Gizlice Kötülük Konuşanların Cezası Ve Kur'an'da Münacat Adabı: |
Sahih rivayete göre bu sure Medine'de inmiştir. Kelbi'den rivayet
olunduğuna göre "...her hangi bir üç kişiden bir fısıltı sadır olmaya
dursun o, bunların dördüncüsüdür..." kısmı hariç tamamı Medine'de nazil
olmuştur, burası ise Mekke'de nazil olmuştur. Ata'dan gelen rivayete göre ise
surenin ilk on ayeti Medine'de kalanı ise Mekke'de inmiştir.
Bu sure "Muhakkak Allah, kocası hakkında sana müracaat eden (mücadele
eden) kadının sözünü işitti." ayeti ile başladığı için "Mücadile Suresi"
ismini almıştır. Bu kadın Evs b. Samit'in hanımı Havle'dir.
[1]
Şu üç hususta bu surenin önceki sure ile münasebeti olduğu görülür:
1- Hadid suresinin başında
Allah Tealâ'nm yüce sıfatları zikredilmiştir. "Zahir" ve
"Bâtın" olması, yere giren ve yerden çıkanı, gökten inen ve oraya
yükselen şeyleri "Bilen" olması, nerede olurlarsa olsunlar yarattıkları
ile beraber olması... bu sıfatlardan bazılarıdır. Bu surenin girişinde de buna
delâlet eden şeyler zikredilmiştir ki bu şikâyetini Allah Tealâ'ya da arzeden
cedelci kadının sözünü işitmesidir. Bundan dolayı bu, ayet-i kerime nazil
olduğu zaman Hz. Aişe (r.a.) şöyle dedi: "İşitmesi bütün sesleri kuşatanı
tenzih ederim, ben evin köşesindeydim (cedelci) kadının ne dediğini
bilmiyorum."[2]
2- Hadid suresi, Allah
Tealâ'nm ihsanını beyan ederek biterken bu sure de bazı ihsanlarına işaret
ederek başlamıştır.
3- Mücadile suresinde
"Görmedin mi Allah göklerde ve yerde olan her şeyi muhakkak bilir."
denilmiştir. Bu, Hadid suresinde geçen "Nerede olursanız Allah sizinle
beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür." sözündeki icmalin bir
tafsilidir.
[3]
Medine'de inen surelerin çoğunda olduğu gibi bu surenin de konusu
1- Bu sözü Buhari (talik
tarikiyle), Said b. Mansur, Abd b. Humeyd, Nesai, İbni Mace, İbni Münzir, İbni
Merdüveyh ve "Elhamdülillah" lafzıyla Beyhaki Süneriinde rivayet
etmişlerdir.
teşrii (amelî) hükümlerdir. Bu sure zıhar ve keffaretinin hükmü, topluluk içerisinde kötü niyetle fısıldaşmamn hükmü, meclis adabı, Rasulullah (s.a.) ile mahrem konuşmadan önce (fakire) sadaka verilmesi, münafıkların hükmü, peygamberi yalanlamaları ve bunun cezası, onların "şeytanın grubu" diye vasıflandırılmalan, Allah düşmanlarına sevgi ve muhabbet beslemenin hükmü gibi hususları ihtiva etmektedir. Bu suredeki ayetlerin hepsi, gönüllerde heybet, korku yerleşmesi ve suredeki hükümlere muhalefet etmekte cüret gösterilmemesi için ayetlerin her birinde "Allah" lafza-i celâlinin bulunması ile bir özellik arzeder.
Bu sure bir kadının, Havle b. Salebe'nin sesini Allah Tealâ'nın
işittiğini beyan ederek söze başlar. Havle kendisine "Sen bana annemin
sırtı gibisin" diyerek zıhar yapan kocası Evs b. Samit'in durumu hakkında
Rasulul-lah'a (s.a.) sık sık müracaat ediyordu. Zıhann cahiliyedeki hükmü, hanımın
zıhar yapan kocaya ebediyyen haram olması şeklinde idi. Allah Teâla bu adeti
değiştirdi ve ancak zıhar yapan koca keffaret verinceye kadar devam eden bir
haram halinde meşru kıldı. Zıhar keffareti ilk ayetlerde de beyan edildiği gibi
köle azat etme, iki ay aralıksız oruç tutma veya altmış fakiri doyurmaktır.
Bunun ardından Allah Teâla ve Rasulüne (s.a.) düşmanlık edenlerin zelil
ve rezil olacakları, Allah Tealâ'nın onların amellerini sayıp dökeceği ve
onların her şeyine şahit olduğu beyan edilmiştir (ayet, 5 - 6).
Sonra meclislerde tenaci adabı zikredildi. 'Tenaci" iki ve daha
fazla kişinin diğerlerinin önünde kendi aralarında gizlice konuşmalarıdır.
Yahudi ve münafıkların yaptığı gibi eğer bu fısıldaşma kötülük ve düşmanlık
için yapılırsa ayet-i kerime bunu haram kılmış ve bu gizli sözleri Allah Tealâ'nın
bildiğini haber vermiştir. Yahudilerin Rasulullah'a (s.a.) selâm verirken
"Esselâmü aleyküm" yerine ilk anda "selâm'a benzeyen ama aslında
"ölüm" manasına gelen "Essâmü aleyke ya Muhanımed" diyerek
ona beddua etmek ve onu üzmek istediklerini bildirerek onların
düzenbazlıklarını, hile ve sahtekârlıklarını ortaya koymuştur (ayet, 7 - 10).
Daha sonra meclislerde başkalarına yer verme ve istenildiği takdirde
yerini terketme adabından bahsetmiş, Allah Tealâ'nın ve Rasulünün (s.a.)
emirlerine itaat eden müminleri medhü sena etmiş, bilhassa alimlerini
methetmiştir. Rasulullah'a (s.a.) mahrem bir şey söylemek isteyenlerin fakirlere
sadaka vermeleri önce vacip kılınmış, ancak daha sonra bu hüküm müminlere yük
olmasın, peygamberleriyle görüşmelerinde kolaylık olsun diye kaldırılmış, bunun
yerine namaz kılmakla zekât vermekle, Allah ve Rasulüne itaatle meşgul olmaları
meşru kılınmıştır (ayet, 11 - 13).
Sonra, Yahudiler'le ahbablık ve yarenlik kuran, müminlerin sırlarını
onlara ifşa eden, yalan yeminler eden, Allah ve Rasulüne düşmanlık edip
emirlerine muhalefet eden münafıkların utanç veren perişanlıklarını
açıklamıştır. Onlar rezil ve mağlûp, müminler aziz ve muzafferdir, (ayet, 14 -
21).
Bu sure müminlere, kendilerine en yakın kişiler bile olsa bu ümmetin
düşmanlarını dost edinen, münafıklık yapan, bu ümmetin bünyesini zayıflatmak
ve birliğini dağıtmak için bir onlardan bir bunlardan gözüken hainlerden
sakınmalarını emrederek sona ermiştir. Birbirlerini seven ve kenetlenen ümmet
ise gerçek iman ümmetidir, cennette ebedî kalacak olanlar takva sahibi
müminlerdir.
Son olarak iman ile küfür ve nifak cephesi arasındaki farkı beyan etmiş,
sevginin de buğzun da Allah için olması lâzım geldiğini, kâmil imanın Allah
düşmanlarına düşman olmayı gerektirdiğini vurgulamıştır (ayet, 22).
[4]
1- Kocası hakkında sana müracaat eden ve Allah'a şikâyet eden kadının
sözünü Allah işitti. Allah sizin konuşmanızı işitiyordu. Çünkü Allah işitir,
görür.
2- İçinizden hanımlarına zıhar yapanlar; o kadınlar onların anneleri,
Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.
3- Hanımlarına zıhar yapıp sonra söylediklerinden dönecek olanlar
birbiriyle temas etmeden evvel bir köle azat etsinler. İşte size bu öğütleniyor.
Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
4- Kim (bunu) bulamazsa birbiriyle temas etmeden evvel aralıksız iki ay
oruç tutsun. Buna da gucu yetmeyen, altmış yoksul doyursun. Bunlar Allah ve Rasulüne iman etmeniz
içindir ve bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kâfirler için elim bir azap vardır.
"Kocası hakkında... Allah'a şikâyet eden kadının sözünü Allah
işitti." cümlesinde "işitti" mecazdır. Asıl manası "kabul
etti, karşılık verdi" demektir." Aralarındaki alâka sebep sonuç
ilişkisidir. İşitmesi kabulüne sebeptir.
"O kadınlar onların anneleri değildir", "onların
anneleri onları doğuranlardır." cümlelerinde konuya daha fazla açıklık
getirmek için "anne" kelimesi tekrar edilmek suretiyle itnab
yapılmıştır.
[5]
Ey peygamber, boşamak niyetiyle kendisine zıhar yapan "kocası
hakkında" defalarca "sana müracaat eden ve" bir çare gösterir
ümidiyle derdini "Allah'a şikâyet eden kadının sözünü Allah işitti."
kabul etti ve cevap verdi. Zaten "Allah sizin konuşmanızı işitiyordu.
Çünkü Allah işitir, görür." Bu son cümle Allah'ın işitme ve görme
sıfatlarının olduğunu ispat eden delillerdendir.
Zıhar, kocanın hanımına "sen bana annemin sırtı gibisin"
demesidir. Araplar İslâm'dan önce zıhan en ağır boşanma şekli olarak
kullanırlardı. Böylece hanımlarının, anneleri gibi kendilerine haram olduğunu
ifade etmiş olurlardı. Bu benzetme sadece anneye değil -gerek nesep, gerek
süt, gerekse hısımlıktan dolayı- kendisine ebediyyen haram olan kadınlardan
herhangi birine yapılsa da yine zıhar olur.
Adı geçen kadın Evs. b. Samit'in eşi Havledir. Kocası zıhar yapıp
bo-şayınca Rasulullah'a (s.a.) geldi. Rasulullah da örfe bakarak "sen ona
haram olmuşsun." dedi. Kadın: "Ya Rasulallah, beni boşamadı."
dedi. Hanımın küçük çocukları vardı, üzüldü. Belki derdine bir çare gönderir
ümidiyle halini Allah'a arz etti. Bunun üzerine bu surenin ilk ayetleri indi.
"İçinizden hanımlarına zıhar yapanlar" iyi bilsinler ki
"o kadınlar onların anneleri değildir. Onların anneleri ancak onları
doğuranlardır." Dolayısıyla hanımları, kendilerine haram olma konusunda
mahremlerine benzemezler. "Bununla beraber onlar şüphesiz çirkin ve yalan
bir söz söylüyorlar." Zıhar yapan keffaret verip tevbe ederse, diğer
günahlarda olduğu gibi burada da "Muhakkak Allah çok affedici ve
bağışlayıcıdır." Ayette geçen "içinizden" kelimesi bu adetin
çirkinliğini ifade eder.
"Hanımlarına zıhar yapıp sonra söylediklerinden dönecek olanlar
birbiriyle temas etmeden" karı koca olmadan "evvel bir köle azat
etsinler." "Söylediklerinden dönme" İmam Şafiî'ye göre, sünnete
uygun şekilde boşaması mümkün olan bir zaman geçtiği halde hanımını boşamaması
ile, Ebu Hanife'ye göre arzu ile bakmak dahil hanımını kendisine her şeyiyle
helâl kabul etmesi ile, İmam Malik'e göre cinsi münasebete karar vermesiyle,
Hasan-ı Basri ve Ahmed b. Hanbel'e göre de bilfiil münasebette bulunmasıyla
olur.
Azat edilecek kölenin alimlerin çoğunluğuna göre müslüman olması
lâzımdır. Onlar, hata ile adam öldürme keffaretinde, azat edilecek kölenin
müslüman olması şartının zıhar keffaretinde de şart olduğunu ileri sürerler.
Yani mutlakı mukayyede hamlederler. Hanefiler ise gayr-i müslim de olsa bir
köle azat etmenin zıhar keffaretinde yeterli olacağını söylerler.
"Temas etmeden evvel" sözü, keffaret vermeden cinsî temasta
bulunmalarının haram olduğunu ifade eden bir delildir.
"Kim bunu" köle veya parasını "bulamazsa birbiriyle
temas etmeden evvel aralıksız iki ay oruç tutsun." Ara vermemesi vaciptir,
verirse yeniden başlar. Hastalık gibi bir mazeretten dolayı ara verirse baştan
alıp almaması konusunda farklı görüşler vardır. Gece temasta bulunması -oruçlu
olmadığı için- Şafiîlere göre ara vermiş sayılmaz. Hanefî ve Malikilere göre
ise yeniden başlar. Yaşlılık, iyileşmez bir hastalık veya kadına aşın düşkünlükten
dolayı "buna da gücü yetmeyen altmış yoksul doyursun." Şafiîlere göre
her fakire o beldenin ana gıda maddesinden bir müd (ölçek), Hanefüe-re göre yarım
sa' (bir ölçek adı) buğday veya bir sa' hurma veya bir sa' arpa vermelidir. Ve
bu, temas etmeden önce olmalıdır. "Temas etmeden evvel" şartı her ne
kadar burada zikredilmese de, köle azadı ve oruçta zikredildiği için, o yeterli
görülerek burada zikredilmemiştir. Ama o şart burada vardır.
"Bunlar" yani bu açıklamalar, öğretilen bu hükümler, keffaret
ödemede gösterilen bu kolaylık "Allah ve Rasulüne iman etmeniz
içindir." Yani bütün bunlar, cahiliye adetlerini terkedip Allah'ı ve
getirdiği hükümlerde Onun elçisini tasdik etmeniz için farz kılınmıştır.
"Ve bunlar Allah'ın sınırlarıdır." dinin hükümleridir. Bu
sınırların geçilmesi asla caiz değildir.
Bu hükümleri kabul etmeyen "kâfirler için elim bir azap
vardır."
[6]
"Kocası hakkında sana müracaat eden... Allah işitti" ayetinin
(1. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Hakimin "sahihtir" diyerek
naklettiğine göre Hz. Aişe şöyle dedi: "İşitmesi her şeyi kuşatan ne
yücedir. Havle binti Sale-be'nin sözünü işitiyor, bazısını anlıyor bazısını
anlayamıyordum. Kocasını Rasulullah'a (s.a.) şikâyet ediyor ve diyordu ki: Ya
Rasulallah gençliğimi yedi, kendimi ona verdim ve çocuklar doğurdum, nihayet
yaşım ilerleyip çocuktan kesilince bana zıhar yaptı. Ya Rabbi onu sana şikâyet
ediyorum." diyordu. Daha yerinden ayrılmadan Cebrail bu ayetleri indirdi.
Kocası Evs b. Samit'tir.
Ahmed b. Hanbel'in ve Kitabu't-Tevhid'de Buhari'nin ta'likan rivayet
ettiğine göre Hz. Aişe şöyle demiştir: "İşitmesi bütün sesleri kuşatana
hamdolsun. Mücadile (yani Havle) peygambere geldi, konuşuyor, ben odanın
köşesinde ne dediğini işitemiyordum. Hemen Allah Tealâ "Kocası hakkında
sana müracaat eden kadının sözünü Allah işitti." ayetini indirdi."
İbni Mace ve Beyhaki gibi sünenlerde ve müsnetlerde rivayet edildiğine
göre Evs. b. Samit, hanımı Havle binti Salebe kendisinden ilişki talebinde
bulunduğunda ona "Sen bana annemin sırtı gibisin." dedi. Cahiliye adetine
göre kişi hanımına bunu söylerse hanımı ona haram olurdu. Evs hemen pişman
olup hanımını çağırdı, bu sefer o reddetti ve: "Allah'a yemin olsun ki sen
söyleyeceğini söyledin, artık Allah ve Rasulü hükmünü beyan edinceye kadar bana
dokunamazsın." diyerek derhal Rasulullah'a gitti ve "Ya Rasulallah,
ben güzel bir genç kız iken Evs benimle evlendi, yaşım iler leyip çoluk çocuk
sahibi olunca beni kendisine annesi gibi (haram) kıldı ve beni başkalarına
terketti. Ya Rasulallah, benim onunla beraber yaşamam için bir ruhsat
görüyorsanız söyleyin." dedi. Rasulullah (s.a.)'da "Şu ana kadar
senin durumun hakkında her hangi bir şeyle emrolunmadım." buyurdular. Bir
başka rivayette de "Senin ona haram olduğundan başka bir şey
görmüyorum." buyurdular. Hz. Aişe (r.a.) "Rasulullah talâktan bahsetmedi."
dedi. Havle defalarca Rasulullah'a müracat etti. Sonunda "Ya Rab-bi!
İhtiyacımı ve sıkıntımı sana şikâyet ediyorum." dedi. Yine rivayet olunduğuna
göre Havle şöyle diyordu: "Benim küçük çocuklarım var, onları Evs'e
bıraksam perişan olurlar, yanıma alsam aç kalırlar." Başını semaya doğru
kaldırarak şöyle dua etmeye başladı: "Ya Rabbi! Şikâyetimi sana
ar-zediyorum, Ya Rabbi! Peygamberin lisanına (vahyini) indir." Daha yerinden
ayrılmadan hakkında ayet nazil oldu. Rasulullah (s.a.) "Havle! Müjde"
dedi. Havle: "Hayrolsun?" dedi. Rasulullah (s.a.) ona "Kocası
hakkında sana müracat eden kadının sözünü Allah işitti." ayetini okudu.
Buhari'nin Tarih 'inde rivayet ettiğine göre Mücadile (Havle) bir gün
Hz. Ömer'i durdurdu. Ona epeyce ağır konuştu. Hz. Ömer onu susurak dinledi.
Birisi "Ey müminlerin emiri! Ben seni hiç bu günkü gibi
görmedim." dedi. O da "Nasıl dinlemem, onu Allah dinledi ve hakkında
ayet indirdi." dedi.[7]
"Kocası hakkında sana müracat (mücadele) eden ve Allah'a şikâyet
eden kadının sözünü Allah işitti. Allah sizin konuşmanızı işitiyordu. Çünkü
Allah işitir görür." Yani ey peygamber, kendisine "sen bana
(haramlıkta) annem gibisin." diyerek zıhar yapan kocası hakkında sana
müracat eden ve şikâyetini Allah Teâla'ya arz eden kadının kendisini üzüp
kederlendiren bu durumu Allah Tealâ kabul etti. Allah zaten aranızda geçen o konuşmaları
işitiyordu. Çünkü Allah Tealâ işitilecek her şeyi ve görülecek her şeyi en
mükemmel şekilde işitir ve görür. Sizin o kadınla aranızda geçen konuşma da
bunlardan biridir.
"Mücadile" burada "muhavere" manasınadır. Muhavere
de bir sıkıntıdan çıkış yolu bulmak için konunun tekrar tekrar konuşulmasıdır.
Şikâyet: Başa gelip de hoşlanılmayan şeyi haber vermektir. İşitme: Kendisiyle
seslerin anlaşıldığı bir sıfattır ve ilim sıfatından başkadır. Burada bahsi
geçen kadın Havle binti Salebe'dir. Kocası: Ensar'dan Evs. b. Samit'tir.
Daha önce de geçtiği gibi Buhari, Nesei ve daha başkalarının da Hz.
Aişe'den (r.a.) rivayet ettiğine göre o şöyle demişti: İşitmesi bütün sesleri
kuşatan Allah'a hamdolsun, Havle binti Salebe geldi Rasulullah'a (s.a.) şikâyetini
arzetti. Ben odanın köşesinde idim. Sözlerini tam anlayamıyor-dum. Hemen
"Allah Tealâ kadının sözünü işitti." ayetini indirdi.
Ayetin başındaki "kad" beklenen bir şeyin oluşunu ifade eder.
Nitekim Rasulullah (s.a.) ile bu kadın, onun şikâyet ve sözlerini Allah
Tealâ'nm kabul etmesini ve bu konuda onu rahatlatacak hükmü indirmesini
gözlüyor-lardı. "Allah işitti." sözü icabet etmek ve kabul etmekten
mecazdır.
Sonra Allah Tealâ zıhar yapanları azarlayarak şöyle buyurdu:
"Ha-nımlarına zıhar yapanlar, o kadınlar onların anneleri değildir.
Onların anneleri ancak onları doğuranlardır." Yani hanımlarına "Sen
bana annemin sırtı gibisin, yani sen bana annem gibi haramsın." diyerek
onları annelerine benzetenlere gelince: Bu onların yalanıdır. Çünkü hanımları
onların anneleri değildir. Gerçekte anneleri, onları doğuranlardır. Bu ifade
de bir tev-bih (azarlama) ve itab vardır.
"Bununla beraber onlar şüphesiz çirkin ve yalan bir söz
söylüyorlar Muhakkak Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır." Yani bu zıharı
yapanlar bu sözleriyle, nasıl ki akıl kabul etmiyorsa aynı şekilde dinin de
kabul etmediği, cevaz vermeyip kabih gördüğü çirkin ve yalan bir söz söylemiş
oluyorlar. Allah'ın affı ve mağfireti çoktur. Zira vermeleri lâzım gelen
keffareti. onları bu münkerden kurtarmak için meşru kılmıştır. Allah Teâla
günah işleyip sonra tevbe edenleri affettiği gibi istediklerini tevbesiz de
affeder Ayet-i kerimede "Şirkin dışında dilediklerini affeder."
buyuruluyor.
Allah Tealâ, hanımı anneye benzetmek olduğu için zıharı "çirkin"
ve "yalan" olarak vasıflandırdı. Bu, dinin kabul etmediği ve
tanımadığı çirkin bir söz, yalan bir haberdir. Bu ifade zıhar yapmanın haram
olduğuna delâlet eder. Zıhar, Şafiilere göre de büyük bir günahtır. Çünkü bu,
Allah'ın izni olmadan O'nun hükmünü değiştirmeye yeltenmedir. Bunu yapan yalancıdır,
dine muarızdır.
Zıhar, cahiliye devrinde ebedî haramlığı gerektiren ve dönüşü olmayan
bir talâk sayılırdı.
Şafii ve Hanbelilere göre zıharın sahih olmasının ölçüsü şudur: Talâkı
sahih olan herkesin zıharı sahihtir. Buna göre âkil baliğ olanın zıharı sahihtir
ve bu konuda müslüman, kâfir müsavidir. Dolayısıyla "hanımlarına zıhar
yapanlar..." ayeti umumi olduğu için bu mezhepler nezdinde zımmı-nin
talâkı sahih olduğuna göre zıharı da sahihtir. Hanefi ve Malikilere göre ise
müslüman, âkil baliğ olan her kocanın zıharı sahihtir. Buna göre zım-minin
zıharı sahih olmaz, üzerine hiçbir hüküm terettüp etmez. Çünkü "Sizden
hanımlarına zıhar yapanlar" ayetinin zahiri müminlere hitap etmektedir.
Dolayısıyla bu, zıharın müminlere has olduğuna delâlet eder Çünkü sahih bir
zıharın getireceği hükümlerden biri de hanımına dönmek isteyip de köle
azadından aciz kalan kişinin oruç tutmasının vacip olmasıdır, bu haliyle
zımmiye orucun vacip olması mümkün değildir.[8]
Ahmed b. Hanbel hariç cumhura göre kadının kocasına "Sen bana annemin
sırtı gibisin." diyerek zıhar yapması sahih değildir. Evzâi'ye göre bu bir
yemindir, keffaret verir. Razi'ye göre bu görüş isabetli değildir. Çünkü
zıharda erkek asıl olduğu halde ona yemin keffareti lâzım gelmiyor, kadına
nasıl lâzım gelsin. Ve yine zıhar sözle haram kılmaktır. Halbuki kadın talâka
malik olmadığı için buna da malik değildir.
Ahmed b. Hanbel'den gelen kuvvetli bir rivayete göre ise kocasına zıhar
yapan hanıma zıhar keffareti vacip olur. Çünkü o, "çirkin" ve
"yalan" sözü söylemiştir. Ahmet'den gelen diğer bir rivayete göre
yemin keffareti vacip olur. Bu, onun mezhep esaslarına daha uygundur.
Zıharda hanımın benzetüdiği kadına gelince: Hanefilere göre bu, ister
nesep ister süt ister hısımlık sebebiyle olsun kişiye nikâhı ebediyyen haram
olan kadındır veya sırtı, karnı gibi bakması helâl olmayan bir uzvudur. Şafii
mezhebi de böyledir. Ancak onlar oğlun hanımını ve zıhar yapanın süt kızını
istisna ettiler. Çünkü bu ikisi bir zaman ona helâl idiler. O zamanı kastetmiş
olması muhtemeldir.
Malikilere göre benzetilen varlık, cinsî teması kocaya asla helâl olmayan
her hangi bir varlık olabilir. Bu erkek olur, kadın olur veya hayvan olabilir.
Bu itibarla kişinin hanımını veya saçı ve eli gibi bir cüzünü annesine
benzetmesiyle zıhar sahih olur.
Hanbelilere göre de benzetme ister tamamına ister eli, yüzü, kulağı gibi
bir uzvuna yapılsın zıhar sahih olur. Ayrıca ister nesep ister süt ister hısımlık
sebebiyle olsun kendisine ebediyyen haram olan kadınların hepsine şamildir.
Mesela anneler, nineler, teyzeler, halalar ve kızkardeşler buraya dahildir. Ve
yine hanımın kızkardeşi veya halası gibi muvakkaten haram olan kadınlara,
erkekler, hayvanlar veya ölüler gibi aslen haram olanlara da şamildir. Yani
bunlara benzetmek zıhar olur.
Sonra Allah Tealâ zıhar keffaretini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Hanımlarına zıhar yapıp sonra söylediklerinden dönecek olanlar
birbiriyle temas etmeden evvel bir köle azat etsinler. İşte size bu
öğütleniyor. Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır." Yani
kendilerinden zıhar sadır olanlar sonra bunu bozmak ve temasın mubah olduğu
önceki hallerine dönmek isterlerse, söyledikleri bu söz sebebiyle, temas
etmeden önce bir köle azat etmeleri üzerlerine vaciptir. Keffaret vermeden
temasta bulunmaları caiz değildir. İşte size emredilen hüküm veya keffaret
budur. Ya zıhar günahını irtikap etmekten vaz geçersiniz veya bu emirlere
uyarsınız. Allah amellerinizden haberdardır, hiçbir şey ona gizli kalmaz.
Bunların karşılığını verecek Odur.
Bu ayette geçen "dönmek" kelimesi ile ne kastedildiği
hususunda alimler ihtilâf etmişlerdir: Zahiriyye mezhebi ve Ebulaliye'ye göre
zıhar lafzının tekrar edilmesidir. Buna göre zıhar lafzını tekrar etmedikçe
keffaret lâzım gelmez. Bu görüş batıldır. Hanefi ve Malikilerde meşhur olan
görüşe göre "dönmek" temasta bulunmaya karar vermektir. İmam Şafii'ye
göre bunun manası zıhardan sonra kocanın hanımını, boşaması mümkün olacak
kadar bir müddet tutması ve boşamamasıdır. Çünkü onu annesine benzetmesi hanım
olarak tutmamasını gerektirir. Tutmuşsa sözünden döndü, demektir.
Ahmed b. Hanbel'e göre ise temasa dönmesi veya buna karar vermesidir.
Keffaret vermedikçe bu ona helâl olmaz.
Kısacası bu konuda üç veya dört görüş vardır: Zıhar lafzının tekrarı,
temasa karar verme, önden temas ve boşayabileceği kadar bir müddet tut-masu
Zahiriyye mezhebinin görüşüne cumhur şu cevabı vermiştir: Bu görüş ilk zıharın
keffaret gerektirmediğini ifade eder ki Havle kıssası bunu reddetmiştir. Zira
"tekrar" rivayet edilmemiş, Rasulullah da böyle bir şey sormamıştır.
"Bir köle azat etmek" her azası tam olan bir köle azat
etmektir veya bir köle azat etmek üzerlerine vaciptir. Burada köle, iman şartı
olmadan mutlak gelmiştir. Bu da kâfir olsun mümin olsun herhangi bir köle azat
etmenin yeterli olmasını gerektirir. Hanefi ve Zahiriler nassın bu şekilde zahirine
göre hükmetmişlerdir. Çünkü iman şart olsaydı Allah Teâla hata ile öldürme
keffaretinde olduğu gibi burada da beyan ederdi. O halde Allah Tealâ'nın mutlak
getirdiği yerde mutlak, mukayyed getirdiği yerde mukay-yed yapmak vaciptir, şu
halde herbiriyle kendi yerinde amel edilmelidir. Hanefilerin görüşü şu esasa
bina edilmiştir: "Burada imanı şart koşmak nassa bir ilâvedir, bu ise
nesihtir. Halbuki Kur'an ancak Kur'an ile veya mütevatir veya meşhur haber ile
nesholunur. Mutlak mukayyede ancak aynı hükümde ve aynı hadiste olursa
hamlolunur."
Cumhur ise mutlakı mukayyede hamlederek nasıl kölenin mümin olması
hata ile öldürmede nas ile şart kılınmışsa diğer keffaretlerde de şarttır
demiştir. Çünkü hepsinde mucip aynıdır; köle azat etme. İmam Malik'in kendi
senediyle siyah cariyenin kıssası hakkında Muaviye b. Hakem es-Su-lemi'den
rivayet ettiği Rasulullah'ın (s.a.) "Onu azat et. Çünkü o cariye
müminedir.[9]
hadisi ile de bu görüş kuvvet kazanmaktadır.
"Birbiriyle temas etmeden" sözünde bahsedilen şahıslar, daha
önce sözü geçen zıhar yapan koca ile zıhar yaptığı hanımıdır.
"Temas" cinsel ilişkiden kinayedir. Bu sebeple keffaretten önce
ilişki haramdır. Hanefi'lere göre öpme gibi ilişkiye hazırlayan hareketler de
haramdır. Çünkü haramın yolu da haramdır. Şafiilerde azhar olan görüşe göre bu,
haram değildir. Tıpkı hayızlı kadın ve oruçlu insan gibi, temas haramdır,
teması hazırlayan hareketlerde bulunması haram değildir.
"Kim bunu bulamazsa temas etmeden önce aralıksız iki ay oruç
tutsun." Yani elinde kölesi olmayan, zaruri ihtiyacından fazla olarak köle
parası da bulamayan veya zamanımızda olduğu gibi köle bulunmadığı için satın
alıp azat edemeyen kişi, Kur'an nassının emri ile cinsi münasebette bulunmadan
önce aralıksız iki ay oruç tutması vaciptir. Bu orucun aralıksız olması
üzerinde alimler icma etmiştir. Bir mazeretten dolayı bir veya birkaç gün
tutmasa veya gece yahut gündüz bilerek münasebette bulunsa cumhura göre yeniden
başlar. İmam Ebu Yusuf ve Şafii'ye göre gece temasta bulunursa yeniden
başlamaz, çünkü gece oruç zamanı değildir.
.Malikilere göre hastalıkla, unutarak oruç tutmamakla, tehdit altında
orucu bozmakla, henüz fecir doğmadı veya güneş battı zannederek yiyip içmekle
ara vermiş sayılmaz.
Hanefilere ve Şafiilerde karar kılınan sonraki görüşe göre, hastalık gibi
oruç bozmayı mubah kılan bir mazeret sebebiyle oruç tutmazsa ara vermiş
sayılır. Cinnet getirme sebebiyle tutmasa ara vermiş sayılmaz.
Hanbelilere göre zıhar yapan kişi iki ay boyunca bir mazeretten dolayı
oruca ara verirse kaldığı yerden devam eder, özürsüz bozarsa yeniden başlar.
Alimler "kifaf miktarı'nda ve maddi durumunun iyi olup olmamasının
zamanı konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Malik'e ve İmam Şafii'nin az-har
olan görüşüne göre keffareti eda zamanındaki haline itibar edilir. Çünkü
keffaret, teyemmümün abdeste, namazda oturmanın kıyama bedel sayılması gibi
bedeli kendi cinsinden olmayan bir ibadettir. Dolayısıyle eda vaktindeki haline
itibar edilir. Ahmed b. Hanbel ise keffarette ibadet değil ukubet tarafının
galip olduğunu esas alarak, vücub vaktine itibar etmiştir.
İki ayın hesaplanmasında neyin esas alınacağına gelince; en meşhur
olanı hilâllerin esas alınmasıdır. Kamerî ayın tam veya noksan olması arasında
fark yoktur. Ayın başında başlayan kişi ay noksan bile olsa hilâle göre iki
ayı tamamlar. Kamerî ayın başında başlamayana gelince; ondan sonra gelen ayı
hilâle göre tamamlar. Önceki ayın gününü ise diğer aydan otuza tamamlar. Çünkü
başında başlamadığı için onda hilâle göre sayması mümkün olmaz. Hanefilere göre
ise mutlaka altmış gün tutmalıdır.
"Buna da gücü yetmeyen altmış yoksul doyursun." Yani
yaşlılıktan veya müzmin hastalıktan veya adeten tahammül edilmeyecek ağır bir
meşakkatten dolayı aralıksız iki ay oruç tutamazsa, altmış yoksul doyurması
vacip olur. Hanefilere göre bunun miktarı fıtır sadakası gibi ya yarım sa'
buğday veya bir sa' (ikibin yedüyüz ellibir gram) hurma veya arpadır. Bu da
yine temastan önce verilmelidir ve fıtır sadakasının verildiği yerlere verilir.
Kur'an'm zahirine göre ister ibaha (yemek olarak yedirme) ister temlik (eline
verme) şeklinde olsun caizdir. Çünkü vacip olan it'âmdır. İfâmın hakikati ise
imkân vermedir. Bu da ibaha ve temlik yolu ile yerine gelmiş olur.
Malikilere göre eğer beldenin ana gıda maddesi buğday ise buğdaydan
üçte iki müdd[10] her
bir yoksula temlik eder, arpa veya darı veya başkalarından veremez. Şayet ana
gıda maddesi buğdaydan başka bir şey ise o gıdadan miktar olarak değil ama
doyurma açısından üçte ikisi müd buğdaya denk miktarı temlik eder. Üçte iki
müdde ulaşmak şartıyle öğle ve akşam yemeklerini yedirmesi (yani ibaha yolu) da
yeterlidir.
Şafii ve Hanbeliler de temliki şart koşarlar. Her fakire verilecek miktar
ise buğdayda bir müd, hurma ve arpada yarım sa'dır. Temliki şart koş-malanndaki
delil kıyastır. Bunu zekâta ve fıtır sadakasına kıyas ederler.
"Altmış yoksul doyursun" ayetinin zahiri mutlaka
"altmış" sayısının bulunmasını gerektirmektedir. Bundan dolayı
Hanefiler hariç cumhura göre bir kişiyi altmış gün doyursa sahih olmaz. Çünkü
ayetin zahiri altmış kişiyi doyurmayı vacip kılmıştır. Zahire riayet edilmesi
vaciptir. Hanefilere göre ise bu caizdir, zira maksat muhtacın ihtiyacını
gidermektir. Her gün bu miktar aynı kişiye verilirse, her gün tekerrür eden o
ihtiyacı giderilmiş olur.
Ancak bu görüş nassın zahirine muhaliftir. Bir kişi hakkında ihtiyacın
tekerrür etmesiyle bu altmış fakir olmaz. Maksat ihtiyaç gidermektir, şeklindeki
talil, nassın muktezasını iptal etmektedir. Dolayısıyla bu caiz olmaz.
Alimler zıhar keffaretinin ayetlerdeki tertibe göre verilmesi lâzım geldiğinde
ittifak etmişlerdir. Önce köle azadı, sonra oruç, sonra fakir doyurma. Buhari
ve Müslim'in de rivayet ettiği, Ramazanda hanımına yakın olan kişinin kıssası
ile ilgili hadis-i şerifler de bu tertibi emretmektedir.
Yine fakihler, keffareti ödemeden hanımına yaklaşan kişinin emr-i ilâhiye
muhalefet ettiği için günahkâr olacağında ittifak etmişlerdir. Bu halde de
keffaret sakıt olmaz, keffaret verinceye kadar hanımı kendisine haram olmaya
devam eder. Bu hüküm azat etme, oruç ve fakir doyurmanın her üçüne de şamildir.
Keffareti eda ederken hanımına yakın olsa bu hareketin hükmü hakkında
fakihler şu farklı görüşleri serdettiler:
Malikilere göre keffaret öderken münasebet haramdır, yaptığı keffareti
iptal eder ve neresinde olursa olsun yeniden başlar.
Şafiilere göre zıhar yapan kişi oruç tutarken gece temasta bulunsa günahkâr
olur. Çünkü keffaretten önce temasta bulunmuştur. Ancak yeniden başlamaz, çünkü
gece yemek yemiş gibi sayılır ve bu teması "aralıksız tutmacına zarar
vermez. Aynı şekilde fakir doyurma şeklinde eda ederken temasta bulunsa yine
devamına zarar vermez.
Hanefi ve Hanbeliler ise şu tafsilatı getirdiler: Keffareti oruç
tutarak eda ederken temasta bulunsa tuttuğu oruçlar fasit olur, yeniden
başlamadır. Ama fakir doyurarak eda ederken temasta bulunsa yedirdikleri batıl
olmaz, iadesi lâzım gelmez. Çünkü ayet-i kerimeler köle azadında ve oruç
tutmada bunların temastan önce yapılması şartını getirdikleri halde fakir
doyurmada bu şart zikredilmemiştir.
"Bunlar Allah ve Rasulüne iman etmeniz içindir ve bunlar Allah'ın
sınırlarıdır. Kâfirler için elim bir azap vardır." Yani beyan ettiğimiz
zıhar sebebiyle keffaret vacip olması hükmü, sizin Allah'ın Tealâ dinini ve
emrini ve Rasulünü (s.a.) tasdik etmeniz, dinin koyduğu sınırlan çiğneyip geçmemeniz
ve orada durmanız, çirkin ve yalan bir söz olan zıhan bir daha yapmamanız
içindir. Zikredilen bu hükümler Allah'ın koyduğu sınırlar yani haramlardır,
onlara riayet edin ve çizdiği bu sınırlan geçmeyin. Zira Allah Tealâ zıhann bir
masiyet olduğunu, adı geçen zıhar keffaretinin affı ve mağfireti sağlıyacağının
umulacağım, bu sınırlara riayet etmeyip çiğneyen kâfirler için ise bu
küfürlerine karşılık dünyada olduğu gibi ahirette de acı bir cehennem azabı
olduğunu beyan etmiştir.
Haccm Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkı olduğunu beyan eden ayetin
sonunda "Kim bu hakkı inkâr ederse (tanımazsa) bilsin ki Allah alemlerden
müstağnidir." (Ali İmran, 3/97) ifadesinde olduğu gibi burada da vebalin
ağırlığını hissettirmek için sınırlan tecavüz edenler için "kâfir"
kelimesi kullanılmıştır.
[11]
Bu ayet-i kerimelerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Gam, keder ve darlıktan dolayı
yapılacak şikâyetin Allah'a arzedil-mesi en etkili yoldur. Nitekim Allah Tealâ
Havle binti Salebe'nin şikâyetine cevap vermiş, onun yardım talebini kabul
etmiş, Allah'ın lütuf ve ihsanına itimadı tam olduğu için Rabbinden beklediği
gerçekleşmiştir. "...Allah işitti." den maksat da işte bu icabet ve
kabuldür.
2- Zıhar günahtır, haramdır,
dinen kabul görmeyen çirkin ve yalan bir sözdür. Çünkü hanım, anne değildir.
Anneler kişiyi doğurandır. Zıhann aslı kişinin hanımına "Sen bana annemin
sırtı gibisin." demesidir. Bunu söyleyenin zıhar yapmış olacağında icma
vardır. Aynı şekilde "Sen bana kızımın" veya
"kızkardeşimin" veya kendisine nikâhı haram olan herhangi birisinin
"sırtı gibisin" demesiyle de zıhar yapmış olur.
Zıhar, sarih ve kinaye olmak üzere iki çeşittir. Sarih, kocanın hanımına
"Sen bana annemin sırtı gibisin." veya "Sen bana annemin sırtı
gibi haramsın." veya "annemin karnı" veya "başı
gibisin" şeklinde benzetmeler yapmasıdır. Bunlan söyleyen zıhar yapmış
sayılır.
Kinayeli zıhar ise "Sen bana annem gibisin" şeklindeki sözlerdir ki bunlarda niyet esastır: Şayet zıhara niyet etmişse dört mezhebe göre de zıhardır, çünkü mutlak bir ifadeyle hanımını annesine benzetmiştir, bu ise zıhar olur. Niyet etmemişse zıhar olmaz.
İster zifaftan önce ister sonra olsun, talâkı caiz olan her kocanın
hanımı hakkındaki zıharı gerçekleşir.
İmam Malik'e göre kişi yabancı bir kadına zıhar yapsa daha sonra bu
kadınla nikâhlansa önceki yaptığı o zıhar sahihtir. İmam Ebu Hanife ve Şafii'ye
göre sahih değildir, çünkü ayet-i kerime "hanımlarına" ifadesini
getirmiştir. Nikâhtan önce o, onun hanımı değil idi.
İmam Ebu Hanife ve Maliki'ye göre zımmi (gayri müslim)in zıhan sahih
değildir. Zira ayette "İçinizden hanımlarına zıhar yapanlar..." denilmektedir.
Bu, zımminin hitap dışı kalmasını gerektirir, "hanımlarına zıhar
yapanlar..." lafzının umum oluşundan dolayı İmam Şafii ve Ahmed'e göre
zımminin zıharı sahihtir.
Cumhura göre kadının kocasına zıhar yapması sahih değildir. Çünkü Allah
Tealâ "içinizden hanımlarına zıhar yapanlar..." diyerek erkeklere hitap
etmiş "siz kadınlardan kocalarına zıhar yapanlar" dememiştir. O halde
zıhar sadece erkeklere aittir. Evzâi, İshak ve Ebu Yusuf a göre kadın kocasına
"Sen bana annem filan gibisin" dese bu bir yemin olur, keffaretini verir.
Ahmed b. Hanbel'e göre ise kadına da zıhar keffareti vacip olur, çünkü onun
yaptığı da çirkin ve yalan bir sözdür.
Sarhoşun talâkı gibi zıhan da sahihtir. Aklı yerine geldiği zaman ittifakla
o talâk ve zıharın hükmü geçerlidir. Hanefiler hariç cumhura göre tehdit
altındaki kişinin zıhan sahih olmaz. Öfke halinde zıhar yapanın zıharı
sahihtir. Hanımı Havle binti Salebe'ye zıhar yapan Evs b. Samit'in hali gibi
kadınlara karşı aşın meyli olan kişinin de zıhan sahihtir. Ancak bu duygu
cinnet derecesine ulaşırsa bir şey lâzım gelmez.
Cumhura göre zıhar yapan koca keffaret vermedikçe hanımıyla temasta
bulunamaz, zevk verecek her hangi bir hareketle ona yaklaşamaz. Şafii'ye göre
geceleri cinsi münasebette bulunmadan dokunması orucunun devamlılık şartına
zarar vermez.
Keffaret ödemeden münasebette bulunursa cumhura göre sadece bir
keffaret öder. Çünkü ayet zıhar yapana, hanımına dönmeden önce bir keffaret
ödemesini vacip kılmıştır. Temasta bulununca bu öncelik bitmiştir, o halde
keffaretin vücubunun aslı kalır. Ayette bu önceliğe riayet etmezse başka bir
keffaretin vacip olacağına dair bir delâlet yoktur. Mücahid, Kata-de ve
Abdurrahman b. Mehdi'ye göre iki keffaret lâzımdır. Dört hanımına hitaben
"Siz bana annemin sırtı gibisiniz." diyen, dördünden de zıhar yapmış
olur, keffaret vermeden hiçbiriyle münasebette bulunamaz. Cumhura göre bu
kişinin tek bir keffaret vermesi yeterlidir. Amam Şafii'ye göre dört keffaret
vermelidir.
Bir insan dört kadına hitaben "Sizinle evlenirsem siz bana annemin
sırtı gibi olasınız." dedikten sonra birisiyle evlense keffaret vermedikçe
ona yaklaşamaz. Sonra diğerleri hakkındaki yemin ondan sakıt olur.
Kişi hanımına "Sen bana annemin sırtı gibisin ve sen kesin (üç
talâkla) boşsun." derse hem zıhar hem talâk lazım gelir. O kadın başka
birisiyle evlendikten sonra tekrar onunla evlenmedikçe keffaret vermesi lâzım
gelmez. Onunla evlenirse keffaret vermedikçe münasebette bulunamaz.
Mali-kilere göre kesin talâkla boşanan kadına artık zıhar yapılamaz.
3- Zıhar keffareti şu tertip
üzere vacipdir: Köle azadı, sonra peş peşe iki ay oruç, sonra altmış yoksulu
doyurmak. Bunlar Hanefilere göre cinsî temas ve hazırlayıcı hareketlere
tevessül etmeden önce, Şafiilere göre de sadece cinsî temastan önce eda
edilecektir. Keffaretten önce ilişkiye girerse, daha önce açıklandığı gibi
alimlerin çoğuna göre sadece bir keffaret vacip olur.
4- Zıhar yapanın
"söylediğinden dönmesi"nin manası: Hanefi ve Mali-kilere göre temasa
karar vermesi veya bunu istemesidir. Hanbelilere göre fiilen temasta bulunmasıdır.
Şafiilere göre ise kocanın talâk verip boşamaya muktedir olduğu halde zıhardan
sonra hanımını nikâhında tutmasıdır. İhtiyatlı olanı, keffaret vermeden
kadının, kocasının kendisine yaklaşmasına müsade etmemesidir. Koca ihmalkâr
davranırsa mahkeme müdahale eder ve keffaret vermeye zorlar.
5-
Hanefilere göre köle kâfir
de olsa veya mükâtep köle gibi köleliğinde şaibe de bulunsa yeterlidir. Diğer
mezheplere göre mümin köleden başkası sahih olmaz. Şafiilere göre mükâteb köle
azat etse yeterli olmaz.
Köle veya parasım bulamayan veya kölesi olmakla birlikte onun hizmetine
şiddetle ihtiyacı bulunan veya köle parasma malik ancak nafaka için o paraya
ihtiyacı olan veya bir meskeni var ama başka bir şeyi olmayan kimse, Şafii'ye
göre oruç tutabilir. İmam Ebu Hanife'ye göre köleye ihtiyacı olsa da köle azat
etmelidir, oruç tutamaz. İmam Malik'e göre eğer evi ve hizmetçisi varsa köle
azat etmelidir. Bunu yapamazsa o zaman oruç tutar.
6- Orucun aralık vermeden
tutulması şarttır. Özürsüz ara verirse yeniden başlamalıdır. Sefer veya
hastalık gibi bir özürle ara verecek olursa Maliki ve Hanbelilere göre kaldığı
yerden devam eder. Hanefi ve Şafiilere göre yeniden başlar. Ancak bunlara göre
de hayız, nifas veya cinnet sebebiyle devamlılık kesilmiş sayılmaz.
Cumhura göre "temas etmeden evvel" kaydı bulunduğu için gece
veya gündüz temasta bulunursa devamlılık bozulur. Şafiilere göre gece temasta
bulunursa bozulmaz, çünkü gece oruç zamanı değildir.
7-
İmam Malik, Şafii ve Ahmed'e göre mutlaka altmış
ayrı fakir do-yurmalıdır. Ebu Hanife ve ashabına göre bir fakire her gün yarım
sa' vererek sayıyı altmışa tamamlarsa sahih olur.
8-
Zıhar keffareti Allah'a
imandır. Çünkü Allah Teâla "Bu hükümler Allah'a ve Rasulüne iman etmeniz
içindir." buyurmuştur. Yani Allah'a itaatkâr olmanız, keffaret
sınırlarında durup onları çiğnememeniz içindir. Keffaret verme itaat, hududa
riayet iman olarak isimlendirilmiştir. Allah'ın bu hududu, isyanla itaat
arasındadır. İsyanı zıhar, itaati keffarettir. Allah'ın hükümlerini tasdik
etmeyen için cehennem azabı vardır.
Bu, amelin imana dahil olduğuna bir delildir. Çünkü Allah Teâla bunların
yapılmasını emrettikten sonra, bu hükümleri insanlar bunlarla amel etsinler de
mümin olsunlar diye emrettiğini beyan etmiştir. Bazıları ayet "Allah'a
iman etmeniz içindir." şeklindedir, "bu hükümlerle amel etmek suretiyle
Allah'a iman etmeniz içindir" şeklinde değildir diyerek bu ayetin amelin
imandan olduğuna delil olmadığını söylemişlerdir. Fahreddin Razi ayetin
manasının "Bu hükümleri ikrar etmek suretiyle iman etmeniz içindir."
olduğunu söylemiştir.
"Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kâfirler için elim bir azap
vardır." ayeti bunlara itaatin vacip olduğuna ve inkâr edip tekzip edene
azap olduğuna delâlet eder.
[12]
5- Allah'a ve peygamberine muhalefet edenler, kendilerinden öncekilerin
uğratıldıkları zillet gibi zillete
uğratıldılar. Halbuki biz açık açık
ayetler indirmiştik. Kâfirler için
aşağılayan bir azap vardır.
6. o gBudB Mlah onlarm hepsini diriltecek de kendilerine
yaptıklarını haber verecektir. Allah
yaptıklarım sayıp-döker, onlar İse bunu
unut- muşlardır. Allah her şeye şahittir.
7- Görmedin mi ki muhakkak Allah
göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir.üç ki§iden bir ftsıltı sadır
olsa'mu-hakkak O bunların dördüncüsüdür.Beşten sadır olsa muhakkak ° bunların
altıncısıdır. Bundan daha az ve daha çok
olsa da, nerede olursa olsunlar O
bunların yanındadır. Sonra kıyamet gününde kendilerine bütün yaptıklarını
haber verecektir. Şüphesiz Allah her şeyi bilir.
"Bundan daha az ve daha çok olsa da" cümlesinde
"az" ile "çok" kelimeleri arasında tezat vardır.
[13]
"Allah ve peygamberine muhalefet edenler" cümlesinde
muhalefet Arapça "yuhâddüne" ile ifade edilmiştir. Bu kelime "mani
olmak" anlamındadır. Onun için kapı bekçisine "haddad" denir.
"Allah'a ve peygamberine muhalefet edenler, önceki"
milletlerin kâfirlerinin, peygamberlerine muhalefetten dolayı
"uğratıldıkları zillet gibi zillete uğratıldılar." yardımsız
bırakıldılar.
"Halbuki biz" peygamberin ve onun getirdiklerinin doğruluğunu
gösteren, anlaşılır "açık açık ayetler indirmiştik." Bu ayetleri
inkâr eden "kâfirler için aşağılayan" zelil düşüren, gurur ve
kibirlerini kıran "bir azap vardır."
"O günde Allah" hiçbirini bırakmadan "hepsini diriltecek
de" onların durumunu teşhir etmek, azabı hak ettiklerini göstermek ve
azarlamak için herkesin önünde "kendilerine yaptıklarını haber verecektir.
Hiçbir şeyi atlamadan "Allah Tealâ yaptıklarını sayıp-döker, onlar
ise" çok olduğu veya kü-çümsedikleri için "bunu" çoktan
"unutmuşlardır."
"Üç kişiden bir fısıltı sadır olsa muhakkak o bunların
dördüncüsüdür" cümlesinde "fısıltı" ayetteki "necva"
kelimesinin karşılığıdır. "Necva" yüksek tepe anlamına gelen
"Necvatün" kelimesinden türemiştir. Gizli konuşmak isteyenler
başbaşa olabilmek için yüksek bir yere çıkma ihtiyacı duyduklarından
"fısıltı" kelimesi "necva" ile ifade edilmiştir.
"Beşten sadır olsa muhakkak o bunların altıncısıdır"
cümlesinde bu durumun beş ve altı ile sınırlandırılmasında iki ihtimal vardır:
Ya özel olarak bir olaya işarettir, çünkü bu ayet münafıkların aralarında
fısıltı ile konuşmaları üzerine inmiştir. Veya istişarenin en az iki kişi
arasında olabileceğine işarettir.
[14]
İslâm dininde zıharın hükümlerini beyan ettikten ve zıhara teşebbüs
edenleri kınayıp Allah'ın sınırlarına riayet eden müminleri ise medhü sena
ettikten sonra, Allah'ın dinine muhalefet edip Allah ve Rasulünün emirlerine
karşı çıkanların dünyada uğrayacakları rezalet ve rüsvalıklarla ahi-rette
zillet ve ihanetin zirvesinde görecekleri azabı zikretti. Allah Teâla haber
verdi ki O, insanların her ameline muttalidir ve gizli - aşikâr onların hiçbir
hareketi O'na gizli kalmaz. Bunların hepsini onlara hesap günü haber verecek
ve amellerine göre karşılık verecektir.
[15]
"Allah'a ve peygamberine muhalefet edenler, kendilerden
öncekilerin uğratıldıkları zillet gibi zillete uğratıldılar." Yani Allah'a
ve peygamberine düşmanca davranan ve Rablerinin dinine muhalefet edip
inatlaşanlar, geçmiş ümmetlerden Allah'ın dinine düşmanca davranmaları
sebebiyle zelil ve rezil edilen kâfirler gibi zelil ve rüsva edildiler, hakaret
ve lanete uğradılar. Müşrikler bu zilleti Bedir ve Hendek'te bir kısmının
öldürülmesi bir kısmının esir edilmesi suretiyle yaşamışlardır. Ayrıca bu
ayette müminlerin kendilerine düşmanlık edenlere karşı zafer kazanacağına dair
bir müjde, ilâhi kanunları ve esasları terk eden müslümanlara da bir tehdit
vardır. "Kim kendisine hidayet yolu belli olduktan sonra peygambere
muhalefet eder, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda
bırakırız. Kendisini cehenneme koyarız." (Nisa, 4/115) mealindeki ayeti kerime
de bu ayetin bir benzeridir."Halbuki biz açık açık ayetler indirmiştik.
Kâfirler için aşağılayan bir azap vardır." Yani insanlar için biz açık
açık ayetler indirdik, bunlara kâfir ve facirlerden başkası muhalefet etmez. Bu
ayetleri inkâr eden, Allah'ın dinine karşı kibir gösterip uymayanlar için, bu
inkârları ve tekebbürleri sebebiyle zelil edici ve aşağılayıcı bir azap
vardır. Bu azap dünyada rüsva olma ahirette cehennem azabıdır.
"O günde Allah onların hepsini diriltecek de kendilerine
yaptıklarını haber verecektir. Allah yaptıklarını sayıp döker, onlar ise bunu
unutmuşlardır. Allah her şeye şahittir." Yani Cenab-ı Hak o günü tazim
için zikretti, öncekilerin ve sonrakilerin hepsini toplayacağı hesap gününde
onlar için aşağılayıcı bir azap olduğunu haber verdi. Onlardan diriltilmedik
hiç kimse kalmayacak, sonra Allah aleyhlerinde delil olsun diye dünyada
yaptıkları kötü amellerini kendilerine haber verecek. Kitapların da Kiramen
Kâti-bi'nin tescil ettiği hayır ve şer ne yaptılarsa hepsini haber verecek.
Halbuki onlar bu yaptıklarını unutmuşlardı. Allah Teâla her şeye muttalidir,
görür, hiçbir şey O'na göre gaib değildir, gizli olmaz, hiçbir şeyi unutmaz.
Aynı şekilde bu ayette de çirkin fiiller ve kötü ameller yapan herkes
için ağır bir tehdit vardır.
Sonra Allah Tealâ yukarıda geçen ilminin her şeyi ihata ettiğine ve her
şeye muttali olduğuna dair ayeti tekid ederek şöyle buyurdu:
"Görmedin mi ki muhakkak Allah Tealâ göklerdeki ve yerdeki her
şeyi bilir. Üç kişiden bir fısıltı sadır olsa muhakkak O bunların
dördüncüsüdür. Beşten sadır olsa muhakkak O bunların altıncısıdır. Bundan daha
az ve daha çok olsa da, nerede olursa olsunlar O bunların yanındadır."
Yani Ey Peygamber ve ey muhatap! Bilmedin mi ki Allah'ın ilmi geniştir, yerde
ve gökteki her şeyi kuşatır. Onlardaki hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Üç veya
beş kişi arasında fısıltı halinde bir konuşma geçse O, ilmi ile onlarla beraber
olur, fısıltı halindeki sözlerini işitir. Sayıları bundan az da olsa çok da
olsa, onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca da olsa, nerede ve ne zaman
olursa olsun muhakkak onları bilir, gizliyi aşikârı bilir, hiçbiri O'na gizli
olmaz, gizli ve aşikâr aralarındaki konuşmalar Ona göre gaib sayılmaz. Çünkü
Allah'ın ilmine hiçbir engel olamaz, onların sözlerini işitir, nasıl ve nerede
olursa olsunlar yerlerini görür. Bununla beraber yine melekleri insanların
konuşmalarını yazarlar.
Ayette iki ve dördün bırakılıp üç ve beşin zikredilmesinin sebebi ya
nüzul sebebi olan hadiseye işaret veya müşaverenin tabiatı bunu gerektirdiği
içindir. Nitekim bu ayet müminleri kızdırmak için fısıldaşarak konuşan bir
grup Yahudi hakkında nazil olmuştu. Bunlar üç veya beş kişi idiler. İbni
Abbas'tan rivayet olunduğuna göre Amr'm iki oğlu Rabia ve Hubeyb ile Safvan b.
Ümeyye bir gün konuşuyorlardı. İçlerinden birisi: "Ne dersiniz, Allah ne
söylediğimizi bilir mi?" diğeri: "Bazısını bilir bazısını
bilmez.",üçüncüsü de: "Bir kısmını bilirse hepsini bilir." dedi
bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Müşaverenin tabiatının bunu gerektirmesi ise müşaverede tekli sayı asıl
olmasından ileri gelir. Zira iki veya dört kişi ihtilâfı bitirmez. Üçüncü veya
beşinci kişi aralarında ortayı bulan bir hakem gibidir. Allah Tealâ buna
dikkat çekmek için üç ve beşi zikretmiş olabilir.
Bunun benzeri ayeti kerimeler Kur'an-ı Kerimde çoktur:
"Bilmiyorlar mı ki Allah onların sırrını ve fısıltısını bilir ve muhakkak
Allah gaybları en iyi bilendir." (Tevbe, 9/78), "Yoksa onlar bizim
onların sırrını ve fısıltısını duymadığımızı zannediyorlar?" (Zuhruf,
43/80). Bu sebeple tefsir alimleri buradaki Allah'ın onlarla beraber olmasından
maksat, Allah'ın bunları bil-mesidir demişlerdir.
Allah Teâla her şeyi bilmesi, görmesi ve işitmesinin yanında yarattıklarının
bütün işlerine de muttalidir. Nitekim bunu şu ayette ifade etmektedir:
"Sana kıyamet günü onlara bütün yaptıklarını haber verir. Şüphesiz Allah
her şeyi bilir." Yani Allah, fısıltı ile konuşanlar olsun başkaları olsun,
kıyamet günü kullarına bütün yaptıklarını haber verecektir. Ta ki onlar
Allah'ın kendilerinden haberdar olduğunu bilsinler ve bu, kötülük ve hile
fısıldaşanlara bir tekdir ve tazir olsun. Allah her şeyi ve her ameli bilen geniş
ilim sahibidir. Her hangi bir gizli şey Ona gizli olmaz ve onların karşılığını
verecektir. Ahmed b. Hanbel, bu ayetin bilmekle başlayıp, bilmekle bittiğini
söylemiştir.
[16]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılır:
1- Allah'ın dinine muhalefet
eden veya düşmanlık eden veya sınırlarını aşan herkes dünyada zelil ve rüsva
olur, ahirette azap görür. Bu, müminlere Allah'tan bir yardım müjdesi,
kâfirleri de şiddetli bir azapla tehdittir.
2- Allah Teâla bu dünyadan
gelip geçmiş erkek ve kadın herkesi kabirlerinden bir anda diriltecek ve
dünyada yaptıklarını haber verecektir, insanlar unuttuğu halde, Allah, onların
aleyhine en kuvvetli delil olması için, amel defterlerinde hepsini sayıp
dökecektir. Allah her şeye muttalidir. Görür, hiçbir şey Ona gizli olmaz.
3- Göklerde ve yerde hiçbir
gizli ve açık şey Allah'a gizli kalmaz, ister iki kişi, ister üç, dört veya
beş, daha az veya daha fazla kişi arasında geçsin, her fısıltıyı ve gizli konuşmayı
bilir ve işitir. Nitekim "Görmedin mi" diye başlayan ayetin
"bilmekle" başlayıp "bilmekle" bitmesi buna delâlet
etmektedir. Allah'ın işitme sıfatı her sözü kuşatır. Nitekim kocası kendisine
zıhar yapan kadının mücadelesini işitmişti. Allah'ın ilmi her şeye şâmildir,
O'nun ilmi ezelidir.
4-
Allah Teâla kıyamet günü
herkesin yaptığı iyi ve kötü ameli haber vereceğini bildirerek yukarda
zikredilenleri tekid etmiştir. "Haber vermesi" insanları hesaba
çekmesi ve hak ettikleri karşılığı vermesidir. "Allah her şeyi bilir"
den maksadı ise günahlardan sakındırmak, taat olan şeyleri yapmaya teşviktir.
5- Allah'ın, üç kişinin
döndüncüsü veya beşin altıncısı olması ve onlarla beraber olmasından maksat,
onların söylediklerini, kalplerinden geçeni, gizlilerini ve aşikârlarını
bilmesi demektir. Allah mekândan münezzeh olmakla beraber adeta onların
yanında hazır ve onları müşahede ediyor demektir.[17]
8- Fısıltı ile konuşmaktan men
edilip de sonra men edildikleri şeye dönen ve aralarında günahı, düşmanlığı
ve peygambere isyanı fısılda-şanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman
seni Allah'ın selâmlamadığı şeyle selâmlarlar. Kendi aralarında da
"Söylediğimiz şey yüzünden Allah bize azap etmeli değil miydir derler.
Onlara cehennem yeter. Oraya girecekler. İşte o ne kötü dönüş yeridir.
9- Ey iman edenler! Aranızda
gizli konuşacağınız zaman günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı konuşmayın.
İyiliği ve takvayı fısıldasın ve huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun.
10- O fısıltı ancak
şeytandandır, iman edenlerin üzülmesi içindir. Halbuki Allah'ın izni olmadıkça
onlara hiçbir şeyle zarar vermez. O halde müminler ancak Allah'a güvenip
dayansınlar.
"Fısıltı ile konuşmaktan men edilip de..." Bunlar Yahudiler
ve münafıklardı. Bunlar müslümanlara tuzak kurmak ve kalplerine şüphe düşürmek
için onların yanında fısıltı ile gizli konuşuyorlardı. Hz. Peygamber bunu
onlara yasakladı, ama sonra aynı hareketi yine yaptılar. Ey Muham-med
"onlar sana geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı şeyle selâmlarlar."
Yani "Esselâmü aleyk" yerine ölesin, helak olasın anlamına gelen
"Essâmü aleyk" diyerek selâmlarlar. Halbuki Allah Tealâ "Seçtiği
kullarına selâm olsun." (Nemi, 27/59) diye selâmlıyor peygamberlerini.
"Kendi aralarında da", şayet Muhammed peygamber olsaydı
"söylediğimiz bu şey yüzünden Allah bize azap etmeli değil miydi? derler.
Onlara cehennem" azabı "yeter."
Öyleyse "ey iman edenler aranızda gizli konuşacağınız zaman"
münafıkların yaptığı gibi "günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı
konuşmayın", peygambere isyandan uzak durmayı ve müslümanlara hayır
getiren "iyiliği ve takvayı fısıldasın ve" yaptığınız ve yapmadığınız
şeylerin karşılığını görmek üzere "huzurunda toplanacağınız Allah'tan
korkun."
Günah ve düşmanlık içeren "o fısıltı ancak şeytandandır."
Çünkü bunu şirin gösteren ve ona doğru iten odur. Bu gayretinin sebebi de
"iman edenlerin üzelmesi içindir." Şeytan müslümanlann kalbine vehim
ve vesvese salarak onları üzmek için bunu yapar. "Halbuki Allah'ın
izni" ve müsadesi olmadıkça şeytan "onlara hiçbir şeyle zarar
veremez. O halde müminler ancak Allah'a güvenip dayansınlar", münafıkların
fisıldaşmalarına aldırmasınlar.
[18]
"Fısıltı ile konuşmaktan men edilenler..." ayetinin (8. ayet)
nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatem, Mukatil İbni Hayyan'dan şöyle
naklet-miştir: Hz. Peygamber ile Yahudiler arasında bir mütareke yapılmıştı.
As-hab-ı kiramdan birisi onların yanından geçtiği zaman otururlar aralarında
fısıldaşırlardı ki o mümin, onların kendisini öldüreceğini veya bir kötülük
yapacaklarını fısıldaştıklannı zannetsin de üzülsün. Bu sebeple Hz. Peygamber
onları bu hareketten nehyetti ama onlar terketmediler. Bunun üzerine
"fısıltı ile konuşmaktan men edilip..." ayet-i kerimesi nazil oldu.
Ahmed b. Hanbel, Bezzar ve Taberani'nin iyi bir senetle Abdullah b.
Amr'dan rivayet ettiklerine göre Yahudiler Rasulullah'a "Selâmün
aley-küm" yerine "Kahrolasın" manasına "Sâmün aleyküm"
derler, sonra da kendi aralarında "Söylediğimiz şey yüzünden Allah bize
azap etmeli değil miydi?" derlerdi. Bunun üzerine "Onlar sana
geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı şeyle selâmlarlar." ayeti
nazil oldu.
İbni Abbas ve Mücahid'e göre bu ayet Yahudiler ve münafıklar hakkında
nazil oldu. Şöyle ki: Yahudi ve münafıklar göz ucuyla müminlere bakarak
aralarında fısıltı ile konuşuyorlardı. Müminler onların bu hareketini
gördükleri zaman "Herhalde askeri bir harekâta katılan kardeşlerimizden
veya akrabamızdan birinin ölüm haberi, bir felâket haberi veya bir hezimet
haberi onlara ulaştı da aralarında onu konuşuyorlar." derler ve buna
üzülürlerdi. Akrabaları ve arkadaşları dönüp gelinceye kadar bu üzüntüleri
devam ederdi. Bu hareketleri çokça vaki olunca Rasulullah'a şikâyette
bulundular. Hz. Peygamber onların müslümanlann yanında fısıldaşarak
konuşmalarını yasak ettiyse de vazgeçmediler. Bunun üzerine bu ayet nazil
oldu.[19]
"Onlar sana geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı şeyle
selâmlarlar." ayetinin nüzul sebebiyle ilgili olarak Hz. Aişe'den rivayet
edildiğine göre Yahudiler'den bir grup Rasulullah'a geldiler "Essâmü
aleyke' dediler, ben de "Essâmü aleyküm, Allah asıl sizi öyle
yapsın." diye cevap verdim. Rasulullah (s.a.) "Ya Aişe! Yavaş ol.
Allah çirkin sözü ve davranışı sevmez" dedi. Ben de "Ya Rasulallah,
ne söylediklerim bilmiyor musun?" dedim. O da "Görmüyor musun
"ve aleyküm" diyerek söylediklerini kendilerine iade ediyorum"
dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[20]
"O fısıltı ancak şeytandandır..." ayetinin nüzul sebebiyle
ilgili olarak İbni Cerir'in Katade'den rivayet ettiğine göre münafıklar
aralarında fısıltı ile konuşuyorlardı. Bu, müminleri öfkelendiriyor ve onları
tedirgin ediyordu. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
[21]
Allah'ın gizli ve fısıltı halindeki sözler dahil her şeyi bildiği beyan
edildikten sonra Allah Tealâ fısıltı ile konuşmaları yasak edilen sonra da yasak
edileni yapan, "Essâmü aleyk" yani "kahrolasın" diyerek
Rasulullah'a selâm veren Yahudi ve münafıkların halini beyan etmiş, onların
cehenneme gireceği tehdidini getirmiştir.
Sonra Allah Tealâ gizli konuşma adabını zikretti ki bu, günah ve düşmanlık
olan, başkalarına zulme sebep olan şeyleri konuşmamak, bilakis iyilik ve
takvayı yani hayırlı şeyleri ve insanı cehennemden koruyacak amelleri
konuşmaktır.
[22]
"Fısıltı ile konuşmaktan men edilip de sonra men edildikleri şeye
dönen ve aralarında günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı fısıldaşanları
görmedin mi?" Yani kendilerini fısıltı ile konuşmaktan men ettiğin insanların
hareketlerini, sonra men edildikleri şeyi yine yaptıklarını görmedin mi? Onlar
Yahudiler ve münafıklardır. Onlar gizlice aralarında Hz. Peygambere nasıl
muhalefet edeceklerini, müminlere yapacakları düşmanlıkları, zulüm ve
tecavüzleri, günah ve isyanları konuşurlar.
"Onlar sana geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı şeyle
selâmlar." Yani Yahudiler sana geldikleri zaman "Essâmü aleyke"
diyerek Allah'ın asla seni selâmlamadığı şekilde, üstelik lanet selâmı ile
selâm verirler. Bununla selâm veriyormuş gibi görünürler ama aslında ölümü
kastederler. Rasulullah da onlara "ve aleyküm" der idi. Bununla
ilgili olarak Bu-hari ve Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettikleri sahih hadis,
nüzul sebebi bildirilirken geçmişti.
"Kendi aralarında da söylediğimiz şey üzerine Allah bize azap
etmeli değil miydi"? derler." Yani hem bu hareketi yaparlar hem de
aralarında "Muhammed bir peygamber olsaydı bizim bu alay ve istihza dolu
sözlerimizden dolayı Allah bize azap ederdi." derler. Allah Tealâ bu
sözlerine cevap olarak "Onlara cehennem yeter. Oraya girecekler. İşte o
ne kötü dönüş yeridir." ayetini indirdi. Yani hemen ölüm yerine onlara
cehennem azabı yeter. Ona girecekler. O çok kötü bir dönüş yeridir.
Sonra Allah Tealâ, müminler de Yahudi ve münafıklar gibi olmasınlar
diye münacat adabını zikrederek şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Aranızda
gizli konuşacağınız zaman günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı konuşmayın."
Yani ey imanları Allah'ın emrine uymayı ve sahih imana ters düşen her şeyden
uzak olmayı gerektiren müminler! Aranızda gizli konuştuğunuz zaman Yahudi ve
münafıkların cahillerinin yaptığı gibi yapmayın. Onlar gizli gizli isyan,
günah, başkalarına zulüm ve tecavüzden, bu ümmetin önderi ve dalâletten
kurtarıcısı Rasulullah'a muhalefet yapmaktan bahsederler. Siz öyle yapmayın.
"İyiliği ve takvayı fısıldasın ve huzurunda toplanacağınız Allah'tan
korkun." Yani itaattan ve isyanı terketmekten, yaptığınız ve yapmadığınız
hususlarda hayırdan ve Allah'tan korkmaktan bahsedin. Zira siz hesap ve kıyamet
günü Onun huzurunda toplanacaksınız. O size söz ve fiillerinizi haber verecek
ve onlardan sizi hesaba çekecek, hak ettiğinizin karşılığını verecektir. Hz.
Peygamber de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "Üç kişi
olduğunuz zaman ikiniz aranızda fısıldaşarak konuşmayın. Zira bu üçüncüsünü
üzer. Daha kalabalık olursanız bir beis yoktur."
[23]
Sonra Allah Teâla kâfirlerin fısıltı ile kötülüklerden bahsetmelerinin
sebeplerini zikrederek şöyle buyurdu:
"O fısıltı ancak şeytandandır, iman edenlerin üzülmesi içindir.
Halbuki Allah 'm izni olmadıkça onlara hiçbir şeyle zarar vermez." Yani
Rasulullah'a karşı yapacakları düşmanlık ve isyanı fısıldaşarak konuşmaları,
şeytanın teşvikinden ve bu hareketlerini güzel göstermesinden
kaynaklanmaktadır. Şeytanın gayesi müminlere kötülük yapmak ve Yahudi ve
münafıkların kendileri hakkında bir tuzak kurdukları vehmini vererek onları
üzmektir. Halbuki Allah'ın izni ve muradı olmazsa ne şeytan ne de şeytanın
güzel gösterdiği bu fısıldaşmalar hiçbir şekilde müminlere zarar verebilir.
"O halde müminler ancak Allah'a güvenip dayansınlar." Yani
müminler onların fısıldaşmalarına aldırmasınlar, işlerini Allah'a havale
etmek, şeytandan O'na sığınmak ve şeytanın güzel gösterdiği fısıldaşmayla ilgilenmemek
suretiyle Allah'a güvenip dayansınlar.
[24]
Bu ayet-i kerimeler şu hususlara
delâlet etmektedir:
1- Yahudilerin adeti
peygamberlere düşmanlık yapmak, komplo ve tuzak kurmaktır. Burada da görüldüğü
gibi aralarında gizlice nasıl düşmanlık yapacaklarını, nasıl zulmedip yalan
söyleyeceklerini konuşuyorlar, birbirlerine Hz. Peygambere muhalefet
etmelerini tavsiye ediyorlar, bilinen sosyal adap ve terbiye sınırları dışına
çıkarak Hz. Peygamber'i "Essâmü aleyk" diyerek selâmlıyorlardı.
Bununla selâm vermiş gibi görünmek istemekle birlikte, aslında bu sözleriyle
Rasulullah'a "ölüm ve lanet" okuyorlardı. Rasulullah da onlara
"ve aleyküm" yani "o dilediğiniz size olsun." diyerek
cevap veriyordu. Yine Yahudiler "Şayet Muhammed bir peygamber olsaydı bu
istihza ve lanetten sonra bizi hayatta bırakmazdı." diyorlardı. Yahudiler
Allah Teâla'nın halim olduğunu bilmiyorlardı. Halbuki Allah kendine karşı
çirkin sözler söyleyenlerin cezasını vermekte acele etmez, bu hareketi
peygamberine yapana niye acele etsin? Nitekim bir hadis-i şerifte Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurur: "Ezaya karşı Allah'tan daha sabırlı kimse yoktur.
O'nun eşi ve çocuğu olduğunu iddia ediyorlar, O yine onlara afiyet veriyor,
rızık veriyor."
Zimmilerin selâmını almak, müslümanların selâmını almak gibi vacip
midir değil midir? Bu hususta alimler ihtilâf ettiler. İbni Abbas, Şa'bi ve Katade
vaciptir, derken İmam Malik ve Şafii vacip değildir, demişlerdir. Alınırsa
"Aleykesselâm" yerine sadece "Aleyke" diye alınır. Kurtubi
İmam Malik'in görüşü sünnete uymak bakımından daha doğrudur, der. Zira
Tir-mizi'nin rivayetine göre Rasulullah (s.a.) bir hadislerinde: "Ehl-i
Kitap size selâm verdiği zaman "Aleyke mâ külte; o dediğiniz şey iyilikse
iyilik, kötü-lükse kötülük olsun size!" deyin." buyurmuştur.
2- Allah Tealâ müminlere
aralarında iyilik ve takvayı yani Allah'a itaati ve nehyettiklerinden uzak
kalma meselelerini konuşmalarını emretmiş, zulüm, tecavüz, isyan ve günah olan
şeylerden bahsetmelerini yasak etmiştir. Zira onlar ahirette kendilerine
söylediklerinin ve yaptıklarının karşılığını verecek olan Allah'ın huzurunda
toplanacaklardır.
3- Yahudi ve münafıkların
gizlice kötü şeyler konuşmalarının sebebi, şeytanın onlara bu hareketi güzel
göstermesidir. Maksadı da müminleri üzüntü ve kedere sevketmek, onlara
cihaddaki müslümanların mağlup olduğu veya düşmanın tuzağına düştüğü vehmini
vermektir. Allah'ın iradesi ve izni olmadan şeytanın hiçbir şekilde hiçbir
kimseye zarar veremeyeceği unutulmamalıdır. Müminler işlerin kahir ve kadir
olan Allah'a havale edip bütün işlerini O'nun yardımına bırakmalı, şeytandan ve
her türlü serden Ona sığınmalıdır. Zira kullarını imtihan etmek için birtakım
vesveselerle şeytanı musallat kılan O'dur. Allah dilerse onu insanlardan
uzaklaştırır.
4- Yukarıda geçen Abdullah b.
Mesud hadisinde de geçtiği gibi bir arada bulunan üç kişiden ikisinin
aralarında gizli konuşmamaları İslâm adabından biridir. Ancak Abdullah b.
Ömer'in yaptığı gibi dördüncü bir şahıs bulunursa mahzuru olmaz. Abdullah b.
Ömer birisiyle konuşurken bir başkası gelip ona gizli bir şey söylemek istedi.
O da kabul etmeyip dördüncü bir adam çağırdı. O ikisini biraz uzaklaştırarak
kendisiyle gizli konuşmak isteyenle konuştu.[25]
Sayının üç olmasıyla daha fazla olması arasında fark yoktur. Çünkü aynı illet
orada da mevcuttur. Bilakis daha büyük kalabalık içinde daha çok olan dikkat
çeker, dolayısıyla daha çok olan menedilir. Hadiste üç kişi zikredilmesi bu
illetin tahakkuk edebileceği en küçük gurup olduğu içindir. Hadisin zahiri,
bütün hal ve zamanlara şâmildir. Cumhurun görüşü budur. Bu fısıldaşma ister
mendup, ister mubah veya vacip bir hususta olsun hüküm aynıdır.[26]
11- Ey iman edenler! Size meclislerde 'Yer açın." denildiği zaman
genişletin ki Allah da size genişlik versin. "Kalkın." denilince le
kiki-verin ki Allah iman edenlerinizi ve kendilerine ilim verilenlerin dereçelerini
yükseltsin. Allah yaptıklarınızın hepsinden haberdardır.
"Allah iman edenlerinizi... yükseltin" cümlesinden sonra buna
bağlı olarak "kendilerine ilim verilenleri de yükseltsin." cümlesinin
gelmesi hâssın âmm (özelin genel) üzerine atfıdır. Yani ilim verilenler de
diğer müminlerle beraber yüceltildikleri halde özel olarak anılmaları onların
şerefine işaret içindir.[27]
"Ey iman edenler! Size meclislerde" topluca oturulan yerlerde
"yer açın, denildiği zaman genişletin ki Allah da size" merhametiyle
yerinize, kalbinize, rızkınıza, cennetteki makamınıza vs. "genişlik
versin" meclise gelenlere yer açmak için "kalkın denilince de
kalkıverin veya hemen kenara çekilin ki Allah Tealâ iman edenlerinizi" dünyada
onlara yardım ederek, güzel ün nasip ederek, ahirette de cennetine koyarak
"derecelerini yükseltsin." Özellikle "kendilerine ilim
verilenlerin" ilimle ameli birleştirenlerin mevkilerini, saygınlıklarını
ve "derecelerini yükseltsin." Çünkü ilim zaten derecesi yüksek
olmakla beraber -sahibinin daha da yücelmesi için- amel etmeyi gerektirir.
Hadiste şöyle buyurulur: "Alimin abide (çok ibadet edene) üstünlüğü,
ondördünde ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Allah Tealâ yaptıklarınızın
hepsinden haberdardır." "Allah yaptıklarınızın hepsinden
haberdardır." cümlesi, emrine uymayanlara yönelik bir tehdittir.
[28]
"Ey iman edenler! Size meclislerde..." ayetiyle (11. ayet)
ilgili olarak İbni Cerir et-Taberi'nin rivayetine göre Katade şöyle demiştir:
Ashab-ı kiram birisinin kendilerine doğru geldiğini gördüklerinde
Rasulullah'ın (s.a.) huzurundaki yerlerine iyice yerleşiyorlardı. Bunun üzerine
bu ayet nazil oldu.
İbni Ebi Hatem'in Mukatil'den rivayetine göre bu ayet bir cuma günü
nazil oldu. Bedir'e iştirak edenlerden bir grup geldi, yer dar idi, onlara
mecliste yer veren olmadı, ayakta kaldılar. Rasulullah (s.a.) birkaç kişi kaldırıp
yerlerine onları oturttu. Fakat bu o kaldırılanların hoşuna gitmedi. Bunun
üzerine bu ayet nazil oldu.
[29]
Cenab-ı Hak müminleri toplum içinde fısıldaşarak konuşmaktan
neh-yettikten sonra sevgi ve muhabbetin artmasına sebep olacak, meclislerde
gelenlere yer açma, bir maslahat icabı meclisten uzak durma, talep edilirse
buna riayet etme gibi hareketleri emretti. Sonra müminlerin ve alimlerin
cennetteki ve dünyadaki derecelerinin yüksekliğini haber verdi.
[30]
"Ey iman edenler! Size meclislerde "Yer açın." denildiği
zaman genişletin ki Allah da size genişlik versin." Yani Ey Allah'ı ve
peygamberini tasdik edenler, sizden meclislerde yer açmanız ve darlık
yapmamanız istenirse birbirinize yer açın ki Allah da cennetteki yerinizi
genişletsin, amelin cinsinden karşılığını versin.
Bu ayet umumidir, müslümanlann hayır ve sevap için toplandığı her
meclise şâmildir. Bu meclis ister harp meslisi isterse zikir ve ilim meclisi
veya cuma ve bayram namazı meclisi olsun hüküm aynıdır. Herkes ilk oturduğu
yerde birinci derecede hak sahibidir, ancak gelen din kardeşine de yer
açmalıdır. Rasulullah'tan (s.a.) gelen sahih hadiste şöyle buyrulur:
"Kimse kimseyi yerinden kaldırıp da oraya oturmasın. Lâkin siz de genişletin,
yer açın."[31]
"Allah da size genişlik versin." ayeti hakkında Razi şöyle
demiştir: Bu, ister yer, ister rızık, ister kalp, ister kabir, ister cennet
olsun insanın genişlik istediği her şey hakkında mutlaktır.
Bu ayet-i kerime şuna delâlet eder: Allah'ın kullarına hayır ve rahat
kapılarını geniş tutan herkese Allah dünya ve ahiret hayırlarını açar. Bu ayeti
sadece meclislerde yer verme şeklinde anlamak doğru değildir. Bundan maksat
müslümana hayrı ulaştırmak ve kalbine sevinç ve sürür doldurmaktır. Bu sebeple
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim bir sıkıntıda olanı
rahatlatırsa Allah da dünya ve ahirette onu rahatlatır. Kul din kardeşinin
yardımında oldukça Allah onun yardımındadır."[32]
Bu edebin, kalplere muhabbet ve takdir hislerini aşılama konusunda
mühim tesiri vardır. Bu, ashabı kiramın Rasulullah'ın (s.a.) sözlerini dinlemek
ve onun irşad, edep ve faziletinden istifade etmek için mecliste ona yakın olma
uğrunda yarıştıklarını göstermektedir.
Sünenlerde rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) meclisin bittiği
yere otururdu. Ancak onun oturduğu yer o meclisin baştarafı olurdu. Ashab-ı
kiram da mertebelerine göre otururlardı. Ebu Bekir sağına, Hz. Ömer soluna
otururlardı. Hz. Osman ve Hz. Ali vahiy kâtiplerinden oldukları için çoğu
zaman önünde otururlardı. Onların böyle oturmalarını emrederdi. Tir-mizi hariç
Sünen sahipleri ve Müslim'le Ahmed'in Ebu Mesud'dan rivayet ettiklerine göre
Rasulullah (s.a.) şöyle buyururlardı: "Benim hemen yanımda âkil baliğ
olanlarınız, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler
bulunsun." Bu sıralama sadece Rasulullah'ın (s.a.) ne söylediğini
anlamaları içindir.
Peygamberimiz Bedir'e iştirak edenlerin oturmaları için oradakilere
kalkmalarını emretmiştir. Bu emir ya onlar Bedir mücahidlerine hürmette kusur
ettikleri için veya onların da diğerleri gibi ilimden nasibini almaları için
veya fazilet sahibi olanların ileri geçirilmesi lâzım geldiğini öğretmek içindir.
Gelene ayağa kalkmanın caiz olup olmadığı hususunda fakihler ihtilâf
etmişlerdir.
Bir kısmı buna cevaz vermişlerdir. Delilleri, Ebu Davud'un Ebu Said
el-Hudri'den rivayet ettiği "Efendinize ayağa kalkın." hadisidir.
Rasulullah (s.a.) Sad b. Muaz'ı Beni Kurayza hakkında hakem olması için
çağırdığında ashabına ona kalkmalarını emretmişti.
Bir kısım alimler de cevaz vermemişlerdir. Onların delilleri de Ahmed,
Ebu Davud ve Tirmizi'nin Muaviye b. Ebu Süfyan'dan rivayet ettikleri "İnsanların,
huzurunda ayakta durmalarını isteyen kişi cehennemdeki yerine
hazırlansın." hadisidir.
Bir kısmı da bazı hallerde cevaz vermiş ve "Uzak yoldan gelene,
ileri kademedeki devlet ricaline, makamında hükmünün daha etkili olması için
ayağa kalkılır." demişlerdir. Bunu adet haline getirmek ise caiz değildir.
Rasulullah (s.a.) ashab-ı kiramın en sevdiği insandı. Sünen (hadis) kitaplarında
da bulunduğu gibi, Rasulullah'ın (s.a.) hoşlanmadığını bildikleri için ona
ayağa kalkmazlardı.[33]
"Kalkın denildiği zaman kalkın." Yani fazilet ve ilim sahibi
kişilerin oturması için mecliste oturan bazılarından yerlerinden kalkmaları
talep edilirse kalksınlar.
Bir meslisteki oturum başkanı "kalkın" dediği zaman
kalkılmalıdır. Bu emir bunu da kapsar.
Allah Tealâ müminleri bazı şeylerden nehyedip bazı şeyleri de emrettikten
sonra bu taatleri karşılığında onlara yüksek dereceler vaad ederek şöyle
buyurdu:
"...ki Allah iman edenlerinizi ve kendilerine ilim verilenlerin
derecelerini yükseltsin. Allah yaptıklarınızın hepsinden haberdardır."
Yani Allah Tealâ ahirette nasiplerini bolca vermek suretiyle dünyada ve
ahirette makamlarını yüceltir. Yine dünyada saygı ahirette sevap ihsan etmek
suretiyle yüksek dereceler vererek, bilhassa alimlerin makamlarını yüceltir.
Kim ilimle imanı birleştirirse imanından dolayı derecesini yükselttiği gibi
ayrıca ilminden dolayı da makamını yüceltir. Meclislerde saygı görmesi de bunlardan
biridir. Allah Teâla buna lâyık olanı da olmayanı da bilir, bütün kullarının
niyet ve hallerine muttalidir. Hayır olsun şer olsun bütün amellerinin
karşılığını verecektir.
Ahmed b. Hanbel ve Müslim'in Ebuttufeyl Amir b. Vasile'den naklettiklerine
göre Nafi b. Abdulharis Usfan'da Hz. Ömer ile karşılaştı. Hz. Ömer onu Mekke'ye
yönetici tayin etmişti. Hz. Ömer ona: "Vadi (Mekke) ehlinin başına kimi
bıraktın." dedi. O da "Azadlı kölelerimden İbni Ebza'yı bıraktım."
dedi. Hz. Ömer "Onların başına bir köleyi mi bıraktın?" dedi. Nafi:
"Ey müminlerin emiri! O Allah'ın kitabını okur, farzları bilir, kadılık
yapar." dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer "Peygamberiniz şöyle demişti:
Allah bu kitap sebebiyle bir kısım insanları yükseltir diğer bir kısmını
alçaltır." dedi.
[34]
Bu ayet-i kerime şu hususları ihtiva etmektedir:
1- Müminlerin hayır ve sevap
için toplandığı her mecliste ihtiyaç halinde yer açmak dinimizce istenen bir
harekettir ve güzel bir edeptir. Bu ister Rasulullah'ın (s.a.) sağlığında
O'nun meclisi olsun, ister daha sonra bir alimin meclisi olsun, ister harp
meclisi, ister zikir meclisi, ister şura, ister cuma, bayram veya ilim meclisi
olsun aynıdır. Ancak bu dinen vacip değil, sadece menduptur. Zira "Kim
herkesten önce bir şeye sahip olursa, o ona birinci derecede hak sahibidir.[35]
hadisi gereğince herkes mecliste sahip olduğu yerin birinci derecede hak
sahibidir. Lâkin rahatsız olmamak ve yerinden olmamak şartıyla din kardeşine
yer açar. Buhari ve Müslim'in İbni Ömer'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kişi başkasını yerinden kaldırıp da oraya
kendisi oturmasın." Yine Buha-ri'nin İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre
Rasulullah (s.a.) bir insanın yerinden kaldırılıp yerine oturulmasını
nehyettikten sonra şöyle dedi: "Genişleyin, aranızda yer açın." İbni
Ömer de kalkıp yer verenin yerine oturmaktan hoşlanmazdı.
2- Birisi mescidde bir yere oturursa bir başkasının onu kaldırıp yerine oturması caiz değildir. Müslim'in Cabir'den rivayet ettiğine göre Rasulul-lah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kimse cuma günü din kardeşini kaldırıp da onun yerine kendisi oturmasın. Sadece yer açın, desin." Bir insan bir başkasına "Erkenden camiye git bana bir yer tut ve oraya otur." dese, bu mekruh olmaz. Emreden şahıs gelince kalkıp yer verir.
Oturulan yer, sahibi tamamen orayı terkedinceye kadar onundur.
Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir insan oturduğu yerden kalkıp gittikten sonra tekrar oraya dönerse, o
yerin birinci derecede hak sahibi odur."
3-
Meclislerde yer açmanın
sevabı da vardır. Çünkü ayet-i kerimede "Allah da size genişlik versin."
yani dünyada ve ahirette size genişlik versin buyurulmaktadır.
4- Namaz, cihad ve hayırlı bir
amel için "kalkın" denildiği zaman çağrıya uyulmalıdır. Bir şahıstan
Rasulullah'ın (s.a.) meclisinden kalkması istenirse kalkması vacip idi. Çünkü
yalnız başına kalmadan yapılamayan bazı özel vazifelerde Rasulullah (s.a.)
bazan yalnız kalmayı tercih ederdi.
Meclisin (oturum) sorumlusu "kalkın" dediği zaman
kalkılmalıdır. Bir ihtiyaca binaen yapılan bu hareket, eğer daha büyük bir
mefsedete zarara sebep olmayacaksa, cevazında ihtilâf olmayan hususlardan
biridir.
5- Rabbimiz dünyada saygı,
ahirette sevap vermek suretiyle müminlerin ve alimlerin derecelerini
yükseltir. Mümini mümin olmayana, alimi alim olmayana göre yüceltir. İbni Mesud
"Allah bu ayette alimleri övmüştür." demiştir.
Aynı şekilde "Kendilerine ilim verilenler..." ayeti de Allah
katında yüksekliğin, meclislerin başında oturmakla değil ilim ve imanla
olduğuna delâlet etmektedir. Buna göre Allah mümini önce imanıyla sonra ilmi
ile yüceltir.
Alimlerin faziletine dair pek çok hadis-i şerif bulunmaktadır, bazıları
şunlardır:
Ebu Nuaym Muaz'dan şöyle rivayet etmiştir: "Alimin abide nispetle
fazileti, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir."
İbni Mace'nin Hz. Osman'dan rivayet ettiği hasen hadiste şöyle
buyu-rulmuştur: "Kıyamet günü üç kişi şefaat eder: Önce peygamberler,
sonra alimler, sonra şehitler." Rasulullah'ın (s.a.) bu hadisi, alimlerin
mertebesinin peygamberlik mertebesinden hemen sonra geldiğine delâlet
etmektedir.
İbni Abbas'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Süleyman'dan (a.s.)
ilim, mal ve saltanattan birini tercih etmesi istenmiş, o ilmi tercih etmiş,
Allah da ilimle beraber mal ve saltanatı da vermiştir."
[36]
12- Ey iman edenler! Siz Rasulul-lah'a mahrem bir şey arzetmek
istediğniz vakit münacaatınızdan evvel sadaka verinBu sizin için daha hayırlı
ve daha temizdir. Eğer bulamazsamz şüphe yok ki Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir.
13- Mahrem konuşmanızdan evvel sadakalar vermekten korktunuz mu? çünkü,
işte yapmadınız! Allah tevbelerinizi kabul etti. O halde namazı dosdoğru kılın,
zekâtı verin, Allah'a ve peygamberine itaat edin, Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.
"Münacaatınızdan önce sadaka verin" cümlesinin ayetteki aslı
"müna-caatınızın iki eli arasında sadaka verin" şeklindedir. İşte
burada istiare vardır. Çünkü iki el, "önde olan şey" yerine
kullanılmıştır. Münacaat, insana benzetildiği için buna kinayeli istiare
denir. Temsili istiare denilmesi de doğrudur.
"Mahrem konuşmanızdan evvel sadakalar vermekten korktunuz
mu?" sorusu istifham-ı takriridir, yani korktuklarının teyididir.
[37]
"Ey iman edenler! Siz Rasulullah 'a mahrem bir şey arzetmek
istediğiniz zaman" bu "mahrem konuşmanızdan evvel" fakirlere
"sadaka verin." Beyzavi, bu emirle Hz. Peygambere saygı, fakirlerin
yararlanması, çok so» ru sorulmasının yasaklanması, samimi müslümanla
münafığın, ahireti sevenle dünyayı sevenin ayrılması gibi hususların
hedeflendiğini söyler. Bu emrin "vücub'mu yoksa "nedb'mi ifade ettiği
konusunda farklı görüşler vardır. Ancak bu hüküm "korktunuz mu?"
cümlesi, okunuşta yukarıda geçen emirle beraber olsa da beraber inmemiştir.
"Bu sizin" gönülleriniz "için daha temizdir"
şüpheden ve aşırı mal se-gisinden daha uzaktır ifadesinden anlaşılıyor ki
yukarıdaki emir nedb (yapıp, yapmamakta serbestliği) ifade ediyor. Ancak
"Eğer" sadaka verecek bir şey "bulamazsanız şüphe yok ki Allah
çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir." yani sadakasız halinizi arz etmenize
müsade eder, vebalde kalmaz günaha girmezsiniz, cümlesi bu emrin vücup (kesin
yapılmasını) ifade ettiğinin çok açık bir delilidir.
"...korktunuz mu?" yani sadaka verince fakir düşeriz diye
korktunuz mu, demektir.
Sadaka vermemenize müsade ederek veya sizin için bu emirden vazgeçerek
"Allah tevbelerinizi kabul etti." cümlesinden anlaşılıyor ki onların
bu korkusu bir günah idi, Allah affetti.
"O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" yani bunları
yapmaya devam edin, yerine getimekte tembellik göstermeyin.
Diğer emirlerde de "Allah'a ve peygamberine itaat edin" çünkü
böyle yaparsanız, bu, önceki hatalarınızın telafisi sayılacaktır.
[38]
"Ey iman edenler! Siz Rasulullah'a mahrem bir şey arzetmek
istediğiniz zaman" ayetinin (12. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni
Cerir'in İb-ni Abbas'tan rivayet ettiğine göre, müslümanlar Rasulullah'a (s.a.)
çok soru soruyorlar bu da onu yoruyordu. Allah Teâla, peygamberinin yükünü
hafifletmek istedi. Bunun üzerine "Rasulullah'a münacaatta bulunacağınız
vakit..." ayetini indirdi. Bu ayet inince pek çok insan sabredip soru sormadı.
Bunun üzerine "Mahrem konuşmanızdan evvel, sadakalar vermekten korktunuz
mu?" ayeti indi.
Tirmizi ve başkalarının rivayet ettiğine göre bu ayetin nüzul sebebi
hakkında Hz. Ali şöyle demiştir: "Ey iman edenler! Siz Rasulullah'a mahrem
bir şey arzetmek istediğiniz vakit..." ayeti nazil olduğu zaman
Rasulul-lah (s.a.) bana "Bir dinara ne dersin?" dedi. Ben
"Veremezler" dedim. "Yarım dinar?" Ben
"Veremezler" dedim. "Peki kaç olur?" dedi. Ben de "Bir
arpa ağırlığı altın." dedim. Rasulullah "Sen de çok
kanaatkarsın." dedi. Bunun üzerine "Mahrem konuşmanızdan evvel
sadakalar vermekten korktunuz mu?" ayeti nazil oldu. Benim sebebimle
Allah bu ümmetin yükünü hafifletti.
Mukatil b. Hayyan "Bu ayet zenginler hakkında nazil oldu."
diyerek devam etti. "Zenginler Rasulullah'a gelirler, uzun uzun
konuşurlar, fakirlerin meclislerde bulunmasına fırsat bırakmazlardı.
Rasulullah (s.a.) onların bu hareketlerinden hoşlanmadı. Bunun üzerine bu ayet
nazil oldu ve müracaat sırasında herkesin sadaka vermesini emretti. Ancak
fakirler verecek bir şey bulamadı, zenginler de cimrilik yaptı. Bu bütün
sahabeye ağır geldi. Bunun üzerine ruhsat nazil oldu."
Hz. Ali şöyle demiştir: "Allah'ın kitabında bir ayet vardır ki
benden önce onunla amel olunmadı, benden
sonra da kimse amel etmeyecek. O ayet "Ey iman edenler! Siz Rasulullah'a
mahrem bir şey arzetmek istediğiniz vakit..." ayetidir. Benim bir dinarım
vardı, sattım dirhem aldım. O tü-keninceye kadar Rasulullah'a her münacaatımda
fakirlere bir dirhem tasadduk ediyordum. Sonra bu, "Mahrem konuşmanızdan
evvel sadakalar vermekten korktunuz mu?" ayeti ile nesholundu."
[39]
Münacaat ve meclis adabı hususunda İslâm adabını beyan ettikten sonra
yüce Allah müminlere, Hz. Peygambere müracaatlarından önce sadaka vermelerini
emretti. Çünkü müminler Onun sözlerini dinleyebilmek için meclisinde O'na yakın
olmakta yarışıyorlar ve çok soru soruyorlardı. Bu da Rasulullah'a (s.a.) ağır
geliyordu, bazan huzurda bulunanlar da rahatsız oluyordu. Bu sebeple Allah
Teâla bu özel görüşmelere bir sınır koymak ve peygamberini rahatlatmak istedi.
Peygambere saygı olması, özel görüşmelerin ciddiye alınması, özel görüşmeler
öncesi verilecek sadakalardan fakirlerin istifade etmesi ve malı çok seven
münafıklarla samimi müminlerin belli olması için Allah Tealâ konuşmadan önce
sadaka verilmesini emretti. İbni Abbas şöyle demiştir: "Müslümanlar
Rasulullah'a (s.a.) çok sual soruyorlardı. Bu Rasulullah'a (s.a.) ağır geldi.
Allah Tealâ peygamberini rahatlatmak istedi. Bunun üzerine sadaka verilmesini
emreden ayet nazil oldu. Pek çok insan cimrilik gösterip soru sormaktan
vazgeçtiler."
[40]
"Ey iman edenler! Siz Rasulullah'a mahrem bir şey arzetmek
istediğiniz vakit mahrem konuşmanızdan evvel sadaka verin." Yani ey
Allah'ın varlığına ve birliğine iman edip Rasulünü tasdik edenler! Rasulullah'a
(s.a.) konuşmak veya her hangi bir işiniz için gizlice bir şey söylemek istediğiniz
vakit önce sadaka verin.
Sonra Allah Teâla bunun hikmetini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Eğer bulamazsanız
şüphe yok ki Allah çok yargılayıcı ve çok esirgeyicidir." Yani konuşmadan
önce sadaka vermek sizin için hayırlıdır. Çünkü bunda Allah'a itaat, emrine
uyma ve ahiret sevabı vardır. Ve bu, gönüllerinizi cimrilikten, aşırı mal
sevgisinden temizlediği için daha temiz bir harekettir. Bunda fakirlerin
menfaati, ümmetin dayanışması, şan ve şerefinin yücelmesi gibi hikmetler
vardır. Sadaka bulamayanların sadakasız konuşmasında bir vebal yoktur, Allah
bu konuda onlara ruhsat vermiştir. Çünkü bu emir, gücü yeten zenginleredir.
Ayetin zahirinin delâletine göre sadaka vermek vacip idi, çünkü emir
vücup içindir. Ayetin sonunda gelen "bulamazsanız..." ifadesi de bunu
teyid etmektedir. Zira bu ifade ancak vacibin terkinde kullanılır.
Bazılarına göre "Bu sizin için daha hayırlı ve daha
temizdir." karinesinden (ipucundan) dolayı emir burada nedb ve istihbab
ifade eder, zira bu ifade vacip olan hükümde değil nafile olanlarda kullanılır.
Şayet vacip olsaydı hemen peşinden gelen ayetle bu hüküm kaldırılmazdı. Buna
şöyle cevap verilebilir: Bazen vacip de mendub gibi "daha hayırlıdır,
daha temizdir" diye vasıflandırılır. Ayrıca iki ayetin okunuşta beraber
olması inişte de beraber olmasını gerektirmez. Buna göre ikinci ayet birinci
ayetteki vücu-bu neshetmiş olur.
Ebu Müslim el-İsfahani burada nesih olduğunu kabul etmez. Ona göre
konuşmadan önce sadaka verme emri müminle münafikı ayırmak için idi. Maksat
hasıl olunca hüküm sona ermiştir. Yani bu emir özel bir gaye için verilmişti,
bu gayenin bitmesiyle hükmün de bitmesi vaciptir, dolayısıyla bu nesih olmaz.
Razi: "Bu görüş güzeldir, bir beis yoktur. Ancak meşhur olan, bu hüküm
cumhura göre mensuhtur." demiştir.
Sonra Allah Tealâ o ilk hükmü kaldırdığını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Mahrem konuşmanızdan evvel sadakalar vermekten korktunuz
mu?" Mukatil: Bu hüküm ancak on gün yürürlükte kaldı, sonra nesholundu dedi.
Kelbî de sadece bir gece kaldığını ifade etmiştir.
"Çünkü işte yapmadınız, Allah tevbenizi kabul etti. O halde namazı
dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah'a ve peygamberine itaat edin. Allah yaptıklarınızdan
haberdardır." Yani Rasulullah (s.a.) ile konuşmadan önce sadaka vermeniz
konusundaki emrim size ağır geldiği için yapmadığınıza göre bunun terkine ve
sadakasız konuşmanıza ve Rasulüne itaatta sebat edin. Çünkü Allah görünür
görünmez bütün amellerinizden haberdardır ve karşılığını verecektir.
Katade ve Mukatil şöyle demişlerdir: Birtakım insanlar Rasulullah'a
(s.a.) soru soruyorlar, soruyu onunla tartışıyorlardı. Bu ayet-i kerime ile
Allah Tealâ onların bu hareketine son verdi. Bundan sonra Rasulullah'ın (s.a.)
nezdinde bir ihtiyacı olan kişi, halini arzetmeden önce sadaka vermedikçe bu
ihtiyacını gideremezdi. İşte bu onlara ağır geldi. Bunun üzerine Allah Tealâ
buna ruhsat veren ayeti indirdi.
Ayet-i kerimede ashab-ı kiramın sadaka vermekte herhangi bir kusurları
olduğuna dair bir işaret yoktur. "Allah tevbenizi kabul etti."
ifadesi bunu göstermez. Çünkü bunun manası kolaylık olmak üzere onlardan bu emri
kaldırmak suretiyle tevbelerini kabul etti, demektir. Böyle yerlerde buna
"tevbe" manası verilmesi mümkündür.
[41]
Bu iki ayet şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Allah Teâla peygamberine
tazim olması ve çok sual sorularak ra-
hatsız edilmemesi için O'nunla konuşmadan önce sadaka verilmesini vacip
kılmıştı, sonra bu emri kaldırarak ümmete kolaylık ihsan etti.
Anlaşıldığı kadarıyla bu nesih sadaka verme fiilen vaki olduktan sonra
olmuştur. Zira daha önce de geçtiği gibi Hz. Ali sadaka vermişti. Bu hükmün
illetini anlayan diğer sahabe nezdinde ise münacaat için henüz bir sebep hasıl
olmamıştı.
Bu emir sadece zenginlere aitti. Çünkü Allah Tealâ sadaka verilmesini
vermemekten daha hayırlı ve onların kalpleri için daha temiz bir hareket
saymıştır. Tasadduk edecek şey bulamayanı Allah af edecektir.
2-
Allah Teâla, bu vücub
(gereklilik ifade eden hüküm) devam ederse ileride pek çok insanın sual
sorarken sadaka vermekten dolayı sıkıntıya düşeceğini bildiğinden bunu
hafifletti, namazın kılınmasını, zekâtın verilmesini, Allah ve Rasulüne itaat
edilmesini emretti. Allah, kullarının hem niyetlerinden hem amellerinden
haberdardır.
[42]
14- Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi dost edinenleri
görmedin mi? Bunlar sizden de değildir onlardan da değildir. Kendileri de
bilip dururken yalan yere yemin ederler.
15- Allah onlar için çetin bir azap hazırladı. Şüphesiz onların yapmakta
oldukları ne kötüdür.
16- Onlar yeminlerini bir kalkan
edindiler de (insanları) Allah yolundan çevirdiler. Onlar için küçük düşürücü
bir azap vardır.
17- Onları ne malları ne evlâtları hiçbir şekilde Allah' (in
azabın)dan kurtaramayacaktır. Onlar cehennem ehlidir. Onlar orada
ebedidirler.
18- onların hepsini di-rütecek
de O'na da size yemin ettikleri gibi yemin edeceklerdir. Onlar Çekten bir sey
üzere olduklarını sanırlar. Dikkat,
onlar hakikaten yalancıların ta
kendileridir.
19- Bunları şeytan istilâ etmiş
de onlara Allah'ı hatırlamayı bile unutturmuştur. Bunlar şeytanın fır-kasıdır.
Dikkat, şüphesiz şeytanın fırkası hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
"Allah'ın kendilerine... görmedin mi?" üslûbu bir sorudur,
ama maksat görüp görmediğini öğrenmek değil onların yaptıklarını şaşkınlıkla
karşılama ifadesidir.
"Bunlar şeytanın fırkasıdır. (hizbu'ş-şeytan)", "Dikkat,
şeytanın fırkası (hizbu'ş-şeytan) hüsrana uğrayanların..." cümleleri ile
bu surenin sonunda gelecek olan "Allah'ın fırkası (hizbullah)",
"Allah'ın fırkası (hizbullah) kur-
tuluşa erenlerdendir" cümleleri arasında mukabele vardır.
[43]
Bakmadın mı veya bana bildir anlamında kullanılan "görmedin
mi?", münafıkların haline muhatabı hayret ettirmek maksadıyla kullanılan
bir üslûptur.
"Allah'ın gazap ettiği bir kavmi dost edinenler" cümlesinde
Allah'ın gazap ve lanetine çarpılanlar Yahudiler, onları ahbap edinip sevenler
de münafıklardır.
"Bunlar sizden de değildir onlardan da." Çünkü onlar
münafıktırlar, Yahudilerle müslümanlar arasında bocalarlar.
"Yalan yere yemin ederler" cümlesindeki "yalan"
İslâm'ı kabul ettiklerini ve müminlerden olduklarını iddia etmeleridir. Bunda
yalancı olduklarını "kendileri de bilip dururken yalan yere yemin
ederler."
"Şüphesiz onların yapmakta oldukları" alıştıkları ve
vazgeçmedikleri bu günahlar "ne kötüdür."
"Yeminlerini bir kalkan edindiler" yani kendilerine
yöneltilebilecek tenkitleri savuşturmak için yemini bir set ve sütre yaptılar
da bu sayede insanları "Allah yolundan çevirdiler."
"Onlar için küçük düşürücü bir azap vardır." Bu (küçük
düşürücü, ifadesi) "azaba" başka bir sıfat takılarak yapılmış ikinci
bir tehdittir.
Kıyamet gününü onlara anlat ki "o gün Allah onların hepsini
diriltecek de onlar" O'na da size yemin ettikleri gibi "müslüman
olduklarına dair' yemin edeceklerdir. Onlar gerçekten dünyadaki gibi ahirette
de yeminlerinin fayda vereceği şeklinde "bir şey üzere olduklarını
sanırlar."
"Bunları şeytan istilâ etmiş" yani onları hakimiyeti altına
almış, kuşatmış ve akıllarını ele geçirmiştir.
"şeytanın fırkası" Şeytanın peşinden gidenler, ona yardım
edenler ve destek çıkanlardır.
[44]
"Allah'ın kendilerine gazap ettiği..." mealindeki ayet (14.
ayet) İbni Ebi Hatem'in Süddi ve Mukatil'den naklettiğine göre, münafık
Abdullah b. Nebtel hakkında inmiştir. Bu adam Rasulullah'ın (s.a.) meclisinde
bulunur sonra O'nun sözlerini gidip Yahudilere aktarırdı. Bir gün Rasulullah
(s.a.) hücre-i saadetlerinden birinde iken şöyle buyurdu: "Şimdi içeriye
birisi girecek, kalbi zalim kalbidir, şeytanın gözleriyle bakar." Az
sonra Abdullah b. Nebtel girdi, gözleri mavi idi. Rasulullah (s.a.) ona
"Sen ve arkadaşların benim hakkımda niçin çirkin şeyler
söylüyorsunuz?" dedi. O da böyle bir şey yapmadığına yemin etti. Rasulullah
(s.a.) "Yaptın." dedi. Abdullah hemen gidip arkadaşlarını getirdi.
Onlar da aleyhinde konuşmadıklarına dair yemin ettiler. Bunun üzerine bu ayet
nazil oldu.
"O gün Allah onların hepsini diriltecek..." ayetinin (18.
ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Ahmed b. Hanbel'in ve "sahihtir"
hükmü ile Hakim in İbni Abbas'tan rivayetlerine göre, Rasulullah (s.a.)
odalarının birisinin gölgesinde bulunuyordu, gölge çekilmek üzereydi. Şöyle
buyurdular: "Şimdi size bir insan gelecek, size şeytanın gözüyle bakar, geldiği
zaman onunla konuşmayın." Çok geçmeden gözleri mavi ve şaşı bir adam
belirdi. Rasulullah (s.a.) onu çağırdı ve sordu: "Sen ve arkadaşların
benim hakkımda niçin çirkin şeyler söylüyorsunuz?" dedi. O da:
"Müsade et, onları sana getireyim." deyip gitti ve arkadaşlarını
getirdi. Onlar da böyle bir şey yapmadıklarına ve söylemediklerine dair yemin
ettiler. Bunun üzerine "O gün Allah onların hepsini diriltecek..."
ayeti nazil oldu.
[45]
Yüce Rabbimiz, müminlerin Rasulullah'in (s.a.) yanında uzun müddet
oturarak ve sıkça yanına girip çıkarak rahatsız etmemeleri için onunla konuşmadan
önce sadaka vermelerini emrettikten sonra, Yahudilerle dostluklarını devam
ettiren ve müminlerin sırlarını onlara taşıyan münafıkların durumunu zikretti.
"Onlar (küfür ile iman) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne
onlara ne bunlara. Allah kişiyi şaşırtırsa artık ona bir yol bulamazsın
asla." (Nisa, 4/143) ayeti kerimesinde de beyan edildiği gibi onlar
aslında ne müslümanlarla ne de kâfirlerle beraberdirler.
Allah Tbâla onlara gelecek azabı hatırlatarak uyardı ve bu hareketlerinin
sebeplerini ve şeytanın akıllarını istilâ ettiğini beyan etti. Bu sebeple onlar
şeytanın yardımcıları oldular.
[46]
"Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi dost edinenleri
görmedin mi? Bunlar sizden de değildir. Onlardan da değildir." Yani
Yahudileri dost edinip aslında onlarla ittifak halinde olan, müminlerin
sırlarını onlara taşıyan şu münafıkların hali nedir söyler misin? Onların bu
tutumu hayret vericidir. Bu sebeple Allah onlara gazap etmiştir. Onlar aslında
ne müminlerle beraberdirler ne de dost göründükleri Yahudilerle.
"Kendileri de bilip dururken yalan yere yemin ederler." Yani
yalan yeminleri kendilerine perde yaparlar. Müslüman olduklarına veya Yahudilere
haber aktarmadıklarına yemin ederler. Halbuki kendileri bunun aslı olmadığını,
gerçekle hiç alâkası olmayan bir yalan olduğunu pekâlâ bilirler.
Sonra Allah Teâla şiddetli azap ile onları uyararak şöyle buyurdu:
"Allah onlar için çetin bir azap hazırladı. Şüphesiz onların yapmakta
oldukları ne kötüdür." Yani Allah onların yaptığı bu kötü amellere
karşılık şiddetli bir azap hazırladı. Bu kötü amel, kâfirleri dost edinip
onlara akıl vermeleri, müminlere düşmanlık edip onları aldatmalarıdır.
Yaptıkları bu çirkin hareketler ve bunda ısrar etmeleri ne kötüdür.
"Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler de (insanları) Allah
yolundan çevirdiler. Onlar için küçük düşürücü bir azap vardır." Yani
mümin görünüp inkârı içlerinde gizlediler, yalan yeminlerin arkasına
sığındılar. Canlarını kurtarmak için bu yeminleri kendilerine kalkan yaptılar.
Bunların gerçek yüzünü bilmeyen, onları doğru zanneden bazı insanlar bunlara
kandılar. Bu sebeple Allah yolundan bazı uzaklaşmalar oldu. Bu yalan yeminleri
sebebiyle ve Allah'ın yüce ismini bu yeminlerinde kullanarak Ona saygısız
davranmalarının karşılığı olarak, onlar için cehennemde elim bir azap vardır.
Sonra Allah Tealâ münafıkların kıyametteki iflâslarının büyüklüğünü
zikrederek şöyle buyurdu:
"Onları ne malları ne evlâtları hiçbir şekilde Allah'ın azabından
kurtaramayacaktır. Onlar cehennem ehlidir. Onlar orada ebedidirler." Yani
Allah'ın azabına karşı onların ne malları ne evlâtları hiçbir şey ifade etmez.
Bu vasıflan taşıyan o insanlar cehennem ehlidirler, oradan ayrılmayacaklar,
çıkmayacaklar ve orada ölmeyecekler.
"O gün Allah onların hepsini diriltecek de O'na da size yemin
ettikleri gibi yemin edeceklerdir." Ey peygamber onlara şunu hatırlat:
Allah onların hepsini kabirlerinde diriltip kıyamet günü eksiksiz topladığı
zaman, dünyada insanlara yemin ettikleri gibi Allah'a karşı da kendilerinin
istikamet ve hidayet üzere olduklarına yemin edecekler ve bunun dünyada insanların
nazarında faydası olduğu gibi Allah'ın yanında da faydası olacağını zannedecekler.
Çünkü insan ne üzere yaşarsa öyle ölür ve öyle diriltilir.
İşte bu ağır ceza onların isyanımnın büyüklüğünden dolayıdır, zira artık
kıyamette bütün gerçekler açığa çıkmıştır.
"Onlar gerçekten bir şey üzere olduklarını sanırlar. Dikkat, onlar
hakikaten yalancıların ta kendileridir." Onlar ahirette zannederler ki bu
yalan yeminleri, dünyada olduğu gibi ahirette de bir menfaat celbeden veya
zarar defeden cinsten bir şey olacaktır. Dikkat! Onlar bu tasavvurlanyla yemin
ettikleri konuda yalancıların ta kendileridir. Bu münafıkların hali,
"Sonra başka fitnelik edemeyecekler, sadece şöyle diyecekler:
"Rabbimiz Allah'a yemin ederiz, vallahi bizler müşrik değildik." Bak
vicdanlarına karşı nasıl yalan söylediler, kayboluverdi o uydurdukları
ma'budlar." (En'am, 6/23-24) ayetlerinde haber verilen müşriklerin hali
gibi olacaktır.
Sonra Allah Tealâ bu sapıklıklarının sebebini zikrederek şöyle buyurdu:
"Bunları şeytan istilâ etmiş de onlara Allah 'ı hatırlamayı bile
unutturmuştur. Bunlar şeytanın fırkasıdır. Dikkat, şüphesiz şeytanın fırkası
hüsrana uğrayanların ta kendileridir." Yani şeytan onları istila etmiş,
kuşatmış ve akıllarım tesir altına almıştır. Bu yüzden onlar Allah'ın
emirlerini ter-kettiler, O'na itaat etmediler. İşte bunlar şeytanın ordularıdır
ve onun peşinden gidenlerdir. Dikkat, şeytanın yardımcıları hüsrana uğrayıp
helak olanların ta kendileridir. Çünkü onlar cennet yerine cehenneme, hidayet
yerine dalâlete razı oldular. Allah'a ve Peygamber'e (s.a.) karşı yalan söylediler,
yalan yeminler ettiler, bu sebepten dünyada da ahirette de hüsrana
uğrayacaklardır. Bunu kabul edip razı olan, akıllı insan değildir.
[47]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır.
1- Müminlerin düşmanı olan
kâfirleri dost edinmek, onlara müslü-manların sırlarını söylemek, destek olup
yol göstermek haramdır.
2- Münafıklar ne Yahudilerden
ne de müslümanlardandır, bilakis bu ikisi arasında kararsız haldedirler ve
müslümanlarm haberlerini onlara taşırlar.
3- Bu münafıklara cehennemde
şiddetli bir azap vardır ki bu cehennemin en alt tabakasıdır. Onların bu
yaptıkları ne kadar kötüdür.
4- Bu münafıklar yeminlerini
ölümden kurtulmak için kalkan yaptılar. O halde onlar dünyada öldürülmek,
ahirette ateşe atılmak suretiyle zillete düşürücü bir azap göreceklerdir.
5- Ne malları ne evlâtları
onları Allah'ın azabından kurtaramaz.
6- Kıyamet günü kabirlerinden
kalkıp mahşerde toplandıklarında onlar için tahkir eden bir azap vardır.
7-
Münafıklar yaptıkları yalan
yeminlerinin kendilerine dünyada yaran olduğu gibi ahirette de olacağını
zannederek açıkça mugalata (demogoji) yapıyorlar ve bu inkârları ve
yeminleriyle bir şey elde edeceklerini zannediyorlar. Halbuki onlar aslında
yalancıdırlar. Yani nasıl ki onlar nifak ve yalan yemin üzere yaşadılarsa aynı
şey üzere ölecek ve aynı vasıf üzere di-riltileceklerdir.
8- Şeytan onları, Allah'ın
emirlerini ve O'na itaati terke kadar götüren vesveseleriyle dünyada emri
altına aldı. Onlar artık onun avaneleri ve destekleyicileridir. Şeytanın
avanesi bu alış verişte zarara uğrayanların ta kendileridir. Çünkü onlar
cenneti verip cehennemi, hidayeti verip dalâleti satın aldılar.
[48]
20- Allah'a ve peygamberine düşman olanlar, şüphesiz işte onlar en
zeliller içindedirler.
21-Allah şöyle yazdı: "Celâlim hakkı İÇİn ben Ve elÇüerün SaüP
geleceğiz. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.
22- Allah'a ve ahiret gününe iman
eden bir kavmin-babaları, oğulları,
kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasulüne düşman olan-
larla dostluk ettiğini görmezsin. İşte an onların kalbine imanı yaz ve katından
bir ruh ile onlarıteyİ etmitir. Onla" içlerinden ırmaklar akan cennetlere
koyacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah
onlardan hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar
Allah'ın fırkasıdır. Dikkat, Allah'ın fırkası şüphesiz kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir.
"Katından bir ruh ile onları teyit etmiştir" ifadesinde
mecaz-ı mürsel vardır. Çünkü ruh güzel ve ebedî hayatın sebebidir.
[49]
"Allah ve peygamberine düşman olanlar" aykırı davrananlar,
kin besleyenler... Onlar bir vadide, din ve hidayet başka bir vadidedir,
"şüphesiz işte onlar" mağlup olmuş, Allah'ın rezil rüsva ettiği
"en zeliller içindedirler."
"Allah Tealâ şöyle yazdı" ve hüküm verdi: "Celâlim hakkı
için ben ve elçilerim" deliller ortaya koyarak ve kuvvet kullanarak
"galip geleceğiz."
"Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kavmin" Allah'a ve
peygamberine düşmanlık edenler "babaları, oğulları, kardeşleri yahut
akrabaları" gibi kendilerine insanların en yakını "da olsalar,
onlarla dostluk ettiğini görmezsin" zira bu yakışmaz onlara.
"İşte Allah onların kalbine iman yazmış" cümlesi imanla
amelin ayrı şeyler olduğunun bir delilidir. Çünkü insan azalarının yaptıkları
kalpte yer almaz.
"Katından bir ruh"'dan maksat bir nurdur ki Allah onu sükûnet
ve huzur bulsun diye kalplere indirir.
"Allah'ın fırkası" Allah'ın ordusu, dinine yardım edenler,
emrine uyup, yasağından kaçınanlardır.
[50]
"Allah şöyle yazdı..." ayetinin (21. ayet) nüzul sebebiyle
ilgili olarak Mukatil'den şöyle rivayet edilmiştir: Allah Mekke'nin, Taifin,
Hayber ve çevresinin fethini müyesser kılınca müminler "Rabbimizin bizi
Bizans ve İran'a karşı da zafere ulaştırmasını niyaz ederiz." dediler.
Abdullah b. Übey de onlara "Siz Bizans ve İran'ı fethettiğiniz şu köyler
gibi mi zannediyorsunuz?" dedi. Bunun üzerine "Allah şöyle
yazdı." ayeti nazil oldu.
"Allah ve ahiret gününe iman eden..." ayetinin (22. ayet)
nüzul sebebiyle ilgili olarak da İbni Ebi Hatem ve Taberani'nin ve Ebu
Nuaym'mın Hılye'de, Beyhaki'nin Sünen'in&e İbni Abbas tariki ile Abdullah
b. Şev-zeb'den rivayet ettiklerine göre "Allah'a ve ahiret gününe iman
eden..." ayet-i kerimesi Bedir günü müşrik babasını öldüren Ebu Ubeyde b.
Cerrah hakkında inmiştir.
Bu hadiseyi Taberani ayrıca Hakim Müstedrek'inde şu ifadelerle
nak-letmişlerdir: Bedir günü Ebu Ubeyde b. Cerrah'ın babası, üzerine gelmeye
başladı. Ebu Ubeyde onunla karşılaşmamak için sağa sola kayıyordu. Babasının
ısrarlı hücumları karşısında kalınca Ebu Ubeyde ona saldırarak öldürdü. Bunun
üzerine bu ayet nazil oldu.
İbni Münzir'in rivayetine göre İbni Cüreyc şöyle demiştir: Bana anlatıldığına
göre Ebu Kuhafe, Rasulullah'a (s.a.) çirkin sözler söyledi. Ebu Bekir ona
kuvvetlice vurdu, yere düştü. Ebu Bekir bunu Rasulullah'a (s.a.) anlattı, Hz.
Peygamber "Bunu yaptın mı?" dedi. Hz. Ebu Bekir "Vallahi yanımda
kılıç olsaydı boynunu bile vurmuştum." dedi Bunun üzerine bu ayet nazil
oldu.
Razi şöyle demiştir: Alimlerin çoğunluğu bu ayetin Hatıb b. Ebi
Bel-tea'nın Rasulullah'ın (s.a.) Mekke fethi için yaptığı hazırlıkları onlara
haber vermesi üzerine onun hakkında nazil olduğunda ittifak etmişlerdir.
[51]
Yüce Rabbimiz ahirette münafıkların kötü halini ve uğrayacakları büyük
zararı beyan ettikten sonra onların bu akibete düşmesinin sebebini beyan
etmiştir ki bu, onların Allah ve Rasulüne isyan edip emirlerine muhalefet
etmeleridir. Sonra peygamberlerine yardım edeceği ve düşmanlarını hezimete
uğratacağına dair hükmünü haber verdi. Daha sonra imanla Allah düşmanlarına
karşı sevginin bir arada olamıyacağını zikretti. Çünkü bir insan birini
severse, o sevdiğinin düşmanını sevmesi mümkün değildir.
[52]
"Allah'a ve peygamberine düşman olanlar şüphesiz işte onlar en
zeliller içindedirler." Yani Allah'ın emir ve nehiylerine muhalif
davranan, haktan uzaklaşıp İslâm'a düşmanlık ederek, kendilerini bir cephede,
Allah ve Rasulünün dininini başka bir cephede kabul eden inatçı kâfirler, işte
bunlar mağlup olanlardan ve Allah'ın yarattıklarının en zelillerindendir ki,
ister dünyada ister ahirette olsun bunlardan daha zelil kimse göremezsin.
Dünyadaki zilletleri, müşriklerin ve Yahudilerin başına gelen ölüm, esaret ve
yurdundan kovulma, ahirette ise "Ey Rabbimiz, muhakkak sen kimi o ateşe
sokarsan şüphesiz onu hor ve hakir edersin." (Ali İmran, 3/92) ayetinde
ifade edildiği gibi azap görme ve rezil rüsva olmadır. Bu, Allah düşmanlarının
hezimete uğrayacağına dair bir ikazdır.
"Allah şöyle yazdı: "Celâlim hakkı için ben ve elçilerim
galip geleceğiz." Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir." Yani Allah
Tealâ ezelî ilminde şöyle hükmetti: Allah ve O'nun peygamberleri çeşitli
hüccetler, kılıç ve benzeri delillerle galiptirler. Allah Tealâ
peygamberlerine yardım edecek güce sahiptir, düşmanlarına karşı galiptir. İbni
Kesir'in dediği gibi bu, dünyada ve ahirette zaferin müminlerin olacağına dair
değişmez bir karar ve kafi bir hükümdür. Ve yine bu, kâfirlere karşı
müminlerin zafer kazanacağının bir müjde-sidir. Bu vaad defalarca tecelli
etmiştir. Nuh, Hud, Salih, Lût gibi geçmiş peygamberlerine, kavimlerine karşı
yardım etmiş onlara zafer ihsan etmiştir. Ve yine elçisi Muhammed (s.a.) ve
ashabına Arap yarımadasında müşriklere karşı, Bizans ve İran devletlerine
karşı zaferler nasip etmiştir.
Bu ayetin bir benzeri de "Andolsun ki peygamber olarak gönderilen
kullarımız hakkında bizim geçmiş sözümüz vardır. Muhakkak onlar, mutlaka
zafere ulaştırılmışlardır. Muhakkak bizim ordumuz, her halde onlar galip
gelirler." (Saffat, 37/171-173) ayetleridir.
Sonra Allah Tealâ, Allah düşmanlarına karşı müminlerin sevgi beslemeyeceklerini
beyan ederek şöyle buyurdu: "İşte Allah onların kalbine imanı yazmış ve
katından bir ruh ile onları teyid etmiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan
cennetlere koyacak orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan hoşnut olmuş,
onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." Yani Allah ve Rasulüne düşmanlık
edenleri dost edinmeyen bu insanların kalplerine Allah Teâla sahih imanı
yerleştirmiş, dünyada düşmanlarına karşı katından bir yardımla onları takviye
etmiş ve bu yardımını "ruh" diye isimlendirmiştir. Çünkü bu yardım
sonucu müminlerin durumu hayat bulmuş ve bu sebeple onları köşklerinin ve
ağaçlarının altından ırmaklar akan cennetlere koymuştur. Onlar orada ebedî
kalacaklardır. Allah onların amellerini kabul etmiş, dünyada ve ahirette
rahmetini onlara bol bol vermiş ve hem dünya hem ahirette kendilerine verdiği
bu nimetlerle onları mesrur etmiştir.
"İşte bunlar Allah'ın fırkasıdır. Dikkat, Allah'ın fırkası
şüphesiz kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." Yani işte bunlar Allah'ın
dininin yardımcıları, emirlerine uyan, düşmanlarıyla savaşan, dostuna yardım
eden ordusudur. Dikkat, işte bunlar dünya ve ahiret saadetine erişenlerin ta
kendileridir.
[53]
Bu ayeti kerimeler şu dört hususa delâlet etmektedir:
1- Allah ve Rasulüne muhalefet
edip Rablerinin dinine ve Rasulünün sünnetine düşmanlık eden kâfirler zelil
insanlardır, onlardan daha zelil kimse yoktur.
2- Allah Teâla levh-i mahfuzda
şöyle hüküm verdi: Allah, hüccet, kılıç ve benzeri kuvvetlerle düşmanlarına
karşı mutlaka galip gelecektir. Kim onunla savaşmaya kalkarsa Allah ona savaşla
galebe çalar, kim hüccet ve beyanla harp etmeye kalkarsa ona hüccet ve beyanla
galip gelir.
3- Hakiki iman ile Allah
düşmanlarına karşı sevgi bir arada bulunmaz. Çünkü kim bir insanı severse
bunun yanında onun düşmanını da sevmesi mümkün değildir. İsterse bu kişi en
yakınlarından biri olsun. Allah'ın en büyük nimet olan imanı nasip ettiği
kişinin kalbinde Allah düşmanının sevgisinin bulunması nasıl mümkün olur?
4- Allah Tealâ, düşmanlara
dosluktan kaçınan bu müminlerin kalplerine iman aşıladığını ve onları katından
bir yardımla takviye ettiğini ifade etmiş, sonra onların uhrevî mükâfatlarını
beyan etmiştir ki bu, cennete girip orada ebedî kalmaları, Allah'ın rızasına
ve sevabına nail olmaları, kendilerine dünyada ve ahirette verilen yardım,
nzık, mal, nur, iman, hidayet ve cennet gibi nimetlerle sevindirilmeleridir.
Sonra Allah onları, Allah'ın fırkası diye vasfetti. Allah'ın fırkası kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir. Bu son ifade dünya ve ahiret saadetinin sırf onlara
mahsus olduğunun bir beyanıdır.
Özetle: Allah, düşmanlara sevgi beslemeyenlere şu dört nimeti vereceğini
beyan etmiştir:
1- Kalplerinde imanı
yerleştirmesi.
2- Katından bir ruhla onları
teyit etmesi, yani düşmanlarına karşı onlara zafer nasip etmesi.
3- İçinden nehirler akan
cennetlere koyması.
4-
Allah'ın hoşnutluğu gibi bir
nimete nail olmaları ve O'nun kendilerine verdikleriyle mesrur olmaları.
Yine Allah Tealâ burada düşmanlara karşı muhabbeti terketmeyi gerektiren şu dört hususu da zikretmiştir.
1-
İman ile iman düşmanına
karşı sevgi bir kalpte toplanmaz.
2-
En yakınları da olsa
müminler, düşmanlara karşı sevgi ve muhabbet beslemezler.
3-
Yüce Rabbimiz burada
müminlere bahşettiği nimetleri sayıp dökmüştür. İşte bu da Allah düşmanlarına
karşı sevgi ve muhabbeti terketmeyi gerektirir.
4-
Rabbimiz, bu müminleri
"Allah'ın muzaffer fırkası" diye vasıflandırmıştır: "İşte bunlar
Allah'ın fırkasıdır. Dikkat, Allah'ın fırkası şüphesiz kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir."
[54]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/295.
[2] Bu sözü Buhari (talik tarikiyle) Said b. Mansur, Abd
b. Humeyd, Nesai, İbn Mace, İbn Münzir, İbn Merduveyh ve “Elhamdulillah”
lafzıyla Beyhaki Sünen’inde nivayet etmişlerdir.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
14/295.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/295-297.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/298.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/298-300.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/300-301.
[8] Cassas, III/417;
İbnü'l-Arabi, Ahkâmü'l-Kur'an, VI/1738.
[9] Ayrıca Ahmed b. Hanbel
Müs/ıed'inde, Müslim de Sahih'inde rivayet etmiştir.
[10] Bir müd altı yüz yetmiş beş
gramdır.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/301-307.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/307-310.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/311.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/311-312.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/312.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/312-314.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/314-315.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/316-317.
[19] Esbâbü'n-Nüzul, Nisaburî, s.
233.
[20] a.g.e. Hadis-i İbni Ebi
Hatem rivayet etmiştir.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/317-318.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14318.
[23] Bu hadisi Ahbed b. Hanbel,
Buhari, Müslim, Tirmizi, İbni Mace ve Aburrazzak İbni Mesud'tan rivayet
etmiştir.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/318-319.
[25] Muvatta'Aa. rivayet
edilmiştir.
[26] Kurtubî, XVII/295.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 14/320-321.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/322.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/322.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/322-323.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/323.
[31] İmam Malik, Şafii, Ahmed,
Tirmizi ve İbni Ebi Hatem İbni Ömer'den rivayet ettiler. Ayrıca Buhari ve Müslim
de rivayet etmiştir.
[32] Razî, XXVIIII/269. Hadisi
Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.
[33] İbni Kesir, IV/325.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/323-325.
[35] Hadis sahihtir. Ebu Davud
rivayet etmiştir.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/325-326.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/327.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/327-328.
[39] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/328-329.
[40] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/329.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/329-330.
[42] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/330-331.
[43] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/332-333.
[44] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/333.
[45] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/333-334.
[46] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/334.
[47] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/334-336.
[48] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/336.
[49] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/337.
[50] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/337-338.
[51] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/338.
[52] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/338-339.
[53] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/339-340.
[54] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/340-341.