- 59 -
Mushaftaki
sıralamaya göre kitabımızın 59., nüzûl sıralamasına göre 101., mufassal
kısmının üçüncü sûreler grubunun ilk sûresi olan Haşr sûresi, Medine’de nâzil
olmuş olup âyetlerinin sayısı 24’dür.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Haşr
sûresine Nâdir sûresi de denilir. Çünkü bu sûre, Ben-i Nâdir Yahudileriyle
yapılan bir savaşın akabinde nâzil olmuştur. Müfessirlerimizin beyanına göre bu
savaş Uhud savaşından 6 ay sonra meydana gelmiştir. Rasulullah Efendimizin
Medine’ye hicret buyurduğu dönemlerde Medine’de iki Arap, üç de Yahudi kabile
bulunuyordu. Arap kabileler Evs ve Hazrec, Yahudi kabileler de Ben-i Nâdir Yahudileri,
Ben-i Kureyza ve Ben-i Kaynuka Yahudileriydi. Bu kabileler birbirleriyle
müttefik bir hayat yaşıyorlardı. Ben-i Kureyza ve Ben-i Nadir kabileleri
Araplardan Evs kabilesinin, Ben-i Kaynuka Yahudileri de Hazrec kabilesinin
müttefikiydi. Zaman zaman bu kabileler arasında yapılan savaşlarda
müttefikleriyle birlikte savaşa giriyorlardı. Nihâyet Allah’ın Resûlü Medine’ye
hicret buyurup İslâm devletini kurunca, Evs ve Hazrec kabileleri Müslüman oldular
ve aralarındaki ebedî savaşlar ve düşmanlıklar da bitmiş oldu. Allah’ın Resûlü
Medine’de yaşayan Yahudilerle bir anlaşma yaptı. Birlikte yaşadıkları Medine’ye
karşı herhangi bir düşman saldırısı vâki olursa Medine’yi birlikte koruyacaklar,
taraflardan birine bir düşman saldırısı olursa
öteki taraf ona yardım edecek, birbirlerine karşı iyi niyetle hareket
edecekler, birbirlerine zulmetmeyeceklerdi. Müslümanların düşmanları olan
Kureyş’e karşı kimse destek vermeyecekti. Anlaşmanın aksine bir davranış söz konusu
olduğu zaman bu konuda Allah’ın Resûlü Allah’ın kitabına göre karar verecekti.
Ama
aralarında yaptıkları bu anlaşmanın tarihinden kısa bir süre sonra, Yahudiler
bu anlaşmalarına ters davranmaya başladılar. İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanca
tavırlar sergilemeye başladılar. Allah Resûlü’nün bir elçi olarak tıpkı kendi
peygamberleri gibi, onları kendi kitapları da dahil Allah’ın kitabına imana,
tevhide çağırdığını görünce bu onlara ağır geldi. Sonra yine daha önceleri Medine’-de
yaşayan Evs ve Hazrec arasında düşmanlıkları körükleyerek pek çok maddî
menfaatler devşirmeye alışmış olan bu insanlar, Evs’in de, Hazrec’in de
katılımıyla büyümeye başlayan İslâm cemaatinin büyümesinden rahatsız oldular.
Bu sebeplerle peygambere ve onun dinine karşı çıkmayı kendilerine bir görev
bildiler. Fitnelerle, yalanlarla ve dedikodularla insanların bu dine
girmelerine engel olmaya başladılar.
İslâm’a ve
Müslümanlara karşı bu düşmanlıklarını Bedir savaşında açığa vurdular. Hatta
Bedir’de Kureyş karşısında Müslümanların yenildikleri ve Peygamber’in (a.s)
öldürüldüğü haberini yaydılar. Hatta Ben-i Nadir Yahudilerinin reisi olan Kâb bin
Eşref, Bedir savaşı-nın hemen arkasından Mekke’ye giderek müşriklerin ölülerine
mersiyeler okumuş, Müslümanlardan intikamlarını almaları için Mekkelileri
tahrik etmişti.
Yine Medine’de bir Müslüman
kadının örtüsüne el uzattılar ve kan döküldü. Allah’ın Resûlü defalarca kendilerini
uyarıp anlaşmalarına sâdık davranmalarını, bu fesat hareketlerinden
vazgeçmelerini ö-ğütledi. Ama onlar terbiyesizlik ettiler. “Ey Muhammed! Sen
bizi Ku-reyş mi zannediyorsun? Biz öyle kolay yutulacak lokma değiliz! Bizimle
savaşı göze alırsan sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririz!” diyerek
tehditlerde bulundular. Bu sözler apaçık anlaşmayı bozduklarının ve savaş
ilânında bulunduklarının deliliydi.
Sonra
Bedir’in intikamını almak için Kureyş büyük bir ordu hazırlayıp Medine’ye
yürüyünce, Yahudiler açıktan açığa Medine’yi müdafaa anlaşmasını bozduklarını
ilân ettiler. Müslümanların Uhud’da bir yara aldıklarını görünce iyiden iyiye
cesaretleri arttı. Ben-i Nadir Yahudileri bir ara Peygamber’e (a.s) karşı bir
suikast denemesinde bulunurlar, ama Rabbimiz Peygamberini onların desiselerinden
korur. Rasulullah Efendimiz Medine’ye döner dönmez hemen bir ültimatom
göndererek, “sizin yapmak istediklerinizi öğrendim. Size on gün mühlet
tanıyorum. On gün içinde Medine’yi terk etmezseniz ele geçirilecek, her biriniz
öldürülecektir” buyurur. Abdullah bin Übey’in kendilerine yardım vaadi, Ben-i
Kureyza ve Ben-i Gatafan’ın vaatleriyle Medine’yi terk etmeyeceklerini
açıklayan Nadir Yahudilerini Rasulullah kuşatma altına alır. Mahallelerini
kuşatır. 15 gün kadar süren kuşatmanın sonunda teslim olurlar. Abdullah bin
Übey’in ricası üzerine tüm mal ve mülklerini geride bırakarak Medine’yi terk
etmelerine izin verilir. 15 günlük bir kuşatma sonunda silahları dışında
develerine yükleyebilecekleri mallarını alarak bu Yahudi kabilesi Medine’yi
terk eder. İşte bu sûre bu hadise üzerine inmiş bir sûredir.
Haşr sûresini
üç bölümde anlamaya çalışmamız mümkündür. Birinci bölüm (âyet 1-10), göklerde
ve yerde canlı ve cansız tüm varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerini, Rablerini
gündemde tuttuklarını, Rablerinin kendileri için belirlediği rolü harfiyen
yerine getirip O’nun yörün-gesi ve programı dahilinde hareket ettiklerini,
çünkü O Allah’ın güçlü ve hikmet sahibi, hayata hakim bir Rab olduğunu haber
veren bir âyetle başlar. Sonra tüm iman küfür savaşlarının iki cephesi, iki tarafı
olduğu, bunlardan birisinin Allah, diğerinin de küfür cephesi olduğunu haber
verir. Böyle bir savaşta mü’minlerin taraf olmayıp sadece Allah cephesinde
yerlerini aldıkları ve dolayısıyla böyle bir savaşta kâfirlerin mü’minlerden
önce Allah’la karşı karşıya geldikleri, mü’minleri yenebilmek için önce Allah’ı
yenmeleri gerektiği anlatılır. Yâni tüm iman küfür savaşlarının sonucunun daha
başlamadan belli olduğu, şartlarına riâyet etmeleri kaydıyla mü’minlerin kesin
galip, kâfirlerin de kesin mağlup oldukları ilan edilir. Çünkü savaş iki taraf
arasında yapılmaktadır, Allah ve kâfirler, Allah cephesi ve kâfirler cephesi.
Mü’minler eğer kimin safında olduklarının farkına varırlar, Allah’ın asla
yenilemeyeceğine imanlarını muhafaza ederler, Allah’a tam tevekkül ederek durum
ne olursa olsun, eğer düşmana sırtlarını dönmeyi akıllarının ucundan bile
geçirmeden düşmana karşı durabilirlerse, onlar kesinlikle galip geleceklerdir.
Çünkü savaşı yöneten, savaşın sonucunu belirleyen Allah’tır. Bunu sûrenin ilk
âyetlerinde Rabbimiz çok hoş bir şekilde ortaya koyuyor.
“Ehl-i
kitap kâfirleri (Yahudileri) ilk sürgünde yurtlarından (Medine’den sürüp
çıkarak Allah’tır” “Halbuki o Yahudiler kale gibi muhkem evlerinin kendilerini
Allah’tan geleceklere karşı koruyabileceğine inanmışlardır” “Ama sonunda Allah
onlara hiç hesaba katmadıkları bir yönden geliverdi” (âyet 2). Dikkat ediyor
musunuz ifadelere? Medine’den o Yahudileri çıkaran kimmiş? Müslümanlar mı, Allah
mı? Çıkaran Müslümanlar değil Allah’tır. Onlar o kale gibi muhkem evlerine
kimden gelecek bir tehlikeye karşı güveniyorlarmış? Müslümanlardan gelebilecek
bir saldırıya karşı mı, yoksa Allah’tan gelecek bir tehlikeye karşı mı? Allah’tan
gelebilecek bir tehlikeye karşı deniyor âyette. Peki onlara hiç beklemedikleri
bir yönden gelen kimmiş? Müslümanlar mı, yoksa Allah mı? Dikkat ediyorsanız
âyette Allah geliverdi deniyor. O halde savaşan Müslümanlar değil, Allah’tır. O
halde Müslümanlarla bir savaşa tutuşan kâfirler karşılarında Müslümanlardan önce
Allah’ı bulacaklar ve Allah safındaki, Allah desteğindeki Müslümanları yenebilmek
için önce Allah’ı yenmek zorunda kalacaklardır.
Sûrenin
birinci bölümünün devam eden âyetlerinde, savaş yapmadan elde edilen başarının
sırf Allah’ın yardımı izni ile meydana geldiği, bu sonucu daha önceden Yahudilerin
de Müslümanların da beklemedikleri anlatılır. Sonra da bu konuda insanların
düşünüp ibret almaları gerektiği vurgulanır. Müslümanların kimin safında
savaştıklarının bilincinde olmaları, karşılarında kâfirlerin de kiminle savaştıklarının
farkına varmaları istenir. Daha sonraki âyette de, önce bekledikleri, yolunu
gözledikleri, nerede kaldı? Geç kaldı diye gelişi konusunda sabırsızlandıkları
âhir zaman peygamberine inanmadıkları için, sonra da böyle bir peygamberle
anlaşma yapıp bu anlaşmalarını bozdukları için, inanç ve değerlerine
bağlılıklarını yitirip yoldan saptıkları için Yahudilere karşı takdir edilen
sürgün cezasının en hafif bir ceza olduğu, aslında böyle yoldan çıkmış bir
toplumun hem dünyada hem de âhi-rette bundan çok daha büyük cezaları hak
ettikleri açıklanır. Bunun hemen ardında da Allah’a verdikleri ahidleri bozan
fâsıkların rezil ve rüsva edileceklerine dikkat çekilir.
Sonra
7. ve 8. âyetlerde böyle savaşılmadan, bir kılıç bile kullanılıp, ok bile
atılmadan, bir tek kişinin burnu bile kanamadan sırf Allah’ın yardımıyla
düşmandan elde edilen fey mallarının taksimi konusu gündeme getirilir. Bu malların
nasıl ve kimlere verileceği belirlenir. Sonra Ensâr ve Muhâcirler arasındaki
kardeşlik bağlarına değinilerek İslâm toplumunda beklenilen sosyal dayanışma ve
kardeşlik unsurunun önemine vurgu yapılır. Tüm dünya Müslümanların da böyle olmaları
istenir. Ayrıca bu konunun devamı olarak 9. âyette en büyük kurtuluşun kişinin
bencillikten, hep kendisine yönelik düşünmekten, nefsini çıkar düşkünlüğünden arındırmakla
olacağı haber verilir. Sonra 10. âyette de iman edenlerin birbirlerine karşı
asla kin tutmayacakları anlatılır.
İkinci
bölümde (âyet 11-17) yer alan ve münâfıklarla Yahudilerin sürgünden önceki
ilişkilerinden söz eden âyetler, münâfıkların ve ehl-i kitap Yahudilerin
birbirlerine karşı nasıl yalan söylediklerini, sözlerinden nasıl döndüklerini,
birbirlerini nasıl sattıklarını, birbirlerinin aleyhinde nasıl fırıldak
çevirdiklerini gözler önüne sererek, Müslümanların birbirlerine karşı asla
böyle davranmamaları tavsiye edilir. Onlar gibi dışarıdan bakıldığında bir ve
beraber göründükleri halde kalpleri parça olmamaları ısrarla öğütlenir. O alçaklar
birbirlerini baştan çıkar-ma konusunda tıpkı şeytana benzerler. Bu bölüm böyle
olan zalimlerin yerlerinin ateş olduğunu bildiren bir tehditle son bulur.
Üçüncü
bölüm (âyet 18-24) Allah’tan korkmayı, Allah’a karşı saygılı olmayı, Allah için
bir hayat yaşamayı, Allah’a kulluğun bilincine ermeyi ve ebedî hayat için
hazırlıklı olmayı öğütleyen bir uyarı ile başlar. Dünyadaki tüm kötülüklerin
takvasızlıktan, Allah’ı kale almadan, yolunu Allah’a sormadan, hayat programını
Allah’a danışmadan ve âhireti hesaba katmadan yaşanan bir hayatın neticesi olduğuna
işaret edilir. Müslümanların böyle olmamaları, hayatlarını Allah yasalarına
göre yaşamaları ve âhireti iki kaşlarının arasında bilip hiç unutmamaları ve
böyle olmayan fâsıklardan uzak durmaları gerektiği vurgulanır. Bundan sonra
cehennem ehliyle cennet sohbetçilerinin hiçbir konuda denk olmadıkları,
kurtulanların cennet ehli olduğu ortaya konur.
Sonra
Kur’an karşısında, Allah yasası karşısında insanların ta-kınmaları gereken tavra
dağlardan bir örnek verilir. Ey mü’minler ken-dilerine sorumluluğu yüklenseydi
dağların bile onun azametinden tuz buz olacakları kitabınız karşısında sizler
ne âlemdesiniz? Ona gereken saygıyı takınabiliyor musunuz? Onunla gereği gibi
ilgi kurabiliyor musunuz? Tüm hayatınızı onun rehberliğinde yaşayabiliyor, tüm
programlarınıza onu indirgeyebiliyor musunuz? Bu konuda düşünüp ibret almıyor
musunuz? Denilerek insanlar düşünmeye dâvet ediliyor. Ve nihâyet son üç âyette
de tevhidin özü ortaya konuyor. Allah’ın tekliği, sadece zâtında değil tüm
fiillerinde, isimlerinde ve sıfatlarında O’-nun tek kabul edilmesi, O’nun
sıfatları ve fiillerinin asla O’ndan başkalarına verilmemesi gerektiği,
yüceliği, eşsizliği, gücü, kudreti, rahmet ve merhameti gündeme getiriliyor. Ve
nihâyet başında göklerde ve yerde ne varsa hepsinin Allah’ı tesbih ettiği
haberiyle başlayan sûre en sonunda da yine tüm varlıkların tesbih ettikleri haberiyle
son buluyor. Bu özet tanıtımdan sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
başlayabiliriz, Allah yardımcımız olsun.
1. “Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah’ı tesbih ederler. O
güçlüdür, Hakimdir.”
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ı tesbih ederler. Göklerdeki ve yerdeki canlı-cansız tüm varlıklar
Allah’ı gündeme alırlar. Göklerdeki ve yerlerdeki tüm varlıklar Allah’a teslim
olurlar. Tüm varlıklar Allah’ın kendilerine yüklediği görevlerini yerine getirirler.
Tüm varlıklar Rabblerini yüceltir, Allah’ın en yüce olduğunu ilân ederler.
Göklerde ve yerde canlı-cansız ne varsa hepsinin ayrı bir kulluğu, ayrı bir
tesbihi, ayrı bir ibadeti vardır. Bizim bildiğimiz, bilmediğimiz tüm varlıklar
Allah’a boyun bükmektedirler. O Allah Azîzdir, Hakîmdir. Ye-nilmez ve
yanılmazdır. Otorite, egemenlik, hükümranlık, hâkimiyet O’-nundur. Onun yaptığı
her şeyde bir hikmet vardır. Her sözü, her işi, her yasası yerli yerincedir.
Öyleyse Allah’a karşı cephe almış, Allah’la savaşa tutuşmuş olanlar iyi bir
düşünsünler. Madem ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’a boyun bükmüştür.
Madem ki Allah tüm varlıkların sahibidir. Madem ki Allah Azîzdir, güçlüdür,
Hakîmdir, hâkimiyet sahibidir. Öyleyse O’na karşı çatışma içinde olanlar ne yaptıklarının
farkına varmalıdırlar. Kime kafa tuttuklarının, kiminle savaştıklarının farkına
varmalıdırlar. Ey insanlar! Gelin bu gerçeği anlayın da sizden çok daha büyük,
sizden çok daha güçlü varlıkların boyun büktükleri Allah’a sizler de teslim
olun. Değilse kesinlikle bilesiniz ki, sizler de Allah’ın yasalarına zorla
boyun bükmek zorunda kalacaksınız. Allah karşısında, Allah desteğindeki
Müslümanlar karşısında yenilmek zorunda kalacaksınız. Allah’ın mü’minlere vaad
ettiği zafer yasasına teslim olmak zorunda kalacaksınız. Hiçbir kimsenin,
hiçbir gücün, hiçbir toplumun kendisini Allah’tan kurtarması mümkün değildir.
2. “Kitap ehlinden inkârcı
olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Oysa ey inananlar! Çıkacaklarını
sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını
sanmışlardı. Ama Allah’ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi, kalplerine
korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey
akıl sahipleri! Ders alın.”
Ehl-i kitaptan kâfir olanları ilk
sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. İlk haşr ile onları kendi yurtlarından
sürüp çıkaran Allah’tır. “Ey mü’minler, bilesiniz ki size bu zaferi lütfeden
Rabbinizdir. Ben-i Nadir Yahudilerini yurtlarından çıkaran sizler değil
Allah’tır.” Allah düşmanı Yahudiler Medine’yi terk ettikten sonra onlardan bir
kısmı Hayber’e, bir kısmı da Filistin’e gittiler. Daha sonra Hayber’in fethini
Rabbimiz Müslümanlara müyesser kılınca, Yahudiler oradan da Suriye taraflarına
göç ettiler. Bazı hadislerde haşrin o bölgelerde olacağına dair rivâyetler
mevcuttur.
Haşr,
toplanmak demektir. Dağılmış insanların bir araya toplanmaları demektir.
Böylece anlıyoruz ki birinci haşr, Ben-i Nadir’in Medine’den çıkarılması,
ikinci haşr da Hz. Ömer efendimizin Yahudileri tüm Suudi Arabistan’dan sürüp
çıkarmasıdır. Son haşr ise kıyâmet günü vuku bulacaktır. Bu haşr ifadesiyle
Yahudilerle savaşmak için Müslümanların toplanması şeklinde bir anlayış da
vardır. Müslümanlar toplanmış ama Allah’ın yardımıyla savaş olmadan Yahudiler
terk edip gitmişlerdir.
Oysa ey
Müslümanlar, sizler onların çekip gideceklerini hiç beklemiyor, hiç
ummuyordunuz. Hiç kimse buna ihtimal vermiyordu. Çünkü Medine’de Yahudilerin her
birinin kale gibi muhkem evleri vardı. Hiç kimse onların bu yerlerini,
yurtlarını terk edip gideceklerini beklemiyordu. Medine’de silah ticareti,
silah îmâlâtı onların elindeydi. Yıllar süren bir saltanatları, bir geçmişleri
vardı. Halbuki Müslümanlar Medine’ye geleli 3-5 yıl olmuştu. Henüz kurdukları
devlet de oturmuş değildi. Silahlarını bile onlardan emaneten temin ediyorlardı.
Her şey ellerinde olan bir toplumun yenilebileceğini düşünmek gerçekten zordu.
Yahudiler de şöyle hesap ediyorlardı: Kendilerini Allah’tan, Allah hizbi, Allah
taraftarı olan Müslümanlardan koruyabilecek tek şeyleri kale gibi olan
evleridir. Ama Allah’ın azabı onlara beklemedikleri yerden geliverdi de böyle
bir iman gücü karşısında pes edip yerlerini, yurtlarını terk ediverdiler.
Allah kalplerine öyle bir korku
saldı ki, kendi evlerini kendi elleriyle Müslümanlara teslim ettiler.
Kalplerine Cenab-ı Hakk’ın attığı korkuyla, can derdine düştüler. Zaten
adamların uğrunda savaşacak bir inançları da olmadığı için, ölünce cennete
gitme ümitleri de olmadığı için savaşı göze alamadılar. Bırakıp gittikleri o
muhkem evleri, Müslümanların işine yaramasın diye kendi elleriyle yıktılar. Oraları
ele geçirmek için yıkan Müslümanlara katılarak kendileri de yıkıyorlardı.
Rabbimiz
buyuruyor ki: “Ey akıl sahipleri! Ey basiret sahipleri! Haydi bu hadiseden
ibret alın! Ders alın bundan! Ey Kur’an’la görmek, Kur’an’la bakmak, Kur’an’la
düşünmek zorunda olanlar! Haydi bakın kitabınıza da bu hadiseden ders çıkarın!
Rabbinizden size basiretler gelmiştir. Rabbinizden size gözlükler gelmiştir.
Hadiselere Kur’an’ın gözlüğüyle bakabilenler basiret sahipleridir. Kur’an’dan
habersiz hareket edenler ise kördür!”
Öyleyse ey müslümanlar! Sakın
sizler kör olmayın. Körler gibi hareket etmeyin. Ey kendilerine Allah tarafından
basiretler gönderilmiş Müslümanlar! Rabbinizin bu âyetlerinden, Rabbinizin bu
değiş-mez yasasından ibret çıkarın. Şu gerçeği iyi anlayın ki, Allah’la savaşa
tutuşan hiçbir toplum iflah olmamıştır. İşte görüyorsunuz ki çok güçlü, çok
kuvvetli bir toplum, Allah desteğindeki Müslümanlar karşısında kendiliklerinden
teslim oluyorlar. Böyle bir gücün böyle kendiliğinden yenilmesi mümkün değil
gibi görünse de, Allah dileyince olmazı oldurur. Bundan ibret almak gerekir.
Allah’la savaşanlar kiminle savaştığını anlamalı, Allah safında savaşan
Müslümanlar da kimin safında olduklarını bilmelidirler.
Böylece
Rabbimiz safındaki mü’minlere hiç ummadıkları bir zaferi nasip ederken, Yahudilere
de yeni bir kader çizmiş oluyordu. Onlara da sürgün yazılıyordu. Tabiî bu onlar
için de Rabbimizin bir rahmetiydi. Yıllar yılı Allah’a kulluktan çıkmış, kitaplarını
tahrif etmiş, peygamberlerinin yolunu bozmuş bir toplumun akıllarını başlarına
getirecek bir fırsat çıkardı karşılarına. Toptan öldürülmekten kurtardı onları
da, yaşama imkânı verdi. Durup düşünme fırsatı verdi. Biz ne yaptık ki Allah
bize bunu takdir buyurdu? diye kendilerini sorgulama ve yeniden Allah’a dönüş
imkânı lütfetti. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz buyuruyor ki:
3. “Allah onlara sürülmeyi yazmamış olsaydı, dünyada başka şekilde azap
verecekti. Âhirette onlara ateş azabı vardır.”
Eğer Allah onlara sürgünü
yazmamış olsaydı, sürülmekle kurtulmalarını dilememiş olsaydı, elbette onlara dünyada
başka şekilde azap verirdi. Çünkü onlar yaptıklarıyla bunu hakketmişlerdi.
Kitaplarının, peygamberlerinin kendilerine haber verdikleri son elçi ayaklarına
kadar gelmişti. O elçiyi tanıyorlardı. Avuçlarının içini bildikleri gibi, öz evlatlarını
tanıdıkları gibi o peygamberi tanıyorlardı. Ona karşı Müslümanların ilki olmaları
gerekiyordu. Yıllar yılı o elçiyi bekliyorlardı. Putperest Araplara karşı onun
geleceğiyle övünüyor, onunla zafer umuyorlardı. “Nerede kaldı? Geç kaldı?” diyorlardı.
“Hele bir gelsin o ahir zaman Nebisi, biz ona ve getirdiği kitaba iman edecek
ve onun arkasından putperestlerin kökünü kazıyacağız” diyorlardı.
Yıllardır yolunu gözledikleri
Allah elçisi işte gelmiş karşılarında duruyordu. Üstelik Mekke’den Medine’ye, ayaklarına
kadar gelmişti. Lâkin adamlar bu ayaklarına kadar gelmiş fırsatı kaçırdılar.
Halbuki yıllar yılı kendileriyle savaştıkları, peygamberin gelişiyle kendilerine
karşı zafer kazanmayı umdukları putperest Araplar onların ağzından duyup
tanıdıkları son elçiye iman ederlerken, onlar bizden gelmedi diye iman
etmediler. Ayaklarına kadar gelen fırsatı kaçırdılar. Onlar bu azabı çoktan hak
etmişlerdi, ama Allah rahmetiyle muamele edip yine de onlara yaşama hakkı tanıdı
ki, düşünsünler ve ibret alsınlar diye. Allah’la çatışma içindeki hayatlarından
vazgeçip Rabblerine kulluğa dönsünler diye. Belki içlerinden düşünüp Müslüman
olanlar çıkar diye.
Bu dünyada
imkân verdi Allah, ama âhirette onlara ateş azabı vardır. Eğer yaşadıkları bu
hayatı bırakmazlarsa, eğer tevbe edip Müslüman olmazlarsa, Rabbleriyle ve Rablerinin
son elçisiyle çatışma içinde bir hayatı terk edip O’na kulluğa yönelmezlerse,
onlar için âhi-ret azabı kaçınılmazdır. Her ne kadar kendilerine bu dünyada bir
fırsat verip azaplarını ertelemiş olsa da, âhiret azabı onları beklemektedir.
4. “Bu, Allah’a ve peygamberine karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah’a
karşı gelirse bilsin ki Allah’ın cezalandırması şüphesiz çetindir.”
Çünkü onlar Allah ve Resûlü’ne
karşı geldiler. Allah ve Resûlü’ne karşı şak oldular, şikak oldular. Allah ve Resûlü’ne
karşı bir cep-he oluşturdular. Sadece bu Yahudiler değil, yeryüzünde her kim
ki, hangi toplum ki Allah ve Resûlü’ne savaş açar, Allah ve Resûlü’ne karşı bir
cephe oluşturursa, gücü, kuvveti ne olursa olsun bilesiniz ki Allah’ın
cezalandırması çok çetindir. Bakın bundan sonra Rabbimiz olayın detaylarını
anlatmaya başlıyor:
5. “İnkârcı kitap ehlinin yurtlarında hurma ağaçlarını kesmeniz veya
onları kesmeyip gövdeleri üzerinde ayakta bırakmanız Allah’ın izniyledir. Allah
yoldan çıkanları böylece rezilliğe uğratır.”
Müslümanlar o kâfir olan kitap
ehlinin hurmalarından bir kısmını koparıyor, bir kısmını da olduğu gibi bırakıyorlardı.
Ey Müslümanlar siz orada hangi hurmayı keser, koparır, hangilerini de olduğu
gibi bırakırsanız bu Allah’ın emriyle, Allah’ın izniyledir. Tabii Müslümanlar
bu eylemi gerçekleştirirken Yahudiler bir dedikodu furyası estirdiler.
Müslümanlar hurma ağaçlarını kesiyorlar. Müslümanlar yeryüzünde fesat
çıkarıyorlar diye. Anlaşma içinde oldukları Allah elçisine düzenledikleri
komployu, onu öldürme fesatlarını, Allah’ı inkâr fesatlarını, Allah elçisini
inkâr fesatlarını düşünmüyorlar da, ağaç kesme fesadını dile getiriyorlar.
Allah ve Resûlü’ne karşı şak olma fesadını, Allah ve Resûlü’ne karşı cephe açma
fesadını unutturabilmek için, küfür ve şirk fesatlarını kamufle edebilmek için
bunu uyduruyorlar. Rabbi-miz de buyuruyor ki, bu bizim iznimizle olmuştur. Buna
bizim müsaademiz vardır. Bütün bunlar Allah’ın izniyle olmuştur.
Müslümanlara
zafer geldi. Müslümanlara izzet ve şeref geldi. Müslümanlara fey geldi, ganîmet
geldi. İslâm hukukunda fey ile ganîmet farklıdır. Fey, savaş yapılmadan
kendiliğinden gelen düşman mallarıdır. Ganîmet ise savaşarak elde edilen
mallardır. Bakın Allah o hususu şöyle anlatıyor:
6. “Ey inananlar! Onların mallarından, Allah’ın peygamberine verdiği
şeyler için sizler ne at, ne de deve sürdünüz; fakat Allah peygamberlerine,
dilediği kimselere karşı üstünlük verir. Allah her şeye Kâdirdir.”
“Ey Müslümanlar, onların
mallarından Allah’ın peygamberine verdiği fey olarak intikal edenler için
sizler ne at koşturdunuz, ne at bağladınız, ne de deve sürdünüz. Hiçbir şey
yapmadan Allah katından doğrudan size gelmiş mallardır onlar.” Gerçekten Müslümanlar
hiçbir şey yapmadılar. Sadece bir süre onları muhasara ettiler o kadar. Ne bir
ok attılar, ne kılıç kullandılar, ne at sürdüler, ne deve. Yahudiler kendi
elleriyle kendi evlerini yıkıp peygambere teslim oldular. Öldürülmemeleri
karşılığında da sürgüne kendileri razı oldular. İşte Allah böyle gücüyle
dilediklerini galip, dilediklerini de mağlup eder. Allah her şeye Kâdirdir, her
şeye güç yetirendir. İşte bundan da insanların ibret almaları gerekir. Allah
karşısında hiçbir güçlerine güvenmemeleri gerekir. Unutmayın ki Allah isterse
tüm dünya insanlığının dikkatini çekecek, gözlerini açacak biçimde Müslümanları
galip getirir.
7. “Allah’ın fethedilen
memleketler halkının mallarından peygamberine verdikleri; Allah, peygamber,
yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; ta ki içinizdeki
zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne
verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun; Allah konusunda takvalı
olun. Doğrusu Allah’ın cezalandırması çetindir.”
Allah’ın fethedilen memleketler
halkının mallarından peygamberine verdikleri ganîmet malları, feyler, yani kendiliğinden
gelen mallar şu şekilde taksim edilecektir: Bir kere bunlar Allah ve Resûlü’nün-dür.
Bu konuda yetki Allah ve Resûlü’ne aittir. Bu mallardan Allah ve Resûlü’ne bir
pay ayrılacaktır. Peki Allah ve Resûlü’ne ayrılacak miktar ne kadardır?
Anlayabildiğimiz kadarıyla Allah ve Resûlü’ne ayrılması gereken bu pay, Allah
ve Resûlü’nün hukukunu ilgilendiren konularda, Allah ve Resûlü yolunda harcanacak
olan şeylerdir.
Allah’ın Resûlü bu feylerden
kendisi ve ailesi için nafaka alıyor, geri kalanı da silah ve binek hayvanları
için harcıyordu. İkinci olarak peygambere yakınlığı olan akrabalarına bir pay
vardır. Bunlar Ra-sulullah Efendimizin akrabalarıdır. Öncelikle anlaşılan
budur. Ama genel olarak savaşa katılanların akrabaları da anlaşılacaktır. Yani
böyle savaşılmadan, kendiliğinden gelen mallarda savaşa katılan mü-cahitlerin
arkada bıraktıkları, yaşlı, güçsüz oldukları için savaşa katı-lamamış
akrabalarına da bir hisse ayrılacaktır. Üçüncü olarak yetimlere de ondan bir
hisse ayrılacaktır. Dördüncü olarak yoksulların hakkı, beşincisi olarak yolda
kalmışların da onda hakları vardır.
Görüyor
musunuz Rabbimizin dağıtımını? Kimlere ayrılıyor bu mallar? Allah’ın âdil
taksimine bir bakın, bir de zalim sistemlerin bu malları kimlere verdiklerine
bir bakın. Şu anda toplumdaki gelirlerin kimlere peşkeş çekildiğini, kimler
tarafından gasp edildiğini görüyoruz. Toplumda fakirler, açlar, yetimler,
ihtiyarlar, dullar, yolda kalmışlar hiçbir şeye ulaşamazlarken, üç-beş zalim büyümeye
devam ediyor. Mallar, mülkler, servetler, üç-beş zalim insan arasında pay
ediliyor. Şu anda tüm dünyada yüzde 10’luk bir azınlık, yüzde 90’lık bir
çoğunluğun sırtındadır. Tüm dünya bu azınlığı beslemek zorundadır. Yesinler bakalım
bu doyumsuz zalimler. Yakında geberecekler ve haklarını yedikleriyle
hesaplaşmak üzere Rabblerinin huzuruna gidecekler. Bakın âyetin devamında Rabbimiz
buyurur ki:
“Ta ki o
mallar, o servetler sizin aranızda, zenginler arasında dönüp dolaşan bir
servet, bir devlet olmasın diye Biz bunu böyle yaptık,” diyor Rabbimiz. Bu
mallar, bu mülkler sadece sizin zenginleriniz arasında dönüp dolaşan, birinin
mülkünden öbürünün mülküne, birinin cebinden öbürünün cebine intikal eden bir
devlet olmasın diyor Rabbimiz. İşte Müslümanların ekonomi siyasetleri budur. Bu
zenginlik, bu servet, bu mallar ve mülkler toplumun tüm kesimlerine yayılmalıdır.
Sadece zenginlerin elinde dönüp dolaşmamalıdır. Zenginler daha çok şişmemeli,
fakirler de daha çok fakirleşmemeli. Bir kesim açlığından ölürken, diğer taraf
şiştikçe şişmemeli.
Rabbimiz bunun için zenginlere
zekâtı, sadakayı, infakı, her türlü fedakârlığı ve harcamayı emretmektedir. Sizin
mallarınızda isteyen ve isteyemeyenlerin hakkı vardır, buyurarak zenginlerin fakirlere
kendi haklarını vermelerini emretmiştir. Yine zenginlerin vefatıyla birlikte
onların mallarının en geniş bir şekilde kitleye yayılımını sağlayacak bir miras
yasası koymuştur.
Bütün
bunlar toplumda servetin sadece zenginlerin elinde dolaşan bir devlet olmaması
içindir. Bakın Rasulullah Efendimiz bir hadislerinde buyurur ki:
“Ganîmetler toplumda
belli kesimin elinde dönüp dolaşmaya başladığı zaman Allah’ın belâsını
bekleyin.”
Şu anda kredilerin, teşvik
primlerinin, devlet imkânlarının kimlerin elinde dolaştığına bir bakın da
Rabbimizin ve peygamberimizin isteklerinin ne kadar mükemmel olduğunu anlamaya
çalışın. İnsanlardan çok azınlık bir zalim grubun kardeşlerini aç bırakma
pahasına nasıl şiştiklerini görün de ibret alın.
O halde ey
Müslümanlar, sizler açgözlülük yapmayın. Bencillik yapmayın da Allah ve Resûlü
size ne vermişse sadece onu alın, öteki kardeşlerinizi de düşünün. Her şeyin
kendinize ait olmasını istemeyin. Kardeşlerinizi de düşünün. Allah ve Resûlü
size ne takdir etmişse onunla iktifa edin. Bizim payımız, bizim hakkımız ancak
bu kadarmış deyin. Allah ve Resûlü sizleri nelerden sakındırmışsa, nelerden menetmiş,
uzak durmanızı emretmişse, artık onları da bırakınız. Allah’-tan korkun. Allah
için takvalı olun. Allah’ın istediği şekilde bir hayat yaşayın. Çünkü bir gün
O’nun karşısına çıkıp hesap vereceksiniz. Unutmayın ki Allah, cezası çok şedit
olandır.
Bu âyetler
özelde böyle bir ganîmet taksimiyle alâkalı olsa da, genelde tüm hayatla
ilgilidir. Tüm hayatımızda, yememizde içmemizde, giyinmemizde, kuşanmamızda, kazanmamızda,
harcamamızda, evlenmemizde, boşanmamızda, hukukumuzda, eğitimimizde, tüm bireysel,
ailevî ve sosyal hayatımızda Allah ve Resûlü bize neyi emretmişse, bize neyi
vermişse onu alacağız, ona sahip olacağız, onu icra edeceğiz. Nelerden
menetmişse, neleri yasaklamışsa onlardan da kaçınacak, uzaklaşacağız. Allah ve
Resûlü bize ne vermişse onu alacak, ona kabul diyecek, neleri yasaklamışsa
ondan kaçacağız. Hayatımızın tüm birimlerinde Allah ve Resûlü’nün emirlerine
teslim olacağız.
Bize sadece Kur’an yeter,
Kur’an’dan başka bir itaat merciimiz
yoktur, Kur’an’da görmediğimiz bir emir bizi bağlamaz demeyeceğiz. Kur’an’a,
Kur’an’ın emirlerine itaat ettiğimiz gibi, Rasulullah’ın emir ve yasaklarına da
itaat edeceğiz. Bakın Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettiğine göre, İbni
Mes’ud efendimiz hutbede: “Allah şöyle şöyle elbise giyen kadınları
lanetlemiştir” buyurur. Onun bu sözlerini duyan bir kadın gelip: “Ey İbni
Mesud, ben senin bu dediğini Allah’ın kitabında göremedim. Bunu nereden aldın?”
diye sorunca, İbni Mes’-ud efendimiz der ki: “Ey kadın, sen Haşr sûresinin 7.
âyetini hiç okumadın mı? Allah’ın Resûlü böyle davranan kadınları menetmiş ve Allah’ın
da lanetlediğini bize haber vermiştir.” Bunun üzerine kadın hemen ikna olur. Resul,
mü’minin hayatında emredici ve yasaklayıcı olandır. Benim bir şahsı peygamber
kabul etmem demek onun benim hayatımda emredici ve yasaklayıcı olduğunu kabul
etmem demektir. Bir şey emredilecekse, bir şey yasaklanacaksa bunu peygamber
yap-malıdır. Ben onun emirlerini emir, yasaklarını da yasak bilmedikçe onu peygamber
kabul etmiş sayılmam. Sadece feyler ve ganimetler konusunda değil, hayatımın
tüm alanlarında peygamberim bana neleri emretmişse onları yapmam, neleri
yasaklamışsa da onlardan kaçınmam dindir, İslâm’dır, müslümanlıktır. işte âyet
son derece açık ve net biçimde Rabbimizin peygamberine dinde yasaklama ve
emretme yetkisini vermektedir. Rabbimin âyetleriyle birilerinin yorumları çatışınca
ben bir müslüman olarak Rabbimin âyetlerinin dediğini tercih ederim. Bunun
dışında kim ne derse desin, beni ilgilendirmez.
Demek ki feyler bunlara
verilecekmiş. Başka kimlere verilecek bu ganîmetler?
8. “Allah'ın verdiği bu ganîmet malları bilhassa; yurtlarından ve
mallarından edilmiş olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine
ve peygamberine yar-dım eden muhâcir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.”
Yine bu Allah’ın verdiği ganîmet
malları evlerinden, yurtlarından çıkarılmış, Allah için, Allah’ın dinini yaşayabilmek,
özgürce bir hayata ulaşabilmek için her şeylerini Mekke’de terk edip Medine’ye
hicret etmiş, mallarını, mülklerini arkada bıraktıkları için fakir düşmüş,
Allah’tan bir rıza ve lütuf dileyen, Allah’ın dinine ve peygamberine yardım
eden muhâcirlerin fakirlerine verilecektir.
Bu nesil Rasulullah (a.s)
zamanında yaşamış bir nesildir. Eğer tarih içerisinde insanlardan bu
özelliklere sahip olanlar bulunursa, Rabbimizin bu taksiminden elbette onlar da
faydalandırılacaklardır. Çünkü bunlar tüm mallarını, mülklerini İslâm yolunda,
Allah yolunda tüketmiş kimselerdir. Böyle olunca da ellerinde, avuçlarında
hiçbir şeyleri kalmamış insanlardır bunlar. Mekke’de en son ellerinde kalan
evlerini, barklarını da terk edip Allah için, Allah’ın dinini daha güzel
yaşayabilmek için Medine’ye hicret eden Allah erleridir onlar. İşte böylece
Allah için hicret etmek zorunda kalmış kimselere de verilecektir.
Bunlar, bu
Müslümanlar kendi arzularıyla hicret etmemişlerdir. Daha iyi dünya nîmetlerine
ulaşmak, canlarını kurtarabilmek için de hicret etmediler. İşte Rabbimizin beyanıyla
onlar zorla vatanlarından, evlerinden, yurtlarından çıkarılmışlardır. Malları, mülkleri
gasp edilmiştir. Niçin? Küfrün, şirkin menfaatlerini değil, sadece Allah’ın
fazlını, Allah’ın rızasını, Allah’ın hoşnutluğunu aradıkları için. Hayatlarını
sadece Allah için yaşadıkları, sadece Allah ve Resûlü’nü dinledikleri,
kulluklarını sadece Allah’a yaptıkları, Allah’tan başka hiç kimseye kulluk
etmedikleri, Allah’tan başka hiç kimseyi hayatlarında söz sahibi kabul
etmedikleri, Allah ve Resûlü’nün destekçisi oldukları için. Demek ki bir
Müslüman “ben sadece Rabbime kulluk edeceğim, sadece Rabbimi dinleyeceğim, hayatıma
O’ndan başka kimseyi karıştırmayacağım, küfre ve şirke düşmeyeceğim, Allah ve
Resûlü’nün destekçisi olacağım” dediği anda aynı âkıbet onun da başına
gelecektir.
İşte sâdık
olanlar onlardır. İşte iman iddiasında sâdık olanlar bunlardır. İmanlarının
sadâkatini ortaya koymuş olanlar bunlardır. Allah’a vermiş oldukları iman ve
teslimiyet sözünde, Rasulullah’a vermiş oldukları itaat sözünde gerçekten
sadakat gösterenler bunlardır. Mallarını, mülklerini, evlerini, barklarını
Allah için feda edenler bunlardır.
Doğruluk;
doğru olma hali, dürüstlük, sıdk, sadâkat, istikamet, hak, birr, hidâyet
anlamına gelen itikadî ve ahlâkî bir kavramdır. Al-lah’ın emrine ve kanunlarına
uygun bir yol izlemek ve insanların hak-larına riâyet etmek demektir. İman eden
ve inancını hayata geçiren doğru insan, Hz. Peygamber’in en güzel ahlâkını
örnek alır. Kur’an-ı Kerim, doğruluğa dair birçok âyet içerir. Doğruluk
anlamında, hak, istikamet, birr, hidâyet vb. kelimeler de kullanılmasına rağmen
doğruluk, daha çok “sıdk” kelimesiyle karşılanır. Sadece “sıdk” kelimesi ve
türevleri Kur’an’da 155 yerde kullanılır; yalan ve yalancılık anlamına gelen
“kizb” kelimesi ise Kur’an’da tam 282 yerde geçer.
Sâdık
kimse, sözünde duran kimsedir. Onun içi ve dışı birdir. Yalan söylemez, hile
yapmaz, kimseyi aldatmaz, işini düzgün yapar. Gittiği yol doğru bir yoldur.
Mü’min, önce özünde (kalbinde) sâdık ol-malıdır. Kalbinde yalana, hileye,
düşmanlığa, hileye, fitneye yer ver-memelidir. Ondan sonra da sözünde doğru
olmalıdır. Konuşurken ya-lana, uydurmaya ve iftiraya başvurmamalıdır. Yalanın
zararları açıktır, doğruluğun faydaları ise tartışılmayacak kadar çoktur.
Mü’min, sonra da işinde doğru olmalıdır. İşini düzgün yapmalı, hileden ve
aldatma-dan uzak durmalıdır.
Sıdk
sahibi olmaya ‘sadâkat’ denir. Sâdık kimseler, aynı za-manda ‘sadâkat’ sahibi
kimselerdir. Mü’minlerin en önemli sıfatların-dan biri de ‘sadâkat’ sahibi
olmalarıdır. Türkçe’de sadâkat; müslüman kardeşinin iyiliğini istemek anlamına
geldiği gibi, insanlara karşı dü-rüst davranmaya, dostluğa bağlı olmaya da
denir. Bu anlamdaki sa-dâkatın zıddı ‘hıyânet’tir. Hâinlik ise olgun bir
müslümana yakışmaz. Müslümanlar, karşılıklı işlerinde, başka insanlarla olan
her türlü iliş-kilerinde sadâkat ahlâkı üzere, dürüst ve iyiliksever olmalıdırlar.
Karı-koca arasında mutlaka ‘sadâkat’ duygusu olmalıdır. Hem evdeki gö-revleri
açısından, hem de iffetlerini koruma açısından birbirlerine karşı ‘sâdık’
olmalıdırlar. Peygamberimiz, insanları
aldatanları şiddetle ten-kit ediyor ve onları kendisine bağlılardan saymıyor.
Mü’min, verdiği sözde durur, emâneti yerine getirir, işini sağlam yapar,
yalandan uzak durur, aldığı vazifeyi yerine getirir, emâneti ehline verir.
Allah’a ibâdet ve itaatinde tam bir ‘sadâkat’ ahlâkı sergiler. Rabbine kalbinden
bağ-lıdır. O’nun huzurunda O’nu kandırmaya, başkasına tapınmaya, ibâ-detinde
hile yapmaya yeltenmez.
Çok
doğru olan, doğruluğun en güzelini yapanlara, Allah’tan gelen vahyi tereddütsüz
kabul edenlere ‘sıddîk’ denir. Nitekim Hz. Ebu Bekr’in lakabı Sıddîk idi.
Sıddîk olanlar asla yalan söylemezler. Onlar, itikatlarında (inançlarında)
doğrudurlar ve bunu fiilleriyle (amel-leriyle) pekiştirirler. “Kitap’ta İbrahim’i de an. Çünkü O, sıddík
bir nebî idi..” (Meryem,41).
Doğruluk,
ahlâkî vasıfların tümünü kendinde toplar. Özünde Allah’a, meleklere, âhirete,
kitaplara, peygamberlere inanan, namaz kılan, zekât veren, oruç tutan,
sabreden, sözünde duran, cihad eden. mü’minlerin bütün bu vasıfları doğruluk
halinin tezâhürleridir. Doğ-ruluk vasfı, doğru yolun anlaşılmasıyla gerçeklik
kazanır. Kur’an, baştan sona doğruluğun yolunu ve bunun aksi olan sapıkların
yolunu açıklar. Allah’a kulluk etmek, doğruluğun ve doğru yolun ta kendisidir.
Allah, O’na inananları ve kendi yoluna uyanları rahmet ve lutfa maz-har eder,
onları doğru yola iletir.
Doğruluk
bir mîsaktır, kulluk ahdidir. Ahde vefâ ve sadâkatin mükâfatı, hem dünyada, hem
âhirette verilecektir. Sıddıkların özellikleri, ana hatlarıyla açıklanmıştır.
Bunlar; sabır, itaat, infak, istiğfâr, ih-lâs, takvâ, hayâ, emânet gibi
özelliklerdir.
Doğruluğun
karşısında yalancılık, bâtıl, dalâlet gibi özellikler bulunmaktadır. Muttakîler
asla yalan söylemezler. Hz. Peygamber, “Emîn” olarak tanınmıştı. Yalancılık
ise, dar anlamıyla insanın günlük hayatta söz ve davranışlarında doğruluktan
uzaklaşması anlamına gelir. Geniş anlamda Allah’ın emir ve yasakları ile alay
etmek, Allah’a iftirâda bulunmaktır. Bu da müşriklerin sıfatıdır. Allah yalancı
kâfirleri doğru yola iletmeyeceğini Kur’an’da birçok âyette açıklamış, onları
lâ-netlemiş ve büyük bir azâba uğrayacaklarını bildirmiştir. Allah, mü’-minlere
şöyle buyurur: “Yalan sözden kaçının.” (Hacc,
30).
Bir
diğer yalancı grup, münâfıklardır. Bunların özelliği, yalan söylemeleri ve
yalan yere yemin etmeleridir. Bunlar sahtekâr kimseler olup küfürlerini gizlemişlerdir.
Davranışlarda doğruluğa hakkaniyet de denir. Bu da adâlet, insaf ve merhametten
ibârettir. Doğruluğun, vahyî temellerinin anlaşılmasından sonra, düşüncenin
eyleme geçirilmesinde en başta dile hâkimiyet gelmektedir. Dil, düşünceyi
iletme a-racıdır. Mü’minler söz söylerken doğruyu söyler, gereksiz yere konuş-maz,
kötü söz söylemezler; ya hayır konuşurlar veya susarlar.
Doğruluk;
düşüncede, sözde, niyette, irâdede, azimde, vefâ ve amelde doğruluk şeklinde
tezâhür eder. Bütün bunların kaynağı,
Kur’an ve Sünnettedir. Öte yandan, düşünce ve eylem birliği, doğrulu-ğun
esasıdır. Düşüncede ve inançta tam mânâsıyla İslâm’a yönelin-medikçe ve İslâmî
hükümlere teslim olunmadıkça davranışların doğru olması mümkün değildir. Doğru
olan ahlâk, tümüyle sadece Hz. Peygamber’in ahlâkıdır. Zira Rasûlullah (s.a.s.)
“dosdoğru ol!” mesajı ile “Hûd sûresi beni kocattı” diye buyurarak
doğruluğun önemini ve insana yüklediği sorumluluğu ifade etmiştir. Yine O, “Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti.”
buyurmuştur.
Bugünkü
beşerî sistemlerin işleyişi gerek toplumsal düzeyde gerek fert olarak,
yalancılık temeline dayalıdır. Çünkü insanlarda Al-lah korkusu yeterli şekilde
kalmamıştır. İnsanlar arası ahlâkî ilişkiler sanal ve yapmacıktır, doğruluktan
uzaktır. Toplum, emîn/güvenilir bir toplum değildir, kuşku toplumudur. Böyle
bir toplumda hakikat, be-yanların aldatıcılığı sebebiyle ortaya çıkamamakta;
insanlar Allah için yaşamadıklarından, O’na gerektiği gibi inanıp
davranışlarını O’na da-yandırmadıklarından, söz ve işlerinde birbirlerine güven
duygusunu tamamen kaybetmiş görünmektedirler. İslâm dışı fert ve toplum
haya-tında doğruluğun temelleri, hatta doğruluğun bir anlamı yoktur. Çünkü
düzenler zulüm üzerine kuruludur ve insanlar kişisel çıkarları peşinde
birbirlerini kandırmak için türlü oyunlara başvurmaktadırlar. Bu, bozuk bir
hayat düzeni/düzensizliğidir. Sorumsuz, çirkin davranışların hâkim olduğu
düzen, müslümanların hakka yaklaştırıcı en güzel hasletlerini de
yozlaştırmıştır. İnsanlar her geçen gün doğru yoldan uzaklaşmaya, âhiret
yurdunu aramaktansa materyalist dünyaya gönül vermiş insan-ların hevâ ve
heveslerine uymaya başlamışlardır. Câhilî bir toplumda müslümanlar da gayr-i
İslâmî günlük hayata ayak uydurmuş gözük-tükleri ve müslüman şahsiyetleriyle
tanınamadıkları için, İslâm’ı tanıt-mak ve yaşatmak mümkün olmamaktadır. Bizzat
müslümanların doğ-ruluk düstûruna uymamaları bir toplumun helâk olması için
yeterlidir. Çünkü hakkı tavsiye eden olmazsa veya yeterli sayıda ve yeterli
şe-kilde nehy-i ani’l-münker yapılmazsa o toplum çökmüş demektir.
Bir sahabe
Hz. Peygamber’e “Yâ Rasûlallah, bana İslâm’ı öyle tanıt ki, senden başka birine
(başka soru) sorma ihtiyacını duymaya-yım” deyince, Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
“Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru
ol!” (Müslim, İman 62; Ahmed bin Hanbel, III/413).
Başka
bir hadis-i şerifte de: “Doğru olunuz,
kurtuluşa erersi-niz.” (İbn Mâce, Tahâret 4; Dârimî, Vudû’ 2)
Buyurulmuştur.
İslâm’ın hayat yolu sırât-ı müstakîmdir; yani dosdoğru yoldur. O yola girenlere
bir üzüntü ve korku yoktur. Her şeyden önce doğruluk, müslümanın akîdevî
özelliğidir. Meselâ, dosdoğru namaz kılmayan bir mü’min ibâdette tam doğruya
uymadığından, diğer davranışlarında da hatalı olacaktır.[1]
O yüzden, Kur’an’da “namaz kılın” denilmez, “namazı dosdoğru kılın, dimdik
ayakta tutun, ayağa kaldırın” anlamında “namazı
ikaame edin” diye emredilir. İslâmî kaynaklarda doğruluk ve dürüstlük, çok
çeşitli kelimelerle ifade edil-mekte olup bunların başında “sıdk” ve
“istikamet” kavramları gelir. “İn-sanın söz ve davranışlarıyla niyet ve
inancında doğru, dürüst ve iyi-likten yana olması” şeklinde tanımlanabilecek
olan “sıdk” erdemi, ge-nellikle yalanın zıddı olarak kullanılır. “İstikamet”
de, “Allah’ın buyru-ğuna uygun şekilde doğru, dürüst ve temiz kalpli olma” demektir.
Doğruluk ve dürüstlük erdemine sahip olan kişiye “sâdık” ve “sıddîk” denir.
Evet, o
mü’minler sâdıklardır. Tabii onların yanında bir de onlara sahip çıkacak Ensâr
vardır.
9. “Daha önceden Medine’yi yurt
edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret
edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik
hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden
önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar
saadete erenlerdir.”
Daha önce Medine’yi bir yurt
olarak hazırlayanlar, Medine’yi yurt edinmiş olanlar, gönüllerine iman yerleşmiş,
iman konusunda hem kendilerini, hem de Medine’yi hazırlamış olanlar… Daha önce
Medine’den bir grup insan gelip Akâbe’de Rasulullah Efendimize biat etmişler ve
Mekke’de zor durumda olan Rasulullah ve Müslümanlar için hicret yurdu olarak
Medine’yi hazırlama gayreti içine girmişlerdi. Çünkü iman için bir hazırlık yapılmalıydı.
İmanın bir yere girebilmesi için elbette mü’minlerin bir hazırlık yapmaları
gerekmektedir. İşte Medineli Ensâr Medine’de bunu yaptı. Rasulullah ve Mekke’li
Müslümanlar geldiği zaman Medine’de içine iman girmemiş bir tek ev kalmamıştı.
Müslümanlar sadece kendi evlerini değil, diğer evleri de imana hazırlamışlardı.
Kendilerine gelecek muhâcir kardeşlerine barınma imkânı hazırlamışlardı.
Nerede
ciddi bir İslâmî kavga varsa, orada mutlaka muhâcir de vardır, ensâr da vardır.
Müslümanlardan kimileri muhâcir, kimileri de ensâr olacaklardır. Bu durum kaçınılmazdır.
Kimileri verdikleri İslâ-mî kavganın sonunda zalimler tarafından evlerinden,
barklarından, yurtlarından edilecek; kimileri de onları kendi evlerinde, kendi
yurtlarında barındırma hazırlığı içinde olacaktır. İşte Rabbimiz buyuruyor ki, “Bana
kulluk, Benim istediğim bir hayatı yaşamak sebebiyle muhâcir konumuna düşmüş
kardeşlerinizi ülkenizde, evlerinizde barındırabilmek, onların yüzlerini güldürebilmek
için bir hazırlık yapın. Onları bağrınıza basın ve kardeşleriniz olarak sevin.”
Gönüllerine iman yerleşmiş olan
mü’minler işte böyle kendilerine hicret edip gelen mü’min kardeşlerini
severler. Onlara bir şeyler verme yarışı içine girerler. Onlara verilenler konusunda
içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Allah’ın böylece onlara verdikleri
şeylerden dolayı, ganîmetten onlara ayırdığı paydan dolayı bir sıkıntı duymazlar.
Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, kendileri ihtiyaç içinde kıvransalar
bile onları nefislerine tercih ederler. O kardeşlerini kendilerinden önde
tutarlar. İşte bunlar nefislerinin tamahkârlığından, bencilliğinden
korunabilmiş kimselerdir ve işte böyle olanlar saadete erenlerdir.
Dinleri
için vatanlarını terk edip bizim yanımıza gelmiş kardeşlerimizi kendi
nefislerimize tercih edeceğiz. Onları kendimizden önde tutacak, kendimizden
önce düşüneceğiz. Çünkü biz kendi ülkemizde bulunmaktayız. Eşimiz var, dostumuz
var, arkadaşımız, akrabamız var. İhtiyaçlarımızı her yerden her zaman sağlama
imkânımız vardır. Ama öteki muhâcir kardeşimiz ülkesini, akrabalarını, arkadaşlarını,
eşini, dostunu terk edip gelmiştir. Kimi kimsesi yoktur. Ev, barınak, yiyecek,
içecek bulma imkânı yoktur. Bizler kendimizden önce o kardeşlerimizi düşünecek
bir durumda olabilirsek, onları bağrımıza basabilirsek o zaman top yekûn ümmet
olarak Müslümanların yüzü gülecek demektir. O zaman Rabbimiz bize yardım edecek
ve hiçbir Müslümanın ne ev, ne yiyecek, ne içecek problemi kalmayacaktır. Böylece
Müslümanlar ümmet olduklarının bilincine ereceklerdir.
Bu konuda
Rabbimizin bu yol gösterileri ve Rasulullah Efendimizin teşvikleriyle Mekke’den
Medine’ye hicret eden Müslümanlar gerçekten çok hoş karşılandılar. Medineli
Ensâr’ın onlara karşı sergiledikleri kardeşlik tavırları dillere destan
olmuştur. Medine’li Müslümanlar evlerini muhâcir kardeşlerine terk ettiler. Mallarını,
mülklerini onlara vermek istediler. Her şeylerini o kardeşlerine sundular.
Kendi ihtiyaçları olsa bile kardeşlerini kendilerine tercih etmenin en güzel
örneğini sundular.
İşte kim
böyle nefsini cimrilikten, bencillikten, sadece kendisini düşünmekten korur, müslüman
kardeşlerini kendi nefsine tercih etme özelliği kazanırsa, işte hem dünyada,
hem de âhirette felaha erenler, başarıya ulaşanlar, engelleri aşanlar
bunlardır. Dünyada tüm problemleri çözüme ulaşan, güzel bir hayata kavuşan,
âhirette de cennetin önündeki tüm engelleri yarıp geçmeye muvaffak olanlar
bunlardır. Müslümanca yaşayıp Müslümanca ölebilme engelini, şeytan, nefis,
kabir engelini, Mahşer, sırat, cehennem engelini aşarak Allah’ın cennetine
ulaşanlardır bunlar.
Tüm bu engelleri bir bir aşıp
cennete ulaşmanın yolu nefsin cimriliğinden kurtulmaya, nefsi Allah’ın
isteklerine teslim edebilmeye, Allah’ın arzularını kendi nefsimizin arzularının
önüne geçirebilmeye ve sahip olduğumuz her şeyi Allah yolunda elimizden,
gözümüzden çıkarabilmemize, Müslüman kardeşlerimizi kendimize tercih edebilmemize
bağlıdır. Rabbimiz bizden bunu istemektedir. Rabbimiz bizden mu-hâcir
kardeşlerimize tıpkı o günkü Ensâr efendilerimizin Muhâcir kardeşlerine karşı
davrandığı gibi davranmamızı istemektedir. Bizler eğer Mekke’li muhâcir kardeşlerimizin
konumundaysak onlar gibi davranmalı, yok eğer bize Medine’li Ensâr rolü
düşmüşse, yine onlar gibi davranmalıyız.
Arkadaşlar, İslâm kardeşliği çok
önemlidir. Bakın bir hadislerinde Allah’ın Resûlü cennete gidişin ancak bu kardeşliğin
sonucu olabileceğini anlatır:
“Nefsim (canım) elinde olan
Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi
sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size bir şey haber vereyim mi ki onu
yaptığınız zaman birbirinizi seversiniz? Selâmı aranızda yayınız”
(Riyâzu’s
Salihin 309 nolu hadis)
Resûl-i
Ekrem efendimiz de; “vellezî nefsî” diye yeminle baş-lıyor. Bu bir yemin
kalıbıdır. “Öyle bir varlık üzerine yemin ediyorum ki ben onun elindeyim”. Yâni
“canım, hayatım elinde olan Allah’a yemin olsun ki” demektir. Ya da; “beni
elinde tutan o Allah’tır, başkası değildir” anlamına bir ifade. Kimse beni
elinde tutamaz, kimse bana istediklerini yaptıramaz, kimse beni güdemez, kimse
beni var edemez, yok edemez, beni var eden, bana can veren, beni imtihan eden,
bana benim varlığımı, imtihan özelliklerimi bağışlayan Allah’tır. İşte ona ye-minle
söze başlıyorum diyor peygamberimiz.
Kitabımızda
pek çok sûrelerin başında bu tür yeminleri görürsünüz. Onlar aslında ne
peygamberimizinkilere, ne de bizimkilere benzemez. Meselâ Tûr’a yemin eder
Allah. Bazen de Belde-i Emin’e. Ya da Tîn’e, zeytine yemin eder. Bazen aya,
bazen yıldıza, yıldızlara, güneşe, geceye, gündüze, ya da başka başka
varlıklara yeminle başlar kimi sûreler. Bazen de sûre ortasında görürsünüz bu
yeminleri. Bunlar, bu varlıkların Rabbi olan Allah’a yemin anlamı taşıdıkları
gibi, bizim dikkatimizi çekmek için Rabbimizin kullandığı özel bir anlatım
usûlüdür. Rahmân olan Rabbimiz bize karşı rahmet ve merhameti ge-reği bizim
anlatılanları daha iyi anlamamız için böyle bir yöntem kullanır. Elbette onun
ahlâkı ile ahlâklanan, ahlâkı onun kitabı tarafından belirlenen peygamber
efendimiz de sözüne yeminle başlıyor.
“Vellezî
nefsî biyedihi” Peki ya bizler ne yapıyoruz? Hattâ Allah korusun da sanki yemin
ederken yalan söyleyeceğimize bir belge gibi davranıyoruz bazen. Yâni bir adam
yemin ediveriyorsa, hattâ biraz da çok yemin ediyorsa sanki yalanına bir kılıf
buluyor gibi. Onun içindir ki çoğu bölgelerde çoğu zaman Allah’a yeminin fazla
bir önemi kalmamıştır. Oysa bir insan inandığı Allah üzerine yemin eder, inandığım,
Rabbim bildiğim Allah’a yemin olsun ki, ben onu şahit tutuyorum, onun huzurunda
olmanın bilinciyle ciddiyetimi beyan ediyorum, sözümü buna göre söylüyorum
diyorsa artık onda tereddütsüz bir doğruluk söz konusu olmalıydı.
Heyhat,
bir bölgede insanlar sanki bir birlerini kandırmak için; “inşallah, maşallah,
vallah, billah’lar icat etmişlerse, artık oradaki insanların Allah’ın rubûbiyet
ve ulûhiyetine inançlarına karşı bizim itima-dımız cidden sarsıldı demektir. Ne
dersiniz? Hangi konumdayız? İnsanlar bize mi inanmıyorlar, yoksa biz mi
insanlara inanmıyoruz? Ne fark eder, biz onların, onlar da bizim parçamız değiller
miydi? Aynı vücudun organları konumunda değil miydik? Neden acaba insanlar bir
birlerine karşı bu kadar güvensiz? Düşünün, sağ gözünüzün gördüğünü sol gözünüz
de aynı görmek durumundadır. Yâni eşyayı iki gözle tek görüyorsunuz. Peki ya bu
gözler bir birine ihanet etmiş olsa, bir birlerine güvenmemiş olsalar, rengi
değişik, boyu değişik, tipi değişik diye gözler bir birlerine güvenmez olsalar
ne olur halimiz? Peki ya elimiz ağzımıza güvenmeseydi, ağzımız elimize güvenmeseydi,
getirdiğin yemek değil deseydi, kafa kalbe güvenmeseydi, kalp vücuda
güvenmeseydi bu bedenlerimiz ne hale gelirdi? Peki müslümanlar şu anda o hale
gelmemişler mi?
Resûlullah
Efendimiz sözüne yeminle başlıyor. Allah’a yemin ederek söylüyorum diyor. Beni
elinde tutan Allah’a yemin olsun ki size söylüyorum diyor. Canım elinde olan,
bana egemen olan Allah’a yeminle söylüyorum, dikkat edin, iyi dinleyin, titiz
davranın, önemine bi-naen söylüyorum diyor. Konu gerçekten çok önemlidir. Hiç
kimse kendi kendine, Allah ve Resûlünü yardıma çağırmadan çatlasa, patlasa da,
insanlar ve cinler toplansa da kendi kendilerine bilemeyecekleri,
bulamayacakları bil bilgi veriyor Allah’ın Resûlü.
“La
tedhulul cennete hattâ tü’minû” Eğer inanmazsanız, inanmamışsanız, iman
edinceye kadar mümkün değil cennete giremezsiniz. Kesinlikle inanmadığınız
sürece cennete giremezsiniz. İman edinceye kadar cennet ümidiniz olmasın. “Lâ
tedhulû” Girmeyeceksiniz, girmeyin cennete. İstiyor muydunuz? Bir tehlike
sezdiniz mi o za-man? Girip girmeme konusunda bir tehlikeden haberdar oldunuz
mu? O zaman yapacağınız iş bellidir. İman sahibi olacaksınız. Ama Allah’ın
istediği, elçisinin örneklediği gibi bir imanınız olacak. Önce kadere mi, yoksa
kitaplara, meleklere mi? Önce Bakara’ya mı, yoksa Âl-i İmrân’a mı? Önce
peygamberle birlik yaşamaya mı, yoksa öldükten sonra yeniden dirilmeye mi? Öyle
değil, sen sıraya koyma, Allah nasıl isterse öyle. Bak peygamberimiz iman
etmede bir bölüm, bir tavır be-lirliyor: “velâ tü’minû hattâ tehabbû” İşte bu
kadar. “Bir birinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız” Yâni eğer
sevişmiyorsanız, bir bi-rinizi sevmiyorsanız, Allah için birbirinize sevgiyle
bakmıyorsanız.
Sevdiğiniz
noktayı Allah belirliyor. Sevişmenizin şeklini, biçimini, modelini, tavrını,
hareketini, yasasını Allah ortaya koyuyor, ama buğzunuzu, nefretinizi, sevmemenizi
de Allah belirliyorsa. Hattâ öyle iki genç, iki yiğit ki bir birlerini Allah
adına seviyorlar, birliktelikleri de, ayrılıkları da o sevgi kaynaklı olursa
onlar Allah’ın gölgesinde gölgeleneceklerdi ya. İşte bütün bunları birlikte
hatırlayarak tekrar dönüyoruz hadis-i şerife. “velâ tü’minû hattâ tuhibbû” Bir
birlerinizle sevişmedikçe, kaynaşmadıkça, kalpleriniz ülfet etmedikçe
kesinlikle iman ettiğinizden söz etmeyin. Öyleyse bir birine raptedilmiş, bir
birine bağlanmış, zincirleme bir birlerine irtibat halinde sunulan üç gerçek…
Sevgi,
iman ve cennete giriş. Seveceğiz birbirimizi, o zaman iman etmiş olacağız, iman
edeceğiz ve o zaman cennete gireceğiz.
“Evelâ
edüllküm alâ şey’in” Size bir şey haber vereyim mi? Bir şeye delâlet edeyim mi?
Size bir bilgi sunayım mı? Üzerinize bir şey uzatıvereyim mi? Semanıza bir şey
indireyim mi? Hayatınıza bir şey indirgeyeyim mi? Üstelik; “İza faaltumuhu
tehabebtüm” Eğer onu yaparsanız, bir birinizle sevişir, bir birinizi
sevebilirsiniz. İman etmeye başlarsınız, böylece kendinizi cennet yolunda
bulursunuz. Neymiş o? “Efşusselâme beyneküm” “Aranızda selâmı yayınız” Aranızda
selâm yayınız. Selâm ortamını artırınız. Selâm verme imkânı bulunuz. Selâm
verecek ve selâm verilecek insanlar olunuz. Selâm alma ortamın-da olunuz. Bir
birinize selâm temennisini artırınız. İnsanların bir birleriyle selâmlaşmaları
ortamında olunuz.
Selâm;
esenlik demektir. Selâm; gamsız, dertsiz, kasavetsiz, çilesiz, sıkıntısız,
üzüntüsüz, yâni her tür olumsuzluktan uzak bir ortam demektir. Bu anlamıyla
selâm; ancak cennetteki hayatın adıdır. İşte Kur’an bize cenneti, belki de o
sebeple; “dâru’s selâm” diye tanıtır. Selâm yurdu, selâmet yurdu. Selâm;
selâmette olmaktır. Rahat ve huzur içinde bulunmaktır. Gamsız kedersiz
olabilmek, üzüntüden uzak bulunmak demektir. İşte ondan dolayı bir müslüman bir
müslüma-na selâm verir. Sadece müslüman, müslümanla selâmlaşır. Böylece der ki;
“Allah sana selâm versin, Allah seni selâmda kılsın, ya da Allah seni dâru’s
selâmda, yâni cennette kılsın” İşte bu sadece müslü-man için söylenir.
Allah’ın
selâm diye bir adının olduğunu biliyoruz. Hattâ Haşr sûresinin 23. âyeti
Allah’ın bu adını bize hatırlatıyor. Allah selâmdır. Hem teslimiyet dini olan
İslâm’ı ortaya koyandır, hem kendisine teslim olunması gerekendir, hem esenlik
verendir, hem esenlik yurdu olan cennetin sahibidir, hem sadece onunla selâmete
ulaşılan, o selâmda tutarsa, o selâmete erdirirse ancak o zaman selâmette
olunur.
Namazdan
sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz; “Allahümme entes selâm ve minkes selâm” dememizi
ister. Aynı konu değil mi? Selâm veriyoruz namazda, “esselâmü aleyküm ve
rahmetullah” diyoruz. Dönüp bir de sol tarafımıza selâm veriyoruz. İşte
namazdayken insan aslında Allah’ın selâm sıfatını canlı bir eylem olarak
hatırlıyor, bunu da sözlü olarak ifade ediyor arkasından. “Allah’ım, sen selâmsın,
selâmet de sendendir” diyerek.
Zeynep
Gazâlî zindanda beni selâm kurtardı diyor. Ben namazla yalnız olmadığımı
anladım diyor. Allah’la beraber, meleklerle beraber olduğumu anladım diyor.
Aslında
selâm ve selâmet insanın yarınki özleminin adıdır. Cennet özleminin ifadesidir.
Müslümanlar bir birlerine işte böyle dua etmelidirler karşılaştıklarında. Yâni;
“ey kardeşim, Allah sana cennet versin! Cennete gidesin” demelidirler.
Müslümanlar hangi şart altında olurlarsa olsunlar buna fırsat kollarlar, imkân
ararlar. Meselâ koşuyor biri, diğeri duruyor. Birisi yürüyor, diğeri bekliyor.
Veya ayaktadır birisi, diğeri oturuyor. Biri tek başına, ötekileri çoktur. Birisi
binitlidir, diğeri yayadır. Ne fark eder? Karşılaştılar mı mutlaka bir
birlerine selâm vermelidirler. Ama bunun da bir kuralı vardır elbette. Daha bir
hareket halinde olan, daha bir etkin durumda olan, daha bir çok olan diğerine
selâm versin. Ayakta olan oturana, yürüyen durana, koşan yürüyene, binitli olan
yaya gidene, az olan çok olana selâm versin. Bunlar kolay, zaten alışkanlık
haline getirdiğimiz bir dua modeli. Selâmün aleyküm ve aleyküm selâm. Ama
önemli olan karşımızdaki cennetlik olasın, Allah sana cennet versin, ben senin
için cennet diliyorum diyebilmektir. Hattâ sahabeyi görüyoruz, eğer birlikte
yürüyen iki kişinin arasını bölecek bir ağaç çıkmışsa karşılarına, ağaçtan
sonra tekrar yan yana gelmişlerse yine bir birlerine selâm veriyorlardı. Ama
değmez miydi? Fırsat değil miydi? Bunu değerlendirmek zorunda değiller miydi?
Yâni bir birlerine Allah sana cennet versin demeli değiller miydi?
Ama bu
konuda dikkatli olacağımız bir bölümü de söyleyelim inşallah. Bunu bir reflekse
dönüştürmemeliyiz. İçimizden biri girse ya-nımıza; “Selâmün aleyküm” çıksa
dışarıya tekrar girse; “Selâmün a-leyküm” sonra otursa; “Selâmün aleyküm”.
Hattâ birimizin önüne gelse “Selâmün aleyküm” ötekisinin önüne gelse “Selâmün
aleyküm” herkese tek tek selâm verse. Öyle olmaz galiba değil mi? Müslümanlar
birinin yediği yemeğin artığını bir başkalarına ikram edebilirler, bu güzel bir
şeydir. Ama özellikle öyle yapmaya çalışmak, yani hep karşısındakine artık
sunmaya çalışmak ne kadar abes değil mi? Birisi bir bardaktan su içmiş, arta
kalanı da diğer bir müslüman içivermiş, ne kadar güzel. Ama bu işi kural haline
getirip, hayır sen bundan bir yudum al, ben de senin artığını içmek istiyorum
demenin anlamı yoktur. İşte selâm konusunda da hayatı yaşarken selâmlaşmanın
önemini anlamaya çalışıyoruz.
Demek
ki selâm bize sevgi kazandıracak, sevgimizi artıracak mış. Tek vücudun organı
olduğumuzu bildiğimiz insanlarla tanışmak, bir birimize cennet temennisinde bulunmak,
bir birimize Allah’tan gamsız, dertsiz bir hayat dilemek ne güzeldir. Fakat
birisi açıktan, alenen günah işlerken selâm veremiyoruz. Meselâ içki içerken ya
da tuvalette ve banyoda iken selâm vermemiz gerekmiyor. Onun dışında
karşımızdaki eğer cennete gitmesi gereken birisiyse, cennete götürücü bir
eylemin içindeyse elbette ona selâm vereceğiz. Bunlar üzerinde ihtilâf olmayan
şeylerdir. Ama ya dalga geçiyorlarsa, “aman sende, selâm ağacı mı olduk? Gelirken
selâm, giderken selâm, bu kadarı da fazla oldu filan diyorlarsa, yâni
istemiyorlarsa zorla da vermenin anlamı yoktur. Ya da biz tekrar vermeye
çalışalım, yanlışını düzeltsin için ona bir kere daha selâm verelim. Onun
cennetini istiyorsak duralım, elimizi uzatıp müsafaa edelim ve Allah’tan onun
affını dileyelim.
Bakın
Resûlullah Efendimiz Riyazu’s salihin de 891. hadiste diyor ki: “İki müslüman
karşı karşıya gelip müsafahalaşmışlarsa daha onlar bir birlerinden ayrılmadan
Allah onları affeder” Müsafaha; yâni sağ ellerin avuç içlerini bir biriyle
birleştirip tokalaşmak, elleri bir birine daha bir kenetlemek. Tek elle mi
yoksa çift elle mi yapılır, o esnada salavat getirilir mi onları bilmiyorum.
Ama bir hadisten biliyorum ki böyle bir durumda her iki müslüman da bir birlerine
istiğfar etmelidirler. “Allah sana mağfiret etsin, senin için Allah’tan ğufran
isterim, bağışlanmanı isterim” şeklinde karşıdakine istiğfar gerekir.
Selâm
denilince bir de onun yerine kullanılır mı acaba diye sorular gelir bazen. “İyi
günler” “İyi geceler” “hayırla sabahlar” “mutlu ge-celer” “günaydın” “tünaydın”
“merhaba” “selâm”… Büyük şehirlerden birinde toplu taşıma araçlarından belediye
otobüsüne binmiş birisi ve hemen karşısına çıkıveren bir tanıdığına; “merhaba”
demiş. Yüksek sesle böyle sabahın erken saatlerinde böyle bir merhabalaşma
adamın birinin garibine gitmiş, şöyle kafayı uzatmış; “Ahmetçiğim, Selâ-mün
aleyküm” demiş ona da. Arkadan birine de belki de lâyık gördüğü için “iyi
günler” demeye çalışmış. Şimdi acaba insanlar bunu yerine göre mi kullanıyorlar
yoksa kendileri yere göre mi şekil alıyorlar onu bilmiyorum, ama bu tür
selâmlaşmaları görüyoruz. Merhaba diyor insanlar. Kendilerince bunu selâmlaşma
kabul ediyorlar. Ama bunların hiç birisi selâmlaşma değildir. En güzel
temennilerin içinde toplan
dığı bir kelime sadece
“esselâmu aleyküm” sözcüğüdür. Karşınızdaki
kişinin işinin, aşının,
dükkanının, tezgahının, gününün, gecesinin, ai-lesinin, çocuklarının,
zamanının, mekânının, durumunun, parasının, pulunun, anasının, babasının iyi
olmasını iyi olmasını isteyeceksiniz. Hepsini birden saymanıza gerek yok,
hepsinin yerine deyin ki selâ-mün aleyküm.
Yetmez
mi? O zaman ilâve edin: “Esselâmü aleyküm ve rah-metullah” Daha mı istiyorsunuz; “Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi
ve berekâtuhu” İşte bunla selâmın mükemmelleridir. Alırken de benzerini
yapıyoruz. Hiç olmazsa aynıyla mukabele edelim. Böylece karşımızdakine selâm,
rahmet ve bereket duasında bulunuyoruz. Onun selâmda, selâmette, rahmet ve
bereket ortamında olmasını istiyoruz. Ama sadece selâm kelimesine gelince,
galiba meselâ Fransızca’da salu kelimesi selâm demektir. Eğer insanlar İslâm
modeli, Allah ve Resûlünün istediği model selâmı kullanmak istemezler,
müslümanca bir tavırdan yana olmak istemezlerse bu selâm sözü elbette İslâm’ın
selâmının yerini tutmayacaktır. Ama Kur’an okuyoruz, meselâ Hûd sûresinin 69.
âyetine bakarsanız melekler İbrahim aleyhisselâma uğradıklarında ona selâm
dediler.
“Selâm”
dediler. Allah’ın elçilerinin bu selâmlarına mukabele olarak İbrahim
aleyhisselâm diyor ki; “selâm” Zannederim ki buradaki ifadeler, hani bizim
bazen “selâm söyledi” “onun sana selâmı var” “se-lâm götür” demenin Arapça
karşılığı gibi geliyor bana. Yâni o gelen melekler Hz. İbrahim’e selâmı
söylediler, Hz. İbrahim de onları selâmı söyledi şeklinde anlaşılacaktır. Çünkü
Resûlullah efendimizin birisine: “semmillah” demesi gibi. “Besmele çek” demesi
gibi. Halbuki bismillah denir. Burada da onların selâm demeleri selâm nasıl
söylenirse onu söylemeleri anlamına gelecektir.
Bir de
cennette selâm var biliyoruz. Meselâ Yâsîn sûresinin 58. âyeti “Selâmün gavlen
min Rabbirrahîm” “Allah’ın cennettekilere sözlü bir selâmı var” şeklindedir.
Yine
vâkıa sûresinin 26. âyetinde de Rabbimiz mü’minlerin selâmlaşmalarından söz
ediyor. “illa gıylen selâmen selâma” Cennette boş söz, lüzumsuz, günaha sokan
sözler duyulmayacak, orada sadece duyulan selâm olacak. Önüne gelen selâm,
selâm deyip geçecek şeklinde değil, orada selâm verme olacak, herkes birbirine
selâm verecek, selâm temennisinde bulunacak. Çünkü İbrahim sûresinin 23.
âyetinde cennette müslümanların böyle selâmlaşacaklarından söz ediliyor.
“tahiyyetühüm fiyha selâm” Bir birlerine hayat temennileri, bir birlerine can
bağışlamaları, yâni tahiyyeleri orada selâm ile olacaktır. Dirilik temennileri,
canlılık temennileri. Allah seni selâmetinde kılsın, selâmette devam edesin.
Belki de bu âyetler eşliğinde düşündüğüm içindir, Furkân sûresinde Rahman’ın
kullarının tarifini okurken: Allah diyor ya: “Ve iza hatabehümül cahilune galu
selâma” Cahillerle karşı karşıya geldiklerinde onlara selâmı hatırlatırlar,
selâmı ikame etmeye, selâmı var kılmaya, selâmı gündeme getirmeye
çalışırlarmış.
Öyleyse
bu şekildeki selâm atamız Adem’den bu yana bizim değişmeyen selâmımızdır. İlk
günden bu yana böylece öğrenmiş, böylece öğretilmiştir bize. Belki o sebeple
hayatın mihveri, dinin direği olan namaz selâm ile bitiyor.
Peki
ya boş eve girerken ne yapacağız? O zaman da selâm verecek miyiz der misiniz?
Nasıl yapıyorsunuz? Peki telefonlarda na-sıl yapacağız? Yazışmalarda nasıl
edeceğiz? Selâm yazacak mıyız? Bununla ilgili Hz Ayşe annemizden bir nakil
söyleyeyim. “Mektuba yazılan cevap selâmın alınma makamıdır” diyor Ayşe
annemiz. Demek ki selâm verenin selâmını almak zorunda olduğumuz gibi, mektup yazana
da cevap yazmak zorundaymışız, bir kere bu baştan selâmmış. Ama mektubuna
selâmla başlayan birisine o selâmın bir de yazılı olarak iadesi gerekmez mi?
Çünkü Resûlullah Efendimiz mü’minin mü’-min üzerindeki haklarını sayarken;
“reddusselâm” selâmın karşıya iade olduğunu haber veriyor.
Telefon
konuşmaları duyuyorum. Sanki insanlar belki de menfaat hesabıyla, para pul
hesabıyla mı ki diyeceğim, şöyle iki saniye üç saniye kısa olsun da bir kontur
az gitsin dercesine selâm vermeden söze başlıyorlar. Ama karşımızdakine cennet
temennisinde bulunmanın zaman israfı olduğunu kim iddia edebilir?
Boş
eve girince yine aynı şekilde orada birilerinin varlığına inanan bizler,
meleklerin orada varlık sebebinden dolayı: “Esselâmü aleyna ve alâ
ibâdillâhissalihîn” demeliyiz.
Buraya
kadar anlattıklarımızdan selâmın herkese yayıp ulaştırmak gerektiğini anladık.
Peki acaba kim kime selâm verir probleminde şimdiki sosyal yapı da göz önünde
bulundurularak, kadın ve erkek bir birleriyle nasıl selâmlaşsınlar? Erkekleri
anladık. Peki kadın ve erkek nasıl olacak? Kadınlar erkeklerin kimi olur, nesi
olur? Ya ka-rısı, ya anası, ya kızı, kız kardeşi, yeğeni, halası, teyzesi,
nenesi veya torunu, ya da komşusu, akrabası, ya da daha genel ifadeyle aynı mekanda
yaşadığı her hangi bir kadındır o. Asansörde karşısına çıkmıştır, kapının
ziline basmıştır da karşısına çıkmıştır, kim o demiştir, ya da sokakta,
caddede, hayatın yaşandığı bir ortamda karşılaşan kadınlar ve erkekler ne
yapsınlar? Eğer onlar töhmet altında olmak, farklı anlaşılmak makamında
değillerse elbette birbirlerine selâm versinler. Halanızın evine gidiyorsunuz,
tabii selâmün aleyküm. Ama halanızın kızı da vardı, elbette ve aleyküm selâm.
Çünkü hemen acele selâm vererek ona; ben senin cennetini isteyen bir kardeşin
pozisyonunda, hayatımın yaşanması gereken bir bölümünü burada icra etmek için
buraya girmiş bulunuyorum, bunu böylece bil, beni böylece bil diyeceğiz. O da
ve aleyküm selâm diyorsa ne kadar hoş. Hele asansörde bu çok daha önemli değil
mi? Ben ona başta selâm temennisinde bulunmalı değil miyim? Ama farklı
anlaşılır diye korktuğunuz bir makamdaysanız o zaman vermeyebilirsiniz. Lâkin
selâm dışında konuştukları halde selâm vermemeyi anlayamıyorum. Ama eğer müs-lüman
değil biliyorsak o zaman vermeyiz o ayrı konu. Bazen benden sonra yanıma gelene
şakavari şöyle diyorum: Hayrola, beni mi müs-lüman görmedin, yoksa kendinden mi
şüphen var? Niye selâm vermedin? Deyiverdiğim oluyor.
Selâm
öyleyse insanların sevişmelerinin bir başlangıcı, müslü-manlıklarının,
müslümanlaşmalarının bir başlangıcı, sevişince iman etmelerinin bir başlangıcı
ve nihayet sonunda cennete gitmelerinin bir başlangıcı olduğunu unutmayalım.
Riyazu’s
salihîn 873 numarada bu konuda bir hadis daha var, inşallah onu da okuyalım.
“izenteha ehadüküm ilel meclisi fel yüsel-lim, feiza erade en yegume fel
yüsellim, feleysetil ûlâ bi ehagga minel âhira” “Sizden biriniz bir yere
giriyorsa, gidiyorsa selâm versin. Oradan ayrılmak istiyorsa selâm versin. İyi
bilsin ki birinci ikinciden daha iyi, daha güzel değildir.” Yâni karşılaşırken
selâm, ayrılırken yine selâm verilecek. Peki bu ne sağlayacakmış bize? Baştaki
hadiste onu söyledim.
Unutmayalım
ki mü’minler olarak birbirimizi sevmemiz, bir birimizin zararını gündeme
getirmemizle olacaktır. Birbirimizi cennete kazandırmak, cehennemden, cehennem
yolundan alıkoymakla olacaktır. Sevelim, sevdiğimizi söyleyelim birbirimize,
ama onun zararını ona duyurmayalım öyle mi? Sevgi öpücükleri gönderelim
birbirimize, ama onun cehenneme gidişine göz yumalım öyle mi? Cennete
kazandırmak için çalışmayalım, cehennemden kurtuluşu için uğraşmayalım, ama ona
kendisini çok sevdiğimizi söyleyelim öyle mi? Benim bildiğim sevmek, sevişmek
onun cennetine uğraşmak, cenneti için sevişmek, cehennemden kurtarmak için
sevişmektir. Aramızda selâmı yayarak, Allah sana cennet versin, Allah sana
cennete versin. Allah sana cennet versin diyen iki kişiyi düşünün. Üzerinde
yanlışlar var, gözünde, kulağında, kafasında. Kalbinde ve beyninde küfürler
var. Neler ve neler var onda hata ve isyan olarak. Ve o adam ona Allah sana
cennet versin diyor. Namazsız ve niyazsız arkadaşına. İçkili ve kumarlı
arkadaşına. Kitaptan ve sünnetten habersiz arkadaşına. Ona selam veriyor ve seviyor
onu öyle mi? Sevişiyorlar mı bunlar? Ar-kasından kuyusunu kazdığı arkadaşına.
İhanet ettiği, iftira ettiği arkadaşına. Hanımına göz diktiği, parasına plan
kurduğu arkadaşına. Ya da cehenneme gidişine göz yumduğu arkadaşına selâm
veriyor öyle mi?
Bir de
isterseniz öteki türlü düşünün. Selâmlaşacak aslında da görmüyor, görüşmüyor
ama. Ona en son selâm vereli altı ay olmuştur. Babasını bir buçuk yıldır
görmüyordur. Arkadaşını beş senedir görmüyordur. Aslında severdi onu,
sevişecekti. Komşu mu? Selamlaşıyordur ara sıra onunla üç ayda bir beş ayda bir
veya bayramdan bayrama. Böyle selâmlaşma değil, selâmın yayılacağı, yaygınlaştırılacağı
bir toplumsal yapıda insanlar birbirlerine selâm verecekler. Selâmlaşma
ortamları çoğaltılacak, selâmlaşma imkanları çoğaltılacak, selâmda ciddilik
olacak. İşte o zaman birbirlerini sevmiş olacaklar, iman etmeye başlayacaklar
ve bu imanlarından dolayı cennet yolu-nun yolcusu olacaklar.
Kendisinin
ihtiyacı olduğu halde başkasını kendi nefsine tercih etme duygusu, cömertliğin
bir üst derecesi ve hatta ondan da daha büyük bir fazilet ve davranış. Diğerkamlık
yani îsâr; bir kimsenin, ken-disinin muhtaç olduğu bir şeyi başka bir muhtaca
vermesi, onu ken-dine tercih etmesi, başkasını kendinden daha çok düşünmesi
demek-tir. Bu büyük fazilete ulaşanları Cenâb-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de işte
böylece övmüştür.
Ebu
Hureyre'den gelen bir rivâyete göre: "Bir gün Hz. Pey-gamberin huzuruna
bir adam geldi ve açlıktan takatinin kesildiğini söyledi. Resûlullah,
hanımlarına bu adama bir şeyler vermeleri için haber gönderdi. Hanımları
evlerinde sudan başka bir yiyecek bulun-madığını söyleyince Resûl-i Ekrem:
"Bu gece bu adamı kim m
Yermuk
savaşında meydana gelen bir olay îsâr'ın (Diğerkam-lığın) en güzel bir
örneğidir. Hz. Huzeyfe şöyle anlatıyor: "Yermuk harbinde, yaralılar
arasında kalan amcamın oğlunu aramak üzere sa-vaş alanında geziyordum. Yanımda
biraz su vardı. Hava da çok sı-caktı. Amcamın oğlunu buldum. Su isteyip
istemediğini sordum. Ba-şıyla isterim, dedi. Tam suyu içireceğim sırada öteden
birisi, "Ah su", diye inledi. Amcazâdem gitmemi ve suyu ona içirmemi
işaret etti. Git-tim, baktım ki Âsım'ın oğlu Hişâm. Tam ona su vereceğim sırada
baş-ka birisi "Su!" diye inledi. Hişam da suyu içmedi ve beni ona
gönderdi. Arayıp buldum, fakat kendisine suyu ulaştırıncaya kadar o şehit
ol-muştu. Hemen Hişâm'ın yanına koştum, o da şehit olmuştu. Bari suyu amcamın
oğluna içireyim diye onun yanına gittim, fakat o da şehit olmuştu. Nihâyet su elimde
kaldı. Allah hepsine rahmet etsin."
10. “Onlardan sonra gelenler; “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış
olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde mü’minlere karşı kin bırakma; Rabbimiz!
Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin” derler.”
Medine’deki Ensâr ve
Muhâcirûn’dan söz ettikten sonra şimdi de onlardan sonra gelenlerden söz edecek
Rabbimiz. Az evvel özellikleri anlatılan insanlar vefat ettikten sonra onların
arkalarından bir takım insanlar gelecek. İşte onlardan sonra gelenlere gelince,
onlar şöyle derler: “Rabbimiz bizi bağışla, bize mağfiret buyur, bizim kusurlarımızı
örtüver, bizim eksiklerimizi görme, ciddiye alma. Bizden önce iman etmiş
kardeşlerimize de mağfiret buyur. Onların kabahatlerini de örtbas ediver.
Bizden önce Sana istediğin gibi iman etmiş, kitabına ve peygamberine istediğin
gibi inanmış, istediğin kulluğu yaşamış, Müs-lümanca bir hayat yaşamış olanlara
da mağfiret buyur. Onlar da, bizler de senin istediğin gibi kulluk etmeye
çalışıyoruz.
Ama insan olmamız hasebiyle bizim
gafletimiz, cehaletimiz, unutkanlığımız, hevâlarımız, heveslerimiz, kusurlarımız
vardır. Karşımızda bizi Senden ve Sana kulluktan koparacak düşmanlarımız vardır.
Ne kadar da Sana lâyık kulluklar yapmaya çalışsak ta, mutlaka eksiklerimiz
olacaktır. Bizimkileri de, bizden önceki selef kardeşlerimizinkileri de
kapatıver.” Kim bunlar? Biziz. Demek ki bizler böyle olmak, böyle yapmak, böyle
demek zorundayız. Bizden önce nesillerimize, seleflerimize sövmeyeceğiz, onları
kötülemeyeceğiz. Bilâkis onlara istiğfar edeceğiz, dua edeceğiz. İşte Rabbimiz
bizden bunu isti-yor. Başka ne diyeceğiz?
“Mü’minlere karşı kalbimizde hiç bir kin, hiç
bir garaz, hiçbir düşmanlık bırakma ya Rabbi!” diyeceğiz. Gerçekten bir
mü’minin ken-disi gibi inanan, iman ettiklerine inanan, teslim olduğu gibi
Allah’a teslim olan kardeşlerine karşı kalbinde bir kinin bulunması kesinlikle
dü-şünülemez. Mü’min, mü’min kardeşlerini daima sever. Karşısındaki mü’min
kardeşi ne kadar da hata sahibi olursa olsun, ne kadar da kusur sahibi olursa
olsun, mü’min onu her zaman sevecektir. Ama onu sever olması, elbette o mümin
kardeşinin hatalarına göz yumması, onu günahlarını sîneye çekmesi anlamına
gelmeyecektir. Onu uyarmaması, onu düzeltmeye çalışmaması, ona karşı emr-i bi’l
ma’ruf ve nehy-i ani’l münker yapmaması anlamına gelmeyecektir. Zaten ona karşı
bunları yapması da, ona karşı sevgisinin, merhametinin ifadesidir.
Tıpkı bir annenin çocuğuna karşı
tavrı gibi. Öyle değil mi? Ne olursa olsun, her anne-baba çocuğunu sever, ama
çocuğu yanlışa gittiği zaman, canını bile ortaya atarak onu kurtarmaya gayret
eder. İşte bizler de mü’min kardeşlerimizi böylece sevecek, onların iyiliği için,
onların cenneti için kendimizi fedaya hazır olacağız. Müslümanlıklarının farkında
olmadan, kitaplarının ve peygamberlerinin farkında ol-madan bir kısım mü’min
kardeşlerimiz cehenneme doğru giderken, elbette bizlerin bir kenarda eli kolu
bağlı durmamız mümkün değildir. Oturduğumuz yerden onları kötülemek, onlara kin
tutmak, onların aleyhinde konuşmak hiçbir şeyi halletmez. Çünkü kendi
âzâlarından her hangi birisi rahatsızlanan bir kişi elbette ona karşı ilgisiz
kalamadığı, onu kendi haline terk edemediği gibi, bir Müslüman da asla kendisinden
bir parça olan, vücudunun uzuvlarından bir parça olan bir Müslüman kardeşine
karşı bîgâne kalamaz, onun cehenneme doğru gidişine göz yumamaz.
Allah için sevdiğimiz o
kardeşlerimizi Allah için uyarmaya, onların cennet yollarını açıp, cehennem
yollarına barikatlar koymak için çırpınacak, bu uğurda her şeyimizi fedaya
hazır olacağız. Hakaret etmeden, küçümsemeden, gazaplanmadan onların imdadına
koşacak ve şöyle diyeceğiz: “Bir zamanlar bizler de onlar gibiydik. Bir zamanlar
biz de Kitap sünnet bilmezdik. Rabbimiz bize hidâyetini gönderdi, bize doğru
yolunu gösterdi. Bizi başkaları eliyle hidâyete erdiren Rabbimiz, inşallah
onları da bizim elimizle hidâyete erdirir! Ey bizim Rabbimiz! Muhakkak ki Sen
çok merhametlisin, çok şefkatlisin!”
İşte bu
özelliklere sahip nesiller arka arkaya geliyorlar. Her sonra gelen nesil,
kendisinden bir önce gelen neslin yapmış olduğu güzel amellerin, salih
amellerin, güzel yolların üzerine bir şeyler ilâve edip, İslâm için bir takım
hizmetler ortaya koyduğu takdirde sadece peygamber çağında değil, her çağda
aynı fazîleti, aynı üstünlüğü, aynı izzet ve şerefi elde edecektir. Tıpkı
selefleri gibi hem dünya zaferlerini, hem de âhiret başarılarını elde
edeceklerdir.
Ama unutmayalım ki bizler ne
zaman bir dünya zaferine ulaşmışsak, ne zaman bir âhiret başarısını elde edecek
noktaya gelmişsek içimizde münâfıklar vardır. Onlar asla rahat durmayacak, asla
bize rahat vermeyeceklerdir. Bizim başarılarımızı asla hazmetmeyeceklerdir.
Bizim dünya ve ukbâ başarılarımızı engelleyebilmek için Allah düşmanı kâfirlerle
işbirliği içine gireceklerdir. Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz o hususu
şöylece hatırlatıyor:
11-12. “Ey Muhammed! Münâfıkların,
kitap ehlinin inkârcılarından olan kardeşlerine “Eğer siz yurdunuzdan
çıkarılırsanız andolsun ki, biz de sizinle beraber çıkarız; sizin aleyhinizde
kimseye asla uymayız; eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz”
dediklerini görmedin mi? Allah onların yalancı olduklarına şâhitlik eder. Onlar
çıkarılmış olsalar, andolsun ki, onlarla beraber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş
olsalar, andolsun ki, onlara yardıma koşmazlar; onlara yardıma gitseler,
mutlaka geri dönüp kaçarlar, sonra yardım da görmezler.”
Allah’ın yardımıyla Allah
safında, Allah desteğinde olan Müslümanlara bir İslâm zaferi nasip olunca, bir
galibiyet, bir başarı açığa çıkınca, o münâfıklar, o kâfir oldukları halde
Müslüman görüntüsüne bürünmüş, inanmadıkları halde Müslümanlık gösterisinde,
teslimiyet sergilemesinde bulunan insanlar rahat durmayacaklardır. “Ey Müslümanlar!
Hiç korkmayın! Onların size verebilecekleri hiçbir zararları olamayacaktır.
Size karşı hiçbir şey yapamayacaklardır. Kesinlikle bilesiniz ve güvenesiniz
ki, Ben onları da, onların size karşı işbirliği yap-maya çalıştıkları ehl-i kitabın
kâfirlerini de, Yahudileri ve Hristiyanları da görmekteyim, bilmekteyim. Siz
onları Bana bırakın. Ben onların hesaplarını göreceğim. İçinizdeki bu beyinsizlerin
sizi yok edebilmek için birlikte anlaşma imzaladıkları kâfirleri de, onların
akıl hocaları olan, pirleri olan şeytanların da işini bitireceğim,” diyor
Rabbimiz.
“Onlarla sizin aranızdaki bu
savaşta onlar sizden önce karşılarında Beni bulacaklar. Bu savaşta kesinlikle
bilesiniz ki Benim ordularım galip gelecektir,” buyuruyor. Kâfir ve münâfık
topluluklar karşısında Allah mutlaka galip gelecektir.
“Ey
peygamberim, baksana şu iki yüzlülere, bakmaz mısın şu münâfıklara. Ehl-i kitaptan
kardeşleri olan kâfirlere, küfürde kardeşleri olan Yahudilere diyorlar ki: “Şâyet
sizler şu Müslümanlar tarafından çıkarılırsanız, andolsun ki sizlerle birlikte
biz de çıkacağız. Sizlerle birlikte biz kardeşleriniz de geleceğiz. Sizi yalnız
bırakmayacağız. Sizin desteğinizde, sizin yanınızda olacağız. Size karşı hiç
kimseye itaat et-meyeceğiz. Size karşı kimseyle birlikte hareket etmeyeceğiz.
Şâyet sizinle savaşılırsa mutlak sûrette size yarım edeceğiz, Müslümanlara
karşı sizin yanınızda olacağız.”
Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah
şâhittir ki bu hainler kesinlikle yalan söylüyorlar. Eğer bu Yahudiler
Rasulullah ve beraberindeki Müslümanlara karşı yaptıkları ihanetlerinden dolayı
yerlerinden yurtlarından çıkarılırlarsa, kesinlikle o münâfıklar onlarla
beraber çıkmazlar. Bu adamlar samimi değiller. Bunlar ne kâfirlerdendir, ne de
sizden. Bunlar sadece menfaatlerinin kullarıdırlar. Menfaatleri neyi gerektirirse,
hangi tarafta bulunmak işlerine gelirse o tarafta yer alırlar. Şâyet o
Yahudilerle bir savaş gerçekleşirse, bunlar asla onlara yardımda bulunmazlar,
destek olmazlar. Bir gösteri aşkıyla onlara yardıma gitseler bile hemen
arkalarını dönüp giderler. Çünkü bunların karakteri dönekliktir. Sonra kendilerine
yardım da edilmez.”
Rabbimiz
bundan önceki âyetlerinde Medine’de Allah ve Resûlü egemenliğinde Müslümanca
bir toplum oluşturma çabası içinde olan Muhâcir ve Ensâr’dan söz etmişti.
Onların feylerden, ganîmetlerden hissedar edilmesi gerektiğini anlatmıştı.
Özellikleriyle Ensâr’ı, Muhâciri’ni ortaya koymuş, sonra da onların arkasından
gelenlerin nasıl olmaları gerektiğini açıklamıştı. Eğer böyle bir toplum
kurulursa bileceğiz ki bir takım problemler ortaya çıkacaktır. Çünkü şeytan
sadece Medine’deki Müslümanların düşmanı değildir. Şeytan sadece onların yollarının
karşısına çıkmaz. Kıyâmete kadar bu oluşum içine girmiş tüm Müslümanların
düşmanıdır şeytan. Kıyâmete kadar Müslümanlar hep şeytan ve dostlarıyla karşı
karşıya olacaklardır. Kıyâmete kadar her dönemde Müslümanlar şeytan dostlarının
zulümlerine karşı göğüs germek zorunda kalacaklardır.
Müslümanların
münâfıklarla ilişkileri anlatılıyor. Müslümanların Medine’ye hicrete
hazırlandıkları dönemde Medineliler Abdullah bin Übeyy bin Selül’ü kendilerine
reis seçmeye hazırlanıyorlardı. İşte tam bu devrede Allah’ın Resûlü Medine’ye
teşrif buyurdu ve onun reisliği de suya düştü. Elbette Allah ve Resûlü
egemenliği altında yaşanacak bir şehirde, bir ülkede Müslümanların devlet başkanı
Allah’ın elçisi olacaktı. Bu durumda Abdullah bin Übeyy tam kazanırken kaybetti
ve tüm ümitleri yıkıldı. Etrafındaki münâfıklar dediler ki, “sen de Müslüman
olduğunu söyle. Peygambere karşı teslim olmuş, Müslüman olmuş görün. Ona karşı
iyi davran. Belki kurulan bu yeni devlette sen de bir yer edinirsin.” Zaten
akrabalarından pek çoğu da Müslüman ol-muştu. Yapabileceği bir şey yoktu.
Gönülden iman etmeyip böyle bir iman gösterisinde bulunan Übeyy içten içe
şeytanca hareketlere girişmekten geri durmadı. Ama hiçbir başarıya ulaşamadı.
Çünkü Allah böyle zalimlere asla yol göstermez, asla yardım etmez. Allah,
dinine, peygamberine ve Müslüman kullarına komplolar içinde olanları asla
başarıya ulaştırmaz.
Bu toplum,
münâfıklar topluluğu Medine toplumunun insanlarıdır. Müslümanların güçlü olduğu
toplumlarda münâfıklar görülür. Müslümanların güçsüz olduğu ortamlarda kâfirler
küfürlerini açıkça ortaya koyarlar. Böyle münâfıkça tavırlara ihtiyaç
duymazlar. Müslümanların güçlü oldukları ortamlarda bu tür insanlar
inanmadıkları halde inanmış gibi görünür ve için için kâfirlerle işbirliği
içine girerek müslümanları arkadan hançerlemeye çalışırlar. Kâfir güç
odaklarıyla gizli gizli anlaşmalar yaparak Müslümanları yok etmenin hesabına girerler.
Kâfirlerle birlikte hareket ederler ama aslında bu adamlar kâfirlerle de beraber
değillerdir. Yani bu münâfıkların asıl amacı küfür de değildir. Bunlar kimliksiz
insanlardır, dâvâsız insanlardır. Onların dinleri de, dâvâları da sadece
menfaatleridir. Menfaatleri gereği bir sarkaç gibi bazen küfre ve kâfirlere,
bazen de imana ve Müslümanlara meylederler.
Kâfirlerle
Müslümanlar arasında gerçekleşecek bir savaşta onlar asla kâfirlerin yanında
yerlerini almazlar. Çünkü savaş zor bir şeydir. Bu savaşta hangi tarafın kazanıp
hangi tarafın kaybedeceği de belli olmadığından menfaatlerini kaybetmemek için
hem kâfirlerin yanında, hem de Müslümanların safında görünmek isterler. Onun
için bakın Rabbimiz şehadet ederek buyuruyor ki, “onlar yalancıdırlar.” Tarih
boyunca hep böyle olmuşlardır.
13. “Ey İnananlar! Onların yüreklerine korku salan, Allah’tan çok
sizlersiniz; Çünkü onlar, anlamayan kimselerdir.”
Sizler ey Müslümanlar, şunu kesinlikle
bilesiniz ki sizler onların kalplerinde Allah’tan daha çok korku sebebisiniz.
Onlar Allah’tan çok sizden çekinmektedirler. Elbette bir takım gerçekleri
göremeyen, nûr ile bakamayan insanların korkacakları, sevecekleri şeyler, gözleriyle
gördükleri, elleriyle dokundukları şeyler olacaktır. Onlar gayba kapalıdırlar.
Gaybdan habersiz, Allah’tan gafildirler. Allah’ın yüceliğini, büyüklüğünü,
gücünü, kuvvetini bilmezler. Allah’ı tanımayanlar aslında Allah’ın
tanıttıklarını da bilemezler. Hiçbir şeyin gerçek değerini bilemezler. Allah’ın
yaratış hikmetinden habersizdirler. Varlıkların varlık fonksiyonlarından,
hayattan, ölümden, ölüm ötesi dirilişinden gafildirler. Kendilerini bile
tanımayan bu insanlar, Allah’ın kadr-i kıymetini de bilmezler.
Bakın bunlar Allah’tan
korkmuyorlar da insanlardan korkuyor, mü’minlerden çekiniyorlar. Çünkü onlar
fıkıhsız, fehimsiz, anlayışsız, kavrayışsız bir toplumdur. Hayvanlardan daha
beter bir güruhtur onlar. Öyleyse bu tür kâfirler karşısında her zaman müslümanların
güçlü, salâbet sahibi olmaları gerekmektedir. Müslümanlar güçlü oldukları sürece
bu tür insanlar kötülük yapmaktan çekineceklerdir. Çünkü mü’minler güçlü
olmazlarsa Allah’ı tanımayan, Allah’tan korkmayan bu insanların yapamayacakları
kötülük yoktur. Bunları durduran tek şey mü’minlerden çekinmeleridir. İşte şu
anda görüyoruz, Müslümanların egemenliklerini kaybettikleri bir dünyayı kan
gölüne çevirdiler. Müslümanların söz sahibi olmadıkları bir dünyada
yapmadıkları zulüm kalmadı. Rabbim biz müslümanlara güç-kuvvet versin! Yeniden
dünyaya egemen kılsın ve böylece tüm dünyada istediği adâleti gerçekleştirsin. Bu
kâfirler korkaktırlar. Rabbimizin beyanıyla onlar müslü-manlardan korkmaktadırlar.
Bu halleriyle onlar:
14. “Onlar sizinle toplu olarak, ancak
surla çevrilmiş kasabalar içinde veya duvarlar arkasından savaşı kabul
edebilirler. Kendi aralarındaki çekişmeleri ise çok serttir; onları birlik
sanırsın, oysa kalpleri birbirinden ayrıdır. Bu, akl etmeyen bir topluluk
olmalarındandır.”
Asla toplu olarak, saf olarak
sizinle savaşı göze alamazlar. Sizin karşınızda saf tutamaz, sizinle ciddi bir
savaşa giremezler. Ancak surlarla çevrilmiş, kaleleştirilmiş, tahkim edilmiş,
kendilerini garantiye aldıkları kasabalar içinde, yerleşim merkezleri içinde sizinle
savaşa razı olabilirler. Yahut duvarlar arkasından, surlar arkasından sizinle
savaşı göze alabilirler. Çok uzaklardan uzak menzilli topların arkasından size
bombalar yağdırabilirler. Çok yüksekten, uçaklardan size bombalar atabilirler.
İşte şu anda Çeçenistan’da aynı şeyi yapıyorlar. Aylardır yukardan Çeçen
yerleşim birimlerini bombalıyorlar. Yiğitçe Müslümanların karşısına çıkacak cesareti
kendilerinde bulamıyorlar. Müslümanlar şehri terk ettikten sonra oralara
girebiliyorlar. Kendilerini ölümden garanti edecek tedbirlerini almadıkça
savaşa giremiyorlar.
Çünkü bunlar Allah desteğinden
mahrum olduklarını, Allah’ın Müslümanların yardımında olduğunu biliyorlar. Tüm
dertleri yaşamak, dünya nîmetlerine ulaşmak, sömürmektir. Onu kaybetmemek için
çok korkarlar. Be’sleri, güçleri, kuvvetleri kendi aralarında, kendi içlerinde
sağlamdır, şedittir. Kendilerini öyle görmekte, öyle zannetmekteler.
Veya kendi aralarındaki savaşları
çok çetindir. Birbirlerine karşı yürüdüklerinde birbirlerini kırıp geçirirler.
Birbirlerine karşı çok acımasızdırlar. Çünkü iki tarafın da birbirlerine
üstünlük sağlayacağı bir özelliği yoktur. İki taraf da kâfirdir, iki taraf da
dünyacıdır. İki taraf da dünyayı istiyor. İki taraf ta yaşamak, dünyayı
kaybetmemek için her şeyi caiz görüyor, her şeyi yapmaya çalışıyor. Kendi hayatını
garantiye alabilmek için karşı tarafın üzerine binlerce insanı bir anda yok edecek
atom bombasını, hidrojen bombasını, nükleer silahları atmaktan hiç çekinmez, birbirlerini
kırar geçirirler. Üstelik Allah da onlara yardım etmez.
Ey
peygamberim ve ey Müslümanlar! Siz onları toplu, bir ve beraber zannedersiniz.
Onları birbirlerine kenetlenmiş, birbirlerine bağlı bir bütün zannedersiniz.
Birbirleriyle dayanışma içinde toplu hareket ettiğini, kalplerini bir ve beraber
zannedersiniz. Halbuki onların gönülleri, kalpleri parça parçadır. Kalpleri
başka başka, ayrı ayrıdır. Her biri ayrı bir baş çeker. Her biri kendi
menfaatlerinin peşindedir. Her biri dünyanın kendisinin olmasını istemektedir.
Birlikte istedikleri, birlikte hedefledikleri toplu arzuları, ortak istekleri,
hedefleri yoktur. Herkesin baş olmak istediği yerde baş olmaz. Herkesin ben
olayım dediği yerde hiç kimse olmaz. Cemaat ancak herkesin belli bir hedef,
belli bir amaç, belli bir dâvâ, belli
bir başkan, belli bir önder etrafında toplandıkları yerde çıkar.
Bütün
bunlar onların akıllarını kullanmayan, akıllarını kullansalar bile vardıkları
neticelere uymak istemeyen, uslanmak, akıllanmak istemeyen bir topluluk
olmalarındandır. Her birinin menfaati diğerinin menfaatiyle çatışma içerisindedir.
Ama Müslümanların toplumunda bu böyle değildir. Onların her birinin menfaati
Allah yolunda kullanılır. Her birinin menfaati diğerini destekler. Her bir mü’min
diğer mü’minler için vardır. Böyle olunca tıpkı bir binanın tuğlaları gibi
birbirini destekleyen, birbiri için yaşayan bir topluluktur olurlar.
15. “Onların durumu, kendilerinden az zaman önce geçmiş ve işlerinin
karşılığını tatmış olanların durumu gibidir. Onlara can yakıcı azap vardır.”
Onların durumları tıpkı
kendilerinden önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar geçmiş işlerinin
veballerini tattılar. Onlar için dayanıl-maz, elem verici bir azap vardır. Onlar
kendilerinden öncekilerin başlarına gelenlerden ibret almıyorlar. Kendilerinden
az bir zaman önce Ben-i Kureyza yaptıklarından ötürü çok kötü bir âkıbete maruz
aldı. Ama bu adamlar hâlâ bundan gaflet içinde onların yaptıklarını yapmaya
çalışıyorlar. Küfrün, şirkin, münâfıklığın kötü âkıbetleri tarih içinde sürekli
insanlar tarafından görüldü durdu, ama yine de insanlar bunlardan ibret
almadılar. Ama maalesef tarih hiç durmadan tekerrür edip duruyor. Neden? Çünkü bunlar
fıkıhsızdırlar, fehimsizdirler, akılsızdırlar, anlayışları yoktur, kavrayışları
yoktur. Neye benzer bunlar? Kime benzer bunlar? Bunlar:
16. “İkiyüzlülerin durumu insana: “İnkâr et!” deyip, insan da inkâr
edince: “Doğrusu ben senden uzağım; âlemlerin Rabbi olan Allah’tan
korkarım" diyen şeytanın durumu gibidir.”
Tıpkı şeytan gibidirler. Bunların
durumu aynen şeytanın durumu gibidir. Şeytan da akılsız, fıkıhsız ve
fehimsizdir. O da aklını kullanmaya yanaşmıyor. O da ahmaklığı yüzünden
Allah’ın rahmetinden tart edilmiş, kovulmuştur. Allah’a kafa tutmasının sebebi
de çok basittir. Rabbimiz defalarca kendisine tevbe imkânı tanıdığı halde kuru
bir inat sebebiyle Rabbimizin rahmet kapılarını yüzüne kapamıştır. Adem (a.s)
sebebiyle tüm insanlık cinsine düşmanlık ilân etmiştir. Ne oldu neticede? Kim
kaybetti sonuçta? Yani şeytan bu yaptıklarının karşılığı olarak ebedî bir
cehenneme gideceğinin farkında değil mi? Basit bir gurur, basit bir kibir yüzünden
cehennem göze alınabilir mi? Hiç bu kadar aptallık olur mu? Hâlâ devam ediyor
akılsızlığına da, insana “kâfir ol” diyor. “Haydi inkâr et Allah’ı” diyor. O
fısıldadığı, önüne düşüp ayartmaya çalıştığı o insan kâfir olunca da şeytan: “Ey
insan, ben senden beriyim. Ben senden uzağım. Benim seninle de, yaptığın bu
eylemle de uzak ve yakından bir ilişkim yoktur” diyor ve o saptırdığı insanı
yalnız bırakıveriyor. “Ben Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyor.
Şu sahtekârlığa bakın. Hem
Allah’a inandığını iddia ediyor, hem Allah’tan korktuğunu söylüyor, hem de insanları
Allah’a küfre çağırıyor. Yani bu ne mantık? Yapılacak şey mi bu? Söylenecek söz
mü bu? Hangi akıl, hangi mantık kabul eder bunu? Hoş zaten aklı ve mantığı yok,
olsaydı zaten müslüman olurdu. Tabi bu sözle insana karşı Adem’in şahsında
gizli bir düşmanlık, gizli bir hınç, Allah’a karşı da gizli bir kibir
yatmaktadır. Sanki alay ediyor Allah’la.
Tıpkı şu anda uyguladıkları
eğitim programlarıyla, uyguladıkları sosyal yasalarıyla insanları kâfir yapmaya
çalışan, ama başları dara geldiği zaman da, ”biz de inanıyoruz Allah’a” diyen
zavallı iki ayaklı şeytanlar ya da şeytanın çömezleri. İnsanların hem
dünyalarını, hem de âhiretlerini kaybettiriyorlar. Kendi ebedî azap hanelerine
arkadaşlar bulmaya, yalnızlıklarını giderme çabası içine girmeye çalışıyorlar.
Şeytanlara
güvenenler, iki ayaklı şeytanlara güvenip onlardan hayat programları dilenmeye
çalışanlar, onların kanunlarını uygulamaya çalışanlar bu âyetleri çok iyi düşünmek
zorundadır. Dünyada böyle, peki âhirette ne olacak bunların durumları?
17. “İkisinin sonucu da, içinde
temelli kalacakları ateş olacaktır. Zalimlerin cezası budur.”
Her iki grubun da, her iki tarafın
da sonuçları ebedîyen ateştir. Şeytanın da, şeytanın azdırıp saptırdığı insanların
da âkıbetleri cehennemdir. Onun da, onun peşine takılanların da gidecekleri yer
cehennemdir. Onlar da o şeytanın gideceği yere gidecektir. İşte şeytanlara uyan
zalimlerin, kâfirlerin, münâfıkların, ehl-i kitabın âkıbeti bu olacaktır.
Bunların tamamı akıl hocası bildikleri şeytanla beraber olacaklardır. Şeytandan
dolayı bunlar Allah çizgisine gelmek istemiyor, küfürde birbirlerine destek
olmaya çalışıyorlar. Bunlar dünyada da kaybedecekler, âhirette de cehenneme
gidecekler.
Çünkü bunlar zalimdirler. Çünkü
bunlar tıpkı şeytan gibi Allah’ın hakkını vermemektedirler, kitabın, peygamberin,
insan oluşlarının, akıllı oluşlarının hakkını vermemektedirler. Bunlar şirke
düşmektedirler. Şirk ise zulümlerin en büyüğüdür. Allah varken başka Rab-bler,
başka İlâhlar, Allah’ın kitabı dururken başka yasalar aramak zulümdür. Peygamber,
peygamberin sünneti varken başka örnekler, ön-derler aramak zulümdür. Böyle
yapanlar zalimdirler. İnsanın vazifesi yeryüzünde Allah’a kulluk yapmak iken,
kendilerini Rabblerine kulluk makamından indirenler zalimdirler. Allah’a değil
de kendisi gibi acizlerin kulu olmaya çalışanlar zalimdirler. İşte böyle
zalimler cehenneme gidecektir. Ey Müslümanlar, öyleyse siz bırakın bu ateş ehlini
de:
18. “Ey İnananlar! Allah’la yol bulun. (Yolunuzu Allah’a sorun,
hayatınızı Allah vahyiyle düzenleyin) Herkes yarın için bu günden ne takdim
ettiğine bir baksın. Allah konusunda takvalı olun, unutmayın ki Allah işlediklerinizden
haberdardır.”
Allah’a karşı takvalı olun. Siz
böyle Allah’a isyan içinde olan şeytanları ve onların çömezlerini bırakın da Allah
için bir hayat yaşayın. Hayatınızın programını böyle gerek cin şeytanlarından,
gerekse iki ayaklı insan şeytanlarından değil de Allah’ın vahyinden alın. Şeytan
ve dostları kaynaklı değil de Allah kaynaklı bir hayat yaşayın. Allah’ın
korumasına girin. Allah’tan korunun, Allah’ın emirlerine sarılın, Allah’ın
yasaklarından kaçının. Allah’a kulluğunuzun bilincine erin. Her bir nefis yarın
için, geleceği için ne takdim ettiğine baksın. Çünkü burada kalacak olan hiçbir
şey insana bir şey sağlamayacaktır. Geleceğiniz için, yarınınız için
yaptıklarınız, önceden gönderdikleriniz önemlidir. Yarın insana nelerin lâzım
olacağını da elbette bunu isteyen Rabbimiz en güzel bilendir ve bunu biz
kullarına haber verendir. Yarınımızın hazırlığı için bu kitabı okumak ve anlamak
zorundayız. Peygamberin yolunu öğrenmek zorundayız.
Öyleyse ey
müslümanlar, gelin Rabbimizin şu kitabını iyi tanıyalım. Gelin peygamberinin
güzel yolunu, sünnetini iyi tanıyalım da yarınımız için iyi şeyler takdim
edelim. Geleceğimizi garanti altına alma adına önceden güzel ameller
gönderelim, onlar Rabbimizin yanında emanette kalsın, yarın ona en çok muhtaç olduğumuzda
onu O’ndan alalım. Hayatımızı Allah’ın istediği yolda ve Allah için yaşayarak
geleceğimiz için takdim edelim. Malımızı, zamanımızı, bilgimizi, çocuklarımızı,
hanımlarımızı yarınımız için Allah’a kulluğa yatırım yapalım. Tüm varlığımızı
Rabbimize kulluğa adayıp yarınımızı garantiye alalım. Yarım hurmayla da olsa
kendimizi yarının ateşinden korumaya çalışalım. Hiçbir şeyimiz yoksa, hiç
olmazsa mü’minlere karşı güler yüzümüzü esirgemeyelim. Geleceğimizi kurtaracak
hayırlı ameller pe-şinde olalım. Burada kalıcı olan, âhirete intikal etmeyecek
olan şeylerin peşine düşmeyelim. Allah ve Resûlü’nün önümüze çizdiği bir
programla hareket edelim.
Unutmayalım ki Allah bizim
işlediklerimizin tamamından haberdardır. Onların tümünü hakkıyla bilmektedir.
Meselâ şurada bin kişi namaz kılmış olsalar, dışardan bakan bizler bunların
hepsinin namaz kıldıklarını zannederiz, ama Allah onların hangisinin namaz kıldığını,
hangilerinin de namaz gösterisinde bulunduğunu bilendir. Allah’ı kandıramazsınız,
O’nu atlatamazsınız, O her şeyi bilmektedir.
19. “Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu
kimseler gibi olmayın; onlar, yoldan çıkmış kimselerdir.”
“Ey Müslümanlar, Allah’ı
unutanlar gibi olmayın. Allah’ı unutanlardan olmayın. Allah’ı unutup Allah’ın
da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın.” Onlar Rabblerini
unutmuşlar, Rabblerini unutarak bir hayat yaşamaya başlamışlar, Allah ta onlara
kendilerini unutturuvermiştir. Kendilerini unutmuşlar adamlar, kendilerini
düşünmez olmuşlar. Peki kendilerini düşünmez olmuşlar da neyi düşünür olmuşlar?
Dünyayı, parayı, hayatı, arabayı, arabanın modelini, elbisenin güzelini,
tesbihin oltusunu, evlerinin, dükkanlarının dizaynını düşünür olmuşlar… Arabalarının
üzerinde meydana gelen küçücük bir çiziği düşünür olmuşlar da, kendi ruh
dünyalarında, ailelerinin, çocuklarının ruh dünyalarında oluşan nerdeyse araba
girecek büyüklükteki küfür ve şirk çiziklerini düşünmez olmuşlar. Evlerinin
boyasını, cilasını düşünmüşler de, kendilerinin, çocuklarının Allah boyasıyla
boyanmasını düşünmez olmuşlar. Çocuklarının boğazlarının doyurulmasını
düşünmüşler de, kalplerinin, kafalarının Allah’ın istediği bilgi ve imanla doyurulmasını
düşünmez olmuşlar.
Markı, doları düşünmüşler de,
Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı hiç dü-şünmez olmuşlar. Dışlarını düşünmüşler de,
içlerini, kalplerini dü-şünmez olmuşlar. Bedenlerinin ihtiyaçlarını düşünmüşler,
kalplerinin ihtiyacını düşünmez olmuşlar. Her şeyi düşünüyor, ama kendilerini
unutuyorlar. Kendi geleceklerini unutuyorlar. Halbuki insanın bu dünyadan
âhirete gidecek tek şeyi kendisidir. Malı, mülkü, atı, arabası, dükkanı,
tezgahı, evi, barkı, toprağı, tapusu, vatanı, ülkesi her şeyi burada
kalacaktır. Yaptığımız, ektiğimiz, diktiğimiz, bina ettiğimiz her şey bu
dünyada kalacaktır. Bunlardan sadece Allah için yaptıklarımızın kazancı bizimle
birlikte öbür tarafa gidecektir.
Eğer bu
dünyada bizi bu dünyaya getiren, bizi yaratıp bu dünyada imtihana çeken
Rabbimizi, Rabbimizin dinini, Rabbimizin kitabını, Rabbimizin elçisini,
Rabbimizin bizden istediklerini unutarak bir hayat yaşarsak, İslâm’dan uzak bir
dünya yaşayacak olursak o zaman kesinlikle bilelim ki biz kendi kendimizi
unutacağız. Kendimizi ve hayatımızı dünyada kalacak, bizimle birlikte yarına
intikal etmeyecek boş şeylerin peşinde bir ömür tüketerek eli boş olarak
Rabbimizin huzuruna gideceğiz demektir.
İşte görüyoruz, insanlar
kendilerini, kendi geleceklerini unutuyorlar da nice boş şeylerin peşine
takılıyorlar değil mi? Allah’ın kendisini hatırlatmak üzere, kendilerine, kendi
kulluklarını, kendi kurtuluşlarını öğretmek üzere gönderdiği kitabını
unutuyorlar da başka nice kitapların peşine düşüyorlar. Kur’an’ı unutuyorlar da
nice gazetelerin, nice dergilerin, nice kitapların peşine takılıyorlar.
Allah’ın kendilerine örnek, model olarak gönderdiği peygamberini bırakıyorlar
da, nicelerinin arkasına düşüyorlar. Nicelerini kendilerine örnek biliyorlar.
İşte kim böyle Allah’ı unutursa, Allah da ona kendisini unutturacaktır. Allah
onu kendi haline bırakıverir de o insan dünyanın peşinde, dünyada kalacak
şeylerin peşinde yuvarlanır gider Allah korusun. Tamamen küfrün, şirkin,
isyanın ve günahların içinde boğulur gider. İşte bunlar fâsıklardır. Kalbi,
düşüncesi, ameli, hayatı bozuk olanlardır bunlar.
Fısk:
Kur'an öncesi metinlerde, meyvenin filizlenmesi, kabu-ğundan çıkması, hayvanların,
özellikle de farenin yuvasından çıkması anlamına gelir. Kur'an, bu kelimenin
anlam çerçevesini genişleterek, insanların ve başka varlıkların emirden ve yoldan
çıkması anlamında kullanmıştır. Fısk: Yoldan çıkma, doğru yoldan sapma, iyilik
ve güzel-likten çıkma, günaha batma, kötülüğe iyice dalma anlamlarına gelir.
Büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek sure-tiyle Allah'a
itaat etmekten çıkmaya fısk denir. Fısk işleyene, bu tür davranışları
gerçekleştirene de fâsık denir. En yaygın olarak kabul edilen görüşe göre fısk,
itaatten çıkma, dinin koyduğu sınırlardan dı-şarı çıkma anlamındadır. Bu kullanımıyla fısk, küfür
teriminden daha geniş bir kullanım alanına sahiptir. Buna göre, her kâfir
fâsıktır; ama her fâsık, kâfir değildir. Kur’an’daki kullanımından yola çıkarak
fısk, vahiy tarafından temizliği ve
iyiliği belirlenmiş şeylerden uzak kalmak veya dince çizilen güzel sınırlardan
dışarı çıkmak şeklinde tanımla-nabilir. Fısk, fıtratın dejenere olması ve yaratılıştan sapma olarak
an-laşılabilir.
Fısk
ve fâsık kelimeleri Kur'an-ı Kerim'de toplam 54 yerde ge-çer. Kur’an, bazı yerlerde
fıskı iman; fâsığı da mü’min karşıtı bir an-lamda kullanmaktadır (Secde, 18).
Bazı yerlerde ise dinin emirlerine itaatin karşıtı olarak geçer (Hucurât, 7,
11). Fısk ve çoğulu füsuk ke-limesinin geçtiği 7 âyette müslümanların muhatap
alındığı görülür. Bu âyetlerde büyük
günahların işlenmesinin, dinin emir ve yasaklarına aykırı davranılmasının
kastedildiği görülür. Hadislerde ve sahabe sözlerinde de sıkça geçen fısk ve
fâsık kelimeleri genelde bu son anlamda kullanılmıştır. Yani genel kanı,
fâsığın iman dairesi içinde olduğu merkezindedir. Yalnız, unutulmamalıdır ki
fâsık olan mü'min, ek-sik imanlı, kâmil olmayan bir mü'mindir; böyle bir mü'mine
dindar, muttakî, muhlis (ihlaslı) gibi sıfatlar verilemez. Fısk ile küfür arasında
bir yakınlık vardır.
Fâsığın
tanımı hakkında çeşitli tarifler bulunmakla birlikte, te-rim olarak
"haktan sapan, Allah'ın emirlerine itaatten ayrılan âsi mü'-min veya kâfir"
diye tanımlanabilir. Bazı âyetlerde yahudiler, hıristi-yanlar, müşrikler ve münafıklardan
söz edilirken çoğunun fâsık olduğu bildirilir (Mesela, Bakara, 99; Al-i
İmrân,110; Mâide, 47,59). Diğer bazı âyetlerde ise fısk ve füsuk mü'minlere
nispet edilir ( Bakara,197, 282; Nur,4). Fısk ve fâsık kelimeleri hadislerde de
geçmektedir. Hz. Peygamberimiz, mü'mine sövmenin günah (füsuk) olduğunu ve
fıskla itham edilen kişinin fâsık olmaması halinde bu sıfatın itham edene
döndüğünü söylemiş (Buhâri, Edeb 44; Müsned-i Ahmed, V/181), nimetlere şükretmeyen
ve belalara tahammül göstermeyen kadınların fâsık ve dolayısıyla cehennemlik
olduklarını haber vermiştir (Müsned-i Ahmed, 3/428).
Mutlak
fâsık, ilahî emirlere hiçbir noktada itaat etmeyen ve her bakımdan âsi olan
kimsedir ki buna kâfir denir. Mü'min fâsık ise, iman esaslarını tasdik ettiği
halde tembellik, gaflet ve şehvet sebebiyle ilahî buyruklardan birine itaat
etmeyen kişi olup sadece bir veya birkaç noktada fısk içinde bulunur. Sünnî
âlimlere göre fâsık mü'min, işlediği günaha göre kısas, had, ta'zir vb.
cezalara çarptırılır. Tevbe etmeden öldüğü takdirde, durumu Allah'ın iradesine
bağlı olup, O dilerse doğ-rudan doğruya veya şefaatçilerin şefaatiyle onu
affeder, dilerse ce-hennemde azaba uğrattıktan sonra cennete koyar. İlahî
emirler, iman ve amel olmak üzere ikiye ayrıldığına göre ikisine de uyan kâmil
mü'-mindir; ameli eksik olan ise fâsık mü'mindir. Zira fısk, daha çok amelle
ilgili bir kavramdır.
Fâsık,
dinin emir ve yasaklarını hafife alacak derecede güna-ha dalar, tevil edilemeyecek
şekilde fıskını izhar ederse küfre düş-mesinden korkulur; böyle bir kimse bazı
âlimlere göre kâfir olur. Fısk, imandan küfre geçişin bazen kuvvetli bir
tehlike halini alabildiği has-sas bir nokta oluşturabilmektedir. Bütün bunlarla
birlikte İslam âlimle-rinin büyük çoğunluğu fıskı, kebâir (büyük günahlar)
işleyerek Allah'a itaatten uzaklaşmak diye tanımlar ve fâsığı inkâra sapmadığı
sürece mü’min sayarlar. Dinî ıstılahta fısk, genellikle ‘imandan çıkarmayan’
yasaklanmış eylemler anlamında kullanılmıştır.
Fıskla
ilgili âyetlerden anlaşılacağı gibi, fısk, doğru yoldan sapmayı ve Allah’ın
yasakladığı fiillerde bulunmayı ifade etmektedir. Fıskın sonu helak ve cehennem
ateşidir. Kâfirler, münafıklar ve müş-rikler mutlak anlamda fâsıktırlar; aynı
şekilde zâlimler de fâsıktır. Fıs-kın Kur’an’da
“füsuk” olarak ifade edilen ve
mü’minin işlediği “mü’-minlerle alay etmek ve onları hoş olmayan lakaplarla çağırmak” gibi
ve benzeri amellerden
tevbe edilmezse, yine azabı hak edici ol-makta ve fâsıklar, cehennem
azabından kurtulamamaktadır. Her kâfir, münafık ve müşrik, en azından küfrü,
yalanlaması, nifakı ve şirki yüzünden fâsıktır. Küfür, nifak ve şirkin dışında
daha başka fısk olan ameller de vardır. Mü’min, aslında temel vasıf olarak kâfir, münafık veya müşrikin
sıfatı olduğu halde, bu amelleri işleyebilir; böylece fâsık olan mü’min, tevbe
etmezse azabı hak eder. Mü’minin işlediği fısk onu fâsık yapar. Fısk, temelde
bir küfür eylemidir; fakat fısk, küfrün itikadî amelini değil; fiilî amelini
ifade eder. Yani, el, ayak, göz, dil gibi organların işlediği yasaklanmış
ameller fısktır ve bunları işleyen mü’-min, itikadî yönden imanda ise de,
işlediği fiil yönüyle amelî küfür için-dedir. Demek oluyor ki fısk, küfrün
fiilî / amelî yönünü ifade eden bir kavramdır.
Âlimler,
fıskı daha çok “büyük günahları irtikâp etmek” olarak tarif etmişlerdir. Bazı
âlimler ise, günahları küçük görmek ve onlarda ısrar etmek de fısktır derler.
Genel olarak fıskın üç mertebesi vardır. Birincisi, günahı çirkin kabul etmekle
beraber, yine de zaman zaman şeytanın vesvesesine veya nefsine uyup günah
işlemektir. İradesi zayıf olan insanlarda bu hal tekerrür eder. İkincisi: Günah
olduğunu kabul ve ikrar ettiği halde, sık sık aynı haramları işlemektir. İçki tiryaki-lerinde
veya kumar düşkünlerinde bu hal görülür. Üçüncüsü: Ha-ram olduğunu inkâr edip,
ısrarla fısk olan davranışı yapmaktır. Fıskın birinci ve ikinci mertebelerinde
bulunan müslümanın tevbe etmesi gerekir. Üçüncü mertebede bulunan insanın ise,
müslüman olduğunu iddia ediyorsa, bu yaptığı fısk onu küfre düşürdüğünden
tecdid-i iman etmesi ve İslam’a teslim olması şarttır.
20. “Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir. Kurtuluşa ermiş
kimseler cennetliklerdir.”
Cennet ashabıyla cehennem ashabı
asla birbirlerine müsavî olmazlar. Cennetin sohbetçileriyle cehennemin sohbetçileri,
cennetliklerle cehennemlikler asla birbirlerine eşit olmaz, denk olmazlar. Hiç
Allah’a, Allah’tan gelen hayat programına inanmış ve bu imanına dayalı bir
hayat yaşamış bir Müslümanla bir kâfir birbirlerine denk olur mu? Bunların
dünyadaki hayatları bir değil ki âhiretteki hayatları bir ve benzer olsun?
Bunların ne inançları, ne düşünceleri, ne hayatları, ne de hedefleri birdir. Ne
kalpleri, ne gözleri, ne kulakları, ne de diğer âzâları birbirine denktir.
Mü’minin kalbi Allah sevgisiyle, imanla dopdoludur. Mü’minin gözü Allah için
bakar, Allah için görür. Kulağı Allah için işitir, ayakları Allah için yürür,
elleri Allah için tutar. Mü’minin kalbinde, mü’minin hayatında emniyet vardır,
güven, huzur ve sükun vardır. Kâfirin kalbinde ve dünyasında huzursuzluk,
korku, ümitsizlik vardır.
Yani yaşadıkları hayatlarında
denk olmadıkları gibi ölürlerken de asla bir olmayacaklardır. Kur’an’ın başka âyetlerinden
öğreniyoruz ki, mü’minlerin ölümlerine gökler ve yer ağlayıp göz yaşı dökerken,
kâfirlerin gebermesine sevinmektedirler. Ölümleri esnasında müminlere Allah’ın
Melekleri gelerek: “Korkmayın! Üzülmeyin! Biz sizinle beraberiz! Cennete kadar
sizi bırakmayacağız!” müjdesini verirken, kâfirler için azap üstüne azap
tehditleri gelmektedir. Mü’minler ölümle yepyeni ve hesapsız güzellikte bir
hayata giderken, kâfirlerin öbür tarafta hayatları olmayacaktır.
Bu dünyada
kâfirlerle mü’minler denk, birbirlerine benzer olmadıkları gibi, âhirette
kesinlikle denk olmayacaklardır. İmandan ve mü’minden razı olan Allah, asla
küfürden ve kâfirlerden razı olmaz. Allah asla kâfirlerin yaşadıkları hayatı
onaylamaz, onları mü’minlerle bir tutmaz, tutmayacaktır.
Cennete geçiş vizesi alanlar, cennete
pasaport alanlar işte onlardır. Cennet öncesi barikatları Allah’ın yardımıyla
aşarak cennete girecek olanlar, kurtuluşa erecek olanlar bunlardır. Muradlarına
eren-ler, cennete eşlik edenler bunlardır.
İşte bu
âyetlerin beyanıyla insanlar iki gruba ayrılmaktadırlar. Cennetlikler ve
cehennemlikler. Cennetin sohbetçileri, cehennemin yaranları. Engelleri
aşamayarak geri kalanlar, gericiler, tüm engelleri aşarak cennete uçanlar.
Peki acaba
fâizûn’dan, cennete ulaşanlardan olabilmek için insanın önünde bir kılavuz, bir
mihmandar, bir yol gösterici var mı? Bunun bilgisini insan nereden kazanacak?
İnsan bu dünyada göremediği engelleri nasıl keşfedebilecek? Elbette bizi
yaratan, bizi bu dünyada imtihana çeken Rabbimiz bizi hidâyetsiz, bilgisiz,
yolsuz, yordamsız bırakmamıştır. İşte şu elimdeki kitabı bize hidâyet, kılavuz
olarak göndermiştir. Bakın işte bu hidâyet kaynağında bundan sonraki âyetinde
bunu şöylece açıklıyor:
21. “Ey Muhammed! Eğer Biz Kur’an’ı bir dağa in-dirmiş olsaydık, sen,
onun, Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün. Bu misâlleri,
insanlar düşünsünler diye veriyoruz.”
Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağ
üzerine indirmiş olsaydık sen o dağı Allah haşyetiyle parça parça olmuş
görürdün. O dağın kıymetini bildiği, gücünü, kudretini tanıdığı Allah
karşısında böyle bir durum, böyle bir konum, böyle bir vaziyet aldığını
görürdün. Göklerin ve yerin sahibi, tüm varlıkların Rabbi karşısında o dağın
böyle divan durduğunu, boyun büktüğünü görürdün. Rabbinin bu kitabıyla, hitabıyla,
emir ve nehyleriyle karşı karşıya kalan dağın Rabbine karşı: “Buyur ya Rabbi!
Emret ya Rabbi!” deme pozisyonu içinde bulunduğunu görürsün. Yaratıcısını
tanıyarak, kendisini var eden ve ayakta tutanın O olduğunu bilerek O’nun
huzurunda teslimiyet gösterir görürdün.
İşte dağ böyle bir vaziyet alırdı,
buyuruyor Rabbimiz. Paramparça, darmadağın olurdu. Yani Rabbinin âyetlerini algılayacak
bir şe-kil alırdı, buyuruluyor. Aslında bir şeyin böyle paramparça olması için
onun tüm hücrelerine etki edecek bir darbenin vurulması icap eder. Parçalanan
şeyin de bu darbeyi algılayacak bir güçte olması gerekir. Şuurlu bir etkileniş,
algılanan bir şey karşısında tepki gösterişi söz konusu olmalıdır.
Bakın âyet-i kerimede bir inmeden
söz ediyor Rabbimiz. “Eğer bir bu kitabı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık...”
O zaman inmeyi ta-nımak zorundayız. Meselâ alalım şu Kur’an’ı, yakınımızdaki
dağa götürelim. Koyalım bu kitabı dağın üzerine. Hiçbir dağın bu şekilde
parçalandığını görmeyiz değil mi? Neden? Çünkü ona inme denmez. Bize de böyle inmediği
için, biz de kitapla böyle bir diyaloga girmediğimiz için bize de etkili
olamıyor kitap. Hayatımıza inmeli kitap. Mutfağımıza, kazanmamıza-harcamamıza, gecemize-gündüzümüze,
evimize, dükkanımıza, hayatımızın tümüne indirgemeliyiz bu kitabı. Adım atarken
bile bu kitabın sorumluğu altında olduğumuzun bilincine ermeliyiz ki, kitap
bizim üzerimizde de etkili olabilsin. Değilse işte oku-yoruz, tanıyoruz ama,
ondan bağımsız bir hayat yaşadığımız sürece aynı etki bizde olmamaktadır.
İşte dağ
Allah’a saygısından, Allah’ı tanımasından dolayı Allah’ın kitabıyla muhatap
olmuş olsaydı böyle bir tavır alırdı. Rabbimiz buyuruyor ki, işte bunu, bu
misâlleri insanlar için örnek veririz, belki onlar bunun üzerinde düşünürler,
kafa yorarlar, anlarlar, değerlendirirler de bir netice çıkarırlar diye.
Öyleyse Rabbimizin bize sunduğu bu misâl üzerinde ciddi ciddi düşünmemiz,
anlamamız ve ders çıkarmamız gerekecektir. Bu kitap bir dağ üzerine inmemiştir.
Bu kitabın muhatabı bir dağ değildir. Kitabımızın bir başka âyetinden öğreniyoruz
ki, Rabbimiz önce bu emaneti onlara arz ediyor, onlar çekiniyor bunu yüklenmekten
de insan kabul ediyor.
“Doğrusu Biz, emaneti (sorumluluğu)
göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve
ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir.”
(Ahzâb 72)
Bu emaneti,
bu kulluk mükellefiyetini insan kabul etmiş ve bu Kur’an insana indirilmiştir.
Rasulullah Efendimizin göğsüne indirilmiştir. İnsanlığa hidâyet rehberi olarak
indirilmiştir. Dağlara değil de bize indirilmiş olduğuna göre bizim de tıpkı
dağlar gibi bu kitap karşısında hâşi’ olmamız gerekecektir. Rasgele birisinden
gelmiş bir kitap, bir söz, bir yasa değildir bu Kur’an. Bizi yoktan var eden,
bu hayatı var e-den, bizim sahibimiz, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın
kitabıdır bu kitap. Öyleyse Rabbimizin bu emirnamesi karşısında derhal el pençe
divan durarak: “Emret ya Rabbi! Buyur ya Rabbi! Sen ne istiyorsan! Sen ne buyuruyorsan!
Sen nasıl istiyorsan ben aynen yerine getireceğim! Yap dediklerini yapacak,
yasak dediklerinden kaçınacağım! Huzurunda bunun için varım! Emir ve nehiylerin
karşısında boynum kıldan incedir!” pozisyonu içinde bulunmak zorundayız.
Bizler de tıpkı Rabbimizin
anlattığı bir dağ gibi olmak zorundayız. Rabbimize ve kitabına karşı bir dağın
takındığı, takınacağı bir tavır içinde olmak zorundayız. Allah’ın âyetlerini okumak,
öğrenmek, anlamak, duymak, hissetmek, sarsılmak, tavır almak zorundayız. Bütün âzâlarımızla
mütesaddi olmak zorundayız. Yani tüm âzâlarımız Allah’ın kitabından, Allah’ın
buyruklarından etkilenmeli, şekillenmeli ve harekete geçmelidir. Allah’a
saygımızdan, haşyetimizden, Allah’ı tanımamızdan, bilmemizden dolayı tüm
benliğimizle O’na yöneleceğiz. O’ndan gelecek emir ve nehiylere mutlak bir
teslimiyet göstereceğiz.
Rabbimizin
kitabı bu kadar azametli, bu kadar ağırlığı olan bir kitaptır. Mahlukât
üzerinde bu kadar ağırlığı, bu kadar dehşeti olan, dağların bile azameti
karşısında tahammül edemeyeceği, tuz-buz olacağı bu kitap insanlar üzerinde de
öylesine inkılâplar, öylesine değişimler gerçekleştirmiştir ki, dağlar gibi toplumlar,
dağlar gibi milletler bu kitap karşısında erimek zorunda kalmıştır. Bu kitap
nice insanların, nice toplumların kayalar gibi katı kalplerini eritmiş,
düşüncelerini değiştirmiş, alışılmış hayatlarını değiştirmiştir. Sırtlanları
sırtlanlıkta geride bırakmış nice nesilleri meleklerin üstüne çıkarmıştır. Nice
insanların ölü kalplerini diriltmiş, nicelerini hayata ve dirilişe
kavuşturmuştur. Nicelerini fıtratlarına döndürmüştür bu kitap. Emir Allah’a
aittir. Hâkimiyet, egemenlik tamamıyla Allah’a aittir. Tüm bunları yapan
Allah’tır.
İşte bizler
de Allah’ın kitabı karşısında böylece bir tavır takınabilir, bu kitapla
kendimizi diriltebilirsek o zaman yukarda anlatılan cennet ashabından olma
imkânını elde etmiş olacağız. Allah hepimizi muvaffak kılsın.
Peki
Rabbimiz bu m
Umulur ki
onlar tefekkür ederler. Bizle bu m
(İsfahânî, Müfredât, İstanbul 1986, 578).
Hz. Muhammed (s.a.s)'e en çok etki eden âyetlerden biri, te-fekkürle
ilgilidir. İki kişi Hz. Aişe (r.a)'ı ziyaret etmişler. Onlardan biri, "Hz.
Muhammed (s.a.s)'de gördüğünüz etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?"
deyince, Hz. Aişe (r.an) şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s) bir gece kalktı,
abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözle-rinden akan yaşlar
sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sa-bah ezanı için gelen Hz.
Bilâl (r.a): "Ya Resulullah (s.a.s)! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız
affedildiği halde, sizi ağlatan nedir?" de-yince, o: "Bu gece Yüce
Allah bir âyet indirdi. Beni bu âyet ağlatmak-tadır" dedi ve âyeti okudu:
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde
elbette aklıselim sahipleri için ibret verici de-liller vardır” (Âl-i
İmrân,190). Ondan sonra Resulullah (s.a.s): "Bu â-yeti okuyup da üzerinde
tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun" dedi.
Bu âyette, tefekküre davet edilen akıl sahiplerinin durumunu açıklayan bir
sonraki âyetin meâli de şöyledir: "Onlar ayakta, oturarak ve yanları
üzerine yatarken Allah'ı anarlar, gözlerin ve yerin yaratılışı üzerinde
tefekkür ederler (düşünürler). Rabbimiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen
yücesin, bizi ateş azabından koru!.." (Âl-i İmrân, 3/191).
İbn Abbas (r.a)'ın naklettiğine göre, bazı insanlar Allah'ın zatı hakkında
düşünmek istediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s) bu hususta şu açıklamada
bulundu: "Allah'ın yarattıkları hakkında dü-şünün. Allah'ın zatını düşünmeyin.
Allah'ın şahsı hakkında düşünme-ye güç yetiremezsiniz"
Lokman (a.s) yalnız başına tenha bir yerde oturup tefekkürde bulunurdu.
Kendisine: "Niye yalnız oturuyorsun? İnsanlarla oturup sohbette bulunsan,
daha iyi olmaz mı?" diye sormuşlar. Lokman (a.s) şu cevabı vermiştir:
"Uzun süre yalnız kalmak, tefekküre daha müsaittir. Uzun süre tefekkürde
bulunmak da, insanı cennetin yoluna sevk eder" Ömer b. Abdülaziz tefekkür
hakkında şöyle demiştir: "Yüce Al-lah'ın nimetlerini düşünmek, en
faziletli ibâdetlerdendir". İmâm Şafiî de: "Herhangi bir konuda hüküm
çıkarırken, tefekkürden faydalanın" diyerek, tefekkürün usûl ilmindeki
önemine işâret buyurmuştur.
Tefekkürün neticesinde insan geniş bir ilme sahip olur. İnsanın ilmi
artınca da, kalbinin hali değişir. Onun neticesinde de, insanın hali ve
hareketleri değişir. Görülüyor ki insanın bilgisinin artması ve davranışlarının
düzelmesi, tefekkürle başlar. Onun için Yüce Allah Kur'an'da çeşitli hususları
dile getirdikten sonra "... Şüphesiz bunda tefekkür eden (düşünen)
insanlar için ibretler vardır"
Tefekkürle aynı kökten meydana gelen kelimeler, Kur'an'da on sekiz yerde
geçmektedir. Kur'an'da birçok âyette, akıl erdiren, düşü-nen, bilen insanlar
için ibretler vardır denmekte ve tefekkür anlamını ifâde eden pek çok kelime
kullanılmaktadır. Olumlu tefekkür olduğu gibi, olumsuz tefekkür de vardır.
Doğru olmayan tefekkürün neticesi de doğru olmaz. Ancak salim kalbe sahip olan
insanların tefekkürü sağlıklı olabilir. İslam dininin istediği tefekkür, hiç
şüphesiz sağlıklı olanıdır. İnsanları bu olumlu tefekküre davet eden âyetlerden
birisi işte bu âyettir: "Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın
korkusundan onu, baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu m
İslâm'ın bu kadar önem verdiği olumlu tefekkür, insanı taklit-çilikten
kurtarmaktadır. Meselâ, "dünya hayatı geçicidir; ahiret hayatı ise
ebedidir. Ebedi olan şeyi geçici olan şeyden üstün tutmak daha iyidir"
şeklindeki bir nasihati dinleyip ahiret için çalışan insan, başka-sını taklit
ederek kendisini iyi yola sevk etmiş olur. Fakat tefekkürün yani derin bir
düşüncenin neticesinde bu kanaate varan ve ona göre bilinçli hareket eden kişi,
her zaman için daha kârlı çıkar. Bilerek kötü şeyden korunmuş ve iyiyi tercih
etmiş olur. Aynı zamanda başkalarını taklit etmekten kurtulur; kendisi
başkalarına yol gösterir.
'Tefekkür',
fikr kökünden türemiştir. 'Fikr', bilinenden bir ilme (kesin bilgiye) ulaşma
kuvvetine denir. Bir başka deyişle, fikr, görgü ve bilgileri bir tertibe koyup
bildiği şeyi düşünmek, sonu önceye bağ-lamak demektir. 'Tefekkür' ise, 'fikr'
kuvvetinin hareket etmesine, fikir faâliyetine denir. Bu, herhangi bir şey
hakkında düşünme, kafa yor-ma, zihni çalıştırma, işin şuuruna varma
anlamındadır. Aslında bütün zihin faâliyetlerinin yeri kalptir. Kişinin bir
şeyi bilmesi, onun farkına varması, bir şeye şâhit olması, bilginin kendisi
için kesinlik kazanması (yakîn) gibi faâliyetler kalbin işlerindendir. Bunlar
arasında şuur, du-yuların dış dünya ile ilişkiye geçmesi sonucu oluşan ve kalbe
ulaştığı zaman belli bir bilgi meydana getiren şeydir. İnsan, bir şeyin
şuuruna, yani farkına vardıktan sonra, şuuruna vardığı şeyler hakkında
düşün-meye, kalbinde onlar hakkında bir iz bulmaya başlar. İşte kalpteki bu
faâliyetin adı tefekkürdür.
'Tefekkür',
bilinen birtakım şeylerle, kesin bir bilgiye ulaşabil-me gücünün hareketidir.
Kalbin, bir şeyi tanıma, bilme ve o şey hak-kında bir bilgiye ulaşma
çalışmasıdır. 'Tefekkür' faâliyeti tamamen in-san kalbinin bir faâliyetidir.
Hayvanlar hakkında kullanılmadığı gibi, 'Allah fikir sahibidir, Allah tefekkür
etti' de denilmez. 'Tefekkür' bir an-lamda kalpte bir sûretin (bir şeklin)
meydana gelmesine imkân tanır. Halbuki Allah (c.c), her türlü sûretin, şeklin
üzerinde olduğu gibi, zâten ilmiyle her şeyi nasılsa öylece bilir. O'nun,
varlıkların sûretleri üze-rinde -insan gibi- fikir sahibi olması düşünülemez.
Allah'ın
(c.c) varlığı hiçbir zaman kavranılmaz, hiçbir sûretle (şekille)
nitelendirilemez. Bu bakımdan O'nun şekli (sûreti) hakkında değil de,
yarattıkları veya verdiği ni'metleri, gözler önüne serdiği âyet-leri hakkında
düşünülür, tefekkür edilir. Allah'ın (c.c) varlığı O'nun â-yetleriyle bilinir
ki, buna da 'ma'rifet' denilir. Bu anlamda O, ne düşü-nülendir
(mütefekker'dir), ne de ma'lumdur (bilinen'dir). Ancak, O ma'-ruftur, yani
âyetleriyle tanınandır. Allah (c.c) düşünen (mütefekkir) de değildir. Bu
bakımdan O'nun gönderdiği vahy, yani İslâm bir fikir ola-maz.
Kur'an'ın
ifâdesine göre 'tefekkür', Allah'ın kelimeleri, âyetleri, yarattığı nesneler,
tüm varlıklar, oluşlar ve O'nun tarafından meydana getirilen olaylar üzerinde
kafa yorup aklı çalıştırarak düşünme, ibret alma, bunların arkasındaki gerçeğe
ulaşma, bir anlamda Allah'ın Rabliğine varma faâliyetidir.
Nitekim
Kur'an, birtakım nimetleri veya oluşları saydıktan sonra, insanları tefekkür
etmeye çağırıyor. Bu tefekkür insanı, nesnelerin ve olayların dış kabuğunda
takılı kalmaktan alıkoyacak, onu İlâhî gerçeğe götürecektir. Bu tefekkürden
mahrum olanlar, eşyanın yaratılışının
hikmetini, olayların arkasındaki kudret elini, yaratılıştaki sırları ve
Yüce Rabbin büyüklüğünü anlamazlar. Onlar dış görünüşlerle, kaba bilgilerle,
eşyaya güçleri yettiği kadar sahip olmakla uğraşırlar. Bilimsel bilgilere
ulaşsalar bile, bütün oluşumların, görünen şeylerin arkasındaki hikmeti düşünmezler.
Ama iman edenler, Allah'ın âyetlerini ve bunların hikmetini düşünerek, bunların
niçin yaratıldığını anlamaya çalışırlar. Sonra da âlemlerin Rabbi Allah'a
teslim olurlar.
Tefekkür
etmek, Kur'an'ın bir emridir. Kalbin bu faâliyetiyle mü'min, hem Allah'ın
ni'metlerini düşünerek ibâdet eder, hem birtakım konularda bilgiye ulaşır, hem
kalbini lüzumsuz işlerden uzaklaştırır, hem de kişinin kendisine kendini
hatırlatır. Tefekkür eden kişinin kalbi değişir. Kalbin iyi yöne doğru değişmesi,
kişinin ahlâkının iyiye doğru gitmesinin başlangıcıdır. Allah'ı, O'nun
âyetlerini, ölümü ve ölümden sonrasını, hesabı ve cehennemi çok düşünenler,
elbette kendilerine çekidüzen verenlerdir.
Kur'an,
insanları akıllarını kullanmaya, tefekkür etmeye, ibret almaya dâvet ediyor.
Kur'an, bazı konuları dile getirdik-ten sonra, "şüphesiz bunda tefekkür
eden bir topluluk için ibretler var-dır" demektedir. İşte onlardan birisi
de bu âyettir: Eğer Kur'an bir da-ğın tepesine indirilseydi dağ paramparça
olurdu. Allah (c.c) böyle ör-nekleri insanlar tefekkür etsinler diye
vermektedir.
Bundan sonra Rabbimiz bize
kendisini tanıtacak. Esmâsın-dan söz edecek ve her bir esmâsı karşısında bizden
bir şeyler isteyecek, tavır isteyecek. Bakın şöylece tanıtmaya başlıyor:
22. “O, görüleni de görülmeyeni de bilen, kendisinden başka tanrı
olmayan Allah’tır. O, acıyıcı olandır, acıyandır.”
O Allah’tır. Zâtında tüm
yücelikleri toplayandır. Kendisine kulluk yapılacak, itaat edilecek, sözü
dinlenecek, çektiği yere gidilecek tek varlıktır. Kendisinden başka kendi
özelliklerine sahip başka hiçbir İlâh olmayan Allah’tır. Dışındaki tüm
varlıkların tamamının boynundaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, tüm
varlıkların kendisinin kulu olduğu varlık O’dur. Her varlığın kendisine mahsus
bir kulluk programı vardır. Tüm varlıklar için böyle olduğu gibi, insan için de
böyle olmalıdır. İnsan sadece Allah’a kul olmalı, sadece Allah’ı dinlemelidir.
Allah’tan başkalarına boyun bükmemeli, Allah’tan başkalarına itaat etmemelidir.
Çünkü Allah tek İlâhtır. Kendisinden başka İlâh olmayandır. İnsan sadece O’nu
İlâh bilecek, sadece O’nun arzularını gerçekleştirecek, itirazsız ve gönül
rahatlığı içinde sadece O’nun isteklerini yerine getirecek, sadece O’nun
uğrunda, O’nun yolunda can ve mal feda edecek, sadece O’nun için hayat
yaşayacak, sadece O’nun hayat programını uygulayacak, hâsılı boynundaki kulluk
ipinin ucunu sadece O’nun eline verecektir.
Çünkü göklerde ve yerde tek İlâh,
tek Velî Allah’tır. Tüm varlıklar adına,
tüm kulları adına onlara sormadan onlar adına karar ver-me makamında olan tek
varlık Allah’tır. Tüm varlıklar adına kanun koymaya, onlara din ve şerîat belirlemeye,
onlara hayat programı çiz-meye yetkili tek varlık Allah’tır. Çünkü onları
yaratan O’dur. Onların sahip oldukları her şeylerini onlara lütfeden O’dur;
sonunda onları öldürecek ve hesaba çekecek olan da O’dur. O’nun dışında hiçbir
kimsenin bu konuda tek kelime bile söz söylemeye hakkı yoktur. Allah-tan başka
hiçbir kimsenin kanun yapmaya, Allah’tan başka hiçbir kim-senin din belirlemeye,
hayat tarzı koymaya, hayat programı belirleme-ye hakkı yoktur. Din koyucusu
sadece Allah’tır. Hayat programını belirleyici sadece O’dur. Çünkü tüm
varlıklar O’nundur, herkes ve her şey O’nun kuludur, O’nun mülküdür ve mülkünde
söz hakkı da O’na aittir. Bizler böylece inanarak ve Allah’tan başka İlâh
olmadığına şahadette bulunarak imanlarımızı ortaya koymak zorundayız.
Gaybı bilen
de Allah’tır. Bilinen, bilinmeyen, görünen, görülmeyen âlemleri bilen sadece
Allah’tır. Gayb bilgisi sadece Allah’a aittir. Gaybının anahtarları sadece
O’nun elindedir. Rabbimiz bu bilgisinden melekleri vasıtasıyla peygamberlerine
bir şeyler aktarmıştır. Öyleyse anlıyoruz ki bizim insan olarak şu görünen,
bilinen âlemle alakalı bilgilerimiz de eksiktir, yanlıştır. Onların en doğrusunu
bilen de Allah’tır. Onun içindir ki bu dünya hayatında insanlar sürekli değişik
nazariyeler ortaya atmaktadırlar. Bir sonraki bilgileri, bir sonraki düşünceleri
bir öncekine nazaran farklıdır. Herkes ayrı şeyler düşünmektedir. Yasalar, yönetmelikler,
fikirler, düşünceler değişmektedir.
Yine Allah
Rahmân ve Rahîmdir. Kullarına karşı son derece merhamet sahibidir. Rabbimizin
genel rahmeti altında olmayan, O’-nun genel rahmetinden istifade etmeyen bir
tek varlık yoktur. Özel rahmetine ise yarın cennete sadece mü’minler lâyık olacaklardır.
İşte kullarına karşı bu rahmeti gereği Rabbimiz bize bilgilerini açmakta, biz
kullarına kitap göndermektedir. Rahmeti gereği kullarını yaratmakta, yaşatmakta,
doyurmakta, beslemektedir. Rahmeti gereği kullarının dönüşünü kabul etmektedir.
Rahmeti gereği kullarının seyyiatlarını hasenata çevirir. Her an kullarına
rahmet kapıları açar.
23. “O, kendisinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik
veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu
olan Allah'tır. Allah putperestlerin koştukları eşlerden münezzehtir.”
Allah kendisinden başka İlâh
olmayandır. Sık sık kitabında Rabbimiz bu özelliğini vurgular. Çünkü bu
göklerin ve yerin üzerine kurulduğu yasadır. Gökler ve yer, göklerde ve yerde
olanların tamamı işte bu tevhid esasına göre kurulmuştur. Tüm kâinatta
Allah’tan başkalarını İlâh kabul etmeme yapısı vardır. Güneşler, aylar, yıldızlar,
yerler, gökler, dağlar, taşlar, hatta insanın tüm âzâları sadece bu de-ğişmez
yasaya, Allah’a kulluk yasasına teslimdirler. Onun içindir ki insanın da bu
yasaya teslim olması gerekir. Fıtratıyla teslim olduğu bu Allah yasasına
iradesiyle de teslimiyet göstermesi gerekir.
Allah
Meliktir, Mâliktir. Her şeyin sahibi ve Mâliki O’dur. Mülkün sahibi O’dur.
Göklerde ve yerde ne varsa sadece O’na aittir. Mülk elinde olan ve onu
kullarından dilediğine verendir. İşte geçici olarak o mülkünü insanlara
vermiştir. Tabii kâfirlere de vermiştir Rabbimiz. Mülk O’nun olunca da mülkü
konusunda söz sahibi de O olacaktır. Mülkünde yasa belirleme, mülkü konusunda
hayat programı tespit etme konusunda söz hakkı sadece O’na aittir.
Kuddûs’dur
Allah. Mübarektir. Tertemizdir, kusursuzdur, mükemmeldir, ayıbı, lekesi, kusuru
yoktur. Zâtı temiz olduğu gibi, mülkü de
temizdir. İnsanlar müdahale edip bozmadıkları sürece tüm mülkü temizdir
Rabbimizin. Kulları adına belirlediği hayat programı da, dini de temizdir.
Yarattığı her şeyde bir hikmet, temizlik ve güzellik vardır.
Allah
Selâmdır. Kullarına selâmet verendir. Kullarına selâmet, esenlik verendir.
Allah selâmdır, kullarını selâmet yurdu olan cennete çağırmakta, cennet
yollarını göstermektedir. Cennet yollarını açmak için insanların önlerine kitap
koymuş, peygamberler koymuştur.
Evet, Allah’ın
selâm diye bir adının olduğunu biliyoruz. Hattâ İşte Haşr sûresinin 23. âyeti
Allah’ın bu adını bize hatırlatıyor. Allah selâmdır. Hem teslimiyet dini olan İslâm’ı
ortaya koyandır, hem kendisine teslim olunması gerekendir, hem esenlik
verendir, hem esenlik yurdu olan cennetin sahibidir, hem sadece onunla selâmete
ulaşılan, o selâmda tutarsa, o selâmete erdirirse ancak o zaman selâmette olunur.
Selâm;
esenlik demektir. Selâm; gamsız, dertsiz, kasavetsiz, çilesiz, sıkıntısız,
üzüntüsüz, yâni her tür olumsuzluktan uzak bir ortam demektir. Bu anlamıyla
selâm; ancak cennetteki hayatın adıdır. İşte Kur’an bize cenneti, belki de o
sebeple; “dâru’s selâm” diye tanıtır. Selâm yurdu, selâmet yurdu. Selâm;
selâmette olmaktır. Rahat ve huzur içinde bulunmaktır. Gamsız kedersiz olabilmek,
üzüntüden uzak bulunmak demektir. İşte ondan dolayı bir müslüman bir müslüma-na
selâm verir. Sadece müslüman, müslümanla selâmlaşır. Böylece der ki; “Allah
sana selâm versin, Allah seni selâmda kılsın, ya da Allah seni dâru’s selâmda,
yâni cennette kılsın” İşte bu sadece müslü-man için söylenir.
Namazdan
sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz; “Allahümme entes selâm ve minkes selâm” dememizi
ister. Aynı konu değil mi? Selâm veriyoruz namazda, “esselâmü aleyküm ve
rahmetullah” diyoruz. Dönüp bir de sol tarafımıza selâm veriyoruz. İşte
namazdayken insan aslında Allah’ın selâm sıfatını canlı bir eylem olarak
hatırlıyor, bunu da sözlü olarak ifade ediyor arkasından. “Allah’ım, sen selâmsın,
selâmet de sendendir” diyerek.
Zeynep
Gazâlî zindanda beni selâm kurtardı diyor. Ben namazla yalnız olmadığımı
anladım diyor. Allah’la beraber, meleklerle beraber olduğumu anladım diyor.
Aslında
selâm ve selâmet insanın yarınki özleminin adıdır. Cennet özleminin ifadesidir.
Müslümanlar bir birlerine işte böyle dua etmelidirler karşılaştıklarında. Yâni;
“ey kardeşim, Allah sana cennet versin! Cennete gidesin” demelidirler.
Müslümanlar hangi şart altında olurlarsa olsunlar buna fırsat kollarlar, imkân
ararlar. Meselâ koşuyor biri, diğeri duruyor. Birisi yürüyor, diğeri bekliyor.
Veya ayaktadır birisi, diğeri oturuyor. Biri tek başına, ötekileri çoktur. Birisi
binitlidir, diğeri yayadır. Ne fark eder? Karşılaştılar mı mutlaka bir
birlerine selâm vermelidirler. Ama bunun da bir kuralı vardır elbette. Daha bir
hareket halinde olan, daha bir etkin durumda olan, daha bir çok olan diğerine
selâm versin. Ayakta olan oturana, yürüyen durana, koşan yürüyene, binitli olan
yaya gidene, az olan çok olana selâm versin. Bunlar kolay, zaten alışkanlık
haline getirdiğimiz bir dua modeli. Selâmün aleyküm ve aleyküm selâm. Ama
önemli olan karşımızdaki cennetlik olasın, Allah sana cennet versin, ben senin
için cennet diliyorum diyebilmektir. Hattâ sahabeyi görüyoruz, eğer birlikte
yürüyen iki kişinin arasını bölecek bir ağaç çıkmışsa karşılarına, ağaçtan
sonra tekrar yan yana gelmişlerse yine bir birlerine selâm veriyorlardı. Ama
değmez miydi? Fırsat değil miydi? Bunu değerlendirmek zorunda değiller miydi?
Yâni bir birlerine Allah sana cennet versin demeli değiller miydi?
Ama bu
konuda dikkatli olacağımız bir bölümü de söyleyelim inşallah. Bunu bir reflekse
dönüştürmemeliyiz. İçimizden biri girse ya-nımıza; “Selâmün aleyküm” çıksa
dışarıya tekrar girse; “Selâmün a-leyküm” sonra otursa; “Selâmün aleyküm”.
Hattâ birimizin önüne gelse “Selâmün aleyküm” ötekisinin önüne gelse “Selâmün
aleyküm” herkese tek tek selâm verse. Öyle olmaz galiba değil mi? Müslümanlar
birinin yediği yemeğin artığını bir başkalarına ikram edebilirler, bu güzel bir
şeydir. Ama özellikle öyle yapmaya çalışmak, yani hep karşısındakine artık
sunmaya çalışmak ne kadar abes değil mi? Birisi bir bardaktan su içmiş, arta
kalanı da diğer bir müslüman içivermiş, ne kadar güzel. Ama bu işi kural haline
getirip, hayır sen bundan bir yudum al, ben de senin artığını içmek istiyorum
demenin anlamı yoktur. İşte selâm konusunda da hayatı yaşarken selâmlaşmanın
önemini anlamaya çalışıyoruz.
Allah
Mü’mindir. Allah imanı ortaya koyandır, imanı gösterendir, imana sevk eden,
imana çağırandır. Allah emindir, emniyeti ortaya koyandır, kullarına emniyet
verendir, kullarını emniyete ve güvene sevk edendir. Kalpleri emniyete, güvene
kavuşturan O’dur. Kalplerden korkuyu atan O’dur.
Müheymin’dir
Allah. Her şeyi denetleyen, her şeyi kontrol eden, her şeyi murakabesi altında
tutandır. O’nun denetiminden, O’-nun gözetiminden uzak kalabilecek hiçbir
varlık yoktur. Hiçbir zerre yoktur ki O’nun bilgisi ve murakabesi altında
olmasın.
Allah
Azîzdir, yenilmezdir. Allah, izzet ve şeref sahibidir.
Cebbâr’dır
Allah. Kullarına istediğini, dilediğini yaptırandır. Kullarına hükmedendir. O’nun
iradesinin, O’nun emrinin önüne geçebilecek hiçbir varlık yoktur. Kimse O’nun
iradesini engelleyemez. Kimse O’nun hükmünü sınırlayamaz. Cebbâr’dır Allah.
Yaraları saran, gönülleri dindiren, dertlere şifa verendir. Gönüllere huzur ve
sükûnet veren O’dur.
Mütekebbir’dir
Allah. Büyüktür. Büyüklenmek hakkına sahip olandır. Çünkü tüm yüce isimler, tüm
yüce sıfatlar sadece O’na mahsustur. Bizler O’na karşı küçüldükçe küçüleceğiz,
mütevazı davranacağız. Rasûlullah Efendimizin; "Kalbinde hardal
tanesi kadar iman olan hiç bir kimse cehenneme girmez; kalbinde hardal tanesi
kadar tekebbür bulunan hiç bir kimse de cennete giremez"
(Müslim,
İman, 147, 148, 149)
(Ebû
Dâvud, Libâs, 26)
Bu
hadis-i şerifin Müslim'in es-Sahih'indeki bab başlığı, "kibrin haram
olması ve bunun açıklanması" şeklindedir. Buradan da anla-şılacağı gibi
kibir haram olan kötü huylardan birisidir. Hadisteki ifade kibirli insanın
cennete giremeyeceğini anlatmaktadır. Ancak buradaki kibir, Allah'a ve
Peygamber (s.a.s)'e karşı olan kibirdir. Ahlâkî bir ö-zellik olarak kibir,
başkalarını küçük görmek ve onlarla alay etmek anlamıyla düşünülürse bu özellik
insanı dinden çıkaran bir özellik değildir. Ancak haramdır, insanı dinden çıkarabilecek
fiiller işlenmesine sebep olabilir. Böyle bir özellik sahibi de cehennemde
kibrinin cezasını çektikten sonra Allah'ın afv ve mağfiretiyle cennete
girecektir, Nitekim bir âyet-i kerime'de Allah Teâlâ: "Biz onların kalplerindeki
kin ve hasedi çıkaracağız" (Hicr,47) buyurarak, cennete giren insanların
kal-binden dünyadaki ahlâkî kusurlarının temizleneceğini anlatmaktadır.
Bu
konudaki bir başka hadis-i şerif şöyledir: "Kendini büyük gören yahut
kibirli kibirli yürüyen kimse Allah'ın huzuruna, Allah ken-disine gazaplanmış
olarak çıkar" (Ahmed b. Hanbel, II, 118). Bu hadis kibirlinin âhiretteki
durumunu gözler önüne sermektedir. Bu tür bir ga-zab-ı ilâhiye sebep olarak Hz.
Peygamber insanın elbisesini sürüye-rek çalım satmasını ve kibirlenmesini de
göstermiş ve: "Elbisesini ki-birle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet
nazarı ile bakmaz" (Müslim, Libâs, 42) buyurmuştur. Bu hadis-i şerifler
ahlâkı bir kusur olan kibrin Allah nezdinde ne derece kötü kabul edildiğini
anlatmak-tadır. Bir başka kibir şekli olan hakka karşı büyüklenmek ise kâfirlikle
bir kabul edilmiş ve lanetlenmiştir. Hz, Peygamber şöyle buyurur:
"Mütekebbirler kıyamet gününde, insan yeklinde küçük karıncalar gibi
hasredilir. Bütün her taraflarından zillet onları kuşatır..." (Tirmizî,
Kıyâ-me, 47; Ahmed b Hanbel, II, 179).
Hz, Peygamber,
kibirlilerin cehenneme gireceğini şöyle anlat-mıştır: "Cennet ile cehennem
münakaşa ettiler. Cehennem şöyle de-di: "Bana zâlimlerle kibirliler girecek"
Cennet onu şöyle cevapladı. "Bana zayıflarla yoksullar girecek" Bunun
üzerine Allah (c.c) berikine "Sen benim azabımsın seninle dilediğime azap
ederim" buyurdu. Öte-kine de "Sen benim rahmetimsin, Seninle
dilediğime rahmet ederim Sizin her biriniz için dolu dolu insanlar var"
(Müslim, Cennet, 34, 35, 36) buyurdu. Bu konudaki kudsi bir hadis-i şerifte
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Kibriyâ ridam, azâmet izârımdır. Kim bu
ikisinden herhangi birinde benimle çekişirse onu cehenneme atarım" (Ebû
Dâ-vud, Libâs, 25; İbn Mâce, Zühd, 16).
Hz.
Peygamber (a.s) kibri zemmettiği gibi, kibrin müspet karşı-tı olan tevâzuu da
övmüştür. Bir hutbelerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah azze ve
celle bana şöyle vahy etti: Mütevazı olun, öyle mütevazı olun ki, biriniz
diğerine karşı övünmede bile bulunma-sın" (ibn Mâce, Zühd, 16)
İslâm
bir ahlâkî kusur olan kibri yasaklamıştır. Böyle bir kibir haramdır, Allah'ın
rahmetinden kovulma sebebidir. Ancak bir kibir da-ha vardır ki Kur'an bunu
"Müstekbir" ifadesiyle ifade etmiştir. Müs-tekbirler Allah'ın arzında
bizzat kendi güzelliklerini tesis etmek için gayret gösteren azgınlar ve
zorbalardır. Bunlar Allah'ın kullarını kendi köleleri yapmak için Allah'ın
dinine karşı büyüklenirler. Allah Teâlâ bu çeşit insanlar için şöyle
buyurmaktadır: "İşte âhiret yurdu; Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve
bozgunculuk çıkarmayı istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) sonuç
muttakilerindir" (el-Kasas, 28/83).
Demek
ki bir adamda kibir varsa iman yoktur, iman varsa da kibir olmaz. Yâni ikisi
birlikte olmaz. Peki kibir nedir? Bizi cennetten uzaklaştırıp cehenneme
götürecek olan kibri bir tanıyalım. Bunu tespit etme, her konuda olduğu gibi
Allah ve Resûlüne aittir. Zira cennet ve cehennem konusunda söz sahibi Allah ve
Resûlüdür. Cennete gitme ve cehenneme yuvarlanma konusunda yetki Allah ve Resûlünündür.
Allah ve Resûlünden başka hiç kimsenin bu konuda yetkisi yoktur.
Kibir;
orada bulunan o sahabenin anladığı gibi elbisenin güzelliği değildir. Tamam,
kişi elbisesinin güzelliğinden hoşlanır, ama bu hoşlanma İslâm’ın çerçevesinde
olmalıdır. Meselâ bir sahabe mescide girer, elbisesinin etekleri biraz
uzuncadır. Onu gören bir başka sahabe ikaz eder; kardeşim, bu elbisen olmamış
der. Berikisi sorar; peki nasıl olmalıydı? Uyaran sahabe der ki; ben
Resûlullah’tan duydum ki elbise şöyle diz kapaktan bir karış aşağıda olacak, bu
kadar uzun olmayacak. Uyarılan sahabe de bunu duyunca hemen o uzunluğu
yırtıverir oracıkta. Çünkü amel etmek üzere öğrenmişti onu. İşte Resû-lullah’ın
emridir diye elbisesini o şekilde kısaltan kişi, onu o şekliyle sevecektir.
Zira sevgisi, hevâsı, hevesi Resûlullah’ın sevgisine, getirdiğine teslim
olmuştur. Değilse efendim işte bu elbise çok güzel. Niye? İpekten, zebercetten,
zümrütten imal edilmiştir, hayır. Elbise sünnete uygunsa güzeldir ve
sevilecektir. Allah güzeldir, güzeli sever. O halde Rabbimizin din olarak, hayat
programı olarak bize sunduğu her şey güzeldir. Meselâ namaz güzeldir, oruç
güzeldir, infak güzeldir. Niye? Allah istedi, Allah güzel gördü diye. Ama bir
kadının başını açarak sokağa çıkması güzel değildir. Niye? Allah güzel demedi
diye.
Kibiri
tarif etmeye çalışıyordum; hak karşısında, Allah’ın ve Resûlünün hak dedikleri
karşısında, bu hakka teslim olmayarak kendi haklılığını savunan kişi
kibirlidir. Kendi haklılığı konusunda Allah ve Resûlünün dediklerinin
haksızlığını savunan kişi kibir sahibidir. Allah haktır, Allah’ın hak dedikleri
haktır, Kur’an haktır, din haktır, peygamber haktır, Allah’tan gelenlerin
tamamı haktır. Kendini, kendi bilgisini, kendi anlayışını Allah’tan gelen bu
haklara tercih eden kişi kibirlidir. Allah’ın hakla gönderdiği, hak olarak
gönderdiği, haklı olarak gönderdiğini hak olarak kabul etmeyen ve onların
dışında hak arayan kişi asla cennete giremeyecektir. Bir tek âyetin, bir tek
hükmün bile haksızlığına hükmeden kişi cennete giremez.
Yine
kendisini insanlardan üstün gören, insanlara tepeden bakan kişi de kibir
sahibidir. Neden? Çünkü Allah bizi imtihan ediyor. Kimisine vererek, kimisinden
de alarak imtihan ediyor. Kimisine el ve-rerek, kimisine de vermeyerek,
kimisine mal vererek, kimisine de ver-meyerek. Bu, Allah’ın takdiridir. Verilen
kendisi bulmuş olmadığı gibi, verilmeyen de kendisi kaybetmiş değildir. Onun
sorusu öyledir, ötekisininki de böyledir. Öyleyse bir insanın kendisine
verilenleri bir imtihan sorusu, bir imtihan vesilesi değil de, bir üstünlük
sebebi kabul ederek kendisini diğer insanlardan üstün görmesi ve de Allah’a
karşı kendisini garanti konumunda hissetmesi kibrinin alâmetidir.
Büyüklenmek,
büyüklük taslamak, ululuk iddia etmek. Kendini başkalarından yüksek görerek
onları aşağılamak. Şeytan'a ait bir ö-zellik olan kibir, onun Hz. Adem'e secde
etmesini engellemişti.
Küfür
ve inkârın en önemli sebebi kibirdir. Bunu Hz. Adem (a.s)'ın kıssasında görmek
mümkündür. Nitekim şeytan'ın kibrinden dolayı isyanından sonra, inkâr ve isyan edenlerin
çoğu kibir nedeniyle isyan etmişlerdir. Hz. Musa'nın apaçık delilleri
karşısında Firavun in-kâr etmişti. "Sonra da Musa'yı ve Harun'u, firavun
ve topluluğuna mu-cizelerimizle gönderdik. fakat onlar, kibirlendiler ve suçlu
bir kavim ol-dular" (Yûnus 10/75).
Hz.
Peygamber (s.a.s) döneminde inkâr eden zengin ve ileri gelen insanlar kibir
neticesinde inkar etmişlerdir. Bu durum Kur'an-ı işte bu âyet-i kerim'de
anlatılmaktadır: "En sonunda da sırt çevirdi. Büyüklük tasladı ve şöyle
dedi: "Bu eskilerden kalan bir sihirden baş-ka bir şey değildir"
Zenginlik,
ululuk ve makam sahibi olmakla kibrin yakın alaka-sı, Allah Teâlâ'nın beytan'a
şu hitabında görülmektedir: "Kibirlendin mi, yoksa kendini yüce mi zannettin?"
(Sâd,
38/75),
Kibir
inkârda önemli bir rol oynadığından Allah Teâlâ Kur’an'da kibirden ve bu
kelimenin türevleri olan istikbâr, müstekbir ve kibriya'-dan sık sık
bahsetmektedir, Hz, Nuh (a.s) oğluna vasiyet ederken "iki şeyden seni men
ederim, biri şirk diğeri kibirdir" buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, I, 170).
Ebu
Reyhâne (r,a) Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle rivâyet et-miştir: "Cennete
kibirden hiçbir şey giremez". Orada bulunanlardan biri şöyle dedi:
"Ey Allah'ın Resulü! Ben, kamçımın şaklaması ve a-yakkabımın sağlamlığı
ile güzel görünmekten hoşlanırım, bu kibir mi dir?" Hz, Peygamber (s.a.s)
"Hayır bu kibir değildir. Allah güzeldir gü-zeli sever, kibir hakkı küçük
görmek ve başı gözü ile insanlarla alay etmektir" buyurdu.
(Müslim,
İman, 47)
Bu
hadis-i şerif hakk karşısındaki alaycılık ve inkârın kibir ol-duğunu anlatmakla
birlikte insanlarla alay etmenin kibirden kaynak-landığına işaret etmektedir.
Hz. Peygamber yanında sol eli ile yemek yiyen bir adama "sağınla ye"
demiştir. Adam "sağımla yiyemiyorum" deyince Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Yiyemez ol; Bu adamın sağıyla yemek yiyemiyorum demesi
yalnızca kibrindendir"
(Müslim,
Eşribe, 107).
Hadiste
geçen “zerre kadar” ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Zerre kadar iman.
Meselâ bir adamın elinde yiyebilecek bir lokması varsa, onun ekmeği var
demektir. Ama onu şarapla yoğurmuşsa, bir ton ekmeği varsa bile onun ekmeği yok
demektir. Veya bir adamın bir damla suyu varsa bile, onun suyu var demektir.
Ama bir tanker suyu olan bir adamın bu suyunun içine bir damla şarap karışmış
olsa, bu adamın suyu yok demektir. İşte iman da böyledir. Onu yok edecek,
nakzedecek küfür ve şirki yoksa, zerre kadar da olsa o-nun imanı var demektir.
Ama aksi söz konusuysa, o zaman hiç imanı yok demektir.
Bir de
burada yıllardır insanların birbirlerine naklettikleri ve kimi müslümanların
sanki can simidi gibi tutunmaya çalıştıkları, israflarına, gayri İslâmî
harcamalarına delil göstermeye çalıştıkları bir hadisten söz etmek istiyorum.
Hani Allah’ın Resûlü bir hadislerinde; “Allah kuluna verdiği nimeti onun
üzerinde görmek ister.” Buyuruyordu. Evet Allah kuluna bir nimet vermişse, onun
eserini kulunun üzerinde görmek ister. Bunun için müslümanlar zenginliklerine
göre farklı elbiseler giymeye, farklı sofralarda oturmaya, farklı arabalara
binmeye çalışıyorlar. Eh Allah görecek ya nimetinin eserini üzerlerinde. Hep
böyle anladılar müslümanlar bu hadisi. Halbuki burada kastedilen o değildir.
Burada anlatılmak istenen; Allah bir kişiye bir milyar mı verdi, o bir
milyarlık bir infakta, Allah için Allah kullarına harcama yaparak, on milyar mı
verdi, o da on milyarlık bir infakta bulunarak nimetin eserini üzerinde,
hareketlerinde, tavırlarında gösterecektir. Öyle ya, adamın on milyarlık mı,
yüz milyarlık mı olduğunu nereden bileceğiz? Ne miktar nimete sahipse adam,
bunu gösterecek ki herkes bilecek. Ama müslümanlar bu hadisi böyle değil de hep
işte atı, arabası, elbisesi, sofrası farklı olacak şeklinde anlamaya çalıştılar.
Öyle değil, C. Hak kuluna bir nimet vermişse ilim gibi, beden gibi, evlât gibi
bunun karşılığında kulundan şükür istiyor Rabbimiz. Şükür de elbette o nimet
cinsinden olacaktır.
Meselâ
size göre eğer bana ilim nimeti verilmişse, ben burada susmayacağım, bu nimeti
size aktararak üzerimde nimetin eserini göstereceğim. İnsanlar benim üzerimde
görmeliler bu nimetin eserini. Veya eğer Allah birine çokça para vermişse nimet
olarak, o da onu Allah kullarına harcayarak, infak ederek bu nimetin eserini
gösterecek üzerinde. Kendisi bizzat gidip ihtiyaç sahiplerini bulmalı iken, bunu
yapmadığı halde, bir de üstelik ayağına kadar istemeye gelenlere; kim ya hu,
ben de para mı var ki istiyorsunuz? Demeyecek. Nimetin eserini gizlemeden,
örtmeden yana olmayacak. Gerçekten bu çok garip bir tavırdır. Neden? Çünkü C.
Hak hem peygamber efendimiz aracılığıyla malın, ilmin, sağlığın, sıhhatin,
elin, ayağın, paranın nerelerde sarf edileceğini bildirecek, hem de bunun
sarfını bize bırakacak, olacak şey midir bu? Allah bu konuda, her konuda
müslümanlara basîret versin, anlayış versin inşallah.
Allah
insanların O’na ortak koştuğu şeylerin tamamından münezzehtir, uzaktır. Biz
Allah’ı böylece tesbih ederiz. Tarih boyunca bir kısım cahiller tarafından
Rabbimize ortak koşulan şeylere karşı Rab-bimizi tesbih edeceğiz.
Rabbimizin
bu âyetleriyle bildik, anladık ve iman ettik ki, Rab-bimiz kendisinden başka
İlâh olmayan, gayb ve şahadet âlemini bilendir. Sadece bilen O’dur. Bilgi konusunda
müşrikler Allah’a ortak koşuyorlar. Allah yanında kendilerinin de bilgi sahibi
olduklarını, ya da bilgi sahibi insanlar olduklarını iddia ediyorlar. İşte şu
anda böyle söyleyen kâfirleri görüyor, duyuyoruz. “Efendim artık çağımız bilgi
çağıdır! Yani artık dinin de, kitabın da, peygamberin de çağı geçmiştir. Allah
bilgileri artık bizim işimize yaramaz. Bunların modası geçmiştir. Allah
ekonomiyi bilmez, biz ilimle, kurduğumuz üniversitelerle istediğimiz neticelere
ulaşabiliriz. Allah eğitimden anlamaz, eğitimin yasalarını biz belirleriz” diyorlar.
İşte şu anda insanlar hâşâ Allah’a meydan okuyorlar. Yani kendi bilgilerini
Allah’a alternatif olarak sunmaya çalışıyorlar ki, bu şirktir, küfürdür.
Rabbimiz
yine bu âyetlerinde kendisinin Rahmân ve Rahîm oluşunu açıkladı. Bakıyoruz
insanlar insanlara karşı çok merhametli olduklarını iddia etmeye çalışıyorlar.
İnsanları Allah’tan daha iyi düşündüklerini iddia ederek bu konuda kendilerini
Allah’a ortak koşmaya çalışıyorlar. Allah kendisini yegâne kulluk edilecek,
yasa belirleyecek İlâh olarak tanıttığı halde, bakıyoruz insanlara yasa koymaya
çalışanlar kendilerini O’na ortak kabul ediyorlar. Veya bunların yasalarına
itaat edenler, bunları yasa belirleme hakkına sahip kabul edenler de Allah’a
şirk koşuyorlar. Biz bunların hepsini reddediyoruz. Rabbi-mizi tesbih ediyoruz.
Sübhanallah, ya Rabbi biz Seni tesbih ederiz, Sen bunların ortak koştuklarının
tamamından uzaksın münezzehsin diyoruz. Rabbimiz işte burada bizden bunu
istiyor.
Allah yine
burada bize kendisinin Melik olduğunu, Mâlik olduğunu bildirdi. Allah’ın bu
ismiyle de insanlar O’na ortaklar koşuyorlar. “Mâlik biziz, mülkün sahibi biziz.
Bu mülk bizimdir, her şey bize aittir” diyorlar. “Saltanat bizimdir, egemenlik
bizimdir” diyorlar. Biz bunu da reddedeceğiz. Mülkün sahibi, mülkünde söz
sahibi Allah’tır diyeceğiz, Rabbimizi bu konuda da tesbih edeceğiz. Mülkünde
Allah’tan başka hiç kimsenin söz sahibi olmadığını haykıracağız.
Allah
kendisini bize yine Kuddüs olarak, lekesiz, kusursuz, dokunulmaz olarak
tanıtmıştır. Şu anda kendilerini ve yasalarını, sistemlerini lekesiz, hatasız,
eleştirilmez, dokunulmaz olarak lanse edenleri görüyoruz. Peki sormak lâzım
şimdi bu adamlara: Söyleyin, gerçekten siz lekesiz misiniz? Sizin yasalarınız,
sizin sisteminiz lekesiz midir? Her tarafınız pislik, her tarafınız soygun,
vurgun değil midir? Şu insanların huzurunu siz kaçırmadınız mı? Şu insanları
cehenneme gönderen siz değil misiniz? Şu tabiatın dengesini bozan siz değil
misiniz? Her şeyi, insanın, hayvanın, çevrenin sağlığını bozan sizler değil
misiniz? Kendi bozduklarınızı tamir etmek için çabalayanlar sizler değil misiniz?
Kuddûs Allah’tır. Temiz,
hiç bir lekesi olmayan, bütün eksiklik ve kusurlardan münezzeh olan, herhangi
bir eksikliği kabul etmeyen, fazilet ve güzel sıfatlardan dolayı övülen sadece
Allah’tır. Kuddûs’un kelime anlamı böyledir.
Istılahta
ise; Kuddûs denilince, Yüce Allah'ın isimlerinden birisi akla gelir ki, bu isme
göre O, zatına yakışmayan her şeyden münez-zeh, bütün vasıflarda en mükemmel,
tahdîd ve tasvire sığmayan, övülmeye lâyık kemâl, fazilet ve güzellik sıfatları
kendisinde olandır.
Kur’an-ı
Kerîm'de Kuddûs kelimesi, Yüce Allah'ın ismi olarak iki yerde, birisi işte bu sûrede,
ötekisi de (Cum'a,1) de el-Melik ismiy-le birlikte geçmektedir. Ayrıca bir
yerde de, Allahu Teâlâ'nın melekle-re insan neslini yaratacağını bildirdiğinde,
onların"... Orada bozgun-culuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var
edeceksin? Oysa Biz seni hamdinle devamlı takdis ediyoruz, noksan sıfatlardan
tenzih ediyo-ruz..." şeklindeki cevaplarında "nukaddisu"
kalıbıyla zikredilmektedir (Bakara,30). Burada da aynı lügat ve ıstılâh
anlamlar söz konusudur.
Yüce
Allah'ın bu ismi, O'nun, teşbîh ve tecsîmden, bir başka şeye benzemekten,
beşerî sıfatlardan münezzeh olduğunu ifâde et-mektedir. Nitekim Beyhakî, bu
Kuddûs ismini, kendi yaptığı ayırıma göre, Allah'tan teşbîhi nefyeden isimler
arasında saymaktadır (Bey-hakî, el-Esmâ ve's-Sıfât, Beyrut ty., s.38).
Yukarıda
sözü geçen Bakara sûresi 30. âyette "nüsebbihu" ve
"nukaddisu" kalıplarıyla "tesbîh" ve "takdîs" bir
arada kullanılmıştır. Bu iki kelime, aralarında bazı farklılıklar olmasına
rağmen iç içedir ve birbirini bütünleyicidir. Açık bir tesbîhte takdîs, açık
bir takdîste de tesbîh vardır. Zirâ, tesbihte de, Allah'ı her türlü noksan sıfatlardan
uzak tutmak anlamı görülmektedir. Aradaki fark; takdiste ispatın tes-bîhte ise
nefyetmek sûretiyle isbâtın ağırlıkta olmasıdır. Bunu şöyle îzah etmek
mümkündür: Kötülenen ve âcizlik ifâde eden sıfatların nefyedilmesi, ortadan
kaldırılması, aynı zamanda övülen ve kemâl sıfatlarının isbât edilmesi
demektir. Nitekim "Ortağı ve benzeri yok" de-mek, O'nun tek ve yegane
varlık olduğunu isbât etmek olur. Yine aynı şekilde "O hiç bir şeyde âciz
kalmaz" demek, O'nun güçlü ve kuvvetli olduğunu; "O kimseye
zulmetmez" demek de O'nun hükmünde âdil olduğunu ortaya koyar. Zirâ, âciz
kalmak ve güçlü, kuvvetli olmak, zulmetmek ve adaletli olmak birbirinin
zıddıdır. Dolayısıyla birisinin ispatı, diğerinin nefyini, ortadan
kaldırılmasını gerektirmiş olur.
Övülen
ve kemâl ifâde eden sıfatların isbât edilmesi de kötü-lenen ve âcizlik ifâde
eden sıfatların nefyini gerektirir. "O âlimdir" de-mek, O'nun
cahilliğini, "O kâdirdir" demek de O'nun güçsüz ve âciz olduğunu
nefyetmiş, ortadan kaldırmış olur. İşte tesbîh ile takdîs ara-sındaki fark burada
ortaya çıkar. "O şöyledir" dediğimizde yani bir şe-yin varlığını
isbât ettiğimizde "takdîs"; "O şöyle değildir" dediğimizde,
bir şeyin öyle olmadığını isbât ettiğimizde de tesbîh söz konusu olmuş olur.
Fakat netice itibariyle daha önce de sözü geçtiği gibi, esas itiba-riyle
aralarında pek büyük bir fark yoktur. Tesbîhde takdîs, takdîsde de tesbîh söz
konusudur. Her ikisi iç içedir. Nitekim Yüce Allah bu iki-sini İhlâs Sûresinde
bir araya getirmiştir. İhlâs sûresinin ilk iki âyeti olan "Kul huvallâhu
ehad. Allâhu's Samed" (Deki; O Allah birdir. Allah Samed dir, yani her şey
varlığını ve devamını O'na borçludur. O hiç bir şeye muhtaç değildir) âyetleri
takdîsi, geriye kalan "Lem yelid ve lem yûled ve lem yekun lehû küfüven
ehad" (Kendisi doğurmamıştır ve bir başkası tarafından da doğurulmamıştır.
Hiç bir şey O'nun dengi olmamıştır) âyetleri ise tesbîhi ifâde eder. Bunların
her ikisi de yani hem takdîs ve hem de tesbîh; Yüce Allah'ın vahdaniyetini ve
yegane tek varlık olduğunu, O'nun benzeri ve ortağının bulunmadığını ispata
yöneliktir.
Bir de Allah mü’mindir. Evet, Allah mü’min iken, Allah güven kaynağı iken,
güvenlik veren iken, bakıyoruz işte insanlar güvenlik konseyleri filan kurarak
Allah’a ortaklık iddiasına giriyorlar. Ama bunların tamamı insanlara korkudan
başka bir şey sağlamıyor. Allah mü-heymin iken, Allah her şeyi denetleyen
olarak kendisini bize tanıtırken, bakıyoruz adamlar kendilerini de denetleyici
olarak takdim ediyorlar. “Her şey bizim denetimimiz altındadır. Bizim haberimiz
olmadan bir kuş bile uçamaz” diyor ve Allah’a şirk koşuyorlar. Madem siz
böylesiniz de, madem gücünüz her şeyi denetlemeye yetiyor da neden sizin
başkentlerinizde binlerce cinâyetler işleniyor? Niçin kulağınızın dibinde, gözünüzün
önünde binlerce ırza geçiliyor? Binlerce soygun gerçekleştiriliyor? Hani niye
gücünüz yetmiyor bunlara? Niçin engelleyemiyorsunuz bunları? Niçin
sağlayamıyorsunuz ülkelerinizde huzuru? Niye denetleyemiyorsunuz insanlarınızı?
Azîz sadece
Allah’tır. İzzet ve şeref sadece Allah’a aittir. Hâşâ her türlü şerefsizliği
şeref kabul eden bir kısım insanların kendilerinin de azîz ve şerefli olduğunu
iddia ettiklerini görüyoruz. Her türlü yanlış ilişkiyi, her türlü yolsuzluğu
kanun koruması altına almış ülkelerin, o ülke insanlarının nasıl şerefinden söz
edilebilir? Cebbâr olan Allah’a bu isminde ortaklıklarını iddia edenleri görüyoruz.
Hayır hayır, onların hiçbirisi yaraları saramazlar. Onların hiç birisi
gönüllere şifa veremez, kalpleri huzur ve sükûna ulaştıramazlar. Çıkardıkları
her yasa, ortaya attıkları her yönetmelik huzursuzluk ve mutsuzluk kaynağıdır.
Elbette bu özelliklerin hiçbirisine sahip olmayan insanların ve toplumların mütekebbirlik
hakları, büyüklenmek hakları da asla olamaz. Bunların hepsini reddediyoruz.
Hepsini reddettik. Bu özelliklerin sahibi olan Rabbimizi tesbih ediyoruz. Bu
sıfatları sadece Rabbimizde görüyoruz.
Biz böyle
yaparsak, Kuddûs olan Rabbimizin yardımıyla tertemiz hale geleceğiz. Tertemiz
bir insan, tertemiz bir aile, tertemiz bir toplum ortaya çıkacaktır. Rabbimizin
selâm ismiyle selâmete çıkacağız. Tüm çıkmazlarımızdan, tüm sıkıntılarımızdan,
tüm bunalımlarımızdan sahil-i selâmete çıkacak, tüm problemlerimiz hallolacak.
Rab-bimizin Mü’min ismiyle huzura kavuşacak, emniyet içinde bir hayata
kavuşacağız. Ölümden kaçmak için kendini uyuşturan insanlar gibi huzursuz
olmayacağız. Rabbimizin Müheymin ismiyle Rabbimiz bizi öyle bir toplum haline
getirecek ki herkes birbirini denetleyecek. Herkes birbirini cennete teşvik ve
cehennemden, ateşten koruma ve kurtarma denetimine girecek. Herkes üzerinde
egemen olan Allah korkusu herkesi denetler olacak.
İşte böylece herkes Allah’ın
kendisini gördüğü şuuru içinde hareket etmeye başlayınca, toplum içinde otomatikman
suçlar sıfıra inecek. Rabbimizin Azîz ismiyle böyle bir toplum yeryüzünün en şerefli
toplumu haline gelecektir. Toplumda yarası sarılmadık bir tek insan
kalmayacaktır. Böylece toplum içinde Rabbimizin esmâsının etkileri görülecektir.
Böyle bir toplumda, toplum fertlerinde, toplum fertlerinin hiç birisinde
mütekebbirlik görülmez. Hiç kimse kendisinde büyüklük görmez. Bu sadece Allah’a
aittir. Müslümanlar Müslümanlaştıkça, Allah karşısında küçüklüklerini anlayacaklardır.
24. “O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel
adlar kendisinin olan Allah’tır. Göklerde ve yerde olanlar O’nu tesbih ederler.
O güçlüdür, Hakimdir.”
Allah yaratıcıdır. Düzgün olarak
yaratandır. Yarattığı varlıkların tümünü güzel yaratmış, planını, projesini
güzel yapmıştır. İnsanı da en güzel bir sûret üzere, ahsen-i takvim üzere
yaratmıştır. Her şeyi en iyi bilen Rabbimiz zerreden kürelere varıncaya kadar
yarattığı varlıklarda hiçbir yaratış değişikliği, proje değişikliği yapmamıştır.
Ama bakıyoruz insanlar yine Allah’ın kendilerine lütfettiği akıl, fikir ve imkânlarla
yaptıkları bir projede yüzlerce değişiklik yapmak zorunda kalıyorlar.
Musavvir’dir Allah. Yani her şeye
ayrı bir sûret verendir. Hiç bir yarattığı bir diğerinin aynısı, benzeri değildir.
Milyarca insan var şu anda, ama hiçbiri diğerinin aynı değil, benzeri değildir.
Ne yüzleri, ne sesleri, ne huyları, ne karakterleri, ne kokuları, ne parmak
uçları birbirine benzemez. Hiçbir yaprak birbirine benzemez. Arada birbirini ayıran,
fark ettiren özellikler vardır. Zaten bu konularda tarih boyunca Allah’a ortak
koşabilecek kimse çıkmamıştır. Kimse ben yaratıcıyım de-me budalalığında
bulunmamıştır. Çünkü bu kadar büyük lokmayı insanlara yutturmaları mümkün
olmayacaktır. Onun içindir ki Rabbimiz bu özelliklerinin arkasından bir tesbih
emri vermemiştir.
En güzel
isimler Allah’a aittir. Kur’an’da Rabbimizin bir çok isimleri zikredilir.
Hadislerde de anlatılır bunlar. Bu isimler sadece Allah’a mahsustur. Bunları,
bu isimleri, bu özellikleri Allah’tan başka birilerinin üzerinde düşünmek
mümkün değildir. Tamam bu isimlerinden biraz biraz kullarına verir, ama Melik
sadece O’dur, Mâlik sadece O’-dur, hakkıyla bilici sadece O’dur. Mülkünden
insanlara bir şeyler vermesi onları gerçek mâlik yapmadığı gibi, ilminden bir
şeyler vermesi de onları gerçek âlim yapmayacaktır. Rabbimizin tüm isimlerinde
durum budur.
Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih etmektedir. Hepsi Allah’ı gündeme almakta,
O’na itaat etmekte, O’nun çektiği yere gitmektedir. Hepsi O’nu yüceltmekte,
O’na boyun bükmektedir. İnsanlar da buna çağrılmaktadır. Ama siz bilirsiniz,
eğer Rabbinizin bu dâvetine evet demezseniz, bilesiniz ki Allah Azîzdir, Hakîmdir.
Allah yenilmez ve yanılmazdır. Eğer Rabbinize karşı cephe açar, O’na karşı şak
olur, O’nun istediği bir hayatı yaşamaya yanaşmazsanız, bilesiniz ki Allah
Azîzdir, yenilecek olanlar sizlersiniz. Allah yegâne galiptir, mağlup olacak olanlar
sizler olacaksınız. Allah’ı Azîz, hayatınıza hakim bilirseniz, dünyanız da
güzel olacak, âhiretiniz de güzel olacak ve sonunda kazanan siz olacaksınız.