadıkları için bir azapla tama­men yok edilen diğer kavimlerin kıssalarını zikretti. Bu kavimler Firavun ve taraftarları, Ad, Semud ve Nuh kavimleridir. Bu azabın onlara inmesin­de asilerin, peygamberlere inanmayanların, kâfirlerin ve zalimlerin sonu­nun ne olduğu açıkça görülmektedir. Allah, bu kıssaları zikrediyor; ta ki insanlar akıllarını başlarına alsınlar, Allah'a ve ahirete iman etsinler, Ra-sulullah'ı ve onun peygamberliğini inkâr ve yalanlamaktan vazgeçsinler. [28]

 

Açıklamalar:

 

"Musa'da da (ibret vardır). Hani onu apaçık bir hüccetle Firavuna göndermiştik de, o rüknü (ordusu) ile birlikte yüz çevirmiş ve "ya bir sihir­bazdır veya bir mecnundur" demişti." Yani, biz Musa'nın kıssasında da bir işaret, bir ibret bıraktık. Hani biz onu âsi ve mütekebbir Firavun'a, eli ve bastonu gibi mucizeler ve bunlarla beraber birtakım ayetler, açık-seçik hüccetlerle müjdeleyici ve korkutucu olarak göndermiştik. Bunun üzerine Firavun kibir ve inat göstererek yüz çevirmiş, etrafı ile ayetlerimizden ırak durmuş, ordusu, cemaati ve kuvvetleri ile kendini üstün görmüş ve Musa (a.s.)'a hakaret ederek "O ya bir sihirbazdır veya bir delidir." demişti. Çün­kü o gördüğü harikulade şeyleri (mucizeleri) ancak ya sihre veya deliliğe dayandırarak izah edebiliyor, başka türlü anlayamıyordu. Nitekim başka ayetlerde de onun Musa (a.s.) için: "şüphesiz bu bilgili bir sihirbazdır." (Şu-ara, 26/34); "Şüphesiz size gönderilen peygamber muhakkak mecnundur." (Şuara, 26/27) dediği beyan edilmiştir.

"Nihayet onu da ordularını da yakalayıp onları denize attık ki o (bu sı­rada kendini) kınıyordu." Yani Firavun inkâr, isyan, ilâhlık davası, inat ve fucûr gibi kendisinin kınanmasına sebep olacak şeyleri yapıp dururken biz onu ordularıyla beraber kıskıvrak yakalayıp hepsini denize attık.

İşte bu da, dünyada nahak yere tekebbür gösterip isyan eden zalimleri perişan eden ilâhî kudretin büyüklüğünü gösteren bir başka delildir.

Sonra Allah Ad kavmi kıssasını zikrederek şöyle buyurdu:

"Âd'da da (ibret vardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı gönder­miştik. Her uğradığı şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyordu." Yani biz Âdın kıssasında da bir ibret ve işaret bıraktık. Hani onların üzeri­ne önünde durulmaz, hiçbir hayır ve bereket getirmeyen, ne ağaçları yeşil­lendiren, ne yağmur taşıyan gürültülü bir rüzgâr göndermiştik. Bu sadece helak ve azap rüzgârı idi. İster insan, ister hayvan, isterse başka eşya ol­sun, uğradığı her şeyi, eski paçavra gibi yapıp bırakıyordu.

Sonra Allah Semud kıssasını beyan ederek şöyle buyurdu:

"Semud'da da (ibret vardır). Hani onlara "Bir zamana kadar fay dala­na durun." denilmişti de onlar Rablerinin emrinden uzaklaşıp azmışlardı. Bu sebeple onlar bakıp dururken kendilerini yıldırım çarpmıştı" Yani biz Semud'un kıssasında da bir ibret bıraktık. Hani: "Siz (şu) yurdunuzda üç gün faydalanın. Bu yalanlanamayan bir tehdittir." (Hud, 11/65) ayetinde de beyan edildiği üzere biz onlara "Helak vaktine kadar dünyada, nimetle­rinden yararlanarak yaşayın." demiştik, lâkin onlar Allah'ın emrine uy­makta tekebbür göstermişlerdi. Bu sebeple onların başına gökten bir saika inmiş ve onları helak etmişti. -Saika, helak edici her bir azabın adıdır.- On­lar bunu gündüz gözleriyle görüyorlardı. Bir başka izaha göre onlar kendilerine vaad edilen bu azabı bekliyorlardı. Çünkü onlar üç gün bu azabı göz­lemişlerdi. İşledikleri günah ve isyanlara uygun bir ceza olmak üzere dör­düncü gün sabahleyin günün ilk ışıklarıyla onlara ansızın gelivermişti de "Bu yüzden ayakta duramamışlar ve yardım edenleri de olmamıştı" Yani ayağa kalkıp bu felâketten kaçamadılar, bilâkis oldukları yere çakılıp kal­dılar, Allah'ın azabından kaçamadılar, kendilerine yardım edecek ve o aza­bı defedecek bir yardımcı bulamadılar.

Sonra Allah, Nuh'un kıssasını zikrederek şöyle buyurdu:

"Daha evvel Nuh kavmini de (helak etmiştik). Çünkü onlar fasık bir kavim idi." Yani biz bu kavimlerden önce de tufan ile Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü bunlar Allah'a itaattan çıkan, sınırlarını çiğneyen bir ka­vim idi. "Daha evvel" denilmesi, Nuh kavminin Firavun, Âd ve Semud ka­vimlerinden önce gelip-geçmiş olmasından dolayıdır. [29]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

İşte âsilerin, zalimlerin sonu, kâfirlerin, peygamberleri yalanlayanların akibeti budur. Allah bunları ibret ve ders alınması için haber vermiştir.

1- Allah "asâ-baston" ve "el" gibi mucizelerle, kesin hüccet ve apaçık deUerle takviye ederek Musa (a.s.)'ı azgın ve zalim Firavun'a peygamber olarak gönderdi. Ancak o, orduları ve etrafı ile baraber iman etmekten ka­çındı, Musa'nın peygamberliğini tekzip etti ve onu sihri ile cin toplayan bir sihirbaz veya cinlere yakınlığı olan birisi diye niteledi. O cinleri istemese de, cinler ona geliyor, dolayısıyla cinlenmiş (mecnun) oluyor, dedi. Sihir ya­pan ile mecnunun her ikisinin de işi cinlerledir. Ancak sihir yapan kendi isteği ile cinlere gider, halbuki mecnun, o istemese de cinler ona gelir.

Firavun ve avanesi bu inkârları ve iman etmemeleri ve Firavun'un ilâhlık davasına kalkışması isyan ve inat etmesi gibi kendisinin cezalandı­rılmasını gerektirecek şeyler yapması sebebiyle hepsinin akibeti denizde boğulmak oldu.

2- Aynı şekilde Allah, Hud (a.s.)'a Ad kavmine peygamber olarak gön­derdi, onu tekzip edip, kibirlerine kapılarak davetine icabet etmediler, put­lara ibadet etmekte ısrar ettiler. Allah da, hiçbir hayır ve bereket getirme­yen uğultulu azgın bir fırtına ile onların kökünü kazıyıp hepsini helak etti. Mukâtil'e göre bu, sabâ rüzgârının aksi olup, batıdan esen bir rüzgârdı. "Bana sabâ rüzgârı ile yardım olundu. Ad kavmi batı rüzgârı ile helak olundu." sahih hadisi de bu tefsiri teyid etmektedir. Bir başka görüşe göre bu, güney rüzgârı idi. Nitekim İbni Ebî Zi'b'in Haris bin Abdurrahman'dan, onun da peygamberimizden rivayet ettiği: "Kısır rüzgâr güney rüzgârıdır" hadisi de buna delâlet etmektedir. İbni Abbas'a göre bu çeşitli yönlerden esen bir fırtınadır.

Bu rüzgârın etkisi çok şiddetli ve korkunçtu. Canlı cansız ne varsa uğ­radığı her şeyi toz duman ediyor, paçavraya çeviriyordu. "O, Rabbin emriy­le her şeyi yıkar mahveder." (Ahkaf, 46/25) ayeti de bunu ifade etmektedir.

3- Allah nebîsi Salih (a.s.)'ı da dünyada pek çok nimetler ihsan ettiği Semûd kavmine peygamber olarak gönderdi. O onları, sadece hiçbir ortağı olmayan Allah'a ibadet etmeye çağırdı. Fakat onlar Allah'ın emrine uyma­dılar, bu emre uymakta kibire kapıldılar, bu sebeple gündüz görüp durur­ken onları ansızın "sâıka" çarptı, hepsi helak oldu. Kaçıp kurtulmak şöyle dursun yerlerinden kalkma imkanı dahi bulamadılar. Onlar helak olurken o azabı defedecek ve onlara yardım edecek bir yardımcı dahi yoktu.

Bir görüşe göre Semûd'a gelen bu azap gökten inen bir ateş idi. Bir başkasına göre çok şiddetli bir ses idi.

4- Bunlardan önce de Allah, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönder­di, onlara putlara ibadeti terkedip tek olan Allah'a yönelmelerini emretti. Fakat onlar kabul etmediler, inatlaştılar ve inkârları üzere devam ettiler. Bu yüzden, onlar bu putperestliklerinin, inkâr ve isyanlarının cezası olmak üzere tufanla helak edildiler.

Geçmiş kavimlerin helâkindeki bu çeşitli azaplar gösteriyor ki Allah kalıcı olan ve var olan şeylerle veya varlığın dört unsuru olan toprak, su, hava ve ateşle yok etmeye ve azap etmeye muktedirdir.

Nitekim Lût kavmi toprakla, Nuh (a.s.)'ın ve Firavunun kavimleri su ile, Ad kavmi hava ile, Semud kavmi de ateşle azap olunmuştur. [30]

 

Allah'ın Birliği Ve Kudretinin Büyüklüğünün İspatı:

 

47- Biz göğü bir kuvvetle bina ettik. Çünkü biz muhakkak kudret sahi-biyizdir.

48-  Yeri de biz döşedik. (Demek ki biz) ne güzel hazırlayıcılarız.

49- Her şeyden iki çift yarattık. Olur ki inceden inceye düşünürsünüz.

50-  Q hale (onlara de ki). kaçın, muhakkak ben size ondan (gelen) açık bir korkutucuyum.

51- Allah'ın yanına diğer bir tanrı da­ha katmayın, muhakkak ben size on­dan (gelen) açık bir korkutucuyum."

 

Belagat:

 

"Gök" ve "yer" kelimeleri arasında tezat vardır. "Beneynâ" ile "fereşnâ" kelimelerinin sonlarındaki ses benzeşmesi dolayısıyla da üslûbun güzelliği­ni artıran külfetsiz bir seci vardır. [31]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz göğü bir kuvvetle bina ettik. Çünkü biz muhakkak" onu ve başka­larını yaratmak için "kudret sahibiyizdir." Üzerinde karar kılasınız diye "yeri de" bir döşek gibi "biz döşedik", serdik, düzleyip ıslah ettik. Öyleyse biz "ne güzel hazırlayıcılarız."

Erkek ve dişi, yer ve gök, güneş ve ay, yaz ve kış, acı ve tatlı, aydınlık ve karanlık olmak üzere "her" bir cins "şeyden iki çift yarattık. Olur ki ince­den inceye düşünürsünüz" de birden fazla olmanın yaratılanların özelliğin­den olduğunu, bu çiftleri yaratan Vacibü'l-vücud'un ise tek olduğunu, bir­den fazla olmayı ve taksimi kabul etmediğini anlarsınız. "O halde" Allah'ın birliğini ikrar ederek, itaat edip isyandan kaçınmak suretiyle "Allah'a" doğru, yani cezasından mükâfatına ve rızasına doğru "kaçın. Muhakkak ben size" müşrik ve âsilere "O'nun tarafından" gelen "açık bir korkutucu­yum. Allah'ın yanına diğer bir tanrı daha katmayın. Muhakkak ben size O'ndan" gelen "açık bir korkutucuyum." [32]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah, öldükten sonra dirilme ve haşrin hiç şüphesiz mutlaka olacağı­nı ispat ettikten sonra, gökleri muhkem bir bina şeklinde yaratmasını, üze­rine yerleşilebilmesi için arzı yatak gibi döşemesini, canlıların her türün­den erkek ve dişi olmak üzere iki cins ve diğer şeylerin her birinden iki zıt sınıf yaratmasını zikrederek kendi birliğini ve kudretini gösteren deliller ortaya koydu. Hasan Basrî, diğer zıt şeyleri gök-yer, gece-gündüz, ay-gü-neş, kara-deniz, hayat-ölüm olarak saymış ve "bunlardan her ikisi bir çift­tir. Allah ise tektir ve benzeri yoktur" demiştir. [33]

 

Açıklamalar:

 

"Biz göğü kuvvetle bina ettik. Çünkü biz muhakkak kudret sahibiyiz-dir." Yani bir kuvvet ve kudretle göğü biz bina ettik. Zira şüphesiz biz onu ve başkalarını yaratacak güç ve kuvvete sahibizdir. Dolayısıyla ona ancak biz güç yetiririz, bundan aciz kalmayız, bize hiçbir yorgunluk ve bitkinlik de gelmez. "... bina ettik" ifadesinde yapısının çok muhkem oluşuna işaret vardır. "Kuvvetle" sözü de bunu tekid eder. "Çünkü biz muhakkak kudret sahibiyizdir" sözü de ikinci bir tekiddir.

"Yeri de biz döşedik. (Demek ki biz) ne güzel hazırlayıcılarız" Yani üze­rinde yaşama ve yerleşmeye müsait olsun diye yeri biz serdik ve döşedik. Bu sebeple onu, üzerindekilere bir beşik yapan, karası, denizi ve havasıyla, altı ve üstüyle onu nice bereketlerle dolduran biz ne güzel hazırlamışız. Ye­rin üstünde insan ve canlılar yaşar, içinde petrol gibi sıvı ve diğer katı ma­den zenginlikleri, karasında çeşitli bitkiler, çiçekler ve ağaçlar, denizinde binlerce çeşit balık, inci ve mercan bulunur, gemiler yüzer. Atmosferinde kuşlar, hava, yağmur hazinesi bulutlar, uçak ve benzeri şeyler dolaşır.

Arz için "bina" değil de "döşek" ifadesi kullanılmıştır. Çünkü arz yay­gıya benzer, birtakım değişikliklerin mahallidir. "Onu biz bina ettik" sözü, onu Allah'ın tek başına yarattığını, bu tasarrufta O'na ortak olmadığını da­ha kuvvetli ifade etmektedir.

Bu ayet, yerin yaratılıp serilmesinin göğün yaratılmasından sonra ol­duğuna işaret eder. Çünkü evin yapılması döşenmesinden önce olur. Günü­müzde bilimsel olarak bilinen de budur. Razî şöyle der: "Bu ayette yerin se­rilmesi göğün yaratılmasından sonra olduğuna delil vardır. Çünkü âdeten evin yapımı tefrişinden önce olur.[34]

"Her şeyden iki çift yarattık. Olur ki inceden inceye düşünürsünüz." Yani bütün yarattıklarımızı iki sınıf, birbirinin zıddı iki cins, bir başka tef­sire göre erkek-dişi, acı-tatlı, yer-gök, gece-gündüz, ay-güneş, kara-deniz,

aydınlık-karanlık, iman-inkâr, hayat-ölüm, hayır-şer, şakavet-saâdet, cen-net-cehennem gibi, hatta hayvanlara ve bitkilere varıncaya kadar her şeyi karşılıklı yarattık. Bunun için Allah "Olur ki inceden inceye düşünürsü­nüz. " dedi. Yani yaratılanları böyle yarattık, ta ki bilesiniz 've iyi düşünesi-niz ki yaratıcı tekdir, ortağı yoktur. Böylece Allah'ın birliğini bulaşınız.

Sonra Allah bu birlik ve kudret delili üzerine şu iki meseleyi oturt­muştur: Allah'a sığınmak ve şirkten kaçınmak. "O halde (onlara de ki): "Allah'a kaçın, muhakkak ben size ondan (gelen) açık bir korkutucuyum." Yani Allah'a sığının, bütün işlerinizde Ona dayanın, günahlarınızdan tev-be edin, emirlerine itaat edin. Zira ben, size gönderilmiş açık bir uyarıcı ve O'nun ceza ve azabından korkutucuyum. İşte bu bir Allah'a yönelme ve O'nun dışındakileri terketme emridir. "Kaçın" sözü hızla gelen bir felâketi haber vermektedir. Sanki Allah şöyle diyor: "Helak ve azap, Allah'a dönüş konusunda ağırdan almaya tahammülü olmayacak derecede hızlı ve yakın­dır, o halde süratle Allah'a doğru kaçın ve O'na koşun. "Allah'ın yanına di­ğer bir tanrı daha katmayın, muhakkak ben size O'ndan (gelen) açık bir korkutucuyum." Yani Allah'a O'ndan başka bir şeyi ortak koşmayın, zira gerçek ibadet edilecek ilâh, kendinden başkasına ibadet edilmesi asla caiz olmayan Allah'tır. Sonra Allah tekit için Rasulullah (s.a.)'in açıkça uyarma korkutma vazifesi ile geldiğini tekrar hatırlatıyor. [35]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Yıldızlan, ay ve güneşi ve bunlara ait uydu gezegenleri ile yaratıcı­sının her şeye kadir olduğunu gösteren şu göğün yaratılması, gizli ve açık pek çok hayır ve bereketleriyle döşek gibi serilmiş, hazırlanmış olan arzın yaratılması, aynı şekilde erkek-dişi, acı-tatlı, yer-gök, ay-güneş, gece-gün-düz, karanlık-aydılık, dağ-ova, insan-cin, hayır-şer, sabah-akşam gibi iki ayrı sınıf ve cinsin yaratılması, tatlan, kokulan ve sesleri farklı eşyanın yaratılması... İşte kâinattaki bu büyük delillerle Allah'ın birliği ve kudreti ispat edilmektedir.

Bütün bunlar Allah'ın kudretine delildir. Bunlara kadir olan öldükten sonra diriltemeye de kadir olur. Yine bunlar Allah'ın haricinde her şeyin birtakım cüzlerden oluştuğuna işarettir. Bu da bütünden parçaya, mümki-nâttan vacibü'l-vücûda, yaratılandan yaratana intikale delildir. Çünkü bu çiftleri yaratan tektir. Aksi halde mümkinattan olurdu. Dolayısıyla yara­tan değil, yaratılan olurdu. Böyle olmadığı için Allah'ın sıfatlan hakkında hareket ve sükûn, aydınlık ve karanlık, oturmak ve kalkmak, başlangıç ve sonuç düşünülmez. Çünkü O, hiçbir şeye benzemez.

2- Birlik ve sonsuz kudret sıfatlannı hâiz olan ilâh hakkında şu iki esas vacib olur: Yalnız O'na sığınmak, günahlardan O'na tevbe etmek, O'na isyandan itaata doğru koşmak, şirkten veya O'nunla beraber başka bir şe­ye ibadet etmekten kaçınmak. Sehl bin Abdullah: "Mâsivaîlahtan (Al­lah'tan başka şeylerden) Allah'a doğru kaçın" der.

3- Rasulullah (s.a.) hayatta iken olduğu gibi ölümünden sonra da bı­raktığı beyanlarla, sünneti ile uyarmaya ve korkutmaya, isyan ve inkâra karşı Allah'ın azabından insanları ikaz ve inzara devam etmektedir. [36]

 

Rasulullah'ı Yalanlayan Müşrikleri Azapla Tehdit:

 

52- Onlardan evvelkilere de herhan­gi bir peygamber gelmedi ki (ona) mutlaka böylece sihirbaz veya mec­nun demesinler.

53- Onlar bunu birbirine tavsiye mi ettiler? Hayır, onlar azgınlar güru­hunun ta kendileridir.

54-  O halde onlardan yüz çevir. Ar­tık sen kınanacak değilsin.

55-  Sen hatırlat. Çünkü şüphesiz hatırlatma müminlere fayda verir.

56- Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.

57- Ben onlardan bir rızık istemiyo­rum. Bana yedirmelerini de istemi­yorum.

58- Şüphesiz rızkı veren, o pek çetin kuvvet sahibi Allah'ın kendisidir.

59- Artık muhakkak ki o zulmeden­ler için arkadaşlarının (azap) hisse­si gibi bir nasib vardır. Şimdi acele istemesinler.

60- İşte kendilerine vaad edilegelen günlerinden (dolayı) vay o inkâr edenlere.

 

Belagat:

 

"...rızık istemiyorum,... yedirmelerini de istemiyorum" ayetinde tekit ve mübalâğa için "istemiyorum" fiilinin tekrarında itnâb vardır, "arkadaşları­nın hissesi gibi bir nasip" cümlesinde mücmel bir teşbih-i mürsel vardır, zi­ra benzetme yönü hazfedilmiştir. "Kendilerinden önce geçen tekzip edicile­re gelen azabın şiddetinde, onlara da o azaptan bir nasip vardır." demektir. [37]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ya Muhammed (s.a.), peygambere sihirbaz veya mecnun diyen sadece senin kavmin değildir. "Onlardan evvelkilere de herhangi bir peygamber gelmedi ki mutlaka böylece" sana söyledikleri gibi o kavimler, peygamberle­rine "sihirbaz veya mecnun demesinler."                     

"Onlar bunu " yani peygambere sihirbaz veya mecnun demeyi "birbiri­ne", öncekiler sonrakilere "tavsiye mi ettiler? Hayır" yaşadıkları zamanlar çok uzak olduğu için böyle bir tavsiye sonucu aynı şeyleri söylemiş olmaları mümkün değil. Ancak "onlar azgınlar güruhunun ta kendileri" olmaların­dan dolayı aynı şeyi söylüyorlar.

"O halde" onların bu kadar ısrar ve inadından sonra "onlardan yüz çe­vir" onlarla mücadeleden vazgeç. "Artık sen" yüz çevirdiğin için "kınanacak değilsin" çünkü tebliğini yaptın, hatırlatma konusunda çok gayret sarfet-tin. Ancak "sen" yine de "hatırlat" maya devam et. "Çünkü şüphesiz hatır­latma" Allah'ın iman edeceğini ezelden beri bildiği "müminlere fayda verir." Zira hatırlatma ve nasihat müminin basiretini artırır.

"Ben cinleri de, insanları da" benim onlara ihtiyacım olduğu için değil "ancak bana kulluk etsinler" onlara ibadet etmelerini emredeyim "diye ya­rattım. " Bir kısmı veya pek çoğu bunu dinlememiş veya kusur etmişse o bu fiilinin cezasını görecektir.

Benim kullara karşı durumum efendilerinin köleleri ile olan durumu gibi değildir, çünkü onlar kölelerini ihtiyaçlarında kullanmak için ellerinde bulundururlar. Ama "ben onlardan bir rızık istemiyorum. Bana yedirmele­rini de istemiyorum. Şüphesiz" her muhtaca "rızkı veren, O pek çetin kuvvet sahibi Allah'ın kendisidir."

"Artık muhakkak ki o" Mekke halkından ve diğer milletlerden inkâr etmek suretiyle kendisine "zulmedenler için" geçmiş ümmetlerden kendile­ri gibi zulmedip helak olan "arkadaşlarının" başına inen azabın "hissesi gi­bi" hisse, "bir nasib vardır." Ancak "şimdi" bu azabı kıyamete bırakırsam gelmesini "acele istemesinler." Nasip olarak çevrilen zenûb kelimesi aslında ağzına kadar dolu büyük kova demektir. [38]

 

Nüzul Sebebi:

 

"O halde onlardan yüz çevir. Artık sen kınananlardan değilsin. Sen hatırlat. Çünkü..." ayetlerinin (54, 55. ayetler) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbnu Meni1, İbni Rahuveyh ve Heysem bin Küleyb Müsnedlerinde Hz. Ali'­den rivayet ettiklerine göre o şöyle dedi: "O halde onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin." ayeti inince bizden, kesin olarak helakin gelmekte olduğuna inanmayan hiç kimse kalmadı, çünkü Rasulullah'ın onlardan yüz çevirmesi emredilmişti. Bunun üzerine "Sen hatırlat..." ayeti indi. İçimiz rahatladı.

İbni Cerir Katade'den şöyle rivayet etmiştir: Bize anlatıldığına göre

"Onlardan yüz çevir" ayeti indiğinde bu, Rasulullah'ın ashabına çok ağır geldi ve artık vahyin kesildiği ve azabın yaklaştığı kanaatine vardılar. Bu­nun üzerine "Sen hatırlat..." ayeti indi. [39]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Hasra ve Allah'ın birliğine ve ilâhî kudretinin büyüklüğünün ispatına dair delilleri açıklayıp peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin helak edilişini müşriklere hatırlattıktan sonra, Allah her bir peygamberin mutla­ka yalanlandığını bize bildirdi. Sanki peygamberleri tekzip etmek geçmiş ümmetlerin birbirilerine tavsiye edegeldikleri bir şeydir. Zaten de onlar Al­lah'ın sınırlarını aşan azgın kavimlerdi. Bu sebepten dolayı Rasulullah (s.a.)'e onlardan yüz çevirmesi emredildi. Halbuki onlar sadece rızık ve ma­işet temin etsinler diye değil, Allah'a kulluk için yaratıldılar. Sonra sure önceki ümmetlerin başına gelen azabın bir benzerinin Mekke müşrikleri­nin başına geleceği tehdidi ile bitmiştir. [40]

 

Açıklamalar:

 

"Onlardan evvelkilere de her hangi bir peygamber gelmedi ki (ona) mutlaka böylece sihirbaz veya mecnun demesinler." Yani kavmin, seni nasıl tekzip etmiş, seni sihirbazlık veya delilikle nitelemişse; geçmiş ümmetler de aynı şeyi yapmışlardı. Eskiden beri ümmetlerin durumu budur, tekzip edilen yalnız sen değilsin. Bu, kavmi kendisinden yüz çevirmiş olan Rasu­lullah (s.a.)'e bir tesellidir, sabretmesi ve sıkıntılara tahammül etmesi için bir destektir.

"Onlar bunu birbirine tavsiye mi ettiler? Hayır onlar azgınlar güruhu­nun ta kendileridir." Bu, "böyle bir şey olmamıştır" anlamında hayret ve red üslûbunda gelmiş bir sorudur. Onların bu haline hayreti ifade eder. Sanki öncekiler sonrakilere tekzip etmelerini tavsiye etmişler ve bunda an­laşmışlar. Yani bunlar birbirine aynen bu sözü söylemeleri için tavsiyede mi bulundular?. Hayır, aslında aralarında asırlar bulunduğu için böyle bir tavsiyeleşme olmadı. Ancak bunlar hepsi de azmış milletlerdir. Ortak özel­likleri inkâr konusunda haddi aşmaktır. Bu sebeple öncekiler ne demişler-se, sonrakiler de onu demektedir.

"O halde onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin." Yani, ey peygamber, bırak onları, onlarla cedelleşmekten vazgeç, sen Allah'ın sana emrettiğini yaptın, davetini tebliğ ettin. Bundan sonra artık Allah katında sen kınanacak değilsin Çünkü sen vazifeni, sorumluluğunu yerine getirdin.

"Sen hatırlat. Çünkü şüphesiz hatırlatma, müminlere fayda verir." Ya­ni sen hatırlatmaya devam et. Kavminden Kur'an'a iman edenlere Kur'an'ı hatırlat, çünkü hatırlatma onlara fayda verir. Bir başka ifade ile, bu hatırlatmadan ancak hidayete hazır, iman eden kalpler faydalanır. Bundan maksat, hidayete kabiliyeti olmadığı için belirli bir gruptan yüz çevirmek­tir. Bu ise diğerlerini terketmeyi icab ettirmez.

Sonra Allah insanları ve cinleri yaratış gayesini beyan ederek -ki bu da kulluktur, halbuki müşrikler peygamberi tekzip ettiler ve yaratana iba­deti terkettiler- şöyle buyurdu:

"Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." Yani ben insanları ve cinleri onlara ihtiyacım olduğu için değil, ancak kul­luk yapmaları ve beni tanımaları için yarattım. Nitekim bir başka ayette de bu gaye şöyle ifade edilmiştir: "Onlar yalnızca bir olan ilâha ibadet et­meleri için emrolundular. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur" (Tevbe, 9/31).

Mücahid şöyle der: Ayetin manası "ancak onları bana ibadet etmeleri­ni emretmek ve bazı şeyleri yasaklamak için yarattım" demektir ve yukarı­da geçen "hatırlat" emrini tekit etmek ve gönüllere yerleştirmek için geti­rilmiş müstakil, yeni bir sözdür, çünkü ibadet için onları yaratması, bunu onlara devamlı hatırlatmayı gerektirir. Ayette önce cinlerin zikredilmesi­nin hikmeti onların ibadetlerinin gizli olup insanların ibadetinde olduğu gibi riyanın karışmamasıdır.

Sonra Allah, yaratmaktaki gayenin yüceliğini zikrederek şöyle buyurdu:

"Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyo­rum. Şüphesiz rızkı veren o pek çetin kuvvet sahibi Allah'ın kendisidir." Ya­ni onları yaratmaktan maksadım, âdeten efendinin kölelerinden beklediği gibi ne kendime bir menfaat celbi, ne de bir zararın defidir. Zira Allah mutlak müstağnidir, yarattıklarına rızık veren, onlara uygun olanı yerine getiren O'dur. O, güç ve kudret sahibidir. Bu sebepten dolayı Allah kendisi­ne bir menfaat beklediği için onları yaratmadı. Öyleyse onların üzerine va-cib olan, yaratüışlanndaki gayeyi, kulluğu yerine getirmektir.

Özet olarak: Allah kulları, kendisine ibadet etmeleri için yarattı. Kim O'na itaat ederse, noksansız bir şekilde onu mükâfatlandırır; kim de âsi olursa, onu en ağır şekilde cezalandırır. O başkasına muhtaç değildir, bila­kis her halükârda kullar O'na muhtaçtır.

Ahmed bin Hanbel, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.), Cenab-ı Hakk'ın şöyle dediğini nakletti: "Ey Ademoğlu, bütün vaktini bana ibadet için ayır, senin kalbini zenginlik­le doldurayım, hacetini bitireyim. Bunu yapmazsan, kalbini meşgale ile doldururum, hacetini de bitirmem."

Sonra Allah, Mekke müşrikleri ve benzerlerini tehdit ederek şöyle bu­yurdu:

"Artık muhakkak ki o zulmedenler için arkadaşlarının (azap) hissesi gibi bir nasib vardır. Şimdi acele etmesinler." Yani inkâr etmek, şirk koşmak ve Peygamber'i tekzip etmek suretiyle kendilerine zulmedenler için, geçmiş ümmetlerde kendileri gibi inkâr edenlere gelen azaptan bir hisse vardır. Ancak benden o azabı hemen istemesinler, bu azaptan hisseleri hiç şüphesiz gelecektir ve mutlaka olacaktır. Nitekim Allah, bir başka ayette: "Allah'ın emri geldi (yani mutlaka gelecektir), ona acele etmeyin" (Nahil, 16/1) buyurmuştur.

Bu ayet-i kerime, "Eğer siz doğru söyleyenlerden iseniz, bu vaad ne za­man?" (Mükl, 67/25) ve "Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi haydi getir."" (Hud, 11/32) ayetlerindeki isteklerine bir cevaptır.

"İşte kendilerine vaad edilegelen günlerinden (dolayı) vay o inkâr eden­lere" Yani gelecek diye tehdit edilegeldikleri o kıyamet gününde vay o kâ­firlerin haline. Onları bekleyen, helak ve acı bir azaptır. Vaad edilen bu gü­nün Bedir günü olduğuna dair de bir görüş vardır. [41]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Peygamberleri tekzip etmek eski ve yeni bütün ümmetlerin, ortak özelliğidir. Kavmi, Muhammed (s.a.)'i nasıl tekzip etmiş ve ona "sihirbaz" veya "mecnundur" demişlerse, aynı sözleri daha önce geçmiş ümmetler de peygamberlerine söylemişlerdi. Sanki öncekiler sonrakilere tekzib etmeyi vasiyet etmişler ve bunda ittifak etmişlerdi. Halbuki durum böyle değildi, birbirine tavsiyede bulunmamışlardı. Ancak "isyan" onları aynı noktada birleştirdi.

Bu gibi haberlerin Rasulullah'a bildirilmesinden maksat, kavminin onun davetine mani olması karşısında onu teselli etmektir.

2- Allah peygamberine kavmi ile cedelleşmeye girmemesini emretti ve kendisinin kınanmayacağı, vazifesini noksan yapmış sayılmayacağı konu­sunda teminat verdi. Çünkü o, mesajı ulaştırmış ve emaneti eda etmişti. Burada aksine kınanan daveti kabul etmemekte inat etmeleri sebebiyle müşriklerin kendileriydi. Bu da Rasulullah (s.a.) için bir başka tesellidir. Çünkü o, yüce ahlâkı ve aşırı hassasiyetinden dolayı tebliğ konusunda kendisini kusurlu görüyor, bu sebeple ikaz ve tebliğ hususunda kendini yo­ruyordu.

3- Ancak Rasulullah'ın kavminden uzak durması mutlak anlamda de­ğildi. Nitekim Rasulullah'a hatırlatmaya devam etmesi emredildi. Zira bu müminlere faydalı idi ki onlar, Allah'ın ilm-i ezelîsinde iman edeceklerini önceden bildiği kişilerdir.

4- Hatırlatmanın gayesi insanları Allah'a ibadete ve O'nu tek kabul edip ibadeti yalnızca O'na yapmaya yöneltmektir. Zira Allah yarattıklarını kendisine ibadet için yarattı, insanı var etmekten maksat ibadettir. Dolayı­sıyla bunu hatırlatmak, bunun dışında her şeyin zaman kaybından başka bir şey olmadığını bildirmek bir zaruret olmaktadır. İbadetin manası Al­lah'ın emrine tazim, yarattıklarına şefkat göstermektir.

Sonra peygamberlerin görevi şu iki noktada toplanmaktadır: Allah'a ibadet ve yaratılanlara hidayet (yol gösterme). Bu ayetin zikredilmesinde üçüncü bir gaye daha vardır ki o da kâfirlerin yaptığının kötü olduğunu açıklamaktır. Zira onlar yaratılış gayeleri ibadetten başka bir şey olmadığı halde, Allah'a ibadeti terkettiler.

Mücâhid ve başkalarına göre "illâ liya'budûn" "ancak ibadet için" diye tefsir edilir. Salebî'inin dediği gibi bu güzel bir görüştür. Çünkü Allah in­sanları ve cinleri yaratmasaydı, varlığı ve birliği bilinmezdi. Şu ayetler de bu tefsirin isabetli olduğuna delildir: "Onlara sorsan "Gökleri ve yeri kim yarattı?" Hiç şüphesiz "Allah" derler." (Zuhruf, 43/9);"Onlara sorsan "Onla­rı kim yarattı?" Hiç şüphesiz "Allah" derler." (Zuhruf, 43/87). Fakat şirk ile birlikte Allah'ı tanımanın kişiye yararı yoktur.

5- İbadet için insanları yaratmak, yaratının buna ihtiyacı olduğu için değildir. Zira Allah kulların ibadetine muhtaç değildir. Efendilerin köleleri­ne yaptığı gibi yiyeceğini, içeceğini temin ettirmek veya kendini korumak için de onları yaratmamıştır. Çünkü başkalarına rızık veren "Rezzâk" sıfa­tının sahibi olan O'dur. Sonsuz kudret sahibi olup hiç kimsenin gücüne ih­tiyacı olmayan O'dur.

"Rezzâk O'dur" sözü Allah'ın rızık taleb etmediğinin "kuvvet sahibi" sözü de başkasından iş istemediğinin illetini beyan etmektedir. Çünkü rı­zık talep eden muhtaç olur, başkasından iş isteyen de güçsüz olur, aciz olur.

6- Kendilerine zulmedenler, -ki bunlar Mekke kâfirleri ve benzerleri­dir- geçmiş ümmetlerden inanmayanların başına inen azabın benzeri onla­ra da gelecektir. Başlarına bu azabın gelmesi için acele etmelerine gerek yok. Çünkü o mutlaka gelecektir.

Bu, Allah'ın "zalimler" diye nitelediği o kâfirler için bir tehdittir. Çün­kü kim kendisini Allah'tan başkasına ibadet etme mevkiine koyarsa, eşya­yı konması gereken yere koymamış olur ki işte bu yüzden zalim olur. İnsan ibadet için yaratıldığına göre Allah'tan başkasına ibadet etmek suretiyle zulmedenlere, geçen ümmetlerin helaki gibi bir helak vardır. [42]

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/7.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/7.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/7-8.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/9.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/9-10.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/10-12.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/12-14.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/15.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/15-16.

[10] İbni Kesir, IV/235

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/16.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/16-17.

[13] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, III/412; İbnu 1-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, IV71718; Razî, XXVIII/205; Kurtubî, XVII/38.

[14] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, III/411.

[15] Salebi bunu sened zikrederek rivayet etti. Bak: Garaibu’l-Kur’an, XXVII/10-11; Kurtubi, XVII/42.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/17-21.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/21-22.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/24.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/24-25.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/25.

[21] Razî, XXVIII/215.

[22] aynı yer.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/25-29.

[24] Razî, XXVIII/218.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/29-32.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/33-34.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/34.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/34.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/35-36.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/36-37.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/38.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/38.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/39.

[34] Razî, XXVIII/227.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/39-40.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/40-41.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/42.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/42-43.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/43-44.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/44.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/44-46.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/46-47.