Bu sûre, onbir ayet
olup, Mekkî'dir. Ben bu sûrenin tefsirine, öğüt ihtiva eden, bir takım
incelikleri ilave etmeye karar verdim.[1]
"Andolsun kuşluk
vaktine ve sükûna erdiği zaman geceye..."
(Duhâ. 1-2)[2]
Müfessirler, ayetteki,
“Ve’d-Duhâ” "Andolsun kuşluk
vaktine" ifadesiyle ilgili olarak şu iki izahı yapmışlardır:
1) "Duhâ"
ile, kuşluk vakti kastedilmiştir. Kuşluk vakti, güneş yükselmeye başlayıp,
ışıklarını her tarafa saldığı zamanki, gündüz başlangıcı zamanıdır.
2) "Duhâ"
ile, bütün gündüz kastedilmiştir. Delili ise, Allah Teâlâ'nın, bunu geceye
mukabil zikretmiş olmasıdır.[3]
Ayetteki “Ve’l-leyli
izâ secâ” "ve sükûna erdiği zaman
geceye..." ifadesine gelince, dilciler "secâ"nın manası
hususunda, birbirine yakın şu üç manayı vermişlerdir: "Dindiği
zaman", "karalığını döktüğü zaman" ve "örttüğü
zaman"...
1) Birinci
manaya gelince, Ebû Ubeyde, Müberred ve Zeccâc, "secâ"ya
"sekene" "sükûna erdiğinde-dindiğinde..." manasını
vermişlerdir. Nitekim Arapça'da "rüzgarı dinmiş gece" manasında
"leyle-i sâciye"; zayıf açıp-kapanan göz manasında, "aynün
sâciyetü" ve "dalgaları dinmiş deniz" manasında "bahrun
sâciyetün" denilir. Şair bir duasında “Yâ mâlike’l-bahri iza’l-bahru secâ” "Deniz
dindiği zaman, ey denizin sahibi Allah'ım..." demiştir.
2) İkinci
manasına gelince, Ferrâ, Arapça'da bütün gece durgunlaştı, karanlığını döktü
manasında "secâ" kelimesinin kullanıldığını söyler.
3) Üçüncü,
yani bu kelimenin, "örttü-bürüdü" manasına oluşuna gelince, Esmâi ve
İbnü'l-Arabî, elbisesinin insanı bürümesi gibi, gecenin de gündüzü bürümesi manasında
Arapça'da, “Secâ’l-leylu” denildiğini söylerler.
Bil ki müfessirlerin
görüşleri de, bu üç mana çerçevesindedir. Bu cümleden olarak, mesela İbn Abbas
(r.a), bu ayete, "Gece, dünyayı karanlığı ile bürüdüğü zaman"
manasını verirken, Hasan el-Basri de, "İnsanlara karanlığını giydirdiği
zaman geceye..." manasını vermiştir. Saîd b. Cübeyr'in rivayetine göre,
İbn Abbas (r.a) yine bu ifadeye, "Gece gelip, herşeyi bürüdüğü
zaman..." manasını vermiştir.
Mücâhid, Katâde,
Süddî ve İbn Zeyd de, "Gece, insanlarla dindiğinde..." manasını
vermişlerdir. "Gecenin insanlarla dinişi" hususunda şu iki izah
yapılabilir:
a) Bu,
gecenin değil, insanların dinişi-sükûna erişi manasınadır. Fakat bu diniş,
mecazî olarak ayette geceye nisbet edilmiştir. Bu yönüyle ayet, tıpkı ve
"uyuyan gece, oruçlu gündüz" ifadeleri gibi olur.
b) "Gecenin
dinip-sükûna ermesi", onun karanlığının her tarafa yerleşip, her tarafı
sarması ve artık daha artmayacak bir hale gelmesi demektir.[4]
Burada şöyle bir kaç
soru sorulabilir:[5]
Birinci Soru:
Hak Teâlâ'nın bir önceki sûrede, geceyi önce, bu sûrede ise sonra zikretmesinin
hikmeti nedir?
Deriz ki: Bu hususta
şu izahlar yapılabilir:
1)
Hem gece hem de gündüz sayesinde, insanların
faydasına olan şeyler, bir düzene girer, Ama Hak Teâtâ'nın "Allah karanlıkları ve nuru (ışığı) yarattı" (En’âm, 6/1)
ayetinden ötürü, gecenin önce oluş fazileti; gündüzün de nur oluş fazileti
vardır. Hatta bundan da öteye, gece dünya gibi; gündüz de ahiret gibidir.
Binâenaleyh bunlardan herbirinin diğerinde bulunmayan bir üstünlüğü ve fazileti
vardır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bazan gündüzü geceye, bazan da geceyi
gündüze takdim etmiştir. Bunun bir benzeri de Allah'ın "Secde et, rükûya git." (Ali imran, 3/43) ayetinde
secdeyi rükûdan; "rükûya varın,
secde edin..." (Hacc, 22/77) ayetinde ise, rükûyu secdeden önce
zikretmiştir.
2) Allah
Teâlâ, Hz. Ebû Bekir (r.a) ile ilgili sûrede yani Leyl Sûresİ'nde, müslüman
olmazdan önce küfür içinde oluşundan dolayı orada, geceyi gündüzden önce
getirmiş; Hz. Muhammed (s.a.s) ile ilgili olan bu sûrede ise, Hz. Peygamber
(s.a.s)'den doğuşundan itibaren hiçbir inkar ve günah sudur etmediği için,
duhâ'yı -yani gündüzü- önce zikretmiştir,
3) Leyl
Sûresi, Hz. Ebû Bekir (r.a) ile ilgilidir. Duhâ Sûresi ise, Hz. Muhammed
(s.a.s) ile ilgilidir. Bundan dolayı Hak Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s) ile, Hz.
Ebû Bekir (r.a) arasında bir vasıta (bir üçüncü şahıs) bulunmadığının
anlaşılması için, aralarına bir vasıta koymamış, bunları peşpeşe zikretmiştir.
Binâenaleyh önce geceyi zikredip ki bu Hz. Ebû Bekir (r.a)'i temsil eder, daha
sonra da yukarı doğru yükseldiğinde, gündüzü bulursun ki bu da Hz. Muhammed
(s.a.s)'dir. Eğer önce, duhâ'yı (gündüzü) zikredersen, -ki bu Hz. Muhammed
(s.a.s)'dir- daha sonra da aşağı doğru inersen, geceyi bulursun ki bu da, Hz.
Ebû Bekir (r.a)'dir. Böylece bu ikisi arasında, bir vasıtanın, bir üçüncü şeyin
olmadığı anlaşılmış olur.[6]
İkinci Soru:
Cenâb-ı Hakk'ın burada, sadece duhâ ile geceye yemin edişinin hikmeti nedir?
Cevap: Buna
şu bir kaç şekilde cevap verilir:
1) Hak Teâlâ
sanki, "Zaman, saat saattir, dilim dilimdir: gece saatleri, gündüz
saatleri... Bu saatler git gide artar. Bu yüzden bazan gece saatleri artarken
gündüz saatleri azalır. Bazan da gündüz saatleri artarken, gece saatleri
azalır. Binâenaleyh artış, gelişi güzel hareketten; azalış da kızgınlık ve
öfkeden ötürü olmayıp, aksine hikmete mebnidirler. Risalet de, kulların
menfaatine göre vahiy indirme de böyledir. Dolayısıyla vahiy bazan indirilir,
bazan indirilmez. İşte bu indirme gelişi güzel olmadığı gibi, indirmeme de bir
öfke ve kızgınlıktan ötürü değildir.
2) Alimin
sözü, kendisi söylediğini yapmadıkça tesir etmez. Binâenaleyh Allah Teâlâ, "Beyyine
(delil) iddia edene; yemin ise inkar edene düşer" şeklinde ferman
buyurunca, mutlaka bu şekilde amel etmek gerekmez. Binâenaleyh kafirler, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in Rabbinin, onu terkettiğini, ona kızıp-öfkelendiğini iddia
edince, Cenab-ı Hak "Haydi, öyle
ise bu hususta delilinizi getirin" buyurdu. Onlar delil giremeyince
"Rabbl ne onu terketti, ne de ona kızdı", diye yemin etmek düşmüştür.
3) Hak Teâlâ sanki, "Gecenin, gündüz ile nasıl bir iiişki içerisinde
olduğuna bakın. Bunlar birbirinden ayrılamaz. Aksine gece bazan galip, bazan da
mağlub olur. Binâenaleyh sen, senin insanların eline bırakılacağını
zannedersin" demek istemiştir.[7]
Üçüncü Soru:
Cenâb-ı Hak burada niçin özellikle "duhâ" (kuşluk) vaktini
zikretmiştir?
Cevap: Bu
hususta şu cevaplar verilebilir:
1) Kuşluk
vakti, insanların bir araya geldikleri ve geceleyin, üzerinde meydana gelen
ürkeklik ve yalnızlıktan sonra, kendilerine geldikleri bir zamandır. Bundan
dolayı, Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Vahyin kesilmesi sebebiyle,
ürkekliğinden sonra artık vahyin nüzulünün kuşluğu doğmaya başlıyor" diye
müjde vermiştir.
2) Bu vakit,
Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa (a.s) ile konuştuğu; Hz. Musa (a.s)'nın karşısına
dikilen sihirbazların, imana gelip
secdeye kapandıkları bir vakittir. Binaenaleyh sadece bir zarf olduğu için
zaman, böylesine bir fazilet vasfını kazanmış ve bu vasfa bürünmüştür. Ya,
bilfiil taatta bulunan insanın durumu nasıl olur. Bu, şu şekilde de ifade
edilebilir: "Musa (a.s)'ya ikram eden o yüce Zât, sana ikram etmemezlik
eder mi, (Ey Muhammed.) Secdeye kapanacakları bir biçimde, o sihirbazların
kalblerini evirip-çeviren o yüce Allah, senin düşmanlarının kalblerini de
çevirecektir" denilmek istenmiştir.[8]
Dördüncü Soru:
Cenâb-ı Hakk'ın, gündüzün bir saati, bir parçası demek olan, duhâ (kuşluk)
vaktini, buna mukabil bütün geceyi zikredişinin sebebi nedir?
Cevap: Bu
hususta şu izahlar yapılabilir:
1) Bu,
gündüzün bir tek saatinin bile, bütün geceye denk olduğuna bir işarettir ve bu
tıpkı, Hz. Muhammed (s.a.s)'in faziletinin tartılması halinde, (manen) bütün
peygamberlere denk olması gibidir.
2) Gündüz,
sevinç ve ferahlık; gece ise, ürkeklik ve endişe vaktidir. Binâenaleyh ayet,
dünyanın kederlerinin ve üzüntülerinin, sevinç ve rahatlıklarından daha fazla
ve sürekli oluşuna bir işarettir. Çünkü kuşluk vakti bir tek saattir; gece ise
birçok saattir. Rivayet olunduğuna göre, Allah Teâlâ Arş'ı yaratınca, siyah bir
bulut Arş'ın solunda dikilip-durur ve "Ne yağdırayım?" diye nida eder.
Bunun üzerine, "Yüz yıl keder ve hüzünler yağdır" diye emrolunur.
Derken bulut açılır ve yeniden bu şekilde emrolunur ve bu iş tam üçyüz yıl
tamamlanana kadar sürer. Daha sonra, Arş'ın sağında beyaz bir bulut dikilir ve
"Ne yağdırayım?" diye nida eder. Bunun üzerine, "Bir saat sevinç
yağdır" diye emrolunur. İşte bu sebepten dolayı, sen, kederlerin ve
üzüntülerin sürekli; sevinçlerin ise az ve nadir olduğunu görürsün.
3) Kuşluk
vakti, İnsanların harekete geçtiği ve buluşup tanıştıkları bir vakittir. Böylece
bu vakit, haşr vaktinin bir benzeri olmuş olur. Dinip sükûnete erdiği zaman
gece de, insanların, kabrin karanlığında sükuna erişlerinin bir benzeri olmuş
olur. Binâenaleyh, bu demektir ki, her ikisi de bir hikmet ve bir nimettir. Ne
var ki fazilet, (bu dünyada iken), ölüme değil, hayata; ölümden sonra da,
ölümünden önceki durumuna aittir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, kuşluk
vaktini, gece vaktinden önce getirmiştir.
4) Cenâb-ı
Hak, önce kuşluk vaktini zikretmiştir; böylece, Allah'ın rametinden ümit
kesilmesin Daha sonra da bunun peşinden, Allah'ın bela ve musibetleri hususunda
tam bir güven hasıl olmasın diye, geceyi getirmiştir.[9]
Beşinci Soru:
Herhangi bir vaiz, bu sûredeki, “Ve’d-duhâ” ifâdesini, Hz. Muhammed'in yüzü, “Velleyli”
ifadesini de saçları diye tefsir etmiş midir?
Cevap: Evet;
ve bunda da yadırganacak bir husus yoktur. Bunlardan bazıları, daha da ileri
giderek, meselâ “Ve’d-duhâ” kelimesini "Ehl-i beytin erkekleri “Velleyli” kelimesini
de "kadınları" diye tefsir etmiştir. "ed-Duhâ" kelimesi
ise, Hz. Peygamber (s.a.sj'in peygamberliği; “Velleyli” ifadesi ile de, vahyin,
kesilme zamanı da kastedilmiş olabilir. Çünkü vahiy indiğinde, ünsiyyet,
rahatlık; kesildiğinde ise, ürkeklik, huzursuzluk baş gösterir. Yine, ayetteki
"ve'd-duhâ" kelimesi ile, kendi sebebiyle, gaybî şeylerin bilindiği
ilahi ilmin nuru; "el-leyl" kelimesi ile de, kendisi sebebiyle, bütün
kusur ve ayıpların örtüldüğü afv-ı ilahi kastedilmiş olabilir. Yine
"ve'd-duhâ" ifadesiyle, garib iken, İslâm'ın yücelmesi kastedilmiş
olabilir. "El-Leyl" kelimesi de, İslâm'ın yeniden garib olacağına bir
işaret sayılabilir. Yine, "ve'd-duhâ" ifadesiyle, aklın kemale
ermesi; "el-leyl" kelimesiyle de, "ölüm hali" kastedilmiş
olabilir. Yine bu ifadelerle, "Ben, mahlukatın kendisinde bir kusur
göremediği açıktan yaptığı filler ile, gaybı bilen Allah'ın, kendisinde bir
gayb görmediği sırrına, yani gizliden yapmış olduğun fiillere yemin
ederim..." şeklindeki mana da kastedilmiş olabilir.[10]
"Rabbin seni
terketmedi. (Sana) danlmadı da..." (Duhâ, 3).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[11]
Ebû Ubeyde ve
Müberred, buradaki “Veddeake” fiilinin, tef'îl babından olduğunu; mananın da,
"tıpkı, ayrılan kimsenin emanet bırakması gibi..." tarzında olduğunu
söylemişlerdir. Bu kelime, şeddesiz olarak, seni terketmedi manasında “Mâ
vedeake” şeklinde de okunmuştur. Ama, "et-tevdî", "el-vedâ'
" kökünün mübalağa sığasıdır. Çünkü, ayrılarak seni tevdi' eden kimse, adeta, seni terketme işinde
mübalağa yapmış... gibidir.
[12]
el-Kalyu kelimesi,
buğzetmek anlamına gelir. Nitekim Arapça'da, “Kalâhu, yeklihi, kalyen,
mekliyeten” denilir. Bu ifade, birisi bir kimseye buğzettiği zaman kullanılır.
Ferrâ, ayetteki takdirin, “Vemâ vekalâke” şeklinde olduğunu söyler.
[13]
Burada kâfin
hazfedilişi hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
1) “Mâ veddeake”
ifadesindeki kâf ile yetinilerek, hazfedilmiştir. Bir de, ayetlerin başları
(yani, sonları) yâ ile bitmektedir. Dolayısıyla, fasılaların birbirine uygun düşmesi
hadisesi, kâfin hazfedilmesini gerektirmiştir.
2) Ayetin
sonuna kâf getirilmeyerek ifadenin mutlak bırakılmasının faydası, "Rabbin
sana gazab etmediği gibi, ashabından ve seni sevenlerden hiçkimseye de,
kıyamete kadar buğzetmeyecektir..." şeklinde bir manayı vurgulamak
içindir. Ve bu, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in,
"Kişi, sevdiğiyle
beraberdir'[14] ifadesini gerçekleştirmek
içindir.[15]
Müfessirler şöyle
demektedirler: Hz. Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)'e biraz geç vahiy
getirdi. Bunun üzerine müşrikler bu arada, "Muhakkak Allah ona gazab etti
ve onu terketti" demeye başladılar da, bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e bu ayeti indirdi." Süddî şöyle der: Cebrail (a.s) Hz.
Peygamber (s.a.s)'e kırk gün gecikerek geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s) bu hususu, Hz. Hatice (r.a)'ye açtı. Hz. Hatice (r.a) de, "Belki
de senin Rabbin, seni unuttu veya sana öfkelendi!" dedi.
Şu da rivayet
edilmiştir: Ebû Leheb'in karısı Ümmü Cemîl, Hz. Muhammed (s.a.s)'e "Ey
Muhammed, şeytanının, seni terkettiğini zannediyorum..." demiştir. Hasan
el-Basrî (r.a)'nin de şöyle dediği rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.s)'et
vahyin gelmesi gecikti. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s), Hz. Hatice (r.a)'ye
bu durumu anlatmak amacıyla, "Rabbim
beni terketti ve bana öfkelendi..." dedi de, bunun üzerine Hz. Hatice
(r.a), "Seni, hak olarak gönderen o zâta yemin ederim ki... sana, böylesi
bir ikram ile işe başlayan o zât, bunu mutlaka tamamlayacaktır" dedi. İşte
bunun üzerine de ayeti nazil oldu.
Usulcüler, bu
rivayetleri tenkit ederek, Allah Teâlâ'nın kendisini terkedip de, kendisine
öfkelendiğini sanması ona uygun düşmez. Tam aksine, Allah'ın Resulü, bir
peygamberin, nübüvvetten azledilmesinin, Allah'ın hikmetinde caiz olmayacağını;
vahyin, "maslahat" gereği ineceğini; "salâh" halinin ise,
bazan, vahyin gecikmesinde, bazan da öne alınmasında bulunduğunu bilir.
Böylece, bu sözlerin, Hz. Peygamber (s.a.s)'e uygun düşmeyeceği sabit olmuş
olur. Sonra, Hz. Peygamber (s.a.s)'in böyle dediği sabit olsa bile, bu, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in maksadının, Hz. Hatice (r.a)'nin ilminin miktarını
öğrenmesi veya insanların, bunun miktarını öğrenmesi için onu denemesi anlamına
hamledilebilir.
Alimler, vahyin ne
kadar süre için kesildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak,
İbn Cüreyc, bunun oniki gün olduğunu söylerken, Kelbî onbeş gün; İbn Abbas,
yirmibeş gün, Süddî ve Mukâtil de kırk gün olduğunu söylemişlerdir.[16]
Alimler, hangi
sebepten dolayı vahyin kesildiği hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden
olarak müfessirlerin ekserisi şunu nakletmektedirler. Yahudiler, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, rûh'u, Zülkarneyn'i ve Ashâb-ı Kehf'i sormuşlar da, bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.s), "inşaallah..." demeden, "Size yarın söylerim" demiş de, işte vahiy bu yüzden
kesilmiş.
İbn Zeyd de şöyle
demektedir: Vahyin kesiliş sebebi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in evinde, Hz. Hasan
ve Hüseyin'e ait bir köpek yavrusunun bulunmasıdır. Derken, Cebrail (a.s)
inince, Hz. Peygamber (s.a.s), Cebrail (a.s)'e sitem etmiş, bunun üzerine
Cebrail (a.s) de, "Bizim, kendisinde köpek veya suret bulunan bir eve
giremeyeceğimizi bilmiyor musun?" demiştir. Cündeb ibn Süfyan da şöyle
der: "Hz. Peygamber (s.a.s), parmağındaki bir taşı atarak, "Sen, kanayan ve karşılaştığı şey,
Allah yolunda sayılan bir parmak değil misin?" buyurmuş[17] da,
bunun üzerine vahiy, gecikmiştir. Ve yine onların (ehl-i beytin) arasında,
tırnaklarını kesmeyenlerin buna sebep olduğu da rivayet edilmiştir. Burada,
şöyle iki soru sorulabilir:[18]
Birinci Soru:
Bahsettiğimiz bu rivayetler, vahyin gelmeyişinin bir öfkeden ve gazabtan
kaynaklandığına delalet etmektedir (ne dersiniz)?
Cevap: Biz
deriz ki, bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Bu, daha efdal ve daha
evla olanı terketme hadisesi olup, bunu yapan kimse (Allah katında) kırılmış ve
kendisine öfkelenilmiş birisi olamaz. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber
(s.a.s), Cebrâl (a.s)'e, "Gelmedin; seni özledim" demiş de, bunun
üzerine Cebrail (a.s) de, memur bir kulum..." demiş ve Cenâb-ı Hakk'tn, "Biz ancak, Rabbinin emriyle
ineriz.." (Meryem, 19/64) ayetini okumuş.[19]
İkinci Soru:
Bir hükümdarın, muhatabını şereflendirmek için, kendisi nezdinde, mahlukatın
evi iki derecede yakını olan birisine, "Ben sana buğzetmedim" demesi
nasıl uygun düşer?
Cevap: Evet, bu sözün doğrudan doğruya söylenmesi güzel olmaz. Ne var ki,
düşmanlar, dillerine, "Hükümdar ona buğzetmiş..." şeklinde bir sözü
dolayıp, derken o hükümdar nezdinde yakınlık kesbetmiş olan bu kimse de, bu
sözden dolayı üzülünce, onu şerefyâb etmek için, o hükümdarın o kimseye,
"Ben sana öfkelenmedim, seni terketmedim, nezdimdeki yerini ve makamını
göreceksin!.." şeklinde demesinden daha güzel bir ifade olamaz.[20]
Bu hadise,
Kur'ân'ın, Allah katından oluşunun delillerinden birisidir. Çünkü, Hz. Muhammed
(s.a.s) katında olmuş olsaydı, vahiy kesilmezdi...[21]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Elbette Ahiret senin için dünyadan
hayırlıdır" (Duha, 93/4) ayetine gelince, bil ki, bu ifadenin
kendisinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Mana
şöyledir: "Vahyin kesilmesi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, nübüvvetten
azledilmiş olması yüzünden değildir. Tam aksine, bu konuda söylenebilecek olan
en son söz şudur: Bu, artık risalete lüzum kalmadığı içindir. Ve bu, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in vefat edeceğinin emaresidir. Buna göre, adeta "Vahyin
kesilmesi her ne zaman tahakkuk ederse, bu Hz. Peygamber (s.a.s)'in ölümüne
işaret eder. Ancak ne var ki ölüm, ey Muhammed, senin için daha hayırlıdır.
Çünkü Ahirette, senin için Allah katında olan şey, dünyada senin için olandan
daha üstün ve daha iyidir."
2)
"Rabbin seni terketmedi" ayeti nazil olunca, böylece, Peygamber
(s.a.s) için büyük bir şereflendirme tahakkuk etmiş oldu. Bunun üzerine, Hz.
Peygamber (s.a.s) bu şereflendirmeyi çok bir şey addedince, ona, "Ahiret
senin için, dünyadan daha hayırlıdır'’ denildi
ki, bu, "Bu şereflendirme işi her ne kadar büyük bir iş ise de, ancak ne
var ki, senin için, Ahirette, Allah katında olanlar daha üstün ve daha
büyüktür" denilmiştir.
3) Benim
hatırıma, mananın, "Gelecek durumlar, senin için, geçmiş hallerden daha iyidir.."
şeklinde olması gerektiği düşüncesi gelmektedir. Buna göre Cenâb-t Hak adeta,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e, her gün, izzetine izzet katacağına; makamına makam
ekleyeceğini vadederek, "Sen, benim seni terkettiğimi sanma. Tam aksine,
gelecek her gün içinde, evet, ben senin makam ve yüceliğini artıracağım"
demek istemiştir. Burada şöyle iki soru sorulabilir:[22]
Birinci Soru: Ahiretin,
peygamber için, dünyadan daha hayırlı olduğu hangi yolla anlaşılabilir? Buna şu
birkaç bakımdan cevap verilebilir:
1) Cenâb-ı
Hak Hz. Muhammed (s.a.s)'e adeta, "Sen, dünyada bir hayır üzeresin. Çünkü
sen orada, istediğini yapıyorsun. Ne var ki, Ahiret senin için daha hayırlıdır.
Çünkü Ahirette Biz, kendi isteğimizi yapıyoruz (Bu sebeple sana, Biz, kendi
dilediğimizi vereceğiz)" demiştir.
2) Ahiret
senin için daha hayırlıdır. Zira, Ahirette ümmetin, senin etrafında toplanacak.
Çünkü, ümmeti, peygamber için onun evlatları mesabesindedir. Zira Cenâb-ı Hak, "Onun zevceleri de, mü'm'mlerin anasıdır"
(Ahzab, 33/6) buyurmuştur. O halde Peygamber (s.a.s) de onların babalarıdır.
Ümmeti cennette olacak; böylece de, adeta, sanki, Hz. Peygamber çocukları
cennette olmuş gibi olacak. Çocuk, "bir insanın gözünün süruru" diye
adlandırılmıştır. Zira Cenâb-ı Hak, insanların, "Ey Rabbimiz bize, eşlerimizden ve zürriyetlerimizden, gözümüzün
aydın olacağı (nesiller) ver" (Furkan, 25/74) dediğini nakletmiştir.
3) Ahiret,
senin için daha hayırlıdır. Zira, o Ahireti satın alan sensin. Ama, bu dünya
ise, hiç de böyle değildir. Binâenaleyh, Ahiretin, dünyadan daha az değerli
olduğunun farz edilmesi durumunda bile, Ahiret senin için daha hayırlıdır.
Çünkü, sana ait olan mülkler, sana ait olmayan mülklerden daha hayırlıdır.
Nasıl olmasın ki, fazilet bakımından, dünya, Ahiret ile mukayese edilemez.
4) Ahiret,
senin için dünyadan daha hayırlıdır. Çünkü, dünyada kafirler, seni kınarlar,
ta'n ederler. Ama, Ahirette, ümmetini, diğer ümmetlere; seni de diğer
peygamberlere zatımı da sana şahit yapacağım..." Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın
"Şahid olarak Allah yeter. Muhammed,
Allah'ın Resulüdür..." (Fetih, 48/28-29) buyurması gibidir.
5)
"Dünyanın iyilik ve güzellikleri azdır, elemlerle içiçedir ve sonludur;
halbuki, Ahiretin lanetleri çoktur, arıdır durudur ve bakidir."[23]
İkinci Soru:
Peki Cenâb-ı Hak niçin, “Vele’l-ahiratu hayrun leke” demiş de, “Hayrun lekum”
"Senin için daha hayırlıdır" dememiştir?
Cevap: Hz.
Peygamber (s.a.s)'in ümmeti içinde, Ahiretin, kendisi için şer olacağı kimseler
de vardır. Şimdi, Cenâb-ı Hak bu işi, herkese teşmil edecek olsaydı, bu, bir
yalan olurdu. Sadece itaatkârlara tahsis edecek olsaydı, münafıklar ve
günahkarlar rezil ve kepaze olurlardı.. İşte bu yüzden, Hz. Musa (a.s), "Hayır. Muhakkak ki benim yanımda
Rabbim var. O beni hidayete iletir" (Şuârâ, 26/62) derken, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e gelince, kendisiyle birlikte olan kesin saadet ehlinden
olduğu için, hiç şüphesiz, "Muhakkak
ki, Allah bizimle beraberdir..." (Tevbe, 9/40) demiştir. Çünkü orada,
sadece bir nebî ve sadece sıddîk (Hz. Ebû Bekir) (a.s) var idi. Rivayet
olunduğuna göre Hz. Musa (a.s) yanında binlerce kişi olduğu halde, üç gün
süreyle, yağmur duasına çıkmış, ama bir türlü icabet olunmamış... Bunun üzerine
Hz. Musa (a.s), bu icabetsizliği gerektiren sebebi Cenâb-ı Hakk'a sual edince,
Cenâb-ı Hak, "Yanınızda söz
gezdirici birisi bulunduğu sürece size icabet etmem" buyurmuş; derken,
Hz. Musa (a.s), "Ben bu işe öfkelenip dururken, daha nasıl onun yaptığını
yapabilir (jurnalcilik yapabilirim)? dedi. Az bir zaman geçmişti ki, o jurnalcinin
öldüğüne dair vahiy geldi. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s), o musallaya gitti. Bir
de ne görsün, o musallada yetmiş cenaze. Şimdi, Cenâb-ı Hak, kendi düşmanlarını
bile saklı ve gizli tutarken, ya dostlarına karşı nasıl muamele eder?! Sonra
bir düşün; burada, şöyle bir incelik de göreceksin... Hz. Peygamber (s.a.s)
"Şayet, beli bükülmüş yaşlılar olmasaydı..."[24]
buyurmuştur ki, burada bu ümmetin faziletlerinin fazlalığına bir işaret
bulunmaktadır. Çünkü Allah Teâlâ, tek bir günahkardan dolayı binlercesinin
isteğini reddederken, bu ümmetlerde, tek bir itaatkardan dolayı binlerce
günahkara merhamet ediyor.[25]
"Muhakkak Rabbin
sana verecek de hoşnut olacaksın..." (Duha, 5).
Bil ki, bu ayetin
kendinden öncekilerle münasebeti de, şu iki yöndendir:
1) Allah
Teâlâ, Ahiretin peygamber için dünyadan daha hayırlı olduğunu beyan etmiş,
ancak ne var ki, bu farklılığın hangi dereceye kadar olabileceğini beyan
etmemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu ayet ile de, bu farklılığın miktarını beyan
etmiştir ki, bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, temenni edip hoşnut olacağı
şeylerin doruk noktasına varıp dayanması halidir.
2)
Cenâb-ı Hak adeta, "Ahiret senin için,
dünyadan daha hayırlıdır" deyince, "Durumun böyle olduğuğunu niye
söyledin?" denilmiş de, bunun üzerine o da, "O peygambere istediği
her şeyi vereceğini" belirtmiştir ki, bu şey de, "dünyaya sığmayan
şey" cinsindendir. Böylece, Ahiretin, o peygamber için, dünyadan daha
hayırlı olduğu sabit olmuş olur.
[26]
Bil ki biz, ayetteki
bu va'di, ahiretle ilgili olarak görürsek, bunun, hem ahiretteki menfaatler
manasına, hem de tazim manasına alınması mümkün olur. Menfaatler manasına
alınmasına gelince, mesela İbn Abbas şöyle demektedir: "Peygamber için,
cennette, beyaz inciden yapılmış bir köşk vardır. Ki, bu köşklerin toprağı
misktir. Bu cennetlerde de, oraya yakışan her şey vardır."
Tazim manasına
alınmasına gelince, Ali ibn Ebî Talib ile İbn Abbas'tan şu rivayet edilmiştir:
"Bu ifade, bu va'd, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, ümmeti için şefaatçi olması
va'didir." Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), bu ayet nazil
olunca, "ümmetimden birisi
cehennemde iken, ben halimden memnun (razı) olamam" demiştir.[27]
Bil ki, ayetteki bu
va'di, "şefaat" manasına hamletmek kesin bir husus olup, delilleri
şunlardır:
1) Cenâb-ı
Hak, dünyada iken Hz. Peygamber (s.a.s)'e, istiğfarda bulunmasını emrederek,
"Günahın için ve erkek mü'minlerle kadın mü’minler için istiğfar
et..." (Muhammed, 47/19) buyurmuş, böylece ona, istiğfarda bulunmasını
emretmiştir. "İstiğfar" ise, bağışlanma istemek demektir. Bir şeyi
isteyenin, o şeyin reddedilmesini istemeyeceğinde ve bu duruma razı olmayıp,
ancak icabete razı olacağında ise şüphe yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in razı
olduğu şeyin, reddedilmek değil de kabul olunmak olduğu sabit olup, bu ayet de,
Cenâb-i Hakk'ın ona, istediği ve razı olacağı her şeyi vereceğine delalet
edince, bu ayetin, ümmetin günahkarları hakkında şefaatçi olacağına delalet
ettiğini anlamış bulunuyoruz.
2) Ayetten
önceki ifade de bu manaya uygundur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Seni
terketmeyeceğim, sana öfkelenmeyeceğim, bundan da öte, hatta, senin
hoşnutluğunu temin etmek ve kalbini hoş tutmak için, ashabından, etbaından ve
taraftarlarından hiç kimseye öfkelenmeyeceğim..." demek istemiştir ki, işte
bu açıklama, ayetin öncesine de en muvafık tefsirdir.
3) Şefaat
hakkında varid olan pekçok hadis, Hz. Peygamber (s.a.s)'in rızasının, ümmetinin
günahkarlarının afvedilmesinde bulunduğuna delalet etmektedir; bu ayet de,
Allah Teâlâ'nın, Resulü Hz. Muhammed (s.a.s)'in razı olacağı her şeyi
yapacağına delalet etmektedir. Binâenaleyh, bu ayet ile hadislerin toplamından,
şefaatin hak olduğu neticesi çıkmaktadır.[28]
Cafer es-Sâdık (r.a),
"Benim dedemin rızası, hiçbir muvahhidin cehenneme girmemesinde
yatmaktadır" derken, Muhammed Bâkır'ın da, şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Ehl-i Kur'ân, Kur'ân'daki en ümit bahşedici ayetin, "Ey, nefislerine karşı haddi aşmış olan
kullarım. Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyin" (Zümer, 39/53) ayeti
olduğunu söylerler. Halbuki, biz, Ehl-i beyt ise, en ümit bahşedici ayetin, "Muhakkak Rabbin sana verecek de sen de
memnun olacaksın" (Duha, 93/5) ayeti olduğunu söylüyoruz. Vallahi, bu
ayetle kastedilen, şefaattir. Şefaat hakkı, o, yani Hz. Peygamber (s.a.s), "Razı oldum, yeter" deyinceye
kadar, "Lâ ilahe illallah" diyen herkes hakkında, ona
verilmiştir."
Bu izahlar, ayetteki
bu va'di, Ahiret halleri ile ilgili gördüğümüz zaman söz konusudur. Ama biz, bu
va'di, dünya halleriyle ilgili görürsek, bu, Allah Teâlâ'nın, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, Bedir, Mekke'nin fethi, insanların, İslâm'a fevc fevc girmesi...
gibi kutlu günleri; peygamberin, Kurayza ve Nadîr kabilelerine galip gelmesi,
onları sürgün etmesi, ordularının ve seriyyelerinin, Arap topraklarına
yayılması gibi, düşmanlarına galip gelmeyi nasib edişine.bir işarettir. Ve yine
bu, râşid halifelerinin, yeryüzü mıntikalarındaki şehirleri fethedişlerine,
bunların eliyle, zorba kralların yenilip yerle bir edilişine, Kisrâ'nın
hazinelerinin ele getirilişine, doğu ve batıdaki insanların kalblerine
düşürülen korkuya, İslâm'ın heybet arzedişine ve bu davanın yayılışına bir
işarettir. Bil ki, evlâ olan, ayeti, hem dünya hem de Ahiret menfaatleri
manasına almaktır. Burada, şöyle birkaç soru sorulabilir:[29]
Birinci Soru:
Böylesi saadetler mü'minler için de söz konusu olduğu halde, Cenâb-ı Hak niçin,
"sana verecek" demiş de, "Size verecek.." dememiştir? Buna
şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1)
Burada esas maksat, Peygamberdir. Mü'minler
ise, ona tabidirler.
2) Bu, "Ben, senin ashabına
ikramda bulunduğum zaman, bu, gerçekte sana yapılmış bir ikramdır. Çünkü ben,
onların üzerine titremen hususunda senin, onlara yapılan ikramdan duyacağın
huzur ve sürürün, bizzat sana yapılacak olan ikramın huzur ve sürürünün üzerine
çıkacağı bir noktaya ulaştığını bilmekteyim. İşte bundan dolayı, diğer
peygamberler, "İşe, benim mükafaatımla başlarım. Zira benim taatım,
ümmetimin taatından önce gelir" anlamında, "Nefsî, nefsî..."
derlerken, sen, "Ümmetî, ümmetî..." dersin. Yani, "işe, ümmetimden başlarım.. Zira, benim
sevincim, sürürüm, ümmetimin, mükafaata nail olmuş kimseler olarak görmende
bulunmadır..." demektir.
3) Sen, buna
güzel bir muamelede bulundun, çünkü o kafirler, senin yüzünü yaraladıklarında,
sen, "Allahım, sen, kavmimi hidayete
ilet; zira onlar gerçeği umuyorlar" dedin. Ama onlar seni, Hendek
savaşında namaz kılmaktan
alıkoyduklarında ise, "Allahım,
bunların karınlarını ateşle doldur.." dedin, böylece, bedenin yüzünde
meydana gelen yaraya katlandın, ama, dininin yüzünde meydana gelmiş olan
çatlağa, yaraya tahammül edemedik. Çünkü, "dinin yüzü", peygamberin
kılacağı "namaz"dır. Böylece de, benim hakkımı, kendi hakkına tercih
ettin. İşte, bu sebeple, hiç şüphesiz Ben de, seni üstün tutarak, "Yıllarca
namaz kılmayan, veya mani olan kimseyi kafir addetmem. Ama, kim senin kılına
dokunur, ya da sana çelme takarsa, bu kimseyi kafir addederim..." derim.[30]
İkinci Soru:
Cenâb-ı Hakk'ın, “Velesevfe” demesinin hikmeti nedir? Niçin, o, “Seyu’tike
Rabbuke” dememiştir?
Cevap:
Bunun, söyleşi faydaları bulunmaktadır:
1) Bir kere
bu ifade, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ecelinin (ölümünün) yaklaşmadığına, tam
aksine, bundan sonra da bir müddet yaşayacağına delalet eder.
2)
Müşrikler, "Rabbi onu terketti, ona kızdı..." deyince, Allah Teâlâ,
bu müşriklere, aynı lafızları kullanarak cevap verdi ve "Rabbin seni terketmedi, sana kızmadı da..." buyurdu;
daha sonra müşrikler, "Muhammed ölecek..." deyince, yine Cenâb-ı Hak,
müşriklere aynı lafızla cevap vererek, "Muhakkak
Rabbin sana öyle verecek ki sen de memnun olacaksın" buyurdu.[31]
Üçüncü Soru:
Allah Teâiâ, nasıl, "Muhakkak Rabbin sana öyle verecek ki, sen de memnun
olacaksın.." buyurmuş da, (Rabb kelimesini getirmiştir)?
Cevap: Bu
sûre, başından sonuna kadar, Cebrail (a.s)'in, Muhammed (s.a.s)'le olan
muhaveresini nakletmektedir. Çünkü, daha önce de alabildiğine iştiyak duyuyor
ve onun konuşmasını arzuluyordu. Böylece Cenâb-ı Hak, bu müjdeleri Hz. Muhammed
(s.a.s)'e verenin, Cebrail (a.s) olmasını diledi.[32]
Dördüncü Soru: “Sevfe” kelimesinin başına gelen lâm, ne
lamıdır?
Cevap: Keşşaf
sahibi şöyle der: "Bu lâm, cümlenin manasını tekid eden,
"lâmu'l-ibtidâ"dır. Cümlenin mübtedası mahzuf olup, takdiri, “Velâ
ente sevfe yu’tike Rabbuke” "Şüphesiz ki, Rabbin sana mutlaka ve mutlaka
verecektir.." şeklindedir. İleri sürdüğümüz delil şudur: Bu lâm, ya
lâmu'l-kasem'dir, ya da lâmu'l-ibtidâ'dtr. Halbuki, lâmu'l-kasem, muzarinin
başına tekid nûnu'nun bulunması halinde gelir. Binâenaleyh, geriye, bu lâm'ın,
lâmu'l-ibtidâ olması kalmaktadır. Halbuki, lâmu'l-ibtidâ ise, ancak
mübteda-haber'den meydana gelmiş olan bir cümlenin başına gelir. Binâenaleyh,
burada, bir mübtedâ ve haberin takdir edilmesi ve aslının da, “Velâ ente sevfe
yu’tike” şeklinde olması gerekmiştir.
Buna göre şayet,
"Bu İfadede hem tekid harfinin, hem de tehir harfinin (Sevfe) birlikte
getirilmesi de ne demektir?" denilirse biz deriz ki: Bunun manası,
"Tehir edilmesinde bir maslahat ve fayda olduğu için gecikse bile, bu
bağış, mutlaka olacaktır..." demektir.[33]
"O bir yetim
olduğunu bilip de, (seni) barındırmadı mı?" (Duhâ, 6).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:[34]
Bu ayetin daha
öncekilerle münasebeti şöyledir: Allah Teâlâ,
"O, bir yetim olduğunu bilip de..." buyurmuş, Hz. Peygamber de,
"Evet, ey Rabbim.." deyince, Allah,
"O vakitte yaptığın taatler mi daha kıymetli,
yoksa şu andaki mi, bir bak!?"
demiş, bu sebeple de, mutlaka, "Şu andakiler" denilmesi gerekmiştir.
Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmuştur.
"Sen, küçük ve aciz bir çocuk iken, biz seni
terketmedik.. Tam aksine, seni eğittik, büyüttük ve Arş'ın tepe noktalarına
çıkacak seviyeye yükselttik. Ve sana, "Sen olmasaydın, sen olmasaydın,
Biz, kainatı yaratmazdık.." dedik. Ve şimdi sen, bu merhaleden sonra, seni
terkedeceğimizi mi düşünür, zannedersin..."[35]
Ayetteki, “Elem
yecidke” ifadesi, "bilme" anlamına gelen vücûd kökünden olup, mansub
olan ifadeler, “Vecede” fiilinin iki mef'ûlüdür. Buradaki "bulma"
işi, Allah'ın bulması olup, mana, "Allah seni, yetim olarak bilip de, seni
barındırmadı mı?" şeklindedir.[36]
Alimler,
"yetim"in ne olduğu hususunda şu iki izahı yapmışlardır:
Birinci İzah:
Tarihçilerin naklettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in annesi, ona hamile
iken, babası Abdullah ibn Abdilmuttalib vefat etmiştir. Derken, Allah'ın
Resulü, dünyaya gelmiş; kendisini, dedesi Abdülmuttalib ve annesi Amine ile
beraber bulmuştur. Ama, altı yaşında iken, annesi Amine de ölmüştür. Böylece,
dedesiyle beraber kalmıştır.
Annesinin ölümünden
iki yıl sonra, dedesi de vefat etmiştir. Artık, Allah'ın Resulü sekiz
yaşındadır. Dedesi Abdülmuttalib (ölümünden önce), onun amcası Ebû Tâlib'in
himayesinde kalmasını öğütlemiştir. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s)'in babası
Abdullah ile Ebû Tâlib, aynı anadandırlar. Böylece, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
dedesinin ölümünden sonra, Allah kendisine peygamberliği verinceye kadar, onun
işlerini yürüten şahıs, Ebû Tâlib olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s), uzun bir
süre, Ebû Tâlib'in desteğiyle yaşamıştır. Derken, Ebû Tâlib de vefat etmiştir.
Ama geçen bu süre içinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in üzerinde kesinlikle yetimlik
emareleri görülmemiştir. İşte böylece, Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e bu
nimetini hatırlatmıştır.
Rivayet olunduğuna
göre, Ebû Tâlib, kardeşi Abbas'a şöyle demiştir: "Sana, Muhammed'den sudur
ettiğini gördüğüm şeyleri anlatayım mı?" deyince, Abbas,
"anlat"
dedi. Bunun üzerine Ebû Tâlib şöyle dedi:
"Ben onu yanımdan
hiç ayırmadım. Onun hakkında hiç kimseye güvenmezken, onu, gece olsun gündüz
olsun, onu nasıl yanımdan bir an ayırabilirdim?! Öyle ki ben onun yatağımda
yatırıyordum. Bir gece ona, elbisesini çıkarmasını ve beraber yatmamızı
emrettim. Ama, yüzünden, bundan memnun olmadığını, ancak ne var ki, bana karşı
gelmek de istemediğini hissettim. İşte bunun üzerine o,
"Ey amcam,
elbisemi çıkarabilmem için yüzünü benden çevir... Çünkü, hiç kimsenin benim
bedenime bakması uygun olmaz" dedi. Onun bu sözüne şaşırdım ve bakışlarımı
başka tarafa çevirdim. Derken, yatağa girdi. Ben de o yatağa girince benimle
kendisi arasında, engel oluşturacak bir bezin olduğunu gördüm. Allah'a yemin
olsun ki, ben onu yatağıma her aldığımda, o son derece yumuşak ve adeta misk
deryasına dalmışcasına güzel kokulu idi. Derken, onun bedenine bakma gayretine
girdim. Ama, hiçbir şey göremedim. Çoğu kez, onun yatağımda olmadığını
farkederdim. Onu aramaya kalktığımda ise, bana, "Amca, ben burdaysm.."
diye seslenirdi. Ben de, tekrar yatağa dönerdim. Andolsun ki ben, çoğu kez,
ondan beni hayrete düşürecek sözler dinliyordum. Bu iş, gecenin bir kısmı
geçtikten sonra oluyordu. Biz, yerken, içerken besmele çekmiyor, yemenin
içmenin sonunda da, "elhamdülillah" demiyorduk. Ama o, yemeğe
başladığında, "Bir olan Allah'ın adıyla", "elhamdülillah"
diyordu. Ben buna da taaccüb ediyordum. Hem sonra ben ondan, ne bir yalan ne
bir kahkaha, ne bir cahiliyye adetinin sudur ettiğini görmediğim gibi, oynayan
çocuklarla birlikte olduğunu da görmedim..." Bil ki, Hz. Peygamber (s.a.s)
hakkında rivayet edilen ilginç olaylar, Râhib Behîra'nın ve diğerlerinin
konuşmalarından dolayı, çok yaygındır.
İkinci İzah:
Bu kelime, Arapların, “Durreten yetimeten” "Eşsiz inci"
deyimindendir. Buna göre mana, "Rabbin seni, Kureyş arasında tek ve
benzersiz olarak bulup da, seni himaye etmedi mi? Yani, sana, senin kendisine
sığınacağın birisini, yani Ebû Tâlib'i hami kılmadı mı?" şeklinde olur.
[37]
“Âvâ” ifâdesi “Uvâ” şeklinde
de okunmuştur. Buna göre, ayetteki bu ifade şu iki manaya gelebilir: Bu kelime ya,
yine “âvâhu” "Onu barındırdı" manasında, “Uvâhu” kökündendir; yahut da birisi birisine merhamet
ettiğinde kullanılan “Uvâ lehu” kökündendir. Burada şöyle iki soru sorulabilir:[38]
Birinci Soru:
Cömert bir zatın, yaptığı iyiliği başa kakarak, "O, bir yetim olduğunu
bilip de (seni) barındırmadı mı?" demesi nasıl güzel olur? Bu soruyu şu da
pekiştirir: Allah teâlâ, Firavun'un, onu zem sadedinde, "Seni, ey Musa, aramızda bir çocuk olarak bakmadık mı?"
(Şuârâ, 26/18) dediğini nakletmiştir. Binâenaleyh, Firavun'dan sudur etmesi
halinde kınanan şey, Allah'tan olunca nasıl güzel karşılanabilir?
Cevap: Bununla,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbinin takviye edilmesi ve ona nimetlerin devam
edeceğinin va'dedilmesi manası kastedilince, böyle denilmesi güzel ve yerinde
olur. İşte, böylece bu başa kakış ile, Firavun'un başa kakması arasındaki fark,
ortaya çıkmış olur. Çünkü, Firavun'un başa kakması, yaptığı iyiliği geçersiz
kılan bir başa kakıştır. Çünkü Firavun'un maksadı, Hz. Musa (a.s)'ya, "Ne
oluyor da, şimdi de sen bize hizmet etmiyorsun?" demektir. Halbuki,
Allah'ın başa kakması, ona daha fazla nimetler vereceğini bildirme
sadedindedir. Cenâb-ı Hak sanki, "Sana ne oluyor da, benden ümidini
kesiyorsun. Seni terbiye etmeye başlamış olan ben değil miyim? Sen yaptıklarımı
terkedeceğimi mi sanıyorsun? Tam aksine, hem sana, hem de ümmetine olan
nimetlerimi tamamlamam gerekmektedir. Nitekim Hak Teâlâ "Nimetimi size tamamlayayım diye..." (Bakara, 2/150)
buyurmuştur. Sen, günü tamamlanmazdan önce çocuğunu düşünen hamile kadının bu
hareketinin, geri tepen bir kusur olduğunu bilmiyor musun? Şimdi o kadın veya
erkek, bir müdahele sonucu o çocuğu düşürürse, keffaret vacib olur ve zemmı
hakeder. Binâenaleyh böyle bir terkediş, Hay ve Kayyûm olan zattan sadır olması
nasıl makul sayılabilir? O halde şimdi, minnet eden, başa kakanın Allah olması
ile Firavun olması arasındaki fark, ne kadar büyük bir farktır! Bunun bir
benzeri de, o ümmet hakkında, onların içlerinden birisinin, "Üç kişiler. Dördüncüleri ise köpekleridir"
(Kehf, 18/22) demesi ile, bu ümmet hakkında, "üç kişinin bir araya gelip fısıldaşması halinde, onların
dördüncüleri O (Allah)dır" (Mücadele, 58/7) denilmesidir. Binâenaleyh
dördüncüleri, köpekleri olan ümmet ile dördüncüleri Rableri olan ümmet hakkında
hayli fark vardır.
İkinci Soru:
Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e şu üç şeyi minnet etmiş, sonra da ona,
Rabbisinin nimetlerini hatırlamasını emretmiştir? Binâenaleyh bunlar arasındaki
münasebet ve ilgiyi nasıl izah edersiniz?
Cevap: Bu
münasebetin izahı sadedinde şöyle diyebiliriz: Borcu ödemek vacibtir. Borç,
biri mali, diğeri in'âmî (iyilik, lütuf ve nimet cinsînden) olmak üzere iki
türdür. İkincisi, daha güçlü bir vacibtir. Çünkü mali olan bazan ibra (af) yolu
ile düşebilir. Ama ikincisi, ibra yolu ile daha da güçlenir. Mâlî olan, bir
kere ödenince, borçlu taraf bundan kurtulmuş olur. İkincisini ise, ömür boyu
ödemen gerekir. Sonra kul-köle mesabesinde olan bir mü'minin, o ufacık
nimetinin karşılığını ödemek bile imkansız olduğuna göre, mûn'im-i azîm olan O
yüce Allah'ın o koca koca nimetlerinin durumu ya nasıl olur?
İşte buna göre kul,
sanki "Senin, içimdeki pisliklerimi dış derimle örttüğün gibi, af örtünle
günahlarımı da örteceğine dair, senden bir müjde olarak, "Ey Rabbim Sen
beni yokluktan varlığa, tığ gibi bir delikanlı olarak, dışı temiz içi berbat
olarak çıkardın. O halde Senin o sınırsız nimetlerinin karşılığını vermem nasıl
mümkün olabilir?" der. Bunun üzerine Ailah Teâlâ, "Bunun yolu,
kullarım hakkında sana yaptığım muameleyi yapmandır. Çünkü sen bir yetim idin,
Ben seni barındırdım. Öyleyse bütün yetimlere sen de böyle davran. Sen
şaşırmıştın, seni doğruya ilettim. Sen de bütün kullarıma böyle davran. Sen
fakir ve muhtaçtın, seni ihtiyaçsız kıldım. O halde sen de kullarıma karşı bu
şekilde davran. Hem sonra bunları yaparken sen, seni muvaffak kılmam, sana olan
lütfum ve irşadım sayesinde yaptım. Şu halde hep bu nimetleri ve lütufları
hatırlayıcı ol" buyurmuştur.[39]
"Seni kaybolmuş
bulup da, yolunu doğrultmadı mı?" (Duhâ, 7).
Bil ki bazı kimseler,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in işin başında mü'min olmadığı, Allah Teâlâ'nın ona daha
sonra hidayet edip, peygamber kıldığı kanaatindedirler. Bu cümleden olarak
Kelbî, bu ayete, "Sen sapık kavmin içinde bir kafir idin de, O Allah seni
tevhide iletti" manasını verirken, Süddî de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kırk
yıl, kavminin dini üzere olduğunu söylemiştir. Mücâhid ise bu ayete, "Sen
hidayetten uzak iken, Allah seni bu ayete, "Sen hidayetten uzak iken,
Allah seni dinine iletmedi mi?" manasını vermiştir. Bu görüşte olanlar,
görüşlerine şu ayetleri de delil getirirler: "Sen, kitab nedir, iman nedir bilmezdin" (Şûra, 42/52); "Sen, daha önce gafillerden idin"
(Yusuf, 12/3); "Eğer şirk koşarsan,
şüphesiz amellerin boşa gider" (Zümer, 39/65). İşte bu ayetler, bu
mananın doğru olmasını gerektirir, bu ayet de, bunun doğru olduğuna delalet
edince, bu ayeti bu manaya hamletmek gerekir.[40]
Ama alimlerin çoğu,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, ömrü boyunca, bir an dahi küfür içinde olmadığında
müttefiktirler. Mu'tezile ise, bunda hoşlanılmayan bir şey bulunduğu için,
peygamberimiz (s.a.s) de aklen böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını
söylemişlerdir. Biz ehl-i sünnet alimlerine göre ise, böyle bir şeyin olması aklen
imkansız değildir. Çünkü bir şahsın önce kafir iken, derken Allah'ın imanı
nasib edip de, sonra da peygamberlik vererek ikramda bulunması aklen caizdir.
Ne var ki, mümkin olan bu şeyin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in tahakkuk etmediğine
dair naklî delil vardır. Bu da, "Sizin
arkadaşınız, ne saptı ne de azdı" (Necm, 53/2) ayetidir.[41]
Alimler bu ayetin
izahı sadedinde şunları söylemişlerdir:
1) İbn Abbas
(r.a), Hasan el-Basrî, Dahhâk ve Şehr b. Havşeb'den rivayet olunduğuna göre,
bunlar ayete, "Rabbin seni nimetin bilgilerinden ve şeriatın hükümlerinden
habersiz olarak bulup, seni bu bilgilere iletmedi mi?" manasını
vermişlerdir. Bu mana, "Sen kitab
nedir, iman nedir bilmezdin?" (Şûra, 42/65) ve "Sen daha önce gafillerden (habersizlerden) idin" (Yusuf,
12/3) ayetleriyle de anlatılandır.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s), kendisini dedesine teslim etmek istediğinde, süt annesi Halime’yi
kaybetmişti. Süt annesi Halime, Hübel putunun yanına girmiş ve bu problemini
ona arzetmiş. Derken putlar düşüşmeye başlamışlar. Halime o esnada, "Bizim
helakimiz bu çocuğun eliyle olacak" diyen bir ses duymuştur. Bu hususta
uzun bir hikaye vardır.
3)
Merfu olarak rivayet edilen bir hadis-i
şerifte, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle demiştir:
... "Küçük bir çocuk iken ben dedem Abdülmuttalib'i kaybetmiştim.
Açlıktan nerdeyse ölecek vazıyete geldim. Nihayet Allah
beni ona kavuşturdu". Bu
hadisi, Dahhâk nakletmiş
ve Abdulmuttalib'in, Kâ'be'nin örtüsüne yapışarak şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
"Ya Rabbi çocuğum
Muhammed'i Bana geri ver. Ne olur onu bana geri ver ve bana lütufta bulun. Abdülbuttalib
bu beyti-duayı tekrar ederken, devesine binmiş ve kucağında da Hz. Muhammed
(s.a.s) olduğu halde, Ebû Cehil gelir ve şöyle der:
"Senin bu
oğlundan neler gördüğümüzü sen bilemezsin?" dedi. Bunun üzerine
Abdulmuttalib,
"Bu da
niçin?" deyince, Ebû Cehil şöyle dedi:
"Ben devemi
çöktürdüm, onu terkime bindirdim, ama devem bir türlü kalkmadı. Ancak onu
kucağıma alınca kalktı. Böylece bu deve adeta, "Ey ahmak adam, imâm
(lider) budur. Öyle ise, daha nasıl muktedinin (uyanın) arkasında
durabilir" dedi."
İşte bu cümleden
olarak İbn Abbas (r.a) da, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa (a.s)'yı düşmanının elinde
koruyup muhafaza ettirdiğinde, Musa (a.s)'ya yaptığı gibi, Hz. Muhammed
(s.a.s)'i de dedesine, düşmanının eliyle getirmiştir.
4) Hz.
Peygamber (s.a.s), Hz. Hatice (r.aj'nin kölesi Mesyere ile birlikte çıkınca, bu
kafir köle onun devesinin yularından çekiyordu. Derken Hz. Peygamber (s.a.s)
yolunu kaybetti. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)'i bir insan
kılığında indirdi ve Hz. Peygamber (s.a.s)'i Cebrail (a.s) kılavuzladı.
Şu da rivayet
edilmiştir: "Ebû Tâlib onu Şam seferi için yanına almıştı. Derken Hz
Peygamber (s.a.s) kayboldu. Allah ona, yolunu buldurdu."
5)
Arapça'da, "Su sütün içine karışıp kaybolduğunda, “Dalle’l-mâu
fi’l-lebeni” denilir. Buna göre ayetin manası, "Sen, Mekke'de kafirler
arasında kaybolmuştun. Derken Allah seni güçlendirdi de, böylece dinini galib
getirebildin" şeklinde olur.
6) Araplar
çölde tek olan, adeta çöl içinde kaybolmuş ağaca, "dâlle" derler.
Buna göre Hak Teâlâ sanki, "O beldeler, sen hariç, içinde Allah'a iman ve
marifetullah meyvesini taşıyan hiç bir ağaç bulunmayan bir çöl gibidir.
Binâenaleyh sen, bu cehalet çölünde yetişen, tek bir ağaçsın. Ben seni böylece
tek, adeta yitmiş olarak buldum ve senin sebebinle, insanları hidayete
erdirdim" demek istemiştir ki Hz. Peygamber (s.a.s)'in, “El-hikmetu
dâletu’l-mü’mini”
"Hikmet, mü'minin yitiğidir"[42]
hadis-i şerifi de bunun bir benzeridir.
7) Bu,
"Allah seni, küçük bir çocuk iken, marifetullah'dan habersiz olarak bulup
da, sende akıl, hidayet ve marifet yaratmadı mı?" demektir. Nitekim Hak
Teâlâ, bir başka ayette, "Allah
sizi, analarınızın karnından, siz bir şey bilmez iken alarak çıkardı"
(Nahl, 16/78) buyurmuştur. O halde bu ayette geçen, "dâli" ile,
"ilimden boş" manası
kastedilmiş olup, "yanlış
inançlara kapılmış ve sapıtmış" manası kastedilmemiştir.
8) Bu, "Sen,
peygamberlikten
bî-haberdin; böyle birşey
arzusunu bile taşımıyordun. Bu
aklına bile gelmiyordu." Çünkü
yahudi ve hristiyanlar, peygamberliğin İsrailoğullarına
mahsus olduğunu iddia ediyorlar. Dolayısıyla Ben, seni, kesinlikle bir arzu ve
düşüncen bulunmayan, nübüvvete ilettim" demektir.
9) Bazan
kavmin reisine, kavmi murad edilerek, bu şekilde hitab edilir. Buna göre bu
ayet, "Senin kavmini sapmış olarak bulup da, senin ve şeriatın sayesinde
doğruya iletmedi mi?" manasında olur.
10) Bu
ifade, "seni sapıtan kimlerden ayrı, onlardan uzak tek başına bulmadı mı?
Binâenaleyh senin onlardan uzaklığın her ne zaman ileri olursa, onların
sapıklıkları da o nisbette ileri olur. İşte bu sebeple, seni onlara karışmaya,
içlerine girmeye ve onları apaçık olan bu dine davet etmeye iletmedi mi?"
demektir.
11)
Bu, "Seni, hicretten uzak, Kureyş'in
elinde şaşkın ve onlardan ayrılmayı arzulayan biri olarak bulmadı mı?"
Halbuki Allah'ın izni olmadan, hicret etmen mümkün değildir. Binâenaleyh Allah,
hicretine müsaade edip, Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a)'i de, hicrette sana yoldaş
kılıp, seni Ümmü Ma'bed'in çadırına iletip, Sürâka hadisesinde olanlar olup,
dindeki kuvvet ortaya çıkınca, ayetteki “Fehedâ”
"yolunu doğrulttu" ifadesi ile murad edilen şey olmadı mı?"
demektir.
12) Hz.
Peygamber (s.a.s), kıbleyi bilmiyordu. O hep kıblesinin, Kâ'be olmasını temenni
edip duruyordu ve bunun mümkün olup-olmadığını bilemiyordu. İşte Hak Teâlâ onu,
"Seni, razı olacağın bir kıbleye
çevireceğiz" (Bakara, 2/144) beyanıyla bu arzusuna iletmiştir. Böylece
Hak Teâlâ, bu şaşkınlığı, bilememeyi, "dalâlet" diye adlandırmıştır.
13) Hz.
Peygamber (s.a.s), tâ işin başında Cebrail (a.s) gözükünce, o, bunun
Cebrail (a.s) olup-olmadığını bilememiş
ve bundan alabildiğine korkmuştu. Derken, kendisini o dağdan atmak,
intihar etmek istemişti. İşte Allah Teâlâ, ona bu hususta hidayet etti, böylece
bunun Cebrail (a.s) olduğunu anladı.
14)
"Dalâl", sevgi ve muhabbet manasınadır. Bu tıpkı, "Şüphesiz sen, o eski dalailindesin (sevgindesin)"
(Yusuf, 12/95) ifadesinde olduğu gibidir. Buna göre mana, "Sen hep o
sevgiyi yaşıyorsun. Binâenaleyh Ben seni, sevdiğine kendi vasıtasıyla hizmet
edebileceğin şeriat ahkamına ilettim" şeklinde olur.
15)
Bu, "Sen dünya işleri, ticaret ve
benzeri şeyleri bilmiyordun. Bunlara seni Ben ilettim ve böylece ticaretinde kazanç
sağladın; çok kâr elde ettin. Derken Hatice, böylece sana meyletti"
demektir ki bu da, "Senin dünyaya vukufiyyetin yoktu. Dinden başka birşey
bilmiyordun. Dolayısıyla artık bundan sonra, sana dünya işlerini de
öğrettik" demektir.
16) Bu,
"Kavmin içinde adeta kaybolmuştun. Onlar sana eziyet ediyorlardı. Senin
tebaa olarak kalmana bile nza göstermiyorlardı. Derken Allah senin işini
takviye etti ve seni, onların amiri-reisi yaptı" demektir.
17) Bu,
"Sen kaybolmuştun. Göklerin yollarını bilemiyordun. Binâenaleyh Ben sana
bu yolları gösterdim. Böylece Miraç gecesinde, göklere çıkarıldın"
demektir.
18) Bu,
"O seni dâll, yani unutan birisi olarak bulup da, hidayete erdirmedi mi,
yani sana hatırlatmadı mı?" demektir. Çünkü Hak Teâlâ, "O kadınlardan birisi unutursa, diğeri
ona hatırlatsın diye..." (Bakara, 2/282) ayetinde "dalâlet"
kelimesini "unutma" manasına kullanmıştır. Bu böyledir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s), miraç gecesi, Cenâb-ı Hakk'ın heybeti yüzünden, denilmesi
gerekli şeyleri unuttu da, Allah Teâlâ ona, Kendisini nasıl medh-ü sena
edeceğini hatırlattı. Böylece Hz. Peygamber (s.a.s), "Sana yapılacak sana
layık, medh-ü senaları sayamam" diyebildi.
19) Hz.
Peygamber (s.a.s), her ne kadar kalben (aklen) Allah'ı tanıyor idiyse de,
peygamber olmazdan önce, müşriklere karşı açıktan muhalefet gösteremiyordu.
İşte onun bu hali, "dalâlet" diye ifade edilmiştir.
20) Hz. Ali
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Ehl-i cahiliyyenin yaptıkları şeylerden sadece
iki şey yapmaya yeltendim. Ama her defasında Allah, benimle istediğim o şey
arasına girip, bana mani oldu. Artık bu iki şeyden sonra, Allah bana
peygamberlik görevi ile ikramda bulunana kadar (ve ondan sonra), hiçbir kötü
şey yapmaya yeltenmedim. (O iki şey de şu idi:) Bir gece, Mekke'nin yüksek
yerlerinde benimle beraber koyun güden Kureyşli bir çocuğa "Keşke benim
koyunlarıma da göz-kulak olsan da, Mekke'ye gidip gençlerin sohbetlerine
(eğlencelerine) katılsam" dedim ve bu istekle oradan ayrıldım. Derken
yolumun üzerindeki ilk eve vardım ve bir def-zurna (eğlence) sesi düydüm.
Onlar, "falan oğlu falan, falan kızla evleniyor" diye ilan
ediyorlardı. Onları seyredeyim diye oturdum. Allah bana bir uyku verdi, ben de
uyuya kaldım. Güneşin dokunuşu beni uyandırdı." Hz, Peygamber (s.a.s) sözüne şöyle devam eder:
"Arkadaşımın yanma döndüm. O bana, "Ne yaptın" diye sorunca,
"Birşey yapmadım" deyip, hadiseyi anlattım. Yine bir başka gece
arkadaşıma aynı şeyi söyledim. Derken Allah Teâlâ, bana bir uyku verdi, yine
güneşin dokunuşu beni uyandırdı. Artık bu iki şeyden sonra, Allah bana risalet
görevi ile ikram edinceye kadar, böylesi mâlâyânî (lüzumsuz) şeylere yeltenmedim.[43]
"Seni fakir bulup
da, zengin kılmadı mı?"
(Duhâ, 8).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[44]
"A'il",
ihtiyaç sahibi manasınadır. Bu kelimenin izahını, “En lâ teulu” (Nisa, 4/3)
ayetinin tefsirinde yaptık. Bu kelimenin, "ihtiyaçlı (fakir)"
manasına gelişinin delili, “Vein hiftum ayleten” "Eğer fakirlikten korkarsanız..." (Tevbe, 9/28) ayetidir.
Bu kelime daha sonra, lyâli (ailesi) olmasa bile, "fakir" manasına
kullanılır olmuştur.
Birinci Görüş: Meşhur görüşe göre, bununla
"fakir" manası kastedilmiş olup, bunun delili, Abdullah b. Mes'ûd
(r.a)'un mushafında bu ayetin, “Vevecedeke adimen” şeklinde yer almasıdır. “Âilen”
kelimesi, tıpkı “Seyyihâtin^” şeklinde okunduğu gibi, “Ayyilen” şeklinde de
okunmuştur.
Bu zengin kılmanın
keyfiyeti hususunda da şu izahlar yapılabilir:
1) Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'i, Ebû Tâlib'in yetiştirmesi ile zengin ve
müstağni kılmıştır.Ebü Tâlib"in durumu bozulunca, Allah, Hz. Peygamber
(s.a.s)'i, Hz. Hatice'nin malı ile zengin kılmıştı. Bu da bozulunca, Cenâb-ı
Hak onu, Ebû Bekir (r.a)'in malı ile zengin kıldı. Bu da, bozulup haleldar
olunca, Hz. Peygamber (s.a.s)'e hicret etmesini emretti ve onu, ensarın
yardımıyla zengin kıldı. Derken, Hz. Peygamber (s.a.s)'e cihad emrini verdi de,
böylece onu, ganimet mallarıyla müstağni kıdı. Bu iş her ne kadar bu sûrenin
inişinden sonra tahakkuk etmişse de, ancak ne var ki, bunun tahakkuk edeceği
malum olunca adeta olup bitmiş gibi kabul edilmiştir.[45]
Rivayet olunduğuna
göre, Hz. Peygamber (s.a.s) üzgün bir şekilde Hz. Hatice'nin yanına varır. Hz.
Hatice ona,
"Sana ne
oldu?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s),
"Zaman, kıtlık zamanıdır. Şimdi ben şayet, senin
malını harcayacak olursam, o zaman malın tükenir. Bundan dolayı da senden
utanırım. Yok eğer, malını harcamayacak olursam, Allah'tan korkarım" dedi. Bunun üzerine Hz. Hatice, Kureyş'i çağırdı.
İçlerinde, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk de vardı. Hz. Ebû Bekir şunları
anlatmaktadır: "Hz. Hatice, altınları çıkardı. Bu altınlar, çokluğundan
dolayı, ayağının dibinde oturanları göremeyeceğim bir seviyeye yükseldi. Sonra
da Hz. Hatice şöyle dedi: "Şahit olun, bu mal, onun malıdır, onundur.
İsterse dağıtır harcar, isterse yanında alıkor!"[46]
2) Allah,
Hz. Muhammed (s.a.s)'i, ashabıyla zengin kıldı. Onlar, (başlangıçta) Allah'a
gizlice ibadet ediyorlardı. Öyle ki, müslüman olduğunda Hz. Ömer (r.a),
"Ortaya çıkalım.
Lât’a açıktan açığa tapılırken, biz, Allah'a gizlice mi ibadet edeceğiz"
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),
"Taraftarlarımız çoğalıncaya kadar..." deyince, Hz. Ömer (r.a)
"Allah ve ben,
sana yeteriz..." dedi. Nitekim, "Sana,
Allah ve beraberinde bulunan mü'minler yeter" (Enfâl, 8/64) ayeti
nazil olmuştur. Böylece Allah, Hz. Muhammed (s.a.s)'i Hz. Ebû Bekir (r.a)'in
malı, Hz. Ömer (r.a)'in de heybeti ve cesareti ile zengin kıldı.[47]
3) Bu,
"Allah seni, kanaat ile müstağni kıldı da, böylece sen, katında, taş ile
altının eşdeğerde olacağı bir duruma geliverdin. Kalbinde, Rabbinden başkasını
bulamadın. Binâenaleyh senin Rabbin, bir şey sebebiyle diğer bir şeyden değil
de, her şeyden müstağnidir. Sen ise, kanaatkarlığınla eşyadan müstağni oldun..
Çünkü en üstün zenginlik, bir şey ile başka bir şeyden değil de, doğrudan
doğruya her şeyden müstağni olma halidir" demektir. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, zengin olma ile fakir olma arasında muhayyer bırakılıp da,
Peygamberin fakirliği tercih edişi, işte bundandır.
4) Bu,
"Sen, burhan ve hüccetlerden yoksundun da, Allah Teâlâ sana Kur'ân'ı
indirdi; böylece, bilmediğini öğretti de, seni, müstağni kıldı.."
demektir.
İkinci Görüş: “Âilen” kelimesinin ne demek olduğu
hususundaki ikinci görüş de şöyledir: "Sen, evlad u iyali çokça olan bir
kimsesin; senin efrâd-ailen de, ümmetindir. Böylece Allah, sana yetmiş ve kafi
gelmiştir." Ayetteki bu ifadeye, "Allah, ümmetini, senin sayende
müstağni kıldı. Çünkü ümmetin, cehaletleri sebebiyle fakir idiler. Sen ise,
ilim sahibisin. Dolayısıyla, Allah ümmetini, senin eiinle, senin sayende
doğruya iletti" manası da verilmiştir. Burada birkaç soru sorulabilir.[48]
Birinci Soru:
Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'i "yetim" kılmasının hikmeti
nedir? Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir:
1)
Peygambere, yetimlerin kadr u kıymetini
bilmesini, böylece de onların, hak ve
hukuklarına riayet etmesini
öğretmektir. Yusuf (a.s),
"Doyup da, açlığı unutmamdan endişeleniyorum" diye cevap
vermiştir.
2) Yetimler,
bu isimde, Hz. Peygamber ile bir müştereklik arzetsinler de, işte bu yüzden
ikram görsünler., diye Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Çocuğunuza, Muhammed adını koyduğunuzda, ona değer veriniz ve
oturduğunuz mecliste ona yer açın... "[49]
buyurması da buna benzer.
3) Babası
veya annesi bulunan kimseler, babasına anasına güvenirler. İşte bu yüzden
Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, hem babasını hem anasını almıştır ki böylece
o, çocukluğunun başından ömrünün sonuna değin, Allah'tan başka hiç kimseye
güvenmesin... Böylece de, ta çocuk iken, Hz. İbrahim (a.s)'in, "Senin, benim durumumu bilmen, benim
Sen'den bir şey istememe manidir!" şeklindeki sözü hususunda İbrahim
(a.s)'a benzemiş olsun... Ve bu tıpkı, Hz. Meryem'in, ayetteki, "Bu sana nereden (geliyor?)., (dedi).
(Hz. Meryem de), Bu, Allah katmdandır" (Al-i İmran, 3/37) şeklindeki
cevabı gibidir.
4)
Örfe göre, yetimin kusurları, saklı kalmaz,
tam aksine yetimin üzerinde gözükür... Hatta cemiyet ve insanlar, yetimdeki
kusurlara kusur katarlar. İşte bu yüzden, herkes, Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında
düşünsün de, onda hiçbir ayıp bulamasınlar ve böylece onun nezih oluşunda
ittifak etsinler diye Cenâb-ı Hak, onun yetim olmasını tercih etmiştir.
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'i risalet görevi için seçince,
insanlar onda, hiçbir ta'n ve tenkit sebebi bulamadılar.
5) Herkes
onun üstünlüğünün, doğrudan doğruya Allah tarafından olduğunu anlasın diye,
Allah onu yetim bırakmıştır. Çünkü, babası olan kimsenin babası, onun talim ve
terbiyesi hususunda çaba gösterir.
6) Yetimlik
ve fakirlik insanlar hakkında bir noksanlık kabul edilir. Binâenaleyh, Hz.
Muhammed (s.a.s), bu iki vasfı üzerinde bulundurmasına rağmen, mahlukatın en
kerimi olunca, bu harikulade bir şey olmuştur. Dolayısıyla da, mucize cinsinden
oluvermiştir.
İkinci Soru:
Cenâb-ı Hakk'ın, bütün bu hususları dile getirişinin hikmeti nedir?
Cevap:
Bundaki hikmet, kendisini unutup da, kendini beğenme duygusuna kapılmamasını
temindir.[50]
Üçüncü Soru: Rivayet olunduğuna göre, Hz.
Peygamber (s.a.s) şöyle demiştir:
"Sormamayı arzu etmeme rağmen, Rabbime şöyle bir
soru yönelttim:
"Hz. İbrahim'i Halîl edindin. Musa ile,
mukalemede bulundun (onu kelîm edindin). Dağları Davud'un emrine verdin.
Süleyman'a şunu şunu verdin; filancaya şunu şunu verdin..." Cenâb-ı Hak
da,
"Ben seni yetim olarak bulup da, seni
barındırmadım mı? Seni, yoluma ulaştırmadım mı? Seni, fakir olarak bulup da,
zengin kılmadım mı?" deyince, ben de,
"Evet" dedim. Bunun üzerine O,
"Senin göğsünü açmadım mı?" deyince, ben,
"Evet" cevabını verdim.
"Senin zikrini yüceltmedim mi?" deyince,
ben,
"Evet" dedim.
"Senden yükünü almadım, hafifletmedim mi?"
deyince, ben,
"Evet" dedim.
"Sana, senden önce hiçbir peygambere vermediğimi,
yani Bakara Sûresi'nin son üç ayetini sana vermedim mi?" İbrahim'i Halil,
dost edindiğim gibi, seni de Halîl, dost edinmedim mi?" dedi."
Ne dersin? Bu hadis,
sahih midir? Biz deriz ki: Kadî bu hadisi tenkit eder ve şöyle der:
Peygamberler (a.s), böylesi soruları, ancak bir izin ve müsaade neticesinde
sorarlar. Binâenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s)'den böylesi bir sorunun, Cenâb-ı
Hak'dan da bir sitem yerine geçen bir şeyin sudur etmesi nasıl doğru olabilir?[51]
“O halde yetime
gelince (ona sakın) kahretme...” (Duha, 9).
“Felâ tegher” kelimesi
“Felâ tekner” şeklinde de okunmuştur. Yani “yetime yüzünü ekşitme onu kovma...”
demek olup mani ise "Yetime Allah’ın sana muamele ettiği biçimde muamele
et.” şeklindedir ki Cenab-ı Hakk-ın “Allah’ın
sana ihsanda bulunduğu gibi, sen de ihsanda bulun..." (Kasas, 28/77)
şeklindeki hitabı da bir açıdan bu ifadenin benzeridir. Hz. Peygamber
(s.a.sj'in, Allah'tan başka kimsesi bulunmayanlar hakkındaki, "Allah'tan başka kimsesi olmayanlar
hakkında, Allah'tan sakının, Allah'dan!..." şeklindeki hadisi de, bu
noktaya varıp dayanır. Rivayet olunduğuna göre ayetin bu ifadesi, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, Hz. Hatice (r.a)'nin çocuğuna seslendiği bir sırada nazil olmuştur.
Musa (a.s)'nın,
"Allah'ım, hangi
şey yüzünden, nail olduğum bu makama nail olabildim?" dediğinde, Cenâb-ı
Hakk'ın,
"Hatırlar mısın,
hani bir kuzu kaçmıştı da, sen onu yakaladığında, "Sen kendini
yordun..." dedin, sonra da onu sırtlayıp gittin... İşte bu yüzden seni,
insanların yöneticisi kıldım..." şeklinde buyurmuş olması da böyledir.
Şimdi, Hz. Musa (a.s),
bir kuzuya iyilikte bulunması yüzünden nübüvvete müstehak olunca, ya yetime
ihsanda bulunulduğunda nasıl olur? Ve yine, böylesi bir sitem, sırf seslenme
veyahutta yüz dökme, yüzünü ekşitme yüzünden olunca, onu tökezlettiren, yahut
da, onun malını nahak yere yiyenin hali nice olur? Enes (r.a), Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Yetim ağladığında, gözyaşları Allah Teâlâ'nm
avucunun içine düşer de, bunun üzerine O: "Babasını toprağa belediğim bu
yetimi kim ağlattı. Kim onu, susturur da rahatlatırsa, ona cennet var..."
der."[52]
"Sâile gelince,
(onu) da azarlayıp koğma..." (Duhâ,
10).
Birisi birisini, onu
azarlarcasına karşıladığında, Arapça'da, “Neherahu, inteherahu” ifadesi
kullanılır.
[53]
Ayette bahsi geçen
"sâil" ile kimin murad edildiği hususunda da şu iki görüş ileri
sürülmektedir:
1) Hasan
el-Basrî'nin tercih ettiği bu görüşe göre, bununla, ilim, bilgi talep edenler
kastedilmiştir. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisine
a'mâ geldi diye yüzünü ekşitti ve yüz çevirdi" (Abese, 80/1-2) ayeti
de, bir açıdan bu ifadenin bir benzeridir. İşte bu durumda, ayetler arasında
bir münasebet ve tenasüb oluşmuş olur. Çünkü, Cenâb-ı Hak Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, sırasıyla, "O, bir yetim
olduğunu bilip de (seni) barındırmadı mı? Seni (çocukluğunda) gaib olmuş bulup
da yolunu doğrultmadı mı? Seni, bir fakir olduğunu bilip de, zengin yapmadı
mı?" (Duhâ, 93/6-8) buyurmuş, daha sonra da sırayı nazar-ı dikkate
alarak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, yetimin hakkını, ilim ve hidayet isteyenlerin
hakkını; daha sonra da, Allah'ın nimetleri karşısında O'na şükretmesini tavsiye
edip emretmiştir.
2) Bununla,
mutlak anlamda bir sâil kastedilmiştir.[54]
Andolsun ki, Cenâb-ı
Hak, Resulüne Kur'ân'da, şu üç yerde, fakirler hususunda sitemde bulunmuştur:
1) Hz. Peygamber
(s.a.s), etrafında Kureyş'in ileri gelenlerinin bulunduğu bir zamanda,
oturuyordu. Derken, İbn Ümmî Mektûm ed-Darîr çıkageldi. İnsanların omuzuna basa
basa Hz. Peygamber (s.a.s)'in önüne oturdu ve "Bana, Allah'ın sana
öğrettiği şeylerden bir şeyler öğret" dedi. Bunun bu hareketi, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in gücüne gitti de, yüzünü ekşitti. İşte bunun üzerine
(Abese, 80/1) ayeti nazil oldu.
2) Kureyş,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Keşke, bize, ayrı bir meclis, fakirlere de ayrı
bir meclis düzenlesen" dediler, Hz. Peygamber (s.a.s) de, böyle yapmayı
kafasına koydu. İşte bunun üzerine, "Kendini,
Rablerine ibadet edenlerle beraber tut, onlardan ayrılma" (Kehf, 18/28)
ayeti nazil oldu.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s) oturuyordu. Derken, Hz. Osman (r.a), kendisine bîr salkım
meyve (üzüm kurusu) getirdi ve önüne koydu. Tam yiyeceği bir sırada, bir
dilenci, kapının üzerinde dikiliverdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),
"bize acıyıp merhamet eden kula (Hz. Osman), Allah rahmet etsin"
dedi; Hz. Osman'a, o salkımı dilenciye vermesini emretti. Hz. Osman bundan
mennun kalmadı; ille de Hz. Peygamber (s.a.s)'in ondan yemesini istiyordu.
Çıktı ve o salkımı, o dilenciden parasıyla satın aldı. Derken, dilenci yeniden
geldi ve bu işi üç kez tekrarladı. Her defasında da, Hz. Peygamber (s.a.s), "Dilenci misin, yoksa satıcı mı?"
demek zorunda kaldı da, bunun üzerine, "Sâile
gelince, (onu) da azarlayıp koğma" ayeti nazil oldu.[55]
"Bununla beraber,
Rabbinin nimetini söyle, dile getir" (Dııha, 11).
Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
1) Mücâhid,
"Bu nimet, Kur'ân'dır. Zira Kur'ân, Allah Teâlâ'mn, Hz. Muhammed (s.a.s)'e
lütfettiği nimetlerin en büyüğüdür. "Onun bu tahdis etmesi" de,
Kur'ân'ı okuması, başkalarına okutması ve hakikatlarını onlara açıklaması
demektir" demiştir.
2) Yine
Mücâhid'in, "Bu nimet, nübüvvet nimeti olup bu, "Rabbinden sana indirileni tebliğ et" demektir"
dediği de rivayet edilmiştir.
3)
"Allah seni muvaffak kılıp da, böylece sen de yetimin ve dilencinin
hakkına riayet ettiğinde, ki, bu muvaffak kılma işi, Allah'ın sana olan bir
nimetidir başkalarının da sana uymaları için, bu nimetleri anlat, dile
getir" demektir. Ali (r.a)'nin oğlu Hz. Hüseyin'den, "Bir iyilik
yaptığında, onların da sana uymaları için, onu kardeşlerine anlat" şeklinde
rivayet edilen sözü de buna varıp dayanır. Ancak ne var ki bu husus, işin içine
bir riya karışmadığı ve başkalarının da ona uyacağı zannedildiğinde güzel ve
yerinde olur. Emirü'l-Mü'minîn Hz. Ali'ye, sahabe-i kiramın durumu sorulup da,
onun onları güzellikle yadedip, hasletlerini tadâd etmesi meselesi de, işte
buna varıp dayanır. Çünkü, onlar, Hz. Ali (r.a)'ye, "Biraz da kendinden
bahset" dediklerinde. Hz. Ali (r.a), "Yavaş olunuz, zira Cenâb-ı Hak,
kişinin kendi nefsini tezkiye etmesini yasaklamıştır" dedi. Bunun üzerine
Hz. Ali'ye, "Allah Teâlâ, "Rabbinin nimetlerini anlat" diye
buyurmamış mıdır?" şeklinde bir hatırlatmada bulunulunca da, O, "O
halde şimdi ben anlatayım. Benden istenildiğinde verdim; sorulduğunda söze
başladım. Göğsümde pekçok ilim bulunmaktadır. O halde bana sorunuz"
demiştir.[56]
Buna göre şayet,
"Allah Teâlâ'nın, Kendi hakkını, yetim ve fakirlerin hakkından sonra
getirmesinin hikmeti nedir? denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
1)
Allah Teâlâ adeta, "Ben ganiyim,
bunlarsa muhtaç; muhtacın hakkını öne almakta, daha uygun bir harekettir"
buyurmuştur.
2) Cenâb-ı
Hak, yetim ile fakirin paylan hususunda, fiili yapmayı öngörmüş, Kendisi için
de, sözlü olanla yetinip ona razı olmuştur.
3)
Bütün taatların maksadı, kişinin kalbinin,
Allah'ı yadetmeye gark olmasını temindir. İşte bu sebeple, taatların zirvesi,
zikrullah ile son bulsun diye, bu taatların hatimesini, kalbin ve dilin,
Allah'ın nimetlerinden bahsetmek kılmıştır. Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber nezdinde
unutulmayan ve şefaatla tekrar edilen bir söz olsun diye, "anlat"
sözünü, "haber ver" sözüne tercih etmiştir. En iyi bilen Allah'tır.
Salat ü selâm, efendimiz Hz. Muhammed'e, O'nun âline ve ashabına olsun (amin)![57]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/199.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/201.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/201.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/201-202.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/202.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/202-203.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/203.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/203.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/204.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/204-205.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/205.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/205.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/205.
[14] Keşfu'l-Hafa 2/202.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/205.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/205-206.
[17] Buhâri, Cihad, 9; Müslim, Cihad, 112 (3/1421).
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/206.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/207.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/207.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/207.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/207-208.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/208.
[24] Keşfü'l Hafa, 2/163. Hadisin devamı meâlen şöyledir:
"Eğer beli bükülmüş yaşlılar ve emzikli çocuklar olmasaydı belâlar
üzerlerinize sel gibi akardı, (ç.).
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/208-209.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/209-210.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/210.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/210.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/210-211.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/211.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/212.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/212.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/212.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/213.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/213.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/213.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/213-214.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/214.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/214-215.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/216.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/216.
[42] Keşfü'l-Hafa 1/363.
[43] Kenzü’l-Ummal, 11/32135, 12/35438.
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/216-219.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/219.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/220.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/220.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/220.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/221.
[49] Kenzû'l Ummal, 16/45108; feyzu'l-Kâdir, 1/385.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/221-222.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/222.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/222-223.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/223.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/223-224.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/224.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/224-225.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/225.