TARIK SURESİ 2

1- Gizliliklerin Açığa Çıkartılacağı Gün: 5

2- "Gizlilikler"in Mahiyeti İle İlgili Görüşler; 6


TARIK SURESİ

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adı İle

Mekke'de inmiştir, onyedi âyettir.[1]

 

1. Andolsun göğe ve Tarık'a;

2. Tarık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana?

3. O, delip gecen yıldızdır.

 

"Andolsuu göğe ve Tarık'a"; buyruğunda, iki şeye yemin edilmektedir. "Göğe" bir yemin, "Tarık'a" da bir diğer yemindir.

Târik, yıldız demektir. Nitekim yüce Allah; "Tarık'ın ne olduğunu ne bil­dirdi sana? O, delip geçen yıldızdır." buyruğuyla bunu açıklamaktadır. Hangi yıldız olduğu hususunda da görüş ayrılığı vardır. Bunun yedinci se­mada bulunan gezegen olan Zuhal (Satürn) olduğu söylenmiştir. Bunu Muhammed b. el-Hasen (b. Miksem, Ebu Bekir el-Attar) Tefsir'inde zikretmiş ve bu hususta birtakım haberler kaydetmiştir. Bunların ne kadar sahih olduğu­nu en iyi bilen Allah'tır.

îbn Zeyd: Bu yıldız Ülker yıldızıdır demiştir. Yine ondan, bu yıldızın Zu­hal (Satürn) olduğu da nakledilmiştir, el-Ferra da böyle demiştir.

İbn Abbas: Bu oğlaktır demiştir. Yine ondan ve Ali b. Ebi Talib (r.anhuma) ile el-Ferra'dan nakledildiğine göre "delip geçen yıldız" yedinci sema­daki bir yıldızdır. Bu semada, o yıldızdan başka yıldız bulunmaz. Sair yıldız­lar semada yerlerini aldıklarında bu yıldız da onların semasına iner ve on­larla birlikte bulunur. Sonra da yedinci semadaki yerine geri döner. Bu yıl­dız Zuhal (Satürn)dir. O bakımdan bu inerken de bir Tarık'tır, yerine çıkar­ken de bir Tarık'tır.

el-Ferrâ, kuş yükseldiği vakit; "Sekabe’t-tâiru" denildiğini nakletmektedir.

Ebu Salih, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav), Ebu Talib ile birlikte oturuyor idi. Bir yıldız düştü, yeryüzünün her tarafı ay­dınlandı. Ebu Talib bundan korktu ve:

"Bu nedir?" dedi. Peygamber şöyle bu­yurdu:

"Bu kendisi ile (şeytanların) taşlandığı bir yıldızdır, bu yüce Allah'ın âyetlerinden bir âyettir." Ebu Talib bu işe hayret etli ve: "Andolsun göğe ve Tarık'a" buyruğu nazil oldu.[2]

Yine İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: "Andolsun gö­ğe ve Tarık'a" semaya ve onda yükselen şeylere demektir. Yine ibn Abbas ve Ata'dan: "Delip geçen" şeytanın kendisi ile taşlandığı yıldızdır, diye açıklamış oldukları rivayet edilmiştir.

Katade dedi ki: Bu buyruk diğer yıldızlar hakkında da umumidir. Çünkü bu yıldızların hepsi geceleyin doğarlar. Geceleyin sana gelen herbir şeye; "Tâ­rik" denilir. Şair şöyle demiştir:

"Senin gibi hamile ve süt emziren nice kadına geceleyin gittim de,

Nazarlık taktığı yahut süt emzirdiği evladı ile ilgilenmekten alıkoydum onu."

Yine bir başka şair şöyle demektedir:

"Görmediniz rni beni, geceleyin (ona) gittiğim her seferinde

Koku sürünmemiş olsa dahi, onda bir hoş koku gördüğümü?"

Buna göre "Târik" yıldız için cins isimdir. Ona bu ismin veriliş sebebi ge­celeyin görülmesidir. Şu hadis-i şerifte de (bu lafız) bu anlamda kullanılmış­tır: "Peygamber (sav) kocası yanında bulunmayan hanım, (etek) traş(ı) olsun, saçı başı birbirine ka­rışmış kadın taransın diye, yolculuktan dönenin hanımının yanına geceleyin (habersiz) girmesini yasaklamıştır."[3]

Araplar geceleyin bir yere giden herkese "Târik" derler. Geceleyin gelen bir kimseye; "Taraka fulanun" "Filan geceleyin geldi" denir. Fiil; "Taraka, yetruku, turukan" "Ge­celeyin geldi gelir, geceleyin gelmek" diye gelir. Bu işi yapan kimseye de (ism-i fail): "Tank" denilir. İbnu'r-Rumî şöyle demiştir:

"Ey başlangıcı vaktinde sevinip, geceleyin uyuyan kişi!

Kötü musibetler bazan seher vakti gelebilirler.

Baş tarafı hoş olan bir gece dolayısıyla sevinme sakın!

Nice gece sonları ateşler körükler."

es-Sıhah’ta şöyle denilmektedir: Târik, kendisine 'sabah yıldızı" denilen bir yıldızdır. Hind'in söylediği şu beyitte de bu anlamdadır:

"Bizler, yani Tarık'ın kızları

Yastıklar (değerli yaygılar} üzerinde yürürüz."

Yani bizim babamız, şeref itibariyle aydınlık saçan yıldız gibidir.

el-Maverdî dedi ki: "Tark"ın asıl anlamı dövmektir. (Balyoza, büyük çe­kice) "mitraka" denilmesi de burdan gelmekledir. Geceleyin gelen kimseye 'Tank" deniliş sebebi, yerine ulaşmak için (kapı ve benzerlerini) "çalmaya" ihtiyacı oluşundan dolayıdır. Bazıları da şöyle demiştir: Tark, gündüz de ola­bilir. Çünkü Araplar: "Eteytuke’l-yevme tarkateyni" "Bugün sana iki tarka (defa) geldim." derler. Peygamber (sav)'ın şu buyruğunda da bu anlamda kullanılmıştır: "Euzu bike min şerri tavâriki‘l-leyli ve’n-nehâri illâ târikân yetruku bihayrin yâ Rahmân" "Geceleyin ve gündü­zün gelenlerin şerlerinden -hayır ile gelip kapıyı çalan müstesna- Sana sığı­nırım, ey Rahman!"[4]

Şair Ccrir bu fiili kullanarak şöyle demiştir

"Kalbleri avlayan çaldı kapını; fakat bu vakit

Ziyaret zamanı değildir "esenlikle geri dön" (dedim ona)." [5] 

 

Daha sonra yüce Allah (Tarık'ı) açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Tarık'ın ne olduğunu ne bildirdi sana? O delip, geçen yıldızdır" buyruğundaki: "Es-sâkib" "Delip, geçen;" aydınlatan, aydınlık saçan, demektir. "Şihâbun sâkibun" "Parlak, delici bir alev" (es-Saffat, 37/10) buyruğunda da bu anlamda kulla­nılmıştır. "Sekabe, yeskubu, sukuben ve sikâbeten" "Aydınlattı, aydınlatır, aydınlatmak'' ifadelen aydınlatmayı anlatmak için kullanılır. (Buna göre) "delip geçmesi" onun aydınlatması, ışık saçması demektir. Araplar: "Ateşini aydınlat (alevlendir)" anlamında; "Eskib nârake" derler. Şair de şöyle demiştir:

"İnsanlar onu (ününü) etrafa yaydılar, sanki o,

Çalıçırpı ile yakılıp alevlendirilmiş yükseklerdeki bir ateş gibidir."

Mücahid: Delip geçen: Alev ve hararet saçan demektir. el-Kuşeyri dedi ki: Çoğunluk "Târik" ve "Sâkıb'ın kendileriyle genel anlamın kastedildiği -Mücahid'den de zikrettiğimiz gibi- bir cins ismi olduğu kanaatindedir. [6]

 

"Tarık'ın ne okluğunu ne bildirdi sana?" buyruğu da kendisine and içi­len bu vatlıkların şanının büyüklüğüne işaret etmek içindir.

Süfyan dedi ki: Kur'ân-ı Kerim'de: "Vemâ edrâke" "Sana ne bildirdi?" diye varid olmuş herbir hususu ona (Peygambere) haber vermiştir. "Vemâ yudrike" "Sen nerden bileceksin" diye soru sorulmuş herbir şey de ona (Peygambere) bil­dirilmemiştir. [7]

 

4. Üzerinde bir gözetleyicinin bulunmadığı hiçbir nefs yoktur.

 

Katade dedi ki: Rızkını, amelini, ecelini tesbit ve muhafaza eden "hafa­za" (melekleri kastedilmektedir.) Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: Ha­yır ya da şer türünden amelini onun için tesbit edip, muhafaza eden, onun­la birlikte bulunan melek demektir. Bu buyruk, yeminin cevabıdır.

Cevabın: "Şüphe yok ki O, onu döndürmeye elbette güç yetirendir" (8. âyel) buyruğu olduğu da söylenmiştir ki, bu görüş et-Tirmizi Muharnmed b. Ali'nin görüşüdür.

"İn": Edat şeddelisinden hafifletilmiştir. "Mâ" da tekid içindir. Yani şüphe­siz herbir nefsin üzerinde bir koruyucu vardır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Mutlaka herbir nefsin üzerinde onu kadere sağsalim teslim edinceye kadar, afetlere karşı koruyan bir koruyucu vardır. .

el-Ferrâ dedi ki: Koruyucu Allah tarafındandır. Onu takdirlere sağsalim tes­lim etsin diye onu korur. el-Kelbî de böyle demiştir.

Ebu Ümâme dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

"Herbir nıü'min ile birlikte -onun aleyhinde bir kader tayin edilmediği sürece- onu koruyan yüzaltmış melek vardır. Göz bunlar arasındadır. Sineklerin bal tabağına düşmeleri nasıl kollanıyorsa onu da yedi melek koruyup kollar. Eğer kul göz kır­pacak bir süre kadar dahi kendisine bırakılacak olursa, şüphesiz şeytanlar onu kapar götürür."[8] 

İbn Âmir. Asım ve Hamza "Lemmâ" lafzını "mim" harfini şeddeli okumuşlar­dır. "Mâ kullu nefsin illâ aleyhâ hâfiz" "Üzerinde kuruyucu olmayan hiçbir nefs yoktur" de­mektir. Bu Huzeylilerin lehçesidir. Mesela onlar: "Neşdetuke lemmâ kumte" "Mutlaka kalkasın diye sana and veriyorum" derler. Diğerleri ise -belirttiğimiz gibi- tekid edici zaid bir lafız okrak şeddesiz okumuşlardır.

Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Onun önünden, arkasından kendisini Allah'ın emri ile gözetleyip, koruyan izleyicileri var­dır." (er-Ra'd, 13/11) Önceden de geçtiği üzere.

Koruyan'ın şanı yüce Allah'ın kendisi olduğu da söylenmiştir. Şayet O'nun bu varlıkları koruması olmasaydı bunlar kalamazlardı.

Koıuyan'ın aklı olduğu da söylenmiştir. Akıl insanı kendi menfaatine olan şeylere iletir ve kendisine zarar verecek şeylerden onu alıkoyar.

Derim ki: Akıl ve benzerleri araçtır. Gerçekte koruyucu ise yüce Al­lah'tır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah en hayırlı koruyu­cudur." (Yusuf', 12/65) Bir başka yerele ele söyle buyurmaktadır: "De ki: Ge­ce ve gündüz Rahmana karşı sizi kim koruyabilir?" (el-Enbiya, 21/42) ve ben­zeri başka buyruklar. [9]

 

5. O halde, insan neden yaratılmış olduğuna bir bakıversin.

6. O, atılıp, dökülen bir sudan yaratılmıştır.

7. O su, omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkar.

8. Şüphe yok ki O, onu döndürmeye elbette güç yetirendir.

 

"O halde, insan" Ademoğlu "neden yaratılmış olduğuna bir bakıversin."

Bu buyruğun bundan önceki buyruklarla ilişkisi şudur. İnsana önce ilkin ne okluğuna ve ilkin hangi kanunlara tabi olarak yaratıldığına bakması tav­siye edilmektedir. Böylece onu yaratanın, kendisini yeniden yaratıp amellerinin karşılığını vermeye kadir olduğunu bilsin, bunun sonucunda da yeni­den yaratılacağı ve amellerinin karşılığını göreceği gün için çalışsın. Kendisini korumakla görevli olan meleklere ancak nihayetinde kendisini sevindi­recek şeyleri yazdırsın.

"Mimmâ hulika" "Neden yaratılmış" lafzı bir sorudur. "Hangi şeyden yaratılmış" demektir. [10]

 

Daha sonra yüce Allah: "O atılıp, dökülen bîr sudan yaratılmış­tır" diye buyurmaktadır ki, bu da sorunun cevabıdır, "Atılıp, dökülen su" da menidir.   

"Ed-Dafiku" "Suyun dökülmesi" demektir. "Defaktu’l-mâe, edfukuhu, defkan" "Suyu döktüm, dö­kerim" denilir. Bu durumda olan suya; "Mâun dâfikun" "Dökülen su" denilir ki; (ki­pi ism-i fail olmakla birlikte ism-i meful olan): "Medfuk" "Dökülen" anlamın­dadır, Nitekim "gizlenen sır" anlamında: "Sırrun kâtimun" "Gizli sır" demeleri de bu kabildendir. Zira bu tabir meçhul fiil olarak "Dufika’l-mâu" "Su döküldü" ifade­sinden gelmektedir. Buna karşılık -aynı anlamda- "Defeka’l-mâu" denilmez. Diğer taraftan: "Defeka’llahu ruhehu" "Allah onun canını alsın" denilerek bir kimse hakkın­da ölmesi için beddua edilebilir.  

el-Ferra ve el-Ahfeş: "Atılıp, dökülen bir sudan" rahime dökülen demek­tir, diye açıklamışlardar. ez-Zeccac ise: Dökülme özelliği olan sudan, diye açıklamıştır. Zırhlı, oklu ve atlı kişi anlamında "Dâriu vefârisu vemâbilu" denilir. Bu ay­nı zamanda Sibeveyh'in de görüşüdür. O halde: "Ed-Dâfiku: İleri derecedeki gü­cü ile atılan" demektir.

Burada erkeğin ve kadının suyu olmak üzere her iki suyu da kastetmiş­tir. Çünkü insan bu ikisinden yaratılmıştır, fakat her ikisi birbirine karıştığın­dan ötürü yüce Allah, onların ikisini de tek bir su kılmıştır.

İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre o, "atılıp, dökülen" lafzını cı­vık ve yapışkan diye açıklamıştır. [11]

 

"O su, omurga" yani sırt "ile göğüs kemikleri arasından çıkar."

"Omurga" lafzı dört şekilde kullanılır. “Sulb” ile “Sulub” şekille­rinin her ikisi de kıraatte okunmuştur. Üçüneü şekil "lam" harfi üstün olarak; "Salebe" şeklinde, dördüncüsü ise "kaaleb" vezninde; "Saalebe" şeklindedir, el-Abbas'ın şu mısraında da bu şekilde kullanılmıştır:

"Sen bir omurgadan (sulbden) rahime taşınıyordun."

"Göğüs kemikleri" anlamındaki “Et-terâib”in tekili “Teribetun” şeklinde gelir. Bu da göğüse gerdanlık takılan yeri ifade eder. Şair şöyle demiştir:

"Zayıf ve göbeksiz, beyaz tenli, göbeği sarkmamış,

Gerdanlığı ise ayna gibi parlak ve düzdür."

"Omurga" ile erkekten, gelen, "göğüs kemikleri" ile de kadından gelen kast edilmiştir. İbn Abbas dedi ki: "Göğüs kemikleri" gerdanlığın yeridir. Yi­ne ondan, memeleri arasındaki yerdir, dediği nakledilmiştir. İkrime de böy­le demiştir. Yine ondan rivayet edildiğine göre "kadının teraibi" (mealde; göğüs kemikleri) elleri, ayaklan ve gözleridir. ed-Dahhak da böyle demiş­tir. Said h. Cübeyr: Gerdandır, demiştir. Mücahid omuzlar ile göğüs arasındaki yerdir demiştir. Yine ondan göğüstür, diye açıkladığı rivayet edildiği gi­bi köprücük kemikleri olduğunu söylediği de nakledilmiştir.

İbn Cübeyr'in İbn Abbas'tan naklettiğine göre "göğüs kemikleri" bu ta­raftan dört kaburga kemiğidir demiştir. ez-Zeccac'ın naklettiğine göre, göğüs kemikleri göğsün sağ tarafından dört kaburga kemiği, sol tarafından da dört kaburga kemiğidir. Mamer b. Ebi Habibe ei-Medenî de şöyle demiştir: "Göğüs kemikleri" kalbin özüdür, çocuk da ondan meydana gelir. Arapça'da meşhur olan ise, bunların göğüs kemikleri ile göğsün boğaza yakın kemik­leri olduğudur. Dureyd b, es-Simme şöyle demiştir:

"Eğer geri döner kaçarsanız, peşinize takılır sizlerin sırtına bineriz

Şayet üzerimize gelirseniz, bu sefer göğüslerinize bineriz."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Sanki gerdanından görünen göğüs kemikleri bir elde bulunan ve uzun süre yanıp sönmeyen

Arabistan kirazı ağacından alev alev parlayan kor ateşmiş gibi göründü."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ve zaferan göğüs kemikleri üzerindedir,

Gerdanı ve göğsünün üst tarafı onunla dolup taşmıştır."

îkrime'den "göğüs kemikleri"nin göğüs olduğunu söylediği nakledil­miş. Semra da şu mısraı zikretmiştir:

"Onun göğüs (kemik)leri üzerinde inciden dizilmiş bir gerdanlık vardır." Zu'r-Rimme de şöyle demiştir;

"Hür göğüsler üzerinden gömleklerini yırttılar."

Burada (mısranın ilk kelimesi) "hı" harfi ile "Sarahne" diye de rivayet edi­lir ki; bu da "attılar" anlamındadır.

es-Sıhah’ta "teribetun" lafzı "terâib"in tekili olup bu da köprücük kemiği ile göğüs arasında bulunan göğüs kemikleridir, denilmektedir.

Şair şöyle demiştir;

"İki memesi göğüs kemikleri üzerine yükseldi."

El-Musakkib el-Abdi de şöyle demiştir:

"Ve göğüs kemiği üzerinde parıldayan altm,

Kırışıklığı bulunmayan fildişi rengi gibi."

el-Cevheri'den başkaları da şöyle elemiştir: Erkek için: “Eş-şedvetu” kadın için "meme" gibidir. el-Asmai: Memenin yuvasıdır demiştir. İbnu's-Sikkît: Meme­nin etrafında bulunan ettir, diye açıklamıştır. İlk harfini ötreli söylersek hemzeli kullanırız, üstün söylersek hemzesiz kullanırız.

Tefsir'de şöyle denilmekledir: Erkeğin omurgasından çıkan sudan kemik­ler ve sinirler yaratılır. Kadının göğüs kemikleri arasından çıkan sudan da et ve kan yaratılır. Bu açıklamayı el-A'meş yapmıştır. Daha önce bu Al-i İmran sûresinin baş taraflarında (3/6. âyet, 1. başlıkla) Peygamber efendimize merfû' bir rivayet olarak da geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. el-Hucurat Süresi'nde de: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık" (el-Hııcurat, 49/13) diye buyurulmaktadır. (Bu hususa dair açıklama­lar) önceden (el-Hucurat, 49/13. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmakladır.

Denildiğine göre; erkeğin suyu beyinden iner, sonra hayalarda bir araya gelir. Bu yüce Allah'ın: "Omurga... arasından çıkar" buyruğu ile çelişmemek­tedir. Çünkü eğer beyinden iniyorsa elbette omurga ile göğüs kemikleri ara­sından geçer,

Katade dedi ki: Yani (o su) erkeğin omurgasından ve kadının göğüs ke­miklerinden çıkar,

el-Ferra'dan nakledildiğine göre; arablardan bu kabilden ifadeler nakle­dilir. Buna göre; "omurga... arasından" lafzı "omurgadan" demek olur.

el-Hasen dedi ki: Yani o su, erkeğin omurgasından ve yine erkeğin gö­ğüs kemiklerinden, kadının da omurgasından ve yine kadının göğüs kemik­lerinden çıkar. Diğer taraftan biz şunu biliyoruz ki; nutfe bedenin bütün cüzlerindendir. Bundan dolayı kişi anne babasına çokça benzer. Meninin çıkışından dolayı, bedenin tümünün yıkanmasındaki hikmet de işte budur. Ay­nı şekilde çokça cima' eden bir kimse sırtında ve omurgasında ağrılar bulur. Bunun sebebi ise, daha önce onun sulbünde bulunan suyun boşalmasından başka bir şey değildir.

İsmail, Mekkelilerden "omurga" anlamındaki lafzı "lam" harfini ötreli olarak; “Sulub” diye okuduklarını rivayet etmiştir. Bu okuyuş aynı şekilde İsa es-Sakafî'den de rivayet edilmiştir. el-Mehdevî bunu nakletmiş olup şöyle de­miştir: Meninin erkeğin omurgası ile göğüs kemiklerinden çıktığını kabul edenlere göre "çıkar" lafzındakİ zamir suya racidir. Erkeğin omurgası ile ka­dının göğüs kemikleri arasında çıktığını kabul edenlere göre ise, zamir in­sana ait olur.

Bu kelime "sad" ve "lam" harfleri üstün olarak; “Saleb” diye de okunmuş­tur Bu lafzın (önceden geçtiği üzere); “Sulb, sulub, salebe,saalebe” şeklinde döıt ay­rı söyleyişi vardır. el-Accac dedi ki:

"Yüklü bulut gibi bir omurgadan..."

Peygamber (sav)'ın öğülmesi sadedinde de şöyle denilmiştir:

"Bir sulbden (omurgadan) rahime taşınırdın."

Bu husustaki beyitler meşhur olup bilinmektedir. [12]

 

"Şüphe yok ki; O", yani şanı yüce Allah "onu döndürmeye" yani suyu geldiği yere geri çevirmeye "elbette güç yetirendir." Mücahid ve ed-Dahhak böyle açıklamıştır. Yine onlardan gelen rivayete göre anlam şudur: O suyu tekrar omurgaya geri çevirmeye güç yetirendir. İkrime de böyle açıklamış­tır.

Yine ed-Dahhak'tan anlamın şöyle olduğu rivayet edilmiştir: O insanı ön­ceden olduğu gibi tekrar suya döndürmeye güç yetirendir.

Ondan gelen bir diğer rivayete göre anlam şudur; O, insanı yaşlılıktan gençliğe, gençlikten yaşlılığa döndürmeye güç yetirendir. el-Mehdevî'de de böyledir. el-Maverdî ve es-Sa'lebî de: Gençliğe, gençlikten nutfeye (döndürmeye güç yetirendir) demektir.

İbn Zeyd dedi k:: O, suyu çıkmamak üzere alıkoymaya güç yetirendir.

İbn Abbas, Katade, el-Hasen ve yine İkrime şöyle demişlerdir: O, ölüm­den sonra insanı tekrar geri döndürmeye (yaratmaya) güç yetirendir. Taberi’nin tercih ettiği açıklama da budur. es-.Sa'lebî dedi ki: Daha güçlü olan açıklama da budur. Çünkü yüce Allah: "O gün, gizlilikler açığa çıkartılır" (9. âyet) diye buyurmaktadır.

el-Maverdî dedi ki: Âhirette onu dirilttikten sonra tekrar dünyaya geri dön­dürmeye güç yetirendir, anlamına gelme ihtimali de vardır. Çünkü kâfirler, o halde yüce Allah'tan dünyaya geri döndürülmeyi isteyeceklerdir. [13]

 

9. O gün gizlilikler açığa çıkartılır.

 

Gizliliklerin Açığa Çıkartılacağı Gün:

 

Buyruğu, o insanı yeniden diriltemeye güç yetirendir, anlamında kabul edenlerin görüşüne göre: "Yevm" "Gün" lafzında âmil, yüce Allah'ın; "güç ye­tirendir" (8. âyet) buyruğudur. Bunda "onu döndürmeye" (8. âyet) buyruğu amel etmez. Çünkü bu durumda; "İnne" "Şüphe yok ki" {8. âyet) buyruğunun haberine muttasıl olan ifade ile sıla birbirinden aynlnuş olur. 

"Şüphe yok ki O, onu döndürmeye elbette güç yetirendir" buyruğu ile ilgili diğer görüşlere göre ise "o günde" buyruğundaki amil gizli bir fiildir. Bunda "güç yetirendir" anlamındaki lafız amel etmez. Çünkü bundan (onu döndürmeye güç yetirmekten) kasıt bunun dünyada olacağıdır.

"Açığa çıkartılır" sınanır, imtihan edilir, demektir. Ebu'1-Ğûl et-Tuhavî şöy­le demiştir:

"Kahramanlıkları son bulmaz onların, velev ki onlar

Ardı arkasına çeşitli zamanlarda savaş ateşine düşseler bile."

Bu beyitin ilk kelimeleri; “Teblâ bâletuhum” diye de rivayet edilir. Bunun "te" har­fini ölreli olarak; “Tublâ” diye rivayet edenler, bu lafzı 'sınamak, denemek':ten gelen bir kelime olarak kabul ederler. Bu rivayete göre -kahramanlık anla­mı verilen kelime olan-: “el-bâletu” hoşlanmayın anlamına gelir. Sanki: Onların bu hususta yani savaş hususunda hoşlanmadıkları bilinmez, demek istemiş gibidir. “Tublâ” "Açığa çıkartılır" lafzı da bilinir anlamına gelir.[14]

Recez vezninde şair şöyle demiştir:

"Bugünden önce sen beni küçümsüyordun

Bugün de ben seni tanıyorum artık ve sen de beni tanıyorsun."

Bir önceki beyitin ilk kelimelerini "te" harfini üstün olarak: “Teblâ” diye ri­vayet edenlerin rivayetine göre de anlam şöyle olur: "Savaş onların aleyhi­ne zaman zaman tekrarlanacak olsa dahi, onlar savaşmaktan yana zaaf gös­termezler." Çünkü zorlu işler insanın aleyhine tekrarlanacak olursa onu yı­kar ve onu zayıf düşürür.

"Gizlilikler açığa çıkartılır." Görünmeyen, saklı olan şeyleri dışarı çıkar ve görünür anlamında olduğu da söylenmiştir. Gizli olan ve saklı olan şey­ler ise, insanın açığa vurmadığı hayır ya da şer türünden olup içinde sakla­yıp, dışa vurmadığı iman ya da küfür türünden herşeydir. Nitekim el-Ahvas şöyle demiştir:

"Kalbin içinde ve ciğerimde onun için saklı kalacaktır.

Gizli, saklı bir sevgi, gizliliklerin açığa çıkacağı günde."[15]

 

"Gizlilikler"in Mahiyeti İle İlgili Görüşler;

 

Peygamber (sav)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Yüce Allah, dört hu­susta kullarına güveni esas kılmıştır, bunlar namaz, oruç, zekât ve gusüldür. İşte yüce Allah'ın kıyamet gününde sınayacağı gizlilikler bunlardır." [16]

Bu hadisi el-Mehdevî zikretmiştir.

İbn Ömer dedi ki: Peygamber (sav) buyurduki:

''Üç husus vardır ki, kim onları gereği gibi korursa; o, gerçek anlamıyla Allah'ın dostudur. Kim de bun­lara ihanet ederse o gerçek anlamda Allah'ın düşmanıdır. Namaz, oruç ve cünüblükten gusletmek."[17]

Bunu da es-Sa'lebî zikretmiştir.

el-Maverdî, Zeyd b. Eslem'den şöyle dediğini zikretmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:

"Emanet üç husustur. Namaz, oruç ve cünüblük. Yüce Al­lah Ademoğluna namazı emanet etmiş ve bu hususta ona güveni esas kılmış­tır. O, dilerse namaz kılmadığı halde, namaz kıldım diyebilir. Yine yüce Al­lah, Ademoğluna orucu emanet etmiş ve bu hususta ona güvenilmesini esas kılmıştır. Dilerse oruç tutmadığı halde, oruç tuttum diyebilir. Yine yüce Allah, cünüblük hususunda Ademoğluna güveni esas kılmıştır. O dilerse gusletmediği halde guslettim diyebilir. Arzu ederseniz "o günde gizlilikler açı­ğa çıkartılır" buyruğunu okuyunuz."[18]

Bu hadisi es-Sa'lebî de Ata yoluyla zikretmiş bulunmaktadır.

Eşheb'in rivayetine göre; o şöyle demiştir: Ben Malik'e yüce Allah'ın: "O gün gizlilikler açığa çıkartılır" buyruğu hakkında şöyle sordum:  

"Abdestin gizliliklerden olduğuna dair sana bir rivayet ulaştı mı?" O şöyle dedi:  

"Bu hu­sus bana insanların söylediği sözler arasında ulaşmış bulunmaktadır. Riva­yet edeceğim bir hadis olarak ise bana böyle bir şey ulaşmış değildir. Namaz gizliliklerdendir, oruç gizliliklerdendir. Kişi isterse namaz kılmadığı halde na­maz kildim diyebilir. Kalblerde bulunan hususlar da gizliliklerdendir ve Al­lah kullarına bunların karşılıklarını verir."

İbnu'l-Arabî dedi ki: İbn Mesud dedi ki: Emanet dışında şehidin bütün gü­nahları bağışlanır, Abdest emanettendir, namaz ve zekât emanettendir. Bir kimsenin yanında emanet olarak bırakılan mal emanettendir. Bunun en ağır olanı ise emanet olarak bırakılan maldır. Kıyamet gününde bu kişiye aldığı günkü şekliyle müşahhas olarak gösterilir ve ona gösterilen bu emanet ce­hennemin dibine atılır. Ona: Onu çıkart denilir, o da onun arkasından gider ve onu alıp boynuna koyar. Nihayet onu dışarı çıkartacağını ümit edeceği bir noktaya gelince üzerinden kayar, geri düşer. O da onun arkasından gider. Zaman uzayıp gittikçe onun bu hali de devam edip gidecektir.

Ubeyy b. Ka'b dedi ki: Ferci hususunda kadına güven duyulması emanet­tendir. Eşheb dedi ki: Süfyan bana dedi ki: Ay hali ve gebelik hususunda bu böyledir. Eğer: Ben ay hali olmadım ve ben hamileyim diyecek olursa, bu hu­susta kendisinin yalan söylediği bilinecek herhangi bir şey ortaya çıkmadı­ğı sürece, onun dediği kabul edilir.

Hadiste şöyle denilmiştir: "Cünüblükten gusletmek emanettendir."

İbn Ömer dedi ki: Yüce Allah, kıyamet gününde gizli olan herbir sırrı açı­ğa çıkartır ve bu, yüzlerde ya bir güzellik ya da bir çirkinlik olarak görülür. Allah herşeyi bilendir. Fakat meleklerin ve mü'minlerin alâmetlerini açığa çı­kartır (böylece başkaları da bu gizlilikleri öğrenmiş olur). [19]

 

10. Onun ne bir gücü olur, ne de bir yardımcısı.

 

"Onun" insanın ne "bir gücü" kendisini koruyacak ve kollayacak "bir gü­cü ne de" karşı karşıya bulunduğu bu hale karşı kendisine yardım edecek "bir yardımcısı" olur.

İkrime'den rivayet edildiğine göre o, "onun ne bîr gücü olur, ne de bir yardımcısı" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Bunlar hükümdarlardır. Kıya­met gününde onların ne bir gücü olacaktır, ne de bir yardımcıları.

Süfyan dedi ki: Güçten kasıt aşiret, yardımcıdan kasıl ise antlaşmalıdır.

Bir diğer açıklamaya göre "onun" bedeninde "ne bir gücü olur, ne de" Allah'a karşı kendisini koruyacak ve kendisi dışında "bir yardımcısı" ola­caktır.

Bu da Katade'nin açıklaması ile aynı anlamı ifade eder. [20]

 

11. Andolsun, dönüşlü olan semaya.

12. Yarılan yete ki;

13. Şüphesiz o, kesinlikle ayırdedkİ bir sözdür.

14. O, bir şaka değildir.

15- Gerçekten onlar oldukça hile yapıyorlar.

16. Ben de bir hile yaparım.

 

"Andolsun dönüşlü olan" yani yağmuru olan "semaya." Çünkü her yıl se­madan ardı arkasına yağmur yağar. Genel olarak müfessirlcr böyle demişler­dir. Dilciler de Er-Rac’" "Dönüş" yağmur demektir, demişler ve suya benzet­tiği bir kılıcı nitelendiren el-Mütenahhil'in şu beyitini zikretmişlerdir:

"Su gibi beyazdır o, içerilere kadar işler

Kalabalıklar arasında (birisinin vücuduna) battı mı o yapayalnız kalır (görülmez olur.)"

el-Halil dedi ki: "Er-Rac’ " "Bizzat yağmur" demektir. Aynı zamanda bahar bit­kisi anlamına da gelir.

"Dönüşlü", faydalı anlamındadır diye de açıklanmıştır. Yağmura; "Evben" "Dönüş" denildiği gibi, bazan: "Rac’an" "Dönüş" de denilebilir. Şair şöyİe de­miştir:

"O tepesine ancak bulutun sığındığı ve ancak yuvalarına dönen arılarla,

Yağmur damlalarının düştüğü, çok yüksek bir kale (gibi)dir."

Abdurrahman b. Zeyd dedi ki: Güneş, ay ve yıldızlar, semada (yerlerine) dönerler. Bir taraftan doğar, diğerinden batarlar.

Melekli (semâ) diye de açıklanmıştır. Çünkü onlar, kulların amelleri ile bir­likte oraya geri dönerler. Bu bir kasemdir. [21]

 

"Yarılan yere ki", buyruğu da bir başka kasemdir. Bitki, ağaç, meyve ve ırmakları dışarı çıkartarak yarılır. Bunun bir benzeri yüce Allah'ın: "Sonra da yeri gereği gibi yararız" (Abese, 80/26) âyetidir.

(Abese Sûresi'ndeki) bu âyette yer alan “Es-Sad’ “ "Yarılan" lafzı "yarmak" anlamındadır. Çünkü bitki de yeri yararak çıkar ve yer o dışarı çıkınca yarı­lır. Sanki bitkisi olan yere (andolsun) buyurulmuş gibidir. Çünkü bitki yeri yararak çıkar.

Mücahid de şöyle demiştir: Yürüyenlerin yardıkları yolları bulunan yer, demektir. Ekinli olan yer, diye de açıklanmıştır. Çünkü ekin için çift sürülür­ken yer yarılır. Ölüleri olan, diye de açıklanmıştır. Çünkü ölümden sonra di­rilmeleri ve mahşere gelmeleri için yer, onların üzerinden yarılacaktır. [22]

 

"Şüphesiz o kesinlikle ayırdedici bir sözdür." İşte yemin bu husus hakkındadır. Yani şüphesiz ki Kur'ân, hak ile batılı birbirinden ayırdeder. Bu kitabın baş taraflarında el-Hâris'in, Ali (r.a)'dan rivayet ettiği şu hadis de geç­miş bulunmaktadır: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim:

"Bu öyle bir kitabtır ki, onda sizden öncekilerin haberi, sizden sonrakilerin hükmü var­dır. O ayırdedici bir sözdür. O bir şaka değildir. Herhangi bir zorba (zorbalık ederek) onu terkedecek olursa, Allah onun belini kırar. Kim hidayeti on­dan başka bir yerde arayacak olursa, Allah onu saptırır."

"Ayırdedici söz"den kastın daha önce bu sûrede geçmiş bulunan: "Şüp­he yok ki O, onu döndürmeye elbette güç yetirendir, O günde gizlilikler açığa çıkartılır" (8-9. âyeler) buyruğundaki tehdit olduğu da söylenmiştir. [23]

 

"O" Kur'ân-ı Kerim "bir şaka" batıl ve oyuncak "değildir."

"Hezl: Şaka" ciddiyetin zıttıdır. "Hezele, yehzilu" "Şaka yaptı, yapar" denilir. Şa­ir el-Kumeyt şöyle demiştir:

"Hergünde bize karşı ciddi davranılır, biz ise şaka ile geçiştiriyoruz." [24]

 

"Gerçekten onlar" Allah'ın düşmanları "oldukça hile yapıyorlar." Muhammed (sav)'a ve ashabına hile ve tuzaklar kuruyorlar. [25]

 

"Ben de bir hile yaparım." Yani onların hile ve tuzak kurmalarının kar­şılığı olan ceza ile onları cezalandırırım.

Bedir günü, onların öldürülmeleri ve kimilerinin esir alınmaları şeklinde­ki musibetin kastedildiği söylenmiştir. Bir görüşe göre de "Allah'ın hilesi" on­ların bilmedikleri bir yerden derece derece azaba yakınlaştırılmaları demektir. Bu anlamdaki açıklamalar yüce Allah'ın: "Asıl, Allak onlarla alay eder." (el-Bakara, 2/15) buyruğu açıklanırken Bakara Sûresi'nin baştaraflarında yeteri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır. [26]

 

17. Bu nedenle o kâfirlere mühlet ver, onlara azıcık mühlet ver!

 

"Bu nedenle, o kâfirlere mühlet ver, onlara azıcık mühlet ver!" Yani on­ları ertele. Allah'tan onların çabucak helak edilmelerini isteme ve onların iş­leri hakkındaki tedbirine razı ol. Daha sonra yüce Allah'ın: "Kılıç âyeti" di­ye bilinen; "Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün" (et-Tevbe, 9/5) âyeti ile nesh oldu.

"Onlara ... mühlet ver" lafzı bir tekiddir. (Âyet-i kerimedeki şekilleriyle): “Mehhil” ile “Emhil” aynı anlamdadır. Tıpkı: “Nezzil” ile “Enzil” şekillerinin "indir" anlamında olduğu gibi. "Emhelehu" "Ona mühlet verdi" demektir.  de "Mehelehu" da ay­nı anlamdadır, mastarı “Temhilân” diye; ismi de: "mühlet'dir. "El-İstimhâl" "Mühlet istemek, süre tanımak" demektir. "Temehhele fi emrihi" "İşinde ağır davrandı" anla­mındadır. "Etmehelu’l-mehulâlen" "Ayağa kalktı, dikildi" anlamındadır. Yine; "El-Tumhilâl" "Durgunluk ve hareketsizlik" demektir, "Mehlen yâ fulân" "Yavaş ol, yu­muşak ol" demektir. [27]  

"Azıcık"; İbn Abbas'tan rivayete göre; yakın bir zamana kadar, demektir. Katade "biraz" diye açıklamıştır. İfade: Onlara az bir mühlet ver, takdirinde­dir. Arapçada; "Ruveydan" lafzı “Ruvd”un küçültme ismidir. Ebu Ubeyd bunu böy­le açıklamış ve şu mısraı zikretmiştir: 

"Sanki o ağır ağır yürüyen bir sarhoş (ya da; uyku sersemi) gibidir."     

"Ruveydan" "Yavaş ve ağır" demektir. "Ruveydeke" "Mühlet ver, süre ver" anlamın­dadır. Sondaki "kef" eğer: "Ef’ıl" "Yap" emir anlamını veriyor ise gelir, baş­ka anlamlarda getirilmez. "Dal" harfinin harekelenmesi ise iki sakinin arka arkaya gelmesinden ötürüdür. Bundan dolayı mastarlar gibi nasbedilmiştir. Bu ise emir anlamında küçültme lafzıdır. Zira bu küçültme; "İrvâd"den ya­pılan terhimden bir küçültmedir ve bu; "Evrade, yuvridu"nun mastarıdır. Bunun dört şekli sözkonusudur. Fiil isim, sıfat, hal ve mastar. İsim: "Ruveyd amran" "Amr'a süre tanı" kabilîndendir. Sıfat hali: "Sâru siren ruveydân" "Yavaşça yol aldılar" gi­bi ifadelerde kullanılır. "Sâra’l-kavmu ruveydan" "O adamlar yavaş olarak yürüdüler" kabilindeki ifadeler de haldir. Çünkü bu lafız, marife ile bitişik geldiğinden o marife ismin hali olmuştur. Mastar olarak kullanımı da: "Ruveyde amru" şeklin­de izafetli kullanımdır. Yüce Allah'ın; "Fedarbe’r-rikâb" "Boyunlarını vurun" (Muhammed, 47/4) buyruğunda olduğu gibi. Bütün bu açıklamaları el-Cevheri yapmıştır.

Âyet-i kerimedeki şekil ise bunlardan bir mastara sıfat olması şeklidir ki; "İmhâlen ruveyden" "Onlara az bir mühlet (ver)" demek olur. Bununla birlikte hal olması da mümkündür. Azaplarının çabuk gelmesini istemeksizin onlara mühlet ver, süre tanı, demek olur.

Târik Sûresi'nin tefsiri burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun.[28]

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/7.

[2] el-Vâhidi, Esbâbu Nüzûli'l-Kur’ân, s. 476.

[3] Bu manadaki hadisler için bk: Buhari, V, 2008, 2009: Müslim, III, 1527; Müsned, III. 298, 355.

[4] Muvatta, II, 950; Nesaî, es-Sünenu'l-Kübrâ, VI, 237; Taberânî, Evsat, I, 19, Kebir, IV, 114, XXV, 12

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/7-10.

[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/10.

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/11.

[8] Heysemi, Mecma’, VII, 209, -ravilerinden Ufeyr b. Ma’dan’ın zayıf olduğıı kaydıyla.-

[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/11-12.

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/12-13.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/13.

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/13-17..

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/17-18.

[14] Hu durumda beyit: Onların -savaşa girseler dahi- savaştan hoşlanmadıkları bilinmez demek olur.

[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/18-19.

[16] Ebu Nuaym, Hilye, II, 193

[17] Heysemî, Mecmâ', I, 293 -ravilerinden Adiy b. el-Fadl'ın zayıf olduğu kaydıyla-

[18] Maverdi, Nüket, VI, 248.

[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/19-21.

[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/21.

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/22.

[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/23.

[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/23.

[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/23.

[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/23.

[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/23-24.

[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/24.

[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/24-25.