Müşriklerin Uluhiyyeti, Nübüvveti Ve Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Etmeleri: |
Eşlerin, Mal Ve Evladın Bir İmtihan Olması, Takva Ve İnfakın Emredilmesi: |
Kâfirlerin iman etmemeleri sebebiyle uğradıkları kayıp ve aldanmanın
açıkça anlaşılacağı kıyamet gününü hatırlatmasından dolayı sure bu isimle
anılmıştır. Nitekim bu lafız dokuzuncu ayette şöyle geçmektedir: "O günde
(Allah) o toplama günü için hepinizi bir araya getirecek. İşte bu aldanma
günüdür."
[1]
Bu surenin önceki sure ile ilişkisi şu üç hususta görülmektedir:
1-
Önceki surede Allah Tealâ
münafıkların sıfatlarım zikretti ve müminleri onların ahlâkını benimsememeleri
hususunda ikaz etti. Bu surede ise "Bundan evvel inkâr edip de işlerinin vebalini
tadanların haberi gelmedi mi size?" ayetinde bahsedildiği gibi,
kâfirlerin sıfatlarını benimsememeleri hususunda müminleri ikaz etmekte,
insanları mümin ve kâfir diye iki kısma ayırdıktan sonra müminlere cenneti
müjdelerken, kâfirleri cehennemle tehdit etmektedir.
2- Bundan önceki surede
"Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın."
diyerek mal ve evlâdın Allah'ı zikretmekten alıkoymasını nehyetmişti. Bu
surede ise "Mallarınız da evlâtlarınız da sizin için ancak bir imtihandır."
denilerek sanki önceki surede geçen emrin illeti beyan edilmektedir.
3-
Önceki "Münafikun"
suresinin sonunda Allah Tealâ "size rızık olarak verdiklerimizden infak
edin." diyerek Allah yolunda infakı emretmişti. Aynı şekilde bu surenin
sonunda da "kendinizin hayrı olarak harcayın" diye infakı
emretmektedir. Ayrıca bu sure, insanların iman etmeyerek, ameli salih
işlemeyerek ve Allah yolunda harcamayarak kıyamet günü konusunda birbirlerini
aldattıklarına dikkat çekmektedir.
Şu altı sure arasında şöyle bir tertibin gözetildiği, Ehl-i Kitap ve diğerlerinden bir tertip üzere bahsedildiği görülmektedir. Mesela: Haşr suresi Ehl-i Kitaptan anlaşma yapanlar hakkındadır. Zira bu sure Beni Nadir ahdi bozduğu zaman kendilerine savaş açılması üzerine onlar hakkında nazil olmuştur. Mümtehine suresi müşriklerin anlaşma yapanları hakkındadır. Saf suresi Ehl-i Kitap yanı Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlar hakkındadır. Aynı şekilde Cuma suresinde Yahudilerden ve Müslümanlardan bahsedilmektedir. Münafikun suresi nifak ehli hakkındadır. Teğabün suresinde yine umumi hatlarıyla müşriklerden ve kâfirlerden bahsedilmektedir. Böylece birbirinin benzeri olan ve "müşebbihat" adı verilen Haşr, Saf, Cuma ve Teğabün sureleri arasındaki farklılığın, ince bir hikmete binaen geldiği ortaya çıkmaktadır ki bu, adı geçen ümmet ve grupların farklı yönlerinden bahsedilmesidir. [2]
Teğabün suresi alışılmışın aksine Medine'de nazil olduğu halde akaidi
ilgilendiren meselelerden bahseden bir suredir.
Sure, Allah'ın celâl, kudret ve ilmine bağlı güzel sıfatlarının
bazılarından ve neticede ya kâfir veya mümin olma durumunda olan insanı yaratmasına
taalluk eden sıfatlarından bahsederek söze başlamıştır.
Sonra, peygamberleri beşer oldukları için yalanlayan ve öldükten sonra
dirilmeyi inkâr eden geçmiş ümmetlerin başlarına gelen musibetleri zikrederek
kâfirleri uyarır. Öldükten sonra dirilmenin mutlaka olacağına ve amellerin
karşılığı verileceğine yemin ederek Allah'ın onlara verdiği cevaptan bahseder.
Bundan sonra Allah'a, peygambere ve ona indirilen Kur'an'a iman etmeye
çağırır. Kıyamet günü kâfirlerin iman etmedikleri, müminlerin ihsanda ihmalkâr
davrandıkları için aldandıklarını anlayacağı o günde, insanların karşılaşacağı
şeyleri zikrederek tehdit eder. Salih amel işleyen müminlerin cennete,
kâfirlerin cehenneme konulacağını haber verir. İşte eski ümmetlere dair bu
haberleri vermek, aslında, taat olanın yapılmasını emretmek ve masiyet olanın
yapılmasını nehyetmek demektir.
Sonra sure, kâinatta var olan her şeyin Allah'ın irade ve isteği ile
var olduğunu beyan etmiş ve Allah ve Rasulüne itaate ve yalnız Allah'a dayanılmasına
dair geçen emri tekit etmiştir. Bu emre itaat etmezlerse kâfirlerin inkârda
devam etmelerinin Rasulullah'a (s.a.) zarar vermeyeceği ifade edilmiştir.
Sonra insanı bazan cihaddan alıkoyan eş ve evlâda karşı düşmanca
davranılmamasını ikaz ederek affı tavsiye etmiş, mal ve evlâdın bir imtihan
olduğunu haber vermiştir.
Sure, takvayı ve Allah'ın dininin yücelmesi için Allah yolunda harcama
yapılmasını emrederek, cimrilikten nehyederek ve Allah'ın dininin yücelmesi
için malını harcayanlara kat kat sevap verileceğini beyan ederek biter.
[3]
1- Göklerde ne var yerde ne
varsa (hepsi) Allah'ı teşbih eder. Mülk
O'nun, hamd O'nundur. O her şeye kadirdir.
2- O, sizi yaratandır. Böyle
iken kiminiz kâfir kinliniz mümin (oluyor.)
Aaali' ne vaParsamz görendir.
3- Gökleri ve yeri hak ile O
yarattı, size şekil verdi, hem de
suretlerini- zi güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadır.
4" Göklerde ve yerde ne varsa bilir. Ne gizler ne açıklarsanız onları da bilir. Allah, göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla bilendir.
"Kimimiz kâfir, kimiziz mümin", "ne gizler ne
açıklarsanız" cümlelerinde tezat sanatı vardır.
"Size şekil verdi... suretlerinizi güzel yaptı" mealindeki
"savvaraküm feahsene suvaraküm" kelimeleri arasında cinas vardır.
[4]
"Göklerde ne var yerde ne varsa (hepsi) Allah'ı teşbih eder."
Yani tüm varlıklar Allah'ın kemâl sıfatlarını ve hiçbir şeye muhtaç olmadığını
itiraf edip O'nu tenzih eder, yüceltirler. "Mülk O'nun, hamd O'nundur. O
her şeye kadirdir." Yani Ona göre küçük büyük her varlığı yaratmak
aynıdır. Ona güçlük vermez.
"O sizi yaratandır. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mümin
(oluyor)." Şevkâni şöyle der: "Allah kâfiri yarattı, ancak onun
inkârı kendi fiili ve kendi kazancıdır. Mümini yarattı ancak onun inanması
kendi fiili ve kendi kazancıdır. Kâfir inkâr eder ve inkârı tercih eder, mümin
inanır ve inanmayı tercih eder. Ama hepsi Allah'ın izniyle olur. Çünkü
alemlerin Rabbi Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz."
"Allah ne yaparsanız görendir." bilendir. Bu yüzden
yaptıklarınıza uygun karşılıklar verir.
"Gökleri ve yeri hak ile" yani doğru gayeler ve yüce
hikmetlerle "O yarattı." Bu gaye ve hikmet yer yüzünü insanlara
durabilecekleri bir yer yapması, gökleri onların hizmetine hazırlanmasıdır. Ta
ki güzel işler yapsınlar da onları mükâfatlandırsın.
"Size şekil verdi, hem de suretlerinizi güzel yaptı." Yani
insan olarak sizi en güzel şekilde yaratan ve güzellikte diğer varlıklara örnek
yapan O'dur. "Dönüş ancak O'nadir.", öyleyse gizli ve aşikar hep
güzel işler yapın.
"Göklerde ve yerde ne varsa bilir. Ne gizler ne açıklarsanız
onları da bilir. Allah, göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla
bilendir." Yani içinizden geçenleri, sırlan, düşünüp söylemediklerinizi
bilir. Külli veya cüz'i hiçbir şey O'nun bilgisi dışında değildir, hepsini aynı
seviyede bilir. Beyza-vi şöyle dedi: "O her şeye kadirdir" cümlesini
"göğüslerin içinde olan her gizliyi hakkıyla bilendir" cümlesinden
önce getirerek "kudret" sıfatını "ilim" sıfatına takdim
etmesinin hikmeti şudur: Eşyanın sadece var oluşu Allah'ın kudretini gösterdiği
halde, o eşyanın yaratılışındaki incelik, dikkat ve güzellik Onun ilim
sıfatına delâlet eder.
[5]
Bu sure "müşebbihat" adı verilen surelerin sonuncusudur.
"Göklerde ne var yerde ne varsa (hepsi) Allah 'ı teşbih eder. Mülk
O'nun, hamd O'nundur. O her şeye kadirdir." Yani her şey Allah'ı bütün
noksanlık ve kusurlardan tenzih eder, Ona tazimde bulunur. Göklerde ve yerdeki
bütün yaratılmışlar Onun varlığını gösterir. Onları yaratan O'dur ve onların
malikidir. Mülk yalnız O'nundur, çünkü bütün kâinatta tasarrufta bulunan,
onları yaratıp şekil veren odur. Şükür ve hamd yalnız O'na-dır, çünkü buna
yalnız O lâyıktır. Dolayısıyla mülk ve hamd O'na mahsustur. O'ndan başkasının
hiçbir şekilde bu ikisinde nasibi yoktur. Mülk ve hamdden kullarında görülen
ise yine O'nun feyzindendir ve aslı O'na aittir. O her şeye kadirdir. Göklerde
ve yerde hiçbir şey Onu aciz bırakamaz. Neyi murad ederse hemen olur, murad
etmediği olmaz.
Teşbih insanın yaptığı gibi ya dil ve sözle olur veya hal ve tefekkürle
olur, ancak ayette de beyan edildiği gibi biz bunu anlayamayız. "O'nu hamd
ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, lâkin siz O'nların teşbihini anlayamazsınız."
(İsra, 17/44).
Sonra Yüce Allah kudretine delâlet eden bazı unsurları şöyle sıraladı:
1- İnsanı yaratması: "O,
sizi yaratandır. Böyle iken kiminiz kâfir kiminiz mümin (oluyor). Allah, ne
yaparsanız görendir." Yani şüphesiz bu şekil üzere sizi yoktan var eden
Allah'tır. Lâkin içinizden bazıları fıtratının gerektirdiğinin aksine kendi
irade ve gayretiyle kâfir olurken, diğer bazınız da Allah'a iman ve tevhid
esası üzerine yükselen selim fıtrata uygun olarak imanı seçerek mümin
olmuştur. Sizin her birinizin durumunun nereye varacağını yaratılmadan önce
bilen ve gören, kullarının amellerine şahit olup eksiksiz karşılığını verecek
olan Allah'tır.
Şu ayet de bunun bir benzeridir: "Neticede onlardan hidayeti
bulanlar var (idiyse de) onların bir çoğu fasık kimselerdi." (Hadid,
57/26).
Ebu Ya'lâ, Taberani ve Beyhaki'nin Esved b. Seri'den rivayet ettiklerine
göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Her doğan fıtrat üzere (İslâm'ı kabule
müsaid) doğar. Dil ile kendisini ifade edinceye kadar bu haldedir. Ancak
ebeveyni Onu Yahudi, Hristiyan veya mecusi yapar."
2- Derin hikmetlerle bu alemi
yaratması: "Gökleri ve yeri hak ile O yarattı, size şekil verdi, hem de
suretlerinizi güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadir." Yani dünya ve ahirette,
bu alemin maslahatına olanı gerçekleştirecek derin hikmetlerle ve adaletle
gökleri ve yeri yarattı. "Ey insan, O keremi bol Rabbine karşı seni
aldatan ne ki seni yaratan, sana salim uzuvlar veren, sana şu nizam ve itidali
bahşeden Odur." (İnfîtar, 82/6-8), "Allah yeri sizin için bir mesken
göğü de kubbemsi bir yapı gibi bina eden, size şekil verip de şeklinizi güzel
yapan ve sizi temiz besinlerle rızıklandıranlardır." (Gafir, 40/64),
"Şüphesiz biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tin, 95/4)
Ahiret aleminde dönüş O'nadır. O'na dönülecek ve herkese kazandığının
karşılığını verecektir.
3- İhatalı ilim:
"Göklerde ve yerde ne varsa bilir. Ne gizler ne açıklarsanız onları da
bilir. Allah göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla bilendir."
Yani Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Bunlardan hiçbir şey ona
gizli olmaz. Açığa vurduklarınızı bildiği gibi gizlediklerinizi de bilir.
Allah'ın ilmi her insanın içinde gizlediği sırları ve düşünceleri kuşatır.
[6]
Bu ayet-i kerimeler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Göklerde ve yerdeki bütün
yaratılmışlar Allah'ı tenzih ve teşbih eder. Bu, devamlı bir tenzih ve
teşbihtir, her an tekrarlanır, bu tesbihatı alemin her cüzü yapmaktadır.
2-
İnsanı yaratan, yoktan var
eden Allah'tır. Her birinin halini, iman mı inkâr mı edeceğini ezelî ilminde
bunlar olmadan önce bilir. Buhari ve Tirmizi'nin İbni Mesud'dan rivayet ettiği
hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Biriniz cennet ehlinin yaptığı
ameli yapmaya devam eder. Nihayet cennetle arasında bir zira veya bir kulaç
kaldığında kitap (kader) öne geçi-verir de cehennem ehlinin amelini yapar, bu
sebeple cehenneme girer. Biriniz cehennem ehlinin amelini yapmaya devam eder.
Nihayet cehennemle arasında bir zira ve bir kulaç kaldığında kitap (kader) öne
geçiverir de cennet ehlinin amelini yapar, bu sebeple cennete girer."
Alimler şöyle demiştir:
Bu hadis, ezelî ilmin her şeyi kapsadığını ifade eder. Dolayısıyla Allah'ın bildiği, murad ettiği ve hükmettiği her şey olur, O bir şahsın ömrünü iman üzere geçirmesini veya belli bir vakte kadar iman üzere kalmasını murad edebilir. Kişilerin inkârı hakkındaki muradı da böyledir.
3-
Bu alemi, yerini göğünü
hepsini adaletle, derin hikmetlerle hiç şüphesiz Allah yaratmıştır. İnsanı da
en güzel şekil ve biçimde Allah yaratmıştır. Ahiret hayatında dönüş O'na
olacak ve O herkese amelinin karşılığını verecektir.
4- Görünen ve görünmeyen her
şeyi bilen Allah'tır, yerde ve gökte hiçbir şey Ona gizli olmaz, gizliyi ve
aşikârı bilir, kalplerde ve gönüllerde olanı bilir.
[7]
5- Bundan evvel inkâr edip de işlerinin vebalini tadanların haberi
gelmedi mi size? Onlara elem verici azap vardır.
6- Bu, şu hakikat yüzündendir: Peygamberleri onlara apaçık mucizeler
getiriyorlardı da onlar "Bizi bir beşer mi doğru yola götürecekmiş."
demişlerdi. Bu suretle inkâr etmişler, yüz çevirmişlerdi. Allah ise hiçbir
şeye muhtaç olmadığını göstermişti. Allah her şeyden müstağnidir, her hamde
lâyıktır.
7- O inkâr edenler de kesinlikle di-riltilmeyeceklerini ileri sürdüler.
De ki: Hayır Rabbime andolsun ki siz mutlaka diriltileceksiniz. Sonra da
yaptığınız şeyler mutlaka size haber verilecektir. Bu da Allah'a göre
kolaydır.
Ey kâfirler, Nuh, Hud ve Salih peygamberin kavimleri gibi "daha
önce inkâr edenlerin haberi size gelmedi mi?" Bu soru, onların haline
hayreti ifade eder. "işte onlar" dünyada bu "yaptıklarının
cezasını tattılar. Onlar için" ahirette de "acı bir azap
vardır."
"Bu" dünyada gördükleri o azabın sebebi "şu hakikat
yüzündendir: peygamberleri onlara" mucizeler, imanı gerektirecek
hüccetlerden ibaret "apaçık deliller getirmişlerdi, fakat onlar"
peygamberin bir beşer oluşunu yadırgayarak: "Bir beşer mi bizi doğru yola
götürecekmiş? demişlerdi." peygamberleri "inkâr etmişler" ve
onlara inanmaktan, delilleri düşünmekten "yüz çevirmişlerdi. Allah
da" onları helak ederek, onların imanı ve ibadeti dahil "hiçbir şeye
muhtaç olmadığını gösterdi. Allah her şeyden müstağnidir." yarattıklarına
ve onların ibadetlerine muhtaç değildir, "hamde lâyıktır."
"O inkâr edenler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler.
De ki: Hayır, Rabbime yemin olsun ki siz mutlaka diriltileceksiniz"
kabirlerinizden diriltilerek çıkarılacaksınız, hesaba çekileceksiniz
"sonra yaptığınız şeyler mutlaka size haber verilecektir. Bu Allah 'a göre
kolaydır."
[8]
Allah, varlığını ve kudretini gösteren delilleri ve kâinattaki
eserlerini beyan ettikten sonra Mekke müşriklerini ulûhiyyeti, peygamberliği ve
öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmemeleri için ikaz etti ve dünyadaki cezalarını,
ahirette onlar için hazırladığı azabı haber verdi. Öldükten sonra dirilmenin
şüphe olmayan bir hakikat olduğunu ve her insanın kıyamette yaptığının
karşılığını göreceğini bildirdi.
[9]
"Bundan evvel inkâr edip de işlerinin vebalini tadanların haberi
gelmedi mi size? Onlara elem verici azap vardır." Yani, ey Mekke
kâfirleri! Nuh kavmi, Ad ve Semud kavmi gibi geçmiş ümmetlerin, peygamberlere
muhalefet etmeleri ve hakkı tekzip etmeleri sebebiyle başlarına gelen azap ve
musibet haberleri size ulaşmadı mı? Hani peygamberleri onları Allah'ın
birliğine inanmaya ve Ona ibadet etmeye ve Allah'ı bırakıp da kendilerine rab
edindikleri putları terketmeye çağırmışlardı. Ancak onlar peygamberlerini
inkâr ve tekzip ederek ve onlara karşı terbiyesiz davranmışlardı da Allah
dünyada başlarına azap ve musibet indirmişti. Ahirette de onlar için cidden çok
ızdırap verici bir azap vardır ki işte bu cehennem azabıdır.
Sonra Allah Tealâ onların dünyada ve ahirette azap görmelerinin sebeplerini
beyan ederek şöyle buyurdu:
"Bu, şu hakikat yüzündendir: Peygamberleri onlara apaçık mucizeler
getiriyorlardı da onlar "Bizi bir beşer mi doğru yola götürecekmiş."
demişlerdi. Bu suretle inkâr etmişler, arka dönmüşlerdi. Allah ise hiçbir şeye
muhtaç olmadığını göstermişti. Allah her şeyden müstağnidir, her hamde
lâyıktır." Yani dünyada ve ahirette gördükleri bu azabın sebebi şudur: Onlara
gönderilen peygamberler açık mucizeler gösterdiler, apaçık deliller getirdiler.
Fakat o kavimlerin her biri peygamberlerine şöyle dediler: Bizim gibi beşer ve
insan olan birinin bizi hidayete erdirmesi nasıl düşünülebilir? Böylece onlar
peygamberin beşer olmasını, kendilerini yine kendileri gibi bir beşerin
hidayete erdirmesini kabullenemediler. Bu yüzden peygamberleri ve onların
getirdiği her şeyi inkâr ettiler ve o peygamberlerden, haktan ve o hak ile amel
etmekten yüz çevirdiler, peygamberlerin getirdikleri üzerinde düşünmediler,
Allah da kendisinin onların ne imanına ne ibadetine ihtiyacı olmadığını beyan
etti. Sonra Allah onları helak etti. Allah'ın ne bu âleme ne de bu âlemin
kendisine yapacağı ibadete ihtiyacı yoktur. Zaten O lisanı hal veya söz ile
bütün yarattıkları tarafından övülmekte ve ibadet olunmaktadır.
Sonra Allah Tealâ kâfirlerin, müşriklerin ve tanrı tanımazların öldükten
sonra dirilmeyeceklerini iddia ettiklerini haber vererek şöyle buyurdu:
"O inkâr edenler de kesinlikle dirilmeyeceklerini ileri
sürdüler." Yani bir başka ayette de "Sahi biz ölüp de bir toprak ve
kemik yığını haline gelmişken mutlaka yeniden diriltileceğiz öyle mi?"
(Müminun, 23/82) şeklinde inkâr ettikleri haber verildiği gibi, müşrikler
öldükten sonra ne dirilme, ne hesap, ne cezanın olmayacağını iddia ettiler.
Burada Mekke kâfirlerine karşı çok sert bir ifade kullanılmıştır. Çünkü ayette
müşriklerin bu iddiası "zeame" fiili ile ifade edilmiştir ki bu
delillerin gösterdiğinin aksini iddia etmektir.
Allah onlara şöyle cevap verdi:
"De ki: Hayır, Rabbime andolsun ki siz mutlaka diriltileceksiniz.
Sonra da yaptığınız şeyler mutlaka size haber verilecektir. Bu da Allah'a göre
kolaydır." Ey peygamber, onlara şöyle haber ver: Vallahi siz
diriltileceksiniz, diri olarak kabirlerinizden çıkarılacaksınız ve size karşı
delil ortaya koymak için Allah küçük büyük, önemli önemsiz bütün amellerinizi
size haber verecek, sonra da bunların karşılığını göreceksiniz. Öldükten sonra
diriltme ve hesap sorma Allah için kolaydır.
Allah Tealâ üç ayette, peygambere, ahiretin vaki olacağına dair
Rabbi-nin adıyla yemin etmesini emretmiştir: Birincisi: "O bir gerçek
midir? diye senden haber istiyorlar. De ki: Evet, Rabbime andolsun ki o
şüphesiz bir gerçektir, ve siz Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz." (Yunus,
10/53), ikincisi: "İnanmayanlar "Kıyamet bize gelmeyecek"
dediler. De ki: Hayır! Gaybı bilen Rabbim hakkı için o mutlaka size
gelecektir." (Sebe, 24/3) ayetleri, üçüncüsü de yukarıda geçen ayet-i
kerimedir.
Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Şu çürümüş, un olmuş kemikleri
kim diriltecek? dedi. De ki, onları ilk defa yaratmış olan diriltir. Çünkü O
her türlü yaratmayı gayet iyi bilir." (Yasin, 36/78-79).
[10]
Bu ayetler şu hususları göstermektedir:
1-
Yüce Allah inkâr içinde
devam eden Mekke ve diğer beldelerdeki müşrikleri, Nuh, Hud ve Salih
peygamberlerin kavimleri gibi geçmiş kavimlerin dünyada uğradıkları cezaya
benzer bir cezaya uğramamaları için ikaz etti. Ahirette de onları başka bir
ceza beklemektedir.
2-
Geçmişte o kâfirlerin azaba
uğramasının sebebi Allah'ı inkâr etmeleri, ayetlerini reddetmeleri, çeşitli
mucizelerle, açık delillerle kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamaları
ve hesap, ceza ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmeleridir.
Onların peygamberlerini inkâr etmelerinin sebebi, peygamberin insan olabileceğini kabul etmemeleri ve onları küçümsemeleridir. Halbuki onlar Allah'ın kudret ve azametiyle kullarına asla boyun eğmeyeceğini bilmedikleri gibi, istediği insanı kullarına peygamber olarak gönderebileceğini de bilmezler.
3- Allah Tealâ Hz.
Peygamber'e, müşriklerle konuşurken, öldükten sonra dirilmenin hak olduğu,
dolayısıyla kabirlerinden diri olarak mutlaka çıkarılacakları ve yaptıkları her
şeyin kendilerine haber verileceğine dair Rabbinin ismi üzerine yemin etmesini
emretti. Zira öldükten sonra diriltme ve hesaba çekme Allah için kolaydır.
Çünkü bir şeyi eski haline getirmek, hiç yoktan var etmekten daha kolaydır.
[11]
8- O halde Allah'a, O'nun peygamberine ve indirdiğimiz o nura iman
edin, Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.
9- O gün ki -o toplama günü için hepinizi bir araya getirecek- işte bu
aldanma günüdür. Kim Allah'a iman eder iyi amelde bulunursa O, onun
kötülüklerini örter, onu içinde ırmaklar akan cennetlere orada ebedî kalmak
üzere koyar. İşte büyük kurtuluş budur.
10- O inkâr edenler, ayetlerimizi yalan sayanlar; onlar da orada ebedî
kalmak üzere cehennemliktirler. O ne kötü gidiş yeridir.
"indirdiğimiz nur" ifadesinde istiare vardır. Kur'an-ı Kerim
inkâr karanlıklarını aydınlattığı ve şüpheleri dağıttığı için karanlığı
dağıtan ışığa benzetilmiştir.
"Kim Allah'a iman eder, iyi amelde bulunursa..." cümlesi ile
"O inkâr edenler ve ayetlerimizi yalan sayanlar..." cümlesi arasında
mukabele vardır. Müminlerin göreceği mükâfat ile kâfirlerin göreceği ceza
karşılaştırılmaktadır.
"Aldanma günü" bir istiaredir, kıyametteki "hayır
şer" aldanması, dünyadaki alış verişteki aldanmaya benzetilmiştir.
[12]
"O halde Allah'a ve O'nun peygamberi" Muhammed'e "ve
indirdiğimiz o nura" yani Kurana "iman edin." Çünkü Kur'an
mucize olduğu için hemen kendini göstermekte, içindeki inanç esaslarını ve
hükümleri açıklamaktadır. "Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır"
karşılığını verecektir.
Toplanacağınız günü hatırla. "O gün -ki o toplama günü"
melekleri, insanları ve cinleri hesap vermek "için hepinizi bir araya
getirecek- işte bu aldanma günüdür." Allah, kıyamette bütün varlıkları bir
meydanda toplayacağı için ona "toplanma günü" demiştir.
"Aldanma günü" denmesi de, kâfirin iman etmediği için aldandığı,
müslümanm ibadetlerini noksan yaptığı için aldandığı ortaya çıkacağından
dolayıdır. İstiare yolu ile ticaretteki aldanmaya benzetilmiştir. Dünyada
satıcı ucuza sattığı, müşteri de pahalı aldığı için aldanır. Fakat asıl ve
gerçek aldanma ahirettekidir. Çünkü orada zarar çok büyük ve kalıcı olacaktır.
"Kim Allah'a iman eder iyi amelde bulunursa, O, onun kötülüklerini
örter, onu içinde ırmaklar akan cennetlere orada ebedî kalmak üzere koyar. İşte
büyük kurtuluş budur." Çünkü hem günahları silinerek hem de ebedî kalacağı
cennete girerek iki taraflı kazanmıştır. Yani def-i mazarrat ve celb-i menfaat
bir aradadır.
"O inkâr edenler", öldükten sonra dirilmeyi ispat eden Kur'an
"ayetlerimizi yalan sayanlar; onlar da orada ebedî kalmak üzere
cehennemliktirler. O ne kötü gidiş yeridir."
Beyzavi'nin de işaret ettiği gibi "Kim Allah'a iman eder..."
ayeti ile "inkâr edenler..." ayeti bir arada düşünülürse bunların, o
gün aldanmanın ne yönde olacağını açıkladıkları görülür.
[13]
Tevhid, ulûhiyyet ve nübüvvete ait delilleri beyan ettikten, öldükten
sonra dirilmeyi inkâr edenlere cevap verdikten, Allah'ı inkâr etmeleri ve
peygamberleri yalanlamaları sebebiyle geçmiş milletlerin başına gelen cezaları
izah ettikten sonra Allah Tealâ, Allah'a, peygamberine, Kur'an ayetlerine ve
öldükten sonra dirilmeye -öldükten sonra dirilmeyi kabul etmenin imanın mutlak
neticesi olduğu unutulmamalıdır- iman edilmesini talep etmiş, sonra ahiretteki
hesap ve ceza konusunda ikaz etmiş, oradaki aldanmanın nasıl olacağını ifade
etmiş ve bunu bütün tafsilatıyla açıklamıştır.
[14]
"O halde Allah'a, O'nun peygamberine ve indirdiğimiz o nura iman
edin. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır." Yani öldükten sonra diriltme
işi Allah için kolay bir şey olacaksa ve hiçbir şey buna mani olamayacaksa
hemen Allah'ı, peygamberi Muhammed (s.a.)'i ve aydınlatan, saadet yolunu
gösteren, dalâlet zulmetinden kurtaran Kitab'ını tasdik edin. O Kitap, yolunu
şaşıran insana yol gösteren bir nurdur. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, sizin
ne sözlerinizden, ne fiillerinizden hiçbir şey Ona gizli kalmaz. Hayır veya şer
olarak size bunların karşılığını verecek de O'dur. Bu ifadede, işlenen her
günaha veya terkedilen her farz ve vacibe karşı bir ceza tehdidi vardır. Sonra
Allah Tealâ Kur'an'ı nur diye vasıflandırdı, çünkü nasıl karanlıkta ışık
yardımıyla yol buluyorsak aynı şekilde birtakım şüphelere düştüğümüz zaman da
Kur'an nuru yardımıyla yol buluruz.
"O gün -ki o toplama günü için hepinizi bir araya getirecek- işte
bu aldanma günüdür." Yani Allah'ın, geçmiş ve gelecek bütün mahşer
halkını ceza veya mükâfat için bir meydanda toplayacağı kıyamet gününü hatırlayın.
Allah o gün her kişi ile amelini, her peygamber ile ümmetini bir araya
getirecek. Nitekim başka ayet-i kerimelerde bu şöyle ifade edilir: "O gün
bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün hazır bulunulacak
bir gündür." (Hud, 11/103), "Söyle: Şüphesiz hem evvelkiler, hem
sonrakiler malûm bir günün muayyen vaktinde mutlaka toplanacaklardır."
(Vakıa, 56/49-50).
İşte o gün -ki kıyamet günüdür- kâfirin iman etmediği için, müminin de
ihsan ve ibadette eksik yaptığı için aldandığının ortaya çıktığı "aldanma
günü "dür. Her iki tarafında zararda olduğu ortaya çıkmış olur. Yani sanki
cehennemlik olan hayrı bırakmış şerri almış, iyi malı bırakmış kötüsünü,
nimeti, bırakmış azabı almış da zarar etmiş gibi olur. Cennet ehli bunun aksini
yapmıştır. Ancak daha çok amel-i salih işlememiş olmanın pişmanlığını duyacağı
için o da aldanmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği ha-dis-i şerifte şöyle
denilmektedir: "Cennete giren her kula, çokça şükretmesi için, kötülük
yapsaydı cehennemde nereye gidecek idiyse orası kendisine mutlaka gösterilir.
Cehenneme giren her kula da, nedameti artması için, iyilik yapsaydı cennette
nereye gidecek idiyse orası kendisine gösterilir." Aldatma, ivazlı
bedelli akitlerde malı sahibinden kıymetinden daha düşük bir bedelle almaktır.
Ahirette ivaz ve bedel olmadığına göre "aldanma" ifadesi, istiare
kabilinden dünyada iken gönderilen ameller ve onların ahiret-teki
karşılığındaki aldanma manasına kullanılmıştır.
Kısacası kıyamet günü aldanmanın muhtemel olduğu gündür. Orada mahşer
halkı birbirini aldatmış olacaktır: Hak yolda olanlar batıl yolda olanları,
cennet ehli cehennem ehlini aldatmış olacaktır. Yani bir tarafın kârda, diğer
tarafın zararda olduğunu anlayacağı bir gün olacaktır.
Sonra Allah Tealâ bu aldanmayı açıklayarak şöyle buyurdu:
1- "Kim Allah'a iman eder
iyi amelde bulunursa, O, onun kötülüklerini örter, onu içinde ırmaklar akan
cennetlere orada ebedî kalmak üzere koyar. İşte büyük kurtuluş budur."
Yani kim Allah'ı sıdk ile tasdik eder, peygamberlerin getirdiği haşr-neşir,
cennet, cehennem gibi haberleri tasdik eder, farz ibadetleri eda ederek iyi
amel işler, nehyedilenlerden kaçınırsa Allah onun bütün günahlarını ve
kötülüklerini siler, onu ebedî kalmak üzere köşklerinin ve ağaçlarının altından
ırmaklar akan cennetlere koyar. İşte bu günahları silmesi, cennetlere koyması,
en güzel semere ve neticeleri ihtiva ettiği için, benzeri olmayan, öncesinde
misli görülmeyen daha sonra da görülmeyecek olan bir kurtuluştur.
2- "O inkâr edenler, ayetlerimizi yalan sayanlar. Onlar da orada ebedî kalmak üzere cehennemliktirler. O ne kötü gidiş yeridir." Yani Allah'ın birliğini ve kudretini inkâr edenler, kulu Muhammed'e (s.a.) indirilen ayetleri -ki öldükten sonra dirilmeye delâlet eden ayetler de bunlardandır- yalan sayanlar... İşte bunlar cehennemliktir, orada devamlı kalacaklardır. Onların bu varacağı yer ne kötüdür, ateş onlar için ne kötü bir menzildir.
Bu iki ayet yukarıda geçen aldanmanın ne olduğunu beyan ederek mesut
olanlarla bedbaht olacakların halini bildirmiştir. Allah Tealâ iman ehlini
ifade ederken "kim Allah'a iman ederse" diyerek gelecek zaman
siga-sını kullandığı halde inkâr ehlini ifade ederken "inkâr edenler"
diyerek mazi sigası kullanmıştır. Bu üslûpla şu ifade edilmek istenmiştir:
İnkâr edenlerden ve ayetlerimizi yalan sayanlardan kim Allah'a iman ederse
Allah onu cennetlerine koyar. Yine onlardan kim iman etmezse, işte onlar cehennemliktir.
[15]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Kıyametin mutlaka olacağı
haber verildikten sonra Allah Tealâ kullarına, Allah'ı inkâr etmeleri ve
peygamberlerini yalanlamaları yüzünden geçmiş ümmetlerin başına gelen cezaların
onların da başına gelmemesi için kendisine, elçisi Muhammed'e (s.a.) ve ona
indirilen Kur'an'a iman etmelerini emretti. Cenabı Hak bu emrini "Allah
yapmakta olduklarınızdan haberdardır." sözüyle tekit etmiştir. Yani Allah
Tealâ gizlediğiniz ve açıkladığınız her şeyi bilir. O halde O'nun murakebesini
unutmayın ve gizli ve aşikâr O'ndan korkun.
2- Sonra Yüce Allah bu emri,
kıyametin dehşet ve korkulan, hesap ve cezanın şiddeti konusunda ikaz ederek
tekit etti ve kıyamet günü bütün yer ve gök ehlini toplayacağını haber verdi.
O, toplama ve herkesin aldandığını anlama günüdür. Zira inkâr edenler ahireti
verip dünyayı, hidayeti verip dalâleti satın aldılar, işte onların bu ticareti
kâr getirmedi. İnanlara gelince, Rableri onlara kâr edecek ticareti gösterdi ki
bu iman ve cihaddır. Bu sebeple onlar canlarını verip cenneti satın aldılar.
Neticede kâfirlerin ticareti zarar ederken müminlerin ticareti kâr etti. O
halde mana şöyle olur: O gün mutlak aldanma günüdür. Mukatil şöyle der: İman
sahipleri cennete giderken, onların cehenneme gitmelerinden daha büyük aldanma
olmaz.
3-
İbnü'l-Arabi şöyle dedi:
Alimlerimiz "İşte bu aldanma günüdür" ayetini dünyevî muamelelerde
aldatmanın caiz olmayacağına delil getirdiler. Çünkü Allah Tealâ bu ayette
aldanmayı kıyamete tahsis etmiştir. İşte bu tahsis, onun dünyada olmaması lâzım
geldiğini ifade eder. Buna göre herhangi bir alış verişte aldandığını farkeden
herkes malı geri verebilir. Bu aldanmanın miktarı fiyatın üçte birini aşacak
kadar olandır. Buna gabn-i fahiş denir, bu her dinde şer'an haram kılınan
aldatmalar cümlesindendir.
Gabn-i yesir yani az aldanmaya gelince, bu herkesin kabullenebileceği
miktardaki aldanmadır. Bu yüzden satış akdi bozulmaz. Çünkü bu sebeple malın
geri verilebileceği hükmünü versek hiçbir satış akdi nafiz, geçerli olmaz,
zira hiçbir akid bundan hali kalmaz.
Aldanmanın "az" ve "çok" ölçüsü malın kıymetinin
üçtebiri kadar olmasıdır; ondan aşağısı azdır. Üçte bir ölçüsüne vasiyette
itibar edildiği için alimlerimiz onu ölçü almışlardır.[16]
4-
Müminlerin mükâfatı ebedî
kalmak üzere köşklerinin altından ırmaklar akan cennetlere girmektir. İşte bu,
bütün korku ve tehlikelerden kurtuluş olduğu için benzeri bulunmayan en büyük
kurtuluştur.
5- Allah'ı ve Kur'an'ı inkâr
edenlerin göreceği karşılık ise ebedî kalacakları ateştir. Cehennem ateşi ne
kötü gidilecek yerdir.
İşte her iki grup için kararlaştırılmış olan bu karşılık, az önce
yukarıda geçen "aldanma"nın tefsiridir.
[17]
11- Allah'ın izni olmadıkça hiçbir; musibet gelmez. Kim Allah'a iman
ederse onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
12- Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz,
elçimizin üstune düşen ancak apaçık bir
tebliğdir.
13- Allah O'dur ki kendisinden baŞka hiçbir tanrı yoktur. Onun için,
iman edenler ancak Allah'a güvenip
dayansınlar.
"Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin" cümlesinde
"itaat edin" fiili tekrar edilmek suretiyle itnab yapılmıştır.
[18]
Hayır ve şer "Allah'ın izni" takdiri, irade ve dilemesi
"olmadıkça hiçbir musibet" insanın başına "gelmez, kim Allah'a
iman ederse onun kalbini doğruya götürür" hayra ve ibadete, imanda sebat
etmeye, musibete karşı sabra ve ona razı olmaya doğru gönlünü açar. Kalplerden
geçenler dahil "Allah her şeyi hakkıyla bilendir."
"Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin. Eğer" bunu yapmaz
da "yüz çevirirseniz, elçimizin üstüne düşen ancak apaçık tebliğdir."
"Allah O'dur ki kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. Onun için,
iman edenler ancak Allah 'a güvenip dayansınlar", her şeyin O'nun katından
geldiğine inandıkları için bütün işlerini O'na havale etsinler.
[19]
İnsanları mümin kâfir diye ikiye ayırdıktan, iman edip salih amel işlenmesini
emrettikten, inkârı yasak edip kişiyi bundan uzaklaştırdıktan sonra Allah Tealâ
insanın başına gelen hayır ve şer her şeyin Allah'ın kaza ve kaderi ile,
Allah'ın iradesi ile tertip ve tedbir edilmiş olan kevnî kanunlara uygun
olarak meydana geldiğini beyan etmiş, sonra Allah'a ve peygambere itaati ve
yalnız Allah'a tevekkül edilmesini emretmiştir.
[20]
"Allah'ın izni olmadıkça hiçbir musibet gelmez." Yani hayır
olsun şer olsun insanın başına gelen her şey Allah'ın kaza ve kaderiyle gelir.
Rivayet olunduğuna göre bu ayetin nüzul sebebi şudur: Kâfirler şöyle dediler:
"Müslümanların gittiği yol hak olsaydı Allah onları dünyada felâketlerden
korurdu." Cevap olarak bu ayet nazil olmuştur.
Dolayısıyla insana düşen hayır olanın elde edilmesi, şer olanın defi
için çalışıp gayret etmek, sonra da Allah'a tevekkül etmektir. Neticenin elde
edilmesi ise ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle olacaktır. Bu ayetin benzeri
başka bir ayet de şudur: "Gerek yerde gerek sizin kendinizde bir musibet
vaki olmamıştır ki biz onu yaratmadan evvel bir kitapta (yazılmış) olmasın.
Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır." (Hadid, 57/22)
"Kim Allah'a iman ederse onun kalbini doğruya götürür. Allah her
şeyi hakkıyla bilendir." Yani kim Allah'ı tasdik eder ve kendisine gelen
bir musibetin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu bilir, buna sabreder, ecrini
Allah'tan bekler ve ilâhi takdir ve kazaya teslim olursa, Allah onun kalbini
doğruya götürür ve musibet sırasında ona genişlik verir. Allah'ın ilmi geniştir,
hiçbir şey O'na gizli olmaz, dolayısıyla O, kalpleri ve kalplerin ahvalini
hakkıyla bilir.
îbni Abbas şöyle dedi: "Kim Allah'a iman ederse onun kalbini
doğruya götürür." yani onun kalbini yakınî imana götürür, dolayısıyla
başına gelen şeyin zaten gelecek olduğunu, gelmeyen şeyin de zaten gelmeyecek
olduğunu bilir.
Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyruluyor:
"Müminin işi ne güzeldir, Allah bir hüküm verirse mutlaka onun için hayır
olur. Ona bir zarar gelirse sabreder, bu onun için hayırdır, bir sevinç gelirse
şükreder, bu onun için hayırdır. Bu, müminden başka hiç kimse için
yoktur."
Sonra Allah Tealâ kendisine itaat edilmesini emrederek şöyle buyurdu:
"Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz elçimizin
üstüne düşen ancak apaçık bir tebliğdir." Yani emrettiği hususlarda Allah'a
itaatle meşgul olun, tebliğ ettiği hususlarda peygamberine itaatle meşgul olun,
hakkında emir olan şeyleri yapın, nehyedilen yasak edilen şeyleri terkedin.
Eğer itaat etmez amelden geri durursanız vebali sizin üzerinizedir, peygamberin
bir vebali yoktur, onun vazifesi açık açık tebliğdir, size vacip olan da
emrolunduğunuz konuda itaat etmedir. Zühri şöyle dedi: Peygamberlik
Allah'tandır, peygamberin vazifesi tebliğ, bize vacip olan da teslimiyettir.
Sonra Cenab-ı Hak kendisine tevekkülü emrederek şöyle buyurdu:
"Allah O'dur ki kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. Onun için iman
edenler ancak Allah'a güvenip dayansınlar." Yani O, kendisinden başka
hiçbir rab ve ilâhın bulunmadığı, bir tek, her şeyin Ona muhtaç kendisi hiçbir
şeye muhtaç olmayan Allah'tır. İbadete lâyık olan yalnız O'dur. Öyleyse tek
ilâh olarak sadece Allah'ı tanıyın, amellerinizi sadece O'nun için yapın, O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayın, işlerinizin sonucunu O'na bırakın, başkasına değil
yalnız O'na dayanın. Nitekim Allah ayet-i kerimede: "Şarkın garbın Rabbi.
Kendisinden başka ilâh yoktur. Öyleyse onu vekil edinin." (Müzzemmil,
73/9) buyurmuştur.
Bu, Allah'a güvenmenin, Ona dayanmanın ve devamlı O'ndan yardım
istemenin vacip olduğu hususunda kullara bir irşaddır.
[21]
Bu ayetler iman ve hüküm koyma hususunda şu esaslara işaret etmektedir:
1- Kaza ve kadere rıza
göstermek vaciptir. Yani kâinatta meydana gelen her şey, insanın gerek
kendisi, gerek malı, gerek sözü, gerek fiiline gelen her musibet Allah'ın
bilgisi ve hükmü dahilinde olur.
2- Kim, başına gelen her musibetin
ancak Allah'ın izniyle olduğunu bilir ve tasdik ederse Allah onun kalbini
sabra, rızaya ve iman üzere sebata muvaffak kılar. Bu insan verilirse şükreder,
bir sıkıntıya düşerse sabreder, zulme uğrarsa zalimi affeder. Allah her şeyi
bilendir. Emrine boyun eğip teslim olanın teslimiyeti, emrinden hoşlanmayanın
hoşnutsuzluğu O'na gizli değildir.
Dünyada musibetlere duçar olmak Allah'ın hoşnutluğunun bulunmayışına
bir delil olmadığı gibi, bunlardan kurtulmuş olmak da bunun varlığına bir
delil değildir.
3- Müminlere vacip olan,
musibetleri büyütmeyip Allah'a ibadet ve ta-atle, Kitab-ı Kerim'iyle amel
etmekle, sünnetiyle amel ederek Rasulullah'a (s.a.) itaatle meşgul olmaktır. Bu
taatten yüz çevirirlerse peygambere düşen ancak tebliğdir.
4- İnsanlara kesinlikle farz
olan ilâh olarak sadece Allah'ı bilmek, yalnız O'na ibadet etmektir. O'ndan
başka ilâh, O'ndan başka mabud, O'ndan başka yaratıcı yoktur. Yalnız Allah'a
dayanmak, O'nun hakkında hüsn-i zan beslemek, sebeplere sarıldıktan, yerine
getirilmesi gereken çalışma ve gayretleri yaptıktan sonra Allah'a dayanmak
onların üzerine bir vecibedir.
[22]
14- Ey iman edenler! Eşlerinizin, evlâtlarınızın içinde hakikaten size
düşman da vardır, öyleyse onlardan sakının. Af eder, kusurlarını başlarına
kakmaz örterseniz, şüphesiz Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.
15- Mallarınız da evlâtlarınız da sizin için ancak bir imtihandır.
Allah ise, büyük mükâfat O'nun nezdindedir.
O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun, dinleyin, itaat
edin, kendinizin hayrı olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,
işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
17- Eğer Allah'a gönül
hoşluğuyla ödünç verirseniz onu sizin için kat kat artırır. Hem sizi bağışlar
da. Allah, aza çok mükâfat veren, ceza hususunda acele etmeyendir.
18- Gizliyi de aşikarı da
bilendir, galib-i mutlaktır. Tam hüküm ve hikmet sahibidir.
"Gizliyi de aşikarı da..." kelimeleri arasında tezat vardır.
"Eğer Allah'a ödünç verirseniz..." cümlesinde temsilî istiare
vardır. Allah yolunda harcama yapmak, fakire sadaka vermek Allah'a ödünç vermeye
benzetilmiştir. Ödüncün geri ödenmesi vaciptir. Allah da bunun sevabını vermeyi
üstlendiğinden "ödünç" demiştir.
"Rahim, Azim, Halim, Hakim" kelimelerinde son harfler aynı
olduğu için seci vardır.
[23]
"Ey iman edenler!" Sizi ibadetten ve cihad gibi hayırlı
işlerden alıkoydukları için "eşlerinizin, evlâtlarınızın içinde hakikaten
size düşman da vardır. Öyleyse onlardan sakının." Hayırlı ve güzel işler
yapmanıza engel oluyorlar diye onları cezalandırmayıp "af eder",
yaptıklarını görmezlikten gelir, "kusurlarını başlarına kakmaz,
örterseniz, şüphesiz Allah Tealâ çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir", siz
evlâdınıza nasıl davranırsanız Allah da size öyle davranır.
"Mallarınız da evlâtlarınız da sizin için ancak bir
imtihandır", onlarla meşgul olurken ahireti unutup unutmayacağınız
konusunda imtihandasınız. "Allah Tealâ ise", Allah'a sevgi ve O'na itaati
mal ve evlât sevgisine ve onlar için koşuşturmaya tercih edene vereceği
"büyük mükâfat O'nun nez-dindedir."
"O halde gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun" bu konuda
gayret edin, nasihatlarını "dinleyin" emirlerine "itaat
edin", O'nun rızasını kazanmak için "kendinizin hayrı olarak
harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa
erdenlerin ta kendileridir."
"Eğer" malınızı O'nun emrettiği şekilde harcayarak
"Allah'a gönül hoşnutluğu ile ödünç verirseniz onu sizin için kat kat artırır"
sevabını bire ondan yediyüz katı ve daha yukarıya katlar."Hem sizi"
bu harcamanızın bereketiyle "bağışlar da. Allah aza çok mükâfat veren,
ceza hususunda acele etmeyendir. Gizliyi de aşikârı da bilendir" hiçbir
şey ona göre gizli değildir. "Mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet
sahibidir" tam ve kâmil manada kudret ve ilim sahibidir. Varlıkları
yaratmada ve onları evirip çevirmede her şeyi yerli yerinde yapandır.
[24]
"Ey iman edenler, eşlerinizin, evlâtlarınızın içinde hakikaten size
düşman da vardır." ayetinin (14. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak
Tirmizi, Hakim ve İbni Cerir'in İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre
"Ey iman edenler eşlerinizin..." ayeti bir grup Mekkeli hakkında
nazil olmuştur. Bunlar müslüman olduklarında eşleri ve çocukları onları
bırakmak istemediler. Medine'ye Rasulullah (s.a.)'a geldiklerinde insanların
dinlerini daha iyi öğrendiklerini görünce eş ve evlâtlarını cezalandırmak
istediler. Bunun üzerine "Af eder, kusurlarını başlarına kakmaz,
örterseniz..." ayeti nazil oldu.
İbni Cerir'in Ata b. Yesar'dan rivayet ettiğine göre bu on dördüncü
ayet hariç Teğabün Suresinin hepsi Mekke'de nazil olmuştur. Bu ayetler ise Evf
b. Malik el-Eşcai hakkında nazil olmuştur. Malik, ehlü iyal sahibi birisi idi.
Gazaya çıkmak istediği zaman ailesi ağlaştılar, önüne geçip "Bizi kime
bırakıyorsun!" dediler. O da dayanamayıp kaldı. Bunun üzerine bu ayet
indi. Surenin sonuna kadar ki diğer ayetler Medine'de indi.
İbni Abbas'tan bir başka rivayete göre birisi hicret etmek istiyor hanımı
bırakmıyordu. Adam ona "Yemin ederim ki Allah bizi hicret yurdunda bir
araya getirirse şunları şunları yapacağım." dedi. Allah da onu ve çoluk
çocuğunu hicret yurdunda birleştirdi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
"O halde gücünüz yettiği kadar..." ayetinin (16. ayet) nüzul
sebebiyle ilgili olarak da İbni Ebi Hatem'in Said b. Cübeyr'den rivayetine göre
"Ey iman edenler Allah'tan hakkıyla korkun." ayeti indiğinde bunun
tatbiki ashaba çok ağır geldi, namaz kılmaktan ayakları şişti, alınları yara
oldu. Bunun hafifletmek için Allah "O halde gücünüz yettiği kadar
Allah'tan korkun." ayetini indirdi.[25]
Allah'a ve Rasulüne taati emrettikten sonra Allah Tealâ, bu taate mani
olan eş ve evlâtlardan sakınılmasını istedi. Sonra Allah Tealâ mal ve evlâdın
bir imtihan olduğunu, dikkat edilmesi lâzım geldiğini ifade etti. Sonra takva
üzere olunmasını, infak edenlere kat kat sevap vereceğini, onları affedeceğini
beyan ederek Allah yolunda infak edilmesini emretti.
[26]
"Ey iman edenler, eşlerinizin, evlâtlarınızın içinde hakikaten
size düşman da vardır, öyleyse onlardan sakının." Yani ey Allah'ı ve
peygamberini tasdik edenler! Eş ve evlâtlarınızdan bazıları sizin için uhrevi
düşman olabilir, yani size ahirette fayda verecek salih ameller ve hayru
hasenat yapmanıza mani olabilirler. Bu sebeple onlara karşı tedbirli olun,
onlara karşı sevgi ve şefkatinizi Allah'a itaate tercih etmeyin sakın.
Bunun nüzul sebebini yukarıda görmüştük: Mekkelilerden birtakım
erkekler müslüman oldu ve hicret etmek istediler. Eş ve çocukları onları bırakmadılar.
Bu sebeple Allah Tealâ onlardan sakınmalarını, onlara boyun eğmemelerini
emretti. Rasulullah'ın (s.a.) şöyle dediği rivayet edilir: "Ümmetimin
üzerine öyle bir zaman gelecek ki o zamanda kişinin helaki eşi ve çocuklarının
elinden olacak. Onu fakirlikle ayıplayacaklar, o da bu yüzden kötü bir yol
tutup helak olacak.[27]
buyurdu.
Sonra Allah Tealâ bunların affedilmesini emrederek şöyle buyurdu:
"Af eder, kusurlarını başlarına kakmaz, örterseniz, şüphesiz Allah çok
yarlı-ğayıcı, çok esirgeyicidir." Yani eş ve evlâtlarınızı cezalandırmamak
suretiyle irtikap ettikleri günahlarını affeder, onları bu yüzden azarlamaz,
sitem etmez, özür dilemelerine zemin hazırlamak için hatalarını gizlerseniz Allah
muhakkak kullarının günahlarını affeden, onlara merhamet edendir. İnsanlara
yaptıklarından daha güzeliyle muamele eder.
Sonra Allah Tealâ bu emre biraz daha açıklık getirerek şöyle buyurdu:
"Mallarınız da evlâtlarınız da sizin için ancak bir imtihandır. Allah ise,
büyük mükâfat onun yanındadır." Yani mal ve evlât imtihandır, mihnettir,
denemedir, belki sizi haram kazanmaya sevkeder, Allah hakkını eda etmenize mani
olur, günah işlemenize sebep olur. Allah'a taati tercih eden, mal ve evlât
sevgisi uğruna Allah'a isyan etmeyenlere Allah Tealâ nezdin-de bol bol sevap
vardır.
Ahmed, Tirmizi, Hakim ve Taberani Ka'b b. Iyaz'ın şöyle dediğini rivayet
ettiler: Rasulullah'ı (s.a.) dinledim şöyle diyordu: "Her ümmetin bir imtihanı
vardır, benim ümmetimin imtihanı da maldır."
Ahmed ve Bezzar'ın Ebu Said el-Hudri'den rivayet ettiğine göre
Rasu-lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Çocuk kalbin meyvasıdır. O seni
korkaklığa, cimriliğe ve üzüntüye sevkedebilir."
Taberani'nin Ebu Malik el-Eşari'den rivayet ettiğine göre Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Düşmanın, sen onu öldürdüğünde senin için bir kurtuluş
olan, o seni öldürdüğünde cennete gireceğin kişi değildir. Lâkin belki senin
düşmanın, senin soyundan gelen çocuğundur. Bundan sonra en azılı düşmanın
malındır."
Sonra Allah Tealâ takvayı, taatı ve infakı emrederek şöyle buyurdu:
"O halde gücünüzün yettiği kadar, dinleyin, itaat edin, kendinizin
hayrı olarak harcayın." Yani o halde gücünüzü ve takatinizi sonuna kadar
kullanarak Allah'ın emirlerine sanlın, nehiylerinden kaçının. Nitekim Buhari
ve Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.)
şöyle buyuruyor: "Size bir şey emrettiğim zaman gücünüz yettiği kadar onu
yerine getirin. Sizi bir şeyden nehyettiğim zaman ondan kaçının." Size
emredileni dinleyin, Allah'ın ve peygamberin emirlerine itaat edin. Allah'ın
size ihsan ettiği mallardan hayır yollarında harcayın, cimrilik yapmayın, zira
dinin ve ümmetin maslahatına olan yerlere harcama yapmak sizin için mal ve
evlâttan daha hayırlıdır ve daha çok saadet getirir. Bu sizin için dünyada da
ahirette de daha hayırlıdır. Bunu yapmazsanız sizin için dünyada da ahirette de
şer olur.
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar muratlarına
erenlerin ta kendileridir." Yani Allah Tealâ kimi cimrilik ve eli sıkılık
hastalığından korur ve o insan Allah yolunda, hayır yolunda infakta bulunursa,
işte o umduğuna nail olan, istediğine kavuşanın ta kendisidir.
Sonra Allah Tealâ infak için yaptığı teşviki şu sözleriyle tekit etti:
"Eğer Allah'a gönül hoşnutluğu ile ödünç verirseniz onu sizin için
kat kat artırır. Hem sizi bağışlar da. Allah aza çok mükâfat veren, ceza hususunda
acele etmeyendir." Yani mallarınızın bir kısmını samimi bir niyetle ve
gönül rızası ile hayır yollarında harcarsanız, Allah size kat kat sevap verir
bir hasenenin karşılığında on mislinden yediyüz misline, hatta sınırsız
şekilde kat kat sevap verir, aynı zamanda günahlarınızı da bağışlar. Allah az
amele çok sevap verir, bağışlar, affeder, günahları ve hataları örter,
kendisine isyan edeni cezalandırmakta acele etmez.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Verdiğinin kat kat fazlasını
kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir borç verecek olan kimdir?"
(Bakara, 2/245).
Hakim ve İbni Cerir'in Ebu Hureyre'den rivayet edip Hakim'in
"sahihtir" dediği hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Allah, kulumdan ödünç istedim vermek istemedi." der. Sonra Ebu
Hureyre "Eğer Allah'a gönül hoşnutluğu ile..." ayetini okudu.
Sonra Allah Tealâ infak hususunda daha ziyade teşvik ederek şöyle
buyurdu:
"Gizliyi de aşikârı da bilendir, galib-i mutlaktır. Tam hüküm ve
hikmet sahibidir." Yani muhakkak Allah Tealâ size göre aşikâr olanı da
gizli olanı da en iyi bilendir, galip ve kahirdir, derin hikmet sahibidir, her
şeyi uygun yerine koyar.
[28]
Bu ayet-i kerimeler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Allah Tealâ her insanı eş
ve evlâdın zararlarına, onların düşmanlık yapmalarına karşı uyardı. Bu zarar ya
dinî ve uhrevî veya dünyevî olur. Dinî zararı: Allah'ın ve peygamberin emirlerine
itaat etmesine, İslâm'ın ilk yıllarında hicret farz iken hicret etmesine ve
cihad yolunda malını infak etmesine mani olma şeklinde olabilir. Dünyevî
zararı: Onları memnun etmek için, meselâ nafaka için hırsızlık yapması veya iki
hanımdan birini diğerinin hatırı için yüz üstü bırakması veya onların hatırı
için komşu ile, dost ve yakını ile irtibatı kesmesi gibi bir günah irtikap
etmesi şeklinde olabilir.
Aslında bu düşmanlık ancak inkâra sebep olmaları ve iman etmesine mani
olmaları halinde olur. Bu ise müminler arasında olmaz. Çünkü onların iman
etmiş eş ve çocukları kendilerine düşman olmazlar. Yukarıda da geçtiği gibi
"Mallarınız da evlâtlarınız da sizin için ancak bir imtihandır."
ayet-i kerimesi eşlerini ve babalarını hicret etmekten alıkoyan eş ve evlâtlar
hakkında nazil olmuştur. İbni Abbas "Allah'a isyan olan hususta eş ve
evlâtlarınıza itaat etmeyin." demiştir. Ayet-i kerime insanın ehli ve
evlâdı sebebiyle işlediği bütün günahlar hakkında umumidir. Zira sebebin hususi
olması hükmün umumi olmasına mani değildir.
2- Eş ve evlâtlar kendileri düşman değildir, onlar ancak yaptıkları sebebiyle düşmandırlar. Eş ve çocuk insana düşmanın yaptığını yaparsa düşman olur. Sahih-i Buharı de Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şeytan insanoğlunu saptırmak için iman yoluna oturur ve ona der ki: Kendi dinini ve babaların dinini terkedip de müslüman mı olacaksın? Bu kişi onu dinlemez ve iman eder. Sonra gider insanın hicret yoluna oturur ve der ki: Malını mülkünü çoluk çocuğunu bırakıp hicret mi edeceksin? O da dinlemez. Hicret eder. Sonra cihad yoluna oturur ve ona ci-had edip de canından mı olacaksın, hanımlarını başkası nikâlayacak, malın taksim olunacak? O da dinlemez cihad eder ve öldürülür. İşte bu kişiyi cennete koymak Allah'ın üzerine vaciptir." Yani o kişi cenneti hak etmiştir.
Şeytanın insana yaklaşması ya vesvese ile olur veya onu eşinin, çocuğunun
veya arkadaşının istediğini yapmaya teşvik etmesi suretiyle olur. Ayet-i
kerimede: "Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar
önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler."
(Fus-silet, 41/25) buyrulmuştur.
3- Hata ve kusurları affedip
bağışlamak, intikam ve cezadan daha faziletlidir. Şüphesiz Allah Tealâ
kötülükleri affeder, kullarına karşı merhametlidir, ceza vermekte acele etmez.
Affedip bağışlamanız halinde, O size bunun karşılığını daha hayırlı olarak
verecektir.
4- Mal ve evlâtlar, bazen
haram kazanmaya sevkeden Allah'a karşı vazifelerimizi eda etmemize mani olan
birer imtihandır. Allah'a isyan olan hususlarda onlara itaat edilmez. Nitekim
hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur: "Kıyamet günü kişi huzura getirilir
ve denilir ki "Onun hasenatını ehlü iyaliyedi.[29]
5- Allah katındaki büyük ecir
olan cennet asıl gayedir, bundan daha büyük ecir yoktur. Bu ahirete tevsik,
dünyaya meyli azaltmaktır. Buhari ve Müslim'de -ki buradaki lafız Buhari'ye
aittir- Ebu Said el-Hudri'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Allah cennet ehline "Ey cennet ehli!" diyecek
onlar da "Buyur ya Rabbi" diyerek cevap verecekler. Allah
"Memnun oldunuz mu?" diyecek. Onlar da: "Nasıl memnun olmayalım,
hiç kimseye vermediğin nimetleri bize verdin" diyecekler. Cenabı Hak
"Size bundan daha üstün olanı vereyim mi?" diyecek, onlar da:
"Ya Rabbi, bundan daha üstün şey nedir ki?" deyince Allah "Size
rızamı ve hoşnutluğumu verdim, bundan sonra asla size gazap etmeyeceğim."
diyecek.
6-
"Gücünüz yettiğince Allah'tan korkun.
Allah hiç kimseyi gücünden fazlasıyla mükellef tutmaz." (Bakara, 2/286)
ayetlerinde de işaret edildiği gibi Allah'tan korkma, yani emirlerine uyma,
nehiylerinden kaçınma takat miktarınca olur.
Katade gibi bazı alimlere göre "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkun" ayeti "Ey iman edenler, Allah 'tan hakkıyla korkun." (Ali İmran, 3/102) ayetini neshetmiştir. Diğer bazılarına göre bu iki ayet arasında tearuz yoktur. Çünkü "Allah'tan hakkıyla korkun." ayetinden güç yetmeyecek hususlarda takva kastedilmemektedir, çünkü bu takatin ve gücün üstündedir.
Mücahid gibi müfessirlerin çoğunun görüşüne göre "Gücünüz yettiğince
Allah'tan korkun." ayetinden maksat, Allah'a itaat edilip isyan
olunma-masıdır. Yukarıda da geçtiği gibi bu ayetin bazılarının evlâtlarının ve
eşlerinin engellemesi sebebiyle şirk yurdundan İslâm memleketine hicrette gecikmeleri
sebebiyle nazil olduğunda tefsir alimleri arasında ihtilâf yoktur.
7- Allah Tealâ, dinleyip itaat
etmeyi, yani müminlere verilen öğütleri dinlemeyi, emirlerine itaat edip
nehyedilenleri terketmeyi emretmiştir.
8- Yine Allah Tealâ zekât,
sadaka, kendisi ve ailesi için cihad ve infak edilmesini emretmiştir. Bu ayet-i
kerime umumidir. Sahih hadiste varid olduğuna göre birisi Rasulullah'a (s.a.)
"Benim elimde bir dinarım var?" dedi. Rasulullah (s.a.) ona
"Kendine harca." dedi. Adam: "Bir tane daha var." dedi.
Rasulullah (s.a.): "Ailene harca." dedi. Adam: "Başka da
var" dedi. Rasulullah: "Çocuğuna harca." dedi. Adam: "Bir
tane daha var." dedi. Rasulullah: "Tasadduk et." dedi. Bu
hadiste Rasulullah (s.a.) önce kendisinden, ailesinden ve çocuklarından
başladı, sadakayı sonraya bıraktı. Dinde aslolan işte budur.
Aslında infak etmek kişi için en hayırlısıdır, çünkü bunun Allah katında
bol mükâfatı vardır. Bu sebeple Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Kim nefsinin
cimriliğinden korunursa, işte bunlar felaha edenlerin ta kendileridir."
9- "Eğer Allah'a gönül hoşnutluğu ile ödünç verirseniz, onu sizin için kat kat artırır. Hem sizi bağışlar da." ayetleriyle daha önce yaptığı Allah için infak etme teşvikini teyit etti. Burada Allah Tealâ, gönül rızasıyla, ih-lâsla verilen karz-ı hasenin neticesi olarak o karzın sevabının kat kat verileceğini, günahların affedileceğini ifade etmiş, zat-ı akdesinin aza çok mükâfat vereceğini, huzuruna yakın olanları seveceğini, ceza vermekte acele etmediğini beyan etmiştir. Karz-ı hasenden maksat, daha önce de geçtiği gibi ihlâsla ve gönül rızasıyla helâl malından tasadduk etmektir.
10-
"Gizliyi de aşikârı da
bilendir, galib-i mutlaktır. Tam hüküm ve hikmet sahibidir." ayeti daha
önce geçen infak emrini teyit etmektedir. Yani Yüce Allah görülen görülmeyen
her şeye muttalidir, galip ve kahirdir, yaratma ve tedbiri muhkem yapan, her
şeyi yaratan, rızıklan ihsan eden O'dur. Bu, Allah'ın ilminin ve kudretinin
kemâline delâlet eder.
[30]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/481.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/481-482.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/482.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/483.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/483-484.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/484-485.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/485-486.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/487-488.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/488.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/488-489.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/489-490.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/491.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/491-492.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/492.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/492-494.
[16] İbnü´l-Arabi,
Ahkamu´ul-Kur´an,ΙV/1804, KurtubiXVIII/128.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/494-495.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/496.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/496.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/496.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/497-498.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/498.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/499.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/499-500.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/500-501.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/501.
[27] Alûsî, XXVIII/126.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/501-503.
[29] Alûsî, XXVIII/127.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/503-505.