2- Rasûlullah (sav)'ın İçtihadı:
1- İyilik Yapanlar ve Günahkarlık:
2- "Küçük Kusurlar (el-Lemem)"
Rahman
ve Rahim Allah'ın adı ile
Mekke'de inmiştir.
Altmışiki âyettir.
el-Hasen, İkrime, Ata
ve Cabir'in görüşüne güre tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbas ile Katade ise
şöyle demişlerdir: Bu sûreden bir âyet müstesnadır. O da yüce Allah'ın:
"O kimseler ki küçük kusurlardan başka günahların büyüklerinden ve
hayasızlıklardan uzak dururlar..."(53/32) âyetidir. Sûrenin altmışiki âyet
olduğu da söylenmiştir.
Surenin tümüyle
Medine'de indiği de söylenmiştir. Ancak sahih olan bunun Mekke'de indiğidir.
Çünkü İbn Mesııd'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: en-Necm, Rasûlullah
(sav)'ın Mekke'de ilan etliği ilk sûredir.
[1]
Buhari'de, İbn
Abbas'lan şöyie dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav) en-Necm Sûresi'nde
(secde âyetinde) secde etti. Onunla birlikle müs-lümanlar da, müşrikler de,
cinler de, insanlar da secde etti.
[2]
Abdullah b. Mesud'dan
rivayete göre Peygamber (sav) en-Necm Sûresi'-ni okumuş ve bunun için secde
etmiştir. Onlardan (orada bulunanlardan) secde etmedik hiçbir kimse kalmadı.
Aralarından bir adam bir avuç çakıl tası y:ı da toprak alıp, yüzüne doğru
kaldırdı ve: Bu kadarı bana yeter, dedi. Abdullah (b. Mesud) dedi ki: Ben onun
daha sonra kâfir olarak öldürüldüğünü gürdüm. Bunu da Buhari ve Müslim rivayet
etmişlerdir[3]
Burada sözü edilen
"adam"in adı Umeyye b. Haleftir.
Buharı
ile Müslim'de Zeyd b. Sabit (r.a)'dan gelen rivayete göre; kendisi Peygamber
(sav)'a: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki" sûresini okudu, fakat
secde etmedi[4]
el-Araf Sûresi'nin
sonlarında (7/206. âyet, 2. başlık ve devamında) bu hususa dair görüşler
zikredilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.
[5]
1. Battığı
zaman yıldız(lar)a andolsun ki:
2.
Arkadaşınız asla sapmadı, batıla da yönetmedi.
3. O, kendi
nevasından bir söz söylemez.
4. O
bildirilen bir vahiyden başkası değildir. 5- Ona çetin güçler sahibi öğretti.
6. O, büyük
bir güce sahiptir. Hemen asıl şeklinde doğnıluverdi.
7. Ye o en
yüksek ufukta idi.
8. Sonra
yaklaşıp sarktı.
9. Böylece
iki yay kadar veya daha da yaklaştı;
10. Kuluna
vahyettlğini vahyetti.
Battığı zaman yıldıza
andolsun ki" buyruğu hakkında İbn Abbas ve Mü-cahid şöyle demişlerdir;
"Battığı zaman yıldıza andolsun ki" buyruğu, tan yeri ile birlikte
batan Süreyya yıldızına andolsun ki, demektir. Süreyya yıldızı, her ne kadar
sayıca birçok yıldız olmakla birlikte Araplar Süreyya'ya bir yıldızmış gibi
adını verirler. Denildiğine güre o yedi yıldızdan oluşan bir topluluktur.
Bunların altısı görünür, bir tanesi ise gizlidir. İnsanlar onu görüp görmemekle
görme kuvvetlerini sınarlar. Kadı Iyad'ın eş-Şifa adlı eserinde belirtildiğine
göre Peygamber (sav) Süreyya (Ülker) yıldızında onbir yıldız görürdü.
Yine Mücahid'den
nakledildiğine göre: İndiği zaman Kur'ân'a andolsun ki, demektir. Çünkü Kur'ân
da nücum haiinde (kjsım kısım, parça parça anlamında ve aynı zamanda yıldızlar
demektir) inerdi. el-Ferra da böyle demiştir. Yine ondan nakledildiğine göre;
semadaki bütün yıldızların battığı zamanını kastetmektedir. Bu el-Hasen'in de
görüşüdür. O şöyle demektedir: Yüce Allah bactığı zaman yıldızlara yemin
etmektedir. Çoğul anlamı olmakla birlikte, tekil lafız ile ifade edilmesi
anlatım üslubuna aykırı değildir. Nitekim çoban şöyle demiştir:
"Yıldız(lar)ı
(yansıttığından ötürü) o dopdolu tencerede sayarak geceyi geçirdi, Yiyenlerin
elinde çabukça donuveren (o yemeğin tenceresinde)."
Ömer b. Ebi Rabia da
şöyle demektedir;
"Semadaki
yıldız(lar)m en güzeli Süreyya yıldızıdır, Süreyya ise yeryüzünde kadınların en
güzelidir."
Yine el-Hasen şöyle
demektedir: Burada "yıidız"dan kasıt, kıyamet gününde yıldızlann
döküleceği vakittir. es-Süddî de şöyle demektedir: Burada "yıldız"dan
kasıt Zühre (venüs) yıldızıdır. Çünkü Araplardan bir topluluk bu yıldıza ibadet
ediyorlardı.
Bununla kastedilenin
şeytanların kendileriyle taşlandığı yıldızlar olduğu da söylenmiştir. Bunun
sebebi de şudur: Yüce Allah Muhammed (sav)'ı peygamber olarak göndermeyi murad
edince doğumundan önce yıldızlar çokça dökülmeye başladı. Ondan dolayı Araplar
oldukça korktular ve kendilerine kehanette bulunan gözleri kör bir kahinin
yanına koştular. O da onlara olaylar hakkında haber veriyordu. Bu olay
hakkında da ona soru sormaları üzerine o: Oniki burca bir bakınız. Eğer bu
burçlardan birisi düşmüşse dünyanın sonu geldi, demektir. Eğer onlardan hiçbir
şey düşmemişse dünyada çok büyük bir iş meydana gelecek demektir. Bunun
üzerine dikkatle olayları incelemeye koyuldular. Rasûlullah (sav) peygamber
olarak gönde-rilince, İşte uyarılıp dikkat kesildikleri büyük iş o oldu. Yüce
Allah da: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki" diye buyurdu. Yani o
batan yıldız, işte bu ortaya çıkan peygamberlik dolayısıyla batmıştır.
Buradaki
"yıldız"dan kastın sapı, gövdesi olmayan bitki olduğu da söylenmiştir.
"Kayması" ise yerin üzerine düşmesi demektir.
Cafer b. Muhammed b.
Ali b. el-Hüseyn (Allah onlardan razı olsun) dedi ki: "Yıldıza
andolsun" buyruğunda Muhammed (sav)'ı kastetmektedir. "Battığı
zaman" da Miraç gecesi semadan yere indiği zaman demektir.
[6]
Urve b. ez-Züheyir
(r.a)'dan rivayete göre Ebu Leheb'in oğlu Utbe, Rasû-lullah (sav)'ın kızı ile
evli idi. Şam'a gitmek istedi. Andolsun Muhammed'e gidip ona eziyet edeceğim,
dedi. Yanına varıp: Ey Muhammed ben "battığı zaman yıldızı, yaklaşıp
sarkanı inkar ediyorum" eledi, sonra da Rasûluüah (sav)'ın yüzüne tükürdü,
kızını boşayıp ona gönderdi. Rasûlullah (sav) da: "Allah'ım Sen bunun
üzerine yırtıcı hayvanlarından birisini musallat et." diye bedduda etti.
Bu esnada Ebu Talib de orada bulunuyordu. Bu duadan endişeye kapıldı ve: Ey
kardeşimin oğlu, sen bu duayı yapmayabil irdin dedi. Utbe babasına gidip, ona
durumu haber verdi. Sonra da Şam'a çıktılar, bir yerde konakladılar. Oradaki
manastırdan bir rahip onların yanına gelip: Burası yırtıcı hayvanı çok olan bir
yerdir, dedi. Ebu Leheb arkadaşlarına: Ey Kureyş topluluğu bu gece siz bizi
koruyunuz. Çünkü ben Muhammed'in yaptığı bedduanın oğlumu tutacağından
korkuyorum, dedi. Bunun üzerine develerini toplayıp etraflarında çöktürdüler
ve özellikle Utbe'yi gözetlemeye koyuldular. Bir arslan gelip onların
yüzlerini koklamaya başladı ve nihayet Ut-be'ye bir darbe indirip onu öldürdü.
Hassan da şöyle demiştir:
"Bu sene kimisi
ailesinin yanına dönse bile, Yırtıcı hayvanın yediği kimse geri dönemez."
Aslında
("yıldız" anlamı verilen): "Çıkmak, doğmak'' demektir. Mesela
"Diş çıktı", "Filan kişi filan ülkede çıktı" yani sultana
bas kaldırdı, denilir.
("Battı"
anlamı verilen): "İnmek ve yere düşmek" demektir. Kullanım şekli
itibariyle: "İndi, iner, inmek" diye kullanılır ve " Gitti, gider,
gitmek" fiilinin kullanımına benzer. Şair Züheyr söyle demektedir:
"O develeri, çakılı bol ve yürünmesi zor yüksekçe
yerlere çıkardı ve onlar yıkılıyordu,
Tıpkı halatlarla aşağı sarkıtılan kovanın düşmesi gibi."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Bizler Belakis
el-Kâa' denilen yerde iken Hızlı gidiyorken; develer de alabildiğine iniyorken
Seni hatırladım da kalbime bir düşünce saplandı Gevşetti gücümü artık, yoluma
devam edemedim."
el-Esmaî dedi ki;
Üstün ile " Yukarıdan aşağıya doğru düştü, düşer" demektir. "
Geceleyin yürüyüşüne devam elti" anlamındadır. aynı anlamda iki ayrı
söyleyiştir. İşte şair bu iki söyleyişi de şu beyitinde birarada kullanmış
bulunmaktadır:
"Nice konak yeri
vardır ki, ben olmasaydım sen oradan aşağı düşerdin, Dağın en yüksek tepesinden
bütünüyle düşen bir şeyin düşüşü gibi."
Sevgi ve muhabbeti
anlatmak itin de esreli olarak: "Sevdi, sever, sevmek" denilir.
"Arkadaşınız asla
sapmadı" buyruğu yeminin cevabıdır. Yani Muharnmed (sav) haktan uzak
düşmedi, ondan başka bir tarafa sapmadı.
"Batıla da
yönelmedi." buyruğundaki fiilin mastarı: Doğrunun zıttı" demektir.
O sapkın bir kimse
olmadı. Batıl bir söz söylemedi, diye de açıklanmıştır. İstediğinden mahrum
düşmedi diye de açıklanmıştır. "Mahrum kalmak, zarara uğramak"
demektir. Şair şöyle demiştir:
"Kim bir hayır
görse; över insanlar onun durumunu.
Kim de istediğini elde
edemezse, hüsranından dolayı kınayıcısız kalmaz."
Yani istediğini elde edemeyen kimseyi insanlar
kınar.
Diğer taraftan bu
buyruğun vahiyden sonraki durumu haber vermek mahiyetinde olması mümkün olduğu
gibi, genel olarak bütün halleri hakkında haber vermek mahiyetinde de olabilir.
Yani o her zaman için Allah'ı tevhid eden birisi idi. Yüce Allah'ın:
"Kitabın da, imanın da ne olduğunu bilmezdin." (eş-Şura, 42/52) buyruğunu
açıklarken, eş-Şura Sûresi'nde belirttiğimiz gibi doğru olan tta budur.
"O kendi
hevastndan bir süz söylemez. O bildirilen bir vahiyden başkası değildir"
buyruğuna dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[7]
"O kendi
nevasından bir söz söylemez" buyruğu hakkında Katade şöyle demiştir: O
Kur'ân'ı kendi nevasından söylemez. "O" kendisine "bildirilen
bir vahiyden başkası değildir."
Bir başka açıklama da
şöyledir: "Kendi hevasından", nevası ile konuşmaz, demektir. Bu
açıklamayı Ebu Ubeyde yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Sen bunu bir bilene
sor." (el-Furkan, 25/59) buyruğunun, onun hakkında sor anlamında olması
gibidir.
etvNehhas dedi ki:
Katade'nin açıklaması daha uygundur ve bu durumda: "...'dan" gerçek
anlamı İle kullanılmış olur. Yani onun söyledikleri, onun öz görüşünden
değildir. Söyledikleri ancak yüce Allah'tan bir vahiy ile ortaya çıkar. Çünkü
bundan sonra "o bildirilen bir vahiyden başkası değildir" diye
buyurutmaktadır.
[8]
Rasûlullah (sav)'ın
karşı karşıya kaldığı olaylar hakkında içti had etmesinin caiz olmadığını
söyleyenler bu âyet-i kerimeyi delil gösterebilirler. Yine bu âyet-i kerimede
sünnetin de amel bakımından tıpkı Allah tarafından indirilmiş vahiy gibi olduğuna
delalet vardır. Bu hususa dair el-Mikdam b. Madî Kerib'in rivayet ettiği hadis
bu kitabımızın "Mukaddime"sinde ("Kitabın sünnet ile açıklanması
bu hususta gelen rivayetler" başlığı altında) açıklanmış bulunmaktadır,
Yüce Allah'a hamdolsun.
es-Sicistanî dedi ki:
Arzu edilirse: "O bildirilen bir vahiyden başkası değildir" buyruğu,
"Arkadaşınız asla sapmadı" buyruğundan bedel de kabul edilebilir. '
Ancak İbnu'l-Enbarî
şöyle demektedir: Bu yanlıştır. Çünkü: "diıj): Değildir" lafzının
"nun'unun şeddesiz hali, olumsuz (u)'dan bedel olamaz. Buna delil de bir
kimsenin -Allah'a yemin ederim ben kalkmadım, ben ancak oturuyorum
anlamında: diyemeyeceğidir,
"Ona çetin güçler
sahibi öğretti." el-Hasen'in dışında diğer müfessirle-rin görüşlerine göre
maksat Cebrail (a.s)'dır. el-Hasen ise; bu yüce Allah'tır demiştir. Onun bu
görüşüne göre: "O büyük bir güce sahihtir" buyruğunda ifade tamam
olmaktadır. Bu da güç sahibi anlamındadır ve "kuvvet" yüce Allah'ın
sıfatlarındandır. Buyruğun asıl anlamı, halatı ileri derecede bükmekten
gelmektedir. Bükmek adeta çözülmesi oldukça zor olacak şekilde en ileri
dereceye ulaşıncaya kadar devanı ettirilmiş gibi bir mana ifade eder.
Daha sonra yüce Allah:
"Hemen asıl şeklinde doğruluverdi" diye buyurmaktadır. Burada da
yüce Allah'ı kastetmiş olur. Yani yüce Allah Arşın üzerinde istiva etti. Bu
anlamdaki bir açıklama el-Hasen'den rivayet edilmiştir.
er-Rabî' b. Enes ile
el-Ferra da şöyle demişlerdir: "Hemen asıl şeklinde doğruluverdi ve o en
yüksek ufukta İdi." Yani Cebrail ve Muhammed -ikisine de sejam olsun-
doğrukıverdiler. Bu da: " O" zamiri ile gizli ve mer-fu bulunan
zamire atıf olunduğunu kabul etmeye binaen böyle bir anlam kazanır. Fakat
Arapların çoğu böyle bir yerde atıf yapmak istediklerinde ma'-tufun-aleyhin
(yani üzerinde alıf yapılanın) zamirini açığa çıkartır ve: "O ve filan
istiva etti" derler. "(O) ve filan istiva etti" şeklinde
kullanımları çok azdır. el-Ferra şu beyiti zikretmektedir:
"Kayın ağacının
değneğinin gittikçe sağlamlaştığmı görmez misin? Onun hiçbir zaman u fal ip
giden sütleğen otuna denk olmadığını da."
'h O ve sütleğen otu
bir olmaz" demektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın; " Biz ve
babalarımız toprak olduktan sonra mi?"(en-Neml, 27/67) buyruğu da buna
benzemektedir.
Bu da: "Biz
toprak olduktan sonra bi2 ve -atalarımız da rm..." anlamındadır.
Âyete gelince:
"Cebrail'in kendisi ve Muhammed -ikisine de selam olsun- İsra gecesinde o
en yüksek ufukta doğruldular" demek olur. (el-Rabi' ile el-Ferra'nın)
zamire atıf yapılmasını caiz kabul etmesi tekrarlanmaması içindir. Ancak
ez-Zeccac şiirdeki zaruret müstesna bunun caiz olduğunu kabul etmemektedir.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir; Cebrail o en yüksek ufukta doğ-ruluverdi. Bu daha güzel bir
manadır. Doğruluveren Cebrail ise o takdirde "o büyük bîr güce
sahiptir" buyruğu onun vasfı hakkında olup onu güzel bir konuşma sahibi
olmakla nitelendirmektedir. Bu açıklamayı îbn Abbas yapmıştır. Katade ise: O
uzun ve güzel bir yaratılışa sahiptir demektir, demiştir. Sağlıklı bir beden ve
her türlü kusurdan uzak bir yapıya sahip anlamında olduğu da söylenmiştir.
Peygamber (sav)*ın: "Sadaka zengin, güçlü ve azaları yerli yerinde,
sağlam hiçbir kimseye helal değildir."
[9]buyruğu
da bu kabilden olur. İmruu'1-Kays de şöyle demiştir:
"Aralarında her
zaman bir çare sahibi idim
Yaratılışı sapasağlam
ve işlerinde güvenilir bir kişi idim."
"O büyük bir güce
sahiptir" buyruğunun büyük güç ve kuvvet sahihi demek olduğu
söylenmiştir. el-Kelbî dedi ki: Cibril (a.s)'ın gücünün bîr parçası da onun
Lut kavminin şehirlerini yerin en alt tabakasındaki köklerinden söküp, bunları
kanatları üzerine alıp, semaya kadar yükseltmesi, semada bulunanların
köpeklerinin ulumalarını, horozlarının ötüşmelerini işitecekleri bir noktaya
kadar çıkarttıktan sonra altüst etmesidir. Yine onun ileri derecedeki gücünün
bir göstergesi de şudur: O İblisi Arz-ı mukaddesin bir yerinde İsa (a.s) ile
konuşurken görmüş, kanadıyla ona hafifçe dokunmakla Hind'de en uzak bir dağa
kadar atmıştır. Yine çokluklarına ve sayıca kalabalık olmalarına rağmen, Semud
kavmine bir çığlık atması üzerine, onların sönmüş bir ateş gibi hareketsiz,
dİ2İeri üzerine çöküvermiş hale gelivermeleri de onun gücündendir. Semadan
peygamberlere inip yine oraya göz açıp kırpmaktan daha hızlı bir zamanda
yükselmesi de onun gücündendir.
Kutrub dedi ki:
Araplar sağlam görüşlü, ü.stün akıllı her kimseye "; Büyük bir güç
sahibi" derler. Şair de şöyle demiştir:
"Sizlerle
karşılaşmadan önce ben sağlam bir görüş sahibi ve akıllı birisi idim, Benimle
davalaşan, tartışan herkesin tartıldığı bir terazisi vardır, bende"
Cebrail'in isabetli
görüşü ve sağlam aklının bir göstergesi olarak; yüce Allah bütün peygamberlere
gönderdiği vahyine onu emin kılmıştır. el-Cevhe-rî dedi ki: İnsandaki tabiatın
dört temel unsurundan birisidir. Aynı zamanda bu güt; ve sağlam akıl anlamına
da gelir, " Sağlam akıl sahibi, güçlü adam" demektir. Şair şöyle
demiştir:
"Sen oldukça
cılız bir adam görür ve onu küçümsersin
Fakat o elbiselerin
içinde son derece güçlü bir arslan bulunur."
Lakît dedi ki:
"Nihayet eğriliğe
rağmen sağlam kararını verdiğinde,
sağhmâı,
ne dilinde tutukluk yardi, yumuşak ve zelildi."
Mücahid ve Katade de:
"O büyük bir güce sahiptir" buyruğunu büyük kuvvet sahibi diye
açıklamışlardır. Hufaf b. Nedbe'nin şu beyi tinde de bu anlamda kullanılmıştır:
"Ben büyük güç
sahibi bir kimaeyim, beni (hayatta) bırak Musibetlere karşı duranlar arasında
ve ben sapasağlamım."
O halde kuvvet, güç
hem yüce Allah'ın sıfatlarındandır, hem de yaratılmışların sıfatları ndandır.
"Hemen asıl
şekilde doğruluverdi." Önceden açıklattığımız gibi kasıt Ceb-rai!
(a.s)dır, Yani Muhammed (sav)'a öğrettikten sonra semada bir yere doğru
yükseldi. Bu açıklamayı Said b. el-Müseyyeb ile İbn Cübeyr yapmıştır.
"Doğruluverdi"
buyruğunun, yüce Allah'ın kendisini yaratmış olduğu aslî suretinde
dikîliverdi, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü Cebrail, Peygamber
(sav)'a diğer peygamberlere geldiği şekilde, Ademoğullaıı suretinde geliyordu.
Peygamber (sav) ondan yüce Allah'ın yaratmış olduğu şekilde kendisine
görülmesini İstedi. O da Hazreti Peygambere iki defa aslî suretinde göründü.
Birisinde yerde, birisinde de semada idi. Yerdeki görünmesi en yüksek ufukta
olmuştu. Peygamber (sav)'da Hira dağında idi. CebraiJ doğu tarafından ona
göründü ve doğudan batıya kadar yeri kapattı. Peygamber (sav) da baygın yere
düştü. Ademoğulları suretinde onun yanına indi ve onu bağrına bastı. Yüzünden
toprağı silmeye koyuldu. Peygamber (sav) kendisine geldiğinde: "Ey
Cebrail! Ben yüce Allah'ın böyle bir surette bir kimseyi yaratmış olduğunu
düşünememiştim," dedi. Cebrail: Ey Muhammed! Ben sadece kanatlarımdan
ikisini açtım. Benim herbiri doğu ile batı arasındaki mesafe genişliğinde olan
altıyüz tane kanadım var. Peygamber "Bu pek büyük bir şeydir"
deyince, Cebraii şöyle dedi: Halbuki ben yüce Allah'ın yarattığı diğer şeylere
göre ancak çok küçük bir yaratık kalıyorum. Yüce Allah İsrafil'i altıyüz
kanatlı olarak yaratmıştır. O kanadın herbiri benim bütün kanatlarım kadardır.
O bile bazan yüce Allah'ın korkusundan küçük bir kuş kadar oluncaya kadar
küçülür.
Bunun delili de yüce
Allah'ın: "Andolsun ki o kendisini apaçık ufukta #ör-müştür."
(el-Tekvh, 81/23) buyruğudur. Peygamber Efendimizin Cebrail'i semada görmesi
ise Sidretu'i-Münteha yakınında olmuştur. Peygamberler arasında onu bu surette
Muhammed (sav)'dan başkası görmüş değildir.
Üçüncü bir görüşe göre
"hemen doğroluverdi" buyruğu Kur'ân onun göğsünde dosdoğru bir
şekilde yerleşti, anlamındadır. Bu görüş de iki şekilde açıklanır. Birincisi
Kur'ân'ı Muhammed'in üzerine İndirdiği zaman Cebrail'in göğsünde doğruiuverdi.
İkincisi de Cebrail, üzerine indiği zaman Muhammed'in göğsünde doğruluverdi.
Dördüncü bir görüşe
göre "hemen doğruluverdi" buyruğu ile kastedilen Muhammed (sav)'dır.
Bu da İki şekilde açıklanır: Birincisine göre; o güç ve kuvvetinde mutedil
oldu. İkincisine göre ise, risaletinde mutedil oldu demektir. Bu iki görüşü
el-Maverdî zikretmiştir.
Derim ki: Birinci
görüşe göre ifade: "O büyük bir güce sahiptir"
buyruğunda ifade tamam
olmaktadır. İkincisine göre ise ifade: "Çetin güçler sahibi"
buyruğunda tamam olmaktadır.
Beşinci bir görüşe
göre bu, hemen yükseliverdi anlamındadır. Bu da iki türlü açıklanır. Birincisi
Cebrail (a.s) az ünce sözünü ettiğimiz üzere mekanına yükseldi, ikincisine
göre de Peygamber (sav) miraç ile yükseldi.
Altıncı bir açıklama
şekline göre "hemen doğruluverdi" buyruğundan kasıt, yüce Allah'tır,
Yani o -el-Hasen'in görüşüne göre- Arşın üzerine istiva etti, demektir. Bu
husustaki açıklamalar daha önce el-Araf Sûresi'nde (7/54. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Ve o en yüksek
ufukta idi." cümlesi hal konumundadır. Yüksek olarak doğruluverdi,
anlamındadır. Bu da Cebrail, gerçek sureti ile yükseğe doğru doğruldu,
demektir. Daha önce belirttiğimiz gibi, onu bu şekliyle görmek isteğini
belirtinceye kadar, Peygamber (sav) bundan Önce bu sureti üzere onu görmemişti.
Uftık; semanın bir
tarafıdır, çoğulu "afak" diye gelir.
Katade dedi ki: Ufuk
güneşin doğduğu yerdir. Süfyan da böyle demiştir: Ufuk güneşin doğduğu yerdir.
Buna benzer bir rivayet de Mücahîd'den nakledilmiştir. Bu lafız "ufk"
ve "ufuk" şeklinde söylenir. "Zorluk" anlamında
"usr" ile "usur" demek gibi. Bu daha önce "Ha, Mim.
es-Secde" de (Fus-silet, 41/53. âyette) geçmiş bulunmaktadır, "Göz
kamaştırıcı bir at" derken bu lafız ölreli okunur. Dişisi hakkında da
böyle denilir. Şair şöyle demektedir:
"Saçlarımı
tarıyor, eteklerimi çekiyorum Silahlarımı ise koyu kırmızı bir at
taşıyor."
Buradaki "ve
o" lafzındaki zamir ile Peygamber (sav)'ın kastedildiği, "en yüksek
ufuk" buyruğu ile de İsra gecesinin kastedildiği söylenmiş ise de zayıf
bir görüştür. Çünkü: O ve filan kişi doğruldu" denilir ama -aynı anlamda
olmak üzere-; şiir de zaruret hali olmadıkça; (trttijtijs-»i ) denilmez.
Doğrusu doğruluverenin
Cebrail (a.s) olduğudur ve o sırada Cebrail en yüksek ufukta aslî suretinde
görünmüştü. Çünkü Cebrail vahiy için indiğinde Peygamber (sav)'a bir adam
suretine bürünüyordu. Peygamber (sav) onu gerçek suretinde görmek isteyince, o
da doğu ufkunda doğrulu verince ufku doldurdu.
"Sonra yaklaşıp
sarktı." Yani Cebrail yeryüzünün en yüksek ufkunda doğ-ruluverdikten sonra
yaklaştı "ve sarktı." Peygamber (sav)'ın üzerine vahyi indirdi. Yani
Peygamber (sav) onun azametini görüp de bu husus kendisini dehşete düşürünce,
yüce Allah, Peygamber (sav)'a vahiy getirmek üzere yaklaştığında Cebrail'i
tekrar bir insan suretine döndürdü. İşte yüce Allah'ın "kuluna
yahyettiğini vahyettl" buyruğu bunu anlatmaktadır. Yani yüce Allah
Cebrail'e vahyetti ve o sırada Cebrail "böylece iki yay kadar veya daha da
yaklaştı." Bu açıklamayı İbn Abbas, el-Hasen, Katade, er-Rabî' ve başkaları
yapmıştır.
Yine yüce Allah'ın:
"Sonra yaklaşıp, sarktı" buyruğu hakkında İbn Ab-bas'tan gelen
rivayete göre anlamı şudur: Şanı yüce Allah Muhammed (sav)'a "yaklaşıp,
sarktı." Buna yakın bir rivayeti Enes b. Malik, Peygamber (sav)'dan
nakletmekledir. Onun emri ve hükmü peygambere yaklaştı; demektir.
"Sarkma"nın
asıl anlamı bir şeye doğru ona yaklaşıncaya kadar inmek demektir. Burada bu
lafız "yakınlaşmak" yerinde kullanılmıştır. Şair Lebid şöyle demektedir:
"Geri dönüp
üstüne sarktım
O sırada yerin
üzerinde de karanlığın dipleri vardı."
cl-Ferra'nın kanaatine
göre de: " Sarktı" lafzındaki "fe'; harfi, "vav"
anlamındadır. İfade de; " Sonra Cebrail sarktı ve yaklaştı"
takdirindedir. Şu kadar var ki; eğer iki fiilin anlamı bîr veya bir gibi
olursa, arzu edilen fiil öne alınır ve mesela: "Yaklaştı ve
yaklaştı" denilirken (aynı anlamdaki) bu iki fiilden istediğimizi öne alabiliriz.
"Bana hakaret etli ve kötülük etti" ya da "bana kötülük etti ve
hakaret etti" demek de böyledir. Çünkü hakaret etmek ve kötülük etmek
aynı şeydir. Nitekim yüce Allah'ın: "O saat (kıyamet) yaklaştı ve ay
yarıldı." (el-Kamer, 54/D buyruğunda da böyledir. Anlam İse -Allah-u
a!em-: Ay yarıldı ve kıyamet yaklaştı, anlamındadır. el-Cürcanî dedi ki: İfadede
takdim ve tehir vardır. Sarktı ve sonra yaklaştı, demektir. Çünkü sarkmak,
yaklaşmanın sebebidir. İbmı'l-Enbarî'de şöyle demiştir: Sonra Cebrail sarktı
yani semadan indi ve Muhammed (sav)'a yaklaştı.
İbn Abbas dedi ki:
Refref, Miraç gecesinde Muhammed (sav)'a doğru şarklı, onun üzerine oturdu.
Sonra yükseltildi ve Rabbine yaklaştı. Bu ilende gelecektir.
Anlamın, Muhammed en
yüksek ufukta bulunuyor iken Cebrail doğru-luverdi, şeklinde olduğunu
söyleyenler şunu da söyleyebilmekledirler: Sonra Muhammed Rabbine şanını
yükseltmek anlamı ile yaklaştı ve sarktı, yani secdeye kapandı. Bu da
ed-Dahhak'ın görüşüdür.
el-Kuşeyrî dedi ki;
Buna güre " Sarktı"; " Nazlandı" anlamındadır. Bu Ha
"Zan etti" anlamında kullanılmasına benzer. Ancak bunun böyle olması
uzak bir ihtimaldir. Çünkü "nazlanmak" kulluk sıfatları arasında
beğenilen bir nitelik değildir.
"Böylece İki yay
kadar veya daha da yaklaştı." Yani Muhammed, Rabbine ya da Cebrail'e
"iki yay kadar" yaklaştı. İki Arap yayı kadar demektir. Bu açıklamayı
İbn Abbas, Ata ve el-Ferra yapmışlardır,
ez-Zemahşerî dedi ki:
Şayet yüce Allah'ın: "Böylece iki yay kadar... yaklaştı* buyruğunun
takdiri nasıldır? diye sorulacak olursa, şöyle deriz: Onun yakınlık mesafesinin
miktarı iki yay gibi idi. Burada bu muzaflar hazfedilmiş-tir. Ebu Ali, şairin:
"Ve o beni
Cezime'den bir parmak kadar mesafede tuttu."
mısraını, bir parmak
mesafesi kadar tuttu, anlamındadır diye açıklaması buna benzer.
"Veya daha da
yaklaştı." ifadesi de sizin takdirinize göre bu kadar yaklaştı demektir.
Yüce Allah'ın: "Veya daha fazlasına." (es-Saffat, 37/147) buyruğunda
olduğu gibi.
es-Sıhak'ta da şöyle
denilmektedir:
"İkisi arasında
bir yay iniktarı kadar uzaklık vardır" demektir. Zeyd b. Ali de:
"Kadar" diye okumuştur Aynı zamanda: diye de okunmuştur. Bunu da
ez-Zemahşerî zikretmiştir.
"Yayın tutulduğu
yer ile kirişinin bağlandığı yer arasındaki mesafe" demektir. Herbir
yayın bu şekilde iki yeri bulunmaktadır.
Kimisi de yüce
Allah'ın: "İki yay kadar" buyruğu hakkında; yüce Allah bununla:
"Bir yayın kirişinin bağlandığı iki noktayı murad etmiştir, demiştir.
Ancak burada tesniye yapılan kelime kalbolmuşlur. (Birinci kelimede tesniye
takısı gelmesi gerekirken, ikinci kelimeye getirilmiştir.)
Hadis-i şerifte de
şöyle buyurulmuştur:
"Sizden herhangi
birinizin cennette bir yay mesafesi kadar veya bir kamçısı kadar bir yeri
dünyadan ve dünyadaki herşeyden hayırlıdır."
[10]
Sahih'te de Ebu
Hureyre'den şöyle dediği zikredilmektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki;
"Sizden herhangi birinizin cennetteki bir yaylık mesafesi, dünyadan ve
onun içindeki herşeyden hayırlıdır."
[11]
Burada yayın misal verilmesi mesafe itibariyle farklı olmadığından dolayıdır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kadı lyad dedi ki;
Şunu bil ki, yüce Allah'a izafe edilen yaklaşmak ve yakınlık herhangi bir
şekilde mekan yaklaşması ya da mesafe yakınlığı değildir. Peygamber (sav)'in
Rabbine yaklaşıp yakınlaşması onun mevkiinin büyüklüğünü açığa çıkarmak,
rütbesinin şerefini yüceltmek, marifet nurlarını, aydınlığını etrafa
göstermek, gayb ve kudretinin sırlarını müşahede etmesini sağlamaktır. Yüce
Allah'ın ona yakınlaşması ise ona bir lütuftur, ona ünsiyettir, ona huzur
vermektir, ikramdır. Peygamber (sav)'ın "Rabbimiz dünya semasına iner.'[12]
şeklindeki ifadeleri de bu şekillerden birisi ile yorumlanır. Bu da icmal,
kabul ve ihsan nüzulüdür. Kadı (Iyad) dedi ki: Yüce Allah'ın: "Böylece
iki yay kadar veya daha da yaklaştı" buyruğuna geünce, zamirin Cebrail'e
değil de yüce Allah'a ait olduğunu kabul edenlerin görüşüne göre bu yaklaşmanın
en ileri derecesini, mekanın lütfunu, marifetini izah edilmesini ifade eden
bir tabirdir. Muhammed (sav)'ın gerçek anlamı ile gözetildiğini, onun arzusunun
kabul edildiğini, isteklerinin yerine getirildiğini, ona lütfün açığa
çıkarıldığını, makamının yakınlığını, yüce Allah'a yaklaşmışhğını ifade eder.
Bu hususta yapılan tevil Peygamber (sav)'ın: "Kim Bana bir karış yaklaşırsa,
Ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene Ben koşarak gelirim.
"[13]
İfadeleri gibi tevil edilir ki; bu da duanın kabul edilmesi anlamında bir
yakınlık, ihsanın gelmesi ve umulanların acilen verilmesi anlamındadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Sonra" Cebrail Rabbine "yaklaştı... böylece iki
yay kadar veya daha da yaklaştı." Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Buna
rivayet edilen şu hadis delil teşkil eder: "Melekler arasında yüce Allah'a
en yakın olan Cebrail (a.s)'dır."
[14]
Bir açıklamaya güre de
"ev: Veya" burada "vav: Ve" anlamındadır. Yani iki yay
kadar ve daha da yakın oldu demek olur. Bunun: " Hatta" anlamında
olduğu da söylenmiştir. Hatta daha da yakın... demek olur.
Said b. el-Müseyyeb
dedi ki Arap yayının yay sahibinin omuzu-na attığı taraf olan ve kirişinin
bağlandığı üst tarafıdır. Herbir yayın da (bu durumda) tek bir "kab"ı
(yani kirişi) olur. Bu buyruk Cebrail (a.s)'ın, Muham-med (sav)'a iki yayın
kirişi kadar yakınlaşmış olduğunu haber vermektedir.
Said b. Cübeyr, Ata,
Ebu İshak el-Hemdanî, Ebu Vail ve Şakik b. Seleme de şöyle demişlerdir:
"Böylece iki yay kadar... yaklaştı." İki arşın kadar demektir. Çünkü
"kavs': kendisiyle herşeyin ölçüldüğü zira' (arşın) demektir. Ayrıca bu
bazı Hicazlıların da söyleyişidir. Bunun Ezdişenueİilerin söyleyişi olduğu da
söyLenmiştir.
el-Kisaî de şöyle
demiştir: Yüce Allah'ın: "Böylece İki yay kadar veya daha da yaklaştı"
buyruğu ile tek bir yayı kastetmiştir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"Çok uzak,
oldukça yüksek ve bitkisi bulunmayan iki geçit Ben onu tek bir yolla aşıp
geçtim, iki yolla değil."
Şair burada tek bir
geçiti kastetmektedir.
" Yay" hem
müzekker, hem müennes kullanılır. Müennes kullananlar bunun küçültme ismini
yaparken: "Yaycık" derler. Müzekker kabul edenler de: derler. Darb-ı
meselde de: "O en hayırlı yaycıktan bir oktur" denilmektedir. Çoğulu
şekillerinde gelir. Ebu Ubeyde şu mısraı zikretmektedir:
"Ve o neşeli
kimseler yaylara kiriş taktılar."
Aynı zamanda: "
Kabta geriye kalan kuru hurma" demektir. "Kavs: Yay" semadaki
burçlardan birisidir. Ötreli olarak ise rahibin manastırı demektir. Şair bir
kadından sözederken şöyle demektedir:
"Elbette beni ve
hatta manastırda iki yün elbise giyeni fitneye düşürür."
"Kuluna»vahyettiğini
vahyetti." buyruğu ile ona indirilen vahyin şanının büyüklüğü anlatıl
maktadır. Vahyin ne demek olduğu daha önceden açıklanmıştır.[15]Vahiy
bir şeyi hızlıca bırakmak demektir. " Çabuk olun, çabuk olun" tabiri
de buradan gelmektedir. Yani yüce Allah kulu Muhammed (sav)'a vahyettiği
şeyleri vahyetti.
Anlamın:
"Kuluna" Cebrail (a.s)'a "vahyettiğini vahyetti" şeklinde
olduğu da söylenmiştir. Cebrail, Allah'ın kulu Muhammed (sav)'a Rabbinin kendisine
vahyetliği şeyleri vahyetti, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı
er-Rabî', el-Hasen, İbn Zeyd ve Katade yaprmştır. Katade dedi ki: Allah
Cebrail'e vahyetti, Cebrail de Muhammed'e vahyetti.
Şöyle denilmiştir;
Acaba buradaki vahiy müphem midir? Bundan dolayı biz ona muttali olamamakla
birlikte genel olarak ona iman etmemiz istenmekle bizim ibadetimizin taleb
edildiği bir husus mudur? Yoksa bilinen ve tefsir olunmuş (açıklaması
yapılmış) bîr husus mudur? Bu hususta iki görüş vardır. Said b. Cübeyr ikinci
görüşü kabul etmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah, Muhammed'e: Ben seni yetim
bulup sonradan seni barındırmadım mı? Seni şaşkın bulup sonradan seni doğruya
iletmedim mi? Seni fakir bulup, ihtiyaçtan kurtarmadım mı? "Biz senin
için göğsünü yarmadık rnı? Üzerindeki -sırtına pek ağır gelen- yükünü
kaldırmadık mı? Senin şanım yükseltmedik mi?" (İnşirah, 94/1-4) diye
buyurmuştur.
Bir diğer açıklamaya
göre: Yüce Allah ona: Ey Muhammed, cennet sen oraya girinceye kadar bütün
peygamberlere senin ümmetin de oraya girinceye kadar bütün ümmetlere yasaktır,
diye vahyetli,
[16]
11.
Gözüyle
gördüğünü kalp yalanlamadı.
12. Şimdi
siz gördükleri hakkında onunla tartışıyor musunuz?
13. Andolsun
ki onu diğer bir inişinde görmüştü.
14.
Sidretu'l-Münteha yanında.
15.
Cennetuİ-Me'va
da onun yanındadır.
16. O vakit
Sidreyi bürüyen buruyordu.
17. Göz
başka yöne kaymadı ve aşmadı da.
18. Andolsun
ki Rabbinİn büyük âyetlerinden görmüştür.
"Gözüyle
gördüğünü kalb yalanlamadı." Yani Mııhammed (sav)'ın kalbi Miraç gecesi
(gördüklerini) yalanlamadı. Çünkü yüce Allah onun görmesini kalbine
yerleştirmişti ve nihayet yüce Rabbini de görmüştü. Allah bunu da ru'yet
(görmek) olarak ifade buyurmuştur.
liunun güz ile gerçek
bir görme olduğu da söylenmiştir.
Birinci açıklama İbn
Abbas'tan rivayet edilmiştir. Müslim'in, Sa/ıiTı'inde ise Peygamber Efendimizin
Rabbini kalbi ile gördüğü belirtilmektedir.
[17] Bu
Ebu Zerr ile ashab-ı kiramdan bir topluluğun görüşüdür.
İkincisi ise Enes'in
ve bir başka topluluğun görüşüdür. Yine tbn Abbas'tan şöyle elediği rivayet
edilmiştir: Sizler candan dostluğun İbrahim'e, kelamın Musa'ya, ru'yetin
Muhammecl (sav)'a tahsi.s edilmesine hayret mi ediyorsunuz? Yine İbn Abbas'tan
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz Haşimoğulları-na gelince, Muhammecl
Rabbini iki defa görmüştür, diyoruz, üu hususa dair açıklamalar, daha önce
el-En'am Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Gözler ona erişemez. O ise bütün
gözleri kuşatmıştır." (el-En'am, 6/103) buyruğu açıklanırken geçmiş
bulunmaktadır.
Muhammed b. Ka'b da
şunu rivayet etmektedir: Ey Allah'ın rasûlü, eledik. Allah'ın salat ve selamı
üzerine olsun. Rabbini gördün mü? diye sorduk. O: "Rabbimi kalbim(in gözü)
ile iki defa gördüm." dedi, sonra da yüce Allah'ın: "Gözüyle
gördüğünü kalp yalanlamadı" buyruğunu okudu.
[18]
Üçüncü bir görüşe göre
de o yüce Allah'ın celalini ve azametini görmüştür. Bu görüş el-Hasen'in
görüşüdür,
Ebu'l-Aliye rivayetle
dedi ki: Rasûlutlah (sav)'a: Rabbini gördün mü? diye soruldu, o da şöyle
buyurdu: "Bir ırmak gördüm. Irmağın ötesinde bir perde, perdenin ötesinde
de bir mum gördüm. Bundan başka bir şey de görme-dim."
[19]
Müslim'in, Sahih'İnde
Ebu Zerr'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Ra-sûluilah (sav)'a: Rabbini gördün
mü? diye sordum. Or "(O) bîr nurdur. O'nu nasıl görebilirim?" diye
buyurdu,
[20]
Yani'ondan gelen nur
beni etkisi altına alarak O'nu görmemi engelleyecek şekilde gözlerimi
kamaştırdı. Buna diğer rivayette gelen: "Bir nur gördüm"[21]
ifadesi de delil teşkil etmektedir.
İbn Mesud dedi ki:
Cebrail'i gerçek suretinde iki defa gördüm.
Hişam, İbn Amir'den ve
Şam ahalisinden naklen "yalanlamadı" anlamındaki buyruğunu şeddeli
olarak: diye okuduklarını rivayet etmiştir. Yani Muhammed'in kalbi o gece
gözleriyle gördüklerini yalanlamadı. Aksine onları tasdik etti. Buna göre
"Şey" lafzı her hangi bir harf-i cer takdir etmeksizin bu fiilin
mefulüdür. Çünkü bu fiil bu şekilde şeddeli olarak kullanılırsa, harf(-i cer)
olmadan teaddi eder. Bununla birlikte: "Şey", anlamında ism-i mevsul
olup, aidi hazfedilmistir. Fiille birlikte mastar olması da mümkündür.
Diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır.
Yani: "
Muhammed'in kalbi gördüğü şeyler hususunda yalan söylemedi" demek olup,
burada sıfat harfini ("de" anlamını veren edatı) düşürmüş olmaktadır.
Hassan (r.a) da şöyle demiştir:
"Eğer bana o söylediğin
sözü doğru söylediysen, el-Haris b. Hişam'm kurtuluşu gibi kurtulursun."
Burada da; Bana
söylediğin o şeyde" anlamındadır. Yine de fiille beraber mastar olması da
mümkündür. anlamında olması da mümkündür. Muhammed (sav)'in kalbi gördüğü o
şeyi yalanlamadı, demek olur.
"Şimdi siz
gördükleri hakkında onunla tartışıyor musunuz?" buyruğun-
daki: " Şimdi
siz... onunla tartışıyor musunuz" lafzını Hamza ve el-Kisaî "elif'siz
olarak "te" harfi üstün ve "siz onu inkar mı ediyorsunuz"
an-lamında: diye okumuşlardır. Bu okuyuşu Ebu Ubeyd tercih etmiştir. Çünkü o
şöyle demiştir: Onlar onunla tartışmadılar, onu inkar ettiler. Nitekim
"Hakkını inkar etti" ve: Hakkını ben inkar ettim" denilir, Şair
de şöyle demiştir:
"Sen dosdoğru,
samimi ve gerçekten ikram sahibi bir kardeşinden darılacak olursan, Sana karşı
nankörlük etmeyen bir kardeşin hakkını inkar etmiş olursun."
el-Müberred dedi ki:
Bir kimse diğerinin hakkını engelleyip hakkını ona vermemekte direnecek olursa;
denilir. Devamla dedi ki: anlamına gelmesine de Ka'b b. Rabia oğullarının
tabirini; " Allah senden razı olsun" anlamında kullanmaları örnek
gösterilmiştir.
el-A'rec ve Mücahid de
bu kelimeyi "elif'siz olarak "te" harfi ötreli: şeklinde den
geien bir fiil diye okumuşlardır ki; "siz onu şüpheye ve tereddüte mi
düşürüyorsunuz?" demek olur. Diğerleri ise "elif" ile diye
okumuşlardır. "Onun Allah'ı gördüğü hususunda onunla tartışıyor ve onunla münakaşa mı ediyorsunuz"
demektir. Her iki anlam da birbiriyle içimedir. Çünkü onların tartışmaları da
bir inkardı. (İnkardan kaynaklanıyordu.)
Şöyie de
açıklanmıştır: İnkar onların her zamanki tavırları idi. Bu ise yeni bir
tartışma olup, -önceden (ei-İsra, 17/1. âyet, 5- başlıkta) geçtiği gibi- şöyle
demişlerdi: Sen bize Beytu'l-Makdis'in niteliklerini söyle ve Şam yolunda
bulunan kervanımızın durumunu bize haber ver.
" Andolsun ki onu
diğer bir inişinde görmüştü." buyruğundaki: "Bir iniş" hal
konumunda mastardır: Andolsun ki bir diğer inişte inerken onu görmüştü,
denilmiş gibidir. İbn Abbas dedi ki: Muhammed (sav) bir diğer defa Rabbini
kalbi ile gördü.
Müslim de
Ebu'l-Aliye'den, o da İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Gözüyle gördüğünü kalp yalanlamadı" ve "Andolsun ki onu diğer
bir inişinde görmüştü" buyrukları hakkında dedi ki: Onu iki defa kalbi
ile gördü.
[22] Buna göre "diğer bir
inişinde* buyruğu Muhammed (sav)' aittir. Çünkü farz namazların sayısına göre
onun defalarca çıkıp inmesi söz-konusu olmuştu. Çünkü herbir yükselişin bir
inişi vardır. İşte yüce Allah'ın: "Sidretu'l-Münteha yanında"
buyruğu: Muhammed (sav) Sidretu'l-Münteha yanında ve bu inişlerden birisinde
(onu gördü), demek olur.
İbn Mesud ve Ebu
Hureyre yüce Allah'ın: "Andolsun ki onu diğer bir inişinde görmüştü"
buyruğunda sözü edilenin Cebrail olduğunu söylemişlerdir. Bu da aynı şekilde
Müslim'in, Sahih'inde sabittir[23]
tbn Mesud da dedi ki:
Peygamber (sav) buyurdu ki: "Ben Cebrail'i en yüksek ufukta tüylerinden
inci ve yakutun döküldüğü altıyüz kanatlı haliyle gör-düm."
[24] Bunu
da el-Mehdevî zikretmiştir. Yüce Allah'ın: "Sidretu'l-Münteha
yanında" buyruğundaki: "Yanında" lafzı az önce açıkladığımız gibi,
"onu... görmüştü" buyruğunun sılasındandır.
Sİdr: Nebık (köknar
yemişi) veren ağacın adıdır. Bu ağaç altıncı semadadır. Yedinci semada
olduğunu belirten rivayetler de gelmiştir. Bunu belirten rivayet Sahih-i
Müslim'de yer almaktadır. Birincisi Murre'nin Abdullah'tan yaptığı rivayettir.
Abdullah dedi ki: Rasûlullah (sav) İsra'ya götürülünce Sidre-tu'1-Münteha'ya
kadar ulaştırıldı. Sidretu'l-Münteha akıncı semadadır. Yerden yükselenler oraya
kadar yükselir ve oradan alınır. Onun üstünden gelip aşağıya indirilenler de
oraya kadar gelir ve oradan alınır. "O vakit Sİdreyi bü-rüyen
buruyordu." buyruğu hakkında dedi ki; Onu altından kelebekler buruyordu.
Rasûlullah (sav)'a üç husus verildi: Ona beş vakil namaz verildi. el-Bakara
Sûresi'nin son âyetleri verildi ve ümmeti arasından Allah'a ortak koşmayan
kimselere, kişiyi cehenneme götüren büyük günahlar bağışlandı
[25]
İkinci hadisi Katade,
Enes'ten rivayet etmiş olup buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur;
"Ben yedinci semada bulunan Sidretu'l-Münte-ha'ya kadar yükseltildim. O
Sidre'nin köknar yemişleri Hecer testileri gibi, yapraklan da fil kulakları
gibi idi. Onun dibinden ikisi görünen, ikisi de batın (gizli, olmak üzere dört)
nehir çıkıyordu. Ey Cebrail! Bu nedir, diye sordum. Dedi ki: Batın
(görünmeyen) iki nehir cennettedir. Zahir olan iki nehir ise Nil ve
Fırat'tır." Bu, Darakutni'nin rivayet ettiği lafzıdır.
[26]
"Be" harfi
esreli olarak "nebık" sidr (Arabistan kirazı) yemişinin adidir. Tekili;
diye gelir. "Nebk" diye de söylenir. Bunları Yakub
"el-Islah" adlı eserinde zikretmiştir ki, bu ikincisi Mısırlıların
söyleyişidir. Fakat birincisi daha fasihtir, Peygamber (sav)'dan sabit olan
söyleyiş de odur.
Tirmizi, Ebu Bekir
(r.a)'ın kızı Esma (r.anha)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: «en
Rasûlullah (sav)'ı -ona Sidretu'I-Münteha'dan sözedilmiş olduğu bir sırada-
şöyle buyururken dinledim: "Süvari onun bir dalının gölgesinde yüzyıl
süreyle yol alır. Yahut onun gölgesinde yüz süvari gölgelenir. -Şüphe eden
Yahya'dır.- Ondu altından kelebekler vardır, yemişleri testiyi andırır."
Ebu İsa dedi ki: Bu hasen bir hadistir[27]
Derim ki: Müslim'in
kaydettiği Sabit'in, Enes'ten rivayet ettiği hadisin lafzı da böyledir:
"Sonra Sidretu'l-Münteha'ya götürüldüm. Baktım ki yaprakları fillerin
kulakları gibi, meyveleri testiler gibi. Aziz ve celi] olan Allah'ın emrinden
onu bürüyen bürüyünce değişikliğe uğradı. Güzelliğinden ötürü Allah'ın
yarattıklarından hiçbir kimse onun niteliğini anlatamaz.'[28]
Ona neden
Sidretu'l-Münteha adının verildiği hususunda farklı dokuz görüş vardır:
1- İbn
Mesud'dan az önce kaydedildiği üzere üstünden inen herbir şey oraya kadar
ulaşır ve oraya ulaşan da oradan yükselir.
2- Peygamberlerin
bilgisi orada son bulur ve onun ötesinde olanı bilmezler. Bu görüş İbn
Abbas'ındıı.
3- Ameller
oraya kadar ulaşır ve oradan alınır. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır,
4- Melekler
ve peygamberler oraya kadar ulaşır ve orada dururlar. Bu da Ka'b'ın görüşüdür.
5- Ona Sidretu'l-Münteha
adının veriliş sebebi, şehitlerin ruhlarının ulaştıkları son noktanın orası
olusundan dolayıdır. Bu görüş de er-Rabî b. Enes'indir.
6-
Müminlerin ruhları en son oraya ulaşır. Bu da Katade'nin görüşüdür.
7- Muhammed
(sav)'ın sünneti ve yolu üzere giden herkes en son oraya kadar ulaşır. Bu
açıklamayı da Ali (r.a) ve yine er-Rabî' b. Enes yapmıştır.
8-
Sidretu'l-Münteha, Arş'ı taşıyanların başlan üzerinde bulunan bir ağaçtır.
Bütün mahlukatın bilgisinin ulaştığı en son nokta orasıdır. Bu görüş de
Ka'b'ındır.
Derim ki -Allah-u
a'lem- şunu kastetmektedir: Bu ağacın yüksekliği, dallarının yüceliği Arş'ı
taşıyan meleklerin başını dahi aşmıştır. Bunun delili de daha önce geçen onun
kökünün altıncı semada, en üst noktalarının da yedinci semada oluşuna dair
açıklamalardır. Daha sonra bunun da ötesini aşarak Arş'ı taşıyanların başlarını
da geçmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
9- Bu ağaca
bu ismin veriliş sebebi, oraya yükseltilenin artık şeref ve değer itibariyle
en İleri dereceye varmış olmasından dolayıdır.
Ebu Hureyre'den
rivayete göre Rasûlullah (sav) İsra'ya götürü!ünce, Sid-retu'l-Münteha'ya kadar
ulaştırıldı, ona: Bu Sidretul-Münteha'dır, senin ümmetinden olup sünnetin
üzere yürüyenler müstesna, herkesin ulaşacağı en son nokta burasıdır. Tadı
bozulmayan sulardan ırmakların, tadı değişmeyen sütten ırmakların, içenlere
lezzet veren şaraptan ırmakların ve süzme baldan ırmakların hep onun dibinden
çıkmakta olduğunu gördü. Hızlıca yol alan atlı, gölgesinde yüzyıl boyunca yol
aldığı halde onun gölgesini bitiremediği bir ağaçtır. Onun bir yaprağı ümmetin
tümünü örter (gölgeler.) Bunu es-Sa'le-bi zikretmiştir.
"Ceanetu'l-Me'va
da onun yanındadır." Bu Me'va cennetinin yerini tanıtmaktadır. Onun
Sidretu'l-Münteha'nın yanında olduğunu belirtmektedir.
Ali, Ebu Hureyre,
Enes, Ebu Sebra el-Cühenî, Abdullah b. ez-Zübeyr ve Mücahid:
"Cennetu'l-Me'va da onun yanındadır" diye okumuş-lardı[29] ki;
bu da kalınan cennet[30]
demektir. Mücahid: Bununla: "Onu örttü, bürüdü" demek istemektedir,
der, "He" (o) zamiri de Peygamber (sav)'a aittir.
el-Ahfeş dedi ki: Bu
da ona yetişti anlamındadır. "Gece onu örttü" demeye benzer, Onu
gizledi ve ona yetişti demektir.
Genelin kıraati ise:
" Cennetu'l-Me'va" şeklindedir.
" el-Hasen dedi
ki: O, takva sahibi kimselerin sonunda gireceği cennettir. Bunun şehidferin
ruhlarının uiaştığı cennet olduğu da söylenmiştir. Bunu da İbn Abbas demiştir.
Bu cennet Arş'ın sağ tarafında dır.
Adem (a.s)'ın
kendisine oradan çıkıncaya kadar sığındığı cennettir ve o yedinci semadadır,
diye de açıklanmıştır. Müminlerin eşlerinin tümünün Cennetu'l-*Me'va'da olduğu
da söylenmiştir.
Bu cennete
"Cennetu'l-Me'va" adının veriliş sebebi ise, müminlerin ruhlarının
buraya sığınmasıdır. Bu cennet Arş'in akındadır. Bu cennetin nimetlerinden
faydalanırlar ve oranın hoş koku ve esintilerini teneffüs ederler.
Cebrail ve Mîkail
-ikisine de selam olsun-'in o cennete sığındıklarından ötürü bu ismin verildiği
de söylenmiştir.
"O vakit Sîdre'yi
bürüyen buruyordu." buyruğu hakkında İbn Abbas, ed-Dahhak, İbn Mesud ve arkadaşları:
Altından kelebekler (buruyordu), demişlerdir. Bunu İbn Mesud ve İbn Abbas,
Peygamber (sav)'a merfu bir rivayet olarak rivayet etmişlerdir. Daha önce de
Müslim'in Sahih'inde İbn Me-sud'dan onun bu görüşü kaydedilmiş bulunmaktadır.
[31]
el-Hasen dedi ki: Onu alemlerin Rabbinin nuru bürüdü ve o da nurlandı.
el-Kuşeyrî dedi ki:
Rasûlullah (sav)'a; Onu ne bürüdü? diye soruldu da, o: "Altından
kelebekler" diye buyurdu.
[32]Bir
başka haberde de: "Onu Allah'tan gelen bir nur bürüdü. Öyle ki kimse ona
bakamıyordu."
[33] denilmektedir.
er-Rabi' b. Enes dedi
ki: Onu Rabbin nuru bürüdü, melekler ise kargaların ağacın üzerine konmaları
gibi onun üzerine konuyordu.
[34]
Peygamber (sav)'dan
dedi ki: Ben Sidre'yi altından kelebekler bururken gördüm. Herbir yaprağın
üzerinde bir meleğin yüce Allah'ı tesbit etmekte olduğunu gördüm[35] İşte
yüce Allah'ın: "O vakit Sidre'yi bürüyen buruyordu" buyruğu bunu
anlatmaktadır. Bunu ei-Mehdevî ve es-Sa'lebî zikretmektedir.
Enes b. Maiik: "O
vakit Sidre'yi bürüyen buruyordu." buyruğu hakkında dedi ki: (Onu)
altından çekirgeler (buruyordu). Bunu merfu bir rivayet olarak da
zikretmiştir.
[36]
Mücahid dedi ki: O
yeşil bir refref (kuşu)dur. Yine Peygamberden şöyle buyurduğu zikredilmiştir
"Onu yeşil kuşlardan bir refref buruyordu."
İbn Abbas'tan: Onu izzetin Rabbi buruyordu. -Müslim'de
merfu olarak yer aldığı şekilde- dediği rivayet edilmiştir. "Allah'ın
emriyle onu bürüyen bürüyünce.
[37]
Bunun, emrin tazim
edilmesini ifade ettiği de söylenmiştir. Şöyle buyurmuş gibidir: O vakit
Sidre'yi yüce Allah'ın meiekutunun delillerinden bildirdiği şefler buruyordu.
İşte yüce Aliah'ın: "Kuluna vahyettiğinivahyetti" buyruğu ile
"şehirlerini kaldırtp yere attığını, örttüğü şeylerle onları örttüğünü"
(en-Necm, 53/53-5-4) buyruğu da böyledir. "Gerçekleşmesi muhakkak olan;
nedir o gerçekleşmesi muhakkak olan" (el-Hakka, 69/1-2) buyruğu da (bu
yönüyle) bunun gibidir.
el-Maverdî
"Meatıi'l-Kur'ân" adlı eserinde şöyle dernektedir: Diğer ağaçlar
dururken bu iş için neden Sidre seçilmiştir, diye sorulacak olursa, şu cevap
verilir: Çünkü sidre'nin üç Özelliği vardır: Upuzun bir gölgesi, (meyvesinin)
lezzetli bir tadı ve hoş bir kokusu vardır. Bu yönü ile söz, amel ve niyeti
birarada ihtiva eden imana benzemektedir. İmana göre onun gölgesi, -ileri
gitmesi dolayısıyla- amel konumundadır. Tadı ise gizliliği dolayısıyla niyete
benzer, kokusu açıkça ortada olduğu için söz konumundadır.
Ebu Üavud, Sünen'inde
şu rivayeti kaydetmektedir: Bize Nasr b.
Ali anlattı, dedi ki: Bize Ebu Usame anlattı: O, İbn Cüreye'den, o Osman b.
Ebi Süleyman'dan, o Said b. Muhammed b.
Cübeyr b. Mut'im'den, o Abdullah b. Habeşî'den dedi ki: Rasûlullah (sav)
buyurdu ki: "Her kim bir sidre
(Arabistan kirazı, sedir) ağacını kesecek olursa, Allah onun başını ateşe
doğru çevirir. "[38]
Ebu Davud'a hadisin
anlamı hakkında sorulunca şöyle dedi: Bu hadis muhtasardır. Yani kim düzlük
bir arazide giden gelen yolcuların ve gölgesinde hayvanların barındığı bir
sedir ağacını onda kendisine ait bulunan bir hak bulunmaksızın zulmen ve boş
yere kesecek olursa, Allah da onun başını ateşe doğru çevirir, demektir.
[39]
"Göz başka yöne
kaymadı ve aşmadı da" buyruğu hakkında İbn Abbas dedi ki: Yani göz sağa ve
sola kaymadı. Görmüş olduğu sınırı da aşmadı.
Kendisine verilen emri
aşmadı, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklama da şöyledir: O gördüğü âyet
(ilahi belge ve mucizeier)den başkasına gözünü uzatmadı.
İşte bu, Peygamber
(sav)'ın o makamdaki edebini anlatmaktadır. Çünkü
orada sağa ve sola
dönüp bakmadı.
"Andolsuiı ki,
Rabblnin büyük âyetlerinden görmüştür" buyruğu hakkında İbn Abbas dedi
ki:'o ufuğu kapatan bir refref gördü. el-Beyhakî, Abdullah'tan şöyle dediğini
zikretmektedir: "Rabbuıin büyük âyetlerinden görmüştür" buyruğu
hakkında İbn Abbas dedi ki: O semanın ufkunu kapatan yeşil bir refref gördü. Yine
ondan şöyle dediğini zikretmektedir: Rasûlullah (sav) Cebrail (a.s)'ı yeşil bir
refref elbisesine bürünmüş olduğu halde gördü. O bu haliyle sema ile arz
arasını doldurmuştu. el-Beyhakî dedi ki: Hadiste geçen "bir refref
gördü" ifadesinden kasıt Cebrail (a.s)'ı refrefte gerçek suretinde
gördüğüdür. Refref ise, bir yaygı, bir sergidir, döşek olduğu da söylenmiştir.
Refrefin, giydiği
elbise olduğu da söylenmiştir. Peygamber (s.a.)in onu baştan aşağı bir refref
elbisesine bürünmüş olduğu haliyle gördüğü rivayet edilmiştir.
Derim ki: Bunu
Tirmizi, Abdullah'tan gelen bir rivayet olarak kaydetmektedir. Abdullah dedi
ki: "Gözüyle gördüğünü kalp yalanlamadı." buyruğu hakkında dedi ki:
RasûSullah (sav), Cebrail (a.s)'ı sema ile arz arasını doldurmuş olduğu halde
refreften bir elbise içerisinde gördü. (Tirmizi) dedi ki: Bu
has en, sahih bir
hadistir[40]
Derim ki İbn Abbas'tan
da yüce Allah'ın: "Sonra yaklaşıp sarktı" buyruğu hakkında ifadede
takdim ve tehir vardır, dediği rivayet edilmiştir. Yani refref, Muhammed
(sav)'a miraç gecesinde sarktı, üzerine oturdu, sonra yükseltildi ve Rabbine
yaklaştı. Dedi ki: Cebrail benden ayrıldı ve duyduğum sesler kesildi, Rabbimin
kelamını işittim."
Buna göre refref yaygı
ve buna benzer üzerine oturulan bir şeydir. Birinci anlamı ile refref
Cebrail'dir.
Abdurrahman b. Zeyd
ile Mukatii b. Hayyan dedi ki: Peygamber (sav) Cel rail (a.s)'ı semada
bulunduğu gerçek suretinde gördü, Müslim'in, Sahih'in-de Abdullah'tan da böyle
rivayet edilmiştir. Abdullah dedi ki: "Andolsun ki Rabblnin büyük
âyetlerinden görmüştür." O Cebrail'i asli suretinde altıyüz kanada sahih
olduğu haliyle gördü.
[41]
Bununla birlikte
Cebrail'in refref elbisesi içerisinde ve refref üzerinde görünmüş olması
ihtimali de uzak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
ed-Dahhak dedi ki:
Peygamber (sav) Sidretu'l-Münteha'yı gördü. İbn Mesud'dan: O, Sidre'yi bürüyen
altın kelebekleri gördü. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir. Miracı gördü diye
de açıklanmıştır.
Burada sözü edilenler
İsra'ya gittiği o gecede gidişinde ve dönüşünde gördüğü şeylerdir, diye de
açıklanmıştır. Bu açıklama daha güzeldir. Bunun delili de; "Ona
âyetlerimizden bazısını gösterelim diye." (el-İsra, 17/1)
(Tefsirini yaptığımız
âyetteki): "...den" lafzının teb'iz (kısmilik bildirmek) için oiması
mümkündür " Büyük" lafzının da: " Görmüştür" lafzının
mefulü olması mümkündür. Aslında "büyük" anlamındaki lafız
"âyetter"in sıfatıdır, Tekii olarak gelmesi âyet sonu oluşundan
dolayıdır. Diğer taraftan çoğulun müfred müennes lafzı ile nitelendirilmesi de
mümkündür. Yüce Allah'ın: " Ve ondan başka işlerimde de yararlanırım."
(Ta-Ha, 20/18) buyruğunda olduğu gibi.
Bir başka görüşe göre
buradaki "büyük" lafzı hazfedilmiş bir kelimenin sıfatıdır. Yani
andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden büyük bir "âyet"[42]; görmüştür.
Bununla birlikte:
"...den" lafzının fazladan gelmiş olması da mümkündür. "( O
Rabbinin büyük âyetlerini görmüştür" demek olur. Buyrukta takdim ve tehir
olduğu da söylenmiştir. " O Rabbinin âyetlerinden en büyük olanı
görmüştür" demek olur.
[43]
19. Şimdi
haber verin Lat ve Uzza'dan;
20. Ve diğer
üçüncüleri olan Menat'tan.
21. Erkekler
sizin, dişiler O'mın mu?
22. O
takdirde bu, insafsızca bir paylaştırmadır.
Yüce Allah, Peygamber
(sav)'a vahyi, kudretinin eserlerinden birtakım hususları sözkonusu ettikten
sonra
"Şimdi haber
verin Lat ve Uzza'dan ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan" buyruğu ile
akıl sahibi olmayan varlıklara ibadet ettiklerinden ötürü müşriklere kargı
delil getirmekte ve şöyle demektedir: Şu tapındığınız ilahlarınız, benim
Muhammed'e vahyettiğim gibi size herhangi bir şey vahyede-biliyorlar mı?
Lat putu Sakin ilerin,
Uzza Kureyş ve Kinane oğullarının, Menat da Hila-loğuUannın idi.
İbn Hişâm (el-Kdbî)
dedi ki: Menat, Huzeyl ve Huzaaltlarındı. Rasûlullah (sav) Mekke'nin
fethedildiği yıl Ali (r.a)'ı gönderip o putu yıktırdı. Daha sonra Taif te Lafı
put edindiler. Lat, Menat'tan daha yeni bir puttu. Dörtgen bir kaya parçası
idi. Bu putun hizmetkarları Sakiflilerdendi. Onlar bu putu inşa ve bina
etmişlerdi. Kureyşliler ve bütün Araplar bunu ta'zim ediyorlardı. Araplar bu
putun adı ile Zeydu'1-Lat ve Teymu'1-Lat gibi isimler verirlerdi. Bu put Taif
mescidinin soldaki minaresinin yerinde idi, Sakif kabilesi müslüman oluncaya
kadar bu put bu haliyle devam etti. Rasûlullah (sav)'tn gönderdiği el-Muğire
b. Şube orayı yıktı ve ateş ile yaktı. Daha sonra Araplar Uzza'yı put
edindiler. Bu da Laftan daha yeni bir puttur. O putu 2alim b. Es'ad edinmişti.
Şam, Nahle vadisinde Zat-u Irkın üst tarafında idi. Üzerine bir bina kurmuşlar
ve bunun içinden bir ses işitiyorlardı.
îbn Hişam dedi ki:
Bana babam Ebu Salih'ten, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletti: Uzza bir
dişi şeytan idî. Batn-ı Nahle'de üç tane sedir ağacına gelirdi. Rasûlullah
(sav) Mekke'yi fethedince Halid b. el-Velid (r.a)'j göndererek şöyle dedi;
"Batn-ı Nahle'ye git, sen orada üç tane sedir ağacı göreceksin,
birincisini kes." Halid gidip o ağacı kesti. Hz. Peygambere geri döndüğünde:
"Bir şey gördün mü?" diye sordu. Halid, hayır dedi. Peygamber;
"İkincisini git kes" dedi. O da ikincisini gidip kesti, sonra
Peygamber (sav)'a geri döndü. Peygamber: "Bir şey gördün mü?" diye
sordu. O yine; Hayır, dedi. Peygamber: "O halde üçüncüsünü git kes"
diye buyurdu. O da üçüncüsüne gitti. Orada saçlarını serbest bırakmış Habeşli
bir kadın ile karşılaştı. Ellerini omuzlarına koymuş, dişlerini
gıcırdatıyordu, Arkasında da Dubeyye es-Sülemi vardı. O da o putun bakıcısı
idi. Bunun üzerine şu beyiti söyledi:
"Ey Uzza inkar
ediyorum seni, tenzih etmem şanını Çünkü ben gördüm hakir düşürdüğünü Allah'ın
seni"
Sonra ona İndirdiği
bir darbe ile başını yardı, ansıztn bir kömür parçası oluverdi. Sonra ağacı
kesti ve hizmetkarı Dubeyye'yi öldürdü. Sonra da Peygamber (sav)'a gelip durumu
haber verince, Peygamber şöyle buyurdu: "İşte o Uzza idi. Bundan sonra da
ebediyyen ona ibadet olunmayacaktır."
İbn Cübeyr dedi ki:
Uzza, cahiliye Araplarının tapındıkları beyaz bir taş idi. Katade: Batn-ı
Nahle'de bir bitki idi, demiştir.
Menat, Huzaahların
putu idi. Bazı müfessirlerin naklettiklerine göre Lafı müşrikler
lafzatullah'tan almışlardır. "el-Uzza"yı el-aziz'den, Menafi da:
"Allah, o şeyi takdir etti" kökünden almışlardır.
İbn Atobas, İbn
ez-Zübeyr, Mücahid, Humeyd ve Ebu Salih: "Laf' ismini "te" harfi
de şeddeli olarak okumuşlar ve şöyle demişlerdir: Bu hacılara seviki yağa
batıran bir adam idi. -Bunu Buhari, İbn Abbas'tan diye zikretmiştir.-
[44];Bu
şahıs ölünce bu sefer onun kabrinin başında toplandılar ve sonunda ona ibadet
ettiler.
İbn Abbas dedi ki: Bu
şahıs, bir kayanın yanında sevik ve yağ satar ve onun üzerine dökerdi. Bu şahıs
öldükten sonra Sakifliler sevikin sahibini tazim etmek maksadıyla o kayaya
tapındılar.
Ebu Salih dedi kî: Bu
şahıs Taif'te bir adam idi. Onların ilahlarını korur, gözetir ve onlar için
seviki yağa batırırdı. Bu şahıs ölünce Taifliler una ibadet ettiler,
Mücahid dedi ki; Bu
adam, dağın başında bir kaç koyunu bulunan bir kişi idi. Bunlardan yağı
toplar, keşini alır, sütünü toplardı. Sonra hurma da katarak bunlardan bir
çeşit yemek yapar ve bunu hacılara yedirirdi. Bu kişi Batn-ı Nahle'de
bulunuyordu. Öldükten sonra ona ibadet ettiler. İşte Lat denilen put budur.
el-Kelbî dedi ki: Bu
Sırma b. Gann diye anılan Sakiflilerden bir kişi idi. Adının Amir b. Zarib
el-Advani olduğu da söylenmiştir. Şair şöyle demektedir:
"Lafa yardıma
kalkışmayın, çünkü Allah helak edecektir onu Kendisini koruyup intikamını
alamayan, size nasıl yardımcı olabilir ki?"
Bununla birlikte sahih
kıraat "te" harfi şeddesiz olarak: "Lat" şeklindedir. Bu,
putun adıdır. Üzerinde "te" ile vakıf yapılır. el-Ferra'nın tercihi
de budur.
d-Ferra dedi ki:
el-Kisaî'yi Ebu Fek'as el-Esedî'ye bu hususta soru sorarken gördüm. Şöyle
dedi: "Zat" kelimesi üzerinde vakıf yaparsan: "Zah" diye
yaparsın. "Laf üzerine vakıf yaparsan da: " Lalı" diye vakıf
yaparsın dedi ve:
"Şimdi haber verin Laftan" diye okumuştur.
ed-Durî, el-Kisaî'den
naklen, el-Bezî de, îbn Kesir'den naklen, vakıf yapılması halinde
"he" ile: diye okumuştur. "Lat" adının "Allah"
lafzından alındığını söyleyenler de aynı şekilde "he" ile vakıf
yaparlar.
Bunun^slının: olduğu
ve bu yönüyle: " Koyun" lafzının aslının;olmasına benzediği de
söylenmiştir. Bu durumda Lat: Gizlendi" kökünden türemiş olmaktadır. Şair
şöyle demektedir:
"Gizlendi, bir
gün olsun dışarı çıktığı bilinmedi Keşke çıksaydı da biz de onu
görseydik."
ûs-Sıhah'ıa şöyle
denilmektedir: Lat, bir putun adı idi. Bu put SakiflUere ait olup Taif'te
bulunuyordu. Kimi Araplar bunun üzerinde "te" ile vakıf yaparlar,
kimileri de "he" ile. el-Ahfeş dedi ki: Biz Araplardan: "La-ti
ve Uzza" diyenleri duyduğumuz gibi, "o Laftır" deyip, vakıf halinde
bunu "te" olarak okuduğunu gördük. Ayrıca: " O Laftır" diyerek
ref konumunda iken cer ile okunduğunu da göstermişlerdir. " Dün" gibi
her durumda kesreli okunan bir lafız demektir. Böylesi daha güzeldir. Çünkü
"Laf'ta bulunan "elif ve "lam" hiçbir şekilde -fazladan
gelmiş olsalar dahi- düşmezler, lat ve Uzza lafızlarını üzerlerinde vakıf
yaparak çoğunluğun söylediklerini duyduğumuz şekil ise "Lah"
şeklindedir, Çünkü bu aslı bir "he" olup, vasıl halinde
"te"ye dönüşmüştür, Böyle bir şivede ise bu kelime: "Şu şu işler
oldu" demek gibidir. Kesreli olarak okuyanların söyleyişine göre
“Heyhat" da böyledir. Şu kadar var ki "heyhat" lafzının
(sonundaki "elif ile "te"nin) çoğul olması mümkündür. Fakat
"el-Lat" lafzında bunların çoğul için gelmesi mümkün değildir. Çünkü
çoğul halinde te harfi ancak elif ile birlikte ilave edilir. Şayet "elif
ile "te"yi aynı anda zaid gelmiş kabul edecek olursak, bu sefer isim
tek bir harf üzere kalır. (Bu da Arapçada mümkün değildir.)
"Ve diğer
üçüncüleri olan Menat'tan" buyruğundaki "Menat" lafzını İbn
Kesir, İbn Muhaysın, Humeyd, Mücahid, es-Sülemi ve Ebu Bekir'den el-A'şa med
ile ve hemzeİi olarak: (isty) diye okumuşlardır. Diğerleri ise hemzesiz olarak
okumuşlardır. Bunlar iki ayrı söyleyiştir.
Denildiğine göre puta
bu adın veriliş sebebi şudur: Araplar onun yanında kan akıtırlar ve bu yolla
ona yakınlaşmaya çalışırlardı. İşte orada çokça
kan akıtıldığından ötürü "Mina"ya bu ad verilmiştir.
el-Kisaî, İbn Kesir ve
İbn Muhaysın bunun üzerinde asla uygun olarak "he" ile vakıf
yaparlardı, Diğerleri ise mushafın hattına uyarak "te" ile vakıf
yaparlardı.
es-Sıhafy'ta: şöyle
denilmektedir: Menat, Huzey! ve Huzaalılara ait Mekke ile Medine arasında
bulunan bir putun adıdır. Sonundaki "he" rnüennes-lik bildirmek
içindir. Te İle üzerinde vakıf yapılır, bu da bir söyleyiştir. Buna nisbet:
"şeklinde yapılır. Abdu Menat b. Ud b, Tabiha ile Zeydu Menat b. Temim b.
Murr (diye anılan şahıslar da vardır.) Bu isim medli de okunur, medsiz de
okunur. Hevber el-Harisî dedi ki:
"Acaba İbrnı
Temim et-Teym b. Abdi Menae'ye Aramızdaki kin dolayısıyla gitti mi?"
“Diğer" lafzını
Araplar "üçüncü" hakkında kullanmazlar. Onlar lafzı bu şekilde:
"İkinci"nin sıfatı olarak ancak kullanırlar. Bunu da (dil otoriteleri)
farklı şekillerde izah etmişlerdir. el-Halit dedi ki: Böyle buyurması âyet
sonlarına uyması içindir. Nitekim yüce Allah "Ve ondan başka işlerimde de
yararlanırım." (Ta-Ha, 20/18) buyruğunda da "diğer" anlamındaki
lafzı: “Diğerleri" diye kullanmamıştır.
el-Huseyn b. el-Fadl
da şöyle demiştir: Âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır. Buyruk şöyle
gibidir: "Haber verin Laftan ve diğerleri Uzza'dan, bir de üçüncüleri olan
Menat'tan."
Bir başka açıklamaya
göre yüce Allah'ın: "Ve diğer üçüncüleri olan Me-nat'tan" diye
buyurmasının sebebi şudur: Bu putun müşrikler nazarında tazim edilmesi sırası,
Lat ile Uzza'dan sonra geliyordu. Buna göre ifade bu şekliyle anlama uygundur.
Bizler İbn Hişam'dan; Menat ilk sırada gelirdi. Bundan dolayı öncelikle onu
tazim ederlerdi, demiş olduğunu zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Âyet-i kerimede
ifadenin kendisine delalet ettiği bir hazf vardır. Yani sizler şu ilahlar
hakkında ne dersiniz? Onların herhangi bir fayda sağladıkları ya da bir zarar
verdikleri görülmüş müdür ki Allah'a ortaklıkları söz konusu olabilsin? Daha
sonra yüce Allah, azarlayıcı bir üslubla şöyle buyurmaktadır;
"Erkekler sizin,
dişiler O'nun mu?" Bu buyrukla onların: Melekler Allah'ın
kızlarıdır, putlar
Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki görüşlerini reddetmektedir.
"O takdirde
bu" paylaştırma "insafsızca bir paylaştırmadır." Adaletten
uzaktır, zalimcedir, doğru olamaz, haktan sapmıştır.
"Verdiği hükümde
zalimlik etti" demektir. " Hakkını eksiltti, hakkını ona tam vermedi,
eksiltir, vermez" denilir. -el-Ah-feş'den-. B*azen bu fiil hemzeli olarak
kullanılarak: " Hakkını eksiltti, eksiltir" denilir. Daha sonra
el-Ahfeş şu beyi ti zikretmektedir:
"Uzak duraan
bizden, biz de seni(n payını) eksik veririz ve
eğer aramızda
kalırsan, Senin payın eksik verilir, burnun da yere sürtülmüş olur."
el-Kisaîdedi ki: Bir
kimse zulmettiği, haksızlık yaptığı, hakkını eksik verdiği zaman: denildiği
gibi, da denilir. Şair şöyle demiştir:
"Esedoğulları
hükümleriyle zalimlik ettiler, hakkı eksik verdiler, Çünkü onlar; başı kuyruk
gibi değerlendiriyorlar."
Yüce Allah'ın:
"İnsafsızca bir paylaştırmadır" buyruğu haksızca ve zalimcedir,
demektir. " İnsafsızca, haksızca, zalimce" lafzı vezninde olup,
-vezin itibariyle-: " Tuba" ile: " Gebe" kelimeleri gibidir.
"Dat" harfini esreli okumaları ise "ye" harfi dol ayı siyi
adı r. Çünkü Arap-çada sıfat olarak: vezninde bir kelime yoktur. Bu vezin
"şi'ra" ve "difla" gibi isimlere ait bir bina (bir
kalıb)dır. el-Ferra da şöyle demektedir: Bazı Araplar; ile hemzeli olarak (
sj-e) da derler,
Ebu Hatim, Ebu
Zeyd'den naklettiğine göre; o Arapların bu kelimeyi hemzeli okuduklarını
işitmiştir.
Başkası da şöyle
demiştir: İbn Kesir de bu şekilde okumuştur. O böylelikle bu kelimeyi sıfat
değil de: "Hatırlamak, öğüt vermek" gibi bir mastar olarak kabul
etmiş olmaktadır. Zira sıfatlar arasında "fi'la" vezninde bir kelime
olmadığı gibi, bunun aslı da "fu'la" olamaz. Zira bu kelimede kalbi
(harfin harekesinin değiştirilmesini) gerektiren bir husus yoktur. Bu Araplann:
"Ona zulmettim" ifadelerinden alınmıştır. O halde buyruk: Bu haksızca,
zalimce bir paylaştırmadır, demek olur, Bunların aynı anlamda iki ayrı
söyleyiş oldukları da ileri sürülmüştür. Yine bu kelimenin bu iki şeklin dışında;
şeklindeki kullanımları da nakledilmiştir.
el-Müerric dedi ki:
Araplar: kelimesinde "dat" harfini ötreli kullanmayı ho^ görmemişler
ve -aslı itibariyle "vav"h olmakla birlikte- "ye': harfinin
"vaV'a dönüşmesini istemediklerinden "dat" harfini kesreli
okumuşlardır. Tıpkı; " Beyaz" lafzının çoğulunda demeleri gibidir.
Halbuki bunun asli: şeklindedir. Tıpkı: " Kırmızılar, sanlar yeşiller"
lafızlarında olduğu gibi. Bu fiilin: şeklinde kullanıldığını kabul edenlere
göre de isim: şeklinde: " Şura" gibi gelir.
[45]
23. Onlar
ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığı ve Allah'ın kendileri hakkında hiçbir
delil indirmediği birtakım (boş) isimlerden İbarettir. Onlar ancak zanna ve
nefislerin nevasına uyarlar. Halbuki andolsun ki Rabblerindeıı kendilerine
hidayet gelmiştir.
24. Ya
İnsana umduğu her şey mi var?
25. Dünya
da, ahiret de Allah'ındır.
26. Göklerde
nice melek vardır ki, Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye İ2İn vermedikçe
şefaatleri hiçbir işe yaramaz.
"Onlar ancak
sizin ve" bu hususta kendilerini taklid ederek "atalarınızın
adlandırdığı ve Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil" belge ya da
burhan "indirmediği birtakım (boş) isimlerden ibarettir." Yani bu
putlar "ancak sizin... adlandırdığınız (boş) isimlerden ibarettir."
Yani siz bu putlan yonttunuz ve bunlara ilah diye isim verdiniz.
"Onlar ancak zatına"
buyruğu, ile hitab üslubundan haber verme üslubuna dönülmektedir. Yani bunlar
ancak zanna "ve nefislerin nevasına" nefislerin meyiettiği şeylere
"uyarlar."
"Uyarlar"
anlamındaki lafız genel olarak; diye "ye" ile okunmuştur. Ancak İsa
b. Ömer, Eyyub, İbn es-Semeyka "te" ile muhatab kipi olarak: "
uyarsınız" diye okumuşlardır. İbn Mesud ve İbn Abbas'ın da kıraati budur.
"Halbuki andolsun
ki Rabblerinden kendilerine hidayet" Rasûlü vast-tasıyİa bunların ilah
olmadıklarına dair açıklama "gelmiştir."
"Ya insana
umduğu" yani canının çektiği "her şey mi var?" Onun için böyle
bir şey sözkonusu değildir, demektir.
Bir diğer açıklamaya
göre: "Ya insana" erkek evlatlardan "umduğu herşey mi
var?" Aralarında kız çocuğu olmaksızın bütün çocuklarının erkek olmasını
mı ümit eder?
Bir diğer açıklamaya
göre; "ya insana" cezalandırılması sözkonusu olmaksızın "umduğu
herşey mi var?" Durum böyle değildir, demektir.
Bir diğer açıklama:
"Ya insana" peygamberliğin yanlızca kendisine verilerek başkasının
ondan herhangi bir pay sahibi olmaması şeklinde; "umduğu herşey mi
var?"
Bir diğer açıklama:
"Ya insana" putların şefaat edeceği şeklinde "umduğu her şey mi
var?"
Ayet en-Nadr b.
el-Haris hakkında inmiştir. e!-Velid b. el-Muğire hakkında indiği söylendiği
gibi, sair kâfirler hakkında indiği de söylenmiştir.
"Dünya da, ahiret
de Allah'ındır." Dilediğine verir, dilediğine vermez. Herhangi bir
kimsenin temenni ettiği şeyleri değil.
"Göklerde nice
melek vardır ki Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye izin vermedikçe şefaatleri
hiçbir işe yaramaz" buyruğu, yüce Allah'ın meleklere ve putlara tapıp
bunun kendisini Allah'a yakınlaştıracağını iddia eden kimselere bir azarıdır.
Yüce Allah bununla, çokça ibadetlerine Aliah nezdin-deki üstün değerlerine
rağmen, meleklerin dahi Allah'ın kendisine şefaat edilmesine izin verdiği
kimseler dışında, hiçbir kimseye şefaat edemeyeceklerini bildirmektedir.
el-Ahfeş dedi ki:
"Melek" (burada) tekil olmakla birlikte, anlamı çoğuldur. Bu yönüyle
yüce Allah'ın: "O zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yap mamıza engel
olamazdı." (el-Hakka, 69/47) buyruğunu andırmaktadır.
Bir diğer görüşe göre
burada yüce Allah'ın sadece "bir tek melek"i sözkonusu etmesinin
sebebi: " Nice" lafzının çoğula delalet etmesidir.
[46]
27. Şüphe
yok ki ahiretc iman etmeyenler, meleklere elbette dişi adı takarlar.
28. Halbuki
onların buna dair bilgileri yoktur. Onlar ancak zanna uyarlar. Zan ise şüphesiz
hak adına hiçbir şey ifade etmez.
29. O halde,
Zikrimize sırtını dönen ve dünya hayatından başkasını İstemeyen kimselerden
sen de yüz çevir.
30. Onların
İlimde varabildikleri son nokta işte budur. Şüphesiz Rab-bin, yolundan sapanı
da en İyi bilendir, hidayet bulanı da en iyi bilen O'dur.
"Şüphe yok ki
ahirete iman etmeyenler" bunlar: Melekler Allah'ın kızlarıdır, putlar
Allah'ın kızlarıdır, diyen kâfirlerdir. "Meleklere elbette dişi adı
takarlar." Dişilere verdikleri isimler gibi, bunlara da isim verirler.
Yani meleklerin dişi ve Allah'ın kızları olduklarına inanırlar.
"Halbuki onların
buna dair bilgileri yoktur," Onlar yüce Allah'ın* melekleri yaratışına
tanık olmadılar. Bu söyledikleri sözleri Allah Rasûlünden de duymadılar,
herhangi bir kitapta da böyle bir şey görmediler.
"Onlar*
meleklerin dişi oldukları hususunda "ancak zanna uyarlar. Zan ise şüphesiz
hak adına hiçbir şey İfade etmez."
"O halde
Zikrimize" Kur'ân'a ve imana "sırtını dönen ve dünya hayatından
başkasını istemeyen kimselerden" en-Nadr hakkında indiği söylendiği gibi,
el-Velid hakkında indiği de söylenmiştir. "Sen de yüz çevir." Bu buyruk,
(cihadı emreden) kılıç âyetiyle nesholmuştur.
"Onların ilimde
varabildikleri son nokta işte budur." Yani onlar ancak dünyalarının işini
görebilirler, fakat dinlerinin işleri hususunda cahildirler, el-Ferra dedi ki:
Bu buyruk, onları küçültmekte ve onlarla alay etmektedir. Yani onların
akılları ve bilgilerinin vardığı son nokta bu kadardır, dünyayı ahi-
rete tercih
etmişlerdir. Oniar melekleri ve putları Allah'ın kızları kabul ettiler diye
böyle denilmiştir.
"Şüphesiz Rabbln
yolundan sapanı" dininden uzaklaşanı "da en iyi bilendir, hidayet
bulanı da en iyi bilen O'dur." Bundan ötürü de herbîrisine amellerine göre
karşılık verecektir.
[47]
31. Göklerde
ve yerde olan herşey Allah'ındır. (Bu) kötülük edenleri yaptıkları
karşılığında cezalandırması, güzel amelde bulunanları da daha güzeli ile
mükafatlandırması içindir.
32.
O
kimseler ki, küçük kusurlardan başka günahların büyüklerinden ve
hayasızlıklardan uzak dururlar.
Gerçekten Rabbin mağfireti
geniş olandır. O, sizi yerden yarattığı zaman ve analarınızın karnında
ceninler halinde İken sizi en iyi bilendir. Artık kendinizi temize çıkarmayın.
O, kimin takvalı davrandığını en iyi bilendir.
"Göklerde ve
yerde olan herşey Allah'ındır. CBu) kötülük edenleri yaptıkları karşılığında
cezalandırması, güzel amelde bulunanları da daha güzeli ile mükafatlandırması
içindir" buyruğunda yer alan "Cezalandırması... içindir"
buyruğunda "için" anlamını veren "lam", yüce Allah'ın:
"Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır" buyruğunun ddalet ettiği
anlam ile alakalıdır. Yüce Aliah şöyle buyurmuş gibidir: O bunlara malik olandır.
Dilediğine hidayet verir, dilediğini de saptırır. Bu da iyilik yapanı iyiliğinin
karşılığında mükafatlandırması, kötülük yapana da kötülüğü ile karşılık
vermesi içindir.
Bir diğer görüşe göre:
"göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır"
buyruğu ifade arasında
gelmiş bir itiraz (ara cümlesi)dir. Anlamı şudur: Şüphesiz senin Rabbin kendi
yolundan sapam da en iyi bikridir, hidayet bulanı da en iyi bilendir...
cezalandırması... mükafatlandırması için (bu böyledir).
Bir başka görüşe göre
buradaki "Sam" akibet "lam"ıdır. Yani göklerde ne varsa,
yefde ne varsa Allah'ındır. Yani yaratılmışların işinin akibeti onlar arasında
kimilerinin iyilik yapan, kimilerinin de kötülük yapan kimseler olmalarıdır.
Kötülük yapanlara kötülük vardır ki, ü da cehennemdir, iyilik yapanlara iyilik
vardır, o da cennettir.
"O kimseler ki,
küçük kusurlardan başka günahların büyüklerinden ve hayasızlıklardan uzak
dururlar." buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[48]
Yüce Allah'ın: "O
kimseler ki günahların büyüklerinden ve hayasızlıklardan uzak dururlar"
buyruğu güzel amelde bulunanların sıfatıdır. Yani onlar büyük günahı -ki o da
şirktir- işlemezler. Çünkü şirk günahların en büyüğüdür,
el-A'meş, Yahya b.
Vessab, Hamza ve el-Kisaî: "Büyük...ler" lafzını tekil olarak: diye
okumuşlardır. İbn Abbas da bunu şirk diye tefsir etmiştir.
"Hayasızlıklar:
el-fevahiş" de zina demektir. Mukati) dedi ki: "Büyük günahlar"
(ilgili naslarda sözkonusu edildiği takdirde) sonu cehennem ile biteceği
belirtilen herbir günahtır. "Hayasızlıklar" ise haddin sözkonusu olduğu
herbir günahtır. Bu hususa dair açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi'nde (4/31.
âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Daha sonra yüce Allah raun-katı bir
istisna yapmaktadır ki, bu da bir sonraki başlığın konusudur.
[49]
"...Küçük
kusurlardan başka" buyruğunda sözkonusu edilen, yüce Allah'ın günahtan
koruduğu ve muhafaza etçiği kişiler dışında, kimsenin işlemekten uzak
kalamadığı küçük günahlardır. Bunun anlamı hususunda farklı görüşler vardır,
Ebu Hureyre, İbn Abbas
ve eş-Şa'bî: "el-Lemem: küçük günahlar" zina dişında ondan küçük olan
bütün günahlardır, demişlerdir.
Mukatil b. Süleyman'ın
naklettiğine göre bu âyet Nebhan et-Temmar diye bilinen bir adara hakkında
inmiştir. Bu adamın hurma sattığı bir dükkanı varmış. Bir kadın gelip ondan
hurma almak istemiş. Ona: Dükkanın iç tarafında bundan daha güzel hurma
vardır, demiş. Kadın içeri girince adam ondan murad* almak istemiş, fakat
kabul etmeyip gitmiş. Nebhan da pişman olarak Rasûlullah (sav)'a gidip, ey
Allah'ın Rasûlü demiş. Bir erkeğin yaptığı ne kadar iş varsa ben de -cima
dışında- yaptım. Peygamber: "Belki de bu kadının kocası gazaya çıkmış bir
gazidir." demiş bu âyet bunun üzerine inmiştir. Hud Sûresi'nin sonlarında
da (11/114. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Mesud, Ebu Said
el-Hudrî, Huzeyfe ve Mesruk da böyle demişlerdir: Lemem (küçük günahlar, küçük
kusurlar) ilişki kurmaktan daha aşağı mertebede olan öpmek, çimdiklemek,
bakmak ve birlikte yatağa uzanmak gibi şeylerdir.
Mesruk, Abdullah b.
Mesud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Gözlerin zinası bakmak, elierin
zinası tutmak, ayakların zinası yürümektir. Bunu doğrulayan yahut yalanlayan
ise feredir. Eğer bu gerçekleşirse zina olur, bu gerçekleşmezse bunlar lemem
(küçük günahlar, kusurlar) olur.
Buhari ve Müslim'in
So/ıi/ı'lerinde İbn Abbas'tan şöyle dediği zikredilmektedir: Ben küçük
kusurlara dememe) Ebu Hureyre'nin söylediğinden daha çok benzeyen bir şey
görmedim. Ebu Hureyre dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah
Ademoğlu hakkında zinadan payını da. yazmıştır. Bunu mutlaka yapacaktır, ü bakımdan
gözlerin zinası bakmak, dilin zinası konuşmak, nefsin zinası temenni etmesi ve
arzulamasıdır. Fere ise bunu doğrular yahut yalanlar. "[50]
Yani büyük hayasızlık
ve dünyada haddi, ahirette cezayı gerektiren tam zina, fere ile yapılandır.
Diğer durumların ise günahtan belirli bir payı vardır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Ebu Salih'in, Ebu
Hureyre'den rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ademoğlu
hakkında zinadan payı yazılmıştır. Onu gerçekleştirmesi kaçınılmaz bir şeydir.
Gözlerin zinası bakmak, kulakların zinas: dinlemek, dilin zinası konuşmak,
elin zinası dokunmak, ayağın zinası adımlar atmaktır. Kalb arzular ve temenni
eder, fere ise bunu tasdik eder ve yalanlar." Bu hadisi Müslim rivayet
etmiştir.
[51]
es-Sa'lebî Tavus'un
İbn Abbas'tan naklettiği hadisi zikretmektedir. Bu rivayeıte kulağı, elt ve
ayağı sözkonusu etmekle birlikte, gözler ve ellerden söz ettikten sonra da:
"Dudakların zinası da öpmektir" fazlalığını ilave etmiştir. Bu bir
görüş.
Yine İbn Abbas şöyle
demiştir: Bu âyetteki lemem (küçük kusurlar)den kasıt kişinin bir günahı
işledikten sonra ondan tevbe etmesidir. (İbn Abbas devamla) dedi ki: Sen
Peygamber (sav)'ın (zaman zaman):
"Toptan mağfiret
eder, Allah mağfiret ederse Günah işlemeye kalkışmamış hangi kulun vardır ki."
Deyip durduğunu hiç
duymamış mısın? Bunu Amr b. Dinar, Ata'dan, o da İbn Abbas'tan rivayet
etmiştir.
[52]
en-Nehhas dedi ki: Bu,
bu hususta yapılmış en sahih açıklama ve senedi itibariyle en üstün olandır.
Şu'be, Mansur'dan, o
Mücahid'den, o İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Küçük kusurlardan
başka" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu kulun bir
günahı işlemesi, sonra da onu tekrar etmemesidir. Şair şöyle demiştir:
"Allah'ım
mağfiret edersen, bütün, günahları mağfiret buyurursun, Var mı günah işlemeye
kalkışmadık bir kulun?"
Mücahid ve el-Hasen de
böyle demişlerdir: Bu, günahı işleyip, tekrar o günaha dönmeyen kişidir. Buna
yakın bir rivayet ez-Zührî'den nakledilmiştir. O şöyle der: el-Lemem (küçük
kusurlar ve günahlar) kişinin zina etme-si, sonra da tevbe edip ona bir daha
dönmemesidir. Hırsızlık yapması yahut içki içmesi sonra da tevbe edip, bir daha
ona dönmemesidir. Bu tevilin delili yüce Allah'ın: "Ve onlar çirkin bir
günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri vakit Allah'ı hatırlayarak
hemen günahları için bağışlanma dileyenlerdir." (Al-i İmran, 3/135) diye
buyurduktan sonra: "İşte bunların mükafatı Rabblerinden bir
mağfiret...dir." (Al-i İmran, 3/136) diye buyurarak onlara mağfirette
bulunacağı teminatını vermektedir. Nitekim (burada da)
el-lemem (küçük
kusurlar) sözkonusu ettikten sonra: "Gerçekten Rabbin mağfireti geniş
olandır" diye buyurmaktadır. Bu açıklamaya göre ise "küçük
kusurlardan başka" anlamındaki istisna muttasıl bir istisnadır.
Abdullah b. Amr b.
el-As dedi ki: Küçük kusurlar şirkten aşağı günahlardır. Küçük kusurların İki
had arasında işlenen günahlar olduğu söylenmiştir. Yani dünyada haddi
gerektirmeyen, ahirette de azab görüleceği tehdidi bulunmayan küçük günahları
beş vakit namaz örter (onlara keffaret otur). Bu açıklamayı İbn Zeyd, İkrime,
ed-Dahhak ve Katade yapmıştır. el-Avfi ve el-Hakem b. Uteybe de İbn Abbas'tan
rivayet etmişlerdir.
el-Kelbî dedi ki:
el-Lemem (küçük günahlar ve kusurlar) iki türlüdür. Yüce Allah'ın dünyada
kendisi dolayısıyla herhangi bir haddi, ahirette de herhangi bir azabı
sözkonusu etmediği herbir günahtır. İşte bu gibi günahları, büyük günahlar ve
hayasızlıklar seviyesine ulaşmadıkları sürece, beş vakit namaz affettirir
(keffaret olur). Diğer çeşidi ise büyük günah olup, insanın ardı arkasına
işlediği, sonra da ondan tevbe ettiği günahtır.
Yine İbn Abbas'ıan,
Ebu Hureyre ve Zeyd b. Sabit'ten geien rivayete göre bu, cahiliye döneminde
geçmiş olan günahlardır. Yüce Allah bundan dolayı onları sorumlu
tutmayacaktır. Çünkü müşrikler müslümanlara: Siz dün bizimle birlikte amellerde
bulunuyordunuz, demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Zeyd b. Eşlem ve
onun oğlu da böyle demişlerdir. Bu (açıklama bu yönüyle) yüce Allah'ın:
"... Ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı). Ancak
(cahiliye devrinde) geçmiş olan müstesna." (en-Nisa, 4/23) buyruğuna
benzemektedir.
Şöyle de denilmiştir:
Küçük kusurlar (kişinin) adeti olmadığı üzere bir günah işlemesidir. Bu
açıklamayı Neftaveyh yapmıştır. O söyle der: Araplarda: "Bu adam ancak
bize zaman zaman gelir" derler. (Naftaveyh devamla) dedi ki: Halbuki bu
kimse (önceden) bu işi yapmaz ve yapmaya kalkışmazdı. Çünkü Araplar insanın
bir işi kararlaştırıp, yapmadığı halde değil de ancak yapması halinde derler.
es-Sıhah'ız da söyle
denilmektedir: " Adam küçük günah işledi" tabiri
"e!-lemem"den gelmektedir. Bu da, küçük günahlar demektir. Masiye-ti
fiilen yapmaksızın ona yaklaşmak demek olduğu da söylenir. d-Cevherîden
başkaları da şu beyiti zikretmektedir:
"Kervan yola
kovulmadan yakmlaş Zeyneb'e
Ve de ki ona: Sen
bizden usanmış olsan dahi senden usanmadı kalbimiz."
Ata b. Ebi Rebah dedi
ki: el-Lemem, nefsin zaman zaman yaptığı, adet edindiği şeylerdir, öaid b.
e!-Müseyyeb: O kalpten (hatırdan) geçen şeylerdir. Muhammet! b. el-Hanefiyye:
Hayır ya da şer olsun, içinden yapmayı geçirdiğin herbir şey lememdir,
demiştir. Bu açıklamanın delili de Peygamber ('sav)'ın şu hadisidir:
"Şüphesiz ki şeytanın da, insanın hatınna,getirdiği (ve yapmayı telkin
ettiği) şeyler vardır, meleğin de insanın hatırına getirdiği (ve yapmayı telkin
ettiği) şeyler vardır..."
[53] Daha
önce bu hadis ei-Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Şeytan sizi fakirlik
ile korkutur." (el-Bakara, 2/268) buyruğunu açıklarken (ikinci başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır.
E bu İshak ez-Zeccac
dedi ki: "el-Lemem"in asıl anlamı, insanın zaman zaman yaptığı
şeyleri işlemesi, fakat bu hususta derinieştirmeyip onun üzerinde ısrar
etmemesi demektir. Mesela, bir kimseyi ziyaret edip yanından ayrıldığımızı
ifade etmek üzere "Onu ziyaret edip, yanından ayrıldım" denilir.
Yine: " Onu ancak zaman zaman işledim" demektir. " Senin
ziyaretin sadece zaman zaman oluyor" demektir. "Zaman zaman hatıra
gelmek, hayale gelmek" tabiri de buradan gelmektedir. el-A'şa da şöyle
demiştir:
"Neden sonra gelip
geçti Kuteyle'nin hayali,
Halbuki onun ile
aramızdaki bağlar gevşemiş, hatta paramparça olmuş iken."
Âyet-i kerimedeki:
"...başka" lafzının "vav: Ve" anlamında olduğu da
söylenmiştir. Ancak el-Ferra bunu kabul etmeyerek şöyle demiştir Buyruğun
anlamı: Küçük günahlardan başka.., demektir.
el-Lemem'in, aniden
(kasti olmayan) görüş olduğu da söylenmiştir.
Derim ki: Bu anlamda
olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu ta baştan beri affedilmiş bir şeydir,
bundan dolayı sorgulanmak sözkonusu değildir. Çünkü ani bakış, kasıtsız ve bu
konuda bir irade ve tercih olmaksızın gerçekleşir. Buna dair açıklamalar daha
önce en-Nur Sûresi'nde (24/31- âyet, 1 ve 2. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.
"el-Lemem"
aynı zamanda bir parça delilik demektir, "Bir parça deli adam" demektir.
Yine: "Filan kişiye bir miktar cin çarpmış" denilir. Şair de şöyle
demiştir:
"Bir de ne göreyim ki ey Kübeyşe! O
Ancak bir hayal gören kimsenin, azıcük hayali gibi
idi."
[54]
"Gerçekten
Rabbİn" günahından tevbe edip mağfiret dileyen kimselere, "mağfireti
geniş olandır."
Bu açıklamayı İbn
Abbas yapmıştır. Ebu Meysere Amr b. Şerahbil -ki İbn Mesud'un öğrencilerinin en
değerlilerinden idi- şöyle demiştir: Rüyada kendimi cennete giriyormuşum
gürdüm. Kurulmuş çadırlar gördüm. Buniar kimindir? diye sordum. Zülkela' ve
Havşeb'indir dediler. Buniar ise biri diğerini öldürmüş kimselerdendi. Peki bu
nasıl olur? dedim. İkisi de Allah'ın huzuruna vardıklarında Allah'ın
mağfiretinin geniş olduğunu gördüler, dediler. Ebu Halid dedi ki: Bana
ulaştığına göre Zülkela' onikibin kızı azad etmişti. (Diri diri gömülmekten
kurtarmıştı.)
"O sîzi yerden
yarattığı zaman" kendinizden daha iyi olmak üzere "sizi en İyi
bilendir." Yerden yaratmaktan kasıt, babanız Adem'in çamurdan yaratılmasıdır.
İfade çoğul olarak kullanılmıştır. et-Tirmizi Ebu Abdullah şöyle demiştir:
Ancak durum bize göre böyle değildir. Çünkü yaratmak yerden alınmış olan toprak
üzerinde gerçekleşmiştir. Biz hepimiz o toprak ve o çamur içinde bulunuyorduk.
Daha sonra bu çamurdan çıkan sular sulblere değişik şekilleri ile zerrecikler
halindeki nefislerle birlikte karıştı. Sonra bunları değişik şekilleriyle
sulblerden çıkardı. Kimisi parıldayan inci gibidir, kimisi diğerinden daha
nurludur, kimisi kömür gibi simsiyahtır, kimisi diğerinden daha siyahtır. O
bakımdan inşa (yaratmak) hem bizim hakkımızda, hem onun (Adem hakkında)
sözkonusu olmuştur. Bize İsa b. Hammad el-Askalani anlattı, dedi ki: Bize Bişr
b. Bekr anlattı, dedi ki: Bize el-Evzaî anlattı, dedi ki: Rasûlullah (sav)
buyurdu ki: "Bana öneekiler de, sonrakiler de bu gece hücremin önünde
gösterildi." Birisi: Ey Allah'ın Rasûlü geçmişteki yaratılmışlarda mı?
diye sordu, şöyle buyurdu: "Evet, bana Adem ve ondan sonrakiler
gösterildi. Ondan önce kimse yaratılmış mıydı?" Yine: Erkeklerin
sulblerinde ve annelerin karınlarında olanlar da mı? diye sordular. Şöyle buyurdu;
"Evet, bunlar çamur içerisinde müşahhas haİe getirildiler. Ben de Adem'e
bütün isimlerin öğretildiği gibi onları tanıdım."
Derim ki: Daha Önce
el-En'am Sûresi'nin baş taraflarında (6/2. âyetin tefsirinde) her insanın
defnedileceği yerin çamurundan yaratılmış olduğuna dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır.
"Ve analarınızın
karnında ceninler halinde iken" buyruğundaki: "Ceninler" lafzı
"cenin"in çoğuludur. Anne karnında kaldığı sürece bebeğe verilen
isim budur. Cenin denilmesinin sebebi, gizii ve saklı olmasından dolayıdır.
Amr b. Külsısnı dedi ki:
"Hiçbir cenin
barındırmamış beyaz renkli asil develer."
Mekhui dedi ki: Biz
annelerimizin karnında cenin halinde idik. Bizden düşenler düştü, biz de
geriye kalanlar arasında kaldık. Sonra süt emen bebekler olduk. Kimimiz Öldü,
biz ise hayatta kalanlar arasında bulunduk. Sonra genç delikanlılar olduk,
kimimiz öldü. Bizler geriye kalanlar arasında olduk. Sonra gençlik yaşına
vardık, kimimiz öldü, biz de kalanlar arasında olduk. Sonra -babasız kalasıca-
yaşlandık, artık bundan sonra neyi bekliyoruz?
İbn Lehia, el-Haris b.
Yezid'den, o Sabiı b. el-Haris el-Ensarî'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Yahudiler küçük bir çocukları öldüğünde: O sı d-diktir, derlerdi.
Bu husus Peygamber (sav)'a ulaşınca şöyle buyurdu; "Yahudiler yaîan
söylüyor. Allah'ın annesinin karnında yaratmış olduğu herbir can mutlaka ya
bedbahttır, yahut bahtiyardır." Bunun üzerine yüce Allah şu: "O sizi
yerden yarattığı zaman... sîzi en iyi bilendir" âyetini sonuna kadar indirdi[55]
Buna benzer bir
rivayet de Aişe (r.anha)'dan; "Yahudiler... idi" diye gelmiş
bulunmaktadır.
"Artık kendinizi
temize çıkarmayın." Kendinizi övmeyin, kendinizden övgüyle söz etmeyin.
Böylesi riyakarlıktan daha bir uzak tutar, Allah'ın önünde huşu'a (tevazu ile
boyun eğmeye) daha bir yakın tutumdur.
"O kimin takvalı
olduğunu en iyi bilendir." Kimin ihlasla amelde bulunup Allah'ın
cezasından korkup sakındığım en iyi bilendir. Bu açıklama el-Hasen ve
başkasından nakledilmiştir.
eJ-Hasen dedi ki: Şanı
yüce Allah, herbir kişinin ne şekilde amelde bulunacağını, neler yapacağını ve
sonunda nereye ulaşacağını bilendir. en-Nisa Sûresi'nde yüce Allah'ın: "0
kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın?" (en-Nisa, 4/49) buyruğunu
açıklarken, bu âyetin anlamına dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır, oraya
bakınız.
[56]
İbn Abbas dedi ki: Ben
bu ümmet arasında Rasûlııllah (sav)'in dışında hiçbir kimseyi temize
çıkarmıyorum. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
33. Şimdi
gördün mü yüz çevireni?
34. Ve az
bir şey verip sımsıkı tutanı?
35- Gayb
ilmi yanındadır da, artık o mu görüyor?
Yüce Allah, putlara
ibadet etmek hususunda müşriklerin bilgisizliklerini açıkladıktan sonra
"şimdi gördün mü yüz çevireni ve az bir şey verip, sımsıkı
tutanı..." âyetleri ile onlardan belirli bir kimseyi yaptığı kötü İşleri
ile birlikte sözkonusu etmektedir.
Mücahid, İbn Zeyd ve
Mukatil şöyle demişlerdir: Bu âyetler el-Velid b. el-Muğirc hakkında inmiştir.
Önceleri Rasûlullah (sav)'a uyarak dinine girmiş, fakat müşriklerden birisi onu
ayıplayarak şöyie demişti: Sen ne diye büyüklerimizin dinini terkedip, onların
sapık olduklarını söylemeye, cehenneme gideceklerini iddia etmeye koyuldun?
Allah'ın azabından korktum, dedi. Bunun üzerine o şahıs ona: Eğer malından
kendisine bir şeyler verecek ve şirkine geri dönecek olursa, onun yerine
Allah'ın azabını üstleneceği taahhüdünde bulundu, el-Velid'e bu şekilde
sitemde bulunan şahıs, ona taahhüd eniği ma!in bir bölümünü verdi, daha sonra
cimrilik ederek geri kalanını vermedi. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-İ
kerimeyi indirdi.
Mukatil dedi ki:
el-Velid önce Kur'ân'ı övdü, sonra bu işten vazgeçince yüce Allah'ın: "Ve
az bir şey verip sımsıkı tutanı" buyruğu indi. Diliyle hayır adına az bir
şeyler verdikten sonra bundan vazgeçerek bir daha böyJe bir şey yapmayanı
(gördün mü), demektir. Yine ondan gelen rivayete göre o, Rasûlullah (sav)'a
iman ettiğini söyledikten sonra yüz çevirmiştir. Bunun üzerine: "Şimdi
gördün mü yüz çevireni" âyeti inmiştir.
İbn Abbas, es-Süddî,
el-Kelbî ve el-Müseyyeb b. Şerik de şöyle demişlerdir: Buyruk Osman b. Affan
(r.a) hakkında inmiştir. O sadakalar verir, hayır yollarında malını harcardı.
Süt kardeşi Abdullah b. Ebi Şerh ona: Senin bu yaptığın nedir? Bu gidişle fazla
zaman geçmeden hiçbir şeyin kalmayacak, dedi. Bunun üzerine Osman (r.a) şöyle
cevab verdi: Benim küçük büyük gü-nahîanm var. Ben bu yapoğjmla yüce Allah'ın
rızasını istiyor, beni affedeceğini ümit ediyorum. Bu sefer Abdullah ona şöyle
dedi: Sen bana yükü ile birlikte dişi deveni ver, buna karşılık ben de senin
günahlarını yükleneyim. Bunun üzerine Osman (r.a) ona istediğini verdi ve bu
taahhüdüne karşılık da ona şahit tuttu.
Diğer taraftan daha önce vermiş olduğu sadakaların bir bölümünü vermez oldu.
Bunun üzerine yüce Allah: "Şimdi gördün mü yüz çevireni ve az bir şey
verip sımsıkı tutanı" buyruğunu indirdi. Osman da bunun üzerine
eskisinden daha iyi ve daha güzel bir şekilde infaka koyuldu. Bunu el-Vahidî ve
es-Salebî zikretmişlerdir.
Yine es-Süddı şöyle
demektedir: Âyet Sehmli el-As b. Vail hakkında inmiştir. O Peygamber {sav)'ın
söylediklerini uygun buluyordu.
Muhammed b. Ka'b
el-Kurazî dedi ki: Âyet Ebu Cehil b. Hişam hakkında inmiştir. O şöyle demişti:
Allah'a yemin ederim, Muhammed ancak üstün ahlaki değerlerin yerine
getirilmesini emrediyor. İşte yüce Allah'ın: "Ve az bir şey verip, sımsıkı
tutanı" buyruğu buna işaret etmektedir.
ed-Dahhak dedi ki;
Burada sözü edilen kişi en-Nadr b. el-Haris'tir. O dininden dönmesi üzerine
muhacirlerden bir Fakire beş deve vermiş ve dininden dönmesinin günahını
yükleneceğini taahhüd etmişti.
" Sımsıkı
tutan" lafzı; mastarından gelmektedir. Bir kuyu kazdıktan sonra kazmasına
devam etmeye imkan vermeyen bir taşa ulaşan kimse hakkında:denilir. Araplar
daha sonraları bunu, veren ve verdiğini tamamlamayan kimse ile bir şey isteyip
onu sonuna kadar elde edemeyen kimse, hakkında kullanmış oldular. el-Hutaya da
şöyle demiştir:
"Az bir şeyler
verdi, sonra verdiğini tuttu (vazgeçti) İnsanlar arasında iyiliği karşılıksız
yayan kimae öğüliir."
el-Kisaî ve başkaları
da şöyle demişlerdir: "Kazan kimse sert bir taşa vardı, yahut bir dağa
ulaştı." Bundan dolayı da kazmasına imkan kalmadı demektir. " Kazıp
da sert bir yere ulaştı" demektir. Kazmaktan dolayı parmaklan bitkin
düsen kimsenin bu halini anlatmak için: denilir. "Eli hiçbir şey
yapamayacak kadar bitkin düştü" demektir. " Bitkinin verimi
azaldı" demektir.
"Yerin mahsulünü
vermesi gecikti" demek olup, ism-i faili diye gelir. Bu açıklamalar îbn
Zeyd'den nakledilmiştir. " Ben adamı o şeyden geri çevirdim"
demektir. "O adamın hayrı azaldı" anlamındadır.
Yüce Allah'ın:
"Ve az bir şey verip, sımsıkı tutanı" buyruğu, o verdiği az şeyin de
sonunu getireni, anlamındadır.
"Gayb ilmi
yanındadır da artık o mu görüyor?" Yani şu sımsıkı luianın yanında kendisi
için gayb olan azab ile ilgili hususların bilgisi mi var? "Artık o mu
görüyor?" Ahiret ile ilgili kendisine gayb olan hususları ve kendisinin de
başına gelecekleri biliyor da mı başkasının azabını yüklenmek taahhüdünde
bulunuyor? Cahillik ve ahmaklığın ancak bu kadarı olur.
Buradaki: "
Görmek" iki rnefule taaddi (fiili geçişli kılan) eden "görmek"
fiilidir ve burada her iki meful de hazfedilmiştir.
Şöyle buyurulmuş
gibidir: " Artık o tıpkı hazır olup gözle görüleni gördüğü gibi, gaybs da
mı görüyor?" demektir.
[57]
36, 37.
Yoksa ona: Musa'nın ve ahdine bağlı İbrahim'in sahifelerin-de olan haber
verilmedi mî?
38. Yük
taşıyıcı hiçbir kimsenin başkasının (günah) yükünü yüklenmeyeceğini;
39. İnsan
için kendi çalıştığından başkasının olmadığını;
40.
Çalıştığının muhakkak ileride görüleceğini;
41. Sonra
ona yaptıklarının en mükemmel bir şekilde karşılığının verileceğini;
42. Şüphesiz
ki son gidişin Rabbİne olacağını...
"Yoksa ona
Musa'nın" sahifelerinde "ve ahdîne bağlı İbrahim'in sahi-felerinde
olan haber verilmedi mi?" Nitekim el-Ala Sûresi'nde de: "İbrahim'in
sahifeleri ile Musa'nın (sahifeleri)nde..." (el-Ala, 87/19) diye buyuru!
maktadır.
Yani hiçbir kimse
diğerinin yerine sorumlu tutulmaz. Nitekim: "Yük taşıyıcı hiçbir kimsenin
başkasının yükünü yüklenmeyeceğini" diye buyurmaktadır. Özellikle İbrahim
ile Musa'nın sahifekrınin sözkonusu edilmesinin sebebi, Nuh ile İbrahim
(ikisine de selam olsun) arasındaki dönemde bir
kimsenin kardeşinin, oğiunıın ve babasının işlemiş olduğu suçlar
dolayısıyla sorumlu tutulması idi. Bu açıklamayı el-Huzeyi b. Şurahbil
yapmıştır.
"Yüklenmeyeceğini"
buyruğundaki: lafzı şeddelisinden hafifletilmiş
(şeddesiz hale getirilmiştir, "Şey"den hedef olarak cer konumundadır,
yahut: " O" takdiri ile ref konumunda olabilir.
"Ahdine
bağh" anlamındaki lafzı Said b. Cübeyr ile Katade:diye şeddesiz olarak
okumuşlardır. Bu da sözünde ve amelinde doğru oian demek olur. Bu okuyuş da
anlam itibariyle cemaatin okuduğu: d/i) şeddeli okuyuşuna racidir. Yani o
Allah'ın kendisine farz kılmış olduğu bütün hususları yerine getirmiş,
onlardan herhangi bir şeyi eksik bırakmamıştı. el-Bakara Sûresi'nde yüce
Allah'ın: "Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmişti. O
da bunları eksiksiz yerine getirmişti." (el-Bakara, 2/124} buyruğu
açıklanırken (3. başlıkta) bu husus geçmiş bulunmaktadır.
" Ahdine bağlı
kalmak" eksiksiz yerine getirmek demektir.
Ebu Bekr el-Verrak:
İddia ettiği kabul ettiğini belirttiği şartın gereğini yerine getirdi, diye
açıklamıştır. Çünkü yüce Allah kendisine: "Teslim ol" demesine
karşılık, kendisi: "Alemlerin Rabbine teslim oldum." (el-Bakara,
2/131) diye cevab vermişti. Yüce Allah, ondan iddiasının doğruluğunu ortaya*
koymasını isteyince malında, evladında ve canında onu sınamış ve bütün bunları
eksiksiz yerine getirdiğini görmüştü. İşte yüce Allah'ın: "Ve ahdine bağlı
İbrahim'in..." buyruğu bunu anlatmaktadır. Yani o Allah'a teslim olduğunu
iieri sürmüş, sonra da bu iddiasının doğruluğunu ortaya koymuştu.
Bir diğer açıklamaya
göre o, her gün günün ilk saatlerinde dört rekat ile amelini eksiksiz
tamamlardı. Bunu el-Heysem, Ebu Umame'den o da Peygamber (sav)'dan diye
rivayet etmiştir.
Sehl b. Sa'd es-Saidî
de babasından şunu rivayet etmektedir: "Ben size yüce Allah'ın can dostu
İbrahim'i "ahdine bağh" diye neden adlandırdığını haber vermeyeyim
mi? Buna sebeb onun her sabah ve her akşam: "Akşamladığınız zaman ve
sabahladığınızda Allah'ın şanı ne yücedir!" (er-Rum, 30/17) diyor olması
idi.
[58]
Ayrıca bunu Sehl b.
Mııaz, Enes'den, o babasından, o da Peygamber (sav)'dan diye rivayet etmiştir.
[59]
"Ahdine
bağlı" lafzının, kendisi ile birlikte gönderilen risaleti eksiksiz olarak
yerine getiren anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da yüce Allah'ın: "Yük
taşıyıcı hiçbir kimsenin başkasının yükünü yüklenmeyeceğini"
buyruğunda ifade
edilmiştir.
İbn Abbas dedi ki:
İbrahim (a.s) döneminde önce kişiyi başkasının günahı dolayısıyla sorumlu
tutuyorlardı. Öldürme ve yaralamalarda bir kimsenin velisi olarft, velayeti altında
bulunan kimsenin işlediği cinayetten dolayı sorumlu tutuyorlardı. O bakımdan
kişi babası, oğlu, kardeşi, amcası, dayısı, amcasının oğlu, yakın akrabası,
eşi, kocası ve kölesi dolayısıyla öldürülebiliyor-du. İbrahim (a.s) onlara yüce
Allah'tan: "Yük taşıyıcı hiçbir kimsenin başkasının yükünü
yüklenmeyeceğini* tebliğ etti.
el-Hasen, Katade ve
Said b. Cübeyr yüce Allah'ın: "Ahdine bağlı" buyruğu hakkında şöyle
demişlerdir: O emrolunduğu şeylerin gereğince amel etti ve Rabbinin kendisine
gönderdiği risaleti (mesajları) tebliğ etti. Bu daha güzel bir açıklamadır,
çünkü genel bir ifadedir.
Aynı şekilde Mücahid
de, Allah'ın kendisine Farz kıldığı hususlarda "ahdine bağlı" diye
açıklamıştır. Ebu Malik ei-Ğıfari dedi ki; Yüce Allah'ın: "Yük taşıyıcı
hiçbir kimsenin başkasının yükünü yüklenmeyeceğini" buyruğundan itibaren
"şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisini şüphe ile karşılarsın."
(en-Necm, 53/55) buyruğuna kadar olan bütün buyruklar, İbrahim ile Musa'nın
sahifelerinde yer almıştır.
"Yük taşıyıcı
hiçbir kimsenin başkasının yükünü yüklenmeyeceği"
buyruğuna dair yeterli
açıklamalar daha önce d-En'am Sûresi'nin sanlarında (6/164. âyelin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır,
"İnsan İçin kendi
çalıştığından başkasının olmadığını" buyruğu ile ilgili olarak İbn
Abbas'tan rivayet edildiğine göre yüce Allah'ın: "îman edenlerin soyları
da iman ile kendilerine uyanların Biz evlatlarını da kendilerine
katarız." (et-Tur, 52/21) buyruğu neshetmiştir. Kıyamet gününde küçük
çocuk babasının terazisine konulur ve yüce Allah babaları evlatlar hakkında,
evlatları da babalar hakkında şefaatçi kılar. Buna da yüce Allah'ın: "Babalarınız
ve oğullarınızdan size faydaca hangisinin daha yakın olduğunu
bilemezsiniz." (en-Nisa, 4/11) buyruğu delil teşkil etmekledir.
Tevil ehlinin çoğunluğu
ise: Bu âyet muhkemdir. Kimsenin ameli kimseye fayda vermez, demişler ve
kimsenin bir başkasının yerine namaz kılama-yacağınt icma ile kabul
etmişlerdir.
Malik ölenin yerine
oruç tutmayı, haccetmeyi ve sadaka vermeyi caiz kabul etmemiştir. Ancak o
şöyle demektedir: Eğer kişi kendisinin yerine hac-cedilmesini vasiyet ettikten
sonra ölürse, onun yerine haccedslmesi caiz olur.
Şafiî ve başkaları
ölenin yerine nafile hac yapmayı caiz kabul etmişlerdir. Aişe (r.anha)'dan
rivayet edildiğine göre o, kardeşi Abdu'r-Rahman'ın yerine itikafa girmiş ve
onun adına köle azad etmiştir. Sa'd b. Ubade'nin de Peygamber (sav)'a şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Annem vefat etti, onun yerine sadaka vereyim mi?
Peygamber: "Evet" diye buyurmuştur. Sa'd: Hangi sadaka daha,
faziletlidir? diye sormuş, Peygamber; ;ıSu içirmek" diye cevab vermiştir[60]
Bütün bu hususlar
yeterli açıklamalarıyla birlikte daha önce el-Bakara (2/285-286, âyetler, 2.
başlık ve devamında), Al-i İmran (3/97, âyet, 7. başlıkta) ve el-A'raf Sûresi'nde
(7/50. âyet, 2, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,
Şüyle de denilmiştir:
Yüce Allah: "İnsan için kendi çalıştığından başkasının olmadığını"
diye buyurmuştur, Arap dilinde "insan İçin" anlamındaki lafzın
başına gelen cer edalı olan "lam"ın anlam itibariyle mülkiyet ve gereklilik
ifade etmektir. O halde insana yaptığından başka bir şey(in karşılığını
vermek) gerekmez. Bir başkası onun adına sadaka verecek olursa, o kimsenin
lehine herhangi bir mükafatın gerekmesi süzkonusu değildir. Yüce Allah'ın amelde
bulunmaksızın küçük çocukları cennete koymak suretiyle lü-tufta bulunmadığı
gibi. Mükafat olarak vermesi gerekmeyen bir hususu o kimseye lütfetmesi hali
bundan istisna teşkil eder.
er-Rabİ' b. Enes dedi
ki: "İnsan için kendi çalıştığından başkasının olmadığını"
buyruğunda kastedilen kâfirdir. Mümine gelince, ona hem yaptığının kargılığı
vardır, hem de başkasının onun için yaptığının karşılığı verilecektir.
Derim ki: Bir çok
hadis bu görüşe ve mümine başkası tarafından onun için işlenen salih amelin sevabının
ulaşacağına delil teşkil etmektedir. Bu tür hadislerden, onlar üzerinde
dikkatle düşünecek kimseler için çok miktarda geçmiş bulunmaktadır. Müslim'in
kitabının baş taniflannda Abdullah b. el-Mu-barek'ten nakledildiği üzere sadaka
hususunda görüş ayrılığı yoktur. Sahik'te de şöyle denilmektedir: "İnsan
öldü mü ameli de kesilir. Üç şey müstesna..." Bunlar arasında: "Yahut
kendisine dua eden salih bir evlaf'da zikredilmektedir.
[61]
Esasen bütün bunlar da
yüce Allah tarafından bir lütuftur. Tıpkı amellerin kat kat
mükafatlandırmasının da O'ndan bir lütuf olması gibi. Yüce Allah müminlerin
lehine tek bir iyiliği on katından yecliyüz katına, bir milyon haseneye kadar
mükafatlandırır. Nitekim Ebu Ilureyre'ye şöyle soaılmuş: Sen Rasûlullah
(sav)'ın: "Muhakkak Allah bir tek haseneye karşılık bir milyon hasene
mükafat verir." dediğini duydun mui* O da: Ben onu şöyle buyururken
dinledim; Muhakkak Allah bir tek haseneye karşılık iki milyon hasene mükafat
verir. "[62]
İşte bu Allah'ın bir
lütfudur. Adalet ise; "İnsan için kendi çalıştığından başkasının
olmamasını" gerektirir.
Derim ki: Yüce
Allah'ın: "İnsan için kendi çalıştığından başkasının olmadığı"
buyruğu özel olarak günah hakkında sözkonusu olabilir. Buna delil de Müslim'in
Sahih'lnâe yer alan Ebu Hureyre'nin Rasûlullah (sav)'dan şöyle buyurduğuna
dair yaptığı rivayettir: "Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki: Kulum,
içinden bir iyilik yapmayı kararlaştırıp da onu işlemeyecek olursa. Ben onu
onun lehine bir iyilik olarak yazarım. Şayet onu işleyecek olursa, onu o
kimsenin lehine un hasenedcn yediyüz katına kadar ya2anm. Şayet bir kötülük
işlemeyi kararlaştırmış olduğu halde işmeyecek olursa, o kötülüğü onun aleyhine
yazmam, O kötülüğü işleyecek olursa, Ben de onu tek bir kötülük olarak
yazarını."
[63] Ebu Bekr el-Verrak dedi
ki: "Çalıştığından başkası" niyet ettiğinden başkası demektir. Bunu
da Peygamber (sav): 'Kıyamet gününde insanlar niyetlerine göre
diriltilirler."
[64] buyruğu açıklamaktadır.
"Çalıştığının
muhakkak ileride görüleceğini" buyruğu, yüce Allah kıyamet gününde
yaptığının karşılığını ona gösterecektir, demektir,
"Sonra ona
yaptıklarının en mükemmel bir şekilde karşılığının verileceğini" ameline
karşılık verileceğini... demektir.
el-Ahfeş dedi ki:
" Ona karşılığını verdim" ifadesi ile ifadesi aynıdır, aralarında
fark yuktur. Şair şu beyitinde her iki söyleyiş şeklini bir arada kullanmış
bulunmaktadır:
"Ben Alkame b.
Sa'd'în yaptıklarının karşılığını verecek olsam bile, Bir tek günde karşı
karşıya kaldığı belalarının (verdiği sınavının, yaptığı iyiliğin) karşılığını
veremem."
"Şüphesiz ki son
gidişin Rabbîne olacağını..." Dönüş, geri çeviriliş ve sonunda varılacak
yer O'nun huzurudur. O vakit kötülükleri cezalandıracak, iyiliklerin mükafatını
verecektir.
Şöyle de açıklanmıştır; Lütuf O'ndan
gelir ve nihai olarak eman O'na varır. Ubey b. Ka'b'dan dedi ki: Peygamber
(sav) yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki son gidişin Rahbine olacağını"
buyruğu hakkında: "Rab hakkında düşünmek olmaz" diye buyurmuştur.
[65]
Enes'ten rivayete göre
de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Yüce Al-iah zikredildi mi artık sen
de (kötülükten) vazgeç,
[66]
Derim ki: Peygamber
(sav)'ın şu buyruğu da bu anlamdadır; "Şeytan sizden herhangi birisine
gelir ve: Şunu şunu kim yarattı? der. Sonunda Rabbi-ni kim yarattı? diye telkin
eder. Artık bu noktaya geldi mi (sîzden olan kimse) Allah'a sığınsın ve buna
bir son versin."
[67]
Bu husus daha önce
el-A'raf Sûresi'nde (7/200. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Şu
beyitlerin şairi ne güze) söylemiş;
"O şanı yüceler
yücesi hakkında sakın düşünme!
Yoksa aşağılatır ve
yardımsız bırakılırsın.
İşte O'nun masnuatı...
onlar hakkında ibretle düşün,
Ve o çok şerefli şanı
yüce, can dostu (İbrahim)nun söylediği gibi söyle!"
[68]
43.
Güldürenin de, ağlatanın da şüphesiz O olduğunu;
44.
Öldürenin de, diriltenin de gerçekten O olduğunu;
45. 46. Döküldüğü zaman bir nutfeden erkek ve
dişiden ibaret olan ikili çifti O'nun yarattığını...
"Güldürenin de,
ağlatanın da şüphesiz O olduğunu" buyruğunda açıkça görülmektedir ki,
araçlar ortadan kalkmakta, geriye hakikatlerin yalnız yüce Allah'a ait olduğu
gerçeği kalmaktadır. Ondan başka fail yoktur. Müslim'in Saftı/Tinde Aişe
(r.anha)'dan dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki hayır. Rasûiuliah asla:
Ölmüş bir kimse herhangi birisinin ağlamasından dolayı azab-landırıhr, dememiştir
ama o şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah kâfirin azabını, yakınlarının
ağlaması sebebiyle daha bir arttırır. Şüphesiz Allah'tır, o güldüren ve
ağlatan ve esasen hiçbir yük taşıyıcı, hiçbir kimsenin yükünü yüklenmez.
"[69]
Yine ondan rivayet
edildiğine göre o şöyle demiştir: Peygamber (sav), ashabından gülmekte olan
bir topluluğun yanından geçti, şöyle buyurdu: "Şayet benim bildiklerimi
bilseydiniz, pek az gülerdiniz, çokça ağlardınız." Bunun üzerine Cebrail
Hz. Peygambere gelerek: Ey Muhammed dedi, şüphesiz Allah sana: "Güldüren
de, ağlatan da şüphesiz O'dur" diye buyurmaktadır. Peygamber onlara geri
dönerek şöyle buyurdu: "Henüz ben kırk adım atmadan Cebrail bana geldi ve
şunlara git ve de ki: Şüphesiz yüce Allah: "Güldüren de, ağlatan da O'dur"
diye buyurmaktadır, de, buyurdu.
[70] Yani
gülmenin ve ağlatmanın sebeplerini O hükme bağlamıştır.
Ata b. Ebi Müslim dedi
ki: Sevindiren ve kederlendiren O'dui, demektir. Çünkü sevinmek gülmeyi
getirir, kederlenmek de ağlamayı getirir.
Ömer (r.a)'a soruldu:
Rasûiuliah (sav)'ın ashabı gülüyor muydu? O, evet. Bununla birlikte Allah'a
yemin ederim, iman kalplerinde sapasağlam dağlardan da daha sağlamdı.
[71]
Bu hususa dair
açıklamalar daha önce en-Neml (27/18-19- âyetler, 5. başlıkta) ve et-Tevbe
Sûresi'nde (9/82. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
el-Hasen dedi ki: Yüce
Allah cennetlikleri cennette güldürecek, cehennemlikleri de cehennemde
ağlatacaktır.
Dünyada dilediği
kimseyi sevindirmek suretiyle güldürmüş, dilediği kimseyi kederlendirmek
suretiyle ağlatmıştır, diye de açıklanmıştır. ed-Dahhak dedi ki: O yeryüzünü
bitkilerle güldürmüş, semayı da yağmurla ağlatmıştır. Bir açıklama da şöyledir:
Ağaçları çiçeklerle güldürmüş, bulutları yağmurlarla ağlatmıştır.
Zünnun dedi kî:
Müminlerin ve ariflerin kalplerini marifetinin güneşiyle güldürmüş, kâfirlerin
ve isyankarların kalplerini ise O'nu inkar ve O'na isyan etmenin karaniığıyla
ağlatmıştır. Sehl b. Abdullah dedi ki: Allah
İtaatkar lan rahmet
ile güldürmüş, isyankarları gazab ile ağlatmıştır. Muhammed b. Ali et-Tirmizi
de şöyle demiştir; Allah mümini dünyada ağlatmış, ahîrette de güldürecektir,
Bessam b. Abdullah:
Allah onların yüzlerini güldürmüş, fakat kalplerini ağiatmıştır deyip, şu
beyitleri zikretmektedir:
"Dişler gülümser
fakat iç organlar yanmaktadır,
O dişlerin gülmesi ise
zorlama ve uydurmadır.
Gözyaşı akıtmadan
ağlayan nice göz vardır,
Ve nice gülümseyerek
dişini gösteren var ki, hayatta kalacak takati yoktur."
Denildiğine göre yüce
Allah, canlılar arasında gülmek ve ağlamak Özelliğini insana vermiştir.
Canlılar arasında insan dışında gülen ve ağlayan yoktur. Yine denildiğine göre
yalnız maymun güler, fakat ağlamaz ve yalnız develer ağlar, fakat gülmezler.
Yusuf b. el-Hüseyn
dedi ki: Tahir el-Makdisi'ye: Melekler güler mi? diye sorulmuş, o da şöyle
cevap vermiş: Onlar da, Ars'ın altındakilerin hepsi de cehennem yaratıldığından
beri asla gülmediler,
"Öldürenin de,
diriltenin de gerçekten O olduğunu" buyruğu ölümün ve hayatın sebeplerini
hükme bağlayan O'dur, demektir. Ölümü ve hayatı O yaratmıştır, diye de
açıklanmıştır. "0... ölümü ve hayatı yaratandır."(el-Mülk, 67/2) diye
buyurduğu gibi. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır.
Bir diğer açıklama
şöyledir: O küfür ile kâfiri öldürmüş, iman ile de mümini diriltmiştir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ölü iken kendisini
dirilttiğimiz, insanlar arasında ona- yürümesi için nur verdiğimi?
kimse..." (el-En'am, 6/122); "Ancak dinleyenler kabul ederler, ölüleı
i ise Allah diriltecektir." (el-En'am, 6/36) Nitekim daha önce de (anılan
âyetlerin tefsirlerinde) geçmiş bulunmaktadır.
Ata'nın: Adaletiyle
öldürmüştür, lütfuyla diriltmiştir şeklindeki açıklaması da; vermemek ve
cimrilikle öldürmüş, cömertlik ve bol bol infak ile diriltmiştir, diyenlerin
açıklamaları da bu çerçeve içerisindedir.
Nutfeyi öldürmüş ve
cana hayat vermiştir, diye de açıklanmıştır. Babaları öldürmüş, eviatiarı
diriltmiştir diye açıklandığı gibi, burada hayattan kasıt bolluk, ölümden kasıt
da kuraklıktır, diye de açıklanmıştır. Uyutmuş ve
uyandırmıştır, diye
açıklandığı gibi, dünyada öldürmüş, ölümden sonra diriliş ile de diriltmiştir,
diye de açıklanmıştır.
"Erkek ve dişiden
ibaret olan İkili çifti O'nun yarattığını" Adem'in oğullarından erkeği ve
dişiyi yarattığını kastetmektedir. Yoksa Adem ile Havva'nın da bir nutfeden
yaratıldığını kastetmemektedir, Nutfe az miktardaki su dernektir. " Su
damladı" tabirinden türetilmiştir.
" Döküldüğü"
rahime dökülüp akıtıldığı demektir. Bu açıklamayı el-Kelbî, ed-Dahhak ve Ata b.
Ebi Rebah yapmıştır, "Erkek menisini akıttı" tabiri de, " Meni"den
gelmektedir. "Mina'ya bu ismin verilmesi ise: " Oraya akıtılan
kanlardan" dolayıdır.
" Döküldü"
takdir edildi, anlamındadır, diye de söylenmiştir. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde
yapmıştır. " O şeyi takdir ettim" denilir. “Ona takdir olundu"
anlamındadır. Şair de şöyle demiştir:
"Ta ki her şeye
muktedir olanın,
Sana takdir ettiği şey
ile karşılaşıncaya kadar."
[72]
47. Tekrar
diriltmenin de O'na ait olduğunu;
48. Muhakkak
ki, zengin kılanın da O, fakir kılanın da O olduğunu;
49. Şi'ra
yıldızının Rabbinin gerçekten O olduğunu;
50. Muhakkak
kî önceki Ad kavmini O'nun helak ettiğini;
51. Semud'u
da bırakmadığını;
52. Önceden
de Nuh kavmini -çünkü onlar daha zalim ve daha azgındılar-;
53. (Lut
kavminin) şehirlerini kaldırıp yere attığını;
54. Örttüğü
şeylerle onları örttüğünü.
55- Şimdi
Rabbİnin nimetlerinin hangisini şüphe ile karşılarsın?
"Tekrar
diriltmenin" öldükten sonra diriliş için bedenlere ruhları geri çevirmenin
"de O'na ait olduğunu..."
İbn Kesir ve Ebu Amr
"diriltme" anlamındaki lafzı "şın" harfini üstün ve med İle
diye okumuş ve Allah, bu hususu vaadetmiş olup, onun bu vaadi doğrudur, demek
olur.
"Muhakkak ki
zengin kılanın da, fakir kılanın da O olduğunu" buyruğu hakkında İbn Zeyd
şöyle demektedir: Dilediğini zengin kılmış, dilediğini de fakir kılmıştır.
Sonra da yüce Allah'ın: "Rızkı kutlarından dilediğine genişletip yayar,
dilediği kimseninkini de daraltır" (Sebe, 34/39) buyruğu ile "Allah
daraltır, genişletir." (el-Bakara, 2/245) buyruklarını okudu. Tabe-ri de
bu açıklamayı tercih etmiştir.
Yine İbn Zeyd'den,
Mikahid, Kalade ve el-Hasen'den: "Zengin kılan" bol mal veren
"fakir kılan" başkasının hizmetine koşturan demektir.
"Fakir
kılan" size hizmetinizde çalışacak kimseler sahibi olma imkanını
vermiştir, diye de açıklanmıştır ki; bu da aynı şekilde başkalarına hizmet ettiren
anlamındadır.
Verdikleri ile kişiyi
razı kılan, dernek olduğu da söylenmiştir. Yani önce onu zengin kılmış, sonra
da verdikîeriyle onu razı etmiştir. Bu açıklamayı da İbn Abbas yapmıştır.
el-Cevherî dedi ki:
(fiili; " Zengin oldu, olur, zengin olmak" fiili gibidir[73]
" Allah ona
kazanılarak toplanan şeyler ve mallar verdi" demektir. Yine; "Allah
onu razı kıldı" anlamına gelir. "Razı olmak" demektir. Bu
açıklama İbn Zeyd'den nakledilmiştir. (İbn Zeyd) dedi ki: Araplar:
"Her kime yüz
tane keçi verilecek olursa, o kimseye toplayıp, yığma verilmiş olur. Her kime
yüz tane koyun verilecek olursa, o kimseye de zengin verilmiş olur. Her kime
yüz tane deve verilecek olursa, o kimseye de temennileri verilmiş olur."
" Allah ona
kendisine huzur ve sükun verecek şeyler verdi" denilir.
"Zengin kılanın
da O, fakir kılanın da O" buyruğunun, kendisini zengin kılıp,
yaradıklarını kendisine muhtaç kılanın O olduğu anlamında olduğu da
söylenmiştir. Bu açıklamayı Süleyman et-Teymi yapmıştır. Süfyan da şöyle
demektedir: O kanaat île zengin kılmış, rıza İle de ihtiyaçtan kurtarmıştır,
el-Ahfeş dedi ki:
"Fakir kıldı" demektir. İbn Keysan ona çocuk ihsan etti, demektir.
Bu da az önceki açıklamaların kapsamı içerisindedir.
"Şi'ra yıldızının
Rabbinin gerçekten O olduğunu" buyruğunda geçen "eş-Şi'ra
yıldızı"[74] el-Cevza'dan[75]
sonra doğan aydınlık bir yıldızdır. Bu yıldız çok sıcak zamanlarda doğar. Bu
isimle anılan yıldızlar iki tanedir. Birincisi el-Cev-za (ik(zier)de bulunan ve
"el-Abur"[76] diye
bilinen yıldızdır. Diğeri ise Zira'da bulunan eş-Şi'ra el-Gumeysa[77]
yıldızıdır. Araplar bu iki yıldızın da "Süheyl yıldızının
kızkardeşleri" olduklarını iddia ederler.
Yüce Allah başka
şeylerin de Rabbî olmakla birlikte Şİ'ra yıldızının Rab-bi olduğunu sözkonusu
etmesinin sebebi Arapların bu yıldıza ibadet etmeleri idi. Yüce Allah böylece
onlara Şi'ra yıldızının da bir Rabbinin olduğunu, kendisinin asla rab
olamadığını göstermektedir.
Bu yıldıza kimlerin
ibadet ettiği hususunda görüş ayrılığı vardır. es-Süd-dî buna Hımyer ve
Huzaalılar ibadet ediyordu, demiştir. Başkaları ise bu yıldıza ibadet eden ilk
kişi Peygamber (sav)'ın anne tarafından dedelerinden birisi olan Ebu Kebşe'dir,
Bundan dolayı Arap müşrikleri Peygamber (sav)'ın Allah'a davet edip dinlerine
muhalefet ettiği zaman onu "Ebu Kebşe'nin oğlu" diye adlandırmış ve:
Bu Ebu Kebşe'nin oğlundan çektiğimiz nedir? demişlerdi. Ebu Süfyan da
Mekke'nin fethedildiği günü dar geçitlerden birisinde durmuş ve Rasûlullah
(sav)'ın askerleri onun önünden geçerken: Andolsun Ebu Kebşe'nin oğlunun İşi
gerçekten güçlenmiş bir durumdadır, demişti.
Bununla birlikte
Araplardan Şi'ra yıldızına ibadet etmeyenler de, o yıldızı tazim ediyor ve
onun kainata etkisinin bulunduğuna inanıyordu. Şair şöyle demiştir:
"Eylül geçti ve
sıcaklar kalktı,
(Cevza burcunun alt
tarafında bulunan) eş-Şi'ra el-Abur da ateşini dindirdi."
Denildiğine göre;
Arapların hurafeleri arasında şunlar da vardı: Süheyl ile Şi'ra yıldızlan
karıkoca idiler. Süheyl aşağı doğru Yemen tarafına kaydı, Şi'ra Abur da samanyolunu
geçip gittiğinden ötürü "el-Abur (geçip giden, kate-den)" diye
adlandırılmıştır. el-Ğumeysa ise yerinde kaldı, Süheyl'i kaybettiği için
gözlerinde beyaz çapaklar oluşuncaya kadar ağladı. Biri diğerinden daha saklı
olduğundan ötürü ona Ğumeysa denildi.
"Muhakkak ki,
önceki Ad kavmini onun helak ettiğini" buyruğunda "Ad"ı
"önceki" diye nitelendirmesinin sebebi, bunların Semud'dan önce
gelmiş olmalarıdır. Semud'un Ad'dan önce olduğu da söylenmiştir.
İbn Zeyd dedi ki;
Bunlara "önceki (ilk) Ad" denilmesinin sebebi Nuh (a.s)'dan sonra
helak edilen ilk ümmet oluşlarından dolayıdır. İbn İshak da şöyle demiştir: İki
tane Ad kavmi vardır. Birincileri ıslıklı rüzgar ile helak edilmiştir. Daha
sonra da diğer Ad ortaya çıkmış, bunlar da çığlık ile helak edilmişlerdir.
Birinci Ad'ın Ad b.
İrem b. Ûs b. Sam b. Nuh olduğu, ikinci Ad'ın ist birinci Ad'ın soyundan
gelenler oldukları da söylenmiştir.
Anlamlar birbirine
yakındtr.
Sonraki Ad'ın zorba
kavim olan Ad oldukları söylenmiştir. Bunlar da Hud kavmidir.
"Önceki Ad"
anlamındaki buyruk genel olarak: şeklinde tenvin ve hemze açıkça telaffuz
edilerek okunmuştur. Nafi, İbn Muhaysın ve Ebu Amr ise hemzenin harekesini
"lam"a naklederek ve tenvini hemzeye idgam etmek suretiyle; diye
okumuşlardır. Ancak Kalun ile es-Susî sakin (olan) hemzeyi izhar ederler
(açıkça okurlar.) Diğerleri ise aslına uygun olarak "vav"a
kalbetmişlerdir. Arapların bu şeklide iklab yaptıkları olur. Mesela:
"Şimdi yanımızdan kalk ve ikisini kat" derler ki bunun asl,:
seklindedir.
"Semud'u da bırakmadığını"
buyruğunda sözü geçen "Semud" çığlık ile helak edilen Saiih (a.s)'ın
kavmidir. "Semud" lafzı şekillerinde okunmuştur ki daha önceden
fel-Araf, 7/73. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada nasb ile
gelmesinin sebebi bir önceki âyette geçen "Ad"e atfedilmiş
olmasındandır.
"Önceden de Nuh
kavmini" yani Ad ve Semud'dan ünce de Nuh kavmini helak etli.
"Çünkü onlar daha
2alim ve daha azgındılar." Buna sebep ise Nuh (a.s)'ın onlar arasında uzun
bir süre kalmış olmasıdır. Öyle ki onlardan bir kişi oğlunun elini tutuyor,
Nuh (a.s)'a götürüyor ve: Şu adamdan sakın, çünkü o bir yalancıdır. Benim babam
da beni alıp buna getirmiş ve benim sana söylediğimin benzerini söylemişti,
diyordu. Böylelikle büyükleri küfür üzere ölüyor, küçükleri de babasının
tavsiyesi üzerine (küfür üzere) yetişiyordu.
Bir görüşe" göre
buradaki zamir daha önce sözü edilen Ad, Semud ve Nuh kavimlerine gitmektedir.
Yani bunlar Arap müşriklerinden daha ileri derecede kâfir ve daha azgın
idiler. Bu durumda bu ifade Peygamber (sav)'a teselli anlamını taşımaktadır.
Sanki ona şöyle buyurulmuş gibidir: O halde sen de sabret, çünkü güzel akıbet
senin olacaktır.
"Şehirlerini
kaldırıp yere attığını" buyruğundan kasıt, Lut kavminin içindekilerle
birlikte altüst olmasıdır. Yani bu şehirlerin üst tarafı aşağıya çevrilmişti,
" Onu ters yüz
ettim ve onu geri çevirdim" denilir. "Semaya yükseltilmelerinden
sonra onları yerin dibine geçirdi" demektir. Cebrail (a.s) önce onları
yukarıya doğru kaldırmış, sonra da yere atmıştı. el-Müber-reçl^O şehirleri
yukardan aşağıya (uçurumdan juvarlanmışcasına) bıraktı. "Yukarıdan aşağıya
düştü."; " Yukarıdan aşağıya düşür-dü" demektir,
"Örttüğü şeylerle
onları örttüğünü" yani onları üzerlerine (bir örtü gibi) giydirdiği
taşlarla üstlerini kapattığını.., demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Derhal oranın üstünü altına getirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş
taş yağdırdık." (el-Hicr, 15/74)
Bir diğer görüşe göre
zamir bütün bu ümmetlere aittir. Yani yüce Allah bu toplumları onları örten
a2ab ile örttü. Zamirin mtibhem gelmesinin sebebi ise, herbirisinin diğerinden
farklı bir azab türüyle helak edilmiş olmasıdır.
Bu ifadenin işin
büyüklüğünü anlatmak için böylece kullanıldığı da söylenmiştir.
"Şimdi Rabbinin
nimetlerinin hangisini şüphe İle karşılarsın?" Yani Rabbinin hangi
nimetinden şüphe edersin?
Burada hitab
yalanlayıcı insanadır.
" Nimetler"
demektir, tekili: diye gelir. Yakub da: "Şüphe ile karşılarsın"
anlamındaki buyruğu iki "te"den birini diğerine id-gam ve şedde ile
diye okumuştur.
[78]
56. İşte bu
da önceki uyarıp, korkutanlardan bir uyarıp korkutandır.
57. Yakın
olan yaklaştıkça yaklaştı.
58.
Onu
Allah'tan başka açığa çıkaracak yok.
59.
Şimdi
siz bu sözden dolayı mı hayret edersiniz?
60.
Ve
gülersiniz de ağlamaz mısınız?
61.
Hem
oynayıp eğlenirsiniz?
62.
Haydi
artık, Allah'a secde edin ve ibadet edin.
"İşte bu da
önceki uyarıp korkutanlardan bir uyarıp korkutandır." buyruğu hakkında
İbn Cüreyc ve Muhammed b, Ka'b şöyle demişlerdir: Muham-med (sav) da
kendisinden Önceki peygamberler gibi gerçek ite uyarıp korkutan bir kişidir,
Eğer ona itaat ederseniz, kurtuluşa erersiniz. Aksi takdirde önceki
peygamberleri yalanlayanların başına gelenler sizin de başınıza gelecektir.
Katade de: Kur'ân-ı
Kerim'i kastetmekte, onun da önceki kitapların uyarıp korkuttuğu şeylerin
aynısı ile uyarıp korkuttuğunu belirtmektedir, demiştir.
Bir başka açıklamaya
göre: Bizim helak olmuş önceki ümmetlerin durumlarından bildirdiğimiz bu
haberler, daha önceki ümmetlerin başına gelen uyarıp korkutucu hususların bir
benzerinin, bu ümmetin başına gelmesinden bir korkutmadır,
Arapçada: "
Uyarmak, korkutmak" anlamında dır. Tıpkı:İnkar etmek" anlamında
kullanılması gibidir. Yani bu sizin için bir uyandır demektir.
Ebu Malik dedi ki:
Önceki ümmeclerin başından geçen olayları hatırlatarak sizi uyarıp korkutmaya
çalıştığım bu husus, İbrahim ile Musa'nın sahife-lerinde bulunan hususlardır.
es-Süddî dedi ki: Ebu
Salih bana haber vererek dedi ki: Şanı yüce Allah'ın: "Yoksa ona Musa'nın
ve... İbrahim'in sahifelerinde olan (şu hükümler) haber verilmedi mi?"
(en-Necm, 53/36-37) buyruğundan itibaren "işte bu da önceki uyarıp
korkutanlardan bir uyarıp korkutandır" buyruğuna kadar olan bütün bu
hususlar İbrahim İle Musa'nın sahifelerinde olan şeylerdir.
"Yakut olan
yaklaştıkça yaklaştı." Yani kıyametin kopacağı vakit oldukça yaklaştı,
Yüce Allah'ın burada kıyametten; diye sözetmesi, onun nez-dinde kopacağı vaktin
oldukça yakın olmasından dolayıdır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde
"Çünkü onlar onu uzak görürler. Biz ise onu yakın görürüz."
(el-Mearic, 70/6-7) diye buyurmaktadır.
Bir başka görüşe göre
kıyametten böylece sözetmesinin sebebi, insanlara -onun İçin hazırlansınlar
diye- oldukça yakınlaşmış olmasından dolayıdır. Çünkü gelecek olan herbir şey
yakın demektir. Şair şöyle demiştir;
"Yola koyulmak
vakti yaklaştı, şu kadar var ki bineklerimiz Henüz yüklerimizle (duruyor);
sanki yola koyulduk bile."
es-StftoA'ta şöyle
denilmektedir; " Yola koyulmak vakti yaklaştı, yaklaşır" denilir.
Yüce Allah'ın: "Yakın olan yaklaştıkça yaklaştı" buyruğunda da bu
kökten gelen lafızlar kullanılmıştır. Bunda da kastedilen kıyamettir.
"Adam acele etti" demektir. İsm-i faili; diye gelir. " Kısa
boylu" demektir. (Yere, birbirine) yakın ile aynı anlamdadır.
Ebu Zeyd dedi ki: Bir
bedeviye "muuhbanti" ne demektir? diye sordum. O,
"muteke'ki" demektir dedi. Peki "müteke'ki" ne demektir?
dedim. O, "müteazif (kısa, yakın)" demektir dedi. Peki
"müteazif" nedir? diye sorunca da: Sen ahmak birisisin, deyip beni
bırakıp gitti.
"Onu Allah'tan
başka açığa çıkaracak yok." Yani kıyameti Allah'tan başka sonraya
bırakacak ya da Öne alacak kimse yoktur.
"Açığa
çıkaran" buyruğunun açığa çıkmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani
Allah'tan başka kimse onu açığa çıkarmaz, onun üstündeki örtüyü kaldırmaz.
Bu durumda "
Açığa çıkaran" mastar anlamında bir isim olup sonundaki "he"
(müennesiik te'si) tıpkı: "Akıbet, afiyet, musibet, bakiyet"
kelimelerinin sonlarındaki "he"ye (müennesiik te'sine) benzemektedir.
Arapların: "Filanın bakiyeti (kalıcılığı) yoktur"
demeleri de bunun
gibidir. Kimse bunu geri çeviremez demektir, diye de açıklanmıştır. Yani
kıyamet kopacak olursa, onların ilahlarından hiçbirisi onu önleyemez ve
Allah'tan başka onları kimse kurtaramaz.
Kıyamete (örten
anlamında): "Gaşiye" de denilmiştir. O bir ğaşiye (örten) olduğuna
göre onun geri çevrilmesi ise keşf (açmak) otur. Bu açıklamaya göre
"kaşife" hazfedilmiş müennes bir lafzın sıfatı olmaktadır. Bu da
kaşife bir nefis, kaşife bir kesim yahut kaşife bir hal (yoktur) anlamında
olur,
"Açığa çıkaran:
kaşife"nin kaşif (keşfeden, açan, açığa çıkaran) anlamında olduğu
sonundaki "he"nin (yuvarlak te'nin) de tıpkı (raviye ve dahiye: çokça
rivayette bulunan, büyük bir deha) kelimelerinde olduğu gibi, mübalağa için
olduğu da söylenmiştir.
"Şimdi siz bu
sözden" Kur'ân'dan "dolayımı" onu yalanlamak amacıyla
"hayret edersiniz." Bu, azarlama anlamında bir sorudur.
"Ve" onunla
alay ederek "gülersiniz de" tehditlerden korkarak ve bu işten
çekinerek "ağlamaz mısınız?"
Rivayete göre bu
âyetin inişinden sonra Peygamber (sav)'in -tebessüm dışında- güldüğü
görülmemiştir.
Ebu Hureyre dedi ki:
"Şimdi siz bu sözden dolayı mı hayret edersiniz"
buyruğu nazil olunca,
Suffe ehli: "İnna İtilan ve inna ileyhi raciun" diyerek gözyaşları
yanakları üzerinden aktneaya kadar ağladılar. Peygamber (sav) onların
ağladığım duyunca, o da onlarla birlikte ağladı. O ağladığı için biz de
ağladık. Bu sefer Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Allah korkusundan dolayı
ağlayan kimse cehenneme girmez.
[79]
Allah'a isyan etmek üzere ısrar eden bir kimse de cennete girmez. Şayet siz
günah işlemeyecek olursanız, Allah sizi yok eder ve sizin yerinize günah
işleyen ve (tevbe ettikleri için) kendilerine mağfiret edip merhamette
bulunacağı bir toplum getirir. Şüphesiz kî O çokça mağfiret edendir, pek merhamet!idir,"
Ebu Hazim dedi ki:
Cebrail, Peygamber (sav)'ın üzerine indiği bir sırada yanında ağlayan bir adam
da vardı. Cebrail ona: Bu kim? diye sordu. Peygamber: Bu filan kişidir dedi.
Cebrail dedi ki: Biz ağlamak dışında Ademoğulla-nnın bütün amellerini tartarız.
Çünkü yüce Allah bir tek gözyaşı damlası ile cehennemden denizler kadarını
söndürür.
"Hem oynayıp
eğlenirsiniz" oyalanmakta ve yüz çevirmektesiniz, demektir. Bu açıklama
İbn Abbas'tan nakledilmiş olup bunu kendisinden el-Vali-bl ile el-Avfî
nakletmigtir. İkrime de ondan şöyle dediğini rivayet eimekte-dîr: Bu lafız
Himyerlilerin lehçesinde şarkı söylemektir. ": Bize şarki söyle"
denilir. Bundan dolayı Kur'ân'in okunduğunu işittiklerinde onu duymasınlar
diye şarkı söyler, oyun oynarlardı.
ed-Dahhak dedi ki:
"Üstünlük, yücelik ve büyüklük taslıyorsunuz" demektir. es-Sıhah'ta.
şöyle denilmektedir: "Büyüklenerek başını kaldırdı" demektir. Başını
yukarı doğru kaldıran herkese: (-ul-) denilir. Şairtle şöyle demiştir:
"Onlar geceleyin
başlarını yukarı doğru kaldırırlar (yatıp uyumazlar)
ve azıkları da
hafiftir.'
Onların karınlarında
yem yok, demek istemektedir.
İbnu'l-Arabî dedi ki;
" Yükseğe çıktım" demektir. "Deveier süratlice yürüdü"
demektir. " Oyalanmak, eğlenmek" demektir. " Oyalanan, eğlenen'7
anlamındadır. Mesela cariyeye: denilir ki bu da "şarkı söyleyerek bizi
oyala" anlamındadır. " Yere gübre koymak" demek olup, bu da
hayvan pisliği ile külden meydana gelir. "Saçın dipten kazınması, traş
edilmesi" anlamındadır ki bir söyleyişidir. Hemzeli olarak; "Adam
kızgınlıktan şişti" demektir.
Ali (r.a)'dan gelen
rivayete göre "oyalanıp, eğlenirsiniz" buyruğu namaz kılmaksızın ve
namazı da beklemeksizin oturmaları anlamındadır. el-Hasen de şöyle demiştir: Bu
imamdan önce namaza duranlarsınız, demektir. Peygamber (sav)'dan gelen şu
rivayet de bu kabildendir: Peygamber insanlar kendisini ayakta durmuş
bekliyorken namaza çıktı ve: "Bana ne oluyor da sizi benden önce namaza
durmak üzere ayağa kalkmış görüyorum" demiştir[80]'
Bunu el-Maverdî nakletmektedir.
el-Mehdevî de bunu Ali
(r.a)'dan, diye zikretmiştir. Buna göre Ali (r.a.) namaza çıktığında
insanların ayakta durmuş, kendisini beklemekte olduklarını görünce: "Niye
böyle ayakta durmuş bekliyorsunuz diye buyurmuştur[81]Bunu
da el-Mehdevî söylemiştir. Dilde bilinen anlamı ile ise: "Oyalandı, yüz
çevirdi, oyalanır, yüz çevirir" şeklindedir.
el-Müberred dedi
ki: Hareketsiz duranlar"
anlamındadır. Şair de şöyle demiştir:
"O genç (deve)ler
Harboğulları hanımlarına getirdiler,
Mukadder olan bir
şeyi; o kadınlar da bundan dolayı hareketsiz kala kaldılar."
Salih Ebu'l-Halil dedi
ki: Peygamber (sav): "Şimdi siz bu sözden dolayı mı hayret edersiniz ve
gülersiniz de ağlamaz mısınız? Hem oynayıp eğlenirsiniz" buyruğunu
(insanlara açıklayıp) okuduktan sonra vefat edinceye kadar tebessüm etmesi
dışında güldüğü görülmedi. Bunu en-Nehhas zikretmektedir.
"Haydi artık
Allah'a secde edin ve ibadet edin" buyruğu ile kastedilenin Kurân'daki
tilavet secdesi olduğu söylenmiştir. Bu İbrv Mesud'un görüşüdür. Ebu Hanife ve
eş-Şafîi de böyle demişlerdir. Surenin baş taraflarında İbn Ab-bas yoluyla
geien rivayette belirtildiği üzere Peygamber (sav) burada secde etmiş, onunla
biriikte müşrikler de secde etmişti. Denildiğine göre müşrikler Rasûlullah
(sav)'ın yüce Allah'ın: "Şimdi haber verin hat ve Uzza'dan ve diğer
üçüncüleri olan Menat'tan" (en-Necm, 53/19-20) buyruğunu okuduğu esnada
şeytanların seslerini işitmişler ve bu arada onlara Peygamberin: "İşte
bunlar yüce ve güzel gençlerdir ve elbette onların şefaati umulur" dediğini
hissettiren şeytan seslerini duymuşlardı. Said b. Cübeyr'in rivayetinde bu
şekilde "umulur" diye gelmiştir. Ebu'l-Aliye'nin rivayetinde ise
"onlann şefaatlerinden razı olunur ve onlann gibileri de asla
unutulmaz" şeklindedir. Müşrikler bunu duyunca sevindiler ve bu sözlerin
daha önce el-Hac Sûresi'nde açıklandığı gibi, Muhammed (sav)'ın sözlerinden
olduğunu zannettiler. (Bk. el-Hac, 22/52. âyet, 3. başlık)
Buna dair haber
Habeşistan'da bulunan Peygamber (sav)'ın ashabına ulaşınca, Mekkelilerin iman
ettiklerini zannederek geri döndüler. Fakat bu sefer Mekkeîiler onlara karşı
daha sert davrandılar ve yüce Allah onları kurtanncaya kadar onlara işkence
yapmaya koyuldular.
Bir diğer görüşe göre;
buradaki secdeden kasıt, namazdaki farz secdedir. İbn Ömer'in görüşü budur. O
buradaki secde buyruğunun secde edilmesini emir eden buyruklardan olduğu
görüşünde değildi. Malik de boyîe demiştir.
Ubeyy b. Ka'b (r.a)'ın
rivayetine göre Peygamber (sav)'ın son dönemlerdeki uygulaması el-Mufassal
diye bilinen sûrelerde secde yapmayı terketmek şeklinde idi. Ancak birinci
görüş daha sahihtir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar el-Araf Süresi'nin
sonlarında (7/206. âyet, 2 ve 3- başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Alemlerin
Rabbi Allah'a hamdolsun. en-Necm Sûresi'nin
tefsiri burada sona ermektedir.
[82]
[1] İbn Ehi Şeyhe, Musannef, VII, 272, "Mekke"
kaydı yok ve "ilan eltiği" lafzı yerine: "nkıı-clıığu'' lafzıyla
[2] Buharı, I, 364.
[3] Buharı, I, 363, 364,
III,
1399,
IV, 1460, 1842;
Müslim, I, 405, Ebu Davud, 11, 59; Müs-ned, I, 3H8, 401, 431, 443, 4(52; İbn
Ebi Şeyhe, Musannef, I, 369.
[4] Müslim, I, 406; Buhari, I, 364; Tirmizi,
II,
466; Müsned,
V,
183,
186.
[5] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/431-432
[6] Çünkü burada "battî" anlamı verilen
"hevan fiili, aynı zamanda yukardan a.ş;ığıya hız-lıca inmek, düşmek
anlamlarına da yelir
[7] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/432-436
[8] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/436
[9]
İbn Huzeyme, Sahih, IV, 78; İbn Hibhan, Sahih, VIII. 187; Hakim, Müstedrek, I,
565; Ebu Davud, II, 11H; Nesai, V, 99; İbn Mace, I, 589; Tirmizi, III, 42;
Darimi, I, 472; Darakutni, II, 118; Müsned, II,164, 192, 389, V,375.
[10]
Buharı, III, 1029 (az faikla); Müslim,
III, 141, 263 (az farkla)
[11]
Buharı, aynı yer, ayrıca aynı manada yakın
lafızlarla: III, 1187, V, 2401; Tirmizı, IV, 181: Müsned, II, 48J, 111, 153,
207.
[12]
Buharı, I, 3H4; Müslim, I, 521; Tirmizi,
V,
526; Darimi, I, 413; EbuDüvud,
II,
34,
IV, 234; Muvatta,
I, 214; Müsned, II, 264, 267, 487.
[13]
Tirmizi,
V, 58Î; Müsned,
III,
40,
V,
155.
[14]
îbn Abdi'Hterr, Temkid, XX, 238'de,
"Cehrail'in Allah a en yakın olduğunu' zikrettiği bir-hatiisten tıkan bir
sonuç (fıkıh) olarak kaydetmektedir. Hadis olarak tespit edemedik.
[15]
Vahyin anlamına dair açıklamalar için hk:
Al-i tmran, 3AS4. âyetin tehiri; en-Nahl, 16/68. âvetiıı lefsiıi. ]. ballık
[16] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/436-446
[17] Müslim,!, 158
[18]
Muhammecl b. Ka'b: "Ey Allah'ın
rasLtlü dedik'1 diye rivayette bulunması, sahahi olmadığından mümkün değildir.
İbn Kesir, Tefsir, IV, 25l"de: "İlin Ebi Hatim dedi ki ' diyerek
hadisin senedini kayd ettikten sonra şöyle demektedir: "Muhammed İr Ka'b
dedi ki: CAshiibl: "Ky Allah'ın rasıılii .. dediler," deyip İni
rivayeti zikretmektedir.
[19]
İbn Kesir, Tefsir, IV, 251, "bu hadis
oldukça garibdir'1 kaydıyla.
[20] Muslini, I- 16i; Müsned,
V, 157; Tayali.si, Müsned, 1, 64.
[21]
Müslim,
I, 161; İbn Hibban, Sahih, I, 254; Ihn Mende, îman, II, 768; İbn Ebi Asım,
Sün-ne, I, 192.
[22]
Müslim, I, 158, Ebu Avane, Müsned, I, 133,
2; 152, 153; d-Uılekei, İtikadu Ekli's-Sün-m, II, 519; İbn Mende, İman, II,
759.
[23]
Müslim, I, 158 (Abdullah b. Mesud, Ebu
Hureyrc ve İbn Abbas'ın kavli), 159 CAişe validemizin kavli olacak); ayrıca
hk. Tirmizi, V, 262, 395; Müsned, I, 407, 412, 460, VI, 241,
[24]
İbn Hibban, Sahih, XIV, 337; Nesai,
es-Sünenu'l-Kübra, VI, 473; Ebu Yala, Müsned, VI11, 410; Abdullah b. Muhammed
el-Askalatıi, el-Azame, III, 977-978 İbn Hacer, Fet-hu'l-Bari, VIII, 611.
[25]
Müslim. 1, 157; Tirmizi,
V,
393; Nesai, I, 223; Müsned, I, 387, I, 422.
[26]
Darakutni, I, 25; Buharı, III, 1173, 1411;
Ebu Nuaym, el-Müstahrec, I, 233; Nesai, I, IV
707. 208.
[27]
Tirmizi, IV, 6#0.
[28]. Müslim, I, 146; Ebu Nııaym, el-Müstahrec, i, 228.
[29] Tercümeye esas aldığımız baskıya göre onların bu
kıraaci, genelin okuduğu şekilden farksızdır. Ancak gerek hemen sonra Mücahid
ile Ahfeşin açıklamaları, gerek başka eserlerdeki bu hususa dair açıklamalar
buradaki "cennet" kelimesinin sonundaki yuvarlak "te'nin
"he' olduğunu göstermektedir. Hu takdirde kıraat "mdeha
cennehu'l-me'va" şeklinde olur ki, bu genelin kıraatinden farklıdır.
Alusi, bu şekilde
okuyanların ismini saydıktan sonra şu açıklamayı yapmakcadir:
"Cen-nehu" lafzı sonunda zamir olan "he" ile olup, zamir
peygamber (sav)e aittir. "Orada yüce Allah'ın himayesi onu
barındırdı" demektir.. (Alusi, Ruhu'l-Meani, XXVII, 51; ayrıta bk.
Ehu'1-Feth Osman b. Cimri, el-Muhtesib, Kahire, 1414/1994, II, 293-294; Hu-seyn
b, Ebi'1-tzz el-Hemedani, et-Ferid, IV, 280. -Ancak btı yanlış okuma -maalesef-
bu son eserde de mevcuttur. Burada da sondaki zamirin (henin) Peygambere ait
olduğu söylenirken, yazılış "Cennehu" yerine "Cennetu"
şeklinde gösterildiğinden, dikkat edilmezse, kıraatin anlamına dair yapılan
açıklamalar anlaşılmaz bir hal almaktadır.- Gösterdiğimiz bu üç yerde de bu
kıraatin diğer anlamlarına dair başka açıklamalar da yer almaktadır.
[30]
Kalınan Cennet" diye tercümesini verdiğimiz ibare de
"Cennehu"l-mebit" şeklinde olmalıdır. Allah, onu lütuf ve
rahmetiyle barındırdı, elemek olur. (Bk. hir önceki notta gösterilen verler.)
[31]. Az önce 13. ayetin tefsirinde geçti. İlgili nota
bakınız.
[32]. 13. ayetin tefsirinde ilgili nota bakınız.
[33]. Yakın lafızlarla: Taberi, Tefsir, XXVII, 54; İbn
Kesir, Tefsir, III, 17.
[34]. Taberi, Tefsir,
XXVII,
56.
[35] Taberi, Tefsir,
XXVII,
56; İhn
Kesir, Tefsir, IV, 253.
[36] İbn Hacer, Fetku'l-Bari,
VII,
213
[37] Müslim, 1, 146; Müsned, III, 12H, 14H.
[38] Ebu Davud, IV, 361; Ebu Abdullah el-Makdisi,
el-Ehadisu'l-Muhtara, IV, 237; Heyse-mi, Mecmau'z-Zevaid, III, 2H4, IV, 69,
VIII, 115.
[39]
Ebu Davud, IV, 361
[40] Tirmizi, V, 396; Müsned, I, 394, 418.
[41] Müslim, I, 15H; Buharı, III, 1181, IV, 1840, 1841;
Tirmizi, V, 394; Müsned, /, 395, 398, 407, 412, 460.
[42]
Metinde "âyet" lafzı bulunmamaktadır. Ancak gerek açıklamalar gerekse
de Kur'ân irabı üzerine yazılmış eserlerde bu "âyet" lafzııjm takdir
edildiğini görüyoruz. Mesela bk. Hııseyn el-Hemedarıi, el-Ferid fi
İrabi'l-Kur'âni'l-Mecid, IV, 380
[43] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/447-456
[44]
Buhari, IV, 1841.
[45] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/456-462
[46] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/462-463
[47] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/464-465
[48] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/465-466
[49] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/466
[50] Buhari, V, 2304, Vi. 2438; Müslim, IV, 2046; Ebu
Davud, II, 246; Müsned, II, 276.
[51] Müslim, IV, 2047.
[52] Hakim, Müstedrek, I, 121, 122, II, 510, IV, 274;
Tirmizi, V, 3%; Beyhaki, Şuabu'l-lman, V, 392, 393
[53] İhn Hibban, Sahih, III, 278; Nesai, es-Sünenu'l-Kübra,
VI, 305-
[54] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/466-470
[55] Taberani, Tefsir, 11,81.
[56] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/471-472
[57] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/473-475
[58] Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, X, 117; -ravileri arasında
bazılarınca sika (güvenilir) kabul edilmiş zayıf kimseler bulunduğu kaydıyla-;
Deylemi, Firdevs, I, 134
[59] Zikredilen Kivilerin doğru şekli şudur: "Sehl b.
Muaz b. Enes babasından (yani: Sehl, babası Muaz b. Enes'den), o Peygamber
(savİden...1" (Taberani, et-Mu'cemu'l-Kebir, XX 192) Muhtemelen baskıyı
hazsrlayanlsr "Sehl b. Muaz"dan sonra gelen "İhn Enes" iba
resindeki İbn'e tekabül eden "r>er ve "nun" harflerini sehven
"an" diye okumuşlardır
[60]
Müsned,
VI, 7.
[61] Müslim, III, 12Ş5; Ebtt Davud, Ill: 117; Miisned, II,
372
[62] Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, X, 145
[63] Müslim, I, 117; Tirmizî, V, 2Ğ5; Nesai,
es-Sünenu'l-Kübra, VI, 3-İ4.
[64] İbn Mace, II, 1414; Müsned, II, 392.
[65] Deylemi, Firdevs, IV, 410; Abdullah b. Muhammet! e
1-Ashahani, el-Azame, I, 21K (Süf-yan sözü olarak) thn Kesir, Tefsir, IV, 260;
-Begavi'ye etfederek-,
[66] Bu lafızla hadis olarak tespit edemedik. Ancak mana
itibariyle bundan soma merhum müfeKsirimizin zikredeceği hadisin muhtevası
içerisindedir.
[67]
Buharı, III, 1194; Müslim, 1. 120; Müsned,
II, 331, V, 214, VI, 257.
[68] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/475-480
[69] Müslim, II, 641; Bukari, I, 432; Tirmizi, III, 327;
Ebud Davud, lil, 194; Nesai. IV. 17; Müsned, I, 41, II, 31
[70]
Aynı manada kısmen farklı lafızlarla ve
Ehil Hnreyre'den: İlin Hibbatı. Sahih, I, 319, II, 73.
[71]
Ma'men
b. Raşid, el-Cami', XI, 327, 451.
[72] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/480-483
[73]
Ancak fakir oldu, olur, fakir olmak anlamı
mealde yansıtılmıştır Bu anlama geldiği de hem 'j-r nıv-ı-lci arık tamulardan,
hem biraz sonra gelecek açıklamalardan da anlaşılacaktır.
[74]
Şi'ra: Yaldırak dedikleri bir büyük
yıldızdır (Akteri) Siriııs ve Dng Star diye bilinir, (üa'le-bekki, el-Mevarid
Arabi-İngilizi)
[75]
Cevza {İkizler}; Burçlardan bir burçtur.
(Ahteri)
[76]
Abur: Cevza'nın ardındaki bir yıldızdur.
(Ahteri)
[77]
Ğumeysa: Bir yıldızın adıdır. (Ahteri)
Ğumeysa: İki Şi'ra yıldızından biridir Diğerinin atlı el-Abur'dur. Her ikiside
el-Cevza (ikizler) yakınında parlak birer yıldızdır
[78] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/483-487
[79]
Heyhaki, Şuabu'l-İman, I, 489; Münziri,
et-Tergİb ve't-Terhib, IV, ]14.
[80]
Ma verdi, Nüket, V, 407, Peygamber
Efendimiz'den böyle bir rivayeti tespit edemedik.
[81]
İbn Sacl; Tabakat, VI, 128; Taberi,
Tefsir, XXVII, 83; îbn Ebi Şeyhe, Musannef, I, 356; Beyhaki,
es-S&nenu'l-Kübra, II, 20; Yusuf b. Musa Ehu'l-Mehasin, Mu'tasaru'l-Muhta-sar.
I, 35; M. el-Azimabadi, Avnu't-Ma'bud, Ii, 174.
[82] İmam Kurtubi, Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
16/488-492