Bu sûre, ondokuz ayet
olup, Mekkî'dir.[1]
Müfessirler bu
sûrenin, Kur'ân'ın ilk nazil olan sûresi olduğunu söylemişlerdir. Diğer
bazıları ise, ilk defa Fatiha Sûresi'nin, peşine de Kalem (Alak) Sûresi'nin
nazil olduğunu söylemişlerdir.
[2]
"Yaratan Rabbinin
adıyla oku. O insanı bir "alaka"dan yarattı" (Kalem, 1-2).[3]
Bil ki ayetteki, “Bi’smi
Rabbike” ifadesinin başındaki "bâ" harf-i cerri hakkında şu iki görüş
ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş:
Ebû Ubeyde, bunun zaid olduğunu ve mananın "Rabbinin adını oku"
şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim şair Aktal de "Onlar asil ve
iffetli kadınlardır; siyah gözlü ve örtülere büründükleri halde sûreler
okumayan cariyeler değil" demiştir.
"Rabbinin adını oku" ifadesi ise, "Rabbinin ismini an, zikret"
manasınadır. Bu görüş şu sebeplerden ötürü zayıftır:
1) Eğer
bunun manası, "Rabbinin ismini an" olsaydı, o zaman Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, buna karşılık, "Ben okuma bilmiyorum" demesi güzel ve
yerinde olmazdı. Çünkü buna göre bu söz, "Ben Rabbimin ismini
anmayacağım" manasına olurdu.
2) Bu
manada, bu şekilde bir emir, Hz. Peygamber (s.a.sj'e uygun düşmez. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, zaten Allah'ın zikrinden başka işi yoktur. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hakk'ın ona, hep meşgul olduğu şeyle meşgul olmasını emretmesi, nasıl
uygun olurdu.
3) Böyle
değerlendirmede hiçbir fayda elde etmeksizin bâ harfini zayi etmek vardır.
İkinci Görüş: Ayetteki, "oku" ifadesi ile,
"Kur'ân oku" manası kastedilmiştir. Çünkü "okuma" (kıraat),
ancak Kur'ân hakkında kullanılır. Nitekim Hak Teâlâ, "Biz onu okuduğumuz zaman, onun kıraatine '{Kıyame, 75/18) ve "Kur'ân'ı parça parça indirdik ki sen
onu insanlara yavaş yavaş kıraat edesin, okuyasın" (İsra, 17/106)
buyurmuştur.[4]
Ayetteki, “Bi’smi
Rabbike” "Rabbinin adıyla..."
ifadesi hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Bu ifade,
"hâl" olarak, mahallen mansubtur. Buna göre takdir, "Rabbinin
adıyla başlayarak, Kur'ân oku" şeklinde olur. Bu da, "Önce besmele
çek, sonra oku" demektir. Mananın böyle oluşuna göre bunda, her sûrenin
çekileceğine ve bunun bir emir olduğuna bir delalet vardır. Yine bunda, besmele
çekmenin ve onunla başlamanın vacib (farz) olmadığını söyleyenlere de birr
reddiye-cevap vardır.
2) Bu ifade,
"Rabbinin adıyla meded (yardım) umarak, Kur'ân oku" manasındadır.
Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki ismini, kişinin dine ve dünyaya dair yapmak
istediği şeyler hususunda bir alet kılmış gibidir. Bunun bir benzeri de,
“Ketebtu bi’l-kalemi” (Kalemle yazdım) cümlesidir. Velhasıl Hak Teâlâ,
"oku" deyip, Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ben okuma bilmem"
deyince, Cenâb-ı Hak, "Yaratan Rabbinin adıyla oku" yani, Rabbinin
isminden medet um ve o ismi, sana zor gelen bu işi başarmak için bir vasıta
kıl" demışiir."
3) Ayetteki
bu ifade, "Bu fiili sırf Allah için, Allah rızası için yap"
manasınadır ve tıpkı senin, "Bu evi, padişah adına yaptım. Bu kitabı da,
vezir adına yazdım" demen gibidir. Çünkü ibadet, sırf Allah için yapıldığı
zaman, şeytan, Allah için olan şeyde, tasarruf etmeye nasıl cüret
edebelir?
Buna göre şayet
"Bu mana, mesela "Yemeğe başlamadan ve her mubah işe girişmeden önce besmele
çekilir" şeklindeki söz hakkında nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz
deriz ki, burada şu iki izah yapılabilir:
1) Bu, mecazi
bir nisbet olup, senin tıpkı, böylece zalimlerin zulmünü bertaraf edebilmen
için yaptığın işleri, bazı büyük zatlara nisbet etmen gibidir. Burda da sen,
şeytanın sana ortak olması hususundaki arzu ve isteğini sona erdirmek için,
yaptığın işleri Allah'a nisbet etmen söz konusudur. Nitekim şu şekilde rivayet
edilmiştir: "Yemeğe başlarken
besmele çekmeyen kimselere, o yiyecek hususunda, şeytan ortak
olur..."
2) Çoğu kez,
bu mubah olan şey ile, Allah'ın taatları için güç ve kuvvet bulmaya yol
aranılır. Böylece de bu mubah iş, bir taate dönüşmüş olur. İşte bu sebeple de,
burada böyle bir tevil yapılabilir.[5]
Ayetteki, “Rabbike”
ifadesine gelince, burada şöyle iki soru sorulabilir:
Birinci Soru:
"Rabb" fiili sıfatlardan; "Allah" ise, zati isimlerdendir.
Halbuki, zati isimler, fiili isimlerden daha kıymetlidir. Bir de biz,
"Allah" isminin, "Rabb" isminden daha yüce ve kıymetli
olduğunu pek çok deliller ile delillendirdik. Ama, Cenâb-ı Hak burada,
buyurmuş, maruf besmelede dediği gibi
"Allah'ın adıyla oku..." dememiştir (niçin)?
Cevap: Allah
Teâİâ böyle buyurmakla ibadeti ve zati sıfatlarını tanımayı emretmiştir.
Halbuki zat ismi, herhangi bir şeyi gerektirmez. Kulluğu gerektiren şey, fiili
sıfatlardır. Böylece, "Rabb" ismi, taata daha fazla teşvikkâr olmuş
olur.
Ayrıca, bu sûre, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in korktuğu dönemde kendisine nazil olan ilk sûrelerdendir.
Binâenaleyh, kendisinden bu korkunun zail olması için, ona bu yumuşak ifade ile
hitap etmiş ve adeta "O seni, eğitendir, yavaş yavaş kemale erdirendir.
Daha nasıl O, seni korkutsun?.." demek istemiştir. Böylece bu metod, şu
iki şeyi ifade etmektedir:
1)
"Seni, ben eğittim. Dolayısıyla, sana ifa (karşılığı) gerekir. Bu sebeple
sen tembel duramazsın..." demen.
2) "Bir
işe başlamak, o işi tamamlamayı gerektirir. Ben seni, şunca zamandan beri
eğitiyorum. O halde, daha seni nasıl zayi ederim ki?.." Yani, "Sen,
bir " 'alak" iken de, senin terbiyeni, seni eğitmeyi, büyütmeyi
terketmedim. Binâenaleyh sen, muvahhid, beni tanıyan nefis ve harikulade bir
mahluk haline geldikten sonra da, ben seni nasıl zayi edebilirim?"
demektir.[6]
İkinci Soru: Cenâb-ı
Hakk'ın, Kendi zâtını, Hz. Peygamber (s.a.s)'e nisbet ederek (muzaf kılarak), “Bi’smi
Rabbike” "Rabbinin adıyla..." deyişindeki hikmet nedir?
Cevap:
Cenâb-ı Hak, burada olduğu gibi bazan, zatını ona, rububiyyet ile, bazan da,
ubûdiyyet ile nisbet etmiş ve meselâ ubudiyyet hususunda "...
Kulunu geceleyin yürüttü..." (İsrâ, 17/1) buyurmuştur. Ki, bunun bir
benzeri de, Hz. Peygamber (s.s.a)'in,
"Ali,
bendendir; ben de ondan..."[7]
ifadesidir. Buna göre Cenâb-ı Hak onun içinim..." demek istemiştir. Ki,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim Resule itaat
ederse, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur" (Nisa, 4/81) ayeti de
bunu ifade eder.
Yahut da şöyle
diyebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın, zatını kuluna nisbet etmesi, kulunu Kendisine
nisbet edişinden daha güzeldir. Çünkü, görünür alemde, iki oğlu olan bir kimsenin,
en küçüğü değil de, ona en büyüğünün faydalı olacağı bilinen bir husustur.
Kendisinden fayda gördüğü için, "Benim oğlum sadece budur" diyebilir.
İşte aynen bunun gibi, Rab Teâlâ da, "Fayda ve menfaatler Ben'den sana
gelip ulaşmaktadır. Ama şu ana kadar, senden bana ne bir hizmet nede bir taat
ulaşmış değildir. İşte şimdi ben, "Ben senin içinim..." diyorum,
fakat, "Sen benim içinsin..." demiyorum; ama, senden istediğim taatı
veya tevbeyi ifa edip, yaparsan, ben seni kendime nisbet ederek, "Kuluna kitabı indiren Allah'a
hamdolsun..." (Kehf, 18/1) ve "Ey,
kendilerine zulmeden kullarım..." (Zumer, 39/93) dedim..."
demiştir.[8]
Üçüncü Soru:
Beni Cenâb-ı Hak, “Rabbike” ifâdesinin hemen peşinden “Ellezi haleka” "ki yaratan..." ifadesini
niçin getirmiştir?
Cevap: Kul,
adeta "Senin, benim Rabbim oluşunun delili nedir?" demiş de, Cenâb-ı
Hak da, "Sen, zatınla, sıfatlarınla yok idin... (Mu'dûm idin). Ama, daha
sonra mevcut olup var oldun. Binâenaleyh, hem zatın hem de sıfatların
hususunda, senin bir yaratıcının bulunması gerekir. Bu yaratma ve var etme ise
terbiyedir. Böylece bu, Benim, senin Rabbin olduğuma; senin de benim
"merbubum (yarattığım ve büyüttüğüm kulum)" olduğuna delalet
etmektedir" buyurmuştur.[9]
Cenâb-ı Hakk'ın "Yaratan... O insanı bir "
'alaka"dan yarattı" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:[10]
Bu ayetin ne demek
olduğu hususunda, şu üç izah
yapılabilir:
1) Ayetteki,
“Ellezi haleka” ifadesine herhangi bir mef'ûlün takdir edilmemesi... Buna göre
mana, "O, yaratma işinin, Kendisinden sudur ettiği ve bu işi sadece
Kendisine tahsis ettiği, dolayısıyla da, O'nun dışında herhangi bir yaratıcının
olmadığı bir zattır" şeklinde olur.
2) Bu
ifadeye bir mef'ûlün takdir edilmesi; buna göre mana, "O, her şeyi yaratandır..." şeklinde olur. Böylece de bu
ifade, mutlak olduğu için, mahluk olan her şeyi içine almış olur. Çünkü, ayetin
bu ifadesini, mahlûkatın bir kısmına hamletmek, diğer kısmına hamletmekten daha
evla değildir. Ve bu ifade, "Her şeyden büyüktür" manasında söylemiş
olduğumuz, "Allahu ekber" şeklindeki sözümüz gibidir. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, ya Kur'ân'ın muhatabı, yahut ta yeryüzündekilerin en azizi ve
kıymetlisi olduğu için, "O insanı
bir " 'alaka"dan yarattı" ifadesiyle, mahlukat içinden
özellikle insanı seçmiştir.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın "Yaratan Rabbinin adıyla
oku..." emrinin müphem bir ifade olması, daha sonra da Cenâb-ı Hakk'ın
bu ifadeyi, insanın yaratılmasını yüceltmek ve onun fıtratının ilginçliğine
işaret etmek için, "O insanı bir"
‘alak"dan yarattı..." ifadesiyle tefsir etmesi...[11]
Alimlerimiz, bu
ayetle, Allah'ın dışında bir yaratıcının olmadığına bir istidlalde bulunarak,
şöyle demişlerdir: Çünkü, Cenâb-ı Hak, "hâlikıyyet" vasfını, Kendi
zatını diğer zatlardan ayırdeden mümeyyiz, ayırıcı bir sıfat kılmıştır. Durumu
böyle olan her sıfatta, ortaklığın düşünülmesi muhaldir.. İşte bu yolla biz,
uluhiyyete mahsus olan sıfatın, "Yaratıp yoktan var etmeye dair güç..."
olduğunu anlamış oluyoruz. Bunu şu da tekid etmektedir: Firavun, ilahın
hakikatini öğrenmek isteyince, "Alemlerin
Rabbi nedir?" (Şuara, 26/26) diye cevap vermiştir. O halde rubûbiyyet,
Cenâb-ı Hakk'ın burada bahsettiği halıkıyyete bir işarettir. İşte bütün bunlar,
bizim görüşümüzün doğruluğuna delalet etmektedir.[12]
Kelamcılar,
Aralarındaki o meşhur ihtilafa göre, vacib (farz)lerin ilkinin, marifetullah,
yahut marifetullaha nazar (ona düşünme) veyahutta, bu tefekküre yönelme olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra, Hakîm olan Allah (c.c), müşriklere bir
peygamber göndermeyi istediğinde, Hz. Peygamber (s.a,s)'e şayet, "Şeriki
ve benzeri olmayan Rabbinin adı ile oku..." demiş olsaydı, bunu kabul
etmeyebilirlerdi. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bunu, onları bunu itiraf etmeye
mecbur eden bir mukaddime olarak bildirmiştir.
Nakledildiğine göre,
Ebû Hanife, mezhebini anlatması için Züfer'i, Basra'ya gönderip; Züfer de, işe
Ebû Hanife'den bahsederek başlayınca, onlar bunun üzerine iltifat etmediler ve
benimsemediler. Bunun üzerine Züfer, Ebû Hanife'nin yanına dönüp de durumu ona
haber verince, Ebû Hanife şöyle der: "Sen, tebliğ usulünü bilemedin.
Onlara dön ve meseleler hakkında önce, onların imamlarının görüşlerini serdet.
Sonra da tutarsız olduklarını açıkla. Daha sonra da, "Burada şöyle bir
görüş de vardır" de, benim görüşümü ve delillerimi anlat... Bu görüş
onların kalbinde yer edince de, "İşte bu Ebû Hanife'nin görüşüdür de..
Çünkü onlar bu durumda artık utanacaklar, bir daha da reddedemeyecekler..."
İşte burada da,
Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek istemiştir: "Bunlar putperesttirler,
binâenaleyh, şimdi sen bana övgüde bulunur, sena eder de, onların putlarından
yüz çevirirsen, onlar bunu kabul etmeyebilirler. Ne var ki onlara, kendilerinin
"bir 'alak"dan yaratıldıklarını anlat ki, böylece, onların bunu inkar
etmeleri mümkün olmaz. Daha sonra da, "Mutlaka, her fiilin bir faili
vardır" de. Böylece onlar, bunu, o putlarına nisbet edemezler. Çünkü
bunlar, o putları yontanın ve yapanın kendileri olduğunu bilmektedirler. İşte
bu tedricilikle, yavaş yavaş davranarak, onlar, putlarının değil de, ancak
Benim sena ve hamde layık olduğumu anlarlar." Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şayet onlara, kendilerini kimin
yarattığını soracak olursan, hiç şüphesiz onlar, "Allah" diyecekler"
(Lokman, 31/25) buyurmuştur. Sonra, uluhiyyet (Allah olmak), yaratma vasfına
varıp dayanıp, yaratamayanın ilah-Allah olmayacağı artık katiyyen arzedince de,
Cenâb-ı Hak, "Yaratan, hiç
yaratmayan gibi olur mu?" (Nahl, 16/17) buyurmuştur.
Bu ayet, aynı zamanda
yaratıcının tabiat olduğunu söyleyen görüşün batıl olduğuna delalet etmektedir.
Çünkü, bunun müessiri şayet, hadis bir varlık ise, bu da bir başka müessire
muhtaç olacaktır. Yok eğer, kadîm ise, bu müessir ya "mûcib (zorunlu,
otomatik)" olur, yahut da "kadir" olur. Şimdi, eğer
"mûcib" ise, eserin ondan ayrılmaması gerekir. Geriye ise, bu vacib
varlığın, alim, hür ve irade sahibi olması hali kalmaktadır. Çünkü, kainattaki
değişiklikler, oradaki canlıların faydalarına uygun bir biçimde meydana gelmektedir.[13]
Cenâb-ı Hak, çoğul
sığasıyla “Min alakin” buyurmuştur. Zira, "insan" sözü de, lafzen
müfret, mana bakımından ise, çoğuldur. Ve bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki insan bir
hüsrandadır" (Asr, 103/2) ayetinde olduğu gibidir.[14]
"Oku. Rabbin
nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir"
(Alak, 3-4).
Bu ifadeyle ilgili
birka mesele vardır:[15]
Bazıları, birinci
ifadenin, "Önce kendin için oku!"; ikinci ifadenin de,
"Tebliğ için oku...";
yahut, birincisinin,
"Cebrail'den öğrenmek için oku"; ikincisinin de, "Öğretmen için oku" yahut da,
"Namazında oku" ve "Namazın dışında oku..." şeklinde
olduğunu söylemişlerdir.[16]
el-Kerem, herhangi bir
karşılık olmaksızın, olması gereken şeyi anlatır. Binâenaleyh, kendisi ile
kendisini öldürecek olan birisine bir bıçak hibe eden kimse, kerim olmadığı
gibi, verip de, sonra da verdiğinin karşılığını isteyen de kerim değildir.
Karşılığın, ayn, zat olması gerekmez. Tam aksine, medh, mükafaat, kınanmaktan
uzak ve beri olma... gibi şeylerin tümü de, bedel, karşılıktır. İşte bundan
dolayı alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir işi bir noktada mebni olarak
yapmasının muhal olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir
işi bir maksattan dolayı yapması halinde, bu maksadın meydana gelmesi, O'nun
için gelmemesinden daha evla olurdu. Bu durumda da, O, bu şeyi yapmak
suretiyle, o evla oluşu elde etmiş olurdu. Yapmaması halinde ise, bu evla oluş
hali, O'nun için tahakkuk etmemiş olurdu. Böylece de O, zatının gereği noksan
ve başkası ile kemale eren nakıs bir zat olmuş olurdu ki, bu muhaldir.
Ayrıca, alimlerimiz,
Cenâb-ı Hakk'ın "ekrem" olması hususunda şunları
zikretmişlerdir:
1) Nice
kerim kimse vardır ki, suç esnasında "sabır gösterir, tahammül gösterir,
ama onun ihsan ve keremi, suç işlenmezden önceki tarz üzere devam etmez..
Halbuki Allah Teâlâ, suç işlendikten sonra da, ihsanını, ziyadeleştirerek devam
ettirdiği için, "Ekrem"dir. Nitekim şairin şu beyti de, bunu
göstermektedir:
"Kusur
işlemekle lütufta bulunulmasını gerekli kılıyormuşum gibi, ben daha çok kusur,
hata yaptıkça, sen de bana lütfunu artmyorsun."
2) Bu,
"Sen, kerimsin.. Ancak ne var ki, "Senin Rabbin, ekrem'dir, en keremlisidir.
Nasıl böyle olmasın ki, çünkü her kerim kimse, keremi ile, medh veya mükafaat
gibi ya bir menfaat elde eder veya bir zararı savuşturur. Ama, Ben ise, en
kerim olanım... Çünkü, yaptığımı sırf keremimden dolayı yapmaktayım.."
demektir.
3) Ekrem
olan, O'dur; zira, her kereme ve ihsana başlangıç, hep O'na aittir. O'nun
keremi, eksiklikten münezzehtir.
4) Bunun,
okunmaya teşvik eden bir ifade olması da muhtemel olup, "Sana, her harfe
karşılık on katıyla mukabele ettiği için, en kerim O'dur" demektir. Yahut da
bu ifade, kişiyi ihlasa teşvik eden bir kelimedir. Buna göre mana "Bir
şeyler umarak okuma; ancak ve ancak Benim için oku ve işini bana havale et.
Çünkü Ben, Senin hatırına gelmeyecek şeyleri verecek kadar kerim ve
cömerdim..." şeklinde olur. Yine mananın, "Kendini, insanları İslâm'a
davete ver.. Hiç kimseden korkma, çünkü Ben, sana zor mükellefiyetleri yükleyip
de, daha sonra da sana yardım etmemekten münezzeh olan bir "ekremim..."
şeklinde olması da muhtemeldir.[17]
Cenâb-ı Hak kendisini,
önce, "insanı bir 'alak'dan yaratmış olmak"la tavsif etmiş, ikinci
olarak da, Kendisini, "Kalemle öğreten" olmakla nitelemiştir.
Halbuki, zahiren bu iki şey arasında bir münasabet yoktur. Ancak ne var ki,
gerçek şudur: İnsanın hallerinin ilki ve başlangıcı, O'nun, bir "
'alaka" olmasıdır. Halbuki, " 'alaka" adi bir şeydir. Hallerinin
sonu ise, nesnelerin hakikatlarını bilir bir duruma erişmeleridir ki, işte bu,
mahIukatta bulunması gereken mertebelerin en kıymetlisidir. Buna göre Cenâb-ı
Hak adeta, "Sen bu en düşük mertebeden en üst mertebeye geçtin.
Binâenaleyh, senin için, seni bu bayağı mertebeden o kıymetli duruma taşıyan ve
geçiren, kudret sahibi bir müdebbirin olması gerekir." demiştir. Sonra, bu
ifadede, ilmin, insanda bulunması gereken sıfatların en kıymetlisi olduğuna
dair bir tenbihat bulunmaktadır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Yoktan var
etmek, can vermek, güç kuvvet sahibi kılmak, rızık vermek, keremdir ve
rubûbiyyettir. Ama "ekrem" olan ise, sana ilim verendir. Çünkü ilim,
sonsuz bir şereftir" demek istemiştir.[18]
Cenâb-ı Hakk'ın "... Rabbinin adıyla... O insanı bir
" 'alak"dan yarattı"
ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudret, hikmet, ilim ve rahmetinin mükemmelliğine
delalet eden akli delillere, "Ki O,
kalemle (yazı yazmayı) öğretendir" ifadesi de, ancak nakl ile bilinen
farz hükümlere bir işarettir. O halde birincisi, rububiyyetin tanınmasına;
ikincisi de nübüvvetin bilinmesine bir işarettir. Rububiyyetin tanınmasından
nübüvvetten müstağni olduğuna, ama nübüvvetin ise rububiyyetin tanınmasına
muhtaç olduğuna dikkat çekmek için de, birincisini ikincisinden önce getirdi.[19]
Ayetteki, “Alleme
bi’l-kalemi” ifadesi hususunda şu iki izah yapılabilir:
1)
"Kalem" sözü ile, kendisi sebebiyle, gaib şeylerin bilinip
öğrenildiği yazma işi kastedilmiş, "kalem" ise, bu yazma işinden
kinaye olarak getirilmiştir.
2) İnsanın
yazmayı "kalemle öğretmesi kastedilmiştir. Bu iki görüş, birbirine
yakındır; zira, ayetin gayesi, yazmanın faziletli bir şey olduğuna dikkat
çekmektir.
Rivayet olunduğuna
göre Süleyman (a.s) İfrit e,
"kelam"in ne
demek olduğunu "sormuş da, İfrit de,
"Geçip giden bir
rüzgar" diye tarif eylemiş, bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s),
"Peki o sözü zapt
u rapt altına almanın yolu nedir?" deyince, İfrit de,
"Yazmaktır"
cevabını vermiştir.
O halde kalem,
ilimleri avlayan bir avcı olup, bazan ağlatır, bazan güldürür. Kalemin fakir
düşmesiyle, de boyun eğer, zelil olur. Ama, insan kalemin harekete geçmesiyle,
ilimler, zamanlar süresince, ebediyyen kalır. Bunun bir benzeri de, Hz.
Zekeriyya (a.s) ile ilgili olan şu ifadedir: "O, Rabbine gizlice niyaz ettiği zaman..." (Meryem, 19/3)
bu, "o saklı tuttu, ama duyuldu..." demektir. Kalem de böyledir.
Çünkü, kalem konuşmaz ama, doğudakilere batıdakilere duyurur, konuşur. Seni,
gözündeki o siyah göz bebeğinle gören bir varlık kıldığı gibi, o siyah mürekkeb
ile de, dini münevver, aydın ve nurlu kılan o yüce kudret sahibini takdis ve
tenzih ederiz. O halde "kalem", insanın insan da, gözün kıvamı ve
dayanağıdır. Kalemin, lisanın vekili, onun yerine geçen bir şey olduğunu
söyleme.. Zira kalem, dilin yerini tutar da, dil kalemin yerini tutamaz.[20]
"İnsana
bilmediğini O öğretti..." (Alak, 5).
Bu ayet ile, insanın
kalem ile öğrenmesi murad edildiği gibi, insanın, bundan başka şeyleri
öğrenmesi de murad edilmiş olabilir. Cenâb-ı Hak bu ifadenin başına, atıf
vâv'ını getirmemiştir. Söz, bu şekilde de ifade edilebilir. Nitekim sen meselâ,
"Sana ikram ettim, sana lütufta bulundum, seni mal mülk sahibi yaptım,
seni, vilayetlere idareci yaptım" dersin. Bu, her iki cümle ile de, tek
bir şeyin kastedilmiş olması mananın, "İnsana kalem ile bilmediği şeyleri
öğretti" şeklinde olması muhtemeldir. Böyle olması durumunda, 'İnsana bilmediğini O öğretti"
ifdesi, "Kalem ile öğretti..."
ifadesinin bir açıklaması olmuş olur.[21]
"Sakın!.. Çünkü
insan muhakkak azar..." (Alak, 6).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[22]
1)
Müfessirlerin ekserisi, buradaki "insan" sözü ile tek bir insanın
kastedildiğini, bunun ise Ebû Cehil olduğunu söylemektedirler. Şimdi, bu
görüşte olanlardan kimileri, bu sûrenin, buradan başlamak üzere, sonuna kadarki
kısmın Ebû Cehil hakkında nazil olduğunu söylerlerken, “Eraeytellezi yenhâ” (Alak,
9) ayetinden itibaren sonuna kadar olan kısmın Ebû Cehil hakkında nazil
olduğunu da söyleyenler bulunmaktadır.
İbn Abbas şöyle
demektedir: "Hz. Peygamber (s.a.s) namaz kılıyordu. Derken Ebû Cehil geldi
ve
"Ben sana bunu
yasaklamamış mıydım?" dedi de, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) onu
kovdu.. Derken Ebû Cehil,
"Vallahi sen,
benim Mekke vadisinde en fazla taraftan bulunan kimse olduğumu
biliyorsun.." dedi de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "O vakit meclisini toplasın. Biz (de) zebanileri çağırırız..."
(A\ak, 96/17-18) ayetini gönderdi. İbn Abbas şöyle der: "Vallahi, o, şayet
taraftarlarını çağıracak olsaydı, Allah'ın zebanileri onu kıskıvrak
yakalayacaktı.." Cenâb-ı Hak, böylece sanki ona, Kendisini bir
"alakdan, meniden yaratıldığını, dolayısıyla kibirlenmemesi gerektiğini
anlatınca, o, böylece, tuğyan ve azgınlığını azdırdı ve Mekke'deki malı ve
önderliği ile üstünlük tasladı. Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil,
"Mekke'de benden daha kerimi yoktur.." dedi. Allah'ın laneti üzerine
olsun, o, belki de bunu, Cenâb-ı Hakk'ın “Ve Rabbuke’l-ekrem” ifâdesine karşı
söylemiştir.
Bu görüşü
savunanlardan bazıları, bu sûrenin, ilk nazil olan sûrelerden olmadığını iddia
ederken, bazıları da şöyle demektedirler. Bu sûrenin başından itibaren beş
ayet, ilk nazil olan ayetler olup, geriye kalan kısım ise, bundan sonra Ebû
Cehil hakkında nazil olmuş olabilir. Daha sonra da Hz. Peygamber (s.a.s)'e, bu
kısmın, bu sûrenin sonuna eklenmesi emredilmiş olabilir. Çünkü, ayetlerin
sıralanması, ancak Allah'ın emriyle olmuştur. Baksana, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara,
2/281) ayeti, müfessirlerce, en son nazil olan ayetlerdendir. Ama, bu,
kendisinden şunca zaman evvel nazil olan bir sûreye yerleştirilmiştir.
2) Bu ayette
geçen, "insan" sözüyle, tüm insanlar kastedilmiştir. Birinci görüş, rivayetler
nazar-ı dikkate alınınca, her ne kadar daha açık ise de, ancak ne var ki, bu
görüş, ayetin zahiri açısından doğruya daha yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hak,
insanı, bir "alaka"dan yaratmasına ve onu zengin kılıp nimetlerini
ziyadeleştirmek suretiyle, ona, daha önce bahsetmiş olduğu pekçok nimet ve
ihsanlarda bulunmasına rağmen, o insanın azdığını, günahlarda aşın gittiğini ve
nefsinin arzularına uyduğunu beyan buyurmuştur ki, bu, bir tehdittir ve insanı,
böyle bir tutumdan caydıran, men eden bir husustur. Sonra Cenâb-ı Hak, bu
caydırıcilsğı, "Muhakkak ki
Rabbinedir dönüş..." (Alak, 96/8) ayetiyle pekiştirmiştir ki bu,
"O'nun dışında mâlik'in bulunmadığı yeredir dönüş..." demektir.
Böylece, insandan sudur eden amellerden dolayı muhasebe tahakkuk edecek ve
insan, yaptığı ile hesaba çekilecektir.[23]
Bu ayetin başındaki “Kellâ”
ifâdesi hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Bu,
Allah'ın nimetlerine tuğyanı ile karşılık vermek suretiyle küfrân-ı nimette
bulunanlar için bir caydırma ve men etmedir. Burada, nankörlük yapan birisinden
bahsedilmiş olmasa bile, ilgili söz, buna delalet etmektedir.
2) Mukatil de
şöyle der: "Bu ayetin manası, "Hayır, insan, kendisini " 'alaka"dan
yaratanın, cahil iken onu alim yapanın Allah olduğunu bilmemektedir. Çünkü
insan zenginleşince, azıyor, tekebbür ediyor ve kalben, dünya ve sevgisine iyice
dalıyor, böylece de, bu durumlar hakkında tefekkür edemiyor ve bunlar
hakkında düşünemiyor.
3) Sahibu-n
Nazm olan el-Cürcanî de şunu zikretmektedir: "Buradaki “Kellâ”, “Hakkan”
"gerçekten" anlamındadır, zira bu ifadeden ne önce, ne de sonra,
“Kellâ” nın kendisi için cevap teşkil edeceği herhangi bir şey yoktur. Ve bu
ifade, ulemanın, “Kellâ ve’l-kamer” (Müddessir, 74/32) ayeti hakkında,
dedikleri gibidir. Çünkü onlar, bu ayetteki “Kellâ”nın, "Evet, aya yemin
olsun ki..." anlamına geldiğini iddia etmişlerdir.[24]
"Tuğyan",
tekebbür ve temerrüddür. Bu ayet hakkında sözün özü şudur: Allah Teâlâ, bu
sûrenin başında, herhangi bir insanın kendisine muttali olamayacağı ve
hakikatlerine vakıf olamayacağı bir biçimde tevhidine, kudret ve hikmetine dair
apaçık delillerden bahsedince, bunun peşinden, bu delillerden gaflet etmedeki
asıl sebebin, dünya sevgisi, mal, makam, servet ve kudret tutkusu olduğunu
belirtmiştir. Çünkü, kalb körlüğünün gerçek sebebi, işte ancak budur. Buna göre
şayet, "Firavun rububiyyet iddiasında bulundu. Ama Cenâb-ı Hak onun
hakkında, "Firavun'a git, çünkü o azdı" “Tağa” (Nâziât, 79/17)
buyurmuş, ama burada ise, Ebû Cehil hakkında “Leyetğâ” buyurmuş, böylece, bu
fiili lâm ile pekiştirmiştir. Binâenaleyh, bu ilave lamın sebebi nedir?"
denilirse, biz deriz ki: Burada şu izahlar yapılabilir:
1) Cenâb-ı
Hak, Musa (a.s)'ya, "Firavun'a git,
çünkü o azdı..." demiştir. Ama bu söz, Hz. Musa (a.s)'nın Firavun'la
karşılaşmasından, ona delilleri sunmasından ve onun da, rububiyyet iddiasında
bulunmasından önce söylenmiş bir sözdür. Ama, burada Cenâb-ı Hakk'ın ayeti, Ebû
Cehil, Hz. Peygamber (s.a.s)'i çirkin bir biçimde karşılayıp onun fiilini
yadırgayınca, Resulünü teselli için zikretmiştir.
2) Firavun,
onca saltanatına rağmen, küfrü, söz olmaktan öteye geçmemiş, Hz. Musa (a.s)'yı
öldürmeye ve ona eziyyet etmeye yeltenmemiştir. Ama Ebû Cehil'e gelince,
mevkiinin bunca azlığına rağmen, Hz. Peygamber (s.a.s)'i öldürmeye ve ona
eziyyet etmeye niyetlenmiştir.
3) Firavun,
başlangıçta Hz. Musa (a.s)'ya ihsanda bulunmuş, ölürken de, "Amentü"
demiştir. Ama, Ebû Cehil'e gelince, ta çocukken Hz. Peygamber (s.a.s)'e haset
etmiş, son nefesinde de, "Muhammed'e benim öldüğümü ve bana ondan daha
kötü birisinin gelmemiş olduğunu söyleyin..." demiştir.
4) Hz.
Muhammed (s.a.s) ile Hz. Musa (a.s), peygamber iseler de, Hz. Muhammed (a.s)
(habîb), kelîm (Hz. Musa) (a.s) karşısında, elin, göz mukabilinde olması
gibidir. İnsan, gözünü elinden çok daha fazla korur. Hatta, gözünü eliyle
korur. İşte bu sebepten dolayı, buradaki mübalağa ve tekid daha fazladır.[25]
"Kendisini
ihtiyaçtan vareste gördü diye..." (Alak, 7).
Bu ifadeyle ilgili
olarak şöyle birkaç mesele vardır:[26]
Ahfeş, ayetin
takdirinin, “Lâ terâhu” şeklinde olduğunu söylemektedir. Buna göre bu demektir
ki, ayetin başından bir lâm hazfedilmiştir. Ve bu tıpkı, "Sizler,
kendinizi zengin gördüğünüz için, azıyorsunuz..." denilmesi gibidir.[27]
Ferrâ da şöyle der:
"Cenâb-ı Hak “En raâhu” buyurmuş, fakat “Katele nefsehu” "kendini
öldürdü" denildiği gibi, “Raâ nefsehu” "kendini öldürdü"
denilmemiştir. Çünkü “Raâ” fiili de, tıpkı “Zanne” ve “Hasibe” fiilleri gibi,
isim ve haber alan fiillerdir. Araplar, bu tür fiilleri kullanırken,
"nefs" kelimesini zikretmezler. Ve nitekim, sen de mesela, “Raeyteni,
hasibteni, zanenteni” dersin. O halde, bu demektir ki, “Enraâhu…” ifâdesi de,
işte bu tür bir ifâdedir.[28]
Ayetteki, “İsteğnâ”
ifadesi hususunda şu iki izah yapılabilir:
1)
"Malı sebebiyle Rabbinden müstağni oldu..." Buna göre bu ayetten
kastedilen mana, mutlak anlamda insan değildir. Çünkü insan, bazan mal mülk
sahibi olur, ama Hz. Süleyman (a.s) gibi, bu onun tevazuuna tevazu kadar. Çünkü
Hz. Süleyman (a.s) fakirlerle durur ve "Ben miskin, başka bir miskin
(yoksul) ile oturuyorum" derdi. Abdurrahman ibn Avf da, onca malına rağmen
azıp sapmamıştır. Tam aksine, aklı başında olan insan, zenginleşince, Cenâb-ı
Hakk'a olan ihtiyacının fakir iken olan ihtiyacından daha fazla olacağını
bilir. Çünkü fakir iken, insan, sadece kendi nefsinin esenliğini temenni edip
durur, ama zengin olunca, hem kendi nefsinin, hem malının, hem de çalıştırdığı
insan ve vasıtaların selametini temenni etmeye başlar.
2) Ayetle
ilgili olarak şöyle üçüncü bir izah daha yapılabilir: “İsteğnâ” fiilindeki sîn,
talep gibidir. Buna göre mana, "İnsan, kendisini, kendisi istediği ve bu
uğurda çaba sarfettiği; böylece de, işte bu çaba yüzünden servet va zenginliği
elde ettiğini, yoksa onu, Allah'ın ona vermesiyle ve muvaffak kilmasıyla elde
etmediğini sandığı için müstağni addeder..." şeklinde olur. Halbuki, bu
durum, bir cehalettir ve ahmaklıktır. Hırs ve talep hususunda çalışıp çabalayan
nice kimseler vardır ki, aç olarak ölür. Sonra sen, zenginlerin ekserisinin, en
sonunda, çok çekingen ve korkak hale geldiklerini görürsün. Cenâb-ı Hak onlara,
bu zenginliğin kendi fiil ve kuvvetiyle olmadığını gösterir.[29]
Bu sûrenin başı, ilmi
medhe, sonu da malı ve mülkü kınamaya delalet etmektedir. Dine ve ilme rağbet
ettirici, dünyadan, maldan mülkten uzaklaştırıcı olması bakımından bu yeter.[30]
"Şüphesiz dönüş
ancak Rabbinedir..." (Alak, 8).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:[31]
Bu ayet, İnsanı tehdit
etmek ve tuğyanın neticesinden sakındırmak için iltifat üslubuyla, insana
yönelik bir sözdür.[32]
“Er-ruc’a” kelimesi,
merci ve rücu etmek anlamında olup, hepsi de masdardırlar. Nitekim Arapça'da “Racea
ileyhi, rucuen, mercian” ve fu'lâ vezninde “Er-ruc’a” ifâdesi kullanılır.
Ayetin ne demek olduğu
hususunda şu iki izah yapılabilir:
1) İnsan
taatının mükafaatını ve inad, azgınlık ve kibrinin de cezasını görecektir. Bu
ayetin bir benzeri de, "Allah'ı
zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma O, onları, gözlerin belereceği bir
güne ertelemektedir" (İbrahim, 14/42) ayetidir. Bu öğüt, ancak
kalbinde kadîm (ezeli) bir sadakati bulunan kimselere tesir eder. Cahile
gelince, o, bu tür ifadelerden öfkelenir ve ancak dünyevi bir huzura inanır.
2) Allah
Teâlâ insanı yeniden noksanlığa, fakirliğe ve ölüme döndürür. Bu tıpkı, Allah
Teâlâ'nın, insanı cansızlıktan canlılığa, fakirlikten zenginliğe, zilletten
izzete (azizliğe-şerefe) taşıdığı için, onu noksanlıktan mükemmelliğe
döndürmesi gibidir. Binâeaneleyh (Ey Ebû Cehiller) bu şeref ve kudret
taslamanız da ne oluyor?[33]
Rivayet edildiğine
göre Ebû Cehil, Hz. Muhammed (s.a.s)'e şöyle demiştir: "Sen zengin
olacağını mı iddia ediyorsun? O halde, Mekke dağlarını bizim için altına-gümüşe
çevir. Belki de biz onlardan alır, azgınlık edip dinimizi terkeder, senin
dinine tabi oluruz." Bunun üzerine Cebrail (a.s) geldi ve "(Ey
Muhammed) eğer istersen, biz bunu yaparız. Ama eğer onlar iman etmezlerse,
onlara tıpkı Ashâb-ı Mâide'ye (gökten kendilerine sofra indirilenlere, yani
hristiyanlara) yaptığımızın aynısını yaparız" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s),
onları hali üzere bırakmak için, bunu istemekten vazgeçti.[34]
"Bir kulu namaz
kılarken men edecek (adamı) gördün mü sen?" (Alak, 9-10).
Bu ifadeyle ilgili
olarak birkaç mesele var:[35]
Rivayet olunduğuna
göre, Allah'ın laneti üzerine olası Ebû Cehil şöyle demiştir:
"Muhammed
aranızda yüzünü yere sürüyor (namaz kılıyor) mu?" dedi. Onlar da
"Evet"
deyince o,
"Kendisine yemin
edilen zata yemin ederim ki, onu bu halde görürsem, boynuna basacağım"
dedi. Sonra Resûlüllah (s.a.s)'ı namaz kılarken gördü ama, yanına yaklaşamayıp
gerisin geriye döndü. Onlar ona,
"Ey Ebu'l-Hakem,
sana ne oluyor, niçin böyle yaptın?" deyince,
"Benimle onun
arasında ateş dolu bir çukur ve dehşetli bir manzara vardı" dedi.
Hasan el-Basrî'den
rivayet edildiğine göre, Ümeyye b. Halef, Selmân (r.a)'ı namaz kılmaktan
alıkoymuştur.
Bil ki ayetin zahiri,
bu ayetle kastedilenin daha önce bahsi geçen insanın olduğunu göstermektedir.
İşte bundan ötürü, alimler ayetin Ebû Cehil hakkında nazil olduğunu
söylemişler; Hz. Peygamber (s.a.s)'i, namaz kılıyor olarak görünce de, onun,
Hz. Peygamber (s.a.s)'den nasıl korktuğunu anlatmışlardır. Bu ayetin, Ebû Cehil
hakkında nazil olup, sonra da öyle olan herkesi içine almış olması imkansız
değildir. Fakat bu ayetten sonraki ayetler, bu ayetin, belli bir kimse hakkında
nazil olmasını gerektirmiştir.[36]
“Eraeyte” "Gördün
mü sen" ifadesi, taaccüb üslubuyla, Hz. Muhammed (s.a.s)'e yapılmış bir
hitabtır. Bu taaccübün sebepleri şunlardır:
1) Hz.
Muhammed (s.a.s), "Allahım, İslâm'ı
iki Ömer'den biri vasıtasıyla güçlendir" diye dua etmiştir. Buna göre
Hak Teâlâ Hz. Peygamber (s.a.s)'e sanki, "Sen, İslâm'ın bununla
güçleneceğini sanıyordun. Namaz kılana engel olan böyle birisi ile İslâm
güçlenir mi?" demek istemiştir.
2) Ebû
Cehil'in lakabı (künyesi), Ebu'l-Hakem (hükmün, hikmetin, adaletin babası)'dir.
Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Rablerine ibadetten kulları alıkoyan birisine
böylesi bir lakab uygun düşer mi? Rahman'a taattan yüz çevirip de, putlara
secde eden, hikmetle nitelenebilir mi?" demek istemiştir.
3) Bu ahmak,
bir takım emirler verip, bir takım yasaklar koyuyor, kendisi Yaratıcı ve rab
olmadığı halde, başkalarının kendisine itaat etmesinin farz olduğuna inanıyor,
sonra da gerçek Rabbe ve Yaratcıya taattan nehyediyor. Böylesi bir kimse,
ahmaklığın doruk noktasında değil midir?[37]
Cenâb-ı Hak burada,
"Bir kulu namaz kılarken men edecek.." buyurmuş da, "Seni namaz kılarken..."
dememiştir. Burada şu incelikler vardır:
1)
"Abd" (kul) kelimesinin nekire (belirsiz) getirilişi, herşeyden önce
bu kulun, kullukta mükemmel olduğunu ifade eder. Buna göre Hak Teâlâ sanki,
"O, alemin, açıklamaya, kulluktaki ihlasını anlatmaya gücü yetmeyecek bir
kuldur" demek istemiştir.[38]
Bu manada rivayet
olunduğuna göre, fasîh yahudilerden birisi, Hz. Ömer (r.a)'in halifeliği
döneminde ona gelir ve
"Peygamberinizin
huyunu-ahlakını bana anlat" der. Hz. Ömer (r.a) de,
"Bunu Bilal'den
sor. Çünkü o, bu konuda benden daha bilgilidir" der. Bilal (r.a) ona, Hz.
Fatıma (r.ah)'ya, o da Hz. Ali (r.a)'ye gönderir. Yahudi aynı soruyu Hz. Ali
(r.a)'ye sorunca, o,
"Bana dünyanın
metaını anlat, ben de sana Hz. Peygamber (s.a.s)'in huyunu-ahlakını
anlatayım" demiş. Bunun üzerine yahudi,
"Bunu anlatmak
benim için zor" deyince, Hz. Ali (r.a)
"Sen, dünya
malını-mülkünü bile anlatmaktan aciz kaldın. Halbuki Allah Teâlâ, dünya metaının,
"De ki: Dünya metaı azdır"
(Nisa, 4/72) buyurmak suretiyle az olduğunu bildirmiştir. O halde Allah
Teâlâ'nın, "(Ey Peygamber), hiç
şüphesiz sen, çok büyük bir ahlak üzeresin" (Kalem, 68/4) buyurmak
suretiyle, büyüklüğüne şehadet ettiğini, o peygamber ahlakını nasıl
anlatayım" cevabını vermiştir. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "O Ebû
Cehil en ileri derecede kulluk gösteren bir zatı kulluktan nehyediyor. Halbuki
bu cahilliğin ve ahmaklığın tâ kendisidir" demek istemiştir.
2) Ayetteki
bu ifade, namaz kılmaya mani olan için daha ileri bir zemmi (kınamayı)
gösterir. Çünkü mana, "Bu iş, onun adeti ve tutumudur. Bu şekilde gördüğü
herkesi engeller" şeklindedir.
3) Bu,
namazı nehyeden herkes için bir ilahi korkutma ve tehdit ifadesidir. Rivayet
olunduğuna göre Hz. Ali (r.a), namazgahda bayram namazından önce namaz kılmakta
olan bir takım kimseler gördü ve şöyle dedi: "Resûlüllah (s.a.s)'m öyle
yaptığını görmedim." Ona, "Öyle ise, onları namazdan alıkoymacak
mısın?" denilince de, "Ben, Hak
Teâlâ'nın, "Bir kulu namaz kılarken men edecek (adamı) gördün mü
sen!" ayetinin kapsamına girmekten çekiniyorum" demiş ve böylece
onları bu namazdan açıkça nehyetmemiştir.
Ebû Hanife bu ayetten,
şu güzel edebi çıkarmıştır: Ebû Yusuf ona, "Namaz kılarken bir kimse,
başını rükudan kaldırdığında, "Allahümmağfirlî" (Allah’ım beni
bağışla) diyebilir mi?" dediğinde, Ebû Hanife, "O, bundan sonra
"Rabbena leke'l-hamd" (Ey Rabbim, hamd sanadır) der ve secdeye
gider" demiş ve böylece diyemeyeceğini açıkça söylememiştir.
4) Bu,
"Ebû Cehil, Muhammed bana secde etmezse, bundan başka Bana secde edecek
kimseler bulamayacağımı mı sanır? Çünkü Muhammed tek bir kuldur. Halbuki Benim,
sayılarını ancak Benim bilebileceğim mukarreb meleklerim vardır ki onlar hep
namazda ve tesbihtedirler" demektir.
5) Bu, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şanını yücelten bir ifadedir. Çünkü ayetteki bu "bir
kul" ifadesi, "Nekire (belirsiz) olarak zikredilmesine rağmen o,
maruftur, marifedir" manasınadır. Bunun bir benzeri de, Kadr Sûresî'ndeki,
"onu" zamirinin, daha önce mercii geçmediği haide, "Kur'ân'a
raci kılınması ve Hak Teâlâ'nın, "Kulu
gece yürüttü" (Isrâ, 17/1); "Kuluna
indirdi" (Kehf, 18/1); "Allah'ın
kulu kalkınca..." (... 19) ayetleridir.[39]
"Gördün mü (söyle
bakalım), ya o (kul) hidayet üzere ise, yahut takvayı emrediyorsa" (Alak,
11-12).
Bu ayetle igili olarak
birkaç mesele var:[40]
"Gördün mü" ifadesinin muhatabı kimdir? Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
Birinci Görüş:
Bu Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapılan bir hitabtır. Delili ise, hem birincinin
yani, “Eraeytellezi yenha abden” ifâdesinin, hem de üçüncünün yani “Eraeyte in
kezzebe vetevellâ” ifadesinin Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapılmış bir hitab
olmasıdır. Şimdi biz, bu ikisinin ortasındakinin, Hz. Peygamber (s.a.s)'den
başkasına hitab olduğunu söylersek, söz, güzel olan nazmını (düzenini)
kaybetmiş olur. Allah Teâlâ, “İn kâne…” Eğer zamana bir işaret olsun diye “İn
kâne…” yani "Ey Muhammed bu kafir... olur ise" demiş; ama "Lev
kâne" yani, "... olsaydı" dememişdir. Buna göre Hak Teâlâ sanki,
"De bakayım, eğer o kul hidayet üzere ve kendi vazifesiyle meşgul ise,
akıllı ve zengin olduğu için o kafire böyle yapmak uygun düşer mi? Şimdi o
dini, hidayeti ve takvayı emretme yolunu tercih etmiş ise, bu, o kafir için
Allah'a küfretmekten ve ona ibadetten nehyetmekten daha hayırlı olmaz
mıydı?" demek istemiştir. Bu da, "O nasıl bu yüksek dereceleri
kaçırıp da âdî ve alçak derecelerle yetinişine hayıflansın" demektir.
İkinci Görüş:
Bu hitab, o kafiredir. Çünkü Allah Teâlâ zalimi de mazlumu da görür; adeta iki
kulu arasında duran bir efendidir ve huzurunda hem davalı hem davacının
bulunduğu bir hakim gibidir. Dolayısıyla bazan buna, bazan da berikine hitab
etmektedir. Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Bir kulu namaz kılarken
men edecek (adamı) gördün mü sen?" demiş, sonra da o kafire dönerek,
"Söyle bakayım ey kafir, eğer (engellediğin) kişinin namazı bir hidayet,
Allah'a çağırması da takvayı emir ise, buna rağmen bunu nasıl engellersin"
demiştir.[41]
Burada şöyle bir
soru sorulabilir: Birinci ayette, yani "Bir
kulu namaz kılarken men edecek..." ayetinde, namazdan
bahsedilmektedir. Bu ikinci ayette ise, iki şeyden bahsedilmiştir: Birincisi "ya o kul hidayet üzere ise"
ifadesi ki bu, "Ya o kul namaz kılıyorsa" demektir. Peki bu namaza
daha niçin, ikinci olarak bir diğer şeyi yani, "Yahut takvayı emrediyorsa" ifadesini katmıştır? Buna
şöyle bir kaç şekilde cevap verebiliriz:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in işlerinden, Ebû Cehîl'e en zor geleni iki şeydir, namaz
kılması ve Allah'a davet etmesidir. İşte hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak bunları,
bundan ötürü burada zikretmiştir.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s), hep şu iki şeyi yapmaya gayret etmiştir:
a) Kendini
ıslaha... ki bunu namaz kılarak yapmıştır.
b) Başkalarını ıslaha... ki bunu da takvayı emrederek yapmıştır.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s) namaz kılarken de hidayet üzere ve takva emri üzere idi.
Çünkü onu namaz kılarken görenin kalbi rikkate kavuşuyor, böylece de imana
yöneliyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s)'in namaz kılması lisan-ı hal ile
bizzat İslâm'a davet olmuş olur. Bu dil ile olan davetten daha güçlüdür.[42]
"Gördün mü (söyle
bakalım), ya (Öbürünü) yalan saydı (imandan) yüz çevirdi ise..." (Alak,
13).
Bu ayetle ilgili
olarak şöyle iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş:
Bu da, Hz. Muhammed (s.a.s)'e yapılmış bir hitabtır. Çünkü Allah Teâlâ'nın
sûrenin başında zikrettiği deliller açık delillerdir ve herkes, bedîhî aklı
ile, bir kulu Rabbine kulluktan alıkoymanın yanlış bir iş ve açık bir
akılsızlık olduğunu bilir. Binâenaleyh bu delilleri yalanlayan, Mevlâ'sına
kulluktan yüz çeviren, hatta başkalarını da Mevlâ'sına kulluktan engelleyen
herkes, akl-ı selimi ile kendisinin yanlış yolda olduğunu ve bunu sırf bir inad
yüzünden yaptığını bilir. Hak Teâlâ işte bundan ötürü Peygamberine, "Söyle
bakalım ey Muhammed, eğer bu kafir, bu apaçık delilleri yalanlıyor;
yaratıcısına kulluktan yüz çeviriyor ise, bu, aklı ile, Allah'ın ondan bu kötü
amellerin sadır olduğunu bildiğini kestiremiyor mu? Şimdi onun aklı, kendisini
bu kötü işleri yapmaktan alıkoymuyor mu?" demek istemiştir.
İkinci Görüş:
Bu, o kafir (Ebû Celil'e) bir hitabtır ve "Ey kafir, eğer Muhammed
(faraza) yalancı ise ve yaratıcısına kulluktan yüz çeviriyor ise, o, Allah'ın
kendisini gördüğünü, böylece de yaptığı bu şeylerden vazgeçmesi gerektiğini
kestiremez mi ki, senin yasaklamana ihtiyaç hissetsin" manasmdadır.[43]
"(O adam)
Allah'ın herşeyi gördüğünü bilmiyor mu?" (Alak, 14).
Bu ifadeyle ilgili
olarak İki mesele var:[44]
Ayetin maksadı,
haşr ve neşr (kıyamet ve diriliş) ile insanları tehdid ve ikaz etmektir. Buna
göre mana, "Allah Teâlâ, herşeyi bilen bir alim, ihmal etmeyen bir hakim;
gökte ve yerde zerre miktarı şeylerin dahi bilgisi dışına çıkamayacağı bir
alimdir. Binâenaleyh herkese yaptığının karşılığını mutlaka ve mutlaka tastamam
vermesi gerekir" şeklindedir. Böylece bu ifade, günahkarlar için
alabildiğine bir korkutma, ehl-i taat için de alabildiğine bir teşvik olur.[45]
Bu ayet, her ne kadar
Ebû Cehil hakkında nazil olmuş ise de, Allah'a itaattan nehyeden herkes,
ayetteki bu va'îd (tehdid) konusunda, Ebû Cehil ile ortaktır. Bu fikrin
aleyhine, "Gasbedilmiş bir evde, yahut hareket vakitlerinde namaz
kılmaktan men edilebileceği" hususu ileri sürülemez. Çünkü bu durumda
yasaklanan şey, namazın kendisi değil, kılınması halinde işlenecek günahtır.
Yine, "Efendinin
kölesini gece namazından, nafile oruçtan; hanımını da i'tikaftan
menedebileceği" hususu da buna karşı delil olarak ileri sürülemez. Çünkü
bütün bunlar, Rabbe yapılan ibadetten buğuz için değil de, Rabbinin izniyle,
kendi menfaatine olan şeyi tastamam elde etmeden ötürü yapılan şeylerdir.[46]
"Sakınsın O. Eğer
vazgeçmezse, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleriz, yalana günahkar
perçeminden..." (Alak, 15-16).
Ayetin başındaki
"kellâ" ile ilgili olarak şu açıklamalar yapılabilir:
1) Bu, Ebû
Cehil'i caydıran ve onu Allah'a ibadetten nehyedip de Lât’a ibadeti emretmesinden
meneden öldürme veya onun boynuna basma gibi, ileri sürdüğü şeyleri hiçbir
zaman yapamayacak, bu arzusuna ulaşamayacak. Aksine, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
talebesi olan (Abdullah b. Mes'ûd) onu öldürecek, göğsüne oturacak"
demektir.
2) Mukâtil
bu ayete şu manayı vermiştir. "Hayır hayır. O, Allah'ın kendisini
gördüğünü bilmiyor. Bilse bile, bildiğinden istifade etmeyince, sanki bilmemiş
gibi oluyor."
[47]
Hak Teâlâ daha sonra, "Eğer vazgeçmezse" yani içinde
bulunduğu halden, takibettiği yoldan vazgeçmezse, "Andolsun, onu
perçeminden tutup sürükleriz, yalancı günahkar perçeminden" buyurmuştur.
Bu ifadeyle ilgili olarak şöyle birkaç mesele var:[48]
Ayetteki, "sürükleriz"
ifadesinin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Bu
"Biz onun perçeminden tutar, çekerek cehenneme sürükleriz" demektir.
Çünkü "şef ", birşeyi birşeye tıkmak ve onu şiddetli bir biçimde
çekmek demektir. Buna göre ifade tıpkı, "O
(kafirler), perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar" (Rahman, 55/41)
ayeti gibi olur.
2) "Şef
", vurmaktır. Buna göre ayet, "Biz onun yüzünü tokatlarız"
demektir.
3) Bu,
"Biz onun yüzünü karartırız" demektir. Nitekim dilci Halil şöyle der:
"Bir şeyi, yüzünü ve derisini değiştirecek bir biçimde ateş yaladığı
zaman, “Kad sefehatuhu’n-nâru” denilir. Çünkü "sef " üzerine, kazan
konulan üç taş demektir. Bu taşlara, siyahlaşmış oldukları için bu ad
vermiştir. Binâenaleyh "sefa", yanlarda-yanaklarda meydana gelen
siyahlık demektir. Velhasıl yüzün karartılması, o şahsın hor ve hakir
kılındığının bir işaretidir.
4) Bu ifade,
"Biz onu damgalarız" manasınadır. Nitekim İbn Abbas (r.a) "Onun hortumu (burnu) üzerine damga
basarız" {Kalem, 68/16) ayetinin tefsirinde bahsedilen kişinin de yine
Ebû Cehil olduğunu söylemiştir.
5) Bu,
"Onu zelil kılarız" demektir.[49]
Bu ifade, nûn-u
müşeddede ile, “Lenesfeanne” şeklinde de okunmuştur. Bu sürükleme işini yapan
Allah ve melekleridir. Nitekim Hak Teâlâ, "Şüphesiz
Allah da, Cebrail de, salih mü'minler de o peygamberin dostudur. Hepsine ilaveten
melekler de onun destekçisidir" (Tahrim, 66/4) buyurmuştur.
İbn Mes'ûd (r.a) bu
kelimeyi "Ben sürüklerim" şeklinde okumuştur. Buna göre Allah Teâlâ,
"Ey Muhammed, o kafiri hor ve hakir kılmayı üzerine alan Benim" demiş
olur. Bu manada ayetin bir benzeri de, "Seni
destekleyen O'dur" (Enfal, 8/62) ve "Sana sekîneti indiren O'dur" (Fetih,48/4) ayetleridir.[50]
Buradaki "sef
" (sürükleme) ile, bu kafirin Ahirette cehenneme sürükleneceği
kastedileceği gibi, dünyadaki sürüklenişi de kastedilmiş olabilir. Dünyada
sürüklenişi hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Rivayet
olunduğuna göre Ebû Cehil, "Eğer Muhammed'i namaz kılarken görürsem,
ensesine basacağım" deyince Allah Teâlâ bu sûreyi indirdi. Cebrail
(a.s)'ı, Muhammed (s.a.s)'e bunu Ebû Cehil'e okumasını, sonunda da Allah'a
secde etmesini emretti. Hz. Peygamber (s.a.s) de aynen böyle yaptı. Bunun
üzerine Ebû Cehil, ensesine basmak için ona doğru koştu, ona yaklaşınca da,
birden gerisin geri döndü. Ona, "Ne oldu?" denildiğinde de,
"Benimle onun arasında, ağzını açmış bir hayvan gördüm. Eğer Muhammed'e
doğru yürüseydim, kesinlikle beni yutacaktı" dedi. Cebrail (a.s) ile
Mikâil (a.s)'in, Hz. Peygamber (s.a.s)'in iki omuzunda aslan şeklinde
gözüktükleri ileri sürülmüştür.
2) Bununla,
Bedir günündeki hadise kastedilmiştir. Dolayısıyla bu ifade, Allah Teâlâ'nın,
müslümanların o Ebû Cehil"in perçeminden (kakülünden) yakalayacaklarını;
yasaklama işini yeniden yapınca onu öldürmeye sürükleyeceklerini müjdeleyen bir
ifade olmuş olur. Binâenaleyh Ebû Cehil, bu engelleme işine yeniden yeltenince,
Allah Teâlâ müslümanlara Bedir günü onun perçeminden tutma fırsatını vermiştir.
Rivayet olunduğuna
göre, Rahman Sûresi nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.s), ashabına, "Sizden
kim bu sûreyi, Kureyş'in ileri gelenlerine okuyacak?" dedi. Kureyş'in
işkencesinden korktukları için ashab, buna cesaret edemeyip, ağırdan aldılar.
Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ûd (r.a) kalkıp,
"Ey Allah'ın
Resulü, Ben (okurum)" dedi. Ama Hz. Peygamber (s.a.s) onu oturttu. Aynı
şeyi tekrar sordu, yine İbn Mes'ûd (r.a) kalktı. Bu iş, sonunda Hz. Peygamber
(s.a.s), yine İbn Mes'ûd (r.a)'a müsaade edinceye kadar tekrarlandı. Halbuki
Hz. Peygamber (s.a.s) güçsüz ve cüssesiz olduğu için, bu işi onun yapmamasını
istiyordu. Böylece İbn Mes'ûd (r.a), Kureyş'in ileri gelenlerinin yanına vardı.
Onları Kâ'be'nin etrafında toplanmış olarak buldu ve bu sûreyi okumaya başladı.
Bunun üzerine Ebû Cehil kalktı, onu tokatladı ve kulağını yarıp kanattı. İbn
Mes'ûd (r.a) gözleri yaşlı bir vaziyette, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına
döndü. Hz. Peygamber (s.a.s) onu bu vaziyette görünce, kalbi rikkate geldi ve
başını kederli bir biçimde önüne eğdi. O sırada Cebrail (a.s) gülerek ve
müjdeli bir şekilde çıka geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),
"Ey Cibril,
İbn Mes'ûd ağlarken sen gülüyorsun" deyince, Cebrail (a.s),
"İleride
bunun sebebini anlayacaksın" dedi. Müslümanlar Bedir günü galip gelince,
İbn Mes'ûd (r.a), mücahidler arasında kendisinin de bir payı olsun diye, bir
şeyler araştırıyor, ölüler arasında dolaşıyordu. Birden Ebû Cehil'i, baygın ve
hırlar bir vaziyette önünde buldu. İbn Mes'ûd (r.a) yine de, Ebû Cehil'in
gücünün-kuvvetinin yerinde olabileceğinden, dolayısıyla kendisine zarar
vereceğinden enşidelendi de, uzaktan mızrağını Ebû Cehil'in burnu üzerine
koyup, dürttü. Belki de Hak Teâlâ'nın, "Onun
hortumu (burnu) üzerine damga basacağız" (Kalem, 68/16) ayetiyle
kastettiği damga bu idi.
Ebû Cehil'in güçsüz
olduğunu ve kalkamayacağını anlayınca, usta bir biçimde üzerine çullandı, göğsünün
üstüne oturdu. Ebû Cehil, gözlerini açıp onu görünce,
"Ey küçük çoban,
yemin olsun ki sen sarp-yüce bir yere çıktın" dedi. İbn Mes'ûd (r.a)
da,
"İslâm üste
çıkar, onun üstüne çıkılmaz"[51] dedi.
Ebû Cehli,
"Arkadaşına
(Muhammed'e) şunu ulaştır: Hayatımda, ondan daha çok öfkelendiğim-buğzettiğim
hiç kimse yoktur. Şu öldüğüm anda da yine en çok öfkelendiğim odur" dedi.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s) onun böyle dediğini duyunca:
"Benim Firavun'um Musa'nın Firavun'undan daha şedid. Çünkü onun Firavun'u
(ölürken-boğulurken) "iman ettim" dediği halde, benimki, isyanını
artırdı" buyurmuştur. Ebû Cehil daha sonra İbn Mes'ûd (r.a)'a,
"Başımı kendi kılıcımla kes. Çünkü bu daha keskin ve bilenmiştir"
dedi. İbn Mes'ûd (r.a) onun başını kesince, taşıyamadı. Belki de Allah
Sübhanehû ve Teâlâ, şu sebeplerden ötürü, İbn Mes'ûd (r.a) bu başı taşıyamasın
diye, İbn Mes'ûd (r.a)'u çelimsiz yarattı:
a) Herşeyden
önce Ebû Cehil, bir köpektir. Köpek ise çekilir, sürüklenir.
b) O, Kur'ân
okuyunca İbn Mes'ûd (r.a)'un kulağını yarmıştı. Böylece kulak kulağa bir
kısaslaşma olacak.
c) Hak
Teâlâ'nın, "Perçeminden tutup
sürükleriz" buyurarak haber verdiği tehdidin gerçekleşmesi için...
Böylece onun başı, ön tarafından sürüklenmiştir. Çünkü İbn Mes'ûd (r.a), onun
başını taşıyamayınca, kulaklarını deldi, oralardan ip taktı ve onu sürükleyerek
Hz. Peygmber (s.a.s)'e götürdü. İşte tam bu sırada Cebrail (a.s), Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yanında gülüyor ve "Ey Muhammed, kulağa karşılık kulak... Fakat
burada, kulağın yanısıra bir de baş var" diyordu. Ebû Cehil'in öldürülmesi
hususunda lafız olarak değil de mana olarak nakledilenler bundan ibarettir ki
bütün bunlar, Hak Teâlâ'nın "perçeminden
tutup sürükleriz" ifadesinin manasıdır.[52]
Nâsiye, alındaki saç,
yani kaküldür. Ama bazan, saçların bittiği yere de "nâsiye" denir.
Fakat Hak Teâlâ burada, bununla Ebû Cehil'in bütün yüzünü ve başını
kastetmiştir. Belki de bunun sebebi, onun kakülünü taramayı ve onu
güzelleştirmeye fazla ihtimam göstermesidir. O, saçlarının siyah olmasına ve
siyaha boyamaya önem verirdi. İşte Allah Teâlâ ona, saçlarıyla birlikte yüzünü
de siyahlaştıracağını haber vermiştir.[53]
"en-Nâsiye"nin
başına harf-i tarif getirilmek suretiyle "marife" yapılmıştır. Buna
göre Hak Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Sizce maruf olan, bilinen
nâsiye, onun kendisidir. Fakat bu nâsiyenin özellikleri sizce meçhuldür. Yani,
o, söz bakımından, yalancı, fiil bakımından suçlu bir nâsiyedir." Allah
Teâlâ bu nâsiye'yi, "yalancılık"la nitelemiştir. Çünkü bu nâsiye
(perçem sahibi), "Muhammed'i peygamber olarak göndermedi" diyerek
Allah'a karşı; "O ya sihirbazdır, ya yalancıdır, yahut peygamber
değildir" demek suretiyle de peygambere karşı yalan söylüyordu. Onun
yalanının, "Mekke vadisinde en çok taraftarı (adamı) bulunan benim"
şeklindeki sözü olduğu da söylenmiştir.
[54]
Cenâb-ı Hak bu nâsiye
(sahibini), "hâtıe", yani hatalı-günahkar diye de tavsif etmiştir.
Çünkü bunun sahibi, Allah'a karşı direten bir nankördür. Nitekim Hak Teâlâ, "O (pis) akıntıları ancak hâtıeler,
günahkarlar yer" (Hakka, 69/37) buyurmuştur. "Hâtı" ile
"muhti’" arasındaki fark şudur: Hâti’, yaptığının karşılığını gören,
bundan dolayı hesaba çekilen; "muhti" ise, (bunu hataen yaptığı
için), hesaba çekilmeyen, muaheze edilmeyendir.
Hak Teâlâ tıpkı
yüzleri, "Onlar Rablerine
bakacaklardır" (Kıyame, 75/23) ayetinde, "nazır" (bakan)
diye niteleyişi gibi, "nâsiye"yi (kakülü) de "yalancı" diye
nitelemiştir.[55]
Ayetteki
"nâsiye" kelimesi, "en-Nâsiye"den bedeldir. Nekire olduğu
halde, marife olan o kelimeden bedel yapılması caiz olmuştur. Çünkü nekire olan
bu kelime kazibe ve hatıe kelimeleriyle tasvif edilince, bir tür mariferik
kazanmıştır.[56]
Ayetteki "nâsiyeten" kelimesi ref
ile "nflsiyetün" şeklinde de okunmuştur. Buna göre takdiri,
"O, yalancı ve hatalı bir nâsiyedir" şeklindedir. Bu kelime, nasb ile
"nâsiyeten" şeklinde
de okunmuştur. Ref ile okunuşu da, nasb ile okunuşu da şetm (zemm) üzeredir.
(Onun kınamak için...).
[57]
Bil ki Hz. Peygamber (s.a.s) Ebû Cehil'e
ağır konuşup, bu ayetleri ona okuyunca, o, "Ben
bu Mekke vadisinde, en çok
taraftarı olan birisi olduğum halde sen beni kimle tehdid ediyorsun" deyip
de, malını yedirdiği taraftarlarıyla övününce, Hak Teâlâ'nın şu ayetleri nazil
oluverdi:
[58]
"Şimdi
meclisini çağırsın o. Biz de zebanileri çağırırız"
(Alak,
17-18).
"Nâdi’'nin
ne demek olduğu, (Ankebût, 29/50) ayetinin tefsirinde geçmişti. Ebû Ubeyde, ayetteki bu kelimeye
"Meclisiniz halkını - adamlannı çağırsın" manasını vermiştir.
Velhasıl nâdiye denilmez.
İnsanlar oraya gidip-geldikleri, orada toplandıkları için oraya "nâdiye" adı verilir. Mekke'deki "dâru'n-Nedve"ye de
bu ad, işte bu yüzden verilmiştir. Çünkü onlar, "dâru'n-Nedve" de (meclislerinde), meşverette bulunmak
için toplanıyorlardı. Buraya, burasının iyilik ve cömertlik yeri olmasından
ötürü, yine "nâdiye" adı
verildiği de ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hak bu ayette, onların meclisine,
tehekküm (istihza) için "nâdiye" demiştir, yani "senin iddiana
göre sana yardım etmeleri için, o kerem ve cesaret ehli insanlan (!) haydi
topla" demek istemiştir.
[59]
Ebû Ubeyde ve Müberred, "zebâniye"nin
müfredinin "zibniyetün"
şeklinde olduğunu; aslının ise, "Onu defetti, yitti"
manasındaki “Zebenethu” fiilinden olduğunu; insanların ve cinlerin azgınlarına
da "zebani" denildiğini
söylemişlerdir.
Hem
mana, hem de takdir açısından "ifrit"
kelimesi de böyledir. Nitekim Arapça'da, "Falanca zebanidir, ifrittir" denilir. Ahfeş, bazı kimselerin, "zebaniyetün" kelimesinin
müfredinin, "zebânî" olduğunu
söylediklerini naklederken; diğer bazıları bunun müfredinin, "zâbin" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir. Diğer bazıları da bunun, tıpkı "ebâbîl" ve "abâdîd" kelimeleri gibi, kendi
lafzında müfredi bulunmayan bir cemî olduğunu söylemişlerdir. Sözün özü, bu
kelimeyle, azab melekleri kastedilmiştir. Bunların, çok ileri derecede kuvvetli
olduklarında şüphe yoktur. Mukâtil, “Bunlar, ayakları yerde, başları gökte olan
cehennem bekçileridir.” Derken; Katade, “Zebani”nin Arapça’da, “polis” manasına
olduğunu ve bunların çok çetin, kuvvetli ve haşin melekler olduğunu
söylemiştir. Cehennem meleklerine, bunlar, kâfirleri cehenneme fırlatıp
attıkları için “zebani” denmiştir.
[60]
Bu ayetle ilgili
olarak iki görüş vardır:
Birinci Görüş:
Bu, "Adamlarını çağıracağına ve onlarla Hz. Muhammed (s,a.s)'in davasını
boşa çıkaracağına dair olan iddiasını yapsın. Çünkü eğer o böyle yapsaydı, Biz
de meclisinin adamlarının, karşısında aciz kalacakları, zebanileri çağırırdık"
demektir. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Eğer Ebû Cehil meclisini
çağırsaydı, o anda zebaniler, kendisinin göreceği şekilde, onu kıskıvrak
yakalarlardı." Ayetin bu ifadesinin, onun dünyada iken tıpkı bir köpek
leşi gibi sürükleneceğine dair Allah'ın bir haberi olduğu ve bunun bedir günü
gerçekleştiği ileri sürüldüğü gibi, "Hayır, ayetin bu ifadesi, ahirette
zebanilerin onu cehenneme sürükleyeceğini anlatıyor" da denilmiştir.
İktnci Görüş:
Ayette bir takdim-tehir vardır. Buna göre mana, "Biz onun perçeminden
yakalacağız ve ahirette zebanileri çağıracağız. Şimdi o da ahirette, meclisini
çağırsın da, onlar onun bu haline mani olsunlar, mani olabilirlerse..."
şeklinde olur.[61]
“Felyed’u nâdiyeh” ifadesinin
başındaki fâ, ayetin ifade ettiği hususun bir mucize olduğunu gösterir. Çünkü
bu, o kafiri, meclisini ve kavmini davet hususunda tahrik etmektedir. O kafir
her ne zaman bunu yapmaya yeltense, mutlaka (Allah'ın) zebanileri davet işi de
olacaktı. Binâenaleyh o buna cesaret edemeyince bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
mucizesinin zuhur ettiğine delalet eder.[62]
Bu ifade meçhul
olarak, “Senud’â” "çoğrılırlar" şeklinde de okunmuştur. Bunun
başındaki "sîn", şek (şüphe-ihtimal) taşıyan bir ifade
değildir. Çünkü bizzat Allah
Teâlâ tarafından kullanılan,
(umulur ki) lafzı, o şeyin muhakkak olacağını ifade eder. Hele de
Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, onun için düşmanlarından intikam
alacağını müjdelediği zaman... Belki de, buradaki ifadenin başındaki sîn ile, "Velev ki bir müddet sonrakiler olsa,
mutlaka sana yardım edeceğim"[63]
ifadesi kastedilmiştir.[64]
"Sakın ona boyun
eğme. Secde et. Yaklaş" (Alak, 19).
Bu ayetin başındaki “Kellâ”
edatı da, yine Ebu Cehil için reddiye ifade eder, onu, davasından vazgeçiren
bir ifadedir. Bunun manasının, "O, meclisini çağıracağına dair laf ettiği,
kendisiyle övündüğü bu şeye hiçbir zaman ulaşamayacak. Yemin olsun ki, şayet, o
meclisini çağıracak olsa bile, onlar ona, faydalı olamayacak ve onlar ona
yardım edemeyecekler. Ve o, sana mukavemet etmekten aciz olup, aynı zamanda
zelildir" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Bunun manasının,
"Seni namazdan nehyederken, o, hiçbir zaman senin ona itaat edeceğin
yolundaki temennisine kavuşamayacak.." şeklinde olması da muhtemeldir.
Yine bunun manasının, "Dikkat, aman, sakın, ona itaat etme, boyun
eğme..." şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Ona boyun eğme"
buyurmuştur ki, bu, tıpkı, "Yalanlayanlara
itaat etme..." (Kalem, 68/8) ayeti gibidir.
[65]
"Secde et". Müfessirlerin ekserisine göre Cenâb-ı Hak bu emir
ile, "Namaz kıl; gerek fiil, gerekse tebliğ açısından Allah'a ibadete
devam et. Bu düşmanın hakkındaki fikrini açıkça söyle, çünkü Allah, senin
destekçin ve senin yardımcındır" manasını kastetmiştir. Bazıları,
"Bununla, huşu ve huzû manası kastedilmiştir.." derken, diğer
bazıları da, "Hayır, bu ifade ile, namazdaki secdeler kastedilmiştir"
demişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Yaklaş" buyurmuştur ki bu da, "Yaptığın secdelerle Rabbine
iyice yaklaşmayı iste..." demektir. Çünkü bir hadiste, "Kulun Rabbine en çok yakın olduğu
zaman, secde ettiği vakittir"[66]
buyurulmuştur. Bazıları da, bunun manasının, "Ey Muhammed, secde et... Ey Ebû
Cehil, zebanilerin seni yakalayacakları hakikatini görebilmen için, Muhammed'e
yaklaş..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Böylece, Cenâb-ı Hak sanki, o
kafirin öfkesinin artması için, Hz. Peygamber (s.a.s)'e secde etmesini
emretmiştir. Bu manaya göre bu ifade, "...
onunla, kafirleri öfkelendirmek için..." (Fetih, 48/29) ayeti gibi
olmuş olur. Öfkenin artmasını gerektiren sebep şudur: Kafirler, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in namaz kılmasına mani oluyorlardı. Böylece, Hz. Muhammed (s.a.s)'i
secde ederken görmeleri durumunda ise, kin ve öfkeleri doruk noktaya çıkıyordu.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, tam bu sırada, Peygamber secde ederken, "Ey Ebû
Cehil, ona yaklaş ve ayağını ensesine bas... Çünkü peygamber secde ediyor ve
kendi işiyle meşgul... (yapabiliyorsan yap bakalım)" demiştir ki, bu, Ebû
Cehil ile istihza etmek ve onu hafife almaktır. Allah (c.c) en iyi bilendir.
Salat ü selâm, efendimiz Hz. Muhammed'e, onun aline ve ashabına olsun (amin)![67]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/251.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/253.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/253.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/253-254.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/254.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/254-255.
[7] Kenzû'l-Ummal, 11/32941.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/255.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/255-256.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/256.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/256.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/256.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/256-257.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/257.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/257-258.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/258.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/258-259.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/259.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/259.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/259-260.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/260.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/260.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/260-261.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/260-261.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/262.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/262-263.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/263.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/263.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/263.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/263.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/264.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/264.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/264.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/264.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/264-265.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/265.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/265.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/265-266.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/266-267.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/267.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/267.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/267-268.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/268.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/268-269.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/269.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/269.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/269.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/269-270.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/270.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/270.
[51] Kenzû'l-Ummal, 1/246.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/270-272.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/272.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/272.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/272.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/272-273.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/273.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/273.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/273.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/273-274.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/274.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/274.
[63] İbn. Mace, sıyaim, 48 (1/557).
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/274.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/274-275.
[66] Müslim, Salat, 215 (1/350).
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/275.