MÜCADİLE SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Zıhar Ve Keffareti: 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Nüzul Sebebi: 5

Açıklaması: 5

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 8

Allah'a Ve Peygambere Düşmanlık Yapanlara Tehdit: 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Ayetler Arası İlişki: 10

Açıklaması: 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 11

Gizlice Kötülük Konuşanların Cezası Ve Kur'an'da Münacat Adabı: 12

Kelime ve İbareler: 12

Nüzul Sebebi: 12

Ayetler Arası İlişki: 13

Açıklaması: 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 14

Bir Mecliste Oturma Adabı: 14

Belagat: 14

Kelime ve ibareler: 15

Nüzul Sebebi: 15

Ayetler Arası İlişki: 15

Açıklaması: 15

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 16

Rasulullah'a Özel Bir Konu Arzetmeden Önce Sadaka Vermek: 17

Belagat: 17

Kelime ve İbareler: 17

Nüzul Sebebi: 18

Ayetler Arası İlişki: 18

Açıklaması: 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 19

Müminlerden Başkasını Dost Edinen Münafıkların Hali: 19

Belagat: 19

Kelime ve İbareler: 20

Nüzul Sebebi: 20

Ayetler Arası İlişki: 20

Açıklaması: 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 21

Allah Ve Peygamber Düşmanlarının Cezası, Müminlere Zafer Vaadi Ve O'nun Düşmanlarını Dost Edinmenin Haramlığı 22

Belagat: 22

Kelime Ve İbareler: 22

Nüzul Sebebi: 22

Ayetler Arası İlişki: 22

Açıklaması: 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 23


MÜCADİLE SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Sahih rivayete göre bu sure Medine'de inmiştir. Kelbi'den rivayet olunduğuna göre "...her hangi bir üç kişiden bir fısıltı sadır olmaya dursun o, bunların dördüncüsüdür..." kısmı hariç tamamı Medine'de nazil olmuş­tur, burası ise Mekke'de nazil olmuştur. Ata'dan gelen rivayete göre ise su­renin ilk on ayeti Medine'de kalanı ise Mekke'de inmiştir.

Bu sure "Muhakkak Allah, kocası hakkında sana müracaat eden (mü­cadele eden) kadının sözünü işitti." ayeti ile başladığı için "Mücadile Sure­si" ismini almıştır. Bu kadın Evs b. Samit'in hanımı Havle'dir. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Şu üç hususta bu surenin önceki sure ile münasebeti olduğu görülür:

1- Hadid suresinin başında Allah Tealâ'nm yüce sıfatları zikredilmiş­tir. "Zahir" ve "Bâtın" olması, yere giren ve yerden çıkanı, gökten inen ve oraya yükselen şeyleri "Bilen" olması, nerede olurlarsa olsunlar yarattıkla­rı ile beraber olması... bu sıfatlardan bazılarıdır. Bu surenin girişinde de buna delâlet eden şeyler zikredilmiştir ki bu şikâyetini Allah Tealâ'ya da arzeden cedelci kadının sözünü işitmesidir. Bundan dolayı bu, ayet-i keri­me nazil olduğu zaman Hz. Aişe (r.a.) şöyle dedi: "İşitmesi bütün sesleri kuşatanı tenzih ederim, ben evin köşesindeydim (cedelci) kadının ne dedi­ğini bilmiyorum."[2]

2- Hadid suresi, Allah Tealâ'nm ihsanını beyan ederek biterken bu su­re de bazı ihsanlarına işaret ederek başlamıştır.

3- Mücadile suresinde "Görmedin mi Allah göklerde ve yerde olan her şeyi muhakkak bilir." denilmiştir. Bu, Hadid suresinde geçen "Nerede olur­sanız Allah sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür." sözündeki icma­lin bir tafsilidir. [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

Medine'de inen surelerin çoğunda olduğu gibi bu surenin de konusu

1- Bu sözü Buhari (talik tarikiyle), Said b. Mansur, Abd b. Humeyd, Nesai, İbni Mace, İbni Münzir, İbni Merdüveyh ve "Elhamdülillah" lafzıyla Beyhaki Süneriinde rivayet etmişlerdir.

teşrii (amelî) hükümlerdir. Bu sure zıhar ve keffaretinin hükmü, topluluk içerisinde kötü niyetle fısıldaşmamn hükmü, meclis adabı, Rasulullah (s.a.) ile mahrem konuşmadan önce (fakire) sadaka verilmesi, münafıkların hükmü, peygamberi yalanlamaları ve bunun cezası, onların "şeytanın gru­bu" diye vasıflandırılmalan, Allah düşmanlarına sevgi ve muhabbet besle­menin hükmü gibi hususları ihtiva etmektedir. Bu suredeki ayetlerin hep­si, gönüllerde heybet, korku yerleşmesi ve suredeki hükümlere muhalefet etmekte cüret gösterilmemesi için ayetlerin her birinde "Allah" lafza-i celâ­linin bulunması ile bir özellik arzeder.

Bu sure bir kadının, Havle b. Salebe'nin sesini Allah Tealâ'nın işittiği­ni beyan ederek söze başlar. Havle kendisine "Sen bana annemin sırtı gibi­sin" diyerek zıhar yapan kocası Evs b. Samit'in durumu hakkında Rasulul-lah'a (s.a.) sık sık müracaat ediyordu. Zıhann cahiliyedeki hükmü, hanı­mın zıhar yapan kocaya ebediyyen haram olması şeklinde idi. Allah Teâla bu adeti değiştirdi ve ancak zıhar yapan koca keffaret verinceye kadar de­vam eden bir haram halinde meşru kıldı. Zıhar keffareti ilk ayetlerde de beyan edildiği gibi köle azat etme, iki ay aralıksız oruç tutma veya altmış fakiri doyurmaktır.

Bunun ardından Allah Teâla ve Rasulüne (s.a.) düşmanlık edenlerin zelil ve rezil olacakları, Allah Tealâ'nın onların amellerini sayıp dökeceği ve onların her şeyine şahit olduğu beyan edilmiştir (ayet, 5 - 6).

Sonra meclislerde tenaci adabı zikredildi. 'Tenaci" iki ve daha fazla ki­şinin diğerlerinin önünde kendi aralarında gizlice konuşmalarıdır. Yahudi ve münafıkların yaptığı gibi eğer bu fısıldaşma kötülük ve düşmanlık için yapılırsa ayet-i kerime bunu haram kılmış ve bu gizli sözleri Allah Te­alâ'nın bildiğini haber vermiştir. Yahudilerin Rasulullah'a (s.a.) selâm ve­rirken "Esselâmü aleyküm" yerine ilk anda "selâm'a benzeyen ama aslında "ölüm" manasına gelen "Essâmü aleyke ya Muhanımed" diyerek ona bed­dua etmek ve onu üzmek istediklerini bildirerek onların düzenbazlıklarını, hile ve sahtekârlıklarını ortaya koymuştur (ayet, 7 - 10).

Daha sonra meclislerde başkalarına yer verme ve istenildiği takdirde yerini terketme adabından bahsetmiş, Allah Tealâ'nın ve Rasulünün (s.a.) emirlerine itaat eden müminleri medhü sena etmiş, bilhassa alimlerini methetmiştir. Rasulullah'a (s.a.) mahrem bir şey söylemek isteyenlerin fa­kirlere sadaka vermeleri önce vacip kılınmış, ancak daha sonra bu hüküm müminlere yük olmasın, peygamberleriyle görüşmelerinde kolaylık olsun diye kaldırılmış, bunun yerine namaz kılmakla zekât vermekle, Allah ve Rasulüne itaatle meşgul olmaları meşru kılınmıştır (ayet, 11 - 13).

Sonra, Yahudiler'le ahbablık ve yarenlik kuran, müminlerin sırlarını onlara ifşa eden, yalan yeminler eden, Allah ve Rasulüne düşmanlık edip emirlerine muhalefet eden münafıkların utanç veren perişanlıklarını açıklamıştır. Onlar rezil ve mağlûp, müminler aziz ve muzafferdir, (ayet, 14 - 21).

Bu sure müminlere, kendilerine en yakın kişiler bile olsa bu ümmetin düşmanlarını dost edinen, münafıklık yapan, bu ümmetin bünyesini zayıf­latmak ve birliğini dağıtmak için bir onlardan bir bunlardan gözüken hain­lerden sakınmalarını emrederek sona ermiştir. Birbirlerini seven ve kenet­lenen ümmet ise gerçek iman ümmetidir, cennette ebedî kalacak olanlar takva sahibi müminlerdir.

Son olarak iman ile küfür ve nifak cephesi arasındaki farkı beyan et­miş, sevginin de buğzun da Allah için olması lâzım geldiğini, kâmil imanın Allah düşmanlarına düşman olmayı gerektirdiğini vurgulamıştır (ayet, 22). [4]

 

Zıhar Ve Keffareti:

 

1- Kocası hakkında sana müracaat eden ve Allah'a şikâyet eden kadı­nın sözünü Allah işitti. Allah sizin konuşmanızı işitiyordu. Çünkü Al­lah işitir, görür.

2- İçinizden hanımlarına zıhar ya­panlar; o kadınlar onların anneleri, Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.

3- Hanımlarına zıhar yapıp sonra söylediklerinden dönecek olanlar birbiriyle temas etmeden evvel bir köle azat etsinler. İşte size bu öğüt­leniyor. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

4- Kim (bunu) bulamazsa birbiriyle temas etmeden evvel aralıksız iki ay oruç tutsun. Buna da gucu yetmeyen, altmış yoksul doyursun.  Bunlar Allah ve Rasulüne iman et­meniz içindir ve bunlar Allah'ın sı­nırlarıdır. Kâfirler için elim bir azap vardır.

 

Belagat:

 

"Kocası hakkında... Allah'a şikâyet eden kadının sözünü Allah işitti." cümlesinde "işitti" mecazdır. Asıl manası "kabul etti, karşılık verdi" demek­tir." Aralarındaki alâka sebep sonuç ilişkisidir. İşitmesi kabulüne sebeptir.

"O kadınlar onların anneleri değildir", "onların anneleri onları doğu­ranlardır." cümlelerinde konuya daha fazla açıklık getirmek için "anne" ke­limesi tekrar edilmek suretiyle itnab yapılmıştır. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey peygamber, boşamak niyetiyle kendisine zıhar yapan "kocası hakkında" defalarca "sana müracaat eden ve" bir çare gösterir ümidiyle derdini "Allah'a şikâyet eden kadının sözünü Allah işitti." kabul etti ve cevap ver­di. Zaten "Allah sizin konuşmanızı işitiyordu. Çünkü Allah işitir, görür." Bu son cümle Allah'ın işitme ve görme sıfatlarının olduğunu ispat eden delil­lerdendir.

Zıhar, kocanın hanımına "sen bana annemin sırtı gibisin" demesidir. Araplar İslâm'dan önce zıhan en ağır boşanma şekli olarak kullanırlardı. Böylece hanımlarının, anneleri gibi kendilerine haram olduğunu ifade et­miş olurlardı. Bu benzetme sadece anneye değil -gerek nesep, gerek süt, gerekse hısımlıktan dolayı- kendisine ebediyyen haram olan kadınlardan herhangi birine yapılsa da yine zıhar olur.

Adı geçen kadın Evs. b. Samit'in eşi Havledir. Kocası zıhar yapıp bo-şayınca Rasulullah'a (s.a.) geldi. Rasulullah da örfe bakarak "sen ona ha­ram olmuşsun." dedi. Kadın: "Ya Rasulallah, beni boşamadı." dedi. Hanı­mın küçük çocukları vardı, üzüldü. Belki derdine bir çare gönderir ümidiy­le halini Allah'a arz etti. Bunun üzerine bu surenin ilk ayetleri indi.

"İçinizden hanımlarına zıhar yapanlar" iyi bilsinler ki "o kadınlar on­ların anneleri değildir. Onların anneleri ancak onları doğuranlardır." Dola­yısıyla hanımları, kendilerine haram olma konusunda mahremlerine ben­zemezler. "Bununla beraber onlar şüphesiz çirkin ve yalan bir söz söylüyor­lar." Zıhar yapan keffaret verip tevbe ederse, diğer günahlarda olduğu gibi burada da "Muhakkak Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır." Ayette geçen "içinizden" kelimesi bu adetin çirkinliğini ifade eder.

"Hanımlarına zıhar yapıp sonra söylediklerinden dönecek olanlar bir­biriyle temas etmeden" karı koca olmadan "evvel bir köle azat etsinler." "Söylediklerinden dönme" İmam Şafiî'ye göre, sünnete uygun şekilde boşa­ması mümkün olan bir zaman geçtiği halde hanımını boşamaması ile, Ebu Hanife'ye göre arzu ile bakmak dahil hanımını kendisine her şeyiyle helâl kabul etmesi ile, İmam Malik'e göre cinsi münasebete karar vermesiyle, Hasan-ı Basri ve Ahmed b. Hanbel'e göre de bilfiil münasebette bulunma­sıyla olur.

Azat edilecek kölenin alimlerin çoğunluğuna göre müslüman olması lâzımdır. Onlar, hata ile adam öldürme keffaretinde, azat edilecek kölenin müslüman olması şartının zıhar keffaretinde de şart olduğunu ileri sürer­ler. Yani mutlakı mukayyede hamlederler. Hanefiler ise gayr-i müslim de olsa bir köle azat etmenin zıhar keffaretinde yeterli olacağını söylerler.

"Temas etmeden evvel" sözü, keffaret vermeden cinsî temasta bulun­malarının haram olduğunu ifade eden bir delildir.

"Kim bunu" köle veya parasını "bulamazsa birbiriyle temas etmeden evvel aralıksız iki ay oruç tutsun." Ara vermemesi vaciptir, verirse yeniden başlar. Hastalık gibi bir mazeretten dolayı ara verirse baştan alıp almaması konusunda farklı görüşler vardır. Gece temasta bulunması -oruçlu olma­dığı için- Şafiîlere göre ara vermiş sayılmaz. Hanefî ve Malikilere göre ise yeniden başlar. Yaşlılık, iyileşmez bir hastalık veya kadına aşın düşkün­lükten dolayı "buna da gücü yetmeyen altmış yoksul doyursun." Şafiîlere göre her fakire o beldenin ana gıda maddesinden bir müd (ölçek), Hanefüe-re göre yarım sa' (bir ölçek adı) buğday veya bir sa' hurma veya bir sa' arpa vermelidir. Ve bu, temas etmeden önce olmalıdır. "Temas etmeden evvel" şartı her ne kadar burada zikredilmese de, köle azadı ve oruçta zikredildiği için, o yeterli görülerek burada zikredilmemiştir. Ama o şart burada vardır.

"Bunlar" yani bu açıklamalar, öğretilen bu hükümler, keffaret ödeme­de gösterilen bu kolaylık "Allah ve Rasulüne iman etmeniz içindir." Yani bütün bunlar, cahiliye adetlerini terkedip Allah'ı ve getirdiği hükümlerde Onun elçisini tasdik etmeniz için farz kılınmıştır.

"Ve bunlar Allah'ın sınırlarıdır." dinin hükümleridir. Bu sınırların ge­çilmesi asla caiz değildir.

Bu hükümleri kabul etmeyen "kâfirler için elim bir azap vardır." [6]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Kocası hakkında sana müracaat eden... Allah işitti" ayetinin (1. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Hakimin "sahihtir" diyerek naklettiğine göre Hz. Aişe şöyle dedi: "İşitmesi her şeyi kuşatan ne yücedir. Havle binti Sale-be'nin sözünü işitiyor, bazısını anlıyor bazısını anlayamıyordum. Kocasını Rasulullah'a (s.a.) şikâyet ediyor ve diyordu ki: Ya Rasulallah gençliğimi yedi, kendimi ona verdim ve çocuklar doğurdum, nihayet yaşım ilerleyip çocuktan kesilince bana zıhar yaptı. Ya Rabbi onu sana şikâyet ediyorum." diyordu. Daha yerinden ayrılmadan Cebrail bu ayetleri indirdi. Kocası Evs b. Samit'tir.

Ahmed b. Hanbel'in ve Kitabu't-Tevhid'de Buhari'nin ta'likan rivayet ettiğine göre Hz. Aişe şöyle demiştir: "İşitmesi bütün sesleri kuşatana hamdolsun. Mücadile (yani Havle) peygambere geldi, konuşuyor, ben oda­nın köşesinde ne dediğini işitemiyordum. Hemen Allah Tealâ "Kocası hak­kında sana müracaat eden kadının sözünü Allah işitti." ayetini indirdi."

İbni Mace ve Beyhaki gibi sünenlerde ve müsnetlerde rivayet edildiği­ne göre Evs. b. Samit, hanımı Havle binti Salebe kendisinden ilişki talebin­de bulunduğunda ona "Sen bana annemin sırtı gibisin." dedi. Cahiliye ade­tine göre kişi hanımına bunu söylerse hanımı ona haram olurdu. Evs he­men pişman olup hanımını çağırdı, bu sefer o reddetti ve: "Allah'a yemin olsun ki sen söyleyeceğini söyledin, artık Allah ve Rasulü hükmünü beyan edinceye kadar bana dokunamazsın." diyerek derhal Rasulullah'a gitti ve "Ya Rasulallah, ben güzel bir genç kız iken Evs benimle evlendi, yaşım iler leyip çoluk çocuk sahibi olunca beni kendisine annesi gibi (haram) kıldı ve beni başkalarına terketti. Ya Rasulallah, benim onunla beraber yaşamam için bir ruhsat görüyorsanız söyleyin." dedi. Rasulullah (s.a.)'da "Şu ana kadar senin durumun hakkında her hangi bir şeyle emrolunmadım." bu­yurdular. Bir başka rivayette de "Senin ona haram olduğundan başka bir şey görmüyorum." buyurdular. Hz. Aişe (r.a.) "Rasulullah talâktan bahset­medi." dedi. Havle defalarca Rasulullah'a müracat etti. Sonunda "Ya Rab-bi! İhtiyacımı ve sıkıntımı sana şikâyet ediyorum." dedi. Yine rivayet olun­duğuna göre Havle şöyle diyordu: "Benim küçük çocuklarım var, onları Evs'e bıraksam perişan olurlar, yanıma alsam aç kalırlar." Başını semaya doğru kaldırarak şöyle dua etmeye başladı: "Ya Rabbi! Şikâyetimi sana ar-zediyorum, Ya Rabbi! Peygamberin lisanına (vahyini) indir." Daha yerin­den ayrılmadan hakkında ayet nazil oldu. Rasulullah (s.a.) "Havle! Müjde" dedi. Havle: "Hayrolsun?" dedi. Rasulullah (s.a.) ona "Kocası hakkında sa­na müracat eden kadının sözünü Allah işitti." ayetini okudu.

Buhari'nin Tarih 'inde rivayet ettiğine göre Mücadile (Havle) bir gün Hz. Ömer'i durdurdu. Ona epeyce ağır konuştu. Hz. Ömer onu susurak dinledi.

Birisi "Ey müminlerin emiri! Ben seni hiç bu günkü gibi görmedim." de­di. O da "Nasıl dinlemem, onu Allah dinledi ve hakkında ayet indirdi." dedi.[7]

 

Açıklaması:

 

"Kocası hakkında sana müracat (mücadele) eden ve Allah'a şikâyet eden kadının sözünü Allah işitti. Allah sizin konuşmanızı işitiyordu. Çün­kü Allah işitir görür." Yani ey peygamber, kendisine "sen bana (haramlıkta) annem gibisin." diyerek zıhar yapan kocası hakkında sana müracat eden ve şikâyetini Allah Teâla'ya arz eden kadının kendisini üzüp kederlendiren bu durumu Allah Tealâ kabul etti. Allah zaten aranızda geçen o konuşma­ları işitiyordu. Çünkü Allah Tealâ işitilecek her şeyi ve görülecek her şeyi en mükemmel şekilde işitir ve görür. Sizin o kadınla aranızda geçen konuş­ma da bunlardan biridir.

"Mücadile" burada "muhavere" manasınadır. Muhavere de bir sıkıntı­dan çıkış yolu bulmak için konunun tekrar tekrar konuşulmasıdır. Şikâyet: Başa gelip de hoşlanılmayan şeyi haber vermektir. İşitme: Kendisiyle ses­lerin anlaşıldığı bir sıfattır ve ilim sıfatından başkadır. Burada bahsi geçen kadın Havle binti Salebe'dir. Kocası: Ensar'dan Evs. b. Samit'tir.

Daha önce de geçtiği gibi Buhari, Nesei ve daha başkalarının da Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettiğine göre o şöyle demişti: İşitmesi bütün sesleri kuşatan Allah'a hamdolsun, Havle binti Salebe geldi Rasulullah'a (s.a.) şi­kâyetini arzetti. Ben odanın köşesinde idim. Sözlerini tam anlayamıyor-dum. Hemen "Allah Tealâ kadının sözünü işitti." ayetini indirdi.

Ayetin başındaki "kad" beklenen bir şeyin oluşunu ifade eder. Nitekim Rasulullah (s.a.) ile bu kadın, onun şikâyet ve sözlerini Allah Tealâ'nm ka­bul etmesini ve bu konuda onu rahatlatacak hükmü indirmesini gözlüyor-lardı. "Allah işitti." sözü icabet etmek ve kabul etmekten mecazdır.

Sonra Allah Tealâ zıhar yapanları azarlayarak şöyle buyurdu: "Ha-nımlarına zıhar yapanlar, o kadınlar onların anneleri değildir. Onların an­neleri ancak onları doğuranlardır." Yani hanımlarına "Sen bana annemin sırtı gibisin, yani sen bana annem gibi haramsın." diyerek onları anneleri­ne benzetenlere gelince: Bu onların yalanıdır. Çünkü hanımları onların an­neleri değildir. Gerçekte anneleri, onları doğuranlardır. Bu ifade de bir tev-bih (azarlama) ve itab vardır.

"Bununla beraber onlar şüphesiz çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar Muhakkak Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır." Yani bu zıharı yapanlar bu sözleriyle, nasıl ki akıl kabul etmiyorsa aynı şekilde dinin de kabul etmedi­ği, cevaz vermeyip kabih gördüğü çirkin ve yalan bir söz söylemiş oluyor­lar. Allah'ın affı ve mağfireti çoktur. Zira vermeleri lâzım gelen keffareti. onları bu münkerden kurtarmak için meşru kılmıştır. Allah Teâla günah işleyip sonra tevbe edenleri affettiği gibi istediklerini tevbesiz de affeder Ayet-i kerimede "Şirkin dışında dilediklerini affeder." buyuruluyor.

Allah Tealâ, hanımı anneye benzetmek olduğu için zıharı "çirkin" ve "yalan" olarak vasıflandırdı. Bu, dinin kabul etmediği ve tanımadığı çirkin bir söz, yalan bir haberdir. Bu ifade zıhar yapmanın haram olduğuna delâ­let eder. Zıhar, Şafiilere göre de büyük bir günahtır. Çünkü bu, Allah'ın iz­ni olmadan O'nun hükmünü değiştirmeye yeltenmedir. Bunu yapan yalan­cıdır, dine muarızdır.

Zıhar, cahiliye devrinde ebedî haramlığı gerektiren ve dönüşü olma­yan bir talâk sayılırdı.

Şafii ve Hanbelilere göre zıharın sahih olmasının ölçüsü şudur: Talâkı sahih olan herkesin zıharı sahihtir. Buna göre âkil baliğ olanın zıharı sa­hihtir ve bu konuda müslüman, kâfir müsavidir. Dolayısıyla "hanımlarına zıhar yapanlar..." ayeti umumi olduğu için bu mezhepler nezdinde zımmı-nin talâkı sahih olduğuna göre zıharı da sahihtir. Hanefi ve Malikilere göre ise müslüman, âkil baliğ olan her kocanın zıharı sahihtir. Buna göre zım-minin zıharı sahih olmaz, üzerine hiçbir hüküm terettüp etmez. Çünkü "Sizden hanımlarına zıhar yapanlar" ayetinin zahiri müminlere hitap et­mektedir. Dolayısıyla bu, zıharın müminlere has olduğuna delâlet eder Çünkü sahih bir zıharın getireceği hükümlerden biri de hanımına dönmek isteyip de köle azadından aciz kalan kişinin oruç tutmasının vacip olması­dır, bu haliyle zımmiye orucun vacip olması mümkün değildir.[8]

Ahmed b. Hanbel hariç cumhura göre kadının kocasına "Sen bana an­nemin sırtı gibisin." diyerek zıhar yapması sahih değildir. Evzâi'ye göre bu bir yemindir, keffaret verir. Razi'ye göre bu görüş isabetli değildir. Çünkü zıharda erkek asıl olduğu halde ona yemin keffareti lâzım gelmiyor, kadına nasıl lâzım gelsin. Ve yine zıhar sözle haram kılmaktır. Halbuki kadın talâ­ka malik olmadığı için buna da malik değildir.

Ahmed b. Hanbel'den gelen kuvvetli bir rivayete göre ise kocasına zı­har yapan hanıma zıhar keffareti vacip olur. Çünkü o, "çirkin" ve "yalan" sözü söylemiştir. Ahmet'den gelen diğer bir rivayete göre yemin keffareti vacip olur. Bu, onun mezhep esaslarına daha uygundur.

Zıharda hanımın benzetüdiği kadına gelince: Hanefilere göre bu, ister nesep ister süt ister hısımlık sebebiyle olsun kişiye nikâhı ebediyyen ha­ram olan kadındır veya sırtı, karnı gibi bakması helâl olmayan bir uzvu­dur. Şafii mezhebi de böyledir. Ancak onlar oğlun hanımını ve zıhar yapa­nın süt kızını istisna ettiler. Çünkü bu ikisi bir zaman ona helâl idiler. O zamanı kastetmiş olması muhtemeldir.

Malikilere göre benzetilen varlık, cinsî teması kocaya asla helâl olma­yan her hangi bir varlık olabilir. Bu erkek olur, kadın olur veya hayvan ola­bilir. Bu itibarla kişinin hanımını veya saçı ve eli gibi bir cüzünü annesine benzetmesiyle zıhar sahih olur.

Hanbelilere göre de benzetme ister tamamına ister eli, yüzü, kulağı gi­bi bir uzvuna yapılsın zıhar sahih olur. Ayrıca ister nesep ister süt ister hı­sımlık sebebiyle olsun kendisine ebediyyen haram olan kadınların hepsine şamildir. Mesela anneler, nineler, teyzeler, halalar ve kızkardeşler buraya dahildir. Ve yine hanımın kızkardeşi veya halası gibi muvakkaten haram olan kadınlara, erkekler, hayvanlar veya ölüler gibi aslen haram olanlara da şamildir. Yani bunlara benzetmek zıhar olur.

Sonra Allah Tealâ zıhar keffaretini beyan ederek şöyle buyurdu: "Ha­nımlarına zıhar yapıp sonra söylediklerinden dönecek olanlar birbiriyle te­mas etmeden evvel bir köle azat etsinler. İşte size bu öğütleniyor. Allah, yaptı­ğınız her şeyden haberdardır." Yani kendilerinden zıhar sadır olanlar sonra bunu bozmak ve temasın mubah olduğu önceki hallerine dönmek isterlerse, söyledikleri bu söz sebebiyle, temas etmeden önce bir köle azat etmeleri üzerlerine vaciptir. Keffaret vermeden temasta bulunmaları caiz değildir. İşte size emredilen hüküm veya keffaret budur. Ya zıhar günahını irtikap etmekten vaz geçersiniz veya bu emirlere uyarsınız. Allah amellerinizden haberdardır, hiçbir şey ona gizli kalmaz. Bunların karşılığını verecek Odur.

Bu ayette geçen "dönmek" kelimesi ile ne kastedildiği hususunda alimler ihtilâf etmişlerdir: Zahiriyye mezhebi ve Ebulaliye'ye göre zıhar lafzının tekrar edilmesidir. Buna göre zıhar lafzını tekrar etmedikçe keffa­ret lâzım gelmez. Bu görüş batıldır. Hanefi ve Malikilerde meşhur olan görüşe göre "dönmek" temasta bulunmaya karar vermektir. İmam Şafii'ye gö­re bunun manası zıhardan sonra kocanın hanımını, boşaması mümkün ola­cak kadar bir müddet tutması ve boşamamasıdır. Çünkü onu annesine benzetmesi hanım olarak tutmamasını gerektirir. Tutmuşsa sözünden dön­dü, demektir.

Ahmed b. Hanbel'e göre ise temasa dönmesi veya buna karar vermesi­dir. Keffaret vermedikçe bu ona helâl olmaz.

Kısacası bu konuda üç veya dört görüş vardır: Zıhar lafzının tekrarı, temasa karar verme, önden temas ve boşayabileceği kadar bir müddet tut-masu Zahiriyye mezhebinin görüşüne cumhur şu cevabı vermiştir: Bu gö­rüş ilk zıharın keffaret gerektirmediğini ifade eder ki Havle kıssası bunu reddetmiştir. Zira "tekrar" rivayet edilmemiş, Rasulullah da böyle bir şey sormamıştır.

"Bir köle azat etmek" her azası tam olan bir köle azat etmektir veya bir köle azat etmek üzerlerine vaciptir. Burada köle, iman şartı olmadan mutlak gelmiştir. Bu da kâfir olsun mümin olsun herhangi bir köle azat et­menin yeterli olmasını gerektirir. Hanefi ve Zahiriler nassın bu şekilde za­hirine göre hükmetmişlerdir. Çünkü iman şart olsaydı Allah Teâla hata ile öldürme keffaretinde olduğu gibi burada da beyan ederdi. O halde Allah Tealâ'nın mutlak getirdiği yerde mutlak, mukayyed getirdiği yerde mukay-yed yapmak vaciptir, şu halde herbiriyle kendi yerinde amel edilmelidir. Hanefilerin görüşü şu esasa bina edilmiştir: "Burada imanı şart koşmak nassa bir ilâvedir, bu ise nesihtir. Halbuki Kur'an ancak Kur'an ile veya mütevatir veya meşhur haber ile nesholunur. Mutlak mukayyede ancak aynı hükümde ve aynı hadiste olursa hamlolunur."

Cumhur ise mutlakı mukayyede hamlederek nasıl kölenin mümin ol­ması hata ile öldürmede nas ile şart kılınmışsa diğer keffaretlerde de şart­tır demiştir. Çünkü hepsinde mucip aynıdır; köle azat etme. İmam Malik'in kendi senediyle siyah cariyenin kıssası hakkında Muaviye b. Hakem es-Su-lemi'den rivayet ettiği Rasulullah'ın (s.a.) "Onu azat et. Çünkü o cariye müminedir.[9] hadisi ile de bu görüş kuvvet kazanmaktadır.

"Birbiriyle temas etmeden" sözünde bahsedilen şahıslar, daha önce sö­zü geçen zıhar yapan koca ile zıhar yaptığı hanımıdır. "Temas" cinsel ilişki­den kinayedir. Bu sebeple keffaretten önce ilişki haramdır. Hanefi'lere göre öpme gibi ilişkiye hazırlayan hareketler de haramdır. Çünkü haramın yolu da haramdır. Şafiilerde azhar olan görüşe göre bu, haram değildir. Tıpkı hayızlı kadın ve oruçlu insan gibi, temas haramdır, teması hazırlayan ha­reketlerde bulunması haram değildir.

"Kim bunu bulamazsa temas etmeden önce aralıksız iki ay oruç tutsun." Yani elinde kölesi olmayan, zaruri ihtiyacından fazla olarak köle pa­rası da bulamayan veya zamanımızda olduğu gibi köle bulunmadığı için satın alıp azat edemeyen kişi, Kur'an nassının emri ile cinsi münasebette bulunmadan önce aralıksız iki ay oruç tutması vaciptir. Bu orucun aralık­sız olması üzerinde alimler icma etmiştir. Bir mazeretten dolayı bir veya birkaç gün tutmasa veya gece yahut gündüz bilerek münasebette bulunsa cumhura göre yeniden başlar. İmam Ebu Yusuf ve Şafii'ye göre gece temas­ta bulunursa yeniden başlamaz, çünkü gece oruç zamanı değildir.

.Malikilere göre hastalıkla, unutarak oruç tutmamakla, tehdit altında orucu bozmakla, henüz fecir doğmadı veya güneş battı zannederek yiyip iç­mekle ara vermiş sayılmaz.

Hanefilere ve Şafiilerde karar kılınan sonraki görüşe göre, hastalık gi­bi oruç bozmayı mubah kılan bir mazeret sebebiyle oruç tutmazsa ara ver­miş sayılır. Cinnet getirme sebebiyle tutmasa ara vermiş sayılmaz.

Hanbelilere göre zıhar yapan kişi iki ay boyunca bir mazeretten dolayı oruca ara verirse kaldığı yerden devam eder, özürsüz bozarsa yeniden başlar.

Alimler "kifaf miktarı'nda ve maddi durumunun iyi olup olmamasının zamanı konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Malik'e ve İmam Şafii'nin az-har olan görüşüne göre keffareti eda zamanındaki haline itibar edilir. Çün­kü keffaret, teyemmümün abdeste, namazda oturmanın kıyama bedel sa­yılması gibi bedeli kendi cinsinden olmayan bir ibadettir. Dolayısıyle eda vaktindeki haline itibar edilir. Ahmed b. Hanbel ise keffarette ibadet değil ukubet tarafının galip olduğunu esas alarak, vücub vaktine itibar etmiştir.

İki ayın hesaplanmasında neyin esas alınacağına gelince; en meşhur olanı hilâllerin esas alınmasıdır. Kamerî ayın tam veya noksan olması ara­sında fark yoktur. Ayın başında başlayan kişi ay noksan bile olsa hilâle gö­re iki ayı tamamlar. Kamerî ayın başında başlamayana gelince; ondan son­ra gelen ayı hilâle göre tamamlar. Önceki ayın gününü ise diğer aydan otu­za tamamlar. Çünkü başında başlamadığı için onda hilâle göre sayması mümkün olmaz. Hanefilere göre ise mutlaka altmış gün tutmalıdır.

"Buna da gücü yetmeyen altmış yoksul doyursun." Yani yaşlılıktan ve­ya müzmin hastalıktan veya adeten tahammül edilmeyecek ağır bir me­şakkatten dolayı aralıksız iki ay oruç tutamazsa, altmış yoksul doyurması vacip olur. Hanefilere göre bunun miktarı fıtır sadakası gibi ya yarım sa' buğday veya bir sa' (ikibin yedüyüz ellibir gram) hurma veya arpadır. Bu da yine temastan önce verilmelidir ve fıtır sadakasının verildiği yerlere ve­rilir. Kur'an'm zahirine göre ister ibaha (yemek olarak yedirme) ister tem­lik (eline verme) şeklinde olsun caizdir. Çünkü vacip olan it'âmdır. İfâmın hakikati ise imkân vermedir. Bu da ibaha ve temlik yolu ile yerine gelmiş olur.

Malikilere göre eğer beldenin ana gıda maddesi buğday ise buğdaydan üçte iki müdd[10] her bir yoksula temlik eder, arpa veya darı veya başkaların­dan veremez. Şayet ana gıda maddesi buğdaydan başka bir şey ise o gıda­dan miktar olarak değil ama doyurma açısından üçte ikisi müd buğdaya denk miktarı temlik eder. Üçte iki müdde ulaşmak şartıyle öğle ve akşam yemeklerini yedirmesi (yani ibaha yolu) da yeterlidir.

Şafii ve Hanbeliler de temliki şart koşarlar. Her fakire verilecek mik­tar ise buğdayda bir müd, hurma ve arpada yarım sa'dır. Temliki şart koş-malanndaki delil kıyastır. Bunu zekâta ve fıtır sadakasına kıyas ederler.

"Altmış yoksul doyursun" ayetinin zahiri mutlaka "altmış" sayısının bulunmasını gerektirmektedir. Bundan dolayı Hanefiler hariç cumhura gö­re bir kişiyi altmış gün doyursa sahih olmaz. Çünkü ayetin zahiri altmış kişiyi doyurmayı vacip kılmıştır. Zahire riayet edilmesi vaciptir. Hanefilere göre ise bu caizdir, zira maksat muhtacın ihtiyacını gidermektir. Her gün bu miktar aynı kişiye verilirse, her gün tekerrür eden o ihtiyacı giderilmiş olur.

Ancak bu görüş nassın zahirine muhaliftir. Bir kişi hakkında ihtiyacın tekerrür etmesiyle bu altmış fakir olmaz. Maksat ihtiyaç gidermektir, şek­lindeki talil, nassın muktezasını iptal etmektedir. Dolayısıyla bu caiz olmaz.

Alimler zıhar keffaretinin ayetlerdeki tertibe göre verilmesi lâzım gel­diğinde ittifak etmişlerdir. Önce köle azadı, sonra oruç, sonra fakir doyur­ma. Buhari ve Müslim'in de rivayet ettiği, Ramazanda hanımına yakın olan kişinin kıssası ile ilgili hadis-i şerifler de bu tertibi emretmektedir.

Yine fakihler, keffareti ödemeden hanımına yaklaşan kişinin emr-i ilâ­hiye muhalefet ettiği için günahkâr olacağında ittifak etmişlerdir. Bu halde de keffaret sakıt olmaz, keffaret verinceye kadar hanımı kendisine haram olmaya devam eder. Bu hüküm azat etme, oruç ve fakir doyurmanın her üçüne de şamildir.

Keffareti eda ederken hanımına yakın olsa bu hareketin hükmü hak­kında fakihler şu farklı görüşleri serdettiler:

Malikilere göre keffaret öderken münasebet haramdır, yaptığı keffare­ti iptal eder ve neresinde olursa olsun yeniden başlar.

Şafiilere göre zıhar yapan kişi oruç tutarken gece temasta bulunsa gü­nahkâr olur. Çünkü keffaretten önce temasta bulunmuştur. Ancak yeniden başlamaz, çünkü gece yemek yemiş gibi sayılır ve bu teması "aralıksız tut­macına zarar vermez. Aynı şekilde fakir doyurma şeklinde eda ederken te­masta bulunsa yine devamına zarar vermez.

Hanefi ve Hanbeliler ise şu tafsilatı getirdiler: Keffareti oruç tutarak eda ederken temasta bulunsa tuttuğu oruçlar fasit olur, yeniden başlamadır. Ama fakir doyurarak eda ederken temasta bulunsa yedirdikleri batıl olmaz, iadesi lâzım gelmez. Çünkü ayet-i kerimeler köle azadında ve oruç tutmada bunların temastan önce yapılması şartını getirdikleri halde fakir doyurmada bu şart zikredilmemiştir.

"Bunlar Allah ve Rasulüne iman etmeniz içindir ve bunlar Allah'ın sı­nırlarıdır. Kâfirler için elim bir azap vardır." Yani beyan ettiğimiz zıhar se­bebiyle keffaret vacip olması hükmü, sizin Allah'ın Tealâ dinini ve emrini ve Rasulünü (s.a.) tasdik etmeniz, dinin koyduğu sınırlan çiğneyip geçme­meniz ve orada durmanız, çirkin ve yalan bir söz olan zıhan bir daha yap­mamanız içindir. Zikredilen bu hükümler Allah'ın koyduğu sınırlar yani haramlardır, onlara riayet edin ve çizdiği bu sınırlan geçmeyin. Zira Allah Tealâ zıhann bir masiyet olduğunu, adı geçen zıhar keffaretinin affı ve mağfireti sağlıyacağının umulacağım, bu sınırlara riayet etmeyip çiğneyen kâfirler için ise bu küfürlerine karşılık dünyada olduğu gibi ahirette de acı bir cehennem azabı olduğunu beyan etmiştir.

Haccm Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkı olduğunu beyan eden ayetin sonunda "Kim bu hakkı inkâr ederse (tanımazsa) bilsin ki Allah alemlerden müstağnidir." (Ali İmran, 3/97) ifadesinde olduğu gibi burada da vebalin ağırlığını hissettirmek için sınırlan tecavüz edenler için "kâfir" kelimesi kullanılmıştır. [11]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayet-i kerimelerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- Gam, keder ve darlıktan dolayı yapılacak şikâyetin Allah'a arzedil-mesi en etkili yoldur. Nitekim Allah Tealâ Havle binti Salebe'nin şikâyeti­ne cevap vermiş, onun yardım talebini kabul etmiş, Allah'ın lütuf ve ihsa­nına itimadı tam olduğu için Rabbinden beklediği gerçekleşmiştir. "...Allah işitti." den maksat da işte bu icabet ve kabuldür.

2- Zıhar günahtır, haramdır, dinen kabul görmeyen çirkin ve yalan bir sözdür. Çünkü hanım, anne değildir. Anneler kişiyi doğurandır. Zıhann as­lı kişinin hanımına "Sen bana annemin sırtı gibisin." demesidir. Bunu söy­leyenin zıhar yapmış olacağında icma vardır. Aynı şekilde "Sen bana kızı­mın" veya "kızkardeşimin" veya kendisine nikâhı haram olan herhangi bi­risinin "sırtı gibisin" demesiyle de zıhar yapmış olur.

Zıhar, sarih ve kinaye olmak üzere iki çeşittir. Sarih, kocanın hanımı­na "Sen bana annemin sırtı gibisin." veya "Sen bana annemin sırtı gibi ha­ramsın." veya "annemin karnı" veya "başı gibisin" şeklinde benzetmeler yapmasıdır. Bunlan söyleyen zıhar yapmış sayılır.

Kinayeli zıhar ise "Sen bana annem gibisin" şeklindeki sözlerdir ki bunlarda niyet esastır: Şayet zıhara niyet etmişse dört mezhebe göre de zıhardır, çünkü mutlak bir ifadeyle hanımını annesine benzetmiştir, bu ise zıhar olur. Niyet etmemişse zıhar olmaz.

İster zifaftan önce ister sonra olsun, talâkı caiz olan her kocanın hanı­mı hakkındaki zıharı gerçekleşir.

İmam Malik'e göre kişi yabancı bir kadına zıhar yapsa daha sonra bu kadınla nikâhlansa önceki yaptığı o zıhar sahihtir. İmam Ebu Hanife ve Şafii'ye göre sahih değildir, çünkü ayet-i kerime "hanımlarına" ifadesini getirmiştir. Nikâhtan önce o, onun hanımı değil idi.

İmam Ebu Hanife ve Maliki'ye göre zımmi (gayri müslim)in zıhan sa­hih değildir. Zira ayette "İçinizden hanımlarına zıhar yapanlar..." denil­mektedir. Bu, zımminin hitap dışı kalmasını gerektirir, "hanımlarına zıhar yapanlar..." lafzının umum oluşundan dolayı İmam Şafii ve Ahmed'e göre zımminin zıharı sahihtir.

Cumhura göre kadının kocasına zıhar yapması sahih değildir. Çünkü Allah Tealâ "içinizden hanımlarına zıhar yapanlar..." diyerek erkeklere hi­tap etmiş "siz kadınlardan kocalarına zıhar yapanlar" dememiştir. O halde zıhar sadece erkeklere aittir. Evzâi, İshak ve Ebu Yusuf a göre kadın koca­sına "Sen bana annem filan gibisin" dese bu bir yemin olur, keffaretini ve­rir. Ahmed b. Hanbel'e göre ise kadına da zıhar keffareti vacip olur, çünkü onun yaptığı da çirkin ve yalan bir sözdür.

Sarhoşun talâkı gibi zıhan da sahihtir. Aklı yerine geldiği zaman itti­fakla o talâk ve zıharın hükmü geçerlidir. Hanefiler hariç cumhura göre tehdit altındaki kişinin zıhan sahih olmaz. Öfke halinde zıhar yapanın zı­harı sahihtir. Hanımı Havle binti Salebe'ye zıhar yapan Evs b. Samit'in ha­li gibi kadınlara karşı aşın meyli olan kişinin de zıhan sahihtir. Ancak bu duygu cinnet derecesine ulaşırsa bir şey lâzım gelmez.

Cumhura göre zıhar yapan koca keffaret vermedikçe hanımıyla te­masta bulunamaz, zevk verecek her hangi bir hareketle ona yaklaşamaz. Şafii'ye göre geceleri cinsi münasebette bulunmadan dokunması orucunun devamlılık şartına zarar vermez.

Keffaret ödemeden münasebette bulunursa cumhura göre sadece bir keffaret öder. Çünkü ayet zıhar yapana, hanımına dönmeden önce bir kef­faret ödemesini vacip kılmıştır. Temasta bulununca bu öncelik bitmiştir, o halde keffaretin vücubunun aslı kalır. Ayette bu önceliğe riayet etmezse başka bir keffaretin vacip olacağına dair bir delâlet yoktur. Mücahid, Kata-de ve Abdurrahman b. Mehdi'ye göre iki keffaret lâzımdır. Dört hanımına hitaben "Siz bana annemin sırtı gibisiniz." diyen, dördünden de zıhar yap­mış olur, keffaret vermeden hiçbiriyle münasebette bulunamaz. Cumhura göre bu kişinin tek bir keffaret vermesi yeterlidir. Amam Şafii'ye göre dört keffaret vermelidir.

Bir insan dört kadına hitaben "Sizinle evlenirsem siz bana annemin sırtı gibi olasınız." dedikten sonra birisiyle evlense keffaret vermedikçe ona yaklaşamaz. Sonra diğerleri hakkındaki yemin ondan sakıt olur.

Kişi hanımına "Sen bana annemin sırtı gibisin ve sen kesin (üç talâk­la) boşsun." derse hem zıhar hem talâk lazım gelir. O kadın başka birisiyle evlendikten sonra tekrar onunla evlenmedikçe keffaret vermesi lâzım gel­mez. Onunla evlenirse keffaret vermedikçe münasebette bulunamaz. Mali-kilere göre kesin talâkla boşanan kadına artık zıhar yapılamaz.

3- Zıhar keffareti şu tertip üzere vacipdir: Köle azadı, sonra peş peşe iki ay oruç, sonra altmış yoksulu doyurmak. Bunlar Hanefilere göre cinsî temas ve hazırlayıcı hareketlere tevessül etmeden önce, Şafiilere göre de sadece cinsî temastan önce eda edilecektir. Keffaretten önce ilişkiye girer­se, daha önce açıklandığı gibi alimlerin çoğuna göre sadece bir keffaret va­cip olur.

4- Zıhar yapanın "söylediğinden dönmesi"nin manası: Hanefi ve Mali-kilere göre temasa karar vermesi veya bunu istemesidir. Hanbelilere göre fiilen temasta bulunmasıdır. Şafiilere göre ise kocanın talâk verip boşama­ya muktedir olduğu halde zıhardan sonra hanımını nikâhında tutmasıdır. İhtiyatlı olanı, keffaret vermeden kadının, kocasının kendisine yaklaşması­na müsade etmemesidir. Koca ihmalkâr davranırsa mahkeme müdahale eder ve keffaret vermeye zorlar.

5- Hanefilere göre köle kâfir de olsa veya mükâtep köle gibi köleliğin­de şaibe de bulunsa yeterlidir. Diğer mezheplere göre mümin köleden baş­kası sahih olmaz. Şafiilere göre mükâteb köle azat etse yeterli olmaz.

Köle veya parasım bulamayan veya kölesi olmakla birlikte onun hizme­tine şiddetle ihtiyacı bulunan veya köle parasma malik ancak nafaka için o paraya ihtiyacı olan veya bir meskeni var ama başka bir şeyi olmayan kimse, Şafii'ye göre oruç tutabilir. İmam Ebu Hanife'ye göre köleye ihtiyacı olsa da köle azat etmelidir, oruç tutamaz. İmam Malik'e göre eğer evi ve hizmetçisi varsa köle azat etmelidir. Bunu yapamazsa o zaman oruç tutar.

6- Orucun aralık vermeden tutulması şarttır. Özürsüz ara verirse ye­niden başlamalıdır. Sefer veya hastalık gibi bir özürle ara verecek olursa Maliki ve Hanbelilere göre kaldığı yerden devam eder. Hanefi ve Şafiilere göre yeniden başlar. Ancak bunlara göre de hayız, nifas veya cinnet sebe­biyle devamlılık kesilmiş sayılmaz.

Cumhura göre "temas etmeden evvel" kaydı bulunduğu için gece veya gündüz temasta bulunursa devamlılık bozulur. Şafiilere göre gece temasta bulunursa bozulmaz, çünkü gece oruç zamanı değildir.

7-  İmam Malik, Şafii ve Ahmed'e göre mutlaka altmış ayrı fakir do-yurmalıdır. Ebu Hanife ve ashabına göre bir fakire her gün yarım sa' vere­rek sayıyı altmışa tamamlarsa sahih olur.

8- Zıhar keffareti Allah'a imandır. Çünkü Allah Teâla "Bu hükümler Allah'a ve Rasulüne iman etmeniz içindir." buyurmuştur. Yani Allah'a ita­atkâr olmanız, keffaret sınırlarında durup onları çiğnememeniz içindir. Keffaret verme itaat, hududa riayet iman olarak isimlendirilmiştir. Al­lah'ın bu hududu, isyanla itaat arasındadır. İsyanı zıhar, itaati keffarettir. Allah'ın hükümlerini tasdik etmeyen için cehennem azabı vardır.

Bu, amelin imana dahil olduğuna bir delildir. Çünkü Allah Teâla bun­ların yapılmasını emrettikten sonra, bu hükümleri insanlar bunlarla amel etsinler de mümin olsunlar diye emrettiğini beyan etmiştir. Bazıları ayet "Allah'a iman etmeniz içindir." şeklindedir, "bu hükümlerle amel etmek su­retiyle Allah'a iman etmeniz içindir" şeklinde değildir diyerek bu ayetin amelin imandan olduğuna delil olmadığını söylemişlerdir. Fahreddin Razi ayetin manasının "Bu hükümleri ikrar etmek suretiyle iman etmeniz için­dir." olduğunu söylemiştir.

"Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kâfirler için elim bir azap vardır." ayeti bunlara itaatin vacip olduğuna ve inkâr edip tekzip edene azap olduğuna delâlet eder. [12]

 

Allah'a Ve Peygambere Düşmanlık Yapanlara Tehdit:

 

5- Allah'a ve peygamberine muhale­fet edenler, kendilerinden öncekile­rin uğratıldıkları zillet gibi zillete  uğratıldılar. Halbuki biz açık açık  ayetler indirmiştik. Kâfirler için  aşağılayan bir azap vardır.

6. o gBudB Mlah onlarm hepsini diriltecek de kendilerine yaptıklarını  haber verecektir. Allah yaptıklarım  sayıp-döker, onlar İse bunu unut- muşlardır. Allah her şeye şahittir.

7- Görmedin mi ki muhakkak Allah  göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir.üç ki§iden bir ftsıltı sadır olsa'mu-hakkak O bunların dördüncüsüdür.Beşten sadır olsa muhakkak ° bunların altıncısıdır. Bundan daha az  ve daha çok olsa da, nerede olursa  olsunlar O bunların yanındadır. Sonra kıyamet gününde kendileri­ne bütün yaptıklarını haber vere­cektir. Şüphesiz Allah her şeyi bilir.

 

Belagat:

 

"Bundan daha az ve daha çok olsa da" cümlesinde "az" ile "çok" keli­meleri arasında tezat vardır. [13]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah ve peygamberine muhalefet edenler" cümlesinde muhalefet Arapça "yuhâddüne" ile ifade edilmiştir. Bu kelime "mani olmak" anlamın­dadır. Onun için kapı bekçisine "haddad" denir.

"Allah'a ve peygamberine muhalefet edenler, önceki" milletlerin kâfirle­rinin, peygamberlerine muhalefetten dolayı "uğratıldıkları zillet gibi zillete uğratıldılar." yardımsız bırakıldılar.

"Halbuki biz" peygamberin ve onun getirdiklerinin doğruluğunu göste­ren, anlaşılır "açık açık ayetler indirmiştik." Bu ayetleri inkâr eden "kâfirler için aşağılayan" zelil düşüren, gurur ve kibirlerini kıran "bir azap vardır."

"O günde Allah" hiçbirini bırakmadan "hepsini diriltecek de" onların durumunu teşhir etmek, azabı hak ettiklerini göstermek ve azarlamak için herkesin önünde "kendilerine yaptıklarını haber verecektir. Hiçbir şeyi atla­madan "Allah Tealâ yaptıklarını sayıp-döker, onlar ise" çok olduğu veya kü-çümsedikleri için "bunu" çoktan "unutmuşlardır."

"Üç kişiden bir fısıltı sadır olsa muhakkak o bunların dördüncüsüdür" cümlesinde "fısıltı" ayetteki "necva" kelimesinin karşılığıdır. "Necva" yük­sek tepe anlamına gelen "Necvatün" kelimesinden türemiştir. Gizli konuş­mak isteyenler başbaşa olabilmek için yüksek bir yere çıkma ihtiyacı duy­duklarından "fısıltı" kelimesi "necva" ile ifade edilmiştir.

"Beşten sadır olsa muhakkak o bunların altıncısıdır" cümlesinde bu durumun beş ve altı ile sınırlandırılmasında iki ihtimal vardır: Ya özel ola­rak bir olaya işarettir, çünkü bu ayet münafıkların aralarında fısıltı ile ko­nuşmaları üzerine inmiştir. Veya istişarenin en az iki kişi arasında olabile­ceğine işarettir. [14]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

İslâm dininde zıharın hükümlerini beyan ettikten ve zıhara teşebbüs edenleri kınayıp Allah'ın sınırlarına riayet eden müminleri ise medhü sena ettikten sonra, Allah'ın dinine muhalefet edip Allah ve Rasulünün emirle­rine karşı çıkanların dünyada uğrayacakları rezalet ve rüsvalıklarla ahi-rette zillet ve ihanetin zirvesinde görecekleri azabı zikretti. Allah Teâla ha­ber verdi ki O, insanların her ameline muttalidir ve gizli - aşikâr onların hiçbir hareketi O'na gizli kalmaz. Bunların hepsini onlara hesap günü ha­ber verecek ve amellerine göre karşılık verecektir. [15]

 

Açıklaması:

 

"Allah'a ve peygamberine muhalefet edenler, kendilerden öncekilerin uğratıldıkları zillet gibi zillete uğratıldılar." Yani Allah'a ve peygamberine düşmanca davranan ve Rablerinin dinine muhalefet edip inatlaşanlar, geç­miş ümmetlerden Allah'ın dinine düşmanca davranmaları sebebiyle zelil ve rezil edilen kâfirler gibi zelil ve rüsva edildiler, hakaret ve lanete uğra­dılar. Müşrikler bu zilleti Bedir ve Hendek'te bir kısmının öldürülmesi bir kısmının esir edilmesi suretiyle yaşamışlardır. Ayrıca bu ayette müminle­rin kendilerine düşmanlık edenlere karşı zafer kazanacağına dair bir müj­de, ilâhi kanunları ve esasları terk eden müslümanlara da bir tehdit var­dır. "Kim kendisine hidayet yolu belli olduktan sonra peygambere muhalefet eder, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakırız. Kendisini cehenneme koyarız." (Nisa, 4/115) mealindeki ayeti ke­rime de bu ayetin bir benzeridir."Halbuki biz açık açık ayetler indirmiştik. Kâfirler için aşağılayan bir azap vardır." Yani insanlar için biz açık açık ayetler indirdik, bunlara kâfir ve facirlerden başkası muhalefet etmez. Bu ayetleri inkâr eden, Allah'ın di­nine karşı kibir gösterip uymayanlar için, bu inkârları ve tekebbürleri se­bebiyle zelil edici ve aşağılayıcı bir azap vardır. Bu azap dünyada rüsva ol­ma ahirette cehennem azabıdır.

"O günde Allah onların hepsini diriltecek de kendilerine yaptıklarını haber verecektir. Allah yaptıklarını sayıp döker, onlar ise bunu unutmuşlar­dır. Allah her şeye şahittir." Yani Cenab-ı Hak o günü tazim için zikretti, öncekilerin ve sonrakilerin hepsini toplayacağı hesap gününde onlar için aşağılayıcı bir azap olduğunu haber verdi. Onlardan diriltilmedik hiç kim­se kalmayacak, sonra Allah aleyhlerinde delil olsun diye dünyada yaptıkla­rı kötü amellerini kendilerine haber verecek. Kitapların da Kiramen Kâti-bi'nin tescil ettiği hayır ve şer ne yaptılarsa hepsini haber verecek. Halbuki onlar bu yaptıklarını unutmuşlardı. Allah Teâla her şeye muttalidir, görür, hiçbir şey O'na göre gaib değildir, gizli olmaz, hiçbir şeyi unutmaz.

Aynı şekilde bu ayette de çirkin fiiller ve kötü ameller yapan herkes için ağır bir tehdit vardır.

Sonra Allah Tealâ yukarıda geçen ilminin her şeyi ihata ettiğine ve her şeye muttali olduğuna dair ayeti tekid ederek şöyle buyurdu:

"Görmedin mi ki muhakkak Allah Tealâ göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Üç kişiden bir fısıltı sadır olsa muhakkak O bunların dördüncüsüdür. Beşten sadır olsa muhakkak O bunların altıncısıdır. Bundan daha az ve daha çok olsa da, nerede olursa olsunlar O bunların yanındadır." Yani Ey Peygamber ve ey muhatap! Bilmedin mi ki Allah'ın ilmi geniştir, yerde ve gökteki her şeyi kuşatır. Onlardaki hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Üç veya beş kişi arasında fısıltı halinde bir konuşma geçse O, ilmi ile onlarla bera­ber olur, fısıltı halindeki sözlerini işitir. Sayıları bundan az da olsa çok da olsa, onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca da olsa, nerede ve ne zaman olursa olsun muhakkak onları bilir, gizliyi aşikârı bilir, hiçbiri O'na gizli ol­maz, gizli ve aşikâr aralarındaki konuşmalar Ona göre gaib sayılmaz. Çünkü Allah'ın ilmine hiçbir engel olamaz, onların sözlerini işitir, nasıl ve nerede olursa olsunlar yerlerini görür. Bununla beraber yine melekleri in­sanların konuşmalarını yazarlar.

Ayette iki ve dördün bırakılıp üç ve beşin zikredilmesinin sebebi ya nüzul sebebi olan hadiseye işaret veya müşaverenin tabiatı bunu gerektir­diği içindir. Nitekim bu ayet müminleri kızdırmak için fısıldaşarak konu­şan bir grup Yahudi hakkında nazil olmuştu. Bunlar üç veya beş kişi idiler. İbni Abbas'tan rivayet olunduğuna göre Amr'm iki oğlu Rabia ve Hubeyb ile Safvan b. Ümeyye bir gün konuşuyorlardı. İçlerinden birisi: "Ne dersi­niz, Allah ne söylediğimizi bilir mi?" diğeri: "Bazısını bilir bazısını bilmez.",üçüncüsü de: "Bir kısmını bilirse hepsini bilir." dedi bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Müşaverenin tabiatının bunu gerektirmesi ise müşaverede tekli sayı asıl olmasından ileri gelir. Zira iki veya dört kişi ihtilâfı bitirmez. Üçüncü veya beşinci kişi aralarında ortayı bulan bir hakem gibidir. Allah Tealâ bu­na dikkat çekmek için üç ve beşi zikretmiş olabilir.

Bunun benzeri ayeti kerimeler Kur'an-ı Kerimde çoktur: "Bilmiyorlar mı ki Allah onların sırrını ve fısıltısını bilir ve muhakkak Allah gaybları en iyi bilendir." (Tevbe, 9/78), "Yoksa onlar bizim onların sırrını ve fısıltısını duymadığımızı zannediyorlar?" (Zuhruf, 43/80). Bu sebeple tefsir alimleri buradaki Allah'ın onlarla beraber olmasından maksat, Allah'ın bunları bil-mesidir demişlerdir.

Allah Teâla her şeyi bilmesi, görmesi ve işitmesinin yanında yarattık­larının bütün işlerine de muttalidir. Nitekim bunu şu ayette ifade etmekte­dir: "Sana kıyamet günü onlara bütün yaptıklarını haber verir. Şüphesiz Allah her şeyi bilir." Yani Allah, fısıltı ile konuşanlar olsun başkaları olsun, kıyamet günü kullarına bütün yaptıklarını haber verecektir. Ta ki onlar Allah'ın kendilerinden haberdar olduğunu bilsinler ve bu, kötülük ve hile fısıldaşanlara bir tekdir ve tazir olsun. Allah her şeyi ve her ameli bilen ge­niş ilim sahibidir. Her hangi bir gizli şey Ona gizli olmaz ve onların karşı­lığını verecektir. Ahmed b. Hanbel, bu ayetin bilmekle başlayıp, bilmekle bittiğini söylemiştir. [16]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılır:

1- Allah'ın dinine muhalefet eden veya düşmanlık eden veya sınırlarını aşan herkes dünyada zelil ve rüsva olur, ahirette azap görür. Bu, müminlere Allah'tan bir yardım müjdesi, kâfirleri de şiddetli bir azapla tehdittir.

2- Allah Teâla bu dünyadan gelip geçmiş erkek ve kadın herkesi kabir­lerinden bir anda diriltecek ve dünyada yaptıklarını haber verecektir, in­sanlar unuttuğu halde, Allah, onların aleyhine en kuvvetli delil olması için, amel defterlerinde hepsini sayıp dökecektir. Allah her şeye muttalidir. Görür, hiçbir şey Ona gizli olmaz.

3- Göklerde ve yerde hiçbir gizli ve açık şey Allah'a gizli kalmaz, ister iki kişi, ister üç, dört veya beş, daha az veya daha fazla kişi arasında geç­sin, her fısıltıyı ve gizli konuşmayı bilir ve işitir. Nitekim "Görmedin mi" diye başlayan ayetin "bilmekle" başlayıp "bilmekle" bitmesi buna delâlet etmektedir. Allah'ın işitme sıfatı her sözü kuşatır. Nitekim kocası kendisi­ne zıhar yapan kadının mücadelesini işitmişti. Allah'ın ilmi her şeye şâmil­dir, O'nun ilmi ezelidir.

4- Allah Teâla kıyamet günü herkesin yaptığı iyi ve kötü ameli haber vereceğini bildirerek yukarda zikredilenleri tekid etmiştir. "Haber vermesi" insanları hesaba çekmesi ve hak ettikleri karşılığı vermesidir. "Allah her şeyi bilir" den maksadı ise günahlardan sakındırmak, taat olan şeyleri yap­maya teşviktir.

5- Allah'ın, üç kişinin döndüncüsü veya beşin altıncısı olması ve onlar­la beraber olmasından maksat, onların söylediklerini, kalplerinden geçeni, gizlilerini ve aşikârlarını bilmesi demektir. Allah mekândan münezzeh ol­makla beraber adeta onların yanında hazır ve onları müşahede ediyor de­mektir.[17]

 

Gizlice Kötülük Konuşanların Cezası Ve Kur'an'da Münacat Adabı:

 

8-  Fısıltı ile konuşmaktan men edi­lip de sonra men edildikleri şeye dö­nen ve aralarında günahı, düşman­lığı ve peygambere isyanı fısılda-şanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni Allah'ın se­lâmlamadığı şeyle selâmlarlar. Ken­di aralarında da "Söylediğimiz şey yüzünden Allah bize azap etmeli de­ğil miydir derler. Onlara cehennem yeter. Oraya girecekler. İşte o ne kötü dönüş yeridir.

9-  Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı, düş­manlığı ve peygambere isyanı ko­nuşmayın. İyiliği ve takvayı fısılda­sın ve huzurunda toplanacağınız Al­lah'tan korkun.

10-  O fısıltı ancak şeytandandır, iman edenlerin üzülmesi içindir. Halbuki Allah'ın izni olmadıkça on­lara hiçbir şeyle zarar vermez. O halde müminler ancak Allah'a güve­nip dayansınlar.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Fısıltı ile konuşmaktan men edilip de..." Bunlar Yahudiler ve müna­fıklardı. Bunlar müslümanlara tuzak kurmak ve kalplerine şüphe düşür­mek için onların yanında fısıltı ile gizli konuşuyorlardı. Hz. Peygamber bu­nu onlara yasakladı, ama sonra aynı hareketi yine yaptılar. Ey Muham-med "onlar sana geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı şeyle selâm­larlar." Yani "Esselâmü aleyk" yerine ölesin, helak olasın anlamına gelen "Essâmü aleyk" diyerek selâmlarlar. Halbuki Allah Tealâ "Seçtiği kullarına selâm olsun." (Nemi, 27/59) diye selâmlıyor peygamberlerini. "Kendi arala­rında da", şayet Muhammed peygamber olsaydı "söylediğimiz bu şey yü­zünden Allah bize azap etmeli değil miydi? derler. Onlara cehennem" azabı "yeter."

Öyleyse "ey iman edenler aranızda gizli konuşacağınız zaman" müna­fıkların yaptığı gibi "günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı konuşma­yın", peygambere isyandan uzak durmayı ve müslümanlara hayır getiren "iyiliği ve takvayı fısıldasın ve" yaptığınız ve yapmadığınız şeylerin karşılı­ğını görmek üzere "huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun."

Günah ve düşmanlık içeren "o fısıltı ancak şeytandandır." Çünkü bunu şirin gösteren ve ona doğru iten odur. Bu gayretinin sebebi de "iman edenle­rin üzelmesi içindir." Şeytan müslümanlann kalbine vehim ve vesvese sala­rak onları üzmek için bunu yapar. "Halbuki Allah'ın izni" ve müsadesi ol­madıkça şeytan "onlara hiçbir şeyle zarar veremez. O halde müminler ancak Allah'a güvenip dayansınlar", münafıkların fisıldaşmalarına aldırmasınlar. [18]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Fısıltı ile konuşmaktan men edilenler..." ayetinin (8. ayet) nüzul sebe­bi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatem, Mukatil İbni Hayyan'dan şöyle naklet-miştir: Hz. Peygamber ile Yahudiler arasında bir mütareke yapılmıştı. As-hab-ı kiramdan birisi onların yanından geçtiği zaman otururlar aralarında fısıldaşırlardı ki o mümin, onların kendisini öldüreceğini veya bir kötülük yapacaklarını fısıldaştıklannı zannetsin de üzülsün. Bu sebeple Hz. Pey­gamber onları bu hareketten nehyetti ama onlar terketmediler. Bunun üze­rine "fısıltı ile konuşmaktan men edilip..." ayet-i kerimesi nazil oldu.

Ahmed b. Hanbel, Bezzar ve Taberani'nin iyi bir senetle Abdullah b. Amr'dan rivayet ettiklerine göre Yahudiler Rasulullah'a "Selâmün aley-küm" yerine "Kahrolasın" manasına "Sâmün aleyküm" derler, sonra da kendi aralarında "Söylediğimiz şey yüzünden Allah bize azap etmeli değil miydi?" derlerdi. Bunun üzerine "Onlar sana geldikleri zaman seni Al­lah'ın selâmlamadığı şeyle selâmlarlar." ayeti nazil oldu.

İbni Abbas ve Mücahid'e göre bu ayet Yahudiler ve münafıklar hak­kında nazil oldu. Şöyle ki: Yahudi ve münafıklar göz ucuyla müminlere ba­karak aralarında fısıltı ile konuşuyorlardı. Müminler onların bu hareketini gördükleri zaman "Herhalde askeri bir harekâta katılan kardeşlerimizden veya akrabamızdan birinin ölüm haberi, bir felâket haberi veya bir hezi­met haberi onlara ulaştı da aralarında onu konuşuyorlar." derler ve buna üzülürlerdi. Akrabaları ve arkadaşları dönüp gelinceye kadar bu üzüntüle­ri devam ederdi. Bu hareketleri çokça vaki olunca Rasulullah'a şikâyette bulundular. Hz. Peygamber onların müslümanlann yanında fısıldaşarak konuşmalarını yasak ettiyse de vazgeçmediler. Bunun üzerine bu ayet na­zil oldu.[19]

"Onlar sana geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı şeyle selâmlarlar." ayetinin nüzul sebebiyle ilgili olarak Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre Yahudiler'den bir grup Rasulullah'a geldiler "Essâmü aleyke' dediler, ben de "Essâmü aleyküm, Allah asıl sizi öyle yapsın." diye cevap verdim. Rasulullah (s.a.) "Ya Aişe! Yavaş ol. Allah çirkin sözü ve davranışı sevmez" dedi. Ben de "Ya Rasulallah, ne söylediklerim bilmiyor musun?" dedim. O da "Görmüyor musun "ve aleyküm" diyerek söylediklerini kendilerine iade ediyorum" dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[20]

"O fısıltı ancak şeytandandır..." ayetinin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir'in Katade'den rivayet ettiğine göre münafıklar aralarında fısıltı ile konuşuyorlardı. Bu, müminleri öfkelendiriyor ve onları tedirgin ediyor­du. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. [21]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah'ın gizli ve fısıltı halindeki sözler dahil her şeyi bildiği beyan edil­dikten sonra Allah Tealâ fısıltı ile konuşmaları yasak edilen sonra da ya­sak edileni yapan, "Essâmü aleyk" yani "kahrolasın" diyerek Rasulullah'a selâm veren Yahudi ve münafıkların halini beyan etmiş, onların cehenne­me gireceği tehdidini getirmiştir.

Sonra Allah Tealâ gizli konuşma adabını zikretti ki bu, günah ve düş­manlık olan, başkalarına zulme sebep olan şeyleri konuşmamak, bilakis iyilik ve takvayı yani hayırlı şeyleri ve insanı cehennemden koruyacak amelleri konuşmaktır. [22]

 

Açıklaması:

 

"Fısıltı ile konuşmaktan men edilip de sonra men edildikleri şeye dö­nen ve aralarında günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı fısıldaşanları görmedin mi?" Yani kendilerini fısıltı ile konuşmaktan men ettiğin insanla­rın hareketlerini, sonra men edildikleri şeyi yine yaptıklarını görmedin mi? Onlar Yahudiler ve münafıklardır. Onlar gizlice aralarında Hz. Peygambe­re nasıl muhalefet edeceklerini, müminlere yapacakları düşmanlıkları, zu­lüm ve tecavüzleri, günah ve isyanları konuşurlar.

"Onlar sana geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı şeyle selâm­lar." Yani Yahudiler sana geldikleri zaman "Essâmü aleyke" diyerek Al­lah'ın asla seni selâmlamadığı şekilde, üstelik lanet selâmı ile selâm verir­ler. Bununla selâm veriyormuş gibi görünürler ama aslında ölümü kaste­derler. Rasulullah da onlara "ve aleyküm" der idi. Bununla ilgili olarak Bu-hari ve Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettikleri sahih hadis, nüzul sebebi bildirilirken geçmişti.

"Kendi aralarında da söylediğimiz şey üzerine Allah bize azap etmeli değil miydi"? derler." Yani hem bu hareketi yaparlar hem de aralarında "Muhammed bir peygamber olsaydı bizim bu alay ve istihza dolu sözleri­mizden dolayı Allah bize azap ederdi." derler. Allah Tealâ bu sözlerine ce­vap olarak "Onlara cehennem yeter. Oraya girecekler. İşte o ne kötü dönüş yeridir." ayetini indirdi. Yani hemen ölüm yerine onlara cehennem azabı yeter. Ona girecekler. O çok kötü bir dönüş yeridir.

Sonra Allah Tealâ, müminler de Yahudi ve münafıklar gibi olmasınlar diye münacat adabını zikrederek şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Aranız­da gizli konuşacağınız zaman günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı ko­nuşmayın." Yani ey imanları Allah'ın emrine uymayı ve sahih imana ters düşen her şeyden uzak olmayı gerektiren müminler! Aranızda gizli konuş­tuğunuz zaman Yahudi ve münafıkların cahillerinin yaptığı gibi yapmayın. Onlar gizli gizli isyan, günah, başkalarına zulüm ve tecavüzden, bu ümme­tin önderi ve dalâletten kurtarıcısı Rasulullah'a muhalefet yapmaktan bahsederler. Siz öyle yapmayın.

"İyiliği ve takvayı fısıldasın ve huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun." Yani itaattan ve isyanı terketmekten, yaptığınız ve yapmadığınız hususlarda hayırdan ve Allah'tan korkmaktan bahsedin. Zira siz hesap ve kıyamet günü Onun huzurunda toplanacaksınız. O size söz ve fiillerinizi haber verecek ve onlardan sizi hesaba çekecek, hak ettiğinizin karşılığını verecektir. Hz. Peygamber de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "Üç kişi olduğunuz zaman ikiniz aranızda fısıldaşarak konuşmayın. Zira bu üçüncüsünü üzer. Daha kalabalık olursanız bir beis yoktur." [23]

Sonra Allah Teâla kâfirlerin fısıltı ile kötülüklerden bahsetmelerinin sebeplerini zikrederek şöyle buyurdu:

"O fısıltı ancak şeytandandır, iman edenlerin üzülmesi içindir. Halbuki Allah 'm izni olmadıkça onlara hiçbir şeyle zarar vermez." Yani Rasulullah'a karşı yapacakları düşmanlık ve isyanı fısıldaşarak konuşmaları, şeytanın teşvikinden ve bu hareketlerini güzel göstermesinden kaynaklanmaktadır. Şeytanın gayesi müminlere kötülük yapmak ve Yahudi ve münafıkların kendileri hakkında bir tuzak kurdukları vehmini vererek onları üzmektir. Halbuki Allah'ın izni ve muradı olmazsa ne şeytan ne de şeytanın güzel gösterdiği bu fısıldaşmalar hiçbir şekilde müminlere zarar verebilir.

"O halde müminler ancak Allah'a güvenip dayansınlar." Yani mümin­ler onların fısıldaşmalarına aldırmasınlar, işlerini Allah'a havale etmek, şeytandan O'na sığınmak ve şeytanın güzel gösterdiği fısıldaşmayla ilgi­lenmemek suretiyle Allah'a güvenip dayansınlar. [24]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayet-i kerimeler şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Yahudilerin adeti peygamberlere düşmanlık yapmak, komplo ve tu­zak kurmaktır. Burada da görüldüğü gibi aralarında gizlice nasıl düşman­lık yapacaklarını, nasıl zulmedip yalan söyleyeceklerini konuşuyorlar, bir­birlerine Hz. Peygambere muhalefet etmelerini tavsiye ediyorlar, bilinen sosyal adap ve terbiye sınırları dışına çıkarak Hz. Peygamber'i "Essâmü aleyk" diyerek selâmlıyorlardı. Bununla selâm vermiş gibi görünmek iste­mekle birlikte, aslında bu sözleriyle Rasulullah'a "ölüm ve lanet" okuyor­lardı. Rasulullah da onlara "ve aleyküm" yani "o dilediğiniz size olsun." di­yerek cevap veriyordu. Yine Yahudiler "Şayet Muhammed bir peygamber olsaydı bu istihza ve lanetten sonra bizi hayatta bırakmazdı." diyorlardı. Yahudiler Allah Teâla'nın halim olduğunu bilmiyorlardı. Halbuki Allah kendine karşı çirkin sözler söyleyenlerin cezasını vermekte acele etmez, bu hareketi peygamberine yapana niye acele etsin? Nitekim bir hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle buyurur: "Ezaya karşı Allah'tan daha sabırlı kimse yoktur. O'nun eşi ve çocuğu olduğunu iddia ediyorlar, O yine onlara afiyet veriyor, rızık veriyor."

Zimmilerin selâmını almak, müslümanların selâmını almak gibi vacip midir değil midir? Bu hususta alimler ihtilâf ettiler. İbni Abbas, Şa'bi ve Katade vaciptir, derken İmam Malik ve Şafii vacip değildir, demişlerdir. Alınırsa "Aleykesselâm" yerine sadece "Aleyke" diye alınır. Kurtubi İmam Malik'in görüşü sünnete uymak bakımından daha doğrudur, der. Zira Tir-mizi'nin rivayetine göre Rasulullah (s.a.) bir hadislerinde: "Ehl-i Kitap size selâm verdiği zaman "Aleyke mâ külte; o dediğiniz şey iyilikse iyilik, kötü-lükse kötülük olsun size!" deyin." buyurmuştur.

2- Allah Tealâ müminlere aralarında iyilik ve takvayı yani Allah'a ita­ati ve nehyettiklerinden uzak kalma meselelerini konuşmalarını emretmiş, zulüm, tecavüz, isyan ve günah olan şeylerden bahsetmelerini yasak etmiştir. Zira onlar ahirette kendilerine söylediklerinin ve yaptıklarının karşılı­ğını verecek olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır.

3- Yahudi ve münafıkların gizlice kötü şeyler konuşmalarının sebebi, şeytanın onlara bu hareketi güzel göstermesidir. Maksadı da müminleri üzüntü ve kedere sevketmek, onlara cihaddaki müslümanların mağlup ol­duğu veya düşmanın tuzağına düştüğü vehmini vermektir. Allah'ın iradesi ve izni olmadan şeytanın hiçbir şekilde hiçbir kimseye zarar veremeyeceği unutulmamalıdır. Müminler işlerin kahir ve kadir olan Allah'a havale edip bütün işlerini O'nun yardımına bırakmalı, şeytandan ve her türlü serden Ona sığınmalıdır. Zira kullarını imtihan etmek için birtakım vesveselerle şeytanı musallat kılan O'dur. Allah dilerse onu insanlardan uzaklaştırır.

4- Yukarıda geçen Abdullah b. Mesud hadisinde de geçtiği gibi bir arada bulunan üç kişiden ikisinin aralarında gizli konuşmamaları İslâm ada­bından biridir. Ancak Abdullah b. Ömer'in yaptığı gibi dördüncü bir şahıs bulunursa mahzuru olmaz. Abdullah b. Ömer birisiyle konuşurken bir baş­kası gelip ona gizli bir şey söylemek istedi. O da kabul etmeyip dördüncü bir adam çağırdı. O ikisini biraz uzaklaştırarak kendisiyle gizli konuşmak isteyenle konuştu.[25] Sayının üç olmasıyla daha fazla olması arasında fark yoktur. Çünkü aynı illet orada da mevcuttur. Bilakis daha büyük kalabalık içinde daha çok olan dikkat çeker, dolayısıyla daha çok olan menedilir. Ha­diste üç kişi zikredilmesi bu illetin tahakkuk edebileceği en küçük gurup olduğu içindir. Hadisin zahiri, bütün hal ve zamanlara şâmildir. Cumhu­run görüşü budur. Bu fısıldaşma ister mendup, ister mubah veya vacip bir hususta olsun hüküm aynıdır.[26]

 

Bir Mecliste Oturma Adabı:

 

11- Ey iman edenler! Size meclislerde 'Yer açın." denildiği zaman genişletin ki Allah da size genişlik versin. "Kalkın." denilince le kiki-verin ki Allah iman edenlerinizi ve kendilerine ilim verilenlerin dereçelerini yükseltsin. Allah yaptıklarınızın hepsinden haberdardır.

 

Belagat:

 

"Allah iman edenlerinizi... yükseltin" cümlesinden sonra buna bağlı olarak "kendilerine ilim verilenleri de yükseltsin." cümlesinin gelmesi hâs­sın âmm (özelin genel) üzerine atfıdır. Yani ilim verilenler de diğer mümin­lerle beraber yüceltildikleri halde özel olarak anılmaları onların şerefine işaret içindir.[27]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Ey iman edenler! Size meclislerde" topluca oturulan yerlerde "yer açın, denildiği zaman genişletin ki Allah da size" merhametiyle yerinize, kalbinize, rızkınıza, cennetteki makamınıza vs. "genişlik versin" meclise gelenlere yer açmak için "kalkın denilince de kalkıverin veya hemen kenara çekilin ki Allah Tealâ iman edenlerinizi" dünyada onlara yardım ederek, güzel ün nasip ederek, ahirette de cennetine koyarak "derecelerini yükselt­sin." Özellikle "kendilerine ilim verilenlerin" ilimle ameli birleştirenlerin mevkilerini, saygınlıklarını ve "derecelerini yükseltsin." Çünkü ilim zaten derecesi yüksek olmakla beraber -sahibinin daha da yücelmesi için- amel etmeyi gerektirir. Hadiste şöyle buyurulur: "Alimin abide (çok ibadet ede­ne) üstünlüğü, ondördünde ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Allah Tealâ yaptıklarınızın hepsinden haberdardır." "Allah yaptıklarınızın hep­sinden haberdardır." cümlesi, emrine uymayanlara yönelik bir tehdittir. [28]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Ey iman edenler! Size meclislerde..." ayetiyle (11. ayet) ilgili olarak İbni Cerir et-Taberi'nin rivayetine göre Katade şöyle demiştir: Ashab-ı ki­ram birisinin kendilerine doğru geldiğini gördüklerinde Rasulullah'ın (s.a.) huzurundaki yerlerine iyice yerleşiyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

İbni Ebi Hatem'in Mukatil'den rivayetine göre bu ayet bir cuma günü nazil oldu. Bedir'e iştirak edenlerden bir grup geldi, yer dar idi, onlara mecliste yer veren olmadı, ayakta kaldılar. Rasulullah (s.a.) birkaç kişi kal­dırıp yerlerine onları oturttu. Fakat bu o kaldırılanların hoşuna gitmedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. [29]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Cenab-ı Hak müminleri toplum içinde fısıldaşarak konuşmaktan neh-yettikten sonra sevgi ve muhabbetin artmasına sebep olacak, meclislerde gelenlere yer açma, bir maslahat icabı meclisten uzak durma, talep edilirse buna riayet etme gibi hareketleri emretti. Sonra müminlerin ve alimlerin cennetteki ve dünyadaki derecelerinin yüksekliğini haber verdi. [30]

 

Açıklaması:

 

"Ey iman edenler! Size meclislerde "Yer açın." denildiği zaman genişle­tin ki Allah da size genişlik versin." Yani Ey Allah'ı ve peygamberini tasdik edenler, sizden meclislerde yer açmanız ve darlık yapmamanız istenirse birbirinize yer açın ki Allah da cennetteki yerinizi genişletsin, amelin cin­sinden karşılığını versin.

Bu ayet umumidir, müslümanlann hayır ve sevap için toplandığı her meclise şâmildir. Bu meclis ister harp meslisi isterse zikir ve ilim meclisi veya cuma ve bayram namazı meclisi olsun hüküm aynıdır. Herkes ilk oturduğu yerde birinci derecede hak sahibidir, ancak gelen din kardeşine de yer açmalıdır. Rasulullah'tan (s.a.) gelen sahih hadiste şöyle buyrulur: "Kimse kimseyi yerinden kaldırıp da oraya oturmasın. Lâkin siz de genişle­tin, yer açın."[31]

"Allah da size genişlik versin." ayeti hakkında Razi şöyle demiştir: Bu, ister yer, ister rızık, ister kalp, ister kabir, ister cennet olsun insanın geniş­lik istediği her şey hakkında mutlaktır.

Bu ayet-i kerime şuna delâlet eder: Allah'ın kullarına hayır ve rahat kapılarını geniş tutan herkese Allah dünya ve ahiret hayırlarını açar. Bu ayeti sadece meclislerde yer verme şeklinde anlamak doğru değildir. Bun­dan maksat müslümana hayrı ulaştırmak ve kalbine sevinç ve sürür dol­durmaktır. Bu sebeple Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim bir sıkın­tıda olanı rahatlatırsa Allah da dünya ve ahirette onu rahatlatır. Kul din kardeşinin yardımında oldukça Allah onun yardımındadır."[32]

Bu edebin, kalplere muhabbet ve takdir hislerini aşılama konusunda mühim tesiri vardır. Bu, ashabı kiramın Rasulullah'ın (s.a.) sözlerini dinle­mek ve onun irşad, edep ve faziletinden istifade etmek için mecliste ona ya­kın olma uğrunda yarıştıklarını göstermektedir.

Sünenlerde rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) meclisin bittiği ye­re otururdu. Ancak onun oturduğu yer o meclisin baştarafı olurdu. Ashab-ı kiram da mertebelerine göre otururlardı. Ebu Bekir sağına, Hz. Ömer solu­na otururlardı. Hz. Osman ve Hz. Ali vahiy kâtiplerinden oldukları için ço­ğu zaman önünde otururlardı. Onların böyle oturmalarını emrederdi. Tir-mizi hariç Sünen sahipleri ve Müslim'le Ahmed'in Ebu Mesud'dan rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyururlardı: "Benim hemen yanım­da âkil baliğ olanlarınız, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler bulunsun." Bu sıralama sadece Rasulullah'ın (s.a.) ne söylediğini anlamaları içindir.

Peygamberimiz Bedir'e iştirak edenlerin oturmaları için oradakilere kalkmalarını emretmiştir. Bu emir ya onlar Bedir mücahidlerine hürmette kusur ettikleri için veya onların da diğerleri gibi ilimden nasibini almaları için veya fazilet sahibi olanların ileri geçirilmesi lâzım geldiğini öğretmek içindir.

Gelene ayağa kalkmanın caiz olup olmadığı hususunda fakihler ihtilâf etmişlerdir.

Bir kısmı buna cevaz vermişlerdir. Delilleri, Ebu Davud'un Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiği "Efendinize ayağa kalkın." hadisidir. Rasulullah (s.a.) Sad b. Muaz'ı Beni Kurayza hakkında hakem olması için çağırdığında ashabına ona kalkmalarını emretmişti.

Bir kısım alimler de cevaz vermemişlerdir. Onların delilleri de Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizi'nin Muaviye b. Ebu Süfyan'dan rivayet ettikleri "İn­sanların, huzurunda ayakta durmalarını isteyen kişi cehennemdeki yerine hazırlansın." hadisidir.

Bir kısmı da bazı hallerde cevaz vermiş ve "Uzak yoldan gelene, ileri kademedeki devlet ricaline, makamında hükmünün daha etkili olması için ayağa kalkılır." demişlerdir. Bunu adet haline getirmek ise caiz değildir. Rasulullah (s.a.) ashab-ı kiramın en sevdiği insandı. Sünen (hadis) kitapla­rında da bulunduğu gibi, Rasulullah'ın (s.a.) hoşlanmadığını bildikleri için ona ayağa kalkmazlardı.[33]

"Kalkın denildiği zaman kalkın." Yani fazilet ve ilim sahibi kişilerin oturması için mecliste oturan bazılarından yerlerinden kalkmaları talep edilirse kalksınlar.

Bir meslisteki oturum başkanı "kalkın" dediği zaman kalkılmalıdır. Bu emir bunu da kapsar.

Allah Tealâ müminleri bazı şeylerden nehyedip bazı şeyleri de emret­tikten sonra bu taatleri karşılığında onlara yüksek dereceler vaad ederek şöyle buyurdu:

"...ki Allah iman edenlerinizi ve kendilerine ilim verilenlerin dereceleri­ni yükseltsin. Allah yaptıklarınızın hepsinden haberdardır." Yani Allah Te­alâ ahirette nasiplerini bolca vermek suretiyle dünyada ve ahirette ma­kamlarını yüceltir. Yine dünyada saygı ahirette sevap ihsan etmek suretiy­le yüksek dereceler vererek, bilhassa alimlerin makamlarını yüceltir. Kim ilimle imanı birleştirirse imanından dolayı derecesini yükselttiği gibi ayrı­ca ilminden dolayı da makamını yüceltir. Meclislerde saygı görmesi de bun­lardan biridir. Allah Teâla buna lâyık olanı da olmayanı da bilir, bütün kul­larının niyet ve hallerine muttalidir. Hayır olsun şer olsun bütün amelleri­nin karşılığını verecektir.

Ahmed b. Hanbel ve Müslim'in Ebuttufeyl Amir b. Vasile'den naklet­tiklerine göre Nafi b. Abdulharis Usfan'da Hz. Ömer ile karşılaştı. Hz. Ömer onu Mekke'ye yönetici tayin etmişti. Hz. Ömer ona: "Vadi (Mekke) eh­linin başına kimi bıraktın." dedi. O da "Azadlı kölelerimden İbni Ebza'yı bı­raktım." dedi. Hz. Ömer "Onların başına bir köleyi mi bıraktın?" dedi. Nafi: "Ey müminlerin emiri! O Allah'ın kitabını okur, farzları bilir, kadılık yapar." dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer "Peygamberiniz şöyle demişti: Allah bu kitap sebebiyle bir kısım insanları yükseltir diğer bir kısmını alçaltır." dedi. [34]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayet-i kerime şu hususları ihtiva etmektedir:

1- Müminlerin hayır ve sevap için toplandığı her mecliste ihtiyaç ha­linde yer açmak dinimizce istenen bir harekettir ve güzel bir edeptir. Bu is­ter Rasulullah'ın (s.a.) sağlığında O'nun meclisi olsun, ister daha sonra bir alimin meclisi olsun, ister harp meclisi, ister zikir meclisi, ister şura, ister cuma, bayram veya ilim meclisi olsun aynıdır. Ancak bu dinen vacip değil, sadece menduptur. Zira "Kim herkesten önce bir şeye sahip olursa, o ona bi­rinci derecede hak sahibidir.[35] hadisi gereğince herkes mecliste sahip ol­duğu yerin birinci derecede hak sahibidir. Lâkin rahatsız olmamak ve ye­rinden olmamak şartıyla din kardeşine yer açar. Buhari ve Müslim'in İbni Ömer'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ki­şi başkasını yerinden kaldırıp da oraya kendisi oturmasın." Yine Buha-ri'nin İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) bir insanın ye­rinden kaldırılıp yerine oturulmasını nehyettikten sonra şöyle dedi: "Ge­nişleyin, aranızda yer açın." İbni Ömer de kalkıp yer verenin yerine otur­maktan hoşlanmazdı.

2- Birisi mescidde bir yere oturursa bir başkasının onu kaldırıp yerine oturması caiz değildir. Müslim'in Cabir'den rivayet ettiğine göre Rasulul-lah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kimse cuma günü din kardeşini kaldırıp da onun yerine kendisi oturmasın. Sadece yer açın, desin." Bir insan bir baş­kasına "Erkenden camiye git bana bir yer tut ve oraya otur." dese, bu mek­ruh olmaz. Emreden şahıs gelince kalkıp yer verir.

Oturulan yer, sahibi tamamen orayı terkedinceye kadar onundur. Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Bir insan oturduğu yerden kalkıp gittikten sonra tekrar oraya dönerse, o yerin birinci derecede hak sahibi odur."

3- Meclislerde yer açmanın sevabı da vardır. Çünkü ayet-i kerimede "Allah da size genişlik versin." yani dünyada ve ahirette size genişlik ver­sin buyurulmaktadır.

4- Namaz, cihad ve hayırlı bir amel için "kalkın" denildiği zaman çağ­rıya uyulmalıdır. Bir şahıstan Rasulullah'ın (s.a.) meclisinden kalkması is­tenirse kalkması vacip idi. Çünkü yalnız başına kalmadan yapılamayan bazı özel vazifelerde Rasulullah (s.a.) bazan yalnız kalmayı tercih ederdi.

Meclisin (oturum) sorumlusu "kalkın" dediği zaman kalkılmalıdır. Bir ihtiyaca binaen yapılan bu hareket, eğer daha büyük bir mefsedete zarara sebep olmayacaksa, cevazında ihtilâf olmayan hususlardan biridir.

5- Rabbimiz dünyada saygı, ahirette sevap vermek suretiyle müminle­rin ve alimlerin derecelerini yükseltir. Mümini mümin olmayana, alimi alim olmayana göre yüceltir. İbni Mesud "Allah bu ayette alimleri övmüş­tür." demiştir.

Aynı şekilde "Kendilerine ilim verilenler..." ayeti de Allah katında yük­sekliğin, meclislerin başında oturmakla değil ilim ve imanla olduğuna delâ­let etmektedir. Buna göre Allah mümini önce imanıyla sonra ilmi ile yüceltir.

Alimlerin faziletine dair pek çok hadis-i şerif bulunmaktadır, bazıları şunlardır:

Ebu Nuaym Muaz'dan şöyle rivayet etmiştir: "Alimin abide nispetle fazileti, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir."

İbni Mace'nin Hz. Osman'dan rivayet ettiği hasen hadiste şöyle buyu-rulmuştur: "Kıyamet günü üç kişi şefaat eder: Önce peygamberler, sonra alimler, sonra şehitler." Rasulullah'ın (s.a.) bu hadisi, alimlerin mertebesinin peygamberlik mertebesinden hemen sonra geldiğine delâlet etmektedir.

İbni Abbas'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Süleyman'dan (a.s.) ilim, mal ve saltanattan birini tercih etmesi istenmiş, o ilmi tercih etmiş, Allah da ilimle beraber mal ve saltanatı da vermiştir." [36]

 

Rasulullah'a Özel Bir Konu Arzetmeden Önce Sadaka Vermek:

 

12- Ey iman edenler! Siz Rasulul-lah'a mahrem bir şey arzetmek istediğniz vakit münacaatınızdan evvel sadaka verinBu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Eğer bulamazsamz şüphe yok ki Allah çok  yargılayıcı, çok esirgeyicidir.

13- Mahrem konuşmanızdan evvel sadakalar vermekten korktunuz mu? çünkü, işte yapmadınız! Allah tevbelerinizi kabul etti. O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah'a ve peygamberine itaat edin, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

 

Belagat:

 

"Münacaatınızdan önce sadaka verin" cümlesinin ayetteki aslı "müna-caatınızın iki eli arasında sadaka verin" şeklindedir. İşte burada istiare vardır. Çünkü iki el, "önde olan şey" yerine kullanılmıştır. Münacaat, insa­na benzetildiği için buna kinayeli istiare denir. Temsili istiare denilmesi de doğrudur.

"Mahrem konuşmanızdan evvel sadakalar vermekten korktunuz mu?" sorusu istifham-ı takriridir, yani korktuklarının teyididir. [37]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey iman edenler! Siz Rasulullah 'a mahrem bir şey arzetmek istediği­niz zaman" bu "mahrem konuşmanızdan evvel" fakirlere "sadaka verin." Beyzavi, bu emirle Hz. Peygambere saygı, fakirlerin yararlanması, çok so» ru sorulmasının yasaklanması, samimi müslümanla münafığın, ahireti se­venle dünyayı sevenin ayrılması gibi hususların hedeflendiğini söyler. Bu emrin "vücub'mu yoksa "nedb'mi ifade ettiği konusunda farklı görüşler vardır. Ancak bu hüküm "korktunuz mu?" cümlesi, okunuşta yukarıda ge­çen emirle beraber olsa da beraber inmemiştir.

"Bu sizin" gönülleriniz "için daha temizdir" şüpheden ve aşırı mal se-gisinden daha uzaktır ifadesinden anlaşılıyor ki yukarıdaki emir nedb (ya­pıp, yapmamakta serbestliği) ifade ediyor. Ancak "Eğer" sadaka verecek bir şey "bulamazsanız şüphe yok ki Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir." ya­ni sadakasız halinizi arz etmenize müsade eder, vebalde kalmaz günaha girmezsiniz, cümlesi bu emrin vücup (kesin yapılmasını) ifade ettiğinin çok açık bir delilidir.

"...korktunuz mu?" yani sadaka verince fakir düşeriz diye korktunuz mu, demektir.

Sadaka vermemenize müsade ederek veya sizin için bu emirden vaz­geçerek "Allah tevbelerinizi kabul etti." cümlesinden anlaşılıyor ki onların bu korkusu bir günah idi, Allah affetti.

"O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" yani bunları yapmaya devam edin, yerine getimekte tembellik göstermeyin.

Diğer emirlerde de "Allah'a ve peygamberine itaat edin" çünkü böyle yaparsanız, bu, önceki hatalarınızın telafisi sayılacaktır. [38]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Ey iman edenler! Siz Rasulullah'a mahrem bir şey arzetmek istediği­niz zaman" ayetinin (12. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir'in İb-ni Abbas'tan rivayet ettiğine göre, müslümanlar Rasulullah'a (s.a.) çok so­ru soruyorlar bu da onu yoruyordu. Allah Teâla, peygamberinin yükünü hafifletmek istedi. Bunun üzerine "Rasulullah'a münacaatta bulunacağı­nız vakit..." ayetini indirdi. Bu ayet inince pek çok insan sabredip soru sor­madı. Bunun üzerine "Mahrem konuşmanızdan evvel, sadakalar vermekten korktunuz mu?" ayeti indi.

Tirmizi ve başkalarının rivayet ettiğine göre bu ayetin nüzul sebebi hakkında Hz. Ali şöyle demiştir: "Ey iman edenler! Siz Rasulullah'a mah­rem bir şey arzetmek istediğiniz vakit..." ayeti nazil olduğu zaman Rasulul-lah (s.a.) bana "Bir dinara ne dersin?" dedi. Ben "Veremezler" dedim. "Ya­rım dinar?" Ben "Veremezler" dedim. "Peki kaç olur?" dedi. Ben de "Bir ar­pa ağırlığı altın." dedim. Rasulullah "Sen de çok kanaatkarsın." dedi. Bu­nun üzerine "Mahrem konuşmanızdan evvel sadakalar vermekten korktu­nuz mu?" ayeti nazil oldu. Benim sebebimle Allah bu ümmetin yükünü ha­fifletti.

Mukatil b. Hayyan "Bu ayet zenginler hakkında nazil oldu." diyerek devam etti. "Zenginler Rasulullah'a gelirler, uzun uzun konuşurlar, fakirle­rin meclislerde bulunmasına fırsat bırakmazlardı. Rasulullah (s.a.) onların bu hareketlerinden hoşlanmadı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu ve mü­racaat sırasında herkesin sadaka vermesini emretti. Ancak fakirler vere­cek bir şey bulamadı, zenginler de cimrilik yaptı. Bu bütün sahabeye ağır geldi. Bunun üzerine ruhsat nazil oldu."

Hz. Ali şöyle demiştir: "Allah'ın kitabında bir ayet vardır ki benden  önce onunla amel olunmadı, benden sonra da kimse amel etmeyecek. O ayet "Ey iman edenler! Siz Rasulullah'a mahrem bir şey arzetmek istediği­niz vakit..." ayetidir. Benim bir dinarım vardı, sattım dirhem aldım. O tü-keninceye kadar Rasulullah'a her münacaatımda fakirlere bir dirhem tasadduk ediyordum. Sonra bu, "Mahrem konuşmanızdan evvel sadakalar vermekten korktunuz mu?" ayeti ile nesholundu." [39]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Münacaat ve meclis adabı hususunda İslâm adabını beyan ettikten sonra yüce Allah müminlere, Hz. Peygambere müracaatlarından önce sa­daka vermelerini emretti. Çünkü müminler Onun sözlerini dinleyebilmek için meclisinde O'na yakın olmakta yarışıyorlar ve çok soru soruyorlardı. Bu da Rasulullah'a (s.a.) ağır geliyordu, bazan huzurda bulunanlar da ra­hatsız oluyordu. Bu sebeple Allah Teâla bu özel görüşmelere bir sınır koy­mak ve peygamberini rahatlatmak istedi. Peygambere saygı olması, özel görüşmelerin ciddiye alınması, özel görüşmeler öncesi verilecek sadakalar­dan fakirlerin istifade etmesi ve malı çok seven münafıklarla samimi mü­minlerin belli olması için Allah Tealâ konuşmadan önce sadaka verilmesini emretti. İbni Abbas şöyle demiştir: "Müslümanlar Rasulullah'a (s.a.) çok sual soruyorlardı. Bu Rasulullah'a (s.a.) ağır geldi. Allah Tealâ peygambe­rini rahatlatmak istedi. Bunun üzerine sadaka verilmesini emreden ayet nazil oldu. Pek çok insan cimrilik gösterip soru sormaktan vazgeçtiler." [40]

 

Açıklaması:

 

"Ey iman edenler! Siz Rasulullah'a mahrem bir şey arzetmek istediği­niz vakit mahrem konuşmanızdan evvel sadaka verin." Yani ey Allah'ın varlığına ve birliğine iman edip Rasulünü tasdik edenler! Rasulullah'a (s.a.) konuşmak veya her hangi bir işiniz için gizlice bir şey söylemek iste­diğiniz vakit önce sadaka verin.

Sonra Allah Teâla bunun hikmetini beyan ederek şöyle buyurdu:

"Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Eğer bulamazsanız şüphe yok ki Allah çok yargılayıcı ve çok esirgeyicidir." Yani konuşmadan önce sa­daka vermek sizin için hayırlıdır. Çünkü bunda Allah'a itaat, emrine uyma ve ahiret sevabı vardır. Ve bu, gönüllerinizi cimrilikten, aşırı mal sevgisin­den temizlediği için daha temiz bir harekettir. Bunda fakirlerin menfaati, ümmetin dayanışması, şan ve şerefinin yücelmesi gibi hikmetler vardır. Sa­daka bulamayanların sadakasız konuşmasında bir vebal yoktur, Allah bu konuda onlara ruhsat vermiştir. Çünkü bu emir, gücü yeten zenginleredir.

Ayetin zahirinin delâletine göre sadaka vermek vacip idi, çünkü emir vücup içindir. Ayetin sonunda gelen "bulamazsanız..." ifadesi de bunu teyid etmektedir. Zira bu ifade ancak vacibin terkinde kullanılır.

Bazılarına göre "Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir." karine­sinden (ipucundan) dolayı emir burada nedb ve istihbab ifade eder, zira bu ifade vacip olan hükümde değil nafile olanlarda kullanılır. Şayet vacip ol­saydı hemen peşinden gelen ayetle bu hüküm kaldırılmazdı. Buna şöyle ce­vap verilebilir: Bazen vacip de mendub gibi "daha hayırlıdır, daha temiz­dir" diye vasıflandırılır. Ayrıca iki ayetin okunuşta beraber olması inişte de beraber olmasını gerektirmez. Buna göre ikinci ayet birinci ayetteki vücu-bu neshetmiş olur.

Ebu Müslim el-İsfahani burada nesih olduğunu kabul etmez. Ona göre konuşmadan önce sadaka verme emri müminle münafikı ayırmak için idi. Maksat hasıl olunca hüküm sona ermiştir. Yani bu emir özel bir gaye için verilmişti, bu gayenin bitmesiyle hükmün de bitmesi vaciptir, dolayısıyla bu nesih olmaz. Razi: "Bu görüş güzeldir, bir beis yoktur. Ancak meşhur olan, bu hüküm cumhura göre mensuhtur." demiştir.

Sonra Allah Tealâ o ilk hükmü kaldırdığını beyan ederek şöyle buyurdu:

"Mahrem konuşmanızdan evvel sadakalar vermekten korktunuz mu?" Mukatil: Bu hüküm ancak on gün yürürlükte kaldı, sonra nesholundu de­di. Kelbî de sadece bir gece kaldığını ifade etmiştir.

"Çünkü işte yapmadınız, Allah tevbenizi kabul etti. O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah'a ve peygamberine itaat edin. Allah yap­tıklarınızdan haberdardır." Yani Rasulullah (s.a.) ile konuşmadan önce sa­daka vermeniz konusundaki emrim size ağır geldiği için yapmadığınıza göre bunun terkine ve sadakasız konuşmanıza ve Rasulüne itaatta sebat edin. Çünkü Allah görünür görünmez bütün amellerinizden haberdardır ve karşılığını verecektir.

Katade ve Mukatil şöyle demişlerdir: Birtakım insanlar Rasulullah'a (s.a.) soru soruyorlar, soruyu onunla tartışıyorlardı. Bu ayet-i kerime ile Allah Tealâ onların bu hareketine son verdi. Bundan sonra Rasulullah'ın (s.a.) nezdinde bir ihtiyacı olan kişi, halini arzetmeden önce sadaka verme­dikçe bu ihtiyacını gideremezdi. İşte bu onlara ağır geldi. Bunun üzerine Allah Tealâ buna ruhsat veren ayeti indirdi.

Ayet-i kerimede ashab-ı kiramın sadaka vermekte herhangi bir kusur­ları olduğuna dair bir işaret yoktur. "Allah tevbenizi kabul etti." ifadesi bu­nu göstermez. Çünkü bunun manası kolaylık olmak üzere onlardan bu em­ri kaldırmak suretiyle tevbelerini kabul etti, demektir. Böyle yerlerde buna "tevbe" manası verilmesi mümkündür. [41]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu iki ayet şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Allah Teâla peygamberine tazim olması ve çok sual sorularak ra-

hatsız edilmemesi için O'nunla konuşmadan önce sadaka verilmesini vacip kılmıştı, sonra bu emri kaldırarak ümmete kolaylık ihsan etti.

Anlaşıldığı kadarıyla bu nesih sadaka verme fiilen vaki olduktan son­ra olmuştur. Zira daha önce de geçtiği gibi Hz. Ali sadaka vermişti. Bu hükmün illetini anlayan diğer sahabe nezdinde ise münacaat için henüz bir sebep hasıl olmamıştı.

Bu emir sadece zenginlere aitti. Çünkü Allah Tealâ sadaka verilmesini vermemekten daha hayırlı ve onların kalpleri için daha temiz bir hareket saymıştır. Tasadduk edecek şey bulamayanı Allah af edecektir.

2- Allah Teâla, bu vücub (gereklilik ifade eden hüküm) devam ederse ileride pek çok insanın sual sorarken sadaka vermekten dolayı sıkıntıya düşeceğini bildiğinden bunu hafifletti, namazın kılınmasını, zekâtın veril­mesini, Allah ve Rasulüne itaat edilmesini emretti. Allah, kullarının hem niyetlerinden hem amellerinden haberdardır. [42]

 

Müminlerden Başkasını Dost Edinen Münafıkların Hali:

 

14- Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi dost edinenleri görmedin mi? Bunlar sizden de değildir onlar­dan da değildir. Kendileri de bilip dururken yalan yere yemin ederler.

15- Allah onlar için çetin bir azap hazırladı. Şüphesiz onların yap­makta oldukları ne kötüdür.

16-  Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler de (insanları) Allah yolun­dan çevirdiler. Onlar için küçük dü­şürücü bir azap vardır.

17- Onları ne malları ne evlâtları hiç­bir şekilde Allah' (in azabın)dan kur­taramayacaktır. Onlar cehennem eh­lidir. Onlar orada ebedidirler.

 18- onların hepsini di-rütecek de O'na da size yemin ettikleri gibi yemin edeceklerdir. Onlar Çekten bir sey üzere olduklarını  sanırlar. Dikkat, onlar hakikaten  yalancıların ta kendileridir.

 19- Bunları şeytan istilâ etmiş de onlara Allah'ı hatırlamayı bile unutturmuştur. Bunlar şeytanın fır-kasıdır. Dikkat, şüphesiz şeytanın fırkası hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

 

Belagat:

 

"Allah'ın kendilerine... görmedin mi?" üslûbu bir sorudur, ama maksat görüp görmediğini öğrenmek değil onların yaptıklarını şaşkınlıkla karşıla­ma ifadesidir.

"Bunlar şeytanın fırkasıdır. (hizbu'ş-şeytan)", "Dikkat, şeytanın fırkası (hizbu'ş-şeytan) hüsrana uğrayanların..." cümleleri ile bu surenin sonunda gelecek olan "Allah'ın fırkası (hizbullah)", "Allah'ın fırkası (hizbullah) kur-

tuluşa erenlerdendir" cümleleri arasında mukabele vardır. [43]

 

Kelime ve İbareler:

 

Bakmadın mı veya bana bildir anlamında kullanılan "görmedin mi?", münafıkların haline muhatabı hayret ettirmek maksadıyla kullanılan bir üslûptur.

"Allah'ın gazap ettiği bir kavmi dost edinenler" cümlesinde Allah'ın gazap ve lanetine çarpılanlar Yahudiler, onları ahbap edinip sevenler de münafıklardır.

"Bunlar sizden de değildir onlardan da." Çünkü onlar münafıktırlar, Yahudilerle müslümanlar arasında bocalarlar.

"Yalan yere yemin ederler" cümlesindeki "yalan" İslâm'ı kabul ettikle­rini ve müminlerden olduklarını iddia etmeleridir. Bunda yalancı oldukla­rını "kendileri de bilip dururken yalan yere yemin ederler."

"Şüphesiz onların yapmakta oldukları" alıştıkları ve vazgeçmedikleri bu günahlar "ne kötüdür."

"Yeminlerini bir kalkan edindiler" yani kendilerine yöneltilebilecek tenkitleri savuşturmak için yemini bir set ve sütre yaptılar da bu sayede insanları "Allah yolundan çevirdiler."

"Onlar için küçük düşürücü bir azap vardır." Bu (küçük düşürücü, ifa­desi) "azaba" başka bir sıfat takılarak yapılmış ikinci bir tehdittir.

Kıyamet gününü onlara anlat ki "o gün Allah onların hepsini dirilte­cek de onlar" O'na da size yemin ettikleri gibi "müslüman olduklarına da­ir' yemin edeceklerdir. Onlar gerçekten dünyadaki gibi ahirette de yemin­lerinin fayda vereceği şeklinde "bir şey üzere olduklarını sanırlar."

"Bunları şeytan istilâ etmiş" yani onları hakimiyeti altına almış, ku­şatmış ve akıllarını ele geçirmiştir.

"şeytanın fırkası" Şeytanın peşinden gidenler, ona yardım edenler ve destek çıkanlardır. [44]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah'ın kendilerine gazap ettiği..." mealindeki ayet (14. ayet) İbni Ebi Hatem'in Süddi ve Mukatil'den naklettiğine göre, münafık Abdullah b. Nebtel hakkında inmiştir. Bu adam Rasulullah'ın (s.a.) meclisinde bulunur sonra O'nun sözlerini gidip Yahudilere aktarırdı. Bir gün Rasulullah (s.a.) hücre-i saadetlerinden birinde iken şöyle buyurdu: "Şimdi içeriye birisi gi­recek, kalbi zalim kalbidir, şeytanın gözleriyle bakar." Az sonra Abdullah b. Nebtel girdi, gözleri mavi idi. Rasulullah (s.a.) ona "Sen ve arkadaşların benim hakkımda niçin çirkin şeyler söylüyorsunuz?" dedi. O da böyle bir şey yapmadığına yemin etti. Rasulullah (s.a.) "Yaptın." dedi. Abdullah hemen gidip arkadaşlarını getirdi. Onlar da aleyhinde konuşmadıklarına da­ir yemin ettiler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

"O gün Allah onların hepsini diriltecek..." ayetinin (18. ayet) nüzul se­bebiyle ilgili olarak Ahmed b. Hanbel'in ve "sahihtir" hükmü ile Hakim in İbni Abbas'tan rivayetlerine göre, Rasulullah (s.a.) odalarının birisinin göl­gesinde bulunuyordu, gölge çekilmek üzereydi. Şöyle buyurdular: "Şimdi size bir insan gelecek, size şeytanın gözüyle bakar, geldiği zaman onunla konuşmayın." Çok geçmeden gözleri mavi ve şaşı bir adam belirdi. Rasulul­lah (s.a.) onu çağırdı ve sordu: "Sen ve arkadaşların benim hakkımda niçin çirkin şeyler söylüyorsunuz?" dedi. O da: "Müsade et, onları sana getire­yim." deyip gitti ve arkadaşlarını getirdi. Onlar da böyle bir şey yapmadık­larına ve söylemediklerine dair yemin ettiler. Bunun üzerine "O gün Allah onların hepsini diriltecek..." ayeti nazil oldu. [45]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Rabbimiz, müminlerin Rasulullah'in (s.a.) yanında uzun müddet oturarak ve sıkça yanına girip çıkarak rahatsız etmemeleri için onunla ko­nuşmadan önce sadaka vermelerini emrettikten sonra, Yahudilerle dost­luklarını devam ettiren ve müminlerin sırlarını onlara taşıyan münafıkla­rın durumunu zikretti. "Onlar (küfür ile iman) arasında bocalayan bir sü­rü kararsızlardır. Ne onlara ne bunlara. Allah kişiyi şaşırtırsa artık ona bir yol bulamazsın asla." (Nisa, 4/143) ayeti kerimesinde de beyan edildiği gibi onlar aslında ne müslümanlarla ne de kâfirlerle beraberdirler.

Allah Tbâla onlara gelecek azabı hatırlatarak uyardı ve bu hareketle­rinin sebeplerini ve şeytanın akıllarını istilâ ettiğini beyan etti. Bu sebeple onlar şeytanın yardımcıları oldular. [46]

 

Açıklaması:

 

"Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi dost edinenleri görmedin mi? Bunlar sizden de değildir. Onlardan da değildir." Yani Yahudileri dost edinip aslında onlarla ittifak halinde olan, müminlerin sırlarını onlara ta­şıyan şu münafıkların hali nedir söyler misin? Onların bu tutumu hayret vericidir. Bu sebeple Allah onlara gazap etmiştir. Onlar aslında ne mümin­lerle beraberdirler ne de dost göründükleri Yahudilerle.

"Kendileri de bilip dururken yalan yere yemin ederler." Yani yalan ye­minleri kendilerine perde yaparlar. Müslüman olduklarına veya Yahudile­re haber aktarmadıklarına yemin ederler. Halbuki kendileri bunun aslı ol­madığını, gerçekle hiç alâkası olmayan bir yalan olduğunu pekâlâ bilirler.

Sonra Allah Teâla şiddetli azap ile onları uyararak şöyle buyurdu: "Allah onlar için çetin bir azap hazırladı. Şüphesiz onların yapmakta oldukları ne kötüdür." Yani Allah onların yaptığı bu kötü amellere karşılık şiddetli bir azap hazırladı. Bu kötü amel, kâfirleri dost edinip onlara akıl vermeleri, müminlere düşmanlık edip onları aldatmalarıdır. Yaptıkları bu çirkin hareketler ve bunda ısrar etmeleri ne kötüdür.

"Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler de (insanları) Allah yolundan çevirdiler. Onlar için küçük düşürücü bir azap vardır." Yani mümin görü­nüp inkârı içlerinde gizlediler, yalan yeminlerin arkasına sığındılar. Canla­rını kurtarmak için bu yeminleri kendilerine kalkan yaptılar. Bunların gerçek yüzünü bilmeyen, onları doğru zanneden bazı insanlar bunlara kandılar. Bu sebeple Allah yolundan bazı uzaklaşmalar oldu. Bu yalan ye­minleri sebebiyle ve Allah'ın yüce ismini bu yeminlerinde kullanarak Ona saygısız davranmalarının karşılığı olarak, onlar için cehennemde elim bir azap vardır.

Sonra Allah Tealâ münafıkların kıyametteki iflâslarının büyüklüğünü zikrederek şöyle buyurdu:

"Onları ne malları ne evlâtları hiçbir şekilde Allah'ın azabından kur­taramayacaktır. Onlar cehennem ehlidir. Onlar orada ebedidirler." Yani Al­lah'ın azabına karşı onların ne malları ne evlâtları hiçbir şey ifade etmez. Bu vasıflan taşıyan o insanlar cehennem ehlidirler, oradan ayrılmayacak­lar, çıkmayacaklar ve orada ölmeyecekler.

"O gün Allah onların hepsini diriltecek de O'na da size yemin ettikleri gibi yemin edeceklerdir." Ey peygamber onlara şunu hatırlat: Allah onların hepsini kabirlerinde diriltip kıyamet günü eksiksiz topladığı zaman, dün­yada insanlara yemin ettikleri gibi Allah'a karşı da kendilerinin istikamet ve hidayet üzere olduklarına yemin edecekler ve bunun dünyada insanla­rın nazarında faydası olduğu gibi Allah'ın yanında da faydası olacağını zannedecekler. Çünkü insan ne üzere yaşarsa öyle ölür ve öyle diriltilir.

İşte bu ağır ceza onların isyanımnın büyüklüğünden dolayıdır, zira ar­tık kıyamette bütün gerçekler açığa çıkmıştır.

"Onlar gerçekten bir şey üzere olduklarını sanırlar. Dikkat, onlar haki­katen yalancıların ta kendileridir." Onlar ahirette zannederler ki bu yalan yeminleri, dünyada olduğu gibi ahirette de bir menfaat celbeden veya zarar defeden cinsten bir şey olacaktır. Dikkat! Onlar bu tasavvurlanyla yemin ettikleri konuda yalancıların ta kendileridir. Bu münafıkların hali, "Sonra başka fitnelik edemeyecekler, sadece şöyle diyecekler: "Rabbimiz Allah'a ye­min ederiz, vallahi bizler müşrik değildik." Bak vicdanlarına karşı nasıl yalan söylediler, kayboluverdi o uydurdukları ma'budlar." (En'am, 6/23-24) ayetlerinde haber verilen müşriklerin hali gibi olacaktır.

Sonra Allah Tealâ bu sapıklıklarının sebebini zikrederek şöyle buyurdu: "Bunları şeytan istilâ etmiş de onlara Allah 'ı hatırlamayı bile unutturmuştur. Bunlar şeytanın fırkasıdır. Dikkat, şüphesiz şeytanın fırkası hüsra­na uğrayanların ta kendileridir." Yani şeytan onları istila etmiş, kuşatmış ve akıllarım tesir altına almıştır. Bu yüzden onlar Allah'ın emirlerini ter-kettiler, O'na itaat etmediler. İşte bunlar şeytanın ordularıdır ve onun pe­şinden gidenlerdir. Dikkat, şeytanın yardımcıları hüsrana uğrayıp helak olanların ta kendileridir. Çünkü onlar cennet yerine cehenneme, hidayet yerine dalâlete razı oldular. Allah'a ve Peygamber'e (s.a.) karşı yalan söyle­diler, yalan yeminler ettiler, bu sebepten dünyada da ahirette de hüsrana uğrayacaklardır. Bunu kabul edip razı olan, akıllı insan değildir. [47]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır.

1- Müminlerin düşmanı olan kâfirleri dost edinmek, onlara müslü-manların sırlarını söylemek, destek olup yol göstermek haramdır.

2- Münafıklar ne Yahudilerden ne de müslümanlardandır, bilakis bu ikisi arasında kararsız haldedirler ve müslümanlarm haberlerini onlara taşırlar.

3- Bu münafıklara cehennemde şiddetli bir azap vardır ki bu cehenne­min en alt tabakasıdır. Onların bu yaptıkları ne kadar kötüdür.

4- Bu münafıklar yeminlerini ölümden kurtulmak için kalkan yaptı­lar. O halde onlar dünyada öldürülmek, ahirette ateşe atılmak suretiyle zillete düşürücü bir azap göreceklerdir.

5- Ne malları ne evlâtları onları Allah'ın azabından kurtaramaz.

6- Kıyamet günü kabirlerinden kalkıp mahşerde toplandıklarında on­lar için tahkir eden bir azap vardır.

7- Münafıklar yaptıkları yalan yeminlerinin kendilerine dünyada ya­ran olduğu gibi ahirette de olacağını zannederek açıkça mugalata (demogoji) yapıyorlar ve bu inkârları ve yeminleriyle bir şey elde edeceklerini zan­nediyorlar. Halbuki onlar aslında yalancıdırlar. Yani nasıl ki onlar nifak ve yalan yemin üzere yaşadılarsa aynı şey üzere ölecek ve aynı vasıf üzere di-riltileceklerdir.

8- Şeytan onları, Allah'ın emirlerini ve O'na itaati terke kadar götüren vesveseleriyle dünyada emri altına aldı. Onlar artık onun avaneleri ve des­tekleyicileridir. Şeytanın avanesi bu alış verişte zarara uğrayanların ta kendileridir. Çünkü onlar cenneti verip cehennemi, hidayeti verip dalâleti satın aldılar. [48]

 

Allah Ve Peygamber Düşmanlarının Cezası, Müminlere Zafer Vaadi Ve O'nun Düşmanlarını Dost Edinmenin Haramlığı

 

20- Allah'a ve peygamberine düş­man olanlar, şüphesiz işte onlar en zeliller içindedirler. 

21-Allah şöyle yazdı: "Celâlim hakkı İÇİn ben Ve elÇüerün SaüP geleceğiz. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.

22- Allah'a ve ahiret gününe iman  eden bir kavmin-babaları, oğulları,  kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasulüne düşman olan- larla dostluk ettiğini görmezsin. İşte an onların kalbine imanı yaz ve katından bir ruh ile onlarıteyİ etmitir. Onla" içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacak,  orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan hoşnut olmuş, onlar da Al­lah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar Allah'ın fırkasıdır. Dikkat, Allah'ın fırkası şüphesiz kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

 

Belagat:

 

"Katından bir ruh ile onları teyit etmiştir" ifadesinde mecaz-ı mürsel vardır. Çünkü ruh güzel ve ebedî hayatın sebebidir. [49]

 

Kelime Ve İbareler:

 

"Allah ve peygamberine düşman olanlar" aykırı davrananlar, kin besle­yenler... Onlar bir vadide, din ve hidayet başka bir vadidedir, "şüphesiz işte onlar" mağlup olmuş, Allah'ın rezil rüsva ettiği "en zeliller içindedirler."

"Allah Tealâ şöyle yazdı" ve hüküm verdi: "Celâlim hakkı için ben ve elçilerim" deliller ortaya koyarak ve kuvvet kullanarak "galip geleceğiz."

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kavmin" Allah'a ve peygambe­rine düşmanlık edenler "babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları" gi­bi kendilerine insanların en yakını "da olsalar, onlarla dostluk ettiğini görmezsin" zira bu yakışmaz onlara.

"İşte Allah onların kalbine iman yazmış" cümlesi imanla amelin ayrı şeyler olduğunun bir delilidir. Çünkü insan azalarının yaptıkları kalpte yer almaz.

"Katından bir ruh"'dan maksat bir nurdur ki Allah onu sükûnet ve hu­zur bulsun diye kalplere indirir.

"Allah'ın fırkası" Allah'ın ordusu, dinine yardım edenler, emrine uyup, yasağından kaçınanlardır. [50]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah şöyle yazdı..." ayetinin (21. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Mukatil'den şöyle rivayet edilmiştir: Allah Mekke'nin, Taifin, Hayber ve çevresinin fethini müyesser kılınca müminler "Rabbimizin bizi Bizans ve İran'a karşı da zafere ulaştırmasını niyaz ederiz." dediler. Abdullah b. Übey de onlara "Siz Bizans ve İran'ı fethettiğiniz şu köyler gibi mi zannedi­yorsunuz?" dedi. Bunun üzerine "Allah şöyle yazdı." ayeti nazil oldu.

"Allah ve ahiret gününe iman eden..." ayetinin (22. ayet) nüzul sebe­biyle ilgili olarak da İbni Ebi Hatem ve Taberani'nin ve Ebu Nuaym'mın Hılye'de, Beyhaki'nin Sünen'in&e İbni Abbas tariki ile Abdullah b. Şev-zeb'den rivayet ettiklerine göre "Allah'a ve ahiret gününe iman eden..." ayet-i kerimesi Bedir günü müşrik babasını öldüren Ebu Ubeyde b. Cerrah hakkında inmiştir.

Bu hadiseyi Taberani ayrıca Hakim Müstedrek'inde şu ifadelerle nak-letmişlerdir: Bedir günü Ebu Ubeyde b. Cerrah'ın babası, üzerine gelmeye başladı. Ebu Ubeyde onunla karşılaşmamak için sağa sola kayıyordu. Ba­basının ısrarlı hücumları karşısında kalınca Ebu Ubeyde ona saldırarak öl­dürdü. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

İbni Münzir'in rivayetine göre İbni Cüreyc şöyle demiştir: Bana anla­tıldığına göre Ebu Kuhafe, Rasulullah'a (s.a.) çirkin sözler söyledi. Ebu Be­kir ona kuvvetlice vurdu, yere düştü. Ebu Bekir bunu Rasulullah'a (s.a.) anlattı, Hz. Peygamber "Bunu yaptın mı?" dedi. Hz. Ebu Bekir "Vallahi ya­nımda kılıç olsaydı boynunu bile vurmuştum." dedi Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Razi şöyle demiştir: Alimlerin çoğunluğu bu ayetin Hatıb b. Ebi Bel-tea'nın Rasulullah'ın (s.a.) Mekke fethi için yaptığı hazırlıkları onlara ha­ber vermesi üzerine onun hakkında nazil olduğunda ittifak etmişlerdir. [51]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Rabbimiz ahirette münafıkların kötü halini ve uğrayacakları bü­yük zararı beyan ettikten sonra onların bu akibete düşmesinin sebebini beyan etmiştir ki bu, onların Allah ve Rasulüne isyan edip emirlerine muha­lefet etmeleridir. Sonra peygamberlerine yardım edeceği ve düşmanlarını hezimete uğratacağına dair hükmünü haber verdi. Daha sonra imanla Al­lah düşmanlarına karşı sevginin bir arada olamıyacağını zikretti. Çünkü bir insan birini severse, o sevdiğinin düşmanını sevmesi mümkün değildir. [52]

 

Açıklaması:

 

"Allah'a ve peygamberine düşman olanlar şüphesiz işte onlar en zelil­ler içindedirler." Yani Allah'ın emir ve nehiylerine muhalif davranan, hak­tan uzaklaşıp İslâm'a düşmanlık ederek, kendilerini bir cephede, Allah ve Rasulünün dininini başka bir cephede kabul eden inatçı kâfirler, işte bun­lar mağlup olanlardan ve Allah'ın yarattıklarının en zelillerindendir ki, is­ter dünyada ister ahirette olsun bunlardan daha zelil kimse göremezsin. Dünyadaki zilletleri, müşriklerin ve Yahudilerin başına gelen ölüm, esaret ve yurdundan kovulma, ahirette ise "Ey Rabbimiz, muhakkak sen kimi o ateşe sokarsan şüphesiz onu hor ve hakir edersin." (Ali İmran, 3/92) ayetin­de ifade edildiği gibi azap görme ve rezil rüsva olmadır. Bu, Allah düşman­larının hezimete uğrayacağına dair bir ikazdır.

"Allah şöyle yazdı: "Celâlim hakkı için ben ve elçilerim galip geleceğiz." Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir." Yani Allah Tealâ ezelî ilminde şöyle hük­metti: Allah ve O'nun peygamberleri çeşitli hüccetler, kılıç ve benzeri delil­lerle galiptirler. Allah Tealâ peygamberlerine yardım edecek güce sahiptir, düşmanlarına karşı galiptir. İbni Kesir'in dediği gibi bu, dünyada ve ahiret­te zaferin müminlerin olacağına dair değişmez bir karar ve kafi bir hüküm­dür. Ve yine bu, kâfirlere karşı müminlerin zafer kazanacağının bir müjde-sidir. Bu vaad defalarca tecelli etmiştir. Nuh, Hud, Salih, Lût gibi geçmiş peygamberlerine, kavimlerine karşı yardım etmiş onlara zafer ihsan etmiş­tir. Ve yine elçisi Muhammed (s.a.) ve ashabına Arap yarımadasında müş­riklere karşı, Bizans ve İran devletlerine karşı zaferler nasip etmiştir.

Bu ayetin bir benzeri de "Andolsun ki peygamber olarak gönderilen kullarımız hakkında bizim geçmiş sözümüz vardır. Muhakkak onlar, mut­laka zafere ulaştırılmışlardır. Muhakkak bizim ordumuz, her halde onlar galip gelirler." (Saffat, 37/171-173) ayetleridir.

Sonra Allah Tealâ, Allah düşmanlarına karşı müminlerin sevgi besle­meyeceklerini beyan ederek şöyle buyurdu: "İşte Allah onların kalbine ima­nı yazmış ve katından bir ruh ile onları teyid etmiştir. Onları içlerinden ır­maklar akan cennetlere koyacak orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." Yani Allah ve Rasulüne düşmanlık edenleri dost edinmeyen bu insanların kalplerine Al­lah Teâla sahih imanı yerleştirmiş, dünyada düşmanlarına karşı katından bir yardımla onları takviye etmiş ve bu yardımını "ruh" diye isimlendirmiştir. Çünkü bu yardım sonucu müminlerin durumu hayat bulmuş ve bu se­beple onları köşklerinin ve ağaçlarının altından ırmaklar akan cennetlere koymuştur. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Allah onların amellerini ka­bul etmiş, dünyada ve ahirette rahmetini onlara bol bol vermiş ve hem dünya hem ahirette kendilerine verdiği bu nimetlerle onları mesrur etmiş­tir.

"İşte bunlar Allah'ın fırkasıdır. Dikkat, Allah'ın fırkası şüphesiz kurtu­luşa erenlerin ta kendileridir." Yani işte bunlar Allah'ın dininin yardımcıları, emirlerine uyan, düşmanlarıyla savaşan, dostuna yardım eden ordusudur. Dikkat, işte bunlar dünya ve ahiret saadetine erişenlerin ta kendileridir. [53]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayeti kerimeler şu dört hususa delâlet etmektedir:

1- Allah ve Rasulüne muhalefet edip Rablerinin dinine ve Rasulünün sünnetine düşmanlık eden kâfirler zelil insanlardır, onlardan daha zelil kimse yoktur.

2- Allah Teâla levh-i mahfuzda şöyle hüküm verdi: Allah, hüccet, kılıç ve benzeri kuvvetlerle düşmanlarına karşı mutlaka galip gelecektir. Kim onunla savaşmaya kalkarsa Allah ona savaşla galebe çalar, kim hüccet ve beyanla harp etmeye kalkarsa ona hüccet ve beyanla galip gelir.

3- Hakiki iman ile Allah düşmanlarına karşı sevgi bir arada bulun­maz. Çünkü kim bir insanı severse bunun yanında onun düşmanını da sev­mesi mümkün değildir. İsterse bu kişi en yakınlarından biri olsun. Allah'ın en büyük nimet olan imanı nasip ettiği kişinin kalbinde Allah düşmanının sevgisinin bulunması nasıl mümkün olur?

4- Allah Tealâ, düşmanlara dosluktan kaçınan bu müminlerin kalple­rine iman aşıladığını ve onları katından bir yardımla takviye ettiğini ifade etmiş, sonra onların uhrevî mükâfatlarını beyan etmiştir ki bu, cennete gi­rip orada ebedî kalmaları, Allah'ın rızasına ve sevabına nail olmaları, ken­dilerine dünyada ve ahirette verilen yardım, nzık, mal, nur, iman, hidayet ve cennet gibi nimetlerle sevindirilmeleridir. Sonra Allah onları, Allah'ın fırkası diye vasfetti. Allah'ın fırkası kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Bu son ifade dünya ve ahiret saadetinin sırf onlara mahsus olduğunun bir be­yanıdır.

Özetle: Allah, düşmanlara sevgi beslemeyenlere şu dört nimeti verece­ğini beyan etmiştir:

1- Kalplerinde imanı yerleştirmesi.

2- Katından bir ruhla onları teyit etmesi, yani düşmanlarına karşı on­lara zafer nasip etmesi.

3- İçinden nehirler akan cennetlere koyması.

4- Allah'ın hoşnutluğu gibi bir nimete nail olmaları ve O'nun kendile­rine verdikleriyle mesrur olmaları.

Yine Allah Tealâ burada düşmanlara karşı muhabbeti terketmeyi ge­rektiren şu dört hususu da zikretmiştir.

1- İman ile iman düşmanına karşı sevgi bir kalpte toplanmaz.

2- En yakınları da olsa müminler, düşmanlara karşı sevgi ve muhab­bet beslemezler.

3- Yüce Rabbimiz burada müminlere bahşettiği nimetleri sayıp dök­müştür. İşte bu da Allah düşmanlarına karşı sevgi ve muhabbeti terketme­yi gerektirir.

4- Rabbimiz, bu müminleri "Allah'ın muzaffer fırkası" diye vasıflandırmıştır: "İşte bunlar Allah'ın fırkasıdır. Dikkat, Allah'ın fırkası şüphesiz kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." [54]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/295.

[2] Bu sözü Buhari (talik tarikiyle) Said b. Mansur, Abd b. Humeyd, Nesai, İbn Mace, İbn Münzir, İbn Merduveyh ve “Elhamdulillah” lafzıyla Beyhaki Sünen’inde nivayet etmişlerdir.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/295.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/295-297.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/298.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/298-300.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/300-301.

[8] Cassas, III/417; İbnü'l-Arabi, Ahkâmü'l-Kur'an, VI/1738.

[9] Ayrıca Ahmed b. Hanbel Müs/ıed'inde, Müslim de Sahih'inde rivayet etmiştir.

[10] Bir müd altı yüz yetmiş beş gramdır.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/301-307.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/307-310.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/311.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/311-312.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/312.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/312-314.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/314-315.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/316-317.

[19] Esbâbü'n-Nüzul, Nisaburî, s. 233.

[20] a.g.e. Hadis-i İbni Ebi Hatem rivayet etmiştir.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/317-318.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14318.

[23] Bu hadisi Ahbed b. Hanbel, Buhari, Müslim, Tirmizi, İbni Mace ve Aburrazzak İbni Mesud'tan rivayet etmiştir.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/318-319.

[25] Muvatta'Aa. rivayet edilmiştir.

[26] Kurtubî, XVII/295.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/320-321.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/322.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/322.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/322-323.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/323.

[31] İmam Malik, Şafii, Ahmed, Tirmizi ve İbni Ebi Hatem İbni Ömer'den rivayet ettiler. Ayrıca Buhari ve Müslim de rivayet etmiştir.

[32] Razî, XXVIIII/269. Hadisi Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.

[33] İbni Kesir, IV/325.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/323-325.

[35] Hadis sahihtir. Ebu Davud rivayet etmiştir.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/325-326.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/327.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/327-328.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/328-329.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/329.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/329-330.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/330-331.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/332-333.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/333.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/333-334.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/334.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/334-336.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/336.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/337.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/337-338.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/338.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/338-339.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/339-340.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/340-341.