- 71 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 71, Nüzûl sıralamasına göre 71., Mufassal sûreler
kısmının altıncı grubunun üçüncü sûresi olan Nuh sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur.
Âyetlerinin sayısı 28’dir.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Kur’an-ı Kerim’de Nuh aleyhisselâm
Allah Teâlâ'ya ibadeti terk edip, tapınmak için
kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesada uğrayan bir
kavmi tevhid akidesine döndürmek için gönderilen peygamber.
"Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh (a.s)'ın, kavmini tevhide
döndürmek için verdiği mücadele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir.
Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s)'ın kıssası, şu sûrelerde mufassal
olarak ele alınmıştır: el-A'râf, Hûd, el-Müminûn, eş-Şuârâ, el-Kamer ve kendi
adıyla adlandırılmış olan, Nûh sûresi.
Nûh (a.s), Adem (a.s)'dan yaklaşık olarak bin sene
sonra gön-derilmiştir. Bu zaman zarfında insanlar tevhid üzere olup, Allah Teâ-lâ'ya
şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a)'dan şöyle rivayet e-dilmektedir: "Adem
ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslam üzere
idiler" (İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y., I, 42).
İbn Abbas (r.a)'ın hadisinde, İslâm üzere on asırdan
bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s) gönderilinceye kadar, in-sanların
sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir. Ayrıca,
İbn Abbas (r.a)'ın bu hadisi, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri
gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının söz
konusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, tevhidden ilk sapma, Adem
(a.s)'den en az bin sene sonra olmuştur.
Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, aniden ortaya çıkmadı.
İdris (a.s)'dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibadet ediyor ve salih
alimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların
sevip uydukları bu salih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten
dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassasiyetlerinden
istifade ederek, sevdikleri bu salih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlerini
zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları
yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put
diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibadet edip,
şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla
bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını
vehmetmeye başlamışlardı.
Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış
ve insanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek, O'na şirk koşmaya başlamışlardı.
Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle
bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk
icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı su-retler yapmakla da Allah Teâlâ'nın
azabına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s) canlı bir şeye benzer bir
sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir sûret yaparsa,
Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap
edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır", Kıyamet günü en
şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "yarattıklarınızı
diriltin bakalım" denilecektir" (Buhârî, Libâs, 89, 97).
Nûh kavminin tapındığı putların her birinin,
Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "..."Ved, Suva',
Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin" dediler" (Nûh,23). Allah
Teâlâ, ilâhi rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan
bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan
bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir. Peygamber, Allah Teâlâ'nın
kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem
azabından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan,
inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini
istemiştir. Nuh (a.s) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine,
vurdumduymazlıklarına ve bü-tün aşırılıklarına rağmen onlara şefkatle
yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azaba karşı korumak istemiştir.
Allah Teâlâ, Nûh (a.s) ın, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Milletine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u
milletine gönderdik" (Nûh,1).
İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle
cezalandırılmayı hak etmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak
için rahmanî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s), şirki bırakıp,
tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk
tebliğ, Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir: "...Ey kavmim! Allah'a
kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azabından
korkuyorum" dedi. (el-A'râf,59); "Ben sizin için apaçık bir uyarı-cıyım.
Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir
günün azabından korkuyorum" dedi. (Hûd,25, 26); "Ey kavmim! Allah'a
kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sa-kınmaz mısınız" dedi.
(Mü'minûn,23); "Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir
uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı
bağışlasın ve sizi belli bir sü-reye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği
süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!" (Nûh,2-4).
Nûh (a.s)'ın bu tebliği karşısında onlar,
büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar
ve çeşitli kötülüklerle itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup,
toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nûh
(a.s)'ın da karşısına çıkmış, Kureyş’in ileri gelenlerinin Hz. Muhammed
(s.a.s)'e yaptıklarını andıran bir tarzda, onu, sapıklıkla ve sefihlikle itham
etmişlerdi. Nûh (a.s) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında;
"Kavminin ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu
görüyoruz" dediler". Nûh (a.s) merhametle onlara; "Ey kavmim!
Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rab-binin peygamberiyim,
Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah
katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak
için aranızdan bir vasıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi
şaşıyorsunuz?" dedi" (A'râf,61-63).
Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar,
tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, onu hangi
topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık
gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin
bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: Senin ancak
kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz" (Hûd,27); "Bu, sizin gibi
bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş
olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik"
(Mü'minûn, 24). Mustaz'af insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu
tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler
arayan Mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle
itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: Daha başlangıçta, sana
bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu gör-müyoruz. Sizin bizden bir
üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz"
(Hûd,27); Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu
gözetleyin" (Müminûn,25); "Bu putperest-lerden önce Nûh milleti de
yalanlayarak; delidir" demişlerdi, yolu kesil-mişti" (Kamer,9).
Zenginlik ve riyaset sahibi bu insanlar üstünlüğün
malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte,
kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh (a.s)'a
inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı
nefislerine bir türlü kabul ettiremiyor-lardı. Bunun için Nûh (a.s)'a müracaat
etmişler ve bu insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini
dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s) onlara kesin bir üslûpla
cevap vererek, gerçek anlamda üstünlüğün, inananlarda olduğunu şu ifade ile
ortaya koymuştur: "Ben inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir
uyarıcıyım " (Şuara, 14-15).
Nûh (a.s), bıkmadan, her türlü eziyetlerine
sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azabından
kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her
defasında alaya alıyor. Söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı:
"Kav-minin ileri gelenleri (Mele) yanından her geçtiklerinde onunla alay
edi-yorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de,
bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz" (Hûd,38). Nûh (a.s),
kavmini şirkten dönmeye davet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu
deniyordu. Onlara Allah'a ibadet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tabi
olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat
istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından
gelecek olan büyük cezalardan korumak olduğunu bildiriyordu: Kardeşleri Nûh,
onlara Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş
güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden
bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak alemlerin Rabbine aittir". Doğrusu
hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum" (Şuara,106-110,135).
Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını
vermişti. Ona; "İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir"
dediler" (Şu-ara,136). Buna rağmen O, çağrısında ısrar edince, müşrikler
tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terk
etmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe
son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın" dediler" (Şuara,116).
Nûh (a.s), davetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara
eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s) onların bütün bu tahammül
edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an
olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faaliyeti, kavminden çok az
bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: "Pek az kimse
onunla beraber inanmıştı" (Hud,40).
Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına
Nûh (a.s)'a şöyle çıkışıyordu: Ey Nûh! "Bizimle cidden tartıştın; hem de
çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azabı başımıza getir"
dediler" (Hûd 32). Onlar, Nûh (a.s)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları
için, onun ne söylediğini bir türlü idrak edemiyorlardı. Nûh (a.s) belki düşünürler
diye, azabın sahibinin kim olduğunu ve onun kudretinin sınırsızlığını bir kez
daha onlara tebliğ ediyordu: Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu
aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem
de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz" (Hud,33-34).
Nûh (a.s), bu zalim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı.
Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar.
Bunun üzerine Nûh (a.s), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği
zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca,
kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havale etmekten başka çare bulamadı. Allah
Teâlâ, onun bu durumunu Kur'-an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: Nûh;
Rabbim! Milletim beni ya-lanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni
ve beraberimdeki inananları kurtar" dedi" (Şuara,117-118); Nûh;
"Rabbim! Beni ya-lanlamalarına karşılık bana yardım et" dedi" (Mü'minûn,26);
"O da; "Ben yenildim, bana yardım et" diye Rabbine yalvarmıştı"
(Kamer, 10).
Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk
edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine
acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: Nûh'a;
"Senin milletinden inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapa
geldiklerine üzülme. Nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap.
Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır"
diye Allah tarafından vahy olundu" (Hûd,36-37). Nûh (a.s), Cebrail
(a.s)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri
her defasında onunla alay ediyorlardı: "Gemiyi yaparken kavminin inkârcı
ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; Bizimle alay
ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi bizde sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek
olan azabın ki-me geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini
göreceksiniz" dedi" (Hûd, 36-39).
Taberî, Nûh (a.s)'ın, kavmini İslâm'a davet edişi,
gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r.a) dan
rivayetle, Resulullah (s.a.s)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: "Nûh
kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka
davet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü.
Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne
yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek Şöyle diyorlardı: "Onu yap;
karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?" Nûh (a.s) da onlara;
"yakında bileceksiniz" diyordu” (Taberî, Tarihul-Resul vel-Mulûk, Beyrut
1967, I, 180). Ve yine ona; "Nebiliği bırakıp, marangozluğa mı
başladın" di-yerek eğleniyorlardı (a.g.e., I, 183).
Nûh (a.s)'ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında
İbn Abbas (r.a)'dan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: "Geminin uzunluğu,
Nûh'un babasının dedesinin (yani İdris (a.s)) zıra'ıyla üç yüz zıra'; eni elli
zıra'; yüksekliği otuz zıra'; su seviyesinden yukarısı ise altı zıra' idi.
Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste
açılmıştı (Taberî, a.g.e.I,182). Nûh (a.s), gemiyi inşa ederken, tahtaları
birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla
çakılmış bir gemiye bindirdik" (Kamer,13).
Nûh (a.s) bu esnada, artık tamamen yüz çevirdiği
kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arz ediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak
şirkten nasıl vaz geçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı
tutumu O'na şikayet edip, yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu. Nûh
(a.s)'ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır:
"Nûh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım.
Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben senin
onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına
tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler.
Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden
gizliye de söyledim. Dedim ki: "Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O,
çok bağışlayandır. "Nûh, "Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar
ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden
büyük hilelere başvurdular" dedi. İnsanlara; "sakın tanrılarınızı
bırakmayın; Ved, Suva', Ya-ğûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin"
dediler. Böylece bir çoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece
şaşkınlığını ar-tır. Nuh dedi ki; "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı
bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız
ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" (Nûh,5-11, 21-24,
26-27).
Allah Teâlâ, bu kavme helâki umumi kıldığı gibi,
Nûh (a.s) da bunun umumî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren daveti neticesinde
anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar ola-caktı. İbn
İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden
daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; "Bu adam babalarımızla,
dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu
deliden başka biri değildir" diyorlardı" (Taberî, a.g.e. I,182).
Yeryüzünde ilk defa fesat çıkararak, zâlimlerden
olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit
yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'a Tufanın gelişini haber veren alâmet
olarak, tandır (tennûr)'dan suların kaynamasını göstermişti.
Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan
birer çifti ve kendisine inananları gemiye bindirmesini vahy etti: Emrimiz
gelip, tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten birer çifti ve
aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye
bindir" dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" (Hûd,40). Onunla
beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen
rivayetler vardır (Taberî, a.g.e. I, 187-189). Nûh (a.s) ile, ailesinden Ham,
Sam, Yâfes adların-daki üç oğlu da gemiye binmişti. Ancak dördüncü oğlu Kenan
(Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve
gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber
gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sı-ğınırım,
beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun
acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da
boğulanlara karıştı" (Hûd,42-43).
Nûh (a.s), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu
bil-mediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu
senin vaadin haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" di-ye
seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah
Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifa-de etmediğini,
insanların birbirinden olmalarının yegane ölçüsünün akide olduğunu; "Ey
Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kö-tü bir iş işlemiştir. Öyleyse
bilmediğin şeyi benden isteme" âyetiyle Nûh (a.s)'a bildirerek, ortaya
koymuştur. .
Tufan, yeryüzünde, gemidekilerin dışında hiç kimsenin
sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde bütün dünyayı sular altında
bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından
sular fışkırtmaya başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan
sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, tak-dir edilen bir
ölçüye göre birleşti" (Kamer,11-12). Allah'a isyanda direten ve O'nun
elçisine olmadık eziyetleri reva gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir
değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zalimlerin sonunun
ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tufan ile helak edilmişti.
Allah Teâlâ, inkârcı zalimler helâk olduktan sonra,
Tufanı sona erdirmiş ve inananların bulunduğu gemiyi selametle Cûdi dağı üzerine
durdurtmuştu; "Yere; "Suyunu çek!"göğe; "Ey gök sen de
tut!" de-nildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdiye oturdu.
"Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun"
denildi" (Hûd,44).
Taberî'nin Resulullah (s.a.s)'e dayandırılan bir
rivayetine göre Tufan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan
Tufan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdi dağının üzerine oturmuştu.
Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti (Taberî, a.g.e.
I,190). Bu gün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hatırasını
sürdürmüştür (bk. Âşûre mad.)
Gemi, su üzerinde kaldığı altı ay boyunca dünyanın
her tarafını dolaşmıştı. Allah Teâlâ, Tufan esnasında Âdem (a.s) tarafından in-şa
edilen Mekke'deki Beytullah'ı yeryüzünden kaldırmıştı (Taberî, a.g.e. I,185). İnkar
edip yeryüzünde fesat çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra,
Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini
bildirmişti: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir
selamet ve bereketle gemiden in" (Hûd,48).
Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen
bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ö-mer
(Cizre)'in yakınında bulunmaktadır (a.g.e., 189). Diğer bir rivayete göre de
Nûh (a.s) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş;
gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada
durdurmuştu (M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiya, Dımaşk 1985, 154). Geminin
kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ
Kur'-an-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını
zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık;
öğüt alan yok mudur" (Kamer, 15).
Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh
(a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam,
Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ancak onun
soyunu sürekli kıldık” (Saffât,77). Resulullah (a.s) bu a-yeti okuduğu zaman,
sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir (Taberî,
a.g.e. I,192). Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı,
Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri,
Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler
(İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 78).
Nûh (a.s)'ın tufana kadar dokuz yüz elli beş yıl
yaşadığı kesindir: "Şüphesiz ki biz Nuh’u kavmine Peygamber olarak
gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı" (Ankebût,14). Ancak,
Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas (r.a)'ın
görüşüne göre, Nûh (a.s) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öl-düğünde de
Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir (Sabûnî, a.g.e. 154).
Nûh (a.s), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah
Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûra)" olarak isimlendirmiş ve
kıyamete kadar gelen nesiller, anıp selam getirsinler diye onun ismini herkesçe
bilinir kılmıştır: "Sonra gelenler içinde "Alemlerde, Nûh'a selam
olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, bizim inanmış
kullarımızdandı" (Sâffât,81-82). Ve o, sonraki peygamberler için, takip
edilmesi gereken bir önder kılınmıştır: "İbrahim de şüphesiz, onun yolunda
olanlardandı" (Sâffât,83). Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan
itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm
peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Resulul-lah (s.a.s)'e bir
örnek olarak gösterilmektedir: "Resullerden azim ve sebat sahibi
(ulul-emr) olanların sabrettiği gibi sen de sabret" (Ahkaf, 35).
Nûh (a.s), Peygamber (s.a.s)'e ve inanan
tebliğcilere bir numune olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helaki
da, müs-lümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir
örnek olarak sunulmuştadır.
Kitabımızda
tanıtıldığı gibi Nuh aleyhisselâmla ilgili bu özetten sonra inşallah Nuh
sûresine geçelim.
“Rahmân ve Rahîm
olan Allah’ın adıyla”
Kur'an-ı
Kerim'in yetmiş birinci sûresi. Yirmi sekiz âyet, iki yüz yirmi bir kelime ve
yedi yüz elli harften ibarettir. Mekkî sûrelerden olup Nahl sûresinden sonra
nâzil olmuştur. Sûre, bütünüyle Nûh (a.s)'ın kıssasından bahsettiği işin bu adı
almıştır.
Nûh
(as), "Ulûl-Azm" peygamberlerin ilkidir. Kendilerine gönderildiği
kavim de, Allah'a kulluğu terkedip kendilerine putlar edinerek yeryüzünde fesat
çıkartan ilk inşan topluluğudur. Allah Teâlâ insanlar için birer yol gösterici
olan peygamberlerinden biri olan Nûh (a.s)'ı kavmine gönderdiğinde, onu
yalanlamışlar, alaya almışlar ve onunla mücadeleye girişmişlerdi. Allah'a isyan
edip, Resulünün davetine kulak asmayan bu kavim, aynı zamanda yeryüzünde helâk
edilerek cezalandırılan ilk kavimdir. Bu cezalandırma daha sonraki kavimler
için bir ibret kaynağı kılınmış ve Kur'an-ı Kerim'de teferruatlıca zikredilerek,
bununla evvelki kavimlerin helâklerine sebeb olan davranışlardan kaçınılması
için somut bir uyarıda bulunulmuştur.
Nûh
(a.s), dokuz yüz elli sene kavminin arasında kalmış ve bu uzun zaman içinde
onları Allah'ın gösterdiği yola tabi olmaya çağırmıştı. Onun bitmek tükenmek
bilmeyen uzun süreli bu yorucu gayreti, toplumuna kendisini dinletememiş,
onları, sürekli uyarısını yaptığı kor-kunç azaptan kurtaramamıştı. Sûre, Nûh
(a.s)'ın, mal ve mevki sahibi, sapıtmış liderlerinin peşinde koşan ve
inanışlarını onun arzularına göre ayarlayan inatçı kavmiyle yaptığı mücadeleleri
anlatıyor.
Sûreye,
Nûh (a.s)'ın haber verilen acıklı azap gelmeden kavmini doğru yola dönmeleri
için uyaran bir peygamber olarak gönderildiği haber verilerek giriliyor:
"Biz Nuh'u; "Can yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar"
diye vahy ederek, kavmine peygamber olarak gönderdik (1).
Nûh
(a.s) onları, Allah'a ibadet, O'nun azabından korkma (takva) ve Resule itaate
çağırmıştı: "Allah'a kulluk edin O'ndan korkun, bana da itaat edin"
(3). Bu çağrıya uymak için insanoğlunun zamanı sınırlıdır. Allah'ın ona verdiği
mühlet içerisinde tercihini yapmak zorundadır. Çünkü Allah'ın takdir ettiği ve
dönüşün mümkün olmadığı an geldiğinde, bunu geciktirmeye hiç kimsenin gücü
yetmez! "Muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği vakit geldiği zaman, asla
ertelenmez. Keşke bunu bir bilseniz" (4). İnsana verilen zamanın kısıtlı
olduğu ve bir gün bu hayatın son bulacağı gerçeği, bilinen bir şey olduğu
halde; insanoğlu, büyük bir gaflet içerisinde zamanını boş şeylerle ve Allah'a
isyanla geçirir. Şeytan bu hayatın sonlu olduğunu, cezalandırma ve hesap gününün
çok yakında gelip çatacağını ona unutturur. İşte Allah Teâlâ bunu; "Keşke
bilseydiniz" ifadesiyle vurgulamaktadır.
Nûh
(a.s), çok uzun bir hayatın tamamını bu gerçekleri kavmine kavratabilmek için,
yorucu bir faaliyetle geçirmişti: "Rabbim! Kavmimi gece gündüz yılmadan
imana davet ettim " (5). Ama sonuçta küçük bir topluluk hariç, kendini hiç
kimseye dinletememişti. Burada, Nûh (a.s) ve ondan sonra gelen bütün peygamberlerin
karşılaştıkları inat, alaya alma ve büyüklenerek direnme olayının küfrün ve câhili
düşüncenin geleneksel davranış biçimi olduğu gözler önüne seriliyor. Nûh (a.s),
kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya şikayet ederken şöyle demektedir: "Doğrusu
ben bağışlaman için onları ne zaman imana davet ettimse; onlar, parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, beni görmemek için elbiselerine büründüler, inkârlarında
ısrar ettiler ve büyüklendikçe büyüklendiler" (7).
Daha
sonra, Nûh (a.s)'ın kavmini ne şekilde iman'a davet ettiği anlatılmaktadır.
Bütün peygamberler getirdikleri ilâhî mesajın haki-katını akıllarda hiç bir
şüpheye yer bırakmayacak bir netlikte açıklamış, tebliğ etmişlerdir. Nûh (a.s)
da kavmine, Allah'tan getirdiklerini anlayabilecekleri bir dille, akıllarına
hitap eden delillerle tebliğ etmişti. Bu tebliğ esnasında kendisine bir hareket
stratejisi de tayin etmişti. Bazı gruplar, Allah'ın birliğine imana çağırırken;
maslahata uygun ola-rak, tebliğ faaliyetini gizlice yürütmüş; açıkça söylenmesi
icap eden şeyleri de hiç kimsenin korkutmasından çekinmeden toplumun karşısına
geçip haykırmıştı. Nûh (a.s)'ın böyle bir tebliğ metodu takip ettiği;
"Sonra da onlara, bazen açıktan açığa, bazen de gizliden gizliye hakkı
tebliğ ettim" (9) ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır.
İnkâr
edip Allah'a savaş ilan edenler, ahirette şiddetli azaplarla
cezalandırılacakları gibi; bu dünyada da büyük belâlarla karşılaşacaklardır.
İman eden topluluklar ise, ahirette hesapsız nimetlerle mükâ-fatlandırılacakları
gibi, bu dünyada da üzerlerine Allah Teâlâ'nın ni-metleri yağacaktır. Bu
gerçek, Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde de-falarca zikredilmektedir. Bunun
içindir ki Nuh (a.s), kavmini Allah'ın cezalandırmasından korumaya çalışırken,
iman edip af dilemeleri kar-şılığında, Allah tarafından nimetlerin
bollaştırılması ile de mükafatlandırılacaklarını onlara bildirmekte idi: "Ve
şöyle dedim: Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; şüphesiz o çok bağışlayandır.
Size gökten bol bol yağmur indirsin. Size çok mallar ve oğullar versin,
bahçeler bağışlasın, ırmaklar akıtsın" (10-12).
Nûh
(a.s), tebliğ ettiği şeyin gerçekliğini, insan aklına hayret verecek ve
idrakten aciz bırakacak olan evrenin işleyişi ve insanoğlunun yeryüzünde
yaradılışı mucizelerini gözler önüne sererek anlatmaya çalışmıştı. Allah'ın
varlığına ve birliğine mutlak anlamda delalet eden hilkat olayı, varlığın bütün
incelikleri, insan aklına durgunluk verecek ilâhî bir üslûpla bütün
peygamberler tarafından gönderildikleri toplumların gözleri önüne serilmiştir.
Kavmini
ilâhî rahmete ulaştırmak için her türlü yolu deneyen Nûh (a.s), dokuz yüz elli
yıllık uzun mücadele sonunda kavminin durumundan ümidini kesmiş ve onların
artık uydukları tağutî liderlerinin peşinden kesinlikle ayrılmayacaklarını
anlamıştı: Nuh, şöyle dedi: "Rabbim! Kavmim bana isyan etti; malı ve
evladı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydu" (21).
Kâfirlerin
her zaman yaptıkları gibi, Nûh (a.s) kavmi de, onun tebliğinin insanlar
üzerindeki etkisini engellemek için çeşitli hileli yollara başvurarak, ona
tuzaklar kurdular ve tapındıkları putları ayakta tutabilmek için her türlü yolu
denediler ve bunda da başarılı oldular: "Onlar büyük tuzaklar kurdular.
Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, "Ved", "Suvâ",
"Yağus", "Yeûk" ve Nesr" gibi putlarınızdan
vazgeçmeyin de-diler" (22-23).
İlâhî
tebliğe uzun süre kulak tıkayıp, onu yok etmek için zalimce yollara başvuran
insanlar, kendileri için açık tutulan rahmet kapısını kaybederler. Artık,
onların İslam'ı anlamaları mümkün değildir. Allah Teâlâ onları işledikleri
büyük zulümler karşılığında böylece ceza-landırmaktadır. Nûh (a.s), kavminden
ümidini kesince Allah Teâlâ'dan onları cezalandırmasını istemiş ve Rabbine
şöyle seslenmişti: Ey Rabbim! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma!”
(26). Kurtuluşa erenler ise Peygambere uyan az bir topluluk idi: Rabbim! Beni,
anamı, babamı, evime mümin olarak gireni mümin erkekleri ve kadınları affet.
Zalimlerin ise sadece helâkini artır" (28).
Ve
neticede sapıtmış bir topluluğun başına gelecek belalardan biri Nûh (a.s)
kavmini yeryüzünden silip götürmüştü. Bunda, sonraki topluluklar için büyük bir
ibret vardır (Nuh (a.s)'ın tebliğ mücadelesi ve Tufan hakkında ileride yeri
gelince bilgi vereceğiz.
1. “Milletine
can yakıcı bir azab gelmezden önce onları uyar” diye Nuh’u milletine gönderdik.
2. O da şöyle söyledi: “Ey Milletim! Şüphesiz ben size gönderilmiş apaçık bir
uyarıcıyım.” 3-4. “Allah’a kulluk edin; O’ndan sakının ve bana itaat edin ki
Allah günâhlarınızı size bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin.
Doğrusu Allah’ın belirttiği süre gelince geri bırakılamaz; keşke bilseniz!” 5.
Nuh dedi ki: “Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece-gündüz çağırdım.” 6.“Fakat
benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı.” 7. “Doğrusu ben senin
onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda, parmaklarını kulaklarına
tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler.”
8. “Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım.” 9. “Sonra onlara açıktan açığa,
gizliden gizliye de söyledim.” 10-11. Dedim ki: “Rabbinizden bağışlanma
dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin.”
12. “Sizi, mallar ve oğullarla desteklesin; sizin için bahçeler var etsin,
ırmaklar akıtsın.” 13. “Ne oluyorsunuz ki Allah’a büyüklüğü
yakıştıramıyorsunuz.” 14.“Oysa sizi merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.” 15. “Allah’ın, göğü yedi kat üzerine yarattığını
görmez misiniz?” 16. “Aralarında Ay’a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını
sağlamıştır.” 17. “Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir.” 18. “Sonra
sizi oraya döndürür ve yine oradan çıkarır.” 19-20. “Yeryüzünde dolaşabilmeniz,
orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz için, onu size yayan O’dur.” 21-22.
Nuh: “Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu kendisine
sadece zarar getiren kimseye uydular; birbirinden büyük düzenler kurdular”
dedi. 23. İnsanlara: “Sakın tanrılarınızı bırakmayın, Vedd, Suva', Yağus, Yeuk
ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin” dediler. 24. “Böylece birçoğunu saptırdılar;
Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını artır.” 25. Onlar, günâhları
yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah’tan başka yardımcı
bulamadılar. 26. Nuh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkârcı bırakma.” 27.
“Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ah-lâksız ve çok
inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler.” 28. “Rabbim! Beni, ana-babamı,
evime inanmış olarak gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla; zalimlerin de
yalnız helâkini artır.”
Sûrenin adı
Nuh sûresidir. Bir peygamberin, Nuh’un (a.s) hayatının belli bir bölümünü
anlatan bir sûredir. Bu sûre baştan sona Nuh’un (a.s) hayatının tümünü
anlatmaz. Nuh’un (a.s) babası, anası kimdi? Nerede, kaç yılında dünyaya
gelmişti? Doğumu, çocukluğu, gençliği nasıl geçmişti? Hangi merhalelerden
geçmişti? Onun hayatının tümünü anlatmaz Kur’an. Çünkü Kur’an, peygamber hayatı
anlat-mak için gelmiş bir biyografi kitabı değildir. Kuru, donuk bir peygamberler
hayatı anlatmaz Kur’an. Kur’an, kulluğu anlatmak için gelmiştir. Bize, bizim
kulluğumuzu anlatırken örnek kullar olarak, model kullar olarak peygamberlerin
hayatlarından bize lazım olacak, bizim kulluğumuza lazım olacak kadarıyla
pasajlar sunar.
Yani peygamberler, Allah’ın örnek
kulları nasıl bir hayat yaşamışlarsa, her bir konumda, her bir ortamda nasıl
bir tavır sergilemişlerse, bizim içinde bulunduğumuz hayat hangi peygamberin
yaşadığı hayata, içinde bulunduğumuz toplum hangi peygamberin toplumuna
benziyorsa ve o toplum içinde peygamber nasıl bir metot izlemişse, siz de aynen
o peygamber gibi bir hayat yaşayın, siz de o toplum için-de o peygamberin
takındığı tavrı takının, diye Rabbimiz onları bize anlatmaktadır. Yoksa Kur’an
salt peygamber tanıtıcı değildir. Sırat-ı müstakîm üzere yaşayan, Allah’a
Allah’ın istediği kulluğu icra eden Nuh’un (a.s) önüne kimler nasıl çıkmıştı?
Nuh’un (a.s) onlara karşı tavrı nasıl olmuştu? Yani kulluk yolunda Nuh (a.s)
neler yapmıştı? Bi-ze nasıl örnek olacak? İşte bu anlatılıyor sûrede.
Biliyoruz
ki peygamberler içinde şehid edilenler müstesna en çok işkence çeken, en çok
zulme maruz kalan peygamber Nuh’tur (a.s). Kur’an’ın bize haber verdiğine göre
950 yıllık sıkıntılı bir dâvet dönemi vardır Hz. Nuh’un.
Bu ilk
görevlendirmenin hemen akabinde Hz. Nuh’un (a.s) hemen tavır aldığını
görüyoruz. “Ya Rabbi biraz erken değil mi? Biraz acele olmadı mı bu iş? Şöyle
az biraz çoğalsaydık, yanıma yardımcı birilerini gönderseydin, birkaç melek
filan gönderseydin yanıma, bir vakıf, dernek filan kursaydık, ya da şöyle bir
yerlere gitseydim de bunlar beni biraz özleselerdi, kıymetimi biraz anlasalardı,
veya bir kampa filan gitseydim, biraz eğitim alsaydım, az biraz hazırlık yapsaydım,”
demeden, Rabbinin emrini savsaklayıp kaçmadan hemen görevine başladı. Allah
görevlendirdi, o da görevine başladı. Yapılacak iş de buydu zaten.
Buna göre
şu genel prensibi söyleyelim. Peygamberlerin dâvetindeki aşamalar şöyledir:
a. Allah görevlendirir
ve peygamber hiç beklemeden görevi üstlenir ve hemen onu icra etmeye başlar.
Hemen Allah’tan aldıklarını aynen toplumuna duyurmaya başlar.
b. Kavmi
ilk zamanlar onun bu görevini hafife alır. Onunla ve duyurduğu âyetlerle dalga
geçer. Allah’ın elçisini alaya alırlar. Allah-tan aldığı emirler gereği peygamber
onların alaylarına, dışlamalarına, yalanlamalarına aldırış etmeden görevine
devam eder.
c. Kavmi
onu tehdit eder, canları sıkılır, moralleri bozulur, onunla ilgiyi keserler,
ondan desteklerini çekip onu yalnız bırakırlar. Ama peygamber yine görevine
devam eder.
d. Kavmi
şiddete başvurur, eziyet etmeye başlar, en yakınlarını sıkıştırır. Onun
etrafındaki inananları dağıtmaya çalışırlar.
e. Sonra
bunun da sökmediğini görünce tavizler verir kavmi, uzlaşma zemini arar.
Peygamber onlardan gelen bu koalisyon tekliflerini reddeder. İslâm’la küfrün
gece ile gündüz gibi birbirinin zıddı olduğunu, birinin varlığının diğerinin
yokluğuna bağlı olduğunu ve ikisinin asla birleşemeyeceğini ortaya koyunca da
artık öldürmeler, kovulmalar, sürgünler başlar. Peygamber yine devam eder ve
hallerini Rabblerine arzederler. Hallerini Allah’a arzetmeleri ise ancak güç
ver-mesi, sabır vermesi içindir. Ama bu noktadan sonra kavim peygamber şahsında
dini ortadan kaldırmaya niyet edince de, yani peygamberi ve ona iman edenleri
yok etmeye yönelince de, karşılarında Allah’ı bulacaklardır. Karşılarında
Allah’ın azabını bulacaklardır.
Tarih boyunca bu hep böyle
olmuştur. Âd öyle oldu, Semûd öyle oldu, Nuh kavmi öyle olmuştur. Mûsâ’yı ve
İsrâiloğullarını yok et-meye çalışan Firavun oğulları da öyle olmuştur.
Bizim için
de aynı şey geçerlidir tabii. Bizler de unutmayalım ki Müslümanlaştıkça hafife
alınacağız, bizler de zorlanacağız. Sonra bi-ze prim verilmeye başlanacak,
sonra işkence edilecek, asılacak, kesilecek, sürülecek, süründürüleceğiz. Ama
bizim şahsımızda İslâm ortadan kaldırmaya niyet edildi mi, artık o noktadan
itibaren karşılarında Allah’ı bulacaklar ve helâki hak edecekler.
1.
“Milletine can yakıcı bir azab gelmezden önce onları uyar” diye Nuh’u milletine
gönderdik.”
“Biz Nuh’u
kavmine gönderdik,” diyor Rabbimiz. Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki Hz. Nuh (a.s)
toplumuna r
Rasulullah efendimizin bu konudaki hadisini
hatırlıyoruz. Kıyamette hesap-kitap dönemi başlayınca bütün insanlar o bekleme
dehşetinden bıkmış, usanmış, bitkin bir vaziyette soluğu babaları Adem’in (a.s)
huzurunda alacaklar. Hz. Adem diyecek ki:
“Şefaat için siz Nuh’a gidin, çünkü benim suçum var. Siz ilk Resul olan Nuh’a
gi-din.” Hz. Nuh’un ilk Resul olması konusu işte bu hadiste geçiyor. Değilse
Kur’an’da anlatılan Peygamberlerin hepsi Resuldür, hepsi Nebîdir. Evet bir
ayırım söz konusudur ama bu fonksiyonel bir mânâ taşıyacaktır. Allah, elçileri
hakkında bazen Resul, bazen de Nebî demiştir, ama bu Peygamberlerin Allah’la
insanlar arasında bulunduğu yere, yani konumlarına bağlıdır.
Yani bir Peygamber toplumla münâsebeti söz
konusu olunca başka bir isim alacak, Allah’la münâsebeti söz konusu olunca da
başka bir isim alacaktır. Allah’tan haber vermesi adına ona Nebî yani haberci
diyeceğiz, topluma elçi olması adına da Resul, yani elçi diyeceğiz. Peygamberin
konumundan dolayı kendisine verilen isimlerdir bunlar. Meselâ şu anda benim
size göre adım farklıdır, hanımıma gö-re benim adım kocadır, çocuklarıma göre
babadır, veya kimileri toplumuna göre emirdir, halifedir gibi. Bunun başka bir
özelliği yoktur.
Yani her peygamber Allah’tan haber vermesi, Allah’tan
haber getirmesi bakımından Nebîdir, bize örnek olması, elçi olması açısından da
Resul’dür. Bunun dışında yok efendim işte kendilerine kitap ve şeriat
gönderilenler Resuldür, ötekiler Nebîdir ayrımını Kur’an’da göremiyoruz.
Meselâ bakıyoruz Kur’an’da Hz. İsmail
(a.s) için de “Ersel-na” yani Resul ifadesi kullanılıyor. Halbuki biz biliyoruz
ki İsmail’e (a.s) kitap gönderilmemiştir. O zaman İsmail (a.s) için böyle
buyuru-luyorsa ve Hz. İsmail’e kitap mı, şeriat mı gönderildi bilinmiyorsa ve
de ikisi de aynı anda kullanılıyorsa, o zaman böyle anlamak daha münasip olacaktır.
Veya Nuh, Lût, Sâlih, Hûd (a.s) için de Allah Resul kelimesini kullanıyorsa ve
bunlara kitap ve şeriat verildiğinden de söz edilmiyorsa bunun içinden
çıkamayız. Öyleyse Peygamberlerin kavimle münâsebetini anlatma adına ona Resul,
Allah’la olan münâsebetini anlatma adına da Nebî denmiştir diyoruz.
Burada “Erselna”
sözünün, Resul sözünün ilk defa Hz. Nuh hakkında kullanılmasının belki şöyle
bir anlamı da olabilir. Hz. Âdem tüm insan nesli için gönderilmiş bir peygamberdir
ve döneminde çocukları hep iman ehliydi. Halbuki peygamberlerin gönderiliş
sebebi bozulan insanların uyarmaktı. İşte uyarı için gönderilen ilk peygamber
Hz. Nuh’tu ve onun içindir ki ilk defa ona “Erselna” kelimesi kullanılmıştır.
Allah diyor ki, “Nuh’u kavmine
gönderdik.” Peki Nuh (a.s) nerdeydi de gönderdik deniyor? Buradaki “Ersele”,
gönderdik ifadesi Türkçe’deki İstanbul’dan Ankara’ya göndermek anlamına
değildir. Hz. Nuh toplumunun içindeyken biz onu sözcü olarak seçtik, insanların
hayatlarına karışma, insanlara vahiy gönderme konusunda onu odak nokta ya da
sözcü seçip görevlendirdik demektir. İşte biz onu kavmine gönderdik ifadesinden
bize çok büyük bir mesaj var. Nedir o? Demek ki Allah insan hayatına karışıyor
ve anlıyoruz ki bu karışmayı da içimizden birisi ile yapıyor. Ben sizin
hayatınıza karışacağım diyor ve içimizden birini bu konuda sözcü seçiyor
Rabbimiz. Bir de biz onu kavmine gönderdik ifadesiyle yine şunu da anlıyoruz ki,
Rabbimiz nasıl ki o toplumun içindeyken ona, o topluma görevlendirmişse, biz de
şu anda kendi toplumumuza görevlenmişizdir.
Yani biz de hanımlarımıza,
çocuklarımıza ve çevremizdekilere görevlendirildik. Öyleyse Allah’ın Hz. Nuh’u
kavmine gönderdiği gibi biz de kendimizi kendi kavmimize, kendi ehlimize gönderelim.
Aynı bölgede yaşayanlara, ulaşma imkânımız olanlara ulaşalım ve bunu Allah’tan
bir görev bilelim. Önce karımızı, kızımızı, sonra da en yakın çevremizden
başlamak şartıyla onları uyarmanın yükümlüğüyle kendimizi sorumlu tutalım.
Kur’an-ı
Kerîm’e bakıyoruz, Peygamberler çevrelerini direk uyarmışlar. Ev ev dolaşmışlar
ve insanları Allah’ın âyetleriyle uyarmışlar. İşte bu sûrede dâvetin her
çeşidini, dâvetin tüm merhalelerini ve dâvetçinin çektiği tüm sıkıntıları
görüyoruz. Bizim adım adım örnek alıp takip edeceğimiz dâvetin tüm merhaleleri
anlatılmıştır. Eğer bizler bu sûreyi öğrendikten sonra Hz. Nuh’u (a.s) örnek
kabul etmezsek, onun gibi olmaya, onun gibi yapmaya çalışmazsak, boşu boşuna
bir öğrenme olacaktır bu Allah korusun.
Biz Nuh’u
kavmine gönderdik. Kendi kavmine, kendi toplumuna. Buradan insanların
sorumluluk alanlarının farklığını da anlıyoruz. Rasûlullah Efendimizin bir
hadisinden de öğrendiğimiz gibi, hepimiz çobanız ve hepimizin sorumluluk
alanlarımız da farklıdır. Çünkü her birimizin sürüleri değişiktir. Herkese ayrı
sürü veriliyor, ya da herkes aynı sürüden sorumlu olmuyor. Herkes kendi
sürüsünden sorumlu oluyor. Onun içindir ki insanlar kendi görev alanlarını çok
iyi bilmek zorundadırlar. Değilse kendi sürülerini ihmal ederek başkalarının sürüleriyle
kendi kendilerini heder etmemelidirler. Bir baba Allah’ın kendisine çizdiği
sorumluluk alanını terk eder, kendi sürüsünü Allah’ın istediği yerde
doyurmaktan, Allah’ın istediği gibi Müslümanca eğitmekten kaçar ve başkalarının
sürülerini eğitmeye giderse, sorumlu olmadığı alanlarda kendi kendini heder
ediyor demektir.
Veya kadınlar kendi sürülerini,
kendi çocuklarını Müslümanlaştırma sorumluluğundan kaçar, başkalarının sürülerini
eğitmeye giderlerse veya kendilerinin sorumluluk alanına girmeyen konulara,
meselâ kocalarının Cuma problemlerini ayarlamaya kalkışırlarsa, kendilerini
ilgilendirmeyen şeylerle kendi kendilerini helâk etmişler demektir. El-bette ki
dışımızdaki sürüler çobansız kalmışsa onlarla da ilgileneceğiz ama önce kendi
sürümüzden sorumlu olduğumuzu unutmayacağız.
Milletine, toplumuna elim bir
azap, can yakıcı bir azab gelmez-den önce onları uyar, diye Nuh’u gönderdik.
Kendilerine elim bir azap gelmeden onları bununla uyarması için Nuh’u
gönderdik.
Allah’ın
elçisi insanları elim bir azapla uyarıyordu. “Ben sizi size gelecek elem
verici, dayanılmaz bir azapla o azap size henüz gelmeden, henüz iş işten
geçmeden uyarıyorum. Sizi kıyametle korkutuyorum. Bir gün gelecek güneşiniz de,
ayınız da, üstünde gezip dolaştığınız dünyanız da, eviniz de, paranız da,
gücünüz kuvvetiniz de, her şeyinizle birlikte yok olacaksınız. Allah’ın
huzuruna çıkarılacaksınız. Yaptıklarınızın hesabını ödemek üzere Rabbinize arz
olunacaksınız” diyor, insanları kıyametle korkutuyordu. Çünkü peygamberlerin
ellerindeki en büyük silahlardan birisi işte bu kıyamet silahıydı.
Bu konu
gerçekten çok mühimdir. Bugün bizler de bu silahı sürekli düşmanlarımıza karşı
kullanmak zorundayız. Âhirete iman konusunu sürekli gündemde tutmak zorundayız.
Hem kendimizi hem de çevremizi âhiretle uyarmak zorundayız. Diyelim ki tüm insanlara:
“Ey insanlar! Bir gün gelecek ayınız da, güneşiniz de, yıldızlarınız da, semânız
da, arzınız da, malınız-mülkünüz de, gücünüz, saltanatınız da, paranız,
servetiniz de her şeyinizle birlikte yok olacaksınız! Hesap kitap vermek üzere
Allah’ın huzuruna gideceksiniz! Rabbinizin ikâ-bıyla, cehennemiyle karşı
karşıya geleceksiniz! Ne yaparsanız yapın bundan asla kurtulamayacaksınız.” Peygamberlerin
ellerindeki en büyük silahlardan birisi olan bu silahı bizler de kullanalım.
Onlar dönemlerinde Allah’ın kullarını nasıl bununla uyarmışlarsa, bizler de
günümüz insanlarını âhiretle korkutmak zorundayız.
Bir atom
bombası, bir hidrojen reaktörü, bir tank, bir füze karşısında birçok devletler
savaştan el-etek çekip teslim sancağını çekerken, aynı insanları âhiretle
uyardığımız zaman bir tek günâhı bile terk etmediklerini görüyoruz.
Bu insanlar
A.B.D.’nin, Avrupa’nın sihirbazlıkları karşısında onlardan tir tir titriyorlar
da âhiret karşısında hiç irkilmiyorlar. Halbuki A.B.D. de Çin de, İngiltere de
çok basittir, güçsüzdür, her şeyleri artistlik ve sihirbazlıktır.
İşte gördük
Kamboçya’da, Afganistan’da, Somali’de bunların ne düzenbaz olduklarını. Öyleyse
biz de bu insanların karşısına tıpkı peygamberlerin yaptıkları gibi Allah’ın
âyetleriyle çıkalım. Onlar iman etmeseler de, alay ediyor görünseler de onların
karşılarına bu kitapla çıkalım. Çünkü nihaî noktada onları diriltecek olan yine
bu kitap olacaktır. Kadın, erkek, kâfir, mü'min, hür, köle kim olurlarsa olsun
insanlar, ne olurlarsa olsunlar onları diriltecek bu kitaptan başka bir şey
yoktur elimizde. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım inşallah.
Unutmayalım
ki muvaffak olmanın yolu peygamber metoduna sarılmaktır. Önce biz kendimiz
korkacağız âhiretten, sonra da insanları âhiretle korkutacağız. Başka şeylerden
bahsetmeye gerek yok. Bizim bu tavrımız karşısında onlar da ibret alıp korkacaklardır.
İşte bakın Hz. Nuh’un elinde bir tek silahı var, başka yok. Kendisine iman
edenleri yanına alıp savaşsa, ama yok o kadar inanan. Topu topu 70-80 kişi.
Araç yok, gereç yok, ordu yok, asker yok. Bu durumda kalbe, kalbe inme
mecburiyeti var. Güçlü olunca diğerleri de olur ama, bu durumda sadece kalplere
inme, gönüllere girme mecburiyeti vardı ve bunu da Hz. Nuh böylece
gerçekleştiriyordu.
Öyleyse
bizler de inanmayanların karşısına Kur’an ile, çıkmalıyız, Kur’an’ın haber
verdiği âhiretle çıkmalıyız. Diyeceksiniz ki zaten onlar Kur’an’a inanmazlar
ki! Hayır! Varsın inanmasınlar, Resuller on-ların karşısına Kur’an ile
çıktılar. Âyetler onların her birinin kalbine bir ok gibi saplanıyordu. Velev
ki bunu kabul etmez görünsünler, velev ki alay etsinler, Kur’an onları nihaî
noktada diriltecek olan tek çaredir. Kim olursa olsun, mü’min, kâfir, müşrik
münâfık, kadın, erkek herkese Kur’an ile gitmek zorundayız.
Bakın
Allah’ın elçisi kavmine şöyle diyordu:
2. “O da
şöyle söyledi: “Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir
uyarıcıyım”
İfadeye
dikkat ediyor musunuz? Ne diyor Nuh (a.s)? “Ey kavmim! Ey milletim! Ey benim
kavmim! Ey benim olan, benden olan kavmim! Ey babam! Ey anam! Ey çevrem!”
diyor. Anlıyoruz ki Hz. Nuh işi ciddiye alıyordu, işi sıkı tutuyordu. Allah’ın
elçisi işe iki elle sarıldı yarım elle tutmadı. “Hişt! Ey insanlar! Ey filanlar,
ey falanlar!” diyerek işi geçiştirmeden yana olmadı Allah’ın elçisi. “Ey benim
kavmim! Ey benden olanlar!” diyerek ciddiyetini ortaya koyuyordu.
Öyleyse
tıpkı onun gibi görevlendirilmiş olan, onun yolunu takip etmekle görevli olan
bizler kavmimize ne diyeceğiz? Onlara yaklaşırken, onlara din duyururken,
onları Allah’ın âyetleriyle uyarmaya başlarken tıpkı önderimiz, örneğimiz gibi
diyeceğiz ki, “ey kavmim! Benim kavmim! Ey benden olanlar! Ey benim bir parçam
olanlar! Ey babam! Ey anam! Ey milletim! Ey arkadaşlarım! Ey akrabalarım!” Böylece
bir taraftan işe iki elle sarıldığımızı, bunu kendimize iş edindiğimizi, dert
edindiğimizi ortaya koyarken diğer taraftan da onlara değer verdiğimizi, onları
insan yerine koyduğumuzu ihsas ettirmeliyiz.
Öyle değil mi? O baba ne kadar kötüyse
de senin baban! O ana ne kadar istenilenden uzaksa da senin anan! O hanım ne kadar
söz dinlemiyorsa da senin karın! O çocuk ne kadar huysuz, ne kadar hoyratsa da
senin çocuğun! O insan ne kadar İslâm dışı bir hayatın adamıysa da, ne kadar Kitap
ve sünnetten uzak bir hayat yaşıyorsa da senin milletin, senin toplumun, senin
arkadaşın! Öyleyse bu insanlara yaklaşırken, “oğlum! Kızım! Karım! Komşum!
Eşim! Dostum! Amirim! Memurum! Müdürüm! Patronum!” diyecek ve konuyu kendine iş
edinecek, dert edineceksin. Bileceksin ki bu iş senin işin. Bu iş senin ilk
işin, son işindir. Allah’ın elçisi, “ey kavmim” dedi:
“Ey kavmim!
Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım! Ben eğri büğrü demiyorum! Yamuk yumuk
konuşmuyorum! Dolambaçlı söylemi-yorum! Size açık ve net söylüyorum!”
“Ben size
apaçık bir uyarıcıyım,” diyor Allah’ın elçisi. Öyleyse bizler de açık uyaralım
insanları. Dolambaçlı yollar yerine açık ve net olalım. Allah’ın dinini açık ve
net ortaya koyalım. Allah’ın elçileri dini çok açık ve net ortaya koydular.
Dini açık
olarak anlatmayı şöyle anlamaya çalışıyoruz: Dini açık anlatmak demek, dini
Allah ve Resûlü’ne anlattırmak demektir. Dini Kur’an ve sünnete
anlattırmalıyız. İnsanları uyarırken Allah’ın â-yetleri ve Resûlullah’ın hadisleriyle
uyarmalıyız. Direk âyet ve hadislerle uyarmalıyız. Çünkü dini en güzel anlatan
Allah ve Resûlü’dür. Bir de uyarırken, dini anlatırken Allah ve Resûlü’ne raci
anlatmalıyız. “Bu-nu ben değil Allah ve Resûlü istiyor, ben değil Allah ve Resûlü
söy-lüyor,” diyerek anlatmalıyız.
Dini, doğrudan dinin
kaynaklarıyla ortaya koymalıyız. Meselâ adam tiyatroyla din anlatmaya çalışıyor,
şiirle, gazeteyle, dergiyle, radyoyla, televizyonla din anlatmaya çalışıyor.
Bildiğim o ki bunların hiçbirisi açık ve net anlatım değildir. Çünkü din
anlatımında muhatap karşımızda olmalı ve muhatabın dünyasına inebilmeliyiz.
“Put onu
dikene kırdırılır” diye bir söz vardır. Peygamberimizin Kâbe’deki putları
onları dikenlere kırdırmasının yansıması olarak şunu da ifade edebiliriz:
İnsanların kafalarındaki, içlerindeki putları açığa çıkarıp onları kendilerine
kırdırmak için, din ancak sözlü anlatılır, yazılı anlatılmaz. Çünkü bir adamla
karşılıklı konuşacaksın, adam içindekileri mecburen dökecek, konuştukça açığa
çıkaracak, o açığa çıkardıkça da siz onun müşahhas hale getirdiği putunu ona
kırdıracaksınız. Yani kendisi bizzat onu kabullenecek, ondan sonra da değiştirecek
bu işi. Yazmanın hiç faydası olmaz anlamına değil bu. Ama nihaî hedef, hani savaşta
sonuç piyadenin olduğu gibi, bu iş de ancak konuşmakla olacaktır diyorum.
Allah’ın elçilerinin tamamı bu metodu benimsemişler, muhataplarına giderek
bizzat onları dille uyarmışlardır. Biliyoruz ki Peygamberler dinlerini şiirle
anlatmaz, karikatür çizmezler, mesajlarını tiyatro çizerek ortaya koymazlardı.
Veya dergiler, sayfalar, nesirler şeklinde dolambaçlı yollarla dini ortaya koymazlardı.
Bir de
uyarının iki veçhesi olduğunu biliyoruz: Cennet, cehennem.
Ama
biliyoruz ki bu uyarılar, Nuh’un (a.s) ilk çağa ait uyarılardır. Hz. Adem’le
başlayan insanlık tarihini ikiye ayırıyoruz.
1- Hz. Adem’den (a.s), Hz. Mûsâ
(a.s) döneminde Firavun’un suda gebermesi dönemine kadar ki zamandır ki, bu
zamana ilk çağ denir.
2- Ondan sonra da Rasûlullah
dönemine kadardaki döneme de ikinci çağ diyoruz. İşte diyoruz ki Nuh’la (a.s)
gerçekleşen bu uyarılar ilk çağa ait uyarılardır. Bir de bu ilk çağdaki insanları
ilgilendiren bir azab dönemi daha vardır ki, toptan helâk olma dönemidir bu dönem.
“Azaptan
uyarıyorum sizi!” Neymiş bu azap? Sonradan öğreniyoruz ki su da boğulmaymış bu
azap.
3-4. “Allah’a
kulluk edin; O’ndan sakının ve bana itaat edin ki Allah günâhlarınızı size
bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah’ın belirttiği
süre gelince geri bırakılamaz; keşke bilseniz!”
“Kul olun Allah’a! Allah’a kulluk edin!
Sadece Allah’a kul olun ve sadece Onu dinleyin!” Bakın Allah’ın elçileri asla
kendilerine kulluk istemiyorlar. Allah hayırlarını versin insanlara din anlatmaya
çalışan hocaların en fazla yanıldıkları nokta işte burasıdır. Ne diyorlar? “Aman
beni dinleyin! Bana bakın! Beni izleyin! Benden başkasını dinlemeyin! Benim
gibi olun! Benim gibi yapın! Benim gibi Müslüman olun.” Bu çok yanlıştır.
İnsanları kendimize çağırmamalıyız. Çünkü kendimize çağırdığımız insanlar bizde
çakılır kalırlar ve bizi bir adım ileriye geçemezler. Biz kıstas değiliz ki.
Öyleyse insanları kendimize değil Allah’a kulluğa çağıralım. Allah’ın kitabına
itaate çağıralım. Bakın Allah’ın elçisi Hz. Nuh insanları kendisine değil
Allah’a kulluğa çağırıyor. Diyor ki: “Allah’a kul olun! Sadece Allah’a kulluk
yapın! Sadece Allah’ı dinleyin! Boynunuzundaki ipleri çözün! Bir tek ip kalsın
orada! O da Hablullah olsun, Allah ipi olsun.” Ne ipler yok ki bugün
boyunlarımızda!!!
“Ey kavmim Allah’a kulluk edin, Allah’a
kulluk yapın, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Allah’ı dinleyin, Allah’ın
dediklerini yapın, Allah’ın istediği hayatı yaşayın çünkü sizin O’ndan başka
sözünü dinleyeceğiniz, rızasını kazanacağınız varlık yoktur.”
Biliyoruz
ki insanlık Nuh (a.s) dönemine kadar Hz. Âdem ve onun oğulları Hz. Şit ve Hz.
İdris dönemlerinde tevhid üzere bir hayat yaşamışlar, yeryüzünde Allah’ın koyduğu
düzeni bozmamışlar, Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluğu sürdürmüşlerdir.
Hz. Nuh dönemine kadar hayatlarına şirk ve bâtıllar karıştırmadan gelmişlerdi.
Ama Hz. Nuh dönemine gelindiğinde, insanlar tevhid inancından uzaklaşmışlar ve
şirki, bâtılları hayatlarına hakim kılmışlardı. Toplum, içlerindeki sâ-lih
kişileri putlaştırmış, Allah’a yapmaları gereken kulluğu bunlara yapmaya
başlamış, Allah’a sığınmaları gerekirken, Allah’a dua etmeleri gerekirken bu
sâlih kişilere sığınıp bunlara dua etmeye başlamışlardır.
Hz. Nuh (a.s) işte böyle bozulmuş
bir topluma gönderiliyordu. Bundan dolayıdır ki Nuh (a.s) o ana kadar gönderilen
peygamberler içinde ilk uyarı ile görevlendirilen bir peygamber olarak karşımıza
çık-maktadır. Kendi dönemine kadar insanlar tevhid üzere tek millet, tek ümmet
iken, Nuh döneminde insanlık bu tek ümmet olma özelliğini kaybetmiş, sadece
Allah’a kulluktan kopmuş, Allah’tan başkalarına da kulluk etmeye başlamış ve
işte bundan dolayıdır ki Hz. Nuh’un onlara sadece Allah’a kulluk edin, sizin
ondan başka kulluk yapacağınız İlahınız yoktur buyurduğunu görüyoruz.
Bu çağdan
sonra gelen peygamberlerin hemen hemen hepsinin toplumlarına aynı şeyleri
söylediklerine şahit oluyoruz. Demek ki insanlık bu çağdan itibaren, yani “Gurûn-u
Ûla” dediğimiz birinci asırdan itibaren bozulmuştur. Meselâ Nuh’un
(a.s), Sâlih’in (a.s), Şuayb’ın (a.s) da toplumlarına ilk defa bunu
söylediklerini, toplumlarını ilk defa yalnız Allah’a kulluğa çağırdıklarını
görüyoruz.
Tüm
peygamberler insanlığı “La İlâhe illallah” temel esasına çağırmışlardır.
Allah’tan başka sözü dinlenecek, hatırı kazanılacak, hayata hakim olan ilâh
yoktur. Allah’tan başka kendisine kulluk yapılacak, hayat programı program
kabul edilecek varlık yoktur. Zaten ta-rih boyunca en büyük problem işte burada
çıkmıştır. Tarih boyunca en büyük problem sadece Allah’a kulluk etmek, sadece
Allah’ı dinlemek ve hayata hakim olarak sadece Allah’ı kabul etmek konusunda
çıkmıştır. Değilse Allah’a da ibadet konusunda hiç problem çıkmamıştır. Yani ilâhlardan
bir ilâh olarak Allah’a da kulluğu herkes kabul etmiştir. Öteki ilâhlar yanında
Allah’a da kulluğa kimse ses çıkarmamıştır.
Göklerin ve yerin, göklerdekiler
ve yerdekilerin yaratıcısı olarak, dağların ve denizlerin yaratıcısı olarak,
rızık verici, öldüren, yaratan, yaşatan bir İlâh olarak herkes O’nu kabul
etmiştir. Ama inandığınız bu Allah kendisinden başka ilâh olmayandır, ama bu
Allah hayata karışan ve kendisinden başka hayata karışıcı olmayandır. Ama bu
Allah insanların kulluk programlarını belirleyendir ve kendisinden baş-ka kanun
koyucu olmayandır. Ama bu Allah boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu sadece kendi
elinde olan ve sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi gerekendir. Yani bu
Allah kendisinden başka Rabb, Melik, ilâh olmayandır dendiği zaman işte kavga
burada başlamıştır. Göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık vericisi olarak kabul
ettikleri Allah’ı insanlar hayatlarına karışıcı olarak reddetmeye
çalışmışlardır.
“İlâh olarak Allah’ı kabul edelim
ama tek İlâh olarak asla kabul etmeyiz” diyorlar. “İlâhlardan birisi olarak O’nu
da dinleyelim, ilâhlardan birisi olarak O’na da kulluk yapalım ama tek İlâh
olarak sadece O’na kulluğa hayır,” diyorlar. “Çünkü bizim hayatımıza karışacak
başka ilâhlarımız da var. Hayatımızda sözünü dinleyeceğimiz başka Rab-blerimiz
de var. Bizim Allah’tan başka hukuk tanrılarımız, eğitim tanrılarımız, şifa,
siyaset tanrılarımız da var. Tamam bu tanrılardan birisi olarak Allah’ı da
dinleyelim ama öteki tanrılarımızı da dinlemek zorundayız” diyorlar. Aslında bu
iddiaların altında Allah’tan, Allah’a kulluktan kurtulup kendi keyiflerince
bildikleri gibi bir hayat yaşama arzuları yatmaktadır.
Demek ki
günümüzde hayata Allah’ın karşımasını reddeden laiklerin, ateistlerin ve tüm
demokrat kafalı kâfirlerin söyledikleri yeni bir şey değildir. Tâ birinci
asırdan beri Hz. Nuh (a.s) döneminden beri insanların sapma noktasıdır bu.
Zaten o günden bugüne insanların hayatlarında teknik bir kısım değişiklikler
olsa da, özde, düşüncede ve inançta fazla bir değişiklik olmamıştır. Her dönemde
inanan ve inanmayanlar mevcut olagelmiştir. Her devirde peygamber düşüncesine
sahip çıkanların yanında Firavunların, Nemrutların, Ebu Cehillerin düşüncesini
savunanlar da olmuştur.
Hz. Nuh
diyor ki: “Ey kavmim! Sadece Allah’ı dinleyin! Yalnızca Allah’a kulluk yapın!
Sadece Allah’ın hayat programını uygulayın! Eğitiminizi Allah’ın istediği
biçimde düzenleyin! Hukukunuzu Allah’ın istediği biçimde ayarlayın!
Ticaretinizi Allah yasalarına göre belirleyin! Evinizi, eşyanızı, kazanmanızı,
harcamanızı, hayata bakışınızı, insanlarla olan ilişkilerinizi, gecenizi,
gündüzünüzü Allah’ın istediği biçimde ayarlayın! Çünkü sizin için Allah’tan
başka sözünü dinleyeceğiniz ilâhınız yoktur. Allah’tan başka hayat programı
kabul edilmeye lâyık rabb ve ilâh yoktur. Değilse ben sizin için azîm bir günün
azabından endişe ediyorum. Ya sizin için tufan gününden korkuyorum, ya da kı-yamet
günü şirklerinize karşılık sizi bekleyen azaptan korkuyorum. Sadece Allah’a kul
olun ve:
Bunun için
de takvalı olun. Yolunuzu Allah’la bulun! Yolunuzu Allah’a sorarak bulun!
Hayatınızı Allah için yaşayın! Hayatınızı Allah’ın belirlediği yasalar
istikâmetinde yaşayın! Yapacağınızı, yaptığınızı Allah yap dedi diye yapın!
Yapmayıp terk ettiklerinizi de Allah yasakladı diye terk edin! Yolunuzu O’nunla
bulun! Allah dedi diye yapın! Allah dedi diye terk etin! Her şeyde O’nun
rızasını gözetin! Tüm yapacaklarınızı yapmadan önce O’na sorun! O’nun kitabına
sorun! O’nun izin verdiklerini, O’nun izin verdiği gibi O’na lâyık biçimde yapın!
O’ndan müsaade alamadıklarınızdan da kaçının! Hâsılı Allah’ı görüyormuşçasına O’na
kulluk yapın! Her an O’nun kontrolünde olduğunuzu unutmadan bir hayat yaşayın!
Rabbinize muhalefet edip, O’nun kitabını, O’nun hayat programını görmezden
gelip, O’nun gazabına maruz kalmayın!
Ama: ¬–YQ[¬0Ï!«: bu konuda
örneğiniz de ben olayım. Allah’a kulluk yapın ama bu kulluğun modelini de benden
alın. Bana itaat edin. Kulluk yolunuz benden geçsin. Onu benden öğrenin. Kulluk
modelini benden alın. Kulluğunuzu Allah’a sorun, ama Allah’a sorarken de be-nimle
sorun. Rabbinize benimle müracaat edin. Kılık-kıyafetiniz, yeme-içmeniz,
kazanmanız, harcamanız, mala bakışınız, infakınız, hukukunuz, eğitim
anlayışınız, gece hayatınız, gündüz hayatınız, zikriniz, fikriniz, namazınız,
orucunuz, tıraşınız bana benzesin,” diyor Allah’ın elçisi.
Demek ki
kulluk sadece Allah’a yapılır ve kulluk sadece peygamberden öğrenilir. Bilelim
ki Allah’tan başka kulluk yapılacak hiçbir varlık, hiçbir makam olmadığı gibi,
kıyamete kadar da kulluk öğretecek başka hiçbir makam yoktur. Bunu hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmayalım. Esasen bugün kullukta örnek arayanlar, örnek insan a-rayanlar,
peygamberleri tanıma zahmetinden kaçan insanlardır.
Halbuki
peygamber kullukta model insandır, motif insandır. Peygamber form dilekçedir.
Hani karşısındakilere ders anlatan bir öğ-retmen tahtaya bir şekil çizer ve “çocuklar
işte şekilde görüldüğü gibi” diyerek anlattıklarını bir şekille anlatır ya,
işte Rabbimiz da bizden istediği kulluğu anlatır anlatır sonra da, “işte şekilde
görüldüğü gibi. Bakın peygamberime ve sizden istediğim kulluğu anlayın.” buyurarak
peygamberlerini örnek olarak sunar bize. Meselâ İblisle mücâdelede, tevbede,
dönüşte Âdem gibi olun, tâğutla mücâdelede Hz. Mûsâ gibi davranın, kadın
karşısında Yusuf gibi, cinsel sapıklıklar karşısında Lût (a.s) gibi, ekonomik
bozukluklar karşısında Sâlih (a.s) gibi, sâ-lihlerin putlaştırılması karşısında
Nuh (a.s) gibi davranın diye bize kul-luk örnekleri sunulmuştur.
İşte bizim
için en mükemmel imamlar, en mükemmel örnekler peygamberlerdir. Hayatlarında
kesinlikle falso olmayan ve bizim kendilerini örnek alıp hayatlarını yaşadığımız
zaman kendilerini taklit ettiğimiz zaman kesinlikle hata etmeyeceğimiz mükemmel
örnekler. Hayatları Allah tarafından kesinlikle onaylanmış insanlar. Ama biz
onları bırakıp da birbirimizi ya da içimizden birilerini örnek aldığımız zaman,
Allah’ın onaylamadığı bir hayat sahibi oluruz. “Gelin peygamberlerle beraber
olalım. Gelin hayatları Allah tarafından onaylanmış elçilere benzeyelim, gelin
kitabın dediği gibi olalım” demeliyiz. Kesinlikle insanları kendimize veya
kendimiz gibilere çağırmayalım. “Gelin bizim gibi olun, gelin bizim gibi
yaşayın, bizi örnek alın, biz nasıl yaşıyorsak siz de öyle yaşayın” demeyelim.
Allah’ın
elçisi diyor ki: “Allah’a kulluk yapın, takvalı olun ve bu konuda beni örnek
alın. Eğer böyle yaşarsanız, eğer böyle yaparsanız:
Allah günâhlarınızı size
bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah’ın
belirttiği süre gelince geri bırakılamaz. Keşke bilseydiniz, anlasaydınız.”
Siz böyle
yapın ki Allah sizi mağfiret etsin, sizi yarlığasın, sizin eksikliklerinizi,
kusurlarınızı görmesin, görmezden gelsin, ciddiye almasın, hesaba katmasın.
Rabbiniz yanlışlarınızı doğru kabul etsin, eksiklerinizi tam kabul etsin. Eğer
size bir azap gönderecekse belli bir zamana kadar onu tehir etsin. Ama bir kere
azabın ucu göründü mü de, tamam kimse bir saat onu geciktiremez.
Peygamberler
insanların insanlıklarını göz ardı etmezler, onların zaaflarını hesaba
katarlar, günâh işleyebileceklerini ya da kullukta falso yapabileceklerini
bilirler de onlara tevbe ve istiğfar yollarını öğretirler. Tevbe edin, istiğfarda
bulunun ki, Allah sizi belli bir zamana ka-dar ertelesin. Gelin ölmeden önce
istiğfar edin. Yani bundan sonra da eğer yaşanacak bir ömrünüz varsa dürüst yaşayın.
5-6. “Nuh
dedi ki: “Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece-gündüz çağırdım. Fakat benim
çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı.”
Allah’ın
elçisi diyor ki: “Ya Rabbi, ben kavmimi, toplumumu ge-ce-gündüz, yaz-kış
uyardım, düğünde, nişanda uyardım, doğumlarında, ölümlerinde uyardım. Ama benim
uyarım, benim dâvetim sadece onların firarlarını artırdı. Ben gittikçe onlar
kaçtı, ben anlattıkça onlar firar ettiler.”
Allah’ın
elçisi Nuh (a.s) bir defa gitti anlattı, sövdüler; ikinci de-fa gitti dövdüler,
üçüncü defa gitti komalık ettiler. Her tarafı kanların içinde evine dönmek
zorunda kaldı. Bari evinde kendisini karşılayacak, yaralarını saracak, derdini
dinleyecek, ona destek olacak nûrlu, şefkatli bir el olsaydı! Ne gezer, evinde
de bir kobra yılanı vardı sürekli onu sokan. Karısı da kâfirdi Hz. Nuh’un. Gerçekten
müthiş bir şey. Kimse onu anlamasa, dinlemese de hiç olmazsa karısı destek
olmalıydı. Ama o da kâfirdi.
950 yıllık
bir peygamberlik dönemini düşünün. Ve kendi durumlarınızla onun durumunu bir
kıyaslayın. 950 yıl, dile kolay. Birisinin ayağına birkaç defa gidip onu adam
edemeyince nasıl bıkıp usanıveriyoruz değil mi? Sizin o birkaç gidişlerinizi
binle, on binle çarpın ve Allah’ın elçisinin sabrını, tahammülünü anlamaya
çalışın. Asırlara kat-lanan bir sabır deneyiminden geçtiğini anlıyoruz Allah
elçisinin.
Hz Nuh’un
toplumu küfürde o kadar ısrarlı bir toplum ki, meselâ bakın adam yaşlanmış,
ölmek üzereyken oğlunun, ya da torununun elinden tutup Hz. Nuh’un evinin önüne
kadar getiriyormuş ve ona: “Bak evlâdım, bu Nuh’tur. Bu adam bizim ezeli ve
ebedî düşmanımızdır. Yarın öbür gün ben ölürsem sana vasiyetimdir, sakın bu
adama benden sonra iman etme!” diye çocuklarına bile küfrü vasiyet edecek kadar
küfürde ısrarlı bir toplum. Onlar küfür de ısrarlı, o da onlardan çok dâvette ısrarlı.
Onlar inanmama konusunda sabırlı, Hz. Nuh da Rabbinin emriyle onları uyarmada
onlardan daha fazla sabırlı. Hattâ bir ara toplanıp gelmişler Nuh’a (a.s) da
şunu teklif etmişler:
“Ey Nuh gel seninle anlaşalım!
Eğer bıkıp usanmadan bizi uyarırken bütün derdin yarın Allah huzurundaki hesap-kitap
döneminde vazifeni yapmış olarak kendini temize çıkarmaksa, kıyamet gününün
endişesiyle bizi uyarmaya çalışıyorsan vallahi sana söz veriyoruz, yarın bu
konuda sana şahitlik edip seni temize çıkaracağız. Eğer derdin buysa vallahi
sana şahitlik edelim! Ama bundan böyle artık bizi rahatsız etme! Seni görmek ve
duymak istemiyoruz! Bizim huzurumuzu kaçırıyorsun! Bizim iştahımızı
kaçırıyorsun! Varlığınla, sözlerinle, bize hatırlattıklarınla programlarımızı
altüst ediyorsun! Bize Allah’ı hatırlattıkça, bize kıyametten, âhiretten ve
ölüm ötesi hayatın hesabından-kitabından söz ettikçe keyfimizi kaçırıyorsun!
Seni duymak is-temiyoruz! Eğer derdin Rabbine karşı yarın vereceğin hesapsa,
vallahi de billahi de biz senin görevini yaptığına ve tüm suçun bizde olduğuna
şahitlik yapalım! Yeter ki sus artık” diyorlar ve ondan kaçıyorlardı.
Müddessir’de
şöyle buyrulur:
“Ne oluyor
bu adamlara ki yaban eşekleri gibi kaçıyorlar?”
(Müddessir 51)
Adamlar
tıpkı boynuna hiçbir şey takılmamış, ayaklarına bir şey vurulmamış,
alabildiğine hoyrat, alabildiğine azman bir yaban eşeğinin aslanı gördüğü zaman
kaçtığı gibi kaçıyorlar. Allah’ın peygamberinden, peygamberin ortaya koyduğu
haktan böylece uzaklaşıyorlar.
7. “Doğrusu
ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda, parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe
büyüklendiler.”
“Her ne zaman ki ben onları senin
bağışlamana ehil hale gelmeleri için onları kulluğa ve temizlenmeye çağırsam,
hemen parmaklarını kulaklarına sokuyorlar, elbiselerini bürünüyorlar, direniyorlar,
müstekbir davranıyorlar.”
Anlıyoruz
ki her ne zaman Nuh (a.s) onlara bir şeyler anlatmaya başlasa, hemen
parmaklarının ucunu değil neredeyse parmaklarını kulaklarına sokuyorlardı ki,
Hz. Nuh’un anlattıklarını duymasınlar. “Aman ha bu adamın anlattıkları
kulağımıza gitmesin” diye parmaklarıyla kulaklarını kapatmaya çalışıyorlar.
Şimdi de meselâ müzikle kulaklarını doldurmaya çalışıyorlar insanların. Niye?
Aman o kulaklara vahiy gitmesin diye. Veya çocukların beyinlerini bir sürü
saçma sapan bilgilerle doldurmaya çalışıyorlar ki, orada vahye yer kalmasın.
“Bir de
elbiseleriyle bürünüyorlardı” diyor Allah’ın elçisi. Bunu da iki şekilde
anlamaya çalışıyoruz:
1- Hz.
Nuh’u kendilerine bir şeyler anlatmak için karşıdan geldiğini gördükleri zaman
hemen elbiselerini omuzlarına attıkları gibi kaçtıkları bir oluyormuş. Yani
elbiselerini giymeye bile fırsat bulmadan, elbiselerini, pardösülerini orada
giyinecek zaman kadar bile Hz. Nuh’u duymamak için hemen omuzlarına atıkları
gibi uzaklaşıyorlarmış.
2- Nuh
(a.s) karşıdan çıkınca, “aman bizi tanıyıp ta konuşmaya başlamasın” diye
elbiseleriyle tanınmamak için üzerlerini örtüyorlarmış.
Şimdi de
insanlar vahye karşı, peygambere karşı bir şeylerle örtünmeye çalışıyorlar
Allah korusun. İnsan neyle örtünür? Neyle bürünür vahiyden? İnsan çevresiyle
örtünür, karısı, kızıyla örtünür, dükkanı, işi, aşı, diploması, doktorası,
mesleğiyle bürünür vahiyden değil mi? Bütün bunlarla bürünerek, bütün bunları
kalkan yaparak kendisini vahiyden saklar değil mi? “Ne yapayım vakit
bulamıyorum! Ne yapayım kör olası hanede çoluk-çocuk var! Tamam ben de okumalıyım
vahyi, ben de tanımak zorundayım Kur’an’ı, ben de tanışmalıyım pey-gamberle ama
ne yapayım diplomam engel oluyor! Ne yapayım statüm, müdürlüğüm, doktoram engel
oluyor! Ne yapayım talebeliğim engel oluyor! Ne yapayım içinde yaşadığım
toplumum, çevrem izin vermiyor!” diyerek insan bir şeylerle bürünür, bir
şeylerle kendisini saklar ya vahiyden, peygamberden, işte böyle bir bürünme anlıyoruz
buradan.
8-9.
“Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa,
gizliden gizliye de söyledim.”
Allah’ın elçisi diyor ki: “Sonra
onları yine dâvet ettim. Gizli söyledim, aleni söyledim. İnsanların içinde uyardım,
kimsenin göremeyeceği bir tenhada anlattım. Belki insanlardan utanır da kabullenir
diye aleni, insanların ortasında söyledim, belki izzeti nefsine dokunur diye
tenhada söyledim. Dâvetin her şekliyle uyardım onları.”
Öyleyse onun
yolunun yolcuları olarak bizler de çevremizdekileri sürekli uyaracağız. Gece-gündüz
anlatacağız, düğünde, nişanda anlatacağız, aleni, sırrî anlatacağız, sürekli
insanlara vahyi anlatıp on-ları uyaracağız. İnsanları Allah’a kulluğa ve
cennete kazandırabilmek için, onların cehennem yollarına barikatlar koyabilmek
için elimizden ne geliyorsa yapacağız. Gerekirse hediye vereceğiz, para vereceğiz,
işlerini görüvereceğiz, ziyaretlerine gideceğiz, yüzlerine gülümseyeceğiz, acı
söyleyeceğiz, tatlı söyleyeceğiz, ikram edeceğiz, dâvet edeceğiz, ölümlerinde
bulunacağız, doğumlarında yanlarında olacağız, kazandıkları zaman gideceğiz,
kaybettikleri zaman gideceğiz, sevinçli günlerinde, üzüntülü günlerinde
yanlarında olmaya ve onlara bir şeyler duyurmaya çalışacağız. Yazın gideceğiz,
kışın gideceğiz ve karşımıza çıkan her fırsatı değerlendirmeye çalışacağız inşallah.
Birine
anlattık, “anlattık, bitti” demeyeceğiz. “Ben buna on kere anlattım, yüz kere
anlattım, artık benim işim bitti, benim görevim bitti” demeyeceğiz. Meselâ bir
adama on yıl anlatmışsak, on birinci yılın içinde adam farklı bir konuma
gelmişse, o ana kadar adamın başına hiç gelmemiş bir durumla karşılaşmışsa,
bizi dinleyebilecek bir duruma gelmişse, bir daha gideceğiz. Meselâ adam bizim
anlattığımız on yıl içinde hiç evlenmemişti, on birinci yılın içinde evlenecek
bir konuma gelmişse, babası ölmüşse, bir çocuğu dünyaya gelmişse veya bir ev
sahibi olmuşsa hemen bir daha gideceğiz, çünkü belki de bizi dinleyebilecek bir
durumunu yakalamış olabileceğiz. “Biz ona anlattık, görevimiz bitti”
demeyeceğiz asla. Bakın Araf sûresinde böyle diyenleri kınamak üzere Rabbimiz
şunu anlatır:
“Aralarından
bir topluluk: “Allah’ın yok edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı bir millete
niçin öğüt veriyorsunuz?” dediler. Öğüt verenler: “Rabbimize hiç değilse bir
özür beyan edebilmemiz içindir, belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar” dediler.”
(A’râf 164)
Konu şu:
Deniz kenarında İsrâil oğullarından bir topluluk yaşamakta ve bunlardan bir
grup Allah’a verdikleri sözlerini bozarak günâha gidiyorlar, ikinci bir grup
kendileri günâh işlememekle beraber, “beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın”
mantığıyla hareket ederek günâhkârları uyarmaktan vazgeçiyor. Üçüncü bir grup
da günâhkârları uyarmaya, onları bu işten vazgeçirmeye çalışıyorlar. Beriki
Müslüman grupla bunlar arasında geçen bir diyalogu anlatıyor Rabbimiz. Evet bu
iki grup arasındaki diyalog budur:
“Allah’ın kendilerini helâk edeceği ve şiddetle
azaba uğratacağı bu insanlara niçin nasihat ediyorsunuz?” demişlerdi. “Yani bu
Allah’ın kalplerini mühürlediği, Allah’ın kendilerine azap edeceği bu insanları
neden uyarıyorsunuz? Adam olmayacakları kesin belli olan bu adamları uyaracağız
diye niye zaman tüketiyorsunuz? Niye yoruyorsunuz kendinizi? Niye vaaz ediyorsunuz
bu adamlara? Bunlar adam olmaz! Bunlar yola gelmez! Boşuna niye uğraşıyorsunuz?”
demişlerdi de bakın öteki Müslümanlar şöyle diyorlardı:
“Rabbinize karşı bir mâzeretimiz
olsun, bir de belki sakınırlar diye biz onlara nasihat ediyoruz,” dediler.
Yarın Rabbimize
karşı bir mâzeretimiz olsun diye bunu yapmaya devam ediyoruz! Yarın Rabbimiz: “Ey
kullarım! Yanı başınızda günâh işleyen insanları görüyordunuz da ne yaptınız?
Onları uyardınız mı? Onlara hakkı duyurdunuz mu?” diye sorduğu zaman: “Evet ya
Rabbi, sen şahitsin ki biz vazifelerimizi yaptık!” diyebilelim diye bunu yapıyoruz,
bir de “belki bugün olmazsa yarın adam olurlar! Bugün din-lemezse yarın
dinlerler diye bunu yapıyoruz!” diyorlar.
Elimizde bir liste yok ki! Kimler
adam olacak, kimler olmayacak? Kimlerin kalbi mühürlenmiş, asla yola gelmeyecek,
Kimler de yarın dönecek? Bunu bilmiyoruz ki! Onun için belki adam olurlar diye
bu görevi yapmaya devam ediyoruz, dediler. Çünkü Rasûlullah’ı öldürmeye giden Ömer’in
dirileceğini kim bilebilirdi? Nerden bilebilirsiniz ki Ebu Süfyan yirmi yıllık
bir uğraşının sonunda Müslüman olacaktı? Öyleyse hele bir uğraşalım, hele bir
çabalayalım, belki adam olurlar, diyorlardı. Biz uğraşalım belki de en zalim,
en kâfir insanların içinden samimi Müslümanlar çıkacaktır. Bir de diyorlardı ki
uğraştık, uğraştık farz edelim ki sonunda bunlar adam olmazlarsa bile biz kendimiz
adam oluruz. Bugün, “yahu bırakıver bu vaaz ve nasihati! Senden başka adam yok
mu?” diyenlere bunu söylemek zorundayız işte. “Bunlar adam olmasalar bile adam
olmak için bu görevimize devam ediyoruz” diyelim inşallah.
Çünkü eğer
bir toplum içinde kötülükler işleniyorsa, zulümler, günâhlar, ahlâksızlıklar
işleniyorsa, unutmayalım ki sadece o toplum içindeki günâhkârları değil,
toplumun öteki üyelerini de hesaba çekecektir Rabbimiz. Birilerine niye bu
günâhları irtikap ettiniz, ötekilere de niye bu insanları uyarmadınız? Neden
onlara Allah’ın âyetlerini duyurmadınız? Neden onları İslâm’la tanıştırmadınız?
Neden onlara cenneti ve cehennemi anlatmadınız? diye hesap soracaktır. Rabbimi-zin
bu suali ve sorgulaması karşısında, “ya Rabbi sen şahitsin ki ben bana düşeni
yapmıştım, ben elimden geldiği kadar bu insanları uyarmıştım, becerebildiğim
kadarıyla bu insanlara senin kitabını duyurmuştum” diyebilecek duruma gelmek
zorundayız. Rabbimiz huzurunda mazur hale gelmek zorundayız, bunu hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Sonra şunu
da unutmamalıyız ki, bizim görevimiz zorla bu in-sanları Müslümanlaştırmak, bu
insanların kalplerine zorla İslâm’ı sok-mak değildir. Bizim böyle bir sorumluluğumuz
yoktur. Bizim görevimiz bildiğimiz Allah âyetlerini bu insanlara ulaştırmak ve
bu insanları Allah’ın âyetleriyle uyarmaktır. Bu işi yaparken de evvel emirde
kendi sorumluluğumuzu yerine getirmektir. Bunun içindir ki, dikkat ediyorsanız
Rabbimiz âyet-i kerîmesinde bu mâzeret konusunu öne almış, bu adamların yola
gelmesi konusunu daha sonra zikretmiştir. Biz, bize düşeni yaptığımız zaman
Allah’ın yasalarına göre biz mazur olacağız. Çünkü biliyoruz Allah’ın nice
kutlu elçileri vardır ama yanında kendisine iman etmiş tek insan bile yoktur.
Meselâ işte burada anlatılan Allah’ın kutlu elçisi Nuh (a.s), 950 sene insanları
Hakka dâvet e-dip büyük eziyetlere göğüs gerdiği halde yine de çevresindekileri
Müslüman edememiştir. Ama ne gam, onlar yapmaları gerekeni yap-mışlar ve Rabbleri
katında mazur sayılmışlardır.
10-12.
“Dedim ki: “Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. Size
gökten bol bol yağmur indirsin. Sizi, mallar ve oğullarla desteklesin; sizin
için bahçeler var etsin, ırmaklar akıtsın.”
Allah’ın
peygamberi diyor ki: “Rabbinize istiğfar edin ki size gökten bol bol yağmurlar
göndersin, sizi mallar ve oğullarla desteklesin, sizin için bağlar, bahçeler
var edip ırmaklar akıtsın.” Demek ki bü-tün bunlara ulaşmanın yolu Allah’a
istiğfardan geçmektedir. Hz. Ömer efendimiz bu âyeti delil getirerek yağmur
duasına çıkanlara istiğfarı tarif ve tavsiye edermiş. Çıktıkları bir yağmur
duasında Hz. Ömer efendimiz sadece “estağfurullah, estağfurullah” deyince,
etrafındakiler: “Ey Ömer Rabbimizin kapısını çalmışken bir şeyler söylesen, dua
etsen olmaz mı?” şeklindeki tekliflerine karşı Hz. Ömer efendimiz: “Vallahi ben
Nuh sûresinden biliyorum ki istiğfar yağmurun yağmasına, bereketin artmasına sebeptir”
der ve işte bu âyeti okur.
Hattâ
çocuğu olmayan, çocuğum yok diye şikâyet edene ve de rızık darlığı içindekilere
bu âyet gereği selefimiz istiğfar tavsiye ederlerdi. “Çokça istiğfarda
bulunursan Allah sana bolluk ta verecektir, çoluk çocuk ta verecektir”
derlerdi.
Elbette
yağmur duasına çıkan insanlar hatalarını, kusurlarını, kulluklarındaki
eksikliklerini anlayacaklar ve düzelme yoluna gireceklerdir. Elbette bu çok
önemli bir şeydir ve Allah onların bu tavırlarına karşılık onlara bolca yağmur
yağdıracaktır.
Hz.
Nuh diyor ki: “Rabbinize istiğfar edin ki Allah size bol bol versin.
Eksikliklerinizi kusurlarınızı anlayın; ya Rabbi biz sana senin istediğin
kulluğu beceremedik deme adına Allah’a istiğfarda bulunun. Ya da size yüklenen
emirler konusunda bir kusurunuz olmuşsa, Rab-binizin sizden istediklerini
yerine getirirken bir eksiğiniz, bir ihmaliniz olmuşsa, emri verenin
yüceliğine, azametine yakışmayan bir hareketiniz, bir zaafınız olmuşsa, Allah’a
istiğfar edip o kusurunuzun affedilmesini, o eksiğinizin örtülmesini ve ciddiye
alınmamasını Allah’tan dileyin.”
Veya Allah her şeyin
en güzeline, en mükemmeline lâyık olduğu halde sizin yaptıklarınız O’na lâyık
değilse, O’nun size sayısız lütuflarına karşılık bu eksikliklerinizden ötürü O’na
“estağfurullah” de-yin. “Allah’ım kusuruma bakma ancak bu kadarını becerebildim”
deyin. “Ya Rabbi senin için daha güzelini yapmalıydım ancak bu kadarını becerebildim
diyerek eksiğinizin örtülmesini dileyin.” Zaten istiğfarın mânâsı da budur.
İstiğfar, Rabbimizden eksiğin örtülmesini, kusurun görmezden gelinmesini,
hatanın ciddiye alınmamasını istemektir.
Meselâ
bakın Allah’ın Resûlü kıldığı her namazının sonunda üç defa “estağfurullah el-azîm”
der ve bunu sahâbesine de öğütlerdi. Öyleyse bizler de her namazımızın arkasından
üç defa “estağfurullah” diyeceğiz. “Ya Rabbi! Bu benim namazım olmadı! Bu
namazım yüzde yüzlük bir namaz, tam bir namaz olmadı. Yüzde yüzlük peygamberinin
namazının yanında bu benimki belki yüzde üçlük, yüzde beşlik bir namaz oldu. Ya
Rabbi benim bu eksiğimi, kusurumu görmeyiver, ciddiye almayıver, eksiğimi tam kabul
ediver, yüzde yüzlük bir namaz kabul ediver, tam bir namaz kabul ediver ya
Rabbi” deme adına estağfurullah diyeceğiz.
Ama şunu da
unutmayacağız. Madem ki bir namazın arkasından bu eksiğimizi anlayıp estağfurullah
dedik, “eksik oldu, kusurlu oldu ya Rabbi! Bir daha yapmayacağım Allah’ım!”
dedik, o zaman ondan sonra kılacağımız namazlarımızda aynı hataları işlememeliyiz
değil mi? Mesela öğle namazının arkasından estağfurullah diyerek eksiğimiz, kusurumuzu
anladığımızı ortaya koyduk, ikindiyi biraz daha düzgün kılmalı değil miyiz?
Veya sünnetin sonunda estağfurullah de-yip hatamızı gündeme getirdikten sonra
farzında bari biraz düzgün kılmalı değil miyiz? Estağfurullah kişinin eksiğini,
kusurunu anlamasının ve bunu itiraf ederek düzelmeye dair söz vermesinin
ifadesidir. İşte bunu gerçekleştirme yoluna girenleri Rabbimiz affedecek ve onlara
yağmurlarını, bereketlerini yağdıracaktır.
Bundan
sonra bakın Allah’ın elçisi diyor ki:
13-14. “Ne
oluyorsunuz ki Allah’a büyüklüğü ya-kıştıramıyorsunuz. Oysa sizi merhalelerden
geçirerek O yaratmıştır.”
Niye
Allah’ı vakar makamında, vakar mevkiinde tutmuyorsunuz? Niye saygı mevkiinde
tutmuyorsunuz Allah’ı? Niye saygılı olmu-yorsunuz Allah’a? Azameti, saygıyı
niye Allah’a yakıştırmıyorsunuz? Herkesten çok niye O’na saygılı olmuyorsunuz?
Niye kulluk maka-mında tutmuyorsunuz Rabbinizi? Başkalarından utanıyor, başkaları-nın
huzurunda saygılı olmaya çalışıyor, onlar huzurunda pot kırma-maya
çalışıyorsunuz da, Allah’ı niye vakar makamında tutmuyorsu-nuz? Halbuki Allah
sizi tavır tavır yarattı. Ana karnında çeşitli merha-lelerden geçirerek sizi yaratan
Allah’tır.
Önce tohumdunuz, sonra nutfe
oldunuz, alâka, mudğa, cenin, bebek oldunuz. Sonra çocuk, genç, delikanlı,
olgun, ihtiyar oldunuz. Sonra güçsüz oldunuz, güçlü oldunuz, fakir oldunuz,
zengin oldunuz, hasta oldunuz, sıhhatli oldunuz, yoruldunuz dinlendiniz. Bütün
bu tavırları size sunan Allah değil mi? Niye unutuyorsunuz Allah’ı? Niye saygı
duyulacak, sevilip sayılacak, kulluk edilecek makamda tutmu-yorsunuz Rabbinizi?
Tüm bunlar O’na kulluk için, O’nu dinlemeniz için, O’nun istediği gibi yaşamaya
yönelmeniz için delil olarak yetmi-yor mu size? Niye unutuyorsunuz Rabbinizi?
Buna bir
alâmet mi istiyorsunuz? Allah’ın vakar mevkiinde ol-ması konusunda, sadece
kulluğun O’na yapılması konusunda bir alâmet, bir delil mi istiyorsunuz? Alın
işte size bir delil. Sizin hayat programınızı belirleme yetkisinde olan
Rabbinizin rubûbiyetine ve yalnız kendisini dinleyip, sadece kendisine kulluk
yapmanız gereken tek İlâh oluşuna bir delil:
15-16.
“Allah’ın, göğü yedi kat üzerine yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay’a
aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır.”
Birbirine mutabık yedi kat semâyı
Rabbinizin yarattığını gör-müyor musunuz? Birbirine mutabık, birbiriyle uyumlu
bu üzerinizdeki semâyı nasıl kurduğunu, nasıl bina ettiğini hiç düşünmüyor musunuz?
Nasıl? Yaratabilir miydiniz böyle bir âyeti? Gücünüz yeter miydi buna? Bakın gökyüzüne,
direkler de yok, hiçbir şey de yok. Göklerin de, yerin de yaratılmasında mü’minler
için pek çok âyetler vardır. Gökler ve yerler Rabbimizin âyetleriyle doludur.
Gökler, yer nereye bakarsa baksın mü’min sürekli Rabbinin vechi ile, Rabbinin
âyetleriyle yüz yü-ze gelecektir. Allah’ın bu görsel âyetlerini müşahede
ettikçe mü’minin Rabbine karşı imanı artacak, teslimiyeti artacak, Rabbine
karşı sevgisi, saygısı, muhabbeti, kulluğu artacak, Rabbini vakar mevkiinde tutması
gerçekleşecektir.
Üstünüzdeki
bu yedi kat semânın da, şu anda sahip olduğunuz ve istifade ettiğiniz her şeyin
de sahibi ve yaratıcısı Allah’tır. Peki sizler şu anda kimin arzında yaşıyor ve
kime kulluk yapmaya çalışıyorsunuz, bunu hiç düşünmez misiniz? Kimin ekmeğini
yiyip kimin kılıcını sallıyorsunuz? Hiç aklınız yok mu sizin? Şu yeryüzünü
yaratan Allah’tır. Unutmayın ki İlâh olanın yaratıcı olması gerekir. Rabb olanın
yaratıcı olması gerekir. Hani şu sizin Allah’a denk tutmaya çalıştıklarınız,
Allah’a ortak yapmaya çalıştıklarınız bir şey yaratmışlar mı?
Sizi yaratan, sizin şu anda
hizmetinize sunulmuş bulunan her şeyi yaratan Allah sizin Rabbiniz iken, sizin
İlâhınızken, sizin kendisine kulluk yapmanız gereken, boyunlarınızdaki ipin ucu
elinde olması gereken, hayat programınızı sadece O’ndan, O’nun kitabından almanız
gereken Rabbiniz iken, nasıl oluyor da O’nu bırakıp da hiçbir şey yaratmayan,
sizin yaratılışınızda en ufak bir katkısı olmayan, kendilerini bile yaratmamış
olan, kendileri de Allah tarafından yaratılmış olan bir kısım varlıkları
Allah’a ortak koşmaya, onları vakar mevkiine oturtmaya kalkışıyorsunuz? Nasıl
oluyor da onları dinliyor, onlara itaat ediyor, onların hayat programlarına tâbi
oluyor ve onlara teşekkür ederek, onlara kulluk yaparak nasıl da nankörlük
yapıyorsunuz.
Yani
Rabbinizin tek Rabb oluşuna sayısız delillerden, sayısız âyetlerden sadece bir
tanesi. Semânın yaratılışı. Bu âyeti yaratan Allah olduğu gibi, şu anda düzenli
bir biçimde varlığını ve fonksiyonlarını yürüten de Allah’tır. Eğer böyle
olmasaydı düzen bozulur ve sizin hayatınız altüst olurdu. Yani bu semanın
yıkılmadan düzenli bir biçimde varlığını sürdürmesi onun bir sisteme boyun
eğdiğini gösterir. Yaratıldıkları günden beri gerek semâ, gerek diğer varlıklar
Rabbleri-nin emrine teslimken, Rabblerinin emrine boyun bükmüşken, ey insanlar
siz kime teslimsiniz? Siz kimin arzularına boyun büküyorsunuz? Hayat
programınızı kimden alıyorsunuz? Siz kime kulluk ediyorsunuz? Siz kimi vakar
mevkiinde tutuyorsunuz?
Gökyüzü
Allah’ın emirlerine boyun bükmüş Allah’ın bir âyetidir. Üstelik bunu
anlayabilmek için uzun uzun araştırmalara da gerek yoktur. İnsanların
istifadesine sunulmuş bu âyeti her an müşahede etmektesiniz. O kadar ki kör, sağır,
dilsiz biri bile bu âyeti görmezlikten gelemez. Bu iş elbette tesadüfî olamaz.
Bu muazzam düzen ne tesadüfe, ne kör tabiat kuvvetlerine ne de kendilerini bile
yaratmaktan aciz olan şu egemenlik bizimdir diyen yeryüzü tanrı ve tanrıçalarına
verilemez. Bu düzeni kuran başkası değil sizin Rabbinizdir. Ondan başka da
kulluk yapılmaya lâyık ilâh yoktur, bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın,
diyor Rabbimiz.
Ama ne
gariptir ki insanlardan kimileri Allah’ın bu tür âyetlerinin üzerini
örttükleri, işaret levhâlârını kamufle ettikleri, Allah’ın âyetlerinden
habersiz yaşadıkları için haktan, hakikatten, hidâyetten, dosdoğru yoldan yüz
çeviriyorlar. Allah’tan yüz çevirip başkalarına yöneliyorlar. Allah’a kulluk
yapmaları, Allah’ı razı etmeleri gerekirken başkalarına kulluk etmeye,
başkalarını razı etmeye çalışıyorlar. Hayat programlarını hayatın sahibi olan
Allah’tan almaları gerekirken, başkalarının hayat programlarını alıp uygulamaya
yöneliyorlar.
Sonra sizin
Rabbiniz ay'a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saç-masını sağlamıştır. Sizin
dünyanızda ayı nûr kılmış, güneşi de ışık sa-çan bir kandil yapmıştır Allah.
Kimileri Rabbimizin bu ifadesinden ayın ışığı başkasındadır ama güneşin ışığı
kendisindendir, demişlerdir. Halbuki biz biliyoruz ki bu nûr kelimesini
Kur’an’da Rabbimiz kendisi için de kullanmaktadır. Allah, semâvât ve arzın
nûrudur, buyuruluyor. Peki sormak lazım o zaman değil mi, Allah kimden almış
ışığını? Kur’an için de nûr ifadesini kullanıyor Rabbimiz.
17-18.
“Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir. Sonra sizi oraya döndürür ve
yine oradan çıkarır.”
Allah ki,
yerden sizi bitki bitirir gibi bitiriyor. Rabbiniz sizi tıpkı mantar bitirir
gibi yerden bitiriyor. Tıpkı Âl-i İmrân sûresinde anlatıldığı gibi, bu tabiri
Rabbimiz Meryem anamız için de kullanıyor:
“Rabbi onu
güzel bir kabulle karşıladı, güzel bir bit-ki gibi yetiştirdi.”
(Âl-i İmrân 37)
Anlayabildiğimiz
kadarıyla bu tabir insanın yaratılışına, büyümesine, gelişmesine muadil olarak
kullanılmaktadır. Rabbimiz buyuruyor ki, “biz insanı, biz sizi saksıda çiçek
büyütür gibi büyüttük.” Hani biz de deriz ya gözüm gibi baktım, göz kulak
oldum, ihtimamla onu büyüttüm. İşte Rabbimizin bu ifadesini böyle anlamaya
çalışıyoruz. Bir de topraktan yedirerek, topraktan gıdalandırarak sizi bitirdik
ve büyüttük deniyor. Sizi öylece topraktan yetiştirip büyüttük, sonra da tekrar
ona döneceksiniz. Yediğimiz, topraktan meydana gelen şeylerdir ve en sonunda
yine toprağa döneceksiniz.
19-20.
“Yeryüzünde dolaşabilmeniz, orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz
için, onu size yayan O’-dur.”
O Allah ki yeryüzünü sizin
yaşamanıza müsait hale getirmiş, yeryüzünü sizin için daha sizi yaratmadan önce
hazırlamış ve sizin için rahat edebileceğiniz bir beşik, bir yatak kılmıştır.
Yeryüzünde si-zin için, insan için her türlü ihtiyacı karşılamış, her türlü
yaşam rahatlığını hazırlamıştır.
Sizin
Rabbiniz, sizin kendisine kul olmanız, sizin kendisini vakar mevkiinde tutmanız
gereken, hayat programlarınızı kendisinden almanız gereken Rabbiniz o Allah ki,
o öyle lütuf sahibi bir Allah ki, şu altınızdaki yeri sizin için bir döşek
yapmıştır. Size bir yatak yapıp, sizin rahatınıza sunmuştur onu. Orada yatıp
kalıyor, orada uyuyup uyanıyor, orada dayanıp oturuyorsunuz. Altınızdan
çekiliverseydi bu döşek nerede karar kılardınız? Öyle olmasaydı nerede yatıp
nerede otururdunuz?
Demek ki
bizi yaratan ama yarattığı gibi öyle başı boş bırakmayan, kendi halimize terk
etmeyen ve hayatımızın devamı için dünyada yaşam şartlarımızı da ayarlayan bir
Rabble karşı karşıyayız.
Buraya
kadar Nuh’un (a.s) toplumuna Allah’ı kabul ettirme ça-balarını gördük. Öyle
deliller ileri sürdü ki Allah’ın elçisi, bunların inkârı mümkün değildir.
Bunların Allah’tan başkalarına izafesi kesinlikle mümkün değildir. Ama buna
rağmen eğer birileri Allah’ı inkâr ederek tüm bunları Allah’tan başkalarına
verebiliyorlarsa, ya bunu şeytan, Ebu Cehil, Firavun, Ebu Leheb gibi inadına,
bilebile yapıyorlardır, ya da benim Allah dediğime o başka bir isim veriyordur
da onun için inkâr ediyordur. Meselâ suyun Farsça adı “âb”tır. Ben suya “âb”
desem, bir diğeri de bunu bilmese. Ben, “vallahi, billahi bu odada bir bardak âb
var” desem, başka birisi de “hayır kesinlikle bu odada âb yok, su var” dese, ne
yapmış oluyor? Bilmeden suyun varlığını reddediyor de-ğil mi? İşte aynen bunun
gibi ben Allah diyorum, berikisi tabiat diyor. Ben Allah diyorum, berikisi
toplum diyor.
Bizim Allah
dediğimize insanlardan kimileri toplum, kimileri tabiat diyorlar. Allah yerine
getirip tabiatı oturtuyor, toplumu yerleştiriyorlar. Toplum güçlüdür, toplum
her şeye hakimdir, toplum her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilir, toplum
kahirdir, toplum ezicidir, topluma isyan edilmez, topluma karşı gelinmez,
topluma ters düşülmez. Toplum ne istiyorsa, nasıl istiyorsa aynen yapmak
gerekir. Topluma karşı gelirsen ezilirsin, yok olursun diyorlar. Toplum,
toplum, toplum... Varsa da yoksa da toplum diyorlar. Peki nedir bu toplum?
Kimdir bu toplum dedikleri? Acaba bu toplum dedikleri bir ülkede, bir bölgede,
bir köyde yaşayan insanların sayısal değeri midir?
Yani acaba bu toplum denen güç,
bir kasabada yaşayan 1 + 1 + 1 + … = 300 kişinin ortak bir gücümüdür? Bakıyoruz
ki hayır. Bunların ortak gücü de değildir bu toplum. Zira o topluma hükmeden
güç bu insanların, bu 300 kişinin dışında bir güçtür. A.B.D’den mi geliyor?
Avrupa’dan mı geliyor? Yoksa o topluma egemen olan, topluma kendi düşüncelerini
zorla dayatan bir avuç egemen azınlıktan mı geliyor? Öyle bir güç işte. Çünkü
bakıyoruz o toplumda yaşayan insanların hiçbirisi olup bitenlerin hiçbirisinden
razı değil. Öyleyse toplum dedikleri hikâyeden başka bir şey değildir.
Kimileri de
bizim Allah dediğimize ısrarla tabiat demeye çalışıyorlar. Her şeyi tabiata
borçluyuz. Tabiat güçtür, tabiat denge unsurudur, tabiat besler, tabiat
yaratır, tabiat doyurur. Tabiat anadır, tabiata karşı gelinmez, tabiata isyan
edilmez, tabiat ezer geçer, vs. vs… Peki nedir bu tabiat dedikleri? Kimdir bu
tabiat? İşte hava, su, ateş, ağaç, dağ, taş, su, toprak. Sanki bütün bu
varlıklar bir araya gelmişler, kanun yapıyorlar. İnsanlar da dahil tüm
varlıkların uymaları gereken yasaları belirliyorlar. Toplanıyorlar ormanın bir
yerlerinde ve karar alıyorlar. Diyorlar ki, “söyleyin bakalım, su ne yapsın?
Suya nasıl bir görev verelim?” Diyorlar ki, “su aksın.” “Başka?” “Ateşi söndürsün.”
“Ateş yaksın, şahin serçeyi yakalayıp yesin, büyük balık küçük balığı yesin,
insan belli bir süre yaşadıktan sonra ölsün” filan.
Bundan daha büyük bir saçmalık ve
mantıksızlık olur mu? Yani hiçbir varlık kendi varlığına son verecek bir varlığın
varlığına, ya da kendi varlığının itlâfına karar verir mi? Halbuki bunların
tümünün üzerinde, hiçbirisinin itiraz edemeyeceği, hepsinin boyun büktüğü
tabiata egemen, tabiata kanun koyan bir varlık vardır ki, O Allah’tır. Aslında
kâinatta kanun koyan, hayatı düzenleyen egemen bir varlığın varlığını onlar da
kabul ediyorlar ama bu varlığın adını koyma noktasında hata ediyorlar. Allah’a
ait sıfatları kâh topluma, kâh tabiata izâfe ediyorlar.
Bundan
sonra Nuh’un (a.s) şöyle dediği anlatılıyor:
21-22.
“Nuh: “Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu kendisine
sadece zarar getiren kimseye uydular; birbirinden büyük düzenler kurdular”
dedi.”
Allah’ın
elçisi döndü, kavminin durumunu Allah’a anlatmaya başladı. Konuyu en bilene,
istişare edilecek olan Allah’a havale ederek, Allah’a şikâyet ederek diyordu
ki: “Ya Rabbi görüyorsun ki ben yol gösterdim, hakkı anlattım, hidâyete işaret
ettim, ama beni dinlemediler, benim uyarılarıma kulak vermediler, benim
kendilerine sunduğum hidâyetle ilgilenmediler, bana isyan ettiler” diye
kavminin durumunu Allah’a arzediyor. “Ya Rabbi şu benim kavmim Benim tarifime
uymazken, benim yol gösterime değer vermezlerken, malı-mülkü kendisine kayıp
sağlayana, kaybettirene uydular. Beni dinlemediler de onu dinlediler. Bana
kulak vermediler de ona kulak verdiler, benimle, benim getirdiğim mesajla ilgilenmediler
de onunkiyle ilgilendiler. Bana uymadılar, beni dinlemediler ama ne acıdır ki,
bir de gittiler oğluyla kızıyla kendisinde hiç hayır olmayana uydular, onu
dinlediler, onun hayat programını sahiplendiler, onun yasalarını uyguladılar.
Kılık-kıyafet konusunda beni dinlemediler de modayı dinlediler. Hayat, hayat
programı, hukuk, eğitim, ekonomik ve siyasal yapılanma konularında beni değil
de başkalarını dinlediler. Zulümlerinden korktukları için tâğutlarınkini
uyguladılar.”
“Tuzaklar
kurdular onlar. Yani boylarını aşan, kendilerine yakışmayan tuzaklar kurdular.
Senin mesajının tesirini gönüllerden silebilmek, sana kulluğu unutturup insanları
kendi yasalarına kul köle edebilmek için tuzaklar kurdular, hileler düşündüler.
Vitrinleri, sokakları sana ve senin istediğin kulluğun aksine düzenleyerek
tuzaklar kurdular. Kendilerine göre din kitapları yazarak, resmî bir din oluşturup
“din budur” diye insanlara sunarak tuzaklar kurdular. Din eğitimini
yasaklayarak, senin kullarının senin dinine ulaşma imkânlarını ellerinden alarak,
sana ve senin dinine tuzaklar kurdular. Kendi âyetlerinin gündemde kalması
adına senin âyetlerini toplumun gündeminden düşürdüler. Kendi yasalarının
ikâmesi adına senin sistemine yasaklar koyarak tuzaklar kurdular.
Senin arzında, senin mülkünde
sana ve senin elçine hayat hakkı tanımayarak tuzaklar kurdular. Büyük imtihanı,
büyük günün imtihanını unutturmak üzere dünyada kendilerince çeşitli imtihanlar
düzenleyerek tuzaklar kurdular. Çocukların beyinlerini orada Kur’an ve sünnete
yer kalmasın diye çok lüzumsuz bilgilerle doldurarak tuzaklar kurdular. Sana
kulluğa zamanları kalmasın diye insanların hayatlarını eğlencelerle, kendi
vahiyleriyle, kendi oluşturdukları gündemlerle doldurarak tuzaklar kurdular.”
23.
“İnsanlara: “Sakın tanrılarınızı bırakmayın, Ved, Suva', Yağus, Yeuk ve Nesr
putlarından asla vazgeç-meyin” dediler.”
Hz. Nuh’un
dâveti karşısında toplumu işte bunu söylüyordu. “Aman ilâhlarınıza sahip çıkın!
Aman ilâhlarınızı terk etmeyin! Aman ilâhlarınıza sabredin! Şu Allah berisinde,
Allah dışında hayatınıza yön veren ilâhlarınıza sahip çıkın! Aman sabredin, dayanın,
direnin, azı dişlerinizle sarılın onlara! Çünkü ne olur ne olmaz, eliniz
kopabilir, ayağınız sürçebilir. Sakın ha şu mevcut hayatınızı, şu mevcut yaşantınızı,
bu hayatınıza yön veren İlâhlarınızı terk etmeyin. Eğer Allah’ın elçisi
karşısında, Allah’ın elçisinin size getirdiği mesaj karşısında bu İlâhlarınıza
sımsıkı tutunur, onları bırakmazsanız bilesiniz ki bu Nu-h’un size yapabileceği
hiçbir şey yoktur” diyorlardı. “Aman birlik olun, aman beraber olun, aman
İlâhlarınızı terk etmeyin” diyorlardı.
Sa’d
sûresinde de aynı konu anlatılır:
“İlâhlarınıza
sarılarak yürüyün! Dayanın! Sabredin! Zaten sizden istenen de budur.”
(Sa’d: 6)
Bugün de “aman
İlâhlarınıza sahip çıkın! Aman İlâhlarınıza sımsıkı sarılın! Aman demokrasiye
sahip olun! Aman laiklik elden gi-diyor!” teraneleri atanların niyetleri de
galiba budur. Hocalarının yolunu takip ediyor adamlar. Onların İlâhlarına
sarılıp sabrettikleri kadar keşke bugün Müslümanlar da kendi İlâhlarına,
İlâhlarının kitabına sa-rılmayı becerebilselerdi. O zaman tüm dünya düşman olsa
bile kimsenin yapabileceği bir şey kalmayacaktı.
Eğer biz de
İlâhımızı, Rabbimizi iyi tanır ve O’na sımsıkı sarılırsak, İlâhımızdan
vazgeçmez, İlâhımızı terk etmez, Allah’ımızın kitabına ve O’nun elçisinin
sünnetine sımsıkı sarılır, vahiyle, Kur’an ve sünnetle ilgimizi kesmezsek, o
zaman mümkün değil ne şeytan, ne şeytan dostları bilelim ki bize hiçbir şey
yapamazlar, hiçbir şey yapamayacaklardır. Yer yerinden oynasa kimse bize bir
şey yapamayacak, hiç kimse bizi İlâhımızın dininden koparamayacaktır. Ne cin çarpabilir
bizi, ne şeytan vurabilir, ne de şeytan dostları bize galip gelebilir. Tek şartla,
biz İlâhımızla diyalogumuzu, vahiyle münâsebetimizi koparmayacağız.
İşte Hz.
Nuh’un karşısındakilerin derdi de buydu. Birbirlerine diyorlar ki bakın: “Siz
İlâhlarınıza sıkı tutunun, Nuh bir şey yapamaz size!” Yapamadı da nitekim.
İlâhlarına sımsıkı tutunanlara Hz. Nuh hiçbir şey yapamadı. Ebu Cehil’e de bir
şey yapılamadı onun için. Allah’ın Resûlü Ebu Cehil’e hiçbir şey yapamadı.
Çünkü İlâhına sıkı tutunmuştu. İlâhlarına sımsıkı tutunmuştu Ebu Cehil. “Ey Muhammed!
Boşuna uğraşma! Vallahi ben dedemi şu putun önünde eğilirken gördüm! Ne
yaparsan yap, beni dedemin yolundan asla vazgeçiremezsin!” diyerek İlâhlarına
sımsıkı tutunan Ebu Cehil’e Allah’ın Resûlü hiçbir şey yapamadı.
İşte
toplumu da Hûd (a.s) karşısında birbirlerine İlâhlarına sımsıkı sarılmalarını
tavsiye ediyorlar. İlâhlarınıza sarılın, özellikle “Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve
Nesr’e sımsıkı sarılın” diyorlar.
Ved, Suva,
Yeğus, Yeuk ve Nesr. Kelbî ve Vakidî, bunların in-san, erkek, kadın, aslan, at
ve kartal şeklinde yapılmış putlar olduğunu söyler. Bunlar Hz. Adem’in torunlarından
sâlih kişiler olup sonradan putlaştırılmış kimselerdir. Bunlar Hz. Adem’in oğullarından
İdris (a.s) döneminde yaşamış toplumun en sâlih insanlarıdırlar. Yani Nuh (a.s)
dönemi insanlarının dedeleriydi bunlar. Toplumda herkesin sevip saydığı bu
sâlih insanları sonradan, bir-iki nesil sonra putlaştırıvermişlerdi.
Şeytan
gelmiş ve topluma diyor ki, “niye sevmiyorsunuz bu zatları?” Toplum diyor ki, “biz
bu zatları, bu sâlih kişileri seviyoruz.” “Peki nasıl hatırlıyorsunuz bu
zatları? Nasıl canlandırıyorsunuz gözlerinizin önünde bu zatları? Halbuki bu
zatlar her an hatır ve hayallerinizde olmalıdır. Bu zatlarla irtibat halinde
olmalısınız, rabıta kurmak zorundasınız” diyerek, bu sâlih kişilerin resimlerini
yaptırdı şeytan. İn-sanlar bu sâlih kişilerle irtibat sağlayabilmek, rabıta
kurabilmek için bu sâlih kulların resimlerini yanlarında taşımaya başladılar.
Sonra şeytan bir daha geldi ve
toplumda herkesin bu sâlih kişilerle beraber olabilmesi için, “bunlarla yüz
yüze olabilmek için meydanlara bu sâlih kişilerin heykellerini yapmanız lazım”
diyerek insanları kandırdı ve bu zatların heykellerini yaptılar. Sonra aradan
bir-iki ne-sil geçince, işte Nuh (a.s) dönemine gelindiğinde bu sâlih kişiler
artık toplumda putlaşmış, kendilerine sığınılan, kendilerine dua edilen, dar-da
kalındığında kendilerinden yardım beklenen varlıklar haline geliverdiler. İşte
böylece yeryüzünde ilk putlara tapınma hadisesi de gerçekleşmiş oldu. Bu
tarihten itibaren bu sûrenin geldiği Rasûlullah dönemine kadar, toplumdan
topluma çeşitli kabilelerin putları olarak de-vam ettiler. Rasûlullah döneminde
de bu sâlih kişilerin görüntüsü bazı kabilelerin putlarıydı.
Esnam,
sanem Arapların da kullandıkları putlardır. Kütük şeklinde, kalas şeklinde ya
da bir kaya parçası şeklinde veya bir başka biçimde yapılmış, yontulmuş,
sevilip sayılan, çok yüce bilinen bir varlığın yeryüzünde sembol edilen
şekilleriydi bunlar. Yani hürmet edilen, saygı duyulan, önünde eğilinen yüce
varlıkların yerdeki sembolleriydi bu putlar.
Meselâ kimi insanlar için güneş
çok yüce, tapınılmaya değer bir varlıktı ve yeryüzünde bu güneşin temsilcisi
olarak kendi elleriyle yaptıkları sembollerini tapınılmaya lâyık görüyorlar ve
bunlara tapınıyorlardı. Aslında taptıkları ve tapınılmaya lâyık gördükleri bu
putlar, bu temsilciler değil de onların temsil ettikleri güneşti. Yani aslında
ta-pınılmaya lâyık görülen bu güneştir de onlar bu güneşin yeryüzündeki
temsilcisi olan putlara tapınıyorlardı. Put budur zaten. Şirki somutlaştırıp
onu görünür, duyulur ve hissedilir hale getiren unsura put denir.
Diğer bir ifadeyle şirkin elle
tutulur, gözle görülür boyutuna put denir.
Putun
oluşumunu sağlayan sebepler pek çoktur. Biliyoruz ki tarihin her devrinde
insanların genelinde Allah inancı hep var olmuştur. Her dönemde madde ötesi,
üstün güç ve kudret sahibi, yaratıcı olan Allah inancının var olduğunu ve
insanların bu yaratıcıya iman ettiklerini biliyoruz. Ama aynı zamanda bu
insanların genelinde şöyle bir kanaat söz konusu idi: “Allah vardır,
yaratıcıdır, tüm kâinatı o yaratmıştır, kendilerini de o yaratmıştır, o
yücedir, âlidir ama bu yüce varlıkla insanların doğrudan doğruya irtibat kurmaları
mümkün değildir. Onun içindir ki bu yüce varlıkla insanların irtibatlarını
sağlayacak aracılara ihtiyaç vardır. İşte bu durumda bazı aracıların bulunması
ka-çınılmazdır. Bu aracılar da put ismi verilen bir kısım varlıklarla somutlaşır.”
İfade ettiğimiz gibi tapınılanlar
aslında bu putların kendileri değil, onların temsil ettikleri şeylerdir. Yani
bu putların bizzat kendi görüntülerinden ziyade temsil ettikleri ve ifade
ettikleri anlam önemlidir. Bu itibarla tabiatta hiçbir varlığa sırf kendisi
için tapınıldığı görülmemiştir. Kur’an-ı Kerîm’e baktığımız zaman şunu görürüz:
İnsanlar ma-hiyetini anlayamadıkları, iç yüzünü tam olarak değerlendirip kavrayamadıkları
bazı şeylerin tehlikesinden korkmaları veya bazı varlıklara aşırı sevgileri, ya
da bazı varlıkları kendileri için Allah katında şefaatçi kabul etmeleri, kendilerini
Allah’a yaklaştıracakları ümidiyle veya bazı varlıklara aşırı sevgileri
sebebiyle onlara tapınma, onlara saygı duyma ve onları kutsallaştırma süreci
içine girmişlerdir. Meselâ Nisâ sûresinin 117. âyetinde anlatıldığına göre
insanların aşırı tutkuları sebebiyle dişileri putlaştırdıklarını görüyoruz:
“Onlar
Allah’ı bırakıp bir takım dişi tanrıçalara ta-parlar...”
(Nisâ 117)
Yine Bakara sûresinin 165. âyetinde
ifade edildiği gibi insanlar çok sevdikleri varlıkları Allah’a ortak koşarak
onlara kulluk etmeye çalışırlar.
“İnsanlardan
kimileri de vardır ki, Allah’a nidler (Allah’a eşler, ortaklar) kabul
ediyorlar. Onları Allah sever gibi severler.”
(Bakara
165)
Ama bu
putlaştırılan varlıklar her zaman toplumda çok sevilen varlıklar olmayabilir.
Bazen de kendilerinden çok korkulan, kendilerinden çekinilen varlıklar da
olabilir.
Cahiliye
toplumlarında ruhanîlerin, ruhanî liderlerin kendilerine karşı çıkan,
kendilerine isyan eden insanları bir anda mahvedecekleri şeklinde yaygın bir
inanış vardı. Öyle ki, bu kişilerin öldükleri zaman bile kendilerine
saygısızlık eden kimseleri mahvedeceklerine inanılırdı. Hattâ hayatlarında pek
fazla etkili olmayan bu insanlar öldükten sonra kınından sıyrılmış bir kılıç
kesildiğine inanılırdı. Nitekim bugün de hayatları boyunca bu tür sapıklıklara
asla iltifat etmeyen nice sâlih kişilerin ölümlerinden hemen sonra, bazı kurnaz
müritleri onların isimleri ve kemikleri üzerinde çok kârlı bir ticaret kurmuşlardır.
“Şöyle uçardı, böyle kaçardı” diye onlara insanüstü sıfatlar izâfe ederek karınlarını
doyurmayı becerebilmişlerdir.
İşte Nuh
(a.s) dönemi toplumu, kendilerinden bir-iki batın önce yaşamış ve ünleri nesilden
nesle aktarılmış bu beş sâlih kişiye aşırı sevgilerinden ötürü onları putlaştırıvermişler.
Hz. Nuh’un kendilerine getirdiği mesaja karşı putlaştırdıkları bu sâlih
kişileri öne sürüyor, mesaja karşı onları kalkan olarak kullanmaya
çalışıyorlardı. Putlaştırdıkları bu sâlih kişilerin, bu putların arkasına
saklanarak, bunları mesaja kalkan yaparak Hz. Nuh’un söylediklerini duymamaya,
ona yanaşmamaya, onu reddetmeye çalışıyorlardı.
“Sen ne diyorsun ey Nuh? Neden
bahsediyorsun sen? Bizim Vedd’imiz var, Suva’mız, Yeğus, Yeuk ve Nesr’imiz var!
Sen bunu Vedd’e anlat! Sen bu dediklerini bizim Suva’mıza anlat! Biz onları din-leriz,
biz onlara uyarız! Senin bu dediklerini bugüne kadar biz Ved-d’den, Suva’dan
duymadık! Nerden çıkarıyorsun bunları? Eğer senin bu söylediklerin doğru
olsaydı, bize getirdiğin bu mesaj hak olsaydı, elbette Vedd de söylerdi bunu!
Yeuk da söylerdi! Onlar demediklerine göre kesinlikle sen yalan söylüyorsun! Bu
durumda boşuna uğraşma ey Nuh, senin getirdiklerini kabul etmeyeceğiz!” diyorlardı.
Bu putların, putlaştırdıkları bu sâlih kişilerin arkasına saklanarak Hz. Nuh’un
getirdiği mesaja karşı kendilerini savunmaya ve saklamaya çalışıyorlardı.
Bugün de
bakıyoruz, her bölgenin böyle toplumsal özel peygamberleri var. Yani tabiri
caizse insanların, toplumların peygamberden daha peygamber varlıkları var.
Peygamberden çok sevdikleri, peygamberin bile önüne geçirdikleri,
putlaştırdıkları varlıkları var. Tıpkı Hz. Nuh’un toplumunun bu sâlih kişileri
putlaştırdıkları ve Hz. Nu-h’un kendilerine sunduğu Allah âyetlerine karşı
bunları kalkan olarak kullandıkları gibi, bugün de kimi insanlar kendilerine
sunulan Allah âyetlerine karşı bunları kalkan olarak kullanıyorlar. Meselâ bir
evde duvarda asılı bir halı görüyor ve bir hadis okuyarak sahibini uyarıyorsunuz.
Adam diyor ki: “Kardeşim nerden çıkarıyorsunuz bunu? Şu oturduğunuz yerde Hacı
Veyiszâde merhum da oturdu, bu halıyı o da gördü ama ses çıkarmadı. Sen bunu
Hacı Veyiszâdeye anlat. Bu dini o bilmez miydi? Onların demediğini siz nasıl söylersiniz?”
diyerek kendisine okunan hadisin karşısına sâlih bir zatı kalkan yaparak duy-mamaya,
dinlememeye çalışıyor.
Bu nedir şimdi? Aynen Nuh (a.s)
toplumunun sâlih kişileri putlaştırıp onun mesajına karşı ilgisiz kalanların durumu
değil mi? Bugün de insanlar vahye karşı birilerini putlaştırmıyorlar mı?
Aslında Hacı Veyiszâde merhum, mağfur, Allah rahmet etsin hayatında sâlih bir
zattı. Soyadına lâyık gerçekten kurucu bir zattı. Beyin ve kalp kurucusu, İmam-Hatip
kurucusu bir zattı. Okula vali de gelmiş olsa, müfettiş de gelmiş olsa asla
başını açmamış, asla başındaki sarığını çıkarmamış, Kitap ve sünnet
istikâmetindeki inancından asla taviz vermemiş sâlih bir zattı. Ama maalesef
tıpkı Nuh (a.s) toplumu gibi bugün de kimi insanlar vahyin karşısına bu zatı dikmeye
çalışıyorlar. “Biz bunu Hacı Veyiszâde’den duymadık, ondan görmedik, siz ondan
daha mı iyi biliyorsunuz?” demeye çalışıyorlar.
Esasen hayatta olsalardı bu
zatlar da istemezlerdi bunların yaptıklarını. İmam Ebu Hanife efendimiz bile kimilerinin
kendisini putlaştıracakları, vahyin önüne geçirecekleri endişesiyle hayatında
şöyle diyordu: “Bu benim reyimdir, bu benim içtihadımdır, eğer bu benim iç-tihadımın
aksini söyleyen bir hadis görürseniz sakın beni putlaştırıp hadisin önüne
geçirmeyin, hadisle amel edin, mezhebiniz hadis olsun.”
Toplumda
sanki peygamberden daha peygamber zatlar var. Ya bu adamlar birilerinin kendi
suçlarına kılıf bulabilecekleri, kendi yamukluklarına delil bulabilecekleri
bazı cıvık sözler söylemişlerdir veya bu adamlar aslında dememişler de bunları
sonradan kendileri bazı istenilen sözleri söyletmişlerdir bu zatlara.
Meselâ bakın, Yunus Emre vahdet-i
vücut felsefesinin baştan sona her şeyini terennüm etmiştir. Kim o? Bilinen bir
adam bile değil. Neredeyse yaşamadığını bile söyleyeceğiz. Yani mevcut
piyasadaki şiirleri, sözleri, divanı söyleyebilecek tarihte bir adam yoktur.
Bugüne kadar bu kadar şeyi söyleyebilecek bir adam çıkmamıştır. Ne kelâm
tarihinde, ne akait tarihinde, ne felsefe tarihinde var böyle her şeyi
söyleyebilen birisi. Ama böyle bir adam vardır işte. Niye var? Herkes ona kendi
fikrini, kendi felsefesini dedirtmiş.
Gelelim
bize. Ya biz, biz ne yapıyoruz? Allah ve Resûlü’nden gelen mesajın önüne kimi,
kimleri ve neleri kalkan kullanıyoruz? Ön bilgilerimizi mi? Babamızdan duyduklarımızı
mı? Hocamızdan anladıklarımızı mı? Toplumdan empoze edilenleri mi? Gazete
kültürünü mü? Basın-yayını mı? Televizyonun bizi meşgul etmesini mi? Şeytan
vahiylerini mi? Takvim yaprağından öğrendiklerimizi mi? Neyi öne alı-yoruz?
Neleri kalkan yapıyoruz da, “bizim dünyamız bize yeter be peygamber! Sen yine
git kendine bir başkasını bul! Biz şu anda çok meşgulüz! Bizim okuyacak çok
kitaplarımız var! Sen kendine daha az meşgul olanları bul!” diyoruz.
24.
“Böylece birçoğunu saptırdılar; Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını
arttır.”
Böylece
bunlar pek çoklarını saptırdılar. Pek çoğunu vahiyden uzaklaştırdılar. Bu
putlar, bu putçular çok insanı saptırdılar. Ya da ön-ceki âyette anlatılan malı-mülkü
kendilerine hüsrandan başka bir şey sağlamayan insanlardan pek çoğunu saptırdılar.
İnsanları Allah’a kul-luktan koparıp kendilerine, kendi yasalarına kul-köle
etmeye çalışanlar, bu tanrı taslakları pek çok insanı saptırdılar. Ya da şeytan
bu yolla pek çoklarını saptırdı.
“Ya Rabbi!
Bu zalimlerin şaşkınlığını artır!” Kötülük yapanlar hakkında elleri kırılsın da
kötülük yapamasınlar gibi bir beddua cümlesidir bu. Kötü fikirleriyle, kötü düşünceleriyle
birilerini zehirleyenler hakkında fikirleri kurusun, beyinleri kurusun da
insanları saptıramasınlar demek gibi bir beddua. İşte bakın Allah’ın elçisi Hz.
Nuh, bu za-limler için böyle beddua ediyor. “Bu zalimlerin şaşkınlığını artır
ya Rabbi de insanları saptıramasınlar” diyor. Hz. Nuh’un bedduasına uğ-rayan bu
insanların âkıbetleri ne olmuş bakın:
25. “Onlar,
günâhları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah’tan
başka yardımcı bulamadılar.”
950 yıl
kendilerini Hakka dâvet etmek için çırpınan bir peygamberin mesajına kapalı
oldukları için bu insanlar suda boğuldular. Allah laf anlamayan, söz dinlemeyen
bu insanları dünyada suyla, su azabıyla yakalayıverdi. Ama sadece bununla da
kalmadı, dünyadaki bu azaplarından başka öbür tarafta da bu adamlar ateşe
sokuldu, diyor Rabbimiz. Su ve ateş. Dünyada su, âhirette ateş. Ateşte su iste-yecekler,
suda ateş. Kaynar su verilecek yarın istediklerinde, o da ateş.
26-27. “Nuh
dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkârcı bırakma. Doğrusu sen onları
bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını
doğurup yetiştirmezler.”
Allah’tan
aldığı emri savsaklamamanın, işi oluruna bırakmamanın, görevi geçiştirmemenin
sembolü olan, 950 yıl her türlü fırsatı değerlendirerek çevresindekileri uyarmaya
çalışan, bıkmadan, usanmadan bu işi sürdüren Hz. Nuh, bakın en sonunda bunları
söylüyor, işi Allah’a havale ediyor: “Ya Rabbi yeryüzünde bir tek kâfir
bırakma! Yeryüzündeki tüm kâfirlerin kökünü kes ya Rabbi! Çünkü eğer yeryüzünde
onlardan bir tek fert, bir tek aile bırakırsan onlar kâfirden başkasını
doğurmazlar. Kâfirler, kâfir yetiştirirler. Kâfirler, kâfir doğururlar.
Kâfirlerin eğitimi insanların kâfirleşmesini sağlar. Kâfirlerin egemen olduğu
yerde ancak kâfir yetişir. Bunlara fırsat verirsen yeryüzünde kâfir
yetiştirirler ya Rabbi, bu nedenle yeryüzündeki tüm kâfirleri yok et ya Rabbi!”
diyordu.
Peki 950
yıl uğraşan bir peygamber neden böyle diyordu acaba? Ne olmuştu? Neden ümidini
yitirerek böyle demek zorunda kalmıştı? Nuh (a.s) onların artık yola gelmeyecekleri
haberini Rabbinden aldıktan sonra söylüyordu bunları. Hûd sûresinde Rabbimiz
artık onların kesinlikle iman etmeyeceklerini, kesinlikle adam olmayacaklarını
haber verdikten sonra Hz. Nuh bunları söylüyordu.
“Nuh’a, “Senin
milletinden, inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapa
geldiklerine üzülme; nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap.
Haksızlık yapanlar için Bana baş vurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır” diye
Allah tarafından vahyo-lundu.”
(Hûd:36)
Artık
kavminden o ana kadar iman edenlerin dışında hiç kimsenin iman etmeyecekleri
haberi Allah tarafından kendisine verilene kadar Hz. Nuh sabırla dâvetine devam
etti ama bu haber kendisine verildikten sonra bunu söylüyordu. Şu anda Allah
bize bunu demediğine göre, bizler asla yılgınlık göstermeden, bu insanların helâkini
istemeden anlatmaya devam etmek zorundayız.
28.
“Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime inanmış olarak gireni, inanan erkek ve
kadınları bağışla; zalimlerin de yalnız helâkini arttır.”
“Ya Rabbi
beni, ebeveynimi, ve evime mü'min girenleri de mağfiret et.” Bu duayı her
mü’min yapar. Ebeveyni kâfir olanlar da ya-parlar bu duayı. Çünkü bu bir dua
kalıbıdır. Buradaki ebeveynden ka-sıt Hz. Adem’e (a.s) kadar mü’min olan tüm
ebeveynlerimizdir. Hz. Nuh, “Evime mü’min olarak girenlere de mağfiret buyur ya
Rabbi” di-yor. Öyleyse evlerimize girip çıkanların Müslümanlar olmasına dikkat
edeceğiz, ya da evimize girip çıkanları Müslümanlaştırmak zorunda olduğumuzu
unutmayacağız. Kimler girip çıkıyor evlerimize? “Ne yapayım amcamın kızının
damadı geliyor evime. Engelleyemem ki onu!” demeyelim, evimize mü'min olanların
ve de girmesinde şer’an bir sakınca olmayanların girip çıkmasına izin verelim.
Allah’ın izin verdikleri girsin evimize, başkaları asla girmesin.
Bundan
sonra Rabbimiz okuduğum âyette anlatıldığı gibi bir gemi yapmasını emredecek ve
sonunda Hz. Nuh’un safında yer alıp Allah’a kul olanlar gemide kurtulurken tüm
kâfirler helâk edilecek. Rabbim böyle bir ortamda peygamber safında yer alarak
onun gemisine binenlerden ve kurtuluşa erenlerden eylesin.