Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Kıyamet Olayı Kimini Alcaltır, Kimini De Yükseltir
Ümmetlerden Dosdoğru İmân Edenlerin Oluşturacağı Topluluk
Öne Geçen Bahtiyarlar İçin Hazırlanan Sonsuz Nimetler
Hakkı, Doğruyu Temsîl Edenlere Verilecek Sekiz Nîmet
Ashab-ı Şimal (Şeametliler) Kimlerdir?
Şeâmetlilerin Dünyadaki İnanç Ve Tutumları
Zakkum Ağacı Sapıkların Sofrasıdır
Meninin Oluşmasını Sağlayan Mekanizma
Bilemiyeceğimiz Şekil Ve Vasıfta Yeniden Yaratılacağız
Toprağa Atılan Tohumu Yeşerten Kudret
İçtiğimiz Su Kudret Harikasıdır
Yaktığımız Ateş Ve Ham Maddesi
Yıldızların Yörüngelerine Yemin Edilmesi
Kur'ân'a Ancak Arınıp Temizlenenler Dokunabilir
Kur'ân, Âlemleri Yaratıp Terbiye Eden Allah'tan İndirilmiştir
Ölmek Üzere Olan İnsanlar Üç Sınıfa Ayrılır
O Çok Büyük Rabbin İsmini Anmak
el-Hasan, İkrime, Câbir ve Atâ'a göre : Tamamı Mekke'de inmiştir. İbn
Abbas (R.A.) ile Katade'ye
göre : 82. âyeti müstesna tamamı Mekke'de inmiştir. Kelbî'ye
göre: 39 ve 40. âyetleri, Resûlüllah (A.S.} Medine'ye
sefer yaparken yolda inmiştir ve 81, 82. âyetleri ise, Resûlüllah
(A.S.) Mekke'ye giderken yolda inmiştir. Geriye kalanının tamamı Mekke'de
inmiştir.
[1]Ayet sayısı: 96
Kelime sayısı: 398
Harf sayısı: 1703 [2]
«Kim her gece Vâkıâ
Sûresi'ni okursa, ona ebediyen fakirlik ulaşıp dokunmaz.» [3]
«Vâkıâ Sûresi,
zenginlik süresidir.» Yani zengin olmaya vesile kılınan bir sûredir. «Onu hem
okuyun, hem de çocuklarınıza öğretiniz.» [4]
«Kadınlarınıza Vâkıâ
Sûresi'ni öğretiniz. Çünkü bu sûre zenginliğe vesile olan sûredir.» [5]
1- Kıyamet
olayı meydana geleceği zaman yerkürenin müthiş sarsılacağı, dağların tuzbuz haline gelip dağılacağı konu ediliyor.
2- Hesab
gününde insanların genel anlamda üç sınıfa ayrılacağı haber veriliyor.
3- Öncekilerle
sonrakilerin hesap alanında biraraya toplanacağı gün
çok duyarlı ve düşündürücü bir anlatımla işleniyor.
4- Yüce
Yaratan'ın varlığına delâlet eden deliller sıralanıyor.
5-Öldükten
sonra dirilme, mahşer alanına sevk edilme ve hesaba çekilmeyle ilgili delil ve
belgelere yer veriliyor.
6- Bütün bu
fizikötesi ve gaybe dayalı haberlerin hak olduğu
belirtiliyor.
7- Hakk'i
yalanlayan sapıkların azarlanıp kınanacağına dikkatler çekiliyor.
Sûrenin önemi:
İlim adamları diyor ki:
«Kim öncekilerle sonrakilerin; cennettekilerle cehennemliklerin; dünya ehliyle âhiret ehlinin haberlerini öğrenmek istiyorsa, Vâkıâ Sûresİ'ni okusun.»
Ashab-ı Kirâm'dan İbn Mes'ud (R.A.) hasta
yatıyordu. Üçüncü Halîfe Hz. Osman (R.A.) onu sormaya
geldi ve aralarında şu konuşma geçti:
— Şikâyetin nedir?
— Günahlarım.
— Canın ne istiyor?
— Rabbımın rahmetini.
— Bir tabip çağırtayım mı?
— Beni hastalandıran odur.
— Sana yardım yapılması için emir vereyim mi?
— Hayır, onu
hayatımda benden esirgedin. Şimdi ise
ölmek üzere bulunduğum bir sırada vermek istiyorsun, neye yarar?
— İyi ama, senden
sonra kız çocuğuna kalır.
— Ölümümden sonra
kızlarımın sıkıntı çekeceğini mi sanıyorsun? Şüphen olmasın ki, onlara her
akşam «Vâkıâ Sûresi»ni okumalarını tavsiye ettim.
Çünkü bu hususta Resûiüllah (A.S.) Efendimiz şöyle
buyurdu : «Kim her gece Vâkıâ Sûresİ'ni okursa, ona
ebediyen fakirlik ulaşıp dokunmaz.» (1)
İbn Abdilberr/et-Temhîd'de rivayet etmiştir.
1-2- Kıyamet
olayı meydana gelince, -ki onun meydana gelmesini (inkâr edecek) yalancı (bir
nefis) bulunmaz-
3- (Bu büyük
olay kimini) alçaltır, (kimini) yükseltir.
4- Yer
sarsıldıkça sarsıldığı,
5-6- Dağlar
tuz-buz olup parçalandığı, toz halinde dağıldığı zaman,
7- Sizler üç
sınıfa ayrılmış bulunacaksınız.
8- Meymenetliler,
ne mutludur meymenetliler!
9- Şeamettiler,
ne bedbahttır şeâmetliler!
10- İyilikte
öne geçenler, (mükâfatta da) öne geçenlerdir.
11-İşte
(Allah'a) yakın olanlar bunlardır.
12- Bunlar
Nîmet (veya Naîm) Cennetlerindedirler.
«Mi'rac
Gecesi dünya semasına yükseldiğimde bir adam ile karşılaştık. Sağında ve
solunda birer karartı bulunuyordu; sağma bakınca gülüyor, soluna bakınca
ağlıyordu. Beni görünce: «İyi-yararlı peygambere, sâlih
evlâda merhaba!» dedi. O'nun kim olduğunu Melek Cebrail'e sordum, Cevap verdi:
«Adem Peygamber'dir. Sağında ve solunda bulunan karartı onun zürriyetinin
mayasıdır. Sağındakiler cennetliktir, solundakiler cehennemliklerdir..» [6]
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, ashabına şöyle sordu:
— Kıyamet günü Allah'ın gölgesine doğru öne
geçenler kimlerdir bilir misiniz?
Ashab-ı Kiram:
— Allah ve Resulü daha iyi bilir, dediler.
Bunun üzerine
Efendimiz şöyle buyurdu;
— Onlar o kimselerdir ki, hakları verilince
kabul ederler; kendilerinden bir şey istenilince bolca verirler; insanlar
hakkında bir karar verince, kendi nefisleri hakkında verdikleri karar ve hüküm
gibi hüküm verirler.» [7]
Resûlüllah (A.S.) buyurdu :
«Öne geçenler
kimlerdir bilir misiniz?» Ashab-ı Kiram: «Allah ve
Peygamberi daha iyî bilir» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : «Kendilerine hak
verilince kabul edenler; kendilerinden bir şey istenildiği zaman verenler ve
kendi nefislerinden yana hükmettikleri gibi, insanlardan yana da
hükmedenlerdir.» [8]
«Kıyamet olayı meydana gelince -ki onun meydana gelmesini
(inkâr edecek) yalancı (bir nefis) bulunmaz..»
Kur'ân'da Âhiret hayatının Dünya
hayatiyle anlam kazandığı; dünyasız bir öhiretin
hikmetsiz ve anlamsız kalacağı; âhiretsiz de bir
dünyanın anlam ve hikmet taşımıyacağı çok çeşitli
anlatımlarla belirtilir ve böylece ikinci hayatın önemine ağırlık verilerek o,
imânın şartlarından biri olarak tanıtılır.
«Kıyamet», terim
olarak, mevcut düzenin bozulması, yeni bir düzenin kurulup ölenlerin dirilip
kalkması demektir. Cenâb-ı Hakk'ın
ezelî plânında buna yer verildiğinden, günü gelince gerçekleşmesi kaçınılmazdır.
Bunun aksi düşünülemez. Çünkü O'nun çizdiği plân, koyduğu kanunlar değişmez.
O bakımdan Kıyâmet'e,
«vâkıâ» denilmiştir. Vukuu, yani meydana gelmesi muhakkaktır. Zira Cenâb-ı Hakk'a göre, meydana
gelmesi kesin olan bir olay, gelmiş kabui edilir ve
ona göre bir anlatım kullanılır.
Kıyamet olayı meydana
gelip ölüler dirilince, artık hiçbir nefis, onu yalan isayamaz.
İnkarcıların düne kadar inanmadıkları o müthiş olayı ayan-beyân görmeleri,
hepsini şaşkına çevirecek, artık yalanlamanın hiçbir anlam ifade etmiyeceğini anlayacaklar. İkinci âyette bilhassa buna
değinilmektedir,
“ (Bu küvük olay kimini) alçaltır, (kimini) yükseltir.”
Dünya'da Hakk'a baş eğmeyip O'nun buyruklarına iltifat etmiyenier; ikinci hayatı red ve
inkâr edenler, o gün alçaltılıp aşağıların aşağısi
edilirler. Dünya hayatına getirilmesinin hikmetini bilip Hakk'ı
kabul ederek kulluğunun gereğini yerine getirenler ise, yükseltilip, O çok
muktedir hükümdarın yanında doğruluk makamına yerleştirilirler.
Bunun sebebi açıktır:
Dünya, Âhiret'e hazırlık yeri ve dönemidir. İnsanoğlu ancak
dünyada hayatın anlam ve hikmetini; yüce yaratanının varlığını ve kemal
sıfatlarını öğrenebilir ve
böylece ikinci hayat için yaratıldığını idrâk ederek ömür sermayesini ona göre
değerlendirir.
İşte kendini böyle bir
çizgiye getiren bahtiyarlar, dünyada kö!e ve esir
olarak yaşasalar bile, âhiret hayatında azîz ve
şerefli insanlar olarak yüksek makamlara erişirler; ebediyet bahçelerinde
ilâhî cemaidan tecelli eden güzelliklerin hazzını
yudum yudum tadarlar. Aksine bir inanç ve tutum ise,
insanı hilkatin amacından uzaklaştırıp İblîs'in tuzağına düşürür ve esîr eder.
Bunun neticesi alçalma, hakarete uğrama ve ilâhî cemalin tecelli ve
güzelliklerinden mahrum kalmaktır.
«Yer sarsıldıkça sarsıldığı; dağlar tuz-buz
olup parçalandığı, toz halinde dağıldığı zaman.»
İlgili âyetlerle,
kıyamet olayı meydana geldiğinde, yerkürede daha çok ürpertici iki korkunç
olayın gerçekleşeceği haber verilmektedir:
a) Yeryüzü
sarsıldıkça sarsılacak, mevcut düzeni alt-üst olup ayrı bir görüntü arzedecektir,
b) Dağlar
yerinden ayrılacak ve kısa bir süre içinde tuz-buz olup toz haline gelecektir.
Böylesine korkunç bir
günün artık akşam ve sabahı olmayacaktır. Çünkü güneş sistemi de yörüngesinden
çıkıp parçalanacak; yeryüzünde canlı diye bir şey kalmayacak. Sonra başka bir
sistem ve düzen kurulacak ve artık sun'i zaman
ortadan kalkacak; o sistem ve düzende âhiret âlemi ve
mahşer alanı başka bir düzenleme ile hep aydınlık olacaktır.
Bu ikinci hayatın
eşiğine adım atıp içeri giren insanlar genel anlamda üç sınıfa ayrılacak :
1- Meymenetliler,
2- Meş'emetliler,
3- İleri
geçenler.
Birinci sınıf, Arş'ın
sağ tarafında yer alan yümünlü, uğurlu, bereketli
inananlardır ki, bunların amel defterleri sağ ellerine verilir.
İkinci sınıf, Arş'ın
sol tarafında yer alan, yum ünsüz, uğursuz, feyîzsiz insanlardır. Kendilerinde
marifet ve bereket yoktur. Dünya'da hayatının dizginini nefis ve İblîs'in
eline vermek suretiyle hikmete aykırı bir ömür yaşamışlardır. O bakımdan amel
defterleri sol ellerine verilir.
Üçüncü sınıf, öne geçip Azîz ve Celîl olan Allah'ın
izzet huzurunda, doğruluk makamında yer alan bahtiyarlardır. Bunlar, Allah'ın
has konuklarıdır; bunlar, peygamberler, sıddîklar ve
şehîdierdir. Bir yoruma göre, dünyada sırat-ı
müstakim üzere olup ilâhî nimete mazhar kılınmışlarla
beraber olan mü'minler de bunlara dahildir.
Bunun gibi,
birincilere «sağ kol», ikincilere «sol kol» da denilebilir. Çünkü birinciler,
Adem (A.S.)ın sağ tarafından, ikinciler sol
tarafından alınmıştır.
Üçüncüler ise, Adem'in
sağ tarafından alınanların en seçkinleridir ki, Kur'ân
onları «sâbikun» sözüyle övmekte; iyilik ve sevapta,
marifet ve fazilette öne geçenler olarak tanımlamaktadır.
Bu manayı dikkate
alanlar, «öne geçenlersin dört kişi olduğunu belirtmişlerdir : Musa
Peygamberin (A.S.) ümmetinden Hızakl veya Hezeki-el'dır. İsa Peygamberin
(A.S.) ümmetinden Habîb en-Neccar'dır.
Üçüncü ve dördüncüsü ise, Muhammed (A.S.)ın
ümmetinden Ebû Bekir (R.A.) ile Ömer (R.A.)dir.
Birinci yorum, siyak
ve sibaka daha uygun gelmektedir. Allah daha iyisini bilir.
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyamet olayının mutlaka meydana geleceği haber verildikten sonra iki önemli
safhası konu edildi. Kıyamet gününde insanların üç kısma ayrılacağı üzerinde
durularak, yümünlü, feyizli ve bereketli bir hayat
düzeni kurmamızın lüzumu belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ebedî saadet yurdu olan Cennet'e lâyık görülen mü'minlere
orada hazırlanan göz ve gönül açıcı nimetler sıralanıyor ve ölmeden önce o
nîmetlere lâyık olma düzeyine gelmemiz emrediliyor.
13- 14-
Öncekilerden büyük bir cemaattir, sonrakilerden az bir topluluktur.
15- İşlenmiş
motifli tahtlar üzerindedirler,
16-Yaslanıp
karşılıklı otururlar,
17-Çevrelerinde
sonsuzluğa erişmiş çocuklar,
18-Kaynaktan
(doldurup getirdikleri) küpler, ibrikler ve kadehlerle dönüp dolaşırlar.
19-Ondan ne
başları ağrır, ne de başdönmesi ve bitkinlik meydana
gelir.
20-Ve bir de
seçip beğenecekleri meyvalar;
21-
Canlarının çektiği cinsten kuş eti;
22-Ve iri
kara gözlü eşler ki,
23-Sedefinde
saklı inciler misâli..
24- (Bütün
bunlar) işlediklerinin karşılığı..
25- Orada
boş-anlamsız söz işitmezler;
26-Ancak
«selâm!, selâm!.» sözünü işitirler.
Câbir b. Abdillah (R.A.) diyor
ki:
«İzâ
vakaâ sûresi indiğinde «Öncekilerden büyük bir
cemaattir; sonrakilerden az bir topluluktur» mealindeki âyet okununca, Hz. Ömer (R.A.) üzüldü ve: «Ya Resûlellah! Öncekilerden büyük bir topluluk, sonrakilerden
az bir topluluk öyle mi?» diye sordu. Aradan az bir süre geçtikten
sonra aynı sûrenin 39 ve 40. âyetleri inerek «Bunlar öncekilerden büyük bir
cemaattir, sonrakilerden de büyük bir cemaattir» müjde anlamında bilgi
verilerek açıklama yapıldı. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Hz. Ömer'e seslenerek : «Ya Ömer! Gel de Allah'ın indirdiği âyetleri işit» buyurdu
ve inen 39 ve 40. âyetleri okuduktan sonra şöyle dedi: «Haberiniz olsun ki,
Adem'den bana kadar gelip geçen (mü'minler) büyük
bir topluluktur; benim ümmetim de büyük bir topluluktur. (Lâ ilahe illa'llahu vahdehu lâ şerike leh)
ile şehadette bulunan deve çobanlarından iki önemli
cemaatten yardım görmedikçe üçte birimizi tamamliyamayız.»
[9]
«Ümmetimin misâli,
yağmura benzer; öncesi mi hayırlıdır, sonu mu hayırlıdır bilinmez.» [10]
«Ümmetimden bir taife
hak üzere olup üstünlük sağlayarak devam edecek; onları rüsvay
etmek isteyenler ve onlara muhalefet edenler kıyamete kadar onlara zarar verem
iyece kt ir.» [11]
«Canımı kudret elinde
tutan Allah'a yemin ederim ki, kıyamet günü sizden öyle bir cemaat ba'solunacak (kabirlerinden kaldırılacak) ki, onlar
(çoklukta) gecenin karanlığını andırırlar da yeri bir baştan bir başa kaplarlar.
Melekler ise (o gün) şöyle derler: «Muhammed'le (A.S.) gelenler, diğer
peygamberlerle gelenlerden daha çoktur.»[12]
«Öncekilerden büyük
bir cemaattir; sonrakilerden az bir topluluktur.»
Kur'ân-ı Kerîm, imân nimetine erişip cemaat olmaya lâyık
görülenleri, iki gruba ayırmaktadır: Önceki ümmetlerden
çok kalabalık bir cemaat, gelip geçen peygamberlerdir. Sonrakilerden az bir
cemaat ise, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ve O'nun
ümmetinden olan ilim adamlarıdır. Zira bu ümmetin gerçek âlimleri, İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerin derecelerine
yakın bir derecededirler. '
Bu yorum daha çok
müfessir Fahruddin er-Râzî'ye
aittir. Diğer bir yorum ise, şöyledir:
Öncekilerden büyük bir
cemaat, İslâm'a ilk giren «muhacir» ve «an-sarsdır.
Sonrakilerden az bir cemaat ise, İslâm'a girdikleri halde hicret etmeyip kendi
yurtlarında kalan mü'minlerdir.
Veya tek kanaldan
rivayet edilen hadîste ifâdesini bulduğu gibi, 39 ve 40.âyetler bunu açıklığa
kavuşturmaktadır.
Bunlardan başka bir
yorum daha söz konusudur. O da şudur:
Öncekilerden çok
cemaat, Ashab-i Kirâm'dır.
Sonrakilerden az bir cemaat, Ashab-i Kirâm'ı görüp imân eden tabiîn'dir.
Allah daha iyisini bilir.
14-26. âyetlerde, öne
geçen bahtiyarların Cennet'te erişecekleri sayısız nimetlerden yedi tanesi
açıklanarak gerçek azizliğin, yüksek makamın Cennet'te olgun mü'minlere hazırlanan süslü tahtlar olduğu bildirilmektedir.
Şöyle ki:
1- İşlenmiş
süslü, motifli tahtlar.
Öyle ki, bunlar,
kudret eliyle hazırlanıp Sani'-i Hakiki'nin
fırçasıyla tezyin edilmiştir. Böylece o tahtlar üzerinde tatlı sohbetler,
karşılıklı ilgi ve iltifatlar, ayrı bir huzur ve mutluluğa vesîle olur.
2-
Sonsuzluğa ermiş taze, nazik ve saygılı hizmetçi çocuklar.
Bunlar en nefis
meşrubatla dolu kadehlerle dönüp dolaşırlar. Şüphesiz ki, bu manzara daha
farklı bir neşe kaynağı oluşturur ve meclise renk katar.
Ancak bu taze hizmetçi
çocuklar kimlerdir? İlim adamları ve müfes-sirlerimiz, bu hususta iki ayrı yorumda bulunmuşlardır:
a) Ergen
olmadan ölen mü'minlerin çocuklarıdır. .'
b) Huri
misâli, Cennet'te sırf hizmet için yaratılan ayrı varlıklardır.
3- Cennet
içkileri ne baş ağrısı yapar, ne de baş dönmesi ve halsizlik doğurur.
İçkilerin hepsi de ilâhi tecellilerin letafetini yansıtır ve o bakımdan bütünüyle şifâ ve rahmet taşır.
4- Seçilip
beğenilecek her çeşit meyva mevcuttur.
Cennet ebedî mutluluk
yurdudur. Meyveleri de sayısız ve süreklidir. O bakımdan oradaki şartları,
bizim bilemiyeceğimiz birtakım özellikler ar-zetmekte ve tarifi mümkün olmayan nefaset ve güzellikler
taşımaktadır.
5- Orada iştihâ edilen her çeşit kuş eti vardır.
Şüphesiz Cennet'in
kuşları da dünyadakilerden çok farklıdırlar. Oranın ebediyet zerkeden hava ve suyuyla beslenirler. Etlerinin posası
yoktur. O bakımdan son derece nefis ve lezzetlidir. Buna değinen Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle haber vermiştir:
«Şüphesiz ki adam, Cennet meyvalarin-dan birini
koparınca, bir diğeri anında onun yerinde oluşup çıkar.» [13] «Cennet
kuşu, melez deve gibi, Cennet ağaçlarından otlar (yeyip dolaşır).» [14]
6- Sedefinde saklı inci misâli huriler
mevcuttur.
Bunlar da Allah'ın
Cemal ve Latif sıfatlarının tecellileriyle vücut bulan eşlerdir. Üstün
güzelliği, çarpıcı zerafeti, çekiei
büyükçe göze sahipliği ve tarifi mümkün olmayan şekil ve endamı yansıttığı için
kendilerine «Hû-
rü'Myn» denilmiştir.»
7- Dünyada
iken mü'minlerin gayr-i meşru nesnelere karşı
nefislerini frenlemelerine mukabil sonu gelmiyen daha
başka nimetler de hazırlanmıştır. Öyle ki, boş ve anlamsız söz söylemezler.
Hiçbirinde hırs, kıskançlık, açgözlülük, kin ve ihtiras yoktur. Bu gibi
duygulardan arınmışlardır. Birbirlerine «selâm» vererek iltifatta bulunurlar ve
böylece devamlı surette Cenâb-ı Hakk'ın
selâmet tecellisine mazhar olurlar
Yukarıdaki âyetlerle, Cenneî'e lâyık düzeye gelen mü'minlere
orada hazırlanan sayısız nimetlerden bir kısmı açıklandı ve ibâdete teşvîk
edici anlamda müjdeler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
meymenetli mü'minleri beklemekte olan sonsuz nîmet ve
iltifatlardan birkısmı daha açıklanıyor. Meş'emetli olan suçlu günahkârlar, inkarcı sapıklar için
hazırlanan sonsuz azaplardan bir bölümü haber verilerek, gereken uyarılar
yapılıyor.
27- Meymenetliler, ne mutludur meymenetliler!. '
28-Dikensiz kiraz
29- Salkım salkım muzlar,
30- Yaygın uzun gölgeler,
31- Devamlı akan sular,
32-33- Eksilmeyen, sonu gelmeyen, alıkonmayan birçok
meyvaiar arasında;
34- Yüksek döşekler üstündedirler.
35- Şüphesiz biz onları (Cennet'teki Hurileri) yepyeni
bir yaratılışla yaratıp meydana getirdik.
36-37-38- Onları hep bakire, meymenetli olan eşlerine karşı
sevgi dolu ve hepsini yaşıt kıldık.
39-40-Bunlar öncekilerden bir büyük cemaattir,
sonrakilerden de büyük bir cemaat.
41- Şeamettiler, ne bedbahttır şeametlileri
42- Çok kızgın ateşte ve kaynar su içindedirler.
43- Ve kara-boğucu bir dumandan meydana gelen
gölgededirler.
44- O ne serindir, ne de okşayıcı ve rahatlatıcıdır.
45- Şüphesiz onlar bundan önce refah içinde,
46- Büyük günah üzerinde ısrar edip dururlardı.
47- Ve derlerdi ki: «Sahi biz öldükten, toprak ve
(ufalmış) kemik haline geldikten sonra gerçekten tekrar diriltilip kaldırılacak
mıyız?
48- Önoe
gelip geçen babalarımız da mı?...»
49-50- De
ki: «Öncekiler de, sonrakiler de mutlaka belli bir günün belirlenmiş vaktinde
elbette biraraya toplanacaklar..
51-Sonra
siz, ey şaşkın sapıklar, (hakkı) yalan sayanlar!
52- Şüpheniz
olmasın ki, Zakkum ağacından yiyeceksiniz.
53- Karınlarınızı
onunla dolduracaksınız.
54- Üzerine
de kaynar su içeceksiniz.
55- Hem de
susamış develer gibi içeceksiniz.
56-Hesap ve
ceza gününde onların konacakları (sofra) işte budur!
«Bedevilerden bir
adam, Resûlüllah'a (A.S.) gelerek dedi ki:
— Ya
Resûlellah! Allah Kur'ân'da,
Cennet ehline eziyet veren bir ağacı anmaktadır.
Peygamber (A.S.) ona:
— O hangi ağaçtır? diye sorunca, bedevi;
— Sidr
(arap kirazı)dır, diye cevap verdi.
Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) Efendimiz ona: «Dikensiz kiraz bu-yurmuyor
mu? Allah onun dikenlerini giderip her dikenin yerinde bir mey-va bitirir. Meyvası yarılıp
içinden yetmiş iki çeşit gıda çıkar da hiçbirinin rengi diğerine benzemez»
buyurdu. [15]
«Şüphesiz ki Cennet'te
öyle ağaçlar var ki, süvari kimse onlardan birinin gölgesinde yüz yıl yürür de
bir ucundan diğer ucuna ulaşamaz. İsterseniz, «Uzunca yaygın gölgeler»
(mealindeki) âyeti okuyunuz.» [16]
«Doğrusu Cennet'te
hiçbir ağaç yoktur ki, sapı (gövdesi) altından olmasın.»[17]
Hz. Câbir (R.A.) anlatıyor:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ile birlikte öğle namazını kılıyorduk. Bir ara öne doğru elini uzattı,
sonra geri çekti. Namazı kıldırıp tamamlayınca, Ubey
b, Kâb (R.A.) dedi ki: «Ya Resûlellah! Daha önce yapmadığın bir hareketi bugün
namazda yaptın.»
Peygamber (A.S.) ona
şöyle buyurdu:
«Doğrusu Cennet ve
ondaki gül ve çiçekler, pırıl pırıl renkler bana arz
olundu. Elimi uzatıp ondan bir salkım üzüm koparmak istedim, derken aramıza bir
engel girdi. Eğer onu size getirebilseydim, gökle yer arasındakiler ondan
yiyecek olsalardı yine de bir şey eksilmezdi.»[18]
Yaşlı bir kadın,
Peygamber (A.S.) Efendİmİz'e geldi şöyle dedi:
— Ya Resûlellah! Allah'a duâ edin de beni Cennet'e koysun.
Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) ona:
— «A falanın anası! Doğrusu o ki, yaşlı
kimseler Cennet'e girmez» buyurdu. Kadın üzüldü ve gözleri yaşlı bir halde
ayrılıp gitmek isterken, Peygamber (A.S.) ona şu haberi vermemizi emretti:
«Kendisi o yaşlı haliyle Cennet'e girmez. Zira Allah Kur'ân'da
«Biz onları yepyeni bir yaratılışla meydana getiririz, onları hep bakire
kılarız» buyuruyor.»[19]
«Cennet'e ilk giren
zümre, bedir geoesindeki ayın sureti üzeredir. Onlardan
sonra girenler parlaklık bakımından gökteki en parlak yıldızdan daha parlak
surettedirler. Orada idrar ve dışkı yapmazlar; tükürüp sümkürmez-ler. Tarakları altındandır. Terleri misk gibi, güzel kokulu
tütsüleri ise ud'dur. Eşleri büyükçe gözlü
hurilerdir. Huyları, bir tek kişinin huyu üzeredir. Boyları, gökteki ataları
Adem'in sureti üzere olup altmış zira' (yaklaşık 40 m) dir.»[20]
«Cennetlikler,
Cennet'e 33 yaşında, kılsız, başı kabak, sürmeli olarak girerler.»[21]
Meymenet'''er'nemut'udur meymenetliler!.»
Kur'ân'da «ashab-ı yemîn» terkibi
kullanılmaktadır. Bunu «sağcılar» diye tercüme etmek hatalı olur. Zira bu
terkibin delâlet ettiği mâna hayli kapsamlıdır. Onları kısaca şöyle
belirtebiliriz;
a) Kıyamet gününde amel defterleri sağ
taraflarından verilenler,
b) Amel defterleri sağ ellerine verilenler,
c) Meymenetli, uğurlu, feyizli ve bereketli
olanlar,
d) Yeminlerine sadık ve bağlı kalanlar,
e) Verdikleri sözü yerine getirenler.
İslâm'da genellikle
«yemîn» kavramı, hakkı, doğruyu, saadeti ifade eder. And
mânasına da, sağ el ile sadakatten müsteâr olarak alınmıştır.
«Ashab-ı
şimal» ise, bunun tam tersine bir terkiptir.
«Dikensiz kiraz, salkım
salkım muzlar..»
Cenâb-ı Hak, dünyada imân temeli üzere sâlih
amellerde bulunan meymenetli, feyizli mü'minlere
Cennet'te hazırladığı sekiz ayrı nîmeti müjdelemektedir. Şöyle ki:
1- Dikensiz,
nefis kokulu ve tadı çok güzel kiraz,
2- Salkım salkım muz,
3- Yaygın
uzun gölgelikler,
4- Devamlı
akan nefis sular,
5-
Eksilmeyen, sonu gelmeyen, alıkonmayan sayısız meyvalar,
6- Yüksekçe
dinlendirici döşekler,
7-Cennet'te mü'minlere has yaratılan huriler,
8- Hurilerin
ve diğer eşlerin hep saygı ve neşe saçan bakışları.. Açıklama :
Sayısı belirsiz meyvalardan genel anlamda söz edildiği halde, kiraz ve
muzdan özellikle bahsedilmesi, bu iki meyvanın o
âlemde de önemini ve yararını yansıtmaya yönelik bir işaret taşımakta ve Kur'ân'da bu metod birçok yerde
uygulanmaktadır.
«Yaygın uzun gölge»
sözü ise, devam edip inkıtaa uğramayan gölgeyi yansıtan bir anlatım tarzıdır.
Cennet'te gece olmadığı, hep ilâhî cemal sıfatının tecellisiyle aydınlandığı
için, hareketli, uzayıp kısalan gölge düşünülemez. Zira o düzendeki dengeleme
çok değişiktir. O bakımdan oradaki gölgeler, bizim dünyadaki gölgelerden çok
farklıdır. Tatlı bir görünüm ar-zeder ve Cennet'in dekoresine ayrı bir güzellik katar.
Ayrıca cennet'teki
kadınların hepsi gençleşip yaşıt durumda olurlar ve bakirelikleri hep sürmeli
olarak girerler. 4
«Şeametliler, ne
bedbahttır o şeametliler!.»
Burada geçen «şimal»,
«yemîn»in karşıtıdır. Amel defteri sol taraflarından verilen kaypak ruhlu,
uğursuz, yalancı, mutsuz kimseler demektir.
Cehennem'de
uğratılacakları birçok azap ve işkenceden sadece ikisi açıklanarak genel
anlamda bir ölçü veriliyor;
1- Çok
çılgın ateşte ve ısı derecesi yüksek su içindedirler.
2- Simsiyah
boğucu bir duman içinde bulunurlar.
Gerek su, gerekse
duman, cehennemliklerin ne susuzluğunu giderir, ne de onları rahatlatır.
Devamlı rahatsız edip tedirginliğe uğratır.
Kur'ân, 42-44. âyetlerle Cehennem ateşi hakkında kısa bir
bilgi ve ipucu veriyor: İçindeki yakıttan siyah boğucu bir duman çıkmaktadır.
Bu, «yakıtı insan ve taş olan ateşten korkun» mealindeki âyetle birleşince,
asıl mak-sad ortaya
çıkıyor. Yakıt olarak kullanılan taşın, yanarken siyah boğucu duman çıkarması,
onun taş kömürüne benzer bir yakıt olduğu izlenimini veriyor. Bununla beraber
mahiyetini bilmemiz söz konusu değildir.
a) Meşru
sınırlardan uzak, refah içinde dönüp dolaşırlar ve tek umutlan bu düzeydeki
hayatlarının devamını sağlamaktır. Âhiret'e ya inanmaz-
lar, ya da umut bağlamazlar;
nasiplerinin tamamını dünyada almak isterler.
b) Nimeti
günah ve isyan düzeyinde kullanıp bunu ısrarla sürdürürler.
c) Öldükten
sonra dirilmeye inanmazlar veya bu konuda devamlı şüphe içindedirler. O yüzden
hem Allah'tan korkmazlar, hem de bir sorumluluk duymazlar. 44-47. âyetlerlebu hususlar haber verilerek inkarcı sapıklar
uyarılıyor.
Şüphesiz ki, temelinde
Allah'a ve Âhiret'e imân bulunmayan bir refah,
sahibini azdırıp saptırır.
«Sonra siz, ey şaşkın
sapıklar, (hakkı) yalan sayanlar! Şüpheniz olmasın ki, zakkum ağacından yiyeceksiniz..»
Cenâb-ı Hak, amel defterleri sol yanlarından verilecek
uğursuz bedbahtların dünyada işledikleri günah ve yaptıkları yalanlamalarını
açıkladıktan sonra, onların inanç ve amellerine uygun verilecek cehennem
azabının iki önemli safhasını haber vermektedir:
1- Zakkum
ağacından yiyip karınlarını onunla dolduracaklar,
2- Üzerine
de kaynar su içecekler. .
Zakkum ağacı, sıcak
iklimde yetişir. Zehirlidir; bundan dolayı ona «ağı ağacı» da denir. Yapılan
incelemelere göre, zakkumun her yanı zehirlidir; çiçekleri, dalları, yaprakları
ağza götürülmemelidir. Ancak tababette bu ağacın zehirli ve diğer maddelerinden
yararlanılmaktadır.
Zakkum ağacı, Kur'ân'da üç yerde anılır. Saffat
ve Duhân sûrelerinde de açıkladığımız gibi, Cehennem
ateşinin içinde ağacın yetişmesi bize garip gelebilir; oradaki ortamı,,
şartları ve kanunları bilmediğimiz için hayli düşünürüz. Buzların içinde canlı
yaşar mı? Sorusu, kutupların keşfiyle açıklığa kavuşmuştur. Tuzlu suda bitki
yetişir mi? Sorusu ise, denizlerin dipleri keşfedilince cevap bulmuştur.
Cehennem'deki zakkum ağacı daha çok acı ve ıstırap vericidir. Başka yiyecek bulamıyanlar, ister istemez bu ağgçîafr
bir şeyler yiyip açlıklarını gidermeye çalışırlar. Üzerine de kaynar su içerek midelerini
iyice ifsad ederler.[22]
İşte dünyada ilâhî
nimetlerden yararlanırken ,O'na kullukta bulunmayıp nankörlük eden sapıklara Âhiret'de böylesine zehirli bir sofra hazırlanmıştır.
Âyetin anlatımından sağlıkla
ilgili iki hususa işaret edildiğini anlıyoruz :
a) Zehirli bitkileri tesbit
edip onlardan yememek,
b) Yemekten sonra fazla sıcak meşrubat içmemek.
Yukarıdaki âyetlerle,
meymenetli mü'minlere hazırlanan sonsuz nimetler
müjdelendi ve onların aksine bir yol tutan meş'emetliler
için hazırlanan ebedî azaptan birkaç safha anlatılarak gereken uyarılar
yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın insanlardan yana
hazırlayıp istifade edilir düzeye getirdiği ve her birinin O'nun mutlak
surette kudretinin damgasını taşıdığı on kadar nimete dikkat çekiliyor ve
yönlendirici, düşündürücü, aynı zamanda aklı kamçılayıcı bilgiler veriliyor.
57- Biz,
sizi yarattık; hâlâ (bu gerçeği) tasdik etmiyecek
misiniz?
58-59- Gördünüz
mü o akıttığınız meniyi? Siz mi onu yaratıyorsunuz, yoksa biz mi yaratıyoruz?
60- Aranızda
ölüm olayını (ve süresini) biz takdir ettik.
61- Sizi
(yok edip yerinize) benzerlerinizi getirmemize ve sizi bile-miyeceğiniz
(şekil ve vasıfta) yaratıp ortaya çıkarmamıza karşı önümüze geçilecek
de değiliz,
62- And olsun ki, siz, ilk yaratılıp ortaya çıkarılışınızı
biliyorsunuzdur. Artık düşünüp ibret olmaz mısınız?
63- Söyleseniz
a, o ektiklerinizi,
64- Siz mi
onları bitirip yeşertiyorsunuz, yoksa biz mi bitirip yeşertiyoruz?
65- İstesek
onu çer-çöp yapardık da siz de şaşırıp kalırdınız..
66-67- Ve
«doğrusu borç altına girdik, hattâ büsbütün mahrum kaldık» (dersiniz).
68- İçtiğiniz
suya ne dersiniz?
69- Onu siz
mi buluttan indirdiniz, yoksa biz mi indirenleriz?
70- Dileseydik
onu açı yapardık. Artık şükretmez misiniz?
71- Ya yaktığınız ateşe ne dersiniz?
72- Onun
ağacını siz mi yaratıp meydana getirdiniz, yoksa biz mi yaratıp meydana
getirenleriz?
73- Biz, onu
bir öğüt ve ibret ve hem de boş arazide yolculuk yapanlar (gezip dolaşanlar,
rahat ve temiz hava almak isteyenler) için bir fayda kıldık.
74- O halde
sen, O Büyük Rabbın'ın adını tesbîh
ve tenzih et.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz su içerken şöyle duâ ederdi:
«Hamd
olsun O Allah'a ki, bize içimi kolay tatlı bir su içirdi de günahlarımız
sebebiyle onu tuzlu, acı kılmadı.»[23]
«Şüphesiz ki sizin bu
ateşiniz, Cehennem ateşinin yetmişte biri (nis-betinde
sıcak ve yakıcı tesirledir. İki defa denize vurularak (sokularak bugünkü
duruma getirilmiştir). Eğer öyle olmasaydı Allah onda hiçbiriniz için bir yarar
meydana getirmezdi.» [24]
«Sizin şu ateşinizle
Cehennem ateşinin misali nedir, bilir misiniz? And
olsun ki cehennem ateşi sizin şu ateşinizden yetmiş kat daha karadır.» [25]
«Biz sizi yarattık;
halâ (bu gerçeği) tasdîk etmiyecek misiniz?»
Yapısı aynı olan her
hücre bir hayat birimidir. Her hücrenin başlıba-şina bir hayatı vardır. İlim adamları kimyevî tahliller
neticesi hücreyi yapan maddeleri tesbit etmiş
bulunuyor ve o maddeleri belli nisbette biraraya getirmek suretiyle hücreyi oluşturabiliyor; ama
ona canlılık vasfı veremiyorlar. İşte bu noktada beşer kudreti kesilip
kalmakta; ilâhî kudret bütün üstünlüğüyle kendini hissettirmektedir. Öyle ki,
ilâhî kudretten kaynaklanan hilkat kanunu bir maddeye yönelince onda hayat
başlıyor.
Aynı zamanda hücre,
sözü edilen kanunun harika eserlerinden biridir; mensup oldukları canlının
bütün özelliklerini taşımaktadır. O kadar ki, insan hücreleri insanın ve bağlı
bulunduğu türün özelliklerini, maymun hücreleri de kendi türünün özelliklerini
ve huylarını taşır. Maymuna ait hücre, insan yapısını; insana ait hücre maymun
yapısını meydana getirmez.
Cinsiyeti tayin eden
hücrelerin birleşmesiyle meydana gelen birimde, doğacak yeni canlının maddî ve
manevî bütün özellikleri gizlidir. Bu da yüce yaratanın ilminin ve kudretinin
eşsizliğini, üstünlüğünü gösterir.
İlgili 57. âyetle
hilkatin bu mâna ve inceliğine işaret edilmekte ve cümlede yer alan «halk»
kökünden türetilen «halaknâ» fiilinin, keşif ve icad anlamında olmadığı, yoktan var kılıp hayat alanına
getirme mânasını taşıdığı anlaşılmaktadır.
«Gördünüz mü
o akıttığınız meniyi? Siz mi onu
yaratıyorsunuz, yoksa biz mi yaratıyoruz?»
«Meni» denilen sıvının
bir damlasında binlerce, hattâ milyonlarca hücre (sperma) bulunmaktadır.
Erkeğin aldığı gıdalarla vücut mekanizması harekete geçerek
bu canlı yaratıklar oluşuyor ve bütünüyle ilâhî hilkat kanununa bağlı
bulunuyor. Mikroskopla bile zor görülebilen «sperma», insanın bütün
özelliklerini kendinde taşıyor. Onu önce baba sulbunda
yaratmak münhasıran Allah'a aittir.
Kur'ân böylece biyolojik bir olayı, ilim adamlarının irfan
ve idrâkine bırakarak konu üzerinde iyice düşünmelerini ilham etmektedir.
«Aranızda ölüm olayını
(ve süresini) biz takdir ettik...... önümüze geçilecek
de değiliz.»
Ölüm, ikinci hayata geçiş kapısıdır. O bakımdan ölüm büsbütün yok olup bir daha
dönmemesiye, kalkmamasıya
silinme demek değildir. Mutlaka ebedî yaşamanın sırrı ve habercisidir. Ölüm,
dar ve sıkıntılı bir evden, çok geniş ve o nisbette
ferah bir eve taşınmaktır. Ölüm, eskiyen bedenin atılması ve ruhun yeni, aynı
zamanda kalıcı bir bedene bürünmesi demektir.
Ölüm olmasaydı, hem
dünya insanlara dar gelirdi, hem de Âhiret hayatına
ve oradaki düzene intibak sağlanamazdı. Zira o düzendeki hayat sonsuzdur.
Şartları çok değişiktir. O bakımdan beden yapımız ve organlarımız oradaki
şartlara uygun vasıfta yaratılmamıştır. Bütünüyle dünyadaki hayat şartlarına
göre organize ve takdîr edilmiştir.
Aynı zamanda ölüm
olayı, özellikle ebedî hayatın önemini ve değerini tanıtan ve aşılayan en
kuvvetli müessirlerden biridir.
İşte bu
belirttiklerimiz, ilâhî kanunlardır. O'nun kanunlarının ve koyduğu plân ve
programın değişmesi söz konusu değildir. 60. âyette bilhassa . bu esasa
değinilmektedir.
«Sizi (Yok edip
yerinize) benzerlerinizi getirmemize ve sizi bilmiyeceğiniz
(şekil ve vasıfta) yaratıp ortaya çıkarmamıza karşı önümüze geçilecek de değiliz.»
Bir ırmak veya akarda
akıp giden su, aslında atom zerrelerinin bira-raya gelmesiyle oluşup kesintisiz
gibi görünür. Gerçekte ise, birbirinin benzeri zerrelerin zincirleme olarak
yekdiğerini izlemesidir, İnsanlar da öyle; nesiller birbirini izlemekte,
ölenlerin yeri boş kalmamaktadır. Yani benzerler birbirini takip ederek
belirlenen Vakte kadar akıp gitmeye devam edecektir.
Bu düzeni takdîr edip
yaratan Cenâb-ı Hakk'in
düzenlemesi ne kadar kusursuz ve mükemmeldir!
Âhiret Âlemi henüz meydana gelmediği, yani mevcut düzenin
bozulup yeni ve kalıcı düzen kurulmadığı için, o hayata adım atacak olan insanların
beden yapıları çok farklı olacak; fizyonomide bir başkalaşma olmayacak; hücre
yapısı da çok farklı olacağı gibi sindirim sistemi de bizim şimdikinden ayrı
olup, dışarı atılacak posa ve benzeri şey vücut bulmayacaktır. Bunun gibi
tükürük, balgam ve benzeri ifrazat da görülmeyecek; yenilen yiyecek
maddelerinin posası sadece hafif buharlaşma ve az bir terleme şeklinde ifraz
edilecektir.
Şüphesiz^bu vasıfta ve
özellikte bir canlı olmadığı için, âhirette gerçekleşecek
bu başkalaşmayı ancak imân doğrultusunda kabul ediyoruz. Çünkü bizi böyle
yaratıp vücuda getiren O Yüksek Kudret, öyle de yaratabilir. Bunda hiç
şüphemiz yoktur.
Dünyada câri olan
biyolojik ve fizyolojik kanunları bildiğimiz için bizde hic
bir şüphe doğmuyor; âhirette meydana gelecek farklı
biyolojik kanunları bilmediğimiz için onu inkâr veya reddetmemiz gerekmemektedir.
Zira her şeyi bilip tesbit etmemiz mümkün değildir.
61. âyetle bu inceliğe değinilerek ilâhî kudretin mutlak anlamda nafiz
bulunduğunu iyice düşünmemizin gereğine işaret edilmektedir.
«Söyleseniz a, o
ektiklerinizi, siz mi onları bitirip yeşertiyorsunuz, yoksa biz mi bitirip
yeşertiyoruz?»
Önce bitkilerin
tohumuna dikkatle bakalım: Tohumu meyvaya bağlayan göbekbağının izi olarak bir göbek ve yumurtacığın kapısının
kalıntısı olan ve kapçık denen çok küçük bir delik bulunur.
Tohumdaki özün önemli
kısmı embriyondur. Embriyonda bir kök taslağı ve bunun devamı olan bir sap
taslağı bulunur.
Tohum bu özelliğiyle
canlı bir uyuşukluk içinde çimlenmek için elverişli zamanın ve ortamın
gelmesini bekler. Böylece Cenâb-ı Hak, hilkat kanununu
küçücük çekirdeğin embriyonuna yerleştirmiştir. Koca bir ağacın en küçük
modelini embriyonda çizip hazırlamıştır.
Câri olan bu ilâhî
kanuna iltifat etmeyip bir bitki veya kocaman bir ağaç yetiştirmek için
insanoğlu bir tohumu yoktan var kılıp meydana getirebilir mi? Tohumu oluşturan
maddeleri biraraya getirmek mümkün, ama ondaki yarı
ölü uyuşuk canlılığı, nasıl verebiliriz? Bu mümkün müdür? Şüphesiz bu uyuşuk
canlılık sadece tohumda değil, aynı zamanda bitkilerin köklerinde ve taşıdıkları
sporlarda da mevcuttur.
İşte 63. âyetle O Yüce
Kudret'in tohumdaki tecellisine işaretle, bunları kimin hazırlayıp
yetiştirdiği, sorulmakta ve böylece insanoğlunun aklı harekete geçirilmek,
düşünce ufku genişletilmek istenmektedir.
«İçtiğiniz suya ne
dersiniz? Onu siz mi buluttan indirdiniz, yoksa biz mi indirenleriz?»
Belli oranda oksijenle
hidrojen bileşiği olan suyun (H2O) buharlaşıp bulutlaşması ve yağmur halinde inmesi, bütün
canlıların hayatının devamını sağlayan önemli unsurlardan biridir.
Bu fiziksel ve
kimyasal olaylar kendiliğinden değil, ilâhî denge ve düzen kanunlarıyla
plânlanmıştır. 68. âyetle bu noktaya dikkatlerimiz çekilerek, sözü edilen
olayların biteviye gitmesinden, Cenâb-ı Hakk'in varlığını ve birliğinin, kudretinin mutlak anlamda
hükümranlığını anlamamızı ilham etmektedir. Ayrıca buharlaşmanın suyu arındıran
bir ilâhı filitre olduğuna işaretle, dünyanın su
ihtiyacını karşılayan denizlerin tuzlu, acı suyunun aynı bileşilerle
buharlaşmasına imkân vermeyen câri bir kanunun süregel-diğine
atıf yapılmaktadır: «Dileseydik onu acı yapardık. Artık şükretmez misiniz?»
«Ya
yaktığınız ateşe ne dersiniz? Onun ağacını siz mi yaratıp meydana getirdiniz,
yoksa biz mi yaratıp meydana getirenleriz.»
Ateşin, diğer bir
anlatımla «ısı»nın önemli ham maddesi ağaçtır. Taş
kömürünün de menşei yine ağaçtır. Buna «fosil kömür» veya «maden kömürü»
denir. Bitkilerin kömüre dönüşmesi, «karbonizasyon»
diye adlandırılır.
Gerek ağacın, gerekse
kömürün yanması için bir de oksijene ihtiyaç vardır.
Görüldüğü gibi, yanan
ağacın asıl maddesi ve bu maddenin, oksijenin varlığıyla yanmaya elverişli
duruma gelmesi, Cenâb-ı Hakk'ın
koyduğu değişmez kanunlardan biridir. 72 ve 73. âyetlerle hem bizi ısıtan ateşe,
hem de onun ham maddelerinden biri olan ağaca atıf yapılarak ilâhî sanatın yüceliği, eşsizliği anlatılıyor.
İlgili 57-73.
âyetlerle on kadar cok önemli ilâhî lütuf ve rahmet
eseri olan nimetler sıralandıktan; hepsinin de Allah'ın koyduğu kanunlarla insanlıktan
yana birtakım faydalar sağladığına işaret edildikten sonra; böylesine geniş
bir lütuf ve ihsan karşısında O çok büyük Rabbımızı tesbîh ve tenzîh etmemiz gerekmiyor mu? İşte 74. âyetle bu
kadirbilirlik tavsîye edilmekte ve her nîmeti O'nun yüksek kudretine çevirmemiz
emredilmektedir.
Allah'ın insanlardan
yana hazırlayıp istifade edilme düzeyine getirdiği on kadar nîmet ve lûtfu konu edildi ve böylece yaratılanla yaratan arasında
manevî irtibatın devam edilmesinin birçok yararlar getireceğine işarette
bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
insan hayatını en iyi şekilde düzene sokma kanun ve kurallarını; hüküm ve
tavsiyelerini kendinde taşıyan Kur'ân'ın birkaç
özelliği üzerinde duruluyor ve Onun küçümsenecek hiçbir yanının bulunmadığına işaretle,
inkarcılarla şüpheciler uyarılıyor.
75-76- Hayır,
(bu nimetleri inkâr edemezsiniz!) Parça parça inen Kur'ân'ın (iniş) mevkilerine (veya yıldızların
yörüngelerine) yemin ederim ki, eğer bilirseniz bu cidden büyük bir yemindir.
77- Şüphesiz
bu, çok yüce, çok değerli Kur'ân'dır,
78- Saklı,
korunmuş bir kitaptadır.
79- O'na
ancak arınıp temizlenmiş olanlar dokunabilir.
80- Âlemlerin Rabbı'ndan indirilmedir.
81- Siz, bu
sözü mü küçümseyip değersiz görüyorsunuz?
82- Siz,
rızkınızı (şükürle karşılıyacağınız yerde) yalan
saymanıza çeviriyor (onunla nankörlük yapıyorsunuz.)
Ashab-ı Kirâm'dan İbn Ömer (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, İslâm düşmanları maksatlı olarak Kur'ân'a
dokunurlar endişesiyle, düşman ülkesine seyahat edilirken mü'minlerin
beraberlerinde Mushaf götürmemelerini emretti.»[26]
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Amr b.
Haz m'e hitaben yazdığı mektupta şu cümle de yer
almıştır: Kur'ân'a ancak temiz, pâk olan kimse
dokuna-bilir.»
[27]Zeyd b. Hâlid el-Cühenî (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, Hudeybiye'de bize sabah namazını
kıldırdı. Geceleyin yağmur yağdığı için yer biraz ıslak bulunuyordu. Namazı
bitirince yüzünü arkasında namaz kılan cemaate çevirip şöyle buyurdu : «Rabbımızin ne buyurduğunu biliyor musunuz?» Onlar da:
«Allah ve Peygamberi daha iyi bilir» diye cevap verdiler. Efendimiz buyurdu
ki: «Kullarımdan sabahleyin uykudan kalkanların bir kısmı bana imân ederken
bir şeyi de inkâr etti. «Biz, Allah'ın fazl-ü keremiyle
yağmurlandık» diyen kimse, bana imân etti, yıldızların yağmur yağdırmasını ise
inkâr etti. «Bizi şu ve şu akan yıldız yağmurladı» diyen kimse ise, beni inkâr
edip yıldıza (onun yağmur yağdıracağına) inanmıştır.» [28]
«Hayır, (bu nimetleri
inkâr edemezsiniz!) Parça parça inen Kur'ân'ın (iniş) mevkilerine (veya yıldızların yörüngelerine)
yemin ederim ki..»
«Nücûm»,
«necm»in çoğuludur. Bu isim iki ayrı manaya delâlet
eder. Birincisi, yıldızlara, ikincisi Kur'ân'a..
Birinci manayla, Cenâb-ı Hak yıldızların yörüngelerinin önemine, bağlı
bulundukları fiziksel kanunlara işaretle yemin ediyor. İkinci mânayla ise, 23
yıla yakın bir süre içinde parça parça indirilen Kur'ân âyetlerinin ve sûrelerinin yerlerine yemin ederek
bunun önemini ve Mushaftaki tertibin bütünüyle ilâhî
belirleme üzerine yapıldığını haber veriyor. Sonra da, eğer İnsanlar bilip
anlarlarsa bu yeminin pek büyük bir anlam taşıdığına dikkatleri çekiyor.
Böylece âyetin siyak
ve sibakından, parça parça indirilen Kur'ân âyetlerinin bir bütünlük içinde hem Levh-i Mahfuz'da tesbit edilip
korunduğu; hem de Mushafta biraraya
getirilip insan sözünden uzak tutularak muhafaza edildiği anlaşılıyor.
Sonuç olarak, şu tablo
karşımıza çıkıyor: Kur'ân her âyet ve kelimesiyle
Allah sözüdür. Onda sihir, büyü, uydurma söz ve insan kafasının mahsulü olan
bir cümle yoktur ve olamaz da.. O nedenle Kur'ân,
«kerîm»dir, yani her bakımdan saygıdeğer olup
övülmeğe lâyıktır; aynı zamanda Hz. Muhammed'in
(A.S,) en büyük mu'cizesidir. Gerçek mü'minlerin yanında son derece hürmeti hâiz olup, ancak
tertemiz olan kimselerin ona dokunabileceği bir kutsallık arzetmektedir.
O her beyanıyla kalplere şifâ, gönüllere rahmet, ruhlara gıda, vicdanlara
ciladır. En güzel ve en uygun ahlâkı yansıtır; işlerin çözümünü en âdil şekilde
gerçekleştirir.
«Saklı korunmuş bir
kitaptadır..»
Cenâb-ı Hak, indirdiği kitabın kutsallığını ve
korunmuşluğunu belirtirken, Onun «Kitab-i Meknûn»da korunduğuna değinmektedir. Bu terkip üzerinde
hayli durulmuş ve birtakım yorumlar yaplımışîır.
Onları şöyle özetliyebiliriz :
1- Cenâb-ı Hakk'ın yanında
korunmuştur.
2- Her türlü
bâtıldan, boş ve anlamsız sözden uzak tutulup muhafaza edilmiştir.
3- Onun
aslı, kaynağı, gökte saklıdır.
4- Bütünü «Levh-i Mahfuz»da korunmaktadır ve ancak oradan alınıp
parça parça indirilmiştir.
5- Tevrat ve
İncil'de anılmıştır.
6- Elimizdeki
mushaflarda titizlikle korunmuştur ve korunmaktadır.
«Ona ancak arınıp
temizlenmiş olanlar dokunabilir..»
Sözü edilen «mess» yani dokunma kavramıyla, elle veya diğer bir azayla
dokunmak mı, yoksa manevî bir temas mı kasdedilmektedir?
Ayrıca «muttahharûn» sıfatıyla kimler murad edilmektedir? Bu hususta da birtakım farklı yorumlar,
tesbitler ve içtihatlar söz konusudur. Şöyle ki:
1- Hz. Enes (R.A.) ile Tabiîn'den Saîd b. Cübeyr'e göre : Bu kitaba
ancak günahlardan an, duru olan tertemiz melekler dokunabilir. Öyle ki, Levh-i Mahfuz'da saklı tutulan ve sonra ayrı bir tecelliyle
Dünya Seması'na indirilen Kur'ân'a cinler, şeytanlar,
kâhinler ve büyücüler değil, ancak tertemiz melekler dokunmuştur ve
dokunmaktadırlar.
2- Ebû Âliye
ile İbn Zeyd'e göre :
Günahlardan tertemiz olan melekler ve peygamberler dokunabilir.
3- Kelbî'ye göre
: Ona, o çok şerefli kâtip melekler dokunabilir.
Bu üç yorumdan şunu
anlıyoruz: Âyette geçen «mess» den maksat, elle veya
bir organla dokunma değii, indirmedir; yani Kur'ân'ı ancak melekler indirmiştir.
4- Kur'ân'a,
«Levh-i Mahfuz»da saklı bulunan o yüce kitaba ancak
melekler dokunabilir. Bu yoruma
göre: «Kitab-ı Meknûn»dan maksat, «Levh-i
Mahfuz»dur.
5- Elimizdeki
Mushafa ancak tertemiz olan kimseler dokunabilir. Bu
yorumla, «Kitab-ı Meknûn»dan
maksat, Mushafta toplanan Allah Kelâmı'-dır. Nitekim Hz. Ömer, henüz İslâm'a girmeden önce, kız kardeşinden Kur'ân yazılı sahifeleri isteyip
eline alarak bakmayı teklif edince, kız kardeşi ona : «Hayır, buna ancak
tertemiz olanlar dokunabilir» demiştir. Bunun üzerine Hz.
Ömer boy abdesti alıp İslâm'a girmiş ve öylece Kur'ân âyetleri yazılı sahifeye
elini dokundurmuştur.
6- Katade'ye
göre : Kur'ân'a ancak abdestsizlik
ve cünüplükten temizlenen mü'minler dokunabilir.
7- Kelbî'ye
göre: Küfür ve şirkten kurtulup
temizlenenler dokunabilir.
8- Rebi' b. Enes'e göre : Günahlardan arınanlar ancak dokunabilir.
9- Kur'ân'ın sevabına ancak mü'minler
erişebilir.
10- Kaadı Ebû Bekir b. Arabi'ye göre
: Şer'ân temiz sayılanlar dokunabilir.
Abdestsiz bir halde Mushafa dokunma
konusunda ilim adamları ve müctehid imamların tesbit ve ictihadlan farklıdır:
a) Hz. Ali, İbn Mes'ud, Sa'd b. Ebî Vakkas, Saîd
b. Zeyd, Ata', Zührî ve Nahaî'ye göre : Abdestsiz bir
halde Mushafa dokunmak caiz değildir. Cumhur da bu
görüşü ve içtihadı benimsemiştir. İmam Şafiî'nin de içtihadı bu doğrultudadır.
b) İbn Abbas ve Şa'bî'ye göre : Caizdir. İmam Mâiik'in
de içtihadı bu anlam ve hükümdedir. Bir rivayete göre, İmam Ebû
Hanîfe'nin de içtihadı bu anlamdadır. İkinci bir
rivayete göre, İmam Ebû Hanîfe'nin,
«Mushafın yazılı olmayan kenar kısımlarına abdestsiz
bir vaziyette dokunmakta bir sakınca yoktur» dediği şeklinde bir tesbit yapılmıştır.
c) Bu konuda, Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin Amr b. Hazme
yazdığı mektupta «Kur'ân'a ancak tâhir
(temiz) olan kimse dokunabilir» mealindeki hadîs delillerin en kuvvetlisi olarak bilinmektedir.
d) Yapılan başka bir rivayette, İmam Mâiik'in, abdestsiz kimsenin Mushafa
dokunmasını sakıncalı gördüğü belirtilmiştir.
Abdurrahmân el-Cezîrî'nin tesbitine göre: İmam Mâlik, abdestsiz
bir halde Kur'ân'a veya Onun bir sûre veya âyetine
dokunabilmek için birtakım şartlar ön görmüştür:
1- Kur'ân'ın Arapça'dan başka bir dil ile yazılmış olması,
2- Dirhem ve
dînar (para) üzerine yazılmış bulunması,
3- Mushafı korumak için eline almış olması,
4- Bir
kılıfla örtülü bulunması,
5- Abdestsiz olarak taşıyan kimsenin ya
öğretici, ya da öğrenci olması, (İsterse bu durumda
öğretici veya öğrenci ayhali olsun, yine dokunabilir).
[29]
Bu şartlardan herhangi
birinin gerçekleşmesi halinde, İmam'a göre,
Kur'ân'a abdestsiz bir halde
dokunmakta ve onu okumakta bir sakınca yoktur.
e) Bu konuda Hanbelî'lerle
Hanefîlerin ictihad ve yorumları birbirine çok yakındır.
f) İmam Şafiî de, bazı hallerde Kur'ân'a abdestsiz dokunmanın
caiz olduğunu belirterek onları şöyle sıralamıştır:
1- Korumak
maksadıyla alınıp taşınırsa,
2- Dirhem
veya dînar (para) üzerinde yazılı olursa,
3- Kur'ân âyetlerinden bir kısmının ilim kitaplarında yazılı
bulunması halinde, o kitapları alıp okumak veya öğretmek durumu ortaya
çıkarsa,
4- Tefsir
kitaplarında, meal veya tefsîrde kullanılan kelimeler, Kur'ân
kelimelerinden fazla olursa,
5- Elbise
üzerine yazılı bulunursa,
6- Öğrenmek
maksadıyla ele alınırsa, o takdirde Kur'ân'a ve
âyetlerine abdestsiz olarak elle dokunmakta bir
sakınca yoktur.
[30]g) Dâvud ez-Zâhirî'ye göre : Abdestli olsun olmasın
Müslümanın ve kâfirin Mushafa
el dokundurmasında bir sakınca yoktur. Ancak kâfirin onu taşıması caiz
değildir.
Dâvud bu konuda, Resûlüllah'rn
(A.S.) Rum Kayser'ine, içinde âyet yazılı bulunan mektup yazmasını deiil kabul etmektedir.
«Âlemlerin Rabbından indirilmedir.»
Kâinatta görüp
bildiğimiz, inanıp kabul ettiğimiz her şeyi Cenâb-ı
Hak, belli bir plân ve kanuna göre yaratıp tekâmül basamaklarında terbiye ede ede var kılmakta ve öylece her şeyi asıl amacına
yöneltmektedir. Göklerle yer bile altı uzun devirde yaratılmıştır ve böylece
uzun bir tekâmül dönemi geçirdikten sonra bugünkü denge ve düzenini almıştır.
Öyle ki, Cenâb-t Hak her işini bilgi ve hikmetle; her
yarattığını terbiye ve tekâmül ettirmekle yürütmektedir. Onun işinde ve
terbiyesinde bir kusur söz konusu değildir ve olamaz. Ancak Rab sıfatıyla terbiye edip
kemâle erdirmesinin anlamı şudur: Her türün hilkat özelliği onun mayasına enjekte
edilmiş ve öylece türden türe geçişe imkân
verilmemiştir.
İşte «Kur'ân âlemlerin Rabbı Allah'tan
indirilmedir» şeklindeki anlatım bu incelikleri yansıtmakta ve Rab sıfatının
çok geniş ve kapsamlı bir kavram olduğuna işaret etmektedir.
Gerçek bu olunca, Kur'ân'ı veya Cenâb-ı Hak'ın
ortaya koyduğu herhangi bir eseri küçümsemek veya değerini takdir etmemek
kişiyi küfre ve nankörlüğe sürükler.
Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın birkisım özellikleri
üzerinde durularak, aydınlatıcı ve düşündürücü bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ölüm anındaki bir safha konu ediliyor ve sonra da insanların iki kısma
ayrılacakları üzerinde durularak, her kısım için hazırlanan mükâfat veya
mücazata^ikkat çekiliyor ve böylece insanların ölmeden önce Hakk'a dönmelerinde
sayısız faydaların bulunduğuna
işaret
ediliyor.
83- Can
boğaza gelip dayandığında,
84- Siz de
bakıp dururken,
85- Biz ona
sizden daha yakınızdır, ama siz göremezsiniz.
86-87- Eğer
siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, haydi iddianızda doğrular iseniz o (çıkmak
üzere olan) canı geri çevirin!.
88-89- Fakat
o (ölmek üzere olan kimse Allah'a) yakınlık sağlayanlardan ise, rahatlık,
huzur, neş'e ve IMîmet
Cenneti onundur.
90-91- Ve
eğer meymenetlilerden ise, meymenetlilerden sana selâm olsun!
92-94- Eğer
o (hakkı) yalanlayan sapık şaşkınlardan ise, ona da kaynar sudan bir konukluk
ve Cehennem'e yaslanmak vardır.
95- Şüphesiz
ki bu, kesin bilgi derecesinde bir gerçektir.
96- O halde
O çok büyük Rabbm'ın ismini teşbih ve tenzih et.,
Ümmü Hâni' (R.A.), Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'den sordu:
— Ya Resûlellah! Öldüğümüz zaman ziyaretleşip birbirimizi
görebilir miyiz?
Efendimiz ona şu
cevabı verdi:
— Ruh bir kuş olur da ağaca asılır (veya
tutunur). Tâ ki kıyamet günü olunca her ruh kendine ait bedene (gelip) girer.» [31]
«Mü'min’in
ruhu Cennet ağacına asılan (tutunan) bir kuş olur da, Allah ölüleri diriltip
kaldıracağı gün onu kendine ait bedenine döndürür.» [32]
«Kim Allah'a kavuşmayı
sevip arzularsa, Allah da ona kavurmayı sever. Kim de Allah'a kavuşmaktan
hoşlanmazsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.» [33]
Ukbe b. Âmir el Cühenî (R.A.)
diyor ki:
«Sebbih
bismi Rabbike'l-Azîm» âyeti
inince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bize: «Bunu
rükû'a vardığınızda söyleyin»; «Sebbih isme Rabbike'I-A'lâ» âyeti inince,
«Bunu da secdenizde söyleyin» buyurdu.» [34]
«Kim, (Sübhanellahi'l-Azîm ve bi-hamdihi) derse, Cennet'te onun için bir hurma ağacı
dikilir.» [35]
«İki kelime vardır ki
dile hafif, terazide ağır gelir ve Rahman (olan Allah) yanında sevimlidir: (Sübhane'llahi ve bi-hamdihi, Sübhane'liahi'l-Azîm)» [36]
“Can boğaza gelip
dayandığında, siz de bakıp dururken..”
İnsanın çevresinde
birçok görevli melek bulunduğu gibi, ölüm anında
«ruh» denilen emâneti
geri alıp götürecek melekler vardır, Nitekim En'âm
Sûresi 61,62. âyetlerde bu husus şöyle açıklanmaktadır: «Kulları üzerinde
kudret ve saltanatıyla hep O üstündür. Size «hafeze»
(işlediklerinizi yazıp koruyan melekler) gönderir; sizden birinize ölüm
geldiğinde, elçilerimiz onun canını alırlar ve onlar (görevlerinde) bir
eksiklik yapmazlar. Sonra da canları alınarak Hak olan Mevlâ'larına (yegâne
sahiplerine) döndürülürler. Haberiniz olsun ki, hüküm O'nundur ve O, hesap
görenlerin en çabuğudur.»
Evet, ecel gelip çan
boğaza dayanınca artık onu geri çevirmek mümkün değildir. O anda Cenâb-ı Hakk'ın ölmek üzere olana
yakınlığına gelince : Bu, meleklerin görev için orada hazır bulunmalarıyla
yorumlanır.
83-87. âyetlerle,
insan hayatı noktalanırken son durum tasvir edilerek, insanoğlunun istese de,
istemese de dönüşünün Allah'a olacağı haber verilmektedir.
1- Mukarribîn derecesinde olanlar,
2- Meymenetliler,
yani amel defterleri sağ taraflarından verilecek
olanlar,
3- Hakk'ı yalanlayan
inkarcı sapıklar.
Birinci sınıf
derecesinde olanlar, farzları ve sünnetleri yerine getirip haram ve mekruhları
terk edenler ve bazı mubahlara iltifat etmiyen-lerdir.
Bunların mükâfatı:
Rahatlık, huzur, neşe dolu nîmet cennetleridir.
Nitekim ünlü müfessir Kâb el-Kurezî diyor ki: «Hiçbir
insan, gideeeği yerinin cennet veya cehennem
olacağını bilmeden ölmez. Ruh bedeni terk edeceği sırada ölenin varacağı yer
kendisine gösterilir.»
İkinci sınıf
derecesinde olanların mükâfatı, ölüm anında meleklerin selâm vermesi, «Selâmet
sana. Endişelenme, sen meymenetlilerdensin» demeleri olacaktır. Nitekim Fussilet Sûresi 30. âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır:
«Şüphesiz onlar ki «Rabbımız Allah'tır» dediler,
sonra da dosdoğru oldular, üzerlerine melekler iner de ; «Hiç korkmayın ve
üzülmeyin; va'dolunduğunuz cennet ile sevinin.....»
(derler).
Üçüncü sınıf
derecesinde olanlara ise, kaynar sudan bir konukluk ve cehenneme yaslanmak
vardır.
Ölmek üzere olan
insanın bu üç sınıftan birine gireceği kesindir. Çünkü, sünnetullah
gereği plânlanan hüküm değişmez. İslâm'ın çağrısına olumlu cevap verip hakka
uyanlar mutlu; uymayanlar ise mutsuz olurlar. O sebeple 95. âyette : «Şüphesiz
ki bu, kesin bilginin en üst derecesinde bîr gerçektir» buyurulmaktadir.
«Şüphesiz ki bu, kesin
bilgi derecesinde bir gerçektir.»
Burada «hakka'l-yakîn» terkibi;Tekâsür Sûresi'nde ise «ayne'l-yakîn» ve «ilme'l-yakîn» terkipleri kullanılmaktadır. Böylece «yakîn» yani «kesin bilgi» üc
derece halinde açıklanmaktadır: Birincisi, ilim yoluyla kesin bilgi edinmek;
ikincisi gözle görmek suretiyle gerçek olduğunu kesin şekilde anlamak; üçüncüsü
olayın içinde bulunup yaşamak suretiyle kesin bilgiye sahip olmak anlamına
gelir.
Ölümü ve ameline göre
nasıl bir karşılık göreceğini akıl ve ilim yoluyla bilmek, «ilme'l-yakîn»dir. Haber getiren
melekleri görmek ve verecekleri haberi işitmek «ayne'l-yakînsdir. Dedikleri gibi bir sonuçla karşılaşıp mutluluk
veya mutsuzluğa itilmek ise, «hakka'l-yakîn»dir.
«O halde O çok büyük Rabbı'nın ismini tesbîh ve tenzih
et.»
Her şey O Büyük Kudret
Sâhibi'nin eseri; her olay O'nun plânının gereği; her eser O'nun sanatının
tezahürüdür. Hiçbir şey amaçsız, plânsız ve programsız yaratılmamıştır.
Kâinatta mutlak bir denge ve düzen hâkimdir. Her insan o denge ve düzende
yerini, hizmetini, amacını bilmekle yükümlüdür. Ne olduğunu bilmeyen; nerede
bulunduğunu, niçin bulunduğunu da bilmez. Nereden niçin geldiğini bilmeyen,
nereye niçin gideceğini de bilmez. Hayatının ölümle noktalanmasının hikmetini
bilmeyen hayatın ve ölümün hikmet ve anlamını da bilmez.
Şüphesiz ölüm bir son
değil, sonsuzluğa açılan bir kapıdır. Bunu idrâk etmiyen,
her an ölümden korkar ve insan olmanın hedef ve hikmetinden uzaklaşır.
O halde bütün bu
hikmetleri, gerçekleri ve fizikötesi bilgileri bize en doğru ve doyurucu
şekilde veren Rabbımızın ismini anıp O'nu tesbîh ve tenzih etmemiz gerekmez mi? İşte sûrenin son
âyetiyle, bu gerçeği yerine getirmemiz emrediliyor.
Burada «teşbihsin üç
mânaya delâlet ettiği söylenir:
1- Rabbımızı her türlü kötülük, haksızlık ve adaletsizlikten
tenzîh etmemiz,
2- Rabbımızın
adını anarak, emrine uyarak namaz kılmamız,
3- Rabbımızın ismini anmamız; özellikle secdede «Sübhane Rabbiye'l-a'lâ» söylememiz emrediimektedir.
Sûreye, kıyametin
meydana geleceğinin kesin bir hüküm olduğu belirtilerek başlandı ve her şeyi
mükemmel şekilde plânlayan Allah'ın adını anıp teşbihte bulunmamız emredilerek
sûre noktalandı.
Bundan sonraki sûreye,
her şeyin Hakk'ı tesbîh
ettiği konu edilerek başlanmakta ve böylece Vâkıâ Sûresi'nin son-undaki «tesbîh emri»nin hikmeti
açıklanmaktadır.
Bizi bu sûrenin
tefsirine muvaffak kılan Cenâb-ı Hak'a hamd-u senalar; Cenâb-ı Hakk'ın sözlerini bize en doğru şekilde tebliğ eden Resûlül-lüh (A.S.) Efendimiz'e salât-ü selâmlar
olsun.
[1] Tefsîr-i Kurtubî : 17/194-
Tefsîr-i F,ethü'l-Kadîr/Şevkanî: 5/146
[2] Tefsîrü Garaibi'1-Kur'ân/Nizamuddin Nisâbûri : 24/97
[3] Ebû Ya'Iâ - îbn Murdeveyh - Beyhakî: îbn Mes'ud (R.A.)den
[4] İbn Asâkir
: İbn Abbas (R.Ajdan
[5] Deyleml : Enes (R.A.)den
[6] Buharî/salât: 1, enbiyâ :
5- Müslim/imân : 263- Ahmed : 5/143
[7] Müsned-i Ahmed
: 6/67, 69
[8] Müsned-i Ahmed
: 6/67, 69
[9] Hafız İbn Asâkir : Câbir (R.A.)den
[10] Tirmizî/edeb
: 91
[11] Buharî/i'tisam
: 10- Müslim/imân : 247, imaret: 170, 173- Ebû Dâvud/ üten: 1- Tirmizî/fiten : 27, 51- İbn Mace, Mukaddime: 1, Ahmed: 5/34, 269, 279.
[12] Taberani, Ebu Malik’ten.
[13] Taberânî : Sevbân (R.A.) den
[14] Müsned-i Ahmed
: 3/221
[15] Hafız Ebû Bekir: İbn Âmir (R.A.)dan- İbn Kesir: 4/288
[16] Buharî/bed'i
halk : 8, tefsir : 56, rikak : 51- Müslim/cennet: 6, 8- Tir-mizî/cennet: 1- tefsir:
56- İbn mace/zühd..39-daremi/rikak.114-Ahmed2/257,404,418-3/110
[17] Tirmizi : Ebû Hüreyre (R.A.)den (Hadisün garibün)
[18] Ahmed: 3/352- Buharî/vasâyâ : 25- Ebû Dâvud/edeb
: 1- Tirmizî/birr : 69- Dâremî/muk.:
[19] Müsned-i Abd
b. Humeyd :
el-Hasan'dan - İbn Kesir: 4/291
[20] Tirmizî/cennet: 8, 12- Dâremî/rikak : 104- Ahmed : 2/295, 343 -
5/232, 240, 2432
[21] Buharî/bed'-i
halk : 8, enbiyâ : 1- Müslim/cennet : 15, 17- Tirmizî/cennet
: 7- ibn Mâce/zühd : 39- Ahmed :2/232,253,316
[22] Bilgi için bak : Saffât
Sûresi: 62, Duhân Sûresi : 43. âyetlerin tefsiri
[23] İbn Ebî
Hatim : Ebû Cafer .(R.A.)den
[24] Müsned-i Ahmed
: 2/244, 312, 478- Buharî/bed'-i halk : 10- Tirmizî/ce-hennem
: 7- İbn Mâce/zühd : 38- Dâremî/rikak : 120
[25] Taberânî - İbn Kesir : 4/297
[26] el-Câmiu Li-AhkâmiIl~Kur'ân : 17/225-
İbn Kesir :
4/298
[27] »
» » » » » »
[28] Tenvirü'1-Havâlik'Şerhtin
Alâ Muvattai Mâlik:
1/198
[29] Geniş
bilgi için bak :
el-Fıkhu
Alâ'l-Mezâhibi'l-Arbaa : 1/47, 48
[30] Bilgi için bak :
el-Fıkhu Alâ'l-Mezâhibi'l-Arbaa : 1/48, 49
[31] Müsned-i Ahmet: 6/425
[32] Nesâl/cenâiz
: 117- İbn Mâce/zühd : 32- Ahmed : 3/455, 456,
460
[33] Müslim/zikir : 14-18- Tirmizî/cenâiz : 67, zühd : 6- Nesâî/cenâiz : 10- Dâ-remî/rikak : 43- Taberânî/cenâiz 51- Ahmed ;
2/313-3/107-4/259-5/316-6/44
[34] Tirmizi/Nesâî
[35] Tİrmizî/daavat
: 59- İbn Mâce/edeb : 56
[36] Buhari/eymân
: 19,
daavat :
66, tevhid
: 58, Müslim/daavat: 31- Tirmizî/daavat: 59- îbn Mâce/edeb 56- Ahmed : 2/232