ALÂK SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

Meali: 2

Kur'ân-ı Kerîm İlk Olarak «Oku» Emriyle İnmiştir. 2

İlgili Hadîsler. 2

Allah Adıyla Okumak. 3

İnsanın «Alâk»dan Yaratılması 4

Kalemle Yazmayı Öğreten Rabbımız Kerem Sahibidir. 5

İnsan Kendini Doygun Görünce Azar. 6

İniş Sebebi 6

Geçici Olanı Ebedî Olana Tercih Etmek Tuğyan Sayılır. 6

Namaz Kılana Engel Olanlar. 7

Din Ve İbâdet Hürriyeti 7

Vahyin İlk Döneminde Resûlüllah'ın (A.S.) İbâdeti 8

Kişileri İsim Ve Künyeleriyle Değerlendirmek Yanlış Olur. 8

Abd (Kul) Sıfatı 9

Resûlüllah'ın (A.S.) İki Ayrı Özelliğinden Söz Ediliyor. 9

Zebani 10

Bâtılı Savunan Zâlime Uyulmaz. 10


ALÂK SÛRESİ

 

Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. Müfessirlerin çoğuna göre, Kur'-ân'dan ilk inen sûre bu olmuştur. Allâme Zemahşerî de aynı tesbit ve gö­rüştedir. Nitekim İbn Abbas (R.A.), Ebû Musa el-Eş'ârî (R.A.) ve Hz. Aişe (R.A.)dan yapılan sahîh rivayetler de bu görüş ve tesbiti doğrulamakta­dır. Cumhurun da görüşü bu doğrultuda gerçekleşmiştir. [1]

Âyet   sayısı           :      19

Kelime »                :      92

Harf       »               :    280[2]      

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1- CenâbHakk'ın yegâne yaratan olduğu konu edilerek O'nun is­miyle okumamız emrediliyor.

2- İnsanın  ana  rahminde  kan pıhtısına  benzer bir oluşum safhası bulunduğuna veya asalak misali çok küçük canlı olan spermadan yaratıl­dığına dikkat çekiliyor.

3- Kalemin, dolayısıyla yazı yazmanın önemi üzerinde durularak in­sanın kalem tutacak, yazı yazacak yetenekte yaratıldığına işaret ediliyor.

4- İnsanoğlunun ilâhî hayat sistemi dışında kalınca azıp sapıtaca­ğına;  biraz mal ve makam elde edince kendini müstağni görüp Allah'a muhtaç olmadığı vehmine kapılacağına değiniliyor.

5- Dine, diyanete engel koyanların; din hürriyetine tecavüz edenle­rin maddeci şaşkınlar olduğu belirtilerek, o gibiler Cehennem  ile tehdit ediliyor.

6- Mü'minlere, imânlarından dolayı baskı yapan zorbalara, zalim şı­marıklara uyulmaması ve her hâl-ü kârda CenâbHakk'ın daha kudretli olduğunu düşünerek yalnız O'na secde edilmesi emrediliyor.[3]

 

Meali:

 

1- Yaratan Rabbinin adıyla oku!

2- O, insanı kan pıhtısı görünümünde olan (benzer bir) şeyden yarat

3- Oku! Rabbın   karşılıksız iyilik ve ihsan sahibidir.

4- O ki, kalem ile öğretti.

5-  İnsana bilmediğini öğretip belletti.

6-7- Hayır, hayır; (Allah'a her an muhtaç bulunduğunu unutma). Doğ­rusu İnsan kendini zengin görünce azar.

8- Şüphesiz ki dönüş ancak Rabbınadır.

9-10- Namaz kılan bir kulu, ondan alıkoyanı gördün mü?

11- Baksan ya, bu (kul) doğru yol üzerinde bulunuyorsa

12- Veya takva (Allah  saygı ile korkup kötülüklerden alıkoymak) ile emrediyorsa...

13- Baksan ya, o (alıkoymak İsteyen) yalanlıyor ve arka çeviriyorsa;

14- Allah'ın (her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?

15-16-Hayır, hayır; o bu tutumundan vazgeçmezse, elbette onu al­nından, o yalancı günahkâr alnından tutup (Cehennem'e) sürükleyeceğiz.

17- Artık o yandaşlarını çağırsın.

18- Biz de zebanileri çağıracağız.

19- Sakın ona uyma. Secde et ve yaklaş!.

 

Kur'ân-ı Kerîm İlk Olarak «Oku» Emriyle İnmiştir

 

«Yaratan Rabbının adıyla oku! O, insanı kan pıhtısı görünümünde olan (benzer bir) şeyden yarattı. Oku! Rabbin karşılıksız iyilik ve ihsan sahibidir. O ki, ka­lem ile öğretti; ihsana bilmediğini öğretip belletti.» [4]

 

İlgili Hadîsler

 

Hz. Aişe (R.A.)dan yapılan rivayete göre, o, vahyin başlangıcını şöy­le anlatmıştır:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ilk vahyin başlaması uykuda sâlih rüya ile olmuştur. O, hiçbir rüya görmezdi ki sabahın aydınlığı gibi açık ve net olarak ortaya çıkmasın.

Sonra Resûlüllah'a (A.S.) yalnızlık, tenhalık sevdirildi; (yalnız kalmaktan derin zevk almaya başladı). Derken Hıra Dağı'ndaki mağarada halvete çekildi. Ev halkına dönünceye kadar sayılı günlerde orada ibâdet ediyor; sonra ev halkına dönüyor ve azığını alıp tekrar o mağaraya gidiyordu. Sonra (azığı bitince) yine Hz. Hadice'ye dönüyordu ve bir o kadar sayılı günler için azık ediniyordu.

Bu hal, O Hıra M ağ arası'n da bulunurken kendisine hak (Hakk'ın vah­yi) gelinceye kadar sürdü. Öyle ki, Melek Ona geldi ve «Oku!» dedi. Resû­lüllah (A.S.) ona: «Ben okumak bilmiyorum» diye cevap verdi. Bunun üze­rine Efendimiz (A.S.) olayı şöyle anlattı: «Melek beni tutup gücüm kesi-linceye kadar sıktıktan sonra beni bırakıverdi ve devamla bana «Oku!» dedi. Ben de ona: «Okumak bilmiyorum» dedim. O yine ikinci defa beni tutup gücüm kesilinceye kadar sıktıktan sonra beni bırakıverdi ve tekrar bana «Oku!» dedi. Ben yine ona: «Okumak bilmiyorum» dedim. Bunun üzerine o üçüncü defa beni tutup sıktıktan sonra bıraktı ve1: «Yaratan Rabbının adıyla oku...» ded! (ve beşinci âyete kadar okudu).»      

Bu olaydan hemen sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in kalbi korkudan titrer bir halde Huveyüd kızı Hadice'nin (R.A.) yanına döndü ve: «Beni ör­tünüz, beni örtünüz!» dedi. Örttüler; tâki o korku ve titreme hali zail oldu. Sonra Resûlüllah (A.S.) olup bitenleri Hadice'ye anlatarak «kendimden korktum» diye ilâve etti. Bunun üzerine Hz. Hadice (R.A.) Ona: «Hayır, öy­le deme! CenâbHakk'a yemin ederim ki, Allah hiçbir zaman seni üzüp mahcup etmez. Zira sen akrabanla ilgi kurar, işini görmekten âciz olan­ların ağırlığını yüklenirsin; yokluk içinde kıvranana (bir şeyler verip) ka­zandırırsın; misafiri ağırlar, Hak yolunda ortaya çıkan olaylarda (insanla­ra) yardım edersin.”

Böylece Hz. Hadice (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimizle birlikte am­cazadesi Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abdiluzza'ya gittiler. Varaka, cahi-liyet döneminde Nasrânî (Hıristiyan) olmuştu. Aynı zamanda İbranice yaz­masını bilir ve İncil'den de Allah'ın dilediği kadar birşeyler yazardı. Varaka gözlerini kaybetmiş yaşlı bir zat idi. Hz. Hadice ona: «Amcamın oğlu! Kardeşinizin oğlunu dinle, bak neler söylüyor» dedi. O da ona ı «Karde­şimin oğlu, neler görüyorsun?» diye sordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gör­düklerini ona bir bir anlattı. Bunun üzerine Varaka Ona: «Bu, Allah'ın Mu­sa'ya (A.S.) indirdiği Namus (Melek CebrâiIJdir. Keşke bu olayda genç olup (senin yanında) bulunabilseydim. Kavminin seni (Mekke'den) çıkaracakları zaman hayatta olmayı ne kadar isterdim.»

Bu haber üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona: «Onlar beni (Mek­ke'den) çıkaracaklar mı?» diye sordu. Varaka: «Evet.. Senin getirdiğin (semavî haberi) getiren hiç kimse yoktur ki düşmanlığa mâruz kalmış olmasın. Eğer senin (tebliğ ve irşâd) gününe ulaşırsam sana elimden geldi­ğince yardım ederim.”[5]

Bu olaydan sonra çok geçmeden Varaka vefat etti. Vahiy de kesin­tiye uğradı.

İbn Merduye (veya Merdeveyh’in İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivaye­te göre, adı geçen şöyle demiştir: «Kur'ân'dan ilk inen  âyetleridir»[6]

Taberânî ve Hâkim'in sahîhlediği Ebû Musa el-Eş'ârî (R.A.) rivaye­tinde adı geçen şöyle haber vermiştir: Hz. Muhammed'e (A.S.) ilk inen sûredir»[7]

İbn Cerîr ve Hâkim'in tahrîc ettikleri; Beyhakî ve İbn Merdeveyh'in sahîhlediği Hz. Aişe hadîsinde adı geçen şöyle demiştir: «Kur'ân'dan ilk inen sûredir”[8]

Böylece Kur'ân'dan ilk inen, Alâk Sûresi'nin başındaki beş âyettir ki bu, Allah'ın kullarına kapısını açtığı ilk rahmet, verdiği ilk nimettir. Ata asra yakın geçen fetret devrinde bu rahmet ve nimetin esintisi kesilmiş; katılaşan kalpler ilâhî vahyin hayat veren davetinden mahrum kalmıştı.

Mâverdî'nin tesbitine göre, Hz. Aişe (R.A.) ilk inen sûre hakkında şöy­le demiştir:

«Allah'ın kendi Resulü (Muhammed A.S.) üzerine indirdiği ilk sûre, Alâk Sûresi'dir. Ondan sonra Nûn ve'l-kalem Sûresi, ondan sonra da Müd-dessir Süresidir ve arkasından Duhâ Sûresi inmiştir.» [9]

 

Allah Adıyla Okumak

 

«Yaratan Rabbının adıyla oku!»

Âdem'i (A.S.) topraktan yaratıp kendi kudret ruhundan ona üfleyen Cenâb-ı Hak, yarattığı bu seçkin canlıyı akıl, idrâk, hafıza, duygu ve düşünce  gibi yeteneklerle donatmakla kalmamış,muhtaç bulunduğu eşya ve nesnelerin ismini, dolayısıyla faydalarını da ona öğretmiş ve böylece insan oğlunun mevcut yeteneklerini kullanarak her şey ve olayda Yüce Yaratanın varlığına ve birliğine dalalet eden belgeleri görmesini ve her işe Allah adıyla başlamasını emretmiştir.

O bakımdan rahatlıkla diyebiliriz ki, ilk insan vahşi, şuursuz, idraksiz değildi. Aynı zamanda ne yapacağını bilmeyen ibtidai bir hayat süren  bir canlı hiç değildi.Adem(A.S),hazırlanıp döşenen yeryüzüne indirildiği gün kendisine,insanlığına ve Peygamberliğine yakışır şekilde yaşaması için  gerekli bilgiler de verilmişti.Nitekim Bakara Suresi 31-33. ayetlerle bu gerçeğin  ana çizgileri belirtilmekte ve bu konuda bilgi edinmek isteyenlere ana fikir verilmektedir.

Böylece insanın menşei hakkında araştırma yapan ilim adamlarının  bir takım tahminler ve varsayımlar ileri sürmelerinin anlamsız olduğu  ortaya çıkıyor.Kur’an  bu konuda da onlara hareket noktası belirleyerek sonuç çıkarmalarını  ilham ediyor.

Gerçek bu olunca Allah adıyla okumanın buradaki anlamı nedir?Cenab’ı Hak  ilk indirdiği  ayette kullarına neden böyle  bir emir vermektedir?Konuyu dikkatle incelediğimizde karşımıza dört yorum çıkmaktadır.Şöyle ki;

1- Okuyup öğrenmek;yazıp bilgi vermek ve bilgi toplamak insan hayatının kopmaz parçasıdır;buna(lazım-i gayr-i müfarik)de diyebiliriz.Zira dünya da ,ahiret de ancak okuyup bilgi sahibi olmamızla gerçek mutluluğa dönüşebilir.

O bakımdan okuyup yazanla okumayanlar arasındaki fark,ölülerle diriler arasındaki fark gibidir.

Okuma,tutkuların en soylusudur.Bir ülkede okumaya karşı istek artmadıkça,gaflet ve bu gafletten doğacak felaket azalamaz.

Kainat,okuyanlar için yaratılmıştır.Okuma zevkini öğrenip içine sindiren kişi,mutlu bir  insandır.

Okuma hiçbir  hazineyle değiştirilemeyecek kadar kıymetlidir.Okumak,yetenekleri;deneyler de okumayı geliştirir.

Şüphesiz okumakla ilgili buna benzer birçok vecizeler  söylenmiştir.Biz çeşni olsun diye sadece birkaç tanesini  yazdık.Ancak okunacak şey  Allah’ı  hatırlattığı,O’nun  üstün kudretini yansıttığı ve  insanı doğruya,güzele,iyiye

Yönelttiği;aklı ,zekayı ve irfanı artırdığı nisbette fayda ve  hikmetine uygundur.Bunun  için Resulüllah(A.S.) okuyup bilgi  sahibi olmayı teşvik edip, ilmin vatanı olmadığına işarette bulunurken şu dört şeyden Allah'a sığınmşıtır: «Allahıml Korkmayan kalpten, doymak bilme­yen nefisten, fayda vermeyen ilimden ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım.» [10]

2- Okumaya, kitap yazmaya, öğrenmeye ve öğretmeye Allah'ın adı­nı anarak başlamamız, hem insan, hem de Müslüman olmamızın gereğidir. Zira Allah'ı anmaktan uzak ve kopuk bir okuma, aklı, zekâyı geliştirebilir) ama kalbi ve ruhu cılız bırakır, vicdanı silik hale sokabilir. Böylece insanın iç yapısında meydana gelen dengesizlik, onun günlük,hayatına da sirayet eder. Unutmamak gerekir ki, en faydalı insan, en dengeli yetişendir. Den­geli beslenmeye muhtaç olduğumuz kadar, dengeli eğitim ve öğretime de muhtacız.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu hususu şöyle belirtmiştir: «Anlamlı ve yararlı olan her söz ve ise Bismillah i'r- Rahman i'r-Rahîm ile başlanmazsa, o noksandır, bereketsizdir.»[11]

3- Her şey ve olayda Allah'ın kudretinin izini görüp satırlarını oku­mak; yaratılıp istifademize bırakılan şeylerden yararlanırken CenâbHakk'ın yegâne nzık veren ve tek yaratan olduğuna inanmak, kul ile Rab-bısı arasındaki engelleri kaldırır ve böylece kulu Allah'a yaklaştırıp onu faziletli bir düzeye getirir.

4- Hilkatin bütün safha ve kademelerinde CenâbHakk'ın plân ve programını okumak suretiyle O'nun yegâne yaratan olduğunu idrâk etmek de «oku!» emrinin kapsamına girmektedir.[12]

 

İnsanın «Alâk»dan Yaratılması

 

«O, insanı kan pıhtısı görünümünde olan (ben­zer bir) şeyden yarattı..»

Çoğulu «alâk» olan «alâka» kelimesi[13] üzerinde daha çok son ya­rım asırda yetişen müfessirlerin durduğunu ve bu konuda Batılı ilim adam­larının embriyoloji üzerindeki araştırma ve bazı tesbitlerînin tesirinde ka­larak kelimenin «kan pıhtısı» anlamına gelmediğini iddia ettiklerini görüyoruz.

Önce şunu belirtelim ki, sözü edilen döllenme safhalarını inceleyen­ler Müslümanlar değil, gayr-i müslimlerdir. Onlar da Kur'ân'da «alâka»dan söz edildiği için böyle bir araştırma yapmış değillerdir. Sonra da «kan pıh­tısından maksat, o görünümde, ona benzer bir oluşumdur. Zira Kur'ân'da bu ve benzeri kelimelerin indiği cağda ne manaya delâlet ettiğini bilmeden veya dikkate almadan bazı bilimsel araştırmaların tesi­rinde kalıp kelimeyi asıl delâlet ettiği mânadan uzaklaştırmak doğru ol­maz. İlmî araştırma ve tesbitlerin bazısının isabetsiz olduğunu yine gelişen daha ciddi ve kapsamlı araştırmalar zaman zaman ortaya koymaktadır. Meselâ düne kadar domuz etinin tahrîm illeti olarak trişin ve benzeri pa­razitler ve kurtçuklar gösterilir ve bunların zararsız hale getirilmesi veya imha edilmesiyle tahrîm nedeninin ortadan kalkmasının lüzumu İddia edi­lirdi. Ama bu çok sürmedi; derken yine Batılı ilim adamlarının son birkaç yıl içinde yaptıkları daha ciddi ve etraflı bilimsel araştırmalarla domuz eti­nin her şeye rağmen başta1 "kanser olmak üzere dokuz kadar tehlikeli has­talığa sebep olabileceği ortaya kondu.[14]

Kaldı ki, ashab ve tabiîn de «alâka» kan p: «tısı görünümünde bir oluşum olarak anlamış ve ona göre âyeti açıklamışlardır. Sonra da sahîh hadîslerden, yumurta ile birleşip döllenen spermin üzerinden 40 gün ge­çince «alâka» durumuna geldiği anlaşılıyor.[15] Yine ilmî tesbite göre, döl­lenme üzerinden 40 gün geçince cenîn 1,5 cm kadar oluyor ki, bu durum­da onun kan pıhtısı görünümünde, «mudğâ»ya, yani bir çiğnem ete yakın bir oluşumda görüntü verdiği bilinmektedir.

O halde bu konuda kesin konuşmanın doğru olmayacağını söyleme­mizde bir sakınca olmasa gerek.                                    Bununla beraber sözünü ettiğimiz kelimenin sözlük olarak üç manaya delâlet ettiğini de dikkatten uzak bulundurmamamız gerekir. Şöyle ki:

1- Yapışıp tutunmak, bir şeye asılıp kalmak,

2- Kan emen asalak (sülük),

3- Pıhtılaşmış kan parçası…[16]

Klasik tefsîrlerin hemen hepsinde «alâka», kan pıhtısı olarak tefsir edilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu döllenmenin 40. günündeki bir görünümdür ki, mudğaya yakın kan pıhtısını andıran bir oluşumu tas­vir etmektedir.

Şüphesiz bu tefsirde isabet vardır, Zira sahîh hadîslerde de «alâka» kelimesi bu mânada kullanılmıştır.

Aşılanan yumurtanın rahim yolu içinde rahmin iç tabakasına tutun­ması ise, birinci mananın isabetini ortaya koymaktadır. İkinci mânaya ge­lince : son yarım asır içinde yetişen müfessirlerden bir kısmı «alâka», menide yer alan ve asalağa benzeyen canlı hayvancıklarla yorumlamış­lardır. Prof. Afif Abdülfettah Tabbara, Ruhu'd-Dini'l-İslâm adlı eserinin ilim bölümünde bu yorumu desteklemiştir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, «alâka»nın delâlet ettiği bu üç mana da söz konusu olabilirse de, birinci ve üçüncü yorumlar ağırlık kazanmrştır. Ancak kesin bir hükümle ortaya çıkmanın sakıncalı olduğunu hatırlatma­mızda fayda vardır. Çünkü ileride bilimsel olarak daha ne gibi tesbitlerin yapılacağını bilemiyoruz.

Burada önemli olan, insanın bütün özelliklerinin yumurtayla birleşen hayvancıkta formüle edilmesidir. Böylesine bir mikro modelin tesadüfle­rin biraraya gelmesi veya birbirlerini izlemesiyle gerçekleşmesi mümkün olmayan bir olaydır. «İnsan» denilen canlının, kendi türünün hususiyetleri doğrultusunda bir yanlışlığa meydan verilmeden en küçük modelinin ge­netik koda işlenmesi, şüphesiz çok üstün ve emsalsiz bir kudretin hilkat düzenlemesini isbat etmektedir.[17]

 

Kalemle Yazmayı Öğreten Rabbımız Kerem Sahibidir

 

(Oku! Rabbın, karşılıksız iyilik ve ihsan sahibidir. O ki, kalem ile öğretti; insana bilmediğini öğretip belletti.»

Cenâb-ı Hak 3 ve 4. âyetle bir yandan okumayı, ama Rabbın adıyla okumayı emrederken, bir yandan da okuma imkânı sağlayan kalemden söz etmektedir.

Burada beş önemli husus üzerinde durularak mü'mînlere en sağlam eğitim ve öğretim metodu verilmekte ve İslâm Dini'ne mensup olan kişile­rin en dengeli ve düzenli bir eğitim ve öğretim sisteminden geçirilmesinin lüzumuna işaret edilmektedir. Şöyle ki:

1- Okuma emri,

2- Rabbımızın isim ve sıfatı,

3- Rabbımızın  «ekrem»lik özelliği,

4- Kalemle öğretme lütuf ve inayeti.

5- İnsana bilmediğini öğretip belletme tecellisi..

Bu beş madde birbirini tamamlamakta ve bir bütünlük içinde en sağ­lam ve en kalıcı bir eğitim ve öğretim sisteminin temel bilgisini vermek­tedir.

Okuma emri, Rab sıfatıyla içiçedir. Çünkü Kur'ân'da dokuzyüzden faz­la yerde bu sıfat anılmakta ve her şeyi yaratıp vücuda getiren CenâbHakk'ın zat-i ulûhiyetine göre eşyayı geliştirip kemale erdirdiğine işarette bulunulmaktadır. Aynı zamanda bu sıfatla bütün canlılara yönelindiği gi­bi, özellikle insana yönelinmekte ve her şeyden fazla onun eğitilip yetiş­tirilmeye ve olgunlaştırılmaya muhtaç olduğu ilham edilmektedir.

O halde gerçek eğitimin mayasını ve özünü, Allah'a dosdoğru imân oluşturmakta ve imansız bir eğitimle kâmil anlamda sağlam bir nesil yetiştirilemiyeceği vurgulanmaktadır. Böylece eğitim, Allah'a imânla bir­leştiği ve Rab sıfatıyla şekillendiği takdirde olgun, dolgun ve faydalı ne­siller yetiştirmede son derece başarılı sonuçlar verir. Dinden, imândan yoksun bir eğitimin amaca eriştirici, faziletli nesiller yetiştirici olacağını iddia etmek, çölde serap peşinde koşup su umudu taşımak kadar aldatı­cıdır.

Rab sıfatından sonra «ekrem» sıfatının anılması ise, bizi bir diğer ha­kikate çevirmektedir. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak insanı, kâinatın hikmeti ve sebeb-i vücudu olarak yaratıp varlık alanına getirince, ona her bakımdan çok cömert yönelmiş; akıl, zekâ, idrâk, irâde, hafıza, düşünme ve konuş­ma gibi nimetlerle onu donatmakla kalmamış, bir de yol gösterici olarak kitap indirmiş ve peygamber göndermiştir.

Şüphesiz Rab sıfatının gereği olan eğitme, geliştirip kemale erdirme hususunda nazım rol oynayan kitap ve peygamber aynı zamanda Rab ve Ek­rem sıfatının karşılıksız tecellisinden; iyilik ve ihsanından başkası değildir. O bakımdan inanan dindar eğitimcilerin de CenâbHakk'ın «Ekrem» sıfa­tının tecellisine lâyık olabilmeleri İçin ferağat-i nefis içinde kendilerini ço­cukların sağlam karakterli ve inançlı yetiştirilmesine adamaları gerek­mektedir.

Eğitimi tamamlayan öğretimin de lüzumu belirtilirken bunun en belirgin araç ve gereci olan «kalem»den söz edilmektedir. Sonra da Cenâb-ı Hak, peygamberinin kalem anlamında olan aracına dikkat çekerek sema­vî kitaba işarette bulunmakta ve böylece peygamber ve kitap vasıtasıyla insana bilmediğini öğretip bellettiğini beyân etmektedir.

«Oku emrisnin tekrarı bir inceliğe işarettir; o da, okumayı tekrarla­manın her zaman faydalı olacağıdır. Aynı zamanda okuyan kimsenin edin­diği bilgilere yenisini katıp eser yazarak başkalarına okuma imkânı hazır­laması söz konusudur.[18]

 

İnsan Kendini Doygun Görünce Azar

 

«Hayır, hayır; (Allah'a her an muhtaç bu­lunduğunu unutma). Doğrusu insan kendini zengin görünce azar.» [19]

 

İniş Sebebi

 

İbn Münzir'in Ebû Hüreyre (R.A.)den yaptığı rivayete göre: İslâm'ın baş düşmanı Ebû Cehl, kendi yandaşlarına: «Muhammed'in (A.S.) sizin aranızda yüzünü toprağa koyup onu yüzüne, gözüne bulaştırdığı (başını secdeye koyduğu) hiç oluyor mu?» diye soruyor. Ona: «Evet...» diye ce­vap verilince, şöyle and içiyor: «Lât ve Uzzâ hakkı için Onun böyle yap­tığını görürsem ayağımı boynunun üzerine basarım da yüzünü, gözünü iyice toprağa bulaştırırım!» Bunun üzerine ilgili âyet iniyor.[20]

Müfessir Alâaddin Ali kendi tefsirinde âyetin iniş sebebini şöyle açık­lamıştır :

«Ebû Cehl geniş çapta mal, binek ve servet elde etmiş bulunuyor­du. O, bu imkân ve servetine güvenerek her geçen gün azgınlık ve teca­vüzünü artırıyor (ve İslâm'a karşı daha çok kin besliyordu.) Derken yuka­rıdaki âyetler indi.»[21]

Böylece âyet-i kerîme, geniş mal ve imkânı amaç edinen ve o se­beple Hakk'a karşı baş kaldırıp bu amaç uğrunda ilâhî sınırları, insan hak ve hürriyetini çiğneyen her azgın zorba, dengesiz zâlim hakkında bir uyarı ve bir kıstas olarak bulunuyor. [22]

 

Geçici Olanı Ebedî Olana Tercih Etmek Tuğyan Sayılır

 

Tuğyan'ın en kısa tarifi şudur: «Haddi aşmak, CenâbHakk'a karşı baş kaldırıp büyüklük taslamak..»[23]

Önce şunu belirtelim ki, insan yalnız dünya hayatı için yaratılmamış­tır. Öyle olsaydı dünyanın ölümsüz olması gerekirdi. Sonra dünya hayatı, insanın yaşama zevkini almasından, hilkatin hikmetini idrâk etmesinden, Yüce Yaratan'ı bilip sıfatlarıyla tanımasından yana bir tekâmül döne­midir.

İşte bu dönemi, diğer bir anlatımla intikal süresini hikmeti doğrul­tusunda değerlendirmek insanoğlu için son derece lüzumludur. Ezelî prog­ram gereği onun içine yerleştirilen nefsanî duygu hayatına canlılık ver­mekte ve bir süre meşru sınırlar içinde dünya hayatını devam ettirmesin­den yana itici bir kuvvet olmaktadır. Bu kuvvet başı boş bırakıldığı, yani ilâhî hayat statüsüne göre yönlendirilmediği takdirde kişiyi tuğyana iter ve her vesileyle onu dünya hayatının gerçek hikmet ve gayesinden uzak­laştırır.

O bakımdan Cenâb-ı Hak insana; aklına, zekâsına, irâde ve idrâkine ışık tutacak ve onu tuğyandan koruyacak anlam ve muhtevada kitap in­dirmiş ve hidâyet yolunu gösteren peygamber göndermiştir.

Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «İki haris vardır ki, doymazlar: İlme talip olan ve dünyaya istekli bulunan.»[24]

Şüphesiz ilme talip olup onu Allah için insanlığa hizmet gayesiyle tah-sîl eden ve o yüzden ilme bir türlü doymayan kimse çok şerefli ve aydınlık bir yoldadır. Zira ilim insanı yalnız cehaletten kurtarmakla kalmaz, onu Allah'ına daha çok yaklaştırır ve hakikati öğrenmesine yardımcı olarak kalbinde «tahkikî imânı» n oluşmasını sağlar; gurur, kibir, azgınlık ve ben­zeri nefsânî ölçüsüzlüklere düşmekten korur.

Ancak ilmi sırf nefsini tatmin etme, toplum arasında üstünlük sağla­ma ve yalnız dünyalık elde etmeğe basamak yapma aracı haline getirirse, böylesine yanlış bir tutum ve anlayış kişinin tuğyan ve nankörlüğünü daha kurnazca ve daha ustaca artırmasından başka bir şeye yaramaz.

Dünya nîmetlerinin peşine takılıp onu, doymak bilmeyen nefsinden yana değerlendiren kimse hiçbir zaman tuğyan ve nankörlükten kurtulamaz, ancak CenabHakk'ın hidâyet bahşettiği kimseler müstesna..

Bunun aksine, dünyaya ve dünyalığa, -Allah sözü daha yüce olsun diye- yönelip durmadan çalışarak ekonomik güç oluşturanlar ise, dünya­yı hikmetine uygun değerlendirdiklerinden ötürü hem azıp sapıtmazlar, hem de Hakk'a karşı nankörlük etmezler.

Gerek ilme, gerekse dünyaya talip olup bunları Hakk'a kulluk doğ­rultusunda değerlendiren kimse, şüphesiz eninde-sonunda dönüşün Allah'a olacağını da bilir ve inanır ve artık kişi kendini bu çizgiye getirince, ilâhî hidâyet ışığı ona yönelir de kalbini ve dimağını aydınlatır. İşte gerçek ay­dınlar da bunlardır. [25]

 

Namaz Kılana Engel Olanlar

 

«Namaz kılan bîr kulu, ondan alıkoyanı gördün mü?.»

Mekke'nin azgın müşrikleri İslâm'a karşı öylesine hasmane bir ta­vır aldılar ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Kutsal Kabe'nin yanında na­maz kılmasına bile tahammül edemez oldular. Nitekim Buharî'nin İbn Ab-bas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre, Ebû Cehl'in şöyle dediği nakledilmiş­tir : «And olsun ki, Muhammed'i (A.S.) Beytullah'ın orada namaz kılar bir halde görürsem mutlaka Onun boynu üzerine ayağımı koyup çiğnerim.

Fakat o bu yeminini hiçbir zaman yerine getiremedi. Durumdan Resû­lüllah (A.S.) haberdar edilince şöyle buyurdu : «Eğer o öyle bir fiile teşeb­büs etseydi, melekler mutlaka onu tutup engel olurlardı.»

Tirmizî aynı olayı naklederken şu kelimeyi de rivayet etmiştir: «Me­lekler onu ayan beyân tutup engel olurlardı.»

Müslim ise, bu olayı biraz daha detaylı naklederek diyor ki: «Ebû Cehl kendi arkadaşlarına sordu : «Muhammed (A.S.) sizin ara­nızda yüzünü yere sürüyor mu?» Onlar da ona: «Evet...» diye cevap ve­rince, o şöyle and içiyor: «Lât ve Uzzâ hakkı için onu, yüzünü yere koy­muş bir vaziyette görürsem ayağımı boynunun üzerine basıp yüzünü iyi-çe toprağa sürterim.»

Bir süre sonra Resûlüllah (A.S.) namaz kılmak üzere geldi. Ebû Cehl ayağını Onun boynunun üzerine koymak için ilerledi; derken ansızın gerisin geri tabanı üzere geriledi ve eliyle korunmaya çalışıyordu. Bunun üzerine ona «Sana ne oldu?» diye sorulunca, o şu cevabı verdi: «Doğ­rusu benimle onun aramızda ateşten bir hendek, bir korku ve birtakım ka­natlar bulunuyordu!.»[26]

Resûlüllah (A.S.)  Efendimiz ise, bu olayı şöyle açıklamıştır:

«Eğer o bana yaklaşsaydı melekler onu kapıp organlarını birbirinden ayırarak (her organını bir tarafa atarlardı}.»[27]

İşte bu olay sebebiyle ilgili 9 ve 10. âyetlerin indiği söylenir.[28]

 

Din Ve İbâdet Hürriyeti

 

Konumuzu oluşturan âyetle, din ve ibâdet hürriyetine engel olanlar konu edilerek kınanıyor ve inkarcı sapıkların, maddeci şaşkınların bu ko­nuda başarıya erişemiyeceklerine işaretle sonlarının hüsran olacağı dolay­lı şekilde haber veriliyor.

Resûlüllah'ın (A.S.) anlatımıyla, doğan her çocuk fıtrat üzere, yani Allah ve din duygusuyla gözlerini dünyaya açar. Sonra çocuğun aile ve çevresi onun bu fıtrî mayasını ya doğru istikamette geliştirirler veya kö­reltip yanlış bir inanç sistemine döndürürler.

O bakımdan dinsiz, inançsız aile ve topluma rastlanmamıştır. Hattâ kendini ateist olarak ilân eden fertlerin kalbinde ve ruhunda dönüp dola­şan ve kendilerini inanmaya iten bir duygu mevcuttur. Onlar o duyguyu alt etmek veya onun dürtüşlerinden kurtulmak için durmadan hakkı red ve inkâr etmeği bir ihtiyaç olarak hissederler.

Gerçek bu olunca, insanların ruhlarına enjekte edilen ilâhî mayayı küllemeğe çalışmak büyük bir zulüm ve insan haklarının en kutsal değe­rine tecavüzdür. Âdil olan hiçbir sistem böyle bir haksızlığa cevaz vere­mez.

Dine zorlama olmadığı gibi, dinsizliğe de zorlama olamaz. Hiç kim­seye bu hak ve yetki verilemez. Din insanın içini dolduran, kalbinde sön-memesiye ümit ışığı doğuran; ihtirasları frenleyen, günlük hayatı meşru çerçeve içine alan; nefsanî istekleri, haklara saygılı olma, ahlâksızlık ve azgınlıktan uzak kalma doğrultusunda kanalize eden; insana, insan olarak yaratılmasının hikmetini öğreten; insanla Yüce Yaratanı arasındaki engelleri kaldıran; yeryüzünde Hak adına hak ve adalet kurmayı hem em­reden, hem de bunun bütün esas ve prensiplerini kusursuz anlamda ve­ren; insanların dalâlet ve kötülüklerden kurtulmasından yana en emin ve en doğru yolu gösteren ilâhî sistemdir. İslâm bu sistemin en mükemmeli1 ve ilâhî beyânın en son mesajıdır.

Aile ve toplumları, kavim ve milletleri, en tabii hakları olan bu yüce nimetten mahrum etmeğe kalkışmak, insanlık adına işlenecek cinayetle­rin en âdisi ve fenası değil midir? Aklı başında, idrâki iki kaşının arasın­da, irfan ve iz'ânı gönlünde olan kimse böyle bir cinayete tevessül ede­bilir mi veya işlenen böyle bir cinayete cevaz verebilir mi?

Şüphesiz, sözünü ettiğimiz bu tür cinayet ve saldırıların çoğaldığı bir ülkede aile yıkılmaya, toplum kokuşmaya, güzel ahlâk silinmeye, fazilet rezîlete dönüşmeye yüz tutar. Sonuç olarak behimî bir hayat tarzı başlar; bu anlamdaki istekler kalpleri istila edip maddeyi tek değer ölçüsü olarak devamlı gündemde tutar ve dönüş yapılmadığı takdirde, belli bir çizgiye gelinince ilâhî hüküm iner. Tabii bu hükmün hangi şekilde tezahür edeceğini, o millete nasıl bir ceza vereceğini kestirmek çok zordur. Ancak tarihte bu yüzden felâkete uğrayan, yıkılıp yok olan, istiklâli ellerinden alınan bir­çok milletler vardır. Tarih tekerrür ettikçe ilâhî hüküm de tekerrür eder. O bakımdan din ve ibâdet hürriyetini kısıtlamak veya ortadan kal­dırmak, insanları manen katletmek veya mefluç hale getirmek demek­tir. Böylesine kaba ve zorbaca bir tutum ve sistem hiçbir zaman uzun sü­re yaşama şansına sahip olamamış; ya dönüş yapmak zorunda kalmış, ya da baş aşağı gelmiştir.

Kaldı ki CenâbHakk'ın indirdiği son dini yine O'nun koruyacağı vaa-dedilmiş bulunuyor. Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır; sırası gelince mutlak surette hükmünü yürütür ve onu durduracak bir kuvvet bulunmaz. Din düşmanları da hezimete ve hüsrana uğramaktan kendilerini kurtaramazlar. Nitekim böylesine sakıncalı bir yola giren Nemrut, Fir'avn ve Ebû Cehl'in sonu hüsran olmuştur.

Cenâb-ı Hak, maddeyi ilâhlaştırıp kutsal değerlere sırt çevirenleri ve dünyevî menfaat uğruna dine saldıranları, rahmetinin gereği olarak uyarmakta ve 15, 16. âyetlerle şu mesajı vermektedir: «Hayır, hayır; o bu tutumundan vazgeçmezse, elbette onu alnından, o yalancı günahkâr alnından tutup (Cehennem'e) sürükleyeceğiz..»[29]

 

Vahyin İlk Döneminde Resûlüllah'ın (A.S.) İbâdeti

 

«Baksan ya, bu (kul) doğru yol üzerinde bulunuyorsa veya takva (Allah'tan saygı ile korkup kötülükler­den alıkoymak) ile emrediyorsa..»

Bu iki âyetin açık delâletinden, Resûlüllah (A.S.) Efedimiz'in henüz farz kılınmadan önce Melek Cebrail'in işaretiyle namaz kıldığı ve zaman zaman bu ve benzeri ibâdetini Kutsal Kabe'nin yanında yerine getirdiği anlaşılıyor. Ancak bu namazı hangi vakitlerde ve kaç rek'at olarak kıl­dığına; namazda neler okuduğuna dair Kitap ve Sünnet'te açıklayıcı bir ifade yoktur. İbn Âbidîn ve benzeri fakîhler, Resûlüllah'ın (A.S.) o dönem­de Hz. İbrahim'in (A.S.) sünneti doğrultusunda iki rek'at sabah, iki rek'at da akşam üzeri kıldığını belirtmişlerse de bu konuda sağlam bir dayanak gösterememişlerdir.

Tefsirde rivayete en çok ağırlık veren İbn Cerîr ise, bu namazın kem-miyet ve keyfiyeti hakkında hiçbir rivayet nakletmemiştir. Dirayete ağır­lık veren Fahruddin Râzî de bu konuda bir görüş ve tesbit izhar etme­miştir. Bununla beraber ortada bir gerçek vardır; o da Resûlüllah'ın (A.S.)> vahyin ilk döneminde de namaz kıldığıdır.

İniş sebebiyle ilgili hadîs ve rivayetlerden ise, Resûlüllah'ın kıldığı bu namazda başını toprak üzerine koyup secde ettiği rahatlıkla bilinmektedir. Nitekim Ebû Tâlib henüz hayatta iken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in na­maz kıldığı, Hz. Ali'nin ona uyduğu ve olayı gören Ebû Tâlibi'n, diğer oğlu Cafer'e: «Haydi sen de amcanın oğlunun yanında yer alıp ona uy ve na­maz kıl» dediği siyer kitaplarında nakledilmektedir. Ebû Tâlib'in hicretten üç yıl önce vefat ettiğine bakılırsa, Resûlüllah'ın (A.S.) kıldığı bu namazın, Mi'rac Gecesi'nde farz kılınan beş vakit namazdan çok önce gerçek­leştiği ortaya çıkar.

Ebû Havyan bu döneme mahsus namazın öğle namazı olduğunu ri­vayet etmişse de bu hususta sağlam bir kaynak verememiştir. Merhum Elmalı'lı Hamdi Yazır kendi tefsirinde Ebû Hayyan'ın bu rivayetini naklet­miş ve fazla bir şey ilâve etmemiştir.

Kırkıncı müslüman sayılan Hz. Ömer'in (R.A.) İslâm'a girmesiyle na­mazın alenen kılındığını sahîh kaynaklarda görüyoruz. Hz. Ömer'in (R.A.) İslâm'a girmesi ise, bi'setin beşinci veya altıncı yılına rastlamaktadır. [30]

 

Kişileri İsim Ve Künyeleriyle Değerlendirmek Yanlış Olur

 

Sahih rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz peygamberliğinin ilk yıllarında İslâm'a güç kazandıracak, yeni müslümanlara nefes alma im­kânı doğuracak iki kişiden birinin İslâm'a girmesini Cenâb-ı Hak'tan di­lemiş bulunuyordu. Biri, Ömer b, Hattab, diğeri Hişam oğlu Ebûlhakem (Ebû Cehl) idi. Cenâb-ı Hak, Resulünün bu duasını Ömer b. Hattab (R.A.) hakkında  kabul  buyururken,  konumuzu  oluşturan âyetlerle  Ebû  Cehl'in İslâm'a azizlik  kazandıracak bir ruh  ve  karakterde olmadığına  işarette bulunmuştur. Şöyle ki: Başkası hakkında din ve ibâdet hürriyetini ortadan kaldırmaya çalışan; namaz kılmakta Allah'ın kulu Muhammed'e (A.S.) engel olmaya yemin eden Ebû Cehl'in İslâm'a girip ona güç kazandırması pek düşünülemezdi. Aynı zamanda «Ebûlhakem»  künyesini taşıyan bu azgın müşrik hiçbir zaman bu künyesine uygun bir davranış içinde olmamıştır. Üstelik Rahman olan Allah'a ibâdet ve taâtte bulunan bir peygamberi bun­dan alıkoymaya yönelen ve putlara secde etmeği izzet ve şeref sayan böylesine nankör ve şaşkın bir kişinin hakemlik ve hikmetten yoksun bu­lunduğu kesindir.

Fahruddin Râzî'nin tesbitine göre :

'Hz, Ali (R.A.) bir bayram günü Müslüman Cemaatin namazgahta namazdan önce (nafile) namaz kıldıklarını görünce hayret etti ve : «Re-sûlüllah'ın (A.S.) böyle bir namaz kıldığını görmedim» dedi. Bunun üzerine ona : «Onları bundan men'etsen ya!» denilince, o da şu cevabı verdi: «Namaz kılan bir kulu ondan alıkoyanı görmedin mi?» âyetinin taşıdığı hükmün kapsamına girmekten korkarım. [31]

 

Abd (Kul) Sıfatı

 

Onuncu âyette bu sıfat kullanılmıştır. Şüphesiz şereflerin en üstünü, sıfatların en güzeli, Allah'a kul olma vasfını taşımak ve bu vasfa lâyık amel içinde bulunmaktır. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Kur'ân'ın yaklaşık dokuz yerinde «abd» (kul) olarak anılmıştır.[32] Ancak buradaki kulluk, Hakk'a ibâdetin tertemiz havasında gelişen kulluktur. Ayrıca Nuh, Eyyub, Dâvud ve Zekeriyya Peygamberlerin de bu sıfatla anıldığını gö­rüyoruz.   

Şüphesiz Kur'ân'da yer yer Resûlüllah'ın, (A.S.) bu sıfatla anılma­sının sebep ve hikmetlerinden, biri de şudur: O'nu sevenlerin, sevgide ölçüyü kaçırarak ifrata sapmalarını ve Allah'ın kullarından bir kul olan o büyük peygamberi ilâhlaştırmalarını önlemektir. Nitekim Nasârâ'nın bu konuda ifrata kaçarak İsa Peygamberi ilâhlaşttrmaları hâlâ devam etmek­tedir. Cenâb-ı Hak onların bu çok sakıncalı tutumunu yererken insan ak­lına şöyle seslenmektedir: «Mesîh de, en yakın melekler de Allah'a kul olmaktan çekinmezler. Kim O'na kulluktan çekinir de büyüklük taslarsa (unutmasın ki) Allah hepsini (kabirlerinden kaldırıp) huzurunda biraraya getirerek toplayacaktır.»[33]

Ayrıca İsâ (A.S.) hakkında cereyan eden bu benzetmenin sakıncalı olduğu Mâide Sûresi 116. âyette şöyle beyân Duyurulmaktadır:

«Hem Allah, «Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mî insanlara, Allah'tan başka benimle annemi iki ilâh edinin?» demişti (diyecek) de İsâ, «Seni (ortaklar­dan, noksanlıklardan) tenzih ederim,- bana hak olmayan bir sözü söyle­mek yaraşmaz. Eğer söylemişsem elbette Sen onu bilirsin. Nefsimde olup biten şeyi de bilirsin; ben ise Senin nefsinde (ilminde sübut bulan) şeyleri bilmem. Şüphesiz ki Sen, Sensin gaybları çokça bilen, diye cevap vermiş­ti (cevap verecek),

«Onlara sadece bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbım, sizin de Rabbınız olan Allah'a kulluk ediniz! Onlar arasında bulunduğum sü­rece üzerlerine şahit idim. Beni aralarından tutup aldığında, üzerlerinde denetleyici olarak (sadece) Sen kaldın; Sen her şeye yeterince şahitsin.»[34]

 

Resûlüllah'ın (A.S.) İki Ayrı Özelliğinden Söz Ediliyor

 

«Baksan bu (kul) doğru yol üzerinde bulunuyorsa veya takva (Allah'tan saygı ile korkup kötülüklerden alıkoymak) ile emrediyorsa..»

«Hüdâ» ve «takva» kavramları hayli geniş ve kapsamlıdır. Yer aldığı konu ve cümleye göre birtakım mânalara delâlet eder.

Hüdâ: Sözlük olarak, delâlet ve reşad mânasına olup dalâlet (sapıklığın karşıtıdır. Daha çok incelik ve zerafet ölçüleri içinde yol göster­mek manasında kullanılır.

CenâbHakk'ın insana olan hidâyeti dört şekilde tezahür eder:

1- Genel anlamda olan hidâyet.

CenâbHakk'ın yarattığı her şeyi insanın hizmetine vermesi ve on­lardan yararlanma yetenek ve becerisini ona bahşetmesi, O'nun genel anlamdaki hidâyetidir. Nitekim Tâhâ Sûresi 50. âyette bu hidâyet şöyle belirtilmektedir: «Fir'avn: «Ya Musa! Rabbımz kim?» diye sordu. O da: «Rabbımız her şeye hilkatim (yaratılışta türünün özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir» dedi.»

2- Peygamberlerin diliyle ve indirilen Kur'ân'Ia insanların doğru yo­la çağırılması anlamında olan hidâyet. Nitekim Enbiyâ Sûresi 73. âyetle bu şöyle açıklanmaktadır:

«Onları emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler kıldık. Onlara hayırlı işleri işlemeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Zaten on­lar bize ibâdet eden kullardı.»

3- Doğru yolu bulmaya tevfîk anlamında olan hidâyet.

Bu da kalbini doğruya açık tutup ilâhî hidâyeti isteyenden yana doğ­ru yolu bulma tevfîkinin tecellisidîr ki, bu konuda CenâbHakk'ın onlara sebepleri kolaylaştırıp amaca uygun duruma getirmesiyle gerçekleşir. Ni­tekim Muhammed (A.S.) Sûresi 17. âyetle bu şöyle anlatılmaktadır;

«Doğru yolu bulanların ise Allah başarılarını artırır ve takvalarını (Al­lah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınmalarını) verir.»

4- Âhiret gününde Cennet'e erişme hidâyeti.

Bu da Muhammed (A.S.) Sûresi 5. ve A'raf Sûresi 43. âyetle şöyle açıklanmaktadır:

«Onları (Cennet) yoluna eriştirir; işlerini ve durumlarını düzeltip iyi­leştirir.»

«Öyle ki, göğüslerinde kinden ne varsa söküp atarız; altlarından da (ferahlatıcı) ırmaklar akıp durur da onlar şöyle derler: «Bizi buna (yüce saadete) eriştiren Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bizi buna eriştirme-seydi, kendiliğimizden doğruyu bulup erişmiş olamazdık..»

Şüphesiz bu dört hidâyet tertip üzere birbirini tamamlamakta ve bir bütünlük arzetmektedir. Öyle ki, birinci hidâyet gerçekleşmedikçe ikincisi; ikincisi gerçekleşmedikçe üçüncüsü ve üçüncüsü gerçekleşmedikçe dör­düncüsü gerçekleşmez. Böylece bir kimseye dördüncü hidâyet gerçek­leşince. İlk üç hidâyet de gerçekleşmiştir. Bunun gibi, kendisine üçüncü hidâyet gerçekleşene ilk iki hidâyet de gerçekleşmiş demektir. Ama kendsine birinci hidâyet gerçekleşene, ikinci ve üçüncüsü gerçekleşmemiş olabilir.

Takvâ'yı ise, çok Bakara Sûresinin baş kısmında açıklamış bu­lunuyoruz.

Hidâyetle takva arasında kopmaz bağlar vardır. İmân hidâyete açılan kapıdır. O kapıya geleni, Cenâb-ı Hak dilerse kabul eder. Takva ise, bu hi­dâyeti artırır ve kişiyi kâmil mü'min düzeyine kavuşturur. O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ilk üç hidâyete kâmil anlamda mazhar bulu­nuyordu. Dördüncü hidâyete de mazhar kılınacağında şüphe yoktur. Tak­va konusunda da O, Cenâb-ı Hak'tan saygı ile korkup her türlü kötülük­ten kaçınmanın en üst çizgisinde yer almış bulunuyordu. Böylesine kâmil ve ekmel bir zatın dâvetine sırt çevirip tebliğine çalıştığı ilâhî mesajı ya­lanlamaya kalkışmak ve ibâdetine engel koymaya cesaret etmek büyük bir budalalık ve çok çirkin kabalık; aynı zamanda alabildiğine zâlimce bir davranıştır.

Bu tıynet ve karakterde olan Ebû Cehller her asırda ortaya çıkıp renk­lerini belli etmişlerdir. Kıyamete kadar da böyleleri ortaya çıkıp mü'min-leri rahatsız ve tedirgin etmeğe çalışacaklardır. Ama Allah'ın hak dini olan İslâmiyet hiçbirine mağlûp düşmeyecek ve sahneden silinmiyecektir. O devamlı surette hedefine doğru emîn adımlarla ilerleyecektir. Cenâb-ı Hak her yüzyılın başında İslâmiyeti bid'atlerden, hurafelerden, yanlış ve mak­satlı yorumlardan temizleyecek mücedditler gönderecektir. Böylece İslâ­miyet kendisine yabancı olan her fikir ve yorumu bünyesinden atıp taze­liğini koruyacaktır. [35]

 

Zebani

 

«Artık o yandaşlarını çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız.»

«Zebânbnin çoğul olduğunu söyleyenlere göre, bunun tekili «zibnî» dir. Ahfeş'e göre, bunun tekili «zâbin»dir. Ebû Ubeyde'ye göre, «zibniye» dir. Diğer bazı lûgatçılara göre, «zebani» ism-i cem'dir, «ebâbîl» gibi.. Ka-tade'ye göre, Arapça sözlükte bu, «şüret» yani bekçi, zabıta ve polis de­mektir.

Dinî terim olarak, iri yapılı, katı, sert melekler anlamında kullanıl­maktadır. Gerçi «melek» denilince, zarif, yumuşak, merhametli, güvenli ve nuranî olan varlık akla gelir. Ancak unutmamak gerekir ki, melekler aldıkları emirleri, yüklendikleri programları aynen uygularlar ve hiçbir su­retle CenâbHakk'a isyan etmezler. O bakımdan Cehennem'de görev­lendirilen meleklere yükletilen program ve verilen görevler daha değişik bir anlam arzetmekte ve onlara başka görünümler vermektedir. [36]

.

Bâtılı Savunan Zâlime Uyulmaz

 

«Sakın ona uyma. Secde et ve yaklaş!»

Kişi küfürle şartlanıp bâtıl ile beyni yıkanınca, Hakk'ı red ve inkâr onda ön yargı haline gelir. Hakk'a kulluk edenlere saldırmak onun işi ve sanatı olur. Her vesileyle hakikî dindarlara çatma, onları küçümseme öylesi­nin zevkini okşayan bir eğlence sayılır. Ama her şeye rağmen «hak», hak ol­duğu için dimdik ayakta durmaya devam eder; bazan incelse bile asla kırılmaz. Bâtıl her defasında hakkın sağlam duvarına çarpıp yere serilir. İşte bu tabii sonuç zâlim münkirleri büsbütün çileden çıkarır ve başka çare bulamayınca da daha çok saldırıda bulunma ihtiyacını duyarlar.

Böylece hak ile bâtıl mücadelesi sürüp gider>sonunda zafer gerçek mücahid mü'minlerden yana tecelli eder. O bakımdan günün makûs şart­larına bakıp zaaf göstermek veya ümitsizliğe kapılmak Hakk'ın yardımın­dan uzaklaşmaktan başka bir semere vermez.  Hidâyete ermenin,  imân nimetine kavuşmanın büyük bir devlet olduğunu idrâk ederek, bâtılı sa­vunan zorbalara karşı dayanma gücünü ortaya koymak ve Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirme gayretini  taşımak zaferin  parlak   müjde-sidir. Resûlüllah (A.S.) Efendimize bu yolda emir verilirken, bu emir aynı zamanda Onun ümmetinin her ferdine yönelik bulunuyor. Bunun için Ce­nâb-ı Hak sûrenin sonunda Hz. Peygambere (A.S.) ve Onun sâlih ümme­tine üç emirle seslenmektedir:

1- Sakın inkarcı nanköre uymayın,

2- Namaz  kılmaya devam edin,

3- Her vesileyle Hakk'a yakınlık sağlamaya çalışın..

Bu üç emir birbirini tamamlamakta, biri diğeriyle gaye ve hikmetini bulmaktadır. Öyle ki, inkarcı nanköre, bâtılı savunan zorba sapığa uyan kimsenin artık namaz ve. ibâdetinin ve Hakk'a yakın olmasının anlamı kalmaz. Öylesinin hiçbir iyiliği kabule lâyık görülmez. Zira imân doğrul­tusunda namaz kılmayan kimse Hakk'a yakın olamaz.

Âyette geçen «secde et!» emri' namaza işarettir. Bu bapta cüz anılarak bütün irâde edilmiştir. Zira kulun CenâbHakk'a en yakın olduğu zaman, secdeye kapandığı anlardır. Nitekim Müslim'in Ebû Hüreyre (R.A.) den yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secdede bulunduğu haldır. O halde siz (ibâdet) ve duanızı çoğaltın.»[37]

Bu konuda bizi en çok aydınlatan ve temel bilgi veren şu kudsî ha­dîstir :

«Kulum daha çok farz kıldığım ibâdetlerle bana yaklaşır ve durmadan nafile ibâdetlerle bu yaklaşmayı sürdürür. O kadar ki, onu sevmeğe baş­larım; onu sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen aya­ğı (ile inayet ve rahmetim tecelli eder de onunla birlikte) olurum. O ku­lum artık benimle işitir, benimle görür, benimle tutar ve benimle yürür. Benden bir şey isterse elbette veririm. Bana sığınırsa onu korurum. Yap­tığım hiçbir şeyde tereddüt etmedim; yalnız mü'min kulumun ruhunu al­makta tereddüt ettim. O ölümden hoşlanmaz, ben de onun nahoş hareket­lerde bulunmasından hoşlanmam; fakat ölümden kurtuluş yoktur.»[38]

Âyet ve hadîslerin açık delâletinden anlaşılan şudur ki: İbâdet di­nin özünü ve cevherini teşkil ediyor. Namazsız, ibâdetsiz ve taâtsiz sema­vî bir din düşünülemez. Özellikle son din İslâmiyette ibâdete ne kadar ağır­lık verildiğini anlatmaya gerek yoktur. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in bir de nafile olarak gecenin bir bölümünde kalkıp ibâdete devam etmesi bu­nun açık delillerinden biri değil midir?

«Namaz gözümün aydınlığı kılınmıştır.»[39]

«Namaz dinin direğidir... Cihad amelin zirvesidir.»[40]

Mealindeki hadîsleri ise, namazın ve cihadın dindeki yerini ve öne­mini belirtmeye yeterli belgedir. Bunun içindir ki ilk inen sûrenin sonunda «Secde et (namaz kıl) ve yaklaş!» emrine yer verilmiştir.

Sûreyle ilgili önemli bir rivayet:

İmam Mâlik'in Rebi' b. Ebî Abdirrahman'dan, onun da Nâfi'den, onun da İbn Ömer (R.A.)dan yaptığı rivayete

göre: cenâb-ı hak, ikra' bismi.Buradaki «tereddtyUten maksat, mü'minin ibadet ve halinin devamını iste­mek ve ondan hoşnutluktur.

rabbike sûresini indirince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Muâz'a şöyle emir verdi: «Ya Muâz! Bunu yaz.» Muâz da levhayı, kalemi ve hokkayı aldı ve yazdı «kellâtuti'hu vescüd vakterib» âyetine gelince levha, ka­lem ve hokka secde etti. Secde ettiklerinde onların şöyle dediği işitildi: «Allahım! Bu zikri (Kur'ân'ı) yücelt, vebali silip at, günahı bağışla.»

Muâz (R.A.) diyor ki: «Bu olay üzerine ben de secde ettim ve duru­mu Resûlüllah'a (A.S.) arzettiğimde, o da secde etti.»

Bu sûrenin de tefsirini bize müyesser kılan CenâbHakk'a sonsuz hamd-u senalar, ibâdet ve kulluğun gerçek anlamını sözüyle ve fiiliyle bize öğreten Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-u selâmlar olsun.

İki sûre arasındaki münasebet:

Alâk Sûresi'ne vahyin başlangıcı ve CenâbHakk'ın ilk emri konu edilerek başlandı. Böylece Kur'ân'ın parça parça indirilerek Resûlüllah'ın (A.S.) kalbine ilka edildiğine işarette bulunuldu.

Kadir Sûresi'ne ise, indirilen bu Kur'ân'ın bir bütün halinde Kadir Gecesi'nde (Levh-i Mahfuz'dan Semai- Dünya'daki Beytülizzet'e) nüzulü­nün sağlandığı haber verilerek başlanıyor ve bu gecenin önemi üzerinde duruluyor.[41]

 

 



[1] Bilgi için bak: Şevkani, Fethu’l-kadir: 5/467.

[2] Lübabu’t-te’vil: 4/392.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6888.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6888.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6890.

[5] Buhari, Bed’i Vahiy: 3.

[6] Şevkani, Fethu’l-kadir: 5/467.

[7] Şevkani, Fethu’l-kadir: 5/467.

[8] Şevkani, Fethu’l-kadir: 5/467.

[9] Şevkani, Fethu’l-kadir: 5/467; Tefsîr-i Kurtubî : 20/118

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6890-6892.

[10] Müslim, Zikir: 73; Ebu Davud, Vitr: 32; Tirmizi, Deavat: 68, Nesai, İstiaze: 13, 18, 21, 64; İbn Mace, Mukaddime: 23; Dua: 2, 3; Ahmed: 2/167, 3/192, 4/371.

[11] Suyuti, Camiu’s-sağir: 2/92. (Suyuti’nin tesbitine göre hadis zayıftır.)

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6892-6894.

[13] Tefsiru’l-Keşşaf: 4/775.

[14] Bilgi için bak: Maide: 5/3; En’am: 6/145; Nahl: 16/115; Bakara: 2/173. ayetlerin tefsiri.

[15] Bilgi için bak: Müsned-i Ahmed: 1/374; Buhari, Bed’i Halk: 6; Kader: 1; Hayz: 17; Enbiya: 1; Müslim, Kader: 5; İman: 261.

[16] Bilgi için bak: Ragıb, Mu’cemu Müfredat-ı Elfazi’l-Kur’an: Alak maddesi.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6894-6896.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6896-6898.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6898.

[20] Suyuti, Esbabu Nüzüli’l-Kur’an: 121.

[21] Lübabu’t-te’vil: 4/394.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6898.

[23] Lübabu’t-te’vil: 4/394.

[24] Daremi, Mukaddime: 32.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6899-6900.

[26] Müslim, Münafikun: 38; Müsned-i Ahmed: 2/370.

[27] Müsned-i Ahmed: 2/370.

[28] Tefsiru İbn Kesir: 4/529.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6900-6901.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6901-6902.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6903.

[31] Mefatihu’l-gayb: 8/622.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6904.

[32] Cin: 72/19; Alak: 96/10; Enfal: 8/41; İsra: 17/36; Necm: 53/10; Kehf: 18/1; Furkan: 25/1; Zümer: 39/36; Hadid: 57/9.

[33] Nisa: 4/172.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6904-6905.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6905-6907.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6907-6908.

[37] müslim/salât:  215- nesâî/mevakiyt:  35, tatbiyk :  78- tirmizl/daâvat: 118- ahmed : 2/421

[38] Buhari, Rikak: 38; Ahmed: 6/256.

Buradaki “tereddüt”ten maksat, mü’minin ibadet ve halinin devamını istemek ve ondan hoşnutluktur.

[39] Nesai, Nisa: 4/1; Ahmed: 3/128, 199, 285.

[40] Tirmizi, Fezail-i Cihad: 22; Ahmed, Müsned: 2/287.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6908-6910.