Tevbe Suresi'nin Enfal Süresi İle Arasındaki İlişki
İslam'da Eman (Vize) Vermek Meselesi
Öfkenin Giderilmesi İle Şifa Arasındaki Fark
Kafirler Mescid-İ Haram'a Girebilirler Mi?
Hz, Uzeyr'e, Allah'ın Oğlu Diyenler
Haram Veya Helâl Kılmak Ancak Allah'a Mahsustur
İslâm Ne Zaman Tüm Dinlere Galip Gelecek
Rüşvet Karşılığında Hüküm Vermek
İslâm'da İstifçilik (Mal Biriktirme)
İstifçilik Ne Zaman Meydana Gelir?
Müslümanlara Göre Ayların Taksimi
Haram Aylarda Savaşmanın Hükmü
Her Yerde İşlenilen Günah Bir Olur Mu?
Peygamberler Günah İşlerler Mî?
Zekâtı Toplamakla Görevli Olan Amiller
Müellefetvl-Kulub Üç Gruba Ayrılır
Hz. Peygamberi (S.A) Alaya Almanın Neticesi
Nifak Korkusu Ve Ondan Sakınmak
Kafir Ve Münafıklarla Yapılacak Savaşın Niteliği
Nîfak'ın Çeşitli Şekîllerdekî Tezahürleri
Yetmiş Sayısıyla Çokluk Kastedilmiş Olabilir Mi?
Hz. Peygamberin (S.A) Şefkati Ve
Bir Münafığın Namazını Kılması
Hz. Peygamber'in Gömleğini Vermesi
Hz. Peygamber'in (S.A)- Annesinin Kabrini Ziyaret Etmesi
Kafirlerin Mezarını Ziyaret Etmek
Şarabilerin Tabakaları Ve Bu Konudaki İhtilaflar
Sahabenin En Üstünü Kimdir Ve İlk Sahabiler Kimlerdir?
Muhacirler Mi, Ensar Mı Daha Üstündür?
İnsanların Amellerimize Vakıf Olması
Mescidi Yapanlar On İki Kişiydi
Bir Mescid Varken, İkincisi Yapılabilir Mi?
Kilisede Namaz Kılınabîlir Mi?
Zalim'in Arkasında Namaz Kılınır Mı?
Allah Yolunda Savaşanların Faziletleri
Hz. İbrahim'in Babası Hakkında Af Dilemesi
Allah'ın Kulları Üzerinde Tevbesi
İlme Teşvik Ve İlmin Kısımları
Tevbe Süresinin Son Ayetleri İle İlgili Rivayetler
1- Bu, antlaşma yaptığınız müşriklere Allah ve Rasûlü'n-den bir berae (ihtar) dır.
2- Yeryüzünde dört ay dolaşın. Bilin ki Allah'ı aciz bırakamazsınız ve muhakkak ki Allah kafirleri rezil edicidir.
3- En büyük Hacc gününde insanlara Allah ve Rasûlü'n-den bir ilandır bu! Hem Allah hem de Rasûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer sırt çevirirseniz bilmiş olun ki siz Allah'ı aciz bırakamazsınız. Kafir olanları elem verici bir azapla müjdele!
4- Ancak müşriklerden antlaşma yaptıklarınız müstesna. Onlar hiç bir şeyi eksiltmediler ve aleyhinize hiç kimseye arka çikmadılar. Onlara tanıdığınız süreye kadar antlaşmalarınızı bozmayın. Kuşkusuz ki Allah takva sahiplerini sever.,
5- Haram aylar sona erince müşrikleri nerede bulursanız Öldürün. Onlan yakalayın. Onları hapsedin. Her gözetleme yerinde oturup onlan gözetin. Eğer tevbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. Muhakkak ki Allah çok affeden ve çok bağışlayandır.
6- Eğer müşriklerden biri sana sığınırsa, onu himayene al ki Allah'ın kelamını dinlesin. Sonra onu emniyette olacağı yere ulaştır Çünkü onlar cahil bir topluluktur.[1]
Giriş
îbn Abbas, Abdullah bin Zübeyr ve Katade'den gelen rivayete göre bu sure Medenî'dir. Bazıları bu surenin Medenî olması hakkında ittifak edilmiştir, diyorsa da İbn'ul-Fürs son iki ayet (128 ve 129 dışındaki diğer ayetlerin Medeni olduğunda müttefik olunduğunu söylemektedir. Ancak İbn'ul-Fürs'ün bu sözü Hakim'in Müs-tedrek'inde Ubey bin Ka'b'tan, Ebu Şeyh'in tefsirinde Ali bin Zeyd'den ve İbn Abbas'tan rivayet edilen «En son inen ayetler Tevbe suresinin 128. ve 129. ayetleridir» şeklindeki hadisle çelişmektedir. Başka bir grup da 113. ayeti istisna etmiştir. Bu görüş, Hz. Peygamber'in (s.a) amcası Ebu Talib için «Menedümediğim sürece senin için af talebinde bulunacağım» dediğini beyan eden hadise dayanılarak öne sürülmüştür.
İbn Kisa'mn ifade ettiği gibi bu-sure hicretin 9. yılında nazil olmuştur. Tevbe suresinin diğer isimleri şunlardır: Berae, Mukaş-kışe, Fadiha, Suret'ul-Azab, Münkire, Behus, Mübahhire, Hafire, Musire, Müdemdime, Muhziye, Münekkile. Tüm bu isimlerin nedenleri ve niçinleri tefsirlerde uzun uzun açıklanmıştır. Örnek olması bakımından biz Berae terimi üzerinde duracağız.
Said bin Mensur ve Beyhaki {Şu'ab'ul-İman'da) İbn Atiyet'ul-Hemedani'den şöyle rivayet ediyorlar: «Hz. Ömer idarecilere 'Berae suresini öğrenin, Nur suresini de hanımlarınıza öğretin? diye buyurdu.» İşte burada görüldüğü gibi Hz. Ömer'in emirnamesinde mezkur sureye 'Berae Suresi' denmektedir.
Bu sure 129 ayetten müteşekkildir. Ancak 130 ayet olduğunu söyleyen müfessirler de vardır. Kelimeleri; 4078, harfleri; 10.488' dir. [2]
Enfal suresinde ganimetin paylaştırılması ve beşte birinin beş sınıfa bölüştürülmesi bahis konusu edilirken, Tevbe suresinde sadakalardan ve sadakaların sekiz smıfa bölüştürülmesinden bahsedilmektedir.
Enfal suresinde antlaşmalar hususunda nasıl davranılacağm-dan bahsedilirken, bu surede müşriklerle yapılan antlaşmaların iptali sözkonusu edilmiştir. Yine Enfal suresinde müminlerin birbirlerinin velisi olmaları ve kafirlerden tamamen, ilişkiyi kesmeler keyfiyeti beyan edilirken bu surede aynı hususa, «BuAllah ve Rasûlü'nden bir berae (ihtar)dır» ayetiyle değinilmektedir.
Katade ve bazı müfessirlere göre Enfal süresiyle Tevbe suresi bir olduğundan dolayı aralarına besmele konulmamıştır. Bazılarına göre de besmelenin konulmayı sının nedeni sahabenin Tevbe suresinin müstakil bir sure olup olmadığı konusunda ihtilaf etmiş olmasıdır. Bu bakımdan iki surenin arasına fasl koyarak ikisinin de müstakil birer sure olduğu görüşünde olanlara, besmele yazmamakla da ikisinin bir sure olduğu görüşünde olanlara uyulmuştur.
tbn Abbas Hz. Ali'nin, ((Besmele emniyettir. Berae suresi ise kılıçla inmiştir (Yani savaşı emretmiştir)» dediğini rivayet etmiştir. (Ebu Şeyh, İbn Merduveyh. Bu sözün bir benzeri Muhammed bin Hanefiyye'den ve Süfyan -bin Uyeyne'den de rivayet edilmiştir).
Bu konudaki farklı görüşler, diğer surelerde olduğunun aksine bu surede besmele olmadığında birleşirler.
Bu surenin Enfal suresinin devamı olmayıp, müstakü bir sure olduğuna dair kuvvetli bir delil de, daha Önce sayılan isimlerin bu sureye ad olarak verilmiş olmasıdır.
Sahavi'den nakledildiğine göre, Berae suresinin başında bes-mele'rdn terki şöhret bulmuştur. İmam Asım ise, Berae suresinin başında besmele olduğu görüşündedir. Kıyasen de bu böyledir. Çünkü besmelenin hazfının nedeni, ya surenin savaş getirmiş olması ya da sahabenin surenin müstakil bir sure olmayıp, Enfal suresinin devamı olduğu hususunda ısrar etmeleridir. Asım'ın birinci delili tam değildir. Zira bu sure kimler hakkında nazil olmuşsa, bu mesele onları ilgilendirir. Bize gelince biz besmeleyi teber-rüken çekiniyoruz. Görülüyor ki, «müşrikleri öldürün» ayetinin besmele ile başlaması ittifaken caizdir. Şayet besmelenin onun müstakil bir sure olmayışından dolayı terkedildiği öne sürülürse, bu görüşte Kur'an'm herhangi bir bölümüne başlarken besmele çekmenin caiz oluşuyla çürütülmektedir.
<(Beşmele'nin İbn Mesud'un nıushafında yazılmış olduğu rivayet edilmektedir. İbn Menadır besmelenin okunması görüşündedir. Nitekim 'el-İkna1 adlı eserde besmelenin okunmasının caiz olduğu kayıtlıdır. Ancak doğru olan besmelenin ter^edilmesidir. Çünkü besmele İmam Mushaf'ta. (Hz. Osman'ın mushafında) yazılı değildir. Dolayısıyla İmam Mushaf dururken, diğer mushaf-lara uyulamaz.
Bu surenin başına besmeleyi koymanın ve sure başında besmeleyi okumanın haram, terkedilmesinin ise vacip olduğunu öne sürenlerin bu görüşü, zahir ile çelişki halindedir. Çünkü surenin ortasından okumaya başlayan kimsenin besmele çekmesinde bir beis görülmemektedir. En doğrusunu Allah bilir!
(1-2)
«Bu, antlaşma
yaptığınız müşriklere...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Alimler süreyi ertelemenin keyfiyetinde ve ihtarın muhatabı olan müşriklerin kim oldukları hususunda ihtilaf etmişlerdir..
îbn îshak'a göre bu müşriklerden bir sınıftır. Çünkü mezkur sure nazil olduğunda bu sınıfın antlaşma süresi dört aydan daha azdı. Onlara dört ayın tamamına kadar süre tanındı. Bundan başka ikinci bir sınıf daha vardı ki onların antlaşma süreleri sınırsızdı. Onların da. bu süreleri dört aya indirildi ki kendileri için bir yol seçebilsinler. Dört ayın bitiminde Allah, Basûlü ve müminler müşriklere karşı fiilî savaşı başlatacaklar ve onlan yakaladıkları yerde öldürecek veya esir edeceklerdi. Bu sonuçtan ancak tevbe edenler kurtulacaklardı. Bu süre Büyük Hacc Gürcü'nden itibaren başlamış, Rebi'ul-Evvel ayının onunda ise son bulmuştur. Ant-laşmalı olmayan müşriklere ise haram ayların bitimine kadar bir süre tanınmıştır. .Bu da tam elli gündür. Yani zilhicce'nin yirmi günüyle, Muharrem ayının tamamına rastgelmiştir.
Kelbî'ye göre bu dört aylık süre, Hz. Peygamber (s.a) ile ara-lannda dört aydan daha az bir zamanlık antlaşması olan müşrikler içindir. Dört aydan fazla zamam olanlara gelince, eğer antlaşmalarını bozucu bir şey yapmamişlarsa onlara sürelerinin sonuna kadar izin verilir.
Ibn tshak ve Mücahid'e göre bu ayet Mekkeliler hakkında nazil olmuştur. Nedeni ise şudur: Hz. Peygamber (s.a) Hudeybiye'de Kureyşlilerle 10 yıl kendileriyle savaş yapmamak üzere bir anlaşma yapmıştır. Huzaa kabilesi Hz. Peygamber'in (s.a), Beni Bekr kabilesi de Kureyşlilerin müttefiki idi. Beni Bekr antlaşmayı bozup Huzaa kabilesine saldırdı. Çünkü Beni Bekr kabilesinin daha önceden Huzaa kabilesinden alınacak intikamları vardı. Oysa Hu-, deybiye .günü antlaşma imzalandıktan sonra insanlar birbirinden emin olmuşlardı. Beni Bekr boyundan Beni Dil bunu fırsat bilerek Huzaa kabilesine gafil bir anlarmda saldırıp Esved bin Reze' nin intikamım almak istediler. Nevfel bin Muaviye ed-Düî, Beni Bekir'den kendisine uyanlarla birlikte çıkıp, geceleyin saldırıp, Huzaa'dan birini öldürdüler. Kureyşliler de Beni Bekr'e silah yardımı yapmışlardı. Hatta Kureyşlilerden bir grup, fiilen onların yanında saldırıya katılmışlardı. Huzaa kabilesi ise sonunda mecbur olmuş ve Harem'e sığınmıştı. İşte bu Hudeybiye günü yapılan barışın ve antlaşmanın bozulması demekti. Huzaa'dan Amr bin Salim, Budeyil bin Verka ye daha başkaları kalkıp Medine'ye gittiler ve yardım gönderilmesini istediler. Hz. Peygamber (s.a) ise, «Şayet Beni Ka'b'a yardım etmezsen bana da yardım edilmesin» diye yemin etti. Sonra gökteki bir buluta bakarak, «Bu bulut Benî Ka'b'a yardım edilmesi için bağırmaktadır» dedi. (Benî Ka'b ile Huzaa kabilesi kastedilmiştir.) Hz. Muhammed (s.a), Budeyl bin Verka ve yanındakilere, «Ebu Süfyan antlaşmayı yenilemek ve barışın süresini uzatmak için gelecek ama istediğini alamadan Mekke'ye geri dönecektir» dedi. Gerçekten de Kureyşlüer yaptıklarından çok pişman oldular ve bunun üzerine Ebu Süfyan antlaşmayı yenilemek ve barışın süresini uzatmak için Medine'ye geldi. Ancak Basûlüllah'ın da buyurduğu gibi umduğunu bulamadan Mekke'ye geri döndü. Hz. Peygamber (s.a) bir ordu hazırlayarak Mekke'ye doğru ilerledi ve Mekkeyi fethetti. (H. 8). Mekke'nin fetho. lunduğu işitilince Malik bin Avf en-Nasır Hevazin kabilesini topladı ve Huneyn Savaşı vuku buldu. H. 8'de Şevval ayının başında vukubulan bu savaşı müslümanlar kazandı. Hz. Peygamber (s.a) Huneyn ganimetlerini Taife gelinceye kadar paylaştırmadı. Ta-if'i yirmi günden fazla sürecek olan bir kuşatma altına aldı. Onlara karşı mancınık da kullanıldı. Hz. Peygamber (s.a) Curranî'ye dönerek ganimetleri orada paylaştırdı. Sonunda Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye geldi ve halk da dağıldı.
İlk Hacc Emîri
O yıl hacc emirliğini Attab bin Esid yapmıştır. Bu kimse haccı idare eden ilk emirdir. (O yıl müşrikler eski adetleriyle hacca katıldılar.) Attab bin Esid hayırlı, faziletli ve takva sahibi bir kimseydi.
Ka*b bin Zübeyr bin Ebi Sulma (Selma) Hz. Peygamber'e geldi, onu överek, huzurunda Ba'net Suad adlı kasidelerini sonuna kadar okudu. Bu kasidesinde muhacirlerden de bahsederek, onları övdü. Bu şair daha önce Hz. Peygamberi hicvetmişti. Ensar kendisinden bahsetmediği için Ka'b'ı ayıpladığı için Ka*b ertesi gün Ensar'ı öven bir kaside ile Hz. Peygamber'in yanma geldi.
Hz. Peygamber Taif dönüşünde Medine'de Zilhicce, Muharrem, Sefer, Rebi'ul-Evvel, Rebi'ul-Ahîr, Cemaziyulûla ve Cemaziyülahır aylarını geçirdi. H. 8'de Recep ayında Tebük Seferi'ne çıktı. Bu Hz. Peygamber'in son gazasıdır.
İbn Cüreyc şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber Tebûk' ten sonra Hacc'a gitmek istedi ve «Müşrikler de Kabe'ye çırılçıplak gelecekler ve Tavaf yapacaklar. Bunun önünü kesene değin hacc etmek istemiyorum» diyerek bundan vazgeçti. Bunun üzerine Hz. Ebubekir'i Hacc emîri olarak gönderdi. Ona beraberinde götürmesi için Berae suresinin ilk kırk ayetini vererek, hacıların huzurunda onları okumasını emretti. Hz. Ebubekir yola çıktıktan sonra Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ali'yi çağırdı ve Berae suresinin ilk kırk veya elli ayetini alıp, halk Mina'da toplandığı zaman bunları onlara okumasını emretti. Hz. Ali Hz. Peygamber'in el-Adba adlı devesine bindi ve Hz. Ebu Bekir'e o Zulhuleyfe'ûe iken yetişti. Hz. Ebukebir, Hz. Ali'yi görünce ona Emir olarak mı, memur olarak mı geldiğini sordu. Hz. Ali memur olarak geldiğini söyleyince, birlikte yola devam ettiler. Hz. Ebubekir o yıl halka cahiliyye dönemindeki adetlerine göre hacc edebilme ruhsatını verdi.
Hz. Cabir'den şöyle rivayet olunmuştur: Hz: Ali Terviye gününden (Zilhiccenin 8. günü) bir gün önce Arefe gününde ve Kurban gününde halka Berae suresini sonuna kadar okudu... Üçüncü gün de, Hz. Ebubekir hutbesini bitirdikten sonra okudu. Çıkış günü geldiğinde, Hz. Ebubekir kalkıp bir hutbe irad etti, halka nasıl çıkacaklarını, taşları nasıl atacaklarını ve hacc menasıklannı öğretti. Vazifesini bitirdikten sonra Hz. Ali ayağa kalktı ve Berae suresini sonuna kadar halka okudu. (Nesaî)
Süleyman bin Musa, Hz. Ebubekir'in Arefe'de hutbe okuduğu zaman, «Ey Ali! Kalk, Rasûlüllah'ın emrini insanlara ilet!-» dediğini ve onun da kalkıp, Rasûlüllah'ın kendisine verdiği emri yerine getirdiğini rivayet etmektedir. Hz. Ali herkesin Hz. Ebubekir'in hutbesinde hazır bulunamaması ihtimalini dikkate alarak, Kurban günü çadırları dolaşmıştır.
Zeyd bin Yusayyıa'dan şöyle rivayet olunmuştur: Hz. Ali'ye hacca ne ile gönderildiğini sorduğunda şöyle dedi: «Dört şey ile gönderildim. 1) Hiç kimse çıplak olarak artık Kabe'yi tavaf edemeyecektir. 2) Hz. Peygamberle arasında antlaşma bulunan kimselerin antlaşmaları sürelerinin bitimine kadardır. Antlaşması olmayanların süresi ise dört aydır. 3) Cennete ancak müminler girer. 4) Müslümanlarla müşrikler bu yıldan sonra artık birlikte hacc edemeyeceklerdir.» (Tirmizi)
H. 10 yılında Zilhicce ayında Hz. Peygamber Hacca gelerek hacc etti. Bu yüzden hacc kıyamete kadar Zilhicce'de yapılacaktır.
Mücahid Hz. Ebubekir'in H. 9. yılda Zilkade ayında hacc ettiğini söylemektedir.
İbn'ul-Arabî, Berae suresinin Hz. Ali'ye verilmesinin hikmetini şöyle açıklamaktadır: Berae suresinde Hz. Peygamber'in yaptığı antlaşmaların fesh edilmesi sözkonusu idi. Arapların adetinde ise yapılan antlaşmayı ancak antlaşmayı yapan kişi ya da o kişinin akrabalarından birinin feshetmesi cari olduğundan Hz. Peygamber (s.a) Araplan susturmak maksadıyla amcasının oğlu ve Haşimî olan Hz. Ali'yi göndermiştir. [3]
(3 - 4) «En büyük Hacc gününde insanlara...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«En büyük Hacc günü» ifadesi ile ilgili olarak alimler ihtilâf etmişlerdir. Hz. Ömer, Hz. Osman, İbn Abbas, Tavus ve Mücahid' den bugünün Arefe günü olduğu rivayet edilmiştir. Bu, aynı zamanda Ebu Hanîfe'nin ve İmam Şafii'nin de görüşüdür.
Hz. Ali, İbn Abbas, İbn Mes'ud, İbn Ebi Evfa, Muğire bin Şu' be ve İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber yapmış olduğu haccmda Kurban günü ayağa kalkarak, bugünün hangi gün olduğunu sordu. Dinleyenler, bugünün Kurban Bayramı olduğunu söyleyince O, «Bu en büyük Hacc günüdür» diye buyurdu. (Ebu Davud)
Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet olunmuştur: Hz. Ebubekir Mi-na'da Kurban günü çadırlara gidip tebliğ yapanlar arasında beni de göndermişti. O şöyle ilân ettiriyordu: «Bu yıldan itibaren hiçbir müşrik hacca gelmeyecektir. En büyük Hacc, Kurban günüdür.» (Buharı)
Bu güne En Büyük Hacc Günü denilmesinin nedeni halkın o güne «En Küçük Hacc Günü» demesini yalanlamaktır. Müşriklerin bundan sonra hacca gelemeyeceklerini Hz. Ebubekir halka o yıl ilân etti. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a) Veda haccı yaptığı yıl hiçbir müşrik hacca gelemedi.
İbn Ebi Evfa, «En büyük hacc günü, Kurban günüdür. Orada kan akıtılır, tıraş olunur, temizlik yapılır. İhramdaki haramlar orada helâl olur» demektedir. Bu görüş aynı zamanda İmam Malik'e de aittir. Ona göre Hacc Kurban gününde tamamlanmaktadır. Çünkü Arefe'de ondan önceki gece vakfeye durulmaktadır. Şeytan taşlamak, kurban kesmek, tıraş olmak ve farz olan tavaf o günün ^1 sabahında yapılır.
En Büyük Hacc Günü'nün, Arefe günü olduğunu söyleyenleri rin delili, Rasûlüllah'ın En Büyük Hacc Günü'nün Arefe günü ol-duğunu söylediği Mahreme hadisidir. Bunu, İsmail el-Kadı rivayet etmiştir.
Sevrî ve İbn Cüreyc, bu günün Mina'nın tüm günleri olduğunu söylemişlerdir.
Mücahid'den rivayet edildiğine göre, En Büyük Hacc, Hacc-ı Kıran'dır. En Küçük Hacc ise Hacc-ı İfrad'dır. Ancak Mücahid'in D bu görüşü ayetle mutabık değildir.
Mücahid'den gelen diğer rivayete göre, En Büyük Hacc, Arefe vakfesi içinde bulunan haccdır. En. Küçük Hacc ise Umredir.
Mücahid'den gele nbir diğer rivayete göre, En Büyük Hacc haccın tüm günleridir.
Hasan Basrî ve Abdullah bin Hars'a göre, Hacc gününe En g| Büyük Hacc Günü denilmesinin nedeni o yıl müşriklerle, müminlerin bir arada hacc etmeleridir. Nitekim o yıl Yahudilerin, Hıristiyanların ve mecusilerin bayramları da aynı güne rastgelmiş-tir. Ancak İbn Atiyye, bu görüşün zayıf olduğunu; zira Allah Teâ-lâ'nın Kitab'ında «Ekber» kelimesini bundan dolayı hacc'a sıfat kılmadığını söylemektedir.
Hasan Basrî'den rivayet olunduğuna göre, bugüne en büyük hacc günü denilmesinin nedeni, Hz. Ebubekir'in bu yıl haccedip, antlaşmaların tümünü feshetmiş olmasıdır.
İbn Şirin, «En Büyük Hacc Günü Hz. Peygamber'in (s.a) veda haccı yaptığı yılın Meçidir. Çünkü Hz. Peygamber ile birlikte bütün cemaatler o yıl hacca gelmişlerdi» demektedir.
Hz. Enes'ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber Cs.a) Tev-be Suresini Hz. Ebubekir'le göndermek istediğinde, «Bu sureyi ancak benim ehliıaden olan birinin tebliğ etmesi daha uygun, olur» diyerek, Hz. Ali'yi çağırtmış ve bu görevi ona vermiştir. (İmam Ahmed, Tirmizî, Ebu Şeyh.) Tirmizî bu hadis için «Ha-sendir» demiştir.
Bu rivayet, Hz. Ali'nin bu görevi Hz. Ebubekir'den yolda almış olmadığını göstermektedir. Ancak rivayetlerin çoğu bunun aksinedir. Bu rivayetlerde Hz. Ebubekir'in emirlikten azledilme-diği, ancak ona Hz. Ali'nin yardımcı olarak katıldığı bildirilmektedir. Nitekim İbn Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ebubekir'i emîr olarak göndermiş ve sözlerini hacc mevsiminde halka ilân etmesini emretmiştir. Ancak daha sonra arkasmdan, sözlerini halka onun ilân etmesini istediğinden Hz. Ali'yi göndermiştir. Bunun üzerine Hz. Ali ile Hz. Ebubekir birlikte hacca gitmişler ve Hz. Ali teşrik günlerinde durmadan şu sözleri ilân etmiştir: «Allah Teâlâ da Rasûlü de müşriklerden beridir. Yeryüzünde dört ay gezip dolaşabilirsiniz. Bu yıldan sonra artık hiçbir müşrik hacca katılmayacaktır. Kimse Kabe'yi çıplak olarak haccedemeyecektir. Cennete de sadece müminler girecektir.» Bu sözleri Hz. Ali sürekli tekrarlıyor, o yorulursa bu sefer Hz. Ebubekir kalkıp, bu sözleri tekrarlıyordu. (Tirmizî, Beyhâkî, İbn Ebi Hatim, Hakim).
Durum ne olursa olsun bu rivayetlerin hiçbirinde Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den sonra halife olacağına, Hz. Ebubekir'in ise olmayacağma dair bir delil bahis mevzu değildir. Hz. Peygamber'in (s.a), «Sözlerimi benden veya benden olan birinden başkası tebliğ edemez» şeklindeki sözlerine gelince, bu Arapların örfü dikkate alınarak sarfedilmiş bir sözdür. Çünkü Araplarda bir antlaşmayı imza veya feshetme yetkisini sadece ilgili kişi veya onun akrabalarından biri kullanabilirdi.
Ancak o zaman umumun temsil edilmesi nasıl mümkün olacaktır? Oysa Hz. Peygamber'in (s.a) vefatından önce de, sonra da akrabalarından olmayan birçok sahabî ondan ahkâm-ı şer'îyye-yi tebliğ etmişlerdir. Nitekim Hz. Ebubekir de onlardan birisidir. Hz. Ebubekir o yıl Hacc Emîri tayin edilerek, Hz. Peygamber'in emriyle halka haccın menasıklarını öğretip, Haccın gereklerini bildirdi. Nitekim Hacc İslâm'ın üzerinde bina edildiği beş temelden biridir. Bu bakımdan her insaflı insanın da kolaylıkla anlayacağı gibi Hz. Ebubekir'in hacc emîri tayin edilmesi onun Hz. Peygamber'den (s.a) sonra din işlerini devam ettirmek hususunda Halife olduğuna işaret eder. Bu gerçeği Hz. Peygamber'in son anlarında onu kendi yerine namazda imamlığa geçirmesi de kuvvetlendirmektedir. Çünkü namaz dinin direği ve en önemli esaslarmdandır.
Hz. Ebubekir'in bu iki mes'elede de azledilmesi iddiasına gelince, bu iddia Şia'ya mensup bazı kimselere aittir, aslı yoktur. Aksini iddia edenlerin bunu açıklama zorunlulukları vardır. Ancak şu da bilinmelidir ki, o kimselerin önüne aşılmaz engeller ve dağlar çıkacaktır böyle bir şeye tevessül ettikleri takdirde.
Bu konu ile ilgili söylenecek en son söz, Hz. Ali'nin fazileti ile onun Hz. Peygamber'e (s.a) olan yakınlığıdır. Ancak zaten hiçbir müminin inkâr edemeyeceği bu gerçek, Hz. Ali'nin hilâfet mes'ele-sinde Hz. Ebubekir'den daha çok hak sahibi olduğu mânâsını ifade etmez.
(5) «Haram aylar sona erince müşrikleri...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yukarıdaki ayet her müşrik ile ilgili olarak genel bir hüküm va'z ediyorsa da, Hz. Peygamber'in sünneti, kadınlar, çocuklar, rahipler gibi öldürülmemesi tavsiye edilen bazı kimseleri bu genel hükümden istisna etmiştir. Ehl-i Kitap hakkında «Cizye verinceye kadar onlarla savaşın» (Tevbe: 29) diye buyurulmuştur. «el-Müşrikiyn» lafzının Ehl-i Kitap içerisinde mütalea edilemeyeceği nokta-i nazarından bu ayet, müşriklerden haraç alınmasını menetmektedir.
«Müşrikleri nerede bulursanız öldürün» ifadesi onların her türlü şekilde öldürülmesine cevaz veriyorsa da hadisler müşriklerin (dahi) ibret verici şekilde öldürülmelerini yasaklamaktadırlar. Bununla beraber Hz. Ebubekir mürtedleri (dinden dönenleri) taşlarla vurmak, dağların tepelerinden ve kuyuların içine atmak şeklinde cezalandırması, bu ayetin umum ifade eden mânâsına uygulanmış bir hatt-ı hareket olabilir. Nitekim Hz, Ali'nin mürtedleri yakarak Öldürmesi de bu genel mânâyı dikkate almasından ötürü meydana gelmiş olabilir.
«Nerede bulursanız» ifadesi her yeri kapsıyorsa da Ebu Ha-nîfe ve arkadaşları bundan Mescid-i Haram'ı istisna etmiştir.
Hüseyin bin Fadl'a göre, bu ayet düşmanın eziyetine sabredil-nıesini, onlardan yüz çevrilmesini emreden diğer Kur'an ayetlerini neshetmiştir.
Dahhâk, Süddi ve Ata bu ayetin, «Artık bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra onları ya bir lütuf olarak bırakın ya da bir fidye karşılığı salıverin» (Muhammedi 41) ayetiyle nesholunduğu görüşündedirler. Böylelikle herhangi bir esirin işkenceyle öldürülme keyfiyeti yerini, ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıvermeye bırakmıştır.
Mücahid ve Katâde bu ayetin Muhammed suresinin dördüncü ayetini neshettiği gibi ayrıca müşriklerden esir alınanların öldürülmek dışında haklarında başka bir hükmün olmadığı esasını da getirdiği görüşündedirler.
îbn Zeyd ise bu ayetin de, Muhammed suresinin dördüncü * ayetinin de muhkem olduğunu öne sürmüştür ki en doğru görüş budur. Çünkü minnet etmek, öldürmek veya fidye karşılığı salıvermek Hz. Peygamber'in (s.a) ilk savaşında, yarii Bedir gününde başlayıp, sonuna değin sürmüştür.
«Onları hapsedin» ifadesiyle yurdunuza, içinize sokmayın denmek istenmiştir. Yani onlar ancak izin vermeniz suretiyle (güvenle) yurdunuza girsinler.
«Her gözetleme yerinde oturup, onları gözetin»; yani onları ansızın elinize geçirebileceğiniz yerlerde oturup, fırsat bekleyin. Çünkü onlar da aynı şekilde fırsat kolluyorlardı. Bu ifade müşrikleri İslâm'a davet etmeden önce, onları yakalamak için fırsat kollamanın caiz olduğuna işaret etmektedir.
«Eğer tevbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse yollarını bırakın» cümlesi üzerinde iyice düşünmek gerekir. Zira Allah Teâlâ burada öldürmek fiilini şirke bağladıktan sonra, «Eğer tevbe ederlerse» kaydını koyuyor. Yani öldürmenin şirke bağlanması halinde, şirkin zail olmasıyla öldürmenin de kalkması gerekir. Şirk ise ancak tevbe ile zail olabilmektedir. Namazın kılınması ve zekâtın verilmesi şirkin zail olmasında bir rol oynamadığından, namaz ve zekâttan önce mücerred bir tevbe ile öldürme de ortadan kalkmıştır. Bu çok açık bir durumsa da, Allah Teâlâ burada tevbe ile beraber kendilerini ilga etmenin mümkün olmadığı iki şart daha öne sürmüştür. Bunun bir benzeri Hz. Peygamber'in (sa) şu sö-zünde de varid olmuştur: «İnsanlarla Lâilâheillallah deyinceye, namaz kılıp, zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları takdirde benden kanlarını ve mallarını korurlar. Ancak mallarını (zekât gibi bir) hakla alabilir, kanlarını (kısas gibi bir) sebeple akıtabilirim. Onların hesabı Allah'a aittir.» (Bu harî, Müslim)
Hz. Ebubekir, «Allah'a yemin ederim ki, namaz ile zekât arasında fark gözetenle savaşırım. Çünkü zekât malın hakkıdır» demiştir, (Buharı, Müslim). Nitekim İbn Abbas (bu sözünden dolayı Hz. Ebubekir hakkında), «Allah Ebubekir'e rahmet eylesin, amma da fakih imiş» diye buyurmuştur.
Kadı İbn'ul-Arabi bu hususta şöyle demektedir: Kur'an ve sünnet muntazam olup, birlikte yürüdüler. Müslümanlar namazı ve diğer farzları helâl bilerek terkeden bir kimsenin küfre girdiği, gevşeklik yapıp sünnetleri terkeden kimsenin fıska kaydığı, nafileleri terkedenin herhangi bir tehlikeye girmediği, ancak nafilelerin faziletini inkâr edenin (Rasûlüllah'tan (s.a) gelen haberleri yalanlamış olacağından) küfre girdiği görüşündedirler.[4]
Bu ayet-i kerîme, «Tevbe ettim» diyen kimsenin sözüne, ancak namaz kılmak, zekât vermek gibi fiillerle kuvvetlendirildiği takdirde itibar edileceğine, mücerred sözlerin ise bir kıymeti olmadığına delâlet etmektedir.
(6) «Eğer müşriklerden biri sana sığınırsa...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani öldürülmesi emredilen müşriklerden biri senin emniyetine ve korumana girmek istiyorsa, ona bu fırsatı tam. Ki Kur'an'ı dinleyebi'sin, hükümlerini, emirlerini ve yasaklarını anlayabilsin. Eğer tüm bunlardan sonra, İslâm'ı kabul ederse ne âlâ, yok eğer buna rağmen kabul etmezse, onu emin olacağı bir yere götür.
İmam Malik, Harbî bir kâfirin müslümanların yurduna giden bir yolda ele geçip, «Ben emniyet için müslümanlara geldim» demesi halinde, bu kimsenin emin olacağı bir yere götürülüp, bırakılması ve öldürülmemesi görüşünde olduğunu söylemiştir. [5]
Tüm alimler İmam'ın verdiği emanın (vizenin) geçerli olduğunda ittifak etmişler, ancak İmam'dan başkasının eman verip-ve-remeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Hür bir insanın eman vermesi, tüm alimlere göre caizdir. Ancak İbn Habib, «İmam o kimsenin eman vermesine bakar, geçerli görürse geçerlidir. Aksi takdirde ise değildir» demektedir.
Köle bir kimsenin eman vermesine gelince bu, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed, İshak bin Rahuveyh, Evzaî, Sevri, Ebu Sevr, Davud ve Muhammed bin Hasan'a göre caiz, Ebu Hanife'ye göreyse caiz değüdir. Ancak ilk görüş daha kuvvetli, daha sahihtir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a); «Müslümanların kanları birbirine eşittir. Mertebece en küçükleri, onların zimmetleriyle hareket edebilir, onların namına eman verebilir» diye buyurmuştur.
Hür bir kadın da eman verebilir. Ancak İmam Şafiî ve İmam Malîk'in talebesi Abdülmelik bin Macişun, »Kadının eman Vermesi geçerli değildir. Ancak İmamın onun emanını geçerli kılması müstesna» demişlerdir.
Çocuk ise, şayet savaşabilecek durumdaysa eman vermesi caizdir.
Dahhâk ve Süddî bu ayetin: Müşrikleri nerede bulursanız öldürün» ayetiyle nesholunduğunu öne sürmüşlerse de Hasan Bas-rî bu ayetin kıyamete kadar muhkem olduğunu söylemiş ve Mu-cahid de onun bu görüşüne katılmıştır. Nitekim Mücahid'den rivayet olunduğuna göre müşriklerden biri Hz. Ali'ye, «Bu vermiş olduğunuz dört aylık süre dolduktan sonra, herhangi birimiz Mu-hammed'e Allah'ın kelâmım dinlemek veyahut başka bir nedenle gelirse, öldürülecek midir?» diye sorduğunda Hz. Ali, «Hayır Öldürülmez. Çünkü Allah Teâlâ, Eğer müşriklerden biri sana sığınırsa, onu himayene al ki Allah'ın kelâmını dinlesin diye buyurmuştur» demiştir. Bu bakımdan yukarıdaki görüş sahihtir ve dolayısıyla mezkûr ayet de muhkemdir.
«Ki Allah'ın kelâmını dinlesin» cümlesi Şeyh Ebu'l-Hasan, Kadı Ebubekir, Ebu'l-Abbas el-Kalanisî, Mücahid ve Ebu îshâk el-İsferayinîye göre, Allah'ın kelâmının okunduğu zaman dinlenüdi-ğine işaret ettiği görüşündedirler. Müslümanların icma'ları da buna delâlet eder. Müslümanlar Fatiha suresi veya herhangi bir sure okunduğu zaman topluca, «Biz Allah'ın kelâmını dinledik» derler. Dolayısıyla Allah'ın kelâmının okunmasıyla İmar'ul-Kays'ın şiirlerinin okunması arasında fark gözetmişlerdir.[6]
Sığınan müşriğe verilen sürenin ne kadar olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları, bu sürenin dört ay olduğunda ittifak etmişler ve Nisaburi de bu görüşü tefsirinde zikrederek, Şafîi mezhebinde en sahih görüşün bu olduğunu söylemiştir. Bu sürenin i mam'm içtihadına bağlı olduğunu söyleyenlerin görüşü gerçeğe daha yakın
görünmektedir. [7]
7- Mescid-i Haram'da, anlaştığınız kimseler dışında müşriklerin Allah ve Rasûlü'nün yanında nasıl ahidleri bulunabilir? Onlar size doğru davrandıkça siz de onlara karşı doğru davranın. Muhakkak ki Allah sakınanları sever.
8- Nasıl olur? Eğer onlar size galebe çalarlarsa, sizin hakkınızda ne akrabalık ne de antlaşma gözetmezler. Ağızlarıyla sizi razı etmeye çalışırlar ama kalpleri istemez. Onların çoğu fâsiktır.
9- Allah'ın ayetlerini az bir pahaya sattılar. İnsanları onun yolundan alıkoydular. Kuşkusuz onların yaptığı pek kötüdür.
10- Hiçbir mümin hakkında herhangi bir akrabalığı ve antlaşmayı gözetmezler. İşte onlar var ya! Saldırganların ta kendileridir.
11- Eğer tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir kavim için ayetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz.
12- Eğer antlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa küfrün Önderleriyle çarpışın. Kuşkusuz ki onlar için antlaşma yoktur. Umulur ki vazgeçerler.
13- Acaba antlaşmalarını bozan ve Rasûlullah'ı (yurdundan) çıkarmaya kastedenlerle, size (karşı savaşı) ilk önce kendileri başlatmış olan bir kavimle savaşmayacak mısınız? Acaba onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçekten) müminler iseniz (bilin ki) kendisinden korkmanıza Allah'tan daha lâyık olanı yoktur. [8]
(7) «Mescid-i Haram'da anlaştığınız kimseler...»
Bu Ayetin Tefsin
Allah Teâlâ müşriklere verilen beratın hikmetini ve onlara dört ay süre tanımasının nedenini açıkladıktan sonra nerede bulunurlarsa artık onlar için keskin kılıcın geçerli olduğunu bildirdi, ardından bu ayeti gönderdi. Yani onlar için eman (koruma) yoktur. Allah'a şirk koştukları, Allah ve Rasûlü'nü (s.a) inkâr ettikleri halde onların bu yaptıklarını yanlarına bırakmak olmaz. Ancak Hudeybiye'de kendileriyle antlaşma imzalananlar bundan müstesnadır. Onlar antlaşmalarına riayet ettikleri sürece, müsiü. manlar da antlaşmalarına sadık kalmak zorundadırlar. Yani müşriklerle on sene savaşılmayacağına aair yapılan antlaşmaya onlar riayet ettiği sürece müslümanlar da yapılan antlaşmaya riayet etmelidirler. Çünkü Allah takva sahiplerini sever.
Hz. Peygamber (s.a) bunu tatbik etmiş, müslümanlar da uymuşlardır. Mekkelilerle yapılan bu antlaşma ve banş Hicretin 6. yılında Zilkade ayından itibaren başlamış, Kureyşliler antlaşmayı bozup, müttefikleri Beni Bekr'e, Huzza kabilesine karşı yardım edinceye kadar sürmüştür. İşte o zaman Hz. Peygamber (s.a) Hicretin 8. yılının Ramazan ayında, müşriklere savaş açarak (Haram Belde'yi ve Mekke'yi onlardan almıştır. Müslümanların müşriklere kahr ve galebe çalmasından sonra, onların müslüman olanlarını (Tuleka yani bağışlananları) serbest bırakmıştır ki bunların sayısı 2.000 kişiye yakındı. Küfürlerinde ısrar edip, Allah'ın Rasûlü'nden (s.a) kaçanlara ise, Rasûlüllah (s.a) tarafından eman gönderilmiş, yeryüzünde dört ay dolaşmalarına istedikleri yere gitmelerine izin verilmiştir. Safvan bin Ümeyye, İkrime bin Ebi Cehil, işte bu kimselerdendi. Daha sonra Allah kendilerine hidayeti nasip etmiştir. Allah tüm yaptıklarından dolayı hamde lâyık olandır.
(8) «Nasıl otur? Eğer onlar size...»
Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ bu ayet ile müminleri onlara düşman olmaya ve onlardan uzaklaşmaya teşvik etmektedir. Müminlere, müşriklerin Allah'a şirk koşmaları, O'nun Rasûlü'nü (s.a) inkâr etmeleri nedeniyle kendileriyle antlaşma yapılmaya lâyık kimseler olmadıkları anlatılmaktadır. Çünkü onlar müslümanlara karşı zafer elde ederlerse eğer, müslümanlardan hayatta bir kişi bile bırakmazlar, akrabalık ve zimmet hakkını gözetmezler.
Ali bin Ebi Talha İkrime'den, el-Ufî ibn Abbas'tan, ayette geçen -illen- kelimesinin yakınlık, -zimme-nin ise, antlaşma ve söz. leşme anlamına geldiğini rivayet etmişlerdir. Nitekim Dahhâk ve Süddi de bu görüştedir. İbn Ebi Cüreyc, Mücahid'den -üten- lâfzının Allah demek olduğunu rivayet etmiştir. Yani onlar müminler ile ilgili olarak ne Allah'ı ne de bir başkasını gözetirler.
îbn Cerir'in, Yakut'tan, onun İbn Aliyye'den, onun Süleyman' dan, onun da Ebu Mecleze'den rivayet ettiğine göre bu ifade, «Onlar Allah'ın hakkım gözetmezler» anlamındadır. Burada da -illen. lâfzı Allah ile tefsir edilmiştir.
Mücahid -illen-in ahid, Katâde ise, antlaşma olduğunu söylemektedir. En doğrusunu Allah bilir.
(9-10) «Allah'ın ayetlerini az bir pahaya...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayette (9) Allah Teâlâ müşrikleri kınayarak, müminleri onlarla savaşmaya teşvik etmektedir. Çünkü müşrikler Allah'ın ayetlerine tâbi olacaklarına, dünyanın süfli işlerinden hoşlarına gidenlerle, ayetleri değiştirmeyi adet edinmişler, müminleri dş hakka tâbi olmaktan vazgeçirmeye çalışmışlardır.
(11) «Eğer tevbe eder, namazı kılar...»
Bu Ayetin Tefsiri
Enes bin Malik'ten rivayet olunduğuna göre. Hz. Peygamber (s.a), Allah'a ihlâs ve Allah'a ibadet üzerinde olduğu halde, Allah'a şirk koşmayıp, namazı kılan ve zekâtı veren kimsenin, bu şekilde dünyadan ayrılması durumunda Allah'ın kendisinden razı olduğunu bildirmiştir. (Bezzar). İşte tüm peygamberler tarafından getirilen Allah'ın dini budur. Tüm peygamberler Rablerinden bu esası tebliğ etmişlerdir:
« (...) Eğer tevbe eder, namazı kılar, zekât verirlerse yollarını serbest bırakın. Muhakkak ki Allah çok affeden ve çok bağışlayandır» (Tevbe: 5)
«Eğer tevbe eder, namazı kılar, zekât verirlerse sizin dinde kardeşlerinizdir (...)» (Tevbe: 11)
(12) «Eğer antlaşmadan sonra yeminlerini...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani müşrikler belli bir süreye mahsusen sizinle yapmış olduklan antlaşmaları bozarlar ve dininize eksiklik nisbet edip, sizi ayıplarlarsa onlara savaş açın. [9]
Bu ayetten Hz. Peygamber'e (s.a) şovenin veya İslâm dinine hakaret edenin ya da İslâm dininin eksik olduğunu iddia eden kimselerin öldürülmelerinin vacip olduğu hükmü çıkarılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ, »Küfrün önderleriyle çarpışın» diye buyurmaktadır.
Katâde, küfrün önderlerinin Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, Umeyye bin Halef gibi kimselerin olduğunu söylemiştir.
Sa'd bin Ebi Vakkas, Haric'lerden bir kimsenin yanına gittiğinde o kişi kendisi için, «Bu küfrün önderler indendir» der. Bu- nun üzerine Hz. Sa'd «Sen yalan söylüyorsun. Ben küfrün önderlerinden değilim, aksine küfrün önderleriyle savaştım» diye mukabelede bulunur. (İbn Merduveyh. Ayrıca el-Ameş bu hadisi Zeyd bin Vehb'den ve Huzeyfe'den rivayet etmiştir.)
Ancak gerçek olan şudur ki, ayetin nüzul sebebi her ne kadar Kureyş müşrikleri hakkında ise de genel bir hüküm va'z etmektedir. Yani onları olduğu kadar (her çağdaki) tüm küfrün Önderlerini içine almaktadır.
Velid bin Müslimi'n Abdurrahman bin Zübeyr kanalıyla rivayet ettiğine göre, Hz. Ebubekir halifeliği döneminde ordularını Şam'a gönderirken onlara şöyle seslenmiştir:
«Siz başları göbekli bir topluluğa rastlayacaksınız. Kılıçlarınızla şeytanın ordaki düğümlerine vurun. Allah'a yemin ederim ki, onlardan bir kişiyi Öldürmeniz, diğer düşmanlardan yetmiş kişiyi öldürmenizden benim için daha sevimlidir. Çünkü Allah Teâ.lâ, 'Küfrün önderleriyle çarpışın' diye buyurmuştur.» (İbn Ebi Hatim)
(13) «Acaba
antlaşmalarını bozan ve... »
Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet, antlaşmalarını bozan ve Hz. Peygamber'i (s.a) Mek-keden süren müşriklere karşı müminleri savaşmaya bir teşviktir. Hz. Peygamber (s.a) ile müslümanların yurtlarından çıkarılmalarının tek nedeni, sadece Allah'a iman etmeleriydi.
«İlk önce kendileri başlatmış olan bir kavim» ifadesiyle Bedir gününde kendileriyle savaşılan Kureyş kastedilmektedir. Çünkü Kureyş'in kulağına kervanlarının sağlam olarak geçtiği haberi gelince, «Biz Mekke'ye geri dönmeyiz. Bedir'e gidip orada Muham-med ile beraberindekilerin kökünü kazımadan dönüş yapmayız» demişlerdi.
Zeccac ise, bu ilk başlayış ile Hz. Peygamber'in (s.a) müttefiki olan Huzaa kabilesine, Kureyş'in müttefiki Beni Bekr'in saldırmış olmasının kastedildiği görüşündedir. Birçok müfessir de bu görüşe katılmışlardır. Bazı müfessirler de ilk görüşü tercih etmişlerdir.
Allah Teâlâ burada, her biri Kureyş ile savaşılmasına tek başlarına yetecek üç neden sıralamıştır. Bu üç nedenin biraraya gelmesi halinde ise, savaşın muhakkak gerekli olacağında kuşku yok. tur.
«Acaba onlardan korkuyor musunuz?» yani onların korkusu nedeniyle onların size hoşlanmayacağınız bir hareket yapacakları korkusuyla, savaşı bırakacak mısınız?
«Eğer (gerçekten) müminler iseniz; (bilin ki) kendisinden korkmanıza Allah'tan daha lâyık olanı yoktur»; yani Allah'ın emrine muhalefet etmekten, onun düşmanıyla savaşmayı bırakmaktan korkun asıl. Çünkü müminin imanı «Allah'tan başka gerçek mânâda ne bir zarar veren ne de bir yarar sağlayan yoktur» inancına sahip olmayı iktiza eder. Hiç kimse herhangi bir zarar veya yararı başkasına vermek hususunda kendi başına müstakilen kudret sahibi olamaz. Bu ancak Allah'ın dilemesiyledir. O halde Allah'tan başkasından korkmak anlamsızdır. Allah'tan korkan bir kimseden herkes korkar. Bu ayette dehşetli bir ilâhî tehdit ve Rabbani bir teşvik vardır. [10]
14- Onlarla savaşın ki böylece Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin. Onları perişan etsin. Onlara karşı size zafer versin ve müminler topluluğunun kalplerini ferahlandırsın.
15- (O müşriklerden eziyyet çeken müminlerin) kalplerin-deki buğzu gidersin. Allah dilediği kimseye tevbeyi nasip eder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir.
16- (Ey müminler!) Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri ve Allah'tan, Rasûlü'nden ve müminlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyen kimseleri bilmeden, kendi halinize terkolu-nacağınızı mı sandınız? Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
17- Müşrikler kendilerinin küfürlerine yine kendileri şahid olurlarken, Allah'ın mescidlerini imar edemezler. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ateşte ebedî olarak kalıcıdırlar.
18- Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve Ahiret gününe iman eden, namaz kılan, zekâtı veren, Allah'tan başkasından korkmayan kimseler tamir edebilirler. İşte ancak onların doğru yolda oldukları umulabilir.
19- Siz hacılara su dağıtma işi ile Mescid-i Haram'ı imar etme işini, Allah'a ve Ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin işi gibi mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında bir olmazlar. Allah zalim bir kavme hidayet etmez.
20- O kimseler ki iman ettiler, hicret ettiler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaştılar. İşte Allah katında daha büyük dereceye sahip olanlar ve (Hem dünya hem de ahiret) saadetine kavuşanlar onlardır. [11]
(14) ((Onlarla
savaşın ki böylece Allah...»
Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ daha önce savaşın sebeplerini detaylı bir şekilde beyan ettiğinden burada müşriklerle savaşılması gerektiğini emrediyor.
«Ki böylece Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin»; yani sizin ellerinizle onların canlarını alarak, Allah onlara azap edecek ve yine sizin ellerinizle esir ettirerek, onları rezil edecektir. Allah siz müslümanlan onlara galip kılacak ve böylelikle daha Önce o müşriklerden eziyet gören mümin bir topluluğun gönlünü şifaya kavuşturacaktır. Mümin topluluk ile Hz. Peygamberin (s.a) müttefiki olan Huzaa kabüesinden bazı kimseler kastedilmektedir. Bu yorum îkrime'den rivayet edilmiştir.
İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu mümin toplulukla Yemen'den, Sebe'den Mekke'ye gelip rnüslüman olan ve Mekke' liler tarafmdan eziyete maruz kalan kimselerdir. Bu müslüman-lar Mekke'de gördükleri eziyeti Hz. Peygamber'e (s.a) şikâyet edince, Hz. Peygamber (s.a) kendilerine, ((Müjdelenin, kuşkusuz sevinmek zamanı yaklaşmıştır» diye buyurdu.
Müşriklerin öldürülmesi veya esir alınmaları, kendilerinden daha önce eziyet gören mümin topluluğun öfkesini gidermiştir. Çünkü o mümin topluluk, karşılık vermeye güç yetiremecîiklerin-
den, eziyet gördüklerinden için için onlara karşı Öfke ile dolmuşlardı.
Bazı müfessirler, müminlerin Allah'ın haram kıldığı şeylerin helâl yapılabileceğinden, Allah'ın inkâr edilip, Rasûlüllah'ın (s,a) yalanlanabileceğin den üzüntü duydukları için Allah Teâlâ'nın müşriklerin canlarını almak suretiyle onların bu üzüntüsünü giderdiğini söylemişlerdir. [12]
Ayet-i Kerime'de Öfkenin giderilmesi göğüslerdeki şifa üzerine atfolunduğuna göre, burada ikisinin bir olmadıklarının işareti vardır. Çünkü şifa, düşmanları Öldürmek ve rezil etmekle, Öfkenin giderilmesi ise, onların üzerine galip gelmekle olur.
Bazıları göğüslerin şifasının sadece fethin vuku bulmasıyla gerçekleştiğini söylemişlerse de bu tefsir gayet sathîdir. Çünkü ayet gaybi unsurları mündemiç olduğundan mucizelerden sayılır. Nitekim haber verdiği tüm konular olduğu gibi gerçekleşmiştir. \
Ehl-i Sünnet bu ayeti kulların fiillerinin Allah'ın mahlûku olduğu hususunda delil olarak ileri sürmüştür.
Bazı müfessirler de azap vermenin Allah'a ıtlakı mecazidir, çünkü Allah Teâlâ müslümanları onlara galip getirmek suretiyle, onlara karşı müslünıanlara kudret vermiştir, demektedirler.
(15) (O müşriklerden eziyyet çeken müminlerin) kalplerin-deki buğzu gidersin...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yukarıdaki ayette geçen «Allah dilediği kimseye tevbeyi nasip eder» cümlesi kendileriyle savaşılması emredilen müşriklerden bazılarının küfürden vazgeçip müsluman olacaklarını haber vermektedir. Nitekim bu ihbar vukûbulmuştur da. Çünkü müşriklerden birçok kimse müsluman olmuş ve İslâm'a güzel bir şekilde intibak etmiştir.
reube'nin savaşı sözkonusu eden cümleler arasına sokulup bu şekilde getirilmesinin nedeni müşriklerin izzetinin kırılmak istenmesidir. Yani onların tekebbürlerinin, büyüklük taslamalarının giderilmesi içindir. Böylelikle savaş, onları düşünmeye ve küfürden vazgeçmeye götürebilir. Nitekim Ebu Süfyan, Ebu Çehil'in oğlu İkrime ve birçok müşrik bu şekilde düşünüp imana gelmiştir. Tev-benin Allah'ın dilemesine bağlanmasının nedeni ise, Allah'ın dilemesinin tevbe hususunda asıl sebep olduğuna işaret etmek için-dir. Çünkü savaş tevbe etmenin asıl değil normal sebebidir. Ayrıca savaşın kişinin tevbesine sebep olmasının, başka şeylere sebep olması gibi olmadığına işaret edilmektedir.
(16) « (Ey
müminler!) Yoksa siz Allah'a içinizden...»
Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki hitap savaş kendisine zor gelen müminlere veyahut da münafıklaradır. Ayette geçen -em- (Yoksa) kelimesi ya savaş emrinden onların kınanmasına veya bir kanamadan diğer bir kınamaya geçişin vasıtası olarak kullanılmıştır. Yani, «Siz üzerinizde bulunduğunuz durumun süreceğini, cihad ile emrolunmayaca-ğınızı mı sanıyorsunuz? Böyle bir zan içinde misiniz? Hayır, asla! Üzerinizde bulunduğunuz durumda bırakılmayacaksınız ki içinizden samimi olanlar, Allah yolunda ve O'nün nzast için cihad edenler ortaya çıksın.» îşte ayetin genel olarak mânâsı budur. Çünkü hitabın müminler için olduğu şeklindeki görüş çok kuvvetlidir. Ayet müminleri hareketlendirip teşvik etmektedir. Aralarında herhangi bir mücahid olmadığı halde, o tarzda terkedilecek-lerini zannettiklerinden dolayı kınanmaktadırlar. Bu da müminlerin düşmanlarıyla savaşmadıkça samimi olamayacaklarım ve ih-lâsın Allah yolunda cihad etmek, kafirlere düşmanlık gütmek şeklinde temayüz etmediği sürece ihlâstan bahsedilmeyeceğini göstermektedir. [13]
Ayette geçen -velîce- kelimesi İbn Abbas'a göre sırdaş, iç âleme vâkıf olan dost anlamına gelir. Velice, girmek mânâsındaki dan türemektedir. Zarf ile mazruf bir değilse, mazrufun yerleşmesi -velice- dir. Bu kelime hem tekil hem de çoğul olarak kullanılır, bazen de çoğulu velayic şeklinde gelir.
«Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır»; yani Allah tüm amellerinizi bilir, sizlere ona göre bir karşılık verir. Şayet iyi amel-ler-işlemişseniz karşılığı iyi olur, yok eğer kötü ameller işlemişse-niz karşılığı kötü olur. Bu cümle insanların ceza veya mükâfat görmelerinin amelleriyle olduğuna işaret etmektedir. Ancak buna rağmen Allah Teâlâ dilerse ameli olmayan kimseyi affeder, dilerse amellerin en güzelini yapan kimseyi de cezalandırır.
(17) «Müşrikler kendilerinin küfürlerine...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani müşrikler Allah'ın mescitlerini onarmaya lâyık ve uygun değillerdir. ,
«Mesacid» (Mescidler) kelimesiyle görünüşte her mescid kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü çoğul olan mesacid kelimesi Allah lâfzına izafe edilmiştir. Böylece mânâ umum ifade etmekte ve mescid-i haram bunun içine dahil olmaktadır. Çünkü Mescid-i Haram'ın onarılması müşriklerce övünme vesilesi idi.
İkrime ve bazı müfessirlerden gelen bir rivayete göre, buradaki mesacid kelimesi her ne kadar çoğul olarak gelmişse de, kastedilen sadece Mescid-i Haram'dır. Bunun, yani kendisiyle Mescid-i Haram'ın kastedildiği bir kelimenin çoğul olarak getirilmesinin nedeni, onun tüm mescidlerin kıblesi ve başı olmasıdır. Tüm mescidlerin mihrabı ona yöneldiğinden dolayı, onu onaran bir kimse sanki tüm mescidleri onarmış gibidir. Veyahut da Mescid-i Haram'ın her tarafı müstakil birer mescid sayıldığından dolayı, burada çoğul olarak kullanılmıştır. Çünkü bu özellik diğer mes-cidlerde bulunmamaktadır.
Müşriklerin kendilerinin küfürlerine yine kendilerinin şahid olmaları, buna delâlet eden davranışları yapmalanyla olur. Her ne kadar ağızlarıyla «Biz kafiriz» dememişlerse de, uygulamaları bunu gerektirir.
Bazı müfessirler müşriklerin kendi kendilerinin küfrüne şahid olmalarım, onların şu sözleriyle açıklamaya çalışmaktadırlar: «Senin hizmetine, senin hizmetine geldik. Senin sadece bir ortağın vardır. O da senindir. Onu da, onun elinde olanı da mülk edinmişsin.»
Bazıları ise buna, «Biz Muhammed'in getirdiğini inkâr ediyoruz» şeklindeki sözlerini örnek göstermektedirler.
Bu ayet üe maksat, onların Mescid-i Haram'ı onardıklarını öne sürerek övünmelerini iptal etmektir. Çünkü sözkonusu onarım, onun zıddı olun şirkle birlikte mevcut olduğundan.bâtıldır. Ayetin böyle bir böbürlenmeyi iptal için varid olduğuna dair delil, Ebu Şeyh ve İbn Cerîr'in Dahhâk'tan rivayet ettikleri şu olaydır: Hz. Abbas Bedir Savaşı'na kafirlerin safında katılmıştı. Esir edildiği zaman müslümanlar onu şirkle ve akrabayla ilişkiyi kesmekle suçladılar. Yeğeni olan Hz. Ali ise onu diğerlerinden daha çok suçlamıştı. Bunun üzerine Abbas, Hz. Ali'ye ve diğerlerine : «Siz hep bizim (Mekke'lilerin) kötü taraflarımızı söylüyor ve iyi ilklerimizi ise gizliyorsunuz. Biz Mescid-i Haram-ı onarıyor, Kabe' nın hizmetkârlığını yapıyor, hacıları doyuruyor ve sıkıntılı olan kimselerin yardımına koşuyoruz» dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur. (İbn Cerir, İbn'ul-Münzir ve İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan benzerini rivayet etmişlerdir.)
«Onlar ateşte ebedi olarak kalıcıdırlar»; Evet ateş azabı kafirler için ebedîdir. Ne cennet ne cehennem yok olmazlar. Çünkü müşriklerin işledikleri zulmün dehşeti bunu gerektirmektedir. Cehennem azabından Allah'ın affma sığınırız.
(18) Allah'ın
mesçidlerini ancak Allah'a ve...»
Bu Ayetin Tefsiri
Ayette geçen «tamir etmek» ile mescidlerin yıkılmış yerlerini onarmak, mescidleri temizlemek, sergiler sermek mânâları kastedilmiştir. Ancak mescidlerin, camilerin duvarlarının oralarda namaz kılanların kalbini meşgul edecek şekilde süslenmesi, cilâ-lanması, serilen sergüerin cicili-bicili olması, namaz kılanları namazın mânâ ve ruhundan alıkonacak şekilde tezyinat bu onarma mânâsı içinde değildir. Sergiler, yaygılar, hasır gibi tabii (doğal) şeyler nev'inden olmalıdır. Nitekim bunların yünden yapılmış halılardan, kilimlerden daha münasip oldukları fıkıh kitaplarında kaydedilmiştir. Hattâ bazen bu tür yünlü yaygılar üzerinde namaz kılmak dahi mekruhtur. Mescidlerin tamir edilmeleri keyfiyeti içine oraların ışıklandırılmaları da girmektedir. Oralarda ibadet etmek, zikir yapmak, şer'i ilimleri okumak, okutmak hep mescidlerin tamiri keyfiyetine dahildir. Mümin bir kimse hangi vakitte olursa olsun, herhangi bir mescidde ibadet etmek, Allah'ı anmak, dinî ilimleri okumak veya okutmak isteyen bir kimseyi asla bu yapmak istediği işinden alıkoyamaz. Mescidleri tamir etmek, mescidleri (dünyalık) gibi şanına yakışmayan şeylerden korumak da demektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), «Camilerde dünya kelâmı,
hayvanların otu yiyip-bitirmesi gibi insanoğlunun iyiliklerini yiyip-bitirir» buyurmuştur. Bu hadis mubah olan konuşmaları sözko-nusu ettiğine göre, haramlığı kesin olan konuşmaların veya hutbe-lerdeki saçma-sapan sözlerin durumu düşünülmeli değil mi?
Sahih bir senetle Selman'ı Farisî'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a), «Evinde abdest aldıktan sonra mescide gelen kimse Allah Teâlâ'nın misafiri olur. Ziyaret edilenin hakkı misafirine hizmet etmektir» diye buyurmuştur. (Tabaranî)
Selim er-Razî Terğib'inde Enes bin Malik'ten Hz. Peygamber" in (s.a) şöyle bir sözünü nakletmektedir: «Arşın taşıyıcıları olan melekler mescidde bir çıra yakan kimse için yaktığı çıranın ışığı sürdükçe af talebinde bulunurlar.»
Ebubekir Şafii, Ebu Kursâfe'den Hz. Peygamber'in (s.a) şu sözünü nakletmektedir: «Mescidin kırıntılarını, toz ve topraklarını süpürüp, temizlemek cennetin ela gözlü kadınlarının mehiri olur.»
Yine aynı ravî Hz. Peygamber'in (s.a) «Allah için bir mescid yapan kimse için Allah da cenetinde ona bir yer yapar» diye buyurduğunu, ashabın yollar üzerinde bina edilen mescidlerin de buna dahil olup-olmadığını sormaları üzerine, «Evet, onlar da dahildir» dediğini rivayet etmektedir.
Tabarani, Ebu Umame'den şöyle bir hadis rivayet etmiştir: «Sabah-Akşam mescide gitmek, Allah yolundaki cihadın bir parçasıdır.»
Ebu Said el-Hudrî'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Mescide gelmeyi adet edinen bir kimseyi gördüğünüzde, o kimsenin mümin olduğuna şahitlik edin,» Hz. Peygamber (s.a) bunları söyledikten sonra mezkûr ayeti okumuştur. (İmam Ahmed, Tirmizi, İbn Mâce, Hakim) Mescidlerin onarımından bahseden bu ayetin içinde zekâtın verilmesinin sözkonusu edilmesinin nedeni şöyle açıklanmıştır: «Fakirler mescide zekât almak için gelirler ve onların gelmesiyle mescidler manen onarılmış olurlar. Malını farz olan zekât için ver, meyen bir kimse, mescidlerin onarımı için de vermez.» Ancak görüldüğü gibi bu bir zorlamadır. Allah'ul-âlem bu ayet ile mescid-leri onaran kimselerin imanları zahir olan müminler olduğunun açıklanması kastedilmiştir. İmanın zahir olması ise ancak vaciplerin yerine getirilmesi ile vuku bulur. İşte namazın kılınması, zekât verilmesi bu yüzden iman ile birlikte anılmıştır.
Allah'tan korkan bir insan, Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket eder ve O'nun yolunda hiç kimsenin kınamasından çekinmez, hiç bir zalimin korkusu onu görevlerini yapmaktan alıkoyamaz. Tabii korkuya gelince o zaten bu kategoriye da. hil değildir. Çünkü tabii korku insanın gücünü aşar. Allah Teâlâ' nın Hz. Musa'ya «Asayı tut ve korkma» şeklindeki hitabı ise mecazidir.
Bazı müfessirlere göre, müşrikler putlardan çekinirler ve o putlardan birtakım şeyler ümid ederlerdi. Ayette müminlerin sadece Allah'tan- korktuklarının büdirilmesi, bu anlayışı iptal etmek amacını gütmektedir.
«îşte ancak onların doğru yolda oldukları umulabilir» cümlesi ise müminlerin sırf amellerine güvenmelerinin yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca bu cümle mümindeki ittikanın, ümidden önce olmasını da va'z etmektedir ki doğru olanı da budur.
(19-20) «Siz hacılara su dağıtma işi ile...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Sikaye ve îmare kelimeleri -eska- ve -amere- fiillerinin masdandırlar. Burada müşriklere hitap edilmektedir. Nitekim İbn Ab-bas'tan rivayet olunduğuna göre, müşrikler Mescid-i Haram'ı onarmanın ve hacılara su dağıtmanın iman ve cihad etmekten üs-5 tün olduğunu iddia etmeleri üzerine Allah Teâlâ kendisine iman edilmenin ve Rasûlü'yle birlikte cihad etmenin daha hayırlı olduğunu açıklamıştır. (İbn Ebi Hatim, İbn Merduveyh).
Bu hitabın su dağıtmayı ve Mescid~i Haram'ı onarmayı hicret ve cihad etmekten üstün gören müminlere yönelik olması da muhtemeldir. Nitekim Numan bin Beşir'den rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: Hz. Peygamber'in minberinin yanındaydım. Beraberinde ashabından birkaç kişi daha vardı. İçlerinden biri, «İslâm'dan sonra hacılara zemzem suyu dağıtmaktan başka hiçbir amel işlemesem bile gam duymam» dedi. Bir başkası «Ben sadece Mescid-i Haram'ın onarılması amelini yapsam bana yeter» dedi. Bir diğeri ise, «Aksine Allah yolunda cihad etmek sizlerin bu söy-
^ lediklerinızden daha hayırlıdır» diye mukabelede bulundu. Bunun üzerine Hz. Ömer, «Susun Hz. Peygamber'in (s.a) minberi yanında seslerinizi yükseltmeyin. Cuma namazını kıldırdıktan sonra ben Hz. Peygamber'e gidip sizin anlaşamadığınız bu hususta, on-
| dan fetva isteyeceğim» dedi. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayeti nazil etti. (Müslim, Ebu Davud, İbn Cerîr, İbn Münzir) Burada hitabın müminlere olduğuna dair bir başka delil de, ayetin Hz. Ali ve amcası Abbas hakkında nazil olması ihtimalidir. Daha Önce de zikredildiği gibi Hz. Ali Bedir'de esir edilen amcası Ab-bas'a, «Ey amca! Eğer Medine'ye hicret etseydin bunlar başına gelmezdi» dedi. Abbas ise, Hz. Ali'ye: «Ben hicretten daha üstün bir iş yapmıyor muyum? Mescid-i Haram'ın onarılmasında çalışıp,'ha-cılara zemzem suyu dağıtmıyor muyum?» dedi. Bu rivayet Hz.
|Abbas'm esir düştüğü zaman müslüman olduğuna işaret ediyorsa da daha önce aktarılan bazı haberler bunun böyle olmadığını göstermektedir. [14]
«Allah zalim bir kavme hidayet etmez» ifadesinde geçen kavım ile müşrikler kastedilmiştir. Burada zulüm, şirk'ten ibarettir: Hidayet ile kendisine ulaşılacak olan ibtila kastedilmiştir, mutlak ibtila, değil. Bu, Allah Teâlâ'mn zalimleri hakkı bilmeye, kuvvetliyi zayıftan ayırmaya muvaffak kılmayacağını göstermektedir. Ayrıca bu cümle, daha önce geçen, «Bunlar Allah katında bir olmazlar» cümlesini tekid etmektedir.
Son ayette geçen
«Allah'ın yolu» tabiri ile cihad değil, ihlas kastedilmektedir. Çünkü ayet,
«îhlash olarak cihad edin» anla mindadır.
[15]
21- Rableri
onlan, rahmeti ve nzası ile içinde sonsuz nimetler bulunan cennetlerle
müjdeler.
22- Orada
ebedî kalıcıdırlar. Hiç kuşkusuz ki Allah katında büyük bir mükâfat vardır.
23- Ey iman edenler! Eğer atalarınız ve kardeşleriniz iman üzerine küfrü tercih edip seviyorlarsa onlan dostlar edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar (kendilerine) zulmedenlerin ta kendileridir.
24- De ki: «Eğer babalanmz, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, Rasûlü'n-den ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasık bir kavme hidayet etmez.
25- Kuşku yok ki Allah sîze birçok (savaş) yerinde yardım etmiştir. Huneyn gününde de size yardım etmişti. Hani o zaman (Hunem'de) çokluğunuz size güven vermişti de bir faydası olmamıştı. Yeryüzü o genişliği ile başınıza dar gelmişti. Sonra da bozularak arkanızı dönmüştünüz.
26- Sonra Allah, Rasûlü'nün ve müminlerin üzerine güven duygusu ve huzuru indirdi. Sizin görmediğiniz orduları da indirdi ve küfre sapmış olanları da azaplandirdı. Bu küfre sapanların cezasıdır.[16]
(21-22) «Rableri onları rahmeti ve rızası ile...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Allah Teâlâ dünyada peygamberinin diliyle müminlere kendisinden gelen büyük rahmet ve büyük hoşnutluğun müjdesini, cennetlerde veya o rahmette sonsuz bir nimetin müjdesini vermektedir. O cennetler ki müminler oradan ne göç ederler ne de ayrılırlar. Orada onlar ebedî kalıcıdırlar. Allah Teâlâ burada önce «Ha-Udin» kelimesini, sonra da bu kelime ile uzun bir sürenin değil, sonsuzluğun kastedildiğini vurgulamak için «Ebeden» kelimesini zikrediyor. .Çünkü bazıları cennet ve cehennemde kalışın uzun bir zaman olacağı, sonra her ikisinin de ortadan kalkacağı şeklinde yorumlar getirmişlerdir. Allah Teâlâ ise bu yorumların bir değeri olmadığını ve bu fikrin yanlış olduğunu -halidin- tabirinden sonra -ebeden- lâfzını getirmekle göstermiştir.
«Hiç kuşkusuz ki Allah katında büyük bir mükâfat vardır»; yani Allah katındaki mükâfat, dünyadaki mükâfat ile karıştırıla-mayacak kadar büyüktür.
Ebu Hayyan'a göre burada Allah Teâlâ, müminlerin iman, hicret can ve mallarla cihad etmek şeklindeki özelliklerini belirttikten sonra, bu üç özelliğe karşılık şu üç müjdeyi vermiştir: Rahmet, rıdvan ve cennet...
Rahmet imanın mükâfatıdır; zira rahmet imana bağlıdır. İman olmazsa rahmet de olmaz. Çünkü tıpkı imanın diğer inanç ve amellere nazaran olduğu gibi, rahmet de diğer nimetlerin en kapsamlı olanı ve en önde gidenidir.
Rıdvan ise ihsanın en son derecesi ve cihadın mükâfatıdır. Çünkü cihadda canlarm ve malların feda edilmesi keyfiyeti vardır.
Cennet'e gelince, Allah Teâlâ müminlerin yurtlarını terketme-lerine karşılık onlara cennet müjdesi vermiştir. Yani Küfür beldesini imanından dolayı terkeden bir insan-Allah'ın komşuluğuna ve cennetlere gider.
Sahih bir hadiste şöyle bildirilmiştir: Allah Teâlâ «Ey cennet ehli! Sizler razı oldunuz mu? diye sorduğunda cennet halkı, «Ey Rabbimiz! Nasıl razı olmayalım ki sen bizi ateşten uzaklaştırıp, cennetlerine gönderdin» derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Sizler için benim yanımda bundan daha üstünü vardır» der. Cennet halkının bundan daha üstününün ne olduğunu sorması üzerine de, Allah Teâlâ, «Size rızamı vereceğim ve bundan sonra sizlere asla kızmayacağım» diye buyurur.
(23) «Ey iman edenler! Eğer atalarınız..,»\ Bu Ay etin.Tefsiri
Bu ayet kendisine seslendiği herkesi, müşrikleri dost edinmekten menetmektedir. Yani bir mümin kim olursa olsun hiçbir müşriği dost edinmemelidir.
Sa'lebî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre bu ayet muhacirler hakkında nazil olmuştur. Onlara hicret emri verildiği zaman, «Eğer hicret edersek babalarımız, çocuklarımız ve akrabalarımız, dan ayrılmış olacağız. Üstelik ticaretlerimiz boşa gidecek, mallarımız heba, yurdumuz harab olacak. Bizler de heder olacağız»
dediler ve bunun üzerine mezkûr Ayet-i Kerîme nazil oldu, onlar da hicret ettiler. Onlar hicret ettikten sonra kiminin yanına oğlu, kiminin yanına babası, kardeşi veya bazı akrabaları geliyor ve fakat onlar gelenlere hasretle kavrulmuş olarak yöneltiliyorlardı. Yani gelenlerin «Hicret etmeseydiniz» şeklindeki sözlerine aldırmıyor, onlara yanlarında kalmaları için teklifte bulunmuyor ve onlara yemek vermiyorlardı. Ancak daha sonra Allah Teâlâ muhacirlere, yanlarına gelenlere ikram ve iltifatta bulunma ve onları misafir etme iznini vermiştir.
Mukatil'den gelen rivayete göre bu ayet irtidat ettikten sonra Mekke'ye geri dönen dokuz kişi hakkında nazil olmuştur.
Ebu Cafer'in, Ebu Abdullah'tan raviyet ettiğine göre bu ayet, Hatib bin Ebi Beltea hakkında nazil olmuştur. Çünkü o, Hz. Pey-gamber'in (s.a) Mekke'yi fethetmeye niyetlendiği zaman gizlice Kureyşlilere mektup yazmış ve onlara Hz. Peygamberin Cs.a) niyetini haber vermeye çalışmıştı.
Tüm bu rivayetler ve benzerleri mezkûr ayetin Mekke'nin fethinden önce nazil olduğunu ortaya koyar. Ancak İmam Fahrüd-din Razi bu tesbiti kabul etmeyerek; «Bu surenin fetihten sonra nazil olduğu kesin olduğuna göre nasıl olur da ayetin nüzul sebebi bu zikredilenler olabilir?» der. Ona şöyle cevap verilir: Surenin fetihten sonra nazil olması, bazı ayetlerinin fetihten önce inmiş olmasına zıt değildir. Çünkü surenin çoğu veya baş tarafları fetihten önce inmiş, diğer kalanları da fetihten sonra inmiş olabilir pekâlâ!
Kişi, küfrü imana tercih ettikten sonra babası, çocuğu veya ne kadar yakını olursa olsun, hiçbir kafiri dost edinmemeli, onla-.ra sırlarım açmamalıdır. Tüm bunlara rağmen onları dost edinen kimse zalimlerden olur.
(24) «De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu hitap da bir önceki gibidir. Ancak bu ayette daha tafsilât h olarak Allah Teâlâ, peygamberine müslümanlan kuvvetlendirmesini, müslümanlara müşrik babalarının ve kardeşlerinin dostluğundan kaçınmalarım emretmesini söylemektedir. Ki böylece müminler onlarla üişkilerini koparsmlar, dünyanın değersiz ve geçici menfaatlannı bıraksınlar. Mezkûr ayette çocuklar ve eşler zikrediliyor. Oysa bir önceki ayette bunların hiçbiri sözkonusu edilmemiştir. Çünkü daha Önceki ayet dostlar ve veliler hakkındaydı. Bunlar kendilerinden görüş alman ve kendilerine danışılan kimselerken, çocuklar ve eşler babalarına ve kocalarına tâbidir, diğerleri gibi değildirler. Yine mezkûr ayette sevgi sözkonusu edilmiştir. Çünkü eşler ve çocuklar herkesten daha sevimlidirler.
«Aşiret» kelimesi akrabalar anlamında kullanılmıştır. Bazılarına göre de kişinin en yakın akrabaları demektir. Anlamı bunlardan hangisi olursa olsun, bu kelime umum ifade etsin ve kapsayıcı olsun diye zikredilmiştir. Çünkü aşiret kelimesi, -işret- kökünden gelir ve -sohbet- mânâsındadır. Zaten akrabaların durumu da budur. Onlarla sohbet (işret) edilir.
« (Bu zikredilenler) sizlere Allah'tan, Rasûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise (...)» cümlesinde geçen -sevgi- isteği bağlı olan (ihtiyarî) sevgidir, yoksa zorunlu (iz-tirarî) veya tabu sevgi değil. Çünkü fıtri temayül yaradılıştandır ve terkedilmesi mümkün değildir. Üstelik hiç kimse sırf fıtrî temayülünden dolayı tenkid edilemez ve bunlardan vazgeçmek hususunda zorlanamaz.
«O'nun yolunda»; yani Allah'ın rızasını ve sevabını elde etme yolunda. Bazılarına göre bu ifadeyle daha önce de olduğu gibi 4hlas- kastedilmektedir. Allah'ın emri ise onun karşılığıdır. Bu yorum Hasan Basrî'den gelmektedir ve Cübbaî de bu görüşü tercih etmiştir.
İbn Abbas, Mücahid ve Mukatil, «Allah'ın emri» ifadesiyle Mekke'nin fethinin kastedildiğini söylemişlerdir.
«Fasık bir kavim» ile ya müşrikleri dost edinip onların sevgisini Allah'ın ve Rasûlü'nün sevgisine tercih ederek, Allah'a ita-attan ayrılan müslümanlar ya da tüm fasıklar kastedilmektedir. Yani Allah bu fasık kavmi kendileri için daha hayırlı olana ulaştırmaz. Bu, insanların aleyhine gelen en şiddetli tehditlerden biridir. Bundan ancak Allah'ın lütfuna erişenler kurtulur.
Hz. Peygamber (s.a) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: «içinizden Allah için sevmemiş, Allah için buğzetmemiş ve O'nun rızası için kendine en uzak olan kimseyi sevmemiş, en yakınına buğzetmemiş olan kişi, daha imanın tadını tatmış sayılmaz.»
(25) Kuşku yok ki, Allah size birçok...» Bu Ayetin Tefsiri
Hitabın müminlere olduğu bu ayette, Allah Teâlâ onları düşmanlarına galip getirmekle kendilerine verdiği nimeti hatırlatmaktadır.
«Mevatin,» -mevtun- un çoğuludur ve kişinin arkadaşının bulunduğu yer anlamındadır. Burada ise bu kelimeyle (Bedir gibi) İslâm ışığının parladiğı savaş meydanları kastedilmektedir. Bu tür yerlerden bazıları da Benî Kureyza ve Benî Nadr savaşlarının vuku bulduğu yerlerdir. Bazıları bu yerlerin sayısını seksene kadar çıkarmıştır.
Rivayet olunduğuna göre Abbasi halifelerinden Mütevekkil şiddetli bir hastalığa yakalanmış ve «Eğer Allah bana şifa verirse onun yolunda birçok mal sarf edeceğim» demişti. Şifa bulduğunda ise, alimlerden «birçok»un ne kadar olduğunu sorup, onlardan fetvalar alır. Sonunda kendisine bu meseleyi İmam Musa Kâzun'a da sorması tavsiye edilir. (Mütevekkil bu zâtı evinde göz hapsine almıştı). Mütevekkil emredince bu mesele İmam Musa Kâzım'a yazıldı. O da cevap olarak, 80 dirhem vermesi gerektiğini yazdı. Niçin 80 dirhem vermesi gerektiği sorulduğunda ise, bu ayeti okuyarak, «Allah Teâlâ burada -kesir- tabirini 80 yerine kullanmıştır; zira Allah Teâlâ'nın, müminlere bu ayetin nazil olduğu zamana kadar yardım ettiği yerler seksendir» demiştir.
Huneyn, Mekke ile Taif arasında (Mekke'den üç mil uzaklıkta) bir vadinin ismidir. Hz. Peygamber (s.a) orada Hevazin, Sa-kif ve Haşeme kabileleriyle savaşmıştır. Düşman kabileleri arasında görüşüne önem verilen Dureyd bin Sımme ve Benî Hilâl ile diğer Arap kabilelerinden bazı kimseler bulunuyorlardı. Müşriklerin ordusu dört bin kadardı. Müslümanların sayısı ise Kelbî'nin rivayetine göre 10 bin, -Ata'nın rivayetine göre 16 bin, bazı rivayetlere göre de 8 bin idi. Ancak müslümanların sayılarının 12 bin olduğunu bildiren rivayet hepsinden sahih kabul edilmiştir. Çünkü bunun 10 bini sahabe, iki bini de Talik adı verilen yeni müslüman olmuş Mekkelilerdi. İki düşman karşı karşıya gelince Selem bin Selam (veya Hz. Ebubekir), «Biz bugün azlık sebebiyle yenilmeyiz» dedi ve müslüman askerlerinin çokluğu ile gururlandı. Bazıları bu sözün Hz. Peygamber'e (s.a) ait olduğunu söylemişlerse de, Fahruddin Razi bu görüşü gayet uzak bir ihtimal olarak vasıf-landırmıştır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Allah'tan başka her şeyden (tevekkül etmek bakımından) yüz çevirmişti. Bu görüşü Re-bî'den rivayet edilen şu hadis desteklemektedir: <(Bir kimse Hu-neyn Günü 'Bugün azlık sebebiyle mağlûp olmayacağız diye konuşunca bu söz Hz. Peygamberdin (s.a) hoşuna gitmedi» (Beyhakî Delaîl'un - Nübüvve).
Bu hadisin zahirine göre, mezkûr söze başka bir şey eklenmediği takdirde bu söz Allah'a tevekkül etmeye ters düşmemekte ve sebepleri ihmal etmeyi gerektirmemektedir. Bu sözün Hz. Pey-gamber'e (s.a) ağır gelmesine gelince, bu o sözde gurur izlerinin bulunmasındandır. Bu sözü sarfeden kimse, bunu muhtemelen Hz, Peygamberin (s.a) şu hadisinden almış olmalıdır : «Arkadaşların hayırlısı dört, müfrezelerin hayırlısı dört yüz, askerlerin hayırlısı* dört bin'dir.»
12 bin asker azlıktan dolayı mağlûp olmaz; zira bu 12 bin asker ittifak içindedir. Ancak o kimsenin sözünde gurur izleri bulunduğundan Hz. peygamber (s.a) bundan rahatsız olmuştu. Huneyn'de şiddetli bir savaş vuku buldu. Müslümanlara böbürlenmiş olmaları dokunmuştu. Çünkü toplum bazen mensubu olan bireylerinin yaptıklarından dolayı muaheze edilir. Askerler gerisin geriye kaçmaya başlamışlardı ki ilk kaçanlar Talik adı verilen yeni müslümanlardı. Bunlar diğerlerinin de dağılmasına ve bozguna sebep olmuşlardı.
Rivayet olunduğuna göre ilk önce müslümanlar karşı tarafa saldırıp, müşrikleri kaçırdılar. Ancak onların arkalarından ganimetleri toplamaya başladıklarında, müşrikler toparlanıp, bu sefer onlar saldırdılar. Müşriklerin saldırısı üzerine kaçanlar artık müslümanlardı. Hz. Peygamber (s.a) bineğinin sırtında öylece duruyor, dağlar yerinden oynuyor olmasına rağmen, o yine de yerinden kıpırdamıyordu. Yanında amcası Abbas, amcasının oğlu Ebu Süfyan bin Hars, Cafer bin Ebu Süfyan, Hz. Ali, Rabia bin Hars, Fadl bin Abbas, Usame bin Zeyd ve Eymen bin Ubeyde bulunuyorlardı. Hz. Peygamber'in (s.a) yanında savaşan kimselerin hepsi de onun ehl-i beyt'indendi. Ayrıca yanlarında Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer de vardı. Toplam 12 kişi idiler. (Hz. Abbas bir şürinde 10 kişi olduklarını söylemektedir). Bu olayda Hz. Peygamber'den (s.a) öyle bir şacaat ve kahramanlık görüldü ki akıllar şaşa kaldı. Bu yüzden Ashab-ı Kiram, Hz. peygamber'in (s.a) insanların en kahramanı olduğunu söylemiştir.
Öyle ki Hz. Peygamber (s.a) savaş anında hiç korkmaksızın Allah'ın düşmanlarına şöyle haykırıyordu: «Ben o peygamberim, yalan yok. Ben Abdulmuttalib'in oğluyum.» Hz. Peygamber (s.a) ancak akılsızlar tarafından inkâr edilebilecek olan sebatını göstermek maksadıyla atına binmişti. Onun kalbinde savaşı terket-me düşüncesi asla yer almadı. Abbas gür sesli bir zat olduğundan Hz. Peygamber (s.a) kendisine ashabına seslenmesini söyledi. O da, «Ey Allah'ın kulları, Ey ashab-ı rıdvan, Ey Bakara suresinin ashabı!» diye bağırmaya başladı. Bunun üzerine sahabiler geri dönüp, teker, teker, Lebbeyk, lebbeyk (buyur senin hizmetindeyiz) diyerek geldiler. Melekler inip, müşriklerin karşısında durduklarında Hz, Peygamber (s.a), «İşte bu ateşin kızdırdığı- zamandır» diye buyurdu. Sonra yerden bir avuç toprak alıp onların üzerine doğru attı ve «Kabe'nin Rabine yemin ederim ki onlar kaçtılar» dedi. Nitekim düşman da kaçtı.
(26) «Sonra Allah, Rasûlü'nün ve...» Bu Ayetin Tefsiri
«Sekine» kelimesini bazı müfessirler -rahmet- ile tefsir etmişlerdir. Çünkü kalpler rahmet ile sükûna kavuşur ve mutmain olur. lar. Bu tefsire göre, tam ve noksansız sekine sadece Hz. peygamber (s.a) için vuku bulmuş olmaktadır. Bazıları da sekine'yi -güven- ile yorumlamışlardır. Bu ayet kişide büyük günahın bulunmasının, onu imanını ortadan kaldırmadığına işaret etmektedir. Yani büyük günah ile iman aynı kişide bulunabilir. Hz. Peygamber (s.a) için sekine, melekleri görmesiyle, yanındakiler için alametlerinin ortaya çıkmasıyla, kaçışanlar için ise göğüslerindeki ızdı-rabın giderilmesiyle meydana gelmiştir. [17]
«Sizin görmediğiniz orduları da, indirdi» ifadesiyle kastedilen, doru atlar sırtında ve üzerlerinde beyaz elbiseler olduğu halde gelen meleklerdir. Bu ifade «Sizin hiçbir zaman görmediğiniz orduları da indirdi» veya «Sizin daha önce benzerlerini görmediğiniz orduları da indirdi», şeklinde de anlaşilabilir.
Savaşta bulunan meleklerin sayısında ihtilâf edilmiştir. Bazılarına göre 8 bin melek inmişti; zira bir ayette 3 bin meleğin (Alu İmran: 124) bir ayette de 50 bin meleğin (Alu İmran : 125) yardıma geldiği bildirilmektedir. Bazılarına göre de Alu İmran Suresinin 125. ayetinde bildirildiği gibi yardıma gelen meleklerin sayısı 5 bindir. Önceki ayette bildirilen 3 bin melek de bu sayıya dahildir. [18]
27- Bundan sonra Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir-
28- Ey iman edenler! müşrikler pistirler. Bu yüzden artık bu yıldan sonra Mescidi Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız bilmiş olun ki Allah dilerse sizi Iûtfuyla yakında zengin eder. Çünkü Allah çok bilendir, hikmet sahibidir.
29- Ehl-i Kitab'dan Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Rasûlü'nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini 'din' olarak edinmeyen kimselerle zelil olarak elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.
30- Yahudiler «Uzeyr Allah'ın oğludur)) dediler. Hristiyanlar da «Mesih (tsa) Allah'ın oğludur» dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. Bu tıpkı önceden küfre girmiş olan kimselerin sözlerine benzer bir sözdür. Allah onları kahretsin! Nasıl da Hak'tan döndürülüyorlar.
31- Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Oysa hepsi de tek bir Allâha kulluk etmekten başka birşey ile emrolunmamışlardı. O'ndan başka ilâh yoktur ve O bunların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. [19]
(27) «Bundan sonra Allah dilediğinin...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Allah, o azaptan sonra onlardan dilediğinin küfür ve isyanlarını bağışlar, fazlından onlara lütfeder, sevap verir. Ancak bu sevabın verilmesi Allah'a vacip değildir.
Misver bin Mahreme'den rivayet olunduğuna göre onlardan bazıları Hz. Peygamber'e (s.a) gelip, İslâm üzere biat ederek, «Ey Allah'ın Rasûlü! Kuşkusuz ki sen insanların en hayırlısısın. Bizim aile efradımız, çocuklarımız esir edilmiş, mallarımıza el konulmuştur» dediler. Gerçekten de o günde onlardan altı bin kişi esir edilmiş, sayılamayacak kadar deve ve koyun ganimet olarak alınmıştı. Hz. Peygamber (s.a), «Benim yanımda sizin gördükleriniz vardır. Sözün en hayırlısı en doğru olanıdır. Ya çocuklarınızı ve hanımlarınızı ya da mallarınızı alın» diye buyuranca onlar, «Biz soyumuzu ve nesebimizi hiçbir şeyle değiştirmeyiz» dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ayağa kalkarak şöyle dedi: «Kuşkusuz ki bu insanlar bize müslüman olarak geldiler. Biz de onları esir edilen çoluk-çocuklan ile mallan arasında muhayyer bıraktık. Onlar soy ve sop ile hiçbir şeyi değiştirmeyeceklerini söylediler. Bundan dolayı kimin elinde bir şey varsa ve onu vermeye razı ise o dilediğini yapmakta serbesttir. Vermeye razı olmayanlar da, bize onları borç olarak versinler. Başka bir ganimet elde ettiğimizde onlara bunun yerine o ganimetten veririz.»
Hz. Peygamberin (s.a) yaptığı bu konuşma üzerine sahabe, «Razı olduk ve teslim ettik» deyince Hz. Peygamber (s.a), «İçinizden buna razı olmamış kimseler varsa da biz onları bilemeyiz. Bu yüzden herkes kendi bilginleriyle görüşsün ve bilginler bize bu istişarenin sonucunu iletsinler» dedi. Yapılan istişareler sonucunda her kabilenin veya her grubun bilgini bu işe razı olduklarını Hz. Peygamber'e (s.a) ilettiler. (Buharî)
(28) «Ey iman edenler! Müşrikler pistirler...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ bu ayette mübalâğa olsun diye -necesun- şeklinde masdar kullanmaktadır. Yani müşrikler adeta pisliğin ta kendisidirler. Ayette müşriklerin pislik sahibi oldukları biçiminde bir takdire de başvurulabilir. Müşriklerin necis olmalarının nedeni, iç alemlerinin pisliğinden ve inançlarının fasid olmasındandır. Ya da pislik yerine geçen şirke bulaşmış olmalarıdır bunun nedeni. Veyahut onlar gerçekten temizlenmedikleri, yıkanmadıkları ve kendilerini pisliklerden korumadıkları için, pislik onlarla adeta özdeş-leştirilmiştir.
Cevherî'ye göre, necesun kelimesi sıfat-ı müşebbehe'dir. Yani onlar pis olan bir cinstirler. Ayeti yukarıdaki yorumlardan birisine hamletmek gerekmektedir; zira fakihlerin çoğunun sözleri bunu iktiza etmektedir. Onlar, «Müşriklerin kendileri (bedenleri) temizdir» demişlerdir.
Burada müşrikler ile diğer kâfir sınıflar arasında keyfiyet itibariyle bir fark gözetilmez. Yani Mescid-i Haram'z yaklaşmamak bakımından hepsi-aynı hükme tabidirler.
İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, müşriklerin kendileri de tıpkı köpek ve domuzların necis olması gibi necistir.
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) «Bir müşriğin elini sıkan kimse, ya abdest alsın ya da elini yıkasın» buyurmuştur. (Ebu Şeyh, tbn Merduveyh)
Hz. Zübeyr'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: «Hz. Peygamber (s.a) Cebrail'i karşıladı, ona elini uzattı ama Cebrail onun elini tutmaktan kaçındı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Ey Cebrail! Elimi tutmaktan seni alıkoyan nedir?» diye sorunca Cebrail, «Sen bir Yahudinin elini sıktın. Bir inkarcının eline dokunmuş bir eli sıkmak, hoşuma gitmez» dedi. Hz. Peygamber (s.a) onun bu sözü üzerine su istedi, elini yıkadı ve sonra elini uzattı. Cebrail de onun elini tuttu.» (İbn Merduveyh [20].
Fahrüddin Razi de İbn Abbas'tan rivayet edilen hükmü tercih etmiştir. Nitekim ayetin zahiri de bu mânâya delâlet etmekte, dir. Ayetin zahirinden ise ancak başka bir delilin öne sürülme-siyle dönülebilir.
Bazı müfessirler bu yoruma dayanarak müşriklerin kaplarından su içmeyi, onlarla birlikte oturup yemek yemeyi, elbiselerini giymeyi helâl saymamışlardır. Ancak sahih hadisler ve selef-i sa-lihînden sadır olan uygulamalar bu görüşün aksini ispatlamaktadırlar.
Yukarıdaki olayların ayetin nüzulünden önce olduğunu ve dolayısıyla hükmün nesholunduğunu ileri sürenler olmuşsa da, bu gerçeğe uzak bir yorumdur. Tedbirli davranmanın daha güzel olduğu malûmdur.
Müşriklerin kendilerinin temiz olduğuna delil şudur : Eğer müşriklerin kendileri (bedenleri) pis olsaydı, iman etmeleri dolayısıyla temizlenmeleri mümkün olmazdı. Çünkü imanın, su ve toprak gibi temizleyici olduğunu iddia etmek, pek akıllıca olmasa gerek! Meselâ, bir domuz Allah'ın izniyle «Lâilâheillallah, Muham-med'ur-Rasûlüllah» dese temiz olmaz; zira kendisi pis olan ancak, başkalaşım (istihale) geçirmekle temiz olabilir. Kâfirin bedeni ise iman ile bir başka bedene dönüşmüş olacağından, bu tür bir akıl yürütmenin bir değeri yoktur.
Temizlik ve pislik birer durumdurlar. İnsanlar ise Hz. Mu-hammed'in (s.a) getirdiği kelâmın mânâsına tabidirler, başkalaşım (istihale) geçirmeye ve geçirmemeye değil. İçki meselesinde de olduğu gibi bir şeyin, bir zaman için pis, bir zaman için ise temiz olması, şarî'nin sözünden anlaşılırsa eğer başkalaşım (istihale) sözkonusu olmasa bile ona tâbi olunacağı ortadadır, diyen kimsenin iddiası pek tutarlı değildir.
«Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar» ifadesiyle müşriklerin oraya girmemeleri kastedilmektedir.
Atâ'dan rivayet olunduğuna göre, müşrikler «Haram»m sınırlarına girmekten tamamen yasaklandıklarından dolayı ayet, zahiri üzerine bırakılır. Yani Mescid'e girmemeleri onlara emredilmiştir. Ebu Hanîfe de ayetin zahirine tâbi olmuştur; zira Haram'a girme yasağını onların Hacc ve Umre'den yasaklanmalarıyla yorumlamıştı. <(Artık bu yıllardan sonra» ifadesi de Ebu Hanîfe' nin yorumunu desteklemektedir. Yani artık bu yıldan sonra onlar haccetmesin, umre yapmasınlar.
Bu sene hicretin 9. yılıdır. Hz. Ebubekir o yıl Hacc Emîri tayin edilmiş, Hz. Ali de özel olarak tevbe suresini hacılara ilân etmek üzere gönderilmişti. O «İyi bilin ki bu yıldan sonra hiçbir müşrik Hacc'a gelemeyecektir» diye ilânda bulunmuştu. «Eğer yoksulluktan korkarsanız» cümlesi de bunu teyid etmektedir. Çünkü müşrikler hacc zamanında Hicaz'a ticaret için mallar getirirlerdi. Onların gelmemeleriyle meydana gelecek olan fakirlik, ancak onların Haram'm sınırlarına girmelerinin yasaklanmasıyla ilişkilidir. [21]
Ebu Hanîfe'ye göre bu husustaki yasak müşriklerin Hacc ve Umre yapmalarıyla alâkalıdır. Yani müşrikler Mescid-i Haram'a ve diğer mescidlere girebilirler ama haccedemezler, umre yapamazlar. İmam Şafii, İmam Ahmed ve İmam Malik'e göreyse, zım-mi olsun veya eman (vize) alsın hiçbir kafir, hiçbir şekilde Mescid-i Haram'a giremez. Şayet kafir ülkelerden bir elçi geldiğinde müminlerin emîri Haram'da bulunuyor olsa bile yine de gelen elçiye oraya girme izni verilmez. Aksine müminlerin emîri (Devlet Başkanı) Harem'in dışına çıkar veyahut yerine tayin ettiği biri gider, elçiyle görüşür ve devlet başkanına gereken malûmatı iletir.
İmam Şafii'ye göre kafirler diğer mescidlere girebilirler.
İmam Malik ise, «Mescidlerin hepsi birdir. Kafirler hiçbir mescide giremezler» demektedir. Bazıları sözkonusu yasağı, Mescid-i Haram'm işlerini idare etmenin kafirlere helal olmaması şeklinde yorumlamışlardır. Ancak bu görüş oldukça zayıftır ve ayetin zahirine tersdir. Çünkü yasağın nedeni müşriklerin pis olmalarıdır. Eğer bu pisliğin zati olmadığı görüşünde olsak bile yine de yıkan-sl mış ve temiz elbiseler giymiş bir müşrik Mescid-i Haram'a ve onun hudutlarına giremez; zira illetin hususi oluşu, hükmü hususi kılmaz.
Rivayet edildiğine göre sözkonusu yasak va'zedildiği zaman, bu müminlere çok ağır geldi. «Bizim senelik yiyeceklerimizi pazarlara kim getirecek? Eşyalarımızı kimlerden tedarik edeceğiz?» diye söylenmeye başladılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, «Eğer yoksulluktan korkarsanız bilmiş olun ki Allah sizi lûtfuyla yalanda zengin eder» ayetini indirdi.
(29 )«.EftZ-z Kitap'dan Allah'a ve..,»Bu Ayetin Tefsiri [22]
Bu ayeti kerîme Ehl'i Kitap ile savaşilmasmı emretmektedir. Daha önce ise müşriklerle savaşılmasını emreden, onların Mes-cid-i Haram etrafında tavaf etmelerini yasaklayan ayet nazil olmuş ve bu ayette sözü verilen zenginliğin bazı yollarına müslü-manlann dikkati çekilmiştir.
Ehl-i Kitap ile savaşılmasının emredilmesiyle, onların Allah'a ve Ahiret'e iman etmemeleri, Allah'ın ve Rasûlü'nün haram kıldığını haram saymamaları ve hak dini din edinmemeleri nedeniyledir. Allah Teâlâ hu yüzden kitap ehlini de müşriklerle aynı çizgiye getirmiştir. Onların kendilerinde olduğunu iddia ettikleri imanları, sahih bir iman değildir ve bu yüzden adeta yok gibidir. Allah'ın ve Rasûlü'nün haram kıldığını, haram olarak tanımamaktadırlar.
Ayette sozkonusu edilen «Rasûl» ile kendilerine gönderilmiş olan peygamberler kastedilmektedir. Çünkü onlar kendi peygamberlerinin getirdikleri şeriatı değiştirerek, kendiliklerinden haramlar ve helâller koydular, heva ve heveslerine uydular. Bu bakımdan ayette kastedilen onların ne müslümanların şeriatlarına ne de kendi şeriatlarına uymamış olmalarıdır. İşte bu da, onlara savaş açılmasının başlıca nedenidir.
«Hak Din» tüm peygamberlerin ta başmdanberi getirmiş oldukları bir tek olan İslâm dinidir. Çünkü tarih boyunca gelen tüm peygamberler, insanlan İslâm'a davet etmişlerdir. İslâm dini, hiçbir din tarafından neshedilmemiş ama o tüm (bâtıl) dinleri nes-hetmiştir.
Katâde, -Hak- ile Allah Teâlâ'mn, -Din- ile de İslâm'ın kastedildiği görüşündedir.
Bazıları burada -Din- ile umum ifade edildiğini ve onların Allah tarafından peygamberlerine indirilen ve kullar için teşri kılınan hiçbir dini din edinmediklerini Öne sürmektedirler.
«Ehl-i Kitap» ibaresinde geçen Kitab terimi hem Tevrat'ı hem de İncil'i kapsadığından Yahudiler de, Hıristiyanlar da bu tanımın içindedirler.
«Cizye,» -haraç- anlamında kullanılmıştır. Ödemek manâsın-daki -ceza- kökünden veya hareketlerin karşılığı olan -cezeytu- fiilinden de alınmış olabilir.
Hidaye'de bu haracın küfürlerine karşılık olarak alındığı belirtilmektedir. Havarzimî ise, bu kelimenin Zeyt kelimesi gibi sonradan arapçalaştınldığını, aslında Farsça olup haraç mânâsına geldiğini söylemektedir. [23]
«Yed» kelimesiyle «veren el» veya «alan el» ya da «zenginlik» veyahut da «kahr» ve «kudret» kastedilmiş olabilir.
«Yed»in kahr ve kudret ile yapılan tefsirini, îbn Ebi Hatim' in Katâde'den ve Süfyan bin Uyeyne'den yapmış olduğu rivayet desteklemektedir.
Savaşın gayesinin bu haracı almak olmayıp, aksine onu kabul ettirmek olduğunu fakihlerden bir grup açıkça söylemişlerdir: «Onlarla haracı vermeyi kabul edinceye kadar savaşılır.» Nitekim ayette -yu'tu- fiili kullajslmıştır. Çünkü kabul etmek ile vermek kastedilmiştir. «Sağirun» kelimesi «zeliller» manasınadır. Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Onlar haracı ayakta verecekler ve onlordan haracı alan müslüman memur onu oturarak kabul edecektir.»
İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, zımmiden haraç alınırken, haracı alan onun yakasına yapışacak (başka bir rivayette ise, yakasına yapışıp sallar gibi yapacak) ve «Ey zımmi! haracı ver» diyecektir.
İmam Şafii'den gelen rivayete göre, «sigar» müslümanlann hükümlerini onlara uygulamak demektir.
Müfessir Alusî tü m bunları aktardıktan sonra, «Bugün bu uygulamaların hiçbirisinin izi dahi kalmamıştır. Çünkü artık zun-miler müslümanlardan daha imtiyazlı bir duruma gelmişlerdir. Emir Allah'ındır. Hattâ denildiğine göre, zımmiler haracı vekü-leri vasıtasıyla göndermekte ve haraçlar bu şekilde kabul edilmektedir. Rivayetin en sahihi haracın zımmilerden bu şekilde kabul edilmemesi doğrultusundadır. Aksine onlar haracı bizzat kendileri gelerek, getirmek durumunda bırakılmalıdırlar. Bugünkü uygulamaya gelince, bunun nedeni İslâm'ın zayıf düşmesidir. Allah bu aciz duruma düşülmesine sebep olan kimselere adaletiyle karşılık versin» demektedir.
Ebu Hanîfe, haraç tüm ehl-i kitaptan nasıl alınıyorsa, acem müşriklerinden ve mecusilerden de Öyle alınır. Ancak Arap müşriklerinden haraç alınmaz, demektedir. Çünkü onların küfürleri daha galizdir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a) onların arasında büyümüş, ilk olarak onlara peygamber gönderilmiş ve aralarından çıkmıştır. Kur'an da onların diliyle inmiştir. Tüm bunlar onların iman etmeleri için çok kuvvetli sebeplerdir. Ancak buna rağmen iman etmezlerse, kendilerine ya kılıç (savaş) ya da İslâm teklif edilir.
Mecusilerden haraç alındığı sabittir. Hz. Ömer Önce mecusi-lerin haracını kabul etmediyse de, Abdurrahman bin Avf'ın Hz Peygamber'in (s.a) Hecer mecusilerinden haracı kabul ettiğine dair şahitlik etmesi üzerine onlardan haraç almayı kabul etmiştir.
îmam Şafii'ye göre, ister Arap, isterse Acem olsun ehl-i kitaptan haraç alınır. Ancak müşriklerden Arap da olsa, Acem de olsa kesinlikle haraç alınmaz. Çünkü ehl-i kitaptan haraç alınması Kitap ile, mecusüerden haraç alınması ise hadisle sabit olmuştur. Bunların dışındakiler ise asıl üzerinde kalmış olurlar. Hane-fîlerin delilleri şudur: Müşrikler köle olarak alınırlar. Eğer düşman ordusuna yardım edecek nitelikte ise köle edinilmesi caiz olan herkesten haraç alınabilir. Çünkü köle edinmek de, haraç almak da nefsin alınmasını içerir. Köle edinmeye gelince bu ortadadır. Çünkü kölenin faydası tamamen bizedir. Haraca gelince, kafir onu kazandıklarından vermektedir. Oysa onun nafakası da kazancına dahildir. Kazancını yani hayatının sebebi olan kazancını müslümanlara vermesi hükmen nefsini satın alması demektir.
İmam Malik ve Evzaî'ye göre haraç tüm kafirlerden de alınabilir. Hanefîlere göreyse kadınlar, çocuklar, topallar, körler, felçliler, ihtiyarlar, köleler, azad, edilmesi için sahibiyle antlaşman olan ve müdebber köleler ve rahiplerden haraç alınmaz. Ancak rahipler halktan uzak yaşıyorlarsa haraçtan muaf tutulurlar. Yok eğer çalışmaya güçleri yetiyorsa, (İmam Muhammed'in Ebu Hanife'den rivayet ettiğine göre) onlardan haraç alınır. [24]
Haraç iki kısmıdır.
a) Antlaşma ve barış ile konan haraç. Antlaşma bu hususta ne kadar miktar üzerine yapılmışsa, o kadar haraç alınır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) «Benî Necran» ile yılda 200 elbise (kürk) üzerine antlaşma yapmıştır.
b) Kafirleri yendikten sonra İmara'm kendiliğinden koymuş olduğu haraç. Mesela mülklerini onlara bırakarak, açıkça zengin olandan yılda 48 (her ay için 4) dirhem, orta halli olana ayda 2 dirhemden yılda 24 dirhem, çalışan fakire ise ayda 1 dirhem olmak üzere yılda 12 dirhem haraç tesbit edebilir.
imam Şafii'den gelen rivayete göre İmam, rüşdiine ermiş herkese bir dinar haraç yükleyebilir. Bu hususta zengin ve fakir arasında bir fark yoktur. Nitekim Mesruk'tan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) Hz. Muaz'ı Yemen'e gönderirken, ona her baliğden bir dinar veya onun dengini almaşım emretmiş ama zengin ile fakiri ayırmamıştır. (îbn Ebi Şeybe).
Bazı fakihler İmam Şafii'nin bu rivayetine şu cevabı vermişlerdir : Bunun (yani Hz. peygamber'in (s.a) böyle davranmasının) nedeni, bu şekilde antlaşma yapılmış olmasındandır. Çünkü bazı rivayetlerde, her baliğ erkek ve kadından bir dinar alınmasını emrettiği tasrih edilmektedir. Oysa kadınlara haraç vacip değildir.
Hanefîlere göre zımmilerin devlet hizmetinde çalıştırılmaları haramdır.
El-Kutub, «Haracın alınması ile kafirlerin küfür üzerinde bırakılması kastediliyor değildir. Aksine bunlar kafire bir süre tanıyıp, o süre içerisinde İslâm'ın güzelliklerini, delillerini, kuvvetini görerek müslüman olması ümit edilir» demiştir,
El-İtkanî ise, «Cizye, kafiri küfrü üzerinde bırakmanın karşılığı değildir. Bu sadece vacib olan öldürmenin veya köleliğin karşılığıdır. Bu bakımdan cizye, diyet karşılığında kendisinden vazgeçilen kısas gibi caiz olur veya bu kişinin küfür üzerinde kaldığından dolayı köle edinilmesi gibidir» demektedir.
Bazıları, haracın onların müslüman askerlere fülen yardım etmemelerinin karşılığı olduğunu söylemişlerdir. Bu yüzden çe-
şitli kimselerden çeşitli haraçlar alınır, çünkü İslâm ülkesinde yaşayan herkese, bu ülkeye canıyla ve malıyla yardim etmesi farzdır. Tabiîki, kafir bir kimse içten içe Dar'ul-Harb'e meyyal olduğundan dolayı onun için böyle bir şey uygun olmaz. Bu balamdan cizye, onun yardım etmesinin yerine geçer ve savaşta kullanılır
Yardım bir taattır. Cizye ise bir ceza. Ukubet (ceza), taatın (yardımın) yerine nasıl geçer diye düşünülemez. Çünkü haraç müslümanlara yardım yerine geçmekte ve onların kuvvetini arttırmaktadır. İşte müslümanlar güçlerinin artması sebebi ile daha güvenli hareket ederler. Nitekim, bu onların hayvanlarını, emanet ve ödünç yolu ile gazilere vermelerine benzer.
Tüm bu yorumlardan anlaşıldığına göre, cizyenin kafiri küfrü üzerinde bırakmanın bedeli olduğunu sanan kimselerin yanlış bir yolu seçtiklerini göstermektedir. [25]
(30) «Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğludur dediler...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu sözü bu şekilde İslâm'dan önceki Yahudiler sarf etmişlerdir. Çirkin bir fiili bir kavmin bir kısmı işlese bile, o fiil tüm kavme isnad edilir. Bu bakımdan her ne kadar tüm Yahudiler, «Uzeyr Allah'ın oğludur» dememişlerse de, içlerinde böyle söyleyenler olduğundan dolayı sanki bunu hepsi söylemiş gibi kabul edilir. Nitekim İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Hz. Uzeyr, ehl-i ki-tab'dandır. Onların yanında Tevrat vardı, onunla Allah'ın dilediği şekilde amel ediyorlardı. Daha sonra Tevrat'ı kaybedince, hak olmayanla amel etmeye başladılar. Tabut'ta onların yanında idi. Allah Teâlâ onların Tevrat'ı kaybedip heva ve heveslerine uyduklarını görünce, Tabut'u onlardan aldı ve Tevrat'ı onlara unutturdu.
Tevrat'ı onların göğüslerinden sildi. Bunun üzerine Hz. Uzeyr Allah'a yalvararak, göğsünden sildiği Tevrat'ı geri vermesi için dua etti. Namazda Allah'a yakararak Tevrat'ın geri verilmesini istedi. Bunun üzerine Allah'tan bir nur inerek, onun göğsüne girdi ve göğsünden silinen (Tevrat) geri geldi. O kavmine Allah'ın Tevrat'ı kendisine geri verdiğini ilân edip, onlara Allah'ın dilediği bir zamana kadar yeniden Tevrat'ı Öğretmeye çalıştı. Sonra Tabut da geri geldi. Onlar Hz. Üzeyr'den öğrendiklerini Tdbut'tsUsi Tevrat ile karşılaştırdılar. Tıpatıp birbirini tuttuklarını görünce, «Yemin olsun ki Uzeyr Allah'ın oğlu olduğu için böyle bir şeye nail oldu» demeye başladılar. (İbn Ebi Hatim)
Kelbi ise, onların Hz. Uzeyre Allah'ın oğlu demelerinin nedenini şöyle izah etmektedir:
Buhtunnasr Beyt'ul-Makdis'e ordularıyla gelerek, İsrailoğulla-rı'm yendi ve Tevrat okuyanları öldürdü. Uzeyr daha o zamanlar küçük bir çocuk olduğundan onu öldürmemişti. İsrailoğulları esaretten kurtulup Beyt'ul-Makdis'e döndüklerinde içlerinde Tevrat'ı okuyan bir kişi bile kalmamıştı. Allah Teâlâ Hz. Uzeyr'i 100 yıl ölü Olarak bıraktıktan sonra onu diriltip, Tevrat'ı öğretmesi maksadıyla bir mucize kabilinden gönderdi. Bir melek Hz. Uzeyr'e içinde su dolu bir kapla geldi ve Hz. Uzeyr o kaptaki suyu içti. Böylece Tevrat onun göğsüne işlenmiş oldu. Kendisine geldiklerinde halka «Ben Uzeyr'im» dedi ama halk kendisini yalanlayarak ona «Eğer iddia ettiğin gibi sen gerçekten Uzeyr isen bize Tevrat'ı oku» dediler. O da onlara ezbere Tevrat'ı okudu. İçlerinden biri, «Babam dedemden rivayet ediyor ki, Tevrat'ı bir küpe koyarak onu filan bağa gömmüşler,» dedi. Bunun üzerine o kişi ile birlikte o bağa gidip Tevrat'ı bulunduğu yerden çıkardılar ve Uzeyr'in kendileri için yazmış olduğu Tevrat nüshasıyla karşılaştılar. Bir tek harfinin bile eksik olmadığını görünce, «Muhakkak ki Allah, Tevrat'ı Uzeyr'in kalbine kendi oğlu olduğundan dolayı ilka etmiştir» dediler. Oysa Allah onların bu sözlerinden münezzehtir.
Bu hususta başka rivayetler de vardır. Ancak tüm bu rivayetlerin çıkış noktası, Hz. Uzeyr'in Tevrat'ı ezberlemesi hakkındadır.
Bazıları, bu sözü tüm Yahudilerin değil, Medine'deki Yahudilerden bil grubun sarfettiğini söylemişlerdir ki Selam bin Meş-kem, Numan bin Ebi Evfa, Şas bin Kays, Malik bin Sayf bu gruba dahildirler.
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Yahudiler Hz. Pey-gamber'e (s.a) gelerek, «Biz sana nasıl itaat edelim ki? Sen bizim kıblemizi bıraktın ve Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söylemiyorsun» dediler. (Ebu Şeyh, İbn Ebi Hatim)
İbn Cüreyc'den rivayet olunduğuna göre, bu sözü söyleyen Yahudi, Fenhas bin Azura'dır ve o aynı zamanda «Kuşkusuz Allah fakirdir, biz zenginiz» diyen kimsedir. (İbn'ul-Münzîr)
Özet olarak şöyle denilebilir: Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğu düşüncesi Yahudiler arasında yaygındı. Onun aslını inkâr etmelerine itibar edilmez. Yine onlardan bazılarının «Biz Uzeyr, İbnullah' tır (Allah'ın oğludur) demiyoruz. Biz Uzeyr Ebanallah'tır (Allah' in hükümlerini ve dinini beyan edendir) diyoruz,» şeklindeki tevillerine de itimad olunamaz. Allah Teâlâ'nın onların bu sözü böyle söylediklerini beyan etmesinden sonra onların bu gerçekten kaçınmalarının, bunu inkâr edip, birtakım tevillere başvurmalarının hiçbir faydası yoktur.
«Hıristiyanlar da , Mesih (İsa) Allah'ın oğludur dediler» şeklindeki söz ise Hıristiyanların içinden bir gruba aittir. Böyle bir sözü sarf etmelerinin nedeni Hz. İsa'nın babasız olarak doğup, dünyaya gelmesi ve gösterdiği mucizelerdir.
Alusî tefsirinde, «Benim görüşüme göre, onlar İncil'de ibn oğul kelimesinin Hz. İsa için, eb (baba) kelimesinin de Allah Teâlâ için kullanıldığını gördüklerinde, bununla kastedilenin ne olduğunu anlamadan hataya düştüler» dedikten sonra, garip ve sahih olmayan bir olay nakletmektedir. Onların böyle demelerinin sebebi şu imiş:
İlk Hıristiyanlar Hz. İsa'dan sonra 81 yıl hak din üzerinde durmuşlardı. Namaz kılarlar, oruç tutarlar ve Allah'ın birliğine inanırlardı. Onlarla Yahudiler arasında bir savaş oldu. Yahudilerin içinde Pavlos adında cesaretli bir kişi vardı. O Hıristiyan-lardan birçok kişi öldürmüştü. Ancak sonra Yahudilere, «Şayet Hak, İsa ile beraberse biz onu inkar ettik. Dönüşümüz ateşedir ve biz hüsrandayız. Eğer cehenneme girersek, onlar da cennete gidecekler. Ben onların aleyhinde Öyle bir dolap çevireceğim ki onları sapıttıracağım. Böylece onlar da bizimle birlikte cehenneme girmiş olurlar» dedikten sonra üzerinde savaştığı atını boğazladı. Pişman olduğunu, tevbe ettiğini açıkladı. Başına toprak koyup Hıristiyanların yanma gitti. Hıristiyanlar ona kim olduğunu sorduklarında «Ben sizin düşmanınız Pavlos'um. Göklerden bana bir ses gelerek, «Sen Hıristiyan olmadıkça tevben kabul edilmeyecektir» dendi. İşte ben de tevbe ettim ve size geldim» dedi. Bunun üzerine onu kilise'ye kabul ettiler. Kilise'de bir odaya girdi ve oradan tam bir yıl sonra çıktı. Artık İncil'i öğrenmişti. Sonra: «Bana Allah Teâlâ'mn tevbemi kabul ettiğine dair bir ses geldi» dedi. Onun üzerine Hıristiyanlar da onu doğruladılar, onu sevdiler. Hıristiyanlar arasında şöhreti yayıldı. Daha sonra o Nastur, Yakub ve Melka adında üç kişiyi arkadaş edindi. Nastur'a Allah, Meryem, İsa, diye üç ilâh olduğunu, Yakub'a İsa'nın insan olmadığını, Allah'ın oğlu olduğunu, Melka'ya ise, İsa'nın Allah'ın kendisi olduğunu, onun önceden de şimdi de ilâh olduğunu öğretti. Bu fikirler o üç kişide iyice yerleştikten sonra onları birbirinden habersiz olarak teker teker odasma davet etti. Orada her birine «Sen benim en yakın adamımsın, sana öğrettiğime insanları davet et» diyerek, «Falan yere git» diye hepsine ülkenin bir köşesini gösterdi. Daha sonra, «Rüyamda İsa'yı gördüm. Benden razı oldu. Bu yüzden İsa'ya daha yakın olmak için intihar edeceğim» dedi ve adakhane-ye giderek boğazını kesti.
Böylece onun üç değişik öğrencisi de değişik yönlere gitti. Biri Roma'ya, biri Beyt'ul-Makdis'e, biri de başka bir yere gitti. Pavlos'tan öğrendiklerini halka açıklayarak, onları bu inançlara tâbi olmaya davet ettiler. Tâbi olanlar oldu ve böylece Hıristiyanlar arasında karışıklık ve sapıklık meydana geldi.
«Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir»; yani sadece ağızlarıyla^ söylemektedirler. Bunu destekleyecek ortada hiçbir delil yoktur. Onların bu sözleri, tıpkı kötülük ve çirkinlik bakımından daha önceki kafirlerin sözlerine benzemektedir.
İbn Abbas, Mücahid ve Katade'den rivayet olunduğuna göre, «Daha önceki kafirler» ifadesiyle müşrikler kastedilmektedir. Çünkü onlar da.«Melekler Allah'ın kızlarıdır» diyerek, delilsiz ve bur-hansız konuşuyorlardı.
Bazı müfessirlere göre de bu ifadeyle, Hıristiyanların ve Yahudilerin ataları kastedilmektedir. Çünkü Hz. Peygamberin (s.a) , döneminde Hıristiyan ve Yahudiler kendilerinden önceki ataları-na uyarak bu çirkin sözleri tekrar ediyorlardı. Bu ifadeyle onların küfür konusundaki köklerinin ne kadar derinlere indiği gösterilmiş olmaktadır.
«Allah onları kahretsin» cümlesi onların helak olmaları için yapılmış bir duadır. Çünkü burada -kâtele. -fiili müşareket babından .gelmektedir. Yani «onlar Allah ile savaşsınlar» denmektedir. Allah ile savaşan kimse mutlaka öldürülür. Allah ile boy ölçüşmeye yeltenen kimse de mutlaka yenilip, helak olur.
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre bu ifadeyle, «Allah onlara lanet etsin» mânâsı kastedilmektedir. İbn Cerir bu ifadeyle onlarüı sözlerinin çirkinliği karşısında duyulan hayretin kastedilmiş olması da mümkündür.
(31) «Allah'ı bırakıp, Hahamlarını, rahiplerini,,.» Bu Ayetin Tefsiri
«el-Ahbar» Yahudilerin alimlerine ve hahamlarına verilen bir addır. Ancak sahih olan görüşe göre, Habr ifadesi ister Yahudi olsun, ister müslüman olsun her alim için kullanılabilir. Çünkü İbn Abbas için, «Habr'ul-Ümme (ümmetin alimi) denilmiştir. Habr'ın çoğulu hubr'duv. Mânâları güzelce açıklayan demektir. Ruhban kelimesi ise, kiliselere, manastırlara ibadet için kapanmış Hıristiyan alimler hakkında kullanılır. Ruhban'ın tekili rahip' tir ve Hıristiyan Ruhbanları, kendini ibadete adayanlar anlamındadır. Çünkü ruhban -retbet- ten gelir ve korku mânâsı taşır.
Rahibler dünya meşgalelerinden tamamen el ve eteklerini çekip, insanlardan uzak olarak uzlete çekilir ve dünyanın zorluklarına göğüs gererlerdi. Hattâ onlardan bazıları kendilerini kısır-laştınr, boyunlarına kalın zincirler takarak dolaşırlardı. Aralarında her türlü zorluğu işlemeye çalışanları da vardı. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a) «İslâm'da ruhbanlık yoktur» diye buyurmuştur. [26]
Ayet-i Kerime'de Hıristiyanların Allah'ı bırakıp rahiplerini, Yahudilerin ise hahamlarını dostlar edindiklerine işaret edilmektedir. Onların alimlerini Rab edinmelerinin anlamı, Allah'ın helâl kıldığını haram, haram kıldığını helâl olarak değiştiren alimlerine itaat etmeleridir. Bu Hz. Peygamber'in (s.a) yaptığı bir tefsirdir.
Sa'lebî ve diğerleri Adiy bin Hatem'den şöyle rivayet etmektedirler:
Hz. Peygamber'in (s.a) yanına, boynumda altından yapılmış bir haç bulunduğu halde vardığımda bana, «Ey Adiy! oputu boynundan çıkar at! dedi. Hz. peygamber (s.a) o sırada Tevbe suresini okuyordu. «Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler» ayetine gelince ben, «Ey Allah'ın Rasûlü! onlar hahamlarına ve rahiplerine ibadet etmiyorlar» dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «O haham ve rahipler Allah'ın helâl ettiğini haram kılmıyorlar mı? Onlar da (Yahudi ve Hristu yanlar) da hahamlarının ve rahiplerinin haram ilân ettiklerine haram demiyorlar mı? Yine onlar Allah'ın haram kıldığını helâl kılmıyorlar mı ve o millet de onu helal olarak kabul etmiyor mu?» diye sordu. Ben, «Evet, ya Rasûlüllah! Bu durum vardır» dedim. O da bunun üzerine, «İşte onların hahamlarına ve rahiplerine itaat etmeleri (onları Rab olarak ittihaz etmeleri) bu anlamdadır» diye buyurdu.
Nitekim «falan kişi filana kul olmuş» denildiğinde, onun o kimseye aşın derecede itaat ettiği kastedilir. Ayetten anlaşıldığına göre, Allah Teâlâ'nın helâline haram, haramına helâl diyen kimse dinden çıkar ve onları bu hususta yönlendirenler de onların uğradıkları akibete duçar olurlar. Hüküm ancak Allah'ındır. Helâli ancak Allah helâl kılar, haramı da ancak Allah haram kılar. [27]
32- Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlamak ister.
33- peygamber'ini hidayetle ve hak din ile gönderen O'dur. Müşrikler istemese de O dinini tüm dinlere üstün kılacaktır.
34- Ey iman edenler! Gerçek şudur ki yahudi bilginlerinden ve hristiyan rahiplerinden çoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve halkı Allah'ın yolundan ahkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlara pek acıklı bir azabı müjdele!
35- (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp onlarla, o (is-tifçilerin) alınları, yanları ve sırtlan dağlanacağı gün (onlara): «İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin azabım tadın!» denir.
36- Gerçek şudur ki Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın Kitab'ında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesap budur. Öyle ise bu aylarda kendinize zulmetmeyin ve nasıl sizlerle topluca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Ve bilin ki Allah takva sahipleriyle beraberdir. [28]
Dirayet ve rivayet tefsiri
(32) «Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu...»Bu Ayetin Tepiri
«Allah'ın nuru» ile Allah'ın birliğine, O'nun ortak ve evlât edinmekten uzak olduğuna açıkça delâlet eden hüccet ve burhanlar kastedilmektedir. «Allah nuru» ile Kur'an veya Hz. Muhammed' in (s.a) Peygamberliği de kastedilmiş olabilir. Çünkü onun peygamberliği küfrün karanlığının yeryüzünde uzun bir süre hüküm sürmesinden sonra ortaya çıkarak, kâinatı nura kavuşturmuştur. îşte bu nuru ağızlarıyla yani ağızlarından çıkan bâtıl ve yersiz sözleriyle söndürmek istemektedirler. Fakat Allah nurunu tamamlamak istiyor. Yani nurla ilgili her şeyi değil, sadece onun tamamlanmasını istiyor.
(33) «Peygamber'ini hidayetle ve hak din ile...» Bu Ayetin Tefsiri
«Peygamber'ini» ifadesiyle «Hz. Muhammed» (s.a), «Hidayetle)) ifadesiyle de «Kur'an» kastedilmektedir. Çünkü Kur'an tak. va sahipleri için hidayet kaynağıdır.
«Hak Din» ile sabit olan dine, Allah'ın insanlara gönderdiği İslâm dinine işaret olunmaktadır. Allah Teâlâ bu dini ve Peygamber'ini tüm dinlerin mensuplarına göndermiştir. Yani Hz. Muham-med'i (s.a) ve ümmetini tüm dinlerin mensublarına galip gelmesi ve Hak Din'i de diğer dinlere galebe çalması ve onların hükmünü ortadan kaldırıp yeryüzünden silmesi için indirmiştir.
«Liyuzhirahu» fiüindeki -hu- zamiri Hz. Peygamber'e (s.a) de, Kur'an'a da racî olabilir. «Ed-din» kelimesindeki harf-i tarif ise istiğrak için getirilmiştir. Yani tüm dinler anlamındadır.
tbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bu zamir Hz. Peygam-mer'e (s.a) racîdir ve ed-din kelimesindeki harf-i tarif ise ahid içindir. Bu takdirde ayet, «Peygamber'ini o dinin tüm kaide ve kurallarını öğretip, bunlardan insanları haberdar kılması için göndermiştir. Ki böylelikle hiçbir şey gizli kalmamış olur» şeklinde anlaşılır. [29]
Müfessirlerden çoğu mezkûr zamirin îslâm dinine ait olduğu görüşündedir. îslâm dininin yeryüzündeki tüm dinlere galip gelmesi de ancak Hz. İsa'nın nüzulü zamanında vuku bulacaktır. O zaman geldiğinde İslâm'dan başka hiçbir din yürürlükte kalmayacaktır. Çünkü İsa'nın gelmesinden bu yana ayetin mânâsı mutlak bir şekilde vuku bulmuş değildir.
Allah Teâlâ 32. ayetin sonunda kafirler istemese de» ifadesini kullanmıştır. Önce kafir, sonra da müşrik sıfatlarını kullanmasının nedeni onların Hz. Peygamber'i inkâr etmekle birlikte Allah'a ortak koştuklarına işaret etmek içindir. Küfür ile Hz. Peygamber'i (s.a) yalanlamak ve onun peygamberliğini kabul etmemek, şirk ile de Allah'ı inkâr etmek veya O'na ortak koşmak suretiyle inkâra dönüşür bir inanca girmek kastedilmektedir. [30]
(34) «Ey iman edenler! Gerçek şudur ki...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ önce hahamlara ve rahiplere tâbi olup Rab edinenlerin perişan durumlarını açıkladıktan sonra hahamların ve rahiplerin durumuna değinerek, müminleri uyarmakta ve böyle bir tehlikeden uzak kalmaları için meseleyi gözler önüne sermektedir, Hahamlar ve rahipler, ilâhî hükümleri bozmak, dinde olmayan kolaylıkları getirmek ve haksız olarak müsamaha göstermek için halktan rüşvet alırlar, bu tür canilikler yaparlardı. İnsanları Allah yolundan alıkoyarlar İslâm'a uymayı yasaklarlardı, öyle ki kutsal kitaplarda gösterilen hak yoldan halkı uzaklaştırırlar, rüşvet alarak tahrif ettikleri davranışlara uymaları için insanları zorlarlardı. Bu bakımdan ayetin «Onlar, kendileri Allah'ın yolundan yüz çevirdikleri için iftiralar uydururlardı» şeklinde anlaşılması da mümkündür. [31]
«Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlara pek acıklı bir azabı müjdele!»; yani onlar altın ve gümüşü topluyor ve biriktiriyorlardı. (Biriktirmek) için illâ da toprağa gömmek gerekmez. Bir malı biriktirmek de onu istif etmek demektir. îs-ter toprağa gömülsün, ister kasalarda veya başka yerlerde saklansın keyfiyet bakımından bir şey değişmez.
«Elleziyne,» «Kesİran» kelimesinin sıfatıdır. Çünkü.ayet genel olarak ruhban ve hahamların çoğunun aleyhinedir. Bu bakımdan . Allah Teâlâ önce onları bâtıl yolla halkın mallarını yemekle, daha sonra da hırs sahibi olmakla vasıflandırmıştır.
«Elleziyne», müslümanlarm sıfatı da olabilir. Çünkü ayette onlar da sözkonusu edilmişlerdir. Bu takdirde ayet, «O müslümanlar ki altın ve gümüşü biriktirirler ve Allah yolunda onları harcamaz-lar. Onlara elem verici bir azabı müjdele!» şeklinde anlaşılır. Gerçekten de «Elleziyne»nin müslümanlara sıfat olması, «Allah yolunda onları harcamazlar» cümlesine daha uygun düşmektedir. Çünkü bu cümle altın ve gümüşün Allah yolunda sarfedilmesi gereken metalar olduklarını bildirmektedir. Dolayısıyla bu ihtiras sahibi müslümanlarm, Kitap ehlinin rüşvet alan haham ve rahıp. leriyle birlikte anılmaları, onların durumlarının ne kadar korkunç olduğunu ortaya koymaktadır.
Bazı müdekkikler, «Elleziynomin umum ifade ettiğini, rüşvet alan hahamların, rahiplerin, ihtiras sahibi olanların ve rüşvet mukabilinde Allah'ın hükümlerini değiştirenlerin hepsini muhtevi olduğunu Öne sürmektedirler.
Bazılarına göre, «Allah yolunda onları harcamazlar» cümlesi ile onların zekât vermediklerine işaret olunmaktadır.
Nitekim, İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, mezkûr ayet nazil olduğunda bu müslümanlara oldukça ağır geldi. Bunun üzerine Hz. Ömer, «Ben şimdi size müjdeyi getiririm» diyerek Hz. Peygamber'in (s.a) yanına gitti ve ona bu ayetin ashaba ağır geldiğini bildirdi. Hz. Peygamber de (s.a) cevaben, «Allah Teâlâ zekâtı, ondan arta kalan mallarınızı hoş ve helâl etmek için farz kılmıştır» diye buyurdu. [32]
İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) Zekâtı verilmiş servet -biriktirme- ye (istife) girmez» diye buyurmuştur. (Tabaranî, Beyhaki). Bu hadisle Hz. Peygamber'in (s.a) «Sarıyı (altını) ve beyazı (gümüşü) biriktiren kimseler, o birik-tirdikleriyle dağlanacaklar dır» şeklindeki hadisi arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Çünkü ikinci hadis ile zekâtı verilmemiş olan servetler kastedilmektedir. Nitekim Ebu Hüreyre'den rivayet edilen şu hadis de bu gerçeğe işaret etmektedir: «Zekatı verilmemiş bir servetin (altın ve gümüşün) sahibi yoktur ki Kıyamet gününde onun için ateşten dağlar yapılmasın ve o dağlarla böğrü ve alnı dağlanmasın.» (Buharı, Müslim) [33]
Bazıları mezkûr ayetin, zekât farz olmadan önce indiğini söy[34]
Suffe ehli Hz. Peygamber'in mescidinin avlusunda yatıp kalkan fakir sahabîlerdir. Ebu Hüreyre de onlardandır. Bu kimseler adeta hazır bekleyen askeri bir birlik gibiydilertemektedir. Nitekim bu görüş Ebu Umame'den rivayet edilen şu hadisle desteklenmektedir: Suffe ehlinden bir kişi vefat ettiğinde, onun peştemalmda bir altın bulunduğunda Hz. Peygamber (s.a) «Bu bir dağdır» diye buyurdu. Yine suffe ehlinden başka biri daha vefat ettiğinde onun cebinde de iki altın bulundu. Hz. Peygamber (s.a) bu defa, «Bunlar iki dağdır» diye buyurdu. (Taba- l| ranî)
Hz. Peygamber'in (s.a) bu sözleri bazı kimseler tarafından şöyle yorumlanmıştır: «Bu kimseler Suffe ehline dahil olmakla fakirliklerini gösterip, çok ihtiyaç sahibi olduklarını belirtmişlerdi. Oysa onlardan birinin yanında bir altın, diğerinde ise iki altın bulunuyordu. İşte onlar sırf böylesine hileli bir yola başvurduklarından, cezaları da bir veya iki dağ ile dağlanmak olacaktır.»
Ebu Zer Gıfarî ayetin zahirine tâbi olarak ihtiyaçtan fazla tüm malın Allah yolunda harcanmasının vacip olduğu görüşündeydi. Nitekim bu görüşünden dolayı Şam'da onunla Şam Valisi Muavi-ye arasında birtakım olaylar vuku bulmuştur. Sonunda Muaviye Ebu Zer'i Hz. Osman'a şikâyet etmiş ve bunun üzerine de Hz. Osman Ebu Zer'i Medine'ye çağırmıştır. Ancak Ebu Zer'in hâlâ aynı düşüncesinde ısrar ettiğini görünce onu Rebeze'ye sürgün etmiştir.
Ka b'ul - Ahbar'ın Ebu Zer'e, «Ey Eba Zer! Hanif (İslâm) dini dinlerin en hoşgörülüsü ve en adilidir. Dinlerin en katısı ve en şiddetlisi olan Yahudilikte bile malın tamamının sarfedilmesi vacip kılınmamışken, bu İslâm'da nasıl vacip olur?» demesi üzerine zâten çok öfkeli bir zât olan Ebu Zer, Ka'b'ın bu konuşmasına hiddetlendi ve «Ey Yahudi! Bu senin bildiğin meselelerden değildir» diyerek ona asasıyla vurmaya kalkıştı. Bunun üzerine Ka'b kaçtı. Ebu Zer onu kovalayınca da gidip, Hz. Osman'ın arkasına saklandı. (Bu rivayetlerde Ebu Zer'in Ka'b'ul - Ahbar'a vurmaya çalıştı-ği darbenin Hz. Osman'a isabet ettiği kayıtlıdır)
Ebu Zer'in bu iddiası üzerine kendisine itiraz edenler çoğalmıştı. Halk ona delil olarak miras ayetlerini gösteriyor ve «Eğer malın tümünün sarfedilmesi vacip olsaydı, miras ayetlerinin bir anlamı kalmazdı» diyorlardı. Zaman zaman izdihama yol açacak şekilde Ebu Zer'in etrafında toplanan halk, onun fikirlerini garip bulduklarından dolayı Ebu Zer, yalnızlığı, halktan ayrı yaşamayı tercih etmek istedi ve Hz. Osman'a danıştı. Hz. Osman kendisine - Rebeze'ye gitmesini söyleyerek, «Rebeze'de dilediğin gibi oturabilir, davranabilirsin» dedi.
Bu hadisenin sahih olarak anlatımı bu şekildedir. Şiî müfes-sirler ise bu olayı Hz. Osman'ın şanına gölge düşürecek şekilde nakletmektedirler. Onların bu rivayetleri Hz. Osman'ın nurunu söndürmek maksadından başka bir şeyi hedef almamıştır. Oysa Allah Teâlâ onun nurunu tamamlamaktan başka bir şey irade etmemiştir.
(35) « (Bu p&ralar) cehennem ateşinde kızdırılıp...tu Bu Ayetin Tefsiri
Onlara böyle bir ceza verilmesinin nedeni, bu kimselerin çoğunun şu maksatları gütmüş olmalarıdır: Onlar böylelikle halkın yanında itibarları olsun, zenginliklerinden dolayı öne geçsinler, lezzetli yemekler yesinler ve şık elbiseler giysinler isterler. îşte bu yüzden, yani servetlerini sadece dünya için kullandıklarından dolayı onların alınları ve sırtları o biriktirdikleriyle dağlanır." Bu organlar görünür organların en şereflileri olmaları ve beyin, kalp ve ciğer gibi ana organları da kapsamaları dolayısıyla anılmışlardır. Bazı müfessirlere göre bu organlar bedenin her tarafmı yani bedenin ön, arka ve yan taraflarını temsil etmektedirler. Böylece tüm beden kastedilmiş olmaktadır. Yani o paralarla onların her yanı dağlanır. [35]
(35) «Gerçek şudur ki Allah katında...)Bu Ayetin Tefsiri
Burada «Aylar» ile Kamerî aylar kastedilmektedir. Çünkü şer'î hükümlerin bu aylar üzerinde döndükleri bilinmektedir.
«Allah'ın Kitab'î» ile bazılarına göre Levh-i Mahfuz, bazılarına göre de Kur'an kastedilmektedir. İkinci görüşte olanlar Kur' an'da hesaba delâlet eden ayetler olduğunu ve ayın durumlarının zikredildiğini söylemişlerdir. Ancak bu pek güvenilir bir yorum değildir. Çünkü Allah Teâlâ'nın kâinatı yaratmasından beri Allah' m Kitab'ında yılın aylan sayılı olarak on ikidir. Bu ayların dördü; Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb'tir. Ancak bu ayların sıralanması meselesinde ihtilâf edilmiştir.
Bazılarına göre başlangıcı Muharrem, sonu Zilhecce'dir. Bunlar bir yılın aylarıdır. Nitekim Said bin Mensur ile İbn Merdu-veyh'in İbn Abbas'tan naklettikleri rivayetin zahirinden de bu anlaşılmaktadır.
Bazılarına göreyse bu ayların başı Receb'tir. Bu da ikinci yılın aylarındandır. Bu görüştekiler İbn Cerîr'in İbn Ömer'den rivayet ettiği şu hadisi delil olarak öne sürmüşlerdir: «Ey insanları Kuşkusuz saman döndü. Allah'ın yer ve gökleri yarattığı gündeki durumu ne ise, zaman bugün de aynı durumdadır. Kuşkusuz Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunların dördü haram aylardır. Ayların ilki Mudar kabilesinin Receb (ayıdır). Receb ayı Cemaz ile Şaban arasına gelir. İkincisi Zilkade, Üçüncüsü Zilhicce, dördüncüsü ise Muharrem'dir.»
Bazıları da haram ayların ilkinin zilkade olduğunu söylemişlerdir. Nitekim İmam Nevevî de bu görüşe katılmıştır. Çünkü bu şekilde haram aylar arka arkaya gelmektedirler.
Hz. Peygamber'in (s.a) Mina'daki hutbesini Buhari ve Müslim şu şekilde rivayet etmektedirler: «İyi bilin ki zaman Allah Te-âlâ'nın yer ve gökleri yarattığı gündeki gibi dönmektedir. Bir yılda on iki ay vardır. Bunların dördü haram aylardır. Haram ayların üçü ardısıra gelir. Biri de Mudar kabilesinin Receb (ayıjdır.»
Burada da görüldüğü gibi Receb ayının Mudar kabilesine bağlanmasının nedeni Rabia kabilesinin Ramazan ayını haram aylardan sayıp, ona Receb adı vermeleridir. Bu bakımdan hadiste Mudar'ın Receb'i diye buyurulmuştur.
Bazıları yapılan ilk tertibe göre bunların bir yılın aylarından olduğu, ikinci tertibe göre de iki yılın aylarından olduğu kuralım getirmişlerdi. Onlar yılın başlangıcı Muharrem ayı olması halinde, bunların bir yılın ayları olduğunu söylemektedirler. Bu ise Hz. Ömer'in döneminde meydana gelmiş bir olaydır: Daha önce tarih Fil yılıyla belirtiliyordu. Ondan önce de Hişam "bin Muğire' nin vefat tarihi esas alınıyordu. Sonra islâm'ın bağlangıcında tarih Rebî'ul-Evvel ayıyla başladı. Bu tarihe göre olay tersine dönmektedir. Ancak bu sözü söyleyenler, Araplara göre Fil hadisesinden önceki yılın ilk ayının hangisi olduğunu belirtmemişlerdir.
Bazılarının sözünden de anlaşılan daha önce de ayların ilkinin Muharrem olduğudur. Ancak Yemen ve Hicaz'da Arapların birçok tarih başlangıçları vardı. Bunları çocuklar babalarından ve atalarından öğrenirlerdi. Muhtemelen bu o günlerde cereyan eden olaylara dayanılarak ayarlanırdı.
Hz. Peygamber (s.a) hicret ettiği zaman müslümanlar onun hicretini tarihe başlangıç olarak kabul ettiler, ondan öncekileri bıraktılar. Gelen her seneye o yıl içinde vuku bulan bir olayın adını vermeye başladılar. Meselâ, İzin Yılı, Emir Yılı, İbtiîa Yılı gibi. Bu durum Hz. Ömer'in dönemine kadar sürdü. Sonunda sa-habîlerden bazıları, bu meseleyi Hz. Ömer'e açarak, «Bu böyle gı derse, bazı yıllar hakkında anlaşmazlıkların ve yanlışlıkların olması muhtemeldir» dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer hicret yılını, diğer yılların isimlendirilmesini terketmek suretiyle tarihe başlangıç olarak seçti ve sahabîler de Hz. Ömer'in bu görüşüne muvafakat ettiler.
Buharî'nin bazı şerhlerinde şunlar yazılıdır:
Ebu Musa el-Eşarî Hz. Ömer'e, «Müminlerin Emîrinden bize birtakım emirnameler geliyor ama biz onların hangisiyle hareket edeceğimizi bilemiyoruz. Okuduğumuz bir emirnamede Şaban ayının zikredüdiğini görüyoruz. Fakat onunla hangi Şaban'ın kastedildiğini, geçmiş Şaban mt, gelecek Şaban mı olduğunu bilemiyoruz» diye yazdı. Bunun üzerine Hz. Ömer de Hicret yılını tarih başlangıcı olarak seçti.
Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer'e ödeme zamanı Şaban ayı olan bir emirname gelir. O, «Burada hangi Şaban kastedilmektedir?» dedikten sonra, «Mallar elimizde çoğaldı. Biz zamana göre taksim edemiyoruz. Bunun kaydını nasıl yapacağız?» diye düşündü. Bunun üzerine Hz. Ömer'in vasıtasıyla müslüman olan Ehvaz kralı, Hz. Ömer'e, «Acemlerin bir hesabı vardır. Ona Nevruz adını veriyorlar. Onu galip gelen Kisralara isnad etmektedirler» de. yip, o hesabı Hz. Ömer'e anlatarak, özelliklerini açıkladı. Hz. Ömer de, «Halk için bir tarih tesbit edin ki böylece ona dayanarak muamele yürüsün, tarihler kaydedilsin» dedi. İşte o zaman Yahudilerin takvimini teklif ettiler ama Hz. Ömer kabul etmedi. İranlıların takvimini teklif ettiler onu da kabul etmedi, sonunda Hz. Peygamber'in hicretini tarihe bağlangıç olarak kabul ettiler. [36]
Müslümanlara göre aylar, Şer'i, Hakikî ve Istılahî olmak üzere üçe ayrılır.
Şer'î ay, hilalin görülmesiyle başlar. Şartlan fıkıh kitaplarında zikredilmiştir. Mısırlı Yunus el-Hakim, Hicrî tarihin ilk Muhar-rem'inin başlangıcının, perşembe günü olduğunu söylemektedir. îbn Şatır'a göre, ilk Muharrem'in hilali Mekke'de Cuma günü görülmüştür.
Hakikî ay ise, ay ile güneşin birlikte bulundukları noktadan ayrıldıktan sonra yeniden aynı yere dönüp birleşmelerinden itibaren başlar. Bu süre 29 gün ile bir gün ve gecenin 360 parçasından 191 parçasına tekabül eder. Böylece Kamerî yıl 354 tam gün, bir günün beşte biri, altıda biri ile bir saniyedir. Bu da bir gün ile bir gecenin otuz parçasından on bir parçasına tekabül eder. Bu parçaların yandan fazlası bir araya geldiğinde, onu tam bir gün sayarak, diğer günlere eklerler. Böyle o yıl kebiseli (artıkh) yıl olur. Onun günleri 355'tir. Sözkonusu parçalar yandan fazla olduğundan dolayı onu tam bir gün kabul etmişlerdir.
Istılahı ay da aylan bir tam, bir de eksik olarak kabul edilen aylardır. Muharrem ayı onların ıstılahına göre 30, Safer ayı ise 29 gündür. Bu böylece Kamerî yılın sonuna kadar sürer-gider. Yani tek aylar 30 gün çeker ve başlangıcı Muharrem'dir. Çift aylar ise 29 gün çeker ve başlangıcı. Saf er ayıdır. Ancak Kebise Yılı'nın [37] günlerinden artanı, yılın sonu olan Zilhicce'ye eklemeyi ıstılah olarak kabul etmişlerdir.
Şer'î ayın dönüşü hilalin doğuşuna bağlı olduğundan dolayı aylarda ihtilaf edilmiştir. Bazıları 29, bazıları ise 30 gün olmuştur. Bir ayı tanı, diğer bir ayı eksik olarak tayin etmek olmaz. Aksine bazı yıllarda 30 gün çeken ay, bazı yıllarda da 29 gün çeker.
Hz. EbuBekir'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «İki Bayram ayı vardır ki eksilmezler. Onlar Ramazan ve Zühicce'dir.» (Buharı, Müslim)
Bazıları, bu hadisi, bu iki ayın aynı yılda birden eksilmeyeceği şeklinde yorumlamışlardır ve bu da yaklaşık olarak böyledir, demişlerdir.
Bazıları ise, bu hadisi Zilhicce'nin sevabının, Ramazan'ın sevabından fazla olmayacağı manâsında tefsir etmişlerdir. Ancak bu tefsir zayıftır. Nitekim İmam Nevevî de birinci yorumu daha sahih ve güvenilir bulmuştur[38].
«Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan din budur;» yani bu din Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e aittir. Çünkü Araplar sözkonusu adeti Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'den tevarüs etmişlerdir. Araplar bu dört haram aya çok saygı gösterirlerdi. Öyle ki kişi babasının veya kardeşinin katilini .bu aylar içinde ele geçirse bile ona dokunmazdı. Bu mânâdan esinlenerek Araplar Re-ceb ayma «sağır» veya «Mızrak başlarının söküldüğü ay» derlerdi. Bu adet Nesie'yi ihdas edip, bozmalarına kadar sürmüştür.
Kelbî'ye göre burada, «Din» kelimesi ile hüküm, «Kayyım» kelimesi ile de sabitlik, değişmezlik kastedilmektedir. Yani bu değiştirilmeyen, bozulmayan ve sabit olan bir hükümdür.
Bazıları ise din ile burada hesabın kastedildiği görüşündedirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Akıllı kimse nefsini tedyin eden (hesaba çeken) ve ahiret hayatı için çalışan kimsedir» diye buyurmuştur. Buna göre ayet şöyle anlaşılır: «Ayların sayısının on iki olması doğru, güvenilir ve eşit bir hesaptır.»
Arapların Nesie şeklinde uygulamakta oldukları hesap doğru değildir.
«Öyle ise bu aylarda kendinize zulmetmeyin»; yani sakın bu ayların haramlığını çiğnemek ve Allah'ın haram kıldığı fiilleri işlemek suretiyle kendinize zulmetmeyin. Buradaki «Hunne» zamirinin haram aylara ait olduğunu Katade rivayet etmiştir. Ferra ve müfessirlerin çoğu, Katade'nin bu rivayetine uymuşlardır.
Bazıları bu zamirin yılın tüm aylarına ait olduğu görüşündedir. Yani «Yılın tüm aylarında isyana dalmak ve taatleri terketmek suretiyle kendinize zulmetmeyin» Veya, «O ayların helâl olanlarını haram, haram olanlarım ise helâl kılmayın. Müşrikler böyle yapıyorlar diye siz de aynısını yapmayın.» [39]
Cumhur-u Ulema'ya göre, haram aylarda savaşmanın yasak oluşu yürürlükten kaldırılmıştır. Onlar «zulüm» kelimesini günah işlemekle yorumlamışlardır. Şayet durum bundan ibaretse niçin haram aylarda günah işlemekle nefislerine zulmetmek sözkonusu edilmektedir? Oysa tüm yıl boyunca ne zaman günah işlense nefislere zulmedilmiş olur. Buradaki hikmet şudur: Allah Teâlâ bu emriyle haram ayları tazim etmiş olmaktadır. Çünkü vakitlerden bazıları, diğerlerinden daha efdal olabilir. Efdal olan vakitte isyan etmek ise, diğer zaman işlenilen günahlardan daha korkunçtur. Mesela Mescid-i Haram'da, ihramlıyken günah işlemek, başka bir yerde herhangi bir zamanda günah işlemekten daha korkunçtur. [40]
Ata bin Ebi Rebah, Mescid-i Haram'ds. ve haram aylarda savaşmanın müslümanlar için helâl olmadığını, ancak düşmanın kendilerine saldırmaları halinde sadece müdafaada bulunabileceklerini söylemektedir.
Bu aylarda savaş edilmesinin yürürlükten kaldırıldığını söyleyenlerin görüşü Hz. Peygamber'in uygulamasıyla ortadan kaldırılmıştır. Hz. Peygamber (s.a) Taif şehrini kuşattığı ve Huneyn' de Hevazin kabilesiyle savaştığında, zaman hicretin 8. yılının Şevval ve Zilkade aylarıydı.
«Müşrikler sizlerle nasıl topluca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın» cümlesi müşriklerle toplu olarak savaşılması ve geride onlardan nasıl kimse kalmıyorsa müslümanlardan da geride kimsenin kalmaması gerektiği hükümlerini getirmiştir. Onlar intikam için değil de, nasıl sadece İslâm dinine olan düşmanlıklarından dolayı müslümanlara savaş açıyorlarsa, müslümanlar da öfkelerinden veyahut da ganimet almak için değil, sadece şirklerinden dolayı onlara savaş açmalılar.
Bu ifade ayrıca, İmam'm. geneL seferberlik ilân etmesi halin-de tüm müslümanların buna katılmalarını farz kılmaktadır. [41]
37- Haram bir ayı geciktirmek küfrü arttırmaktan ibarettir. Kafirler onunla dalâlete düşürülürler. Allah'ın haram ettiği belirli ayların sayılan tamam olsun diye onu bir yıl helâl bir yıl da haram sayarlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helâl kılarlar. Onlara kötü amelleri güzel gösterildi. Allah kafir bir kavme hidayet etmez.
38- Ey iman edenler! Size ne oldu ki, «Aîlah yolunda topluca çıkıp seferber olun» denildiğinde yere çakılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz. Fakat ahiret hayatının yanında dünya hayatının zevki pek azdır.
39- Eğer (emrolunduğunuz bu savaşa) topluca çıkmazsanız, Allah sizi çok elim bir azaba uğratır ve yerinize başka bir kavmi getirir. Sizler ise, (savaşa çıkmamakla) O'na (Allah'a) bir zarar veremezsiniz. Allah her şeye Kadir'dir.
40- Siz ona yardım etmeseniz de Allah ona muhakkak yardım eder. Hani sadece ikiden biri olarak kafirler onu çıkardığında, ikisi mağarada iken arkadaşına şöyle diyordu: «Sakın hüzne kapılma! Elbette Allah bizimle beraberdir». Böylece Allah da ona sekmesini indirmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Küfre sapanların da kelimesini alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi en yüce olandır. Allah üstündür, hikmet sahibidir. [42]
(37) «Haram bir ayı geciktirmek...» Bu Ayetin Tefsiri
«Nesie» kelimesi sıfat veya masdardır ve ertelemek, geciktirmek anlamındadır.
Bu olayın mahiyeti şudur:
Araplar nasıl Hacc menasıkını Hz. îbrahim ve Hz. İsmail'in dininden almışlarsa, yasak aylarda savaşmanın yasak olması şeklindeki adeti de, onların dininden tevarüs etmişlerdir. Zaman geçtikçe hükümleri değiştirdiler ibadetlerde değişiklikler yaptılar. Aynı şekilde haram ayların, özellikle Muharrem ayının haramlığmda değişiklikler yaptılar. Bu ayda savaşmayı terketmek ve üç ay arka arkaya başkalarının mallarını talan etmekten vazgeçmek kendilerine oldukça ağır geliyordu. Bu hususta ilk olarak Muharrem ayının haramlığını tevil yoluyla helâl ettiler. Haram ayların sayısı yine dört olarak kalması için, onun haramlığını Safer ayına erteleyerek, kesin hükümlere ve haram ayların hikmetine karşı çıkmış oldular. Onların l?u hususta uydukları bir nizam varken Kinane kabilesinden Kalmes adlı bir kişi, Mina günlerinde hacılar bir araya geldiklerinde kalkıp, «Ben sözleri reddedilemez ve ayıplanamaz kimseyim» diye bağırdığı kayıtlıdır. Başka bir rivayette de «Ben hükmü hiç kimse tarafından reddedilemez bir kimseyim» diye ba-ye bağırdığı kayıtlıdır.
Bunun üzerine halk kendisinden, «Doğru söylüyorsun. Bizim için Muharrem ayının haramhğmt Safer ayına ertele» diye istekte bulundu. O da Muharrem ayının haramlığım Safer ayına ertele mek suretiyle helâl etti. Artık onun bu sözüyle haram ay helâl kılınmaya başladı. Sonra Araplar Muharrem ayının dışındakileri de ertelediler. Hangi ayı ertelerlerse, öteki ayın ismi ona verildiği ve böylece tüm ayların ismi değiştirilmiş oldu. [43]
Nesefî bu konuda şöyle yazmaktadır:
«Nesle,» vakti geciktirmek demektir. Meselâ «Ahş-verîşte ne-sie yaptım» demek «süreyi geciktirerek, uzattım» mânâsmdadır. Ayette ise bir haram ayın başka "bir aya ertelenmesi anlamında kullanılmıştır. Bu olayın mahiyeti şudur:
Cahilliyye devrinde Araplar haram aylara hürmet ve saygı göstermeye inanırlardı. Bunu Hz. İbrahim'in dininden tevarüs etmişlerdi. Ancak Arapların geçim kaynakları avcılık ve korsanlık yapmaktan başka bir şey olmadığından üç ay peşisıra bu işlerden uzak kalmaları kendilerine oldukça ağır geliyordu. Haram aylarda vuku bulan savaşları, helâl aylara bırakmayı hiç hoş karşılamadıkları için, haram ayların haramlığını başka aylara ertelerlerdi. Meselâ Muharrem ayının haramlığım Safer ayına ertelemek suretiyle Muharrem ayını helâl, Safer ayını ise haram kılarlardı. Safer ayının haramlığım başka bir aya ertelemek zorunda kalırlarsa eğer, bu sefer onu da helâl kılarlardı. Meselâ onu da Rebî'ul-Ev-vel ayma ertelerlerdi. Artık ay be ay bu işi yaptıklarından, haram-lık yılın tüm aylan üzerinde döner hale geldi.
Araplar her bir ayda iki sene haccederlerdi. Yani iki senenin hacc'ı ayiu aya rastlardı. Zilhicce'de iki sene, sonra Muharrem'de iki sene sonra da Safer'de iki sene haccederlerdi. Diğer aylar da aynı şekildeydi. Hz. Ebubekir'in Haccet'ul-Veda'dan önceki haccı Zilkade'ye rastlamıştı. Bu Zilkade'ye rastlayan ikinci haccı idi. Sonra Hz. Peygamber (s.a) ertesi yıl Haccet'ul Veda'ysL geldi. Haccı Zilhicce'ye rastlamıştı. Bu bakımdan Zilhicce ayı haccır? meşru olan ayıdır. Hz. Peygamber (s.a) Zilhicce'nin 9. gününde vakfeye durdu, 10. gününde Mina'da halka hutbe okudu, onlara nesie'rûn kaldırıldığını haber verdi. Böylece iş sonunda, Allah Te-âlâ'run gökleri ve yeri yaratmış olduğu gündeki ay hesaplarının üzerine dönmüş oldu. [44]
îbn Abbas, Dahhâk, Katâde ve Mücahid'e göre, ayların erteleme şeklinde cereyan eden bu çirkin adeti ilk olarak Kinane oğlu Benî Malik ortaya çıkarmış, onlardan sonra Cünade oğlu Avf bunu sürdürmüştür.
Kelbî'ye göre bu çirkin adeti ilk kez ihdas eden Nuaym bin Sa'lebe adlı Kinane kabilesinden biridir. O hacc mevsiminde halk dağılmak üzere iken kalkıp, «Benim vermiş olduğum hükmü kimse bozamaz. Ben ayıplanmam ve kimse de bana cevap veremez» der. Halk kendisine, «Evet haklısın, senin emrindeyiz» diye mukabelede bulunur ve sonra da kendisinden talan edebilmek için bir haram ayı başka bir haram aya ertelemesini isterler. O da, «Bu yılın Safer ayını haram ay olarak ilân ediyorum» deyince herkes oklarının bağlarını çözer, mızraklarının başlarındaki kılıfları çıkarır. Artık o ne zaman Safer ayının helâl ay olduğunu söylerse o zaman bunun tersini yaparlardı. Bu adeti Hz. Peygamber (s.a) dönemine yetişmiş olan Cünade bin Avf adlı kişi, Nuaym bin Sa'le-be'den sonra da sürdürmüştür.
Zeyd bin Eşlem, bu işi icad eden kimsenin Kinane kabüesin-den Kalmes adlı bir kişi olduğunu ve Arapların hacc mevsiminde bir araya geldikleri zaman bu işi yaptıklarını söylemektedir.
Cüveybir'in Dahhâk ve îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, bu adeti ilk kez ortaya çıkaran Arar bin Luhay bin Kurna bin Hun-dus'tur.
Ebu Hüreyre ve Hz. Aişe'den gelen sahih bir hadiste Amr bin Luhay'm seyyibe'yi ilk icad eden olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a) onun hakkında, «Ben rüya âleminde Amr bin Luhay'uı cehennemde barsağını çektiğini gördüm» buyurmuştur.
Meşhur tarihçi Belâzûrî, el-Ensab adlı eserinde bu adeti Ebu Semame el-Kunnus bin Umeyye bin Avf adlı bir kimsenin icad ettiğini yazar. Nesie adeti tam 40 yıl sürer. Bu kimse İslâm'a yetişmiş ve kendisinden önce kavminden bu işi yapan başkalarının da bulunduğunu söylemiştir. Tayy ve Hus'am kabileleri haram aylara tazim göstermediklerinden o aylarda saldırılar yapıp, savaşırlardı. Bunun üzerine ayları birbirine erteleyen kişi, «Kimse bana karşılık veremez? Ben kimse tarafından ayıplanmam. Vermiş olduğum hüküm reddedilemez. Ben Tayy ve Hus'am kabilelerinden haram ayları helâl tanıyanların kanlarını sizlere helâl kıldım. Size karşı geldikleri takdirde onları nerede bulursanız öldürün» dedi.
îşte bu açıklamadan anlaşılıyor ki nesıe'yi uygulamak bir kural halini almıştır. Onlar kötü tevillerde bulunmak, heva ve hevese tâbi olmak suretiyle Hz. İbrahim'in dinini bozmuşlardır. Bu yüzden Allah Teâlâ nesie'mn küfürde üeri gitmek olduğunu söylemiştir. Yani bir dinin şeriatını inkâr etmektir. Allah böyle bir adetin uygulanmasına izin vermemiştir. Bu onların şirkinden ileri gelen bir küfürdür. Çünkü dinde helâl ve haram belirtmek, meşru ibadeti va'zetmek sadece Allah'ın hakkıdır. Bu hususu tartışma konusu haline getiren şirke düşer.
«Onlara kötü amelleri çirkin gösterildi» cümlesini İbn Abbas, «Şeytan bu bâtıl şüphe ile onlara kötü amellerini süslü gösterdi» şeklinde yorumlamaktadır.
Onlar Allah tarafından hangi ayların haram kılındığını biliyorlardı. Ondan bir şey eksiltemezlerdi ama onu haksız olarak başka bir aya ertelerlerdi.
Bazı ayetlerde amellerin süslü gösterilmesi fiili Allah'a, (bu ayetlerde olduğu gibi) bazı ayetlerde de şeytan'a nisbet edilmiştir.
Bu fül Allah'a izafe edildiğinde, hayır ve hikmet murad edilmiş, şeytana izafe edildiğinde ise onun fesatlığı ortaya konmuştur.
«Allah kafir bir kavmi hidayet etmez»; yani Allah dinin hükümlerinde, ferdlerin ve toplum yaran üzerine bina edilen din ve dünya işlerinin hiçbirinde, onları doğru bir hükme iletmez. Çünkü bu hidayet insanı dünya ve ahiret mutluluğuna götürür. Bu ise imanın sonucudur. Nitekim, Allah Teâlâ, «Kuşkusuz iman edenler ve salih ameller işleyenler var ya! Allah onları imanlafı sayesinde altlarından nehirler akan nimet cennetlerine iletir.» (Yunus: 9) buyurmuştur. Kafirlere gelince, onlar heva ve şehvetlerine ve şeytanın kendilerine süslü gösterdiğine tâbi olurlar. Bu ise kötülük ve ateşe girmenin sebebidir.
İbn Kesîr söz konusu ayetin tefsirinde bazı müfessir ve ke-lamcılarm zamanm dönüşü hakkındaki sözlerini naklederek, zamanın dönüşünden, Allah'ın gökleri ve yeri yaratmış olduğu dönemde kurmuş olduğu şeklin kastedildiğini söylemektedir. Daha sonra da şöyle devam etmektedir:
İddia edüdiğine göre Hz. Ebubekir'in haccı hicretin 9. yılının Zilkade ayına rastlamıştır. Bundan daha garibi ise, Tabaranî'nin bazı selef den nakletmiş olduğu bir rivayettir! Bu hadisin bir bölümünde Haccet'ul-Veda yılında müslümanlann, Yahudilerin ve nıristiyanların haclarının aynı güne rastladığı bildirilmektedir.
El-Menar sahibi bu hususta şunları yazmaktadır: Eğer sözko-nusu hadis sahih ise, bu İslâm'ın, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'in tüm insanlara gönderilmesini hedef edindiğine ya da tüm din mensuplarının birleşip, hidayete geleceklerine işaret etmektedir.
Tarih kitaplarında bununla ilgili olarak bir rivayeti Muham-med Labib bek el-Betaturî Hicaz Seyahatnamesi 'nde şöyle özetliyor:
Kabe İslâm'dan önce 27 yüzyıl Araplar nezdinde büyük bir konuma sahipti. Arapların putperestleri de, Yahudileri de, Hıris-tiyanları da böyle inanırlardı. Kabe'nin şöhreti Arap yarımadasını aşmış, Acem diyarlarına kadar ulaşmıştı. Öyle ki İranlılar Hürmüz'ün ruhunun Kabe'ye geçtiğine inanırlardı. Daha sonra Kabe' nin şöhreti Hindistan'a ulaştı. Onlar da ilahlarından biri olan Şa-buhun ruhunun Hacer'ul-Esved'de gizlenmiş olduğuna inanırlardı. Mısırlılar Hicaz'a «Mukaddes Belde» derlerdi. Yahudiler de Hicaz'a hürmet ederler ve Hz. İbrahim'in dini üzere orada ibadetlerde bulunurlardı. Arap Hıristiyanlarının Kabe'ye hürmetleri, Yahudilerinkinden daha az değildi. Öyle ki Hıristiyanların Kabe' de putları bulunuyordu. Meselâ Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail'in heykelleri vardı ve onların heykellerinin elleri üzerinde fal okları dururdu. Ayrıca Hz. Meryem ile Hz. İsa'nın da heykelleri vardı. îşte Kabe'nin cahiliyye dönemindeki itibarı bu durumda idi. İnsanlar dinlerin değişik olmasına rağmen, Kabe'yi bir mabed olarak kabul ederler ve orada kendi din ve mezheplerine göre Allah'a ibadet ederlerdi [45]
(38) «Ey iman edenler! Size ne oldu M...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet müslümanlan Tebûk Savaşı'na teşvik etmek için indirilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a) Taif dönüşü Rumlarla savaşılması için hazırlık yapılmasını emretmişti. Ancak bu dar ve sıkıntılı bir zamanda ve Hicaz'ın sıcağının en yüksek bir derecede seyrettiği bir mevsimde olmuştu. Öyle ki gölgelikler istenilip, arzu ediliyordu. Hz. Peygamber (s.a) herhangi bir savaşa gireceği zaman adeti mucibince başka bir isim verirdi. Mesela, a bölgesine gideceği zaman b bölgesine gidileceğini söylerdi. Bu durum Tebûk Seferi' ne kadar aynı şekilde değişmeden sürmüştü. Hz. Peygamber'in (s.a) Tebûk'a gitmek için çok sıcak bir zamanda uzun bir sefere çıkması ve çöller ile sahraları geçmesi gerekiyordu. Sayısı oldukça fazla olan bir ordu ile karşılaşacağı ihtimalini dikkate alarak müs-lümanlara doğrudan Tebûk'ta Rumlarla savaşılacağım bildirdi. Böylece müslümanların düşmanlarının hazırladığı gibi hazırlanmalarını düşünmüştü. Ancak bu 'sefer' haberi müslümanlara çok ağır geldi. Üzerlerine rehavet çökmüştü adeta. Bunun üzerine Allah Teâlâ mezkûr ayet-i kerîme'yi indirdi.
«Size denildiğinde» ifadesiyle «Allah Rasûlü'nün size dediğinde» anlamı kastedilmiştir. «Nefr»; Allah yolunda cihada çıkmak için İmam'm insanları cihada teşvik etmesi, cihada katılmaya çağırması anlamına gelir. Hz. Peygamber'in (s.a) «Çağrıldığınızda icabete davet edin» şeklindeki hadisinde geçen ve nefr kökünden -Ferfiru- fiili bu mânâya gelir.
«Issakaltum»; yani savaşa çıkmak hususunda geciktiniz, yere çakılıp kaldınız ve evlerinize kapandınız.
Bu seferin sahabîlere ağır gelmesinin nedeni, zaman ağırlığı, vaktin darlığı, sıcaklığın şiddeti, mesafenin uzaklığı ve silahlara duyulan ihtiyaçla birlikte, yiyecek ve içecek meselesiydi. Ayrıca Medine'nin meyveleri olgunlaşmış, gölgelikleri hoş olmuştu. Düşmanın oldukça fazla sayıda bir orduya sahip olması da cabasıy-dı. İşte tüm bu sebeplerin bir araya gelmesi, halkın sefere çıkmaktan çekinmesine neden olmuştu.
Allah Teâlâ onları kınayarak, «Size ne oldu ki, Allah yolunda topluca savaşa çıkıp, seferber olun denildiğinde yere çakılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz?» diye buyurdu. Yani hayatın zeliline, dünyanın geçici gözahcılığına aldanıp da ahiretin sonsuz nimetlerini mi bıraktınız? İyi bilin ki dünya nimetleri ve lezzetleri geçicidir. Kısa bir zaman içerisinde biterler. Ancak ahiretin nimetleri sonsuz ve tükenmez. Bu bakımdan dünya nimetleri ne kadar çok olursa olsun sonsuz bir nimetle mukayese edildiğinde az görülür.
Bu ayette her halükârda, yani her zaman cihada çıkmanın vacip olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü Allah Teâlâ burada kesinlikle cihaddan vazgeçip, yere çakılmanın kötü bir iş olduğunu açıklamıştır. Eğer cihad böyle durumlarda vacip olmasaydı, Allah Teâlâ bu ayette mezkûr işi yapanları ayıplamazdı.
(39) «Eğer topluca çıkmazsanız...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Allah'ın emrine uymazsanız ahirette azaba uğrarsınız. Çünkü elem verici azap sadece ahirettedir. Bazı müfessirler buradaki azap ile Allah'ın yağmuru keseceğine işaret edildiğini söylemektedirler.
Necdet bin Nufeyi' bu ayetin mânâsını îbn Abbas'a sorduğun. da o şöyle cevap verir: «Hz. Peygamber (s.a) sahabîleri değil, Arap kabilelerinden birini savaşa çağırdı. Onlar da bu konuda ağır davrandılar. Allah Teâlâ da onlara azap olsun diye, yağmuru kesti.»
«Ve yerinize başka bir kavini getirir»; yani sizden daha hayırlı ve daha itaatkâr bir kavmi getirir.
Said bin Cübeyr sözkonusu edilen kavmin İranlılar olduğunu söylemiştir. Bazılarına göre de bu kavim Yemenlilerdir.
«Sizler ise Allah'a hiçbir zarar veremezsiniz»; yani ağır davranmanız, Allah'ın dininde gevşek davranmanız Allah'ın dinine zerre kadar zarar getirmez. Çünkü «Allah her şeye kadirdir.» Ayetteki zamirin Hz. Peygamber'e (s.a) raci olması da mümkündür. Yani «Sizler Peygamber'e (s.a) hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü Allah ona yardım edeceğine ve onu koruyacağına dair söz vermiştir. Allah'ın sözü ise mutlak yerine gelecektir.» Zamirin burada Allah'a ait olduğu Hasan Basrî'den rivayet edilmiş ve Cübbaî de ona uymuştur.
(40) «Siz ona yardım etmeseniz de...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ'nın peygamber'ine yapmış olduğu yardım, Hz. Peygamber'in (s.a) Mekke'den çıkarıldığı zamana rastlamıştı. Allah Teâlâ peygamber'ine hicret iznini verdiğinde, ikiden biri (Hz. Ebubekir'le beraber) olduğu halde Hz. Peygamber (s.a) hicret etmiştir. «İkisi mağarada iken» ifadesinde geçen Gar (mağara) dağın içinde bulunan büyük deliğe denir. Bu mağara Mekke'ye yakın bulunan Sevr dağındadır.
«Arkadaşına 'Sakın hüzne kapılma! Elbette Allah bizimle beraberdir 'diyordu.» Hz. Peygamber'in (s.a.) Hz. Ebubekir'e böyle demesinin sebebi, onun peşlerine düşen müşriklerin yerlerini tes-bit edip, Allah'ın Rasûlü'ne bir kötülük yapacaklarından çekinmesidir.
«Sakın hüzne kapılma! Elbette Allah bizimle beraberdir»; yani Allah Teâlâ yardımıyla bizimle beraberdir.
Şabî Allah Teâlâ'nın bu ifadeyle yeryüzünde yaşayan diğer insanlara seslendiğini ve Hz. Ebubekir'i istisna ettiğini söylemektedir. Çünkü o Hz. Peygamber'e (s.a) her şeyiyle yardım etmişti ve yine de etmekten kaçmmazdı.
Hasan bin Fadl, Hz. Ebubekir'in Rasûlüllah'm sahabîsi olmadığını söyleyenin küfre gireceğini belirtmiştir. Çünkü böyle bir kimse Kur'an'ın bir ayetini inkâr etmiş olmaktadır. Kur'an'da Allah Teâlâ, «Hani sadece ikiden biri olarak kafirler onu çıkardığında o arkadaşına (sahabisine) «Sakın hüzne kapılma! Elbette Allah bizimle beraberdir)) diyordu» buyurmuştur.
Önemli Bir Kural: Hz. Ebubekir dışındaki diğer sahabîlerin, sahabîliğini inkâr eden kimse bid'atçıdır.
İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ebubekir'e hitaben «Sen, benim Havz üzerinde ve mağaradaki arkadaşımsın» diye buyurmuştur. (Tirmizî, bu hadisi rivayet ettikten sonra Hasen-Garib kaydım koymuştur.)
Hz. Ebubekir'den rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: «Biz mağarada iken müşriklerin ayaklarına baktığımda, ayaklarının tam tepemizin hizasında gezindiklerini gördüm ve «Ey Allah' m Rasûlü!» dedim : «Eğer bunlardan biri ayaklarına baksa, bizi ayaklarının altında gizlenmiş olarak görecekler.» Hz. Peygamber (s.a) «Ey Ebubekir! üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkındaki kanaatin nedir?» diye buyurdu. (Buharî, Müslim).
îmam Nevevî, Allah Teâlâ'nın yardımıyla, korumasıyla, hallerini düzeltmesiyle, onların üçüncüleri olduğunu söylemiştir. Tıpkı şu ayet de böyledir: «Kuşkusuz Allah kendisinden korkanlarla ve ihsan edenlerle beraberdir.» (Nahl: 128)
Mezkûr Ayet-i Kerîme'de Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'a karşı olan güveninin ne kadar güçlü olduğuna işaret edilmektedir. Hz. Hz. Peygamber (s.a) böylesine ölüm kokan bir yerde bile tevekkülden zerre kadar ayrılmamıştır. Bu olayda ayrıca Hz. Ebubekir' in fazüeti de zikredilmektedir. Bu da onun en önemli menkibele-rinden biridir. Nitekim Hz. Ebubekir'in birçok yönden faziletleri vardır :
1) Allah Teâlâ'nın yardımıyla onların üçüncüsü olduğu malûmdur.
2) Hz. Ebubekir kendisini Hz. Peygamber (s.a) için feda ederek, aile efradından, malından ve toplumsal konumundan ayrılmış, Allah'ın ve Rasûlü'nün emri altına girmiştir. Herkes Hz. Peygamber'e (s.a) düşman iken, o Hz. Peygamber'in yanından ayrılmamış ve adeta kendisini ona kalkan yapmıştır. Nitekim Hz. Ömer'den rivayet olunduğuna göre, bir gün onun yanında Hz. Ebubekir'den hayırlı bir şekilde' bahsedildi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: isterdim ki tüm amellerim onun günlerinden bir günün ve gecelerinden bir gecenin ameli kadar olsaydı. Onun gecesiyle Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte Sevr dağındaki mağaraya gittikleri geceyi kastediyorum. İkisi mağaraya vardıklarında Hz. Ebubekir Hz. Peygamber'e (s.a): «Allah'a yemin ederim, ben içeriyi kontrol etmeden önce, mağaraya girmeyeceksin. Eğer orada bir tehlike varsa da önce bana isabet etsin» dedi ve içeriye girerek, mağarayı süpürdü. Kenarda bir delik görünce elbisesini parçalayarak o deliği tıkadı. İki delik daha vardı. Onlara da ayaklarını dayadıktan sonra Hz. Peygamber'e içeri girebileceğini söyledi. Hz. Peygamber (s.a) içeri girip başını Hz. Ebubekir'in kucağına koyup uykuya daldı. Hz. Ebubekir'in ayaklan bir şey tarafından ısınldı. Ama o Kasûlüllah'ı uyandırma korkusuyla bu acıya katlanıp sesini çıkarmadı. Ancak gözyaşları Rasûlüllah'ın mübarek yanağına düşünce Hz. Peygamber (s.a) ona niçin ağladığını sordu. O da, «Ey Allah'ın Rasûlü! Anam-babam sana feda olsun. Zehirli bir hayvan beni soktu» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) mübarek tükürüğüyle orayı sıvazladı ve onun acısı kayboldu. Yıllar sonra bu acı ortaya çıkarak Hz. Ebubekir'in Ölümüne sebep ' olmuştur. Onun gününe gelince, Hz. Peygamber (s.a) vefat etti-I ğinde Arap kabileleri irtidat ederek, zekat vermeyeceklerini üân ) ettiler. Hz. Ebubekir, «Eğer benden bir devenin yularım dahi esir-D gerlerse onlarla savaşırım» dediğinde ben ona, «Ey Rasûlüllah'ın I halifesi! Halka şefkat göster» deyince o da bana, «Sen cahiliyyede {. iken cesur ve güçlüydün. Şimdi islâm'da mı korkak oldun. Kesin-t- likle vahyin nüzulü sona ermiş, din tamamlanmıştır. Ben hayatta iken din eksiltilebilir mi?» dedi. (Cami'ul-Usul)
Begavî şöyle nakletmektedir: Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ebubekir ile mağaraya giderken, Hz. Ebubekir bazen onun önünde, bazen de arkasında yürüyordu. Hz. Peygamber (s.a) ona niçin böyle yaptığını sorunca, o şöyle dedi: «Ya Rasûlüllah! arkamızdan gelenlerin olduğunu hatırlayınca arkandan, önümüzde bir gözet-leyici olma ihtimalini düşününce de önünden gidiyorum» diye cevap verdi. Mağaraya vardıklarında ise Hz. Ebubekir: «Ya Rasûlüllah! Sen dur, ben mağarayı kontrol ettikten sonra içeri girersin dedi.» İçeriyi kontrol ettikten sonra, Hz. Peygamber'e içeriye girebileceğini söyleyerek, «Eğer ben öldürülsem, ben bir kişiyim. Fakat sen öldürülsen tüm ümmetin helak olur» dedi.
Tevbe suresinin 40. ayetinde Hz. Ebubekir'in sahabîlik sıfatı kesin bir surette tesbit edilmektedir. Dolayısıyle onun sahabîlik sıfatım inkâr eden kimse kat'î nassı kabul etmediğinden dolayı |l küfre girmiş olur.[46]
a) Hz. Peygamber (s.a) kafirlerden kaçıp, mağarada gizlenil diğinde, Hz. Ebubekir'in iç ve dış dünyasına muttali idi ve onun sadık, sıddıyk ve muhlis bir müslüman olduğunu biliyprdu. Onuns arkadaşlığını böylesine korkunç bir yerde bu nedenden dolayı kabul etmişti.
b) Hicret Allah'ın izniyle oldu ve Allah Teâlâ peygamberi' nin arkadaşlığına Hz. Ebubekir'i seçti. Aile efradından ve akrabalarından bu şerefi ona bahşetti. Hz, Ebubekir'in bu özelliği onun şerefine ve diğerlerinden üstün olduğuna işaret eder.
c) Allah Teâlâ, «Siz ona yardım etmeseniz de Allah ona muhakkak yardım eder» ayetiyle Hz. Ebubekir dışındaki insanlara hitap etmiş olmaktadır. Bu da onun faziletine delâlet eder.
d) Hz. Ebub.ekir hiçbir seferde veya barış zamanında, Hz. Peygamber'! (s.a) bırakmadı. Sürekli onunla beraberdi. Bu durum da onun peygamber sevgisinin ve arkadaşlığının candan olduğuna delâlet eder.
e) Onun mağarada Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte bulunması ve kendini onun yerine feda etmekten kaçınmaması da onun faziletine delâlet eder.
f) Allah Teâlâ Hz. Ebubekir'i «Hani sadece ikiden biri olarak kafirler onu çıkardığında, ikisi mağarada iken (...)» ifadesiyle Hz. Peygamber'in (s.a) ikincisi olarak onu tavsif etmiştir. Bu da onun faziletin en son derecesinde olduğuna delâlet eder. Nitekim bazı alimler Hz. Ebubekir'in birçok meselede Rasûlüllah'ın (s.a) ikincisi konumunda olduğunu söylemişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a) insanları iman etmeye davet ettiğinde, ilk iman eden kimse Hz. Ebubekir olmuştur. Sonra da Ebubekir (Hz.) insanları Allah ve Rasûlü'ne iman etmeye çağırmaya başladı ve Hz. Osman, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr onun vesilesiyle müslüman oldular. O da onları Hz. Peygamber'e götürdü.
g) Hz. Ebubekir Rasûlüllah'ın tüm savaşlarında onunla beraberdi.
h) Hz. Peygamber (s.a) hastalandığında onun imamet görevini, vekâleten Hz. Ebubekir yerine getirdi. Böylece İmamlıkta da, Rasûlüllah'm ikincisi olmuş oldu.
i) O Rasûlüllah'm mübarek türbesinin yanında da ikincisidir.
j) Allah Teâlâ ayetle Hz. Ebubekir'in sahabîliğini tesbit etmiştir ki bu ondan başkasına nasip olmamıştır.
k) Allah Teâlâ yardımıyla Hz. Peygamber (s.a) ile Hz. Ebubekir'in üçüncüsüydü. Allah kiminle beraberse bu o kimsenin fazilet ve şerefine delâlet eder.
1} Allah Teâlâ Hz. Ebubekir'in üzerine «sekine» indirmiş ve onu 'bununla ayırmıştır.
«Onu sizin görmediğiniz askerlerle kuvvetlendirdi»; yani Allah Teâlâ melekleri kafirlerin yüzlerini ve gözlerini görmemelerini sağlamaları için ve peygamberi kuvvetlendirsinler diye indirdi.
Bazı müfessirler bu ifadeyi, «Kafirlerin Kalplerine Rasûlüllah. ile savaşmalarım önleyecek ve kaçacak kadar korku soktu» diye yo rumlamaktadırlar.
Mücahid ve Kelbî'ye göre bu ifade, «Bedir gününde Allah ve melekler ona yardım etti» mânâsındadır. Böylece Allah, Peygam-ber'ine yardım ettiğini haber vermiş ve güçsüz ve korku halindeyken düşmanlarının hilelerini (tuzaklarını) ondan uzaklaştırdığını kendisine büdirmiştir. Daha sonra da ona Bedîr gününde meleklerle yardım etmiştir.
«Küfre sapanların kelimesini de alçaltmıştı»; yani şirk kelimesini alçaltmıştır. Bu kelime kıyamete değin alçaktır.
«Allah'ın kelimesi en yüce olandır. Allah üstündür, hikmet sahibidir.» İbn Abbas'a göre Allah'ın kelimesinden maksat La ilahe illallah'tıv. Bu kelime kıyamete değin kalacak ve daima yüce olacaktır.
Bazı müfessirlere göre, «Küfre sapanların kelimesi» ile onların aralarında Hz. Peygambere (s.a) kurdukları tuzak kastedilmektedir. Çünkü onlar Hz. Peygamber'i öldürmek için böyle bir plan kurmuşlardı. İşte onların kelimeleri budur. «Allah'ın kelimesi» ise, Hz. Peygamber'e (s.a) va'dettiği yardım ve zaferdir. Allah'ın va'di ise hak ve doğru çıkmıştır. [47]
41- Hafif ve ağır olmak üzere (her iki şekilde de) savaşa katılın. Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla cihad edin. Eğei bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
42- Eğer çağırıldıkları şey elde edilmesi kolay bir dünya menfaati ve sıradan bir yolculuk olsaydı sana uyacaklardı. Fakat zorlukla katedilecek mesafe kendilerine uzak geldi. Onlar «Gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık» diye Allah adına yemin edecekler. Onlar kendilerini helak ediyorlar. Allah onların yalancı olduklarını bilir.
43- Allah seni affetsin. (Özür beyan etmek hususunda) doğru söyleyenler sana iyice belli olmadan ve sen yalancıları tanımadan Önce neden onlara (cihada katılmamaları için) izin verdin?
44- Allah'a ve Âhiret Günü'ne iman edenler, mal ve canlarıyla cihad (a katılmak) için asla senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini bilir.
45- Ancak Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman etmeyen ve kalplerinde şüphe bulunanlar senden (savaşa katılmak hususunda) izin isterler.
46- Eğer (savaşa) çıkmak isteselerdi, onun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların yaptıklarından hoşlanmadığı için onların cesaretini kırdı ve onlara: «Oturanlarla beraber siz de oturun» denildi.
47- Eğer sizinle (savaşa) çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir hizmette bulunmazlardı. Aranıza ayrılık düşürmekten de geri kalmazlardı. Onlar sizi ayrılık ve fitneye düşürmeye uğraşıyorlar. İçinizde onlara kulak asan kimseler de vardır. Allah zalimleri bilendir. [48]
(41) «Hafif ve ağır olmak üzere...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani gerek hafif gerek ağır olmak üzere cihada katılın. Bu iki Özelliğin altına birçok bölüm dahil olmaktadır. Bu yüzden müfes-sirlerin bu ayet ile ilgili görüşleri farklıdır.
Hasan Basri, Dahhak, Mücahid, Katade, İkrime ayeti, «Genç ve ihtiyar savaşa katılın» şeklinde yorumlamaktadırlar. Mezkur ifadeyi İbn Abbas: «Keyifli ve keyifsiz,» Atiyye el-Ufi; «Yaya ve bi-nekli,» Ebu Salih; «Fakir ve zengin,» İbn Zeyd; «Mülkü olan ve olmayan» şeklinde yorumlamıştır.
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre hafif ile mala ihtiyacı ve hırsı olmayan kimseler kastedilmiştir. [49]
(42) «Eğer çağırıldıkları şey elde edilmesi...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani, «Eğer onları çağırdığın şey, alınması kolay ve yakın bir ganimet veya kolay ve yakın bir yolculuk olsaydı, muhakkak seninle birlikte sefere çıkarlardı. Ama mesafesi uzun olan sefer onlara ağır geldi. Çünkü insanoğlunun uzun yolculuğa çıkması zoruna gider. Eğer kendilerini çağırdığın şey yakın bir dünyalık, kolay bir ganimet, kısa bir yolculuk v.b olsaydı o zaman bunları arzulayarak hemen sana tâbi olurlardı. Ancak? yolculuğun oldukça uzak, Rumlarla savaşmanın ise tehlikeli olduğu ortaya çıkınca geride kaldılar. Allah Teâlâ tüm bunları beyan ettikten ve Hz. Peygamber de (s.a) seferden döndükten sonra onlar yalan yere yemin edecekler, «Gücümüz yetseydi sizinle beraber biz de çıkacaktık» diyeceklerdir. Onlar bu yalan yere yemin ettikleri ve ikiyüzlü oldukları için sadece kendilerini helak etmektedirler.»
Bu ayet yalan yere yeminin sahibini helak ettiğine açıkça delâlet etmektedir.
(43) «Allah seni affetsin...»Bu Ayetin Tefsiri
İmam Taberi'ye göre bu hitab Allah Teâlâ tarafından gelen ilâhî bir kınamadır. Bununla Hz. Peygamber (s.a) münafıklardan geri kalıp, Tebûk seferine katılmak istemeyenlere izin verdiği için uyarılmaktadır.
Bu olay Hz. Peygamber (s.a) Tebûk seferine gitmek üzere yola çıktığı sırada vuku bulmuştur. Yani, «Ey Muhammedi O izin hususunda senden sadır olan zelleyi Allah affetsin! Çünkü onlar seninle birlikte Tebûk seferine çıkmamak için senden izin istediklerinde sen onlara izin verdin.»
Amr bin Meymun'dan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) izin almadan iki davranışta bulunmuştur.
a) Münafıklara cihada katılmamaları hususunda izin vermiştir.
b) Bedir esirlerinden fidye almıştır.
Allah Teâlâ bu iki hususta da Rasûlü'nü uyarmıştır.
Süfyan bin Uyeyne, «Şu ilâhî lütfa bakınız ki Allah Teâlâ önce Rasûlü'nü affettiğini, sonra da kınadığım bildirmektedir» demiştir. [50]
Peygamberlerin günah işleyebileceği görüşünde olanlar bu ayetle istidlal ederek, bunu iki şekilde açıklamışlardır.
İ) Allah Teâlâ ayetinde, «Allah seni affetsin» demektedir. Affetmek daha önce işlenmiş bir günahın olduğunu gösterir.
2) Yine Allah Teâlâ, «Neden onlara izin verdin» demiştir. Böyle bir soru ise, iznin verilmemesi gerektiğini ortaya koyar. Yani bu bir istifham-ı inkariyyedir.
Ehli Sünnet birinci şıkla ilgili olarak «Allah seni affetsin!» cümlesinden bunun illa bir günahın işlenmiş olduğuna delâlet ettiği mânâsını çıkarmaz. Aksine biz bu ifadenin, saygı ve övmede mübalağaya delâlet ettiği kanaatindeyiz. Tıpkı bir kimsenin başkasını saygıyla anmak istediğinde «Allah seni affetsin! Benim hakkımda ne yaptın?» veya «Allah senden razı olsun! Benim sözlerime ne cevap vereceksin?» ya da «Allah seni affetsin! Allah senin günahını bağışlasın!» demesi gibi. Buradaki cümlelerin tümü de konuşmaya başlangıç olarak sözün açılışında kullanılırlar ve karşıdaki kişiye tazimde bulunulduğunu gösterirler.
Ali bin Cahm, Halife Mütevekkil'e hitaben şöyle demiştir: «Allah seni affetsin! Faziletinle geri gelen bir hürmet yok mudur Jci ben uzaklaştırılmaktan kurtulabileyim? Haddini aşan köleyi affeden bir sahibi, iyilik eden doğru bir kişiyi görmez misin? Daima kulları affeden seni de affetsin! Senden felâketi uzaklaştıran seni affetsin! Sen de beni affeyle!»
İkinci şıkta sözkonusu edilen, «Neden onlara izin verdin?» ibaresinin istifham-ı inkariyye olduğuna gelince, biz bu iddiayı kabul etmiyoruz. Çünkü bu olayda Hz. Peygamber'den Cs.a) bir günah sadır olmuş da olabilir, olmamış da. Eğer bir günah sadır olmuşsa aftan sonra günahın zikredilmesinin bir mânâsı kalmaz. Allah Teâlâ'nın, «Allah seni affetsin!» şeklindeki ifadesi affın meydana geldiğini göstermektedir. Bu bakımdan af meydana geldikten sonra artık affın sildiği bir günah dolayısıyla karşıdaki kişinin kınanması mümkün değildir. Eğer Hz. Peygamber'den (s.a) günah sadır olmamışsa, o zaman niçin kınansın? Görüldüğü gibi Hz. Peygamber hakkında burada istifham-ı inkariyyenin memnu olduğu meydandadır.
Kadı İyaz Şifa adlı eserinde mezkur ayetle ilgili olarak; bunun bir emir olduğunu, daha önce Allah Teâlâ'nın Rasûlü'ne bu emri vermemek hususunda bir nehyi bulunmadığından izin vermiş olmasının günah olarak sayılamayacağını söylemektedir. Nitekim Allah Teâlâ onu günah saymamış, ilim ehli de bu ifadeyi bir kınama olarak değerlendirmeyip, günahın mevcut olduğunu söyleyenlerin yanıldıklarını ortaya koymuşlardır. [51]
Nufteveyh adlı bir alime göre Allah Teâlâ, Rasûlü'nü günah işlemekten korumuştur. Bunun dışındaki işlerde ise Rasûlüllah Cs.a) serbestti. İster yapar, ister yapmazdı. Hz. Peygamber (s.a) hakkında vahiy gelmemiş olan hususlarda dilediğini yapmakta serbestti.
Allah Teâlâ «Onlardan dilediğine izin ver» demiştir. Böylelikle Hz. Peygamber'e onlara izin verdiğinde onların niyetlerinden haberdar olmadığı bildirilmiş olmaktadır. Eğer Hz. Peygamber (s.a) onlara izin vermeseydi yine yerlerinde oturacaklar, savaşa katılmayacaklardı. Hz. Peygamber'in (s.a) bu izni vermesinde kendisi bakımından bir sakınca sözkonusu olmamıştır. Çünkü af a fiili burada gafera fiili anlamında değil, «Uşak tuttu» mânâsında-dır. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a), «Allah at ve köle hususunda zekât vermekten sizi atfetmiştir» (Yani onlar hakkında zekât vermeyi size vacip kılmamıştır) şeklindeki hadisinde de mezkûr fiil aynı mânâda kullanılmıştır.
Affın sadece günahtan sonra olacağını iddia edenler Arap dilini iyice bilmeyen kimselerdir. İmam Kuşeyrî, «Allah seni affet-sin!» ifadesini «Senin yakana herhangi bir günah yapışmasın» şeklinde anlamlandırmıştır.
Davudi bu sözün bir ikram olduğunu söylerken, Mekkî bunun «Allah seni ıslah etsin,» «Allah seni aziz kılsın» sözleri gibi olduğunu söylemiştir.
îbn Abbas bu ayetin yorumunda Hz. Peygamber'in (s.a) o zaman münafıkları tanımadığını ve fakat Tevbe suresi indikten sonra tanıdığını öne sürmüştür.
(44) «Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani bu imana sahip olanlar ne çıkışlar da ne de girişler de senden izin istemezler. Aksine onlara bir emir verildiğinden hemen onu yerine getirirler. Çünkü özürsüz olarak izin istemek, o dönemde münafıkların alâmetlerindendi.
(45) «Ancak Allah'a ve Ahiret...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani özürsüz olarak cihada katılmama iznini senden ancak Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman etmeyen münafıklar isterler.
Allah Teâlâ hem müminlerin hem de münafıkların özelliklerini bildirirken Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman etme veya etmeme vasıflarını vurgulamıştır. Bunun nedeni kişiyi cihada sevkeden veya ondan alıkoyan şeyin iman ya da imansızlık olmasıdır. Çünkü iman veya imansızlık cihadda büyük bir rol oynar.
«Kalplerinde şüphe bulunanlar» ile imanda şüpheye düşenler kastedilmektedir. Burada şek ve şüphenin kalbe isnad edilmesinin sebebi ilim ve imanın merkezinin kalp olmasıdır. Çünkü kalbe şüphe girdiğinde iman yerini nifaka bırakır. Bu yüzden münafıklar şüphe içinde şaşkın şaşkın kıvranıp dururlar ve ne müminlerle ne de kafirlerle birlikte olabilirler.
Bu ayetin mensuh olup olmadığında alimler ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre bu ayet «Gerçekten senden izin alanlar var ya işte onlar Allah'a ve Rasûlü'ne iman edenlerdir. Bu yüzden 'bazı işleriyle ilgili olarak senden izin istediklerinde içlerinden dilediğine izin ver ve onlar için Allah'tan bağışlanma dile» (Nur : 62) aye-tiyle neshedilmiştir. Bazılarına göre de bu ayetlerin tümü muhkemdir.
Müminler Allah'a itaat ve kafirlerle cihad hususunda izin istemeden kendilerinden beklenileni süratle yaparlardı. Ancak içlerinden birinin bir meselesi olursa, gelmemek hususunda Rasû-lüllah'tan (s.a) izin isterdi. Hz. Peygamber (s.a) ise izin verip vermeme hususunda serbestti. Çünkü Allah Teâlâ, «Onlardan dilediğine izin ver» diye buyurmuştur. Münafıklara gelince, onlar bir özürleri olmadığı halde cihada katılmamak için izin isterlerdi. İşte Allah, onları böylesine özürsüz izin istemeleri nedeniyle kınamaktadır.
(46-47) «Eğer (savaşa) gıkmak isteselerdi...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Münafıkların Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte savaşa çıkma-* larının ya bir fayda getireceği ya da bir zarar getireceği ihtimalleri bulunduğuna göre, onda bir fayda varsa eğer, niçin Allah Teâla' mn onların savaşa çıkmalarını engellediği düşünülebilir. Yok eğer savaşa çıkmaları zarara yol açacaksa niçin Hz. Peygamber (s.a) onlara savaşa gelmemeleri için izin verdiğinden kınanmıştır.
Bu sorular şu şekilde cevaplandırılabilir:
Münafıkların Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte savaşa çıkmaları büyük bir bozgunculuğa yol açacaktı. Çünkü Allah Teâlâ bunu «Eğer savaşa çıkmış olsalardı, bozgunculuktan başka bir hizmette bulunmazlardı» diyerek haber vermektedir.
İkinci nokta, buna rağmen Allah Teâlâ'nın Rasûlü'nü niçin kınadığı meselesidir. Bu da şöyle cevaplanabilir: Hz. Peygamber (s.a) tam manâsıyla tahkik etmeden, onlar hakkında kapsamlı bir bilgiye sahip olmadan ve durumlarını iyice değerlendirmeden onlara izin vermişti. İşte bu yüzden «Neden onlara izin verdin?» hitabına maruz kalmıştır.
Bazıları da Hz. Peygamber'in (s.a) kendisine bir vahiy gelmeden onlar hakkında izin verdiği için bu hitaba maruz kaldığını söylemiştir.
«Oturanlarla beraber siz de oturun»; Münafıklar savaşa katılmamak için izin istediklerinde onlara, kadınlar, çocuklar, hastalar ve gerçek özür sahipleriyle birlikte oturmaları söylenmiştir.
Bu sözü söyleyenin kim olduğunda ihtilaf edilmiştir. Bazılan bunu içlerinden bazısının bazısına söylediği, kimileri de bunun Hz. Peygamber'in emri olduğunu öne sürmüştür. Hz. Peygamber (s.a) bu sözü öfkeyle söylemiştir. Onlar savaşa çıkmamak için izin istediklerinde Rasûlüllah onlara «Oturanlarla beraber siz de oturun ve bunu kendinize ganimet sayın» demiştir. Nitekim onlar da gelmeyip, oturmuşlardır.
- Bazılarına göre de bu sözü söyleyen Aüah Teâlâ'dır. Allah onların müslümanlarla birlikte savaşa katılmasını istemediği için bu sözü kalplerine ilka etmiştir. [52]
48- Onlar daha önce de (içinize) fitne sokmaya çalışmış ve senin bir çok işini alt-üst etmeye kalkışmışlardı. Fakat onlar hoşlanmadığı halde Hak gelmiş ve Allah'ın emri ortaya çıkmıştır.
49- Onlardan bazıları: «Bana izin ver, beni fitneye (İsyana) düşürme derler. İyi bilin ki onlar fitneye düşmüşlerdir. Kuşkusuz ki cehennem kafirleri kuşatıcıdır.
50- Sana bir iyilik erişirse bu onları üzer. Ama sen bir belâya uğrarsan eğer; «Biz daha önce işimizi yolumuza koymuştuk» derler ve sevinmiş bir halde dönüp, giderler.
51- De ki: «Allah'ın bize yazdığı şeyden başkası bize isabet etmez. O bizim dostumuz (ve koruyucumuz) dur. Müminler yalnız Allah'a tevekkül etsin (güvensin) ler.
52- De ki: «Bizim için beklediğiniz ancak iki iyilikten biri değil midir? Bizim de sizin için beklediğimiz şey Allah tarafından ya da bizim elimizle size bir azabın isabet etmesidir. Şimdi bekleyin, biz de sizinle beraber (sonucu) bekleyenleriz.
53- De ki: «İster gönüllü ister gönülsüz (mallarınızı cihad için) tasadduk edin. Sîzden kabul edilmeyecektir. Kuşkusuz ki siz fasık bir kavimsiniz.
54- Onlardan intaklarının kabul olunmasına mani olan şey ancak onların Allah'ı ve Rasûlü'nü inkar etmeleri, tembel tembel namaza gelmeleri ve mallarını istemeye istemeye sarfetmeleridir. [53]
(48-49) «Onlar daha önce de...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Kadı Beyzavi ayette geçen fitne kelimesini yapılan işin paramparça edilip, ashabın dağılmasıyla yorumlamıştır.
«Daha önce de» ifadesiyle Uhud Günü kastedilmektedir. Çünkü münafıkların reisi Abdullah bin Übey ve adamları Tebük seferine katılmadıkları gibi daha önce de Uhud gününde Hz. Peygamber ile beraber yola çıkıp, Seniyyet'ul-Veda'run altında bulunan Zi-Cidde denilen yere geldikten sonra Hz. Peygamber'i (s.a) ter-kedip geri dönmüşlerdi.
«Senin birçok işini att-üst» yani sana birçok tuzaklar ve planlar kurmuşlar, dinini, risaletini yalanlamak için ortaya birtakım fikirler atmışlardı. Bu Allah'ın dini iyice belli olana ve Allah'ın yardımı gelinceye kadar sürdü. Bu iki ayet hem Ra-sûlüllah'a hem de müslümanlara birer tesellidir. Böylelikle kendilerinden, münafıkların geri kalmalarından dolayı üzülmemeleri gerektiği talep edilmektedir. Çünkü Allah Teâlâ münafıkların bu savaşa katılmalarını istememiştir. Allah Teâlâ bu iki ayetle münafıkların yüzlerindeki maskeyi yırtmakta, sırlarını ortaya dökmekte ve Hz. Peygamber'in (s.a) savaşa gelmemeleri hususunda acele edip, onlara izin vermesinden doğan hatayı gidermektedir. Böylece onların özürleri silinip, atılmaktadır.
«Onlardan bazıları: Bana izin ver beni fitneye düşürme» deyip Hz. Peygamber'den izin istemişlerdir. Yani «Bana izin vermezsen isyan eder, emrine karşı çıkarım». Bu İfadeden böyle diyen kimsenin izin alsa da almasa da savaşa katılmayacağı anlaşılmaktadır. Ya da «Mal, çoluk ve çocuğumun zayi olmasıyla beni fitneye sokmuş olursun. Çünkü benden başka onların rızkını temin edecek kimse bulunmamaktadır.» Veyahut «Bana izin ver, yoksa beni Rum kadınları yüzünden fitneye düşürmüş olursun.»
Nitekim rivayet olunduğuna göre, Ced bin Kays Hz. Peygam-ber'e (s.a) «Ensar bilir ki ben kadınlara düşkünümdür. Beni savaşa götürüp de Rum kızlarıyla beni fitnelendirme. Ben sana malımla yârdım edeyim, yakamı bırak» demiştir. Görünüşte o kimse bazı mazeretler öne sürüyorsa da aslında onun kalbinde fitne hastalığı vardı. Onun geri kalmasının gerçek nedeni işte bu fitne hastalığıydı. Bu yüzden Hz. Peygamber de kendisine izin verdiğini söylemiştir.
Kurtubî ise bu ayetle ilgili olarak şu rivayeti nakletmektedir: İbn Cüreyc münafıklardan on tanesinin Akabe gecesi Hz. Peygamber'i öldürmek maksadıyla Seniyyet'ul-Veda (Dağdaki daracık yol) da pusu kurduklarım rivayet etmiştir. [54]
(50-51) «Sana bir iyilik erişirse...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani Ey Muhammedi Zaferden, ganimetten bir iyilik sana dokunduğu zaman münafıklar (hasedlerinden) kahrolurlar. Savaş meydanında bir kaçış bir bozgun vuku bulduğunda, da «Biz dikkatli davranıp tedbirimizi almıştık» derler ve basma gelen musibete sevinerek o musibetin kendilerine gelmediğinden (bir pay çıkararak) övünüp kaçar, giderler. Ey Muhammedi Şu sana gelen kötülük ve felaketlerden sevinenlere de ki: «Bize ancak Allah' m bizim için takdir ettiği aleyhimize hüküm verdiği levh-i mahfuz da yazdığı şey isabet etmiştir.» Çünkü Allah'ın kalemi kıyamete kadar olan her şeyi yazıp, kurumuştur. Hiç kimse kendisinden Allah'ın dilemediği bir hadiseyi uzaklaştıramaz ve hiç kimse kendisine bir yarar da getiremez. Allah bizim yardımcımız ve koruyu-cumuzdur. Ölüm ve hayat meselelerinde bizi bizden daha iyi düşünür. Müminler tüm işlerinde Allah'a güvensinler, O'na dayan-.sinlar. Çünkü müminlerin Allah'tan başka sığınabilecekleri kimseleri yoktur.
(52) «De ki: Bizim için beklediğimiz...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Ey Muhammed! De ki: Ey Münafıklar! Bizim için beklediğiniz iki iyilikten biri değil midir? Ya zafer ve ganimet elde edeceğiz ya da şehid olup Allah'ın affına kavuşacağız. Çünkü bir müslüman Allah yolunda cihada çıktığında ya düşmanı mağlup eder, ya savaştan zafer, ganimet ve büyük bir kazançla döner ya da Allah yolunda öldürülerek en yüce mertebe olan şehadete kavuşur.
Ebu Hüreyre'den rivayet edilen şu hadis şehadetin en yüce mertebe olduğuna delalet eder: «Kim Allah yolunda cihada çıkarsa Allah onun vekili ve kefilidir. Çünkü Allah 'Onu benim, yolumda cihada bana olan imanı ve peygamberlerime olan tasdiki çıkarırsa ben de onu cennete veya elde ettiği kazanç ve ganimetlerle beraber, çıkmış olduğu meskenine gönderirim' diye va'detmiştir» (Buhari, Müslim).
«Bizim de sizin için beklediğimiz şey Allah tarafından ya d bizim elimizle size bir azabm isabet etmesidir», yani biz müslü-manlar sizler için iki kötülükten birini bekliyoruz. Ya Allah sizi katından bir azaba duçar edecek ve sizden önceki ümmetleri helak ettiği gibi sizleri de helak edecek ya da böyle bir belâ müminlerin eliyle size isabet edecektir. Yani biz sizi yenecek ve sizi bu azaba duçar edeceğiz. O halde şimdilik bekleyin. Biz de sizinle beraber sonunuzu bekliyoruz.
Hasan Basri bu ifadeyi, «Siz şeytanın size va'dettiklerini bekleyin, biz de Allah'ın bize va'dettiklerini bekleyeceğiz. Ki sonunda Allah dinini galip getirerek, ona düşman olanların kökünü kurutacaktır» şeklinde yorumlamıştır.
(53-54) «De ki: İster gönüllü ister...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Mezkur ayet-i kerime Ced bin Kays isimli bir münafık hakkında nazil olmuştur. Bu münafık savaşa katılmamak için Hz. Peygamber'den (s.a) izin isteyip, O'na «Ben sana malımı vereceğim, kendim gelmeyeceğim» deyince Allah Teâlâ onun aleyhine olmak üzere bu ayeti nazil etmiştir.
Yani Ey Muhammedi Bu münafığa ve benzerlerine de ki: «İster gönüllü ister gönülsüz malınızı harcayın. Bu harcadığınız malın hiçbiri sizden kabul edilmeyecek. Çünkü bu harcama Allah için yapılmamıştır.»
Bu ayet her ne kadar münafıkların harcama yapmalarıyla ilgili olarak nazil olmuşsa da umumi bir hüküm ifade eder. Malını Allah için değü de başka şeyler için harcayan herkes, bu ayetin kapsamına dahildir. Riya gösteriş ve desinler diye sarfedilen mal, sahibinden kabul olunmaz. Bunun nedeni şudur: «Kuşkusuz ki siz fasık bir kavimsiniz»; yani kişinin fasıklığı harcadığı malının kabul olunmamasına sebep teşkil eder. Fastk tabiri burada kafir karşılığında kullanılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ bu ayetin ardından bunun böyle olduğunu beyan etmektedir.
(54) «Onlardan intaklarının kabul...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani onların intaklarının kabulüne engel olan şey, Allah'ı ve Rasûlü'nü inkar etmeleri, bu konuda küfre girmeleri ve namaza tembel tembel kalkmalarıdır. Onlar namaza çok ağır gelirler. Zira namazın kılınmasından herhangi bir sevap beklememektedirler. Onu terketmekten ötürü de herhangi bir cezadan çekinmemektedirler. İşte Allah Teâlâ onları, namazı kalmalarına rağmen bu yüzden kınamaktadır.
«Mallarım istemiye, istemiye sarf etmeleridir» cümlesi de harcamalarının kabul olunmamasının bir nedenidir. Çünkü onlar Allah yolunda harcamayı bir külfet, bir haraç gibi telakki ederlerdi. Bu yüzden de bu harcamaları kendilerine hiçbir yarar sağlamayacaktır. [55]
55- Onların servetleri de, çocukları da seni imrendirmesin. Allah bunlarla o (kafirlere), dünyada azap vermeyi ve kafir oldukları halde canlarının çıkmasını istiyor.
56- Onlar kendilerinin sizden olduklarına yemin ederler. Oysa onlar sizden değildirler. Fakat onlar korkak bir kavimdir.
57- Eğer onlar sığınacak bir yer, mağaralar veya girilecek bir delik bulsalardı, süratle oraya koşup yönelirlerdi.
58- Onların içinde sadakalar hususunda seni kınayanlar da vardır. Onlar o sadakalardan kendilerine verilse (bundan) hoşlanırlar. Fakat kendilerine (bir şey) verilmediği zaman öfkelenirler.
59- Onlar Allah'ın ve Rasûlü'nün verdiklerine razı olsalardı ve «Bize Allah yeter. Allah ve Rasûlü yakında bize fazl-u kereminden verecek. Biz ancak Allah'a yönelenlerdeniz» deselerdi ya!
60- Sadakalar Allah'tan bir farz olarak yalnızca fakirlere, miskinlere, zekat içinde görevli olan amillere, kalpleri ısmdınla-caklara, kölelere, borçlulara, Allah yolundakilere ve yolda kalmış olanlara tahsis edilmiştir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
61- İçlerinde peygamberi incitenler ve «O her sözü dinleyen bir kulaktır» diyenler vardır. Onlara de ki: «O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a iman eden, müminlere inanıp, güvenen ve sizden iman edenler için de (o) bir rahmettir. Allah'ın Rasûlü'nü incitenler için ise acıklı bir azap vardır. [56]
(55-56) «Onlann servetleri 3e...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani onlara verdiklerimiz Senin hoşuna gidip, onlara yönelmene neden olmasın. Çünkü onlara verdiğimiz servet bir aldatmacadan ibarettir.
İbn Abbas ve Katade'ye göre bu sözde takdim, tehir vardır. Yani, 'Onlann dünya hayatında mal ve evlat sahibi olmaları seni imrendirmesin. Çünkü Allah Ahiret Günü'nde o sahip olduktan mallardan Ötürü onlara asap etmeyi istemektedir.» Bu, Arap gramerini iyi bilen birçok kimsenin de görüşüdür. Nitekim Nuhas da böyle zikretmiştir.
Bazıları da ifadeyi, «O malı toplamalarından Ötürü kendilerine arız olan yorgunlukla onlara azap ederiz.» şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu yoruma göre ayette takdim, tehir yoktur.
Bazıları ise, «Onların mallan ve çocukları seni imrendirme, sin. Çünkü Allah Teâlâ bu dünyada o malla onlara azap vermeyi diliyor. Zira onlar münafıktırlar ve istemeye istemeye o malı harcadıklarından, bundan azap duyarlar» şeklinde ayete mânâ vermektedirler.
«Kafir oldukları halde canlarının çıkmasını istiyor» cümlesi Allah Teâlâ'nın onlann muhakkak surette ölmelerini istediği anlamına gelir. Yani Allah'ın onlar hakkındaki kaza ve kaderi bu şekilde cereyan etmiştir.
«Onlar kendilerinin sizden olduklarına yemin ederler» ifadesinde Allah, kişilerin mümin olduklarına dair yemin etmelerinin münafıkların ahlâkından olduğuna işaret etmektedir. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: «Münafıklar sana geldiklerinde, «Şehadet ederiz ki sen Allah'ın rasûlüsün» derler» (Münafikun : 1)
«Yefrakuna,» -fark- kökünden türemedir ve «Korkarlar» anlamındadır. Yani onlar üzerinde bulundukları ikiyüzlülüğün ortaya çıkmasından ve bundan dolayı da öldürülmekten korkarlar.
(57) «Eğer onlar sığınacak bir yer...»Bu Ayetin Tefsiri
«Melce,» -kale» anlamındadır. Nitekim îbn Abbas, melce'nin «el-Hırz»da bir kalenin adı olduğunu söylemiştir.
«Mağarat» ise -mağara-nın çoğuludur ve «Ğare- Yeğiru»dzn türemiştir. Ahfeş'ten gelen bir rivayete göre, -Ağare-, -Yeğiru-d&n türemedir.
tbn Abbas'a göre mağaralar ile halkın saklandığı yerler, yer altındaki karanlık, ıssız derinlikler kastedümektedir.
«Müdahhalen» kelimesi -Duhul kökünden ism-i mekandır ve girip-gizlenilen delik anlamındadır.
Bazı rivayetlerde bu kelime -medhalen- şeklinde de okunmuştur, tik okunuş; Dahhale, Yudahhilu'd&n, ikincisi; Edhele, Yudhi-lu'dan gelmiştir.
«Yecmehune» fiili ise, hızla giderler, koşarlar, Önlerine bir engel çıkmaz mânâlarını içerir. Yani «Bu sözkonusu yerlerden birini bulurlarsa eğer, hemen müslümanlardan kaçarak, oralara sığınırlar.»
(58-59) «Onların içinde sadakalar...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Yelmizu» Fiili, etmek anlamında kullanılmıştır. Hasan Basri ,-gm ve Katade'ye göre «Seni ayıplarlar» mânâsmdadır.
Mücahid ise, «Seni imtihan ederler ve sana sorarlar» demek olduğunu söylemiştir. Nuhas ilk yorumun lugata daha uygun olduğu görüşündedir.Allah Teâlâ burada münafıklardan bir kavmi sadakaların pay-
laştınlmasmda Hz. Peygamberi (s.a) ayıplamakla vasıflandırmak tadır.
Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygam-vg ber (s.a) ganimet mallarını pay ederken Hurkus bin Züheyr çıka-^ gelir (Bu kimse Haricilerin ilki sayılır ve kendisine «Zu'l-Huveysıra et-Temimî de denir) Hz. Peygamber'e, «Ey Allah'ın Rasûlü! Adaletli davran!» der. Hz. Peygamber de «Ey azap olasıca! Ben adaletli davranmadıktan sonra kim adaletli davranabilir?» diye % cevap verir, sonra da mezkur ayet nazil olur. (Bu hadisi aynı mâ-nada Müslim rivayet etmiştir)
îşte o zaman Hz. Ömer ayağa kalkarak, «Ey Allah'ın Rasûlü | izin ver de bu münafığı Öldüreyim» der ve Hz. Peygamber «Böyle yapmaktan Allah'a sığınırım. Eğer böyle bir şey olursa Muhammed arkadaşlarını öldürüyor diye yayarlar. Zu'l-Huveysır ve arkadaşlan Kur'an'ı okurlar ama Kur'an onların boğazlarından aşağıya inmez. Onlar okun yaydan çıktığı gibi Kur'an'dan çıkarlar». (Bu ifade başka bir rivayette şöyledir:) «Ey Ömer! Onun yakasını bırak. Kuşkusuz onun arkadaşları vardır. Herhangi 'biriniz onların namazlarıyla kendi namazım karşilaştırırsa, kendi namazını hakir görür. Eğer oruçlarına bakarsa, kendi orucunu hafif bulur. Onlar Kur'an okurlar ama Kur'an onların boğazlarından aşağıya inmez. Onlar (okun yaydan çıktığı gibi) dinden çıkarlar». Yine başka bir rivayette «Okun yaydan çıktığı gibi İslâm'dan çıkarlar» denmektedir.
Kelbî bu ayetin münafıklardan Ebu'l-Cevaz adlı birinin Rasû-lüllah'a (s.a), «Sen ganimeti eşit bir şekilde dağıtmadın» demesi üzerine nazil olduğunu söylemektedir.
Katade ise şöyle demektedir: Bize denildiğine göre Hz. Peygamber, altın ve gümüş (ganimeti) dağıtırken bedevinin biri gelir ve «Ey Muhammedi Allah sana adaletle hükmetmeni söylemişken, sen adaletli davranmadın» der. Hz. Peygamber (s.a) ona karşılık olarak, «Ey Azap olasıca! Ben adaletli davranmadıktan sonra kim adaletli davranabilir?» diye buyurur.
İbn Zeyd şöyle demiştir: Münafıklar «Vallahi, Muhammed sadakaları hep sevdiklerine veriyor ve onları bizden üstün tutuyor» dediklerinde Allah Teâlâ şu ayeti indirdi: «Münafıklardan sadakaların dağıtılmasıyla ilgili olarak seni kınayanlar vardır. Onlar o sadakalardan kendilerine verilirse (bundan) hoşlanırlar. Fakat kendilerine (bir şey) verilmediği zaman öfkelenirler.»
«Onlar Allah'ın ve Rasûlü'nün verdiklerine razı olsalardı»; yani eğer Hz. Peygamber'in (s.a) taksimatına itiraz eden münafıklar Allah'ın kendilerine verdiği paya razı olup, Allah'ın ve Ra-sûlû'nün verdiğine kanaat getirseler, «Allah bize kafidir.» Fazlından Allah'ta ve Rasûlü de bizim ihtiyaçlarımızı bize verecektir. Allah'a dua ediyoruz ki fazlından bizim rızkımızı genişletsin. Sadakaya ve halkın mallarzna bizi muhtaç etmekten kurtarsın» de-seydiler, bu onlar için daha hayırlı ve daha emniyetli olurdu. [57]
(60) «Sadakalar Allah'tan bir farz...»Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ, münafıkların Hz. Peygamberi (s.a) yalanlamaları sebebiyle bu ayette sadakaya ihtiyacı olan kimseleri açıklamıştır. Bunlar sekiz sınıftır. Sadaka (zekât) bu kimselere verilir ve bu zekâttan Hz. Peygamber'e (s.a) hiçbir şey verilmezdi. O kendisi için bu zekâttan hiç bir pay almamıştır. O halde Hz. Peygam-ber'i (s.a3 ne diye ayıplamışlardır? Onların Rasûlüllah'ı sadakalar (zekât) hususunda ayıplamaya haklan yoktu.
Ziyad bin el-Hars es-Sedai şöyle diyor: Rasûlüllah'a gelerek ona biat (iman) ettim. Bu-esnada biri gelerek sadakadan kendisine de bir şeyler verilmesini istedi. Hz. Peygamber (s.a)) «Allah sadakalar hususunda ne bir peygamberin ne de bir başkasının hükmüne razı olmamıştır. Bizzat kendisi hükmedip, onu sekiz sınıfa paylaştırmış tır. Eğer sen o sınıflardan birine mensupsan sana hakkını veririm» dedi. (Ebu Davud)
Zekâtın zenginlere farz olmasının hikmeti ve muhtaçlara verilmesinin birçok sebebi vardır:
1) Mal fıtraten sevilen bir şeydir. Sebebi ise üç kemal sıfatından biri olan kudrettir. Kemal sıfatı da sevilir. Ve mal da bu sıfatı elde etmenin aracıdır. .Elbette bu takdirde mal sevimli olur. Ancak insanlar tamamen mal sevgisine daldıklarında Allah sevgisinden uzaklaşırlar. Allah'a yakiaştincı ibadetlerle meşgul olmaktan uzak dururlar. Bu bakımdan ilâhî hikmet, Allah'tan insanları uzaklaştırmaya sebebiyet veren bu malda zekâtı farz kılmıştır. Dolayısıyla zekât vermek Allah'a yaklaşmaya sebep kılınmıştır.
2) Malın çok olması kalbin katılığına ve dünya sevgisine, şehvet ve lezzetlerine yönelmeye yol açar. Allah zekâtı farz kıldı ki böylece kalbin katılığına sebep olan bu mal biraz azalsın.
3) Zekâtın farz olmasının bir diğer hikmeti de mümin kulların böylece imtihan edilmesidir. Çünkü tıpkı namaz gibi bedenî sorumluluklar kula pek ağır gelmezler. Malı çıkarıp vermek ise, kişiye çok ağır gelir. İşte Allah Teâlâ zekâtı kullarına farz kıldı ki böylece zekât vermek suretiyle kullar imtihan olunsunlar. Allah'a itaat eden, isteyerek zekâtını veren, isyan eden ise zekâtını vermeyendir.
4) Mal Allah'ındır. Zenginler de Allah'ın mal üzerindeki bekçileridir. Fakirler Allah'ın (manen) aile efradıdırlar. Bu yüzden Allah Teâlâ, malının bekçisine o malın bir kısmını aile efradı mesabesinde olan fakirlere vermesini emretmiştir. Böylece itaat eden, Allah'ın emrini yerine getiren mümin kullar, sevabı elde etmiş, aile efradı mesabesindeki fakirlere şefkat göstermiş oluriar-İsyan eden ve Allah'ın malından aile efradı sayılan fakirlere vermeyenlerin ise cezalandırılmaları bir zorunluluktur.
Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) «Müslüman, emin ve haznedar o kimsedir ki Allah'ın emrini uygulayarak yerine getirir» diye buyurmuştur.
5) Fakirlerin çoğunun kalbi zenginlerin elindeki mala yöneliktir. Allah Teâlâ o malda fakirler için bir pay kıldı ki kalpleri onunla meşgul olup ona yönelsinler.
6) İnsanoğlunun temel ihtiyaçlarını aşan bir mal elden çıkarılmaz ve kullanılmazsa, yaratılışın sebebi olan hedef için harcanmamış olur. Oysa zekât fakirlere verilmekle, o mal tamamen kullanılmaktan atıl kalmaz ve en az bir kısmı olsun zekât yoluyla kullanıma girer.
Bu ayet zekâtta sadece bu sekiz sınıfın payı olduğuna delâlet eder. Bu hususta ittifak edilmiştir. Çünkü -inne- ve -ma-dan müteşekkil olan -İnnema. hasr ifade eder. înne; ispat, ma; nefy içindir. İkisi bir araya geldiğinde ise hasr hükmü ifade ederler. Dolayısıyla -innema- zekâtın sadece bu sekiz sınıfa verileceğine delâlet eder.
Bu sınıflara gelince, birinci sınıf gelir ve giderlerini karşılayamayan fakirler, ikinci sınıf da miskinlerdir. Alimler bu iki sınıf arasındaki fark hususunda ihtilaf etmişlerdir. [58]
İbn Abbas, Hasan Basri, İkrime, Mücahid ve Zühri'ye göre fakir dilenmeyen, miskin ise dilenen kimsedir.
İbn Ömer şöyle demiştir: Bir dirhemi başka bir dirheme, hurmayı başka bir hurmaya ekleyen kimse fakir değildir. Çünkü fakir kendisini ve elbisesini tertemiz yaptığı halde hiçbir şeye güç yetiremeyen kimsedir. Cahiller iffetinden dolayı onun zengin olduğunu sanırlar. Katade'ye göre fakir, muhtaç ve kötürüm, miskin ise sıhhatli ve muhtaç kimsedir.
İmam Şafii'ye göre fakir, topal olsun olmasın ne malı ne de malın yerine geçebilecek bir sanatı olmayan kimsedir. Miskin ise, malı ve sanatı olan ama sanatının kendisine yetecek bir gelir getirmediği kimsedir. Dilenip dilenmemesi meseleyi değiştirmez. Bu bakımdan İmam Şafü'ye göre miskin varlık yönünden fakirden ileri seviyededir.
Ebu Hanife ve Ashab-ı Rey'e göre fakir durumu itibariyle miskinden daha iyi bir seviyededir.
Bazı kimseler de fakir ile miskin arasında hiçbir fark olmadığını söylemişlerdir.
İmam Safi ile onun görüşünde olanların delilleri şunlardır: Allah Teâlâ zekâtın ihtiyaçlarını görmesi ve işlerini yapabilmeleri için Öncelikle fakirlere verilmesini emretmiştir. En önemli olanıyla başlanıldığına göre, fakirler tüm bu sınıflar içinde en önemlisidirler. Şayet fakirlerin ihtiyaçları miskinlerin ihtiyaçlarından daha acil olmasaydı onlarla hükme başlanmazdı.
Hz. Peygamber (s.a) fakirlikten Allah'a sığınarak «Ey Alla-hım! Beni miskin olarak dirilt, miskin olarak öldür ve kıyamet gününde miskinlerle beraber beni haşreyle» diye dua etmiştir. (Tirmizi)
Şayet miskinin durumu fakirden daha kötü olsaydı Hz. Peygamber (s.a) Allah'a fakirlikten sığınır, miskinliği istemezdi. Görüldüğü gibi durum bakımından miskin, fakirden daha iyidir. Allah Teâlâ, «O gemi denizde çalışan miskinlerindi» (Kehf : 79) diye buyurmakta ve burada miskinlerin mülkü olduğunu söylemektedir, O gemi denizde çalışabilecek durumda olduğuna göre oldukça pahalı olmalıdır.
Zenginlik ile fakirlik birbirinin zıddıdır. Miskinlik ise üçüncü bir kısımdır. Bu da fakirin durum bakımından miskinden daha düşük olduğunu göstermektedir.
Ebu Hanife ve onun görüşünde olanların delilleri ise şunlardır:
Allah Teâlâ, «Yahut toprak üstünde yığılan miskine(...)» (Beled: 16) diye buyururken .miskinin oldukça zaruret sahibi ve sıkıntılı olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca Allah Teâlâ keffaret-leri miskinler için kılmıştır, şayet miskinin durumu ihtiyaç yönünden fakirden daha düşük olmasaydı keffaretler onlar için kılınmazdı.
Ebu Hanife, er-Rai'nüı, «Fakire gelince o öyle kimsedir ki devesinin verdiği süt, aile fertlerine denk gelir. Onun için bir tüy bırakılmamıştır» şiiriyle istidlal etmiştir.
Esmaî ve Ebu Amr el-Ula'mn, «Kuşkusuz fakir yiyeceği olan, miskin ise hiçbir şeyi olmayan kimsedir» şeklindeki sözlerini de delil olarak getirmiştir.
el-Kuteybî, «Fakir maişeti olan, miskin ise hiçbir şeyi olmayan kimsedir)) demiştir.
Bazıları; «Fakir meskeni, hizmetçisi olan kimsedir. Miskinin ise mülkü yoktur» derken, bazıları da; «Zengin de olsa bir şeye muhtaç olan herkes fakir sayılır» demektedirler. Nitekim Cenab-ı Hakk, «Ey insanlar! Siz Allah'a (nispeten) fakirsiniz» (Fatır: 15) buyurmaktadır. Dolayısıyla bu ayetten de anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ, mallan olmakla birlikte muhataplarını kendisine nispetle fakir olarak vasıflandırmıştır.
Kurtubi Hz. Peygamber'in (s.a), «Ey Allahım! Beni miskin olarak dirilt» sözünü fakir'in muadili olan miskin ile tevil etmenin doğru olmayacağını söylemektedir. Ona göre burada kendisinde büyüklerime, gurur, kibir olmayan ve Allah karşısında tevazuyla davranan kimse kastedilmiştir. [59]
Alimler zekâtı almaya mâni olacak zenginliğin hududu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Alimlerin çoğunluğuna göre, kişinin yanında kendisine ve aile fertlerine bir sene boyunca nafaka olacak bir şeyler bulunuyorsa, o kimse zengin sayılır ve zekât alamaz. Bu görüş İmam Şafii ve İmam Malik'e aittir. Ashab-ı Rey'e göreyse zenginliğin hududu 200 dirheme sahip olmaktır. Üçüncü bir görüşe göre de, 50 dirhem veya ona denk malı bulunan kimseye zekât helâl değüdir.
İbn Mesud'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Kendisine yetecek kadar malı olduğu halde halktan zekât isteyen bir kimse Kıyamet Günü mahşer meydanına dilenciliğinden dolayı yüzünde yaralar ve bereler olduğu halde gelecektir.» Bunun üzerine kendisine, «Ey Allah'ın Rasûlüf bir kimsenin zengin sayılmasına yetecek miktardaki mal ne kadardır?» diye sorulduğunda Hz. Peygamber (s.a), «50 dirhem veya onun dengi altın» diye cevap vermiştir, (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei) Bu görüş aynı zamanda Süfyan'us - Sevri, İbn Mübarek, Ahmet bin Hanbel ve İshak bin Rahuvye'ye de aittir. Nitekim onlara göre, zekâttan bir kimseye 50 dirhemden fazlası verilemez. Bazıları da aşağıdaki hadisle istidlal ederek, «40 dirhem verilir» demişlerdir. Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Bir -evkıye- değerinde mala sahip olduğu halde başkasından bir şey isteyen kimse ilhah (boş yere ısrar) etmiş olur» (Ebu Davud) O dönemlerde bir evkıye, 40 dirhem değerinde sayılıyordu.
imam Şafii ve Ebu Sevr'in şu görüşte oldukları nakledilmektedir: «Güç kuvvet sahibi olup rızkını kazanabilen, beden kuvveti yanında sanatkâr olan ve halktan imtina edecek derecede tasarruf yapabilen kimseye sadaka (zekât) almak haramdır» Delilleri ise, «Sadaka zengine, güçlü ve sıhhatli olan kimseye helal değildir» hadisidir.
Hz. Cabir'in rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah'a bir gün sadaka geldiğinde halk hemen etrafında toplanır. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: «Bu sadaka zengin, sıhhatli ve çalışabilen kimse için ne helal ne de münasiptir.» (Darekutni)
Ebu Davud, Ubey bin Adiy'den şöyle bir rivayeti nakletmektedir: «Biz Veda Haccı'nda sadakayı taksim etmekte olduğu bir sırada Hz. Peygamber'in yanına giderek kendisinden sadaka istedik. Bizi tepeden tırnağa süzüp, başını kaldırdı ve bize şöyle bir baktı. Bizi güçlü ve kuvvetli gördüğünden olsa gerek, «Eğer ille de istiyorsanız ikinize de sadaka veririm. Fakat bu sadakada zengin, çalışabilen ve kuvvetli bir kimsenin payı yoktur» diye buyurdu.Tirmizi el-Cami'ul-Kebir'inde şöyle yazmaktadır: «Kuvvetli olmasına rağmen muhtaç ve yoksul olan kimseye verilen zekât, ilim ehline göre yerini bulmuş olur. Çünkü bu kimse kuvvet ve sıhhatine rağmen fakirdir.» Nitekim Ebu Hanife ve talebeleri de bu görüştedir.
Ubeydullah bin Hasan, «Kâfi miktarda ve bir sene yetecek kadar malı olmayan kimseye zekât verilir» demektedir. Bu zatın delili, İbn Şihab'ın Malik bin Hadesan'dan, onun da Hz. Ömer' den naklettiği şu rivayettir: «Rasûlüllah Allah'ın kendisine vermiş olduğu maldan bir senelik yiyeceğini alır ve bunun dışında kalanı at ve silah alınması için sarfederdi».
İlim ehlinden bazı kimseler, «Her müslüman sadakadan kendisi için gerekli olanı alabilir» demektedirler. Bazıları da, «Bir gecelik yiyeceği yanında bulunan kimse zengin sayılır» demişlerdir. Bu görüş Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Bu görüş sahipleri Hz. Ali'nin Rasûlüllah'tan (s.a) rivayet ettiği şu hadisle istidlal etmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a), «Zenginliğin sırtı dışında başka bir şey isteyen kimse, onunla cehennemin kızdırılmış taşlarını çoğaltmış olur» diye buyurduğu zaman sahabe, «Zenginliğin sırtı da ne demektir?» diye sorar. Hz. Peygamber de (s.a), «Bir gecenin akşam yemeği» diye cevap verir. (Darekutni) Bu hadisin ravile-rinden Amr bin Halit 'metruk' olarak bilinir ve sozsahibi muhad-disler kendisinden hadis nakletmemişlerdir.
İbn Hanzele'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a), «Zengin sayılacak kadar malı olduğu halde halktan isteyen kimse ancak ateşten çoğaltmaktadır» buyurur. Bunun üzerine sahabe, «Ey Allah'ın Rasûlü! kişinin zengin sayılmasına yetecek mal miktarı ne kadardır?» diye sorunca, «Bir kimsenin sabah ve akşam yemeğine yetecek kadar veya bir gün bir geceye ya da bir gece bir gündüze yetecek kadardır» diye cevap verir.
«Fukara» kelimesi mutlak olarak zikredildiğinden, zımmi vatandaşlann fakirlerini de kapsayabilir. Ancak bu konudaki nakiller, zekâtın müslüman zenginlerden alınarak müslüman fakirlere verileceği doğrultusunda birbirini destekler mahiyette gelmiştir.
İkrime, «Ayette sözkonusu olan fakirler, müslümanların fakirleridir. Miskinler ise ehli kitab'ın fakirleridir» demektedir.
Ebubekir el-Abesi'nin naklettiği bir rivayete göre, Hz. Ömer iki gözü de kör Medine kapısının kenarına atılmış bir zımmiyi görür ve ona, «Sana ne oldu?» diye sorar. Zımmi, «Benden alacakları haraç karşılığında beni kiraladılar. Ama gözlerimi kaybettikten sonra beni terkettüer. Bana bir şey getirecek herhangi bir kimsem de yok» şeklinde cevap verince Hz. Ömer, «Vaziyet böyleyse sana hiç te insaflı davranmamışlar» der. Sonra da ona yiyecek verilmesini ve durumunun düzeltilmesini emrederek şöyle buyurur: «İşte bu zımmi Allah'ın haklarında, «Sadakalar ancak fakirler, miskinler... içindir» diye buyurduğu miskinlerdendir. Onlar ehli kitap'ın sakatları ve çalışamayacak durumda olanlarıdır.»
AJlah Rasûlü Muaz'ı Yemen'e gönderirken ona, «Onlara Allah'ın üzerlerine sadakayı farz kıldığını bildir. Bu sadaka zenginlerinden alınır fakirlerine verilir» diye buyurmuştur. Böylece Hz. Peygamber (s.a) her memleket halkım aralarında fark gözetmeksizin o memleketin zekâtı üzerine hak sahibi olarak göstermiştir.
Ebu Davud'un naklettiğine göre, Ziyad veya başka bir Emir, İmran bin Husayn'ı sadaka toplayıcısı olarak gönderir ve İmran geri geldiğinde ona, «Mal nerede?» diye sorar. «Sen beni mal için mi gönderdin? Biz Rasûlüllah zamanında nereden alıyorduysak, yine oradan aldık. O dönemde nereye sarfediyorsak yine oraya sar-fettik» diye cevap verir.
Darekutni ve Tirmizİ, Avn bin Ebi Cüheyfe'den, o da babasından şöyle nakletmişlerdir: (cRasûlüllah'ın zekât memuru bize geldiğinde, zekâtı zenginlerimizden alarak fakirlerimize bıraktı. Ben o zamanlar yetim kalmış küçük bir çocuktum, O zekâttan bana da bir deve vermişti.» [60]
Zekâtın nakli hususunda alimler üç görüş belirtmişlerdir:
1. Zekât nakledilemez. Yani bir memleketten (beldeden) başka bir memlekete götürülemez ve gönderilemez. Bu görüş Suh-nun ile İbn Kasım'a aittir ve sahihtir. İbn Kasım'ın bunun dışında bir görüşü daha nakledilmektedir. O bir memleketin zekâtının bir bölümünün, zaruret nedeniyle başka bir memlekete naklini doğru gördüğünü ileri sürmüştür.
Suhnun'dan şöyle rivayet edilmiştir: «İmam, bazı beldelerde şiddetle ihtiyaç duyulduğuna dair haber alması halinde, sadakaların bir bölümünü o beldelere gönderebilir. Çünkü ihtiyacın olması dikkate alınarak, önce ihtiyaç sahibinin durumu düzeltilir.» Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Müslüman müslümanın kardeşidir. Onu düşmanın eline teslim edemez» buyurmuştur. Başka bir deyişle onu kendisine eziyet veren bir şeyle başbaşa bırakamaz.
2. Zekât bir beldeden diğer bir beldeye nakledilebilir. Bu görüş İmam Malik tarafından ileri sürülmüştür ve delili şu rivayettedir.
Hz. Muaz Yemenlilere, «Bana 'Hamiş' ve 'Lebise' getiriniz. Onu sizden tahıl veya buğday yerine alırım. Bu hem sizin için daha kolaydır hem de Medine'deki muhacirler için daha faydalıdır» demiştir. (Darekutni)
«Hamiş» birkaç anlamı olan bir kelimedir ve bu rivayette beş[61] zira'C uzunluğundaki bir elbise karşılığında kullanılmıştır. Bu elbise, Yemen'in ilk kralı el-Humus tarafından imal edildiğinden dolayı, «Humeys» veya «Hamiş» denildiği rivayet olunmaktadır. Dolayısıyla yukarıdaki rivayet zekâtın Yemen'den Medine'ye naklolunduğunu göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber de (s.a) Yemenden gelen zekâtı taksim etmiştir. Allah Teâlâ'nın «Sadakalar ancak fakirler ...içindir» ayeti de bu görüşü desteklemektedir; zira ayette sadece bir beldenin fakirleri değil genel olarak fakirler kastedilmektedir. Yukarıdaki rivayetten zekâttan bedel alınabileceği de ortaya çıkmaktadır.
İmam Malik'ten, «Zekâttan bedel alma» hususunda değişik rivayetler yapılmıştır. Bazı rivayetlerde 'caizdir,' bazı rivayetlerde de 'caiz değildir' dediği nakledilmiştir. Ancak -caizdir' şeklindeki görüşü daha kuvvetlidir ve Ebu Hanife'nin görüşü de bu doğrultudadır. Hz. Peygamber (s.a), «Onları bugünkü ihtiyaçlarından kurtarın» diye buyurmuştur. Yani bayram günü kastedilerek, «Onların ihtiyacını giderecek şeyleri veriniz» denilmek istenmiştir. Dolayısıyla o kimselerin ihtiyacını gideren ne varsa verilmesi caizdir.
Ebu Hanife'ye göre, zekât karşılık gösterilerek bir kimseye ev kiralanamaz. Sözgelimi 5 dirhem verilecek zekâtı bulunan kimsenin 5 dirhem karşılığında, bir fakiri, bir ay evinde oturtması caiz değildir; zira oturmak mal yerine geçmez.
3. Fakirler ile Miskinler'in payı aynı yerde bölüştürülür ve diğer paylar İmam'ın içtihadı doğrultusunda başka bir beldeye nakledilebilir. Ancak daha önce de belirtildiği gibi, en sıhhatli görüş birincisidir. Allah en doğrusunu bilir. [62]
Zekâtı alan üçüncü
sınıf, İmam'ın vekili olarak zekâtı toplamak üzere görevlendirilen
memurlardır. Amilin, Haşimî soyundan olması halinde kendisine zekâttan ücret
verilip verilemeyeceği hususu ihtilaf konusu olmuştur. İmam Ebu Humeyd
Saidî'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) Esed kabilesinden
kendisine İbn Lutbiyye denilen bir kişiyi, Beni Süleym kabilesinin sadakalarını
(zekâtlarını) toplaması için görevlendirmiş ve zekâtı toplayıp geldikten sonra
Hz. Peygamber (s.a) onunla hesaplaşmıştır. (Buhari)
Alimler zekât toplayan memurların zekâttan ne kadar pay alacakları hususunda ihtilaf etmişlerdir. Mücahid ve İmam Şafii' ye göre, bu pay topladıklarının 1/8'i iken, îbn Ömer ve İmam Ma. lik'e göre, çalışmaları oranında kendilerine ücret verilir. Bu görüş aynı zamanda Ebu Hanife ve talebeleri tarafından da ileri sürülmüştür. Onlara göre zekât toplayan kişi kendisini her şeyden alıkoyarak fakirlerin fayda görmesi için çalışmaktadır. Bu bakımdan o kimsenin ve yardımcılarının geçimi, fakirlerin malı olan zekâttan karşılanmalıdır. Tıpkı nefsini kocasının hakkı için alıkoyan kadın gibi. Çünkü bu kadının bir veya iki hizmetçisinin nafakası kocasının üzerinedir. Burada 1/8 oranı takdir edilemez, yetecek kadarıyla iktifa edilir. Tıpkı kadının nafakasında olduğu gibi ister 1/8'e tekabül etsin .ister etmesin farketmez. Ancak zamanımızda yardımcıların kifayeti ölçü olarak alınamaz; zira sınırsız bir israf sözkonusudur. [63]
Üçüncü bir görüşe göre, zekât toplayan memurların ücretleri Beyt'ul-Mal'dan verilir. Kadı İbn'ul-Arabi, «Bu, Malik bin Enes' ten rivayet edilmiş sahih bir görüştür» demektedir. Ancak bu gö- JK rüş delil bakımından zayıftır. Çünkü Allah Teâlâ, zekât toplamakla görevli memurların zekâtta paylan olduğunu bildirmiştir. Mesele bu kadar açık-seçik iken, nasıl nassın hükmü terkedilebilir? Doğru olanı bu kimselerin alacaklan ücret miktarının takdir edilerek zekâtın içinden verilmesidir. [64]
Ebu Hanife'ye göre, bu kimselere zekattan ücret verilemez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), «Şüphesiz ki sadakalar Muhammed'in Âli'ne helal değildirler. Çünkü zekat halkın elinin kirleridir» buyurmuştur. Dolayısıyla amilin aldığı da bir çeşit sadaka olup, mutlak olarak sadakanın bir parçasıdır. Alman ücret nesebi bakımdan olsun, kirden tenzih bakımından olsun her yönden mutlak sadaka hükmüne girdiğinden, Râsûlüllah'ın (s.a) yakını olan Haşimî soyundan gelen kişiler halkın elinin kiri mesabesinde olan zekâttan uzak tutulurlar.
Bu görüşün aksine İmam Şafii ve İmam Malik, Haşimî olan kimselerin amil görevi yapabilecekleri ve çalışmalarının karşılığı olarak kendilerine ücret verilebileceği görüşündedirler. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ali'yi zekât toplamak üzere Yemen'e amil olarak göndermiştir. Ayrıca Beni Haşim kabilesinden bir grup da bu görevle gönderilmiştir. Daha sonra Raşid Halifeler döneminde de bu görev Haşimî soyundan gelen kimselere verilmiştir.
Amil, mubah olan ameline karşılık ücret aldığından, Haşimî olan amil ile Haşimî olmayan amilin diğer iş kollarında olduğu gibi eşit muamele görmeleri gerekmektedir. Ebu Hanife, «Hz. Ali1 nin amil olduğunu bildiren hadiste, ona zekâttan bir ücret takdir edildiğine dair bir hüküm yoktur» demektedir. Ona göre zekâtın dışında Hz. Ali'ye bir ücret takdir edilmişse bu caizdir zaten. Ayrıca İmam Malik'in bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir.
«Zekât üzerinde çalışanlar» ifadesi, zekât toplamak için dolaşan, zekâtı kaydeden, paylaştıran, muhafaza eden, kısaca farz-ı kifaye olan tüm bu görevleri yapan herkesin, çalışmasının karşılığında zekâtın içinden ücretini alabileceğine delâlet eder. Nitekim namaz imamlığı da bu mesele içinde müteala edilir; zira namaz her ne kadar halka farz ise de, imamlık yapmak farz-ı kifaye olduğundan imamın ücret alması caiz olmaktadır. [65]
Zekâtı alan 4. sınıf kalpleri müslümanlığa ısındırılmak istenen kimselerdir. Bu sınıfın zikri Kur'an'da sadece sadakaların taksimini mevzubahis eden bu ayette geçer. Bu "İslâm, devletinin ilk dönemlerinde müslüman olduklarını iddia edenlere verilen bir addır. Bu kimselerin inançları zayıf olduğundan, kendilerine zekâttan pay vermek suretiyle kalplerini İslâm'a yöneltmek mümkün olabiliyordu.
Zühri, «Müellefet'ul-Kulub Yahudiler ve Hıristiyanlar dan müs-lüman olan kimselerdir. Zengin olsalar bile onlara zekâttan bir pay verilir» demektedir.
Müteahhirun'dan bazıları, müellefet'ul-kulub'un vasıflan hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kimilerine göre onlar kafirlerin içinden bir tabakadır. Kendilerine İslâmiyet ile aralarında bir yakın-kk doğsun diye zekât veriliyordu. Çünkü onlar baskı ve kılıçla değil, zekât ve ihsan ile müslüman oluyorlardı.
Kimilerine göre de bu kimseler zahiren İslâm'ı kabul etmiş olmalarına rağmen, kalplerine iman yerleşmemiş bir topluluktur. Bu bakımdan imanın kalplerine yerleşmesi maksadıyla kendilerine zekâttan bir pay verilmiştir.
Bazıları da, «Onlar müşriklerin ileri gelenlerinden olan kimselerdir ve arkalarında kendilerine tabi olan insanlar vardı .İşte bu nedenle arkalarındaki kimselerin kalplerinin İslâm'a ısındırıl-ması dikkate alınarak, onlara zekâttan bir pay verilir» demişlerdir.
Yukarıdaki görüşlerin hepsi de birbirine yakın görüşlerdir. Sonuç itibariyle hepsinin tanımı, bu payın imani yönü (hakiki) olmadığı halde, ancak kendisine infak etmek suretiyle gerçek İslâm'a getirilen kimseye verilen bir pay olduğu noktasında birleşir. Bu adeta cihadın farklı bir yönüdür. [66]
a. Delil ve
burhanlar vasıtasıyla iman edenler, .
b. Baskı ve kılıç vasıtasıyla iman edenler,
c. İhsan ve infak vasıtasıyla iman edenler.
Müslümanların îmamı, her sınıfa gerek gördüğü biçimde dav. ranarak onları küfürden ayırmaya çalışır. Nitekim Enes'ten rivayet olunduğuna göre, Hz, Peygamber (s.a) Ensar'a hitaben şöyle buyurmuştur: «Ben küfürle zamanlan pek yakın (yeni) olan bazı kimselere zekat veriyor ve böylelikle onların kalplerini İslâm'a ısındırmaya çalışıyorum» (Müslim)
îbni İshak; «Allah, onların kalbini İslâm'a ısındırmak ve kendileri ile birlikte kavimlerini de İslâm'a yaklaştırmak için onlara zekâttan pay verdi» demiştir.
Müellefet'ul - Kulub umumiyetle ileri gelen (eşraftan) kimselerdendi. Hz. Peygamber (s.a) Ebu Süfyan bin Harb'in, oğlunun, Hakem bin Hizam'ın, Süheyl bin Amr'ın, Huveyt bin Abduluzza' nın, Saffan bin Umeyye'nin, Malik bin Avf'm ve Ala bin Cariye'nin her birine 100'er deve vermiştir. Ravi, «Bunlar -yüzlük- kimselerdi. Kureyş'ten bazı kimselere ise, örneğin Mahrame bin Nevfel, Züh-ri, Humeyr bin Vehb el-Cumahî, Hişam bin Amr el-Amirri gibi kimselere yüz deveden daha az verilmiştir» demektedir.
îbn îshak, «Rasûlüllah'ın bu kimselere ne kadar verdiğini biU iniyoruz» diyor.
Hz. Peygamber'in (s.a) Said bir Yerbu'ya 50 deve verip, Ab-bas bin Murdas'a yüzden daha az deve vermesi üzerine Abbas kızmış ve bu hususta bir şiir söylemiştir. Hz. Peygamber (s.a), «Gidin ve onun dilini benden kesin» deyince, gidip razı oluncaya kadar ona ganimetten pay verdiler ve böylece o da dilini Hz. Peygamber (s.a) aleyhine kullanmaktan kesmiş oldu.
Nudayr bin Haris bin Alkame de Müellefet'ul-Kulub'tan sayılmıştır. Nudayr Bedir'de öldürülen Nadr bin Haris'in kardeşiydi. Bazıları da onun Habeşistan muhacirlerinden olduğunu iddia etmektedirler. Fakat Nudayr Habeşistan muhacirlerinden olsaydı eğer, müellefet'ul kulub'tan sayılması anlamsız olurdu. Çünkü Habeşistan'a hicret edenler, «Muhacirin-i Evvelin» (İlk Muhacirler) olarak anılırlar. Dolayısıyla o, imanı kalbine yerleştirmiş ve imanından dolayı savaşmış kimselerden olacağı için müellefet'ul-ku-lub'a mensup olamaz.
Ebu Ömer şöyle rivayet ediyor:
Hz. Peygamber (s.a) Malik bin Avf bin Sa'd'ı, Kays kabilesinden ve kendi kavminden müslüman olanlara idareci olarak göndermiş ve ona Sakif kabilesine hücum etmesi emrini vermişti. O da bu emri yerine getirerek, dünyayı Sakiflilere dar etmişti. Böylece Uyeyne bin Hısım müstesna müellefet'ul-kulub'a mensup kimselerin müslümanlığı güzel bir noktaya gelmiş oldu. Uyeyne'nin sürekli töhmet altında olmasma karşın, diğerleri de-ğişik derecelerde bulunuyorlardı. Aralarında Haris bin Hişam, Hakim bin Hizam, îkrime bin Ebi Cehl, Süheyl bin Amr gibi hayırlı ve fazileti üzerinde ittifak edilen kimseler de vardı. Bazılarının dereceleri ise daha düşüktü. Allah Teâlâ, peygamberler ve mümin kullarından bazılarını bazılarına üstün kılmıştır. Allah onların durumunu daha iyi bilir.
İmam Malik, «İşittiğime göre, Hakim bin Hizam Rasûlüllah'-m müellefet'ûlkulub'a verdiği maldan kendisine düşeni daha sonra sadaka olarak halka dağıtmıştır» demektedir.
Haktin bin Hizam ile Huveytib bin Abduluzza, altmışı İslâm'da, altmışı da cahiliyye döneminde olmak üzere 120 yıl yaşamışlardır.
Ben, şeyhimiz Hafız Ebu Muhammed Abtfulazim'den şöyle işittim : Sahabeden cahilliye döneminde 60, İslâm'da 60 yıl yaşayan iki kişi vardır, ikiside Hicretin 54. yılında Medinede' vefat etmişlerdir. Bu iki kişiden biri Hakim bin Hizam'dır. Kendisi Fil Hadisesi'nden Önce Kabe'nin içinde doğmuştur. İkincisi ise Hassan bin Sabit el-Ensarî'dir. Bunu Ebu Ömer Osman Şehrezuri, «Marifetti Envai İlm'ul-Hadis» adlı eserinde, Huveytıb'ı ise, Ebu-Ferec el-Cevzi, «Kitab'ul-Vefa Fi Şerefil-Mustafa» adlı eserinde zikretmiştir.
Ebu Ömer, «Kitab'us-Sahabe» adlı eserinde Huveytıb'm İslâm'a yetiştiği zaman öu yaşında, vefat ettiği zaman ise 120 yaşında olduğunu yazıyor. Hamnen bin Avf ise Abdurrahman bin Avf-m kardeşidir. İslâm'da 60, cahiliyye döneminde 60 yıl yaşamıştır.
Muaviye ile babası Ebu Süfyan bin Harb da müellefet'ul-ku-lub'dan sayılmışlardır. Ancak Muaviye'nin müellefet'ul-kulub'dan olması ihtimali uzaktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) vahiy katibi yapmak suretiyle onu -emin- kabul etmiş, yakınlarından yapmıştır. Muaviye'nin Hz. Ebubekir dönemindeki durumu ise daha belirgin ve daha vazıhtır. Ebu Süfyan'a gelince onun müellefet'ul-kulub'dan olduğunda bir kuşku yoktur.
Müellefet'ul-Kulub'un sayısını belirleme hususunda ihtilaf vardır. Ancak hepsi de mümindir, içlerinde kafir olanı yoktur. Allah daha iyi bilir ve daha iyi hüküm verir.
Bu sınıfın daha sonraları varlığını devam ettirip-ettirmediği hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ömer, Hasan Basri, tmarn Sabi ve başkaları, İslâm'ın kuvvet bulmasından sonra bu sınıfın ortadan kalktığı görüşündedirler. Bu görüş aynı zamanda Malikiler nezdinde şöhret bulmuş ve Ashab-ı Rey tarafından da ileri sürülmüştür.
Hanefi alimlerinden bazıları, «Allah İslâm'ı ve müslümanla-n aziz kıldığında ve İslâm diyarında kafirlerin sonu kesildiğinde, Hz. Ebubekir'in hilafet döneminde sahabe biraraya gelerek, müel-lefeVul-kulub zekâttan payının dilşmesinede görüş birliğine varmışlardır» demektedirler.
Alimlerden bir grup da, bu kimselerin halen var olduğu görüşünde hemfikirlerdir. Çünkü müslümanların İmamı, çoğu zaman bu kimselerin kalplerini yumuşatmaya gerek duyabilir. Nitekim Hz. Ömer dinin güçlendiğini gördüğünden dolayı müelle-fet'ul-kulub'un zekât içerisindeki paylarım kaldırmıştır.
Yunus bin Bukeyr, Zühri'den müellefet'ul - kulub'u sorduğumda, «Bu konuda bir neshin varid olduğunu bilmiyorum» demiştir. Yani ona göre müellefet'ul-kulub halen mevcuttur.
Ebu Cafer en-Nuhas, «Bana binaen onlar hakkındaki hüküm sabittir. Şayet bir kimsenin İslâm'a yakınlaştırılmasına gerek du-yulmuşsa veya o kimseden müslümanlara bir zararın gelmesi korkusu varsa ya da kendisine mal verilmesi halinde iyi bir müs-lüman olacağına dair bir ümit belirmişse, o kimseye zekâttan pay verilir» demiştir.
Kadı Abdulvehhab ise, ihtiyacın başgösterdiği dönemlerde bu kimselere zekâttan pay verilebileceğini söylemektedir.
Kadı İbn'ul-Arabi'de şöyle demektedir: «Benim kanaatime göre, İslâm kuvvet bulduğunda onlar yok olurlar. Ancak gerekirse Easûlülîah döneminde verildiği gibi, onlara pay verilebilir. Çünkü Rasûlüllah, 'İslâm garib olarak başladı ve gelecekte de ilk başladığı gibi olacaktır' buyurmuştur (Buhari)».
Müellefet'ul-Kulub'a zekâttan pay verilmediği takdirde bu pay diğer paylara katılır, yahut İmam'ın münasip gördüğü yerlere sar-fedilir.
Zühri, «Onların paylarının yansı mescidlerin tamirine harcanır» demiştir. Zühri'nin bu sözü, sekiz sınıfın hepsinin de zekât ehli olduklarına ama eşit şekilde zekâta müstehak olmadıklarına delâlet eder. Şayet aksi olsaydı müellefet'ul-kulub'un payı kendilerinin düşmesiyle düşer, başkalarına verilmezdi. Nitekim bir kişi belli bir topluluğa (bir öğrenci grubu, bir sülale v.s) bir miktar mal vasiyet ettiğinde, vasiyet yerine getirilmezden Önce o topluluktan birisi ölürse, ölen kişinin payı diğerlerine verilmez. [67]
Zekâtın verildiği 5. sınıf; hürriyetlerine kavuşmaları için kendilerine zekâtın verildiği kölelik boyunduruğu altında ezilen kimselerdir. İbn Abbas ve İbn Ömer'e göre, zekât kölelere boyunlarını esaretten kurtarmaları için verilir. Maliki mezhebinin görüşü de bu doğrultudadır. Onlar, İmam'ın sadaka malından köle satın alıp, onları tüm müsülmanlar adına azad edebileceği, azad edilen kölelerin veliliğinin ümmete ait olduğu ve ayrıca zekât verecek olan mükellefin köle satmalıp azad etmesi halinde, zekâtın yerini bulduğu görüşündedirler.
Ebu Sevr'e göre, mükellefin zekâtıyla köle satmalıp azad etmesi durumunda, kölenin veliliği ona ait olmaz. Bu aynı zamanda İmam Şafii ve Ashab-ı Rey'in de görüşüdür. Fakat sıhhatli olan görüş ilkidir. Çünkü Allah Teâlâ ayette «Ve fi'r-Rikab» (boyunlarda) ifadesini kullanmıştır. Mademki boyunların (kölelerin) sadakada paylan bulunmaktadır, o halde mükellefin zekâtıyla bir boyun çözmesi, başka bir ifadeyle bir köle satinahp- azad etmesi caizdir.
İlim ehli arasında, kişinin aldığı zekâtla Allah yolunda cihad etmek niyetiyle bir at satın alabileceğini ileri sürenler de vardır. Bu bakımdan bu kişi bir atı satın alabiliyorsa, pekâlâ bir köleyi de satın alabilir. Çünkü aralarında bir fark yoktur. [68]
Mükâtebe yapan (para karşılığında hürriyetini kazanmaya çalışan) bir kölenin, bu paydan yararlanması meselesi ihtilaflıdır. Bazıları yararlanamayacağını; zira Allah Teâlâ'nin 'rakabe' kelimesini kullanmasından, burada mutlak bir azadlığm kastedildiğinin anlaşıldığını öne sürmüştür. Mukateb ise, bir sonraki borçlular sınıfına dahildir. Allah daha iyisini bilir.
İmam Malik'in mükâtebe yapmış bir köleye bu paydan, kitabet akdinin sonunda kendisini azad edecek taksitlerinin verilebileceği görüşünde olduğu rivayet edilmektedir. Nitekim Cumhur-u Ulema da ayette geçen «Ye fi'r-Rikab» ifadesinin tevilinde buna zahib olmuşlardır. İbn Vehb, İmam Şaii, İmam Leys ve İbrahim en-Nehai'de bu görüştedir.
Zekât kafirlerin elinde bulunan kölelerin kurtarılmaları için sarfedilebilir. Çünkü müslümanın elinde bulunan bir köleyi zekâtla kurtarmak ibadet olduğuna göre, köleyi kafirin elinden kurtarmak daha makbuldür.
Bera' bin Azib'den rivayet olunduğuna göre, bir kişi Hz. Pey-gamber'e (s.a) gelerek, «Ey Allah'ın Rasûlü! bana öyle bir amel söyleki o amel beni cennete yaklaştırıp, cehennemden uzaklaştır-sın» dediğinde, Rasûlûllah ona, «Sen her ne kadar konuşmanı kısa kestin ise de, aslında meseleyi uzun bir şekilde arzettin. Bir nefsi azad et, bir boynu kölelikten kurtar» diye cevap verir. Gelen kişi, <{Ey Allah'ın Rasûlü! bir nefsi azad etmekle, bir boynu kölelikten kurtarmak aynı şeyler değil midirler?» diye sorduğunda, Hz. Peygamber (s.a), «Hayır, aynı şeyler değildirler. Çünkü bir nefsi azad etmen, tek başına onu azad etmen demek iken, bir boynu kölelikten kurtarman, o kimsenin (mükâtebe) fiatına yardım etmekliğindir» der. (Darekutni) [69]
Zekâttan pay alan 6. sınıf borçlulardır. Borçlular, borç altına girmiş ve ödeme imkânından mahrum olan kimselerdir. Borçlulara zekâttan pay verilmesi hususunda ihtilaf yoksa da, sefahat için borca giren kimseye yardım edilip edilmeyeceğinde ihtilaf edilmiştir. Bu tür kimselere zekâttan pay verilmeyeceği gibi, tevbe etmedikçe, değil sadece zekâttan, diğer mallardan da onların borcunu ödemek için bir teşebbüste bulunulmaz. Malı olduğu halde, borcu tüm mallarını kapsayan kimselere de, borçlulara ayrılan paydan verilir. Malı olmadığı halde, borcu olan kimse hem fakirler sınıfına, hem de borçlular sınıfına dahildir. Bu bakımdan böyle kimseler hem fakir hem de borçlu sıfatı ile zekât alırlar.
Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunduğuna göre, meyve satın alıp, zarar eden ve böylece borcu artan kimse için Hz. Peygamber (s.a), «Ona sadaka verin» buyurur ve halk o kimseye sadaka verir. Ancak verilen sadakalar o kimsenin borcunu ödeyecek miktara ulaşamayınca Hz. Peygamber (s.a) onun alacaklılarına, «Nesini bulursanız alın, onun dışında sizin hakkınız yoktur» der. (Müslim)
İyilik yolunda borç eden veya 'ıslah-l zat'ul-beyn' (arabuluculuk) yapmak için borçlanan kimseye -zengin bile olsa- borcunu ödeyebileceği miktarda borçlulara ayrılan paydan zekât verilir. Bu görüş tmam Şafii ile İmam Ahmet'e aittir. Onlar Kabise bin Muharik'ten rivayet edilen şu hadisle istidlal etmişlerdir:
«Ben bir yükün altına girdim ve bu yüzden Hz. Peygamber'e (s. a) giderek yardım istedim. O <ia, «Bize sadaka (zekât gelinceye değin bekle, borcunu ödemen için sana zekât verilmesini emrederiz» diye buyurduktan sonra şöyle dedi : «Ey Kabise! Dilenmek ancak şu üç kişiden birinin durumunda olan kimseye helaldir!
a. Bir yükün altına giren kimseye o yükü ödeyecek kadar dilenmek helaldir. Onu ödedikten sonra dilenmekten vazgeçmelidir.
b. Kendisine bir felaket isabet edip .malım kökünden silip götürmüş olan kimseye, yaşayacak kadar bir mal edininceye kadar dilenmesi helaldir.
c. Bir de kendisine fakirlik isabet eden kimse. Bu fakir kimsenin kavminin akıllılarından üç kişi kalkarak, 'falana fakirlik isabet etmiş, ona maişetini temin edinceye kadar dilenmek helaldir» demişlerdir. «Ey Kabise! bu üç durumun dışında dilenmek haramdır. Dilenen de haram yemiş olur». Buradaki Hz. Peygamberin (s. a) «Sonra dilenmekten vazgeçmelidir» sözü, o kimsenin zengin olduğuna delildir. Çünkü fakir dilenmekten vazgeçmez.
Yine Hz. Peygamber'den şu hadis rivayet edilmiştir: '«Dilenmek ancak şu üç sınıf için helaldir. 1) Durumu çok kötü olan fakire, 2) Yükü çok ağır olan borçluya, 3) Diyet altına girene».
Zekâttan ölünün borcunun ödenip-ö denmeyeceğinde de ihtilaf olmuştur. Hanefîlere göre ölünün borcunun ödenmeyeceği gibi, zekâttan keffarette verilmez. Malikilere göreyse, zekâttan ölünün borcu Ödenir. Çünkü ölü de sonuç itibariyle borçlular sınıfından-dır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Ben her mümine nefsinden daha evlayım. Mal bırakan kimsenin malı aile fertlerine (mirasçılarına) aittir. Geriye borç ya da fakir aile efradını bırakan kimsenin borcunu ödemek ve aile efradına bakmak bana aittir» buyurmuştur. [70]
Zekâttan pay alan 7. sınıf Allah yolunda olanlar, yani savaşan muhariplerdir. Onlara savaşta sarfetmek üzere verilen mal, ister zengin olsunlar, ister fakir zekâtın içinden verilir. Alimlerin çoğunluğu bu görüştedirler. Bu aynı zamanda İmam Malik'in de görüşüdür. İmam Ahmet'ten ve İshak bin Rahuvye'den nakledilen bir rivayete göre, Allah yolunda olmaktan maksat, Hacca gitmektir. Yani bu pay Hacca giden ve yolda parasız kalanlara verilmelidir.
Ebu'l-As'tan gelen bir rivayette, «Rasûlüllah bizi hacca gitmemiz için zekât develerine bindirdi» denilmektedir. (Buhari)
İbn Abbas'tan gelen rivayet ise şöyledir: «Köle zekât malından azad edilmeli ve ona Hac için de zekât malından verilmelidir.»
Ebu Muhammed Abdulgani, Abdurrahman bin Ebi Nuum kanalıyla şöyle rivayet etmektedir: «Abdullah bin Ömer'in yanında oturuyordum, o esnada ona bir kadın geldi ve «Ey Eba Abdur-rahman! kocam malının Allah yolunda sarf edilmesini vasiyyet etmiştir, Allah yolu ne demektir?» diye sordu. İbn Ömer, «O, onun dediği gibi Allah yolundadır» diye cevap verince, ben İbn Ömer'e, «Sen kadına fazladan bir şey söylemiş olmadın, aksine kapalı bir cevap vermek suretiyle onu daha. fazla üzdün» dedim. Bunun üzerine İbn Ömer, «Ey Ebu Nuum'un oğlu! sen bana neyi emrediyorsun? Ben kadına o malî yeryüzünü ifsad eden ve yol kesenlere mi vermesini emretseydim?» dedi. (O bu sözüyle o dönemki çapulcu askerleri kastediyor olmalıdır) (Ravi devamla); İbn Ömer'e «Peki sen ona neyi emrediyorsun?» diye sordum. O, «Ben ona sa-lih bir topluluğa vermesini emrediyorum. Allah'ın evini ziyarete giden hacılara vermesini söylüyorum. İşte onlar Allah'ın misafirleridir ve onlar Şeytan'ın cemaati gibi değildirler» diyerek bu sözü üç defa tekrarladı. Ben, «Ey Eba Abdurrahman! Şeytan'ın cemaati de kimlerdir?» diye sorunca, «Onlar öyle bir topluluktur ki, bugünkü idarecilerinin huzuruna girerler, onlara jurnalcilik yaparlar, yeryüzünde yalanlarla müslümanların aleyhlerinde bulunurlar. Böyle yaptıkları için de kendilerine hediyeler verilip maaş bağlanır» diye cevap verdi.
Muhammed bin Abdulhakem şöyle demiştir; «Zekâttaki bu pay, savaşta at ve silahlar, savaşçıların muhtaç olduğu diğer savaş araç - gereçleri ve düşmanın İslâm diyarına saldırısını engellemek için sarfedilmelidir».
Tüm bu harcamalar savaş yolunda ve savaş içindir. Nitekim Hz. Peygamber (s. a) bir olay esnasında ateşi söndürmesi için Seni bin Ebi Has'ame'ye yüz deve vermiştir,
Ebu Davud Beşir bin Yesar'dan, o da Seni bin Ebi Has'ame'-den şöyle bir rivayet nakletmiştir,» «Resûlüllah Hayber'de öldürülen Ensari'nin diyeti olarak bana zekât develerinden yüz deve verdi».
İsa bin Dinar: «Sadaka (zekât) Allah yolunda savaşa çıkıp, savaş halinde ona muhtaç olan, zenginliğiyim malı geride kalmayan muharibe verilir. Beraberinde malı bulunan muharibe ise verilmez.» demektedir. İmam Şafü, İmam Ahmed ve Cumhur-u Ulema'da bu görüştedir.
Ebu Hanife ve talebeleri İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed, savaşa giden (muharib) kimseye ancak fakir ve yolda kak mış ise, zekât malından verilir» görüşündedirler. Bu görüş, nas-sın üzerine bir fazlalık getirmektedir. Ebu Hanife nezdinde bu fazlalık nesh ile giderilmektedir. Ancak nesh Kur'an veya müte-vatir bir haberle vuku bulur. Oysa sahih bir hadiste, bunun tam tersi ifade edilmiştir: «Şu beş sınıf müstesna, sadaka herhangi bir zengine helal değildir:
a. Allah yolunda gazaya giden,
b. Zekât toplamakla görevlendirilen,
c. Arabuluculuk yapmak için borçlanan,
d. Malıyla zekât malını alabilecek durumda olan,
e. Fakir olan komşusunun aldığı zekâttan kendisine hediyede bulunulan.»
(Bu hadisi İmam Malik; Zeyd bin Eşlem ve Ata bin Yesar'-dan mürsel olarak, Ma'mer bin Raşid; aym raviler ile Ebu Said el-Hudri'den merfu olarak rivayet etmektedir.) Böylelikle rivayet edilen bu hadis, sözkonusu ayeti tefsir etmiş olmaktadır.[71]
İbn Kasım, «Herhangi bir zengine zekâttan alıp, sonra da o aldığım cihad ve Allah yolunda infak etmesi caiz değildir. Bu ancak fakir kimseler için caizdir» demektedir. Borcu olan bir zenginin de, kendi malını muhafaza etmek ve borcunu ödemek mak. sadiyla sadakadan alması caiz değildir. Gazaya giden kimse, savaş durumundayken ihtiyaç sahibi olsa, yanında olmasa da eğer malı varsa zengin sayılır ve dolayısıyla sadakadan hiçbirşey alamaz. Sadece borç alabilir ve onu da memleketine döndüğünde öder.
îbn Habib, İbn Kasım'ın yukarıdaki görüşünü naklederken, İbn Nafi ile diğerlerinin İbn Kasım'a muhalefet ettiklerini de belirtmektedir.
Ebu Zeyd ve diğer muhaddislerin İbn Kasım'dan rivayet ettikleri, «Gazaya giden kimsenin kendisine yetecek kadar malt yanında da olsa, memleketinde de olsa, yine de zekâttan pay alabilir» şeklindeki görüş, daha önce zikri geçen hadisin zahirine baküdığmda daha sahih görünüyor. Çünkü sözkonusu hadiste, zekatın beş sımf zengine helal olduğu belirtiliyordu.
İbn Vehb'in Malik'ten rivayet ettiğine göre, «İster zengin ister fakir olsun gazaya gidenlere, sınırda bekleyenlere zekâttan verilir) [72]
Zekâttan pay alan 8. ve son sınıf İbn'us-Sebil (yani yolda kalmış kimseler )dir. Seferi olarak memleketinden ayrıldıktan sonra memleketine dönecek parası kalmayan ve malına kavuşacak imkânları bulunmayan kimselere zengin bile olsalar, zekâttan verilir.
İbn Suhnun kitabında, İmam Malik'in, «Memleketinde zengin olan yolcuya borç veren biri olduğu takdirde, o kimseye zekât düşmez» dediği rivayet olunuyorsa da, birinci görüş daha sahihtir. Çünkü yolda kalmış olan zengin kimsenin, ortada Allah'ın minneti varken, kullardan birinin minneti altına girmesine gerek yoktur.
Memleketinde kendisinin zengin sayılmasına yetecek kadar serveti olan kimsenin, zekâttan -yolcu olması münasebetiyle- pay alması hususunda iki görüş rivayet edilmektedir. Meşhur olanına göre, bu tür kimselere zekâttan pay verümez. Ancak buna rağmen alırsa, memleketine vardıktan sonra geri vermesi gerekmez. [73]
Hazin, 7. sınıf olan «Fi sebilülah» ı (Allah yolunda) savaşan gaziler olarak değerlendiriyor: «Onların sadaka malında paylan vardır. Savaşa çıkacaklarında, cihad sırasında işlerini görebilmeleri amacıyla, silah, at, zırh ve nafakalarını temin edebilmeleri için, -zengin de olsalar- kendilerine zekâttan pay verilir».
sahihtir: zira bu konuda Cumhur-u Ulema'nm icmaı vardır.
İmam Nesefi, «Fi sebilillah» savaşa gidenlerin fakirleri ile yolda paraları bitmiş olan hacıları kapsamaktadır» diyor.
Kadı Beyzavi ise, «Fi sebilillah» sınıfım cihada sarfedilen bölüm içinde müteala ederek, «Bu pay Allah rızası için cihada gidenlere harcanır ve at, silah gibi araç - gereçler alınır» demektedir. Daha sonra da, «Bir görüşe göre bu pay, köprü ve kalelerin inşasında da kullanılabilir» diye ilavede bulunmaktadır.[74]
Alusi, Ruh'ul-Meani adlı tefsirinde, müellefet'ul-kulub'u üçe ayırmaktadır.
1. Müslüman olmaları için Hz. Peygamber'in kendilerine zekât verdiği kimseler, olan inançları daha da artsın diye zekâttan pay veriyordu. Sadaka'dan Allah yolunda olanlara ayrılan paydan, hacca gitmek isteyenlere verilmez. îlim ehlinin çoğunluğu bu görüştedir. Ancak buna zıt olarak bir görüş, İbn Atabas ve Hasan Basri'den rivayet edildiği gibi, İmam Ahmed ile İshak bin Rahuvye de bu görüşü savunmuşlardır.
Bazı alimler, «Fi sebilillah» ifadesi geneldir ve bu bakımdan onu savaşa gidenlerle sınırlamak gereksizdir, dedikleri için bazı fakihler, bu payın tüm hayrat işlerinde, sözgelimi köprüler inşa etmek, kaleler yapmak, mescidler tamir etmek v.b sahalarda kullanılabileceğini öne sürmektedirler. Çünkü yukarıda da ifade edil- ş» diği gibi «Fi sebilillah» genel bir tabirdir. Ancak ilk görüş daha
2. Müslüman olmalarına rağmen henüz inançları zayıf olan a kimseler. Örneğin Uyeyne bin Hısım, Akra' bin Habis ve Abbas ~. bin Murdas es-Sülemi gibi kimselere Hz. Peygamber (s.a) İslâm'a
3. Müminleri kötülüklerinden muhafaza etmek amacıyla kendilerine zekât verilen kimseler, Küffara ve zekâtı vermeyenlere karşı savaşmak için kendilerine sadaka verilen kimseler gibi.
Hidaye'de müellefet'ul-kulub kendilerine zekât verilecek sınıflar arasından çıkarılmıştır. Hz. Ebubekir'in hilafeti döneminde sahabenin bu konuda ittifak ettikleri söylenmektedir. Rivayet olunduğuna göre Uyeyne ile Akra' Hz. Ebubekir'e giderek kendisinden bir arazi istediler. Halife onlara bir arazi verilmesi için bir yazı yazdığında, Hz. Ömer o yazıyı onların elinden alarak yırttı ve şöyle dedi: «Bu Rasülüllah'ın sizlere kalplerinizi İslâm'a ısındırmak için verdiği bir şeydi. Bugünse Allah, artık İslâm'ı aziz ve sizlerden müstağni kılmıştır. Şayet İslâm üzerinde durursanız ne âlâ! Aksi takdirde bizimle sizin aranızda kılıç hükmedecektir». Bunun üzerine onlar da, «Sen mi halifesin, yoksa Ömer mi? Sen bize yazı verdin, Ömer ise o yazıyı yırttı» diye Hz. Ömer'i Hz. Ebubekir'e şikayet ettiler. Buna karşılık Hz. Ebubekir, «O dilediği takdirde bu yazı geçerlidir» demek suretiyle Hz. Ömer'e muvafakat etti. Üstelik bu kimselerin bazılarının irtidat etmeleri ve-yahut bir felaketin kopması ihtimaline rağmen, hiçbir sahabi Hz. Ömer'in bu yaptığına karşı çıkmadı.
Müellefet'ul-Kulub sınıfının Hz. Peygamber'in vefatından sonra ortadan kaldırılması hususunda ihtilaf edilmiştir. Çünkü bu sınıf Hz. Peygamber'in (s.a) vefatına kadar Kitab'la sabittir.
Bazı kimseler, «Kitab'la sabit olanın icma ile nesholunması caizdir: zira İcma da Kitab gibi kesin bir hüccettir» görüşünü sa vunmuşlarsa da, bu görüş pek sahih değildir.
Bazı alimlerde, «Bu mesele bir hükmün illetinin sona ermesiyle o hükmün kendisinin de sona ermesi gibidir. Sözgelimi oruç tutmanın vücubiyeti, vaktinin sona ermesiyle ortadan kalkar» demişler ise de, diğeri gibi bu görüşte reddedilmiştir. Çünkü buradaki hüküm bir sebebi gerektirmemektedir. Nitekim Remli'de şöyle denilmektedir: «Tavafta -Izdıva- [75] yapmanın illetinin sona ermesi, Izdıbtinın sona ermesini gerektirmez». Yani Hz. Peygamber (s.a) ve sahabe. Izdıba'yı kendilerini seyreden kafirlere güçlü ve kuvvetli görünmek için yapmışlardı. Oysa bugün kendisine böyle bir ihtiyaç olmadığı Izdıba sünnetine halen devam edilmektedir.
Alaaddin Abdulaziz, «En güzeli şöyle demektir; Bu Rasûlul-lah'ın (s.a) zamanında yapılan bir şeyin mânâ bakımından teh-rarıdır» demektedir. Nitekim müellefet'ul-kulub'a önceleri zekât verilmesinin amacı, İslâm'ın güç kazanmasının gözetilmeslydi. Çünkü İslâm o zamanlar zayıf, küfür ise kuvvetliydi. Zekâtın verilmesi İslâm'ın izzet bulmasına yardım etti. Böylelikle vaziyet değişti ve müslümanlar galip gelince İslâm aziz oldu. Dolayısıyla önceleri dinin güç kazanması için vermek gerekirken, şimdi dinin izzeti için vermemek gerekir. Çünkü esas hedef zaten dinin izzet bulmasıdır. Bu ise sözkonusu payın hali üzere baki kalması anlamına gelir ve dolayısıyla nesh mevzubahis değildir. Teyemmüm eden kimsenin durumu da tıpkı buna benzer. Böyle bir kimseye temizlenmesi için toprağı kullanmak vaciptir; zira su bulunamadığı zamanlarda toprak kullanılmasına izin verilmiş bir vasıtadır. Ancak durumun değişmesi, yani suyun bulunmasıyla vasıtada değişir ve artık o kimseye suyun kullanılması vacip olur. Çünkü maksadın hasıl olması için suyun kullanılması emredilmiştir. Binaenaleyh bu birinci durumun nesh edilmesi demek değildir. İşte müellefet'ul-kulub'a zekâtın verilmesinden vazgeçilmesi de bu anlamıyla bir nesh değildir. Sözgelimi diyetin, kazaen katil olan kimsenin yakınları üzerine farz olması da böyledir. Diyet Hz. Peygamber'in (s.a) döneminde katilin aşireti üzerine farzdi, fakat ondan sonra Divan Ehli'nin Üzerine farz oldu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) döneminde diyet, kendilerine yardım edildiğinden dolayı aşirete farzdı. Daha sonra ise, yardımı divan ehli yapmıştır. Bu değişiklik neshten ziyade, diyetin kendisi için vacip olduğu mâna olan yardımlaşmanın takdiridir. Bu yorum Nihaye'-de istihsan edilmiştir.
îbn Kemal, «Bu neshe ters düşmez; zira onlara zekât vermenin mubah olması şer'î ve sabit bir hüküm iken, sonradan kaldırılmıştır» demektedir.
Bazı müdekkikler ise, «Buna nesh olmuştur denilemez; zira Kitdb'm İcma ile neshi caiz değildir. Bu takdirde nesheden İcma'-vn kendisi olmayıp, onun delilidir. Çünkü tema ancak delile dayandığı takdirde, bir hüküm ifade eder. Böyle olması halinde mesele yoktur. Ancak aksi takdirde, onun sabit olmadığına hükmetmek gerekir» demektedirler.
Hz. Ömer'in işaret ettiği ayet,«De ki: Hak Rabbinizden gelendir. Dileyen iman eder, dileyen de inkar eder» (Kehf: 29) bu görüşü destekler mahiyettedir. Ancak bu noktaya iyice dikkat etmek gerekir. Çünkü bu görüş ayetin bu olaydan sonra nazil olduğunun tespit edilmesi durumunda muteber olur. Oysa böyle bir tespit yapılmamıştır.
İmam Zühri, Ebu Cafer Muhammed bin Ali, Ebu Sevr ve Hasan Basri'nin de dahil olduğu bir grup alim, müellefet'ul-kulub'a ait payın düşmediği görüşündedirler.
İmam Ahmed, «Müslümanlar yardıma muhtaç olduğu sürece müellefet'ul-kulub'a zekâttaki payları verilir)) derken, bazı alimlerde «müellefet'ul-kulub iki kısma ayrılır, müslümanîarı vardır, kafirleri vardır. Yürürlükten kaldırılan pay kafirlere ait olanıdır. Çünkü Hz Peygamber'in (s.a) ganimetin 1/5'inden yani kendi payından verdiği onlara tahsis edilmiştir» demektedirler.
Alusî, borçlular sınıfı ile ilgili olarak şöyle söylüyor: «O kimselerin üzerlerinde borç yükü olduğundan, Ez^Züheyriyye'de de denildiği gibi zekâtı onlara vermek fakirlere vermekten evladır.» Nitekim fakihler, «Bu borç masiyette şaraba harcamak veya israf etmek için yapılan borç gibi değildir» demişlerdir.
îmam Nevevi, «Minhac» adlı eserinde; «Masiyette harcamak üzere borç yapan kimseye tevbe etmesi halinde zekâttan pay verilir» derken, bu görüşünü «Er-Ravda» adlı eserinde şu şekilde düzeltiyor; «Masiyette harcamak üzere borç yapan kimseye tevbe etse de, etmese de zekâttan pay verilmez. Çünkü o zekât alabilmek için tevbe etmiş olabilir. Ayrıca bu tür kimselerin kendisinin ve ailesinin ihtiyacını karşılayabilecek nafaka miktarindan fazla gelirlerinin ve borçlarını ödeyebilecek miktarda mallarının olmaması da şart koşulmuştur. Aksi takdirde sadece böyle bir borcu vermek, pay almasına mâni olmaz. Bu îmam Şafii'nin iki görüşünden biri ve en meşhurudur».
Bazı alimler, «Ayet umum ifade ettiğinden böyle bir şart öne sürülemez» demektedirler. Kuduri ile Kenz Sahibi, «Borçlu bir kimse zekâtın sarfedildiği bölüme dahildir» derken, Kâfi'de «Borçlunun zekât alabilmesi için, borcundan fazla bir mala sahip olması gerekiyor» diyor. Bahr ise, «Ayette bahsi geçen borçludan maksat bu tür kimselerdir. Çünkü borçlu, lugatta üzerinde borç yükü olduğu halde borcunu ödeme imkanına sahip olmayan kimse demektir» şeklinde bir' açıklama yapmaktadır. Nitekim El-Utbi'de bu şekilde zikretmiştir.
Bu hususta bir sınırlama yapılmamasının nedenini ise bazı alimler, «Fakirlik zekât toplayan memur ile yolcu dışında tüm sınıflar için aranan bir şarttır» şeklinde açıklıyorlar. Ancak yolcunun memleketinde malı varsa o fakir sınıfına girer.
Borçluya borcunu ödeyebilmesi için zekâtın verildiği an, borcun vaktinin gelmesinin şart olup - olmadığı hususunda İmam Şafii'den iki görüş rivayet edilmiştir.
Şafiîlere göre arabuluculuk yapmak için borçlanan kimseye zekât verilir. Sözgelimi -katili bilinsin ya da bilinmesin- öldürülen bir kişi hakkında çekişen iki kabile arasında, meydana gelebilecek bir fitneyi önlemek için arabulucuk yapan kimse, maktulun velisine diyet verdiği için, kendisine zengin de olsa zekât verilebilir. Bazıları ise'nakdi serveti olan kimse zekât alamaz demişlerdir.[76]
Alusi, «Fi sebilillah» ile ilgili de şöyle demektedir; «Ebu Yusuf'a göre bu kimseler yolda kalmış askerler, İmam Muhammed'e göre de yolda kalmış hacılardır».
Bazı alimler, «Bununla ilim yolunda olanlar kastedilmiştir derlerken, Ez-Züheyriyye' fetvasında, «Sadece ilim ehli kastolun-muştur» denilmektedir. Bedai'us-Senai'de, «Burada tüm ibadet yolunda olanlara işaret vardır» diye kayıtlıdır. Bu takdirde bu sınıfa Allah'a taat yollarında çalışan, hayr yollarında koşan herkes dahil olur. Bahr'da, «Burada fakirlik şartı gerekmektedir» denildiğinden, onun meyvesi zekâtta değil ancak vasiyyetler ve vakıflarda ortaya çıkar.
Bazıları gerçeğin Cessas'm Ahkam'ut-Kur'an adlı tefsirinde şu şekilde yazdığıdır, demektedirler: «Memleketinde evi, hizmetçisi, atı ve fazlaca serveti olan kimseye orada zekât almak helal değildir. Bu kimse cihada çıktığında bineğe ve silaha ihtiyaç duyabilir. Oysa memleketinde kalması halinde bunlara muhtaç olmayacaktı, îşte bu bakımdan memleketinde zengin olsa bile, bu kimsenin sadaka (zekât)tan pay alması caizdir.» Hz. Peygamber'in «Sadaka ancak zengin gaziye (askere) helaldir» hadisi de bu görüşü desteklemektedir.
Alusî ise şöyle demektedir: «Şafülere göre meşhur olan görüş, ayetteki «lam»m mülk için olmasıdır. Çünkü onlar varolduğu takdirde zekâtın, biri hariç tüm sınıflara ve her sınıftan en az üç veya daha fazla kişiye sarfedilmesi gerektiği görüşündedirler. Hanefîlere göreyse, mükellef zekâtını tüm sınıflara verebileceği gibi sadece bir tek sınıfa da verebilir. Çünkü, ayet ile zekât verilecek sınıfların beyanı amaçlanmıştır. Maksat verilecek miktarı tayin değildir. Nitekim, «Şayet onu fakirlere gizlice verirseniz daha hayırlıdır» (Bakara: 271) ayeti de buna delâlet etmektedir. Ayrıca bir defasında sadakadan mal geldiğinde Hz. Peygamber (s.a) onu sadece müellefet'ul-kulub'a vermiş, ikinci bir mâl geldiğinde ise onu, sadece borçlular sınıfına vermiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamberin (s.a) bu uygulaması, zekâtın bir tek sınıfa verilebileceğini göstermektedir».
Hanelilerin bu görüşü, Hz. Ömer ile İbn Abbas'tan da rivayet olunduğu gibi, Said bin Cübeyr, Ata, Süfyan'us-Sevri, Ahmet bin Hanbel ve İmam Malik de bu görüştedirler.
(61) «İçlerinden peygamberi incitenler...» Bu Ayetin Tefsin
tbn Ebi Hatim bu ayetin münafıklardan bir topluluk feak-kında nazil olduğunu Süddi'den rivayet etmektedir. Cellas bin Suveyd bin Samit, Rifa' bin Abdulmunzir, Vedia bin Sabit ve daha başka kimseler Rasûlullah'a (s.a) uygun olmayan şeyler söylediğinde, içlerinden birisi, «Böyle yapmayın korkarım ki bu söyledikleriniz Muhammed'in kulağına gider, o da bize ceza verir» dedi. Cellas ise, «Biz dilediğimizi söyler, sonra da Muhammed'e gideriz. Ne dersek o bizi tasdik eder; Zira Muhammed de (nihayetinde) bir kulaktır» diye cevap verdi. Başka bir rivayette ise, «İşiten bir kulaktır» şeklinde geçmektedir.
Muhammed îbn îshak, «Bu ayet Nebtel bin Hars adında münafıklardan biri hakkında nazil olmuştur. O iki gözü kırmızı, yanakları çökük, fizyonomisi çok çirkin biriydi. Rasûlullah'ın (s.a) sözlerini münafıklara taşırdı. Bu yüzden kendisine böyle yapmaması söylendiğinde, «Muhammed ancak bir kulaktır. Ona kim ne söylerse, onu tasdik eder. Bizde bir şey söyler, sonra yanına gideriz. Ona yemin ederiz, o da bizi tasdik eder» diye cevap vermiştir. İşte Hz. Peygamber (s.a) bu kimse hakkında, «Şeytan'ı görmek isteyen Nebtel bin Hars'a baksın» buyurmuştur.
Allah'ın yüzlerini simsiyah, kulaklarını sağır, gözlerini kör edesice kimseler; «Peygamber bir kulaktır» sözüyle, «O kendisine söylenen her şeyi dinler ve tasdik eder» demek istiyorlardı. Dolayısıyla onların konuşmalarında bunu ifade edecek bir şeyle, «Uzn»n (kulağı) vasıflandırmak, onların içlerini keşfetmektir. Uzn, kulak demektir. Buradaki anlamıyla kişiye vasıf olduğundan bu kullanımda mübalağa söz konusudur. Yani Hz. Peygamber her sözü sadece dinlemekle kalmaz, dinledikten sonra tasdik de eder. Cevheri, bir kişiye «kulaktır» denildiğinde, o kimsenin herkesin sözünü dinlediği kastedilir, demektedir.
Ali bin Ebi Talha, tbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «O kulaktır, yani (her sözü) dinler ve kabul eder.»
Bazı rivayetlere göre bu ayet Attab bin Kuşeyh hakkında nazil olmuştur. O, «Muhammed bir kulaktır, her söyleneni kabul eder» diyordu.
Kıraat imamlarından Hamza, ayette geçen «Rahmet» kelimesini «esreli» okurken, başkaları «ötre» ile okuyarak onu, «Uzn» kelimesi üzerine atfetmişlerdir. Ayetin takdiri, o hayr kulağıdır, o rahmettir şeklinde olmaktadır. Yani o hayr dinler, şerri dinlemez. O dinlenilmesi gerekeni dinler, o bir rahmettir. O Allah'a ve müminlere inanır, güvenir. Yani müminleri tasdik eder, müminlerin sözünü kabul eder, rnünafıklannkini ise kabul etmez.
«O sizden iman edenler için rahmettir;» ayetinde Allah Teâla' nın, «sizden iman edenler» ifadesini kullanmasının nedeni, münafıkların müminlerden olduklarını iddia etmeleridir. Böylelikle onların yalancılıkları vurgulanmış olmaktadır. Bu balamdan Hz. Peygamber (s.a) sadece ihlaslı müminler için rahmettir, münafıklar için değil. O'nun (s.a) rahmet olması ise, halkın hakkında hükümleri zahire göre tatbik etmesinden, onların gizli taraflarım araştırmamasından ve sırlarım ifşa edip açığa çıkarmamasından neşet etmektedir.
Nesefi, «O sizden iman edenler için rahmettir» ifadesiyle ilgili olarak şöyle demektedir; «O sizden müminlere rahmettir. Yani ey münafıklar; imanlarınızı -varsa- açığa vurunuz. Sizlerin ancak zahiri imanınız sizden kabul edilir, sırlarınız ise araştırılmaz. Dolayısıyla müşriklerin başlarına gelenler sizlerin başına gelmemiş olur. Ya da, «O müminler için rahmettir,» yani onları küfürden kurtarmış, imana gelmelerine vesile olmuş ve imanları sayesinde onlara şefaat edecektir.»
«Allah'ın Rasûlü'ne eziyet verenlere gelince, onlar için hem dünya hem de ahirette elem verici bir azap vardır» ifadesi ile ilgili olarak Kadı Beyzavî, Hz. Peygamber'e eziyet verenlere, verdikleri eziyetten ötürü elem verici azap vardır, demekte ve «dünya ve ahiret» ifadesine değinmemektedir.
Tenvir'ul-Mikbas bu ayeti, Tebûk gazvesinde Cellas bin Su-veyd, Semmak bin Amr, Mahşa bin Humeyr ve arkadaşları Hz. Peygamber'e (s.a) eziyet verdiklerinden Ötürü onlara dünya ve ahirette acı bir azap vardır, şeklinde yorumluyor [77]
62- Sizi razı etmek için (gelip) size Allah'a yemin ederler. Eğer mümin iseler Allah ve Rasûlü'nü razı etmeleri daha gereklidir.
63- Bilmiyorlar mı ki, Allah ve Rasûlü'ne karşı koyan bir kimseye elbette içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu, o, büyük aşağılanmadır.
64- Münafıklar kalplerinde bulunanı onlara haber verecek bir surenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler. De ki: «Siz alay edip durunuz. Kuşkusuz Allah o çekinip durduğunuzu anığa çıkarıcıdır.»
65- Yemin olsun ki eğer onlara sorarsan, «Andolsun biz sadece lâfa dalmış oyalanıyorduk» derler. De ki: «Allah, ayetleri ve rasûlü ile mi alay ediyordunuz?»
66- Özür-belirtmeyiniz. Çünkü siz imanınızdan sonra kafir oldunuz. Eğer bir grubunuzu bağışlasak bile, bir grubu da gerçekte suçlu olmaları nedeniyle azaba duçar edeceğiz.
67- Münafık erkekler ile münafık kadınlar birbirlerindendir. Kötülüğü emrederler, iyilikten ahkoyarlar. Ellerini de sıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular. O da onları unuttu. Kuskusuz ki, münafıklar fasıkların ta kendileridir.
68- Allah münafık erkeklere de, münafık kadınlara da, kafirlere de içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini va'detti. O ateş onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir ve onlara sürekli bir azab vardır.[78]
(62) «Sizi razı etmek için (gelip) size Allah'a yemin ederler...»Bu Ayetin Tefsiri
Rivayet olunduğuna göre bu ayetin nüzul sebebi şudur: İçlerinde Cellas bin Suveyd, Vedia bin Sabit'in de bulunduğu münafıklardan bir grup bir araya geldiler ve Amr bin Kays isimli En. sar'dan bir genci aşağılayarak, «Şayet Muhammed'in dediği Hak. ise bizler eşekten daha aşağılıklarız» dediler. Bunun üzerine o genç öfkelenerek onlara, «Allah'a yemin ederim ki, Muhamed'in dediği haktır ve sizler de eşekten daha aşağı kimselersiniz» diye karşılık verdikten sonra gidip onların sözlerini Hz. Peygamber'e iletti. Onlar hemen gelip Amr'ın yalancı olduğuna dair yemin ettiler. Amr ise, «Onlar yalancılardır» diye yemin edip, şu duayı yaptı: «Ya-rabbi! doğrunun doğruluğu yalancının yalancılığı ortaya çıkınca-caya kadar bizi buradan ayırma». Bu duanın üzerine ayet nazil oldu ve böylelikle de doğrunun doğruluğu yalancının da yalanı ortaya çıktı. [79]
Bu ayet-i celile bazı hususları bir arada ifade etmiştir. Şöyle ki:
a. Yemin edenin yemini, kendisi için yemin edilen razı olmasa bile kabul edilir.
b. Yemin, iddia da bulunan kişinin hakkıdır.
c. Yemin sadece Allah'a izafeten yapılır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Yemin eden Allah'ın adıyla yemin etsin veya sussun. Yemin eden de tasdik edilsin» buyurmuştur.
Mukatil ile Kelbî'den gelen bir rivayete göre, bu ayet Tebûk gazvesinden geri kalan münafık bir grup hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a) Tebûk'ten dönünce, bu kimseler huzura gelip özür dilediler ve birtakım nedenler üeri sürerek haklı olduklarına yemin ettüer. Allah da onları yalanlamak maksadıyla bu ayeti indirdi. [80]
(63) «Bilmiyorlar mı ki Allah ve Rasûlü'ne karşı koyan...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani «Münafıklar bunu bilmiyorlar mı?» Buradaki istifham, kınama, yerme içindir. Dolayısıyla bu istifham Hz. Peygamber (s.a) ile alay etmenin, onun azametine dokunmanın sonucunun çok korkunç olduğuna bir işarettir. Ayette geçen «Yuhadidu» fiili, kandırmak anlamındaki «muhadet» kökünden türemedir ve muhalefet, karşı koymak anlamındadır. Yani «Bilmiyorlar mı ki Allah ve Rasûlü'nün emirlerine muhalefet eden...» şeklindedir. Bu fiil «Hadi» kökünden olup, menetmek anlamına da gelebilir.
«El-Hizyu» kelimesine gelince, bu kelime aşağılık, zillet, rezalet, rezil olmakla birlikte düşüklük mânâsındadır.
(64) «Münafıklar kalplerinde bulunanı...» Bu Ayetin Tefsiri
Süddi şöyle demektedir: «Münafıklardan bazıları, «Allah'a yemin ederim ki, huzura götürülüp bana yüz kamçı atılmasını isterdim de, hakkımızda bizi rezil edecek bir sure nazil olmasını istemezdim» diyorlardı ve bu sure bunun üzerine nazil oldu.»
Münafıklar kalplerinde bulunan gizli sırları bildirecek bir surenin nazil olmasından korkuyorlardı. Bu noktada, «Münafıklar zaten kalplerinde olan kini biliyorlardı. Dolayısıyla inecek surenin münafıklara bu kini bildirmesinden maksat nedir?» diye sorulacak olursa, cevap olarak şöyle deriz: «Böylelikle onların gizledikleri sırlar halk arasında yayılacak ve onlar o gizli sırlarını halkın ağzından işiteceklerdir. İşte bu ayet onlara bu gerçeği bildirmektedir. Yani onlar müminlerin kendi sırlarına muttali olmala-rından korkuyorlardı.»
Bazı müfessirler, «Bu ayetten maksat, bu surenin onlara kalplerinde olanı Rasûlüllah'ın bildiği şekilde haber vermesidir» derken, bazıları da, «Burada haber vermekten maksat, sure onların sırlarını o kadar derinden kapsamıştır ki âdeta iç âlemlerinde olup da bilmediklerini bu sure biliyor, onlara bunu haber veriyor, onların çirkinliklerini yayıyor, demektir» diyorlar. Muhtemelen ayetteki birinci ve ikinci zamirler müminlere iken, üçüncü zamir münafıklara raci olmaktadır. Gerçi burada zamirlerin atfolun-dukları mercülerin tespit edilmesi bir mahzura yol açıyorsa da, zamirlerin tef kiki (çözülmesi) her ifade de yasak kılınmamıştır. Bu bakımdan karineler kuvvetli ise, zamirlerin çözülmesi mahzurlu olmaz. Yani, münafıklar müslümanlann üzerine bir surenin inmesini ve o surenin müslümanlara münafıkların kalplerinde olanı haber vermesini ve münafıkları rezil ve ifşa etmesini düşünerek, bundan şiddetle korkuyorlardı. Onlara bu durumdan nasıl korktuklarının haber verilmesi, kendilerinin Hz. Peygamber'in (s.a) nezdinde güvenilir bir konuma sahip olmadıklarını göstermektedir.
Ebu Müslüm'e göre bu korkunun belirtilmesi de alay yoluyla olmuştur. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in (s.a) kendilerinin her söylediğini işittiğini ve bu da vahiyle bildiriliyor dediğini duyunca, bunu yalanlayarak onunla alay ettiler. Ebu Müslim bu yorum, «De ki: Siz alay edip durunuz» cümlesiyle desteklenmektedir, diyor. Buradaki «Alay edip durunuz» emri, tahdid için olduğundan «Nifaka dalınız» anlamına gelmektedir. Çünkü alay edici olan münafıkların kendisidir. Bazı müfessirlere göreyse, ayette geçen «Yahzeru» fiili aslında «Li yahzer» şeklinde emir anlamındadır. Ancak «Kuşkusuz Allah o çekinip durduğunuzu açığa çıkanadır» ifadesi bazı yönleriyle bu yoruma mânidir. Fakat onların bu emir mucibince sakındıkları (korktukları) öne sürüldüğü takdirde yukarıdaki yorum kabul edilebilir. Oysa böyle bir şeyi öne sürmek zahiri mânâya ters düşer. Yani ayetin anlamı o zaman şu şekilde anlaşılmaktadır: «Kuşkusuz Allah böyle bir sureyi ve o korktuğunuz şeyi indiricidir» Oysa ayet bu şekilde değil, bulunduğu gibi nazil olmuştur. Dolayısıyla bu mübalağa içindir ve böylelikle ayetin anlamı, «Surenin indirilmesiyle ifşa edilmesi amaçlanan o sakındığınız durum ortaya çıkacaktır» şeklinde ve daha umumi olmaktadır. Çünkü ayet ile, ortaya çıkmasından korkulan her şeyi Allah'ın ortaya çıkarabileceği kastolunmaktadır ki, burada «çıkarma» fülinin Allah'a izafe edilmesinin nedeni, O'nun (c.c) bu işi mükemmelen yapacağından ötürüdür. Tekid ise, tered-dütün bertaraf edilmesi veya inkârın reddedilmesi içindir.
(65) «Eğer onlara sorarsan: «Andolsun biz sadece lâfa dalmış oyalanıyorduk» derler...»
Bu Ayetin Tefsiri
Yani onlara o sözleri niçin sarfetmiş olduklarını sorarsan: «Andolsun biz sadece lâfa dalmış oyalanıyorduk» diyeceklerdir.
İbn Münzir ile İbn Ebi Hatim'in Katade'den rivayet ettiklerine göre. Hz. Peygamber (s.a) Tebûk seferine çıktığında münafıklardan bazı kimselerin, «Yoksa bu adam, Şam'ın sarayları ve kalelerinin fethedileceğini mi ummaktadır. Heyhat, heyhat!..» dediklerine şahit olur. Yani, o kimselere göre böyle bir şeyin olması pek uzak bir ihtimaldir. Allah Teâla, onların bu sözlerinden kendisini haberdar etmesi üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Şu giden grubu durdurunuz» diye emreder ve sonra yanlarına giderek, «Sizler şöyle şöyle demediniz mi?» der. Onlar da, «Ya Rasûlüllah! Andolsun biz sadece lâfa dalmış oyalanıyorduk» derler, sonra da bu ayet nazü olur.
İbn Cerir ile İbn Merduveyh'in Abdullah bin Ömer'den naklettiklerine göre, o şöyle demiştir: «Bu sözü sarfeden Vedia bin Sabiti gördüğümde, Hz. Peygamber'in (s.a) devesinin eğerinin bağlı bulunduğu ipe yapışmıştı, Peygamberle beraber yürüyordu. Sahabenin attığı taşlar ona değiyordu. O, «Biz sadece lâfa dalmış oyalanıyorduk» dediğinde Hz. Peygamber (s.a), «Allah ayetleri ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz?» diye ona cevap verdi.
En-Nakkaş, Hz. Peygamber'in (s.a) devesinin ipine yapışan kişinin Abdullah bin Ubey bin Selûl olduğunu söylemektedir. Ku-şeyri'nin de İbn Ömer'den aynı şekilde rivayet etmesine karşın, İbn Atiyye, «Bu rivayet yanlıştır; zira İbn Ubey Tebûk seferine katılmamıştır» demektedir. Kuşeyrî ise «Bu söz sadece Vedia bin Sabit'e söylenmiştir. O münafıklardandı ve Tebûk seferine katılmıştı» diyor.
Ayette geçen «Nehudu» fiili «h-v-d» kökünden türemiştir ve suya ya da herhangi bir şeye dalmak demektir. Daha ileride bu kelime pislik, zillet olan her şeye dalmak anlamında da kullanıl-mıştır. [81]
Bu ayet, küfrü gerektiren sözleri şaka ile dahi söylemenin küfür olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü tahkik nasıl ilim ve hakkın kardeşi ise, istihza da (alay etmek) aynı şekilde dalâlet ve cehaletin kardeşidir.
Ulema, alış-veriş, nikâh ve boşanma gibi hükümler hususunda hezl (şaka) yapmanın, ne gerektirdiği konusunda ihtilaf etmiştir. Bazıları bu tür şakaların mutlaka bir mesuliyeti mucip olduğunu, bazıları da olmadığını ileri sürmüştür. İmam Şafii, Nikâh ve talakta şaka, ciddiyet gibidir, Alış-verişte ise böyle, değildir» derken, İmam Malik, «Şaka ile nikâh yapanın nikâhı sahihtir» demiştir.
Ebu Zeyd, İbn Kasım'm böyle bir nikâha cevaz vermediğini nakletmektedir.
Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Üç şey vardır ki onların ciddisi ciddi, şakası da ciddidir; Nikâh ,talak ve ricat!» (Ebu Davud, Tirmizi, Dare-kutni) Tirmizi bu hadise «Hasen» demektedir. Nitekim sahabe ve ilim ehli bu hadis üzere amel etmektedir.
İmam Malik, Yahya bin Said ve Said bin Müseyyeb'den şöyle rivayet ediyor: «Üç şey vardır ki onlarla oynamak doğru değildir. Nikâh, talak ve köle azad etmek» (Muvatta)
Hz. Ali, İbn Mesud ve ayrıca Ebu Derda'non, «Üç şey vardır ki onlarla oynamak doğru değildir- ve bunların geriye dönüşü de yoktur. Bu konuda şaka yaptığını da söylese o kimse ciddi kabul edilir. Nikâh, talak ve köle azad etmek» dedikleri rivayet edilmiştir.
Said bin Müseyyeb, Hz. Ömer'den şu hadisi rivayet etmektedir: «Dört şey vardır ki onlar herkes için geçerlidir. Köle azad etmek, nikâh, talak ve nezretmek.» Dahhak'tan gelen rivayette bunlar, «Nikâh, talak ve nezretmek» şeklindedir. [82]
Kadı Îbn'ul-Arabi; «La ta'teziru» fülinin kökü olan «itizar,» lugatta kesmek anlamına gelir. «Ondan özür diledim,» yani «Kal-
(66) «Özür belirtmeyiniz. Çünkü siz...» Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki nehy (yasak) kınama için yapılmıştır. Yani Allah Teâlâ, o yaptıklarından ötürü onları kınamaktadır. Böylece âdeta onlara, «Fayda vermeyen bir şeyi yapmanıza gerek yok» diyerek küfürlerine hükmetmekte ve günah işlemekten çekinmediklerini ilân etmektedir.
bimde olanı kesip, attım» demektir. Çocuğun sünnet edilen parçasına, kesildiğinden dolayı «uzreh» denir.» demektedir.
Alay edenlerin üç kişi olup, ikisinin alay ederken, birinin güldüğü ve affedilenin de bu konuşmayıp gülen kimse olduğu rivayet edilmektedir.
Ayette geçen «Taife» kelimesi, grup anlamında kullanılmış-| tır. Bu taifeden affolunan kimsenin adı ile ilgili ihtilaf vardır. İbn İshak'tan rivayet olunduğuna göre bu kimsenin adı Mahşi bin Humeyr'dir. İbn Hişam'a göre İbn Mahşi'dir. Halife bin Hayyat, Tarihi'nde bu kişinin adının Nehaşin bin Mumeyr, İbn Abdulberr ise, Mehaşin el-Himyeri, Süheyli de Mahşen bin Hımeyr olduğunu söylemektedirler. Tüm siyer alimleri bu şahsın Yemame savaşında şehit düştüğünü nakletmektedirler. Bu kimse tevbe etmiş ve kendisine «Abdurrahman» adı verilmiştir. O Allah'tan şehit düşmesi ve kabrinin de kimse tarafından bilinmemesi dileğinde bulunmuştur. Hakkında münafık mı, müslüman mı olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazı alimler; güldüğünde münafıktı ve fakat sonra kesin bir şekilde tevbe etmiştir derken, bazı alimler de; müslümandı ama münafıkları dinleyip güldüğü ve onların sözlerini reddetmediği için söz konusu kınamaya muhatap olmuştur, demektedirler.
Bazı rivayetlerde ise, bu ayet indiğinde o kimsenin münafıklığından tevbe ederek şu münacaatta bulunduğundan bahsedilir: «Ey Allahım! Ben sürekli öyle bir ayet dinliyorum ki, onun dehşetinden tüylerim diken diken oluyor, kalbim âdeta parçalanıyor. Ey Allahım! Hiç kimsenin onu ben yıkadım, ben kefenledim, ben defnettim diyememesi için canımı yolunda şehid olarak al.» Gerçekten de bu şahıs Yemame Günü savaşta yaralanarak şehid olmuş ve böylelikle duası da kabul edilmiştir. Onun sadece bir tek kişi olmasından dolayı Mücahid, «Taife» kelimesinin birden, bine kadar tüm sayılan kapsadığını ileri sürmüştür. İbn Abbas ise, «Taife» kelimesinin bir veya daha fazla kişiye ıtlak edilebileceği görüşündedir.
(67) «Münafık erkekler ile münafık kadınlar birbirlerinden-dir...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani, tıpkı bir nesnenin parçalarının birbirine benzemesi gibi, onlar da nifakları yönünden birbirlerinin aynıdırlar. Ayet onların gerçekte de, görünürde de su ile toprağın bir oldukları gibi birlik içinde olduklarını bildirmektedir. Bu ayet münafıkların çirkinliklerini zikreden önceki ayetlerle bitişiktir. Bazı alimler de bu ayetin, «Sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler» (Tevbe : 56) ayetiyle birleşik olduğunu öne sürmektedirler. Bu ayet ile onların daha önce bahsedilen sözleri yalanlanarak, iptal edilmiş olmakta ve Allah Teâlâ'nın, «Onlar sizden değildirler» hükmü tekrar edilmektedir. Ayette ayrıca küfür ve nifaktaki aşırılıkların ilanı amacıyla münafık kadınların durumuna da değinilmiştir. Onlar Hz. Peygamber'i (s.a) yalanlayarak, münkeri emrederler. İn-sanlan «La ilahe illallah» lafzını arzda gerçekleştirmekten menetmeye uğraşır ve onları Allah'ın indirdiğini ikrar etmekten alıkoymaya çalışırlar» (İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.)
Ebu'l-Âliye'den gelen bir rivayete göre, Kur'an'da zikri geçen her münker kelimesi ile putlara ve Şeytan'a ibadet etmek kasto-lunmaktadır. Ancak bu ayette geçen «münker)) ile «maruf» kelimelerinin bu anlamı dışında, diğer anlamlarının da olması mümkündür. Ayette geçen cümle istinaf i bir cümledir. [83] Geçmiş hükümlerin içeriğini takrir ve tespit ettiği gibi, onların durumlarının müslümanlarmkine ters olduğunu da açıklamaktadır. [84]
Katade'den rivayet olunduğuna göre, onlar Allah'a itaat etmek ve O'nu razı kılmak için ellerini açmayıp, sımsıkı tutmaktadırlar.
Hasan Basri ise, burada elin kapanması ile cimriliğin kastedildiği görüşündedir. Tıpkı elin açılmasıyla cömertliğin kastedildiği gibi. Çünkü veren kimse elini uzatır ve açar, vermeyen ise bunun tam aksini yapar.
Cübbai, onların Allah yolundaki cihaddan ellerini kapattıklarım söylüyorsa da, bu yorum söz konusu kelime hakkındaki meşhur görüşün aksinedir.
«Onlar Allah'ı unuttular», yani taati terkederek, Allah'a tabi olmadılar. «Ö da onları unuttu,» yani lütfunu ve fazlım onlardan esirgedi. Yoksa unutmak -haşa- Allah için söz konusu büe değildir. Burada müşakale için [85] «O (Allah) da onları unuttu» denilmiştir. Aksi takdirde Allah unutmaktan münezzehtir.
«Kuşkusuz münafıklar fasıklarm tâ kendileridir,» yani onlar taatten çıkmış ve her haktan soyunmuş anlamındaki fısk hususunda doruk noktaya ulaşmışlardır. Sanki sadece fasık olan onlardır. Ayette haber (fasıklar) marife getirilmiştir. Haber ile müb-teda arasında ayrıca, ayırıcı bir zamir (hum) konulmasından ileri gelen hasr, sahihtir. Nitekim münafıkların dışında daha nice fasık bulunmaktadır. Cümlede zamir yerine açık isim (ism-i zahir) kullanılmasının nedeni ise, tekidin arttırılmasını sağlamak tır. Münafık kadınlar ile ilgili hükmün niçin belirtilmediğine gelince, önceden bahisleri geçtiğinden, münafık erkeklerle onların hakkındaki hüküm kıyasen aynıdır.
(68) «Allah münafık erkeklere de, münafık kadınlara da, kafirlere de...»Bu Ayetin Tefsiri
Hatib Şirbinî, «Es-Sirac'ul-Mûnir» adlı tefsirinde, «Kafirler» kelimesinin, «İnadında açıkça ısrar edenler» demek olduğunu söylemektedir.
Alusi, Ruh'ul-Meani'de «Kafirler» kelimesinin, «Münafıklar» kelimesi üzerine atfedilmesinin, farklı olanların birbirlerinin üzerine atfedilmesi türünden olduğunu söylemektedir. Bunun dışında Amm'ın Has üzerine (umumi bir ifadenin özel bir ifadeye) atfedilmiş olması da mümkündür.
«Ebedî kalmak üzere» ifadesinin yorumunda,, Hatib Şirbinî, «Ebedî olan ateşin cezaların en büyük ve en dehşetlisi olduğunda kuşku yoktur. Azapta onlara cehennem ateşi yeterlidir» demektedir.
«Allah onlara lanet etmiştir,» yani rahmetinden uzaklaştırdığı kimselerle birlikte onları da uzaklaştırmıştır.
«Hulud» kelimesi, «Uzun bir zaman» anlamında kullanılmış olabilir. Bu takdirde ardından sevinç geleceğini tazammun etmiş olur... Fakat Allah Teâlâ bu şekildeki bir istifhamı gidermek maksadıyla, «Onlara sürekli bir azap vardır» demiştir.[86]
Alusi, «Onlara sürekli bir azap vardır» ifadesi hakkında, bu azap cehennem ateşinden başka bir azaptır. Dolayısıyla daimi ve süreklidir, demektedir. Bu ifadeyi bu şekilde tefsir ettiğimizde, ayette tekrar söz konusu olmaz. Bu yorumumuz, «O ateş onlara yeter» ifadesine ters düşmemektedir; zira bu ifade onların ateşle duçar edildiklerine bakılarak kullanılmıştır.
Bazı kimseler ayetteki tekrarı izah edebilmek için, önceki cümlenin va'd olduğunu, son cümlenin ise va'dedilenîn tahakkuk edeceğinin beyanı olduğunu söylemişlerdir. Bunun dışında ikinci cümlenin öncekinin tekid ettiği de düşünülebilir.
Müfessirlerden bir kısmı, birinci cümlenin, yani «Allah münafık erkeklere de, münafık kadınlara da, kafirlere de içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşini va'detti» cümlesinin ahiret azabına, ikinci cümlenin yani «Onlara sürekli azap vardır» cümlesinin ise, dünyada iken çekmekte oldukları korku ölüm, rezalet ve bunun gibi acılara işaret ettiğini söylemişlerdir. [87]
69- Tıpkı sizden öncekiler gibisiniz. Onlar kuvvet yönünden sizden daha şiddetli, mal ve evlat yönünden daha çoktular. Onlar kendi paylarından faydalandılar. Siz de sizden öncekilerin paylarından faydalandıkları gibi kendi payınızdan faydalandınız ve (bâtıla) dalanlar gibi siz de (bâtıla) daldınız. İşte bu kimseler dünyada da ahirette de amelleri ziyan olanlardır. İşte bunlar zarar edenlerin ta kendileridir.
70- Acaba onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Ad ve Se-mud kavminin İbrahim kavminin, Medyeıı halkının ve alt-üst edilen şehirlerin haberleri gelmedi nü? Onlara peygamberleri apaçık delillerle gelmişlerdi. Allah onlara zulmedecek değildi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
71- Mümin erkeklerle, mümin kadınlar birbirlerinin velisi-dir. İyiliği emrederler, kötülükten menederler, namazı kılar, zekâtı verirler. Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederler. İşte bunlar var ya! Allah onlara merhamet edecektir. Kuşkusuz ki Allah üstündür, hikmet sahibidir.
72- Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde ebedi kalmak üzere (gölgeliklerinin) altından nehirler akan cennetler ve Adn cennetlerinde hoş meskenler Va'detti. Allah'ın rızasına gelince o, hepsinden daha yücedir. İşte bu o büyük kurtuluşun ta kendisidir! [88]
(69) «Tıpkı sizden Öncekiler gibisiniz...» Bu Ayetin Tefsiri
Zeccac ayetin başındaki «K» harfinin benzemek anlamında mahallen mensub olduğunu söylemektedir. Yani «Sizden öncekilere va'dettiği gibi Allah sislere de cehennemi va'detti.»
Bazıları ayetin, «Sizden öncekilerin yaptığı gibi siz de mün-keri emrettiniz, halkı maruftan alıkoymak için çalıştınız» anlamında olduğunu öne sürmüştür.
Bazıları da «Siz sizden öncekiler gibisiniz» şeklinde ayete anlam vermişlerdir... Onlara göre ayetteki«K"« harfi mahallen mer-fudur ve hazfedilmiş bir mübtedamn haberidir.
Said bin Müseyyeb'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: .-Sizler sizden önceki ümmetlerin olduğu gibi olacak, kulaç kulaç, karış karış onlara uyacaksınız. Hattâ onlardan biri bir kelerin yuvasına girse siz . de o yuvaya girmeye çabalayacaksınız.» Yani onları taklit edeceksiniz. Ebu Hüreyre bu hadisi rivayet ettikten sonra, «İsterseniz bu mânâdaki Kur'an ayetini okuyunuz» diyerek bu ayeti okudu. Ayette geçen «Halak» kelimesinin «Din» anlamında olduğunu söyledikten sonra da hadisin devamını rivayet etti: Sahabe «Ey Allah'ın Rasûlü! Bu sözle Yahudi ve Hristiyanların yaptıkları mı kastedilmektedir?» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a) «Sizden öncekiler ancak onlardır. Elbette onların yaptıkları kastediliyor» cevabını verdi.
Yine bir sahih hadiste şöyle rivayet olunmuştur: «Sizler sizden öncekilerin izlerine karış karış uyacak, hatta onlar bir kelerin yuvasına girseler siz de oraya gireceksiniz.» Sahabenin «Ey Allah' in Ra&ûlü! bu sözle Yahudi ve Hıristiyanlar mı kastediliyor?» diye sorması üzerine Hz. Peygamber (s.a) «Ya kim kastedilecekti?» diye cevap vermiştir.
İbn Abbas «Gecenin bir önceki geceye benzetilmesi ne kadar ilginç! Burada kastedilen İsrailoğulları'dır ve bizler de onlara benzetildik» demiştir. (Bu sözün bir benzeri İbn Mesud'dan da rivayet edilmiştir.) Ayette geçen 'Halak' kelimesi nasip (pay) karşılığında kullanılmıştır. Yani onlar şehvetlerine tâbi olmak suretiyle dünyadaki nasiplerinden zevk almaya başlamışlar, dünyadan razı olarak onu ahirete tercih etmişlerdir.
«Siz de sizden öncekilerin paylarından faydalandıkları gibi kendi paylarınızdan faydalandınız» ifadesi ile ayetin nüzul zamanında hazır bulunan kafir ve münafıklara seslenilmektedir. Allah Teâlâ daha öncekileri dünyanın geçici zevklerinin peşinde koştuklarından dolayı zemmederek kendilerinin ahiret saadetinden mahrum olduklarını söylüyor. Çünkü onlar tüm ömürlerini geçici zevklerle geçirmişlerdi. Böylece bizzat Kur'an'ın muhatabı durumunda olan kafirler de kendilerinden öncekilere benzetilerek onların peşinden gidip izlerini takip ettikleri için tenkid edilmektedirler. Allah Teâlâ münafıkların daha Önceki kafirlerle dünyayı isteyip ahiretten yüz çevirmek noktasında birbirlerine benzediklerini beyan etmekte ve sonra iki grup arasındaki bu benzerliği daha da ileri götürerek, peygamberleri yalanlamak ve bâtıla dalmak hususunda aynı şekilde davrandıklarını söylemektedir: «Peygamberleri yalanlayıp, bâtıla dalanlar gibi sizler de bâtıla dalıyor, Allah adınd yalanlar uyduruyor, peygamberleri yalanlayıp müminlerle alay ediyorsunuz».
«Ellezî hadu» ibaresindeki 'ellezV lafzen tekil ise de anlamı çoğuldur. Bu lafız ism-i mevsul olduğundan sılası ile birlikte mas-dar tevilindedir. Yani «Sizler de onların dalışı gibi daldınız.»
«Sizden öncekilerin kendi paylarından faydalandıkları gibi» ifadesi kullanılmışken, «Onlar kendi paylarından faydalandılar» ibaresinin zaid olduğu, yani birinci cümle kullanıldıktan sonra, . ikincisinin niçin kullanıldığı sorulabilir. Örneğin daha sonra gelen «Bâtıla dalanlar gibi» ifadesinin kullanımında «... sizde bâtıla daldınız» denmiş ama «onların daldığı gibi» demeye ihtiyaç duyulmamıştır. Bu soruya şöyle cevap verilebilir. Bu ifade biçimi ilk cümleyle öncekileri yermek, sonra da muhatapların durumunu o kimselerin durumuna benzetmek için kullanılmıştır. Yani bu şekilde mübalağa en üst noktasına çıkarılmaktadır. Nitekim bizler bazı zalimleri yaptıkları zulmün çirkinliği konusunda uyarmak istediğimizde «Sen tıpkı Firavun'a benziyorsun. Firavun da suçsut insanları öldürür ve birçok kimseye boş yere azap ederdi» deriz, «Sen tıpkı Firavun'a benziyorsun» demekle yetinmeyiz.
«İşte bu kimseler dünyada da ahirette de amelleri ziyan olanlardır;» Yani amelleri iptal olunanlardır. Hem dünyada hem de ahirette .zarar etmişlerdir. Ayet genel anlamıyla şunu ihsas etmektedir: «Daha önce kafirlerin amelleri nasıl iptal olunmuş ve zarara sokulmuşlarsa ey münafıklar! Sizin de amelleriniz iptal edilecek ve zarara uğrayacaksınız!»
Ayette muhatab sığasından gaib sigasına geçilerek, bu ayeti işiten herkesin böyle bir duruma düşmekten sakınmasının gerekli olduğuna işaret edilmektedir. [89]
Tabiilerin büyüklerinden biri «Sahabe'den 70 kişiyi gördüm, hepsi de nifak hastalığından korkuyordu» demiştir.
Rivayet edildiğine göre îmam Malik bir gün ikindi dan sonra Mescid-i Nebevî'ye gelir ve ikindi namazından sonra namaz kılmmaması görüşünde olduğundan, namaz kılmadan oturur. Onun öylece oturduğunu gören bir genç, «Ey ihtiyar! Kalk da namaz kil» der. Bunun üzerine tmam Malik kalkar namazını kılar ve o gençle kendi görüşü -hakkında bir tartışma yapmaktan kaçınır. Ona niçin böyle davrandığı sorulduğunda, «Ben 'Onlara rükû edenlerle birlikte rükû ediniz denildiğinde onlar rükû etmezler' ayetinin tazammun ettiği kimselere dahil olmaktan korktum» diye cevap vermiştir.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Bizimle münafıklar arasındaki fark, bizim yatsı ve sabah namazlarını kümamızdır. Onlarsa bu iki vakitte namazda bulunmaya güç yetiremezler. Nitekim Allah Teâlâ «Onlar namaza tembel tembel gelirler» (Tevbe : 54) buyurmuştur.»
Bir münafık fazilet ehlinin hatalarına baktığından onlann güzel taraflarını göremez. Nitekim şöyle bir rivayet nakledilmiştir: «Allah bir müminin iyiliğini örtüp, kötülüğünü ortaya çıkaran kimseye buğzeder. Sadık bir mümin günahkâr kimselerin günahlarını görmemezlikten gelir. Bizden günahkârların günahları karşısında böyle davranmamız isteniyorsa eğer, o halde iyilik sahiplerinin günahları karşısında nasıl davranılmalıdır? Münafık kimse, dinden ancak dünyasına yarayanı. alır, ahirete yarayacak olanı ise bırakır. Din de dünyaya zarar verenden sakınır, ahirete zarar verenden sakınmaz. Dünyasına zarar vermeyip, ahiretine, zarar verenden de sakınmaz.»
Anlatıldığına göre salih bir mümin bir kiliseye girer ve orada bulunan Rahipten kendisine namaz kılabilmesi için temiz bir yer göstermesini ister. Rahip ona, «Kalbini Allah'tan başkasından (Masivadan) temizle ve dilediğin yerde namazına dur» deyince o müslüman çok utanır.[90]
«Havda düşüş, butlan ve yok olma anlamındadır. «İşte bu kimseler dünyada da ahirette de amelleri ziyan olanlardır» ifadesiyle ise o kimselerin amellerinin karşılığı olan mükafatlarına hak kazanamadıkları anlatılmak istenmektedir.
(70) «Acaba onlar kendilerinden öncekilerin...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetteki istifham takrir ve tehzir içindir. 'Hum' (Onlar) zamiri ise münafıklara racidir. Yani «Onlara (münafıklara) haberi gelmedi mi?». Münafıklardan öncekilerin haberi ile de ibret verici olaylar kastedilmektedir. Nuh kavmi Tufan ile Ad kavmi rüzgârlarla, Semud kavmi zelzele ve depremlerle helak olmuşlardı. Ad ve Semud kavmine gönderilen peygamberlerin isminin zikredilme-mesinin nedeni bu kavimlerin peygamberleriyle şöhret bulmamış olmalarıdır.
Bazıları, onların iman etmediklerinden ötürü peygamberin zikredilmediklerini söylemektedir. Hz. İbrahim'in kavmi, hükümdarları Nemrud'un bir sivrisinekle öldürülmesinden sonra helak olmuştur. Diğerleri gibi semavî bir afetle değil.
Ashab'ul-Medyen Hz. Şuayb'ın (a.s) kavmidir. Onlar da bulutlu bir gün de ateşle helak olmuşlardı. «Onu yalanlamaları üzerine onları bulutlu bir günün azabı yakaladı» (Şuara: 189). Bu kavmin gökten gelen gürültü, yer sarsıntısı veya ateşle helak olduğuna dair değişik rivayetler vardır.
«El-Mu'tefikat,» alt-üst anlamındaki mu'tefike'rdn çoğuludur ve i'ti/afc'tan türemiştir. Alt-üst ederek karıştırmak anlamına gelir. Bu kelimeyle ya alt-üst edilmek suretiyle helak olan Lut kavminin oturdukları şehirler kastedilmektedir ya da peygamberleri yalanlayan ve isyan eden herhangi bir kavmin oturduğu beldeler.
Bu takdirde alt-üst etmek ifadesiyle o kimselerin iyi bir durumdan kötü bir duruma düşmüş olmaları mecazen anlatılmış olmaktadır ki o zaman bu kimselere maddi anlamda bir i'tifak isabet etmemiş olmaktadır.
«Onlara peygamberleri apaçık delillerle gelmişlerdi» şeklindeki ifade istinafı bir cümledir ve onların haberini beyan etmek için kullanılmıştır. Cümledeki çoğul zamir sadece alt-üst edilen şehirler değil diğerlerine de racidir. O topluluklar peygamberlerini yalanladıkları için helak olmuşlardır, yoksa Allah, suçsuz olduğu halde hiç kimseye zulmetmez. Yani suçsuz insanlara ceza veren kimselerin yaptığına benzer şeyleri yapmak Allah'ın Sünne-ti'nden değildir.
(71) «Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani sevgi, şefkat ve merhamet hususunda kalpleri birbirine benzer. Nitekim önceki ayetlerde münafıklar hakkında da, «Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir» denilmişti. Yani kalpleri birbirinden farklı olmasına rağmen düşünceleri, görüşleri birbirinin aynıdır. Bir konuda karar verecekleri zaman birlikte hareket ederler.
«İyiliği emrederler»; yani Allah'a kulluğu, tevhidi ve buna bağlı olan her şeyi emrederler.
«Kötülükten menederler;» yani insanları Allah'ın dışındaki ilahlara kulluk etmekten ve şirke dayalı her türlü inanıştan uzaklaştırmaya çalışırlar.
Ibn Cerir, Ebu'l-Aliye'nin şöyle dediğini nakletmektedir: Kuran'da zikri geçen rnünkerden nehy ile ilgili ayetler putlara ve şey-tana kulluğu yasaklamaktadır.»
«Namazı kılarlar» ifadesini îbn Abbas, «Beş vakit namazı kılarlar» şeklinde tefsir etmiştir. İbn Abbas'ın tefsir ettiği gibi bu ifade gerçekten farz namazlara işaret ediyorsa eğer, «Zekâtı verirler» ifadesiyle de farz olan zekât kastedilmiş olmalıdır. Fakat bana göre kişileri nafileler nedeniyle övmek, daha yerinde olur; zira nafileleri yerine getiren farzları haydi haydi yerine getirir.[91]
Alusî, Ruh'ul-Meani adlı tefsirinde şöyle demektedir:
Zemahşeri ve ona tâbi olan birçok kimse «seyerhamu hum» fiilinin başındaki 'sin' harfinin va'din tekidi için olduğu kanaatindedir. Oysa bu 'sin' harfi va'din tekidini ifade ettiği kadar, va' id'in tekidini de ifade eder.
Takrib sahibi Zemahşeri'nin yukarıdaki görüşünü inceledikten sonra nedenini şöyle açıklamıştır: «İspattaki (olumluluk halindeki) 'sin' harfi, nefiydeki (olumsuzluk halindeki) 'lam' harfinin karşıtıdır. Bu bakımdan ister va'd ister vaid veyahut başka bir mahal de olsun 'sin' harfi nehyin önüne gelirse tekid ifade eder.»
İbn Hacer, «Zemahşeri'nin bu görüşüne göre tekid 'sin' harfinden değil makamdan anlaşılmaktadır. Ancak onun bu görüşü bâtıl mezhebinin bir mukaddimesinden başka bir şey değildir; zira onun mezhebine göre amelin karşılığım vermek Allah için vaciptir. Dolayısıyla ancak buradaki hileden gafil olan kimseler Zemahşeri'nin bu teviline kanar» diyorsa da el-Fehna ve İbn Kasım, îbn Hacer'in yukarıdaki sözlerinin bir temeli olmadığı görüşündedirler. Çünkü bu nakli bir meseledir ve Zemahzeri'nin mezhebi onu bu tevili yapmaya sürüklemiş değildir. İmamlara gaflet nispet etmek ise sadece düşünceden korkma sonucundaki katılık taassubudur.
Anlamı bu şekilde verdikten sonra ayet şöyle anlaşılır: «Özellikleri beyan edilen bu kimselere Allah merhamet edecektir. O Allah azizdir, kuvveti her şeye yetendir. Olmasını istediğine kimse engel olamaz. Hakîm'dir, her şeyi yerli yerince takdir e&er.» Nimet de, Hikmet de bu türdendir ve bu cümle va'din illetidir.
(72) «Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara...» Bu Ayetin Tefsiri
«Cennat» (Cennetler) bahçeler demektir. « (Gölgeliklerinin) altından ırmaklar akan» ifadesi de ağaçların gölgeliklerinin ve köşklerin altından nehirlerin akması anlamını tazammun etmesine karşın «Hoş meskenler» ile de mercan inci ve yakuttan yapılmış saraylar kastedilmektedir. «Adn» özel bir yer ismidir Nitekim Allah Teâlâ «Bahman'ın va'dettiği Adn cennetlerimden (Meryem : 61) bahsetmektedir .Burada özel bir yerin ismi olduğundan marifedir. 'ElletV kelimesi ona sıfat yapılmıştır.
Ebu Derda'nın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Adn Allah'ın evidir. Hiçbir göz onu görmemiş, ne de bir beşerin kalbine onun hayali düşmüştür. Onu şu üç gruptaki kimselerden başkası göremez. Peygamberler, şehidler, sıddtk-lar. Allah Teâlâ ne mutlu oraya girene demektedir» (Bezzar, Da-rekutni ve İbn Merduveyh)
Abdullah bin Amr bin el-As'tan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber «Cennette bir saray vardır ve onun adı Adn'dtr. Çevresinde bahçeler, burçlar ve beş bin kapı vardır. Oraya ancak Peygamberler, stddıklar ve şehidler girebilir» demiştir.
İbn Mesud Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle söylediğini rivayet etmektedir : «Adn; cennetlerin iç âlemi ve ortası mesabesindedir.»
Ata bin Said, Adn'm. cennette her iki tarafında bahçeler olan bir nehir adı olduğunu söylemektedir.
Bazı alimler ise Adn'm aslında istikrar ve sevap anlamına geldiği görüşündedirler. Yani Adn ebedî, istikrarlı anlamındadır ve ebedî ikametgâh olan cennetler demektir. Bu yoruma binaen tüm
cennetler Adn cennetleridir.
«Allah'ın rızasına gelince o hepsinden daha yücedir;» bu ifade Allah'ın şanının yüceltilmesi maksadıyla 'rıza' yerine 'rıdvan' kelimesi kullanılmıştır.; zira 'rıdvan' kelimesindeki mübalağa 'rıza' kelimesinde mevcut değildir. Bu yüzden 'rıdvan' Kur'an'da Allah'ın rızası karşılığında kullanılmıştır. Allah'ın rızasının hepsinden daha yüce olmasına gelince bunun nedeni, ebedî ikamet yurduna girebilmek için Allah'ın rızasının kazanılmış olmasının gerekliliğidir. Her mutluluk ve sevincin elde edilmesindeki başlangıç, ahidlerin nihaî gayesi ve rağbetin en çok teksif edildiği şey Allah'ın rızası, yani rıdvandır.
Ebu Said el- Hudri'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Allah cennet ehline «Ey Cennet ehli!» diye seslendiğinde, «Buyur Ya Rabbi! Senin hizmetindeyiz, sadece senin hizmetinde. Tüm hayırlar senin iki elin arasındadır» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ «siz razı oldunuz mu?» diye sordu. Onlar da «Ey Rabbimiz! Nasıl razı olmayız. Sen kullarından hiç kimseye vermediğini bize verdin» diye cevap verdiler. Bunun üzerine.AZZa?i da «İyi bilin ki size ondan daha üstününü vereceğim» deyince Cennet ehli ondan daha üstünü nedir diye sordular. Allah Teâlâ «Rıdvanımı sizin üzerinize bırakacağım ve bundan sonra size asla kızmayacağım» diye buyur. du. (Buharı, Müslim)
«İşte bu o büyük kurtuluşun ta kendisidir;» Halkın mutluluk vesilesi olarak saydığı dünya lezzetleri fani ve bozulmaya mahkûm elemlerle karışıktır. Ebedi mutluluğa nispet edilmesi halinde ise, bir sineğin kanadı kadar değer taşımaz. Nitekim bir hadiste, «Şayet Allah katında bir sineğin kanadı kadar değeri olsaydı, Allah o dünyadan hiçbir kafire bir yudum su dahi içirmezdi» Duyurulmuştur.
«Zalike» (İşte o) kelimesinin rıdvana işaret etmesi durmunda ayetin anlamı, «Allah'ın rızası (rıdvan) o büyük kurtuluşun ta kendisidir» şeklinde olur. Yani dünya nimet ve lezzetleri ona nispeten basit ve hakir kalırlar. Ancak «Zalike» kelimesinin hem dünya nimetlerine hem de cennet ve ehline işaret etmesi ihtimal dahilindedir. Her iki ihtimal de, «O büyük kurtuluşun ta kendisidir» cümlesiyle muvafık düşmektedir. Çünkü son cüm-
ledeki «Azim» kelimesi dünya nimetleri kendisine nispet edildiği zaman, hakir kaldığı nesne ile tefsir edilmiştir. [92]
73- Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların sığınacağı yer cehennemdir. O ne kötü bir dönüş (yeri)dir.
74- «biz demedik» diye Allah'a yemin ederler. Oysa andol-sun o küfür sözünü söylediler. Müslümanlıklarından sonra kafir oldular. Başaramadıkları bir işe de yeltendiler. Sadece Allah ve Rasûlü onları lütfundan zengin kıldığı için intikam almaya kalkıştılar. Eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Fakat yüz çevirirlerse dünyada da, ahire tte de Allah onları elem verici bir azapla azaplandırır. Onlar için yeryüzünde ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
75- Onlardan bazıları da, «Andolsun eğer Allah bize lütfundan verirse muhakkak sadaka vereceğiz ve salihlerden olacağız» diye Allah ile ahidleştiler.
76- Ancak Allah onlara lütfundan verince, onunla cimrilik yaptılar ve yüz çevirdiler. Zaten onlar yüz çevirenlerdir. |
77 - Böylece Allah'a verdikleri sözü bozmaları ve yalan söylemeleri nedeniyle Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalplerine nifakı yerleştirdi.
78- Onlar, Allah'ın kendilerinin sırlarını da, fısıltılarını da kuşkusuz bildiğini ve gerçekten Allah'ın gayblan çok iyi bilen olduğunu hâlâ öğrenemediler mi?
79- Sadakalar hususunda müminlerden gönüllü olarak bağışlarda bulunan ve emeklerinden başkasını bulamayanları çekiştirip, alaya alanları Allah alay konusu yapmıştır. Onlar için büyük bir azap vardır. [93]
(73) «Ey Peygamber! Kafirlere ve münafıklara karşı...» Bu Ayetin Tefsiri
«Kafirler» ile küfrünü açığa vuranlar, «Münafıklar» ile de küfürlerini gizleyip görünüşte müslüraan olduklarını söyleyen kimseler kastedilmektedir. [94]
Münafıklarla savaş etmenin caiz olmamasına rağmen yukarıdaki ayetin açıkça münafıklara karşı cihad yapılmasını emretmesinin bir çelişki olup olmadığı; zira münafığın küfrünü gizleyip diliyle İslâm'ı ikrar eden bir kimse olduğundan dolayı, onunla nasıl savaşılabileceği sorulabilir. Oysa ayette münafıklara karşı yapılacak cihadın kılıç, dil v.b. bir başka yolla yapüacağma dair herhangi bir vurgulama söz konusu değildir. Ayette sadece iki grup (kafirler ve münafıklar) ile cihad etmenin vücubiyetinden bahsedilmektedir. Dolayısıyla bu cihadın niteliği ancak başka bir delille ortaya konabilir. Nitekim bu deliller kafirler ile cihadın kılıçla, münafıklarla cihadın ise ancak hüccet ve delillerle olduğuna işaret etmektedirler.
Hasan Basri'den münafıklara karşı cihad, şer'î haddleri gerektiren sebeplere tevessül ettiklerinde onlara haddin tatbik edilmesi anlamına gelir, şeklinde bir rivayet naklediliyorsa da Kadı Beyzavi, «Hasan Basri'den gelen bu rivayet hiçbir şekilde delil teşkil etmez. Çünkü hadlerin tatbiki müTiafık olmayan kimselere de uygulanmaktadır. Dolayısıyla haddin nifakla bir ilgisi yoktur» demektedir.
Hz. Peygamber (s.a) şefkat ve güzel bir ahlâkla bezenmiş olduğundan dolayı Allah Teâlâ Rasûlü'ne (s.a) «Onlara karşı sert davran» diye buyurmuştur. Yani onları yanından uzaklaştırmak ve kendilerine buğzetmek suretiyle onlara karşı sert davran. Daha önce savaşa katılmamak için senden izin istediklerinde, onlara yumuşak davrandığın gibi, bundan sonra da onlara aynı şekilde yumuşak davranma. Onların ahirette konacakları yer cehennemdir ve cehennem ne kötü bir yerdir!
(74) «—Biz demedik— diye yemin ederler...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet münafıklar hakkında nazil olmuştur ve ayetteki yemin eden kimseler münafıklardır. Yani, «Sana küfrettiklerine dair kulağına bir haber gelmişti ya! İşte o küfrü etmediklerine dair yemin ediyorlar.»
Müfessirler bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak birkaç görüş Öne sürmüşlerdir:
1) Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) Tebûk seferinde iki ay kalmıştı ve bu süre zarfında nazil olan ayetler savaşa katılmayanların ayıplarını ortaya serdiğinden Cellas bin Su-veyd «Şayet Muhammed'in Medine'de bıraktığımız arkadaşlarımız hakkında söyledikleri doğruysa, yemin ederim ki biz eşşeklerden daha aşağı oluruz» dedi. Amr bin Kays el-Ensari bu sözü üzerine Cellas'a «Evet! Allah'a yemin ederim ki Muhammed'in dediği doğrudur ve sen de eşşekten daha aşağısın» diye cevap verdi. Hz. Peygamber bu hadiseyi haber alınca Cellas'ı yanına çağırttı. Cellas Hz. Peygamber'e öyle bir söz söylemediğine yemin edince, Amr elini kadınp «.Ez/ Allah'ım! Kulun ve Rasûlün olan Muhammed'e, doğrunun doğruluğunu, yalancının da yalancılığını bildir» diye dua eder ve bu ayet nazil«olur. Cellas ise, «Allah Teâlâ bu ayetle doğruyu zikretti. Evet ben o sözü söylemiştim. Amr doğru söylüyor» diyerek güzelce tevbe etti.
2) Bu ayet Abdullah bin Übey bin Selul hakkında, o «Medine'ye döndüğümüzde en şereflimiz en zelilimizi Medine'den çıkaracaktır» dediği zaman nazil olmuştur. O «En zelilimiz» sözüyle Hz. Peygamber'i kastetmişti. Zeyd bin Erkam onun bu sözünü işitir işitmez, gidip duyduklarını Hz. Peygamber'e anlatır ve orada meseleyi öğrenen Hz. Ömer bu sözünden dolayı İbn Übey'i öldüreceğini söyleyince İbn Übey Hz. Peygamber'e gelerek böyle bir şey söylemediğine dair yemin eder.
3) Katade'den nakledilen bir rivayete göre biri Cüheyne diğeri Gıfar kabilesinden iki kişi dövüşürler. Evs ve Hazrec kabileleri ile daha Önceden müttefik olan Cüheyne kabilesine mensup olan kişi Gıfarlı tarafından dövülünce, İbn Übey Evs kabilesine «Kardeşinize yardım edin. Vallahi bizimle Muhammed'in durumu tıpkı, «Köpeği besle seni yesin» [95] sözü gibidir» dedi. İbn Übey' in bu sözü kendisine iletilince Hz. Peygamber (s.a) İbn Übey'i çağırarak ona böyle bir sözü söyleyip söylemediğini sordu. O da Allah adına yemin ederek böyle bir söz söylemediğini ifade etti ve bunun üzerine «Oysa andolsun o küfür sözünü söylediler)) ayeti nazil oldu.
«Küfür sözü» ile Hz. Peygamber'e (s.a) yapılan sövgü kastedilmektedir. Bazıları bu sözü Cellas bin Suveyd'in söylediğini, bazıları ise bu sözü Abdullah bin Übey'in «Köpeği besle seni yesin» diye sarfettiğini söylemişlerdir.
«Müslümanlıklarından sonra kafir oldular. Başaramadıkları bir işe de yeltendiler;» yani Tebûk dönüşü Hz. Peygamber'i (s.a) Öldürmek istediler. İçlerinden 15 kişi bir araya gelerek geceleyin dereye çıktığında Hz. Peygamber'i öldürmek için planlar yaptılar. Ammar bir Yasir Hz. Peygamber'in devesinin yularından tutmuş çekiyorken Huzeyfe de arkadan deveyi yürütüyordu. Bu şekilde giderlerken Huzeyfe birden develerin ayak sesleriyle kılıç şakırtıları duydu ve geriye dönüp bakınca yüzleri maskeli bir topluluk gördü. «Ey Allah'ın düşmanları, yerinizde durun, yerinizde durun» deyince onlar geri kaçtılar.
Bazı alimler ayette bahsi geçenlerin münafıkların olduğunu ve Cellas'a itiraz ettiği için Amr'ı öldürmek istedikleri görüşündedirler.
Kimileri de Hz. Peygamber'in razı olmamasına rağmen bazı kimselerin Abdullah bin Übey'in başına taç koymayı istediklerinden dolayı bu ayetin indiği görüşündedirler.
«Sadece Allah ve Rasûlü onları lütfundan zengin kıldığı için intikam almaya kalkıştılar;» yani onlar hiçbir şeyden dolayı değil, sadece Allah ve Rasûlü'nün onları lütfundan zengin kıldığı için Hz. Peygamber'i yalanlıyorlardı. Zira Medineliler Hz. Peygamber gelmezden önce gayet sıkıntılı bir hayat yaşıyorlardı. Atlara binme imkânları bile yoktu. Koyun sürüleri edinemiyorlardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye geldikten sonra ganimet elde ederek, mal sahibi olmuşlar ve böylece zenginliğe kavuşmuşlarda. Bu onların Hz. Peygamber'i sevmelerini, kendilerini ve mallarını onun yolunda hiç çekinmeden feda etmelerini gerektirirken (Mesela Cellas'm bir azadlısı Öldürüldüğünde Hz. Peygamber (s.a) 12.000 dirhem verilmesini emretmiş ve Cellas zengin olmuştu), münafıklar tam tersini yaptılar, Hz. Peygamber'e teşekkür edecekleri. ne, ondan intikam almaya kalkıştılar.
«Onlar için yeryüzünde ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır;» yani yeryüzünde onlan Allah'ın azabından koruyacak bir dostları veya silah gücüyle onlara arka çıkacak bir yardımcıları yoktur. Göklere gelince, onlar zaten göklerden bir şeyler beklemek durumunda değillerdir.
Bu surenin çoğu ayetleri münafıkların durumunu açıklamak suretiyle nazil olmuştur. Münafıklar birçok gruba ayrıldığından Allah Teâlâ onlar hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Mesela onların kimilerinin Hz. Peygamber'e (s.a) eziyet verdiklerinden, kimilerinin sadakalar hususundaki tavırlarından, bazılarının da savaştan kaçmak için izin istediklerinden v.b. birçok hallerinden bahsedilmiştir.
İbn Kuteybe intikam almalarım gerektirecek veyahut Allah Teâlâ'nın nazil ettiği bir ayeti ayıplayacakları bir sebep ortada olmadığından onlarm birtakım uydurma bahaneler öne sürdüklerini söylemektedir.
«Eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur;» yani küfür ve nifaklarından dönüş yaparlarsa, bu dönüş hem dünyada hem ahirette o küfür ve nifak üzerinde durmalarından hayırlı olur. İşte Cellas bin Suveyd'in tevbe etmesini sağlayan cümle budur.
«Fakat ytfz çevirirlerse dünyada da ahirette de Allah onlan elem verici bir azapla azaplandırır;» yani şayet imandan yüz çevirip, tevbeden kaçınır, nifak ve küfür üzerinde durmakta ısrar ederlerse, Allah onları dünyada canlarını almak, esir düşürmek ve zelil etmek suretiyle, ahirette de hiç kimsenin kurtulamadığı en büyük azabı onlara verip, cehennemde ebediyyen bırakmak suretiyle azaplandınr. [96]
(75) «Onlardan bazıları da, Andolsun eğer Allah...»Bu Ayetin Tefsiri
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre bir defasmda Sa'lebe bin Hatib'in Şam'daki malının gelmesi uzun bir.süre gecikir ve o bundan önemli ölçüde etkilenerek, Ensar'ın meclislerinden birisinde otururken, «Şayet Allah fazlından bize verirse biz de sadakayı çıkarır, Allah'ın hakkını o maldan veririz» diye yemin eder. İşte ayet bu sözle ilgili olarak nazil olmuştur. [97]
Meşhur olan rivayete göre ayette kastedilen kişi Ensar'den Sa'lebe bin Hatib'tir. Sa'lebe bir gün, «Ya Rasûlullah! Allah'a dua et de bana bir mal versin» deyince Hz. Peygamber (s.a), «Ey Sa' lebe! Şükrünü eda edebileceğin az bir mal, şükrünü eda etmeye güç yetiremediğin çok maldan daha iyidir» dedi. Fakat o bu ten-bihe rağmen tekrar tekrar Hz. Peygamber'e başvurdu ve her defasında Hz. Peygamber «Senin için Allah Rasûlü'nde güzel bir Örnek bulunmuyor mu? Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a TJemin ederim ki, şayet dağların altın ve gümüş olarak benimle birlikte yürümeleri için dua etsem, vakıa Öyle olur» diye ikaz ma-niyetinde nasihatta bulunmuşsa da, Sa'lebe yine bir süre sonra gelerek, «Ya Rasûlullah! Allah'a dua et de bana mal versin. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Allah bana bir mal verirse eğer, her hak sahibine hakkını vereceğim» diye dileğinde ısrar eder. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Allahım! Sa'lebe'ye mal ver» diye dua etti ve Sa'lebe bir koyun sahibi oldu. Tıpkı kurtçuklar nasıl çoğalırsa o koyun da aynı şekilde çoğalmaya başladı. Vaziyet öyle bir hal aldı ki artık çevrede otlatacak yer kalmadığından Sa'lebe koyunları Medine'nin vadilerinden birine götürdü. Koyunlarla meşgul olmaktan artık Sa' lebe Hz. Peygamberle birlikte ancak öğle ve ikindi namazlarım kılabiliyordu. Diğer vakitler ise koyunlarının yanında tek başına kılabiliyordu. Koyunlar Sa'lebe'yi Medine'den uzakta bırakacak kadar çoğalınca Salebe sadece cumaları Medine'ye gelebilmeye başladı. Daha sonra ise öyle bir duruma geldi ki artık ne cumaya gelebiliyor ne de cemaate katılabüiyordu. Cuma günü olduğunda halkın yolunu bekliyor, haberleri onlardan alıyordu.
Hz. Peygamber günlerden bir gün Sa'lebe'yi hatırlayarak Sa' lebe'nin ne yaptığını sordu. Ona «Ya Rasûlüllah!» dediler. «Sa'le-*be hiçbir vadinin banndıramayacağî kadar bir koyun sürüsünün sahibi oldu». Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) (Vay Sa'lebe'nin haline anlamında) «Ya veyl Sa'lebe» dedi ve sadaka ayeti nazil oldu. Sonra Hz. Peygamber (s,a) Sa'lebe'nin zekâtını almaları için iki kişiyi görevlendirdi. Bu iki kişiye zekât sınıflarını yazarak, nasıl zekât alacaklarını talimat olarak onun arkasına ekledi. Onlara, «Salebe'nin yanından geçin ve onun zekâtım alın» dedi. Onlar da Sa'lebe'ye giderek zekatını talep edip, ona Hz, Peygamber'in (s.a) talimatım okudular. Sa'lebe ise «Bu resmen haraçtır veya onun kardeşidir» diye söylenerek, «Siz gidin diğer vazifelerinizi ifa ettikten sonra bana gelin» dedi. İki görevli oradan ayrılarak, gidecekleri yerlere uğradılar ve halk zekâtlarını onlara verdiler. Dönüşte tekrar Sa'lebe'ye uğradılar ve Salebe yine daha Önce söylediği gibi, «Bu resmen haraçtır veya onun kardeşidir» dedi ve onlara hiçbir şey vermedi. Görevliler gidip Sa'lebe'nin takındığı tavrı Hz. Peygamber'e ilettiler ve o zaman Allah Teâlâ bu ayeti nazil etti. O esnada Hz. Peygamber'in yanında oturan Sa'lebe'nin akrabalarından bir adam olanları gördükten sonra Medine'den çıkıp Sa'lebe'nin yanma gitti ve ona «Ey Sa'lebe! Sana yazıklar olsun! Allah senin hakkında şöyle şöyle hüküm gönderdi» dedi. Bunun üzerine Sa'lebe kalkıp Rasûlüllah'a gitti ve zekâtının kabul edilmesini istedi. Hz. Peygamber'in (s.a) «Allah senin zekâtını kabul etmekten beni menetmiştir» şeklindeki sözlerini işittikten sonra üstüne başına toprak serpmeye başlayan Salebe'ye Hz. Peygamber (s.a) «Daha önce sana söylemiştim ve sen itaat etmemiştin»
dedi. Yapacak bir şeyi olmayan Salebe koyunlarının yanma döndü ve zaten bir süre sonra da Hz. Peygamber (s.a) vefat etti. Sa' lebe zekâtını hilafeti döneminde Hz. Ebubekir'e götürdüğünde Hz. Ebubekir onun zekâtım kabul etmedi. Daha sonra Hz. Ömer'in hilafeti döneminde malının zekâtını götüren Sa'lebe Hz. Ömer tarafından da geri çevrildi. Hz. Osman halife olunca bu sefer zekâtını ona götürdü, o da kabul etmedi. Salebe Hz. Osman'ın hilafeti döneminde vefat etti.[98]
(76) «Ancak Allah onlara lütfundan...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Allah'ın o maldaki hakkını vermekten imtina ettiler ve Allah'ın teatinden yüz çevirdiler. Zaten onlar Allah'ın teatinden yüz çevirenlerdir. Allah bu yaptıklarının sonucunu onların kalplerine yerleştirmiş ve Kıyamet gününde kendisine kavuşacakları zamana kadar onu bir nifak kılmıştır. Allah bu nifakı onlara, Allah ile yapmış oldukları ahdi bozdukları için vermiştir. Güya onlar Allah kendilerine bir mal verdiği takdirde sadaka verecek ve salihlerden olacaklardı. Bu va'dlerini yerine getirmedikleri için Allah onların kalplerine nifakı yerleştirmiştir. Çünkü cezalar daima yapılan amelin cinsinden olur. Ayrıca nifakın onların kalplerine yerleşmesinin diğer bir nedeni de sürekli yalan söylemeleridir. Onlar nifakta son şuura ulaştılar, söz verdiler, sözlerinden döndüler, va'dettiler va'dlerine yine kendileri muhalefet ettiler. Konuştular yalan söylediler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), «Münafığın alameti üçtür. Konuştuğu zaman yalan söyler. Va'dettiğini yerine getirmez, kendisine emanet verildiğinde ihanet eder» buyurmuştur.
(78) «Onlar Allah'ın kendilerinin sırlarım da...» Bu Ayetin Tefsiri
{Ontar» ile münafıklar kastedilmektedir. Yani münafıklar Allah'ın nefislerinde gizledikleri nifakı, din hakkında aralarındaki ileri-geri konuşmalarını, zekâtı haraç adıyla nitelemelerini ve zekat vermemek için türlü türlü yollar denediklerini hiç tereddütsüz bildiğini hâlâ öğrenemediler mi?
«Allam» kelimesi mübalağalı ism-i faildir. «Guyub» kelimesi de -gayb-m çoğuludur. Gayb'dan maksat insanların bilmelerinin mümkün olmadığı şeylerdir. Binaenaleyh insanoğlu şanı böylesine yüce olan Allah'tan nasıl olur da bir şey gizleyebilir?
(79) «Sadakalar hususunda müminlerden gönüllü olarak...»Bu Ayetin Tefsiri
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) hutbede insanları sadaka vermeye teşvik etti. Bunun üzerine Abdurrahman bin Avf 4.000 dirhem getirerek, Hz. Peygamber'e (s.a) «Ey Allah'ın Rasûlü! Benim malım 8.000 dirhemdir. Allah yolunda harcaman için yarısını sana getirdim, yarısını da çoluk çocuğuma bıraktım» dedi. Hz. Peygamber de (s.a) ona: «Allah geri bıraktığına da, verdiğine de bereket ihsan etsin» diye buyurdu. Gerçekten de Allah onun malına bereket ihsan etmiştir. Öyle ki Abdurrahman bin Avf vefat ettiğinde geriye iki hanım bırakmıştı. Malının sekizde biri hanımlarına verilmek üzere hesap edildiğinde bu miktar 190.000 dirhem tutmuştu.
Asım bin Adiy el-Ensari 70 vesk [99] hurma, Hz. Osman büyük miktarda sadaka ve Ebu Akil el-Ensari de 1 sa' [100] hurma getirdi. Ebu Akil, «Ben bahçesine su taşımak suretiyle bir kişiye hizmet ettim ve ondan bu hizmetimin karşılığında 2 sa hurma aldım. Birini çoluk çocuğuma bırakıp diğerini size getirdim» deyince Hz. Peygamber (s.a) onun getirdiğinin de sadakalar arasına konulmasını emretti. Bunu gören münafıklar bu kimseler ile alay ederek, «Abdurrahman ile Osman gösteriş olsun diye veriyor-|| lar. Ebu Akil'e gelince Allah ve Rasûlü onun 1 sa' hurmasından ™ zengindir. Ama Ebu Akil unutulmayarak sadaka mallarından kendisine de verilmesini istiyor» dediler ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu [101]
Alusi, «Bu ayetlere konu olan Sa'lebe bin Hatib ve îbn Ebi Hatib Beni İJmeyye bin Zeyd'e mensuptur ve Bedir'de bulunan Sa'lebe bin Hatib değildir. Çünkü Bedir'de bulunan Sa'lebe Uhud Savaşı'nda şehid düşmüştür.» demiştir.
Bazı rivayetlerde ise Sa'lebe'nin mescid'den çıkmadığı hatta :endisine mescid güvercini' denildiği nakledilmektedir. Zenginlikten sonra fakir olunca onu namaz kılar kılmaz hemen mescidden çıkarken gören Hz, Peygamber (s.a) kendisine niçin münafıklar gibi davrandığını sorar. O da «Ben fakirleştiğim için, bu elbiseyi hanımımla ortak kullanıyoruz. Ben namaza geliyorum ve namazı
r>\ kıldıktan sonra hemen eve gidip elbisemi çıkarıyorum. Bu sefer de hanımım giyinerek namaz kılıyor. Ya Rasûlüllah Allah'a dua et de rızkımızı biraz genişletsin» der.
Görünüşe bakılırsa Hz. Peygamber Sa'lebe'nin zekâtını Allah'tan gelen bir vahye dayanarak reddetmiştir. Bu gelen vahy «O I bir münafıktır. Sadaka ise münafıklardan alınmaz. Ancak İslam'ı I kabul ederse zahirden dolayı öldürülemezler» hükmünü içermektedir. Sa'lebe'nin üstüne başına toprak serpmesinin nedeni tevbe ettiğinden değil, zekâtının müslümanlann zekâtı ile birlikte kabul olunmadığından dolayı meydana gelen mahcubiyet ve lekeden çekindiği içindir. Nitekim korktuğu da başına gelmiştir. Allah hepimizin sonunu hayırlı kılsın.
Alusî bu ayetle ilgili olarak ayrıca şunları söylemektedir: Bu ayet Ebu Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu hadiste bahsi geçen münafıkların sıfatlarından ikisini kapsamaktadır: «Münafığın alameti üçtür. Konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdiği zaman sözünü tutmaz. Kendisine emanet verildiğinde emanete ihanet eder» (Buhari, Müslim)
Sa'lebe yalan söylemiş ve verdiği sözü tutmamıştır. Sahih hadis kitaplarında, «Tartıştığı zaman yalan söyler» diye dördüncü bir vasıf daha yer almaktadır.
Şayet bu özelliklerin bazı müslümanlarda hatta günümüzde alimlerimizin çoğunda ya da bizzat bu özellikleri nakleden kimselerde bulunduğu söylenecek olursa cevaben şöyle deriz: Bu özellikler kesinlikle nifak alâmetleridir ve bu Özellikleri taşıyan müs-lümanlar münafıklara benzerler. Nitekim sahih rivayetlerde gelen Hz. Peygamber'in (s.a) «Dört şey vardır ki bunlar kimde bulunursa o kesin münafık olur» hadisi bu özellikleri taşıyan kimselerin münafıklara çokça benzediklerini vurgulamaktadır. Yoksa bu kimselerin gerçekten münafık olduklarım değil.
Bazıları; bu ayet sadece Hz. Peygamber'in (s.a) dönemindeki müminleri kapsamaktadır. Çünkü onlar yalan yere yemin ederlerdi. Dinleri hususunda kendilerine güvenilmesine rağmen ihanet ederlerdi. Hakka yardımcı olacaklarına dair söz vermelerine rağmen tersini yaparlardı. Karşılıklı tartışmalarda deliller getirerek yalan söylerlerdi. Kadı Iyaz imamların çoğunun bu görüşte olduğunu söylemektedir.
Hitabî'nin naklettiğine göre bu haberlerin, rivayet edilmesinden maksat müslümanları sakındırıp bu kötü özelliklere sahip olmalarını önlemektir.
Kısaca mümin kimselerin tüm bu kötü Özelliklerden uzak durmaları gerekmektedir; zira bu kötü özellikler kamil kimselerin nezdinde çok çirkin vasıflardır.
Bazıları bu ayetin tıpkı Hz. Peygamber'in (s.a) birtakım kimseleri kastederek «ma balu akvam» (Bazı kavimlere ne oluyor ki şöyle şöyle yapıyorlar) dediğine benzer şekilde sadece belli bir kişi hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber yukarıdaki sözünde işaret ettiği kimselerle açık bir şekilde yüz yüze gelmekten imtina ederdi. [102]
80- (Ey Muhammed) onlar için ister af talebinde bulun, ister bulunma, onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah on lan asla affetmeyecektir. Bu onların Allah ve Rasûlünü inkar etmelerinden dolayıdır. Allah fasık bir topluluğa yol göstermez.
81- Allah'ın Rasûlü'ne muhalefet etmek için geride kalanlar, oturmuş olmakla sevindiler. Mallan ve canları ile Allah yolunda cihad etmekten hoşlanmıyorlardı: «Bu sıcakta savaşa gitmeyin» diyorlardı. De ki: «Cehennem ateşi sıcaklık yönünden daha şiddetlidir. Eğer anlasalardı (savaştan geri kalmazlardı).
82- Kazandıklarının karşılığı olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.
83- Eğer Allah seni onlardan bir grubun yanına geri döndürür ve onlar da savaşa çıkmak için senden izin isterlerse onlara de ki: «Benimle beraber asla çıkamayacaksınız Düşmana karşı beraberimde asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk Önce oturmaya razı olmuştunuz. O halde geri kalanlarla beraber oturun».
84- Onlardan Ölen bir kimsenin namazını asla kılma. Onun mezarı başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Rasûlü'nü inkar ettiler, böylece fasık oldukları halde öldüler.
85- (Ey Muhammed) onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla ancak onları dünyada azap-landırmayı ve kendileri küfür içerisindeyken, canlarının zorlukla çıkmasını istiyor.
86- «Allah'a iman edin, Rasûlüyle birlikte cihada çıkın!» diye bir sure indirildiği zaman onlardan servet sahibi olanlar senden izin isteyip, «Bizi bırak ta oturanlarla birlikte oturalım» dediler. [103]
(80) « (Ey Muhammed) onlar için ister af talebinde bulun...»Bu Ayetin Tefsiri.
Bu ayetin nüzul sebebi İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre şöyledir: Aynı surenin 79. ayeti (Allah onları alay konusu yapmıştır) indiği zaman müslümanlarla alay edenler Hz. Peygamber'e gelerek kendileri için Allah'tan af talebinde bulunmasını rica ederler ve Hz. Peygamber de onların ricaları doğrultusunda dua etmeye teşebbüs ettiği için bu ayet nazil olur. Hz. Peygamber de dua etmekten vazgeçer.
Bazı rivayetlerde bu ayetin Hz. Peygamber'in o kimseler hakkında af talebinde bulunmasından sonra nazil olduğu nakledile gelmişse de Fahruddin Razi bu rivayeti reddederek, kafir için istiğfarın (af talebinde bulunmanın) caiz olmamasına rağmen böyle bir talep Hz. Peygamber'den (s.a) nasıl sadır olabilir, demiştir. Ancak onun bu görüşüne «Kafir ve münafıkların dirilerine af talebinde bulunmak caizdir» kaidesi öne sürülerek karşı çıkılmıştır. «Günahta ısrar eden için af talebinde bulunmanın yararı yoktur» diyenin bu yorumu da kabul edilemez; zira af talebinde bulunmanın muhakkak yaran olamayacağını nasıl bilebiliriz? Ancak Hz. Feygamber'e (s.a) Ebu Leheb gibi kafirlerin iman etmeyeceği hakkında vahy geldiği gibi açık bir vahy söz konusu olursa o zaman İstiğfarın yararlı olamayacağından bahsedilebilir.
Alimlerden bazıları, münafıklar hakkında af talebinde bulunmanın münafıkları nifak konusunda kışkırtmak demek olacağını söylemişlerdir. Fakat bu söz de bir hüküm ifade etmez; zira aksi takdirde müminlerin asileri için de istiğfar yasaklanmış olacaktı. Oysa böyle bir görüşü hiç kimse öne sürmemiştir.
Ayet kafirler için af talebinde bulunmayı her ne kadar yasaklıyorsa da bu zahiren müslüman olan bir kimsenin hakkında, af talebinde bulunulamayacağı anlamına gelmez.
Bazı alimler Hz. Peygamber'in (s.a) duasının kabul edilmemesinin onun peygamberlik makamı için bir eksiklik anlamına geleceğini üeri sürmüşlerdir. Fakat bu görüş doğru değildir. Çünkü bir hikmet sebebi ile Hz. Peygamber'in (s.a) duası bazen kabul olunmayabilir. Nitekim bazı peygamberlerin de bir hikmet sebebi ile dualarının kabul edilmediği vâkidir. Bu ise risalet için bir eksiklik olarak sayılamaz. Bu ayetin daha Önceki ayet ile olan münasebeti şu rivayet ile daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Abdullah bin Übey'in oğlu olan Habbab (Onun da babası gibi bir diğer adı Abdullah'tır) takva ehli müslümanlardandı. Babası hasta iken Hz. Peygamber'e giderek babası için af talebinde bulunmasını rica eder. Hz. Peygamber de onu sevdiği için onu kırmayarak babası için istiğfarda bulunur. Bunun üzerine ayet nazil olur. Ancak Hz. Peygamber (s.a) yetmişten daha fazla af talebinde bulunacağını söyleyince; «Onlar için ister af talebinde bulun, ister bulunma. Onlar için yetmiş defa af dilesende, Allah onları asla affetmeyecektir (...)» ayeti inmiştir. [104]
tbn Kesir bu ayetle ilgili olarak şunları söylemektedir; «Allah peygamberine münafıkların hakkında af talebinde layık kimseler olmadıkları haberini vermiştir. Onlar için yetmiş defa da istiğfar edilse Allah onları yine af etmeyecektir.»
«Yetmiş defa» lafzının af talebinde bulunma isteğinin beyhu-deliğinin vurgulanması için zikredildiği söylenmiştir. Çünkü Araplar konuşmalarında üslûp mahiyeti bakımından 70 rakamını mübalağa maksadıyla kullanırlar. Bununla belli bir sayıyı kastediyor değillerdir. Ondan fazlası da bunun hilafına değildir.
Bazıları el-Ufi'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine dayanarak 70 rakamının bir anlamı olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu ayet nazil olduğunda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Rabbimin sözüne tâbi oluyorum. Çünkü bana onlar hakkında ruhsat verdi, andolsun yetmiş defadan daha fazla onlar için af talebinde bulunacağım. Umulur ki Allah onları affeder.» İşte Hz. Peygamberin bu tevili nedeniyle Allah Teâlâ münafıklara olan gazabının şiddetinden ötürü Hz. Peygamber'in onlar için af talebinde bulunup bulunmamasının sonucu değiştirmeyeceğini beyan etmiştir.
İmam Şa"bi şöyle rivayet etmektedir:
Abdullah bin Übey'in hastalığı ağırlaştığında onun oğlu Hz. Peygamber'e gelerek, «Babam baygın haldedir. Onu görmeni ve onun için dua edip, namazım kılmam isterim» der. Hz. Peygamber (s.a) ismini sorunca o da isminin Habbab bin Abdullah olduğunu söyler. Hz. Peygamber «Sen Abdullah bin Abdullah'sın. Çünkü Habbab şeytanın ismidir» buyurur ve Abdullah ile babasının bulunduğu yere giderek, iç gömleğini çıkarır, terli olduğu halde gömleğini ona giydirir ve sonra namazını kılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber'e sahabeden biri «Sen onun namazını mı kılıyorsun?» deyince, o da cevaben: «Allah Teâlâ, 'Onlar için yetmiş defa af dilesen de...» diye buyurmuştur. Oysa ben onun için yetmiş defadan daha fazla af dileyeceğim» der. (Bu hadis, Mücahid ve Kata-de'den de rivayet edildiği gibi, ayrıca tbn Cerir bu hadisi senediyle birlikte rivayet etmiştir.)
İbn Rifa' «El-Matktb» adlı eserinde, «Adedin mefhumu bize göre itimada şayandır. Bu bakımdan İmam Nevevi'den gelen 'Adedin mehfumu usul alimlerine göre bâtıldır' sözü, yeni usulcülerin bir kısmına göre bâtıldır şeklinde anlaşılmalıdır. Nitekim Neve-vi'nin Müslim şerhinin Bab'ul-Cenâiz kısmındaki sözü de buna delâlet eder. Aksi takdirde bu Nevevi gibi bir alimden îrad edil- İp mesi beklenmeyecek bir görüş olur» demektedir.
Kadı Beyzavi usul ilmine dair olan «Minhac» adlı eserinde belirtilen sayının eksikliğe de, fazlalığa da delâlet etmediğini söylemektedir. Yani zahirdeki mânâsı gibidir ve ne fazlalık ne de eksiklik taşımaktadır. Yine Beyzavi «Envar'ut-Tenzil» adlı tefsirinde ayetin sebeb-i nüzulüne dair gelen rivayeti naklettikten sonra Hz. Peygamber aslında öyle olduğu için yetmiş tabirini özel fö sayı karşılığında yorumlamıştır, demektedir.
Böylece yetmiş lafzıyla tahdidin kastedilip, onun arkasından gelenin hükmünün kendisine muhalif düşmesi de muhtemeldir. Bu yüzden Hz. Peygamber'den yetmiş tabirinden tahdidin değil, çokluğun kastedildiği rivayet edilmiştir.
Kadı Beyzavî Bakara süresindeki «Onları yedi gök yaptı» ifadesini tefsir ederken,«At/ette yetmişten fazlası nefyedilmemekte, dir. Yetmiş tabirinden çokluğu kastetmek Arap dilinde yaygın bir durumdur. Nitekim 7 ve-700 ile kastedilen de böyledir» demektedir.
Şerh'ul-Mesabih'de bu kaide şöyle ortaya konmaktadır: «Yedi rakkamı sayının tüm bölümlerini kapsamaktadır. Çünkü önce tek ile çifte bölünür, sonra o tek ile çiftin her birisi de basit ile mü-rekkeb'e. bölünürler. İlk fert üçtür. Mürekkep beştendir. İlk çift iki, ilk mürekkep de dörttür. Ve dört gibi mantığa, altı gibi de eseme bölünür. İşte yedi rakamı tüm bu bölümleri kapsamaktadır.»
îbn İsa el-Rubî şöyle demektedir: «Yedi rakkamı sayıların en mükemmelidir. Çünkü altı rakkamı tam sayının ilkidir. O bir ile beraber yedi eder ve böylece yedi kemale erer. Çünkü kemalden sonra yine kemal vardır. Bundan dolayı aslana Seb'u (yedi) denmiştir. Çünkü onun kuvveti mükemmeldir. Tam olan sayı kesirlerinin toplamına eşit olandır. Mesela altı tam sayıdır. Çünkü onun kjisuru 1/6 dır, bir eder. 1/3 dür iki eder. Yarıdır o da üç eder. Hepsinin toplamı ise altıdır. İşte bu yüzden insanların en fasihi olup, dili hepsinden iyi bilen Hz. Peygamber'in yetmiş tabirinden çokluğu anlamaması uzak bir ihtimal gözükmektedir.» İşte bu noktaya binaen bazı meselenin Hz. Peygamber'e meçhul olmadığını, ancak onun mezkur sözleriyle bir alternatif gösterdiğini ve bunu da şefkat ve merhameti dolayısıyla yaptığını ileri sürmüşlerdir.
Affın, istiğfar sonrasında dahi verilmemesi, o kimselerin Allah ve Rasûlü'nü inkar etmelerinden ötürüdür. Yani «Ey Rasûlüm! Onlar, senin istiğfarını önemsemediğimden değil, kendilerinin affa layık kimseler olmadıklarından dolayı affolunmamışlar dır. Çünkü o kimseler aşırı bir nankörlük yaparak küfre dalmışlardı.» Nitekim fasıklıkla vasıflandırılışları da bu yorumu doğrulamaktadır. Çünkü fısk; inat, dikbaşlılık ve hadde tecavüz etmekten başka bir şey değildir.
Allah'ın fasıklan hidayete eriştirmemesi onların fışkı fiilen seçmelerinden sonradır. Yoksa bu doğru yola erişmek isteyen kimselere, Allah'ın hidayet etmeyeceği anlamına gelmez. Allah onlara doğru yolu göstermesine rağmen onlar tercihlerini aksi yönde kullanarak hidayeti kabul etmemişlerdir.
Kaf iller için af talebinde bulunmak, o kimselerin kafir olarak Öldüklerinin bilinmesi sonrasında yasaktır. Nitekim şu ayet de bu tesbiti doğrulamaktadır: «Ne peygamber ne de müminler cehennem ehli olduklarının bilinmesinden sonra müşrikler için af talebinde bulunamazlar. İsterlerse o müşrikler onların en yakın akrabalan olsunlar» (Tevbe: 113). Ayrıca, «Bu onların Allah ve Rasû-lünü inkar etmelerinden dolayıdır» cümlesi, «Onlar için içten af talebinde bulun» cümlesinden sonra nazil olmuş olmalıdır. Aksi takdirde Hz. Peygamber'in bu ayetin inmiş olmasına rağmen kafirler hakkında af talebinde bulunmuş olduğu akla gelir ki böyle bir ihtimal kesinlikle muhaldir. Buna mukabil yaşayan kimseler için af talebinde bulunulması durumunda Özrün geçerli olabileceğini öne sürenlerin görüşü dikkat çekicidir.
(81) «Allah'ın Rasûlü'ne muhalefet ettikleri için...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayette geçen, «Muhallefun» tabiriyle Hz. Peygamber'in geride kalmalarına izin verdiği kimseler veya Allah'ın kendi bildiği bir hikmet sebebiyle kalplerine gevşeklik sarıp, geride bıraktırdığı kimseler ya da tembellikleri ve münafıklıklarından ötürü geride kalan kimseler kastedilmektedir. «Makad» kelimesine gelince bu kelime mimli masdar olup, oturmak anlamına da gelebilir. İsm-i mekan olup Medine'nin kastedümesi de mümkündür. İlk anlama göre ayetin mânâsı şöyle olur: «Onlar savaşa katılmadıklarına sevindiler, rahatlarını, yeme ve içmenin lezzetini, kalplerindeki küfür ve nifakla birleştirerek Bu sıcakta savaşa çıkmayın dediler.»
Münafıkların «Bu sıcakta savaşa çıkmayın» demelerinin nedeni gölgeliklerin rahatlık verdiği, meyvaların olgunlaştığı ve sıcaklığın şiddetinin arttığı bir dönemde Tebük seferine çıkılmış olmasıdır. Bunun üzerine Allah Teâlâ Rasûlü'ne cehennem ateşinin sıcaklık bakımından daha şiddetli olduğunu bildirmesini emretmiştir. Nitekim İmam Malik'in Ebu Zenat'tan onun A'rec'ten, onun da Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) «Ademoğullan'nm yaktığı ateşler cehennem ateşinin yetmiş parçasından sadece biridir» demiş ve bunun üzerine sahabe, «Ya Rasû-lullah! Cehennem ateşi dünya ateşi gibi bile olsa yeterli değil midir?» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a), «Cehennem ateşi dünya ateşinden yetmiş defa daha şiddetlidir» diye cevap vermiştir.
Ahmerî bin Hanbel, Ebu Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şöyle bir hadis nakletmektedir. «Sizin dünyada gördüğünüz ateş cehennem ateşinin yetmiş parçasından sadece biridir. O ateş iki defa denize vurulmuştur. Vurulmasaydı eğer hiç kimse ondan yararlanamazdı.»
«Eğer anlasalardı;» Bu cümle ayette Allah'ın Rasûlü'ne bildirmesini emrettiği, «De ki: Cehennem ateşi sıcaklık yönünden daha şiddetlidir» şeklinde cümleye dahil değildir. Sadece bir zeyldir. Yani bildirilmesi emredilen sözün içeriğini tekid eder, perçinler. «Lev» (Eğer) edatının karşılığı mukadderdir Nitekim «Yefkahun» fiilinin mefulü de aynı şekilde mukadderdir. Bu takdirde ayetin anlamı şu şekilde olmaktadır. «Eğer onlar cehennem ateşinin ısı ve dehşetinin böyle olduğunu veya dönüşlerinin cehenneme olacağını bilselerdi muhakkak az bir sürenin rahatlığını ebedi bir azaba tercih etmezlerdi. Çünkü en cahil insan kendini basit bir zarardan kurtarmak için büyük bir tehlikeye atmaz.»
(82) «Kazandıklarının karşılığı olarak az gülsünler...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet o kimselerin hem dünyadaki hem ahiretteki durumlarına yapılmış bir telmihtir. Onların akıbeti dünyada az gülmek ahirette ise çok ağlamak olacaktır. Bu haberin emir sigasıyla verilmesinin nedeni, hakkında haber verilen olayın kesinlikle vuku bulacağındandır. Çünkü emir sigası vücuba hamledilir ve vücu-biyet için kullanılır. Burada da lazım mânâda kullanılmıştır. Haberin emir sigasıyla verilmesinin diğer bir nedeni de, haberin doğru ve yalan ihtimali taşımasına rağmen burada böyle bir ihtimalin söz konusu olmamasıdır.
Rivayet edildiğine göre münafıklar ateş içerisinde dünya hayatı kadar ağlarlar ve göz yaşlan dinmeyerek uyku uyumazlar. Ayetteki gülmenin sevinçten, ağlamanın da üzüntüden kinaye olması ihtimal dahilindedir. Yani bir bakıma dünyada sevinç ahirette de üzüntü duyulacaktır. [105]
İbn Atiyye'nin söylediğine göre, ağlamak da gülmek de dünyadadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Şayet sizler benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız az güler, çok ablardınız» (Buharı, Müslim). Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «Münafıkların içlerinde bulundukları durum o kadar kötü bir noktaya gelmiştir ki artık kendileri için en uygun davranış az gülmek, çok ağlamaktır. Bu işlemiş oldukları günahlar nedeniyledir.»
Ayetin sonunda «Kanu» ve «Yeksibune» (geçmiş ve gelecek bildiren) fiillerin bir arada kullanılmasının nedeni olayın yenilenme ve süreklilik ifade etmesi içindir.
İbn Ebi Talha, İbn Abbas'ın Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet ettiği şöyle bir hadisi nakletmektedir:«Dünya kısadır. Orada istedikleri kadar gülsünler. Nasıl olsa dünyadan ayrıldıktan ve Allah'a dönüş yaptıktan sonra sürekli ağlayacaklardır.»
Hafız Ebu Yâlâ el-Musulî, Enes bin Malik kanalıyla Hz. Pey-gamber'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: «Ey insanlar! Ağlayın. Ağlayacağınız yoksa bile yine de ağlayın. Çünkü ateş ehli göz yaşlarının yüzlerinde arklar gibi yollar açmasına kadar ağlayacaktır. Gözyaşları bitinceye değin ağlamaları sürecek ve daha sonra gözlerinden kan akacaktır. Gözleri yara olacaktır. Öyleki o biriken gözyaşı denizinin üzerine bir gemi bırakılacak olsa neredeyse yüzecek kadar çok ağlayacaklardır.»
(83) «Eğer Allah seni onlardan bir grubun yanına...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayette Hz. Peygamber'e hitap edilmektedir. Yani Tebûk seferinden döndüğünde münafıklardan bir grup yanına gelip de seninle başka savaşlara çıkabileceklerini söylerlerse de ki: «Ben hayatta kaldığım sürece, sizler benimle beraber sefere çıkamaya. cak ve kesinlikle benimle beraber düşmana karşı savaşamayacak-siniz.»
Kimi müfessirler bu grubun tevbe etmeyip nifakları üzerinde kalan kimseler olduklarını söylemişlerdir.
Îbn'ul-Münzir ile diğerlerinin bu ayetle ilgili olarak Katade' den rivayet ettiklerine göre o, «Bize ayetin münafıklardan 22 kişilik bir grup hakkında nazil olduğu söylenmiştir» demektedir.
«De ki: Benim ile beraber asla çıkamayacaksınız. Düşmana karşı beraberimde asla savaşamayacaksınız» cümlesi nehiy taşıyan haber niteliğindedir. Yani Hz. Peygamber (s.a) böyle demiş olmakla aslında onlara kendisiyle birlikte sefere çıkamayacaklarım ve düşmana karşı savaşamayacaklarını emredip, onlara bunu böylece bildirmektedir. Ayette savaştan bahsedilmesinin nedeni, sefere savaş amacıyla çıkılmasından dolayıdır. Şayet bu iki cümleden biri bile zikredüseydi o kimselerin sahabe mertebesinden veyahut mücahid ve muharib konumundan düştüklerinin anlaşılmasına yeterdi. Başka bir deyişle onların konuşmalarının hoşa gitmediği ve mücahidlerden sayılmadıkları bir cümleyle anlaşılmaktadır. İkinci cümlenin birinci cümlenin tekidi olmasının nedeni, ikincisinin birincisinden daha açık olmasıdır. Çünkü bu tarz cevap olarak daha uygundur. Mesela şair «Ben ona göç et. Sakın benim yanımda kalma diyorum» şeklindeki mısra-da, muhatabını sevmediğini her ne kadar iki cümlede de belirtiyorsa da, ikincisi birincisinden daha net ve açıktır.
«Çünkü siz ilk önce oturmaya razı olmuştunuz;» yani benim- ' le beraber sefere çıkmak yerine geri kalanlarla birlikte oturmaya razı olmuştunuz. Bu cümle daha Önce verilmiş bir hükmün sebebidir. Yani «Benimle beraber sefere çıkmanıza ve benimle beraber düşmana karşı savaşmanıza artık izin vermeyişimin nedeni, daha önce oturmayı sefere çıkmaya tercih etmeniz ve razı olma, nızdır.»
«O halde geride kalanlarla;» yani kadın, çocuk ve ihtiyarlar-«beraber oturun». Bu cümlede geçen Hatifin kelimesine selefin çoğunluğu «Geride kalanlar» şeklinde anlam vermektedirler. Bazıları ise bu kelimenin fesat anlamındaki «hulf» kelimesinden tü-rediğini ileri sürmektedirler. Bu takdirde kelime «Fesat işleyenler» anlamını tazammun etmektedir.
(84) «Onlardan ölen bir kimsenin namazını...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet o kimselerin ölümlerinden sonra da rezil olduklarına işaret etmektedir. Nitekim İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre İbn Übey öldüğünde oğlu Abdullah Hz. Peygamber'e (s.a) gitmiş ve «İç gömleğinizi verin de babamı onunla kefenleyeyim» teklifinde bulunmuştur. Hz. Peygamber iç gömleğini ona verdikten sonra bu sefer Abdullah, Hz. Peygamber'den babasının namazını da kılmasını ister. Hz. Peygamber (s.a) namazı kılmak için hazırlanırken Hz. Ömer ayağa kalkarak Hz. Peygamberin elbisesinden tutar ve «Ey Allah'ın Rasûlü! Sen onun namazını mı kılarsın? Oysa Rabbin seni onların namazım kılmaktan nehyetmiştir» der. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Ömer'e «Rabbim beni bu hususta muhayyer kılmıştır» diyerek «Onlar için ister af talebinde bulun ister bulunma. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları asla affetmeyecektir» ayetim okur ve Hz. Ömer'in «Ya Rasûlullah! O bir münafıktır» demesine aldırmadan onun namazını kıldırır. Allah Teâlâ bu olaydan sonra «Onlardan ölen bir kimsenin namazını asla kılma» ayetini nazil etmiştir. (Buhari) [106]
İbn Abbas Hz. Ömer'den şöyle rivayet etmiştir : Abdullah bin Übey öldüğü zaman onun namazını kıldırması için Hz. Peygam-ber'i çağırdılar. Hz. Peygamber ayağa kalkıp, gitmeye yeltenince hemen yerimden fırladım ve «Ya Rasûlullah! Sen İbn Übey'in namazım mı kılacaksın? Oysa falan falan zamanda şöyle şöyle demişti» dedim. Bu şekilde onun yaptıklarını Hz. Peygamber'e bir bir anlatırken o tebessüm edip, «Ya Ömer yolumdan çekil» dedi. Ben yine konuşmaya devam edince bu sefer {(Çekil önümden! Şayet yetmişten daha fazla af isteğimle Allah'ın onu effedeceğini bilsem, hiç çekinmez onun için af talebinde bulunurdum» diye karşılık verdi. (Hz. Ömer şöyle devam ediyor:) Hz. Peygamber (s.a) onun namazım kıldıktan sonra geri döndü ve az bir süre sonra Tevbe suresinin bu iki ayeti nazil oldu. İşte o zaman ben Rasû-lullah'a nasıl karşı çıktığıma şaşırıp kaldım.»
Yukarıda nakledilen iki rivayetin zahirinden anlaşıldığına göre, aOnlar için ister af talebinde bulun ister bulunma» ifadesiyle «Onlardan bir kimsenin namazını asla kılma» ifadesi arasında Hz. Ömer'in öne sürebileceği bir delil yoktur. Olsaydı zaten Hz. Ömer bu delili öne sürerdi. Hz. Ömer'in ilk rivayette gör:ilen karşı çıkışından, onun önceki ayete dayandığı anlaşılıyor, yoksa «Ne Peygamber ne de müminler cehennem ehli olduklarımı bilinmesinden sonra müşrikler için af talebinde bulunamazlar» (Tevbe : 113) ayetine değil. Çünkü böyle olması durumunda cevabın soruyla arasında olan mutabakat ortadan kalkar. Hafız Ebu Yâlâ, Enes'ten şöyle rivayet etmektedir: ((Hz. Peygamber (s.a) İbn Übey'in namazına durmak istediğinde Cebrail onun elbisesinden tutar ve onlardan ölen bir kimsenin asla namazını kılma der.» [107]
Rivayetlerin çoğu Hz, Peygamber'in (s.a) İbn Übey'in namazım kıldığı, Hz. Ömer'in de buna karşı çıktığı konusunda mutabakat halindedir. Nitekim vahyin Hz. Ömer'i tasdik ettiği olaylardan birisi de budur. Ancak ayetin îbn Übey'in namazım kılması konusunda Hz. Peygamber'e yasak getirirken, iç gömleğini ona kefen olarak vermesi hususunda bir yasak getirmemesi dikkat çekicidir. Çünkü iç gömleği vermemek cömertliğe ters düşen bir hareket olarak nitelendirilebilirdi. Ayrıca Hz. Peygamber'in böyle davranmasının nedeni ibn Übey'in Bedir'de esir düşen amcası Abbas'a gömleğini vermiş olmasıydı. Çünkü Hz. Peygamber'in amcası Abbas esir düşüp Medine'ye getirildiğinde sırtında elbisesi yoktu. Ucun boylu ve cüsseli bir kimse olduğundan dolayı da ona uygun elbise bulunamamıştı. Sadece İbn Übey'in elbisesi ona uymuş, o da elbisesini Abbas'a vermişti. Bu yüzden Rasûlullah'ta îbn Übey'in o zamanki davranışının bir karşılığı olarak iç gömleğini kefen olarak onun oğluna vermiştir.
Ebu Şeyh'in Katade'den rivayet ettiğine göre, ayetin nüzulünden sonra sahabe iç gömlek meselesini sorunca Hz. Peygamber (s.a) «Benim gömleğim onu zengin etmez (ondan azabı uzaklaş-tırmaz). Vallahi bu gömlek sayesinde ben onun kabilesinden (Haz-rec) bin kişiden fazlasının müslüman olmasını umuyorum diye buyurur». Gerçekten de Allah'ın, Rasûlü'nün isteğini yerine getirdiği, bazı rivayetlerden anlaşılmaktadır.
Ayette geçen «Salat» kelimesiyle cenaze namazı kastedilmektedir. Bu namaz ise dua, istiğfar ve şefaat taleplerini içerir. Hz. Peygamber'in (s.a) bundan menedilmesinin anlamı, onlar için dua etmekten de menedilmiş olmasıdır. Müfessirlerin bazılarına göre burada «salat» ifadesi dua karşılığında kullanılmıştır. Ayetteki «Ebeden» kelimesi zaman zarfıdır ve namaz kılma ile nehye at-folunur. Kimileri de «Mate» fiiline atfedilir demişlerdir. Yani ebedî Ölüm küfür üzere ölümden kinayedir. Çünkü müslüman kimse öldüğünde cennete gidecek ve güzel bir hayat sürecektir. Oysa kafir bir kimse öldüğünde cehenneme gidecek ve azap içinde yaşayacaktır. Ayette geçen «mate» fiili mazi ise de sebeb-i nüzul ve yasaklamanm zamanı dikkate alındığında gelecek zamanı da kapsadığı görülür. Nitekim müfessirlerden bazıları geçmiş zaman (mazi) fiilinin gelecek zamanı da ifade edebileceğini; zira gelecekte de aynı şekilde bu tür olayların tekrarlanma ihtimalinin kesin olduğunu öne sürmüşlerdir.
«Onun mezarı başında da durma» ifadesi onun mezarının yanma gitme, onun defnedilmesine yardımcı olma anlamındadır. Bazı alimler -ala-rnn -inde- gibi -yanında- demek olduğunu söylüyorlar. Bu yoruma göre ayet «Onun mezarının yanında gömmek veya ziyaret etmek için durma» şeklinde anlaşılır. [108]
Suyuti «Feteva»sınd& şöyle demektedir: Ayetteki mezar başında durmak ifadesi kafirlerin mezarlarının ziyaret edilmesine delâlet edebilir mi? Ayrıca bu, yasaklamadan sonra olduğuna göre Hz. Peygamber'in annesinin mezarını ziyaret etmesinin hikmeti, onu diriltip kendisine iman ettirmesiyle izah edilebilir mi?
Bu sorular şöyle cevaplandırılmıştır: Mezarın başmda durmak ifadesiyle defn sırasında, defnden bir saat sonrasına kadar orada bulunmak kastedilmektedir. Muhtemelen bu ifade mezarı ziyaret etmeyi de içermektedir. Çünkü Hz. Peygamber'in annesini ziyaret tarihi yasaklamadan sonra değil, önceydi. Nitekim hadisler Hz. Peygamber'in annesinin Hudeybiye yolunda ziyaret ettiğini doğrulamaktadır. Oysa bu ayet Tebûk seferinden sonra nazil olmuştur. Ayette geçen -minhum- zamiri ile münafıklara işaret edilmekte, müşrikler ise kıyasen onlarla birlikte mütalaa olmaktadırlar. «Ziyaret» hadisesinde Hz. Peygamber'in ziyaret etmek için Allah'tan izin istediği ve Allah'ın da kendisine izin verdiği sabittir. Bana göre bu Amine Hatun'un tevhid ehli olup müşrik olmadığına bir delildir. Bu izin Amine Hatun'un tevhid ehli olduğunu açıkça ispatlamaktadır. Çünkü Allah Rasûlü'ne kafirlerin mezarı başında durmayı yasak etmiş olmasına rağmen annesinin mezarını ziyaretine izin vermiştir. Demek ki bu izin Hz. Peygamber'in annesinin müşrik olmadığına delâlet etmektedir. Aksi takdirde Allah kendisine izin vermezdi. İznin müşriklerden sadece Amin'e Hatun'a mahsus kılındığı şeklindeki ihtimal ise ayetin zahirine ter düştüğü gibi açık bir delil ister. Böyle bir delil de yoktur. Ayrıca cahiliyyet döneminde ölenlerin itikadlannın (tevhidi görüşlerinin) sıhhatinde Hz. Peygamber'e göre Allah'ın vahiyle kendisine bildirmesinden önce tereddütte bulunduğu da düşünülebilir. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in annesinin mezarını ziyaret etmek için izin istemesinin bu hükmün aksini gösterdiği; zira aksi takdirde izinsiz gidip ziyaret etti diye bir iddia da bulunulamaz. [109]
Kafirlerin mezarını ziyaret etmenin caiz olup olmadığında ihtilaf vardır. «Onlardan ölen bir kimsenin namazım asla kılma» ifadesini ziyareti de kapsayan bir şekilde yorumlayanlar, caiz olmadığını öne sürerlerken, ziyaretin cevazına kail olanlar ise, Hz. Peygamber'in (s.a) «Ben sizi mezarları ziyaret etmekten neh-yetmiştim. Mezarları ziyaret edin. Çünkü mezarlar size ahireti hatırlatır» hadisini delil getirmektedirler. Hadisten de anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber (s.a) mezar ziyaretinin nedenini ahireti hatırlatması olarak göstermiştir. Dolayısıyla müslümanlarla müslüman olmayanların mezarlarının ziyareti arasında bir fark yoktur.
(85) « (Ey Muhammedi) onların mallan ve çocukları seni...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet daha önce geçen aynı anlamdaki ayeti tekid etmektedir. Çünkü mal ve çocuklara duyulan sevgi, genel itibariyle bir imtihandır ve onlara imrenmek de musibettir. Tekrarın nedenine gelince, eşyanın celb ve cezbe etmek bakımından kendisine en çok rağbet edileni ve insanların zihnini en çok meşgul edeni dünyadır. Dünya da mal ve çocuklar demek olduğuna göre, onlardan zaman zaman sakınmak gerekir. Nitekim Allah Teâlâ «Kuşkusuz Allah şirki affetmez, ondan başka dilediğini affeder» şeklindeki ayş^i iki kez (Nisa: 48 ve 116) tekrar etmiştir. Bu ayetin sure içinde aynı şekilde iki kez (55 ve 85) tekrar edilmesinin nedeni ise şudur: İlk ayet (55) mal ve çocukları bulunan münafık bir topluluk hakkında inmiştir. İkincisi de (85) başka bir topluluk hakkında nazil olmuştur.. Değişik kişilerle, değişik zamanlarda aynı şekilde konuşmak gerekeceğinden, «Bu konuşma daha önce yapılmıştı, yeniden yapılmasına gerek yoktur» denüemez.
(86) «Allah'a iman edin, Rasûlü ile beraber cihada çıkın...»Bu Ayetin Tefsiri
Hatib Şirbinî, ayetteki «bir sure» ile tam bir sure yahut bir surenin parçalarının kastedildiğini söyledikten sonra şunlan demektedir: Bazı alimler ayetteki «bir sure» üe içinde iman ve ci-had ile ilgili emirler bulunduğundan bizzat Tevbe suresinin kastedildiği görüşündedirler. Ancak iman etmiş olan kimselere nasıl «iman edin» diye hitap edilebilir? Bu emir muhataplarında zaten var olan bir şeyi iktiza ediyor ve bu da muhaldir, şeklinde bir itiraz vaM olursa ona şöyle cevap verilebilir: Müminlere «iman edin» diye hitap edildiğinde bu «imanınızı sabit kılın ve ileride cihada katılın» anlamına gelir.
Bazı alimler de, «Allah'a iman edin, Rasûlüyle beraber cihada çıkın» şeklindeki bir hitap her ne kadar görünüşte umumi bir hitap ise de aslında burada münafıklara seslenilmektedir, demişlerdir. Yani «Ey münafıklar imanınızı halis kılın ve Allah'ın Rasûlüyle beraber cihada katılın.»
Ayette geçen «iman edin» emrinin, «cihad edin» emrinden Önce zikredilmesinin nedeni, iman olmadan cihadın bir anlam taşımayacağı keyfiyetidir. Allah Teâlâ böyle bir sure inmesi halinde münafıkların ne diyebileceklerini şöyle hikâye etmiştir: «Onlardan servet sahibi olanlar senden izin isteyip bizi bırak da oturanlarla birlikte oturalım— dediler.»
Bazı alimler «Servet sahibi olanlar» hakkında, onların münafıkların ileri gelenleri olduklarım söylemişlerdir. Bu kimseler, yakamızı bırak da hastalar ve kötürümler gibi özürleri dolayısıy-la oturanlarla, kadınlarla ve çocuklarla beraber olalım, diyorlardı. [110]
87 - Geride kalanlarla beraber olmaya raa oldular. Kalpleri üzerine mühür vuruldu. Artık onlar anlayamazlar.
88- Fakat Peygamber ve onunla beraber bulunan müminler, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve kurtuluşa erenler de onlardır.
89- Allah onlar için, içinde ebedî kalacakları ve altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.
90- Bedevilerden özür beyan edenler kendilerine izin verilmesi için (Peygamber'e) geldiler. Allah ve Rasûlü'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kafir olanlara elem verici bir azap isabet edecektir.
91- Allah ve Rasûlü için nasihat ettikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şey bulamayanlara herhangi bir günah yoktur. Çünkü iyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
92- Kendilerine binek vermen için sana geldiklerinde «Sîzi bindirecek bir şey bulamıyorum» dediğinde, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı gözyaşları dökerek dönen kimselere de bir sorumluluk yoktur.
93- Yol (sorumluluk) ancak zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular. Allah da onlann kalplerini mühürledi. Artık onlar bilemezler. [111]
(87) «Geride kalanlarla beraber olmaya razı oldular.,,» Bu Ayetin Tefsiri
Ayette geçen «El-Havalif», İbn Abbas'a göre «Kadınlar» demektir. Katade ise bu kelimenin «Halifemin çoğulu olduğunu ve ci-had gibi erkeklere mahsus işlerden geri kaldıkları için kadınlar hakkında kullanıldığını söylemektedir.
Allah bu ayette o kimseleri zemmederek, onları cihaddan geri kalmak hususunda kadınlara benzetmektedir. «Hatife» bazı yerlerde kendisine hayrı olmayan anlamında da kullanılır. Yani o kimseler kendilerinde fayda olmayanlarla beraber olmaya razı oldular. Bu yüzden de Allah kalplerini mühürledi. Dolayısıyla artık menfaatlerini bilemez, idrak edemezler.
(88) «Fakat Peygamber ve onunla beraber bulunan müminler...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet önceki ayetin anlamından doğması muhtemel bir vehmi ortadan kaldırmaktadır. Yani diğer bir deyimle bu bir istid-raktır. [112]
Münafıkların geri kalmaları İslam'a bir zarar vermemiştir: Zira bu görevi hakkıyla yerine getiren ve onlardan daha hayırlı olan kimseler bulunuyordu. Nitekim Allah, «Eğer kafirler onları (Kitap, hüküm ve peygamberlik verilen kimseleri) inkar ederlerse, biz de inkar etmeyen bir kavmi onlara vekil bırakırız» (En'am : 89) diye buyurmuştur.
Ayette söz konusu topluluğun imanlanyla ilgili hiçbir çaba içinde olmadıklarına işaret edilmektedir. Onlar dinden doğrudan yüz çevirmiyorlarsa da izin istemek suretiyle cihaddan geri kalmaları, onların iman bakımından hiçbir fikre sahip olmadıklarını göstermektedir. Fakat Hz. Peygamber (s.a) ve beraberinde bulunan müminler mal ve canlarıyla cihad ettiklerinden mükâfat alacaklardır. Yani hem dünya hem de ahirette bundan menfaatleri olacaktır. Dünyada düşmanlarım yenmeleri ve mallarını ganimet olarak almaları dolayısıyla, ahirette de cennet ve nimetleri dolayısıyla menfaatleri vardır.
Bazı müfessirler «Hayrat» ifadesiyle «Hur'ul-Iymnn (güzel gözlü kadınlar) kastedildiği görüşündedirler. Nitekim Rahman suresinin 70. ayetinde«Hayratun Hisanun»dan (iyi ve güzel huylu kadınlar) bahsedilerek, Hayrat kelimesi «Hurul-Iyn» anlamında kullanılmıştır.
îbn Mübarek «Hayrat» kelimesinin güzel cariyeler için kullanıldığına dikkat çektikten sonra, Hayrat'm Hıyret'in çoğulu olup bu kelimenin her şeyin güzeli için kullanıldığını söylemektedir.
(90) «Bedevilerden özür beyan edenler...» Bu Ayetin Tefsiri
«El-A'rap» kelimesi göçebe Araplar anlamındadır. «El-Muaz-Zirun» kelimesinin okunuşu ile ilgili birçok mütalaalar serdedilmistir. Örneğin A'rac ve Dahhak bu kelimeyi el-Mu'zirun şeklinde okumuşlardır. Ebu Kurayb bu kıraati Ebubekir'den, o da Asım' dan rivayet etmiştir. Kıraat imamları bu kıraati İbn Abbas'a da isnad etmişlerdir. Mu'zirun mübalağalı bir şekilde özür beyan eden kimseler için kullanılır, a'zere'den türemiştir ve bununla ilgili bir darb-ı mesel vardır: «Kad a'zere men emere», yani bir başkasını uyanp korkutan kimse, çok mazur (çok özür dilemiş) sayılır.
«El-Muazzirun» iki şekilde anlaşılabilir: a) Gerçekten mazeretleri olan kimseler, b) Yalan mazaret beyan eden kimseler. İfade ikinci şekilde anlaşıldığı takdirde ayet o kimselerin yalandan bir mazeret öne sürdüklerini göstermiş olur.
İbn Abbas'ın «Allah muazzirlere lanet etmiştir» sözünden anlaşıldığına göre, muazzir yalandan özür beyan eden kimse anlamına gelmektedir. Ayetin siyakının da belli ettiği gibi, bu kimseler gerçek bir mazerete sahip olmadıkları için Allah tarafından kötülenmişlerdir. İbn Abbas'a göre, «Onlar kendilerine izin verilmesi için gelmişlerdir. Çünkü şayet zayıflardan, hastalardan ve fakirlerden olsalardı izin istemeye gerek duymazlardı.» O ifade «El-Mu'zirun» şeklinde okunduğunda, onlar gerçek bir mazeret nedeniyle geride kalmışlar ve Hz. Peygamber de geri kalmaları hususunda kendilerine izin vermiştir, anlamına gelir.
Bazı müfessirler bu kimselerin Amr bin Tufeyl'in adamları olduklarım ve Hz. Peygamber'e gelerek «Ya Rasûlullah! Seninle savaşa katılmamız durumunda, Tayy kabilesinden olan bedeviler kadınlarımıza, çocuklarımıza ve hayvanlarımıza saldıracaklar» diyerek mazeret beyan ettiklerini, Hz. Peygamber'in de (s.a) onları mazur saydığını nakletmektedirler.
Ancak kelimeyi «El-Muazzirun» şeklinde şeddeli okuyanlar, bu kimselerin Gıfar kabilesinden olup, mazerette bulunduklarını ve fakat Hz. Peygamber'in onların yalan söylediklerini anlayıp mazeretlerim kabul etmediğini öne sürmektedirler. Allah Teâlâ kendi kelamının mânâsını herkesten daha iyi bilir.
Bir grup da, onların Rasûlullah'a yalan söylemeye cüret ederek mazeretsiz geride kaldıklarından Allah'ın onlar hakkında «Allah ve Rasûlü'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar» buyurmuştur. Demektedir. Burada yalan söylemeleri «Biz müslümanız» demiş olmalarıdır.
Yapılan açıklamadan da anlaşılacağı üzere bu kimselerin doğru mu yalan mı söyledikleri hususunda ihtilaf edilmiştir. Doğru söylemiş olduklarının kabul edilmesi durumunda «Allah ve Rasûlü'ne yalan söyleyenler» tabiri onlardan başkasına atfedilir. Yani ifadenin münafık bir grup bedeviyi kastettiği ve izin istemeye gelenlerin münafık oldukları düşünülür. Yalan söylemiş olduklarının kabul edilmesi durumunda ise, ifadenin gelen topluluğun kendisi için kullanıldığı ortaya çıkar.
«Onlardan kafir olanlara elem verici bir azap isabet edecektir» cümlesindeki -minhum- zamiri ya bedevilere, yani onların içindeki münafıklara ya da özür beyan etmeye gelenlerin bir kısmına racidir. Çünkü bazıları tembellikten bazıları da küfründen dolayı özür beyan etmişlerdir. Dolayısıyla küfründen dolayı özür beyan edenlere elem verici bir azap isabet edecektir. Elem verici bir azap ahiretteki ateş azabıdır. Tembelliklerinden dolayı geri kalanlar ise bu azaba uğramayacaklardır. Çünkü Allah tevbeleri-ni kabul etmiştir.
(91) «Allah ve Rasûlü için nasihat ettikleri takdirde...»Bu Ayetin Tefsiri
Yukarıdaki ayette sayılan sınıflar, insanları Allah ve Rasûlü' ne davet ettikleri, Allah ve Rasûlü için nasihatta bulundukları takdirde savaşa katılmamaları dolayısıyla hiçbir sorumluluk yüklenmezler. «Zuafa» (Zayıflar) kelimesi ihtiyarlar veya bedenî bir sakatlıktan ötürü sefere çıkmanın kendileri için zor ve imkânsız oJan kimselere atfen kullanılmıştır. «Merda» kelimesi hasta anlamına gelen «merid»in çoğuludur. Bu kimse, hastalığı ister kısa zamanda tedavi edilen, isterse kötürümlük gibi uzun süren hastalıklardan olsun, tabii bir izdırabı olan ya da bir hastalığa yakalanmış kimseler için kullanılır. Hastalar sınıfına iki gözü kör olan ve anadandoğma topal olan kimseler girmektedir. Bu kimseler zayıflar sınıfında da mütalaa edilebilirler.
İki gözü kör olan kimselerin bu iki sınıfa birden girebilecekleri şu hadisten açıkça anlaşılmaktadır. Zeyd bin Sabit'ten rivayet edildiğine göre o şöyle anlatmaktadır: «Ben Hz. Peygamber'in katipliğim yapıyorum. Berae (Tevbe) suresi indiğinde, sure savaşı emrettiğinden ben hemen kalemimi kulağımın arkasına koyarak savaşa hazırlandım. Hz. Peygamber (s.a) üzerine inecek sureyi beklerken yanına âmâ bir kimse geldi ve 'Ben amayım, durumum ne olacak?» dedi, Sonra da ayet indi.))
Ayette geçen «Harcayacak bir şey bulamayanlara herhangi bir günah yoktur» cümlesinde söz konusu edilenler maddî yoksulluk içinde bulunanlardır. Yani onlar seferin gereklerini karşılamaktan aciz olan ve cihada katılmak için araç ve gereçleri bulamayan fakirlerdir.
Bazıları bu kimselerin Müzeyne, Cüheyne ve Beni Uzve kabileleri mensupları olduğunu söylemektedirler. «Haracun» kelimesi günah anlamına geliyorsa da asıl mânâsı daraltmak demektir. Ancak yukarıda günah ve sorumluluk karşılığında kullanılmıştır. Yani bu kimseler Allah ve Rasûlü için nasihat ettikleri takdirde sorumluluktan kurtulurlar. Allah ve Rasûlü için nasihat etmek gizli açık Allah ve Rasûlü'ne itaat etmekle mümkün olur. Ayrıca bununla ellerinden geldiğince müslümanlann ve İslâm'ın yararına çalışmak da kastedilmektedir. Yani savaşa katılan müs-lümanlann durumlarım kontrol etmek, aile bireyleriyle ügüenip, cephedekılerin durumunu onlara iletmek v.s. bunun kapsamına girer.
Bu ayet aciz kimseden teklifin düşmesi hususunda Ölçü alı. nır. Yani kişiden aciz olduğu konuda sorumluluk beklenmez ve kendisinden bu sorumluluğun aciz olmadığı bir şekilde fülen veyahut malen bedelini ödemesi talep edilir. Sözgelimi çok yaslı veya çok hasta olup da oruç tutamayan kimse keffaret verir. Bedenî veya maddî bakımdan aciz olma arasında fark vardır. Nitekim Bakara suresinin son ayeti de (286) bu konuda benzer bir hüküm bildirir: «Allah hiç kimseye taşıyamayacağından fazlasını teklif etmez.» Bu konudaki bir diğer ayet Feth suresinin 17. ayetidir: «Ama üzerinde bir sorumluluk yoktur. Topal üzerinde de, hasta üzerinde de bir sorumluluk yoktur.»
Hz. Enes'ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Medine'de bazı kimseler bıraktınız ya, işte onlar yürüdüğünüz her yolda, verdiğiniz her nafakada geçip gittiğiniz her vadide, sizinle birliktedirler.)) Sahabe, «Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar Medine'de kalmalarına rağmen, nasıl bizimle birlikte olabilirler?» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a) «Onları özürleri hapsetti» cevabım vermiştir. (Ebu Davud)
Söz konusu ayet, bu tür hadislerin de açıkladığı gibi Özür sahipleri üzerinde bir sorumluluk bulunmadığını beyan etmektedir. Bunlar topal, yaşlı, iki gözü kor ve kötürüm olan kimseler gibi özürleri açık surette belli olan yahut sefer için infak edebilecek hiçbir şeyleri bulunmayan kimselerdir.
Kurtubi, «Allah ve Rasûlü için nasihat ettikleri takdirde» cümlesini «Hakkı tanıdıkları, hakkın taraftarlarını sevdikleri ve hakkın düşmanlarına buğz ettikleri takdirde (...)» şeklinde yorumlamaktadır.
Bazı alimler Allah Teâlâ özür sahiplerinin özürlerini kabul etmesine rağmen yine de içlerinden göreve talip olanlar çıkarsa bu onların ne kadar yüce kimseler olduklarını gösterir, demektedirler. Mesela İbnu-Ümmü Mektum Uhud Savaşı'na katılmış ve sancağın kendisine verilmesini istemiştir. Ancak Musab bin Umeyr adlı genç bir sahabinin sancağı ondan aldığı söylenmektedir. Nitekim savaş esnasında kafirlerden birisi onun sancağı tutan eline vurarak koparınca Musab sancağı bu sefer diğer eline almış, kafir öbür eline vurarak onu da koparınca bu sefer de sancağı göğsüne dayayıp ağzıyla tutmuş ve «Muhammed ancak bir RasûVdür. Ondan önce de Rasâl'ler geçti» ayetini okumuştur. Bu tür olaylar İslâm'ın ilk döneminde kahraman sahabenin göğüs gerdiği büyük olaylardandır.
Allah Teâlâ'nm, «Âmânın üzerine bir sorumluluk yoktur, topalın üzerine bir sorumluluk yoktur», şeklindeki beyanı ilâhi- bir ruhsattır. Fakat kendilerinde bu özürleri taşıyan birçok sahabe yine de görevlerini yapmaktan kaçınmamışlardır. Mesela Amr bin Cemuh topal olmasına rağmen, ordunun en ön saflarında bulunurdu. Hz. Peygamber «Ey Amr! Allah senin mazeretini kabul etmiştir» deyince Amr «Vallahi ben bu topallığımla cennette yol aşındıracağım» diye mukabelede bulunmuştu.
Abdullah bin Mesud şöyle anlatıyor: «Koltuklarından tutan iki yardımcısı olduğu halde mescide gelip saflara katılan, namazım kılan bir kimse vardı. Oysa bu kişi mazur olduğundan cemaate katılmasa da Allah kendisini sorumlu tutmamıştır. Ancak sahabenin imanı böyle davranmayı gerektiriyordu.»
Ayetteki nasihat etmekten maksat amelde ve imanda ihlaslı olmak demektir. Nasuh tevbe bu anlamda halis tevbe demektir. Temim ed-Dari'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.aj, «Din nasihattir» diye buyurduğunda, «Kim için nasihattir?» diye sorarlar o da «Allah için, Kitabı için Rasûlü için, müslümanların imanı için ve tüm müslümanlar için» diye cevap verir. (Müslim)
Hadiste geçen mânâları alimler şöyle açıklamaktadırlar :
Allah için nasihat: Vahdaniyetteki inancı halis kılmak, Allah'ı uluhiyyet sıfatlarıyla vasıflandırmak, noksanlıklardan tenzih etmek, O'nun rızasına rağbet göstermek, kahrından, gazabını gerektirici davranışlardan uzak kalmaktır.
Rasûlullah için nasihat: Onun peygamberliğini tasdik etmek, emirlerine ve yasaklarına uymak, dostuna dost, düşmanına düşman olmak, onu tazim etmek, onu ve ehli beytini sevmek, sünnetine sarılmak, sünnetini söndükten sonra ihya etmek, sünnetini araştırıp düşünmek, derinliklerinden hakikatleri çıkarmak, müdafaa etmek, yazmak ve insanları o sünnete davet etmek ve Ra-sûl'un ahlakıyla ahlâklanmaktır.
Allah'ın Kitabı için nasihat: Onu okumak, uzun uzun ayetler üzerinde düşünmek, onu savunmak, insanlara onu Öğretmek, ayetlerine hürmet göstermek ve Kuran ahlakıyla ahlâklanmaktır.
Müslümanların imamları için nasihat: Onlara karşı çıkmamak, yoldan çıktıkları noktalar varsa Allah rızası için onları uyarmak, müslümanların durumlarından ihmal ettikleri noktalara dikkatlerini çekmek, yapıcı konuşmalarda bulunmak, meşru isteklerini yerine getirmek, vacip olan haklarını yerine getirmektir.
Tüm müslümanlar için nasihat ise, müsıümanlara düşmanlık yapmamak, onların irşadına çalışmak içlerindeki salih kimseleri sevmek, müslümanlara dua etmek ve tüm müslümanlar için hayrı istemektir.
Nitekim bir sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: «Müslümanların birbirlerini sevmeleri, birbirlerine merhamet edip, şefkat göstermeleri tıpkı bir bedenin haline benzer. O bedenin herhangi bir azasının acı çekmesi halinde, tüm beden bundan acı duyar ve uykusuz kalır.»
«Çünkü iyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur;» yani onları cezaya götüren bir yol yoktur. Bu ayet muhsin kimselerden cezanın kaldırıldığına bir ölçü olduğundan dolayı Malikilere göre başkasının elini kesen bir kimsenin kıyasen eli kesilirken, ölmesi durumunda kısas sahibine diyet düşmez. Çünkü kısas sahibi saldırgana kısas yaptırdığı için muhsin sayıldığından ihsan fiili sorumluluk gerektirmez. Ancak Elpu Haniie böyle bir kimseye diyet düştüğü görüşündedir.
(92) «Kendilerine binek vermen için sana geldiklerinde...» Bu Ayetin Tefsiri
Rivayet olunduğuna göre bu ayet, Vrbad bin Sariye hakkında nazil olmuştur. Ancak bazıları bu ayetin Aiz bin Amr, bazıları da Beni Mukarrin hakkında nazil olduğunu ileri sürmektedirler. Çoğu müfessir sonuncu ismi kabul etmektedir.
Mukarrin'in yedi oğlu vardı ve hepsi de Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunmuşlardı. Sahabe arasında onlar dışında iman etmiş yedi kardeş bulunmuyordu. Adlan, İ'mam, Makil, Akil, Su-veyd, Sinan, Abdullah ve Abdurrahman'dır. Bu yedi kardeş Mu-zeyniye kabilesine mensuptu ve Hz. Peygamber'e (s.a) hicret etmek ve sohbetinde bulunmak şerefine ermişlerdi. Hendek Savaşı' nda bulundukları da rivayet olunmaktadır.
Bazıları bu ayetin çeşitli Arap kabilelerine mensup yedi kişi hakkında olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlar Tebûk seferine katılabilmek için Hz. Peygamber'den kendilerine binek ve azık vermesini isterler. Ancak Hz. Peygamber kendilerine verecek bir bineği olmadığını bildirmesi üzerine huzur-u saadetten gözleri yaşlı olarak ayrılırlar. Bu yüzden onlara «Ağlayanlar» anlamına gelen «Bekkain» lakabı verilmiştir. Bu kardeşlerin adı Beni Amr bin Avf'tan Salim bin Umeyr, Beni Haris kabilesinden Urve bin Zeyd, Beni Mazun kabilesinden Ebu Leyla Abdurrahman bin Ka'b, Beni Seleme'den olan Amr bin Hümam, Muzeyne kabilesinden Abdullah bin Mugaffel idi.
Hasan Basri bu ayetin Ebu Musa el-Eşari hakkında nazil olduğunu söylemektedir. Onlar Hz. Peygamber'den (s.a) binek istemeye geldiklerinde Hz. Peygamber de çok Öfkeli olduğundan, «Vallahi sizi bineklere bindirmeyeceğim. Yanımda sizi bindirecek bir binek filan yok» der. Onlar da Hz. Peygamber'in (s.a) bu davranışından alınarak, huzur-u saadetten ağlamaklı olarak ayrılırlar. Ancak Hz. Peygamber kendilerini çağırtarak develerden bir grup verir. Ebu Musa, «Ya Rasûlullah! Sen bize deve vermeyeceğine yemin etmedin mi?» deyince Hz. Peygamber «Allah'ın ismiyle herhangi bir konuda yemin eder ve onun aksinin daha hayırlı olduğunu görürsem ondan cayabilirim. Sonra da hayırlı olanı yapar, yeminimin keffaretini veririm» buyurur, (Buharı, Müslim) Müslim'deki rivayette Ebu Musa'nın, «Hz. Peygamber bizi huzuruna çağırarak hörgüçleri olan beyaz beş deve verilmesini emret-ti» dediği, başka bir rivayette de Hz. Peygamber'in «Gidin, Allah sizi ancak bunlara bindirirdi» dediği kayıtlıdır. [113]
94- Onlara geri döndüğünüzde size mazeret beyan edeceklerdir. De ki: «özür beyan etmeyin. Size inanmayacağız. Çünkü Allah haberlerinizden bazılarını bize bildirdi. Yaptıklarınızı Allah da bilecek, Rasûl de. Sonra gizliyi de açığı da bilene döndürüleceksiniz. O yaptıklarınızı size haber verecektir.»
95- Onlara geri döndüğünüz zaman kendilerinden vazgeçmeniz için Allah'a yemin edeceklerdir. Onlardan vazgeçin. Çünkü onlar murdardırlar. Kazandıklarının cezası olarak sığınakları cehennemdir.
96- Kendilerinden razı olmanız için size yemin ederler. Eğer siz onlardan razı olsanız bile Allah fasık bir topluluktan razı olmaz.
97- Bedeviler küfür ve nifak bakımından daha şiddetlidirler ve Allah'ın Rasûlü'ne indirdiği şeylerin sınırlan nı bilmemeye daha yatkın ve elverişlidirler. Allah çokça bilen ve hikmet sahibidir.
98- Bedevilerden öyleleri vardır ki infak ettiklerini kendileri için zarar sayarlar. Aleyhinizde fırsatlar beklerler. Bekledikleri o kötü bela onların başlarına gelsin. Allah işitendir, bilendir.
99- Bedevilerden Allah'a ve Ahiret Günü'nc iman eden ve infak ettiğini Allah katında yakın dereceler kazanmaya ve Rasûl' ün dualarını almaya vesile sayanlar vardır. İyi bilin ki o verdikleri onlar için yakın derecedir. Allah onları rahmetinin kapsamına alacaktır. Kuşkusuz ki Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir. [114]
(94) «Onlara geri döndüğünüzde size mazeret beyan...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani savaştan döndüğünüzde onlar gelip sizden özür dileyeceklerdir. Bazıları burada Hz. Peygamber'e hitap edilmiş olup, tazim nedeniyle çoğul bir ifade kullanılmıştır, diyorlarsa da, hitabın hem Peygamber'e hem de ashabına olduğunu söyleyenlerin yorumu daha makûldür. Çünkü geride kalanlar sadece Hz. Peygam-ber'den değil, ashabından da Özür diliyorlardı.
«De ki: Özür beyan etmeyin. Size inanmayacağız. Allah haberlerinizden bazılarını bize bildirdi. Yaptıklarınızı Allah da bilecek, Rasûl de» ifadesinde geçen «Seyerallahu» (Allah da görecek) fiili «bilecektir» anlamında kullanılmıştır. Yani ilmiyle onları görecektir. İçinde bulundukları nifaktan dönecekler mi yoksa ısrar edecekler mi, bunu Allah bilecektir. «Rasûluhu» kelimesi de aynı fiilin faili olmasına rağmen meful olan «Amelekum» kelimesi fiil ile fail arasına girmiştir. Bunun nedeni Allah'ın görmesiyle Rasûl'ün görmesinin aynı olmayıp aralarında fark bulunduğuna işaret etmek içindir. Diğer bir sebep, verilen cezanm dayandığı hüccetin Allah'ın herkesin amellerini biliyor olması gerçeğidir.
«Sonra gizliyi de açığı da bilene döndürüleceksiniz»; yani yaptığınız amelin karşılığının ne olduğunu görmek için O'na döndürüleceksiniz. Tehdidin şiddetinin vurgulanması için zamir yerine «Alim» lafzı getirilmiştir. Çünkü Allah'ın ilmi gizli-açık her yapılanı, her durumu kapsadığından kendisinden çokça sakınmayı gerektirmektedir.
«Gayb»m «Şehadet» lafzından önce zikredilmesi hususunda farklı görüşler öne sürülmüştür. Bazıları Allah'ın ilmi eşyayı gizli-açık farketmeksizin ihata eder ve bunun birbirine nispeti değişmez. Çünkü zahiri bilmesi suretin oluşması yoluyla değildir. Aksine her şeyin varlığı ve nefsindeki tahakkuk Allah'ın ilmi dahilindedir. Dolayısıyla bu anlamıyla Allah'a nazaran gizli-açık arasında bir fark bulunmamaktadır.
(95) «Onlara geri döndüğünüz zaman kendilerinden...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Tebûk seferinden dönüp geldiğinizde size katılmamalarının nedeninin güçleri dışında olduğuna veya bir özürleri bulunduğuna ya da bir başka sebepten ötürü gelemediklerine, siz onları kınamamanız için olanca güçleriyle yemin edeceklerdir.
«Onlardan vazgeçiniz» ifadesini İbn Abbas, «Onlarla konuşmayınız» şeklinde tefsir etmiştir. Nitekim rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) «Onlarla oturmayınız, konuşmayınız» buyurmuştur.
«Çünkü onlar murdardırlar;» yani yaptıkları necis ve çok çirkindir.
«Kazandıklarının cezası olarak sığınakları cehennemdir» cümlesindeki «meva» kelimesi konak, yurt, mekan anlamına gelmektedir. Cevheri, «Sıhah»uıö.& «meva» kelimesiyle ilgili olarak, kişinin varıp, gece-giindüz istirahat ettiği yerdir demektedir.
(96) «Kendilerinden razı olmanız için size yemin...» Bu Ayetin Tefsiri
Rivayet edildiğine göre bu ayetin nüzul sebebi şudur: Abdullah bin Übey Hz. Peygamber'e bundan böyle geri kalmayacağına, onunla her sefere katılacağına yemin ederek onun bu yeminini kabul etmesini istemiştir. Fakat Hz. Peygamber (s.a) onun bu yeminini kabul etmemiştir.
İbn Abbas'tan nakledilen bir rivayete göre Ced bin Kays, Mu-teb bin Kuşeyr ve onların seksen kadar münafık arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Hz. Peygamber Medine'ye döndüklerinde müminlere onlarla oturmamalarını, konuşmamalarını emretmiştir. Müminler de Hz. Peygamber'in emrini yerine getirmişlerdir, îşte bu durum karşısında münafıklar yemine başvurmuşlardır ama kabul görmemişlerdir. Allah da bu ayeti indirmekle onlan re-zü rüsvay etmiştir.
(97) «Bedeviler küfür ve nifak yönünden daha şiddetlidirler...»Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ Medine'deki münafıkların hallerini açıkladıktan sonra Medine dışındaki münafıkların durumlarını ortaya koyarak, Medine dışındaki bedevilerin küfürlerinin Medine'deki münafıkların küfründen daha şiddetli olduğunu bildirmektedir.
Katade bunun nedenini Hz. Peygamber'in Cs.a) sünnetlerini ince, zarif ve yüce davranışlarını, bedevilerin bilmekten uzak olmalarıyla açıklamaktadır.
Bazıları da «Bedevilerin kalpleri daha katı ve daha boştur.
Kaba bir yapıları vardır. Kur'an'a kulak vermekten daha uzaktırlar» demektedirler. Bu nedenle Allah «Allah'ın Rasûlü'ne indirdiği şeylerin sınırlarını bilmemeye daha yatkın ve elverişlidirler» diye buyurmuştur. Yani şeriatin farzlarını, Allah'ın rububiyetini, nübüvvetin delillerini bilmemeye daha yatkındırlar; zira düşünce ve görüşleri pek kıttır. Bu durumun bedevüerin zaaflarını, olgunlaşmaya müsait olmadıklarını ve şehirlilerin seviyesinde bulunmadıklarım açıkça göstermekte ve bu tespit üzerine şu hükümler terettüp etmektedir.
a) Onların ganimet maunda haklan yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Sonra onları diyarlarından muhacirlerin yurduna dönmeye çağır. Davete uydukları takdirde muhacirler için din ne ise kendileri için de dinin o olacağını onlara haber ver. Muhacirlerin aleyhinde ne varsa, bunlar onların da aleyhinde olacaktır. Fakat bu davranıştan kaçınmaları durumunda onlar müslümanlann bedevileri gibi olacaklarım ve Allah'ın bedeviler üzerinde emri olan hükmünün kendilerine uygulanacağını, müslümanlarla cihada iştirak etmeleri müstesna ganimet ve fey de bir payları olmayacağını haber ver.» (Müslim)
b) Bedevilerin şehirli insanlar hakkındaki şehadetleri itibara alınmaz. Çünkü burada töhmetin olması muhtemeldir. Ebu Ha-nife ise, töhmetin geçerli olmayıp, pekâlâ şahitliklerine itibar edilebileceği görüşündedir. îmam Şafii de kişinin adil ve dürüst olması halinde şehadetini geçerli kabul etmiştir.
c) Bedeviler şehirlilere imam olamazlar. Çünkü sünneti bilmedikleri gibi icmaı da terkederler. Ebu Müclez bedevinin namazda imamlık yapmasını mekruh addetmiştir. İmam Malik ise onların en okumuşunun dahi imam olamayacağını söylemiştir. Ancak Sevri, îmam Şafii, tshak bin Rahuvye ve Ashab-ı Rey bedevilerin arkasında namaz kılınmasının caiz olduğu görüşündedirler, îmam îbn Münzir namazın sınırlarına uymaları şartiyle caiz olduğunu söylemiştir.
«Ecderu,» daha layık, daha uygun, daha müsait anlamındadır.
«Ârab» tabiri ise bir soyun adıdır. Ona nispeten Arabiyyun denmektedir. Şehir ve yerleşme bölgelerinde oturanlara Arab, çöllerde göçebe olarak dolaşanlara ise A'rab denir. Fasih şiirlerde Âa'rib şeklinde de kullanımları mevcuttur. A'rab kelimesi Arabiyyun'dan gelmektedir A'rab kelimesi Arab'ın çoğulu olmayıp, cins isimdir. Nitekim «El-A'rab'ul-A'ribe» halis araplara denir. Bazıları halis araplar için «El-Arab'ul-A'riba» tabirini kullanırlar. «El-Arab'ul-Musta'ribe» ise köken itibariyle arap olmayıp sonradan araplaşmış kimselere atfen kullanılır. El-Arabiyya Arapça demektir. İlk kez Arapça konuşan Ya'rub bin Kahtan'dır. Muhacir ve Ensar nıüslümanları A'rabî değil Araptırlar. Araplara Hz. İsmail'in «Araba» adlı Tuhameli hanımından doğdukları için «Arab» adı verilmiştir. Kureyşliler Arabe'âe yani Mekke'de oturdular, diğer Araplar ise Arap Yarımadası'na dağıldılar. Bunların hepsi Hz. İsmail'in soyundandırlar.
(98) «Bedevilerden öyleleri vardır ki...» Bu Ayetin Tefsiri ,
«Mağramen,» zarar anlamınadır. Fakat asıl mânâsı bir şeyin gereği, lüzumu demektir. Nitekim Allah Teâlâ «Doğrusu onun azabı sürekli bir azap (Garamen)tır» (Furkan : 65) buyuruyor. Yani cehennem azabı onlara gerekli ve süreklidir. Bedeviler de cihad ve sadaka ile ilgili verdiklerini bir çeşit zarar ve haraç (ga-ramet) mahiyetinde görmekteydiler ve bundan hiçbir sevap beklemezlerdi.«Yeterabbesu» fiili «Terabbus» kökünden türemedir ve iyiden kötüye dönüşen durum anlamındadır. «Ed-Devain> ise «Dai-re»nin çoğuludur. Bu da aynı şekilde iyilikten kötülüğe dönüşen durum anlamındadır. Yani onlar infak konusundaki cahillikleriy-le kalbin pisliğini bir araya toplamaktadırlar.
«Es-Sev'i» Ahfeş'e göre hezimet ve şerr demektir. Yani azabın sonucu belanın gelişi onların üzerine olsun.
Muhammed bin Zeyd «Es-Sev'i» kelimesinin alçaklık ve rezalet anlamında kullanıldığını söylemektedir.
(99) «Bedevilerden Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman eden...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayette kastedilen bedeviler Mukarrin oğullarıdır. Muzeyne kabilesinden olan bu zatlar daha önce söz konusu edilmişlerdi. «Kurubat» kelimesi «KurbeUrin çoğuludur ve kişiyi Allah'a yaklaştıran şeyler kastedilmektedir. «Ve Salavat'ir-Rasuli», Hz. Pey-gamber'in kendileri için af talebinde bulunması ve dua etmesi anlamına gelir. Çünkü Kur'an'da «Salat» kavramı birçok anlamlar içermektedir. Mesela «Allah'ın salah» Allah'ın rahmeti, Allah'ın bereketi anlamında kullanılmıştır. «O üzerinize melekleriyle salat edendir» (Ahzab: 43), yani Allah üzerinize rahmetini, hayrını ve bereketini melekleriyle indirmektedir. Çünkü meleklerin salatı onların duası anlamına gelir. Peygamberlerinki de böyledir. Nitekim «İnne salateke sekenun lehum» (Tevbe: 103) (Kuşkusuz senin salatın onlar için huzur vericidir) ayetinde geçen «salat» dua anlamında kullanılmıştır.
Ayetin sonunda ise «İyi bilin ki o verdikleri kendileri için yakınlığa sebeptir,» yani onları Allah'ın rahmetine yaklaştırıcı bir vesiledir, denilmektedir. [115]
100- Muhacirlerden ve Ensar'dan daha önce geçenlerle, onlara güzelce uyanlardan Allah razı oldu. Onlar da Allah'tan razı oldular. Allah onlara altından ırmaklar akan ve içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük zafer budur.
101- Etrafınızdaki bedevilerden ve Medine ahalisinden münafıklar vardır. Bunlar münafıklıkta mahir olmuşlardır. Sen onları bilemezsin, onları biz biliriz. Onları iki kez azaba duçar edeceğiz. Sonra onlar büyük bir azaba itileceklerdir.
102- Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. İyi bir ameli kötü olan diğer bir amelle karıştırdılar. Umulur ki, Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah çokça bağışlayan ve çokça esirgeyendir.
103- Onların mallarından bir sadaka al ki o sadaka ile onları temizleyip tezkiye edesin ve onlar için dua et. Kuşkusuz senin duan onlara huzur vericidir. Allah işiten ve bilendir.
104- Onlar Allah'ın kullarından tevbelerini kabul ve sadakalarını alanın ta kendisi olduğunu ve Allah'ın tevbeyi kabul eden ve esirgeyen olduğunu bilmezler mi?
105- De ki: «İstediğinizi yapın! Allah da, Rasûlü de, müminler de amellerinizi göreceklerdir. Gizli ve açığı bilene döndürüldüğünüz zaman o size yapmış olduklarınızı haber verecektir.»
106- Bir diğerleri daha vardır ki onlar Allah'ın emrine havale edilmişlerdir. Allah onlara ya azap eder veya tevbelerini kabul buyurur. Allah çok bilendir ve hikmet sahibidir. [116]
(100) «Muhacirlerden ve Ensar'dan daha önce geçenlerle...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ daha önce bedevilerin tabakalarını açıklamıştı. Şimdi de bu ayetle muhacir ve ensarin tabakalarını açıklamaktadır. İçlerinde daha önce hicret edenler de vardır. Onlara tabi olanlar da. Bunun açıklanmasından sonra Allah hepsini de övmüştür. [117]
Hz. Ömer'in ayette geçen «Ve'l-Ensari» kelimesini «Ve'l-En-saru» şeklinde ötre ile okuduğu ve bunu «Sabikun» kelimesi üzerine atfettiği rivayet edilmiştir. Bu şekildeki bir okuyuşa göre ayet, «Muhacirlerden olup ve daha önce geçenlerle ve onlara güzelce uyan Ensar'dan Allah razı olmuştur» anlamına gelir. Ancak Ahfeş «Ve'l-Ensar» kelimesinin esre ile okunmasının daha uygun olduğunu zira daha önce geçenlerin (Sabikun) hem Ensar'dan hem de muhacirlerden olabileceklerini öne sürmüştür.
«El-Ensar» kelimesi İslâmî bir kavramdır. Nitekim Ensar' dan olan Enes bin Malik'e «Halkın sizlere Ensar demesi Allah tarafından size verilen bir isim nedeniyle midir? Yoksa sizler daha önce cahiliyye döneminde de bu isimle mi çağırılıyor dunuz?» diye sorunca Hz. Enes «Bu Allah'ın bize Kur'an'da vermiş olduğu bir isimdir» diye cevap vermiştir (Ebu Ömer el-İstizkannda)
Kur'an'ın övdüğü muhacir ve ensardan daha Önce geçenler hem Beyt'ul-Makdis'e hem de Kabe'ye olmak üzere her iki kıbleye de yönelmiş olan kimselerdir. Nitekim Said bin Müseyyeb ve bir grup müfessir bu ifadeyi aynı şekilde yorumlamışlardır. Şafii-lere göre «Sabikun» Rıdvan biatında, (Hudeybiye'dekî biatta) bulunan sahabilerdir. Şa'bi bu şekilde bir görüş öne sürmüştür.
Muhammed. bin Ka'b el-Kureyzî ile Ata bin Yesar «Sabikun» un Bedir'e katılan sahabiler olduğu görüşündedirler. Alimler kıblenin tahvilinden önce hicret ederek Medine'ye gelen sahabilerin «Sabikun»dan sayılacağı hususunda görüş birliğine varmışlardır. [118]
Bağdatlı Ebu Mansur et-Temimi şöyle demektedir: «Bizim arkadaşlarımız sahabilerin en üstününün Raşid halifeler olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Onlardan sonra cennetle müjdelenen-lerin geriye kalan altısı, sonra Bedir Savaşı'na, sonra Uhud Sa-vaşı'na sonra da Hudeybiye'dekî Rıdvan ağacının altında yapılan Biat'a katılanlar gelmektedir.»
Mücahid'in Şabi'den rivayet ettiğine göre o İbn Abbas'a sahabeden ilk müslüman olan kimseyi sorar. O da «Ebubekir'dir» dedikten sonra onun Rasûlullah'tan sonra en üstün olduğunu beyan en Hassan bin Sabit'in bir şürini okuyarak «Yoksa sen.bu şiiri işitmedin mi?» der.
Ebu'l-Ferec el-Cevzi, Yusuf bin Yakub'dan şöyle rivayet etmektedir: Ben babama ve şeyhimiz Muhammed el- Münkedir'e ve Rabia' bin Ebi Abdirrahman'a, Salih bin Keysan'a, Said bin İbrahim'e ve Osman bin Mahmud el-Ahseni'ye yetiştim. Onların hiç birisinin sahabüerden İslâm'a ilk girenin Hz. Ebubekir olduğundan kuşkuları yoktu. Bu aynı zamanda İbn Abbas'ın Hassan bin Sabit'in ve Hz. Ebubekir'in kızı Esma'nın görüşüdür. Ayrıca İbrahim en-Nehai de bu görüştedir. Zeyd bin Erkam, Ebu Zer el-Gıfari, Nuhbe ve diğer bazı sahabilerin ilk müslüman olan sahabenin Hz. Ali olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir. Hakim Ebu Abdullah «Tarihçiler arasında ilk müslümanın Hz. Ali olduğunda ihtilaf edenleri görmedim» demektedir.
Bazıları da ilk müslümanın Zeyd bin Haris olduğu görüşündedirler. Mamer bin Raşid bunun benzeri bir rivayeti Zühri'den nakletmektedir. Aynı zamanda Süleyman bin Yesar, Urve bin Zu-beyr, İmran bin Ebi Enes de bu görüştedir. Yine bazı alimler ilk müslümanın Hz. Peygamber'in zevcesi ve müminlerin annesi olan Hz. Hatice'yi göstermişlerdir. Nitekim Katade İbn İshak ve İslâm tarihçilerinden bir grubun görüşü de bu şekildedir.
Müfessirlerden Sa'lebî'nin iddia ettiğine göre alimler ilk müslümanın Hz. Hatice olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İhtilaf ise Hz. Hatice'den sonra ilk müslüman olan kimsenin tayini me-selesindedir.
İshak bin Rahuvey ve Hanzelî, tüm bu görüşleri şöyle telif etmişlerdir. Erkeklerden ilk müslüman Hz. Ebubekir'dir. Kadınlardan Hz. Hatice, çocuklardan Hz. Ali, azad edilmiş kölelerden Zeyd bin Haris, kölelerden de Hz. Bilal'dır. En doğrusunu Allah bilir.
Muhanımed bin Said söyle nakletmektedir: Bana Mus'ab bin Sabit, Ebu'l-Esved' bin Abdurrahman bin Nevfel'in şöyle dediğini haber vermiştir: «Zübeyr'in müslüman olması Ebubekir'den sonradır. Zübeyr müslümanların dördüncüsü veya beşincisidir.»
Leys bin Sa'd, Ebu'l-Esved'den şöyle rivayet etmektedir: «Zübeyr müslüman olduğunda sekiz yaşındaydı. Ali'nin ise müslüman olduğunda yedi veya sekiz yaşında olduğunu söylüyorlar.» [119]
Muhaddislerin ıstılahından anlaşıldığına göre Hz. Peygamber'i (s.a) gören her müslüman Hz. Peygamber'in (s'.a) ashabınclandır.
Buhari Sahih'inde Hz. Peygamber (s.a) ile sohbet eden veya onu gören bir kimsenin Sahabe olduğunu söylemektedir.
Said bin Müseyyeb'den kendisinin sadece Hz. Peygamberle bir veya iki sene birlikte kalmış ve bir veya iki savaşa katılmış kimseleri sahabi kabul ettiği rivayet edilmektedir. Gerçekten bu görüş Said bin Museyyeb'e aitse bu şartların kendisinde bulunmadığı Cerir bin Abdullah el-Becelî gibi sahabi olduğu kabul edilen daha birçok kimsenin sahabî sayılmaması icap eder ki bu da çok korkunç bir görüştür.
Muhacirlerden «Sabikun» olanların ilki kesinlikle Hz. Ebu-bekir'dir Kadı Îbn'ul-Arabi bir kimsenin «Sabikun»dan olmasa için üç şeye sahip olması gerekir, demektedir. «İman, zaman, mekân». Bunların içinde en makbulü imanda öne geçmektir ki bunun delili de Hz. Peygamber'in şu hadisidir: «Biz zaman bakımından en son olanlarız. Fazilet bakımından ise en evvel olanlar. Ancak onlara bizden Önce, bize de onlardan sonra Kitap verildi. İşte bugün (Cuma günü) onların ihtilaf ettiği bir gündü. Allah bize bu günü, Yahudilere yarını (Cumartesi), Hıristiyan'lara da ertesi günü (Pazar) verdi.»
Yukarıdaki hadiste görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a) zaman yönünden bizi geçen ümmetleri, bizim de iman yönünden, Allah'a iman etmek, O'nun emrine ve rızasına teslim olmak, bize vermiş olduğu vazifeleri yüklenmek, O'nun hiçbir hükmüne itiraz etmemek, kendi görüşlerimize dayanarak O'nun ilâhî hükümlerini değiştirmemek yönünden geçtiğimizi söylemektedir. Ehli Kitap ise bunların tam tersini yapmıştı. Bizim bu şekilde davranmamız Allah'ın yardımıyladir. Şayet o bize hidayet etmeseydi bizler hidayeti bulamazdık.
İbn Huveyzî Mendat, bu ayetin şartla ilgili menkıbelerde «Sa-bikun»da,n olanların ilimde, dinde, cesarette ve diğer yönlerden de üstünlüğünü tespit ettiğini söylemektedir. Mesela ganimet mallarından en çoğu onlara verilir. Mertebelerin en yücesi onlarındır. Bu noktada Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer'den değişik rivayetler nakledilmektedir. Hz. Ebubekir'in hazineden verme hususunda halk arasmda bir fark gözetmeyip hepsine eşit vermesi üzerine Hz. Ömer ona «Sen sabikun ile bu sıfata sahip olmayanları bir mi tutuyorsun?» deyince Hz. Ebubekir«Onlar ne yapmışlarsa Allah rızası için yapmışlardır. O konudaki ecirleri de Allah'a aittir» diye cevap vermiştir. Hz. Ömer ise halife olduğunda Sabikun'a di-ğerlerinden daha fazla maaş bağlamıştı. Vefat edeceği sıralarda «Yarın sağ çıkarsam şayet, müslümanlartn rütbe bakımından aşağıda olanı ile üstte olanlarına eşit davranacağım,» dediyse de ertesi gün sağ çıkamamış o gece vefat etmiştir. Bu ihtilaf günümüze değin zaman zaman ortaya çıkmıştır.[120]
«.. .ve'l-ensari velleziyne't-tebevhum bi ihsanın» cümlesinde geçen «ve'l-ensari» kelimesini Hz. Ömer «ve'l-ensaru» okuyarak «velleziyne»nin üzerindeki «vav»ı atmıştır. Ayet bu takdirde «Muhacirlerden olup daha önce geçenlerle onlara güzelce uyan ensar-dan...» anlamını kazanır. Ancak Zeyd bin Sabit'in Hz. Ömer'e itiraz etmesi nedeniyle Hz. Ömer bu meseleyi Übey bin KaTj'a sorar o o da Zeyd'i destekleyince Hz. Ömer Zeyd'in okuyuşunu kabul eder. Sonra da şöyle der: «Biz muhacirler bizim gibi başka hiç kimsenin ulaşamayacağı bir mertebede olduğumuzu sanıyorduk.»
Hz. Übey Hz. Ömer'e şöyle demişti: «Bana göre de bu okuyuş doğrudur. Çünkü Allah Kur'an'da, «Henüz onlara katılmamış bulunan diğer kimseler...» (Cuma: 3), «Onlardan sonra gelenler Rabbimiz bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla...» (Haşr: 10), «Sonradan iman edenler, hicret edenler bizimle beraber cihad edenler var ya! Onlar da sizdendirler..,» JEnfal: 75) buyurmuştur. Görüldüğü gibi hepsinde de «elleziyne» «vav»lı olarak «velleziyne» şeklinde okunmuştur.»
«Onlara güzelce (İhsanla) uyanlar» ifadesi, onların zelle, sapma ve hatalarına değil iyilik ve doğruluklarına uyanlar anlamında kullanılmıştır. Çünkü sahabeler masum olmadıklarından dolayı pekâlâ hata yapabilir, sapabilirlerdi. Bu bakımdan onların sapmalarına uymak hüner değildir. [121]
Tabiin'in en büyükleri Medine'nin yedi fakihi, Said bin Mü-seyyeb (veya Müseyyib), Kasım bin Muhammed, Urve bin Zübeyr, Harise bin Zeyd, Ebu Seleme bin Abdurrahrnan, Abdullah bin Ukbe bin Mesud, Süleyman bin Yesar'dır. Ahmed. bin Hanbel'in Tabiin'in üstünü olarak Said bin Müseyyeb'i göstermesi üzerine kendisine Alkame ile Esved hakkında ne düşündüğü sorulur. O da bu sefer «Said bin Müseyyeb, Alkame ve Esved'dir» diye cevap verir.
Ahmed bin Hanbel'den yine şöyle rivayet edilmiştir: «Kays Ebu Osman, Alkame ve Mesud, Tabiin'in en üstünüdürler ve yüksek mertebeden olanlarıdır.» Ayrıca İmam Ahmed, halkın en çok Tabiin'den Mekke müftüsü Ata ile Basra müftüsü Hasan'dan rivayet ettiğini belirterek onların üstünlüğüne dair bir şey söylememiştir.
Ebubekir bin Ebi Davud şöyle rivayet etmiştir. «Kadın tabiinden en ileri gelenleri Hafsa binti Şirin, Umre binti Abdurrahman ve Ümmü'd-Derda'dır.»
Hakim, Ebu Abdullahtan şöyle .rivayet etmiştir. «Tabiin ara- <| smda sahabeyi dinlediği kesin olmayan bir tabaka vardır. Bunlardan biri de İbrahim bin Suveyd en-Nehai'dir (Bu zat, fakih olan İbrahim bin Yezid en-Nehai ile karıştırılmamalıdır). Diğerleri de Bukeyr bin Ebi Samit ve Bukeyr bin Abdullah el-Eşcai' dir.»
Bazıları da sahabeyi gördükleri halde etba'ut-Tabiin'den sayılmışlardır. Ebu Zennat ve Abdullah bin Zekvan gibi... Abdullah bin Zekvan İbn Ömer'e ve Enes'e yetişmiş ve sohbetlerinde bulunmuştur. Hişam bin Urve'de Hz. Zübeyr'in torunudur. İbn Ömer ile Cabir bin Abdullah'a yetişmiştir. Musa bin Ukbe, Enes bin Malik'e yetişmiştir. Ümmü Halid binti Halid bin Said de sahabeyi görmüştür. Tabiin'den muhadramun denilen bir tabaka vardır ki onlar hem cahiliyye döneminde hem de Hz. Peygamber döne-minde bulunan, müslüman olup sohbetleri olmayan kimselerdir. Onlar Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunanlardan ayn mütalaa edilmişlerdir. İmam Müslim bu kimselerden 20 kadarının adını vermiştir. Mesela Ebu Amr eş-Şeybani, Suveyb bin Gaflet el-Kin-di, Amr bin Meymun bin el-Ezdi, Ebu Osman en-Nehdi ve Abdu-hayr bin Yezid Hayrani'dir. Bu kimseler Hemadan boyuna mensupturlar. Ayrıca Abdurrahman bin Mülle, Ebu'l-Helal el-Ataki, Rebî bin Zürare'de bu gruptandır. İmam Müslim'in zikrettiklerinden bazıları" da Ebu Müslim el-Hulani, Abdullah bin Suveb, Ah-med bin Kays'tır.
Bu bölümde bahsi geçenler Kur'an'ın faziletlerini ilan ettiği sahabe ve Tabiin'den sadece bir kaçıdır. Bu hususta tafsilatlı bilgi sahibi olmak isteyenler Tabakat'tur-Rical, El-Kuna ve'l-Esma, Tabakat'ul-Muhaddisin ve Tabakat'ul-Müfessirin gibi eserlere başvurmalıdırlar.
Bizim gibi sohbet (sahabi) ve tabaiyyat (Tabu) şerefine nail olmayanlara gelince bizler de, «Sizler insanlar arasından çıkanmış en hayırlı ümmetsiniz» (Alu İmran: 115) ayeti ve Hz. Pey-gamber'in (s.a) «Sonraki kardeşlerimizi görmüş olmayı isterdim» hadisi mucibince Hz. Peygamber'in kardeşlerinden ve ümmetin-deniz. Allah'tan korkar, Rasûlullah'ın yolunu takip edersek, Allah bizi onunla birlikte haşredecektir. Allah bizleri onun izinden ve dininden ayırmasın. [122]
Alusi Ensar'dan olan muhacirlerin Biset'in 11. yılında I. Akabe biatına katılan yedi kişi ile Biset'in 12. yılında vukubulan II. Akabe biatma katılan yetmiş erkek ve iki kadın olduğunu söylemektedir. Hz. Peygamber (s.a) Mus'ab bin Umeyr'i II. Akabe biatına katılanlarla birlikte göndermiştir. Hz. Mus'ab Medinelilere Kur'an okutuyor, ilmî meselelerde kendisine danışılıyordu. Onun vesilesiyle müslüman olanlar Ensar muhacirlerinin üçüncü sınıfını teşkü ederler. İşte bu üç sınıf da Ensar muhacirlerinden-dir [123]
Alusi ayrıca «Saoikun»un muhacirlerin ve Ensar'ın tümü olduğunu ve Sabikun'un diğer müslümanlardan önce İslâm'a girdikleri anlamına geldiğini ileri sürmektedir.
Humeyd bin Zıyad'dan rivayet edildiğine göre, kendisi bir gün Mahmud bin Ka'b el-Kurzi'ye «Bana Hz. Peygamber'in ashabı arasındaki fitneyi anlatır mısın?» diye sorduğunda Muhammed, «Allah onların hepsini atfetmiştir. Kur'an'da cenneti söz vermiş, iyilik yapanlarını da, kötülük yapanlarını da atfetmiştir» diye cevap verir. O tekrar «Allah onlara hangi ayetinde cenneti vacip kılmıştır» diye sorunca Muhammed «Subhanallah! Sen Allah'ın 'Ve'l-Sabikune el-Ewelun...' ayetini okumadın mı? İyi hilesin ki Allah Hz. Peygamber'in tüm ashabından razı olmuş ve onlara cenneti vacip kılmıştır. Ancak tabiin'in affedilmesi için bir şart koşmuştur» der. Humeyd o şartın ne olduğunu sorunca Muhammed bin Ka'b «Allah onlara ihsan ile sahabeye uymalarını şart koşmuştur. Yani onlar her amellerinde değil sadece güzel amellerinde sahabelere uymalıdırlar. Ayrıca iyi olan sözlerini dinlemeli, onlar hakkında kötü konuşmamalı, onları kınamamalı ve yaptıkların-dan dolayı sahabeyi yermeye kalkışmamalıdır» diye açıklamada bulunur. Humeyd bin Ziyad, «Muhammed bin Ka'b bana bunları anlattıktan sonra bir düşündüm de sanki bu ayeti daha önce hiç okumamışım gibi şaşırıp kaldım» demiştir.
Muhammed bin Ka'b'in bu yorumu doğrultusunda düşünül, düğünde, ayetin sahabe hakkında nasıl bir üstünlüğü içerdiği anlaşılır.
El-Kutub önceliği sadece muhacirlere veren yorumlara karşı çıkmıştır. Çünkü iki kıbleye yönelerek namaz kılmak, hem muhacirlere hem de Ensar'a nasip olmuştur. Rıdvan biatına katılmak şerefini de birlikte paylaşmışlardır.
Fahruddin Razi, Muhacirlerin öncüleri ile hicrette öncülük yapan kimselerin, Ensar'ın öncüleri ile de yardımda öncülük edenlerin kastedildiğini söyleyip bu görüşün ona göre en doğrusu olduğunu söylemektedir; zira bu kimselerin «Sabikun» olduklarını bilmemize rağmen hangi konuda öne geçtikleri bildirilmediğin-den lafız kapalı kalmıştır. Ancak Allah onlan muhacirlik ve en-sarlık ile nitelemesi sonrasında öncülük ile hicret ve yardımdaki öncülüğün kastedildiği anlaşılarak lafzın kapalılığı giderilmiştir.
Hem hicret etmek, hem de yardım etmek şeklindeki Özelliklerine binaen büyük birer taat Örneğidirler. Muhacir başkasına Örnek teşkil ettiğinden Hz. Peygamber'in kalbini ferahlatır, onun yalnızlığını giderir. İşte bu yüzden Allah hicret ve yardımda ilk olanlan övmüş ve hiç kimseye vermediği mertebeye onlan çıkarmıştır. Çünkü onlar İslâm'ın ilk dönemlerinde hem Mekke'de hem de Medine'de sayılan çok azken, müslümanlar maddece güçsüzken İslâm onlarla güç bulmuş, müslümanlann sayılan çoğalmış, Hz. Peygamber'in yüreği ferahlamış, onların vesilesiyle birçok kişi müslüman olmuştur. Bu bakımdan onların durumu güzel bir çığır açan kimselerin durumuna benzemektedir. Nitekim bir hadiste: «Her kim İslâm'da güzel bir çığır açar ve bu güzel çığır kendisinden sonra da tatbik edilip, sürdürülürse ,kendi hesaplarından hiçbir şey ejcsiimeksizin onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri kendisine yazılır» (Müslim) diye buyurulmuştur. [124]
Ayet-i Kerime'deaMuhacirun» lafzının «Ensar» lafzından önce zikredilmesi, muhacirlerin ensardan daha üstün olduklanna işaret eder. Nitekim ilk halifenin seçimi için Beni Saide sakîfe-sinde yapılan toplantıda cereyan eden olaylar da bunun böyle olduğunu gösterirler.
Ensar'a gelince onlann fazileti hakkında da sayısız hadisler varid olmuştur:
Enes'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) «İmanın alâmeti ensarı sevmek, nifakın alâmeti de onlara buğzetmek-tir» diye buyurmuştur. (Buharı, Müslim)
Said bin Yezîd'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) Huneyn'den alınan ganimeti Mekkelilerden ve diğer bölgelerden yeni müslüman olanlara verdiği için Ensar kendilerine pay verilmemesine içerlediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) onlara gidip, «Ey Ensar topluluğu! Ganimetleri sadece bazı kimselere vermemin nedeni onları ganimet malıyla islâm'a ısındırmak maksadını gütmüş olmamdır. Belki o kimseler bugünden sonra İslâm'ın gerçekliği hususunda şehadet ederler. Allah Teâlâ onla. rın kalbine İslâm'ı da sokmuştur. Bu mesele hakkında birtakım sözleriniz kulağıma geldi» dedikten sonra konuşmasına şöyle devam etti: «Ey insanlar! (yani ensar!) Allah size iman vermek suretiyle size lütfetmedi mi? Allah size ikramda bulunmadı mı? En güzel isimlerle sizi isimlendirmedi mi? Size Allah'ın ve Rasûlü' nün yardımcıları demedi mi? Eğer hicret olmasaydı ben de en-sardan biri olarak gönderilirdim. Eğer insanlar bir vadiye doğru gider, siz de başka bir vadiye giderseniz, kuşkusuz ben sizin gittiğiniz vadiye giderim. İnsanların bu ganimetlerle (develer ve koyunlarla) evlerine gitmesine karşılık sizler Allah'ın Rasûlü'nün sizinle beraber gelmesine razı değil misiniz?» Ensar, razı olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (s.a) «Benim sözüme cevap verin» dedi. Ensar, «Ey Allah'ın Rasûlü! Sen bizi karanlıkta buldun. Allah senin aracılığınla bizi aydınlığa çıkardı. Sen bizi ateş çukurunun kenarında buldun. Allah aracılığınla bizi oradan kurtardı. Sen bizi sapık buldun. Allah senin vasıtanla bize hidayet etti. Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, Peygamber olarak da Mu-hammed'den razıyız» diye karşılık verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a); «Siz eğer bu sözden başka şu sözle de cevap vermiş olsaydınız, doğru söylediniz diyecektim: Sen kovularak bize geldin de biz seni barındırmadık mt? Sen başkaları tarafından yalanlanmış olarak bize geldiğinde seni tasdik etmedik mi? Sen yardımdan mahrum edilerek bize geldiğinde sana yardım etme* dik mi? Halkın senin aleyhinde reddettiklerini biz kabul etme-dik mi?« buyurdu. Ensar «Aksine lütfetmek Allah'a ve Rasûlü'ne aittir. Lütfü hem bizim, üzerimize hem de başkalarının üzerine* dir» dediler.
(101) «Etrafınızdaki bedevilerden...»Bu Ayetin Tefsiri
Ayette hem Medine'deki hem de Medine çevresindeki münafıkların durumu açıklanmaktadır.
îbn Münzir'in İkrîme'den rivayet ettiklerine göre, Medine çevresindeki münafıklar, Cüheyne, Müzeyne, Eşca, Eşlem ve Gi-far kabilelerine mensup münafıklardır. Bunlar Medine çevresinde bulunuyorlardı. Begavî, Vahidî ve İbn Cevzî gibi birçok mü-fessir bu görüşte iseler de, bu müşkil (problemli) olarak kabul edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) adı geçen kabileleri övmüş, bazılarına da dua etmiştir. Nitekim Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Kureyş, Ensar, Cüheyne, Müzeyne, Eşca, Eşlem ve Gifar kabileleri Allah ve Rasûlü'nün velileridir. Onlar için de Allah Rasûlü'nden başka mevla yoktur.» (Buharı, Müslim)
Yine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Eşlem kabilesine gelince Allah onlarla antlaştı. Gifar kabilesini affetti. İyi . bilin ki, bunu ben kendiliğimden söylemiyorum. Bunu Allah söylüyor.»
Bu itiraza cevaben Hz. Peygamber'in duasının çoğunluğa mahsus olduğunu söyleriz. Yani onların çoğu böyledir, hepsi değil.
«Meredu» fiili -murud- kökünden türemedir ve otsuz, çorak yer anlamınadır. İbn Arefe bu kelimenin aslının açığa çıkmak olduğunu mesela yapraklan dökülmüş ağaca merda dendiğini söylemektedir. Lûgatta marid, murid ve mutemmerrid kelimeleri haddi aşan veya hemcinslerinin ulaşabileceği en son noktaya çıkan kişi karşılığında kullanılmaktadır.
Müfessirlere göre burada, murid, itiyad etmek, talim etmek ve bir şeyle talim ede ede mahir olmak mânâsindadır. Bu ifade sadece şer hususunda kullanılır.
«Sen onları bilmezsin;» yani onlar nifak hususunda, saklama, gizleme ve itham edilecekleri yerlerden kaçınma konularında öyle mahir olmuşlardır ki sen zekânın kemâline, ferasetinin gücüne rağmen onların bu durumlarını göremezsin. Veyahut sen onları birer birer bilemez, sadece genel olarak tanırsın. Kısacası sen onların nifaklarını bilmiyorsun ama biz onların hepsini birer birer biliyoruz. [125]
Mezkûr cümle o kimselerin nifak hususunda ne kadar beceri sahibi olduklarını ortaya koymakta ve tekid etmektedir. Böylelikle anlaşılıyor ki onlarda toplanan gizli hallere, sadece kendisine herhangi bir gizliliğin kapalı olmadığı Allah Teâlâ vâkıftır.
Bazı müfessirler bu ifadeye dayanarak, kalpteki gizliliklerin bazı kimselerce bilindiği iddiasını reddetmişlerdir. Yani hiç kimse insanların kalbindekileri okuyamaz, kalplerde tasavvur edileni, kalplerden geçeni bilemez. Böyle bir iddiaya kalkışan kimseler bu ayete ters düşmüş olurlar. Hz. Peygamber (s.a) dahi onların nifaklarım bilmedikten sonra, peygamber olmayanların böyle bir iddiaya kalkışmaları nasıl mümkün olabüir? Halk bu türden birtakım safsatalarla kandırılmaktadır. Öyle ki bazı kimseler, onlara bu safsatalar vasıtasıyla büyük beceri sahipleri olarak tanıtılmaktadır. Oysa Allah'ın dinini bilen kimseler bu gibi hurafelerden sakınmalı, dinlerini geçici menfaatlere karşılık değiştirmeme-lidirler.
Katade'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a), «Bazı kimselere ne oluyor ki, halka ağırlıklar yüklüyor ve 'falan adam cennette, filan adam cehennemde' diyorlar. Böyle birine 'Peki sen neredesin?' diye sorulsa 'bilmiyorum' der. Ey bu iddiada bulunan kişi! Bayatıma yemin ederim ki, sen kendini halkın amellerinden daha iyi bilirsin. Sen öyle bir yük yüklenmişsin ki hiçbir peygamber böyle bir yükü yüklenmemiştir. Nuh (a.s) «Onların yaptıkları hakkında bir bilgim yok,» Şuayb (a.s) «Ben sizin üzerinizde koruyucu değilim» diye buyurmuşlardır. Allah Teâlâ Muhamtned'e de (s.a)f «Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz» diye buyurmuştur» dedi. (îbn Münzir, Abdürrezzak).
İşte bu ve benzeri ayetler keşf sahibi olduklarını, kalbin saffeti ile nefsi meselelerden tecerrud ederek gayba vakıf bulunduklarını iddia eden kimselerin aleyhine bir deül teşkil ederler. Bazıları bu hususta haddi cidden çok aşmaktadır.
«Onları iki kez azaba duçar edeceğiz.» îbn Abbas'tan rivayet §| olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) bir cuma günü minbere çıktı ve «Ey filan halk! Sen bir münafıksın» diyerek münafıkların birer birer isimlerini açıklamak suretiyle rezil edip, gerçek kimliklerini ortaya serdi. Bir ihtiyacını gidermek maksadıyla başka yerde olan Hz. Ömer bu Cuma'da hazır bulunmamıştı. Mescide doğru gelirken mecsidden çıkan bazı kimselere rastladı ve cumaya katılmadığı için utanarak onlardan gizlendi-. Halkın cumayı kılıp, dağıldığını sanmıştı. Bunun aksine onlar da kendüerinm II durumunu bildiğini zannettikleri için Hz. Ömer'den saklandılar. Hz. Ömer mescide girdi ve halkın daha henüz dağılmadığını gördü. Bu esnada biri ona, «7a Ömer! sevin. Allah bugün münafık-g ları rezil etti» dedi. (İbn Ebi Hatim, Tabarani) İşte bu münafıklara isabet eden birinci azaptır. İkincisi ise kabir azabıdır.İbn Mesud el- Ensari'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) o gün minberdeyken 36 kişiyi ayağa kaldırmış ve afi mescidden çıkarmıştır. (îb Merduveyh)
Münafıkların duçar edilecekleri ikinci azabı Mücahid açlık ve Öldürülmek ile yorumlamıştır. (îbn Münzir, İbn Ebi Hatim) Bu-rada, açlık ve öldürülmek korku ve beklentisi kastedilmiş olmalıdır. Bazılarına göre ise kastedilen farazi bir azaba duçar olmaktır. Yani onlar nifaklarını izhar ettikleri zaman söz konusu azap vuku bulacaktır. Bazı rivayetlerde de «Onlar iki kez açlıkla azap gördüler» denmektedir.
Hasan Basrî'ye göre birinci azap onlardan zekât alınması, ikincisi de kabir azabıdır.
İbn İshak ise, «Birinci azap onların müslümanlara bakıp kahrolmaları, ikincisi de kabir azabıdır» demiştir.
Münafıklara azabın tekrar verilmesinin nedeni, kendilerinde nifakla birlikte mevcut olan küfürleri veyahut inadla perçinlenen nifakları olabilir. Nitekim Allah Teâlâ «Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür» (Mülk : 4) diye buyurmakla gözün birçok kez dön-dürülmesini emrekmektedir. Yani, «defalarca bak!» demek istemektedir. Yine Allah Tes\â,«Onlar görmüyorlar mı ki her yıl bir veya iki kez imtihan ediliyorlar» (Tevbe : 126) derken de imtihanın birçok kez olduğunu vurgulamaktadır.
«Sonra onlar büyük bir azaba itileceklerdir;» Buradaki «Büyük bir azap» ile ateş azabı kastedilmiştir.
(102) «Diğer bir kısmı da...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkûr ayet din konusunda gayretleri zayıf olan ve fakat kesinlikle münafık olmayan müslüman bir topluluğun durumunu ortaya koymaktadır.
Bazılarına göre bu kimseler münafıklardan bir gruptular ama kendilerine tevbe etmek nasip olmuş ve Allah da tevbelerini kabul etmiştir. Bu kimseler bile bile savaştan geri kalmalarından ileri gelen günahlarını ikrar ve tembelliği cihada tercih ettiklerini itiraf etmişler, münafıkların kötü arkadaşlıklarına nza gösterdiklerini, yalan yeminlerle tekid edilen özürler ileri sürdüklerini kabullenmişlerdir.
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bunlar on kişiydi ve Tebûk seferine katılmamışlardı. Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye geri döndüğünde, onlar mescide girip Hz. Peygamber'in (s.a) yolu üzerindeki direklere kendilerini bağladılar. Hz. Peygamber (s.a) onların bu halini görünce kendilerini kimin bağladığım sordu. Dediler ki: «Bunlar Ebu Lübabe ve arkadaşlarıdır. Sizinle birlikte Tebûk Seferi'ne katılmamışlardı. Bu yüzden siz onları çözmedikçe kendilerini bu direklerden çözmeyeceklerine dair yemin ettiler.». Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Ben de Allah'a yemin ederim ki, Allah çözmedikçe onları ne çözerim, ne de Özürlerini kabul ederim» (Yani onların çözülmeleri için Allah'tan bir hüküm gelinceye değin beklerim.) dedi ve daha sonra mezkûr ayet indi. Hz. Peygamber (s.a) onları çözmeleri için birilerini gönderdi ve özürlerini kabul etti. (Beyhakî, Delâü'un-Nübüvve)
Bu kimselerin sayıları ile ilgili olarak; üç, beş, sekiz kişi oldukları şeklinde farklı rivayetler gelmişse de hepsinde de Ebu Lübabe bin Abdulmünzir'in adı onların içinde zikredilmiştir.
«İyi bir ameli, kötü olan diğer bir amelle karıştırdılar»; yani cihad'a çıkma ile cihaddan geri kalma amelini birbirine karıştırdılar.
Bazılarına göre, salih (iyi) bir amel taatin tüm kısımlarını kapsamaktadır, Kötü amel İse bunun aksinedir.
«Haletu»û fiili -halt- kökünden türemedir ve karıştırmak anlamındadır. Bununla daha Önce işlemiş oldukları salih ameller ile daha sonraki kötü amellerini karıştırmış oldukları kastediliyor değildir. Çünkü iyi amelin kötü amelle karıştırılması muhtemel olduğu gibi, kötü amelin iyi amele karıştırılması da muhtemeldir. Bu bakımdan amellerden her biri, bir diğerine karıştırılmış olmaktadır. Nitekim Zemahşeri Keşşaf tefsirinde karıştırılan ile kendisine -karıştırılmış olanın aynı niteliğe sahip olduğunu söylemektedir.
Sekkaki de, ayetin takriri, onların iyi bir ameli kötü bir amele karıştırdıkları, kötü olan başka bir ameli de iyi amele karıştırdıkları manasınadır, demektedir. Yani işledikleri iyi bir ameli, (itaati) büyük bir günah işlemek suretiyle ziyan ettiler. Bir defasında da yaptıkları isyanı, tevbe etmek suretiyle sildiler.
Sekkaki'nin bu yorumu, Zemahşeri'nin yukarıdaki yorumuna ters düşmektedir. Çünkü Sekkaki'nin yorumundan anlaşıldığına göre, karıştırılan salih amel ile, kendine karıştırılmış olan sa-lih amel bir değildir. Oysa Zemahşeri'nin yorumundan ikisinin de bir olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Sekkaki'nin yorumu daha tercihe şayan kabul edilmiştir. Fakat teati büyük günah ile ziyan ettiklerini söylemesi Mutezile mezhebine kaymak demektir. Çünkü Ehli Sünnet'e göre ameller büyük günah işlemek ile ziyan olmazlar.
İbn'ul-Mûnzir'e göre burada karıştırmak amel etmek anlamında olduğundan Allah Teâlâ «Biahera seyyiin» dememiş, «Ve ahıra seyyien» demiştir. [126] Yani Allah Teâlâ adeta «Onlar bir yandan salih amel işlerlerken, diğer yandan kötü bir amel işlediler» demek istemiştir.
Bazı müfessirlere göre de, karıştırmak burada derlemek mânâsında kullanılmıştır. Çünkü ayetin akışına ve nüzul sebebine bakılacak olursa, buradaki salih amel Tebûk Seferinden geri kal-ma günahını itiraf etmektir. Onunla birlikte olan kötü amel ise o günahın ta kendisidir. Böylece ilk etapta kendisine yöneltüen ce-mî'den maksat itiraf etmektir. Bu itiraf etmeyi «karıştırmak» tabiriyle ifade etmek, itirafın en kâmil şekilde meydana geldiğine işarettir. Sanki bu günahların arasına girmiş, onların vasıflarını değiştirmiştir. Şayet nüzul sebebi nazarı itibara alınmaz ise, salih amel Üe günahların mutlak şekilde itiraf edilmesi, kötü amel ile de mutlak günahların kendilerinin kastedilmesi mümkün olabilir.
Salih ve kötü amel ile daha önce kişiden sadır olan iyiliklerin ve kötülüklerin kastedilmiş olması mümkündür. Bu yoruma göre salih ameli kapsayacak kadar kendisine yönelenin daha evla olması muhtemeldir. Çünkü salih amelin eklenmesiyle hayır kapılan açılır. Bir rivayette «Kötülüğün arkasından iyilik işle ki onu silsin» denmiştir.
Bazıları ayetteki -hasene- ile mutlak amelin kastedildiğini söylemişlerdir.
Esved el-KaysîMan rivayet olunduğuna göre, Hz. Hasan bir gün Habib bin Mesleme ile karşılaştığında ona, «Ey Habib, Allah'a taatinin dışında sana daha çok şey müyesser oldu» der. Habib, «Bana karşı çıkışın bundan değildir» diye cevap verince Hz. Hasan şöyle der: «Evet! Ondandır. Ancak sen geçici ve az bir dünya malına karşılık Muaviye'ye itaat ettin. Eğer Muaviye bu itaatinden dolayı dünyada seni yüceltmiş ise, mutlaka dininde seni al-çaltmıştır. Eğer sen şer işlediğin zaman hayır işleseydin senin durumun «Salih amel ile kötü olan diğer bir ameli karıştırdılar» ayetindeki gibi olurdu. Fakat senin durumun, «Hayır, onların iş-, leyip kazandıkları şeyler kalplerinin üzerine pas olmuştur» (Mu-taffifin: 14) ayetindeki duruma benzemektedir.» (İbn Sa'd)
İşte burada Hz. Hasan «Hasene»yi mutlak mânâsında yorumlamıştır. Daha önce veya daha sonra mânâsında değil. Bu takdirde bozulma söz konusu olduğundan, burada karıştırmak ile hangisinin daha önce olduğu nazarı itibara alınmaksızın ikisini de kapsadığı kastedilir. O zaman bu tabirle sadece birinin diğerine ginhişliği açıklanmış olur. Çünkü kapsama bunu açıklamaz. Nitekim «karıştırılmanın» böyle bir' mânâya geldiği, Ebu Şeyh ve Beyhaki'nin Mutarrıf tan rivayet ettiği şu sözlerde ifadesini bulmaktadır :
Ben geceleri yatağımın üzerine sırtüstü uzanır Kur'an'ı tefekkür ederim. Amellerimi cennet ehlinin amelleriyle karşılaştırırını. Görüyorum ki onlarm amelleri pek zordur. Gecenin az bir kısmında uyuyorlar. Geceleri Rablerine secde ve kıyam etmek ile geçiriyorlar. Geceleri secde ve kıyam yaparak ibadet eden biri gibi ayetleri gözümün önüne getiriyor ama kendimi onlardan sayamıyorum. Sonra «Sizi sekara gönderen nedir? Onlar biz namaz kılanlardan değildik» ayetinden, «Ceza gününü yalanlıyorduk» bölümüne kadar kendimi muhasebe ediyorum. Bakıyorum kio topluluk Allah Teâlâ'nm dinini yalanlayıcıdırlar. Kendimi onlardan da saymıyorum. Sonra bu ayetin yanından geçiyorum: «Diğer bir kısım da günahlarını itiraf ettiler.» İşte o zaman kendimin de sîzin de onlardan olmanızı ümid ediyorum.»
Yine Ebu Şeyh ve Beyhaki'nin Ebu Osman er-Nehdî'den yapmış oldukları bir rivayette bu mânâya delâlet eder. Bence Kur'an' da bu ümmet için, «Diğer bir kısım da günahlarım itiraf ettiler» ayetinden daha fazla ümit verici başka bir ayet yoktur.
Bu ayetin zahirinden o kimselerin tevbe ettikleri anlaşılmamaktadır. Aksine onlar için, «Umulur ki Allah onların tevbelerini kabul eder» ifadesinden çıkan hüküm sabit olmuştur. Aksi takdirde bu ayetle, bu konudaki birçok ayet eşittirler. Bana göre bu ayetler içinde en ümit bahşedeni, «De ki: Ey nefislerine karşı müsrif davranan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz ki Allah tüm günahları affeder» ayetidir.
Görünen o ki, ayetten o kimselerin tevbe ettikleri anlaşılıyor. Çünkü Allah Teâlâ'nın tevbe etmesi, o tevbeyi kabul etmesi demektir. Bu da tevbenin onlardan sadır olduğunu gerektirir. Adeta şöyle denmek istenmiştir: «Diğer bir kısmı da günahlarım itiraf ettiler. İyi olan bir ameli kötü olan başka bir amelle karıştırdılar, sonra da tevbe ettiler. Allah tevbeleri çokça bağışlayan ve çokça esirgeyendir.»
Bazıları itirafta bulunmanın tevbeye delâlet ettiğini söylemişlerdir. Onların böyle demelerinin nedeni, tevbe ile ikrarın birbirini ilzam etmesindendir.
Şihab, «İkrar, pişmanlık ve bir daha günah işlememek ile birlikte olursa tevbe olur» demektedir.
(103) «Onların mallarından bir sadaka...»Bu Ayetin Tefsiri
Birçok müfessir İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir:
«Tebûk Seferi'nden geri kalan ve kendilerini mescidin direklerine bağlayan sahabîler, serbest kaldıktan sonra mallarını Hz. Peygambere (s.a) getirdiler ve «Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar bizim mallarımızdır. Bize vekâleten bunları sadaka olarak dağıt ve bizim için bağışlanma dile!» dediler. Hz. Peygamber de (s.a) onlara, «Ben sizin mallarınızdan bir şey almakla emrolunmadım» deyince bu ayet nazil oldu. Hz. Peygamber (s.a) bunun üzerine onların mallarının üçte birini aldı ve dağıttı.»
Bu takdirde ayetteki sadaka ile farz olan sadaka (zekât) kastedilmiş değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) «Ben sizin mallarınızdan bir şey almakla emrolunmadım» demiştir. Oysa zekât kendisine daha önce emrolunmuştu. Bu rivayete göre, alman sadaka onların günahlarının keffaretidir. Nitekim ayette -Tutahhiruhum-ifadesi buna işaret etmektedir. Yani «Böylelikle onları, savaştan geri kalmalarından dolayı kazanmış oldukları mânevi kirlerden arındırmış olursun.»
Cübbaî, buradaki sadaka ile zekâtın kastedildiğini söylemektedir. Allah Teâlâ, peygamberine «Onların zekâtını al» diye emretti ki onların bazı münafıklara ilhak ettikleri sanılmasın. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Sa'lebe bin Hatib'den almadığı gibi bazı münafıklardan da sadaka almıyordu.
Tutahhîru''daki -ta- hitab içindir Faü ise Hz. Peygamber'dir. Emir cevabında geldiğinden cezimle okunmuştur, ötre ile okunması da caizdir. Biha zamiri takdir edildiği takdirde bu sadaka' nın sıfatı olacağmdan, -ta- gayb için de olabilir. Sadaka kelimesi dişi oldu&undan dolayı kendisine dişi zamir gönderilmiştir.
Tuzekkihim biha'd&ki -ta- da hitab içindir. Yani, «O sadaka ile onların hasenatını ve mallarını arıtacaksın.» Eğer ifade «Onları münafıkların durumundan kurtarıp, iyilerin ve muhlislerin durumuna onlardan aldığın sadaka ile eriştireceksin» şeklinde olsaydı o zaman bu topluluğun daha önce münafık olduğu ortaya çıkmış olacaktı. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi, gerçek bunun tam aksinedir.
Zemahşeri, Keşşaf adlı tefsirinde, -ta-run burada kesinlikle hitab için olduğunu söylemekte ve sebep olarak da -biha- yi göstermektedir.
«Sadaka onları artırır» şeklindeki yoruma gelince bu Kur'an' in fesahatmdan uzaktır.
«Onlar için salat et» yani onlara dua et, onlar için af talebinde bulun. «Kuşkusuz ki senin salatın onlara huzur vericidir»; yni senin duanla onların kalpleri sükûnet bulur ve onunla mutmain olurlar. Ve onlar Allah Teâlâ'mn o duayı mutlaka kabul ettiğine inanırlar.
(104) «Onlar Allah'ın kullarından...» Bu Ayetin Tefsiri
«Onlar» şeklindeki zamir, tevbeleri kabul edilen kimselere racidir. Bu şekildeki bir soruyla, tevbelerinin kabul edilmiş olduğunu kalplerine yerleştirmek ve vermiş oldukları sadakalardan mutmain olmaları sağlanmak istenmiştir.
Ya da bu zamir başkalarına raci olabilir. C takdirde ayet ile, tevbe ve sadakaya insanları teşvik etmek istenmiş oluyor. Bazıları bu zamirin kesinlikle başkalarına raci olduğunu söylemektedirler. Çünkü rivayet edildiğine göre, tevbe edenlerin tevbeleri kabul olunduğunda, Tebûk Seferi'ne katılmayanlardan tevbe etmeyenler, «Onlar dün bizimle beraberdiler. Onlarla konuşulmuyor ve onlarla kimse oturmuyordu. Bugün onlara ne oldu (ki kendileriyle oturulup - konuşuluyor?)» dediler. Bunun üzerine de mezkûr ayet nazil olmuştur. Ancak müfessirlerin çoğu önceki yorumu tercih etmişlerdir. Nitekim ayetin akışından da anlaşılan budur. Yukarıdaki rivayetin senedini bulamadık ve sahih bir senedine de rastlamadık.[127]
Bu takdirde ayet şöyle anlaşılır: «O tevbe edenler Allah'ın tevbelerini kabul edenin, sadakalarım alanın tâ kendisi olduğunu bilemediler mi? Yani Muhlis kullarından, halis ve doğru tevbe-yi kabul eden sadece O'dur.
Bazılarına göre, ayette geçen -arz- kelimesi -772272- kelimesi anlamındadır. Huve (o) zamiri ise ya sadece tekid için ya da tekid ile beraber tahsis içindir. Yani tevbeleri muhakkak kabul eder.
Bazılarına göre de burada, tahsis Hz. Peygamber'e (s.a) nis-beten olmuştur. Yani tevbeleri kabul eden Allah Teâlâ'dır, Hz. Muhammed değil. Zira onların Hz. Muhammed'e (s.a) çokça gi-dip-gelmeleri böyle bir zanna yol açabilirdi.
«İbad» lafzına gelince, bununla o tevbe eden kimseler, veyahut tüm kullar kastedilmektedir. Ki zaten o tevbe edenler de tüm kulların içine dahildirler.
«Sadakalarım alanın ta kendisi olduğunu»; yani alan bir kimsenin kabul etmesi gibi kabul edenin ta kendisi olduğunu. Almak fiilinin Allah'a izafe edilmesi, Hz. Peygamber'in (s.a) almasının Allah'ın alması yerine geçtiğini göstermektedir. Allah Teâlâ bu ifadeyle Rasûlü'nün şanını yüceltmektedir. Nitekim başka bir ayette «Kuşkusuz ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler» diye buyurmuştur.
Bazı müfessirler sadakaları almak ile sadakaların durumuna itina edildiği görüşündedirler. Yani sadakalar Allah'ın katanda güzel bir yere konuluyor ve güzel bir kıymet kazanıyorlar.
Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Sadaka helal maldan verildiği zaman Allah onu sağ tarafından alır ve kabul eder. Kuşkusuz ki bir kimse bir lokma kadar bir sadaka verdiğinde Allah Teâlâ onu, o kimse için besler. Tıpkı herhangi birinizin buzağısını ve tayını beslediği gibi. O sadaka Allah'ın kudreti himayesinde büyür. Öyle ki sonunda ühud Dağı kadar olur.» (Abdurrezzak)
Ibn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Sadaka verin. Kuşkusuz ki, herhangi birinizin verdiği bir lokma veya az bir şey, daha dilencinin eline düşmeden önce, Allah'ın kudret eline düşer. Hz. Peygamber daha son. ra bu ayeti okudu.» (Darekutni, el-Ifrad)
Bazı rivayetlerde almanın hakiki olmadığım tesbit eden ibareler vardır. Mesela, İbn Munzir ve bazı muhaddislerin Ebu Hurey-re'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur : «Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, sadaka veren bir kimse, helal kazancından ve isteyerek verirse, Allah'ın sadece helali kabul ettiği ve göklere ancak helalin yükseldiği inancını taşır, sadakasını da layık olan birine verirse, o sadaka sanki Rahman'ın kudret eline bırakılmış gibi olur. Allah o sadakayı büyütür. Tıpkı herhangi birinizin tayını ve buza-I ğısını büyüttüğü gibi. Böylece o (sadaka olarak verilen) lokma * veya hurma, kıyamet gününde büyük bir dağ kadar büyümüş olarak gelir.» [128]
(105) «De ki: İstediğinizi yapın...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ'nın amelleri görmesiyle, onlara muttali olması ve açıkça onu bilmesi kastolunmuştur. Hz. Peygamber'in (sa) ve müminlerin bir ameli görmesi ile de, Allah Teâlâ'nın vahiy veya başka bir yolla onlardan o ameli gizlememesi, onları o amele vakıf kılması kastolunmuştur.
Ebu Said'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Eğer herhangi biriniz sağır (kapısı, penceresi olmayan) bir mağaranın içinde bile bir şey yapsa, muhakkak Allah o ameli ne olursa olsun çıkarıp, insanlara gösterir» (İmam Ahmed ve İbn Ebi Dünya; el-İhlas). Hadiste amelin insanlara gösterileceği belirtilirken, ayette Hz. Peygamber (s.a) ve müminler zikredilmiştir. Bunun nedeni ayette söz konusu edilen kimselerin amellerine diğer insanların muttali olmasından çekinmeyip, Hz. Peygamber (s.a) ve müminlerin muttali olmasından çekinmeleridir.
Bazı müfessirlere göre ayette geçen müminler ile amelleri yazan melekler kastedilmiştir. Ancak bu yorum bir kıymet taşımaz.
Şia'ya göre ise buradaki müminler île onilci imam kastedilmiştir. Onların iddia etmesine göre, müslümanların amelleri her pazartesi ve perşembe önce Hz. Peygamber'e (s.a), sonra da oniki imam'a arzolunur. Ancak bu önceki yorumdan daha acı, daha korkunç ve daha mesnedsiz bir iddiadır. Ancak Şia'nın tüm grupları bu iddiada değildir. Sadece mahdut bazı knamîlerin iddiasıdır bu.
(106) «Bir diğerleri daha...» Bu Âyetin Tefsiri
Ayette geçen Murcelne (veya Murçeune) kelimesi tehir edilmişlerdir, mânasmdadır. Yani onlar hakkında Allah'ın emri açığa çıkıncaya kadar tehir edilmişlerdir. Ehli Kıble'nin bir grubunun adı olan Murcie'de aynı kökten gelmektedir. Bu gruba Mur-cie denilmesinin nedeni, onların azabın istihkakında azabı tehir etmeleridir. Yani onlara göre imanla birlikte azap yoktur. Bu bakımdan onlarca günahın azapta hiçbir etkisi yoktur. Nitekim el-Mevakıfâa, «Bunlara mürcie denilmesinin sebebi, ameli niyetten 1 tehir etmeleridir» denilmiştir. Yani onlara göre, rütbece amel niyetten (itikaddan) sonra gelir. Veyahut imanla birlikte azabm olmadığına inandıkları için bu ismi almışlardır.«Onlar Allah'ın emrine havale edilmişlerdir» ifadesinde söz konusu edilenler Bilal bin Umeyye, Ka'b bin Malik ve Mürare bin Eebî adlı kimselerdir. İbn Abbas ve sahabilerin büyüklerinden böyle rivayet edilmiştir. (Buharı, Müslim).
Bu kimseler herhangi bir sebep dolayısıyla Hz. Peygamber' den (s.a) geri kalıp Tebûk Seferi'ne katılamamışlardır. Ancak niyetleri daha sonra Hz. Peygamber'e (s.a) yetişmek idiyse de bir türlü yetişmek onlara nasip olmadı. Yani sefer'den geri kalmalarının nedeni nifak sahibi olmaları değildi. Çünkü onlar muhlis kimselerdi. Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye geldikten ve geride ka. lanların malum olayları cereyan ettikten sonra bu kimseler, «Bizim yanlışlıktan başka hiçbir özrümüz yoktur» dediler ve Hz. Peygamber'den (s.a) Özül dilemedikleri gibi, kendilerini direklere bağlayanlar gibi de yapmadılar. Hz. Peygamber (s.a) onlardan kaçınılmasını, onlarla birlikte oturulmamasını, konuşulmamasını ve sohbet etmekten yüz çevrilmesini emretti. Ancak bu tavır kendilerine çok ağır geldi . Bu durum, «Allah, Rasûlü'nün de, muhacirlerin de, ensarın da tevbesini kabul etmiştir» ayeti nazil olana değin sürmüştür. Onların bu işleri böylece elli gün durdurulmuştu. Onlar Allah'ın kendileri hakkında nasıl hükmedeceğini bilmiyorlardı. Allah tevbelerini kabul de edebilir, onlan azap da edebilirdi. Yani geride kalanlardan olan bu kimseler ya azaba duçar olacaklar ya da tevbeleri kabul edilerek kendilerine tevbe nasip olacaktır.
Bu ifade ile kastedilen «Bunu Allah'ın irade ve dilemesine bırakın. Çünkü asiyi cezalandırmak da, tevbe edeni mükâfatlandırmak da Allah'a vacip değildir» şeklindeki bir mânâdır.
îhlaslanna ve cihadın farz-ı kifaye olmasına rağmen Allah Teâlâ niçin durumu onlara şiddenlendirmiştir? Bunun nedeni muhtemelen İbn BattaTın Er-Ravd'ul-Unuf adlı eserinde beğenip, naklettiği şu nokta olmalıdır: Cihad sadece Ensar'a farzdı. Çünkü onlar Hz. Peygamber'e cihad üzerine biat etmişlerdi. Bu kimseler de Ensar'm ileri gelenlerinden oldukları için onların cihaddan geri kalmaları büyük bir günahtı. [129]
107- Zarar vermek, küfrü yerleştirmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasûlü i!e savaşan kimseyi beklemek için bir mescid edinenler, (daha önce söz konusu ettiğimiz nifak sahipleri) var ya işte onlar; «İyilik yapmaktan başka bir şeyi istemedik» diye muhakkak yemin edeceklerdir. Oysa Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.
108- Sakın! Orada hiçbir (şekilde) namaz kılma! Ta ilk günden itibaren takva üzere kurulu bir mescid içinde durup, namaz kılman daha uygundur. Orada temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da temizlenenleri sever.
109- Acaba temelini, Allah'a yönelik bir takva ve hoşnutluk üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılacak bir yarın kenarına kurup da onunla beraber çöküp, cehennem ateşine yuvarlanan kimse mî? Allah zalim bir kavmi hidayet etmez.
110- Yaptıkları bina, kalpleri parçalanmadıkça, yüreklerinde bir şüphe olarak devam edip gidecektir. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
111- Kuşkusuz ki Allah müminlerden canlarını ve mallan-' nı cennet karşılığında satın almıştır. (Müminler) Allah yolunda savaşırlar. Binaenaleyh öldürürler ve öldürülürler. (Savaşan müminler için olan bir va'd), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun (Allah'ın) üzerine hak bir va'ddir. Acaba Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren kim vardır? Öyleyse O'nunla yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin. İşte büyük kurtuluş budur! [130]
(107) «Zarar vermek, küfrü.,.» Bu Ayetin Tefsiri
«Vellezîyne» daha önceki cümlelere yapılan atıftır. Yani onlardan zarar veren bir mescid edinenler...
Ancak Velleziyne'nin mübteda olup, haberinin de hazf edilmiş olması mümkündür. Yani zarar veren bir mescid edinenler azaba müstehaktırlar.
Bazıları elleziyne'yi -vav- sız okumuşlardır. Bu takdirde bu kelime mübteda olur, mescide namaz kılma cümlesi de onun haberi. Yani zarar veren mescidi (Mescid-i Dırar) edinenlerin mescidinde hiçbir zaman namaza durma!
Nuhas'a göre elleziyne kelimesi müptedadır. «Yaptıkları bina yüreklerinde bir şüphe olarak devam edip gidecektir» cümlesi de onun haberidir.
Rivayetlere göre bu ayet rahip olan Ebu Hamid Amr hakkında nazil olmuştur. Bu şahıs, Arap Yarımadası'ndan Kayser'in yanına kaçarak, orada Hıristiyanlaşmış ve Kayser kendisine, Medine'yi zaptedeceği ve Rasûlullah ile müminleri öldüreceği va'dinde bulunmuş olduğu bir kimsedir. Onlar da bu va'd üzerine Mescid-i Dırar'ı inşa edip, önün gelmesini bekliyorlardı.
Müfessirlere göre, Beni Amr bin Avf'e mensup kimseler Küba mescidini inşa ettiklerinde, Hz. Peygamber'e (s.a) mescidleri-ne gelmesi için haber gönderdiler. Hz. Peygamber de (s.a) gidip onların mescidinde namaz kıldı. Bunun üzerine onların soydaşları olan Ben Ganem bin Avf onları kıskandı. «Biz de bir mescid yapıp, Hz. Peygamber'e (s.a) haber gönderelim. Soydaşlarımıza gittiği gibi, bize de gelip namaz kıldırsın» dediler. Ayrıca Şam' dan geldiğinde Ebu Amr'm da orada barınmasını düşünerek, Tebûk'e gitmek üzere iken Hz. Peygamber'in (s.a) yanma vardılar.
— Ey Allah'ın Rasülü! Biz ihtiyaç sahiplerinin, hasta ve yaşlıların geceleri orada namaz kılmalarını amaçlayarak bir mescid yaptık. İstiyoruz ki sen de orada, bizim önümüzde namaz kılasin ve bereketle dua edesin, dediler. Hz. Peygamber (s.a)'de onlara:
— Ben sefere gitmek üzereyim. Meşguliyetim var. Eğer Allah'ın izniyle seferden dönebilirsek, gelir sizin orada namaz kılarız, diye cevap verdi.
Hz. Peygamber (s.a) Tebûk'ten döndüğünde yine onun yanına vardılar. Artık mescidin yapımını tamamlamışlar, orada cuma namazlarım bile kılmışlardı. Bir de cumartesi ve pazar günü de namaz kılmışlardı. Yani orada üç günlük namaz kılınmıştı. Hz. Peygamber (s.a) onların yanma gideceği zaman giymek için gömleğini istedi. İşte bu esnada Mescid-i Dırar ile ilgili olarak vahiy indi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), Malik bin Duhşun, Muan bin Adiy, Amr bin Seken ve (Hz. Hamza'nın katili olan) Vahşi'yi yanına çağırarak, onlara «Ehli, zalim olan bir mescide gidin. Onu yıkıp, yakın» diye emretti. Onlar da aldıkları emir üzerine hızla mescide doğru yola çıktılar. Malik bin Duhşun evinden bir ateş aldı. Koşarak mescide vardılar ve onu yaktılar. [131]
1) Hizam bin Halid. (Beni Ubeyde bin Zeyd kabilesindendi. Mescid-i Dırar'ı inşa etmek fikri onun evinde planlanmıştı)
2) Muttab bin Kuşeyr
3) Ebu Habibe bin Ez'ar
4) Ubbad bin Huneyf (veya Hanif). (Bu da Beni Amr bin Avf'a mensuptu)
5) Cariye bin Amr
6-7) Onun oğulları Mücemmâ ile Zeyd
8) Nebtel bin Haris
9) Bahzad bin Osman
10) Behçet bin Osman
11) Vedia bin Sabit
12) Sa'lebe bin Hatib (Sa'lebe de bunlar içinde zikredilmiştir.)
Ebu Ömer bin Abdilberr, «Sa'lebe'nin bunlar arasında olması şüphelidir. Çünkü Sa'lebe Bedir'de bulunmuştur. Bedir ashabından hiç kimse münafıklardan olmamıştır» demiştir.
îkrime'den rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer bu kimselerden birine, «Bu mescidin yapımına ne gibi bir yardımda bulundun?» diye sorduğunda, «Bir direk vererek yardım ettim» cevabını alır, şöyle der: «O direkle sevin! Çünkü o direk cehennem ateşinde boynunda olacaktır.»
Dırar ile Darar kelimelerini bazı alimler şöyle tefrik etmişlerdir: Darar kişinin ondan menfaati, komşusunun ise zararı olan şey, Dırar ise kişinin ne kendisinin ne de komşusunun yararının olmadığı şeydir. Bazılarına göre ise ikisi de aym şeylerdir. [132]
Alimler bu hususta şöyle demişlerdir: Bir mescidin yanında İkinci bir mescid yapmak caiz değildir. Sonradan yapılanın ise yıkılması farzdır. Onu yapanları yapmaktan vazgeçirmek, bundan o kimseleri menetmek müminlere vaciptir ki, ilk mescidde namaz kılan kimseler oraya gitmesin, ilk mescid boş kalmasın. Ancak yer büyük ise ve halkına bir mescid kâfi gelmiyorsa, o zaman ikinci bir mescidin yapılmasında bir beis yoktur. Fakat bir mescid bir kasabaya kâfi gelirse ikinci mescidin yapılmaması daha uygundur. îki mescidin kâfi gelmesi durumunda da üçüncünün yapılmaması gerekir. İdarecilerin bir mescidin kâfi gelmesi halin. de, ikincisinin yapılmasına mâni olmaları gerekir. Ayrıca biri kâfi geldiği halde yapılan ikinci mescidde Cuma namazının kılınması caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Mescid-i Dırar'ı yakıp yıktırmıştir.[133]
Taberi'nin, senediyle Şakik-i Belhi'den rivayet ettiğine göre, o Beni Gadire (veya Amire) mescidine namaz kılmak üzere gelir ve bakar ki namaz kılınmıştır. Ona filan kabilenin mescidinde henüz namazın kılınmadığı ve oraya yetişebileceği söylendiğinde, «Ben orada namaz kılmaktan hoşlanmıyorum. Çünkü o zarar üzerine bina edilmiştir» der. Yani ihtiyaç olmaksızın bir mescid kafi geldiği halde o mescidin yapılmış olduğunu söylemek ister.
Malikîlere göre, zarar üzerine veya riya ve gösteriş üzerine inşa edilmiş bir mescid, mescid-i dırar hükmüne girdiğinden, orada namaz kılmak caiz değildir. [134]
Nakkaş bu esastan hareketle, kilise ve benzeri yerlerde namaz kılınamayacağım; zira onların şer üzerine bina edildiklerini öne sürmüştür. Ancak bana göre, bu hüküm doğru değildir. Çünkü her ne kadar onun ehli, şer üzerindeyse de kilisenin inşasıyla başkasına zarar vermek anıaçlanmamıştir. Hıristiyanlar kiliseyi, Yahudiler de havrayı tıpkı bizim mescid yapmamız gibi kendilerine göre aynı amaçlarla yapmışlardır. Nitekim alimler kilise olsun, havra olsun temiz bir yerde namaz kılan bir kimsenin namazının geçerli olduğu görüşündedirler.
Buharı, İbn Abbas'in havrada namaz kıldığım kaydetmiştir. Ancak bu Havra'da, putlar (heykeller) olmadığı takdirde geçerlidir. Ebu Davud'un Osman bin Eb'ul-As'tan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) Taif'te onların putlarının bulunduğu yerde bir mescid yapılmasını emretmiştir.[135]
Bir zalim kimse imam olursa arkasında, özrünü bildirmedikçe veya tevbe etmedikçe namaz kılınmaz. Çünkü Mescid-i Küba'yı inşa eden Amr bin Avf kabilesi halifeliği döneminde Hz. Ömer'e gelerek. «Mücenna bin Cariye'ye izin ver de mescidimizde tize imamlık yapsın» dediklerinde Hz. Ömer onlara cevaben
«Hayır! Ona isin vermem. Velev ki bir göz kırpması kadar bile olsa. O kimse ki Mescid-i Dırar'ın imamı değil miydi?» der. Bunun üzerine Mücenna:
— Ey Müminlerin Emîri! Hakkımda hüküm vermekte acele etme. Allah'a yemin ederim ki ben orada namaz kıldım, fakat onların gerçek niyetlerini bilmiyordum, Eğer bunu bilseydim elbette orada onların önünde imamlık yapmazdım. Ben Kur'an okuyan genç bir kimseydim. Onlar ise cahiliyye üzerinde yaşamış yaşlılardı. Kur'an'dan bir şey okuyamıyorlardı. îşte ben bu yüzden onlara namaz kıldırdım ve sanmıyorum ki bu yaptığım günah olsun. Çünkü onların kalplerindekine muttali değildim, diye konuştu. Hz. Ömer de onu mazur saydı ve ona hak verdi. Sonra da MescidA Küba'da namaz kıldırmasına müsaade etti.
Alimler, «İbadet için inşa edilen ve İslâm' tarafından inşası için teşvik edilen bir mescid bile, başka bir mescide zarar veriyorsa eğer yıkılır» demişlerdir. Ki böylece ilk yapılan mescide zarar gelmesin. Bu tıpkı bir fırın, bir değirmen inşa eden veya bir kuyu kazan ve bununla başkalarına zarar veren kimselerin işlerine benzer. Buradaki genel kural şudur: «Kardeşine yaptığı işle zarar veren kimse, bu yaptığından menedilir. Çünkü İslâm'da ne zarar vermek vardır ne de zarara göz yummak.»
Ayette geçen küfran kelimesi, küfrü yerleştirmek, küfrü yaymak mânâsındadır. Yani bunun için mescid yaparlar. Çünkü onların inancına göre ne Meccid-i Küba'ya, ne de Hz. Peygamber'in (s.a) mescidine hürmet etmek diye bir şey yoktur. Onlar işte bu inançlarından dolayı kafir olmuşlardır. Bu hususu Kadı İbn'ul-Arabi belirtmiştir.
Bazıları söz konusu küfrün, peygamber ve getirdikleri hakkında olduğunu söylemişlerdi. Yani onlar Hz. Peygamber'i de (s.a),, getirdiklerini de inkâr etmişlerdir.
«Müminlerin arasına ayrılık sokmak;» yani müslümanların birliğini parçalamak ve Hz. Peygamber'in (s.a) emrindeki kabileleri onun emrinden çıkarmak amacıyla mescid yapmışlardır.
İşte tüm bunlar bize şunu haber veriyor ki, cemaatin, birliğin meydana gelmesinden maksat, en büyük hedef olan kalplerin kaynaşmasını ve taat üzerine söz birliğini sağlamaktır. İşte İmam Malik bu noktaya işaretle, «Aynı mestidde iki cemaat, iki imam olmaz» demiştir. Aynı hüküm İmam Şafii'den de rivayet edilmiştir. Çünkü böyle bir şey söz birliğini parçalamak, bu hikmeti iptal etmekten başka bir şey değildir. Yine cemaatten ayrılan kimsenin huzur duyacağı, onun kendi cemaatini oluşturup, imamını öne geçireceği şeklindeki düşünceler bundan doğmuştur ki bu düşünceler ihtilâf çıkarır, nizamı altüst eder.[136]
Bugün de yani H. 1406'da (M. 1987) de dünyada bu tür mes-cidler hâlâ vardır. Mesela Şam'da, Mescid-i Emevîde dört mihrab vardır. Dört mezhebin imamları aynı anda veya az bir zaman farkıyla dört cemaate namaz kıldırmaktadırlar,
«Allah ve Rasûlü ile savaşan» kimseyle rahip Ebu Amr kastedilmektedir. Bu kimse, Hz. Peygamber'in (s.a) bedduasıyla Şam* m Kınısrın şehrinde kafir olarak ölmüştür. Bu olay şöyle cereyan etmiştir:
O Hz. Peygamber'e «Seninle savaşan bir topluluk görürsem, onlarla bir olur, sana karşı savaşırım» dedi. Ve böylece Huneyn Günü'ne değin Hz. Peygamber'e (s.a) karşı yapılan her savaşa katıldı. Hevazin kabilesi yenilince Bizans'a gidip Hıristiyan oldu. Sonra da Medine'deki münafıklara haber göndererek, «Elde etti-ğiniz güç ve silahlarla hazırlık yapın ve bir mescid bina edin. Ben Kayser'e gidiyorum. Bizans ordusuyla gelip, Muhammed'i
Medine'den çıkaracağım» dedi. Bu emre binaen Medine'de münafıklar Mescid-i Dırar'ı inşa ettiler.
Ebu Amr, Uhud'da şehit düşen ve melekler tarafından yıkanan Hanzele'nin babasıdır. Onun melekler tarafından yıkanmasının nedeni şudur: Hanzele Uhud'a çıkacağı zaman hanımı üe birleşmişti. Bu esnada Hz. Peygamber'in (s.a) herkesin savaşa katılmasını bildiren emri gelince, bunu işiten Hanzele yıkanması gerektiğini unutur. Şehit olarak öldüğünde Hz. Peygamber (s.a) m «Onu melekler yıkadılar» diye buyurur. Bunun üzerine hanımin-dan durumu sorulduğunda, Hanzele'nin gerçekten yıkanmayı unuttuğu ve cünup olarak savaşa katıldığı ortaya çıkar.
«El-irsad» kökünden gelen -irsaden- kelimesi beklemek mânâ-smdadır. «Daha önce,» Mescid4 Dırar'm inşasından önce demektir.
«İşte onlar iyilik yapmaktan başka bir şeyi istemedik diye muhakkak yemin edeceklerdir» cümlesi fullerin, maksat ve irade edilenlerden ötürü farklı olabileceğine delâlet etmektedir.
Ayette bahsi geçen müminler, Süddî'nin ifade ettiği gibi Küba Mescidi'nin halkıdırlar. Çünkü onlar mescidlerinde hep bir arada namaz kılarlardı. Bu yüzden münafıklar, onların birliğini parçalamak, aralarına ihtilâf sokmak için Mescid-i Dırar'ı inşa etmişlerdir.
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye vardığında Ebu A'mr kendisine, «senin getirdiğin nedir?» diye sorar. Hz. Peygamber (s.a): «Bembeyaz olan Hanij dini, İbrahim'in 1 dinidir» diye cevap verdi. Ebu Amr kendisinin de İbrahim'in dini I üzerinde olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (s.a), «Hayır. Sen I İbrahim'in dini üzerinde değilsin» dedi. Ebu Amr, «Ben İbrahim' İ in dini üzerindeyim. Fakat sen İbrahim'in dininden olmayanları I getirip, dine sokmuşsun» dedi. Hz. Peygamber (s.a), «Ben böyle bir şey yapmadım. O dini tertemiz, saf olarak getirdim» deyince Ebu Amr, «Hangimiz yalancı ise Allah onu kovulmuş olarak tek başına öldürsün» diye beddua etti ve Hz. Peygamber de (s.a) «Amin» dedi.
İşte bu yüzden halk Ebu Amr'a «El-Kezzab» (çok yalancı) lakabını taktılar. Hz. Peygamber de (s.a) ona el-Fasık adını vermiştir. Çünkü o Uhud Günü Hz, Feygamber'e, «Sana karşı savaşan bir kavim görürsem onlarla bir olurum» demiş ve Huneyn savaşına kadar Hz. Peygamber'e karşı yapılan her savaşa katılmıştır.
(108) «Sakın! Orada hiçbir...» Bu Ayetin Tefsiri
«Orada» zamiri Mescid-i Dırar'a racidir. Yani, namaz kılmak için Mescid-i Dırar'a gitme.
«Kıyam» tabiri namaz anlamındadır. «Falan adam geceleri kıyam eder (namaz kılar) » denir.
Ebu Hüreyre'den rivayet edilen, «İman edip, ecrini Allah'tan isteyerek Ramazan'da kıyam eden (namaz kılan) kimsenin geçmiş günahları affolunur» (Buharı) şeklindeki Hz. Peygamber'in (s.a) hadisi de bunu gösterir.
Rivayet olunduğuna göre, bu ayet nazil olduktan sonra Hz. Peygamber (s.a) Mescid-i Dırar'm bulunduğu yoldan geçmemiştir.
Senedi meçhul olan bir hadiste de, oranın mezbelelik yapılması, toz, toprağın, pisliklerin oraya atılması emredilmiştir.[137]
Takva üzere kurulu mescidin hangisi olduğunda ihtilaf edilmiştir.
îbn Abbas, Dehhak ve Hasan Basrî'ye göre bu mescid Küba Mescidi'âir. Delilleri ise, «Ta ilk günden itibaren» ifadesidir.
îbn Ömer ve İbn Müseyyeb'e göre, Küba Mescidi Medine'de ilk günde inşa edilmiş meşciddir; zira o Hz. Peygamber'in (s.a) mescidinden önce inşa edilmiştir. Vehb, Eşheb ve İbn KasınVın rivayetlerine göre İmam Malik de böyle söylemiştir.
Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunduğuna göre, iki kişi, 'Tâ ilk günden itibaren takva üzere kurulu' mescidin hangisi olduğunda ihtilaf ederler. Birisi; Küba Mescidi, diğeri de Mescid-i Ne-bevî olduğunu söylüyor. Bu münakaşayı işiten Hz. Peygamber (s.a) «O benim şu mesddimdir» diye buyurdu. (Tirmizi) Tir-mizi bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Ancak ilk yorum mezkûr hadiseye daha uygundur. Çünkü Ebu Hüreyre'den gelen hadiste bu ayetin Küba ehli hakkında nazil olduğu bildirilmiştir. Bu görüşte olanlar Şa'bî'nin, «Bu ayette söz konusu edilenler Küba ehlidir» sözüyle de istidlal etmişlerdir.
Katade'den gelen rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a) Küba ehline «Allah temizlik hususunda sizleri övüyor, sizler nasıl temizlik yapıyorsunuz?» diye sorunca onlar, «Ey! Allah'ın Rasûlü! Biz büyük ve küçük abdestin ardından su ile yıkanıyoruz» diye cevap verdiler. (Ebu Davud)
Enes bin Malik'ten rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) bu ayet ile ilgili olarak şöyle dedi: «Ey Ensar! Allah kuşkusuz ki sizleri hayırlı bir şekilde temizlenmekle övmüştür. Acaba sizler nasıl temizleniyorsunuz?» Onlar da; «Ey Allah'ın Rasûlü! Namaz için abdest alıyoruz, cünupluk için de yıkanıyoruz,» diye cevap verdiler. Hz. Peygamber (s.a) bunun dışında başka bir sebebin olup olmadığını sorunca onlar, «Hayır, yok. Ancak herhangi birimiz büyük abdest için çıktığında su ile temizlenmeyi sever» derler. Bunun üzerine Hz. Peygamber de (s.a) «İşte övgünün asıl nedeni budur. Buna devam edin» diye buyurur. (Darekutni)
Görüldüğü gibi bu hadis ayette bahsi geçen mescidin Küba Mescidi olduğuna işaret ediyorsa da asıl Ebu Said el-Hudri'nin hadisinde Hz. Peygamber'in (s.a) «O benim şu mescidimdzr» şek-lindeki sözü meseleyi açıklığa kavuşturmaktadır.
Ebu Kureyb, Ebu Usame'den, o Salih bin Hayyam'dan, o da Abdullah bin Bureyde'den şöyle rivayet etmektedir: « (Bu kandil) Allah'ın yüceltümesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir» (Nur: 36) ayetinde bahsi geçen evler dört mesciddir. Onları peygamberler inşa etmişlerdir. Birincisi Kabe'dir. Onu Hz. İbrahim ile Hz. İsmail bina etmişlerdir. İkincisi Hz. Davud ile Hz. Süleyman'ın inşa ettiği Eriha (Beyt'ul-Makdis) dir. Üçüncüsü Medine Mescidi, dördüncüsü ise Küba Mescidi'dir. Bu iki mescidin temelleri takva üzerine kuruludur. İkisini de Hz. Peygamber (s.a) inşa etmiştir.
Mezkûr ayet-i kerime'de Allah Teâlâ temizliği seveni, nezafe-ti gözeteni övmüştür. Bu insanî bir görev, şer'î bir vazifedir.
Hz. Aişe'den rivayet olunduğuna göre, O «Ey hanımlar! Kocalarınıza su ile temizlenmelerini söyleyin. Ben onlara bunu söylemekten haya ediyorum» demiştir (Tirmizi). Tirmizi bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
Hz. Peygamber'in (s.a) def-i hacet için gittiğinde beraberinde su götürdüğü, tahfif etmek için önce taş kullandığı ve sonra da su kullandığı sabittir. [138]
Mescid-i Küba'da kılman namazın fazileti hakkında gelen rivayetler vardirrEsid bin Züreyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a), «Mescid-i Küba'da kılınan bir namazın bir umre kadar sevabı vardır» diye buyurmuştur. (İbn Ebi Şeybe, Tirmizi, Hakim, İbn Mâce). Tirmizi senedde adı geçen Esid'in bundan başka sahih olan bir hadisinin bilinmediğini söylemiştir. Ayrıca İmam Ahmed ve Neseî, Sehl bin Hanif den buna benzer bir hadis nakletmişler-dir.
Züheyr bin Rafı el-Harisî'den rivayet olunduğuna göre Hz. peygamber (s.a) «Küba mescidinde pazartesi ve perşembe günleri namaz kılan bir kimse, bir umre sevabı alarak evine döner» diye buyurmuştur. (İbn Said)
Bu ayette söz konusu edilen mescidin Küba mescidi olduğuna dair de birçok rivayet gelmiştir.
İmam Ahmed, İbn Huzeyn'den, Tabarani, İbn Merduveyh ve Hakim ise Uveyn bin Saide el-Ensarî'den şöyle rivayet etmişlerdir:
nHz. Peygamber (s.a) biz Mescid-i Küba'da iken yanımıza gelerek, 'Allah mescidinizle ilgili olarak temizlik hususunda sizleri övmüştür. Acaba temizliği nasıl yapıyorsunuz?' dine sordu. Onlar da büyük abdestten sonra su ile yıkandıklarım söylediler.» (İmam Ahmed, İbn Şeybe, Tarih'inde Buharî, Mucem'in&e Begavî, Taberi ve Tabarani Abdullah bin Selam'dan bunun bir benzerini nakletmişlerdir.
Ebu Umame'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) Kübalılara, bu ayette kendilerine mahsus zikredilen temizliğin mahiyetini sorduğunda onlar, «Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden biri büyük abdest için temizliğe gittiğinde makatım su ile yıkar» dediler (Abdurrezzak, Tabarani). Ayrıca yine Abdurrezzak ve İbn Merduveyh Abdurrahman bin Haris bin Nevfel'den bunun bir benzerini nakletmişlerdir.
Mezkûr ayetin Küba ehli hakkında nazil olduğunu İbn Ömer, Sehl el- Ensari, Ata gibi sahabeden bir cemaat de söylemiştir. Bu mescidin Hz. Peygamber'in (s.a) mescidi olduğuna delâlet eden rivayetler olduğu gibi, bunu bu şekilde yorumlayanlar da az değildir. En doğrusunu Allah bilir.
Mescid'in Küba mescidi olduğunu savunanlara göre, «Ta ilk günden itibaren» ifadesiyle hicret günleri yani Medine'ye girilen ilk gün kastedilmiştir.
Süheylî, sahabenin Hz. Ömer'le birlikte tarihin tesbiti hususunda, tarihin hicret senesinden itibaren başlamasıyla ilgili fikirlerinin doğruluğunda bu ayetten yararlanıldığını söylemektedir. Çünkü o vakit, Allah'ın İslâm'ı aziz kıldığı, Rasûlü'nün emin olduğu vekittir. Mescidler yapılmış, Allah'a kullukta bulunulmuş, onların görüşleriyle Kur'an'm zahiri muvafık düşmüştür. Onların nakilleri sayesinde «Ta ilk günden itibaren» ifadesiyle, tarihin ilk gününün kastedildiği anlaşılmıştır. Yani o gün, müslümanların kullanmakta oldukları hicret tarihinin başlangıcı kastedilmektedir. Eğer sahabe bunu bu ayetten almışsa, bizim onlar hakkındaki kanaatimiz şudur: Onlar Kur'an'm yorumunu insanların hepsinden daha iyi bilirler, Kur'an'daki işaretleri herkesten daha çok sezerler. Yok eğer bu bir görüş ise ve içtihaddan ileri gelmişse, o zaman da deriz ki; Allah Teâlâ bunu bilmiş ve onun doğruluğuna daha var olmazdan önce işaret etmiştir.
Alusî bu ayetten, riya ve gösteriş için inşa edilen mescidlerde namaz kılmanın yasak olduğu hususunda yararlanılır, demektedir. Haram bir mal ile inşa edilen her mescidin hükmü de buna dahildir.
{(Allah da temizlenenleri sever;» yani Allah onlardan razı olur onlara ikram eder, sevaplarını arttırır. Allah'ın sevmesinden kastedilen budur. Çünkü Eş'arî'ler'e göre, Allah Teâlâ hakiki manâdaki sevgi ile vasıflandınlamaz. Çünkü insanların özelliği olan sevmek, gerçek mânâda Allah için söz konusu olamaz.
(109) «Acaba temelini Allah'a...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetteki istifham takriridir. «Essese» fiili temel atmak, binanın temelini kurmak mânâsmdadir. «Bünyan» kelimesi ise gufran vezninde bina ve yapı demektir. Sefa da kenar ve kıyı anlamındadır. Nitekim daha önce Al-i İmran suresinin 103. ayetinde bu kelime zikredilmiştir. Cüruf, el-Carf veya el- ictiraf kelimesinden gelmektedir. Sularla aşman şey veya bir şeyi temelinden kaldırmak mânâsmdadır. Karin kelimesi ise düşmek, kaymak demek-tir. Yani o aşınma binayı cehennem ateşine kaydırmış, düşürmüştür.
Mezkûr ayet-i kerime bir darb-ı meseldir. Yani binasını îslâm temeli üzerine kuran mı, yoksa şirk ve nifak üzerine kuran mı daha hayırlıdır? Bu ayet kafirin binasının cehennem kıyısında kurulmuş yapıya benzediğine işaret etmektedir. Öyle ki bu bina içinde bulunanlarla birlikte heran göçüp cehenneme yuvarlanabilir.
Yine işaret ediliyor ki, Allah'a yönelik bir takvaya dayanarak başlanan her şey baki kalır, sahibi onunla mesud olur, Allah'ın huzuruna yükselir. Fafcat böyle bir niyet taşımayan her hareket akim (sonuçsuz) kalmaya mahkûmdur.
«Onunla beraber çöküp cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi?» cümlesi ile ilgili olarak ihtilaf meydana gelmiştir.
Bazılarına göre bu cümle mecaz, bazılarına göreyse hakikat ifade eder. Hakikat olduğunu söyleyenlerin iddiasına göre, Hz. Peygamber (s.a) Mescid-i Dtrar'ı yıkmak üzere bir heyet gönderdiğinde oradan semaya yükselen bir duman görülmüştür. Yine Stvid bin Cübeyr'den gelen bir rivayete göre, bir kimse elindeki dalı mescidin içine sokup, çıkardığında onu yanmış ve simsiyah olmuş olarak görürdü. Bazı müfessirler de, Mescid-i Dırar'uı inşa edildiği yerin her kazılışında oradan bir duman çıktığını söylemişlerdir.
Asım bin Ebi Nücud'un, Zırn bin Hubeyş'den, onun da İbn Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre, cehennem yer tabakasının içerisindedir. Delili de «Onunla beraber çöküp cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi?» ayetidir.
Cabir bin Abdullah, Hz. Peygamber'in (s.a) döneminde Mescid-i Dırar'ın yerinden duman çıktığını gördüğünü söylemektedir.
İkinci görüşe göre bu ayet mecaz ifade eder. Yani o bina cehennem ateşinden oluşmuş, adeta cehennem ateşine düşmüş gibidir. Bu tıpkı «Onun annesi haviyedir» ayetindeki kullanım gibidir.
Kurtubî tüm bunları zikrettikten sonra ilk yorumun daha zahir, olduğunu ve onda muhal bir tarafın bulunmadığını söylemek-tedir.[139]
(110) «Yaptıktan bina, kalpleri...» Bu Ayetin Tefsiri
«Yaptıktan bina» ifadesiyle Mescid-i Tnrar kastedilmektedir. «Rîbe» kelimesi de şek, şüphe ve nifak mânâsmdadır. Kelbî'ye göre rîbe, hasretlik, pişmanlık demektir. Çünkü onlar Mescid-Dzrar'ı inşa etmelerinden ötürü pişman olmuşlardı. Süddî, Habıb ve Müberred'e göre rîbe, Öfke manâsında kullanılmıştır.
«Kalpleri parçalanmadıkça» cümlesini İbn Abbas, «Kalpleri parçalanıp, ölmedikçe» şeklinde yorumlamaktadır. Çünkü, «Hobi' ul-Metin» denilen damarın parçalanmasıyla hayat son bulur.
Süfyan Sevrî buna «Tevbe etmedikçe» mânâsını veriyor. İk-rime ise, «Ancak öldükten sonra kabirlerinde kalpleri parçalanınca, o şüphe kalplerinden çıkar» demektedir.
Abdullah bin Mes'ud'un talebeleri de, «Kalp_ parçalansa bile bu onların kalplerinde bir şüphe olarak devam eder» diye anlam vermektedirler. Yani ölüp, yaptıklarını kesinlikle karşılarında görünceye kadar bu şek ve şüphe sürecektir. Buradaki şek ile onların Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliği hakkındaki şüpheleri kastedilmektedir. «Yaptıkları bina kalpleri parçalamaâıkça yüreklerinde bir şüphe olarak devam edip gidecektir» ayeti de bunu ifade eder zaten. Yani o bina böyle bir şüpheye sebep olmuştur. Adeta o şüphenin ta kendisidir.
Fahruddin Razi'ye göre burada dikkat edilecek birkaç nokta vardır.
1) Münafıklar Mescid-i Dırar'ı inşa ettiklerinde gayet sevinmişlerdi. Ancak Mescid-i Dtrar'm. yıkılması emredildiğinde bu onlara oldukça ağır geldi, öfkeleri daha da arttı. Hz. Peygamber'in (s.a) risaleti ile ilgili olarak zaten var olan şüpheleri daha da arttı.
2) Mescid-i Dırar'm. yıkılması emrediîdiğinde bunun hased-den dolayı olduğunu sandılar. Böylece Hz. Peygamber'e olan güvenleri tamamen ortadan kalktı ve korkuları dajıa arttı. Öyle ki kendi hallerine mi bırakılacaklar yoksa öldürülecekler mi diye dehşete düştüler.
3) Onlar mescid yapmakla iyilik yaptıklarına inanıyorlardı. Ancak yaptıkları mescidin yıkılması emredilince bunun hangi sebepten olduğunda şüpheye düştüler. [140]
(111) «Kuşkusuz ki Allah müminlerden...» Bu Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet müminleri cihada sevk ve teşvik etmekte, cihad-dan geri kalanların durumunu açıklamakla da onları adeta cihada sürüklemektedir.
Şihab'm da naklettiği gibi, cihada teşvik eden hiçbir söz, bu ayetten daha beliğ, daha güzel bir şekilde gelmemiştir. Çünkü bu ayet cihadı Allah ile yapılan bir alış-veriş şeklinde ortaya koymaktadır. Onun karşılığı da herhangi bir gözün görmediği, herhangi bir kulağın işitmediği, herhangi bir insanın hissetmediği bir şeydir. Bunun karşılığında mutlaka düşmanların Öldürülmesi şart koşulmuş değildir. İlay-ı Kelimetullah için öldürülen kimseler de aynı karşılığı alacaklardır. Allah Teâlâ bu alış-verişi semavî kitaplarında tescil etmiştir ki bu da kişinin elinde en büyük delildir. O va'dini hak kılmıştır. O'ndan daha fazla va'dine sadık olan kimse yoktur. O'nun borçla yaptığı alış-veriş, başkalarının peşin olarak yaptığı alış-veriş'ten daha güvenilirdir.
Allah Teâlâ bu ayette müminlerin cihadını, mallarını ve canlarını vermelerini ahş-veriş olarak nitelemiştir. «Savaşırlar» fiilini de aliş-verişin vuku bulduğu yerin beyanı sadedinde getirmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) «Cennet kılıçların gölgesi altındadır.» diye buyurmuştur.
Allah Teâlâ bu alışverişin geçerliliğini, «İşte büyük kurtuluş budur» demek suretiyle tescil etmiştir. Bu noktadan hareketle sahabe bu ayete büyük önem atfetmiştir.
Cabir bin Abdullah'tan rivayet olunduğuna göre, bu ayet Hz. Peygamber (s.a) mescidde iken nazil olmuştur. Ensardan bir kişi abasının eteği boynunda dolanmış bir halde gelerek, «Ey Allah'ın Rasûlü! Bu ayet nazil mi oldu?» diye sordu. Hz. Peygam-ber'in (s.a) «Evet» demesi üzerine o kimse, «Bu ne kârlı bir alışveriştir. Biz bu ahş-verişi ne kimseye bırakırız ne başkasına bırakılmasını isteriz» dedi. (tbn Ebi Hatim, îbn Merduveyh)
Kurtubî, bu ayetin II. Akabe biati hakkında nazil olduğunu söylemektedir. Bu biatta Ensar'dan 70 kişi Hz. Peygamber'e gelmişti. Yaşça en küçükleri Ukbe bin Amr idi. Onlar Akabe'nin yanında peygamber ile bir araya geldiklerinde Abdullah bin Revana, Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle dedi:
— Ey Allah'ın Rasûlü Rabbinin ve senin şartların nedir?
Hz. Peygamber (s.a)
— Rabbim için şartlarım, O'na ibadet etmeniz, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızdır. Kendim için şartım canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öyle korumanızcur.
Tekrar soruldu:
— Böyle yaptığımız takdirde bize ne vardır? Hz. Peygamber (s.a)
— — Size cennet vardır. Bunun üzerine onlar da:
— Bu ne kârlı bir alış-veriştir. Ondan ne döneriz ne dönülmesini isteriz, dediler.
îşte o zaman, «Kuşkusuz kî Allah müminlerden canlarını ve mallarım cennet karşılığında satın almıştır» ayeti nazil oldu. Artık bu ayet Ümmet-i Muhammed'den Allah yolunda kıyamete değin cihad eden herkesi kapsamaktadır.
«Binaenaleyh öldürürler ve öldürülürler» cümlesi Allah yolunda yapılan savaşın, insanın canını feda etmesi demek olduğunu ve savaşan kimsenin evine sapasağlam ganimetle dönse bile yine de canını feda etmiş sayılacağını göstermektedir. Çünkü Öldürmek veya öldürülmek şıklarından ikisi veya birisi de tahakkuk etse, ya da ikisi de tahakkuk etmese yine savaşa katılanlar için değişen bir şey olmaz. Ancak bazılarına göre, cihad mücer-red azimetle ve bizzat savaşa katılmakla tahakkuk etmiş sayılır. Velev ki vuruşma olmasın. Zahire göre, mücahidlerin ecirlerinin, (her ne kadar aralarında ortak bir nokta varsa da) alacakları sevaplar farklıdır. [141]
Hz- Peygamber (s.a), «Allah yolunda savaşa katılan bir kimse ganimeti elde ederse, o ahiretteki ecrinin üçte ikisini acele olarak almış olur, üçte biri ise kendisi için kalır. Herhangi bir ganimete nail olamazsa eğer, ecri kendine tamamlanır» diye buyurmuştur. (Müslim)
Başka bir rivayette İse, «Herhangi bir birlik veya manga Al-
lah yolunda savaşa çıktığında, ganimet elde edip, sağlam olarak geri dönerse, onlar ecirlerinin üçte ikisini dünyada elde etmiş olurlar. İçlerinden biri zorluk çeker, yaralanır o zaman onun ec-g rinin tamamı ahirette kendisine verilir» diye buyurulmuştur.
Bazıları da ganimetle ecrin eksilmeyeceğini, ecrin eşit oldu-İj ğunu söyleyerek, şu hadisi delil olarak öne sürmüşlerdir: «Muca-'£> hid elde ettiği ecir ve ganimet ile döner.» (Buharı, Müslim)
Nitekim Bedir mücahidleri de ganimeti elde etmelerine rağmen yine de Allah'ın kendilerine bahşettiği makama ermişlerdir.
Ancak bu görüştekilere «Buharı ve Müslim'deki hadis mutlak-lık ifade eder. Müslim'deki diğer hadis ise kayıtlayıcıdır. Dola-yısıyla mutlakı kayıtlayıcıya hamletmek gerekir» diye cevap verilir. Üsteilk Bedir mücahidleri hakkında, «Onlar eğer ganimet edin-meselerdi, ecirleri tam kalırdı. Oysa ganimet elde etmişlerdir» şeklinde bir nass yoktur. Onların Bedir mücahidleri olmaları, mertebelerinin ötesinde başka ve üstün bir mertebeye sahip olmalarını gerektirmez.
Ayrıca hadisin senedinde Ebu Hani vardır. Onun meçhul olduğunu ve naklettiği hadise güvenilmeyeceğim söyleyenler, önemli bir hata yapmış olurlar. Çünkü o meşhurdur ve kendisi güveni lirdir. Ondan Leys bin Sa'd, Hayat, İbn Vehb ve hadis inıamla-nndan birçok kimse hadis rivayet etmiştir. Onun sika olduğuna, sırf Müslim'in kendisinden hadis rivayet etmesi yeterlidir.
Doğrusu şudur ki savaşta ganimet almayanın ecri, ganimet alandan daha fazladır. Çünkü daha önce söylediklerimizin özü ve açıklığı bunu icap ettirir. Nitekim bu da sahabeden gelen meşhur
g, hadislerin özlerine ve açıklıklarına muvafıktır. Bundan anlaşılıyor ki öldürülenin ecri, öldürenin ecrinden daha fazladır. Zira öldürülen şehit olmuş, öldüren ise gazi olarak kalmıştır.
Ebu Hüreyre'den rivayet edilen şu hadisin zahiri de, Allah yolunda öldürülmek ile ölmek arasında bir fark olmadığına delâlet etmektedir: «Allah yolunda öldürülen kimse şehittir. Allah yolunda ölen kimse de şehittir.» (Müslim)
Bu yorum aynı zamanda şu ayetle de mutabıktır: «Kim Allah ve Rasûlü için hicret etmek amacıyla evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse, onun mükâfatı Allah'ın üzerinedir.» (Nisa: 100)
Hasan Basrî'nin Rasûlullah'tan rivayet ettiği, «Kul kanını feda edinceye kadar her sevabın üzerinde, diğer bir sevap vardır. Bunu yaptığı zaman artık bu sevabın üzerinde başka bir sevap yoktur» hadisi, şehadet mertebesinin ne büyük mertebe olduğunu tescil eden delillerden biridir [142]
Hasan Basrî'den rivayet olunduğuna göre, bir bedevi Hz. Pey-gamber'in yanma gelir. Hz. Peygamber (s.a) o sırada, «Kuşkusuz ki Allah müminlerden canlarını satın almıştır» ayetini okuyordu. Bedevi, «bu kimin sözüdür?» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a), «Allah'ın sözüdür» diye cevap verdi. Bunun üzerine bedevi, «Allah'a yemin ederim kî bu kârlı bir alışveriştir. Bundan ne dönerim ne de dönülmesini isterim» diyerek savaşa çıktı ve şehit düştü.
«Allah yolunda savaşırlar» cümlesi bir müslümanm niçin savaştığını ortaya koymaktadır. Yani bir müslüman ancak Allah ya lunda ve Allah için savaşır.
Ubade bin Velid'den rivayet olunduğuna göre, Esad bin Zü-rare Akabe gecesi Hz. Peygamber'in (s.a) elinden tutar ve «Ey insanlar! Muhammed'e ne üzerine biat ettiğinizi biliyor musunuz? Kuşkusuz ki siz Araplar, acemlerin, cinlerin ve insanların tümüyle savaşmak üzere ona biat ettiniz» diye seslendi. Orada bulunanlar da buna mukabil, «Biz Muhammed kime savaş açarsa savaşır, kiminle barış yaparsa onunla barış yaparız» dediler. Esad bin Zü-rare, «Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim üzerimizdeki şartını söyle» deyince Hz, Peygamber (s.a) şöyle buyurdu :
— Bana, Allah'tan başka ilah bulunmadığına, benim O'nun Rasûlü olduğuma, namazı kılıp, zekâtı vereceğinize, dinleyip itaat edeceğinize, işin başına geçenle (Ulu'l Emr ile) münazaa etmeyeceğinize aile fertlerinizi koruduğunuz gibi beni de koruyacağınıza dair biat etmenizi istiyorum!
Onlar da Hz. Peygamber'in (s.a) bu konuşması üzerine ve bu şartlar üzerine biat ettiklerini söylediler. Ensar'ın sözcüsü, «Ey Allah'ın Rasûlü! bu şartlar üzerine sana biat etmemiz karşılığında bizim için ne vardır?» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a) «Sizler için cennet ve Allah'ın yardımı vardır» diye buyurdu. (İbn-Sa'd)
Şa'bi'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) Akabe gecesinde yanında amcası Abbas bin Abdülmuttalib olduğu halde geldi. Abbas'm fikir ve görüşü vardı. Ensar'dan cia 70 kişi gelmişti. Yanlarma gittiklerinde Abbas, «İçinizden sadece sözcünüz konuşsun ama fazla sesli konuşmasın. Kuşkusuz ki müşriklerin üzerinizde gözcüsü vardır. Eğer sizi haber alırlarsa, sizleri perişan ederler.» dedi. Ensar'm hatibi olan Esad bin Zürare,
— Ey Muhammedi Önce Rabbin için sonra da kendin ve ashabın için dilediğini iste. Sonra bize, Allah ve sizin üzerinizdeki sevabımızı söyle, dedi.
Hz. Peygamber (s.a)
— Rabbim için, O'na kulluk yapmanızı, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, kendim ve ashabım için de bizi barındırmanızı, bize yardım etmenizi ve kendinizi koruduğunuz gibi bizleri de korumanızı istiyorum, dedi. Yani kendinizi hangi şeylerden koruyor, müdafaa ediyorsanız, bizi de ondan koruyacak müdafaa edeceksiniz.
Esad bin Zürare, «Bunu yaparsak bizim için ne vardır?» diye sorunca Hz. Peygamber (s.a) «Sizin için cennet vardır» diye buyurdu. Şa'bi «Bu hadisi her rivayet edişimde, yaşlı-genç herkes bundan daha etkili ve daha manidar bir hutbe işitmediklerini söylüyordu» demiştir. (İbn Sa'd)
Mezkur ayetin Ensar'ın biati ile ilgili olarak nazil olmasının mânâsı, o biatm bu ayetin tamamına dahil olması demektir. Yoksa bu ayetin o zaman özel olarak nazil olduğu mânâsında değildir.
Ebu Hüreyre'den merfu olarak rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) «Kim Allah yolunda kılıcını çekerse o, Allah ile biat etmiştir» diye buyurmuştur. (İbn Merduveyh)
Hasan Basrîden gelen bir rivayette, «Yeryüzünde bu biata dahil olmayan hiçbir mümin yoktur» (başka bir rivayette, «Allah'ın her müminle yaptığı biata koşun») denilmektedir (İbn Ebi Hatim, Ebu Şeyh) [143]
112- (Böyle bir alışveriş yapanlar); tevbe eden, ibadet eden, hamdeden, seyahat eden, rükû eden, secde eden, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyan ve Allah'ın sınırlarını koruyan kimselerdir. O müminleri müjdele!
113- Kendilerine onların gerçekten çılgın ateşin arkadaşları oldukları açıklandıktan sonra, yakınları dahi olsa müşrikler için bağışlanma dilemeleri ne peygambere ne de müminlere yakışır.
114- İbrahim'in babası için af talep etmesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Yoksa onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, (İbrahim) ondan uzaklaştı. Kuşkusuz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve içli biriydi.
115- Bir kavme Allah hidayet verdikten sonra, korkup sakınacak şeyleri kendilerine açıklayıncaya değin onları sapıklığa sürükleyecek değildir. Kuşkusuz ki Allah herşeyi bilendir.
116- Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır. O diriltir ve Öldürür. Sîzin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
117- Andolsun ki Allah, peygamberin, o güçlük vaktinde ona tabi olan muhacirlerin ve ensarın üzerine tevbe ihsan etti. Onların içinde bir grubun kalbi neredeyse kaymak üzere idi. Sonra Allah onlara karşı çok şefkatli ve çok esirgeyici olduğundan, tevbelerini kabul etti. [144]
(112) Tevbe eden, ibadet eden, hamdeden...»Bu Ayetin Tefsiri
Yukarıdaki ayet "daha önce bahsi geçen canlarını ve mallarını cennet karşılığında Allah'a satan müminlerin özelliklerini belirtmektedir. Mükemmel şekilde tevbe edenler ve Allah'ın rızasından alıkoyan her türlü ahlâkî davranıştan kaçınanlar işte bu müminlerdir.
Tevbe edenlerin durumları şartlarına göre değişkenlik arze-der. İslâm'a girmek isteyen kafirlerin tevbesi, üzerinde bulundukları küfr ve şirkten dönmeleri demektir. Nitekim bu surede Allah Teâlâ daha önce «Eğer onlar tevbe eder, namazı kılar ve .zekâtı verirlerse sizin dinde kardeşlerinizdir» diye buyurmuştur. Münafıkların tevbesi de yine bu surede söz konusu edilmişti. Tebûk Seferi'nden geri kalan müslümanların tevbesi de asînin isyanından tevbesine dahildir. Diğerleri gibi bu da Önceki ayetlerde geçmişti. Ayrıca iyilik ve hayır amellerinde hata yapanların tevbesi de vardır ki, bu tevbe de onların O'na can-ı gönülden yönelmesi ve o amelleri tam anlamıyla yapması suretiyle vuku bulur. Bunun gibi Rabbinden gafil olanların tevbesi de o kimsenin Allah'ı çokça zikretmesi ve çokça şükretmesiyle olur. Allah Teâlâ'nm tüm bu kimselerin tevbelerini kabul etmesi ile ilgili ayetler (117-118) ileride gelecektir.
«İbadet edenler;» yani sadece Rablerine ibadet edenler. Onlar ibadetlerinde, tüm vakitlerinde ihlasla sadece O'na yönelirler. Yine onlar gerek duada, gerek yardam istemede, gerekse ibadetin diğer türlerinde sadece O'na yönelen ve sadece O'na hamdeden kimselerdir. Yani gizli-açık«Ha?nd» lafzını veya başka laûzları zikretmek suretiyle Rablerini zikrederler. [145]
«Seyahat edenler;» yani ilim tahsili veya cihad gibi.Allah yolunda amel etmek için yeryüzünün bir bölgesinden diğer bölgesine gidenler. Atâ'dan gelen rivayete göre bu «Hicretin meşru olduğu yerde, hicret için seyahat edenler» mânâsındadır.
Abdurrahman bin Zeyd'den gelen başka bir rivayete göre burada seyahat edenler ile muhacirler kastedilmiştir. Ümmet-i Mu-hammed ya hicret için ya da yararlı bir bilgiyi elde etmek için seyahat eder. Veyahut seyahat, Ümmet-i Muhammed'in yaran için yapılır.
İkrime'den gelen rivayete göre burada, Hz. Peygamber'in (s.a) hadislerini toplamak için seyahat kastedilmektedir. Çünkü muhaddisler hadis dinlemek için bir beldeden bir beldeye seyahat ederlerdi.
Bu ifadeyle, Allah'ın mahlükatmı ibretle müşahade etmek, diğer kavimlerin durumlarım yerinde görmek, bunlardan ders çıkarıp, Allah'ın nizamına, hüküm ve ayetlerine muttali olmak için yapılan seyahatler de kastedilmiş olabilir. Nitekim buna delâlet eden birçok ayet-i kerime vardır. Mesela bir ayetinde Allah Teâlâ «Yeryüzünde dolaşın» diye buyurmaktadır.
Abdullah bin Mes'ud'dan gelen rivayete göre, seyahat edenler ile oruç tutanlaT kastedilmiştir. Nitekim Tahrim suresinde geçen seyahat kelimesini tbn Mes'ud oruçla tefsir etmiştir. Onun bu görüşü birçok müfessir tarafından kabul görmüştür. Çünkü onlara, kadınların yeryüzünde seyahat etmeleriyle Allah'ın Övgüsüne mazhar olmaları uzak bir ihtimal olarak görünmüştür. Çünkü İslâm'da bir kadının yanında kocası veya mahremlerinden biri olmadığı halde tek başına seyahat etmesi tehlikeli olarak vasıflandırılmıştır. Ancak kadının kocası veya mahremlerinden biri ile ilim elde etmek, salih bir amel, sıhhat veya rızkını kazanmak maksadıyla seyahat etmesi, şüphesiz bu seyahatından dolayı övülmesini gerektirir. Hatta hayatın yararlı sahalarında erkekleriyle birlikte katılmaları çok uyguu olur. Nitekim kadınlar savaşla mükellef olmadıkları halde Hz Peygamber (s.a) ve ashabın hanımlarım savaşlara götürdüklerine dair sahih rivayetler gelmiştir. H O kadınların bu savaşlara götürülmelerinin nedeni, mücahidlere yemek hazırlamaları, su getirmeleri ve onların yaralarını sarma- Ö lan. gibi hizmetlerde bulunmaları içindir. Bu durum Tevbe sure- II sinin 71. ayetinde «Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin dostu ve yardımcısıdırlar» şeklinde belirtilmiştir. Binaenaleyh kadınlar savaşa götürülüyorlarsa eğer, tehlike bakımından daha az olan seyahatlara götürülmelerinin daha makûl olması icap eder. Kadınların kocalarıyla birlikte seyahata çıkmaları hem kadınlar için hem kocaları için daha münasiptir.
Süfyan bin Uyeyne ayetteki «seyahat edenler» ibaresini «Oruç . tutanlar» şeklinde tefsir etmesinin nedenini, oruçlu kimsenin iba deUerde olduğu gibi tüm lezzetleri terketmesiyle açıklamıştır.
el-Azharî'ye göre oruçlu kimseye sayih denilmesinin nedeni, onun yanına herhangi bir azık almayıp nefsini yemekten alıkoyarak seyahat etmesidir. Nitekim sırf bu yüzden bazıları, seyahat edenler ibaresini, oruca devam eden oruçlu kimselerin sıfatı olarak kullanmışlardır.
Sufîler, övülen seyyahların durumunu, daha önceki toplumlarda olduğu gibi, nefislerini eğitmek, zorluklara katlanarak, kalplerini temizlemek, desinler, görsünler'den uzaklaşmak, ibadette (Allah huzurunda) kalplerini ihlasla bezemek, marifetin derecelerinde ilerlemek için gezen kimselere tahsis etmişlerdir.
İslâm'dan önce de seyahat'm bu mânâda kullanıldığı meşhurdur. Hatta Kamus sahibi, «Seyahat yeryüzünde ibadet maksadıyla gezmek demektir» diyor. Hz. İsa'ya Mesih denilmesinin nedeni budur. Ancak bu görüşe itiraz edilmiştir. Çünkü bu kullanım, lügat bakımından değil, örf bakımındandır.
Reşid Rıza, Menar Tejsiri'nde (11 cilt) bu ayeti tefsir ederken şunları söylemektedir:
Seyahat hususunda Sufîlerin birçok bidat davranışları vardır. Mesela peygamberlere ve salihlere nisbet edilen mezarları ziyaret ve oralarda yatanların ruhlarından yardım istemek maksadıyla seyahatlara çıkmaktadırlar. Onların çoğunun bir beldeden bir beldeye yolculuklar yapmaları nefislerinin nevasından başka bir şey değildir. Sırf bu yolculuklar nedeniyle, insanlara yararlı olan amellerden mahrum oluyor, evlenmekten geri kalıyorlar. Bazıları da bu yolculuklarda birçok kötülükler işlemektedirler. Öyle ki halktan bir şeyler alma tamahına düşerler. Oysa düenmek zorunlu olmadıkça haramdır. Fakihler onların bu seyahatlarmı sürekli reddetmişlerdir.
İbn'ul-Cevzî, «Yeryüzünde herhangi bir amacı olmayan ve herhangi bir yere gitmeyi hedeflemeyen seyahatlar, yasaklanan seya-hatlardandır» demektedir. Çünkü Hz. Peygamber'den (s.a) gelen bir hadiste «İslâm'da ruhbanlık yoktur» diye buyurulmuştur. Ayrıca İslâm'da «Tebettül» yani evlenme dahil, her şeyi bırakıp seyahat etmek veya kendini ibadete vermek de yoktur. Nitekim İmam Ahmed de, «İslâm'da seyahat hiçbir şey değildir. Ne pey. \ gamberlerin ne de salihlerin fiillerinden sayılır» demiştir. Çünkü yolculuk kalbi parçalar. Bundan dolayı bir müridin ya ilim elde etmek veya kendisine Örnek bir mürşidi görmek için seyahat etmesi uygundur.
îbn Cerir'in Ebu Hüreyre'den merfu ve mevkuf olarak rivayet ettiği «Seyahat edenler oruç tutanlardır» hadisinin Hz. Pey-gamber'e ref edilmesi bana göre doğru değildir. Çünkü bu söz Hz. Aişe; İbn Abbas, Mücahid ve başkalarının sözü olarak da rivayet edilmiştir. Amr bin Dinar, bu hadisi Ubeyd bin Umeyr'den mürsel olarak da rivayet etmiştir.
Ebu Davud, Kasım kanalıyla Ebu Abdurrahman Ebu Uma-ma'den şöyle rivayet eder: Bir kimse Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek, «Ey Allah'ın Resulü! Bana seyahat için izin ver» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ise, «Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihad etmektir» diye buyurdu. Hafız el-Münzirî, bu hadisin ravisi Kasım hakkında birçok muhaddisin aleyhte konuştuğunu, söylemiştir.
İmam Gazalî İhya-u Ulum'id - Din adlı eserinin Sefer bölümünde seyahatin kural ve icapları hakkında çok değerli şeyler söylemektedir ki bunun benzerini başka bir kitapta bulmak mümkün değildir. [146]
«Rükû edenler, secde edenler»: Kur'an'ı Kerim'de namaz; bazen salat, bazen de kıyam, rükû ve secde gibi içindeki rükunlarla ifade edilmiştir.
«İyiliği emredip, kötülükten alıkoyanlar»: Bunlar da diğerleri gibi daha önce söz konusu edilen müminlerin özelliklerinden-dir.
«Allah'ın sınırlarını koruyan kimseler»; yani Allah'ın hüktinv lerini, bu hükümlerin vacip veya mahzurlu olarak bildirdiklerini, müslümanlann Önderlerine, ulu'l-emr'e hal ve akd ehline vacip olanları koruyanlar.
«O müminleri müjdele!»; yani Ey Muhammed! Bu Özelliklere sahip olan müminlere müjde ver.
Allah Teâlâ burada müjdesi verilen şeyin yüceltilmesi ve dünya ile ahiretin nimetlerini de kapsaması için onun ne olduğunu beyan etmemiştir.
Sayıların atıfsız olarak kullanımları dilin hususiyetlerindendir. Bu ayette kötülükten men etmek, iyiliği emretmek lafzı atfedilmiş-tir. Onun nedeni, Allah Teâlâ'nin bu iki davranışın da farz olduğuna ve ikisinin de birbirinden kesinlikle ayrılmayan amellerden olduğuna işaret etmek istemesidir.
el-Hafizun kelimesinin vav ile atfedilmesinin nedenine gelince, bazı kimselere göre yedinci vasıflı sayının tamam olmasıdır. Çünkü yedi, tam bir sayıdır. Sekiz ise başka bir sayının başlangıcıdır. Bundan dolayı mezkur vav'a sekizincinin vav'ı denilmiştir.
Bazı müdekkik nahiv alimleri [147] böyle bir vav'm olmadığını söylemişlerdir. Bazıları da el-Hafızun kelimesinin daha önce geçen sıfatların tafsili olduğu görüşündedirler. Onların içine dahil olmadığı kesinlikle bilmediğinden onlarla beraber atıfsız sayılmamıştır. Ancak bunun aksine asıl ve en kuvvetli neden şudur: Bu kelime genel olarak teklifleri, Özel olarak menhiyyatı kapsayan bir vasıf olduğundan dolayıdır ki, vav ile atıf yapılmıştır. Kendisinden önce sayılan yedi vasfı ise emredilenlerdir. Bunlara iman eden kimsenin kemâli, ancak menhiyyattan korunmakla beraber gelir. Bu ise Allah'ın sınırlarını korumak hususunda gözetilen ilk esastır. Nitekim, «İşte bunlar Allah'ın sınırlandır. Sakın% onlara yaklaşmayın,» «İşte bunlar Allah'ın sınırlandır. Sakın aşmayın,» «Kimler Allah'ın sınırlarını aşarsa onlar zalimlerin ta kendileridir,» «İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarım aşarsa o nefsine zulmetmiştir» şeklindeki ayetler de ,buna işaret etmektedirler.
Bu anlatılanlar sonucunda ayetin mânâsı şöyle olur: «Gerçek müminler canlarını Allah'a satmış ve bu yedi özellikle bezenmiş kimselerdir. Onlar bunun yanında emir ve nehiyde Allah'ın" sınırlarını korurlar.» [148]
(113) «Kendilerine onların gerçekten...» Bu Ayetin Tefsiri
Sahiheyn'de mezkûr ayetin Ebu Talib hakkında nazil olduğu bildirilmektedir. Şöyle ki; Ebu Talib sekârat içindeyken Hz. Peygamber (s.a) kendisini «La ilahe illallah» demeye davet eder, fakat o bu kelimeyi söylemekten kaçınır ve bunun üzerine bu ayet nazil olur.
Ebu Talib hicretten önce Mekke'de vefat etmiştir. Dolayısıyla bu ayetin onun ölümünden sonra nazil olup, daha sonra Medeni bir sureye (ahkâmla ilişkisinden ötürü) ilhak mı edildiği, yoksa Tevbe suresinin diğer ayetleriyle birlikte nazil olup, Hz. Peygam-ber'in (s.a) daha önce Ebu Talib için af talebinde bulunmasının hükmünü mü beyan ettiği tartışmalıdır. Çeşitli kanallardan gelen rivayetlere göre, Hz. Peygamber'in (s.a) annesinin mezarım ziyaret edip, onun hakkında af talebinde bulunduğu için bu ayetin indiği de iddia edilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.
Bu ayet küfür üzerine ölen bir kimse hakkında af talebinde bulunulamayacağıru, dua edilmesinin ve rahmet okunmasının kesinlikle haram olduğunu beyan etmektedir. Bir kafir hakkında ((Rahmetli,» «Affolsun» şeklinde ifadeler kullanmak da böyledir.
Said bin Müseyyeb'ten (onun babasından) şöyle rivayet edilmiştir : Ebu Talib ölümle pençeleşirken Hz. Peygamber (s.a) onun yanına varır ve Ebu Talib'in yanmda Ebu Cehil ile Abdullah bin Ebi Ümeyye adlı kafirlerin oturduklarını görür. Sonra da şöyle der: «Ey amca! La ilahe illallah de ki bu kelime ile Allah katında senin hakkında delil getir ebileyim» dedi. Fakat hemen Ebu Cehil ile Abdullah bin Ebi Ümeyye, «Ey Ebu Talib! Sen Abdul-muttalib'in dininden dönmek mi istiyorsun?» dediler. Hz. Peygamber (s.a) sürekli amcasına «La ilahe illallah» demesini telkin ederken, diğer yandan Ebu Cehil ile Abdullah da Önceki sözlerini tekrar edip duruyorlardı. Sonunda Ebu Talib, «Ben Abdulmutta-lib'in dini üzerindeyim» diyerek, «La ilahe illallah» demekten ka-çmdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), «Allah'a yemin ederim ki, nehyedilmedikçe senin için af talebinde bulunacağım» deyince Allah Teâlâ mezkûr ayeti indirdi: «Yakınları dahi olsa müşrikler için bağışlanma dilemeleri ne peygambere ne de müminlere yakışır» (Buharî Müslim, İmam Ahmed, Neseî)
Elbette müşriklerin şirk üzerine öldükleri vahiy veya başka karinelerle ortaya çıktığında hüküm böyledir. Çünkü Allah Teâlâ Ebu Talib hakkında ayet göndererek peygamberine, «Kuşkusuz sen sevdiğine hidayet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet eder» diye buyurmuştur. Görüldüğü gibi Buharî, Kasas suresinin son ayetinin tefsirinde bunları söylemektedir. Bununla birlikte Tevbe suresinin bu ayeti hakkında ve Sahih'inin Kitab'ul-Cetıaiz adlı bölümünde de^aynı şeyleri söylemektedir.
Hafız ibn Hacer Askalanî Buharî şerhinde, Mücahid'in rivayetinde geçen, «Ey kardeşimin oğlu! Ben Kureyş'in ileri gelenle-rinin dini üzerindeyim» şeklindeki ibareyi de kaydeder.
Ebu Hazm'dan rivayet olunan hadiste ise şu ibare vardır: «Şayet Kureyşlîler bu kelimelerden ötürü beni ayıplamayacak ve Ebu Talib ölüm korkusundan bu kelimeyi söyledi, demeyecek olsalardı, ben bu (istediğin) kelimeyi söyleyerek gözlerini aydınlatırdım» (Tirmizi, Müslim, Tabaranî)
Hafız îbn Hacer daha sonra şöyle devam etmiştir:
Taberî, Şamul kanalıyla Anır bin Dinar'dan şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a) «İbrahim, babası müşrik olduğu halde onun için af talebinde bulundu. Ben de Allah beni nehyedince-ye kadar amcam Ebu Talib için af talebinde bulunacağım» diye buyurunca, ashab-ı kiram «Peygamberimiz amcası hakkında af talebinde bulunduğuna göre biz de küfür üzerine ölen atalarımız için af talebinde bulunalım» dediler ve bu ayet nazil oldu.
Askalanî, burada çözülmez bir düğümün olduğunu söylemiştir. Çünkü Ebu Talib'in hicretten önce Mekke'de öldüğü hususunda ittifak edilmiştir.
Yine Hz. Peygamberin (s.a) umreye gittiğinde annesinin mezarını ziyaret edip, Rabbinden annesi için af talebinde bulunma izni istediği ve bunun üzerine bu ayetin nazil olduğu da sabittir. Ancak asıl olan, ayetin nüzulünün tekrar edilmemesidir.
Eyyub bin Hani kanalıyla Mesruk'tan, onun vasıtasıyla da İbn Mes'ud'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) bir gün biz de arkasında olduğumuz halde mezarlığa gitti. Varıp bir mezarın yanına oturdu. Uzun zaman münacaatta bulundu. Sonra cta ağladı. Biz de onunla birlikte ağladık. Dedi ki: «Yanında oturduğum mezar, annemin mezarıdır. Rabbimden ona dua etmek için izin istedim. Ancak bana "izin vermediği gibi, bana «Yakınları için dahi olsa müşrikler içtn bağışlanma dilemeleri ne peygambere ne de müminlere yakışır» ayetini indirdi.» (Hakim, İbn Merduveyh)
İmam Ahmed, İbn Bureyde'den, o da babasından bunun bir benzerini rivayet etmiştir. Fakat İmam Ahmed'in rivayetinde, «Biz bin kişiye yakın sayıda Hz. Peygamber'in (s.a) arkasında olduğumuz halde o mezarlığa gitti» demektedir. Ayrıca bu rivayette ayetin nüzulü meselesine değinilmiştir.
Taberî'den bu konuda gelen bir rivayetinde, «Hz. Peygamber (s.a) Mekke'ye gittiğinde mezarımsı bir yere vardı» ibaresi mevcuttur.
Pudayl bin Merzuk'un, Atiyye'den gelen rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a) Mekke'ye gittiğinde annesinin mezarının yanında güneş ısmmcaya kadar durur. Bunu da annesi hakkında af talebinde bulunabilmesi için Allah Teâlâ'nın kendisine izin vereceğini umduğu için yapar. Ve ayet işte o zaman iner.
Tabaranî, Abdullah bin Kisar'dan, İkrime'den, İbn Abbas'tan İbn Mes'ud'un hadisinin benzerini rivayet etmiştir. Ancak bu rivayette «Hz. Peygamber (s.a) Asfan Geçidi'nden inerken bunu yaptı ve ayet nazil oldu» ibaresi kayıtlıdır.
İşte görüldüğü gibi bu rivayetler birbirini takviye etmekle birlikte, aynı zamanda ayetin Ebu Talib'in vefatından sonra olduğunu da göstermektedirler. Ayetin Ebu Talib'in vefatından sonra olduğunu gösteren diğer bir nokta da, Hz. Peygamber'in (s.a) TJhud Günü'nde mübarek yüzü kanlar içinde kaldıktan sonra, «Ya Rabbi! Kavmimi affet. Onlar bilmiyorlar» diye dua etmiş olmasıdır. Ancak bu" duanın diri olanlara mahsus olması ihtimali söz konusudur. Biz ise burada yasamakta olan kafirler için dua etmenin caiz olup-olmaması meselesine girmiyoruz.
Ayetin nüzul sebebi her ne kadar daha önce vuku bulmuşsa da tehir edilmiş olması veya biri Ebu Talib, diğeri Amine Hatun ile ilgili olmak üzere ayetin iki nüzul sebebi olması ihtimal dahilindedir. Nüzulün sebepten sonra meydana geldiğine delâlet eden delillerden biri de, daha önce belirtiğimiz gibi yasaklayıcı ayet gelene değin Hz. Peygamber'in (s.a) münafıklar hakkında af talebinde bulunmaya devam etmiş olmasıdır. Hz. Peygamber'in (s.a) bu uygulaması, sebep her ne kadar daha önce vuku bulmuşsa da ayetin daha sonra nazil olduğunu göstermektedir. Nitekim bu hususa Ebu Talib hakkında inen «Sen sevdiğine hidayet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet eder» ayeti de işaret eder. Çünkü birinci ayetin Ebu Talib ve bir başkası hakkında, ikinci ayetin ise sadece Ebu Talib hakkında nazil olduğu anlaşılmaktadır. Sebeplerin birden fazla olduğunu teyid eden delillerden bir başkası da Ebu İshak kanalıyla Hz, Ali'den rivayet edilen şu sözdür: «Bir kimsenin müşrik olan anne ve babası hakkında af talebinde bulunduğunu duydum ve gidip Hz. Peygamber'e (s.a) bu durumu arzetüm. Allah Teâlâ bu ayeti indirdi.» (İmam Ahmed)
îbn Ebu Nüceyh kanalıyla Mücahid'den rivayet olunduğuna göre; «Müslümanlar, İbrahim (a.s) babası için af talebinde bulunduğuna göre, bizler de müşrik olan atalarımız hakkında af talebinde bulunabiliriz, dediler ve bunun üzerine ayet nazil oldu.» (Taberî)
Yine bir hadiste varid olduğuna göre, Ömrünün sonuna kadar hiçbir hayır işlemeyen kimse, son anda La ilahe illallah der ve ölürse onun müslüman olduğuna hükmedilip, kendisine müslümanla-rın ahkâmı tatbik edilir. Eğer diliyle söylemesi kalbindeki mânâ ile birleşirse, bunun Allah katında kendisine yararı dokunur. Ancak bu, hayatta amelin kesildiği ana varmamak, söyleneni anlamak ve cevap vermekten aciz olmamak şartıyla böyledir. Bu an, ölümün müşahade edildiği noktadır. Nitekim Allah Teâlâ, «Kötülükler yapıp yapıp da nihayet ölüm gelip çatınca: 'Ben şimdi tevbe ettim' diyenlere ve kafir olarak ölenler için tevbe yoktur» (Nisa: 18) ayetiyle bu hususa değinmektedir. En doğrusunu Allah bilir. (İbn Hacer'in sözleri burada son bulmuştur.) [149]
(114) «İbrahim'in
babası için...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani Hz. İbrahim'in yaptığı davranış, sizin de ona uymanızı gerektiren bir davranış değildir. Çünkü bu davranışın nedeni, Hz. İbrahim'in (a.s) babası hayatta iken ona verdiği sözdü. O babasının iman edeceğini umuyordu. Hz. İbrahim (a.s) babasına «An-dolsun senin için af talebinde bulunacağım. Allah katında senden bir şeyi uzaklaştırma yetkisine sahip değilim» (Maide : 60) demişti. Yani sana hidayet vermeye, seni kurtarmaya yetkili değilim. Ben sadece Allah'a yalvarmaya güç yetirebilirim, diyen Hz. İbrahim (a.s), bu sözünü yerine getirebilmek için, «Babamı affet! Çünkü o dalâlette olanlardandı. İnsanların haşr-olundukları o günde beni rüsvay etme. Ki o günde kişiye hiçbir mal ve hiçbir evlat yarar sağlamaz. Ancak Allah'a selim bir kalple gelene bir yarar vardır» (Şuara: 86-89) diye Allah'a dua etmiştir.
îbn Abbas, «Hz. İbrahim (a.s) babası vefat edinceye kadar, onun hakkında af talebinde bulunmuştur. Ancak babası vefat edince, onun bir Allah düşmanı olduğunu anlayınca, Hz. İbrahim (a.s) ondan uzaklaşmıştır» demiştir.
Katâde, babası Ölünce Hz. İbrahim'in (a.s) onun hakkında tevbe etmekten vazgeçtiğini söylemektedir Bazıları da, bu durumu Hz. İbrahim'e (a.s) Allah'tan gelen bir vahiyle bildirildiğini, onun da bunun üzerine hem babası hak-kında af talebinde bulunmaktan hem de onun yakınlığından uzaklaştığını ve böylece af talebini terkettiğini söylemektedirler. Çünkü onun imanı bunu gerektirirdi. Nitekim Allah Teâlâ, «Allah'a ve AhireVe iman eden bir kavmi görmüyor musun ki, onlar Allah ve Rasûlü'ne savaş açanları sevmezler. İsterlerse o savaş açanlar babaları veya çocukları olsunlar» diye buyurmuştur.
Anlaşıldığına göre Hz. İbrahim (a.s) babasının Kıyamet Gü-nü'nde ateşte olmasını kendisi için utanç verici bir durum olarak görmüştür. O babasını ateşte görünce, «Ey Rabbim! Beni mahlû-katın haşrolunacağı günde utandırmayacağını va'detmiştin. Oysa benim için babamın ateşte olmasından daha utanç verici hangi durum olabilir?» der. Bunun üzerine de Allah Teâlâ onun babasını bir keler şekline sokar ki Hz. İbrahim, onun kavmince bilinen şekliyle görüp utanmasın.
Ayetin sonunda Hz. İbrahim'e (a.s) atfen kullanılan «Evvah» kelimesi çokça ah eden, hasret .çeken kişiler için kullanılır. Hz. İbrahim (a.s) de Allah korkusundan çokça ah ediyor, kavminin müşrikleri ve özellikle babası için de hasret çekiyordu. Aynca evvah çokça korkan, dua eden, Allah'a yalvaran kimseler için de kullanılır. Nitekim merfu bir hadiste, «El-Evvah, çokça sakınan ve Allah'a yakaran kişi demektir» diye buyurulmuştur.
Evvah kelimesiyle ilgili olarak İbn Abbas'tan birçok rivayet gelmiştir. Ona göre evvah, mümin veya Habeş dilinde kesinlikle inanmış kimse anlamındadır.
Halim ise, öfkesini zapteden, öfke halinin kendisini çileden çıkarmayan, bilgisizliğinin ve heva ve hevesinin kendisini hafifliğe sürüklemediği kişi demektir. Sabır, Halim kişinin özelliklerinden olduğu gibi, ayrıca başkasının kusurunu affetmek, olayları yumuşak bir şekilde karşılayıp, acelecilikten sakınmak da onun vasıflanndandır.
(115-116) «Bir kavme Allah hidayet...» . Bu Ayetlerin Tefsiri
115. ayet mezkur olaydan sonra Bedir Savaşı hakkında nazil olmuştur ve onunla ilgili hükümleri kapsamaktadır. Çünkü daha önce de ifade edildiği gibi, esirlerden fidye almak ile müşriklerden af talebinde bulunmak arasında bir fark yoktur. Her ikisi de nübüvvetin ve imanın gereklerine ters düşmektedir.
îbn Abbas'a göre bu ayet, esirlerden fidye alındığı zaman nazil olmuştur. Çünkü «Size izin verilmeden Önce o fidyeyi almaya hakkınız yoktu» denilmektedir.
Bir kavme Allah hidayet verdikten sonra, korkup sakınacak şeyleri kendilerine açıklayıncaya değin, onları sapıklığa sürükleyecek değüdir»; yani iman edip, göğüsleri İslâm'la açıldıktan sonra yanlış bir içtihadla kendilerinden bir söz veya amel sadır olsa bir kavmi Allah Teâlâ sapıklığa götürmez, onları saptırmaz. Çünkü bu O'nun sünnetine, hilmine ve rahmetine aykırıdır.
Îbn'ul-Münzir'in rivayet ettiğine göre İbn Mes'ud her perşembe akşamı arkadaşlarına ve talebelerine hitap eder ve şöyle söylerdi: Sizden kimin öğretmen veya öğrenci olmaya gücü yetiyorsa olsun. Bu iki vazifeden başkasına gitmesin. Çünkü öğreten de öğrenen de hayr da ortaktırlar. Ey insanlar! Vallahi, size açıklanmayan şeylerden dolayı ceza görmenizden korkmuyorum. Çünkü Allah Teâlâ, «Bir kavme Allah hidayet verdikten sonra, korkup sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar, onları sapık-lığa sürükleyecek değildir)) diye buyurmuştur.
Bundan ortaya çıkan kural şudur: Cezanın odak noktasını teşkil eden, her bireye hitap eden »uygulayıcısı idareciler olan, Allah ve Rasûlü'nden gelen bir açıklama ile ne demek olduğu kesinleşen ve olduktan sonra da hiç kimsenin elinde başka bir delil bulunmayan delüler, İslâm'ın genel hükümleridir. Bunun dışındakiler, içtihada bağlıdır. Delâleti zanni bir nasstan, bir kimseye hüküm belirdiğinde, o kimse «Allah'ın bu ayetten maksadı şudur» derse, kendisine beliren hükme tâbi olmak, ona vacip olur. Aksi takdirde vacip değildir. Nitekim, Bakara suresinde içki ve kumar ile ilgili gelen ayetlerde, bazı sahabeler ikisinin de haram olduğunu anlayıp, onları terketmişler ve fakat bazıları da kumar ile içkinin Maide suresinde kesinlikle haram olduğunun bildirilmesinden sonra onu bırakmışlardır.
Hanefî mezhebine göre, farz ve haramlar ancak Kur'an'ın kesin nassıyla sabit olur. Selef alimleri de bu görüştedirler.
Bu ayet bazı bidatçılarm, «Doğruluk gibi aklın hükmü ile vacip olanı terkeden sorumlu olur» şeklindeki görüşlerini iptal etmektedir. Çünkü ahirette cezayı gerekli kılan sorumluluk, sadece şer'an sahih olanıdır. Nitekim bu. ve buna benzer birçok ayet de bu hükmü teyid eder. Allah Teâlâ doğruluğu emretmiş, onu vacip kılmış, yalan ve hainliği haram kılmıştır. Halka din olarak vermek istediği her şeyi açıklamıştır. Allah'ın Rasûlü tarafından değinilmeyip, bize açıklanmayan şeyleri Allah Teâlâ bizim için af-fetmiştir. Yoksa bu unutulmuş olduğundan dolayı değildir. Bu bakımdan bizlerin onları kurcalama hakkı olmadığı gibi, kendi akıl ve görüşümüzle bir takım hükümler koymaya yetkimiz de yok--tur.
(117) «Andolsun ki Allah, peygamberin...» Bu ayetin Tefsiri
Bu ayet ile bundan sonraki iki ayet (118-119) Tebûk Seferi'n-den geri kalanlann tevbeleriyle ilgilidir ve bu konuyu tamamla maktadırlar. Çünkü, Kur'an'ın aynı husustaki ayetleri, namazda ve başka zamanlarda okuyanları usandırmaması için Kur'an'ın bütününe serpme adeti vardır. Bu insanoğluna güzelce etki etmesi için olayı zaman zaman yenilemek yüzündendir. Zira bu ayetten önce Allah Teâlâ, müşrikler hakkında af talebinde bulunulmasını yasaklamıştır. Bu ayetin konusu da Tevbeyi gerektiren durumlardan olduğu için, Allah Teâlâ onu burada zikretmiştir.
Ayetin başındaki lam harfinin kad üzerine dahil olmasının nedeni, Allah Teâlâ'nm peygamberini, onun muhacir, ensardan müteşekkil sadık eshabım ne derecede sevdiğini ve onların gerek Tebûk Seferi'nde gerek başka yerlerde olsun onların sürçmelerinden nasıl vazgeçtiğini beyan etmek istemesidir. Bu sürçmeler dnların birçok iyilikleri arasında kaybolup gitmesine rağmen, onlar bu tür hatalar üzerinde de ısrar etmezlerdi. Oysa bu hatalar onların beşerî yapılarının doğal sonuçları ve Allah'ın kendilerine kesin olarak açıklamadığı konulardaki içtihadlarının gerekleriydi. [150]
Allah Teâlâ'nm kulları üzerindeki tevbesi iki anlama gelir:
a) Onlara
şefkat etmesi,
b) onları tevbeye muvaffak kılması ve onlardan tevbelerini kabul etmesi. Kullar bir günah işledikleri zaman tevbe ederler. Ancak Allah için günah işlemek diye bir şey düşünülemez.
îbn Abbas Hz. Peygamber (s.a) üzerine olan tevbeyi, Allah Teâlâ'nm bu savaş hakkındaki, «Allah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?» sözüyle yorumlamıştır. Muhacir ve Ensar'a gelince onlar, müslümanlarm en halis olanlarıdır. Onlar ki, darlık zamanında Hz. Peygamber'e tâbi olmuşlardır. Onların bazılarının günahı savaşa çıkmakta ağır davranmaları ve gevşeklik göstermeleridir. Ancak bu hususta kesin emir gelip, bulundukları yerde ça-kılıp-kalmaları kınanınca, bunu da terk etmişlerdir. Bazılarının günahı ise, sadece münafıklar bilkuvve ve bilfiil müslümanlan fitneye düşürmek istediklerinde onlara dinlemiş olmalarıdır.
Usret, şiddet ve darlık mânâsındadır. Bu şiddet yol azığında vardı; zira Tebûk Seferi yaz mevsiminin sonu ile güzün başına rastlamıştı. Bu mevsimde geçen yılın hurmaları tükenmek üzere olduğu gibi, yeni mevsimin hurmaları da yetişmeye başlamıştı. Ancak henüz taze olduklarından, beraberlerinde götürmelerine imkân yoktu. Bu bakımdan Tebûk Seferi'ne katılanlardan birkaç kişi, geçen yıldan kalma hurmalarla yetinmek zorundaydı. Oysa o hurmalar içinde kurumuşu, bozulmuşu, hatta kurtlanmışı dahi vardı. Bazıları yağla karıştırılmış arpa ekmeği ile yetinirken, bazıları da su konusunda sıkıntı çekiyorlardı. Öyle ki develerin azlığına rağmen, işkembesinden su çıkarıp, dillerini onunla ıslatmak için deve kesiyorlardı. Binek konusunda da sıkıntı çekiliyordu. Hatta on kişi sırayla bir deveye biniyordu. Hava durumuyla ilgili olarak da promlemleri vardı; zira bu yolculuk sıcakların en şiddetli devresine rastlamıştı. İşte muhtemelen Allah Teâlâ, darlık ve şiddet tabirini o zamanları sürekli hatırlamaları için kullanmış olmalıdır.
Cabir bin Abdullah'a göre, Güçlük saati (vakti) ile kastedilen, bineğin, suyun ve azığın darlığıdır.
îbn Abbas'ın Hz. Ömer'e Güçlük saati'ni sorması üzerine o şöyle demiştir; Biz Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte şiddetli bir sıcağın olduğu bir dönemde Tebûk Seferi'ne çıktık. Bir yerde konakladık. Şiddetli bir şekilde susamıştık. Öyle ki nerdeyse boyunlarımızın kendiliğinden düşeceğini sanmaya başladık. Hatta kişi devesini kesiyor, onun işkembesini sıkıp, içiyor, derisini de böbreği üzerine koyuyordu. Ebubekir Sıddık, «Ey Allah'ın Rasû-lül Allah TeâLâ sana hayr için duada bulunma hakkı vermiştir. Bizim için dua et» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.aj ellerim kaldırdı. Daha ellerini indirmeden, gökyüzü bulutlandı ve sagnak halinde yağmur yağmaya başladı. Sahabe yanlarındaki kapıarım doiüurauiar. Sonra yolumuza devam ettik. Bir de ne görelim, ordunun konakladığı yerden başka yere yağmurun bir tanesi bile cmşmemış! (Ibn Cerır, Ibn Huzeyme, Haium ve Ibn HîDDan) HaKim bu rivayetin sahih olduğunu bildirmiştir.
«Onların içinde bir grubun kalbi neredeyse kaymak üzere iken» şeklindeki cümlede bahsi geçen kimseler, savaş için yapılan genel çağrıya rağmen, isyan edip, Rasûlullah'ın çağrısına uymayan müs-lumanlardır. Bu yüzden Allah Teâlâ bu surenin 38 - 40. ayetlerinde onları kınamıştır. v
Ayetin anlamının, «Müminlerin bazıları neredeyse imandan çıkacak iken, Allah Teâtâ tüm müminlerin tevbesini kabul etti» şeklinde olması da mümkündür. Burada sözü edilen grup ile, kendilerinde nifak hastalığı olmadığı halde Hz. Peygamber'den (s.a) fiilen geri kalan kimselerdir. Onlar salih bir amel ile kötü olan diğer bir ameli karıştırmışlardır. Ancak tevbe ederek günahlarını ikrar etmişlerdir. Allah da buna karşılık tevbelerini kabul etmiştir.
«Kuşkusuz ki Allah onlara karşı çok şefkatli ve çok esirgeyicidir» cümlesi, onların tevbelerinin kabul edilme nedenidir. Çünkü ayette «Rauf» kelimesi geçmektedir. Bu zayıfa verilen önem, inayet ve ona şefkat göstermek demektir. Ayette geçen «Rahim» kelimesi ise daha genel ve daha geniş bir mânâyı içerir. [151]
118- Ve (savaştan) geri bırakılan o üç kişinin de tevbeleri-ni kabul etti. Yeryüzü tüm genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Nefisleri de kendilerine dar gelmişti. Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çıkar yol olmadığını anlamışlardı. Allah, tevbe etmeleri için tevbelerini kabul etti. Kuşkusuz (yalnızca* Allah tevbeleri çokça kabul eden ve çokça esirgeyendir.
119- Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun!
120- Medine halkına da, çevrelerinde bulunan bedevi Araplara da, Allah'ın Rasûlü'nden geri kalmaları, onun canından önce canlarını düşünmeleri yakışmaz. Allah yolunda onlara bir susuzluk, bir yorgunluk ve şiddetli bir açlığın isabet etmesi, kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir basan kazanmaları karşılığında, mutlaka kendilerine salih bir amel yazılmış olur. Kuşkusuz Allah muhsinlerin ecrini zayi etmez»
121- Küçük, büyük infak ettikleri her mal ve geçtikleri her vadi mutlak onlar için (sevap olarak) yazılır. Ki Allah onları yapmakta olduklarının en güzeliyle mükafatlandırsın.
122- Müminlerin hepsinin birden savaşa gitmeleri uygun değildir. Bu yüzden her topluluktan, bir grup savaşa gitmelidir. Geride kalanlar da dinde ilim sahibi olmaya çalışmalıdırlar. Kavimleri savaştan kendilerine döndüklerinde, onları uyarmalıdırlar. Umulur ki (kavimleri) sakınırlar. [152]
(118) «Ve (savaştan) geri bırakılan...» Bu Ayetin Tefsiri.
Ayette söz konusu edilen üç kişi Benî Seleme'den Ka'b bin Malik Beni Sakif'tan Hilal bin Ünıeyye ve Beni Amr bin Avf'tan Mürare bin Rebî'dir. Bunlar hiçbir mazeretleri olmadığı halde Hz. Peygamber (s.a) ile çıkıp Tebûk Seferi'ne katılmayan ve Hz. Peygamber (s.a) Sefer'den döndükten sonra da yalandan birtakım mazeretler beyan etmeye de tenezzül etmeyen kimselerdir. Hz. Peygamber de (s.a) onların işini Allah'a havale etmiştir. Bu olayı en güzel Ka'b bin Malik hadisi açıklamaktadır ki bu hadisi Buharı, Müslim, Ahmed bin Hanbel ve rivayet tefsiri tedvin eden kimselerin en meşhurları Zührî kanalıyla Abdullah bin Malik'ten nakletmişlerdir: (hadisin ravisi Abdullah, babası Ka'b'm iki gözü kör olduktan sonra onu elinden tutup götüren kimsedir.)
Babam şöyle anlattı: Tebûk Seferi'nde Hz. Peygamber'den (s.a) geri kaldım. Oysa ben Tebûk Seferi'nden önceki tüm savaşlara katılmıştım. Bedir'den de geri kaldığım halde, hiç kimse beni bu yüzden kınamamıştı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) ile müs-lümanlar Kureyş'in kervanını vurmak için Medine'den çıkmışlardı. Fakat Allah Teâlâ onlarla düşmanlarını, hiç haberleri olmadan ve aralarında daha önce bir söz de geçmemişken karşı karşıya getirdi. Ben Hz. Peygamber'le (s.a) Akabe gecesinde de bulundum. Orada İslâm üzerine ahidleştik. Her ne kadar halk arasında daha meşhursa da ben Akabe gecesinin yerine Bedir'de bulunmayı tercih etmemiştim. Tebuk Seferi'nde ise şu yüzden kalmıştım: Ben hiçbir zaman o zaman olduğu kadar güçlü ve zengin olmadığım gibi, daha önce de o zamanki gibi iki deveye birden sahip değildim. Ben sefere çıkacağım diye binek ve azık taşımak için iki deve satın almıştım. Hz. Peygamber (s.a) bir savaşa gideceği zaman casusları şaşırtmak için çoğunlukla başka bir yerin adını verirdi. Ancak Tebûk Seferi'nde gidilecek yerin adını açıkça bildirdi. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) Tebûk Seferi'ne çıkacağı dönemde sıcaklık en şiddetli noktasındaydı. Yol uzak, çöller upuzun, düşman da çok kuvvetli olduğundan Hz. Peygamber (s.a) duruma göre tedbirlerini almaları için müslümanlara meseleyi açıkça anlattı. Onlara hangi yöne gideceklerini haber verdi, Hz. Peygamber'in (s.a) yanında o zamanlar, beraberindeki nıüslüman-lann isimlerini içeren bir defter de bulunmuyordu. Allah'tan vahiy gelmedikçe gözden kaybolmak isteyen bir şahsı kimsenin farketmesi mümkün değildi. Hz. Peygamber'in (s.a) sefer'e çıkacağı zaman, Medine'nin meyveleri olgunlaşmış, gölgelikler aranır hale gelmişti. Hz. Peygamber (s.a) müslümanlarla birlikte seferle ilgili hazırlıkları gözden geçirdiler; Ben de onlarla birlikte, sefer için sabah gidiyor akşam dönüyordum. Ama yine de seferle ilgili bir hazırlık yapmamıştım. Kendi kendime bir veya iki günde hazırlığımı yapıp, Hz. Peygamber'e (s.a) yetişebileceğimi düşünüyordum. Onlar şehirden ayrıldıktan sonra hazırlık yapmak üzere eve gittim. Ancak akşam olduğunda yine hiçbir hazırlık yapmamıştım. Sabahleyin de gittim ama yine akşam olup dönünce hiçbir hazırlık yapmamıştım. Böylece içinde bulunduğum durum sürüp-gitti. Onlar da süratle yol almışlardı. Öyle ki artık aradaki mesafe çok uzamıştı. Bir ara arkalarından gidip, onlara yetişmeyi düşündüm. Keşke bu düşündüğümü gerçekleştirebüsey-dim. Ama bu da nasip olmadı. Ben Hz. Peygamber (s.a) gittikten sonra ne zaman halkın araşma girsem üzüntüden kahroluyordum. Benim gibi olan hiç kimseyi göremiyordum. Şehirde sadece nifakla suçlanan kimseler, Allah Teâlâ'nın mazur saydığı hastalar ve çok fakir kimseler bulunuyordu. Hz. Peygamber (s.a) de Te-bûk'e, ulaşıncaya kadar benim adımı anmamıştı. Fakat Tebûk'ta bir topluluk içinde otururken «Ka'b bin Malik ne yaptı?» diye sormuş ve bunun üzerine Beni Seleme'den bir akrabam,. «Ey Allah'ın Rasûlü! onu sahip olduğu iki kürkü geri bıraktırdı. Onların kıvrımlarına bakmak onu sefer'den alıkoydu» demiş. Ancak Muaz bin Cebel ona; «Sen kötü bir söz söyledin. Ey Allah'ın Rasûlü! Vallahi, biz onun hayrından başka bir şey bilmiyoruz» sakilinde karşılık verince Hz. Peygamber (s.a) susup, bir şey söylememiş.
Hz. Peygamber'in (s.a) Tebûk'ten döndüğü haberi gelince yakınlarım yanıma geldiler. Ben ise o zaman kafamda yalanlar kuruyor ve ne yapıp da Hz. Peygamber'in (s.a) öfkesinden kurtulabileceğimi düşünüyordum. Bu yüzden görüş sahibi yakınlarımdan bu hususta yardam istiyordum. Ancak bana Hz. Peygamber'in (s.a) geldiği haberi ulaşınca hemen bâtıl kalbimden çıktı ve anladım ki doğruluktan başka ne yaparsam yapayım Peygam-ber'den kurtulamayacağım. Böylece dürüst davranacağıma ve doğrudan başka bir şey söylemeyeceğime karar verdim.
Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye varır varmaz, önce mescide gidip iki rekat namaz kıldı. Sonra oturup halka va'z etti. O oturduktan sonra geride kalanlar gelip, ondan özür dileyip, mazeret sahibi olduklarına dair yeminler ettiler. Seksen küsur kişi kadar varlardı. Hz. Peygamber de (s.a) onların söylediklerinin zahirini kabul etti ve onlar da ona biat ettiler. Hz. Peygamber (s.a) kendileri için af talebinde bulundu, gizli yönlerini Allah'a havale etti. Sıra bana gelmişti. Hz. Peygamber'e (s.a) selam verdiğimde, öfkeli bir şekilde gülümsedi ve bana «Gel» dedi. Ben de gidip huzurunda oturdum. Bana, «Niçin geri kaldın? Sen kendine binek de satın almamış miydin» dedi. Ben; «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben senden başkasının huzurunda oturmuş olsaydım (Yani dünya ehlinden birinin huzurunda olsaydım) bilirsin ki herhangi bir mazeret öne sürerek onun öfkesinden yakamı kurtarırdım. Çünkü Allah Teâlâ bana güzel konuşma kabiliyeti vermiştir. Fakat Vallahi! Biliyorum ki bugün sana yalan söylesem benden razı olursun. Ancak bu davranışım, beni Allah Teâlâ'nın öfkesine maruz bırakır ve kötüye götürür. Yok eğer doğru söylersem, belki sen bana kırılırsın ama Allah Teâlâ beni bu şeyden kurtarır. Allah'a yemin ederim ki, benim hiçbir mazeretim yok. Senden geri kaldığım o za- mandan daha güçlü ve daha zengin hiçbir vaktim olmamıştı.» Hz. Peygamber (s.a) «Evet bu doğru söyledi. Ey Ka'b kalk ve Allah'ın hakkında hüküm vereceği zamanı bekle!» dedi. Ben onun huzurundan çıkınca hemen Beni Seleme kabilesinden bazı kimseler yanıma geldiler ve arkama düştüler. Bana, ((Vallahi bundan önce senin bir günah işlediğini bilmiyoruz. Sen diğerleri gibi Hz. Peygamberden (s.a) özür dilemekten kaçındın. Oysa Hz. Peygam-ber'in senin için af dilemesi, senin günahına yeterdi» diye kızgın kızgın söylendiler. Bense onların beni bu şekilde kışkırtmaları sonucunda dayanamayıp, bir ara Hz. Peyganıber'e gidip sözlerimi yalanlayarak bu işin içinden sıyrılmayı aklımdan geçirdim. Ancak sonra benimle birlikte aynı cezaya çarptırılan birinin olup-olmadı-ğını sordum. Onlar da bana, «Evet, seninle birlikte bu cezaya çarptırılan iki kişi daha var. Onlar da senin sözlerini tekrar ettiler.-Onlara da sana denilenin aynısı söylendi» dediler. Ben onların kim olduklarını sorunca, birinin Mürare bin Rebî, diğerinin de Hilal bin Ümeyye olduğunu söylediler. Böylece bana iki salüı zikretmişlerdi. Onların ikisi de Bedir Savaşı'na katılmışlardı. Ve ikisi de benim için örnek kimselerdi. Bu iki kişiyi bana söyledikleri zaman evime gittim. Hz. Peygamber (s.a) üçümüzle de konuşulmasını halka yasakladı ve bunun üzerine halk bizden uzaklaştı, bize yüzlerini ekşittiler. Ve öyle ki adeta yeryüzü benim nazarımda "«ski yeryüzü değilmiş gibi oldu. Bu durum elli gün kadar sürdü. Diğer iki arkadaşım iyice miskinleşmişler ve evlerine kapanıp, oturmuşlardı. Ben ise en güçlüleri ve dayanıklılarıydım. Çıkıp müslümanlarla birlikte nankza katılıyor, çarşılarda dolaşıyordunı. Ancak benimle konuşan olmuyordu. Gidip Hz. Peygamber'e selam verdim. O ise namazı kıldıktan sonra oturdu. Ben içimden, «Acaba iki dudağını kıpırdatacak mı? Selamıma karşılık verecek mi?» diye düşündüm. Sonra ona yakın bir yere oturup namaz kıldım. Gizlice ona bakıyordum. Namaza yöneldiğimde ise o da bana bakıyordu, yüzümü ona dönünce benden yüzünü çeviriyordu. Artık dayanamayıp çıktım. Müslümanların bu beni terkedişleri bana oldukça uzun gelmişti. Gidip Ebu Katâde'nin duvarına çıktım. O ki amcamın oğlu olurdu ve benim nazarımda insanların en sevimlisiydi. Ona selam verdim. Vallahi selamımı almadı bile. Ona, «Ey Ebu Katâde! Allah adına sana yemin ederim, sen bilmiyor musun ki ben Allah ve Rasûlü'nü çok severi» dedim. Ama o sustu. Ben ona yeniden yemin ettim. O yine sustu. Ben üçüncü kez ona yemin edince, o bu kez, «Allah ve Rasûlü daha iyi bilir» dedi. İki gözüm doldu ve sırtımı çevirip duvara çıkıncaya kadar yürüdüm.
Bir gün Medine çarşısında gezerken Şam'm neptilerinden biri Medine'ye yiyecek maddeleri satmak için gelmiş ve «Bana Ka'b bin Malik'i kim gösterebilir?» diyordu. Halk ona işaret ederek beni gösterdi. O da yanıma gelerek, bana Gassan kralından gönderilen bir mektubu verdi. Okur-yazar bir kimseydim. Mektubu okudum. Mektupta şunlar yazılıydı: ((Arkadaşının sana cefa verdiğini öğrendim. Allah seni ille de zillet yurdunda durman için zorlamıyor. Seni gözden de çıkarmamıştır. Bize gel, iltihak et. Sana bakarız.»
Mektubu okuduğumda, «îşte bu da bir imtihandır» dedim ve mektubu götürüp ocakta yaktım. Elli günün kırkı geçmişti. Baktım ki Hz. Peygamber'in (s.a) elçisi yanıma geliyor. Bana Hz. Peygamber'in (s.a), hanımımdan uzaklaşmamı emrettiğini bildirdi. Ben de «Boşayacak mıyım? Yoksa ne yapayım?» diye sordum. O, «Hayır, sadece ona yaklaşmayacaksın (cinsel ilişkide bulunmayacaksın)» dedi. Diğer iki arkadaşıma da bunun benzeri bir haber gönderilmişti. Hanımıma «Ailenin yanına git. Allah bu iş hakkında hüküm verene değin onların yanında kal» dedim. Hilal bin Ümeyye'nin hanımı Hz. Peygamber'e (s.a) başvurarak «Ey Alla-hin Rasûlüf Hilal artık iyice yaşlanmış bir ihtiyardır. Onun bir hizmetkârı da yok. Ona hizmet etmemi yasak mı ediyorsun?» diye sorar. Hz. Peygamber de (s.a) «Hayır! Ancak sana yaklaşmayacak» der ve susar. Kadın, «Vallahi onda henhangi bir şeye karşı bir arzu kalmamıştır. Allah'a yemin ederim ki, senin emrin olduğu gündenberi ağlıyor» der.
Yakınlarımdan biri bana gelip, «Hilal'in hanımına Hz. Peygamber (s.a) kocasına hizmet etme izni verdi. Sen de hanımın için Hz. Peygamber'den (s.a) izin istesene» dedi. Ben, «Vallahi! Hanımım için Hz. Peygamberden (s.a) izin istemem» dedim. Çünkü ondan izin istediğimde ona ne diyeceğimi bilmiyordum. Üstelik ben genç biriydim.
Biz üç kişi böylece geriye kalan on günü de geçirmiş olduk. Artık elli gün sona ermişti. Bu elli gün süresince kimsenin bizlerle konuşması serbest değildi. Ellinci günün sabah namazını içimizden birinin evinin tavanında kıldık. Ben Allah Teâlâ'nın zikrettiği hal üzerindeyken, sıkıntı içindeydim. Öyle ki yeryüzü tüm genişliğine rağmen bana dar geliyordu. Baktım ki bir münadi Sel'i dağının tepesine çıkmış gür sesiyle «Ey Malik'in oğlu Ka'b! sevin» diye bağırıyordu. Hemen secdeye kapandım. Aniadım ki, genişlik gelmişti. Hz. Peygamber'in (s.a) sabah namazını kıldıktan sonra Allah'ın bizim tevbelerimizi kabul ettiğini ilan etmesi üzerine halk, bana müjde vermeye geldi. Diğer iki arkadaşıma da aynı şekilde müjde vermeye gidenler olmuştu. Bir kimse bana atla müjde getirmeye çalışırken, Eşlem kabilesinden başka biri de koşarak geliyordu. Sonunda bir tepenin üzerine çıkıp bağırarak bana müjdeyi verdi. Öyle ki onun sesi halktan daha önce gelmişti. Sesini işittiğim kişi müjdejçin yanıma gelince, soyunup (sevincimden) iki elbisemi de ona giydirdim. Yallah o gün o iki elbisemden başka giyeceğim yoktu. Başkasından emanet olarak iki elbise alıp giydim ve Rasûlullah'ın yanma gittim. Halk akın akın gelerek tevbemin kabulünden dolayı beni kutluyordu, «Allah'ın tev-beni kabul etmesinden dolayı gözün aydın olsun» diyorlardı. Bu halde mescide gittim. Hz. Peygamber (s.a) içeride oturuyordu. Çevresinde başka insanlar da vardı. Talha bin Ubeydullah yerinden kalkıp, bana doğru geldi ve elimi sıkıp, beni kutladı. Onun dışında muhacirlerden kimse ayağa kalkıp, elimi sıkmamıştı. Ve ben Talha'nın bu güzel davranışını hiçbir zaman unutmadım.
Hz. Peygamber'e (s.a) selam verdiğimde, yüzü ışıl ışıl parlıyordu. Bana, «Annenin seni doğurduğu gündenberi en hayırlı günün senin üzerinden geçmesiyle sevin» dedi. Ben, «Ey Allah'ın Rasûlü! Bu müjde senden midir, yoksa Allah katından mıdır?» diye sorunca, bana «Hayır benden değil. Allah kalındandır» diye cevap verdi. Sevincinden mübarek yüzü nurlanmıştı. Adeta bir dolunay parçası gibiydi. Biz bunu daha önceden de biliyorduk. Ona, «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben tevbenin bir kısmı olarak tüm malımı terkediyor ve onu Allah ve Rasûlü'ne sadaka (olarak verilmesi için) teslim ediyorum» dedim. O, «Malının bir kısmını kendin için ayır. Bu senin için daha hayırlıdır» diye buyurdu. Ben de bunun üzerine, «O halde kendime sadece Hayber'de payıma düşeni ayırıyorum. Ey Allah'ın Rasûlü! Allah beni -ancak- doğrulukla kurtardı. Bu yüzden doğruluk benim tevbemin bir parçasıdır. Allah'a yemin ederim ki, hayatta kaldıkça doğrudan başka bir şey konuşmayacağım» dedim. Sanıyorum ki, Hz. Peygamber'e (s.a) bu sözü söyledikten sonra Allah Teâlâ müslümanlardan kiç kimseyi konuşmasındaki doğruluktan dolayı beni denediği gibi denemiş of-sun.
Hz. Peygamber'e (s.a) bu sözü verdiğimden beri hiçbir zaman yalan bir kelime bile konuşmak istememişimdir. Allah'tan temenni ederim ki beni bundan sonraki hayatımda da yalan sözden muhafaza etsin. Allah'a yemin ederim ki, beni İslâm'a hidayet ettikten sonra Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'e (s.a) o gün doğruyu söylemiş olmamdan daha büyük bir nimeti benim için yaratmış değildir. O gün Hz. Peygamber'e (s.a) yalan söylemediğim için çok seviniyordum. Çünkü aksi takdirde ben de yalan söyleyenlerin helak oldukları gibi helak olurdum. Nitekim Allah Teâlâ vahyi indirdiği zaman, bir kişiye söylenebilecek en kötü sözü, yalan söyleyenler hakkında söyledi: «Onlar kendilerine geri döndüğünüzde size Allah adına yemin edecekler ki siz onlardan vazgeçeceksiniz. Onlardan vazgeçin Kuşkusuz ki onlar iğrenç kimselerdir» (Tevbe: 95).
şöyle diyor: Biz üç kişi Hz. Peygamber'e (s.a) mazeret beyan edip de onun tarafından mazeretleri kabul edilenlerin dışında kalmıştık. Onlar yemin ettiklerinde Hz. Peygamber (s.a) onların sözlerine itibar etmiş ve onlar için af talebinde bulunmuş ama, bizim durumumuzu Allah'ın bu hususta hükmü gelinceye kadar ertelemişti.
Bence, bu kıssada alınması gereken büyük bir ders vardır. Gerçek müminler aldıkları bu dersten dolayı gözyaşı dökerler, takva sahiplerinin kalpleri titrer. Hatta rivayet edildiğine göre. îmam Ahmed'i Kur'an'dan hiçbir ayet bu ayetin ağlattığı gibi ağlatmıyordu.
Ka'b'ın hakkındaki haberler mufassalan bu rivayetle zikredilmiştir. Acaba hangi mümin bu olaylar karşısında gözyaşlarını tutmaya güç yetirebilir? Hangi mümin korkudan titremeye dayanabilir? Ey müslüman! Bu ayetteki ibretleri iyice düşün.
(119) «Ey iman edenler! Allah'tan...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani ey müminler! Allanan emrine uymak, gücünüz oranında onun emirlerine yapışmak, yasaklarını terketmek, mutlak rnânâda haram olarak ilân ettiklerinden kaçınmak suretiyle Allah'ın azabından ittika edin. Salih kimselerle beraber ve onlardan olun. Yalan söyleyerek günahlarından kurtulmayı düşünen ve bu kurtulmayı yeminleriyle destekleyen münafıklarla bir olmayın.
«Doğrular» diye mânâ verdiğimiz «Sadıkıyn» kelimesiyle, cihada çıktıklarında ihlasa yapışan, söz verdiklerinde ihlastan ayrılmayan, ahidlerinde, davalarında ihlası ellerinden bırakmayan, bir günah veya kusur işlediklerinde doğruluktan vaz geçmeyen kimseler kastedilmektedir. Bu vasıftaki kimselerin zıddı, münafıklardır.
Mezkur ayet Ka'b bin Malik ile iki arkadaşı hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar yalandan mazeretler ileri sürerek kendilerini kurtarmaya çalışmamışlardı.
Abdullah bin Ömer'e göre «Sadıklarla beraber olun» ifadesi, «Hz. Muhammed ve Ashabı ile beraber olun» anlamındadır.
Said bin Cübeyr ve Dahhâk'm ise, bu ifadenin «Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer ile beraber olun» anlamında olduğunu söylemelerine karşılık, İbn Abbas ve Ebu Cafer «Hz. Ali ile beraber olun» mânâsını* öne sürmektedirler.
Ancak gerçek olan ayetin umum ifade etmesidir. Nitekim İbn Ömer de bu görüştedir. Bu tür yorumların benzerleri mezkur ayetten sonra doğrular hakkında gelen diğer ayetler üzerinde de yapılmıştır. Haklarında bu ayetin nazil olduğu üç kişi, öncelikle sözü edilen doğrular kapsamına girer. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali her ne kadar bu kimselerden daha üstün, doğrulukta daha kâmil ve köklü iseler de ben, bu iki rivayetin de heva sahipleriyle, rafızîlerin uydurma sözlerinden olabileceğini sanıyorum.
Bazılarına göre de doğrular ile Muhacirler kastedilmiştir.
Çünkü Hz. Ebubekir Beni Said sakifesinde hilafet müzakereleri yapılırken, bu ayetle istidlal etmiştir. Ancak müdekkikîer bu gö-rüşün tercih edilebilecek bir yanının olmadığını ve onunla istidlal etmenin doğru olmayacağını söylemişlerdi.
İbn Mes'ud'dan rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir : «Yalan söylemek ne ciddi ne de şaka olan meselelerde doğrudur. Sakın içinizden biri çocuğuna söz verip de sonra yerine getirme-mezlik etmesin. İsterseniz bu konuda «Ey iman edenler! Allah' tan sakının ve doğrularla beraber olun» ayetini bir okuyun. Bu ayete iyice bakın. Acaba burada kimseye yalan söylemesi için ruhsat verildiğini görebiliyor musunuz?» (Said bin Mensur, İbn Ebi Şeybe, Beyhâkî ve rivayet tefsirini yazanların en meşhurları)
Beyhâkî merfu olarak şöyle bir hadis nakletmektedir: VYatanın ne ciddisi ne de şakası olur. Sakın çocuğunuza verdiğiniz bir sözü bile yerine getirmemezlik yapmayın. Kuşkusuz ki doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete. Yine kuşkusuz ki yalan fücura, fücur da mutlaka ateşe götürür. Bu bakımdan doğru kimseye, doğru ve iyi, yalancıya da yalancı ve fasık denilir. Kişi doğruyu söylerse Allah katında doğru yazılır. Yalan söylerse Allah katında onun hakkında yalancı olduğu yazılır.»
Yine aynı raviden nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk iyiliğe götürür. Kişi doğru söyleye söyleye doğrulardan yazılır. Yalandan sakının. Çünkü yalan mutlaka fücura götürür. Ve kişi yalan söyleye söyleye hakkında Allah katında çokça yalan söyleyen olduğu yazılır.» (Buharı, Müslim)
Doğruluğun fazileti ve yalancılığın rezaleti hakkında bunlar gibi birçok hadis irad edilmiştir. Yalancılık münafıkların bir özelliğidir. Rivayetlerde yalancılık ve hainlik dışında müminlerde diğer ahlâkî zaafların olabileceği bildirilmektedir. Yalan söylemek ancak savaşta düşmanı kandırmak, iki kişinin arasını bulmak ve kişinin hanımını sevindirmesi, (yani kişinin hanımının gönlü-nü almak maksadıyla, «Seni çok seviyorum, çok güzelsin» demesi) gibi durumlarda caiz olur. Kişinin evi, ailesi ve başka hususlarda yalan söylemesi hususunda gelen rivayet, şu hadisle tahsis edilmektedir: «Kuşkusuz ki tarizlerde yalandan kurtulmak veya akıl. îı kişiyi yalandan beri kılacak imkânlar (her zaman) vardır».
(120-121) «Medine halkına da, çevrelerinde...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu iki ayet Hz. Peygamber (s.a) ile savaşa çıkmanın vacip olduğunu bildirmekte, önadda bulunan büyük mükâfatı tekid etmekte ve Hz. Peygamber'in (s.a) izni olmaksızın savaştan geri kalan bir kimsenin bu durumuyla içine düştüğü tehlikeyi açıklamaktadır.
İslâm devletinin o devirde başkenti olan Medine'deki halka ve onların çevresinde bulunan Müzeyne, Cüheyne, Eşca, Eşlem ve Gi-far kabilelerine Hz. Peygamber (s.a) savaşa çıktığında ondan geri kalma izni (ruhsatı) verilmemişti. Tebûk Seferi'nde yapıldığı gibi kendi nefislerini onun nefsine tercih etme diye bir hakları da bulunmuyordu. Onlar ümmetin diğer maslahatlarından da geri kalamaz, kendilerini Hz. Peygamber'den (s.a) daha üstün göremez, Hz. Peygamber'! (s.a) feda edemezlerdi.
«Yergabu» fiili -fû harf-i ceriyle müteaddi (geçişli) olursa sevmek ve seçmek, -an- harf-i ceriyle müteaddi olursa bu sefer ikrah etmek ve yüz çevirmek mânâlarını kazanır. Yani Hz. Peygamber' le (s.a) savaşa çıkmayan kimseler kendi nefsini peygamberin nefsinden üstün tutarlarsa, onun uğrunda fedakârlıktan kaçınmış olurlar. Oysa kimsenin imanı, peygamberi kendinden daha çok sevecek dereceye ulaşmadıkça kemâle ermiş sayılmaz. Hz, Peygamber'in (s.a) vefatından sonra sünnetinden yüz çeviren kimseler için de aynı hüküm geçerlidir.. Nitekim, «Peygamber vefat ettikten sonra, ona tâbi olmak vacip değildir» diyen mülhidler ve mukallidler de hükmün içine girerler.
Ayette geçen, zameun; susuzluk, Nesabun; yorgunluk, Meh-mesatun; açlık veya açlıktan karnın sırta yapışması, Mevtten; yer, Allah'ın yolu; Allah'ın taati, Neylen; öldürmek, hezimete uğratmak mânâsına gelir. Onlara bu türlü belâlar isabet ettiğinde, mutlaka kendilerine salih bir amel yazılır.
İbn Abbas, «Allah yolunda (taatinde) müslümanlara dokunan her korkudan dolayı onlara yetmiş bin hasene yazılır» demiştir.
Sahih bir hadiste de, «At üç kısma ayrılır; Kişi için mükafat olan at, Allah yolunda ve müslüman için bir meraya veya bir bahçeye bağlanan at, o at o meradan o bahçeden ne yerse onun yediği kadar sahibine ecir ve haseneler yasılır. Onun dışkısı ve sidiği kadar da sahibine haseneler yazılır» denmektedir. Hadiste bildirildiği gibi at durduğu halde sahibine bu kadar ecir yazılırsa, acaba o at düşman topraklarına girip de fiilen düşmana karşı kullanılırsa sahibinin ecri ne kadar olur? [153]
Bazılarına göre mezkur ayet, «Müminlerin hepsinin birden,. savaşa gitmeleri uygun değildir» ayetiyle neshedilmiştir. Bu ayetin hükmü müslümanların az olduğu bir dönemde geçerliydi. Ancak müslümanların sayısı artınca ayet nesholmuş ve Allah Teâlâ böylelikle dileyen kimse için geri kalmayı mubah kılmıştır. Bu görüşün İbn Zeyd'e ait olduğu söylenmiştir.
Mücahid'den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) halka dini Öğretmeleri için bir topluluğu çöle gönderir. Onlar bu ayet-i kerimenin nazil olduğunu duyunca, korkar ve geri dönerler. Bunun üzerine de Allah Teâlâ, «Müminlerin hepsinin birden savaşa gitmeleri uygun değildir» ayetini gönderir.
Katâde ise, bu Hz. Peygamber'in (s.a) bir özelliğidir. O bizzat bir savaşa çıktığında, özürlüler dışında -kimse ondan geri kalmaz. Hz. Peygamber'in (s.a) döneminden sonra diğer imam ve yöneticiler zamanında geri kalmak isteyen kimseler, kendilerine ihtiyaç olmadığı ve zaruret de bulunmadığı takdirde geride kala-bilirler, demektedir.
Bazılarına göre ise bu ayet muhkemdir. Çünkü Velid bin Müslim; Evzaî, İbn Mübarek, Fazarî, Sibiî ve Said bin Abdulaziz'in mezkur ayet hakkında, «Bu ayet ümmetin hem başlangıcı, hem de sonu içindir» dediklerini söylemektedir.
Enes bin Malik'ten rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) Tebûk Seferi'ne katılan kimselere, «Sizler Medine'de öyle t>ir topluluk bıraktınız ki ne zaman bir yol yürüseniz veya bir malı infak etseniz, ya da bir vadi geçseniz, onlar da sizlerle beraberdirler» dediğinde sahabe, «Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar Medine'de olmalarına rağmen nasıl olur da bizimle beraber olurlar1!» diye sorar. Hz. Peygamber (s.a) «Çünkü onları Özürleri alıkoymuştur» diye cevap verir. (Ebu Davud) Cabir bin Abdullah'tan rivayet olunduğuna göre o şöyle demiştir: Bir gazada Hz. Peygamber (s.a) ile birlikteydik. Hz. Peygamber (s.a) «Kuşkusuz ki Medine'de öyle kimseler vardır ki sizler ne zaman bir yol yürüseniz, bir vadiyi geçseniz muhakkak onlar da sizinle beraberdirler. Ancak onlan sefer'den hastalık me-netmiştir» diye buyurdu. (Müslim). Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a) kuvvetli ve çalışan kimseye verdiği ecrin benzerini, mazur bir kimseye ae vermiştir.
Bazılanna göre ,mazur kimseye ecir katlamadan, fiilen çalışana ise katlanarak verilir.
Kadı İbn'ul-Arabî ise, «Bu hüküm Allah adına uydurulmuştur ve bu hükümle O'nun geniş rahmeti daraltılmak istenmiştir» demektedir. Çünkü hadis ve ayetlerin zahirine göre ecirde eşitlik v> vardı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) bir hadisinde, «Başkasını hay- ** ra muttali kılan kimseye, o hayrı işleyenin sevabı kadar sevap vardır,» yine başka bir hadiste, «Abdest alıp cemaate katılmak |f üzere yola çıkan bir kimse, halkın namaza başladığını görse bile, Allah ona, o namazı cemaatle kılan ve cennette hazır bulunan kimsenin ecri gibi ecir verir» diye buyurmuştur. Ayrıca Kur'an'da «Kim Allah ve Rasûlü için hicret etmek amacıyla evinden çıkar |g da kendisine ölüm yetişirse, onun mükâfatı Allah'ın üzerinedir» (Nisa: 100) diye Duyurulmuştur. Amellerin aslını samimi niyet teşkil eder. Taatte niyetin samimi olması halinde, kişi o taati işlemekten aciz kalsa bile onun ecri, kudret sahibi ve amel işle- || yenin ecri ile eşittir.. Aralarında bir fark yoktur. Hatta bazen ondan fazla da olabilir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) «Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır» diye buyurmuştur.
(122) «Müminlerin hepsinin birden... Ayetin Tefsiri
Mezkur ayet savaşı emretmeye ve cihad ile ilgili hükümleri tamamlamaktadır. Ayet altı maddeyi içerir:
a) Cihad Farz-ı Kifaye'dir.
b) İlim öğrenmek vaciptir.
c) Taife kelimesi cemaat mânâsına gelmektedir.
d) Dinî konularda derinleşme ve uzmanlaşma bir gerekliliktir.
e) İlmin, namaz, oruç gibi hususlarla ilgili bölümleri Farz-ı Ayin, hukukî hususlarla ilgili bölümleri ise Farz-ı Kifaye'dir.
f) İlim Öğrenmek, büyük bir fazilettir ve bütün amellerden üstündür.
Yukarıdaki ayetin nüzul sebebi cihadın fazileti ve sevabı ile ilgilidir. Çünkü cihaddan geri kalanların kınanması ve cihaddan geri kalmanın nifak hallerinden olduğu hakkındaki ayetler, müminlerin cihada yönelmelerine neden olmuştur. Öyle ki Hz. Peygamber (s.a) bir müfrezeyi müşriklerin üzerine göndereceği zaman, tüm müminler sefere katılmak istiyor, cihada çıkmak için adeta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Bu yüzden Hz. Peygamberi (s.a) bazen yalnız, bazen de birkaç kişi ile birlikte bırakıyorlardı, işte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Çünkü savaşa herkesin katılması seferberlik zamanında o da, ihtiyaç varsa olur. Aksi takdirde her savaşa tüm müslümanlarm bizzat katılmaları gerekmez. Zaten genel bir seferberliğin tam manâsıyla mümkün olmadığı ortadadır.
Bazılarına göre genel seferberlik sadece Hz. Peygamber'in (s.a) döneminde vacipti. Daha sonraları ise değildi. Veyahut genel seferberlik Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte olduklarından sadece Ensar'a vacipti.
Müminlerin hepsinin birden savaşa gitmeleri uygun değildir; yani vacip değildir. Burada, çıkılan her sefere müminlerin tümünün katılması istenmemektedir. Çünkü bu Farz-ı Ayin değil, Farz-ı Kifaye idi. Böyle bir seferberlik Hz, Peygamber'in (s.a) bizzat savaşa çıkması ve müminlerin de savaşa gelmeleri için davet etmesi durumunda vaciptir.
«Levla» kelimesi teşvik ve tahdit için kullanılmıştır. Bu hangi hükme dahil olursa ona insanları teşvik eder. Yani, niçin müminlerden küçük bir topluluk savaşa çıkmıyor da, tümü birden gidiyorlar?
«Fırka» kelimesi bir kabile veya bir şehrin halkı gibi büyük bir topluluk anlamında kullanılmışken, «Taife» kelimesi ihtiyaç duyulacak kadar bir topluluk manasında kullanılmıştır. «Min-hum» zamiri ya kabileye ya da Medine halkına racidir. Yani büyük toplulukların hepsinin birden savaşa gitmelerine gere* yoktur. İçlerinden küçük bir grup savaşa çıkmalı, diğerleri de geride kalıp dinde ve dinî ilimlerde ihtisas yapmalı, Hz. Peygamber'e (s.a) nazil olan yeni ayetleri öğrenip, o ayetlerde anlatılmak istenenleri düşünmeli, peygamberden ilim tahsil etmelidirler. Öyle ki Hz. Peygamber'den (s.a) o ayetlerle ilgili olarak sadır olan söz ve davranışları takip etmelidirler. Böylece onun hükümlerini bizzat hikmetiyle birlikte öğrenecekleri gibi, mücmel olan ilmî konuları da Hz. Peygamber'in (s.a) uygulamasıyla nıufassalan bilmiş olacaklardır. Ayrıca düşmanla savaşmaya giden topluluklar, geri döndüklerinde, dinî ilimden elde ettiklerini irşad etmeleri ve öğrendiklerini onlara aktarmalıdırlar. Bilgisizliğin ve ilimle amel etmemenin kötü sonuçlarıyla onları uyarmalıdırlar. Böylece savaşa katılıp, geri dönenler bu vesileyle Allah'tan korkarlar ve isyanın kötü sonuçlarından kaçınırlar. Bunun neticesinde tüm müminler, dinlerini hakkıyla bilen alim kimseler olur, dini yaymak hususunda güçlü ve kuvvetli duruma gelirler. Dolayısıyla dinin hidayeti bu şekilde yaygınlaşmış olur. İşte dinde derinleşmenin amacı bu olmalıdır. Yoksa riyaset makamına geçmek, önemli mevkiler elde etmek, ilmi halka karşı bir büyüklerime aracı olarak kullanmak ilmin amacı olmamalıdır.
Bu ayet ilmin yaygınlaşmasının, dindeki derinleşmenin genel bir hale getirilmesinin gerekli olduğunu göstermektedir. Ayrıca merkezlerde oturan müslümanlarm, öğrenme hususunda hazırlıklı olmalarının ve insanların konumlarına uygun olarak öğretimde bulunmalarının gerekliliğine de işaret etmektedir. İşte ancak bu şekilde yani ilim vasıtasıyla başkalarına doğru yolu gösterebilirler. Bu amaçla ilimde derinleşen ve ihtisas yapan kimseler Allah katında mal ve canla cihada katılanların derecesinden az olmayan bir dereceye sahiptirler. Allah'ın kelimesini yüceltmek, O'nun dinini savunmak, O'nun dinine mensup olan ümmeti korumak için mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimselerin Allah katındaki dereceleri ne ise, bu amaçla ilimde derinleşenlerin dereceleri de odur. Hatta elinde derinleşenler, farz-ı-ayn olan müdafaa hariç, cihadın diğer şekilleriyle gazaya katılanlar daha üstündürler.
Mezkur ayet hakkında gelen rivayetler birbirleriyle çeliştiğin, den dolayı ortaya farklı hükümler çıkmıştır. Ancak tüm bunlara bakıldığında izah ettiğimiz şeklin en doğrusu olduğu anlaşılır. Nitekim alimlerin ekserisi de bu görüştedir.
İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre bu ayet, «Ey müminler! Gerek hafif gerek ağır olarak cihada katılın» (Tevbe: 41) ve «Eğer cihada kattlmazsanız Allah sizi elem verici bir azapla cezalandıracaktır» (Tevbe : 39) ayetleriyle neshedilmiştir. Bu ayetin anlamı şöyledir: Müminlerden bir grup savaşa gitsin, diğer bir grup da Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte kalsm. İşte Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte kalanlar dinde ihtisas sahibi olanlardır. Onlar, arkadaşlarını savaştan geldiklerinde sakındırırlar, haramlardan sakınmalarını söylerler, ilmin inceliklerini anlatırlar. Savaşa katılmalarından sonra onlara Allah tarafından nazil olan hüküm ve hadleri bildirirler. (Ebu Davud Nasih'inde, İbn Ebu Hatim, İbn Merduveyh)
Bu ayet ile ilgili olarak îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre,müminlerin hepsi birden savaşa gitmemeli. Hz. Peygamber'i (s.a) tek basma bırakmamalıdırlar. Niçin her fırkadan bir grup değil de hepsi birden gidiyorlar? Yani bunlar ancak Hz. Peygamber'in izniyle gidebilirler. O savaşa giden kimseler geri döndüklerinde, Kur'an'dan nazil olmuş ayetleri, Hz. Peygamber'in (s.a) yanında kalıp öğrenenler onlara öğreterek, «Allah Teâlâ peygamberimize siz savaşa gittikten sonra şu şu ayetleri indirmiştir» derler. Böylece savaşa katılan kimseler de nazil olmuş ayetleri Öğrenirlerdi. Bir dahaki sefere de başka gruplar giderlerdi. İşte «Dinde tef ah kuh etsinler» ifadesinin mânâsı budur. Yani Allah'ın Rasûlü'ne indirdiğini öğrenip, savaşa katılanlar geri geldiklerinde onlara öğretsinler. (İbn'ul Münzir, İbn Ebi Hatim, îbn Merduveyh, Bey-hâkî)
Ebu Davud'un ilk rivayetinde mezkur ayetin, nefir'i (savaş çağrısı) ilân eden ayetleri neshettiğinin söylenmesi, selefin nesh hususundaki genel hükümlerine uygun düşmektedir.
«Liyetefekkahu» ibaresindeki -hu- zamiri, İbn Cerir'in Hasan Basrî'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber'le (s.a) birlikte Medine'de kalanlara değil, savaşa çıkan taifeye racidir.. Bunun nedeni, savaşa katılanların Allah'ın kendilerine gösterdiği güçlüklere galebe çalmak hususunda bilgi sahibi olmaları, savaştan dönünce de savaşa katılmayan kavimlerini korkutmalanyla açıklanır.
Taberî bu yorumun ilkinden daha tercih edilebilir olduğunu söylemektedir. Bu yoruma göre, savaşa giden grup, dindaşlarının ve Hz. Peygamber'in (s.a) ashabının düşmanlarına galip geldiklerini görür ve bununla İslâm'ın hakikatini, diğer dinlere galip gelmesindeki hikmeti idrak ederler. Geri döndüklerinde de, «Kafirlere belaların geldiği gibi, Allah'a isyan etmemiz halinde bize de gelir» diyerek geride kalan müslümanlan uyarırlar. Böylelikle savaşa katılmayan gruplar mücahidlerin gördüklerini kendilerine haber vermeleriyle sakınırlar; Allah ve Rasûlü'ne iman edenler ve etmeyenlerin başlarına gelenlerin, aynı şekilde kendilerine de gelebileceğinden korkarlar.
Ancak Taberî'nin bu yorumu zorlamadır. Kur'an nazmı bu yorumun elde edilmesine pek müsait değildir. Çünkü her ne kadar hükmün genel mânâsına dahil ise de cihada katılan grubun gördükleri, tefakkuh etmek şeklinde nitelenenıez. Zira «tefakkuh,» azmetmek, tedrici surette öğrenmeye çalışmak, dinî ilimleri öğrenmeye sarfetnıek demektir. Bu da ancak Hz. Peygamber'in (s.a) yanında kalmakla mümkün ve tefakkuhları artar. Bazıları Hasan Basrî'nin bu yorumunu, ilim öğrenmek için yapılan yolculuğu da kapsadığını söylemişlerdir. [154]
Mezkur ayet insanları ilim elde etmeye teşvikte bulunan ayetlerdendir.
Aşağıda ilim hakkında Hz. Peygamber'den (s.a) gelen hadisleri nakledeceğiz:
İlim talebi iki kısma ayrılır: Namaz, zekât ve oruçla ilgili ilimler gibi Farz-ı Ayn olan üimler vardır. Yani halk arasında ilm-i - hal diye şöhret bulan ilimler. Nitekim, «Kuşkusuz ki ilim talebi farzdır» şeklindeki hadis bu kısma işaret eder.
Abdulkuddus bin Habib'in İbrahim Nehaî'den Enes bin Malik kanalıyla rivayet ettikleri hadiste Hz. Peygamber (s.a), «İlim talebi her müslümana farzdır» diye buyurmuşlardır. Yani ilm-i-hal'l Öğrenmek her müslümana farz-ı ayn'dır.
İkinci kısım ise, dünya maişeti .yöneticilik ve savaş ile ilgili olan askerî ilimler gibi farz-ı kifaye olan ilimlerdir. Bu ilimleri her insanın öğrenmesi hem mümkün hem de gerekli değildir. Çünkü tüm insanlar bu ilimlerin hepsini öğrenmeye çalışırlarsa, beşeriyetin durumu bozulur, başka sahalarda çalışan kimseler kalmaz, sıkıntılar başgösterir, servet azalır, maişetler iptal olur. Böylece bir başıboşluk, kargaşalık etrafa hakim olur. Bu bakımdan bu tür ilimleri toplumun belli bir kısmının Öğrenmesi halinde, diğer kısanlardan sorumluluk kalkar. îlim talebi büyük bir fazilet, şerefli bir mertebedir ve hiçbir amel ilim talebine denk değildir.
Ebu Derda'dan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «İlim öğrenmek için yola çıkan kimseyi Al-. lafı Teâîâ bir mükâfat olmak üzere cennete götüren bir yola çıkarır. Melekler kanatlarını ilim öğrenen kimsenin yaptığına rast olduklarından onun üzerine gererler. Bir alim için gökte be yerde olanlar, hatta su içindeki balıklar bile af talebinde bulunurlar. Alimin abid üzerine üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler miras olarak dinar ve dirhem (para-pul) bırakmazlar, insanlar peygamberlerden sadece ilmi miras olarak almışlardır, kim ilmi miras olarak almışsa o büyük bir pay elde etmiş demektir.)} (Tirmizî)
Müsned'inde Darimî, Ebu Muğire'den, Evzaî'den ve Hasan Basrî'den şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber'e İsrailoğulla-,, nndan biri alim olup, farz namazı kıldıktan sonra oturan, halka hayrı ve ilmi öğretip va'z'u nasihatta bulunan, diğeri abid olup, gündüz oruç tutan, geceleri ibadete dalan bu iki kişinin hangisinin daha üstün olduğu soruldu. Hz. Peygamber (s.a) ise şöyle cevap verdi: «Farzı kılan, sonra oturup halka hayrı öğreten alimin, gündüzü oruçla, geceyi ibadetle geçiren o abidin üzerindeki fazileti, benim dinde en azınız üzerindeki faziletim gibidir.»
Ebu Ömer Kitab'ul-İlim'inde Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Alimin abid üzerindeki fazileti, benim ümmetim üzerine olan faziletim gibidir.»
İbn Abbas, «Cihadın en üstünü mescid yapmak, orada Kur' an'ı, Sünnet'i ve fıkhı öğretmektir» demiş-tir.
Aliyyu'1-Ezdî şöyle diyor: Cihada gitmeye azmettiğimde İbn Abbas bana, «Sana cihaddan daha hayırlısını söyleyeyim mi? bir mescide gidip, orada Kur'an okutacak ve Fıkhı öğreteceksin» dedi.
Rebî, «İmam Şafii'den dinlediğime göre, ilmin talebi nafile namazdan daha gereklidir» demektedir.
Hz. Peygamberin (s.a) «Melekler kanatlarını alimler üzerine gererler» hadisi iki şekilde yorumlanır: Biri, melekler onlara şefkat ederler, rahmet ederler demektir. Nitekim kanat germek, Kur' an'da şefkat ve merhamet mânâsında kullanılmıştır. «Onlara (anne ve babana) rahmetten olan tevazu kanatlarını ger» (İsra: 24). İkincisi kanatları germek, kanatları yaymak anlamında olabilir. Nitekim bazı rivayetlerde «Melekler kanatlarını yayarlar» denmiştir. Yani melekler ilim talep eden kimseyi gördüklerinde, ona bakarlar ve Allah'ın rızasını elde etmek için ilim talep ettiğini ve diğer hallerinin de ilim talebine uygun olduğunu görürlerse, ona çıktığı yolculukta kanatlarını ayaklan altına sererler. Yani melekler onu alıp götürürler ve o bundan dolayı yürüdüğü halde yorulmaz. Uzak yol ona yakmlaştınlır. Yolculara musallat olan hastalıklar, mallarının kaybolması ve yolu kaybetmek gibi zararlar ona isabet etmez.
tmran bin Hasm'dan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Ümmetimden bir taife kıyamet kopun-caya değin, hak üzerinde oldukları halde galip geleceklerdir.»
Yezid bin Harun bu hadis hakkında, «Eğer sözü edilen kimseler hadis ilmini tahsil edenler değilse, ben onların kimler olduklarını bilmiyorum)) demiştir.
Kıraat, Nahiv ve Hadis alimi olan Kurtubî Hz. Peygamber'in Cs.a), «Garb ehli kıyamet kopuncaya kadar hak üzerinde oldukları halde galip geleceklerdir» şeklindeki hadisinin yorumunda, burada alimlerin kastedildiğini söylemiştir. Bu tesbitini de, garb kelimesinin çöllerdeki kuyulardan su çekmek için kullanılan büyük kaplar veya güneşin batışı veya gözden sağnak halinde gelen yaşlar karşılığında kullanılmasına dayanarak yapmaktadır. Bu takdirde hadisin anlamı şöyle olur «Gözleri Allah korkusu hasebiyle yaş döken, Allah'ı ve hükümlerini bilen kimseler kıyamet kopuncaya değin hak üzerinde oldukları halde galip geleceklerdir». Nitekim Allah Teâlâ, «Allah'tan ancak alim kullan hakkıyla korkarlar» (Fatır : 28) diye buyurmuştur.'
Benim kanaatime göre Hz. Peygamber'in (s.a) şu hadisi yukarıdaki yorumu teyid etmektedir: «Allah kimin hakkında hayrı isterse, onu dinde fakih kılar. Müslümanlardan bir grup ki hak üzerinde savaşırlar ve onlar düşmanlarına kıyamet kopuncaya değin galebe çalarlar.» (Müslim).[155]
123- Ey iman edenler! Kafirlerden size yakın bulunanlarla savaşın. Onlar sizde şiddet (güç) bulsunlar. Bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.
124- Ne zaman bir sure indirilse, onlardan bazılan, «Bu sure hanginizin imanını artırdı?» der. Fakat o müminlerin imanını artırmıştır ve onlar (o sure ile) sevinirler.
125- Kalplerinde bir hastalık bulunanlara gelince, (o sure) onların iğrençliklerine iğrençlik katmıştır. Onlar (da sonunda) kafir olarak öldüler.
126- Onlar görmüyorlar mı ki her yıl bir veya iki kez belâlara çarptırılıyorlar, sonra da tevbe etmiyorlar ve ibret almıyorlar?
127- Bir sure indiği zaman, birbirlerine bakarlar ki acaba «sizi birisi görüyor mu?» diye. Sonra da savuşup giderler. Anlamayan bir topluluk olmaları nedeniyle Allah kalplerini çevirmiştir.
128- Andolsun gerçekten size kendinizden olan bir peygamber geldi. Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. Size pek düşkün, müminlere pek merhametli, şefkatlidir.
129- (Ey Muhammedi) Eğer yüz çevirirlerse de ki: «Allah yeteri Ondan başka ilah yoktur. Ben sadece O'na dayandım. Büyük arşın Rabbi de O'dur.[156]
Rivayet
Ve Dirayet Tefsiri
(123) «Ey iman edenler! Kafirlerden...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah Teâlâ önce müslümanlan cihadın keyfiyetinden haberdar ettikten sonra, cihada en yakından başlaması gerektiğini bildirmiştir. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) önce Araplarla cihada başlamıştır. Onları hallettikten sonra da Arap yarımadasına en yakın olan Bizans ordularıyla savaşmıştır. Onlar Şam'da bulunuyorlardı. Hz. Peygamber de (s.a) bu yüzden Tebûk'e gitmiştir.
Hasan Basrî'ye göre bu ayet, Hz. Peygamber (s.a) müşriklerle savaşma emri almadan önce nazil olmuştur. İşte bu İslâm öncesi tedriç kuralıdır.
İbn Zeyd'e göre de bu ayet nazil olduğunda söz konusu edilen Araplardı. Hz. Peygamber (s.a) onların işini bitirdikten sonra, Rumlar ve diğer kavimlerle ilgili olarak «Allah'a iman etmeyenlerle savaşın» hükmü inmiştir.
İbn Ömer'den gelen bir rivayete göre, ayette söz konusu edilen düşman Deylemlilerdir.
İbn Ömer'den gelen başka bir rivayete göreyse o, «Önce Rumtarla mı, yoksa Deylemlilerle mi savaşmak? sorusuna «Deylem- k lilerle» cevabım vermiştir Hasan Basrî, «Ayette sözü edilen düşmanla Deylemliler, yani o dönemin Türkmenleriyle, Rumlar kastedilmektedir» demiştir.
Katâde'ye göre ayet, genel mânâ üzerine bırakılır. En yakın dan başlanır ve devam -edip gidilir. Katâde'nin yorumu ayetin zahirinden anlaşılana uygundur.
Kadı İbn'ul-Arabî'nin Deylemlilerden önce Rumlarla savaşa başlanılmasının daha uygun olduğunu söylemesinin nedeni, onların Ehl-i Kitab olmasıdır. Çünkü onlar hakkındaki deliller daha fazla ve daha kuvvetlidir. İkincisi, onlar bize (Medine'ye) daha yakındırlar. Üçüncüsü onların elindeki peygamberin beldeleri daha çoktur. Bu beldeleri onların elinden kurtarmak öncelikle va- i& ciptir. En doğrusunu Allah bilir.
(124) «Ne za."vm bir sure Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet ve bundan sonraki üç ayet Tevbe suresinde münafıklar hakkında nazil olan son ayetlerdir. Bunlar Kur'an'ın hem mü- Kî nafıklar hem de müslümanlar üzerindeki etkilerini ortaya koymaktadır.
«Onlardan bazıları, 'Bu sure hanginizin imanım arttırdı?' der» cümlesinde geçen -onlardan- tabiri ile münafıklar kastedilmektedir. Onlar bu soruyu diğer münafıkları denemek, mümin- M leri de şüpheye düşürmek için soruyorlardı. »
«İman» lafzıyla kastedilen, Kur'an'ın hak olduğuna peygamber'in doğruluğuna kesinlikle inanmakdır. Çünkü Kur'an'ın her suresüıde peygamber'in doğruluğuna delâlet eden ayetler vardır. Ayrıca her surede mucizenin çeşitleri mevcuttur. Tüm bunlar Kur'an'm Allah katından geldiğine delâlet etmekte ve Hz. Muham-med'in (s.a) tek başına, kendiliğinden bir şey getirmeye gücünün yetemeyeceğini açıklamaktadır.
îman ameli gerektiren, vicdanın hududu ve nefs'in iz'anıyla beraber olan kesin tasdiktir. İşte bu mânâdaki iman, kuşkusuz ki Kur'an nazil oldukça hele peygamberden dinleyenler için artacak keyfiyettedir. Elbette Kur'an'ın okunuşu başkalarından da dinlenilmiş olsa, mümin kimselerin kalbine böyle bir imanı yerleşti-. rir, itaati güçlendirir, vicdanı doğru yola koyar, amellere rağbeti arttırır ve Allah'a yaklaşma çabalarım kamçılar.
Böyle bir soruya karşılık olarak Allah Teâlâ: «Fakat o müminlerin imanını artırmıştır ve onlar (o sure ile) sevinirler» cevabım vermiştir. Böylece Kur'an ne kadar çok inerse müminlerin imanlarının da o kadar artacağı ortaya serilmektedir. Bu, imanın gerçeğinde ve vasıflanndaki yakîni, itaat ve kalbin itminanını içermektedir. Ayrıca o inen suredeki ilmî meselelerle ilgili hususlarda ve onun etkisi altına giren ameli Allah'a yaklaştırmak hususunda imanı artırmaktadır. Müminler böyle bir surenin indirilmesiyle sevinirler. Yani imanın artışı onların kalbinde sevgi meydana getirir.
Hasan Basrî, Ömer bin Abdülaziz'e, «Kesinlikle bilin ki imanın sünnetleri ve farzları vardır. Onları tamamlayanın imanı da tamamlanmıştır» diye yazınca Ömer bin Abdülaziz, «Eğer yaşarsam bunları sizler için açıklarım. Fakat ölürsem şayet, sohbetiniz fıakkında haris değilim» diye cevap vermiştir. (Buharî)
îbn Mübarek, «îman artar demekten kendimi alıkoyamam. Aksi takdirde bu Kur'an'ı reddetmek olur» demiştir. Yani o böylelikle mezkur ayetin, iman'ın artışına delâlet eden ayetlerin kapsamına girdiğini söylemiş olmaktadır.
İmanın artıp artması meselesi Ehl-i Sünnet Ve'1-Cemaat arasında ihtilaflıdır ve bu hususta birbirinden farklı yQrumlar yapılmıştır.
(125) «Kalplerinde bir hastalık bulunanlara...» Bu Ayetin Tefsin
Ayette geçen «Hastalık» ile şek ve şüphe kastedilmektedir. Bu şüphe kişiyi küfrü gizlemek ve imanı açığa vurmak suretiyle münafıklık yapmaya sürükler.
Bu surenin indirilmesi, onları küfür ve nifakına küfür ve nifak, iğrençliklerine iğrençlik katar. Öyle ki onlar küfür üzere ölürler. Yani bu onlarda kökleşmiş müzmin bir hastalıktır. Dolayısıyla, Allah'ın sünneti nefsin vasıflarına tesir etmek şeklinde cereyan ettiği için onlardan ölenler küfür üzere Ölmüş, kalanlar da küfür üzere ölecekler.
(126) «Onlar görmüyorlar mı ki...» Bu Ayetin Tefsiri
Taberi'ye göre ifade, «Onlar denendiklerini, imtihan olduklarını görmüyorlar mı?» mânâsındadır.
Mücahid, onların kıtlıklar.ve şiddetle denendiklerini söylemiştir.
Atiyye ise, hastalıklar, acılar ve ölümün sair nedenleriyle onların denendiklerim söylemektedir.
Katâde, Hasan Basrî ve Mücahid'e göre de, onlar savaşla, ya-ni Hz. Peygamberle (s.a) birlikte cihada katılmakla denenirler ki Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber ve müminlere va'dettiği yardımı bizzat görebilsinler.
«Sonra da tevbe etmiyorlar»; yani tüm bu olanları bir türlü anlamıyorlar. Onlar her yıl başlarına gelen hâllerden gafil midirler? Üzerlerinden yıllar geçtiği halde yine de nifaklarından vazgeçip, tevbe etmiyorlar. Başlarına gelen musibetlerden ibret ve nasihat alamıyorlar. Oysa bundan başka onların fıtratlarının nurunu, imana dair kabiliyetlerini söndürecek daha kuvvetli bir buhran var mıdır? Eğer varsa, bunlar kendilerine şifa verecek tedaviden kaçıyorlar demektir.
(127) «Bir sure indiği zaman...»Bu Ayetin Tefsiri .
«Birbirlerine bakarlar» ifadesiyle kastedilen münafıklardır. Yani onlar Hz. Peygamber'in huzuruna geldiklerinde Hz. Peygam* ber (s.a) Kur'an okurken onlar böyle yaparlar.
Bu ayet münafıklar hakkında nazil olmuştur. Böylelikle onların tümünü veya bir kısmını rezil etmiştir. Yani onlar, «Sizi onunla konuşurken konuşmalarınızı Muhammed'e götürecek başka kimse gördü mü?» diye sorarlar. Böyle bir soru sormaları, Hz. Peygamber'in (s.a) peygamberliğine yeterince vakıf olamadıklarını gösterir. Çünkü Allah Teâlâ'nın peygamberini, onların bilemeyecekleri gaybî meselelere muttali kıldığını bilmemektedirler.
«Nazara» (Baktı) fiili, bazılarına göre «Kale» (Dedi) anlamındadır.
«Sonra da savuşup giderler;» yani hidayet yolundan dönerler. Onlara gizledikleri açıklanınca, yaptıkları ortaya konulunca, ister istemez şaşırırlar, ne yapacaklarını bilemezler. Eğer iman edip, hidayete mazhar olsaydılar, o zaman iman etme vakitlerinin geldiğine hükmedilebilirdi. Fakat onlar küfür üzerine ısrarlıdırlar ve küfre dalmışlardır. Öyle ki adeta onlar o durumlarından dönmüş, Hz. Peygamber'in (s.a) tebliğini hiç işitmemiş, ayetleri hiç görmemiş gibidirler. Nitekim Allan. Teâlâ, «O inkâr edenlerin durumu, tıpkı bağırıp, çağırmadan başka bir şey işitmeyen haykıran kimsenin durumuna benzer. (Onlar) sağır, dilsiz ve kördürler. Onun için hiç düşünmezler» (Bakara : 171) ve «Onlar Kur' an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?» (Nisa: 83) diye buyurmuştur.
«Allah da onların kalplerini çevirmiştir» cümlesi onların aleyhine yapılmış bir bedduadır. Yani bunu onlara deyin. Yine burada onların kalplerini çevirenin Allah Teâlâ olduğu belirtilmiştir.
Bu ifade Kaderiyye'nin aleyhinde bir delildir. Çünkü onlara göre, insanların kalpleri kendi ellerindedir, insanların organları kendi iradelerine bağlıdır. Öyle ki insanlar kendi iradeleriyle organları üzerinde tasarrufta bulunurlar, kendi irade ve seçimleriyle hüküm verirler.
Eşheb'den gelen rivayete göre İmam Malik «Bu ayet Kaderiyye'nin aleyhindeki en açık delildir» demiştir. Nitekim şu ayetler de onların aleyhindeki delillerdendir: «Yaptıkları bina yüreklerinde bir kuşku olup kalacaktır; ta kalpleri parçalamncaya dek».
Kesinlikle anlaşılan durum şudur: Senin kavminden ancak iman edenler edeceklerdir. Bu durum değişmez, ortadan kalk-maz. [157]
(128) «Andolsun gerçekten size...»Bu Ayetin Tefsiri
Ubey bin Ka'b'ın görüşüne göre bu ve sonraki ayet Kur'an'ın en son inen ayetleridir. Bunların gökle ilgileri diğer ayetlerden daha tazedir. Said bin Cübeyr ise Kur'an'ın son inen ayeti olarak Bakara: 231'i (Allah'a döneceğiniz o günden sakının) göstermektedir.
Übey bin Ka'b muhtemelen bu ayetten sonra göğe zaman bakımından en yakm olarak son iki ayetin olduğunu söylemiş olmalıdır.
Mezkur ayette, Cumhur-u Ulema'ya göre Araplara seslenil-mektedir. Yani «Ey Araplar! Andolsun gerçekten size kendinizden olan bir peygamber geldi.» Bu Araplara verilen nimetleri zikretmek bakımındandır. Çünkü Kur'an onların diliyle, onların anlayacağı şekilde nazil olmuştur. Ayrıca onlar ilk günden Kur'an'la müşerref olmuşlardır.
Zeccac'a göreyse burada tüm insanlara seslenilmektedir. Ya-ni,«Ey insanlık! Andolsun gerçekten size kendinizden (beşer) olan bir peygamber gelmiştir.» Ancak ilk yorum doğruya daha yakındır.
İbn Abbas, «Arapların ne kadar kabilesi varsa sanki tümü de peygamberi doğurup dünyaya getirmiştir» diyerek sözüne şöyle devam etti: «Ey Arap topluluklar! Size İsmailoğullan'ndan olaTb bir peygamber gelmiştir.»
İkinci görüş ise (Zeccac'a ait olan) delil olmak bakımından daha güçlüdür. Yani, o peygamber de sizler gibi bir insandır. însan olmasının nedeni, onu anlayabilesiniz, ona uyabilesiniz diye-dir.
«Kendinizden olan» ifadesi Hz. Peygamberin (s.a) medh-u senasını iktiza eder. Yani onun Arapların en halislerinden olduğu ortaya konulmaktadır.
Vasile bin Eska'dan gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) «Ben zinadan değil, nikâhtan geldim» diye buyurmuştur. Bu hadis Hz. Peygamberin (s.a) babasından Adem'e kadar uzanan soyunun nikâhtan geldiği, zinadan ise gelmediği mânâsındadır.
«Enfusikum» kelimesini Abdullah bin Kusayt el-Mekkî, «En-fesikum» şeklinde okumuş ve bu kıraat Hz. Peygamber'e ref edilmiştir. Bunun anlamı Hz. Fattma'dan şöyle gelmiştir: «Rasûlul-lah sizin en şerefliniz ve en fazüetlinizdir.»
Bazıları ise, «Taat yüzünden.en ilende olanımzdîr» diye mâ-nâlandırmıştır.
«Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir;» yani ümmetine güç gelen şeyler onu üzmektedir. Bu yüzden bir hadiste, «Kuşkusuz din kolaydır. Bu dinin nizamının tamamı da kolaydır. Hoşgörülüdür, mükemmeldir. Allah'ın kolaylaştırdığı herkes üzerine de kolaydır» diye buyurulmuştur.
«Size pek düşkün, müminlere pek merhametli ve şefkatlidir;» yani o sizin hidayetinize pek düşkündür. Dünyada da, ahirette de yarar sağlamanız için çokça çaba sarfetmektedir.
Ebu Zer'den Taberanî şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber (s.a) aramızdan ayrılacağı ana kadar, havada kanat çırpan bir kuşun hareketinden bile bize bir bügi veriyordu. O şöyle demişti:
«Sizi cennete yaklaştırıp, cehennemden uzaklaştıracak hiçbir şey yoktur ki size beyan etmiş olmayayım.»
İbn Mes'ud'dan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz ki Allah bir helali haram kıldığında sizden birinin ona muttali olacağını bilmiştir. İyi bilin ki, ben çekirgeler (veya sinekler) gibi ateşe düşmemeniz için sizleri uyarıyorum» (îmam Ahmed).
îbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: Hz. Peygamber'e kendisi uyku halindeyken iki melek geldi. Biri ayaklarının yanma oturan ötekine, «Bu zat ile ümmeti arasındaki mi- IS şali açıkla» dedi. O da: «Onunla ümmeti arasındaki misal, göçebe K bir topluluğun misali gibidir ki onlar bir çölün başına varmışlar-di ama yanlarında kendilerine yetecek (o çölü geçecekleri) kadar azık yoktu. Öyle ki geri dönecek kadar da azıkları yoktu. Onlar 'bu durumdayken kürküne sarılmış biri yanlarına geldi, onlara, | «Eğer ben sizleri güllük gülistanlık bir bahçe ile su dolu bir ha- | vuza götürürsem bana tâbi olur musunuz?» dedi. Onların evet demesi üzerine de onları alıp, güllük-gülistanlık bir bahçeye ve su dolu bir havuza götürdü. Yediler, içtiler, beslendiler. Sonra da o zat kendilerine «Sizi o sıkıntılı hal üzere görüp, güllük-gülistan-lik bir bahçeye ve su dolu bir havuza götürürsem bana tâbi olacağınıza dair söz vermediniz mi?» dedi. Evet demeleri üzerine o zat onlara, «Benim önümde bundan daha güllük-gülistanlık bir bahçe ve o havuzdan daha fazla suyu olan bir havuz vardır. Bu yüzden beni takip edin» dedi. Bir grup ,«Doğru söylüyor, ona tâbi olalım,» bir grup da, «Bu bize yeter, burada duralım» dediler.» (îmam Ahmed)
Bezzar'ın îkrime kanalıyla Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber'e bir bedevi gelerek, yardım istedi. (îkrime, bedevinin bir diyet meselesinde yardım istediğini söylemektedir.) Hz. Peygamber de (s.a) kendisine bir şeyler verdi. Sonra bedeviye «Ben sana bir iyilik yapmış oldum mu?» diye sordu. Bedevi »Hayır, bir iyilik yapmış olmadın» diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunan müsîümanlar öfkelenip, onu dövmek üzere ayağa kalktılar. Hz. Peygamber (s.a) onlara yerlerine oturmalarım işaret etti. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) kalkıp, o bedeviyi evine davet' etti, ona «Sen bizden bir şeyler istemek için geldin, istediklerini sana verdik. Fakat sen yine de diyeceğini dedin» diye konuştu. Ve ona yine bir şeyler verdi. Sonra da «Şimdi sana iyilik yapmış oldum mu?» diye sordu, Bedevi «Evet, bana iyilik yapmış oldun. Allah ehil ve aşiret olarak sana hayrı mükafat versin» dedi. Hz. Peygamber (s.a), «Sen bize gelip bir şeyler istedin. Biz de verdik. Sen diyeceğini dedin. Ancak ashabımın sana kızgınlığı var. Sen gelip onların huzurunda, şimdi benim yanımda söylediklerini söyler misin ki böylelikle kızgınlıkları gitsin?» diye sordu. Bedevi söyleyebileceğini bildirince birlikte mescide gittiler. Hz. Peygamber (s.a) ashabına hitaben «Bu arkadaşınız bize gelip bir şeyler istedi. Biz de kendisine istediklerini verdik. O Söyleyeceğini söyledi. Biz onu çağırıp, yine kendisine bir şeyler verdik. Şimdi razı oldun değil mil diye bedeviye sordu. Beûevî,«Evet, Öyledir. Allah ehil ve aşiret olarak sana hayrı mükafat versin» dedi. Hz. Peygamber (s.a) bunun üzerine, «Benim misalimle, şu bedevinin misali, tıpkı ürkmüş devesi olan kişinin misaline benzer. Halk deveyi yakalamak üzere seferber olur. Deve daha çok ürker. Devenin sahibi onlara, «Devemle benim aramdan çıkın. Ben ona sizden daha şefkatliyim. Onun durumunu sizden daha iyi bilirim» diyerek devesine doğru gider ve yerden bazı otlar alıp, deveyi çağırır. Deve de onun çağırışına icabet ederek gelir. O da böylece yükünü devenin sırtına vurur. İşte eğer bu bedevi konuştuğunda ben de size uysaydım, o bedevi cehenneme giderdi» diye buyurdu. (Bezzar bu hadisi rivayet ettikten sonra hadisin sadece bu senedle rivayet edildiğini söylemiştir.)
Bana göre bu hadis, senedinde ravilerden İbrahim bin Ha-kem'in bulunması nedeniyle zayıftır.[158]
«Müminlere pek merhametli ve şefkatlidir.» Rauf, fazlasıyla şefkat gösteren, Rahim ise çokça merhamet eden mânâlarına gelir.
Hüseyin bin Fadl, «Allah Teâlâ, Hz. Muhammenden (s.a) başka hiçbir peygambere bu iki ismi vermemiştir. Çünkü er-Rauf ve er-Rahim Allah Teâlâ'nın kendi güzel isimlerindendir» demiştir.
Allah Teâlâ burada Hz. Peygamber'e atfen, «Müminlere pek merhametli (er-Rahim) ve şefkatlidir. (er-Rauf)» derken başka bir ayetinde, «Kuşkusuz ki Allah mahlukatı için Rauf ve Rahimdir» diye buyurmaktadır. Yani Kur'an'da Rauf ve Rahim sıfatları hem Allah Teâlâ için hem de Hz. Muhammeö (s.a) için kullanılmıştır.
"" Abdülaziz bin Yahya ise, «Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir» cümlesinin, «O sizin durumunuzla ilgilenir, başka meselelerle değil. O şefaatle sizin için kâim olmuştur. Onun sünneti üzerine çektiğiniz meşakketler sizi üzmesin. Çünkü o sizin ancak cennete girmenizle razı olur» mânâsında olduğunu söylemiştir.
(129) « (Ey Muhammed!) Eğer yüz çevirirlerse...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani, Ey Muhammed! Allah'ın vermiş olduğu bu nimetlere rağmen kafirler yüz çevirirlerse, sen o zamana Allah bana yeter! O'ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O'na dayandım» de.
îbn Kesir bu ayetle ilgili olarak şunları yazmaktadır:
«Eğer yüz çevirirlerse»; yani senin o kapsayıcı, mükemmel, . temizleyici, yüce Kur'an'ından yüz çevirirlerse, o zaman «Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O'na dayandım ve tüm işleri Allah'a havale ettim» de. Nitekim Allah Teâlâ, «O Do. ğunun da, Batının da Rabbidir. O'ndan başka ilah yoktur. O'nu kendine vekil kıl» diye buyurmuştur.
«Büyük arşın Rabbi de O'dur»; yani her şeyin sahibi ve yaratanı O'dur. Çünkü büyük arş, tüm yaratılanların üstündedir. Tüm mahlûkat, gökler ve yer, onlarda ve ikisi arasında bulunanlar -da-hü, hepsi arşın altındadırlar.. Arş Allah'ın kudretiyle hepsinin üzerinde tavan vazifesi görmektedir. Allah'ın ilmi her şeyi kapsar. O'nun takdiri her şeyde geçerlidir ve O herşeyin vekilidir.
İbn Abbas ve Ubey bin Kaş'tan rivayet olunduğuna göre, Kur' an'ın en son inen kısmı «Andolsun ki sise kendinizden olan bir peygamber gelmiştir» ayetinden surenin sonuna kadar olan bölümdür. (İmam Ahmed)
Ebu Cafer er-Razi'nin Übey bin KaTb'tan rivayet ettiğine göre Hz. Ebubekir'in halife olduğu dönemde, Kur'an-ı birkaç müs-hafta topladık. Bazı kimseler yazıyorlardı. Ubey bin Kab'da on-îan okuyordu. Bu ayeti inen en son ayet zannettikleri için Ubey bin Kaİ3 kendilerine, «Hz. Peygamber fs.aj bana bundan sonra iki ayet daha okumuştu» dedikten sonra, «Andolsun ki gerçekten size kendinizden olan bir peygamber geldi» ayetini sonuna kadar okuyarak, «İşte bunlar Kur'an'ın en son inen ayetleridir» diye buyurdu.
«Büyük arşın Rabbi O'dur» ifadesinde arş özel olarak zikredilmiştir. Çünkü arş mahlukların en büyüğüdür. Arşın sınırları içinde olan her şey ona dahildir.
Hazin'de «el-Azim» kelimesi esre ile okunarak arş kelimesine sıfat yapılmıştır. Bazı kıraatlarda «el-Azimu» şeklinde okunup, Rab kelimesine sıfat yapılmıştır.[159]
Ebu Davud, Ebu Derda'dan şöyle rivayet etmiştir: «Kim sabah ve akşam Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O'na dayandım. Büyük arşın sahibi de O'dur sözünü yedi kez söylerse, Allah Teâlâ önemli olan her şeyde o kişiye kâfi.gelir.» O kişi bu sözleri okurken ister doğrulayıcı ister yalanlayıcı olsun farketmez.»
Nevadir'ul-UsuVûe
Bureyde'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Kim her
namazdan sonra şu on kelimeyi söylerse, Allah'ı o kelimenin yanında mükâfat
verici bulur. O kelimenin beşi dünya, beşi de ahiret içindir.
1)
Dinim
için Allah bana yeter.
2)
Dünyam
için Allah bana yeter.
3)
Beni ilgilendiren
her şey için Allah bana yeter.
4)
Bana
zulmedenin hakkından gelmek için Allah bana yeter.
5)
Bana
hased edenin hakkından gelmek için Allah bana yeter.
6) Bana
kötülükle yaklaşmak isteyen kimse için Allah bana yeter.
7) Ölüm
anında Allah bana yeter.
8) Kabirdeki
sual anında Allah bana yeter.
9) Mizanda
Allah bana yeter.
10) Sıratta Allah bana yeter. O'na dayandım, sonunda O'na döneceğim.»
Yahya bin Ca'd şöyle diyor: Hz. Ömer bir ayeti o ayet hakkında ancak iki kişinin şahitlik etmesi halinde tesbit edip, musha-fa yazdırırdı. Bir ara Ensar'dan biri, Tevbe suresinin son iki ayetini getirdi. Hz. Ömer «Vallahi bu iki ayet ile ilgili olarak senden şahit istemeyeceğim. Çünkü Peygamber bu ayetlerin bildirdiği gibiydi» dedi ve bu iki ayeti Tevbe suresinin sonuna yazdırdı.
Alimlere göre bu iki ayeti getiren kimse Ensar'dan Huzeyme bin Sabit'tir. Hz. Ömer'in bu iki ayeti sadece Huzeyme'nin şeha-detiyle yazdırmasının nedeni »peygamberin vasıfları hakkında bunların doğru olduğuna dair delil onun kaynağı olmasıdır. Bu öyle bir karineydi ki ikinci şahidi istemekten onları müstağni kılmıştı. Fakat Ahzab süresindeki 23. ayet bunun hilafınadır. Çünkü o ayet Zeyd ile Huzeyme'nin birlikte şehadetleri sonucunda tesbit edilmişti. Onların Hz. Peygamberden dinledikleri ayet şuydu : «Müminlerden öyle kimseler vardır ki Allah'a verdikleri sözde durdular» C Ahzab : 23).
Hatib Şirbinî mezkur ayeti tefsir ederken Arş kelimesini Kur-si ile yorumlamıştır. Reşid Rıza ise, bazılarının Arş kelimesini Mülk ile yorumladıklarını söylemektedir. Çünkü Arş mecazen mülk mâ-nâsmdadır. Fakat bu yorum yanlıştır. Zira burada mecazı gerektiren bir şey yoktur. Büyük Arş, büyük mülke, nizamın vahdetine ve idaresine delâlet edebilirse âe,Büyük Mülk bunlara delâlet etmez. Çünkü mülkde eksiklik olabilir.
Kelamcıların müdekkikleri ve müfessirleri Arş ile İstiva kelimelerini teşbihten kaçınmak için tevil etmektedirler. Onlara göre teşbih gayb alemini, müşahade alemine, Haliki ise mahlûka kıyas etmek demektir. Bu da bâtıl bir kıyastır.
îbn Abbas'a göre, Arş'a Büyük Arş denilmesinin nedeni onun yüce olmasıdır.
Suyutî ed-Durrful - Mensur adlı tefsirinde arşın sıfatlarıyla ve yapısıyla ilgili birçok rivayette bulunmuşsa da hepsi İsrailiyyat' tandır. İçlerinde bir tek merfu.hadis yoktur. (Bu görüş Menar'a aittir)
Bu iki ayetin tefsirinde zikrettiğimiz rivayetlerde geçen iki meseleyi inceleyerek konuyu sona erdirelim. Çünkü bunları inceleyen kimseyi görmedik.
1) Bu iki ayet peygamberden geldiği gibi yazılmıştır ve Kur'an'm sonu oldukları rivayet edilmektedir. Bu iki ayet ancak peygamberliğin başlangıcında Mekke'de ve Hz. Peygamber'in (s.a) davetinde ifadelerini bulurlar. Tevbe suresinin tefsirine başlamadan Önce,. îbn Fürs'ün bu ayetlerin Mekkî olduğunu söylediğini zikretmiş, sonra da onun bu görüşünü «Bu iki ayet Kur'an'm en son inen ayetleridir» rivayetinin reddettiğini belirtmiştim. Daha sonra da Kur'an'ın en son ayeti ile ilgili olarak gelen en sahih rivayetleri ortaya koyup, mezkûr iki ayetin, Kur'an'm son ayetleri olmadıklarına işaret etmiştim. Yine diyorum ki, İbn Fürs'ün sö- M zü mânâ bakımından en geçerli olanıdır ve o rivayeti yorumlar. O iki ayetin Kur'an'm en son ayetleri olduğu iddiasına gelince, bu görüş bazı kaynaklarda birbirine yaklaşık lafızlarla rivayet edilmiştir ki o rivayetler şunlardır:
îbn Abbas, «Peygamber'e inen (bazı rivayetlerde Kur'an'dan inen) son ayet, 'Andolsun ki gerçekten size kendinizden olan hir Peygamber geldi' ayetidir» demiştir.
Hasan Basrî ise, «Allah katından veya gökten en son inenler bu iki ayettir» demiştir.
Başka bir kanaldan Ebu'l-Âliye ondan şöyle rivayet etmekte dir: Onlar Ebubekir'in hilafet döneminde Kur'an'ı bir mushafta derlemişlerdir. Bazı kimseler yazıyordu. Ubey bin Ka*b da onlara dikte ettiriyordu (yazdırıyordu). Onlar Tevbe suresinin 127. aye tine gelince onu Kur'an'm son ayeti sandılar. Ubey ise onlara, «Hz. Peygamber (s.a) bana bunlardan sonra iki ayeti okumuştu» deyip, «Andolsun ki gerçekten size kendinizden olan bir 'peygamber geldi» ayetinden surenin sonuna kadar okudu ve yaptığı işi «Allah'tan başka ilah yoktur» cümlesiyle sona erdirdi.
Burada da görüldüğü gibi bu iki ayet Kur'an'ın değil, Tevbe suresinin son iki ayetidir. Ancak Tevbe suresinin Kur'an'ın en son suresi olduğu söylenirse, o zaman bu ayetler de Kur'an'ın son ayetleri olurlar. Ancak Sahih rivayete göre, Kur'an'ın en son inen suresi Nasr suresi, en son inen ayeti de Bakara suresinin 281. ayetidir.
Müteferrik haldeki Kur'an'ın Hz. Ebubekir zamanında derlenmesi hakkında Zeyd bin Sâbit'ten gelen rivayette şöyle denmektedir: «Tevbe suresinin son iki ayetini Huzeyme bin Sabit elEnsa-rî'nin yanında buldum. Ondan başkasının yanında yoktu.» Yani o, hurma kabuklarında kemik parçalarında, hurma kütüklerinde yazılı olan Kur'an'ı toplarken bu iki ayeti yazılı olarak sadece Huzeyme bin Sâbit'in yanında bulmuştur.
Buharı ve başka muhaddislerin rivayetinde, Huzeyme yerine, Ebu Huzeyme lafzı geçmektedir ki doğru olanı da budur. Ancak Zeyd bin Sâbit'in ayetleri, hem Huzeyme'nin hem de Ebu Huzey-me'nin yanında bulması da muhtemeldir. Ayrıca bu iki ayet birçok sahabînin ezberindeydi, biliniyordu.. Nitekim diğer rivayetler bu hususu açıkça belirtmektedir.
îbn İshâk, îmam Ahmed ve Mesahif'inde İbn Ebi Davud, Ub-bad bin Abdullah bin Zübeyr'den şöyle rivayet etmektedirler:
Haris bin Huzeyme, kâtiplere bu iki ayeti getirdiğinde Hz. Ömer ona yanında kendisinden başka şahid olup olmadığını sordu. Haris bin Huzeyme, «Başkası var mı bilmiyorum ama ben şe-hadet ederim ki bu ayetleri Rasûlullah'tan dinledim ve ezberledim» dedi. Hz. Ömer «Ben de şehadet ederim ki bu iki ayeti Rasûlullah'tan dinledim. Eğer bunlar üç ayet olsaydı onlan müstakil bir sure yapardım» diyerek kâtiplere, «Bakın! Kur'an'ın bir suresine bu iki ayeti ilhak edin» diye seslendi. Böylece bu ayetler Tevbe suresinin sonuna ilhak edildi.
Rivayet olunduğuna göre Ensar'dan biri bu iki ayeti Hz. Ömer'e getirdiğinde Hz. Ömer, «Senden hiçbir suretle buna dair başka bir şahit istemeyeceğim. Çünkü Rasûlullah bunları okumuştu, (yani ben de onlan Rasûlullah'tan dinlemiştim)» dedi. (İbn Cerir, İbn'ul-Münzir ve Ebu Şeyh)
Mesafih'inde İbn Ebu Davud şöyle rivayet eder: Huzeyme bin Sabit Hz. Ömer'in şehadetinden sonra Kur'an'ın yazılmasında çalışan Hz. Osman'a gelerek «Ey Halife!» dedi. «Görüyorum ki, siz bu iki ayeti terkederek onları yazmadınız.» Hz. Osman onlara hangi ayetler olduğunu sorunca Huzeyme, «Ben Rasûlullah'ın şöyle okuduğunu işittim» diyerek, «Andolsun ki gerçekten size kendinizden olan bir peygamber geldi.» ayetinden surenin sonuna kadar okudu. Hz. Osman, «Ben de şehadet ederim ki bu iki ayet Allah katından gelmiştir. Bu iki ayeti nereye koymamızı münasip görüyorsun?» diye sordu. Huzeyme «Bu iki ayetle Kur'an'ın en son inen suresini tamamla» deyince Hz. Osman bu iki ayeti Tevbe suresinin sonuna ekledi.
--- Tüm bu rivayetlerden elde edilen sonuç şudur :
Bu iki ayet birçok kimsenin ezberinde olmakla beraber meşhurdu. Ancak bu iki ayetin yerlerinin neresi olduğu noktasında ihtilâf edilmişti. Bazı rivayetlerde ise bu iki ayetin Hz. Peygamber' den (s.a) gelen direktif üzerine Tevbe suresine eklendiği belirtü-mektedir. Bazı rivayetlerde de bu ayetlerin rey ve içtihadla şimdiki yerlerine konduğu bildirilmektedir. Ancak ilk görüş daha güvenilirdir. Çünkü tevkifi CRasûlullah'ın direktifini) ezberinde bulunduran bulundurmayandan daha güvenilir kabul edilir.
Zahir olan bu iki ayetin yerleri hakkındaki ihtilafın nedeninin, onların içeriklerinin Mekkî, yani hicretten önce nazil olduklarına delâlet ediyor olmasıdır. Mushafı derleyen cemaate göre, onların Mekkî surelerden birisine yazılmasını teklif eden bir rivayet söz konusu olmamıştır Ancak buna karşılık onlar, Ebu Huzeyme'nin yanında bu iki ayeti Tevbe suresinin sonunda yazılı olarak bulmuşlardır.
Sahih bir rivayette, Zeyd bin Sabit'in Hz. Peygamber'e (s.a) gelen vahiyleri yazdığı bildirilmiştir. O Kur'an'ı başkalarıyla birlikte toplamak hususunda Hz. Ebubekir tarafından görevlendirilmişti. Hz. Ömer de, halifenin emriyle onların yanında hazır bulunuyordu. Onlar da yazıyorlardı. (Ravi) diyor ki: «Tevbe suresinin son ayetleri Huzeyme bin Sabit'in (veya Ebu Huzeyme'nin) yanında bulunmuştur.»
Zeyd'den gelen bir rivayette ise, «Huzeyme ile beraber bulundu» denilmektedir. Ancak kesinleşen rivayet Hafız İbn Hacer' in ortaya koyduğu şu görüştür: «Tevbe suresinin son ayetleri Ebu Huzeyme'nin yanında bulundu. Huzeyme'nin yanında bulunan ise Ahzab Suresi'nin 23 ayetidir.»
İşte bu, Buharî'nin o sureyi tefsir ederken Zeyd bin Sabit' ten rivayet ettiğidir: «Biz ayetleri (sahibeleri) mushafa yazdığımız zaman Ahzab suresinin bir ayetini bulamadım. Oysa onu Hz. Peygamberden (s.a) dinlemiştim. Onu kimsede (yazılı olarak) bulamadım. Sadece Huzeyme'nin yanında buldum. Hz. Peygamber (s.a) Huzeyme'nin şahitliğini iki kişinin şahitliği yerine kabul etmişti. Ahzab suresinin o ayeti 23. ayetiydi.»
îbn Hacer şerhinde bu rivayetin Zeyd'in Kur'an'ı toplarken sadece kendi ilmine ve ezberine güvenmediğine delâlet ettiğini söyler. Ancak İbn Hacer'in bu yorumunda müşkil bir yan vardır. Çünkü bu yorumun zahirinden anlaşılan odur ki Zeyd bu titizliğine rağmen sadece Huzeyme'den gelen şehadeti kabul etmiştir. Oysa Kur'an ancak tevatürle sabit olmuştur. Ancak bu itirazın cevabında ortaya çıkan husus Zeyd'in «Onu kaybettik», yani yazılı olanını kaybettik demiş olmasıdır. Yoksa ezberindekinikaybetmiş değildir. Aksine ayetler onun da başkalarının da ezberindeydi. Nitekim bu yorumu Kur'an'ın toplanmasıyla ilgili olarak gelen hadiste zikredilen şu cümle desteklemektedir: «Onu hurma kabuklarından, liflerinden araştırmaya başladım.» [160]
Kısaca olay şudur: Onlar bu iki ayetin hıfzlarda sabit olmasını araştırıyor değillerdi. Çünkü o ayetler zaten birçok sahabî tarafından ezberlenmişti. Araştırılan husus, onların yazılı olup olmadığıdır. Sonuç olarak deriz ki; bu iki ayet hem ezberlenmişti hem yazılmıştı hem de birçok sahabî tarafından bilinmekteydi. Ancak aralarında başgösteren ihtilâf, onların Kur'an'ı toplayacakları zaman bu iki ayetin nereye konacağı meselesi hakkındaydı. Öyle ki bu ihtilaf Hz. Peygamber'in (s.a) onları Tevbe suresinin sonuna koyduğuna dair iki kişinin şehadet etmesine kadar sürüp gitti. Çünkü sahih hadislerde Kur'an'ı tertip edilmiş olarak Pey-gamber'den alanlardan oldukları sabit olan Ubey bin Ka'b ve Zeyd bin Sabit öyle demişlerdi. Zaten o iki ayetin konacağı yer hakkında ihtilaf edenler azdı. Bunlar mushaflar da yazıldıklarında hepsi birden ayetlerin Tevbe suresinin sonuna konulmaları hususunda ittifak ettiler. Kendileri için özel olarak mushaf yazan kimselerden buna itiraz eden birinin olduğu tesbit edilmemiştir. Ve aksinin varid olduğunu, bildiren bir rivayet de yoktur.
Burada ikinci bir nokta, Medenî olan bu surenin sonuna niçin Mekkî olan bu iki ayetin konulmuş olmasıdır. Üstelik Mekkî olup da herhangi bir münasebetten dolayı Medenî surelere konulan ilk ayetler de bunlar değildi. (Yani bu türden birçok ayet vardır). Bunun nedeni muhtemelen şudur: Bu iki ayet konuldukları şekü-de, Ümmete icabetin kendilerine tebliğ edüdiği herkese bunlarla hitap etmenin doğru olduğunu ifade etmektedir. Hitabî böyle söylemiştir. Nitekim bu ayetler içerikleri ve Mekke'de inmiş olmalan bakımından, İbn Fürs'ün de dediği gibi, hitabın Hz. Pey-gamber'in (s.a) kavmine olduğuna delâlet etmektedirler. Böylece bizim bu söylediklerimiz, tüm görüşleri kapsamaktadır.[161]
Acaba peygamberlerin sonuncusu, umumî bir nübüvvet ile bedevi - medenî tüm insanlara gönderilen bir din ile niçin bedevi lik cehaleti kendilerine hakim olan Araplar arasından çıkmıştır? Niçin İran, Rum, Hind ve Çin gibi kültürel bakımdan daha ileride olan kavimler arasından çıkmamıştır? Yine niçin Kinane kabilesi, Hz. İsmail'in soyundan gelen diğer Araplardan, Kureyşliler diğer Kinanelilerden ve niçin Benî Haşim mensupları diğerlerinden üstün tutulmaktadır?
Bu sorular şöyle cevaplanabilir: İşaret edilen kültürel bakımdan ileride olan kavimlerin fıtrî ahlâkları deforme olmuş, tabiatları bozulmuştu. Dinî inançlarında zerre kadar sağlam bir şey yoktu. Yolundan gidecekleri kimseler yoktu. Çünkü din ve dünya hususunda önder olanlar yozlaşmışlardı. Din ve dünya önderleri, halklarını gerçekten uzaklaştırmak, onları kendilerine uşaklık etmeye zorlamak, onların sırtından bol nimetler kazanmak, azametlerinin nişaneleri olan binalar inşa ettirmek, halkın aklî hürriyetlerini kâhinler, keşişler ve hahamların farz kıldığı dine yönelmek ve böylelikle halka en ufak bir görüş serdetmek, düşüncele rini açıklamak imkânı bırakmamak, kişisel ve toplumsal hayatlarında seçme haklarını baskı altına almak suretiyle onları son derece ezmiş din ve dünyalarında köle haline getirmişlerdi.
Ancak Araplarda durum böyle değildi. Hele Hicaz Araplann-da hiç yoktu. Araplarda istibdadî bir hüküm ve otorite de bulunmuyordu. Onları zelil kılacak, şiddetlerini kıracak, düşünme özgürlüklerini ellerinden alacak, istemediklerini onlara kabul ettirecek bir otorite yoktu. Ayrıca onları manen ezecek .akıllarını kullanmalarını engelleyecek dinî bir otorite de bulunmuyordu. Arap. lar arasında aklî bir özgürlük havası alabildiğine teneffüs edilebiliyordu. Din ve dünya işlerinde seçme serbestileri bulunuyordu. Izzet-i nefsin doruğunda idiler. Onlarda kuvvetin şiddeti de vardı. Akıllarının hürriyet içinde olmasından dolayı yeteneklerini kullanabilecek durumda idiler. Akıl ve fıtrat dinini anlamak için müsaittiler. Bu yüzden hayırlı olduğuna, uygun ve haklı bulunduğuna inandıkları her şeyi iradelerinin hürriyetiyle en mükemmel şekilde savunabilirlerdi. İnandıklarını, içinde yaşadıkları topluma kabul ettirmeye ve başkalarına iletmeye güçleri yetebiliyordu. Tüm bunları kendiliklerinden ve vicdanlarından gelen istekle yaparlardı. Dinî ve dünyevî otoritenin tahakkümü burada söz konusu değildi. Nitekim İslâm'da önderlere itaati, iyilikle ve ilahî yasalara başeğmek suretiyle vacip kılmıştır. Ehl'ul-Hal ve'lAkd'den olan ve aynı zamanda ümmetin temsilcileri olarak aralannda şûra ile oluşturdukları nizamdan meydana gelen ve ümmet için konulmuş yasalara uymak vaciptir. Öyle ki Allah Teâlâ Ümmetin işlerinde Ehl'ul-Halve'UAkd ile istişare etmesini Hz. Peygamber'e (s.a) dahi farz kılmıştı. Yine Allah Teâlâ kadınların peygamberine biat etmesi ile ilgili olarak, «Onlar sana maruf (iyi) bir işte karşı gelmesinler» (Mümtehine: 12) diye buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a) kadınlarda olduğu gibi erkeklerden de bu şeküde biat alıyordu. Nitekim Hz. Ali'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) «Allah'a isyanda hiçbir mahlûka itaat edilemez. İtaat ancak maruf işlerde olur» diye buyurmuştur. (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Neseî)
Kinane kabüesi ilim ve hikmette, kerem ve sehavette Arapların (îsmailoğullan'nın) en üstünü idiler. Öyle ki Araplar delillerini onlardan getirirler, geçerli hükümleri onlardan naklederlerdi. îşte bu da, onların diğer Araplardan üstün ve seçkin olduklarına delâlet eder. Kureyş'in diğer Araplardan daha seçkin olmalarına gelince, bu tevatüren sabittir. Bunun en önemli göstergesi; Ku-reyşlilerde bulunan tekebbür ve irade, akıl özgürlüğüdür. Bu özellikleri Araplarda en üst seviyedeydi. Çünkü Arap Yarımadası sınırlarında oturan bazı Araplar İranlıların, bazıları da Bizansın tahakkümüne boyun eğmişlerdi. KureyşlÜerin neseb bakımından îsmailoğullan'ndan olduklarında kuşku yoktu. Onlar tüm Araplardan asalet yönünden daha üstün, dil yönünden daha fasihtiler. Umumî dilin derlenmesi için onlar çalışmışlardı. Kusay tüm kabilelerini Mekke'de topladıktan sonra, onlar umumî dilin derlenmesi için uğraştılar. Mescid-i Haram'ın hizmetkârlığını, hacılara .yemek ve su verme, fakir ve miskin hacılann ihtiyaçlarını giderme işini de onlar yaparlardı. Önemli meselelerde istişare yeri olarak Dar'm Nedve'yi de onlar tahsis ettiler. Arap yarımadasında tüm kabileleri herkesten daha iyi bilirlerdi. Çünkü kışın Yemen'e, yazın Şam'a ticaret için gitmek suretiyle Arap Yarıms.dası'nı geziyorlardı. Bu yüzden Araplann en zengini ve kuşkusuz en ileri gelenleriydi. Hz. Peygamber'in (s.a) gençliği döneminde Hilf'ul-Fu-dul'u (Erdemliler Birliği) akdetmeleri de ihsana kafi bir delildir. Onlar Mekke'de gördükleri her mazlumun yanında yer almaya, zalime karşı onlara yardım etmeye and içmişlerdi. Böylelikle haksızlıkla mazlumlardan alınanlar yine onlara verilene değin mazlumu destekleyeceklerdi. Zübeyr bin Avvam ve Ümmü Hani'nin hadisinde zikredüdiğine göre, Allah Teâlâ Kureyş'i şu yedi özellikle üstün kılmıştır:
1) Araplar arasında sadece Kureyşli olan kimseler Allah'a ibadet ediyorlardı.
2) Allah kendilerine Fil Günü'nde yardım etmek suretiyle onlan üstün kılmıştır.
3) Kur'an'ın bir suresi, başka hiç kimse zikredilmeksizin sadece onlar hakkında inmiştir.
4) Peygamberlik,
5) Hilafet,
6) Kabe hizmetleri Kureyş'e ihsan edilmiştir.
7) Kureyşliler hacılara yedirip-içirirlerdi. [162]
TEVBE SURESİNİN SONU
[1] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/548.
[2] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/549-550.
[3] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh : 67-68
[4] Kurlubî Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh:
74
[5] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/550-563.
[6] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 67, vd.
[7] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/563-564.
[8] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/566.
[9] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/567-570.
[10] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/570-572.
[11] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/574.
[12] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/575-576.
[13] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/576-578.
[14] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/578-583.
[15] Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 6/584.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/7.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/8-15.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/15-16.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/18.
[20] Hadiste bahsi geçen Yahudinin, dinini terkedip Arap
Yanmadası'n-daki müşrikler gibi putperestliği seçmiş olması muhtemeldir. Aksi
takdirde Yahudiler de Hıristiyanlar gibi Kitab Ehli'dirler ve kendileriyle
muaşeret etmede bir sakınca yoktur. Veya necis olmakda tüm kafirler aynıdır
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/19-23.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/23-24.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/24-25.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/25-27.
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/27-29.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/29-34.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/34-35.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/37.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/38-39.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/39.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/39-40.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/40-41.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/41-42.
[34] Ebu Zer bu hitabıyla Ka'b'ın kâfir olduğunu söylemek
istememiştir. Sadece onun Yahudi asıllı olduğuna işaret etmiştir. Nitekim
Ka'b'ul-Ah-bar Yahudi asıllıdır ve müslüman olmuştur
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/42-44.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/44-47.
[37] Kebîseli yıl; astronomiye göre kendisinden bir gün
arttırılan yıldır. Bu yıl, dört yılda bir, şubat ayına bir gün eklenip, onu 29
gün yapmak suretiyle meydana gelir.
[38] Alüsî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 10, sh: 290-291
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/47-49.
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/49-50.
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/50.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/52.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/53-54.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/54-55.
[45] M. Reşîd Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 10, sh: 489-490
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/55-58.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/58-64.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/64-67.
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/69.
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/70.
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/70-72.
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/72-73.
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/73-77.
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/79.
[54] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 157
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/80-84.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/86.
[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/87-90.
[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/91-93.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/93-95.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/95-99.
[61] Zira: Dirsekten orta parmak ucuna kadar olan bir
uzunluk ölçüsüdür. 75-90 cm. arasında değişen şekilleri vardır.
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/99-100.
[63] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 177.
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/100-101.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/101-102.
[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/103-104.
[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/104-108.
[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/108-110.
[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/110-111.
[71] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 186
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/112-115.
[73] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh; 187
[74] Beyzavi, Nesefi, Hazin, Tenvir'ul-Mikbas, cilt:3,
sh: 146.
[75] Izdıba: Kabe'yi tavaf ederken ihramın bir ucunu sağ
koltuğunun altından geçirip, diğer ucunu sol omzun üzerinden atıp bağlamak ve
sağ omuzu açık bırakmaktır. Tavafta bunu yapmak sünnet, namazda ise mekruhtur,
(tbn Abidin, cilt: 2, sh: 495)
[76] Alusî, Ruh'uI-MeanI, cilt: 10, sh: 122-123.
[77] Mecmau't-Tefasir, cilt: 3 sh: 49
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/115-124.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/126.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/127.
[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/127-128.
[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/128-131.
[82] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh:
197-198
[83] îstinâfi cümle; önceki cümleden alâkası kesilmiş başlı
başına bir cümle veyahut mukadder bir sorunun cevabı olan bir cümledir. (Bkz.
Mugni Lebib, cümle bahsi)
[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/131-195.
[85] Müşakale; Şeklen bir olma, benzeme. Birinin söylediği
bir sözü, diğerinin azçok önceki anlama zıt olarak kullanması
[86] Hatib Şirbinî, Es-Sirac'ul-Mûnir, cilt; 1, sh: 629
[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/135-137.
[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/139.
[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/140-142.
[90] Hatib Şirbinî, Es-Sirac'ul-Mûnir, cilt:. 1, sh: 620
[91] Kurtubî, Ahkam'uI-Kur'an, cilt: 8, sh:
203
[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/142-149.
[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/151.
[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/152.
[95] Bu ifade Arapçada, «Besle kargayı oysun gözünü»
şeklinde bizde de kullanılan bir deyimin karşılığıdır
[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/152-156.
[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/156-157.
[98] Hatib Şirbini, Es-Sirac'ul-Mûnir, cilt: I, sh: 634-635
v.d
[99] Vesk, bir tartı birimidir
[100] Sa', bir tartı birimidir
[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/157-161.
[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/161-163.
[103] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/165.
[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/166-167.
[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/167-173.
[106] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/173-176.
[107] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/176-177.
[108] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/177-178.
[109] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/178-179.
[110] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/179-181.
[111] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/183.
[112] îstidrak, gramerde bir önceki sözden doğan vehmin
ortadan kal-dınlmast demektir
[113] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/184-193.
[114] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/195.
[115] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/196-201.
[116] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/203.
[117] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/204.
[118] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/204-205.
[119] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/205-207.
[120] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 235-238
[121] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/207-209.
[122] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/209-211.
[123] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 11, sh: 7
[124] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/211-213.
[125] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/213-216.
[126] Yani -bi- harf-i cer'i yerine atıf harfi olan -vav-
kullanılmıştır. Oysa -Halt- fiili karıştırmak mânâsında olsaydı eğer, -BI-
harf-i cer'i kullanılmış olması gerekirdi
[127] Alusî, Ruh'ul-Meanî, cilt: 11, sh: 15, vd
[128] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/216-227.
[129] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/227-229.
[130] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/231.
[131] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/232-233.
[132] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/234-235.
[133] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 254, vd
[134] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/235-236.
[135] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 255, vd
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/236.
[136] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8 sh: 257.
[137] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/236-240.
[138] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/240-242.
[139] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh; 265, vd
[140] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/242-248.
[141] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/248-250.
[142] Kurtubt, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 267
[143] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/250-254.
[144] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/257.
[145] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/257-258.
[146] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 11, sh: 52-54
[147] Nahiv
ilmi~kaide ve kurallara
dayalı bir ilim
dalıdır. Arapçada terkiplerin
i'rab ve bina yönünden durumlarını bildirir
[148] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/258-263.
[149] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/263-268.
[150] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/268-272.
[151] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/272-274.
[152] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/276.
[153] Kurtubî Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 8, sh: 291, vd
[154] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/277-295.
[155] Kurtubî, Ahkam'ul-Kur'an,cilt: 8, sh; 296-297, vd
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 7/295-298.
[156] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/300.
[157] Kurtubî, Ahkam'uî-Kur'an cil: 8, sh; 300-301, vd
[158] tbn Kesir, Tefsir'ul, Kur'an'H-Azim, cilt: 3, sh:
478-47
[159] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/301-313.
[160] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 11, sh; 91-93
[161] Reşid Rıza, Tefsir'ul-Menar, cilt: 11, sh: 93-94
[162] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
7/313-323.