İbrahim (A.S.)'In Misafirlerinin Kıssası, Bunların Lût Ve Kavmini Helak Etmedeki Görevi: |
Sure, "zariyaf'a
yemin edilerek başlaması dolayasıyla bu adı almıştır. "Zariyat",
toprağı ve üzerindeki şeyleri dağıtan ve oradan oraya sürükleyen rüzgâr
demektir. Rüzgâra yemin edilmesi onun tehlikesine ve Allah'ın ordularından biri
olduğuna delâlet eder.[1]
Bu surenin önceki sure
ile münasebeti şu iki noktada görülür:
1- Bundan
önceki Kaf suresi, "İşte bu, bize göre kolay olan bir haşirdi."
ayetinde de ifade edildiği gibi öldükten sonra dirilme, ceza ve mükâfat, cennet
ve cehennem konuları ile sona ermişti. Bu sure de rüzgâra, buluta, gemiye, ve
meleklere yemin ederek insanlara vaad edilen şeylerin doğru olduğunu, kıyamet
gününün mutlaka geleceğini beyanla başladı.
2- Kaf
suresinde; Nuh, Ad, Semûd, Lût, Şuayb ve Tubba' kavmi gibi peygamberlerini
yalanlayan, inanmayan kavimlerin nasıl helak edildiklerinden özetle
bahsedilmişti. Bu surede ise İbrahim, Lût, Musa, Hûd ve Salih peygamberlerin
kıssalarında da yine bazı kavimlerin helak edilişi tafsilatıyla
anlatılmaktadır.
[2]
Diğer Mekkî surelerde
olduğu gibi bu surenin de konusu, akide ve iman esasları olan Allah'ın birliği,
peygamberlik ve öldükten sonra dirilme inancının yerleştirilmesi ve bunların
tam zıddı olan şirkin, peygamberliği kabul etmemenin ve ahireti inkârın ortadan
kaldırılmasıdır.
Bu sure, kâinatta
meydana gelen dikkat çekici olaylardan dördünü zikrederek, öldükten sonra
dirilmenin ve ahiretin mutlaka olacağının delillerini beyan ederek
başlamıştır: Bunlar her şeyi sürükleyebilen rüzgâr, yağmur yüklü bulutlar,
denizlerde ve büyük nehirlerde kolayca akıp giden gemiler ve Allah'ın kulları
için takdir ettiği rızıkları, yağmurları taksim edip mahlûkatın işlerini tanzim
eden meleklerdir. Sonra bir taraftan Mekke kâfirlerinin ve Kur'an'ı, ahireti
ve cehennemi inkâr eden diğer kâfirlerin hallerini ve bunların cehennemde
görecekleri şiddetli azabı zikrederken, diğer taraftan da müttakilerin,
müminlerin hallerini ve onlar için ahirette hazırlanmış olan cennetleri ve
nimetlerini zikretmiş, böylece insan ibret . için bu terğib ve terhibi
(müjdeleyen ve korkutan bu halleri) bir arada görsün ve aralarındaki farkı
anlasın amacı güdülmüştür.
Bu asıl gayeyi teyid
için ayetler; yerde, gökte ve bizzat insanda var olup vahdaniyyeti ve ilâhî
kudreti gösteren ve kulların rızkını garanti eden dellilere işaret etmiş ve
İbrahim, Lût, Musa, Ad, Semud ve Nuh kavimleri gibi peygamberlerine
inanmadıkları için sonunda helak olup gitmiş önceki kavimlerin haberlerini
nakletmiştir. Önceki peygamberlerin kavimleri ile aralarında geçen bu
kıssalardan söz edilmesi Hz. Peygamberin kavminden gördüğü eza ve sıkıntılar
karşısında ona bir teselli vermek içindir.
Sonra sure tekrar
göklerin nasıl yükseltildiğini, yerin nasıl serildiğini, insan ve hayvan
soyunun devamı için onların çift yaratıldığını zikretmiştir. Bunun ardından
dünyaya fazla önem verilmemesinden, dünyanın aldatıcı-lığından kurtulup Allah'a
yönelinmesinden, Allah'a şirk koşulmamasmdan bahsetmiş, devamlı surette
peygamberleri yalanlamanın sonuçlarını zikretmiş, Hz. Peygamber (s.a.)'e
kavminden müşrik olanlarını terkedip kendilerine nasihatin fayda vereceği
müminlere nasihatta bulunmasını emretmiştir.
Ve sure, insanların ve
cinlerin yaratılmasındaki gayeyi beyan ederek son bulmaktadır ki o da Allah'ı
tanımak, O'na kulluk etmek ve ibadeti sırf O'nun rızası için yapmaktır. Ayrıca
Allah'ın yaratılan her canlının rızkına kefil olunduğunu bildirmiş, kendi
kendilerine zulmeden müşriklere ve kâfirlere kıyamet gününde şiddetli bir azap
tehdidinde bulunmuş ve bu dünyada da onlara, peygamberleri yalanlayanlara
verilmiş olan azabın bir benzerinin gelebileceği tehdidinde bulunmuştur.
[3]
1- Tozutup savuran
rüzgârlara,
2- Sonra yük
taşıyanlara,
3- Sonra kolayca akıp
gidenlere,
4- Sonra işleri taksim
edenlere,
5- Ki şüphesiz size vaad olunan elbette
doğrudur.
6- Şüphesiz din günü
mutlaka olacaktır.
7- Yollara sahip o
göğe and olsun!
8- Ki şüphesiz siz
çelişkili bir söz içindesiniz.
9- Ondan döndürülmüş
olan döndürülür.
10- Kahrolsun o koyu
yalancılar!
11- Ki onlar bir
cehalet içinde kalmış gafillerdir.
12- Ceza gününün'ne
zaman olacağını sorarlar.
13- O gün, onların
ateş üzerinde imtihan (azap) olunacakları gündür.
14- Tadın azabınızı,
çabuk gelmesini istediğiniz işte bu idi.
"Kahrolsun"
bedduası burada "kutile: ölsün" kelimesi ile ifade edilmiştir ki bu
bir istiaredir. "Ölsün" kelimesi "kahrolsun, lanet olsun"
yerine istiare olarak kullanılmıştır. Çünkü lanete uğrayan, sanki bir
felâkette ölmüş gibidir.
[4]
Tozu, toprağı
"tozutup savuran rüzgârlara, sonra yük" yağmur "taşıyan"
bulutlara, "sonra" suyun üstünde "kolayca akıp gidenlere"
gemilere, "sonra" kulların işleri, yağmurlar, rızıklar ve diğer
olaylar için "iş bölümü
yapan" meleklere
and olsun "ki şüphesiz size vaad olunan" öldükten sonra dirilme,
hesap, mizan, cehennem ve diğer ahiret haberleri "elbette doğrudur.
Şüphesiz" hesaptan sonra "din günü mutlaka olacaktır." Tabiatta
meydana gelen ve gözle görülen birtakım hadiseleri yapmaya muktedir olduğunu
zikreden Allah, bu kudrete sahip olanın öldükten sonra diriltmeye de kadir
olacağına dair bu hadiseleri delil göstermiştir.
Yıldızların
seyirlerinde takip ettikleri "yollara sahip olan o göğe an-dolsun ki"
ey Mekkeliler, siz Kur'an'a bazan şiir, bazan sihir, Muhammed (s.a.) hakkında
da bazan şair, bazan sihirbaz, bazan kâhin derken; bazan yerlerin ve göklerin
yaratıcısı Allah'tır deyip, sonra O'nunla beraber putlara taparken; bazan
haşir de öldükten sonra dirilme de yoktur deyip bir başka zaman bu putlar bize
ahirette Allah'ın nezdinde şefaat edecek derken "şüphesiz siz çelişkili
bir söz içindesiniz."
Allah'ın ilm-i
ezelîsinde "ondan" yani hidayetten kendi iradeleriyle
"döndürülmüş olan" lar peygamberden veya Kur'an'dan veya imandan da
"döndürülür."
"Kahrolsun
o" çelişkili sözleri söyleyen "koyu yalancılar ki onlar bir cehalet
içinde kalmış," emrolundukları şeyden haberleri olmayan "gafillerdir.
" Alay ederek, ceza günü ne zaman geliyor, diyerek Peygamber'e "ceza
gününün ne zaman olacağını sorarlar. O gün onların ateş üzerinde imtihan"
azap "olunacakları gündür." O gün onlara şöyle denilecek: "Tadın
azabınızı", dünyada iken alay ederek "çabuk gelmesini
istediğiniz" azap "işte bu idi."
[5]
Bundan önce geçen Kaf
suresinin sonunda Allah, müşriklere çok açık ve kesin deliller getirmesine
rağmen, hâlâ onların haşri inkârda ısrar ettiklerini beyan ettikten sonra,
geriye ancak bu meseleyi imanla tekit ve takviye etmek kaldığından bu sure
imana vurgu yaparak söze başlamıştır:
"Tozutup savuran
rüzgârlara, sonra yük taşıyanlara, sonra kolayca akıp gidenlere, sonra işleri
taksim edenlere ki şüphesiz size vaadolunan elbette doğrudur. Şüphesiz din
günü mutlaka olacaktır." Allah burada hasrı ispat etmek için hareket eden
şeylere yemin etmiştir, çünkü haşirde toplama ve dağıtma vardır ki bunun da
ancak hareketle olması mümkündür. Allah tozu toprağı ve yer çekimi kanununa
uymayarak uçuşabilen her şeyi sürükleyip dağıtan rüzgârlara, çok miktarda suyu
taşıyan bulutlara, suyun yüzünde akıp giden gemilere, insanlar arasında
yağmurları ve rızıkları taksim eden meleklere yemin etti. Her meleğin özel bir
görevi vardı: Cebrail, peygamberlere vahiy getirir; Mikail, rızık ve rahmetle
görevlidir; İsrafil Sur'a üflemekle ve Azrail ruhları kabzetmekle
görevlidir.Allah gözle görülen ve gözle görülmeyip fakat şaşılacak tesirleri
olan kevnî hadiselere (tabiat olaylarına) yemin etmiştir ki insanlara
vaadedilen Allah'ın huzurunda toplanma ve kıyametin kopması mutlaka doğrudur,
yalan değildir, ceza ve mükâfat günü hiç şüphesiz mutlaka olacaktır.
Bu suredeki bu yemin,
önceki surede geçen "işte bu bize göre kolay olan bir haşirdir"
ayetinde bildirilen haşrin mutlaka olacağı ve bunun kolay olduğuna dair
verilen haberin bir tekididir. Bu yeminde, kendilerine bunca delil
getirildikten sonra Mekke mürikleri ve benzerlerinin hâlâ öldükten sonra
dirilmeyi inkâr ettiklerine ve bunda ısrarlı olduklarına işaret vardır.
Burada ve diğer
surelerde gelen yeminlerin hikmeti şudur: Araplar Hz. Peygamber (s.a.)'in
delillerinin kuvvetli olduğuna, münazara ve delil getirme konusunda üstün
olduğuna inanıyorlardı. Bundan dolayı Allah, Hz. Peygamber'in delilini
kuvvetlendirmek ve onların Rasulullah'm (s.a.) doğru olduğunu bilmeleri için
şerefli olan her şeye yemin etmiştir. Yine Araplar yalan yere edilen yeminlerin
beldeleri harap edeceğine ve yemin edene zarar vereceğine inanıyorlardı. Bu
sebepten Allah onların tasdik etmeleri ve tam iman etmeleri için yemin
etmiştir. Yine onlar biliyorlardı ki Rasulullah (s.a.) yalan yere yemin etmez.
Bu yeminlerinden sonra da onun başına bir kötülük gelmemiş, bilakis daha da
yücelmiş ve sebatı artmıştır. Bu da onun söylediklerinde doğru olduğunu
gösteren delillerdendir.
Sonra Allah'ın yaptığı
bu yeminlerin hepsi, O'nun öldükten sonra diriltme ve diğer hususlarda mutlak
bir kudret sahibi olduğunu gösteren delillerdir. Zira bütün bunları yaratan ve
onları dilediği gibi evirip çeviren hiç şüphesiz öldükten sonra diriltmeye ve
kıyamet günü varlıkları tekrar yaratmaya da kadirdir.
"Yollara sahip o
göğe and olsun, ki siz çelişkili bir söz içindesiniz. Ondan döndürülmüş olan
döndürülür." Burada "yollara sahip" manasına gelen
"zâtü'l-hubuki" kelimesidir. Buna şu üç mana verilmiştir:
1- Güzel,
zarif, düzgün ve pırıl pırıl gök manasına gelir. Gayet muhkem ve işçiliğini
güzel yapan için Arap bu fiili kullanır ve "Fekad habekte-hu ve
ihtebektehu" der.
2- Tarık
suresinin 11. ayetinde olduğu gibi "dönüş sahibi olan gök"
manasınadır.
3- Muhkem
yolları ve geçitleri olan gök manasına gelir ki bunlar yıldızların
yörüngeleridir. Nitekim Burûc suresi birinci ayetinde "Andolsun burçlara
sahip olan göğe" denilmektedir.
Ayrıca "muhkem
yapı" manası da verilmiştir.
Özet olarak ayetin
manası şöyledir: Muhkem yapılı, güzel ve zarif, sağlam yollara sahip o göğe
andolsun ki; ey Kureyş kâfirleri, siz Peygamber ve Kur'an hakkında kesinlikle
tutarsız, çelişkili ve kararsız bir tutum içindesiniz. Bazan Kur'an hakkında
"o şiirdir, sihirdir, kehanettir ve eskilerin masallarıdır"
diyorsunuz. Bazan Peygamber (s.a.) hakkında "O bir şâirdir, sihirbazdır,
kâhindir ve mecnundur" diyorsunuz. Bu Kur'an'dan ve ona iman etmekten,
ancak onu tekzip edenler döndürülür ve bu zaten kendisi dalâlette olan cahil,
anlayışı kıt kişiler nazarında revaç bulur. Çünkü onların bu sözleri batıldır.
Ancak Rasulullah (s.a.)'e iman etmeyenler, bu yüzden Kur'an'a da iman
edemezler. İşte onların bu sözlerinde çelişki vardır. Çünkü şâir olsun,
sihirbaz veya kâhin olsun, bunların zekâ, akıl ve idrake ihtiyacı vardır.
Mecnunun ise, zaten aklı yoktur.
"Kahrolsun o koyu
yalancılar ki onlar bir cehalet içinde kalmış gafillerdir. " Allah'ın
vaadi ve vaîdi (tehdidi) konusunda şüphe eden, çelişkili sözün sahipleri o
yalancılara lanet olsun. Onlar kendilerini çepe çevre kuşatan bir cehalet
içinde olan, emrolundukları şey ve gidecekleri yer konusunda şüphe ve inkâr
içinde bulunan gafillerdir.
Aslında bu, Abese
süresindeki "O kahrolası insan, ne nankördür o" (80/17) ayetinde de
dile getirildiği gibi onların helaki ve ölümü için bir bedduadır. Lanet etme
ve ilenme manasında da alınmıştır.
"Ceza gününün ne
zaman olacağını sorarlar. O gün onların ateş üzerinde imtihan olunacakları gündür."
Yani müşrikler yalanlamak için, alay ve inat olsun diye "Kıyamet günü ne
zaman?" diyerek sana sorarlar. Onlara de ki: O gün kâfirleri azap
olunacağı, cehennem ateşinde yakılacakları gündür.
Cehennemde görevli
melekler tarafından onlara şöyle denilir: "Tadın azabınızı, çabuk
gelmesini istediğiniz işte bu idi." Yani onlara "tadın azabınızı"
veya "ateşinizi" denilir. "Alay etmek için veya olmayacağına
inandığınız için acele ettiğiniz veya çabuklaştırılmasını istediğiniz azap
işte budur." denilir.
[6]
Bu ayetler şu
hususlara işaret etmektedir:
1- Yemin
edilen şeye tazim etmek. Bu ayetlerde ismi üzerine yemin edilenler şunlardır:
Etkili ve çok güçlü rüzgârlar, ağır yükler yüklenmiş bulutlar -ki bu ağırlıklar
rızıklann ve bereketlerin sebebi olan yağmurlardır- suyun yüzünde akıp giden
gemiler; yağmurları, rızıklan ve kulların işlerini taksim eden meleklerdir.
Allah dilediği zaman, dilediği bir iş için dilediği şeye yemin eder.
Şu husus
unutulmamalıdır: Bu sure gibi harflerle başlamayan bütün surelerde, üzerine
yemin edilen mesele mutlaka tevhid, peygamberlik ve ahiret âlemi gibi itikat
esaslarından biridir. Mesela Sâffât suresinde 4. ayette "Hiç şüphesiz
sizin ilâhınız tekdir." denilerek tevhide, Necm ve Du-ha surelerinde
"Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı, batıla da inanmadı." (Necm, 53/2);
"Rabbin seni terketmedi, darılmadı da" (Duha, 93/3) ayetlerinde
olduğu gibi Hz. Peygamber (s.a.)'in doğruluğuna yemin edilmiştir. Diğer
surelerde de üzerine yemin edilen şey öldükten sonra dirilme ve ceza günüdür.
Şu da dikkat
çekicidir. Beş surede Allah, cemi müennes salim (dişi çokluk) sığalanyla yemin
etmiştir: Sâffât suresinde vahdaniyyeti ispat etmek için duran cisimlere,
diğer dört surede haşri ispat için hareket eden eşyaya yemin etmiştir. Mesela
ve'z-zâriyât: Tozutup savuran rüzgârlara, ve'l-mürselât: Peşpeşe
gönderilenlere, ve'n-nâziât: Söküp çıkaranlara, ve'l-âdiyât: Koşanlara yemin
olsun, demiştir. Çünkü haşirde toplama ve dağıtma vardır, bunun da hareketle
olması lazımdır.
2- Hakkında
yemin edilen mesele ise haşir, öldükten sonra dirilme, ahiret, ceza, hesap,
sevap ve azap gibi konularda Allah'ın vaadinin doğru olduğudur.
3- Allah
ikinci defa bu surenin başında gayet sanatkârane yapıya sahip güzel, pürüzsüz
ve muhkem yollan olan göğe yemin etti. Zira müşrikler Allah hakkında çelişkili
ve çarpık bir görüş içindeler. Siz müşrikler yerin ve göklerin yaratıcısı
Allah'tır diyorsunuz, fakat onun yanında putlara tapıyorsunuz. Aynı şekilde
Peygamber hakkında da bir çelişki içindesiniz: Bazan "O mecnundur"
diyorsunuz, bazan "sihirbaz" diyorsunuz. Sihirbaz akıllı olur, mecnun
ise akıllı olmaz. Haşir, konusunda da çelişkidesiniz. Çünkü, haşir yok,
öldükten sonra asla hayat yok, diyorsunuz; sonra dönüp bu putlarınızın kıyamet
gününde Allah nezdinde size şefaatçi olacağını iddia ediyorsunuz. Müşrikler
buna benzer çelişkili sözler içindeler.
4- Allah'ın
ezelî ilminde ve hükmünde Kur'an'a ve Peygamber (s.a.)'e kendi irade ve
istekleri ile iman etmeyeceği bilinen insanlar, şimdi bunlara iman etmekten
döndürülürler.
5- "Biz
öldükten sonra diriltilmeyeceğiz diyen Allah'ın vaadi ve vaîdi hakkında şüphe
içinde bulunan o çelişkili ve tutarsız sözün sahibi yalancılara lanet
edilmiştir. Onlar bilmedikleri konuda yalan söylüyor ve diyorlar ki: Muhammed
mecnundur, yalancıdır, sihirbazdır, şairdir. Onların bir cehalet içinde
oldukları bellidir, kendilerine emredilen şeyden habersizdirler.
Bu onlara bedduadır,
çünkü Allah'ın lanet ettiği kişi helak olmuş, ölmüş mesabesindedir.
6- Mekke ve
diğer Arap müşrikleri hakka karşı kibirli, inat ve inkârlarında ısrarlı
idiler. İstihza ve inat olsun diye ve kıyamet hakkında şüphe içinde oldukları
için "Hesap günü ne zaman? "diye sormaları, onların bu halini ifade
eden hareketlerden biridir.
Allah onlara
"O, onların cehennem ateşinde yakılacakları gündür" diye cevap
verdi. Sonra Allah veya cehennemin görevli melekleri onlarla istihza ederek
azarlayarak şöyle diyecek: "Tadın azabınızı, çabuk gelmesini istediğiniz
işte bu idi."
[7]
15-16- Şüphesiz
müttakiler Rableri-nin kendilerine verdiğini almış olarak cennetlerde ve
pınarların başındadırlar. Çünkü onlar bundan evvel iyi amel edenlerden idiler.
17- Onlar gecenin az bir kısmında uyurlardı.
18- Seher vakitlerinde
onlar istiğfar ederlerdi.
19- Onların mallarında
dilenenin ve yoksulun da bir hakkı vardır.
20- Arzda, Allah'a
iman edenler için
21- Kendinizde de.
Görmüyor musunuz?
22- Gökte de rızkınız
ve size vaade-dilen şeyler vardır.
23- İşte göğün ve
yerin Rabbine yemin olsun ki o vaadolunduğunuz şeyler, tıpkı sizin
konuştuğunuz gibi haktır.
"Gökte de
rızkınız..." ifadesi mecaz-ı mürseldir; "rızık" denilmiş,
"yağmur" murad edilmiştir. Çünkü yağmur, yerden rızıklann çıkmasına
sebeptir.
"... göğün ve
yerin Rabbine yemin olsun ki o vadolunduğunuz şeyler ... haktır" ayetinde
verilen haber "yemin" ile, "tekit nunu" ve "lâm"
ile güçlendirilmiştir. Bu, "tekid-i inkâri" çeşidindendir, çünkü
muhatap bunları inkâr etmektedir.
[8]
"Şüphesiz müttakiler
Rablerinin kendilerine verdiğini" memnuniyetle kabul etmiş ve "almış
olarak cennetlerde ve" o bahçelerde akan "pınarların başındadırlar.
Çünkü onlar bundan evvel" daha dünyada iken "iyi amel edenlerden
idiler." ve o amelleri sebebiyle bu cennetleri hak ettiler.
"Onlar gecenin az
bir kısmında uyurlardı." çoğunda namaz kılarlardı.
Gecenin çoğunu
ibadetle geçirmiş olmalarına rağmen kendilerini yine de birşey yapamamış
sayarak "Seher vakitlerinde onlar" ya Rabbi bizi affeyle diye
"istiğfar ederlerdi."
"Onların
mallarında" el açarak, isteyerek "dilenenin ve" iffetinden dolayı
dilenmediği için zengin zannedilerek mahrum kalan "yoksulun da", sırf
insanlara acıdıkları ve Allah'a yakın olmak istedikleri için onlara verilmek
üzere kendilerini mecbur ettikleri "bir hakkı vardır."
"Arzda"
bulunan dağlar, denizler, ağaçlar, meyveler, madenler, bitkiler, insan, cin,
canlılar ve diğer varlıklarda "Allah'a" yakınî, tam manasıyla kesin
imanla "iman eden" ve Onun rızasını kazandıracak yola giren "ler
için" Allah'ın kudretine ve birliğine delâlet eden "ayetler vardır.
Kendinizde" yani sizin yaratılışınızda ve terkibinizde "de" aynı
şekilde birtakım ayetler vardır. Sizi Allah'ın yaratıcılığına ve kudretine
alıp götürecek ibret alıcı, düşünen bir gözle bunlara bakıp "görmüyor
musunuz? Gökte" yani bulutlarda "da rızkınız", rızkınızın
yerden bitip gelişmesine sebep olan yağmur "ve size vaadedilen"
hayır, şer, sevap, ceza gibi "şeyler vardır. İşte o göğün ve yerin Rabbine
yemin olsun ki o vaadolunduğunuz şeyler tıpkı konuştuğunuz" dan,
konuşabilir bir varlık olduğunuzdan şüphe etmediğiniz "gibi haktır."
olacaktır.
[9]
"Onların
mallarında dilenenin..." ayetinin (19. ayet) nüzul sebebi ile ilgili
olarak İbni Cerîr ve İbni Ebî Hâtem'in Hasan bin Muhammed bin el-Hanefiyye'den
rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) bir seriyye (müfreze) gönderdi. Bu
seriyye hadefi vurdu ve ganimet aldı. Müfreze bu görevi tamamlayıp ganimeti
taksim ettikten sonra bir grup geldi onlardan mal istediler. Bunun üzerine
"Onların mallarında dilenenin ve yoksulun da bir hakkı vardır" ayeti
indi. İbni Kesir der ki: Bu hadiseye bakılırsa ayetin Medine'de inmiş olması
gerekir, halbuki öyle değildir. Ayet Mekkî'dir, ancak hükmü daha sonraki
zamana da şamildir.[10] İbni
Abbas'a göre maldaki bu hak zekâttan hariç, akrabayı görüp-gözetmek için veya
misafire ikram için veya yolda kalmış zayıfı taşımak (imkânı olmayan yolda
kalmışa ulaşım imkânı sunmak) veya bir yoksulun ihtiyacını gidermek için konulmuş
bir haktır. İbnül Arabî de: "Çünkü bu sure Mekkî'dir, halbuki zekât
Medine'de farz kılındı." diyerek bu görüşü desteklemektedir.
[11]
Allah Tealâ önceki
ayetlerde öldükten sonra dirilmeye inanmayan, Muhammed (s.a.)'in
peygamberliğini inkâr eden, Allah Tealâ ile beraber başka putlara ibadet eden
insanların halini aktardıktan sonra burada da mümin ve müttakilerin halini ve
onların ahirette alacakları mükâfatı beyan etmek istedi.
[12]
"Şüphesiz
müttakiler Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak cennetlerde ve
pınarların başındadırlar." Yani Rablerinden korkanlar, emirlerini yapıp
yasaklarından kaçınarak kendilerini Allah'ın azabına maruz bırakacak şeylerden
sakınanlar, o şakî ve facirlerin maruz kaldığı azabın, zilletin aksine onlar,
Rablerinin kendilerine verdiği her şeyi memnuniyetle kabul etmiş olarak, O'nun
ihsan ve ikramlarına karşı sevinçle, içinde akar sular bulunan cennet
bahçelerinde olacaklardır. Ayette geçen "almış" kelimesi,
Zemahşerî'nin de zikrettiği gibi "memnuniyetle kabul edenler"
demektir. Nitekim Tevbe suresinin 104. ayetinde bu manada "sadakaları
alan" denilmektedir ki "kabul eden" demektir. Bir görüşe göre de
"almak", "mülk edinmek" manasınadır. Meselâ "Bunu
kaça aldın?" derken "Buna kaça malik olabildin?" kastedilir.
Sanki müttakiler o cennet nimetlerini malları ve canları karşılığında satın
almışlar gibidir. Her halükârda burada "almak" kelimesininde, dünyada
iken yaptıkları güzel ibadetlerinin ve kusursuz itaatlerinin mukabili olarak
ilâhî ikramı en güzel şekilde kabul ettiklerine işaret vardır. İşte bundan
dolayı Allah "Çünkü onlar bundan evvel iyi amel edenlerden idiler."
sözü ile bunun sebebini açıklamıştır. Çünkü onlar dünyada iken salih ameller
konusunda titizlik gösterirler ve bu konuda Allah'ın murakabesini unutmazlardı.
"Geçmiş günlerde (dünyada) takdim ettiğiniz (iyi ameller)in karşılığı
olarak afiyetle yiyin, için." (Hakka, 69/24) ayetiyle de buna işaret
edilmiştir.
Sonra Allah onlara
ihsanda bulunmasının sebeplerini şu şekilde açıklamıştır:
"Onlar gecenin az
bir kısmında uyurlardı." Yani gecenin az bir zamanını uyku ile geçirirler
çoğunda namaz kılarlardı. "Seher vakitlerinde de onlar istiğfar
ederlerdi." Yani gecenin son kısmında "Ya Rabbi bizi affeyle bize
rahmet eyle" diyerek dua ederlerdi. Allah onları, gecenin çoğunu te-heccüd
kılarak ihya eden, seher vaktine geldiklerinde de sanki geceyi hep isyan içinde
geçirmişler gibi istiğfara başlayan kişiler olarak anlattı. Kerîm insanın hali
işte budur: Her çeşit fazileti en güzel şekilde yapar sonra bunu az görür, özür
diler. Leîm (düşük, alçak) insanın hali de bunun aksinedir. Azıcık bir şey
yapar, sonra bunu başa kakar ve çok görür. Hasan Basrî bu ayeti şöyle tefsir
etmiştir: Onlar namazlarını seher vaktine kadar uzatırlar, sonra seherde
istiğfara başlarlar.
Sahih hadis kitapları
ve diğerlerinde, sahabeden bir grup Rasulullah (s.a.)'in şöyle dediğini
nakleder: "Allah her gece, gecenin son üçte biri kalıncaya kadar dünya
semasına iner ve şöyle nida eder: Var mı tevbe eden, tev-besini kabul edeyim;
var mı af isteyen, onu af edeyim; var mı isteyen, istediğini vereyim? Fecre
kadar böyle devam eder."
Tefsir alimlerinin
çoğu, Yakub (a.s.)'ın oğullarına söylediği ve Allah'ın onun lisanından haber
verdiği "Sizin için Rabbimden af dileyeceğim" (Yusuf, 12/98) ayetini
"onları seher vaktine bıraktı" diye tefsir etmişlerdir.
Allah, onların bedenî
bir ibadet olan namazı çokça kıldıklarını beyan ettikten sonra onların malî
ibadetleri de eda ettiklerini açıklarken şöyle buyurdu:
"Onların
mallarında dilenenin ve yoksulun da bir hakkı vardır", Yani onlar
mallarının muayyen bir kısmını, iyilik ve yardım olmak üzere fakirlere ve
muhtaçlara ayırmışlardır. Bu ayetteki "sâ'il=dilenen", istemekten
çekinmeyen fakir demektir. "Mahrum=yoksul" ise vakarından dolayı istemeyen,
bu sebepten dolayı da insanların zengin sanıp sadaka vermediği fakir kişidir.
Buhari ve Müslim'in
Sahih 'lerinde rivayet ettikleri hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Miskin (fakir), kapı kapı dolaşan bir-iki lokmanın, bir-iki hurmanın
savuşturduğu kişi değildir. Miskin, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan,
fakat bu hali farkedilmediği için kendisine sadaka da verilmeyen
kişidir." İbni Cerir, ibni Hıbban ve İbni Merduveyh'in Ebu Hüreyre'den
rivayet ettikleri bir başka lafızda da Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur.
"Miskin, bir-iki hurma bir-iki yiyeceğin savuşturduğu kişi değildir."
Denildi ki: "O halde kimdir miskin?" Rasulullah (s.a.) de: "Miskin,
ihtiyacını giderecek bir şeyi olmayan, durumu bilinmediği için sadaka da
verilmeyen kişidir. İşte ayetteki "mahrum" budur."
buyurmuşlardır.
Dilenenin, isteyenin
hakkı vardır. Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud'un Hz. Hüseyin'den rivayet
ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) "İsterse at üzerinde gelsin, dilenenin
hakkı vardır." buyurmuştur.
Meşhur manasıyla bu
"hak", şer'an bilinen miktardır ki o da zekâttır. İbni Abbas'ın
"Zekât bütün sadakaları neshetmiştir" sözüne dayanarak İb-nü'1-Arabî,
Cessas ve diğerlerinin tercih ettiği görüş de budur. Muhammed bin Şîrîn ve
Katâde de buradaki "hak"tan maksat farz olan zekâttır, demiştir.
Kurtubî şöyle der: Bu ayette en kuvvetli olanı, bunun zekât manasına oluşudur.
Çünkü Allah, Meâric suresinde "Mallarında dilenci ve yoksul için belli bir
hak tanıyanlar" (70/24-25) buyurmuştur. Bu belli hak; dinin, miktarını,
cinsini ve vaktini açıkladığı zekâttır. Zekâtın dışındaki sadakalar ise
belirlenmiş değildir; onların ne miktarı, ne cinsi, ne de vakti
belirtilmemiştir.[13]
Ebu Hüreyre'nin
Rasulullah (s.a.)'den naklettiği şu hadis-i şerif de bunu
kuvvetlendirmektedir: "Malın zekâtını verdiğin zaman o konuda üzerine farz
olanı eda etmişsindir." Cessas da: "İşte bu rivayetler "belli
bir hakk"ı zekât diye tefsir edip, mal sahibinin üzerine zekâttan başka
bir" hakkın farz olmadığını söyleyenlerin delil getirdiği rivayetlerdir.[14]
demiştir.
Münzir bin Said de:
"Bu hak farz olan zekâttır" demiştir.
Ayetteki
"hakk"m "zekât" olarak anlaşılması doğrudur ve bu cumhurun
görüşüdür. Ancak sure Mekkî'dir ve zekât Medine'de farz kılınmıştır.
"Hak" zekât diye tefsir edildiği zaman bu sadece bazıları için medih
sıfatı olmaz, çünkü her müslüman malının zekâtını aynı şekilde verir. Anlaşılan
o ki bu ayette kastedilen şey zekâtın dışındaki iyilik ve yardım maksadıyla
verilen diğer sadakalardır. Birisi İbni Ömer'e bu "hak"tan ne
kastedildiğini sordu. O da: "Zekât ve onun haricindeki haklardır."
diyerek genelleştirdi.
Malda zekâttan başka
bir hak daha vacibdir, diyenler, Şa'bî'nin Fatı-ma binti Kays'tan rivayet
ettiği şu hadisi delil getirdiler: Fatıma "Ya Rasu-lallah (s.a.) malda
zekâttan başka bir hak var mıdır?" diye sordu. Rasulullah (s.a.) da şu
ayeti okudu: "İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz
değildir. Lakin iyilik (o kimsenin iyiliğidir ki) Allah'a ahiret gününe,
meleklere, kitaplara, peygamberlere iman eder. Malı çok sevmesine rağmen
yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve kölelere
verir, namazı kılar, zekâtı verir..." (Bakara, 2/177). Bu ayette zekât
yakınlara, yetimlere, yoksullara... verilen maldan sonra zikredilmiştir.
Öyleyse malda zekâttan başka hak vardır.
Sonra Allah arzdaki
delillerle haşrin mutlaka gerçekleşeceğini vurgulayarak şöyle buyurdu:
"Arzda, Allah'a iman.edenler için ayetler vardır." Yani dağlar,
vadiler, çöller, nehirler, denizler gibi arzın ana parçalarında, bitkilerin ve
hayvanların çeşit çeşit oluşunda, insanların ayrı ayrı renk ve dillerde
oluşunda, her birinin farklı irade ve kuvvelerde yaratılmış olmalarında akıl ve
idraklerindeki farklılıkta ve bedenlerinin terkibindeki akıllara durgunluk
veren yapıda Allah'a iman edenler için yaratıcının azametinin ve kudretini
gösteren açık deliller ve alâmetler vardır. Çünkü onlar Allah'ın kudretini
kabul eden ve bu hususta tefekkür edip istifade eden kişilerdir.
"Kendinizde de.
Görmüyor musunuz?" Yani sizin bizzat kendinizde de Allah'ın birliğini ve peygamberlerin
getirdiğinin doğruluğunu gösteren deliller vardır. Basiret gözü ile, ibret
nazarı ile teemmül ve tefekkürle bakmıyor musunuz? Ta ki bu yolla o rızık
veren, yaratan ve ülûhıyyet sıfatıyle tek muttasıf olan Allah'ı bulaşınız.
Çünkü sizler tesadüfen ve kendiliğinizden yaratılmış değilsiniz. Sizi her şeye
kadir olan, öldükten sonra diriltmeye ve yeniden hayat vermeye kadir olan
Allah yarattı. Milyonlarca hücreden oluşan beyin, iştime, görme, dokunma,
tatma, koklama duyuları, kan deveranı, teneffüs, hazım ve boşaltım organları...
Bütün bunlar düşünen için birer ikna edici delildir. Bunları gerçekten ancak
müminler, müttakiler düşünürler. Diğerleri ise bunları sadece kendi halinde
oluşan maddî gerçekler diye yorumlarlar.
Sonra Allah, bütün
canlıların rızkına kefil olduğunu bildirerek şöyle buyurdu:
"Gökde de
rızkınız ve size vaad edilen şeyler vardır." Yani rızıklann takdir ve
tayini, size vaad olunan hayır ve şer, cennet ve cehennem, ceza ve mükâfat
hepsi göktedir. Yağmur indiren bulutlar göktedir. Güneş, ay, yıldızlar gibi
nzıklara sebep olan varlık hep göktedir. Çünkü güneşin değişik yerlerden
doğup-batmasıyla değişik mevsimler meydana gelir. Mevsimlerin değişmesi,
yağmurlarla sulanan mevsime uygun çeşit çeşit bitkilerin çıkmasına sebep olur.
Bulutları sürükleyen rüzgârlar, ısısı ile bitkileri besleyen güneş, nuru ile
onları geliştirip olgunlaştıran, kuvvetlendiren ay... Bunlar hep göktedir.
Sonra Allah öldükten
sonra dirilmenin hak olduğuna ve rızıkların kefili olduğuna dair yemin ederek
şöyle buyurdu:
"İşte göğün ve
yerin Rabbine yemin olsun ki o vaad olunduğunuz şeyler, tıpkı sizin
konuştuğunuz gibi, haktır." Yani Allah'a yemin olsun ki bu ayetlerde size
haber verdiğim ve kıyamete dair size vaad ettiğim öldükten sonra dirilme, hesap
gibi hususlar, rızıkların kolaylaştırılması ve kefalet altında olması hepsi hiç
şüphesiz haktır, mutlaka olacaktır. Öyleyse konuştuğunuz zaman konuşmanızda
nasıl şüphe etmiyorsanız, ahiret meselesinde de hiç şüphe etmeyin, o haktır,
olacaktır. Nasıl ki sen konuşuyorsun, görüyorsun ve işitiyorsun, bunda şüphen
yok, ahiret de öyledir. Muaz bin Cebel yanındakine bir şeyden bahsederken onu
inandırmak için "Sen nasıl şimdi buradasın, işte o da öyle haktır."
der idi.
İbni Cerir İbni Ebî
Hâtem ve İbni Adiy, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini naklederler: Bana
ulaştığına göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Öyle kavimler var ki
Allah onları helak etsin, Rableri kendileri için yemin etti de, yine de iman
etmediler."
Asma'î şöyle anlatır:
Basra dışından geliyordum, genç bir deve üstünde bir bedevî ile karşılaştım.
Bana "Kimsiniz?" dedi. Ben de "Asma'î oğullarından" dedim.
"Nereden geliyorsun?" dedi. "Allah'ın kelâmının okunduğu bir
yerden." dedim. O "Bana oku." dedi. Ben de
"Vezzâriyât"ı okudum. "Gökde de rızkınız..." ayetine
geldiğim de "Yeter." dedi. Hemen kalktı devesine gitti, onu kesti,
insanlara dağıttı. Kılıcını, yayını aldı, onları kırdı ve çekip gitti. Harun
Reşid ile hacca gittiğimde tavaf ediyordum. Birisinin cansız bir sesle bana
seslendiğini farkettim. Döndüm baktım ki o bedevî, zayıflamış, saranp solmuş.
Selâm verdi, sureyi okumamı rica etti. Yine aynı ayete geldiğimde yüksek sesle
"Rabbimiz, vaad ettiğini hak bulduk." diye bağırdı. "O göğün
Rabbine yemin olsun ki" ayetine geldiğimde "Yâ sub-hanallah! Celîl
olan Allah'ı, yemin edecek kadar gazablandıranlar kimdir? Sözünü tasdik etmeyip
onu yemin etmeye mecbur edenler kimdir?" diye bağırdı. Üç defa bunu tekrar
etti. Üçüncüsünde ruhunu teslim etti.[15]
Eş'arîlerin de buna
benzer bir kıssası vardır: Elçilerini Hz. Peygam-ber'e gönderdiler. O
Rasulullah (s.a.)'in yanında "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı
Allah'a ait olmasın" (Hud, 11/6) ayetini duyunca: "Allah'ın nezdinde
Eş'arîler, bu hayvancıklardan daha değersiz değildir herhalde." diyerek Rasulullah'la
hiç konuşmadan geri dönüp gitti.
[16]
Bu ayet-i kerimeler şu
hususlara işaret etmektedir:
1- Takva
sahiplerinin varacağı yer, içinde akar sular bulunan, son derece dinlendirici
bahçelerdir. Onlar orada, Rablerinin kendilerine ihsan ettiği mükâfatlar ve
çeşitli ikram ve ihsanlardan dolayı sevinçten gözleri pırıl pırıl, bu ikramdan
son derece memnun bir halde olacaklar. Yukarıda geçen ayetlerde açıklandığı
gibi, kâfirlerin varacağı yerin cehennem ateşi olmasına mukabil müttakilerin
yeri cennet olacaktır.
2- Müttakilerin
(takva sahiplerinin) bu ayetlerde zikredilen özellikleri, cennete girmeden önce
dünyada farzları eda etmeleri ve amelleri güzel yapmalarından ibarettir.
Onların şu üç şeyi eksiksiz yaptıkları görülmektedir: Gecenin bir bölümünde
azıcık uyuduktan sonra teheccüd kılmaları, fecre yakın seher vaktinde
günahlarından tevbe etmeleri, mallarının üzerinde bir hak olan farz zekâtı ve
bir iyilik ve ihsan olmak üzere nafile sadakaları eda etmeleridir. Burada mal
onlara nispet edilirken, bir başka yerde "Allah'ın size rızık olarak
verdiğinden harcayın." (Yasin, 36/27) buyrularak Allah'a nispet
edilmiştir. Çünkü o ayet Allah yolunda harcamayı teşvik içindir. Halbuki bu
suredeki ayet müttakilerin yaptıklarını medih sadedindedir. Kaldı ki, harcamaya
mani olan hırsı onlara hatırlatmaya zaten ihtiyaç yoktur.
3- Yeri,
göğü ve insanı yaratması, Allah'ın öldükten sonra insanları tekrarı diriltmeye
kadir olduğunu gösteren delilerden bazılarıdır. Meselâ yeryüzünde O'nun sonsuz
kudretini gösteren alâmetler vardır. Kupkuru hale geldikten sonra bitkileri
tekrar yeşillendirmesi, canlılar için hayatî önem taşıyan rızıklarm takdir ve
tayin edilmesi bunlardan bazılarıdır. Ayrıca çeşitli ülkelerde dolaşırken
gördükleri, peygamberlerini yalanladıkları için helak edilen geçmiş ümmetlere
ait kalıntılar da Allah'ın kudretine delâlet eden hususlardan biridir. Bu
alâmetlerden ancak müminler yararlanır ve ancak onlar bunlar üzerinde tefekkür
eder. Rablerini tanıyanlar, tev-hid akidesine sahip olanlar, peygamberlerinin
sözlerini tasdik edenler yine ancak onlardır.
İnsanın yapısında da
yine düşünen müminler için birtakım ayetler (Allah'ın varlığına delâlet eden
işaretler) vardır: Bedenin şu hayret veren terkibi, ruhla cesedin birlikteliği,
akıl ve gönül, irade... Bu sebepten dolayı hemen ayetin sonunda "görmüyor
musunuz" denildi. Yani insanların, Allah'ın kudretinin kâmil olduğunu
anlamaları için kalp gözleri yok mu? İşte bu enfüsî (iç âlemle ilgili) delile
bir işarettir. Şu ayet de aynı hususu ifade etmektedir: "Onlara
ufuklardaki ve kendilerindeki ayetlerimizi göstereceğiz." (Fussilet,
41/53).
Rızık sebepleri
göktedir: Yağmur. Bitkiler o sebeple biter, canlılar onunla yaşar. Beşere vaad
edilen hayır ve şerrin, cennet ve cehennemin, ceza ve mükâfatın takdiri de yine
orada yapılır.
Bu üç ayette güzel bir
tertip vardır: Allah önce yeryüzünü zikretti -ki o mekândır- sonra onu ihya
etti ve insanla orayı sevimli hale getirdi sonra da insanın devamlılığını
sağlayan rızkı zikretti.
4- Öldükten
sonra diriltmesi, rızkı gökte yaratması, insan ve hayvan, bütün canlıların
rızkını takdir etmesi... Allah yeminle söyledi ki bütün bunlar haktır. Sonra
bunu "... tıpkı sizin konuştuğunuz gibi" sözüyle tekit etti. Yani
nasıl ki insan kolayca konuşuverme hareketinin varlığını idrak edebiliyorsa,
aynı şekilde bu haber verilen gerçekler de öyle idrak edilebilir. Allah burada
diğer duyuların arasında özellikle konuşmayı misal verdi. Çünkü diğerlerini
anlamakta belki bir yanılma olur, ama bunda olmaz.
Bu üçüncü yemindir:
Allah daha önce arzda meydana gelen hadiselerden rüzgârlara, sonra
"yollara sahip o göğe andolsun" sözü ile semaya yemin etmişti.
Burada da "yerin ve göğün sahibine" diyerek kendi yüce zatına yemin
etti. Bu gayet makul ve kusursuz bir tertiptir: Kişi önce basit şeylere yemin
eder, kendisini tasdik etmezlerse, daha yüksek değerlere yemin eder.
[17]
24- İbrahim'in ikram
olunmuş misafirlerinin haberi sana geldi mi?
25- Hani bunlar onun
yanına girmişlerdi de "Selâm" demişlerdi. (O d*0 "Selâm, tanınmayan bir
zümre" demişti.
26- Hemen ailesine gidip, semiz bir dana getirdi de
27- Bunu onlara
yaklaştırdı, 'Yemez misiniz" dedi.
28. Derken içine
onlardan gU1 bir korku ǰktü- "Korkma? dediler ve ona çok bilgin bir oğul müjdelediler.
29" Bunun üzerine
eŞ1 bir feryad içinde gelip (elini)
yüzüne vurdu ve do^urmaz bir
kocakarıyım!)"
30" Onlars
"Öyledir, Rabbin buyurdu. Çünkü °»
hüküm ve hikmet sahibi olan» hakkıyla
bilendir." dediler. ibrahim:
"Ey gönderilmişler, gö- reviniz nedir?1 dedi.
32- Onlar: "Biz
günahkâr bir kavme gönderildik."
dedüer.
33, 34-"Onların
üzerine çamurdan taşlar atmamız için ki
(bu taşlar) aşırı gidenler için Rabbin katında işaretlenmiştir."
35- Derken orada
müminlerden kim varsa çıkardık.
36- Fakat orada müslümanlardan bir evden
başkasını da bulamadık.
37- Orada elem verici azaptan korkanlar için bir
alâmet de bıraktık.
"İbrahim'in
ikram, olunmuş misafirlerinin haberi sana geldi mi" ayetinde bir merak
uyandırma, anlatılacak haberi gözde büyütme üslûbu vardır.
"Tanınmayan bir
zümre", "doğurmaz bir kocakarı" cümlelerinde hazif ile icaz
yapılmıştır, "Siz tanınmayan bir zümresiniz", "ben doğurmayan
bir kocakarıyım" demektir.
[18]
Allah peygambere
hitaben "ibrahim'in ikram olunmuş misafirlerinin haberi sana geldi
mi?" buyurdu. Ayette "misafir" kelimesi aslında masdar-dır. Bu
sebeple "oruç" ve "yalan" kelimeleri gibi hem tek kişi, hem
de cemaat için kullanıldığından "misafirler"denilmiştir. Gelen bu
meleklerin sayısı hakkında birkaç rivayet vardır: Cebrail, Mikail ve İsrafil
olmak üzere üçtür, denildiği gibi onuncusu Cebrail olmak üzere dokuz idi, veya
hepsi on iki idi, gibi rivayetler de vardır. Bunlara "misafir"
denilmesi, misafir kılığında geldikleri içindir. "İkram olunmuş"
denilmesi ya "Bilakis ikrama mazhar olmuş, kullardır." (Enbiya,
21/16) ayetinde de ifade edildiği gibi zaten yüceltilmiş oldukları içindir
veya İbrahim'in ve hanımının onların hizmetine koşarak çabuk tarafından sofra
hazırlayıp ikram etmelerinden dolayıdır. "Hani bunlar onun yanına
girmişlerdi de "Selâm" demişlerdi." İbrahim (a.s.) da onları
tanımadığı için kendi kendine "Selâm, tanınmayan bir zümre, demişti."
Bir görüşe göre de misafire söylenmesi hoş olmayan bu sözü tanışmak için böyle
söylemişti.
"Hemen"
misafirlere farkettirmeden "ailesine gidip" veya gizlice söyleyip
"semiz bir dana" kızartarak "getirdi de bunu" önlerine
koyup "onlara yaklaştırdı. Yemez misiniz, dedi." Zemahşerî şöyle
dedi: Misafirin engel olmaması ve "zahmet etmeyin" dedirtmemesi için
ev sahibinin ikram için yaptığı hazırlıkları gizlice yapması ve bunu misafire
hissettirmeden çabuk tarafından hazırlaması misafir ağırlama adabındandır.
Misafirlerin yemediğini
görünce, onların pek hayırlı bir iş için gelmediklerini zannederek
"derken içine onlardan gizli bir korku çöktü", ama bunu onlara
açmadı. Misafirler İbrahim'e "Korkma" biz Allah'ın elçileriyiz
"dediler ve ona çok bilgin bir oğul müjdelediler" ki Hud suresinde
bildirildiği gibi bu İshak (a.s.) idi.
Hanımı Sara evin bir
köşesinde onlara bakıyordu, İbrahim'e onların bu müjdesini duyunca "bunun
üzerine eşi bir feryad içinde" bağırarak "gelip" ellerini
"yüzüne vurdu ve" ben daha önce hiç çocuk dünyaya getirmemiş
"doğurmaz bir kocakarı"yım "dedi." O sırada İbrahim (a.s.)
yüz veya yüz yirmi yaşında, hanımı da doksan dokuz yaşında idi.
"Onlar," bu
iş müjdelediğimiz gibi "öyledir, Rabbin buyurdu," bu Rab-bin sözüdür,
biz sadece haber veriyoruz, "çünkü O, hüküm ve hikmet sahibi olan,
hakkıyla bilendir" dediler."
İbrahim (a.s.) onların
melek olduklarını öğrenince, çok önemli bir iş olmadıkça da toplu halde
inmeyeceklerini bildiği için, geliş sebebini öğrenmek maksadıyla "ey
gönderilmişler, göreviniz nedir? dedi. Onlar "biz günahkâr bir
kavim" olan Lût kavmine "onların üzerine çamurdan" ateşte pişirilmiş,
"aşırı gidenler için Rabbin katında işaretlenmiş taşlar atmamız için
gönderildik, dediler."
"Derken
orada" yani Lût kavminin beldesinde Lût'a inanan "müminlerden kim
varsa" diğerlerini helak etmek kastıyla onları "çıkardık. Fakat orada
müslümanlardan bir evden başkasını da bulamadık" Bu evde bulunanlar Lût,
iki kızı ve Lût'u kalpleriyle tasdik edip salih amel yapanlardır. Ancak eşi
bunlar arasında değildir.
Bu ayetlerde geçen
"müminlerden, müslümanlardan" kelimelerinden "iman" ve
"İslâm" kelimelerinin aynı manada olduğu neticesi çıkarılmıştır.
Ancak -Beyzavî'nin de dediği gibi- bu zayıf bir istidlaldir. Çünkü burada
maksad hem "iman", hem "islam" sıfatının onlarda
toplandığını ifade etmektir. Fakat bu, her ikisinin de aynı manada olmasını
gerektirmez.
O, Lût kavmini helak
ettikten sonra "orada elem verici azaptan korkanlar için" helak olup
gittilerini gösteren "bir alâmet de bıraktık" ki ibret alsınlar da onların
yaptıklarını yapmasınlar.
[19]
Allah, Mekke
müşriklerinin öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiklerini açıkladıktan sonra,
diğer peygamberlerden de kendisi gibi eza görenlerin bulunduğunu beyan ederek
Rasulullah (s.a.)'in kalbini teselli etmiştir: Onlar da kavimleri tarafından
ezaya maruz kalmışlardı, onların kavimleri de peygamberlerinin davetine icabet
etmemişlerdi. İbrahim (a.s.), peygamberlerin atası olduğu ve Rasulullah (s.a.)
de onun yolunda bulunduğu için Hud ve Hicr surelerinde İbrahim (a.s.)'ın
kıssasından bahsedildikten sonra burada da Allah onun kıssası ile söze
başladı. Maksat İbrahim (a.s.)'m misafirleri ile aralarında geçen hadiseyi
anlatarak ve sapıklıkta olan günahkârların üzerine taş yağdırdığını beyan
ederek Hz. Peygamber'in kavmini uyarmaktır. Ta ki Kureyş kâfirleri ve kıyamete
kadar gelecek benzerleri bundan ders ve ibret alsınlar. Sonra İbrahim,
misafirlere geliş sebebini ve görevlerinin ne olduğunu sordu. Onlar da,
çamurdan pişirilmiş herbirinin üzerinde onlar (Lût kavmi) için hazırlandığını
gösteren işaretler bulunan taşlarla Lût kavmini helak etmek üzere
gönderildiklerini bildirdiler.
[20]
"İbrahim'in ikram
olunmuş misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani bunlar onun yanına
girmişlerdi de "Selâm" demişlerdi. (O da) "Selâm, tanınmayan bir
zümre!" demişti." Yani Allah katında ikrama nail olmuş, İbrahim
(a.s.)ın şerefli melek misafirleriyle aralarında geçen kıssanın haberi sana
ulaştı mı? Onlar İbrahim (a.s.)'a insan suretinde geldiler. Lût kavmine
gidiyorlardı. İçeri girdiklerinde "Selâm" diyerek İbrahim (a.s.)'ı
selâmladılar. O da onların selâmından daha güzel, kararlılığa delâlet eden bir
selâmlama ile cevab verdi: "Selâm size olsun, siz daha önce tanımadığım
bir grubsunuz, siz kimsiniz?" dedi. Bir rivayete göre İbrahim (a.s.) bunu
kendi içinden geçirdi, onlara söylemedi. Çünkü bu melekler -ki onlar Cebrail,
Mi-kâil ve İsrafil idi- İbrahim (a.s.)'a heybetli, azametli ve yakışıklı
gençler suretinde gelmişlerdi.
Allah, bir taraftan
Arapları tehdit etmek, kötü akibetle onları korkutmak ve onlara nasihat etmek
için; diğer tarftan da kıssanın şanını yüceltmek, dikkatleri çekmek ve
kavminin kendisine yaptıklarına karşı Rasulul-lah (s.a.)'e bir teselli vermek
için "gelmedi mi?" diyerek söze bir soru ile başladı ve
"İbrahim'in misafirleri" diyerek onları İbrahim (a.s.)'a nispet edip
onlar için sadece "misafir" sıfatını kullandı.
Misafire ikram
sünnettir. Ahmed bin Hanbel ve bir grup âlim ise bunun vacib olduğu
görüşündedirler.
İbrahim (a.s.)'ın misafirleri
onu "selâmen" kelimesinin nasbi ile "selâm" diyerek
selâmladılar. O da selâmlamanın en faziletlisini seçerek "se-lâmun"
kelimesinin ref i ile cevap verdi. Çünkü ref (ötre) devama ve istikrara
delâlet ettiği için nasb (üstün) dan daha kuvvetli ve daha sabittir. İbrahim
(a.s.)'ın haline münasib olan ve şanına yakışan, "tanınmayan bir
zümre" sözünü onların yüzüne karşı söylememiş olmasıdır. Belki bunu içinden
geçirmiştir.
"Hemen ailesine
gidip semiz bir dana getirdi de bunu onlara yaklaştırdı "yemez
misiniz" dedi." Yani misafirlerinden gizli olarak hızlıca ailesine
gidip Hud suresinde "hemen beklemeden kızartılmış bir buzağı
getirdi." (Hud, 69) ayetinde de işaret edildiği gibi kızgın taş üzerinde
kızartılmış semiz bir dana getirdi ve onlara takdim etti. Bunu onlara
yaklaştırıp önlerine koyduktan sonra nazik ve kibar bir üslûpla onları teşvik
ederek "yemez misiniz" dedi.
Bu ayet-i kerime,
birtakım misafir ağırlama adabından bahsetmektedir: İbrahim (a.s.) hiç
farkettirmeden, çabuk ve bir ön teklif yapmaksızın yemeği getirdi. Çünkü o çok
cömert ve ikramı seven biri idi. Sonra malının en kıymetlisi genç, semiz ve
kızartılmış bir dana getirdi. Çünkü mallarının çoğu sığır cinsi idi. Sonra bunu
onların önüne koydu ve "yemez misiniz" diyerek tatlı bir üslûp ile
onları davet etti. Fakat onlar yememediler; çünkü melekler yemezler içmezler.
"Derken içine
onlardan gizli bir korku çöktü." Yani onlar yemeğe uzak durup yemeyince
içine bir korku düştü. Çünkü âdet olduğu üzere misafirin yemek yememesi bir
kötülükten dolayıdır, zira kim bir insanın yemeğinden yerse ikram sahibi
kendini onun tarafından emniyette hisseder. Bu sebeple İbrahim (a.s.), Hud
suresi 70. ayette denildiği gibi "Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce
onları yadırgadı ve onlardan içine bir korku düştü." onların hayır için
gelmediklerini, kötülük için geldiklerini zannetti.
"Korkma dediler
ve ona çok bilgin bir oğul müjdelediler" Yine başka bir ayette
"Korkma! dediler; biz Lût kavmine gönderildik." (Hud, 11/70) ifadesiyle
beyan edildiği gibi onlar İbrahim (a.s.)'a "biz Allah tarafından gönderilmiş
elçi melekleriz." dediler.
Ona, buluğ çağına
geldikten sonra derin ilim sahibi olacak bir çocuğunun doğacağını müjdelediler
ki o İshak (a.s.)'dır. Nitekim bir başka ayette "Ona (hanıma) da İshak'ı,
İshak'ın ardından da Yakub'u müjdeledik." (Hud, 11/71) denilerek onun
İshak olduğu beyan edilmiştir. Bu müjde şu iki sevindirici şeyi ihtiva
etmektedir: Çocuğun erkek olması ve ilim sahibi olması. Çünkü ilim sıfatların
en mükemmelidir.
"Bunun üzerine
eşi bir feryad içinde gelip (elini) yüzüne vurdu ve "Doğurmaz bir
kocakarı!" dedi." Yani İbrahim'in hanımı Sara bu müjdeyi işittiğinde
evin bir köşesinde onların konuşmalarını dinliyordu, kadınların hayret
ettikleri bir iş karşısında âdet olarak yaptıkları gibi ellerini yüzüne vurarak,
bağırarak ileri atıldı ve "Ben nasıl doğururum, ben gençliğinde bile
çocuğu olmamış yaşlı bir kadınım." dedi. Nitekim bir başka ayette bu şöyle
ifade edilmektedir: "Vay halime! Ben bir koca karı, bu kocam da bir
ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey."
dedi." (Hud, 11/72).
"Onlar:
"Öyledir, Rabbin buyurdu. Çünkü O, hüküm ve hikmet sahibi olan hakkıyla
bilendir" dediler" Yani bu hususta şüphe etme, hayrete düşme. Biz
Allah'ın elçileriyiz, Allah her şeye kadirdir. O sözlerinde ve fiillerinde
hikmet sahibidir. Sizin nasıl bir şerefe lâyık olduğunuzu ve kâinattaki her
şeyi hakkıyla bilir." dediler. Bu konuşma başka bir ayette de şöyle
gelmiştir: "Allah'ın emrine şaşıyor musun1? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti
ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz ki o övülmeye lâyıktır. İyiliği
boldur. " dediler." (Hud, 11/73)
Hicr suresinin 53 ve
54. ayetlerinde de geçtiği gibi bu konuşmalar, sadece Sârra ile yapılmamış,
bilakis o melekler İbrahim (a.s.) ile de konuşmuşlardır. Ancak bu, oradaki
tafsilat yeterli görülerek burada ve Hud suresinde zikredilmemiştir.
Sâra'ın çocuk
doğurmayı uzak görmesinin iki sebebi vardır: Yaşlı olması ve kısırlık. Sanki o
"Keşke siz kabul edilebilecek bir duada bulunsay-dınız." demek
istemişti. Çünkü o zannetti ki onların bu duası misafirlerin ev sahipleri için
söyledikleri "Allah sana bolca mal ve servet versin, evlâd üıyal
versin" cinsinden bir duadır. Onlar da: "Bu bizden sâdır olan bir dua
değildir, bu doğrudan doğruya Allah'ın sözüdür, "öyledir, Rabbin
buyurdu" dediler. Sonra da "O hüküm ve hikmet sahibi olan, hakkıyla
bilendir" diyerek onun bunu imkansız görme kanaatini giderdiler.[21]
Ayet-i kerime burada
"O hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir" şeklinde biterken Hud
süresindeki aynı konuyu ifade eden ayet-i kerime "O övülmeye lâyıktır,
iyiliği boldur." şeklinde bitmiştir. Bu farklılığın sebebi şudur: O
melekler Hud suresinde Sâra'yı Allah'ın nimetlerine şükretmesi yönünde
uyarmışlardı. Bu sebeple o ayetin "innehu hamîdün mecîd" şeklinde
bitmesi uygundur. Çünkü "hamîd", kendisinden güzel fiillerin sadır
olması sebebiyle övülmeye ve teşekkür edilmeye lâyık olan, demektir.
"Mecîd" ise böyle bir şey kendisinden sadır olmasa da, bizatihi
övgüye ve tazime lâyık olan, demektir. Buradaki ayette ise melekler, hayatı
boyunca kısır olduktan sonra ileri yaşlarda doğum yapmanın umumi hikmetine
dikkat çekmek istediler. Bu da Allah'ın hikmetine ve ilmine işaret etmektir.
Yani Allah yaptığında hikmet sahibidir, her şeyi lâyık olduğu yerine koyar.
Yarattıklarının işlerini hakkıyla bilendir.[22]
Melekler İbrahim
(a.s.)'a çocuk müjdesini verdikten sonra İbrahim (a.s.) onlara geliş sebebini
sordu:
"Ey
gönderilmişler, göreviniz nedir? dedi." Yani, bu önemli durumunuz nedir,
niçin geldiniz, bu duygulu hikayeniz nedir, Allah tarafından gönderilişinizin
sebebi nedir? Ona cevap verdiler:
"Onlar: "Biz
günahkâr bir kavme gönderildik" dediler. Onların üzerine çamurdan taşlar
atmamız için." Yani azap elçisi ve müjde elçisi melekler şöyle dediler:
Biz inkâr ederek ve çok çirkin işler irtikap ederek günah işlemekte haddi aşan
günahkâr Lût kavminin üzerine, çamurdan yapılmış, ateşte pişirilmiş, sapıklıkta
devam edenlerin helaki için Allah katında özel olarak hazırlanmış ve
işaretlenmiş taşları atmak için gönderildik.
Sonra Allah bu azabın
iyiye de kötüye de inen rastgele bir azap olmadığını bilakis müminin,
mücrimden ayırt edildiğini haber vererek şöyle buyurdu:
"Derken orada
müminlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada müslü-manlardan bir evden başkasını
da bulamadık." Yani biz Lût kavmini helak etmek istediğimiz zaman o
beldede bulunan inanan insanları bu azaptan kurtarmak için onları çıkardık.
Fakat orada sadece bir ev halkından başka Allah'a iman etmiş, emirlerine uyan,
yasaklarından kaçman kimse bulamadık. O ev de İbrahim (a.s.)'ın kardeşi
Haranın oğlu Lût (a.s.)'ın evidir. O, amcasına iman etmiş, Mısır'a yaptığı
seferlerde onunla beraber olmuştu. Sonra müsade alarak ondan ayrılmış ve
Ürdün'de Sedûm'e yerleşmişti.
İşte bu müminler Lût (a.s.)
ve onun ev halkıdır. Ancak hanımı bu müminlerden olamamıştır. Said bin Cübeyr
bunların on üç kişi olduğunu söyler.
Bu ayetin bir benzeri
de şu ayettir: "(İbrahim) dedi ki: Ama orada Lût var." Dediler ki:
Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve ailesini elbette
kurtaracağız. Yalnız karısı hariç. O helak olanların arasında olacaktır."
(Ankebut, 29/32).
İman ile İslâm'ın aynı
manada olduğunu söyleyen Mutezile işte bu ayetleri delil getirir. Çünkü burada
Allah, aynı insanlara bir ayette "müminler", diğer ayette
"müslümanlar" dedi. İbni Kesir bu istidlalin zayıf olduğunu, çünkü
bunların hem mümin, hem de müslüman insanlar olduğunu söyler. Bize göre her
mümin müslümandır, ama her müslüman mümin değildir. Burada özel bir durumdan
dolayı iki isim aynı anlamda kullanıldı, ama bu her halükârda böyle olmasını
gerektirmez.
İman ve İslâm'ın ayrı
şeyler olduğunun delili Hucurat suresinde geçen şu ayettir: "Bedeviler
"İnandık." derler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "İslâm
olduk." deyin." (Hucurat, 49/14). Buhari ve Müslim'de Hz. Ömer'den rivayet
edilen şu hadis de bu farka delildir: Cebrail, Rasulullah'a sordu: "Ey
Muhammedi Bana İslâm'ı anlat." dedi. O da: "Allah'tan başka ilâh
olmadığına Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru
kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, gücün yeter yol bulabi-lirsen
Kabe'yi ziyaret etmendir." dedi. Cebrail de: "Doğru söyledin"
dedi. Sonra Cebrail "Bana imanı anlat." dedi. Rasulullah (s.a.) de:
"Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman
etmen, kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir." dedi. Cebrail:
"Doğru söyledin." dedi."
Sonra Allah, Lût
kavminin kıssasından alınacak ibretleri zikrederek şöyle buyurdu:
"Orada elem
verici azaptan korkanlar için bir alâmet de bıraktık." Yani o beldede
Allah'ın azabından korkup ürperen herkes için bir alâmet ve bir işaret bıraktık
ki bu alâmetler o yıkıp yok eden, perişan eden azabın izleridir. Bu izler
gayet açıktır. Onların üzerine musibet, azap ve topraktan pişirilmiş kerpiçler
indirdik, memleketlerinin altını üstüne getirdik, onların bu mekânım kötü
kokan çirkin bir göl haline çevirdik ki bu Taberiyye gölüdür. İşte bunlar ibret
alınacak izlerdir. Benzeri başka bir ayette de Allah şöyle buyurur:
"Andolsun biz aklını kullanan bir kavim için o köyden bir işaret
bıraktık." (Ankebut, 29/35).
Bu gösteriyor ki şer,
inkâr ye isyan çoğalırsa, sonu helak ve yıkım olur.
[23]
İshak (a.s.)'ın
müjdelenmesi ve Lût kavminin helak edilmesini haber veren bu iki kıssadaki
ayetler şu hususları işaret etmektedir:
Birinci kıssadan çıkan
sonuçlar:
1- Allah'ın
İbrahim (a.s.)'m kıssasını zikretmesinin seböbi, bu vesile ile, Lût kavmine
yaptığı gibi ayetlerini tekzip edenleri helak edeceğini beyan etmektir.
2- İbrahim
(a.s.)'ın zan ve kanaatine hürmeten, Allah melekleri, misafir olmadıkları
halde misafir diye vasıflandırdı, onun bu zannmı yalan çıkarmadı.
Bu misafirler Allah
katında şerefli ve ikrama lâyık kullar olduğu gibi İbrahim (a.s.)'ın nazarında
da öyle idiler. Çünkü bizzat kendisi ve hanımı onlara hizmet ettiler. Onların
yemeğini derhal hazırladı.
3-
Başkasının yanına gelen herkesin, selâm verme sünneti. Bu sebeple melekler
"Sana selâm ederiz" dediler. Bundan maksat o bilinen
"selâm"dır. İbrahim (a.s.) ise onlarınkinden daha güzeliyle karşılık
vererek "Selâm sizin üzerinize olsun" dedi. Yani bitmeyen,
kesilmeyen, kalıcı bir selâm üzere olasınız, dedi. Çünkü ayette: "Bir
selâm ile selâmlandığmız zaman siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın, yahut
aynı ile karşılık verin." (Nisa, 4/86) buyurulmaktadır.
4- Gelen melekler, İbrahim (a.s.)'ı İslâm'ın bir simgesi olan ve o gün
için yaygın olmayan bir selâmla selâmladıkları, ayrıca yabancı ve tanınmayan
kişiler oldukları, vaziyet ve şekillerinin, alışılmışın dışında olduğu ve
konuşmadıkları için İbrahim onlara ısınamadı.
5- İbrahim
(a.s.) ikramıyla meşhur olduğu ve ikramda bulunmak dinin âdabından sayıldığı
için derhal onlara ikram etti. Onlara sofra hazırlarken de bunu son derece
edep, nezaket ve saygı içinde yaptı. Rivayete göre İbrahim (a.s.) misafirleri
onun sofra hazırlamak istediğini farketmesinler, diye gizlice gitti. Onlara
kızgın kerpiç üzerinde kızartılmış semiz dana eti takdim etti. "Yemez
misiniz" demek suretiyle de yemeğe gayet kibar ve nazik bir şekilde buyur
etti. Onların yemelerinden memnuniyetini izhar etti. Bazı cimrilerin yaptığı
gibi, yememelerinden memnun olmuyordu. Bilindiği gibi bazı cimri insanlar
külfete girer, bol yemek hazırlarlar, sonra da misafirin yemeği bırakmasını
dört gözle beklerler.
6- İbrahim
(a.s.)'ın onlardan dolayı içine bir korku düştü. Zira âdet olduğu üzere ikram
sahibinin ikramını kabul etmeyen misafir, içinde bir kötülük taşıyor demektir.
Bu yüzden "korkma" diyerek İbrahim (a.s.)'ı rahatlattılar ve kendilerinin
Allah'ın melekleri ve elçisi olduklarını ona bildirdiler ve eşi Sârra'nın
kendisine bir erkek çocuk doğuracağını müjdelediler.
7- Eşi bu
müjdeyi işitince şaşırdı ve kadınların utandıkları veya hayret ettikleri zaman
bağırmak adetleri olduğu üzere bağırdı. Onun bu şaşkınlığının iki sebebi
vardı: Yaşlılık ve kısırlık.
8- Melekler
ona, bu söylediklerinin ve haber verdiklerinin Allah'ın sözü ve hükmü olduğu,
dolayısıyla şüphe etmesinin doğru olmayacağı cevabını verdiler. Bu müjde ile
doğum arasında bir yıl geçmişti. Sârra daha önce doğurmamıştı. O doğum
yaptığında doksan dokuz, İbrahim (a.s.) ise yüz yaşında idi. Allah yaptığında
hikmet sahibidir, yaratılanların maslahatını bilendir.
İkinci kıssada ise şu
hususlara işaret edilmiştir.:
1-
Peygamberlerin babası İbrahim (a.s.), grup halinde gelen bu melekler heyetinin
arkasında önemli birşey olduğunu anladı. Onların mühim bir iş için gönderilmiş
melekler olduklarını öğrendikten ve buna kanaat getirdikten sonra onlara:
"Ey elçi melekler, verdiğiniz bu müjdenin dışında başka göreviniz var
mı?" diye sordu.
Onların burada "O
öyledir, Rabbin buyurdu" sözlerinden görevli melekler olduklarını anladı.
Zira bu söz onların Allah katından indirilmiş olduklarını gösteriyordu. Çünkü
Allah'ın sözünü aktarıyorlardı.
2- Onlar
İbrahim (a.s.)'a, kendilerinin "azap taşı" diye bilinen taşları
üzerlerine atmak için âsi bir kavim olan Lût kavmine gönderildiklerini
bildirdiler. Riyavete göre, her taş kimi helak edecekse üstünde onun ismi
bulunuyordu. Ayet-i kerimede bu taşlar için "çamurdan" denildi.
Maksat o taşların taşlaşmış topraktan olduklarını ifade etmek içindir. Ayrıca
bunların dolu daneleri olduğu vehmini gidermek için böyle denilmiştir, zira
bazıları doluya taş derler.
3- Felâket
indirme ve umumi helak hususunda sünnetullah=Allah'ın yolu, takip ettiği usul
önce müminleri kurtarıp onları diğerlerinden ayırmak şeklinde olagelmiştir. Bu
sebeple Lût kavmini helak etmeyi murad ettiği zaman müminler helak olmasın
diye, Allah peygamberi Lût'a, hanımı hariç ev halkını alıp diğer müminlerle
beraber oradan çıkmasını emretti. Ayetteki"... aileni götür." (Hud,
11/81) bunu ifade etmektedir.
5-
"Orada müminlerden kim varsa çıkardık." ayeti şu iki hususu ifade
etmektedir.[24]
Birincisi; kötüyü
iyiden ayırmak için Allah'ın kudret ve iradesini bildirmek.
İkincisi; iyinin
bereketiyle kötünün de kurtulduğunu bildirmek. Yani bir beldede mümin
bulundukça orası helak olmaz. Bu sebeple Lût (a.s.)'ın iman eden çevresi o
beldeden çıktıktan sonra kalanların başına azap indi.
6- "Fakat
orada müslümanlardan bir evden başkasını da bulamadık." ayeti şuna delâlet
etmektedir: Toplumda inkâr çoğalır, fısk u fücur yayılırsa müminlerin ibadet
etmiş olmaları da fayda vermez. Ama insanlaın çoğunluğu istikamet üzere
bulunursa, içlerinde hırsızlık yapan, zina eden süçük bir zümre bulunsa da azap
gelmez.
7- Lût
i.a.s.)'ın aile fertlerinde "mümin" ve "müslüman"
kelimeleri aynı manadadır. Ama aslında "iman" kalp ile tasdik,
"İslâm" dış görünüşte Allah'ın hükümlerine uymaktır. Buna göre her
mümin müslümandır, ama her müslüman mümin değildir. Allah birinci ayette
onlara, "müminler" dedi, çünkü hiçbir mümin yoktur ki müslüman
olmasın. Razî, iman ile İslâm arasındaki farkı ifade ederken şöyle der:
"Doğrusu "müslüman" kelimesi "mümin"den daha umumidir;
umumi manada olanı, daha hususi manada kullanmaya bir mani yoktur. Dolayısıyla
mümine müslüman denilse, bu onların aynı manada olduklarını göstermez. Sanki
Allah bu ayetlerde, "Biz müminleri çıkardık, ancak orada müslümanlardan
bir ev hariç mümin kimse bulamadık." demiş olmaktadır. Bu, orada
müminlerden başkasının olmamasını gerektirir.
8-
İnkarlarından ve livata (erkek erkeğe cinsel ilişki) fuhşundan dolayı Lût
kavminin azaba uğramasında o zamanın insanları ve daha sonrakiler için ibret
ve işaret vardır. Ancak bu ders ve ibretlerden yararlanacak olanlar sadece
Allah'tan ve O'nun azabından korkanlardır. Ankebut süresindeki bir başka
ayette Allah bunu daha beliğ bir şekilde şöyle ifade etmiştir. "Andolsun
ki biz o köyden, düşünen bir kavim için açık bir işaret bıraktık."
(Ankebut, 29/35). Burada "o köyde" şeklinde değil de, "o köyden
bir işaret" şeklinde o işaretin, o köyün bir parçası olduğunu ifade eden
bir harf kullanılmıştır. Sanki Allah: "Bizzat o köyün kendisinden sizin
için geriye kalan bir işaret, bir ibret vardır." demek istemiştir. Yine bu
ayette bunlardan ders alanın "düşünen" kişi olacağını zikretmiştir,
zira "düşünen", "korkan" dan daha umumidir. Bu sebeple
Ankebut süresindeki bu ayet daha açıktır. Çünkü Zariyat suresinde maksat o
kavmi korkutmaktır. Halbuki Ankebut suresinde maksat o kavmi teselli etmektir.
Ankebut suresinde müminlerin ve müslümanların tamamının kurtarıldığına dair
yeterli bir açıklama vermeden "Biz seni ve aileni kurtaracağız"
demesi de bunun teyit etmektedir. Halbuki bu surede, yani Zariyat'ta bu
açıklama vardır: "Derken orada müminlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada
müslümanlardan bir evden başkasını da bulamadık"[25]
38- Musa'da da (ibret
vardır). Hani onu apaçık bir hüccetle Firavun'a göndermiştik de
39- o, rüknü (ordusu)
ile birlikte yüz çevirmiş ve "ya bir sihirbazdır veya bir mecnundur."
demişti.
40- Nihayet onu da
ordularını da yakalayıp onları denize attık ki o (bu sırada kendini) kınıyordu.
41- Âd'da da (ibret
vardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik.
42- Her uğradığı şeyi
bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyordu.
43- Semud'da da (ibret
vardır). Hani onlara "Bir zamana kadar fay-dalana durun." denilmişti
de,
44- onlar Rablerinin
emrinden uzaklaşıp azmışlardı. Bu sebeple onlar bakıp dururken kendilerini
yıldırım çarpmıştı.
45- Bu yüzden ayakta
duramamışlar ve yardım edenleri de olmamıştı.
46- Daha evvel Nuh
kavmini de (helak etmiştik), çünkü onlar fasık bir kavim idi.
"O, rüknü ile
birlikte yüz çevirdi" ayetinde "rükün", istiare olarak "ordu"
manasında alınmıştır. Çünkü kişi ordu ile kuvvetlenir ve binanın rükünler (ana
sütunlar) üzerine dayandığı gibi orduya yaslanır.
"O kendini
kınıyordu" ifadesinde mecaz-ı aklî vardır. Burada ism-i fail ism-i mef ul
yerine kullanılmıştır. Yani "Firavun isyanı yüzünden kınanmıştır"
demektir.
"Kısır
rüzgâr" ifadesindeki "kısır" lafzında istiare vardır: Onların
tamarnının yok edilmesi, kadınların kısırlığına benzetilmiş, sonra da kendisine
benzetilen, benzeyen yerine kullanılmıştır. İstiare yo}u ile de bundan
"kısır" manası çıkartılmıştır.
[26]
"Musa'nın
kıssasında "da" sizin için ibretler vardır. "Hani onu" meşhur
mucizelerinden sayılan eli ve asası gibi "apaçık bir hüccetle göndermiştir
de o, rüknü" yani güvenip dayandığı ordusu "ile birlikte" iman
etmekten "yüz çevirmiş ve" Musa (a.s.) için o "ya bir
sihirbazdır veya bir mecnundur" demişti." Bu yüzden "nihayet biz
onu da ordularını da yakalayıp onları denize attık. O" bu sırada, inkâr
ve inadından dolayı, peygamberleri inkâr edip ilâhlık davasına kalktığı için
"kendini kınıyordu."
"Ad"
kavminin helak ediliş kıssasın "da da" bir ibret vardır. "Hani
onların üzerine" helak etmek maksadıyla "o kısır rüzgârı
göndermiştik. Her uğradığı şeyi bırakmıyor mutlaka onu kül gibi" veya
dağılmış, ufalanmış, çürümüş ot veya kemik gibi etrafa "savuruyordu."
Kısır rüzgâr" denilmesi onların hepsini helak edip kökünü kuruttuğu veya
ne yağmur taşıdığı, ne de ağaçların tohumlanmasına yardım edecek bir hayır ve
menfeat getirmediği içindir.
"Semud"
kavminin helak ediliş kıssasın "da da" bir ibret vardır.
"Hani" Salih (a.s.)'in devesini öldürdükten sonra "onlara bir
zamana kadar" dünya nimetlerinden "faydalana durun denilmişti de
onlar Rablerinin emrinden uzaklaşıp" tekebbür göstererek
"azmışlardı." "Yurdunuzda üç gün faydalanın." (Hud, 11/65)
ayetinde de ifade edildiği gibi üç gün sonra "bu sebeple onları"
güpegündüz "bakıp dururken kendilerini yıldırım çarpmıştı" öyle ki bu
azap geldiğinde "bu yüzden ayakta duramamışlar ve" bu azaba karşı
"yardım edenleri de olmamıştı."
Bu kavimlerden
"daha evvel Nuh kavmini de" helak etmiştik. "Çünkü onlar"
Allah'a itaattan çıkmış, koyduğu sınırlan aşmış "fasık bir kavim idiler."
[27]
İbrahim ve Lût peygamberlerin
kıssalanndaki ders ve ibretleri beyan ettikten sonra, Allah, peygamberlere
inanmadıkları için bir azapla tamamen yok edilen diğer kavimlerin kıssalarını
zikretti. Bu kavimler Firavun ve taraftarları, Ad, Semud ve Nuh kavimleridir.
Bu azabın onlara inmesinde asilerin, peygamberlere inanmayanların, kâfirlerin
ve zalimlerin sonunun ne olduğu açıkça görülmektedir. Allah, bu kıssaları
zikrediyor; ta ki insanlar akıllarını başlarına alsınlar, Allah'a ve ahirete
iman etsinler, Ra-sulullah'ı ve onun peygamberliğini inkâr ve yalanlamaktan
vazgeçsinler.
[28]
"Musa'da da
(ibret vardır). Hani onu apaçık bir hüccetle Firavuna göndermiştik de, o rüknü
(ordusu) ile birlikte yüz çevirmiş ve "ya bir sihirbazdır veya bir
mecnundur" demişti." Yani, biz Musa'nın kıssasında da bir işaret, bir
ibret bıraktık. Hani biz onu âsi ve mütekebbir Firavun'a, eli ve bastonu gibi
mucizeler ve bunlarla beraber birtakım ayetler, açık-seçik hüccetlerle
müjdeleyici ve korkutucu olarak göndermiştik. Bunun üzerine Firavun kibir ve
inat göstererek yüz çevirmiş, etrafı ile ayetlerimizden ırak durmuş, ordusu,
cemaati ve kuvvetleri ile kendini üstün görmüş ve Musa (a.s.)'a hakaret ederek
"O ya bir sihirbazdır veya bir delidir." demişti. Çünkü o gördüğü
harikulade şeyleri (mucizeleri) ancak ya sihre veya deliliğe dayandırarak izah
edebiliyor, başka türlü anlayamıyordu. Nitekim başka ayetlerde de onun Musa
(a.s.) için: "şüphesiz bu bilgili bir sihirbazdır." (Şu-ara, 26/34);
"Şüphesiz size gönderilen peygamber muhakkak mecnundur." (Şuara,
26/27) dediği beyan edilmiştir.
"Nihayet onu da
ordularını da yakalayıp onları denize attık ki o (bu sırada kendini)
kınıyordu." Yani Firavun inkâr, isyan, ilâhlık davası, inat ve fucûr gibi
kendisinin kınanmasına sebep olacak şeyleri yapıp dururken biz onu ordularıyla
beraber kıskıvrak yakalayıp hepsini denize attık.
İşte bu da, dünyada
nahak yere tekebbür gösterip isyan eden zalimleri perişan eden ilâhî kudretin
büyüklüğünü gösteren bir başka delildir.
Sonra Allah Ad kavmi
kıssasını zikrederek şöyle buyurdu:
"Âd'da da (ibret
vardır). Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik. Her uğradığı şeyi
bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyordu." Yani biz Âdın kıssasında da
bir ibret ve işaret bıraktık. Hani onların üzerine önünde durulmaz, hiçbir
hayır ve bereket getirmeyen, ne ağaçları yeşillendiren, ne yağmur taşıyan
gürültülü bir rüzgâr göndermiştik. Bu sadece helak ve azap rüzgârı idi. İster
insan, ister hayvan, isterse başka eşya olsun, uğradığı her şeyi, eski paçavra
gibi yapıp bırakıyordu.
Sonra Allah Semud
kıssasını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Semud'da da
(ibret vardır). Hani onlara "Bir zamana kadar fay dalana durun."
denilmişti de onlar Rablerinin emrinden uzaklaşıp azmışlardı. Bu sebeple onlar
bakıp dururken kendilerini yıldırım çarpmıştı" Yani biz Semud'un
kıssasında da bir ibret bıraktık. Hani: "Siz (şu) yurdunuzda üç gün
faydalanın. Bu yalanlanamayan bir tehdittir." (Hud, 11/65) ayetinde de
beyan edildiği üzere biz onlara "Helak vaktine kadar dünyada, nimetlerinden
yararlanarak yaşayın." demiştik, lâkin onlar Allah'ın emrine uymakta
tekebbür göstermişlerdi. Bu sebeple onların başına gökten bir saika inmiş ve
onları helak etmişti. -Saika, helak edici her bir azabın adıdır.- Onlar bunu
gündüz gözleriyle görüyorlardı. Bir başka izaha göre onlar kendilerine vaad
edilen bu azabı bekliyorlardı. Çünkü onlar üç gün bu azabı gözlemişlerdi.
İşledikleri günah ve isyanlara uygun bir ceza olmak üzere dördüncü gün
sabahleyin günün ilk ışıklarıyla onlara ansızın gelivermişti de "Bu yüzden
ayakta duramamışlar ve yardım edenleri de olmamıştı" Yani ayağa kalkıp bu
felâketten kaçamadılar, bilâkis oldukları yere çakılıp kaldılar, Allah'ın
azabından kaçamadılar, kendilerine yardım edecek ve o azabı defedecek bir
yardımcı bulamadılar.
Sonra Allah, Nuh'un
kıssasını zikrederek şöyle buyurdu:
"Daha evvel Nuh
kavmini de (helak etmiştik). Çünkü onlar fasık bir kavim idi." Yani biz bu
kavimlerden önce de tufan ile Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü bunlar Allah'a
itaattan çıkan, sınırlarını çiğneyen bir kavim idi. "Daha evvel"
denilmesi, Nuh kavminin Firavun, Âd ve Semud kavimlerinden önce gelip-geçmiş
olmasından dolayıdır.
[29]
İşte âsilerin,
zalimlerin sonu, kâfirlerin, peygamberleri yalanlayanların akibeti budur. Allah
bunları ibret ve ders alınması için haber vermiştir.
1- Allah
"asâ-baston" ve "el" gibi mucizelerle, kesin hüccet ve
apaçık deUerle takviye ederek Musa (a.s.)'ı azgın ve zalim Firavun'a peygamber
olarak gönderdi. Ancak o, orduları ve etrafı ile baraber iman etmekten kaçındı,
Musa'nın peygamberliğini tekzip etti ve onu sihri ile cin toplayan bir sihirbaz
veya cinlere yakınlığı olan birisi diye niteledi. O cinleri istemese de, cinler
ona geliyor, dolayısıyla cinlenmiş (mecnun) oluyor, dedi. Sihir yapan ile
mecnunun her ikisinin de işi cinlerledir. Ancak sihir yapan kendi isteği ile
cinlere gider, halbuki mecnun, o istemese de cinler ona gelir.
Firavun ve avanesi bu
inkârları ve iman etmemeleri ve Firavun'un ilâhlık davasına kalkışması isyan ve
inat etmesi gibi kendisinin cezalandırılmasını gerektirecek şeyler yapması
sebebiyle hepsinin akibeti denizde boğulmak oldu.
2- Aynı
şekilde Allah, Hud (a.s.)'a Ad kavmine peygamber olarak gönderdi, onu tekzip
edip, kibirlerine kapılarak davetine icabet etmediler, putlara ibadet etmekte
ısrar ettiler. Allah da, hiçbir hayır ve bereket getirmeyen uğultulu azgın bir
fırtına ile onların kökünü kazıyıp hepsini helak etti. Mukâtil'e göre bu, sabâ
rüzgârının aksi olup, batıdan esen bir rüzgârdı. "Bana sabâ rüzgârı ile
yardım olundu. Ad kavmi batı rüzgârı ile helak olundu." sahih hadisi de bu
tefsiri teyid etmektedir. Bir başka görüşe göre bu, güney rüzgârı idi. Nitekim
İbni Ebî Zi'b'in Haris bin Abdurrahman'dan, onun da peygamberimizden rivayet
ettiği: "Kısır rüzgâr güney rüzgârıdır" hadisi de buna delâlet
etmektedir. İbni Abbas'a göre bu çeşitli yönlerden esen bir fırtınadır.
Bu rüzgârın etkisi çok
şiddetli ve korkunçtu. Canlı cansız ne varsa uğradığı her şeyi toz duman
ediyor, paçavraya çeviriyordu. "O, Rabbin emriyle her şeyi yıkar
mahveder." (Ahkaf, 46/25) ayeti de bunu ifade etmektedir.
3- Allah
nebîsi Salih (a.s.)'ı da dünyada pek çok nimetler ihsan ettiği Semûd kavmine
peygamber olarak gönderdi. O onları, sadece hiçbir ortağı olmayan Allah'a
ibadet etmeye çağırdı. Fakat onlar Allah'ın emrine uymadılar, bu emre uymakta
kibire kapıldılar, bu sebeple gündüz görüp dururken onları ansızın
"sâıka" çarptı, hepsi helak oldu. Kaçıp kurtulmak şöyle dursun
yerlerinden kalkma imkanı dahi bulamadılar. Onlar helak olurken o azabı
defedecek ve onlara yardım edecek bir yardımcı dahi yoktu.
Bir görüşe göre
Semûd'a gelen bu azap gökten inen bir ateş idi. Bir başkasına göre çok şiddetli
bir ses idi.
4- Bunlardan
önce de Allah, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdi, onlara putlara ibadeti
terkedip tek olan Allah'a yönelmelerini emretti. Fakat onlar kabul etmediler,
inatlaştılar ve inkârları üzere devam ettiler. Bu yüzden, onlar bu
putperestliklerinin, inkâr ve isyanlarının cezası olmak üzere tufanla helak
edildiler.
Geçmiş kavimlerin
helâkindeki bu çeşitli azaplar gösteriyor ki Allah kalıcı olan ve var olan
şeylerle veya varlığın dört unsuru olan toprak, su, hava ve ateşle yok etmeye
ve azap etmeye muktedirdir.
Nitekim Lût kavmi
toprakla, Nuh (a.s.)'ın ve Firavunun kavimleri su ile, Ad kavmi hava ile, Semud
kavmi de ateşle azap olunmuştur.
[30]
47- Biz göğü bir
kuvvetle bina ettik. Çünkü biz muhakkak kudret sahi-biyizdir.
48- Yeri de biz döşedik. (Demek ki biz) ne güzel
hazırlayıcılarız.
49- Her şeyden iki
çift yarattık. Olur ki inceden inceye düşünürsünüz.
50- Q hale (onlara de ki). kaçın, muhakkak ben
size ondan (gelen) açık bir korkutucuyum.
51- Allah'ın yanına
diğer bir tanrı daha katmayın, muhakkak ben size ondan (gelen) açık bir
korkutucuyum."
"Gök" ve
"yer" kelimeleri arasında tezat vardır. "Beneynâ" ile
"fereşnâ" kelimelerinin sonlarındaki ses benzeşmesi dolayısıyla da
üslûbun güzelliğini artıran külfetsiz bir seci vardır.
[31]
"Biz göğü bir
kuvvetle bina ettik. Çünkü biz muhakkak" onu ve başkalarını yaratmak için
"kudret sahibiyizdir." Üzerinde karar kılasınız diye "yeri
de" bir döşek gibi "biz döşedik", serdik, düzleyip ıslah ettik.
Öyleyse biz "ne güzel hazırlayıcılarız."
Erkek ve dişi, yer ve
gök, güneş ve ay, yaz ve kış, acı ve tatlı, aydınlık ve karanlık olmak üzere
"her" bir cins "şeyden iki çift yarattık. Olur ki inceden
inceye düşünürsünüz" de birden fazla olmanın yaratılanların özelliğinden
olduğunu, bu çiftleri yaratan Vacibü'l-vücud'un ise tek olduğunu, birden fazla
olmayı ve taksimi kabul etmediğini anlarsınız. "O halde" Allah'ın
birliğini ikrar ederek, itaat edip isyandan kaçınmak suretiyle
"Allah'a" doğru, yani cezasından mükâfatına ve rızasına doğru
"kaçın. Muhakkak ben size" müşrik ve âsilere "O'nun
tarafından" gelen "açık bir korkutucuyum. Allah'ın yanına diğer bir
tanrı daha katmayın. Muhakkak ben size O'ndan" gelen "açık bir
korkutucuyum."
[32]
Allah, öldükten sonra
dirilme ve haşrin hiç şüphesiz mutlaka olacağını ispat ettikten sonra, gökleri
muhkem bir bina şeklinde yaratmasını, üzerine yerleşilebilmesi için arzı yatak
gibi döşemesini, canlıların her türünden erkek ve dişi olmak üzere iki cins ve
diğer şeylerin her birinden iki zıt sınıf yaratmasını zikrederek kendi
birliğini ve kudretini gösteren deliller ortaya koydu. Hasan Basrî, diğer zıt
şeyleri gök-yer, gece-gündüz, ay-gü-neş, kara-deniz, hayat-ölüm olarak saymış
ve "bunlardan her ikisi bir çifttir. Allah ise tektir ve benzeri yoktur"
demiştir.
[33]
"Biz göğü
kuvvetle bina ettik. Çünkü biz muhakkak kudret sahibiyiz-dir." Yani bir
kuvvet ve kudretle göğü biz bina ettik. Zira şüphesiz biz onu ve başkalarını
yaratacak güç ve kuvvete sahibizdir. Dolayısıyla ona ancak biz güç yetiririz,
bundan aciz kalmayız, bize hiçbir yorgunluk ve bitkinlik de gelmez. "...
bina ettik" ifadesinde yapısının çok muhkem oluşuna işaret vardır.
"Kuvvetle" sözü de bunu tekid eder. "Çünkü biz muhakkak kudret
sahibiyizdir" sözü de ikinci bir tekiddir.
"Yeri de biz
döşedik. (Demek ki biz) ne güzel hazırlayıcılarız" Yani üzerinde yaşama
ve yerleşmeye müsait olsun diye yeri biz serdik ve döşedik. Bu sebeple onu,
üzerindekilere bir beşik yapan, karası, denizi ve havasıyla, altı ve üstüyle
onu nice bereketlerle dolduran biz ne güzel hazırlamışız. Yerin üstünde insan
ve canlılar yaşar, içinde petrol gibi sıvı ve diğer katı maden zenginlikleri,
karasında çeşitli bitkiler, çiçekler ve ağaçlar, denizinde binlerce çeşit
balık, inci ve mercan bulunur, gemiler yüzer. Atmosferinde kuşlar, hava, yağmur
hazinesi bulutlar, uçak ve benzeri şeyler dolaşır.
Arz için
"bina" değil de "döşek" ifadesi kullanılmıştır. Çünkü arz
yaygıya benzer, birtakım değişikliklerin mahallidir. "Onu biz bina
ettik" sözü, onu Allah'ın tek başına yarattığını, bu tasarrufta O'na ortak
olmadığını daha kuvvetli ifade etmektedir.
Bu ayet, yerin
yaratılıp serilmesinin göğün yaratılmasından sonra olduğuna işaret eder. Çünkü
evin yapılması döşenmesinden önce olur. Günümüzde bilimsel olarak bilinen de
budur. Razî şöyle der: "Bu ayette yerin serilmesi göğün yaratılmasından
sonra olduğuna delil vardır. Çünkü âdeten evin yapımı tefrişinden önce olur.[34]
"Her şeyden iki
çift yarattık. Olur ki inceden inceye düşünürsünüz." Yani bütün
yarattıklarımızı iki sınıf, birbirinin zıddı iki cins, bir başka tefsire göre
erkek-dişi, acı-tatlı, yer-gök, gece-gündüz, ay-güneş, kara-deniz,
aydınlık-karanlık,
iman-inkâr, hayat-ölüm, hayır-şer, şakavet-saâdet, cen-net-cehennem gibi, hatta
hayvanlara ve bitkilere varıncaya kadar her şeyi karşılıklı yarattık. Bunun
için Allah "Olur ki inceden inceye düşünürsünüz. " dedi. Yani
yaratılanları böyle yarattık, ta ki bilesiniz 've iyi düşünesi-niz ki yaratıcı
tekdir, ortağı yoktur. Böylece Allah'ın birliğini bulaşınız.
Sonra Allah bu birlik
ve kudret delili üzerine şu iki meseleyi oturtmuştur: Allah'a sığınmak ve
şirkten kaçınmak. "O halde (onlara de ki): "Allah'a kaçın, muhakkak
ben size ondan (gelen) açık bir korkutucuyum." Yani Allah'a sığının, bütün
işlerinizde Ona dayanın, günahlarınızdan tev-be edin, emirlerine itaat edin.
Zira ben, size gönderilmiş açık bir uyarıcı ve O'nun ceza ve azabından
korkutucuyum. İşte bu bir Allah'a yönelme ve O'nun dışındakileri terketme
emridir. "Kaçın" sözü hızla gelen bir felâketi haber vermektedir.
Sanki Allah şöyle diyor: "Helak ve azap, Allah'a dönüş konusunda ağırdan
almaya tahammülü olmayacak derecede hızlı ve yakındır, o halde süratle Allah'a
doğru kaçın ve O'na koşun. "Allah'ın yanına diğer bir tanrı daha
katmayın, muhakkak ben size O'ndan (gelen) açık bir korkutucuyum." Yani
Allah'a O'ndan başka bir şeyi ortak koşmayın, zira gerçek ibadet edilecek ilâh,
kendinden başkasına ibadet edilmesi asla caiz olmayan Allah'tır. Sonra Allah
tekit için Rasulullah (s.a.)'in açıkça uyarma korkutma vazifesi ile geldiğini
tekrar hatırlatıyor.
[35]
Bu ayetler şu
hususlara işaret etmektedir:
1- Yıldızlan,
ay ve güneşi ve bunlara ait uydu gezegenleri ile yaratıcısının her şeye kadir
olduğunu gösteren şu göğün yaratılması, gizli ve açık pek çok hayır ve
bereketleriyle döşek gibi serilmiş, hazırlanmış olan arzın yaratılması, aynı
şekilde erkek-dişi, acı-tatlı, yer-gök, ay-güneş, gece-gün-düz,
karanlık-aydılık, dağ-ova, insan-cin, hayır-şer, sabah-akşam gibi iki ayrı sınıf
ve cinsin yaratılması, tatlan, kokulan ve sesleri farklı eşyanın yaratılması...
İşte kâinattaki bu büyük delillerle Allah'ın birliği ve kudreti ispat
edilmektedir.
Bütün bunlar Allah'ın
kudretine delildir. Bunlara kadir olan öldükten sonra diriltemeye de kadir
olur. Yine bunlar Allah'ın haricinde her şeyin birtakım cüzlerden oluştuğuna
işarettir. Bu da bütünden parçaya, mümki-nâttan vacibü'l-vücûda, yaratılandan
yaratana intikale delildir. Çünkü bu çiftleri yaratan tektir. Aksi halde
mümkinattan olurdu. Dolayısıyla yaratan değil, yaratılan olurdu. Böyle
olmadığı için Allah'ın sıfatlan hakkında hareket ve sükûn, aydınlık ve
karanlık, oturmak ve kalkmak, başlangıç ve sonuç düşünülmez. Çünkü O, hiçbir
şeye benzemez.
2- Birlik ve
sonsuz kudret sıfatlannı hâiz olan ilâh hakkında şu iki esas vacib olur: Yalnız
O'na sığınmak, günahlardan O'na tevbe etmek, O'na isyandan itaata doğru koşmak,
şirkten veya O'nunla beraber başka bir şeye ibadet etmekten kaçınmak. Sehl bin
Abdullah: "Mâsivaîlahtan (Allah'tan başka şeylerden) Allah'a doğru
kaçın" der.
3-
Rasulullah (s.a.) hayatta iken olduğu gibi ölümünden sonra da bıraktığı
beyanlarla, sünneti ile uyarmaya ve korkutmaya, isyan ve inkâra karşı Allah'ın
azabından insanları ikaz ve inzara devam etmektedir.
[36]
52- Onlardan
evvelkilere de herhangi bir peygamber gelmedi ki (ona) mutlaka böylece
sihirbaz veya mecnun demesinler.
53- Onlar bunu
birbirine tavsiye mi ettiler? Hayır, onlar azgınlar güruhunun ta kendileridir.
54- O halde onlardan yüz çevir. Artık sen
kınanacak değilsin.
55- Sen hatırlat. Çünkü şüphesiz hatırlatma
müminlere fayda verir.
56- Ben cinleri de
insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
57- Ben onlardan bir
rızık istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum.
58- Şüphesiz rızkı
veren, o pek çetin kuvvet sahibi Allah'ın kendisidir.
59- Artık muhakkak ki
o zulmedenler için arkadaşlarının (azap) hissesi gibi bir nasib vardır. Şimdi
acele istemesinler.
60- İşte kendilerine
vaad edilegelen günlerinden (dolayı) vay o inkâr edenlere.
"...rızık
istemiyorum,... yedirmelerini de istemiyorum" ayetinde tekit ve mübalâğa
için "istemiyorum" fiilinin tekrarında itnâb vardır,
"arkadaşlarının hissesi gibi bir nasip" cümlesinde mücmel bir teşbih-i
mürsel vardır, zira benzetme yönü hazfedilmiştir. "Kendilerinden önce
geçen tekzip edicilere gelen azabın şiddetinde, onlara da o azaptan bir nasip
vardır." demektir.
[37]
Ya Muhammed (s.a.),
peygambere sihirbaz veya mecnun diyen sadece senin kavmin değildir.
"Onlardan evvelkilere de herhangi bir peygamber gelmedi ki mutlaka
böylece" sana söyledikleri gibi o kavimler, peygamberlerine
"sihirbaz veya mecnun demesinler."
"Onlar bunu
" yani peygambere sihirbaz veya mecnun demeyi "birbirine",
öncekiler sonrakilere "tavsiye mi ettiler? Hayır" yaşadıkları
zamanlar çok uzak olduğu için böyle bir tavsiye sonucu aynı şeyleri söylemiş
olmaları mümkün değil. Ancak "onlar azgınlar güruhunun ta kendileri"
olmalarından dolayı aynı şeyi söylüyorlar.
"O halde"
onların bu kadar ısrar ve inadından sonra "onlardan yüz çevir"
onlarla mücadeleden vazgeç. "Artık sen" yüz çevirdiğin için
"kınanacak değilsin" çünkü tebliğini yaptın, hatırlatma konusunda çok
gayret sarfet-tin. Ancak "sen" yine de "hatırlat" maya
devam et. "Çünkü şüphesiz hatırlatma" Allah'ın iman edeceğini
ezelden beri bildiği "müminlere fayda verir." Zira hatırlatma ve
nasihat müminin basiretini artırır.
"Ben cinleri de,
insanları da" benim onlara ihtiyacım olduğu için değil "ancak bana
kulluk etsinler" onlara ibadet etmelerini emredeyim "diye yarattım.
" Bir kısmı veya pek çoğu bunu dinlememiş veya kusur etmişse o bu fiilinin
cezasını görecektir.
Benim kullara karşı
durumum efendilerinin köleleri ile olan durumu gibi değildir, çünkü onlar
kölelerini ihtiyaçlarında kullanmak için ellerinde bulundururlar. Ama "ben
onlardan bir rızık istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum.
Şüphesiz" her muhtaca "rızkı veren, O pek çetin kuvvet sahibi
Allah'ın kendisidir."
"Artık muhakkak
ki o" Mekke halkından ve diğer milletlerden inkâr etmek suretiyle
kendisine "zulmedenler için" geçmiş ümmetlerden kendileri gibi
zulmedip helak olan "arkadaşlarının" başına inen azabın "hissesi
gibi" hisse, "bir nasib vardır." Ancak "şimdi" bu
azabı kıyamete bırakırsam gelmesini "acele istemesinler." Nasip
olarak çevrilen zenûb kelimesi aslında ağzına kadar dolu büyük kova demektir.
[38]
"O halde onlardan
yüz çevir. Artık sen kınananlardan değilsin. Sen hatırlat. Çünkü..." ayetlerinin
(54, 55. ayetler) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbnu Meni1, İbni Rahuveyh ve
Heysem bin Küleyb Müsnedlerinde Hz. Ali'den rivayet ettiklerine göre o şöyle
dedi: "O halde onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin."
ayeti inince bizden, kesin olarak helakin gelmekte olduğuna inanmayan hiç kimse
kalmadı, çünkü Rasulullah'ın onlardan yüz çevirmesi emredilmişti. Bunun üzerine
"Sen hatırlat..." ayeti indi. İçimiz rahatladı.
İbni Cerir Katade'den
şöyle rivayet etmiştir: Bize anlatıldığına göre
"Onlardan yüz
çevir" ayeti indiğinde bu, Rasulullah'ın ashabına çok ağır geldi ve artık
vahyin kesildiği ve azabın yaklaştığı kanaatine vardılar. Bunun üzerine
"Sen hatırlat..." ayeti indi.
[39]
Hasra ve Allah'ın
birliğine ve ilâhî kudretinin büyüklüğünün ispatına dair delilleri açıklayıp
peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin helak edilişini müşriklere
hatırlattıktan sonra, Allah her bir peygamberin mutlaka yalanlandığını bize
bildirdi. Sanki peygamberleri tekzip etmek geçmiş ümmetlerin birbirilerine
tavsiye edegeldikleri bir şeydir. Zaten de onlar Allah'ın sınırlarını aşan
azgın kavimlerdi. Bu sebepten dolayı Rasulullah (s.a.)'e onlardan yüz çevirmesi
emredildi. Halbuki onlar sadece rızık ve maişet temin etsinler diye değil,
Allah'a kulluk için yaratıldılar. Sonra sure önceki ümmetlerin başına gelen
azabın bir benzerinin Mekke müşriklerinin başına geleceği tehdidi ile
bitmiştir.
[40]
"Onlardan
evvelkilere de her hangi bir peygamber gelmedi ki (ona) mutlaka böylece sihirbaz
veya mecnun demesinler." Yani kavmin, seni nasıl tekzip etmiş, seni
sihirbazlık veya delilikle nitelemişse; geçmiş ümmetler de aynı şeyi
yapmışlardı. Eskiden beri ümmetlerin durumu budur, tekzip edilen yalnız sen
değilsin. Bu, kavmi kendisinden yüz çevirmiş olan Rasulullah (s.a.)'e bir
tesellidir, sabretmesi ve sıkıntılara tahammül etmesi için bir destektir.
"Onlar bunu
birbirine tavsiye mi ettiler? Hayır onlar azgınlar güruhunun ta
kendileridir." Bu, "böyle bir şey olmamıştır" anlamında hayret
ve red üslûbunda gelmiş bir sorudur. Onların bu haline hayreti ifade eder.
Sanki öncekiler sonrakilere tekzip etmelerini tavsiye etmişler ve bunda anlaşmışlar.
Yani bunlar birbirine aynen bu sözü söylemeleri için tavsiyede mi bulundular?.
Hayır, aslında aralarında asırlar bulunduğu için böyle bir tavsiyeleşme olmadı.
Ancak bunlar hepsi de azmış milletlerdir. Ortak özellikleri inkâr konusunda
haddi aşmaktır. Bu sebeple öncekiler ne demişler-se, sonrakiler de onu
demektedir.
"O halde onlardan
yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin." Yani, ey peygamber, bırak
onları, onlarla cedelleşmekten vazgeç, sen Allah'ın sana emrettiğini yaptın,
davetini tebliğ ettin. Bundan sonra artık Allah katında sen kınanacak değilsin
Çünkü sen vazifeni, sorumluluğunu yerine getirdin.
"Sen hatırlat.
Çünkü şüphesiz hatırlatma, müminlere fayda verir." Yani sen hatırlatmaya
devam et. Kavminden Kur'an'a iman edenlere Kur'an'ı hatırlat, çünkü hatırlatma
onlara fayda verir. Bir başka ifade ile, bu hatırlatmadan ancak hidayete hazır,
iman eden kalpler faydalanır. Bundan maksat, hidayete kabiliyeti olmadığı için
belirli bir gruptan yüz çevirmektir. Bu ise diğerlerini terketmeyi icab
ettirmez.
Sonra Allah insanları
ve cinleri yaratış gayesini beyan ederek -ki bu da kulluktur, halbuki müşrikler
peygamberi tekzip ettiler ve yaratana ibadeti terkettiler- şöyle buyurdu:
"Ben cinleri de,
insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." Yani ben insanları
ve cinleri onlara ihtiyacım olduğu için değil, ancak kulluk yapmaları ve beni
tanımaları için yarattım. Nitekim bir başka ayette de bu gaye şöyle ifade
edilmiştir: "Onlar yalnızca bir olan ilâha ibadet etmeleri için
emrolundular. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur" (Tevbe, 9/31).
Mücahid şöyle der:
Ayetin manası "ancak onları bana ibadet etmelerini emretmek ve bazı
şeyleri yasaklamak için yarattım" demektir ve yukarıda geçen
"hatırlat" emrini tekit etmek ve gönüllere yerleştirmek için getirilmiş
müstakil, yeni bir sözdür, çünkü ibadet için onları yaratması, bunu onlara
devamlı hatırlatmayı gerektirir. Ayette önce cinlerin zikredilmesinin hikmeti
onların ibadetlerinin gizli olup insanların ibadetinde olduğu gibi riyanın
karışmamasıdır.
Sonra Allah,
yaratmaktaki gayenin yüceliğini zikrederek şöyle buyurdu:
"Ben onlardan bir
rızık istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum. Şüphesiz rızkı veren o
pek çetin kuvvet sahibi Allah'ın kendisidir." Yani onları yaratmaktan
maksadım, âdeten efendinin kölelerinden beklediği gibi ne kendime bir menfaat
celbi, ne de bir zararın defidir. Zira Allah mutlak müstağnidir, yarattıklarına
rızık veren, onlara uygun olanı yerine getiren O'dur. O, güç ve kudret
sahibidir. Bu sebepten dolayı Allah kendisine bir menfaat beklediği için
onları yaratmadı. Öyleyse onların üzerine va-cib olan, yaratüışlanndaki gayeyi,
kulluğu yerine getirmektir.
Özet olarak: Allah
kulları, kendisine ibadet etmeleri için yarattı. Kim O'na itaat ederse,
noksansız bir şekilde onu mükâfatlandırır; kim de âsi olursa, onu en ağır
şekilde cezalandırır. O başkasına muhtaç değildir, bilakis her halükârda
kullar O'na muhtaçtır.
Ahmed bin Hanbel,
Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah
(s.a.), Cenab-ı Hakk'ın şöyle dediğini nakletti: "Ey Ademoğlu, bütün
vaktini bana ibadet için ayır, senin kalbini zenginlikle doldurayım, hacetini
bitireyim. Bunu yapmazsan, kalbini meşgale ile doldururum, hacetini de
bitirmem."
Sonra Allah, Mekke
müşrikleri ve benzerlerini tehdit ederek şöyle buyurdu:
"Artık muhakkak
ki o zulmedenler için arkadaşlarının (azap) hissesi gibi bir nasib vardır.
Şimdi acele etmesinler." Yani inkâr etmek, şirk koşmak ve Peygamber'i
tekzip etmek suretiyle kendilerine zulmedenler için, geçmiş ümmetlerde
kendileri gibi inkâr edenlere gelen azaptan bir hisse vardır. Ancak benden o
azabı hemen istemesinler, bu azaptan hisseleri hiç şüphesiz gelecektir ve
mutlaka olacaktır. Nitekim Allah, bir başka ayette: "Allah'ın emri geldi
(yani mutlaka gelecektir), ona acele etmeyin" (Nahil, 16/1) buyurmuştur.
Bu ayet-i kerime,
"Eğer siz doğru söyleyenlerden iseniz, bu vaad ne zaman?" (Mükl,
67/25) ve "Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi haydi
getir."" (Hud, 11/32) ayetlerindeki isteklerine bir cevaptır.
"İşte kendilerine
vaad edilegelen günlerinden (dolayı) vay o inkâr edenlere" Yani gelecek
diye tehdit edilegeldikleri o kıyamet gününde vay o kâfirlerin haline. Onları
bekleyen, helak ve acı bir azaptır. Vaad edilen bu günün Bedir günü olduğuna
dair de bir görüş vardır.
[41]
Bu ayetler şu
hususlara işaret etmektedir:
1- Peygamberleri
tekzip etmek eski ve yeni bütün ümmetlerin, ortak özelliğidir. Kavmi, Muhammed
(s.a.)'i nasıl tekzip etmiş ve ona "sihirbaz" veya
"mecnundur" demişlerse, aynı sözleri daha önce geçmiş ümmetler de
peygamberlerine söylemişlerdi. Sanki öncekiler sonrakilere tekzib etmeyi
vasiyet etmişler ve bunda ittifak etmişlerdi. Halbuki durum böyle değildi,
birbirine tavsiyede bulunmamışlardı. Ancak "isyan" onları aynı
noktada birleştirdi.
Bu gibi haberlerin
Rasulullah'a bildirilmesinden maksat, kavminin onun davetine mani olması
karşısında onu teselli etmektir.
2- Allah
peygamberine kavmi ile cedelleşmeye girmemesini emretti ve kendisinin
kınanmayacağı, vazifesini noksan yapmış sayılmayacağı konusunda teminat verdi.
Çünkü o, mesajı ulaştırmış ve emaneti eda etmişti. Burada aksine kınanan daveti
kabul etmemekte inat etmeleri sebebiyle müşriklerin kendileriydi. Bu da
Rasulullah (s.a.) için bir başka tesellidir. Çünkü o, yüce ahlâkı ve aşırı
hassasiyetinden dolayı tebliğ konusunda kendisini kusurlu görüyor, bu sebeple
ikaz ve tebliğ hususunda kendini yoruyordu.
3- Ancak
Rasulullah'ın kavminden uzak durması mutlak anlamda değildi. Nitekim
Rasulullah'a hatırlatmaya devam etmesi emredildi. Zira bu müminlere faydalı idi
ki onlar, Allah'ın ilm-i ezelîsinde iman edeceklerini önceden bildiği
kişilerdir.
4-
Hatırlatmanın gayesi insanları Allah'a ibadete ve O'nu tek kabul edip ibadeti
yalnızca O'na yapmaya yöneltmektir. Zira Allah yarattıklarını kendisine ibadet
için yarattı, insanı var etmekten maksat ibadettir. Dolayısıyla bunu
hatırlatmak, bunun dışında her şeyin zaman kaybından başka bir şey olmadığını
bildirmek bir zaruret olmaktadır. İbadetin manası Allah'ın emrine tazim,
yarattıklarına şefkat göstermektir.
Sonra peygamberlerin
görevi şu iki noktada toplanmaktadır: Allah'a ibadet ve yaratılanlara hidayet
(yol gösterme). Bu ayetin zikredilmesinde üçüncü bir gaye daha vardır ki o da
kâfirlerin yaptığının kötü olduğunu açıklamaktır. Zira onlar yaratılış gayeleri
ibadetten başka bir şey olmadığı halde, Allah'a ibadeti terkettiler.
Mücâhid ve başkalarına
göre "illâ liya'budûn" "ancak ibadet için" diye tefsir
edilir. Salebî'inin dediği gibi bu güzel bir görüştür. Çünkü Allah insanları
ve cinleri yaratmasaydı, varlığı ve birliği bilinmezdi. Şu ayetler de bu
tefsirin isabetli olduğuna delildir: "Onlara sorsan "Gökleri ve yeri
kim yarattı?" Hiç şüphesiz "Allah" derler." (Zuhruf,
43/9);"Onlara sorsan "Onları kim yarattı?" Hiç şüphesiz
"Allah" derler." (Zuhruf, 43/87). Fakat şirk ile birlikte
Allah'ı tanımanın kişiye yararı yoktur.
5- İbadet
için insanları yaratmak, yaratının buna ihtiyacı olduğu için değildir. Zira
Allah kulların ibadetine muhtaç değildir. Efendilerin kölelerine yaptığı gibi
yiyeceğini, içeceğini temin ettirmek veya kendini korumak için de onları yaratmamıştır.
Çünkü başkalarına rızık veren "Rezzâk" sıfatının sahibi olan O'dur.
Sonsuz kudret sahibi olup hiç kimsenin gücüne ihtiyacı olmayan O'dur.
"Rezzâk
O'dur" sözü Allah'ın rızık taleb etmediğinin "kuvvet sahibi"
sözü de başkasından iş istemediğinin illetini beyan etmektedir. Çünkü rızık
talep eden muhtaç olur, başkasından iş isteyen de güçsüz olur, aciz olur.
6- Kendilerine
zulmedenler, -ki bunlar Mekke kâfirleri ve benzerleridir- geçmiş ümmetlerden
inanmayanların başına inen azabın benzeri onlara da gelecektir. Başlarına bu
azabın gelmesi için acele etmelerine gerek yok. Çünkü o mutlaka gelecektir.
Bu, Allah'ın
"zalimler" diye nitelediği o kâfirler için bir tehdittir. Çünkü kim
kendisini Allah'tan başkasına ibadet etme mevkiine koyarsa, eşyayı konması
gereken yere koymamış olur ki işte bu yüzden zalim olur. İnsan ibadet için
yaratıldığına göre Allah'tan başkasına ibadet etmek suretiyle zulmedenlere,
geçen ümmetlerin helaki gibi bir helak vardır.
[42]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/7.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/7.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/7-8.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/9.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/9-10.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/10-12.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/12-14.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/15.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/15-16.
[10] İbni Kesir, IV/235
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/16.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/16-17.
[13] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, III/412; İbnu 1-Arabî,
Ahkâmü'l-Kur'an, IV71718; Razî, XXVIII/205; Kurtubî, XVII/38.
[14] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, III/411.
[15] Salebi bunu sened zikrederek rivayet etti. Bak:
Garaibu’l-Kur’an, XXVII/10-11; Kurtubi, XVII/42.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/17-21.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/21-22.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/24.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/24-25.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/25.
[21] Razî, XXVIII/215.
[22] aynı yer.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/25-29.
[24] Razî, XXVIII/218.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/29-32.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/33-34.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/34.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/34.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/35-36.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/36-37.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/38.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/38.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/39.
[34] Razî, XXVIII/227.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/39-40.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/40-41.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/42.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/42-43.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/43-44.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/44.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/44-46.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/46-47.