And İcilmeğe Değer Üç Önemli Olay
Mal Ve Mülk Kısa Süreli Birer Geçimliktir
İlâhî Uyarı Ve Tehditte De Rahmet Sinyali Vardır
Kalbi, Bedenî Ve Malî İbâdeti Birleştirenler
Bu konuda ikinci bir
tarikle gelen rivayet şöyledir:
«Biz bir cenazenin
defninde hazır olmak üzere Baki' kabristanında bulunuyorduk. O sırada Resûlülloh (A.S.) Efendimiz geldi ve oturdu. Biz de
oturduk. Yanında bir çubuk bulunuyordu. Başını eğip elindeki o çubukla yeri
eşeleyerek şöyle buyurdu: «Sizden hiçbir kimse yoktur ki, Cennet'tek
i ve Cehennem'deki yeri(yle ilgili olarak) saîd (mutlfa), şaki (bedbaht)
yazılmış olmasın.»
Bunun üzerine ashab-ı kiram sordu:
— Ya Resûlellah! Biz yazılan yazıya itimad
edip amel (ve ibâdeti) bırakalım mı? Zira bizden kim saadet ehliyse (o
kafileye) varıp ulaşacaktır; kim de şekavet ehlindense, o da şekavet ehlinin
(kafilesine) varıp katılacaktır.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onlara şu cevabı verdi:
— Saadet ehline gelince: Onlara saadet ehlinin
ameli kolaylaştırılacaktır. Şekavet ehline ise, şekavet ehlinin ameli
kolaylaştırılacaktır.
Sonra da Resûlüllah (A.S.) devamla şu âyeti okudu: «Artık kim (Allah
için) verir ve (kötülüklerden) sakınır, en güzel olanı doğru I arsa, biz onu,
kolayını kolaylaştırıp başarılı kılarız..»[1]
«Cehennem'e ancak şakî
(bedbaht) olan girer..» Bunun üzerine soruldu:
— Şâkî kimdir? Cevap verdi:
Taât ve ibâdette bulunmayan; Allah için hiçbir günahı terketmeyendir.[2]
«Kıyamet gününde
ümmetimin hepsi Cennet'e girer; ancak oraya girmekten imtina' eden girmez.»
Bu beyân üzerine ashab-ı kiram sordu :
— Ya Resûlellah! Kim imtina' eder? Cevap verdi:
— Bana itaat eden Cennet'e girer; bana karşı
gelip isyan eden ise, gerçekten (Cennet'e girmekten) imtina' etmiş olur.[3]
«(Kafonhğıyla
ortalığı) bürüdüğü zaman
geceye; (karanlığı yırtıp) aydınlığıyla ortaya çıktığı zaman gündüze; erkeği ve
dişiyi yaratana and olsun kî, gerçekten sizin çalışıp
çabalamanız dağınık (yönde farklı amaçlara yönelik)tir.»
İnsan hayatının düzen
ve dengede tutulmasını ve devamını sağlayan üç önemli olaydan söz edilmektedir;
Gece, gündüz, erkek ile dişi..
Gece vücudun
dinlenmesine; gündüz ise onun çalışıp rızık elde etmesine
yönelik hikmeti içermektedir. Aynı zamanda güneş sisteminde yer alan dünyanın
iki ayrı hareketinin bulunduğunu yansıtmaktadır. Erkek ile dişi, canlıların,
özellikle insanın yeryüzünde devamına yönelik ilâhî düzenlemenin programlanmış
İki ünitesi olarak bulunuyor ve birbirini tamamlıyor.
Bundan bir önceki Şems
Sûresi'nde gece ve gündüz kavramları üzerinde durularak insan hayatının
devamıyla ilgili düzenlemeye geniş yer verilirken, bunca sistemli ve programlı
nimetleri takdîr edemiyen nankörler uyarıldı ve Semûd Kavmi misal verilerek gereken uyarı yapıldı. Burada
ise, aynı konunun az değişik yanı ele alınarak bir özeti verilmekte ve böylece
ilâhî rıza doğrultusunda arınan mü'minler
müjdelenmektedir.
Âyette belirtilen üç
olay üzerinde dikkatle durduğumuzda, bunların birbirini tamamladığını, birinin
vücuduyla diğerinin var kılınmasının hikmetinin ortaya çıktığını görürüz. O
bakımdan bunlardan birinin ortadan kalkmasıyla insan hayatı denge ve düzenini
kaybeder ve yaşama şansı pek kalmaz.
İnsan bu gerçeği
anlayıp kavradığı ve her sistem ve programda Hakk'ın
yüksek hikmetini ve nîmetini gördüğü oranda mutlu ve huzurlu olabilir. Aynı
zamanda Cenâb-ı Hakk'a
yakın olma bahtiyarlığına erişir. Bu takdirde kişi nefis ve günah karanlığından
kurtulup imân ve sâlih amel aydınlığına erişir. Erkek
ve dişiden her biri hilkatinin hikmetini anlama basîretine kavuşur.
Kendini bu irfan
çizgisine getiren mü'minler gündüzün aydınlığında
çalışıp çabalamanın hikmet ve felsefesini kavramakta gecikmezler. Ömürlerini
imân, ibâdet, meşru yolda çalışıp kazanma; okuyup öğrenme; faydalı olup
çevreye güven ve huzur havası estirme; her işte Cenâb-ı
Hakk'ın hoşnutluğunu ön plân« alma bütünlüğü. değerlendirerek kendilerini hesap gününe hazırlamış olurlar.[4]
Herkes yeteneğine,
eğilimine, kültür ve bilgisine göre kendine mesle
seçer. Yetenekler, eğilimler ve bilgiler farklı olduğu gibi, meslekler de fark lılık arzeder.
Önee şunu belirtelim ki, hayat bütünüyle hareketten
ibarettir. Her ki şi, hayatını kazanmak, hem kendine,
hem de çevresine faydalı olabilmel için bu harekete katflmak zorundadır. Zaten ilâhî hilkat kanunu ve onc bağlı olarak kurulan düzen bunu böyle gerektirmektedir.
Fert ve ailelerir kendi yetenek ve becerilerine uygun
iş tutmaları, meslek seçmeleri ha^ yatın dengesini sağlamakta ve toplum
yapısında farklı iş ve meslekler birbirini tamamlamaktır.
Gerçek bu olunca, kişi
bağlandığı işini, mesleğini imân şuuruyla yürütmeğe çalışır ve onun her
saatini sâlih amel kalıbına dökerek şekillen-dirirse, hem kendini, hem de iş veya mesleğini hikmetine
uygun sürdürme şerefine erişir ve Hakk'ıp rızası
doğrultusunda mutlu ve bahtiyar bir ömür geçirir ve buna göre, âhirette de kendisine çok feyizli ve şerefli bir hayatın
kapıları sonuna kadar açılmış olur.
Bunun aksine iş ve
mesleğini nefsanî arzu ve eğilimine göre sürdüren;
kişisel çıkarından başka bir ölçü tanımayan ve bu sebeple meşru sınırları aşan
kimseler ise, fazîletli ve şerefli bir hayata hazırlanma idrâk ve imânından
yoksun bulunduklarından hılkatlarının bağlı bulunduğu
hikmetten sapmış olurlar ve bunun sonu üzüntü, pişmanlık ve hüsran olur. [5]
«Artık kim (Allah
için) verir ve (kötülüklerden)
sakınır, en güzel olanı doğrularsa, biz ona kolayını kolaylaştırıp kendisini
başarılı kılarız.»
Hayat mücadelesi verirken,
geçinme yolunda başarı sağlamak için yürürken şu üç basamağı dikkatten uzak
bulundurmamak; diğer bir anlatımla, o basamaklara bilerek bir bir basıp yükselmek gerekir:
1- Allah
için yermek; toplum içinde İslâm adına yardımcı ve hayırhah olmaya çalışmak,
2- Cenâb-ı Hak'tan her iş ve amelde korkup kötülüklerden
sakınmak,
3- Güzellerin
en güzeli olan Allah'ı, O'nun kitabını ve peygamberini kalp ve dil ile tasdîk
edip ibâdet-ü taâtimizi buna şahit kılmak..
Şüphesiz bu üc basamak, sağlam imânın en tabii ürünleri ve dünya
hayatının gaye ve hedefidir. Zira helâlinden kazanıp elde ettiğinin bir bölümünü
Allah'ın dini uğrunda harcamak bedenî ibâdeti malî ibâdetle birleştirip
kişinin sadakatini isbatlar.
Allah'ın verdiği
nimetleri yerli yerince kullanıp her türlü haksızlık, hayasızlık, adaletsizlik
ve aşırılıktan kaçınmak ise, her nimette Cenâb-ı Hakk'ın «rezzak-i âlem» olduğunu
idrâk ve bu sıfatının damgasını görmekten kaynaklanır. Böylece imânla sâlih amel birleşip bir bakıma bütünleşir de hedefine yönelmiş
olur.
En güzeli tasdîk etmek
ise, tercîhin en doğrusunu yapmanın, Cenâb-ı Hakk'ı gönülden sevip emir ve nehiylerine
bağlılık göstermenin; her buyruğunu tereddütsüz doğrulamanın gayeler gayesi
olduğunu idrâkten kaynaklanır. Böylesinin mükâfatı
da o güzeller güzeline erişip cemaliyle ebediyen bahtiyar olmaktır. Nitekim
Yunus Sûresi 26. âyette şu müjde verilmektedir :
«İyi, yararlı, güzel
amellerde bulunanlara daha İyisi ve güzeli; bir de fazlası vardır.»
Şûra Sûresi 23. âyette
ise bu müjde şöyle kuvvetlendirilmektedir: «Kim çalışıp iyilik kazanırsa, ona,
ondaki iyiliği artırırız. Çünkü Allah
gerçekten çok bağışlayandır ve şükredene nimetini artırandır.»
Farklı iş ve ameller:
İşler ve ameller
farklılık da arzetse, gaye ve hedefte; bir de temeldeki
imânda birleşmelidirler. Aksi halde amelin büyüklüğü ve küçüklüğü, göz ve gönül
dolduranı ile düşük seviyede olanı arasındaki fark sadece zahirî olarak kalır
ki, bu o kadar önemli sayılmaz. Şüphe veya inkâr üzerine kurulan çok
ameldense, imân ve takva üzerine kurulan az, fakat devamlı amel çok daha
hayırlı ve saadet vaadedicidir.
Konunun baş kısmında
kısmen değindiğimiz gibi, her kişi yetenek, bilgi, görgü, beceri, kültür ve
öğrenim seviyesine göre bir düşünce atmosferi oluşturur ve hayatının yol ve
hedefini seçer:
a) Kimi
doğru yolu, Hakk'a yönelik ameli seçer de günlük
işini bu çerçevede değerlendirir.
b) Kimi
sapıklığa yönelip sâlih amelden uzak kalır ve böylece
dünyalığı ilâh edinecek kadar Hak'tan uzaklaşır
c) Kimi imân
ve iyiliği Hak yolunda seviyeli cihada çevirip günlük hayatında buna ağırlık
vererek en güzeline yönelmiş olur.
d) Kimi de
inkâr ve haksızlığa yönelip günlük hayatını manevî karanlıklara boğarak ömür
sermayesini bir hiç uğruna harcamış olur.
e) Kimi
uğraştığı iş ne olursa olsun, onun her safha ve kademesinde Allah'ı
hatırlayarak dünyanın bir geçimlikten ibaret bulunduğunu düşünür ve böylece
huzur ve güven içinde çalışmasını sürdürür.
f) Kimi de
nefis ve ihtirasının kurbanı olarak dünyalığı amaç edinir ve öylece asıl amaç
ve gaye olan o en güzeli unutur da helâl ve haram sınırı diye bir engel tanımaz
olur.
g) Kimi
kalbindeki Allah ve din sevgisinden kaynaklanan cömertlikle çevresine rahmet
olur. Kimi inkâr ve tuğyanından
kaynaklanan kötülük ve cimriliğiyle bulunduğu yerdeki topluma dert ve
belâ olur.
Sonuç olarak, Allah'ın
kitabına ve gönderdiği son peygamberine kulak verip gönül aynasını ilâhî füyuzata çevirenler kurtulur; aksine bir inanç ve tutum
içinde ısrar edenler ise kendilerine çok yazık etmiş olurlar.
Beşinci âyetten onuncu
âyete kadar bu iki ayrı yolu seçenlerin inanç, düşünce, duygu ve amellerinin
üçer basamağına veya özelliğine değinilerek aydınlatıcı, yönlendirici, uyarıcı
ve müjdeleyici bilgiler verilmektedir..
«En güzel» ile
çevirisini yaptığımız «hüsnâ» kavramı üzerinde az
farklı yorumlar yapılmıştır ki, hepsi de aynı maksat ve hikmeti yansıtır anlamdadır.
Şöyle ki:
1- «En
güzel»den maksat, «Lâ ilahe illâllah»tır. Bu yorum, İbn
Ab-bas (R.A.) ile Dahhak'e göredir.
2- Mücahid'e göre : Cenâb-ı Hakk'ın gerçekleştirip ortaya koyacağını vaadettiği şeylerdir.
3- Zeyd b. Eslem'e göre: Namaz,
zekât ve oruçtur.
4- İlim
adamlarından hatırı sayılır bir cemaate göre: Allah, Peygamber ve Kitaptır. [6]
«Biz ona, kolayını
kolaylaştırıp kendisini başarılı kılarız.»
Bu, hayır, salâh,
güzel ahlâk ve faziletin gerçekleşmesini sağlayan sebepleri harekete geçirip kolaylaştırmaktır.
Zorluktan yana
kolaylaştırmak ise, dalâleti seçenlere şer ve kötülük yollarını irâdeleri
doğrultusunda açık tutmak ve kötü niyet ve amellerine göre o yolu nefis
duvarında çekici ve çarpıcı göstermektir.
Nitekim ilim adamları
bu âyetin tefsirinde şu söze yer vermişlerdir:
«Şüphesiz ki cömertlik
mekârim-i ahlâktan bir bölümdür. Cimrilik ise en
rezîl huydan bir kısımdır.»
«Cömert, verilmeyecek
yerde veren değildir. Cimri de verilmeyecek yerde vermeyen değildir. Ama gerçek
cömert, verilmesi gereken yerde verendir. Cimri de verilmesi lüzumlu yerde
vermeyendir.» [7]
«Başaşağı
gelip (Cehennem'e) yuvarlandığı zaman malı ona yarar sağlamaz.»
Mal ve makam hayatın
amacı ve hedefi değildir; onu dengeleyen birer araçtır ve geçicidir. İnsanoğlu
durmadan mal toplamak, servet edinmek ve nefsini tatmin için yüksek makamlara
tırmanmak için yaratılmamıştır. İçimize yerleştirilen arzu, hırs ve istek
hayatı canlı tutmaya, kişiye hareket sağlamaya, uyuşukluktan kurtarmaya
yönelik birer itici kuvvetlerdir. Bunları başıboş, kontrolsüz bıraktığımız
takdirde, kutsal hiçbir sınır tanımadan mada'eye
doğru bütün hızıyla gider ve sonunda bizi beklenmedik bir anda felâketle
sonuçlanan bir uçurumdan aşağı iter. O bakımdan içimizdeki bu itici kuvvetleri
peygamber sünnetiyle disiplin altına alıp gayelerin gayesi olan ilâhî
hoşnutluğa uygun düzeyde tutmak gerekir. Aksi bir düşünce ve tutum geçici kısa
bir hayatı, sonsuz hayata ter-cîh etme
basiretsizliğini doğurur.
Mekke müşriklerinin
ileri gelen şımarıklarından Ubey b. Halef de mal ve
şöhretiyle, evlât ve maddî imkânlarıyla böbürlenip bunların ötesinde başka bir
değer tanımıyordu. Bedir savaşında ilâhî hışma uğrayarak mü'-minlerin adalet kılıçları altında can verirken her şey
bitmiş oldu; ne mal, ne servet ve şöhret, ne de evlât ve çevresi bir fayda
vermedi. Ubey kendi ebedî azabını beraberinde
yüklenip götürdü. Ömrünü madde ve şöhrete, maddeyi gururuna dayanak seçti;
nefsini her bakımdan tatmine çalışıp ruhunu ve vicdanını bütünüyle boş ve silik
bıraktı. Duygusu devamlı aklının önünde yürüyerek Hakk'ın
rahmet sesini duymasına engel oldu.
Nitekim
müfessirlerimizden bir kısmı bu âyetin Ubey b. Halef
hakkında indiğini kaydetmişlerdir. Şüphesiz Ubey b.
Halef bu konuda bir misaldir ki, malı ve şöhreti amaç seçenleri uyarmayı
içeren bir hikmeti yansıtmaktadır. [8]
«Şüphesiz ki bize gereken doğru yolu
göstermektir. Ve elbette Âhiret de, Dünya da bize
aittir.»
İnsanı kâinatın
hikmeti ve özü olarak yaratan Cenâb-ı Hak, aynı zamanda
onu birtakım yeteneklerle donatmakla kalmamış hayatın asıl amaç ve hikmetini de
ona haber vermek suretiyle nimetini tamamlamış bulunuyor. Gönderilen peygamber
ve indirilen kitap insan aklına ışık tutmakta, Allah'ın belirlediği hidâyeti
(doğru yol) ve dalâleti (eğri yol) göstermekle ona yaratılışının hikmetini
öğretip Yüce Yaratanı kemal sıfatlarıyla ve âhiret
hayatını bütün uyarıcı, yönlendirici safhalarıyla tanıtmaktadır.
Böylece Allah'tan,
Peygamber ve kitaptan mahrum kalan aklın yalnız başına bu gerçekleri tesbit edip anlaması düşünülemez. Hem akıl dalâlet ve
hidâyet yollarını bilip seçecek bir kudrete de sahip değildir. İnsan için
doğru ve eğri yolu belirleyip bildirmek Allah'a aittir. Çünkü kâinat bütünüyle
O'nun eseridir ve O'nun hazırladığı plân ve programa göre düzen ve dengesini
sürdürmektedir. Kâinatın bir bakıma mevcudiyetinin hikmeti olan insanın hayatını
belli kurallara bağlamak da Allah'a aittir; kimsenin bunu değiştirme yetkisi
yoktur ve insan o kurallara uyrnak zorundadır.
Böylece kişi kitap ve peygamberin desteğinde ve rehberliğinde aklını ve
irâdesini ilâhî beyâna açık tuttuğu takdirde hakikaif
anlayabilir.
Dünya da, âhiret de Allah'a aittir. Zira dünyayı insan için düzenleyip
hazırlayan O Yüce Kudret, âhireti de düzenlemiş ve
kalıcılığını takdîr etmiştir. İnsanoğlunun bu iki hayatı bütünüyle
değiştirmeye, amacından saptırmaya ne gücü yeter, ne de buna hakkı vardır. Her
şey Allah'a aittir; birinci hayatı sona erdirip ikinci hayata başlatma
tasarrufu da sadece O'na mahsustur. Hayır ve şerrin ne olduğunu O bildirmekte
ve hangi amelin hayra, hangisinin şerre kapı açacağını da ancak O haber vermektedir.
Bu bakımdan Cenâb-ı Hak, aklını peygamber tebliğiyle yönlendirme-yip sapıklığı seçenleri tehdit edip uyarmaktadır. [9]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanın günlük hayatı üzerinde durularak herkesin kendi yetenek ve becerisine
göre bir meslek seçtiği ve ayrı bir iş peşinde koştuğu konu edildi. İlâhî
düzene uyanların kalıcı hayata ulaşmakta başarılı olacakları, üç önemli olaya
yemin edilerek müjdelendi. Bunun aksine bir tutum içinde hayatını amacından
saptıranlar uyarıldı. Sonra da doğru yolu göstermenin ve bu maksatla akla ışık
tutmanın, düşünce ufkunu genişletmenin Allah'a ait olduğuna dikkat çekilerek
insanla Cenâb-ı Hak arasındaki irtibata işarette
bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle, şekaveti tercih edip Hakk'ı
yalanlayan inkarcı sapıkların amellerine uygun cezanın hazırlandığı haber
veriliyor. Hakk'a inanıp yönelen, bedenî ibâdetle
malî ibâdeti sâlih amel düzeyinde birleştiren ve her
vesileyle Hakk'ın rızasını gözeten takva sahibi mü'minler müjdeleniyor. [10]
14- Sizi, köpürüp
dalga dalga alevleri yükselen ateşle uyardım.
15- Ona,
ancak en şaki (bedbaht) olan varıp girer.
16- O
bedbaht ki (Hakk'ı) yalanlayıp arkasını dönmüştür.
17-18- (Allah'tan)
saygı île korkup (fenalıklardan) en çok sakınan ve arınmak için malını (Allah
yolunda) veren de o ateşten uzaklaştırılır.
19- O'nun
yanında hiç birine, karşılığı verilecek bir nimeti (minnet borcu) yoktur.
20 -Ancak
karşılığını sırf o çok yüce Rabbın'don bekleyerek yaptığı
(iyilik) mükâfatlandırılır.
21- Ve
elbette (böylesi) ileride razı olacaktır.
Sizi köpürüp dalga dalga alevleri yükselen ateşle
uyardım. Ona, ancak en şaki (bedbaht) olan varıp girer.»
Dünya hayatındaki
zıtların sürtüşme ve çarpışması ile hareket ve canlılık kazanan insanoğlu bu
sürtüşmenin dayandığı hikmeti ve hangi amaca yönelik bulunduğunu bilmediği
sürece, gerçek anlamda dünyada yaşadığının farkına varamaz. İçinde taşıdığı
birbirine karşıt iki manevî gücün kaynağını ve doğuracağı sonuçları idrâk
etmediği müddetçe o kendi mahiyet ve hakikatini anlayamaz. Bu durumda da Yüce
Yaratan'ı ya hiç bilmez, ya
da lâyıkıyla kalbine sindiremez.
Bundan dolayıdır ki, Kur'ân insanın iç yapısındaki iki karşıt güce ayrı ayrı
seslenmekte ve ikisini hidâyet çizgisinde yönlendirmeyi amaçlamaktadır. Aşağı
âlemden olan nefsanî duyguları, âhiret
âleminde kurulup hazırlanan iki zıd konaktan biriyle
korkutup tehdît etmekte; yüce âlemden olan ruhu sonsuz nimetlerle müjdelemekte
ve böylece birinci gücü frenleyip meşru sınıra çekmemizi; ikinci gücü menşei'ne
lâyık bir düzeyde tutmamızı ilham etmektedir.
Unutmayalım ki. ilâhî
mesajı yansıtan Kur'ân-ı Kerîm'in bu iki ayrı
seslenişinde mutlak surette rahmet ışığı bulunmakta ve Cenâb-ı
Hakk'ın rahmetinin insanlara yönelmiş bulunduğunu
ortaya koymaktadır. İlâhî teb-şiratta
nasıl rahmet ve inayet, gufran ve feyiz havası mevcutsa, ilâhî uyarı ve
tehditte de aynı havanın inzarla kılıflanmışı
vardır.
Yukarıda konumuzu
oluşturan âyet de. Cehennem ateşinin alev alev
köpürmesi konu edilirken bütünüyle bu manâyı taşımakta ve o rahmetin havasını
estirmektedir.
İlâhî uyarı ve tehdide
sebep olan iki tavır ve olay:
Âyette tehdide sebep
olarak kişinin iki tavrı gösteriliyor: Biri, hakkı yalanlaması; diğeri, Hakk'ın çağrısına arkasını dönüp kulaklarını tıkamasıdır.
Birincisi, küfür ve putperestlikle şartlanmanın ve aklı duygunun emrine
vermenin; ikincisi, gurur ve bencilliğe mağlup olup onu haktan üstün tutmanın
belirtisidir.
İlâhî olan dinlerin
hepsi insanı bu iki yanlışlıktan kurtarma bilgi ve metoduyla teblîğ ve irşadını
sürdürmüş ve son din İslâmiyetle bu bilgi ve metod son çizgisine ulaşarak ilmi ve aklı değişmeyen muhatab olarak seçmiştir.
[11]
.
«(Allah'tan) saygı ile
korkup (fenalıklardan) en çok sakınan ve arınmak için malını (Allah yolunda)
veren de o ateşten uzaklaştırılır.»
Nefsi, ateşe
yaklaştırıcı fiil ve düşünceden uzaklaştırıp ruhun imânla gelişen havasına
sokmak için üç şeye ihtiyaç vardır:
1- Tahkiki
imân düzeyinde kalbî ibâdet,
2- Tahkiki iman
düzeyinde bedenî ibâdet,
3- Tahriki
iman düzeyinde malî ibâdet,
Kalbî ibâdet burada
takva ile ifade edilmiştir. Zira Allah'tan saygı ile korkmanın en çok
belirtisi, her iş ve sözde, her davranış ve düşüncede Cenâb-ı
Hakk'ın ismini ahıp O'nun
üzerimizde murakıp bulunduğuna inan-mamızdır. İşte bu
inanç kalbî ibâdetin aslını oluşturur ve bedenî ibâdetin lüzumunu zevk ve
heyecanıyla kalp ve kafada doğurur. Böylece insan kendi istediği yoldan değil,
Allah'ın düzenleyip koyduğu yoldan Mevlâsı-na kavuşmaya özen gösterir. Farz ibâdetleri belirlendiği
anlam ve ölçüde ve tayin edilen vakitlerde yerine getirmekte kusur etmemeye
çalışır.
Bu iki ibâdetin
birleşmesiyle üçüncü ibâdete süratle yönelme arzusu belirir ve malî ibâdetin
önemi, Müslümanlardan yana lüzumu kişinin benliğini sarar da zekât ve
sadakadan tutun da Allah yolunda hakkıyla cihada kadar Hak'tan yana olan her
türlü fedakârlık ve ferağat-i nefis onun şahsî
çıkarının önünde yürür.
Allah'ın izniyle
kendini bu noktaya getiren kimsenin kalbinde ve vicdanında köklü bir arınma
başlar; geçen yıllarda sözünü ettiğimiz üç ayrı ibâdeti ihmalinden dolayı
biriken manevî kirler temizlenmeye tabi tutulur.
Cenâb-ı Hak bu gerçeğe değinerek, konuyu iki kısa cümleyle
çok veciz bir anlatım üslûbu çerçevesinde kalp ve kafalara şöyle işlemektedir:
«Allah'tan saygı ile korkup, (fenalıklardan) en çok sakınan ve arınmak için
malını (Allah yolunda) veren kimse ise o ateşten uzaklaştırılır.»
Nitekim hayatının
düzenini bu üç ibâdetle değerlendiren Ebû Bekir Sıddîk'ın (R.A.) her mü'mine
misal teşkil edecek davranışlarından birinin, bu âyetlerin inmesine sebep
olduğunu siyercilerle müfessirler şöyle nak-letmişlerdir:
Atâ' ve Dahhak'ın İbn Abbas
(R.A.)dan yaptığı rivayete göre : Mekke'de putperest müşrikler Habeşli Bilâl'a
(R.A.) işkenee ediyorlar ve Bilâl da her defasında «Ahad, ahad!» diye karşılık
veriyor; aynı zamanda «Tev-hîd
İnancı»nı ilân ediyordu. Şüphesiz o, bu sözüyle
Allah'ın bir olduğunu, ortağının bulunmadığını ifadeye çalışıyordu. O sırada Hz. Peygamber (A.S.) işkence olayına ve Bilâl'ın «Ahad, ahad!» sözlerine şahit oldu
ve ona seslenerek şöyle buyurdu : «Ya Bilâl! Ahad seni kurtaracaktır.» Sonra Resûlüllah
(A.S.) Ebû Bekir Siddîk
(R.A.) ile karşılaştı. Ona : «Ya Ebâ
Bekir! Şüphesiz Bilâl, Allah yolunda, O'nun dini uğrunda işkenceye mâruz
kalmaktadır.» Ebû Bekir (R.A.), Resûlüllah'ın
{A.S.) ne demek istediğini anladı ve hemen ayrılıp evine döndü; az sonra bir
miktar dînar ve dirhem alarak Umeyye b. Halefe geldi
ve Bilâl'ı ondan satın alıp Allah rızasını umarak hürriyetine kavuşturdu. Bunun
üzerine müşrikler: «Ebû Bekir'in o Habeşli köleye
herhalde bir minnet borcu vardı ki onu satın alıp azat etti» diyerek birtakım
yersiz yorum ve tahminlerde bulundular.
Bunun üzerine 17-21.
âyetler inmiştir.[12]
Böylece ilgili âyet
iki şekilde yorumlanmıştır: Birincisi, meal kısmında belirttiğimiz şekildir ki,
«indehu»daki zamirin
Allah'a râci' olması söz konusudur. İkincisi, ise,
zamirin Ebû Bekir Sıddîk'a
(R.A.) râci' olmasıdır ki, iniş sebebiyle
birleşmektedir.
Birinci yoruma göre, Cenâb-ı Hakk'ın hiç kimseye
minnet borcu yoktur. Zira her şey, her nimet ve mülkün tamamı O'na aittir.
İkinci yoruma göre, Ebû Bekir Sıddîk'ın
(R.A.) o asil davranışı bir minnet, bir ödeşme borcundan değil, sadece Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğundan
kaynaklanıp İslâmiyet adına bir hizmettir. Nitekim yirminci âyetle bu husus
açıklanmakta ve mükâfatının da ileride gerçekleşeceği müjdelenmektedir.
Sonuç olarak konuyu
şöyle özetliyebiliriz :
Kalbî: bedenî ve mâlî
ibâdetleri tahkiki imân doğrultusunda yerine getiren mü'min için razı
olacağı iki mükâfat vardır: Biri dünyada, diğeri âhirettedir.
Dünyadnki mükâfatı, isminin hayır ile anılması ve
kalıcı bir misal teşkil etmesidir. Âhiretteki
mükâfatı ise, ilâhî rıza havasında ebedî saadet yurdunda mutlu ve bahtiyar
olmasıdır.
Leyi Sûresi'ne, gece
ve gündüzde kendini gösteren ilâhî programın insanlardan yana fayda ve
hikmetine yemin edilerek başlandı ve Hak rızası için amel ve ibâdette bulunan mü'minler ilâhî rızayla müjdelenerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-u senalar;
kalbî, bedenî ve malî ibâdetin sevap ve mükâfatını, feyizli sonuçlarını bize
günlük hayatından örnekler vererek anlatan Resûlül-lah (A.S.) Efendimiz'e salât-u selâmlar olsun. [13]
[1] Buhari, Cenaiz:
82, 83, Tefsir: 92; Müslim, Kader: 6; Ebu Davud, Sünnet: 16; Ahmed: 1/27,
29.
[2] İbn Mace,
Zühd: 35; Ahmed: 2/349.
[3] Buhari, İ’tisam:
2; Ahmed: 2/361.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6839.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6840.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6841.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6841-6843.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6843-6844.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6844-6845.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6845.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6846.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6847-6848.
[12] El-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an: 20/88’den
özetlenerek.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6848-6850.