- 95 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 95., Nüzûl sıralamasına göre 28., Mufassal sûreler
kısmının on üçüncü grubunun ilk sûresi olan Tîn sûresi Mekke’de nâzil olmuş
olup âyetlerinin sayısı 8’dir.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-3. “İncir
ve zeytine andolsun, Andolsun Sina dağına, Andolsun bu güvenli Mekke şehrine
ki: 4-5. Biz insanı en güzel şekilde
yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık. 6. Yalnız, inanıp yararlı iş
işleyenler bunun dışındadır. Onlara kesintisiz ecir vardır. 7. Ey insan! Öyleyken,
sana dini yalan saydırtan nedir? 8. Allah hükme-denlerin en iyi hükmedeni değil
midir?”
Mekke’de Hicret öncesi nâzil
olmuş, Allah’ın hidâyet gönderisi tecellilerinden birisi olan Tin sûresiyle
karşı karşıyayız. Zamandan ve mekândan münezzeh olan Rabbimizin zaman ve mekânla
mukayyet olan biz kullarına gönderdiği yıldızlardan bir yıldız sûre. Zaten
Kur’an-daki tüm sûreler birer yıldızdır. Her bir bölüm bir necmdir.
Kitabımızın
95. sırasına ve İnşirâh sûresinin hemen arkasına yerleştirilmiş olan Tin
sûresinde Rabbimiz mekânın mukaddes olan birimlerine yemin ederek insanın yaratılışına
dikkat çeker. Biz insanı en güzel bir kıvamda yarattık buyurarak insanın
şerefine ve ona lü-tuflarına dikkat çeker. Daha sonra da yarattığı ve sayısız
nîmetlerle, üstünlüklerle donattığı insanın iki kısım olduğunu anlatır.
Bunlardan birinci grubun ahsen-i takvim üzere, yaratılışları, fıtratları üzerine
de-vam eden, kulluklarını, şereflerini, yüceliklerini bozmadan bir hayat yaşayan,
kendilerine yüklenen sorumluluklarını hayatlarının sonuna kadar sürdüren ve en
sonunda bu yüceliklerine cennette de en son ve en büyük bir yücelik katan iman
ve salih amel sahipleri. İkincisi de yaratılışlarını, fıtratlarını bozan,
Allah’ın kendilerine verdiği şerefi red-dedip kendilerini esfeli safiline,
aşağıların aşağısına indiren, hattâ mahlukâtın en alçak seviyesine düşüren
aşağılık insanlar.
Yeryüzünün her yerinde ve her
döneminde bu belirgin özellik-leriyle var olan bu iki insan tipini anlattıktan
sonra Rabbimiz bu insan-ların durumlarına göre kendilerine verilecek farklı
karşılıklardan söz eder. Her iki insan tipinin de gidecekleri yeri anlatır. En
sonunda da Allah kendini hakimlerin hakimi olarak gündeme getirerek bu iki gru-bun
ikisini de denk tutacak adaletsiz bir Rab olmadığını ortaya koyar. Hakimler
hakimi olarak her iki grubun da amellerine göre, yaşadıkları hayata göre farklı
sonuçları hak ettiklerini ortaya koyar. Birisi yaşadığı hayatın yüceliğine
mütenasip olarak yüceler yücesi cennete uçarken, ötekisi de yine yaşadığı
hayata uygun olarak cehennemin esfeline akacaktır der.
Sûrenin
âyetleri üzerinde hızlı bir gezinti yaptıktan sonra âyet-lerin tefsirine
geçelim inşallah.
Allah Teâlâ, Tîn (incir)'e zeytine, Sina dağına ve emin olan belde
(Mekke)'ye kasem ederek insanı her yönüyle güzel ve kâmil bir biçim ve şekilde
yarattığını bildirmektedir: "İncire ve Zeytine. Sina da-ğına ve bu
emniyetli şehre yemin olsun ki, Biz, insanı en güzel şekilde yarattık"
(1-4).
Allah Teâlâ, fizikî ve ruhî özellikleri ile yaratılmış diğer mahluk-lar
arasında seçkin bir makam verdiği insanoğlunu kötülülüğe ve bo-zulmaya
elverişli bir fıtrat üzere yaratmıştır. Şüphesiz Allah, her şeyi güzel yaratmıştır.
Ancak insana bütün yaratılanlar arasında özel bir değer vermiş, ona, Rabbine
saf bir kalp ile yöneldiği zaman melekler-den bile üstün olabilecek bir
kabiliyet vermiştir. Allah'ın insana verdiği bu kıymet, onun, yaratılışındaki
mükemmelliği, fevkalade karmaşık in-ce cismanî yapısı, başka hiç bir canlıya bahşedilmemiş
aklî durumu ve akıllara durgunluk veren ruhî yapısında ortaya çıkmaktadır.
İşte bütün yönleriyle tam bir mükemmellikte yaratılmış olan in-san,
Rabbinin gösterdiği yoldan sapmalar göstermeye başladığı an onun için, bu en
güzel yaratılışta olma vasıflarını kaybetme durumu başlamış demektir. Allah
Teâlâ, en güzel şekilde yarattığı ve doğru yolu gösterici peygamberler ve
kitaplar göndererek onu dünya ve ahi-ret nimetleriyle nimetlendirdiği halde
nankörlük edip şükretmekten vazgeçer ve kendisine yaratıcısından başka ilâhlar
edinerek isyan ederse, ruhî ve manevî yönden aşağıların aşağısına sürüklenir ki
bu durumda hayvanların bile düşemeyeceği dereceye düşer: "Sonra da onu
aşağıların aşağısı olan "esfel-i safilîn"e indirdik" (5).
İnsanın en güzel şekilde yaratılıp, sonra da "aşağıların
aşağı-sına" indirilmesinin sebebi ona seçme hürriyetinin verilmiş olmasıdır.
İnsan, iyilik ve kötülükten her birini işleyebilme konusunda serbest
bı-rakılmıştır. O, dilerse dünyevî şeylere ve şehevî arzuları tatmin etme-ye
çağıran nefsine tabi olur ve manevî yönden aşağılara doğru düşer. Dilerse
hevasına uymaktan kaçınarak Rabbine yönelir, yaratılışındaki en güzel biçimini
muhafaza etmiş ve Allah'ın hoşnut olduğu kullarının arasına girmiş olur.
İyiliğe ve kötülüğe tabi olma konusunda insan, dünya hayatında hür iradesiyle
baş başa bırakılmıştır. işte verilen bu hürriyet onu, diğer varlıklardan ayıran
bir sorumluluk yüklemektedir. işte bu sorumculuğun bilincinde olmak isteyen
kimseler, bir anda ken-dilerini aşağıların aşağısında bulmaktadır. Allah Teâlâ,
bu dereceye düşüp cehennem çukurlarına yuvarlanacak olan kimselere istisna
ola-rak iman edip salih ameller işleyenleri göstermektedir ki bu kimseler,
Rableri tarafından sürekli bir kesintisiz bir şekilde mükafatlandırıla-caktır:
"Fakat iman eden ve salih ameller işleyenler bunun dışındadır. Onlar için
arkası kesilmeyen mükâfat vardır"(6).
Bu gerçekleri dile getirdikten sonra, insana neye dayanarak itaat etmekten
yüz çevirdiği sorulmaktadır. Soru, işlemiş olduğu suç-lardan dolayı hiç bir
mazereti olmayan bir kimseye yöneltilmiş hesap soran bir üsluptadır ki, muhatabın
buna vereceği hiç bir cevabı yoktur. Çünkü her şey açık bir şekilde bütün
delilleriyle insanoğlunun gözleri önünde serili bulunmaktadır: "Ey İnsan!
Bütün bu hakikatlerden sonra sana dinini yalanlatan nedir?" (7).
Allah Teâlâ, hükmederken adaletle hükmetmektedir. Bu, bütü-nüyle apaçık
olan bir gerçektir ve bunu hiçbir akıl sahibinin inkar et-mesi mümkün değildir.
O'nun verdiği her hüküm büyük hikmetler içer-mektedir. Sure bu gerçeği dile
getirerek son bulmaktadır: Allah, hük-medenlerin en güzel hüküm vereni değil
midir?" (8).
Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz Tîn sûre-sini
okuyup. "Allah hükmedenlerin en güzel hüküm vereni değil midir"
ayetine gelince: Evet biz de buna şahidiz ki, O hükmedenlerin en iyi
hükmedenidir" desin." Bu kısa mukaddimeden sonra sûrenin âyetleri-ni hep beraber
tanımaya çalışalım inşallah.
1-3: “İncir
ve zeytine andolsun, Andolsun Sina dağına, Andolsun bu güvenli Mekke şehrine
ki:”
Rabbimiz
sûrenin başında dört konuda dört yeminle söze başlıyor. Rabbimiz incire,
zeytine, Tûr-i Sînîn’e ve emin beldeye yemin ediyor. Her ne kadar birinci ve
ikincilere bakarak Rabbimiz incire ve zeytine, bunların mübârek meyveler
olduğuna yemin ediyor demişlerse de üçüncü ve dördüncü yeminlere baktığımız
zaman bu yeminlerin o mânâya gelmediğini anlayabiliyoruz.
“İnsan
yediği gıdalardan teşekkül eder. Bu gıdalar da ya yağlıdır, ya tuzludur, ya da
tatlıdır. İşte Rabbimiz insan vücudunun temel taşlarına dikkat çekiyor” demeye
çalışmışlar. Elbette bir şeyi temel kabul etmişse kişi, ona delil de
bulabilecektir. Meselâ orucun hikmetleri, faydaları sayılmaya başlanırken, “işte
efendim bir yıl yorulan mideyi dinlendireceksin, bir yıl boyunca hatırlamadığın
açları hatırlayacaksın, fakirlerin haline muttali olacaksın” filan… Sanki bir
yıl hiç oruç yok, bir yıl hiç mideyi aç bırakma yok, bir yıl hiç fakir
fukaranın haline muttali olma yok. Tabii bunu temel kabul ettiniz mi, sonuçta
böyle çıkacaktır.
O zaman
anlayabildiğimiz kadarıyla bu yeminlerle kastedilen zeytin ve incir değildir.
Bunlarla kastedilen iki bölgedir. Tin bölgesi ve zeytin bölgesi. Türkçe’de de kullanılır
bu. Meselâ Amasya veya Was-hington derken birisinde elma, ötekisinde de
portakal kastedilir. Amasya ve Washington aslında iki şehir, iki bölgedir. Ama
elmanın adı söylenirken Amasya, portakalınki de Washington olarak söylenir ya
işte buradaki incir ve zeytin de bu mânâdadır. Yani iki bölge varmış. Birisi
zeytin bölgesi, öbürü de incir bölgesi ki insanlar bunu biliyorlardı o dönemde.
Tîn bölgesi Şam tarafları, zeytin bölgesi de Beyt-i Mak-dis, yani Filistin
taraflarıdır. Burada üzerine yemin edilen zeytin ve incir bölgeleri Allah’ın
şerefli elçisi Hz. Îsâ’nın (a.s) dünyaya geldiği Beyt-i Makdis civarıdır.
Sonra da
Tûr-i Sînîn’e yani Tûr-i Sinâ’ya, Sinâ dağına ve Beled-i Emin’e yemin ediliyor.
Tûr-i Sinâ Rabbimizin şerefli elçisi Hz. Musâ (a.s) ile konuştuğu, levhâlâr
halinde vahyin indirildiği dağın adıdır. Emin belde de Rasulullah Efendimizin
dünyaya geldiği ve kendisine vahyin inmeye başladığı Harem-i Şeriftir, Mekke
bölgesidir. Böylece anlaşılıyor ki Rabbimiz kutlu elçilerinin zuhur ettiği, vahyin
indiği, tüm dünyayı aydınlatacak nübüvvet nûrunun doğduğu bu kutsal bölgelere
yemin ederek vahyine ve o vahyin muhatapları olan kutlu elçilerine dikkat
çekiyor.
Hemen hemen tüm Peygamberlerin
zuhur ettiği, vahyin indiği bölgeler buralardır. Tüm peygamberler buralardan
çıkmış ve yeryüzünü aydınlatacak vahiy meşalesi bu bölgelerde yakılmıştır.
Böylece Rabbimiz bu mübârek beldelere yemin ederek, “ey kullarım! Bu bölgeleri
ve bu bölgelerde kavimleriyle elçilerimin arasında geçenleri iyi hatırlayın! Bu
bölge insanları kendilerine gelen rahmet kapıları elçilerime ne yaptılar? Ne
dediler? Nasıl karşıladılar onları? Kimler iman etti? Kimler reddetti? İman
edip Peygamber safında yer alanlara ne oldu? İnkar edip elçilerime savaş
açanların âkıbetleri nasıl oldu? Bunu çok iyi anlayın da hangi safta yerinizi
alacağınızı belirleyin. İkrar edenlerin safında mı, yoksa inkâr edenlerin,
yalanlayanların, reddedenlerin safın da mı olacaksınız, bunu iyi belirleyin. Peygamber
yolunun yolcusu mu, yoksa başka yolların yolcusu mu olacaksınız? Kimin yolunda
olacaksanız onu iyi bir tanıyın. Çünkü başka çaresi yok, sizler şu anda ya
peygamber safında yer alacak ya da karşı gelenlerin safında yerinizi
belirleyeceksiniz. Ya Resul gibi Allah’a kul olacak, ha-yatınızı Allah’ın
belirlediği yasalar istikâmetinde Allah için yaşayacaksınız, yahut da Firavunlar,
Nemrutlar, Karunlar, Hâmânlar, Ebu Cehiller yolunda olacaksınız. Ya Peygamber
gibi hayatınızı, hayat programınızı Allah’a soracak, vahiyle yol bulacaksınız,
yahut da Ebu Cehil, Velîd bin Muğıre gibi kendi kendinizi putlaştırıp hayat
programınızı kendiniz yapmaya kalkışacaksınız. Ya İbrahim gibi hayatınızın tümün-de
Allah’a teslim olacak, Müslüman olacak, sonunda onun gittiği cennete
gideceksiniz, yahut da Nemrut gibi Allah’la savaşa tutuşarak ce-henneme
yuvarlanacaksınız” diyor.
İşte
Rabbimiz Kutsal bölgelere yemin ederek o bölgelerde ya-şamış elçilerine ve o
bölgelere inmiş vahyine yani hayat programına dikkat çekiyor.
Emin belde,
Rabbimizin son elçisinin, kerîm elçisinin zuhur et-tiği ve kendisine kıyamete
kadar yeryüzünü aydınlatmaya devam edecek olan Kur’an-ı Kerîm’in indirildiği
beldedir. Tabii burada emin beldeye yeminle Rabbimiz bize hedef göstermektedir.
Bu konuya ye-minle tüm Müslümanlara hedef belirleniyor. Çünkü emin belde zulmün,
haksızlığın, küfrün, şirkin her çeşidiyle ortadan kaldırıldığı, ekonomik ve
siyasal gücün ve güçlünün değil hakkın ve haklının, adaletin hakim olduğu, insanların
din, mal, akıl, nesil ve ırzlarının namuslarının korunduğu, özetle Allah’ın emirlerinin
hakim olduğu beldedir.
Yani bütün bunları
gerçekleştirecek olan Müslümanların hakim olduğu, Müslümanların egemen olduğu
beldeye emin belde denir. Öyleyse bu konuya yeminle Rabbimiz biz Müslümanlara
tüm dünyayı Allah’ın yeminine muhatap kılacak biçimde emin hale getirmek, emniyetli
hale getirmek zorunda olduğumuzu hatırlatmaktadır. Dünyanın emniyetini bozan kâfirlerin
ve müşriklerin egemenliklerini kırmamızı emretmektedir. Zaten Müslümanların
egemen olmadıkları bir dünyada emniyetten bahsetmek de mümkün değildir.
Bakara’da şöyle bu-yurulur:
“Böylece
sizi insanlara şahitler olasınız diye vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size
şahit ve örnektir.”
(Bakara 143)
Müslüman
ümmeti vasat ve şahit bir ümmettir. Sizi dünya üzerinde vasat ve şahit bir
ümmet yaptık.
Vasat
ümmet; hükmüne tüm insanlığın boyun eğmesi gereken ümmet demektir. Ey Müslümanlar
sizi hükmüne tüm insanlığın boyun eğeceği, tüm insanlığın size bakıp hizaya geleceği,
sapıkların sapıklık noktalarını sizde anlayacağı, hakkı bulmak isteyenlerin
size bakarak hakkı bulabilecekleri denge unsuru bir ümmet yaptık.
Ancak bu
özelliklere sahip olan bir ümmet tüm insanlık üzerinde şahitler olabilir. Zira
bu ümmet herkesin kendisine dönmek zorunda olduğu denge unsuru bir ümmettir.
Dünya üzerindeki toplumların dengesi sizin vasıtanızla kurulacaktır. Yeryüzü
insanına, insanlık, adalet, özgürlük, müsavat sizin vasıtanızla ulaşacaktır.
Eğer sizler yeryüzüne hakim duruma gelirseniz, yeryüzünde Allah’ın istediği bir
hayat yaşarsanız dünyanın dengesi düzelecektir. Ama sizler dünyanın yönetimi
konusunda egemen olamazsanız, dünyanın egemenliğini başkalarına kaptırır da
başka güçler dünyanın dengesine egemen olursa, bilesiniz ki o başka güçler de
dünyanın anasını ağlatacaktır. İşte görüyoruz dünya siyasetinden Müslümanların
çekildikleri günden bu yana kan gölüne çevirdiler dünyayı.
Âyet-i kerîmede
hem dünyanın emniyetini sağlamaya, hem de yeryüzünün en emin bölgesi olan Kıble
mahalline dikkat çekiliyor. Orası emin beldedir, emniyetli beldedir. Atamız İbrahim’in
duasından bu yana Harem’in emniyeti devam etmektedir.
“Hatırlayın,
İbrahim: “Rabbim burasını emin bir belde kıl! Ahalisinden Allah’a ve ahiret
gününe iman edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır” diye dua etmişti.”
(Bakara
126)
“Bu belde
emin olsun! Emniyette olsun. Yerden ve gökten ge-lebilecek her türlü belâ ve
musîbetlerden emin olsun. İnsanların birbirlerini yediği, zulümlerle
haksızlıklarla birbirlerini yok etmeye çalıştığı, birinin diğerine hak tanımadığı
bir dünyada yaşadıkları dönemlerde bile bu belde emin olsun, emniyetin sembolü
olsun. Bu beldede insanlar huzur içinde yaşasın ya Rabbi” diye dua etmişti
İbrahim (a.s) da, bundan önceki âyetinde de Rabbimiz bu belde-i emin kıldığını
an-latıyordu.
Bakıyoruz
şu anda tüm dünyada insanlar istikrar, huzur arayışı içindedirler. Yeryüzünün
hiçbir yerinde, hiçbir bölgesinde huzur ve sü-kun kalmamış. Öyleyse biz de huzurunu
kaybetmiş, sükûnet arayan, huzur ve sükuna susamış tüm bu yeryüzü insanlığına
diyeceğiz ki, “Gelin ey insanlar Allah’ın istikrar mahalli kıldığı, huzur ve
saadet mahalli kıldığı evini temel kıble kabul edelim ve hayatımızı o kıbleye yönelik
olarak düzenleyelim. O kıblenin Rabbine göre bir hayat yaşayalım. O kıblenin
Rabbinin kitabına ve o kitapta bize haber verilen yasalara göre bir hayat
yaşayalım. O kıblenin Rabbinin koruması altına gi-relim. Rabb olarak, İlâh
olarak sadece onu bilelim ve sadece onun programını hayat programı kabul
edelim. Eğer bunu yaparsak kesinlikle bilelim ki O bizi istediğimiz istikrara,
istediğimiz huzura kavuşturacaktır.”
Öyleyse kıblemizi değiştirmek
zorundayız. Washington’dan veya Paris’ten veya Pekin’den kıble edindiğimiz
sürece bizim istikrara kavuşmamız mümkün değildir. Allah’tan başkalarının
kıblelerine tabi olmaktan vazgeçersek, Allah’tan başkalarının rotasına girmeyi
terk edersek, hareket tarzımızı Allah’tan başkalarının belirlemesini bırakırsak,
Allah’tan başkalarının kanunlarına itaatten vazgeçerek kıblemiz sadece Kâbe
olursa, kesinlikle bilelim ki tüm problemlerimiz bitecektir. Tüm hayatımızda
huzur ve sükun hakim olacaktır. Çünkü orası güvenlik yurdudur, emniyet
mahallidir.
Öteki mukaddes
beldelerle birlikte güvenlik yurduna da yemin ettikten sonra Rabbimiz bakın
şimdi söyleyeceğini söyleyecek.
4-5. “Biz
insanı en güzel şekilde yarattık, sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık.”
Muhakkak ki
biz insanı ahsen-i takvim üzere, en güzel biçimde yarattık. Üstündeki ve
altındaki âyetlerle birlikte düşündüğümüz zaman bu ahsen-i takvim ifadesi gerçekten
çok hoş bir boyut kazanıyor. Bir önceki âyetle birlikte düşündüğümüz zaman
insan yeryüzünde Allah’ın kendisinden istediği bu emniyeti, bu adaleti
gerçekleştirebilecek bir özellikte, bir kapasitede yaratılmıştır. Yeryüzünde
tüm varlıklara hükmedecek, onlara halifelik yapacak bir kapasitede
yaratılmıştır. Bu ahsen oluş, daha yaratılırken Allah tarafından insana
verilmiş üstün vasıflar ve buna bağlı olarak kendisine yüklenmiş olan
sorumluluklardır. Allah’ın kendilerine yüklediği bu sorumlulukları kabullenip
hayatlarında kesintisiz sürdüren kişi, ahsen-i takvim üzere olan kişidir.
Dünyada Allah’ın kendilerine verdiği bu üstün özelliklerini kaybedip,
sorumluluklarından kaçıp kulluk görevlerini yerine getirmeyenler de esfel-i
safiline yuvarlanmış insanlardır.
Burada Rabbimiz insanın yaratılış
özelliğine, fıtratına dikkat çekmektedir. Yine bir hadis-i kutside Rabbimiz
buyuruyor ki: “Ben bü-tün insanları hanif (salim fıtrat) üzere dünyaya
gönderdim. Sonra şeytanlar onu dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi
onlara haram et-tiler, insanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o
ortaklar hak-kında hiçbir delil indirmemiştim"
(Müslim,
Cennet, 63)
Anlıyoruz
ki her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü,
fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından
saptırır. Bütün insanlar hanif bir fıtrat üzere ahsen-i takvim üzere
yaratılmakta, sonra şeytan ve nefis onları bozmaktadır. Allah insanın nefsini
takva ve fücurla yoğurarak yaratmış, şeytanın hilelerine karşı yine de
kullarını kurtarmak için peygamberler aracılığıyla onları fıtrat dini hakkında
bilgilendirmiştir.
Allah'ın
yaratılış kanunu kevnî ve şer'î şekillerde değişmeyen bir yasadır. İnsanı
yaratan Allah onda iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana
tercih yapabilecek bir kabiliyet (vicdan) ver-miştir. Bozulmamış, fıtratını korumuş
insan iyiden yana tavır aldığı gi-bi, herhangi bir şekilde Allah'ın âyetlerini
de akıl veya kalple kavrama-ya meyillidir. Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan
veya melek-ler tarafından hayır ve şer telkin edilmektedir. İşte bunu kesin
olarak hidâyete çevirmek İslâm dininin görevidir. İslâm, fıtratı korur,
geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir. Allah,
yaratık-larını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder. Vahye bilerek karşı
çı-kan insanı şeytan ve grubu -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet,
ai-le, toplum düzeni- saptırır. Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt, bir
teb-liğdir, dileyen inanır, kurtulur, dileyen batağa sapar.
İslâm
ümmeti insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli tarafla-rını ortaya çıkarmak
ve onları en yüksek ahlâka ulaştırmakla yüküm-lüdür. İnsanlığın günah ve şirk
bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanların ilâhı saflığına dönüşü, takva
ile en güzel olana uyulması için ilâhı, kutsal bir nur yani İslâm'ın rehberliği
şarttır. İnsanlar fert ola-rak nefislerinde olanı gözlerlerse veya kainattaki
her çeşit, sayısız ni-metleri aklederlerse veya geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden
ibret alabilirse hakikati idrak edebilirler. Her insan, nefsine ve topluma
karşı yaptıklarında bir kötülük oluştuğunun farkındaysa vicdan azabı
duyabiliyorsa onda bozulmamış bir ahlâkı yapı vardır. "En güzel
ahlâkı" tamamlamıştır, artık geçerli olan onun ahlâkıdır. Bütün yaratılmış
varlıklar bu kâinatta Allah'ın değişmeyen yasası (âdetullah)na göre yaşa-maktadırlar.
İnsan bu kâinatta halife olarak yaratılmış ve emaneti ye-rine getirmekle
sorumlu tutulmuştur: Allah'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye
yaratılışta sorguladığı insan, Rabbine şu sözü vermişti: "Evet, şahidiz."(A'râf,132).
Allah insanı yaratmış, ona düzen ve ölçülü bir biçim vermiştir. Onu en güzel
şekilde yaratmış, doğruyu ve yanlışı göstermiş, insan da ya şükreder yahut
inkâr eder halde temkin edilmiştir. Bundan sonra dünya hayatında kendini arıtan,
yüzünü hanif olarak Allah'a çeviren, kendisini fatr edene ibadet eden kurtulacaktır.
Yine
Kur'an-ı Kerîm'deki kutsal bilgilendirme yolu, insanı âfâk ve enfüsteki
âyetleri düşünmeye, akletmeye çağırdığı gibi, insanın en çok acz içindeyken,
meselâ denizde bir gemide yol alırken aniden ge-len bir fırtınada deniz orasında
acz içinde kalınca, bütün yalanlama, fitne ve fücûru, ortak koştuklarını unutan
insan, hemen Allah'a dua etmektedir. Bu, insanın fıtraten Allah'ın bilincinde
olduğuna bir delildir. Bu manevî hak duygusu her fertte mevcuttur ve İnsanı
yoldan çıka-ran, işlediklerini süslü göstererek onu asi yapan şeytandır.
Dünyadaki
her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma kaabiliyeti ile donatılmış
yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona Lailaheillallah
öğretilmez ve fıtratın anlamıyla eği-tilmezse ailesi onu yahudi, hıristiyan, mecusi,
vb. yollarda eğitir ve bu-na göre onda bir kişilik yapısı gelişir. Halbuki
Allah: "Yüzünü samimi-yetle ve tamamen bu dine çevir. Allah'ın sıfatlarında
sebat et ki o in-sanları bu fıtrat üzerinde yaratmıştır. Allah'ın yaratması
değiştirile-mez. İşte doğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler"
(Rûm,30)
buyurmaktadır.
Buna
göre bütün insanlar Allah'a inanmak ve ona kulluk et-mekle fıtratta sebat
etmelidirler. Yoksa Allah'ın öğütlerinden yüz çevi-rerek, bağımsız davranarak,
âyetleri yalanlayarak fıtrata aykırı düşü-leceği gibi, bu sebeple Allah'ın
azabına da müstahak olurlar. Çünkü fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek
demektir. Meselâ müşrikler, fıtra-ta uygun doğan hayvan' yavrularının kulağını
keserlerdi. Kız çocukla-rını diri diri toprağa gömerlerdi. Kâbe'de Allah'a ortak
koştukları birçok putlar bulundururlardı. Fıtratı inkâr etmek için kendilerine
de vahiy in-dirilmesini veya peygamberlerin birer melek olması gerektiğini
ileri sü-rerlerdi. Onların helâk edilmeleri de bu yüzden oldu. Hiç kimse Al-lah'ın
insanı kul olarak yaratması kanununu değiştiremedi ve değiştir-meye kalkanların
azapla kuşatılması da bir kanun olarak uygulandı.
İslâm'a göre hayatın anlamı
ancak fıtrata uygun yaşamaktır. Yeryü-zündeki gelmiş geçmiş hiçbir din ve
ideoloji bunu sağlayamamıştır. Üstelik lâik çağdaş düşünce sistemleri, vahye
karşı "doğal-pozitif akıl lâiklik" karşıtlığıyla oldukça, basit ve
insan fıtratıyla uyum sağlamayan bir şekilde insanın kurtuluşunu din dışı bir
yola sokmak istemişlerdir. Ancak insanın fıtratı her şeye rağmen, her türlü
muhteşem teknik ge-lişmelere, maddi ilerlemelere rağmen tabiatı gereği gerçek
mutluluğu bulamamakta, büyük bir manevî boşluğa düşmektedir. Bu boşluk
Al-lah'ın sınırlarını aşmak ve nefsine zulmetmektir (Talâk,1).
Bu
boşluğu çeşitli dinler doldurmak istemekte ancak hepsi de fıtrata aykırı
muharref ve ilkel teklifler getirdikleri için insanlar İslâm-dan başka kurtuluş
olmadığını anlamaktadırlar. Çünkü: "Kalpler an-cak Allah'ı sanmakla huzur
bulur" (Ra'd,28).
Kimileri
buradaki ahsen-i takvimi vücut güzelliği, fizik mükemmelliği şeklinde
anlamışlardır. Tamam fizik olarak insan gerçekten çok güzel ve mükemmel
yaratılmıştır. Mü’min sûresinde de:
“O Allah ki
size şekil vermiş, sonra şekillerinizi güzelleştirmiştir.”
(Mü’min 64)
buyurulmaktadır.
Sizi en güzel bir biçimde ahsen-i takvim üzere yaratmıştır. En güzel sûreti
size bahşeden O’dur. Uzuvlarınızı en güzel bir şekilde birbirlerine uyum içinde
yarattı. Sonra da size şekil verdi. Değersiz bir çamurken size şekil verdi,
sûretlendirdi sizi. Elsiz ayaksız, gözsüz kulaksızdınız da size el, ayak, göz,
kulak verdi. İç ve dış organlarınızı en güzel bir şekilde düzenleyip sizi ahsen-i
takvim üzere kıldı. Bu vücutlarınızı, bu uzuvlarınızı, bu varlığınızı size kim
verdi? Analarınızdan mı aldınız? Babalarınız mı verdi onu? Bir düşünün,
buyurulmaktadır.
İnsan öteki
varlıklardan farklı bir vücut yapısına ve fizik güzelliğine sahiptir.
Doğrulabilme, ayağa kalkabilme, eliyle yiyeceğini ağzına götürebilme,
konuşabilme, konuşulanı anlayabilme, menfaatini zararını bilebilme ve seçebilme
özelliğinde yaratılmıştır. Ama burada anlatılan sadece fizik güzelliği
değildir. Çünkü biz biliyoruz ki yeryüzünde vücudu, fiziği insanınkinden çok
daha güzel varlıklar da vardır. Bir de fiziğin kabullenilip reddedilmesi
insanın kendi elinde de değildir. İnsan nasıl yaratılmışsa onu kabullenmek zorundadır.
Erkek oluşu, kadın oluşu, beyaz oluşu siyah oluşu, uzun ya da kısa boylu oluşu
itiraz edeceği bir konu değildir. Ama az evvel sözünü ettiğimiz kulluk
sorumluluğunun kabullenilip reddedilmesi onun kendi elindedir. Allah’ın kendisinden
istediği bu kulluk sorumluluğunu kabullenen kişi, ahsen-i takvimdedir; reddeden
de esfel-i safilindedir.
Allah
insana diğer varlıklardan farklı olarak akıl vermiş, feraset vermiş, iyiyi
kötüden, hakkı bâtıldan ayırt edici anlayış, irade, ikisinden birini seçebilme
istidadı vermiş ve bu üstün sıfatlara karşılık ona yeryüzünde en büyük görevi de yüklemiştir. Bu görev yeryüzünde
hilafet görevidir. Hattâ Bakara’da anlatıldığı gibi melekler bunu anlayamamışlar
da Cenab-ı Hakka: “Ya Rabbi ne o? Nasıl bir şey bu hilafet? Ne özelliği var bu
insanın da bu görevi kendisine yükledin?” dedikleri zaman Rabbimiz de: “Meleklerim!
İşte kan dökecek, fesat çıkaracak özellikleri, yani esfel-i safilin özellikleri
yanında, ahsen-i takvim özellikleri de olan bir varlıktır bu insan. Yani iman
edecek, sabredecek, cihad edecek, canını verecek, oruç tutacak, kulluk yapacak
bir varlık. Ama bunun yanında isyan da edebilecek, inkâr da edebilecek bir
varlık. Hem kulluk sorumluluğunu yerine getirerek ahsen-i takvim özelliğini
sürdürebilecek, hem de esfel-i safiline düşebilecek bir varlık…” buyurmuştu.
Ama
kâinatta öteki varlıklara benzemeyen bir varlıktı insan. İş-te böyle iradeli
bir varlığın evrenin zorunlu kanunlarla yönetilen düzenine nasıl uyum
sağlayacağını anlayamadıkları için melekler bu soru-yu soruyorlardı. Çünkü kâinatta
her şey itirazsız kulluk ilkesine dayanıyordu. Tüm varlıklar iradesizdi.
Meleklerin kendileri de… Ama anla-yamıyorlardı, yeni bir varlık geliyordu ve bu
varlık tüm diğer varlıklara göre iradeli, itiraz edebilme, reddedebilme, karşı
gelebilme, kafa tutabilme özelliğinde yaratılacak bir varlıktı. Nasıl olacaktı
bu iş? İradesiz binlerce varlık içinde iradeli bir varlık. Allah yeryüzünde kendi
istediği şekilde hayat sürecek bir varlık yaratmayı murad ediyordu. Ama halife
olma özelliğinde yaratılan bu insanın bu özelliğinin yanı başında bir başka
özelliği daha vardı. Bu insan ya halifeliği seçecekti, ya da kan dökücülüğü ve
bozgunculuğu. Yani bu insan hem Allah’ın istediği bir hayat tarzını tercih
edebilecek, hem de kendi isteyip de Allah’ın istemediği bir yaşam biçimini de
tercih edebilecek ve yeryüzünde kan döküp bozgunculuk yapabilecekti. Bu “halife”
tabirinin içinde hem Allah’ın istediği biçimde bir hayat sürebilen hem de kan
dökebilen, yan çizebilen anlamları vardı. İşte görüyoruz bugün Allah’ın
istediği imanı yaşayanlar da Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan kâfirler de
mevcuttur.
Allah,
insanı böyle üstün bir kapasitede yaratıyor ve kendisine yeryüzünde bu yetkiyi
veriyordu. Yeryüzünde halife olarak yaratılan bu insan yeryüzünde fıtratına
uygun bir hayat yaşayacak, Allah’ın is-tediği kulluğu icra edecek ve Allah’ın
istediği adaleti gerçekleştirecekti. Allah’ın yasalarından ve nizamından
kaynaklanan ustaca idare e-sasına göre evreni idare edecekti. Yani idareye, yönetilmeye,
korunmaya ve tedbire muhtaç olan yeryüzündeki sosyal hayatı Allah’ın
belirlediği sistemin ilkelerine göre idare edecekti. İşte hilafet buydu ve
halife olarak yaratılan bu insan Allah’ın kendisine bahşettiği bu güçle, bu
bilgiyle etrafını kuşatan varlıkları tanıyabilecek ve yine Allah’ın kendisine
verdiği akıl gücüyle iyilik ve kötülüğü, salah ve fesadı, itaat ve isyanı kavrayabilecek,
karşılaştığı olayları birbirleriyle kıyas ederek hayatın problemlerine çözümler
getirebilecekti. Öyleyse anlıyoruz ki insana verilen bu irade, bu güç, bu
enerji, bu bilgi, bu akıl, bu ahsen takvim, kesinlikle emânettir. Allah’ın
emânetidir bunlar. İnsan, Allah tarafından kendisine emâneten verilen bu gücü,
bu enerjiyi, bu aklı, bu ahsen yaratılışı dondurmak, dumura uğratmak, kullanmamak
hakkına sahip değildir. Bunları hayata hiçbir şey kazandırmayacak ve ha-yatı
bir adım daha ileri götürmeyecek boş şeylerde kullanamaz. Bu düşünce, insanı bencillik
ve bireysellikten kurtaracak, artık o yalnız kendini düşünen, kendi hayatını
yaşayan bi-risi olmadığını, olamayacağını, başkalarını da düşünmek zorunda ol-duğunu
hatırlatacaktır.
Öyleyse yeryüzünün halifesi
olarak, yeryüzünde ahsen bir takvimle yaratılmış ve Allah tarafından en üstün
vasıflarla donatılmış olan insan yeryüzünde Allah’ın hesabına, Allah’ın ismine,
Allah’ın adı-na bir şeyler yapmakla mükellef olan varlık demektir. Zaten halife,
temsil etmek, vekalet etmek demektir. Halife, kendisine otorite tarafından
verilen görevleri onun yerine kullanan kişidir. Yani kendisi mâlik olmayıp,
sadece Allah’ın temsilcisidir. Kendisine gerçek mâlik tarafından verilenler
dışında hiçbir güce sahip olmayan varlık demektir. Onun görevi sadece temsil
ettiği otoritenin isteklerini yerine getirmektir. Halife bu hususta asıl
olmayan, vekil olan ve Allah adına yeryüzünde Allah’ın hükümlerini icra eden
varlık demektir. Yani Allah adına kulluk yapacaklar, Allah adına adaleti ikâme
edecekler, Allah adına zulmü kaldıracaklar, Allah adına düzeni temin edecekler...
İşte Allah
insanı bunu becerebilecek bir kapasitede, bir kıvam-da yaratmıştır. Ya da kıyam
özelliğine, ayağa kalkıp doğrulabilme ö-zelliğine sahip olarak yaratmıştır Allah
onu. Zaten kıyam esastır. İnsan kıyam edebilmeli ki kıraat edebilsin. Kıyam, kıraat
makamıdır. Kı-yam, kıraat için gerçekleştirilir. Ya da kıraat ancak kıyamla
gerçekleştirilebilir. Öyleyse Allah insanı kıyamı en güzel biçimde gerçekleştirebilecek
biçimde yaratmıştır. Allah için kalkmaya, Allah için doğrulmaya, Allah adına
belini doğrultmaya, Allah’ın diniyle doğrulmaya, Allah’ın diniyle hayatı doğrultmaya
muktedir yaratmıştır insanı. Allah’ın arzularını kaim kılmaya muktedir
yaratılmıştır insan. Ya Allah! Deyip Allah’a kulluğa doğrulmaya, namaza doğrulmaya,
Allah için gecede ve gündüzde kaim olmaya muktedirdir insan.
Ama böyle
yaratılan, bu güçle bu takatle, bu kapasiteyle yaratılan insanlardan kimileri
tüm güçlerini, varlıklarını, fıtratlarını, hayatlarını Allah adına kıyama
adarlarken, Allah adına doğrulup hayatlarını Allah’ın emirleriyle doğrulturlarken,
ahsen-i takvim özelliklerini muhafaza ederlerken, kimileri de bu yaratılış
özelliklerine ihanet ettiler. Allah’ın kendilerine lütfettiği bu kıvamlarını,
bu güç ve imkânlarını onun dinine kullanmadılar. Ona kullukta kullanmadılar.
Allah onlara doğrulabilme imkânı vermişti ama onlar Allah için namaza
doğrulmadılar da başka şeylere doğruldular. Allah onlara konuşma kıvamı
vermişti ama onlar bu imkânlarını Allah’ın âyetlerini konuşmada, Resûlü’nün
hadislerini anlatmada kullanmadılar, hep başka şeyler konuşmakta kullandılar.
Allah onlara bakma, görme kıvamı vermişti. Ama onlar onu, onu kendilerine
lütfeden Allah’ın görsel âyetlerini okumada ve kullukta kul-lanmadılar da hep
başka şeyleri seyretmede kullandılar. Allah onlara kalp vermişti, akıl
vermişti, anlayış ve kavrayış vermişti. Ama onlar bu nîmetleri kulluğun
ötesinde başka yerlerde kullandılar. Allah’ın verdiklerini Allah yolunda
kullanmadılar da böylece esfel-i safiline indiriverdiler kendilerini.
Çünkü
kullanılmayan nîmetleri alıverir Allah. İnsanlar Allah’ın kendilerine
lütfettiği nîmetleri kullanmayarak insanlık değerlerini düşürmeye kalkışırlarsa,
Allah da onları onlardan geri alıverir de onları hayvanların da altına indiriverir.
İşte bunlar Allah’ın kendilerine verdiği kalplerini, akıllarını Allah’a kulluk
yolunda kullanmadıkları için Allah’ın kalplerini mühürlemiş olduğu, bunun için
de kendi hevâ ve heveslerine uyarak
insanlıktan çıkmış kimselerdir. Söz anlamaya yanaşmadıkları için, istifade
etmek, iman etmek ve amel etmek üzere dinlemedikleri için Allah onların
kalplerini mühürleyivermiştir. Yani dinlemek ve anlamak için kendilerine
verdiği hassalarını kullanmadan yana olmadıkları için Allah da bu hassalarını
onlardan alıvermiştir. Kalplerine mühür vurmuştur Allah, çünkü bu adamlar Allah’ın
kendilerine verdiği kalplerini kullanmak istememişlerdir. Allah böyle davranan
kimselerin kalplerini mühürlerken, insanî özelliklerini alıp onları duymaz,
duygu-lanmaz, hayvanlardan daha aşağı varlıklar haline getirmektedir.
Bu, dünyada
da böyledir, ahirette de. Dünyada Allah’a kulluktan kaçan insanlar cehennemi
yaşadıkları gibi, ahirette de Allah onları cehennemin esfeline yuvarlayacaktır.
İşte görüyoruz, gerçekten kâfirler dünyada da cehennemi yaşamaktadırlar.
Dünyada da esfel-i safilini yaşamaktadırlar kâfirler. Hayvandan daha aşağı
varlıklar olarak dünyada da cehennemi aratmayacak bir hayatın içindedirler.
Beyyine sûresinin de ifade ettiğine göre bunlar tüm mahlukâtın en
şerlisidirler. Hattâ hayvanlardan daha aşağı mahluklardır bunlar. Kendilerine
verilen bu nîmetleri kullanmayan insanlar yarın iti-rafta bulunacaklar.
“Eğer kulak vermiş veya akletmiş
olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık” derler. Böylece günâhlarını
itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar!
Bunlar
günâhlarını itiraf ederek böyle söyleyecekler. Peki nerde söylüyorlar bunu? Cehennemin
içinde. Cehennemin esfelinde söy-lüyorlar. Dünyada yaşadıkları aşağılık bir
hayatın sonunda yuvarlandıkları aşağılık bir cehennemde söylüyorlar. “Ah! keşke
bir kulak verseydik! Keşke bir dinleseydik! Keşke bir akletseydik, bir tedebbürde
bulunsaydık! Keşke Rabbimizin bize verdiği akıllarımızı, gözlerimizi,
kulaklarımızı kullanabilseydik! Keşke insan olduğumuzu unutmasaydık! Keşke
hayvanlar gibi davranmasaydık!” diyecekler ve pişmanlık ortaya koyacaklar. Ama
geçmiş olsun! Bunu bugün söyleyecektiniz. Yarın diyeceğinizi bugün söyleyecektiniz.
Bunu dünyada anlayacak ve dünyada adam gibi davranacaktınız.
“Ah keşke
dinleseydik! Keşke kulak verseydik! Keşke dinleseydik de öyle yaşasaydık!”
Neyi? Kur’an’ı ve Sünneti. “Keşke Rabbi-mizin gönderdiği kitabına ve elçisinin
Sünnetine kulak verseydik! Keş-ke Rabbimizin hayat programı olan vahyini
tanımış olsaydık da hayatımızı onunla düzenleseydik! Meğer Allah bütün bu
konularda pek çok şeyler söylüyormuş ama ona ilgisizliğimiz yüzünden bilememişiz,
anlayamamışız. Meğer Allah bizim hayatımızın tüm alanlarına karışıyor ve
hayatımızın tümünde bizden kulluk istiyormuş, ama kulak vermediğimiz için,
ilgilenmediğimiz için bizler anlayamamışız. Biz Allah’ı sa-dece hayatımızın
belli bir bölümüne karışıyor zannediyorduk.” İtiraf ettiler, evet dediler,
günâhlarını ortaya koydular. Başka çareleri de yoktur zaten. Yaptıklarına Allah
şahit, arz ve sema şahit, azaları şahit, peygamberler şahit iken elbette
saklayamazlardı bu gerçeği.
O zaman
Allah onları ahirette cehennemin esfeline, cehennemin en aşağı tabakasına
yuvarlayacaktır. Kâfirler cehennemin esfeli-ne yuvarlanırlarken, beri tarafta
istisnalar da vardır:
6.
“Ancak, inanıp salih ameller işleyenler bunun dı-şındadır. Onlara kesintisiz
ecir vardır.”
Ama
Allah’ın istediği biçimde iman edip de imanlarını amele dönüştürenler,
imanlarını gündeme getirme savaşı verenler, imanlarının hayatlarında
görüntülenmesinden yana olanlara gelince işte onlar müstesnadır. Bunlar esfel-i
safiline gitmekten kurtulmuşlardır. Çünkü bunlar Allah’ın istediği biçimde iman
etmişler ve bu imanlarını sadece söz planında bırakmayıp amele dönüştürmüşlerdir.
İmanlarını hayatlarına geçirmişler, hayatlarını iman kaynaklı yaşamışlardır.
Çünkü bunlar fıtratlarını bozmamışlardır. Allah’ın yarattığı ahsen-i takvim oluş
özelliklerini hayatlarının sonuna kadar muhafaza etmişler ve bu fıtratlarına uygun
ameller işlemişlerdir. Salih amel, fıtrata uygun amel demektir. Salih amel,
Allah’ın razı olduğu, sevdiği ve emrettiği ameldir. Salih amel, Rasulullah
Efendimizin hayatında, Sünnette yeri olan ve Allah için yapılmış amel demektir.
Salih amel, salih bir imandan kaynaklanan ameldir. Gayri salih amel de imandan
kaynaklanmayan ya da gayri salih bir imandan kaynaklanan ameldir. Salih amel,
yaptırıcısı Allah olan, gayri salih amel de yaptırıcısı Allah’tan başkaları
olan ameldir.
İnanıp
salih amel işleyenler… İman aslında kalbin işidir ve iman için kişi Kur’an
bilmek zorundadır. Önce bilecek kişi, inanacak ve sonra da onu amel haline getirecek.
Bilmeden inanılmadığı gibi inanmadan da yapılmaz. Neye inanıyoruz? Bunu bileceğiz.
Meselâ benim kaç tane salih amelim varsa o kadar imanım var demektir. Meselâ
benim yirmi tane salih amelim varsa yirmi tane imanım var demektir. Bu
çoğaldıkça benim imanım da çoğalacaktır. Öyleyse Kitaptan iman birimlerini
çoğaltmak, yani tanıdığımız her bir âyetle imanlarımızı çoğaltmak ve buna
oranla da salih amellerimizi çoğaltmak zorundayız.
Fıtratlarını
bozanlar, kendilerini dünyada aşağıların aşağısına düşürenler cehennemin
esfeline yuvarlanırken, bunlar Allah’ın izniyle cehennemden kurtarılacaklardır.
Çünkü onlar yeryüzünün en şerli, en kötü varlıkları iken mü’minler de
yeryüzünün en şerefli, en hayırlı varlıklarıdırlar.
“Fakat,
inanıp salih ameller işleyenler, işte onlar da, yaratıkların en iyileridirler.”
(Beyyine 7)
İman
edip salih amel işleyenlerin varlıkların en hayırlısı olduğunu anlatan
Rabbimiz, iman ve salih amelden yoksun olanların da yaratıkların en şerlileri
olduğunu anlatır. Allah’a inanmayanlar, salih ameller işlemeyenler ne kadar da
ekonomik güçleri olursa olsun mahlukâtın en şerlisidirler. Bunu asla
hatırınızdan çıkarmayın. İtibarın Allah’a teslimiyet olduğunu unutmayın. Eğer
sizler de onların değer yargılarını kabullenir, onların üstün olduklarını, şerefli
olduklarını kabul eder ve onlara boyun bükerseniz, siz de fâsıklardan
olursunuz. O zaman da onlar sizin üzerinizde büyürler, sizin üzerinizde
Rableşir-ler. Siz fâsıklaşır ve onları kahhâr makamında görmeye başlarsanız,
onlar da sizin üzerinizde kahr u galebelerini artırırlar. Öyleyse kendi şerefinizi,
kendi üstünlüğünüzü anlayıp, karşınızda esfel-i safilin bir hayat yaşayan ve
sonunda esfel-i safiline yuvarlanacak olan insanları insan bile görmeyin.
İnanan
ve inancını yaşayanlar için:
Onlar
için gayrı memnun bir ecir vardır. Bu gayri memnun ecir ifadesinin bir kaç
anlamı vardır.
1.
Sonsuz, bitmez tükenmez bir ecir, bir ücret, bir karşılık vardır onlar için.
2. Ya da
baş kakıntısı olmayan bir ücret vardır onlar için. Baş kakıntısı olmayan bir
ecir. Dünyadakilerin verdiği ücret gibi, “haydi haydi, hak etmediniz ama yine
de size bunları veriyorum” demeyecek de Allah, “işte bunları siz hakkettiniz,
amellerinizle hak ettiğiniz mükâfat işte budur” diyecektir.
3.
Memnuniyetin de ötesinde bir ecir demektir bu. Yani, “yeter ya Rabbi ben ne
yapacağım bu kadar nîmeti?” dedikçe Allah’ın daha fazlasını vereceği bir ecir,
bir ücret var onlar için.
7.
“Öyleyse ey insan! Sana dini yalan saydırtan nedir?”
Sana
dini ne yalan saydırır? Tüm bu anlatılanlara rağmen, tüm bu delillere rağmen
seni dini yalanlamaya, yalan saymaya iten sebep nedir? Neye dayanıyorsun dini yalanlarken?
Nereden, kimden güç alıyorsun bu konuda? Artık kim sana dini yalanlatabilir?
Artık nasıl olur da sen dinsizliği tercih edebilirsin? Bu, tıpkı Câsiye’deki şu
âyet gibidir:
“Bütün
bunlar, Allah’ın varlığının delilleridir. Artık Allah’tan ve O’nun
delillerinden sonra hangi söze inanırlar.”
(Câsiye 6)
Onlar
Allah’ın varlığına delil olarak yaratılmış olan bütün bu âyetlerden bir şey
anlamıyorlarsa, gözleri ve kulakları önünde cereyan eden bu kadar âyet onlarda
bir şeyler depreştirmiyorsa, bu âyetlerin sahibine iman ve onun yasalarına
teslimiyet konusunda onları harekete geçirmiyorsa artık hangi söze inanacak bu
adamlar? Allah’ın gökler ve yerlerde yarattığı bunca âyetlerine evet demiyorlarsa,
bu âyetlerin yaratıcısına evet demiyorlarsa artık hangi delile, hangi âyete,
hangi söze evet diyecek bu adamlar? Allah’ın âyetlerinin hepsi haktır. Hepi
gerçektir. Bu kadar ayan beyan hakka evet demeyen bir insan hangi hakka evet
diyecek? Bundan daha açık, bundan daha gerçek bir hak bulabilecekler mi ki evet
desinler?
İşte
bütün bu âyetler kâinatta yegâne Rabb ve İlâh olarak Allah’ın gücünü,
kudretini, bilgisini, iradesini ve hikmetini ortaya koyan âyetlerdir. Ama
Kâfirler tüm bu varlıkların yaratıcısı olan Allah’a inan-mıyorlar. Allah’ın
Rabb ve İlâh oluşunu kabullenmiyorlar.
Âyet-i
kerîmeden anlıyoruz ki salih ameller kendi hoşumuza giden, kendi beğendiğimiz
sevdiğimiz ameller değildir. Salih amel, dine dayanan, dinden kaynaklanan amellerdir.
Vahiyden kaynaklanmayan hiçbir amel salih amel değildir. Dini yalan sayan, dini
yok farz e-den bir kimsenin salih amel işlediği söylenemez. Öyleyse iman ve sa-lih
amelin yolu dinden geçmektedir. Dini tanımak zorundayız ki, Allah’ın istediği
biçimde iman etme ve amel işlememiz mümkün olsun. İşte iman, amel için
fıtratını koruyabilmesi, ahsen-i takvim özelliğini sürdürebilmesi, fıtratına
uygun, kendisine yaraşır ameller işleyebilmesi için kişinin mutlaka bir
kılavuza ihtiyacı vardır. İşte bu din de Allah tarafından Levh-i Mahfuzdan
elçisine gönderdiği dindir.
Din bir
yoldur, bir hayat programıdır. Din bir yaşam biçimidir. Din, bir ferdin ve bir
toplumun uymak zorunda olduğu kanunlar manzumesidir. Bu mânâda komünizm de bir
dindir, kapitalizm de bir dindir, sosyalizm de, demokrasi de bir dindir. Bunlar
insanların ortaya attıkları bâtıl dinlerdir ve sistemlerdir. Kâfirûn
sûresindeki:
“De
ki Ey Kâfirler! Sizin dininiz sizin benimki de benim olsun!”
âyeti
bunu anlatır. Dikkat ederseniz önce “ey kafirler!” dedi Rabbimiz sonra da
“sizin dininiz sizin olsun” dedi. Peki Kâfirin dini olur mu? Elbette dinsiz,
yani kanunsuz, yolsuz sistemsiz bir toplum düşünmek mümkün değildir. Öyleyse sizin
dininiz, sizin yolunuz, sizin hayat programınız, sizin yasalarınız, sizin
kanunlarınız, sizin sisteminiz sizin olsun, benim ki de benim olsun demektir
bunun mânâsı. Yine Yusuf sûresinde:
“Kralın dinine göre kardeşini alıkoyması Yusuf’a
yakışmazdı.”
(Yusuf 76)
âyet-i kerîmesinde anlatılan kralın
dininden maksat da kralın sitemi ve o toplumda yürürlükte bulunan kralın ceza
kanunlarıdır. Öyleyse Allah kanunlarını, Allah yasasını, Allah’ın ceza
kanunlarını uygulayan toplum Allah’ın dinindedir, başkalarının kanunlarını, başkalarının
ceza yasalarını uygulayan toplum da kanunlarını uyguladığı kimselerin dininde
ve onların kulu olmuştur.
Zümer
sûresindeki:
“Ey Muhammed! Biz sana Kitabı gerçekle indirdik. Öyle
ise dini Allah için halis kılarak O’na kulluk et.”
(Zümer
2)
Evet, dikkat
edin halis din, katışıksız din Allah’ın dinidir âyeti de bunu anlatır. Başkalarının dini de vardır ama
onlarınki katışıklı bir dindir. Yani hayatın bazı bölümlerine Allah karışır ama
öteki bölümlerine de başkalarının kanunları karışır. “Allah katında gerçek din
Allah’ın dinidir.” âyetinde de ifade edildiği gibi hayatın tümüne
karışan din Allah’ın dinidir.
İşte
dini yalanlamak Allah’ın gönderdiği hayat programını yalanlamak, yok farz
etmek, ciddiye almamak, onu tanımadan bir hayat yaşamak anlamına gelmektedir.
Ya da bu
âyetin bir başka anlamı da: “Ey Peygamberim! Her şey bu kadar açık ve netken
kim seni bu din konusunda yalancılıkla itham edebilir? Sana kim yalancı diyebilir?
Allah din göndermez, Allah hayata karışmaz, Allah elçi göndermez. Ben Allah’ın
elçisiyim, Allah bana vahyediyor, Allah benimle sizin hayatınıza karışıyor derken
sen yalan söylüyorsun. Allah’a yalan iftira ediyorsun!” diye kim yalanlayabilir
seni?
Bir de
buradaki yalanlanmasından söz edilen din, din günüdür, ahiret günüdür. Ey
insan! Tüm bu delillere rağmen nasıl oluyor da hesap günü yalanlayabiliyorsun?
Din gününü yalanlamaya seni iten sebep nedir? Nasıl oluyor da hayat bu
hayattır, bunun ötesinde başka bir hayat yoktur diyebiliyorsun? Nasıl oluyor da
dirilmeyi yok farz ederek hayatını buna bina edebiliyorsun? Bir daha dirilme
olmayacak, hesap kitap olmayacak diyebiliyorsun?
8.
“Allah Hakîmler Hakimi değil mi?”
Allah
hikmet sahibi değil mi? Allah abesle mi iştigal ediyor? Laf olsun diye mi
yarattı bu dünyayı? Eğlence olsun diye mi getirdi sizi dünyaya? Hayret, yani
size göre ahiret olmasın mı? Yaşadığınız bu dünyanın sonunda bir hesap kitap
olmasın mı? Yaptıklarınız hep yanınıza mı kalsın? Zalimin zulmü, mazlumun ahı
yerde mi kalsın? İyiler, iyiliklerinin mükâfatını, kötüler de kötülüklerinin
cezasını görmesin mi? Kim kabul eder bunu? Size kötülük yapanları sizler cezalandır-mıyor
musunuz? Dünyadaki hakimler, hükümdarlar bile itaat edenlere mükâfat, isyan
edenlere ceza verirken Allah kullarını yeniden diriltip hesap sormayarak böyle
bir hikmetsizlik yapsın öyle mi?
Allah
hikmet sahibi olanların, hâkimiyet sahibi olanların en hikmetlisi, en hakimi
değil midir? Allah’ın yasaları en hikmetli yasalar değil mi? Allah’ın hayat programı
en güzel, en hikmetli program değil midir? Allah’ın kanunları en hikmetli
kanunlar değil mi? Niye O’nun kanunlarına değil de başkalarının kanunlarına
tabi oluyorsunuz? Toplumdan, babadan, anadan, müdürden, amirden çekiniyorsunuz
da Allah’tan niye çekinmiyorsunuz? Başkalarını hesaba kattığınız kadar Allah’ı
niye hesaba katmıyorsunuz? Yoksa hayatınızda Allah herkesten daha hakim ve
etkili değil mi?
Bu sûre
kendisine geldikten sonra Rasulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Allahümme fe belâ, Allahümme fe belâ”
“Evet Allah’ım ben de buna şahidim, evet
Allah’ım ben de buna şahidim ki sen hakimler hakimisin!”
Bir
rivâyette de Ebu Dâvûd ve Tirmizi’den Ebu Hureyre kanalıyla “Kim tin süresini
okursa “Belâ ve ene ala
zalike mineşşa-hidîn” desin,”
buyurulmaktadır.
Bu sûrenin de
sonuna geldik. Rabbim gereğiyle amel etmeyi hepimize nasit etsin.