Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Kur'ân-ı Kerîm İlk Olarak «Oku» Emriyle İnmiştir
Kalemle Yazmayı Öğreten Rabbımız Kerem Sahibidir
İnsan Kendini Doygun Görünce Azar
Geçici Olanı Ebedî Olana Tercih Etmek Tuğyan Sayılır
Vahyin İlk Döneminde Resûlüllah'ın (A.S.) İbâdeti
Kişileri İsim Ve Künyeleriyle Değerlendirmek Yanlış Olur
Resûlüllah'ın (A.S.) İki Ayrı Özelliğinden Söz Ediliyor
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir. Müfessirlerin çoğuna göre, Kur'-ân'dan ilk inen sûre bu
olmuştur. Allâme Zemahşerî de aynı tesbit ve görüştedir. Nitekim İbn
Abbas (R.A.), Ebû Musa el-Eş'ârî (R.A.) ve Hz. Aişe (R.A.)dan yapılan sahîh rivayetler de bu görüş ve tesbiti doğrulamaktadır. Cumhurun da görüşü bu doğrultuda
gerçekleşmiştir. [1]
Âyet sayısı : 19
Kelime » : 92
Harf »
: 280[2]
1- Cenâb-ı Hakk'ın yegâne yaratan
olduğu konu edilerek O'nun ismiyle okumamız emrediliyor.
2- İnsanın ana
rahminde kan pıhtısına benzer bir oluşum safhası bulunduğuna veya
asalak misali çok küçük canlı olan spermadan yaratıldığına dikkat çekiliyor.
3- Kalemin,
dolayısıyla yazı yazmanın önemi üzerinde durularak insanın kalem tutacak, yazı
yazacak yetenekte yaratıldığına işaret ediliyor.
4- İnsanoğlunun
ilâhî hayat sistemi dışında kalınca azıp sapıtacağına; biraz mal ve makam elde edince kendini
müstağni görüp Allah'a muhtaç olmadığı vehmine kapılacağına değiniliyor.
5- Dine,
diyanete engel koyanların; din hürriyetine tecavüz edenlerin maddeci şaşkınlar
olduğu belirtilerek, o gibiler Cehennem
ile tehdit ediliyor.
6- Mü'minlere,
imânlarından dolayı baskı yapan zorbalara, zalim şımarıklara uyulmaması ve her
hâl-ü kârda Cenâb-ı Hakk'ın
daha kudretli olduğunu düşünerek yalnız O'na secde edilmesi emrediliyor.[3]
1- Yaratan
Rabbinin adıyla oku!
2- O, insanı
kan pıhtısı görünümünde olan (benzer bir) şeyden yarat
3- Oku! Rabbın karşılıksız
iyilik ve ihsan sahibidir.
4- O ki,
kalem ile öğretti.
5- İnsana bilmediğini öğretip belletti.
6-7- Hayır,
hayır; (Allah'a her an muhtaç bulunduğunu unutma). Doğrusu İnsan kendini
zengin görünce azar.
8- Şüphesiz
ki dönüş ancak Rabbınadır.
9-10- Namaz
kılan bir kulu, ondan alıkoyanı gördün mü?
11- Baksan ya, bu (kul) doğru yol üzerinde bulunuyorsa
12- Veya
takva (Allah saygı ile korkup
kötülüklerden alıkoymak) ile emrediyorsa...
13- Baksan ya, o (alıkoymak İsteyen) yalanlıyor ve arka çeviriyorsa;
14- Allah'ın
(her şeyi) gördüğünü bilmiyor mu?
15-16-Hayır,
hayır; o bu tutumundan vazgeçmezse, elbette onu alnından, o yalancı günahkâr
alnından tutup (Cehennem'e) sürükleyeceğiz.
17- Artık o
yandaşlarını çağırsın.
18- Biz de
zebanileri çağıracağız.
19- Sakın
ona uyma. Secde et ve yaklaş!.
«Yaratan Rabbının adıyla oku! O, insanı kan pıhtısı görünümünde olan
(benzer bir) şeyden yarattı. Oku! Rabbin karşılıksız iyilik ve ihsan sahibidir.
O ki, kalem ile öğretti; ihsana bilmediğini öğretip belletti.» [4]
Hz. Aişe (R.A.)dan yapılan
rivayete göre, o, vahyin başlangıcını şöyle anlatmıştır:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e ilk vahyin başlaması uykuda sâlih rüya ile olmuştur. O, hiçbir rüya görmezdi ki sabahın
aydınlığı gibi açık ve net olarak ortaya çıkmasın.
Sonra Resûlüllah'a (A.S.) yalnızlık, tenhalık sevdirildi; (yalnız
kalmaktan derin zevk almaya başladı). Derken Hıra Dağı'ndaki mağarada halvete
çekildi. Ev halkına dönünceye kadar sayılı günlerde orada ibâdet ediyor; sonra
ev halkına dönüyor ve azığını alıp tekrar o mağaraya gidiyordu. Sonra (azığı
bitince) yine Hz. Hadice'ye
dönüyordu ve bir o kadar sayılı günler için azık ediniyordu.
Bu hal, O Hıra M ağ
arası'n da bulunurken kendisine hak (Hakk'ın vahyi)
gelinceye kadar sürdü. Öyle ki, Melek Ona geldi ve «Oku!» dedi. Resûlüllah (A.S.) ona: «Ben okumak bilmiyorum» diye cevap
verdi. Bunun üzerine Efendimiz (A.S.) olayı şöyle anlattı: «Melek beni tutup
gücüm kesi-linceye kadar
sıktıktan sonra beni bırakıverdi ve devamla bana «Oku!» dedi. Ben de ona:
«Okumak bilmiyorum» dedim. O yine ikinci defa beni tutup gücüm kesilinceye
kadar sıktıktan sonra beni bırakıverdi ve tekrar bana «Oku!» dedi. Ben yine
ona: «Okumak bilmiyorum» dedim. Bunun üzerine o üçüncü defa beni tutup
sıktıktan sonra bıraktı ve1: «Yaratan Rabbının adıyla
oku...» ded! (ve beşinci âyete kadar okudu).»
Bu olaydan hemen sonra
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
kalbi korkudan titrer bir halde Huveyüd kızı Hadice'nin (R.A.) yanına döndü ve: «Beni örtünüz, beni
örtünüz!» dedi. Örttüler; tâki o korku ve titreme
hali zail oldu. Sonra Resûlüllah (A.S.) olup
bitenleri Hadice'ye anlatarak «kendimden korktum»
diye ilâve etti. Bunun üzerine Hz. Hadice (R.A.) Ona: «Hayır, öyle deme! Cenâb-ı
Hakk'a yemin ederim ki, Allah hiçbir zaman seni üzüp
mahcup etmez. Zira sen akrabanla ilgi kurar, işini görmekten âciz olanların
ağırlığını yüklenirsin; yokluk içinde kıvranana (bir şeyler verip) kazandırırsın;
misafiri ağırlar, Hak yolunda ortaya çıkan olaylarda (insanlara) yardım
edersin.”
Böylece Hz. Hadice (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimizle birlikte amcazadesi Varaka
b. Nevfel b. Esed b. Abdiluzza'ya gittiler. Varaka, cahi-liyet döneminde Nasrânî (Hıristiyan) olmuştu. Aynı zamanda İbranice yazmasını bilir ve İncil'den de Allah'ın dilediği
kadar birşeyler yazardı. Varaka gözlerini kaybetmiş
yaşlı bir zat idi. Hz. Hadice
ona: «Amcamın oğlu! Kardeşinizin oğlunu dinle, bak neler söylüyor» dedi. O da
ona ı «Kardeşimin oğlu, neler görüyorsun?» diye sordu. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz gördüklerini ona bir bir anlattı.
Bunun üzerine Varaka Ona: «Bu, Allah'ın Musa'ya (A.S.) indirdiği Namus (Melek CebrâiIJdir. Keşke bu olayda genç olup (senin yanında)
bulunabilseydim. Kavminin seni (Mekke'den) çıkaracakları zaman hayatta olmayı
ne kadar isterdim.»
Bu haber üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona: «Onlar beni (Mekke'den)
çıkaracaklar mı?» diye sordu. Varaka: «Evet.. Senin getirdiğin (semavî haberi)
getiren hiç kimse yoktur ki düşmanlığa mâruz kalmış olmasın. Eğer senin (tebliğ ve irşâd)
gününe ulaşırsam sana elimden geldiğince yardım ederim.”[5]
Bu olaydan sonra çok geçmeden Varaka vefat etti. Vahiy de kesintiye uğradı.
İbn Merduye (veya Merdeveyh’in İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre, adı geçen şöyle
demiştir: «Kur'ân'dan ilk inen âyetleridir»[6]
Taberânî ve Hâkim'in sahîhlediği Ebû Musa el-Eş'ârî (R.A.) rivayetinde
adı geçen şöyle haber vermiştir: Hz. Muhammed'e
(A.S.) ilk inen sûredir»[7]
İbn Cerîr ve Hâkim'in tahrîc ettikleri; Beyhakî ve İbn Merdeveyh'in sahîhlediği Hz. Aişe hadîsinde adı geçen şöyle demiştir: «Kur'ân'dan ilk inen sûredir”[8]
Böylece Kur'ân'dan ilk inen, Alâk
Sûresi'nin başındaki beş âyettir ki bu, Allah'ın kullarına kapısını açtığı ilk
rahmet, verdiği ilk nimettir. Ata asra yakın geçen fetret devrinde bu rahmet ve
nimetin esintisi kesilmiş; katılaşan kalpler ilâhî vahyin hayat veren
davetinden mahrum kalmıştı.
Mâverdî'nin tesbitine göre, Hz. Aişe (R.A.) ilk inen sûre
hakkında şöyle demiştir:
«Allah'ın kendi Resulü
(Muhammed A.S.) üzerine indirdiği ilk sûre, Alâk
Sûresi'dir. Ondan sonra Nûn ve'l-kalem
Sûresi, ondan sonra da Müd-dessir
Süresidir ve arkasından Duhâ Sûresi inmiştir.» [9]
«Yaratan Rabbının adıyla oku!»
Âdem'i (A.S.)
topraktan yaratıp kendi kudret ruhundan ona üfleyen Cenâb-ı
Hak, yarattığı bu seçkin canlıyı akıl, idrâk, hafıza, duygu ve düşünce gibi yeteneklerle donatmakla kalmamış,muhtaç
bulunduğu eşya ve nesnelerin ismini, dolayısıyla faydalarını da ona öğretmiş ve
böylece insan oğlunun mevcut yeteneklerini kullanarak her şey ve olayda Yüce
Yaratanın varlığına ve birliğine dalalet eden belgeleri görmesini ve her işe
Allah adıyla başlamasını emretmiştir.
O bakımdan rahatlıkla
diyebiliriz ki, ilk insan vahşi, şuursuz, idraksiz değildi. Aynı zamanda ne
yapacağını bilmeyen ibtidai bir hayat süren bir canlı hiç değildi.Adem(A.S),hazırlanıp
döşenen yeryüzüne indirildiği gün kendisine,insanlığına ve Peygamberliğine
yakışır şekilde yaşaması için gerekli
bilgiler de verilmişti.Nitekim Bakara Suresi 31-33. ayetlerle bu gerçeğin ana çizgileri belirtilmekte ve bu konuda
bilgi edinmek isteyenlere ana fikir verilmektedir.
Böylece insanın menşei
hakkında araştırma yapan ilim adamlarının
bir takım tahminler ve varsayımlar ileri sürmelerinin anlamsız olduğu ortaya çıkıyor.Kur’an bu konuda da onlara hareket noktası
belirleyerek sonuç çıkarmalarını ilham
ediyor.
Gerçek bu olunca Allah
adıyla okumanın buradaki anlamı nedir?Cenab’ı Hak ilk indirdiği
ayette kullarına neden böyle bir
emir vermektedir?Konuyu dikkatle incelediğimizde karşımıza dört yorum
çıkmaktadır.Şöyle ki;
1- Okuyup
öğrenmek;yazıp bilgi vermek ve bilgi toplamak insan hayatının kopmaz
parçasıdır;buna(lazım-i gayr-i müfarik)de
diyebiliriz.Zira dünya da ,ahiret de ancak okuyup
bilgi sahibi olmamızla gerçek mutluluğa dönüşebilir.
O bakımdan okuyup
yazanla okumayanlar arasındaki fark,ölülerle diriler arasındaki fark gibidir.
Okuma,tutkuların en
soylusudur.Bir ülkede okumaya karşı istek artmadıkça,gaflet ve bu gafletten
doğacak felaket azalamaz.
Kainat,okuyanlar için
yaratılmıştır.Okuma zevkini öğrenip içine sindiren kişi,mutlu bir insandır.
Okuma hiçbir hazineyle değiştirilemeyecek kadar
kıymetlidir.Okumak,yetenekleri;deneyler de okumayı geliştirir.
Şüphesiz okumakla
ilgili buna benzer birçok vecizeler söylenmiştir.Biz
çeşni olsun diye sadece birkaç tanesini
yazdık.Ancak okunacak şey
Allah’ı hatırlattığı,O’nun üstün kudretini yansıttığı ve insanı doğruya,güzele,iyiye
Yönelttiği;aklı
,zekayı ve irfanı artırdığı nisbette fayda ve hikmetine uygundur.Bunun için Resulüllah(A.S.)
okuyup bilgi sahibi olmayı teşvik edip,
ilmin vatanı olmadığına işarette bulunurken şu dört şeyden Allah'a sığınmşıtır: «Allahıml Korkmayan
kalpten, doymak bilmeyen nefisten, fayda vermeyen ilimden ve kabul olunmayan
duadan sana sığınırım.» [10]
2- Okumaya,
kitap yazmaya, öğrenmeye ve öğretmeye Allah'ın adını anarak başlamamız, hem
insan, hem de Müslüman olmamızın gereğidir. Zira Allah'ı anmaktan uzak ve kopuk
bir okuma, aklı, zekâyı geliştirebilir) ama kalbi ve ruhu cılız bırakır,
vicdanı silik hale sokabilir. Böylece insanın iç yapısında meydana gelen
dengesizlik, onun günlük,hayatına da sirayet eder. Unutmamak gerekir ki, en faydalı
insan, en dengeli yetişendir. Dengeli beslenmeye muhtaç olduğumuz kadar,
dengeli eğitim ve öğretime de muhtacız.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu hususu şöyle belirtmiştir:
«Anlamlı ve yararlı olan her söz ve ise Bismillah i'r-
Rahman i'r-Rahîm ile başlanmazsa, o noksandır,
bereketsizdir.»[11]
3- Her şey
ve olayda Allah'ın kudretinin izini görüp satırlarını okumak; yaratılıp
istifademize bırakılan şeylerden yararlanırken Cenâb-ı
Hakk'ın yegâne nzık veren
ve tek yaratan olduğuna inanmak, kul ile Rab-bısı
arasındaki engelleri kaldırır ve böylece kulu Allah'a yaklaştırıp onu faziletli
bir düzeye getirir.
4- Hilkatin
bütün safha ve kademelerinde Cenâb-ı Hakk'ın plân ve programını okumak suretiyle O'nun yegâne
yaratan olduğunu idrâk etmek de «oku!» emrinin kapsamına girmektedir.[12]
«O, insanı kan pıhtısı
görünümünde olan (benzer bir) şeyden yarattı..»
Çoğulu «alâk» olan «alâka» kelimesi[13] üzerinde
daha çok son yarım asırda yetişen müfessirlerin durduğunu ve bu konuda Batılı
ilim adamlarının embriyoloji üzerindeki araştırma ve bazı tesbitlerînin
tesirinde kalarak kelimenin «kan pıhtısı» anlamına gelmediğini iddia
ettiklerini görüyoruz.
Önce şunu belirtelim
ki, sözü edilen döllenme safhalarını inceleyenler Müslümanlar değil, gayr-i müslimlerdir. Onlar da Kur'ân'da
«alâka»dan söz edildiği için böyle bir araştırma yapmış değillerdir. Sonra da
«kan pıhtısından maksat, o görünümde, ona benzer bir oluşumdur. Zira Kur'ân'da bu ve benzeri kelimelerin indiği cağda ne manaya
delâlet ettiğini bilmeden veya dikkate almadan bazı bilimsel araştırmaların
tesirinde kalıp kelimeyi asıl delâlet ettiği mânadan uzaklaştırmak doğru olmaz.
İlmî araştırma ve tesbitlerin bazısının isabetsiz
olduğunu yine gelişen daha ciddi ve kapsamlı araştırmalar zaman zaman ortaya koymaktadır. Meselâ düne kadar domuz etinin tahrîm illeti olarak trişin ve benzeri parazitler ve
kurtçuklar gösterilir ve bunların zararsız hale getirilmesi veya imha
edilmesiyle tahrîm nedeninin ortadan kalkmasının
lüzumu İddia edilirdi. Ama bu çok sürmedi; derken yine Batılı ilim adamlarının
son birkaç yıl içinde yaptıkları daha ciddi ve etraflı bilimsel araştırmalarla
domuz etinin her şeye rağmen başta1 "kanser olmak üzere dokuz kadar
tehlikeli hastalığa sebep olabileceği ortaya kondu.[14]
Kaldı ki, ashab ve tabiîn de «alâka»yı kan
p: «tısı görünümünde bir oluşum olarak anlamış ve ona göre âyeti
açıklamışlardır. Sonra da sahîh hadîslerden, yumurta ile birleşip döllenen
spermin üzerinden 40 gün geçince «alâka» durumuna geldiği anlaşılıyor.[15] Yine
ilmî tesbite göre, döllenme üzerinden 40 gün geçince
cenîn 1,5 cm kadar oluyor ki, bu durumda onun kan pıhtısı görünümünde, «mudğâ»ya, yani bir çiğnem ete
yakın bir oluşumda görüntü verdiği bilinmektedir.
O halde bu konuda
kesin konuşmanın doğru olmayacağını söylememizde bir sakınca olmasa
gerek.
Bununla beraber sözünü ettiğimiz kelimenin sözlük olarak üç manaya
delâlet ettiğini de dikkatten uzak bulundurmamamız gerekir. Şöyle ki:
1- Yapışıp
tutunmak, bir şeye asılıp kalmak,
2- Kan emen
asalak (sülük),
3-
Pıhtılaşmış kan parçası…[16]
Klasik tefsîrlerin
hemen hepsinde «alâka», kan pıhtısı olarak tefsir edilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu
döllenmenin 40. günündeki bir görünümdür ki, mudğaya
yakın kan pıhtısını andıran bir oluşumu tasvir etmektedir.
Şüphesiz bu tefsirde
isabet vardır, Zira sahîh hadîslerde de «alâka» kelimesi bu mânada
kullanılmıştır.
Aşılanan yumurtanın
rahim yolu içinde rahmin iç tabakasına tutunması ise, birinci mananın
isabetini ortaya koymaktadır. İkinci mânaya gelince : son yarım asır içinde
yetişen müfessirlerden bir kısmı «alâka»yı, menide
yer alan ve asalağa benzeyen canlı hayvancıklarla yorumlamışlardır. Prof. Afif
Abdülfettah Tabbara, Ruhu'd-Dini'l-İslâm adlı eserinin
ilim bölümünde bu yorumu desteklemiştir.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, «alâka»nın delâlet ettiği bu üç mana
da söz konusu olabilirse de, birinci ve üçüncü yorumlar ağırlık kazanmrştır. Ancak kesin bir hükümle ortaya çıkmanın
sakıncalı olduğunu hatırlatmamızda fayda vardır. Çünkü ileride bilimsel olarak
daha ne gibi tesbitlerin yapılacağını bilemiyoruz.
Burada önemli olan,
insanın bütün özelliklerinin yumurtayla birleşen hayvancıkta formüle
edilmesidir. Böylesine bir mikro modelin tesadüflerin biraraya
gelmesi veya birbirlerini izlemesiyle gerçekleşmesi mümkün olmayan bir olaydır.
«İnsan» denilen canlının, kendi türünün hususiyetleri doğrultusunda bir
yanlışlığa meydan verilmeden en küçük modelinin genetik koda işlenmesi,
şüphesiz çok üstün ve emsalsiz bir kudretin hilkat düzenlemesini isbat etmektedir.[17]
(Oku! Rabbın, karşılıksız iyilik ve ihsan sahibidir. O ki, kalem
ile öğretti; insana bilmediğini öğretip belletti.»
Cenâb-ı Hak 3 ve 4. âyetle bir yandan okumayı, ama Rabbın adıyla okumayı emrederken, bir yandan da okuma
imkânı sağlayan kalemden söz etmektedir.
Burada beş önemli
husus üzerinde durularak mü'mînlere en sağlam eğitim
ve öğretim metodu verilmekte ve İslâm Dini'ne mensup olan kişilerin en dengeli
ve düzenli bir eğitim ve öğretim sisteminden geçirilmesinin lüzumuna işaret
edilmektedir. Şöyle ki:
1- Okuma
emri,
2- Rabbımızın isim ve sıfatı,
3- Rabbımızın «ekrem»lik özelliği,
4- Kalemle
öğretme lütuf ve inayeti.
5- İnsana
bilmediğini öğretip belletme tecellisi..
Bu beş madde birbirini
tamamlamakta ve bir bütünlük içinde en sağlam ve en kalıcı bir eğitim ve
öğretim sisteminin temel bilgisini vermektedir.
Okuma emri, Rab
sıfatıyla içiçedir. Çünkü Kur'ân'da
dokuzyüzden fazla yerde bu sıfat anılmakta ve her
şeyi yaratıp vücuda getiren Cenâb-ı Hakk'ın zat-i ulûhiyetine göre
eşyayı geliştirip kemale erdirdiğine işarette bulunulmaktadır. Aynı zamanda bu
sıfatla bütün canlılara yönelindiği gibi, özellikle
insana yönelinmekte ve her şeyden fazla onun eğitilip
yetiştirilmeye ve olgunlaştırılmaya muhtaç olduğu ilham edilmektedir.
O halde gerçek
eğitimin mayasını ve özünü, Allah'a dosdoğru imân oluşturmakta ve imansız bir
eğitimle kâmil anlamda sağlam bir nesil yetiştirilemiyeceği
vurgulanmaktadır. Böylece eğitim, Allah'a imânla birleştiği ve Rab sıfatıyla
şekillendiği takdirde olgun, dolgun ve faydalı nesiller yetiştirmede son
derece başarılı sonuçlar verir. Dinden, imândan yoksun bir eğitimin amaca
eriştirici, faziletli nesiller yetiştirici olacağını iddia etmek, çölde serap
peşinde koşup su umudu taşımak kadar aldatıcıdır.
Rab sıfatından sonra «ekrem» sıfatının anılması ise, bizi bir diğer hakikate
çevirmektedir. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak insanı, kâinatın
hikmeti ve sebeb-i vücudu olarak yaratıp varlık
alanına getirince, ona her bakımdan çok cömert yönelmiş; akıl, zekâ, idrâk,
irâde, hafıza, düşünme ve konuşma gibi nimetlerle onu donatmakla kalmamış, bir
de yol gösterici olarak kitap indirmiş ve peygamber göndermiştir.
Şüphesiz Rab sıfatının
gereği olan eğitme, geliştirip kemale erdirme hususunda nazım rol oynayan kitap
ve peygamber aynı zamanda Rab ve Ekrem sıfatının karşılıksız tecellisinden;
iyilik ve ihsanından başkası değildir. O bakımdan inanan dindar eğitimcilerin
de Cenâb-ı Hakk'ın «Ekrem»
sıfatının tecellisine lâyık olabilmeleri İçin ferağat-i
nefis içinde kendilerini çocukların sağlam karakterli ve inançlı
yetiştirilmesine adamaları gerekmektedir.
Eğitimi tamamlayan
öğretimin de lüzumu belirtilirken bunun en belirgin araç ve gereci olan
«kalem»den söz edilmektedir. Sonra da Cenâb-ı Hak,
peygamberinin kalem anlamında olan aracına dikkat çekerek semavî kitaba
işarette bulunmakta ve böylece peygamber ve kitap vasıtasıyla insana
bilmediğini öğretip bellettiğini beyân etmektedir.
«Oku emrisnin tekrarı bir inceliğe işarettir; o da, okumayı
tekrarlamanın her zaman faydalı olacağıdır. Aynı zamanda okuyan kimsenin edindiği
bilgilere yenisini katıp eser yazarak başkalarına okuma imkânı hazırlaması söz
konusudur.[18]
«Hayır, hayır;
(Allah'a her an muhtaç bulunduğunu unutma). Doğrusu insan kendini zengin
görünce azar.» [19]
İbn Münzir'in Ebû Hüreyre (R.A.)den yaptığı
rivayete göre: İslâm'ın baş düşmanı Ebû Cehl, kendi yandaşlarına: «Muhammed'in (A.S.) sizin
aranızda yüzünü toprağa koyup onu yüzüne, gözüne bulaştırdığı (başını secdeye
koyduğu) hiç oluyor mu?» diye soruyor. Ona: «Evet...» diye cevap verilince,
şöyle and içiyor: «Lât ve Uzzâ hakkı için Onun böyle yaptığını görürsem ayağımı
boynunun üzerine basarım da yüzünü, gözünü iyice toprağa bulaştırırım!» Bunun
üzerine ilgili âyet iniyor.[20]
Müfessir Alâaddin Ali kendi tefsirinde âyetin iniş sebebini şöyle
açıklamıştır :
«Ebû
Cehl geniş çapta mal, binek ve servet elde etmiş
bulunuyordu. O, bu imkân ve servetine güvenerek her geçen gün azgınlık ve tecavüzünü
artırıyor (ve İslâm'a karşı daha çok kin besliyordu.) Derken yukarıdaki
âyetler indi.»[21]
Böylece âyet-i kerîme,
geniş mal ve imkânı amaç edinen ve o sebeple Hakk'a
karşı baş kaldırıp bu amaç uğrunda ilâhî sınırları, insan hak ve hürriyetini
çiğneyen her azgın zorba, dengesiz zâlim hakkında bir uyarı ve bir kıstas
olarak bulunuyor. [22]
Tuğyan'ın en kısa tarifi şudur: «Haddi aşmak, Cenâb-ı
Hakk'a karşı baş kaldırıp büyüklük taslamak..»[23]
Önce şunu belirtelim
ki, insan yalnız dünya hayatı için yaratılmamıştır. Öyle olsaydı dünyanın
ölümsüz olması gerekirdi. Sonra dünya hayatı, insanın yaşama zevkini
almasından, hilkatin hikmetini idrâk etmesinden, Yüce Yaratan'ı bilip
sıfatlarıyla tanımasından yana bir tekâmül dönemidir.
İşte bu dönemi, diğer
bir anlatımla intikal süresini hikmeti doğrultusunda değerlendirmek insanoğlu
için son derece lüzumludur. Ezelî program gereği onun içine yerleştirilen nefsanî duygu hayatına canlılık vermekte ve bir süre meşru
sınırlar içinde dünya hayatını devam ettirmesinden yana itici bir kuvvet
olmaktadır. Bu kuvvet başı boş bırakıldığı, yani ilâhî hayat statüsüne göre
yönlendirilmediği takdirde kişiyi tuğyana iter ve her vesileyle onu dünya
hayatının gerçek hikmet ve gayesinden uzaklaştırır.
O bakımdan Cenâb-ı Hak insana; aklına, zekâsına, irâde ve idrâkine
ışık tutacak ve onu tuğyandan koruyacak anlam ve muhtevada kitap indirmiş ve
hidâyet yolunu gösteren peygamber göndermiştir.
Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «İki haris
vardır ki, doymazlar: İlme talip olan ve dünyaya istekli bulunan.»[24]
Şüphesiz ilme talip
olup onu Allah için insanlığa hizmet gayesiyle tah-sîl
eden ve o yüzden ilme bir türlü doymayan kimse çok şerefli ve aydınlık bir
yoldadır. Zira ilim insanı yalnız cehaletten kurtarmakla kalmaz, onu Allah'ına
daha çok yaklaştırır ve hakikati öğrenmesine yardımcı olarak kalbinde «tahkikî
imânı» n oluşmasını sağlar; gurur, kibir, azgınlık ve benzeri nefsânî ölçüsüzlüklere düşmekten korur.
Ancak ilmi sırf
nefsini tatmin etme, toplum arasında üstünlük sağlama ve yalnız dünyalık elde
etmeğe basamak yapma aracı haline getirirse, böylesine yanlış bir tutum ve
anlayış kişinin tuğyan ve nankörlüğünü daha kurnazca ve daha ustaca
artırmasından başka bir şeye yaramaz.
Dünya nîmetlerinin
peşine takılıp onu, doymak bilmeyen nefsinden yana değerlendiren kimse hiçbir
zaman tuğyan ve nankörlükten kurtulamaz, ancak Cenab-ı
Hakk'ın hidâyet bahşettiği kimseler müstesna..
Bunun aksine, dünyaya
ve dünyalığa, -Allah sözü daha yüce olsun diye- yönelip durmadan çalışarak
ekonomik güç oluşturanlar ise, dünyayı hikmetine uygun değerlendirdiklerinden
ötürü hem azıp sapıtmazlar, hem de Hakk'a karşı
nankörlük etmezler.
Gerek ilme, gerekse
dünyaya talip olup bunları Hakk'a kulluk doğrultusunda
değerlendiren kimse, şüphesiz eninde-sonunda dönüşün Allah'a olacağını da bilir
ve inanır ve artık kişi kendini bu çizgiye getirince, ilâhî hidâyet ışığı ona
yönelir de kalbini ve dimağını aydınlatır. İşte gerçek aydınlar da bunlardır. [25]
«Namaz kılan bîr kulu,
ondan alıkoyanı gördün mü?.»
Mekke'nin azgın
müşrikleri İslâm'a karşı öylesine hasmane bir tavır
aldılar ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
Kutsal Kabe'nin yanında namaz kılmasına bile tahammül edemez oldular. Nitekim Buharî'nin İbn Ab-bas (R.A.)dan
yaptığı rivayete göre, Ebû Cehl'in
şöyle dediği nakledilmiştir : «And olsun ki,
Muhammed'i (A.S.) Beytullah'ın orada namaz kılar bir
halde görürsem mutlaka Onun boynu üzerine ayağımı koyup çiğnerim.
Fakat o bu yeminini
hiçbir zaman yerine getiremedi. Durumdan Resûlüllah
(A.S.) haberdar edilince şöyle buyurdu : «Eğer o öyle bir fiile teşebbüs
etseydi, melekler mutlaka onu tutup engel olurlardı.»
Tirmizî aynı olayı naklederken şu kelimeyi de rivayet
etmiştir: «Melekler onu ayan beyân tutup engel olurlardı.»
Müslim ise, bu olayı
biraz daha detaylı naklederek diyor ki: «Ebû Cehl kendi arkadaşlarına sordu : «Muhammed (A.S.) sizin aranızda
yüzünü yere sürüyor mu?» Onlar da ona: «Evet...» diye cevap verince, o şöyle and içiyor: «Lât ve Uzzâ hakkı için onu, yüzünü yere koymuş bir vaziyette
görürsem ayağımı boynunun üzerine basıp yüzünü iyi-çe
toprağa sürterim.»
Bir süre sonra Resûlüllah (A.S.) namaz kılmak üzere geldi. Ebû Cehl ayağını Onun boynunun
üzerine koymak için ilerledi; derken ansızın gerisin geri tabanı üzere geriledi
ve eliyle korunmaya çalışıyordu. Bunun üzerine ona «Sana ne oldu?» diye
sorulunca, o şu cevabı verdi: «Doğrusu benimle onun aramızda ateşten bir
hendek, bir korku ve birtakım kanatlar bulunuyordu!.»[26]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ise, bu olayı şöyle açıklamıştır:
«Eğer o bana
yaklaşsaydı melekler onu kapıp organlarını birbirinden ayırarak
(her organını bir tarafa atarlardı}.»[27]
İşte bu olay sebebiyle
ilgili 9 ve 10. âyetlerin indiği söylenir.[28]
Konumuzu oluşturan
âyetle, din ve ibâdet hürriyetine engel olanlar konu edilerek kınanıyor ve
inkarcı sapıkların, maddeci şaşkınların bu konuda başarıya erişemiyeceklerine
işaretle sonlarının hüsran olacağı dolaylı şekilde haber veriliyor.
Resûlüllah'ın (A.S.) anlatımıyla, doğan her çocuk fıtrat üzere,
yani Allah ve din duygusuyla gözlerini dünyaya açar. Sonra çocuğun aile ve
çevresi onun bu fıtrî mayasını ya doğru istikamette
geliştirirler veya köreltip yanlış bir inanç sistemine döndürürler.
O bakımdan dinsiz, inançsız
aile ve topluma rastlanmamıştır. Hattâ kendini ateist olarak ilân eden
fertlerin kalbinde ve ruhunda dönüp dolaşan ve kendilerini inanmaya iten bir
duygu mevcuttur. Onlar o duyguyu alt etmek veya onun dürtüşlerinden kurtulmak
için durmadan hakkı red ve inkâr etmeği bir ihtiyaç
olarak hissederler.
Gerçek bu olunca,
insanların ruhlarına enjekte edilen ilâhî mayayı küllemeğe çalışmak büyük bir
zulüm ve insan haklarının en kutsal değerine tecavüzdür. Âdil olan hiçbir
sistem böyle bir haksızlığa cevaz veremez.
Dine zorlama olmadığı
gibi, dinsizliğe de zorlama olamaz. Hiç kimseye bu hak ve yetki verilemez. Din
insanın içini dolduran, kalbinde sön-memesiye ümit
ışığı doğuran; ihtirasları frenleyen, günlük hayatı meşru çerçeve içine alan; nefsanî istekleri, haklara saygılı olma, ahlâksızlık ve
azgınlıktan uzak kalma doğrultusunda kanalize eden;
insana, insan olarak yaratılmasının hikmetini öğreten; insanla Yüce Yaratanı
arasındaki engelleri kaldıran; yeryüzünde Hak adına hak ve adalet kurmayı hem
emreden, hem de bunun bütün esas ve prensiplerini kusursuz anlamda veren;
insanların dalâlet ve kötülüklerden kurtulmasından yana en emin ve en doğru
yolu gösteren ilâhî sistemdir. İslâm bu sistemin en mükemmeli1 ve ilâhî beyânın
en son mesajıdır.
Aile ve toplumları,
kavim ve milletleri, en tabii hakları olan bu yüce nimetten mahrum etmeğe
kalkışmak, insanlık adına işlenecek cinayetlerin en âdisi ve fenası değil
midir? Aklı başında, idrâki iki kaşının arasında, irfan ve iz'ânı
gönlünde olan kimse böyle bir cinayete tevessül edebilir mi veya işlenen böyle
bir cinayete cevaz verebilir mi?
Şüphesiz, sözünü
ettiğimiz bu tür cinayet ve saldırıların çoğaldığı bir ülkede aile yıkılmaya,
toplum kokuşmaya, güzel ahlâk silinmeye, fazilet rezîlete
dönüşmeye yüz tutar. Sonuç olarak behimî bir hayat tarzı başlar; bu anlamdaki
istekler kalpleri istila edip maddeyi tek değer ölçüsü olarak devamlı gündemde
tutar ve dönüş yapılmadığı takdirde, belli bir çizgiye gelinince ilâhî hüküm
iner. Tabii bu hükmün hangi şekilde tezahür edeceğini, o millete nasıl bir ceza
vereceğini kestirmek çok zordur. Ancak tarihte bu yüzden felâkete uğrayan,
yıkılıp yok olan, istiklâli ellerinden alınan birçok milletler vardır. Tarih
tekerrür ettikçe ilâhî hüküm de tekerrür eder. O bakımdan din ve ibâdet
hürriyetini kısıtlamak veya ortadan kaldırmak, insanları manen katletmek veya
mefluç hale getirmek demektir. Böylesine kaba ve zorbaca bir tutum ve sistem
hiçbir zaman uzun süre yaşama şansına sahip olamamış; ya
dönüş yapmak zorunda kalmış, ya da baş aşağı
gelmiştir.
Kaldı ki Cenâb-ı Hakk'ın indirdiği son
dini yine O'nun koruyacağı vaa-dedilmiş
bulunuyor. Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır; sırası gelince mutlak surette
hükmünü yürütür ve onu durduracak bir kuvvet bulunmaz. Din düşmanları da
hezimete ve hüsrana uğramaktan kendilerini kurtaramazlar. Nitekim böylesine
sakıncalı bir yola giren Nemrut, Fir'avn ve Ebû Cehl'in sonu hüsran olmuştur.
Cenâb-ı Hak, maddeyi ilâhlaştırıp kutsal değerlere sırt
çevirenleri ve dünyevî menfaat uğruna dine saldıranları, rahmetinin gereği
olarak uyarmakta ve 15, 16. âyetlerle şu mesajı vermektedir: «Hayır, hayır; o
bu tutumundan vazgeçmezse, elbette onu alnından, o yalancı günahkâr alnından
tutup (Cehennem'e) sürükleyeceğiz..»[29]
«Baksan ya, bu (kul) doğru yol üzerinde bulunuyorsa veya takva (Allah'tan saygı ile
korkup kötülüklerden alıkoymak) ile emrediyorsa..»
Bu iki âyetin açık
delâletinden, Resûlüllah (A.S.) Efedimiz'in
henüz farz kılınmadan önce Melek Cebrail'in işaretiyle namaz kıldığı ve zaman zaman bu ve benzeri ibâdetini Kutsal Kabe'nin yanında
yerine getirdiği anlaşılıyor. Ancak bu namazı hangi vakitlerde ve kaç rek'at olarak kıldığına; namazda neler okuduğuna dair
Kitap ve Sünnet'te açıklayıcı bir ifade yoktur. İbn Âbidîn ve benzeri fakîhler, Resûlüllah'ın (A.S.) o dönemde Hz.
İbrahim'in (A.S.) sünneti doğrultusunda iki rek'at
sabah, iki rek'at da akşam üzeri kıldığını
belirtmişlerse de bu konuda sağlam bir dayanak gösterememişlerdir.
Tefsirde rivayete en
çok ağırlık veren İbn Cerîr
ise, bu namazın kem-miyet ve keyfiyeti hakkında
hiçbir rivayet nakletmemiştir. Dirayete ağırlık veren Fahruddin
Râzî de bu konuda bir görüş ve tesbit
izhar etmemiştir. Bununla beraber ortada bir gerçek vardır; o da Resûlüllah'ın (A.S.)> vahyin ilk döneminde de namaz
kıldığıdır.
İniş sebebiyle ilgili
hadîs ve rivayetlerden ise, Resûlüllah'ın kıldığı bu
namazda başını toprak üzerine koyup secde ettiği rahatlıkla bilinmektedir.
Nitekim Ebû Tâlib henüz
hayatta iken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
namaz kıldığı, Hz. Ali'nin ona uyduğu ve olayı gören
Ebû Tâlibi'n, diğer oğlu
Cafer'e: «Haydi sen de amcanın oğlunun yanında yer alıp ona uy ve namaz kıl»
dediği siyer kitaplarında nakledilmektedir. Ebû Tâlib'in hicretten üç yıl önce vefat ettiğine bakılırsa, Resûlüllah'ın (A.S.) kıldığı bu namazın, Mi'rac Gecesi'nde farz kılınan beş vakit namazdan çok önce
gerçekleştiği ortaya çıkar.
Ebû Havyan bu döneme mahsus namazın öğle namazı olduğunu
rivayet etmişse de bu hususta sağlam bir kaynak verememiştir. Merhum Elmalı'lı Hamdi Yazır kendi
tefsirinde Ebû Hayyan'ın bu
rivayetini nakletmiş ve fazla bir şey ilâve etmemiştir.
Kırkıncı müslüman sayılan Hz. Ömer'in
(R.A.) İslâm'a girmesiyle namazın alenen kılındığını sahîh kaynaklarda
görüyoruz. Hz. Ömer'in (R.A.) İslâm'a girmesi ise, bi'setin beşinci veya altıncı yılına rastlamaktadır. [30]
Sahih rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz peygamberliğinin ilk yıllarında
İslâm'a güç kazandıracak, yeni müslümanlara nefes
alma imkânı doğuracak iki kişiden birinin İslâm'a girmesini Cenâb-ı Hak'tan dilemiş bulunuyordu. Biri, Ömer b, Hattab, diğeri Hişam oğlu Ebûlhakem (Ebû Cehl) idi. Cenâb-ı Hak, Resulünün
bu duasını Ömer b. Hattab (R.A.) hakkında kabul buyururken, konumuzu
oluşturan âyetlerle Ebû Cehl'in İslâm'a azizlik
kazandıracak bir ruh ve karakterde olmadığına işarette bulunmuştur. Şöyle ki: Başkası
hakkında din ve ibâdet hürriyetini ortadan kaldırmaya çalışan; namaz kılmakta
Allah'ın kulu Muhammed'e (A.S.) engel olmaya yemin eden Ebû
Cehl'in İslâm'a girip ona güç kazandırması pek
düşünülemezdi. Aynı zamanda «Ebûlhakem» künyesini taşıyan bu azgın müşrik hiçbir
zaman bu künyesine uygun bir davranış içinde olmamıştır. Üstelik Rahman olan
Allah'a ibâdet ve taâtte bulunan bir peygamberi bundan
alıkoymaya yönelen ve putlara secde etmeği izzet ve şeref sayan böylesine
nankör ve şaşkın bir kişinin hakemlik ve hikmetten yoksun bulunduğu kesindir.
Fahruddin Râzî'nin tesbitine göre :
'Hz,
Ali (R.A.) bir bayram günü Müslüman Cemaatin namazgahta namazdan önce (nafile)
namaz kıldıklarını görünce hayret etti ve : «Re-sûlüllah'ın
(A.S.) böyle bir namaz kıldığını görmedim» dedi. Bunun üzerine ona : «Onları
bundan men'etsen ya!»
denilince, o da şu cevabı verdi: «Namaz kılan bir kulu ondan alıkoyanı görmedin
mi?» âyetinin taşıdığı hükmün kapsamına girmekten korkarım. [31]
Onuncu âyette bu sıfat
kullanılmıştır. Şüphesiz şereflerin en üstünü, sıfatların en güzeli, Allah'a
kul olma vasfını taşımak ve bu vasfa lâyık amel içinde bulunmaktır. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Kur'ân'ın
yaklaşık dokuz yerinde «abd» (kul) olarak anılmıştır.[32] Ancak
buradaki kulluk, Hakk'a ibâdetin tertemiz havasında
gelişen kulluktur. Ayrıca Nuh, Eyyub, Dâvud ve Zekeriyya Peygamberlerin
de bu sıfatla anıldığını görüyoruz.
Şüphesiz Kur'ân'da yer yer Resûlüllah'ın, (A.S.) bu sıfatla anılmasının sebep ve
hikmetlerinden, biri de şudur: O'nu sevenlerin, sevgide ölçüyü kaçırarak ifrata
sapmalarını ve Allah'ın kullarından bir kul olan o büyük peygamberi
ilâhlaştırmalarını önlemektir. Nitekim Nasârâ'nın bu
konuda ifrata kaçarak İsa Peygamberi ilâhlaşttrmaları
hâlâ devam etmektedir. Cenâb-ı Hak onların bu çok
sakıncalı tutumunu yererken insan aklına şöyle seslenmektedir: «Mesîh de, en
yakın melekler de Allah'a kul olmaktan çekinmezler. Kim O'na kulluktan çekinir
de büyüklük taslarsa (unutmasın ki) Allah hepsini (kabirlerinden kaldırıp)
huzurunda biraraya getirerek toplayacaktır.»[33]
Ayrıca İsâ (A.S.)
hakkında cereyan eden bu benzetmenin sakıncalı olduğu Mâide
Sûresi 116. âyette şöyle beyân Duyurulmaktadır:
«Hem Allah, «Ey Meryem
oğlu İsâ! Sen mî insanlara, Allah'tan başka benimle annemi iki ilâh edinin?»
demişti (diyecek) de İsâ, «Seni (ortaklardan, noksanlıklardan) tenzih ederim,-
bana hak olmayan bir sözü söylemek yaraşmaz. Eğer söylemişsem elbette Sen onu
bilirsin. Nefsimde olup biten şeyi de bilirsin; ben ise Senin nefsinde (ilminde
sübut bulan) şeyleri bilmem. Şüphesiz ki Sen, Sensin gaybları
çokça bilen, diye cevap vermişti (cevap verecek),
«Onlara sadece bana
emrettiğini söyledim: Benim de Rabbım, sizin de Rabbınız olan Allah'a kulluk ediniz! Onlar arasında
bulunduğum sürece üzerlerine şahit idim. Beni aralarından tutup aldığında,
üzerlerinde denetleyici olarak (sadece) Sen kaldın; Sen her şeye yeterince
şahitsin.»[34]
«Baksan bu (kul) doğru
yol üzerinde bulunuyorsa veya takva (Allah'tan saygı ile korkup kötülüklerden
alıkoymak) ile emrediyorsa..»
«Hüdâ»
ve «takva» kavramları hayli geniş ve kapsamlıdır. Yer aldığı konu ve cümleye
göre birtakım mânalara delâlet eder.
Hüdâ: Sözlük olarak, delâlet ve reşad
mânasına olup dalâlet (sapıklığın karşıtıdır. Daha çok incelik ve zerafet ölçüleri içinde yol göstermek manasında
kullanılır.
Cenâb-ı Hakk'ın insana olan
hidâyeti dört şekilde tezahür eder:
1- Genel
anlamda olan hidâyet.
Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı her
şeyi insanın hizmetine vermesi ve onlardan yararlanma yetenek ve becerisini
ona bahşetmesi, O'nun genel anlamdaki hidâyetidir. Nitekim Tâhâ
Sûresi 50. âyette bu hidâyet şöyle belirtilmektedir: «Fir'avn:
«Ya Musa! Rabbımz kim?»
diye sordu. O da: «Rabbımız her şeye hilkatim
(yaratılışta türünün özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir» dedi.»
2- Peygamberlerin
diliyle ve indirilen Kur'ân'Ia insanların doğru yola
çağırılması anlamında olan hidâyet. Nitekim Enbiyâ Sûresi 73. âyetle bu şöyle
açıklanmaktadır:
«Onları emrimiz
uyarınca doğru yolu gösteren önderler kıldık. Onlara hayırlı işleri işlemeyi,
namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Zaten onlar
bize ibâdet eden kullardı.»
3- Doğru
yolu bulmaya tevfîk anlamında olan hidâyet.
Bu da kalbini doğruya
açık tutup ilâhî hidâyeti isteyenden yana doğru yolu bulma tevfîkinin
tecellisidîr ki, bu konuda Cenâb-ı Hakk'ın onlara sebepleri kolaylaştırıp amaca uygun duruma
getirmesiyle gerçekleşir. Nitekim Muhammed (A.S.) Sûresi 17. âyetle bu şöyle
anlatılmaktadır;
«Doğru yolu bulanların
ise Allah başarılarını artırır ve takvalarını (Allah'tan saygı ile korkup
fenalıklardan sakınmalarını) verir.»
4- Âhiret gününde Cennet'e erişme hidâyeti.
Bu da Muhammed (A.S.)
Sûresi 5. ve A'raf Sûresi 43. âyetle şöyle
açıklanmaktadır:
«Onları (Cennet)
yoluna eriştirir; işlerini ve durumlarını düzeltip iyileştirir.»
«Öyle ki, göğüslerinde
kinden ne varsa söküp atarız; altlarından da (ferahlatıcı) ırmaklar akıp durur
da onlar şöyle derler: «Bizi buna (yüce saadete) eriştiren Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bizi buna eriştirme-seydi, kendiliğimizden doğruyu bulup erişmiş olamazdık..»
Şüphesiz bu dört
hidâyet tertip üzere birbirini tamamlamakta ve bir bütünlük arzetmektedir.
Öyle ki, birinci hidâyet gerçekleşmedikçe ikincisi; ikincisi gerçekleşmedikçe
üçüncüsü ve üçüncüsü gerçekleşmedikçe dördüncüsü gerçekleşmez. Böylece bir
kimseye dördüncü hidâyet gerçekleşince. İlk üç hidâyet de gerçekleşmiştir.
Bunun gibi, kendisine üçüncü hidâyet gerçekleşene ilk iki hidâyet de
gerçekleşmiş demektir. Ama kendsine birinci hidâyet
gerçekleşene, ikinci ve üçüncüsü gerçekleşmemiş olabilir.
Takvâ'yı ise, çok
Bakara Sûresinin baş kısmında açıklamış bulunuyoruz.
Hidâyetle takva
arasında kopmaz bağlar vardır. İmân hidâyete açılan kapıdır. O kapıya geleni, Cenâb-ı Hak dilerse kabul eder. Takva ise, bu hidâyeti
artırır ve kişiyi kâmil mü'min düzeyine kavuşturur. O
bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ilk üç hidâyete
kâmil anlamda mazhar bulunuyordu. Dördüncü hidâyete
de mazhar kılınacağında şüphe yoktur. Takva
konusunda da O, Cenâb-ı Hak'tan saygı ile korkup her
türlü kötülükten kaçınmanın en üst çizgisinde yer almış bulunuyordu. Böylesine
kâmil ve ekmel bir zatın dâvetine sırt çevirip
tebliğine çalıştığı ilâhî mesajı yalanlamaya kalkışmak ve ibâdetine engel
koymaya cesaret etmek büyük bir budalalık ve çok çirkin kabalık; aynı zamanda
alabildiğine zâlimce bir davranıştır.
Bu tıynet ve
karakterde olan Ebû Cehller
her asırda ortaya çıkıp renklerini belli etmişlerdir. Kıyamete kadar da böyleleri ortaya çıkıp mü'min-leri rahatsız ve tedirgin etmeğe çalışacaklardır. Ama
Allah'ın hak dini olan İslâmiyet hiçbirine mağlûp düşmeyecek ve sahneden silinmiyecektir. O devamlı surette hedefine doğru emîn
adımlarla ilerleyecektir. Cenâb-ı Hak her yüzyılın
başında İslâmiyeti bid'atlerden,
hurafelerden, yanlış ve maksatlı yorumlardan temizleyecek mücedditler
gönderecektir. Böylece İslâmiyet kendisine yabancı olan her fikir ve yorumu
bünyesinden atıp tazeliğini koruyacaktır. [35]
«Artık o yandaşlarını
çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız.»
«Zebânbnin
çoğul olduğunu söyleyenlere göre, bunun tekili «zibnî»
dir. Ahfeş'e göre, bunun
tekili «zâbin»dir. Ebû Ubeyde'ye göre, «zibniye» dir. Diğer bazı lûgatçılara göre, «zebani» ism-i
cem'dir, «ebâbîl» gibi.. Ka-tade'ye
göre, Arapça sözlükte bu, «şüret» yani bekçi, zabıta
ve polis demektir.
Dinî terim olarak, iri
yapılı, katı, sert melekler anlamında kullanılmaktadır. Gerçi «melek»
denilince, zarif, yumuşak, merhametli, güvenli ve nuranî olan varlık akla
gelir. Ancak unutmamak gerekir ki, melekler aldıkları emirleri, yüklendikleri programları aynen
uygularlar ve hiçbir suretle Cenâb-ı Hakk'a isyan etmezler. O bakımdan Cehennem'de görevlendirilen
meleklere yükletilen program ve verilen görevler daha değişik bir anlam arzetmekte ve onlara başka görünümler vermektedir. [36]
.
«Sakın ona uyma. Secde
et ve yaklaş!»
Kişi küfürle şartlanıp
bâtıl ile beyni yıkanınca, Hakk'ı red
ve inkâr onda ön yargı haline gelir. Hakk'a kulluk
edenlere saldırmak onun işi ve sanatı olur. Her vesileyle hakikî dindarlara
çatma, onları küçümseme öylesinin zevkini okşayan bir eğlence sayılır. Ama her
şeye rağmen «hak», hak olduğu için dimdik ayakta durmaya devam eder; bazan incelse bile asla kırılmaz. Bâtıl her defasında
hakkın sağlam duvarına çarpıp yere serilir. İşte bu tabii sonuç zâlim
münkirleri büsbütün çileden çıkarır ve başka çare bulamayınca da daha çok
saldırıda bulunma ihtiyacını duyarlar.
Böylece hak ile bâtıl
mücadelesi sürüp gider>sonunda zafer gerçek mücahid
mü'minlerden yana tecelli eder. O bakımdan günün
makûs şartlarına bakıp zaaf göstermek veya ümitsizliğe kapılmak Hakk'ın yardımından uzaklaşmaktan başka bir semere
vermez. Hidâyete ermenin, imân nimetine kavuşmanın büyük bir devlet
olduğunu idrâk ederek, bâtılı savunan zorbalara karşı dayanma gücünü ortaya
koymak ve Allah'a karşı kulluk görevini yerine getirme gayretini taşımak zaferin parlak
müjde-sidir. Resûlüllah (A.S.) Efendimize bu
yolda emir verilirken, bu emir aynı zamanda Onun ümmetinin her ferdine yönelik
bulunuyor. Bunun için Cenâb-ı Hak sûrenin sonunda Hz. Peygambere (A.S.) ve Onun sâlih
ümmetine üç emirle seslenmektedir:
1- Sakın
inkarcı nanköre uymayın,
2- Namaz kılmaya devam edin,
3- Her
vesileyle Hakk'a yakınlık sağlamaya çalışın..
Bu üç emir birbirini
tamamlamakta, biri diğeriyle gaye ve hikmetini bulmaktadır. Öyle ki, inkarcı
nanköre, bâtılı savunan zorba sapığa uyan kimsenin artık namaz ve. ibâdetinin
ve Hakk'a yakın olmasının anlamı kalmaz. Öylesinin
hiçbir iyiliği kabule lâyık görülmez. Zira imân doğrultusunda namaz kılmayan
kimse Hakk'a yakın olamaz.
Âyette geçen «secde
et!» emri' namaza işarettir. Bu bapta cüz anılarak bütün irâde edilmiştir. Zira
kulun Cenâb-ı Hakk'a en
yakın olduğu zaman, secdeye kapandığı anlardır. Nitekim Müslim'in Ebû Hüreyre (R.A.) den yaptığı
rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur: «Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secdede bulunduğu haldır. O
halde siz (ibâdet) ve duanızı çoğaltın.»[37]
Bu konuda bizi en çok
aydınlatan ve temel bilgi veren şu kudsî hadîstir :
«Kulum daha çok farz
kıldığım ibâdetlerle bana yaklaşır ve durmadan nafile ibâdetlerle bu yaklaşmayı
sürdürür. O kadar ki, onu sevmeğe başlarım; onu sevince de işiten kulağı,
gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı (ile inayet ve rahmetim tecelli eder de
onunla birlikte) olurum. O kulum artık benimle işitir, benimle görür, benimle
tutar ve benimle yürür. Benden bir şey isterse elbette veririm. Bana sığınırsa
onu korurum. Yaptığım hiçbir şeyde tereddüt etmedim; yalnız mü'min kulumun ruhunu almakta tereddüt ettim. O ölümden
hoşlanmaz, ben de onun nahoş hareketlerde bulunmasından hoşlanmam; fakat
ölümden kurtuluş yoktur.»[38]
Âyet ve hadîslerin
açık delâletinden anlaşılan şudur ki: İbâdet dinin özünü ve cevherini teşkil
ediyor. Namazsız, ibâdetsiz ve taâtsiz semavî bir
din düşünülemez. Özellikle son din İslâmiyette
ibâdete ne kadar ağırlık verildiğini anlatmaya gerek yoktur. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
bir de nafile olarak gecenin bir bölümünde kalkıp ibâdete devam etmesi bunun
açık delillerinden biri değil midir?
«Namaz gözümün
aydınlığı kılınmıştır.»[39]
«Namaz dinin direğidir...
Cihad amelin zirvesidir.»[40]
Mealindeki hadîsleri
ise, namazın ve cihadın dindeki yerini ve önemini belirtmeye yeterli belgedir.
Bunun içindir ki ilk inen sûrenin sonunda «Secde et (namaz kıl) ve yaklaş!»
emrine yer verilmiştir.
Sûreyle ilgili önemli
bir rivayet:
İmam Mâlik'in Rebi' b. Ebî Abdirrahman'dan,
onun da Nâfi'den, onun da İbn
Ömer (R.A.)dan yaptığı rivayete
göre: cenâb-ı hak, ikra' bismi.Buradaki
«tereddtyUten maksat, mü'minin
ibadet ve halinin devamını istemek ve ondan hoşnutluktur.
rabbike sûresini indirince, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Muâz'a şöyle emir verdi: «Ya Muâz! Bunu yaz.» Muâz da levhayı, kalemi ve hokkayı
aldı ve yazdı «kellâ lâ tuti'hu
vescüd vakterib» âyetine
gelince levha, kalem ve hokka secde etti. Secde
ettiklerinde onların şöyle dediği işitildi: «Allahım!
Bu zikri (Kur'ân'ı) yücelt, vebali silip at, günahı
bağışla.»
Muâz (R.A.) diyor ki: «Bu olay üzerine ben de secde ettim
ve durumu Resûlüllah'a (A.S.) arzettiğimde,
o da secde etti.»
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-u senalar,
ibâdet ve kulluğun gerçek anlamını sözüyle ve fiiliyle bize öğreten Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-u
selâmlar olsun.
İki sûre arasındaki
münasebet:
Alâk Sûresi'ne vahyin başlangıcı ve Cenâb-ı
Hakk'ın ilk emri konu edilerek başlandı. Böylece Kur'ân'ın parça parça indirilerek
Resûlüllah'ın (A.S.) kalbine ilka
edildiğine işarette bulunuldu.
Kadir Sûresi'ne ise,
indirilen bu Kur'ân'ın bir bütün halinde Kadir
Gecesi'nde (Levh-i Mahfuz'dan Semai- Dünya'daki Beytülizzet'e) nüzulünün sağlandığı haber verilerek
başlanıyor ve bu gecenin önemi üzerinde duruluyor.[41]
[1] Bilgi için bak: Şevkani, Fethu’l-kadir: 5/467.
[2] Lübabu’t-te’vil:
4/392.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6888.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6888.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6890.
[5] Buhari, Bed’i
Vahiy: 3.
[6] Şevkani, Fethu’l-kadir:
5/467.
[7] Şevkani, Fethu’l-kadir:
5/467.
[8] Şevkani, Fethu’l-kadir:
5/467.
[9] Şevkani, Fethu’l-kadir:
5/467; Tefsîr-i Kurtubî : 20/118
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6890-6892.
[10] Müslim, Zikir: 73; Ebu Davud, Vitr: 32; Tirmizi, Deavat: 68, Nesai, İstiaze: 13, 18, 21, 64; İbn Mace, Mukaddime: 23; Dua: 2,
3; Ahmed: 2/167, 3/192, 4/371.
[11] Suyuti, Camiu’s-sağir: 2/92. (Suyuti’nin tesbitine göre hadis zayıftır.)
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6892-6894.
[13] Tefsiru’l-Keşşaf: 4/775.
[14] Bilgi için bak: Maide: 5/3; En’am: 6/145; Nahl: 16/115;
Bakara: 2/173. ayetlerin tefsiri.
[15] Bilgi için bak: Müsned-i Ahmed: 1/374; Buhari, Bed’i Halk: 6; Kader: 1; Hayz:
17; Enbiya: 1; Müslim, Kader: 5; İman: 261.
[16] Bilgi için bak: Ragıb, Mu’cemu Müfredat-ı Elfazi’l-Kur’an: Alak maddesi.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6894-6896.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6896-6898.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6898.
[20] Suyuti, Esbabu
Nüzüli’l-Kur’an: 121.
[21] Lübabu’t-te’vil:
4/394.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6898.
[23] Lübabu’t-te’vil:
4/394.
[24] Daremi, Mukaddime: 32.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6899-6900.
[26] Müslim, Münafikun: 38; Müsned-i Ahmed: 2/370.
[27] Müsned-i Ahmed:
2/370.
[28] Tefsiru İbn
Kesir: 4/529.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6900-6901.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6901-6902.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6903.
[31] Mefatihu’l-gayb: 8/622.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6904.
[32] Cin: 72/19; Alak: 96/10; Enfal: 8/41; İsra: 17/36; Necm: 53/10; Kehf: 18/1; Furkan: 25/1; Zümer: 39/36;
Hadid: 57/9.
[33] Nisa: 4/172.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6904-6905.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6905-6907.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6907-6908.
[37] müslim/salât: 215- nesâî/mevakiyt: 35, tatbiyk : 78- tirmizl/daâvat: 118- ahmed : 2/421
[38] Buhari, Rikak:
38; Ahmed: 6/256.
Buradaki “tereddüt”ten
maksat, mü’minin ibadet ve halinin devamını istemek
ve ondan hoşnutluktur.
[39] Nesai, Nisa: 4/1; Ahmed: 3/128, 199, 285.
[40] Tirmizi, Fezail-i
Cihad: 22; Ahmed, Müsned: 2/287.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6908-6910.