Berâe Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Haram Aylardan Sonra Ne Olacak?
Müşriklerin Allah Katında Antlaşmaları Olmaz:
Zahera Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Müslümanların Savaşa Girme Şartları:
Kendini Büyük Görmenin Cezası:
Ekonomik Çıkarlar Ve Manevi Oluşumlar:
Sekale Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Savaşa Çıkmak İsteyenlerle İstemeyenlerin Psikolojisi:
Münafıkların Konuşmalarına Allah'ın Cevabı:
Rağb Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Ğaram Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Münafıklar Niçin Fasıktır Ve Niçin Hüsrandadırlar?
Tarihi Olgular Ve Eğiticilikleri:
Müminlerin Davranışları Ve Ödülleri:
Münafıkların Dıger Özellikleri:
Hz. Peygamber Ve Ashabın Amel Ve Ödülleri:
Münafıkların Durumunu Allah Bildiriyor:
Münafıklık-Murdarlık İlişkisi:
Münafıklıkta Maharet Kazanmak:
Münafıkların Eylemleri Ve Mescid-Idırar:
Başarılı Müslümanlara Allah Yardım Eder:
Doğru İnsanlarla Arkadaşlık Yapmak:
Sadaka Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Rağb Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Kafirlere Karşı Davranış Şekli Nasıl Olmalıdır?
Ğılza Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Rics Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Sarf Kelimesinin
Kur'ân'daki Mânaları:
Şefkat-Merhamet Ve Hz. Muhammed:
Yuz Çevirenlere Söylenecek Soz:
Tevbe Suresinden Çıkan Neticeler:
Dokuzuncu
sûre olan Tevbe sûresinin birden fazla isminin olduğunu Zemahşerî nakletmekte,
ve bu isimlerin veriliş sebebini şöyle açıklamaktadır: Müminleri tövbeye teşvik
ettiği için Tevbe; nifaktan, münafıklıktan uzaklaştırdığı için Mukaşkişe;
münafıkların iç âlemlerini deşifre edip ortaya koyduğu için Müba'sıre,
gizlilikleri meydana çıkardığı için Musîre; o gizlilikleri eşelediği için
Hâfire, sakındırdığı için Müşerride isimlerini almıştır. Bunlardan başka
Muhzıye, Fâdıha, Müdemdime ve Azâb isimlerinden de bahsedilmektedir. Ayrıca
bazı sahâbîler sûrenin ilk kelimesinden hareket ederek ona Berâe ismini de
vermişlerdir. Bunların içinden Tevbe ismini tercih ederek sûrenin
özelliklerini şu şekilde belirleyebiliriz:
1.Tevbe sûresi, inananlarla inanmayanların arasındaki savaşlardan
bahsetmesi, savaş hukukunu ele alması bakımından Enfâl sûresinin bir devamı
durumundadır. Zemahşerî ile Razı Enfâl ile Tevbe sûrelerinin arasında iniş
bakımından yedi yıllık bir mesafe olmasına, Hz. Peygamber'in bir açıklama
yapmama
sına rağmen iki sûrenin arasında bağların olduğunu söylemektedirler. Bu husus,
sûre dikkatli bir şekilde tedkik edildiğinde de anlaşmaktadır. Belki de
Enfâl'in bir devamı olduğu için Tevbe sûresinin başına besmele
konmamıştır.
2.
Tevbe sûresi sözü ile davranışları birbirini tutmayan münafıkların
eylemlerini ele almakta, bu yönüyle Bakara sûresinin 8-20; Âl-i İmrân 167; Nisa,
61, 88, 138, 140, 142, 145. âyet-leriyle bağlantılıdır Tevbe sûresinin, 64, 67,
68, 77, 97, 101. 124-127. âyetleri kalplerinde hastalık olan; hakikati kendi
peşin fikir, istek ve davranışlarıyla çatıştığında derhal hakkı inkâra yeltenen
münafıkların durumunu açıklamak ve bu hususta önceki sûrelere referans
vermekte, kendinden sonraki münafıklığın çeşitli özelliklerini ele alan İsrâ,
Ahzâb, Fetih, Hadîd, Münâfıkun, Ankebût ve Tahrîm sûrelerine de ışık
tutmaktadır. Onun içindir ki Tevbe sûresi hicretin 9. yılı içinde Tebük
seferinden önce inmiş, Medine toplumunda hüküm süren sosyal ve siyasî
olayların ve bu olayların oluşturduğu şartlar nedeniyle Hz. Peygamber'e destek
olanların bazıları psikolojik istikrarsızlık içindeydiler. Bu tür sorunlara
ışık tutmak, onları çözmek için Tebük seferinden önce inmeye başlayan bu sûre,
sefer süresince ve sonrasında da indirilmeye devam etti. Bu sebeple sûrenin
tamamının Medine'de indiği konusunda ittifak vardır.
3. Allah Bakara sûresinin 165. âyetinde sevginin şirke götürdüğünü
açıklarken, Tevbe sûresinde (âyet 24) neyi ne kadar seveceğimizi gündeme
getirerek Bakara sûresinin 165. Âyetini anlam bakımından tamamlamaktadır.
4.
Tevbe sûresinin 25-26. âyetleri ile Âl-i İmrân sûresinin 124-126 ve
Enfâl sûresinin 9-12.
âyetlerinin bir bütünlük arzetmekte ve bütün bu âyetlerde
savaşta müminlere nasıl yardım edildiği açıklanmaktadır.
5.Tevbe sûresinin 3 ve 19. âyetlerinde hac konusuna değinilmekle, hem
Bakara sûresinin 196-201, hem de Al-i imrân sûresinin 96-97. âyetleri
tamamlanmaktadır. Çünkü bu âyetlerde"en büyük hac" kavramı geçmediği
halde Tevbe sûresinin 3. âyetinde geçmektedir.
6. Allah'ın nurunu söndürmeye çalışanların, çabalarının netice
vermeyeceği, Allah'ın nurunu tamamlayacağı gündeme getirilmekle Tevbe
sûresinin 32-33. âyetleri, Enfâl sûresinin 7 ve 8. âyetlerini tamamlar
mahiyettedir.
7.
Enfâl sûresinin 5. âyetinde savaşa çıkmayı kerih gören müminlerin,
Tevbe sûresinin 38 ve 39. âyetlerinde niçin böyle yaptıkları sorgulanmaktadır.
8.
Enfâl sûresinitt 72 ve 75. âyetleri inananların birbirlerinin dostu
olduklarını dile getirilmişken Tevbe sûresinin 71. âyetinde bu dostluğun
içinde inanan kadınların da bulunduğu ifade edilmektedir.Bu sûrenin başında
besmelenin yer almamasının sebebi, Enfâl sûresinin bir devamı olmasının yanı
sıra, bir başka rivayet de şöyledir: Hz, Osman mushafında bu sûrenin başına
besmelenin konmamasının sebebi şöyle açıklanmaktadır: Bazan Hz. Pey-gamber'e
birkaç bölümü olan sûreler inerdi. Kendisine bir vahiy indiğinde, vahiy kâtiplerini
çağırır, o âyetlerin hangi sûreye konacağını söylerdi. Enfâl, Medine'de inen
ilk sûrelerden olduğu halde Tevbe de son sûrelerdendir. Her iki sûre, birbirine
benzer konuları anlatmaktadır. Ben de bu iki sûrenin, bir tek sûre olduğunu
sandım. Hz. Peygamber Berâe'nin Enfâl'den olduğunu bize söylemedi. Bundan
dolayı ikisini birbiri ardınca yazdım, araya besmele koymadım ve bunu yedi uzun
sûreye kattım[1]. Râzî'nin nakline göre
Kâdî Beydâvî, bunun böyle olacağını Peygamber vahye dayanarak söylemiştir.
Bu
sûrenin başına besmele konmamasının bir başka nedeni de şöyle izah
edilmektedir: İbn Abbâs Hz. Ali'ye: "Berâe sûresinin başına neden besmele
yazmıyorsun?" diye sormuş; O da: "Çünkü bu sûre kılıcı
emretmiştir" cevabını vermiştir[2]. Bu
rivayetten anlaşılıyor ki, besmele Allah'ın, merhamet, acıma ve şefkat anlamına
gelen sıfatlarını içerdiği ve bu sûre de müşriklere meydan okuma ve bir
ültimatomla başladığı için sûreye besmeleyle başlanmamış olabilir[3].
Tevbe
sûresinin âyet sayısı 129 olup uzun sûrelerin sonuncusudur.[4]
1. Allah ve PeygamberVnden kendileriyle antlaşma
yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar!
Ayetin
temel kavramı Mj, beraedir, "Yaratmak, hastayı iyileştirmek, iyi niyetli
olmak; *üjJi el-berîe kalıbı "borçtan, ayıptan kurtulmak, beri
olmak"; min cer harfi ile kullanılınca "uzaklaşmak"; \y. berrae
kalıbı min cer harfi ile kullanılınca "beraatine hükmetmek"; ÎjU
tebârae kalıbı da "kan kocanın ayrılması, boşanması" bu ilk âyetteki
kalıbı ile de "ihtar" mânalarına gelmektedir.
Tevbe
sûresinin birinci âyetinde hukukî mâna yüklenen bu kelime, Muhammed Esed'e göre
"antlaşmalarla belirlenmiş bağ, ya da yükümlülüklerden muaf olduğunu,
yahut onlardan sıyrılmış bulunduğunu bildirmesi, duyurulması" anlamını
ifade etmektedir[5]. "Alâkanın kesilmesi,
sona ermesi, aradaki münasebetlerin kesilmesi" anlamlarına da gelir.
1. Yaratmak. Allah'ın yaratması ile ilgili olarak Hadîd sûresinin
22. âyetinde geçmektedir: Yeryüzünde gerçekleşen ve sizin başınıza gelen herhangi
bir musibet yoktur kiy biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın!"
Allah bu âyette yaratma fiilini berae kelimesinden getirerek, başa gelen
musibetlerle ilgili olarak kullanmaktadır.
Haşr sûresinin 24.
âyetinde bârin kalıbından "var eden" anlamında ftjüı el-bâri'
şeklinde Allah'ın sıfatı olmaktadır. Bakara sûresinin 54. âyetinde de aynı
kalıptan, "yaratıcı" anlamına gelmektedir.
2. İyileştirmek. Bu kelime Âl-i îmrân sûresinin 49. âyetinde ubri
kalıbından gelmekte ve "hastayı iyileştirmek" mânasını ifade
et-mektedir, "Allah'ın izni ile körü ve sedef hastasını
iyileştiririm."
3.Temize çıkarmak. Yûsuf peygamber Yûsuf sûresinin 53. âyetinde şöyle
diyor: "Nefsimi temize çıkarmıyorum." "£y /man edenler! Siz de
Musa'ya eziyet edenler gibi olmayınız* Nihayet Allah onu, dedikleri şeyden
temize çıkardı" (Ahzab 33/69).
4. Uzaklaşmak. Bu dünya hayatında bazı insanlar bazılarını kandırırlar.
Kandırılanlar kandıranların arkasından giderler, Âhirette arkasından
gidilenler, gidenlerden uzaklaşacaktır, "İfte o zaman, kendilerine uyulup
arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar" (Bakara 2/166).
"Uyanlar
şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri dönmemiz mümkün olsaydı da, şimdi
onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsaydık"
(Bakara 2/167). Bir peygamberin veya mümin bir kişinin, müşriklerin eş
koştuklarından uzak olmasını ifade ederken de bu kelime kullanılmaktadır.
"Ben sizin ortak koştuklarınızdan kesinlikle uzağım" (En'âm 6/19),
Şeytan
dünyada insanlara yaptıkları kötü şeyleri güzel gösterir ve böylece onları
etkiler, onlarla beraber hareket edeceğini söyler. Bedir Savaşı"nda
müşriklerle beraber hareket edeceğini söylemişti. Ama miislüman ordusunu
meleklerle beraber görünce şu ifadeyi kullandı: "Fakat iki ordu birbi-râı
görünce, şeytan ardını döndü ve: Ben sizden uzağım, ben sizin görmediklerinizi
(melekleri) görüyorum" (Enfâl 8/48). İşte "ben sizden uzağım"
derken, burada kullanılan berîün kalıbı, Şeytanın etkilediği insanları yüzüstü
bırakıp onlardan uzaklaşması anlamına gelmekte ve Haşr sûresinin 16. âyetinde
de aynı mânada geçmektedir.
Bir
insan başka biriyle arkadaş ve dost olabilir. Bu kişinin Allah'ın düşmanı
olduğunu anlayınca ondan ayrılması ve uzaklaşması durumu anlatılırken de bu
kelimeye yer verilmektedir: "İbrahim'in, babası için af dilemesi, sadece
ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu
kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı" (Tevbe 9/114). Dünyada azıp
başkalarını da azdıranlar, âhirette azdırdıklarının günahlarını üzerlerine
almamaları için Allah'a yalvarırken de bu kelime kullanılmıştır: "(Onların
suçlarından) beri olduğumuzu sana arzederiz" (Kasas 28/63). Hz.
Peygamber'in getirdiğine inanmayan kâfirlere karşı kullana-cağı metot ona
bildirilirken de bu kelime kullanılmaktadır: "Onlar seni yalanlarlarsa de
ki: Benim işim bana sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan
uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım" (Yûnus 10/41). Farklı
i-nançlardaki insanların amellerinin de farklı olması doğaldır. Doğal olmayan
ise, benzer davranışları sergilemeleridir. Allah, Peygamberin onların
davranışlarından uzak olacağını belirtirken bu uzaklığı. berîün kalıbıyla ifade
etmektedir (HÛd 11/35, 54; Şuarâ 26/216; Zuhruf 43/26; Mümtehine 60/4.
âyetlerinde de söz konusu kelime aynı anlamlarda yer almaktadır).
Nûr
sûresinin 26. âyetinde müberraûn lafzı, hem "uzak", hem de
"temiz" anlamında kullanılmakta ve meşru olmayan cinsel iliş-kiden
uzak kadın ve erkekler için âyette yer almaktadır: "Temiz kadınlar temiz
erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır. Bu sonuncular
(iftiracıların) söylediklerinden çok uzaktırlar.
5. Suçsuz. Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun
üzerine atarsa, elbette büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş
olur" (Nisa 4/112) âyetinde ise bu kelimeye "suçsuz" mânası
verileceği gibi "masum", "temiz", "günahsız"
anlamı da verilebilir.
6. Berat. Kamer sûresinin 43. âyetinde bu kelime berâetün kalıbında yer almakta ve konuya göre
bildiri veya ihtar mânası değil de"berat" anlamını ifade etmektedir:
"Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda
sizin için bir berat mı var?"
7. İhtar (bildiri, nota). Tevbe sûresinin birinci ve üçüncü âyetlerinde bu
anlamda yer almaktadır.
Tevbe sûresinin
birinci âyetini anlayabilmek için şu sorunun cevabını vermek gerekir: Allah
böyle antlaşmayı bozacak bir ihtarı onlara niçin vermektedir? Bu sorunun
cevabını verebilmek için Enfâl sûresinin 58. âyetine bakmak gerekir:
"(Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de
(onlara yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah,
hainleri sevmez"
Berâe
kelimesinin Kur'ân'daki kullanımlarını bu şekilde ifade ettikten sonra âyetin
mesajına dönelim:
"Allah
ve Peygambe-rVnden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir
ihtar!"
Müşriklerin,
yaptıkları antlaşmayı tek taraflı olarak bozmalarını. Allah ihanet olarak
değerlendirmekte, ve misilleme olarak Hz. Peygamber* den antlaşmayı bozmasını
istemektedir. Taberî bunu şöyle açıklamaktadır: Müşriklerle savaşa girmeden
önce, ihanetleri sebebiyle antlaşmayı bozduğunu, ona bağlı kalmayacağını
kendilerine bildir. Kendileriyle savaş halinde olduğunu bilsinler. Beydâvî de
Taberî'ye benzer a-çıklamanın yanı sıra şu ilâveyi yapmaktadır: Böyle yap ki,
antlaşmayı tek taraflı bozduğun kanaatine varmasınlar. Reşîd Rızâ âyetin
sonundak: "Allah ihanet edenleri sevmez" ifadesini, hem müminlere hem
de müşriklere bir ihtar olarak görmektedir.
Enfâl
sûresinin 58. âyetinde antlaşmayı bozma konusunda verilen emir, bu âyetteki
ihtar ile karşı tarafa duyurulmaktadır, ihtar (nota) Allah ve Resulü'nden
müslümanların antlaşma yaptığı müşriklere verilmiştir. Müşriklerin tek taraflı
olarak bozduğu antlaşmayı, misilleme olarak bozma işini Allah ve Peygamber'i
yapmaktadır.
Netice
olarak diyebiliriz ki, Allah Kur'ân vasıtasıyla antlaşma, antlaşayı bozma ve
ihtar etme hukukunun temellerini atmıştır. Antlaşma yapmak hem ciddi, hem
önemli hem de hassas bir iştir. Antlaşmayı bozmak da aynı derecede önemlidir.
Âyette
geçen kelimenin kullanılış şekline bakarsak önemli bir genellemeye
varabiliriz: J*£ufc jailı "Antlaşma yaptınız" ifadesinde kelime çoğul
olduğundan, sanki bütün müslümanlar bütün müşriklerle antlaşma yapmış gibi
anlaşılıyor. Antlaşmayı yapanlar toplum liderleridir. Onlar kendi toplumları
adına yaptıklarından bütün halk yapmış gibi oluyor. Devlet başkanı herhangi bir
antlaşmaya imza atarken, milleti adına hareket etmekte ve milletin her ferdi o
imzadan sorumlu olmaktadır.
Hz.
Peygamber'in yapmış olduğu antlaşma modern hukuka kaynaklık etmekte ve
devletlerarası hukukun temel ilkelerinden birini teşkil etmektedir. Devlet
başkanının imza koyduğu antlaşma halkı bağlamaktadır. Müşrikler kelimesi de
çoğuldur. Onların ileri gelenlerinin koyduğu imzadan da onlar yükümlüdürler.
Burada şu soruyu sorabiliriz: Antlaşma hangi şartlar altında bozulabilir?
Sorunun cevabını Râzî şöyle vermektedir:
a) Peygamberin aleyhinde, müşrikler tarafından ihanet edildiğinin ortaya
çıkması. Râzî bunu şu âyetlerle ispat etmektedir: "(Antlaşma yaptığın) bir
toplumun İha-net etmesinden korkarsan, sen de (onlarla yaptığın ahdi) aynı
şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, ihanet edenleri sevmez"
(Enfâl 8/58), "Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında
hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir" (Enfâl 8/56). Demek ki
antlaşmaya ihanet edip bozmak şartlardan birini oluşturmaktadır.
b)
Antlaşmanın bozulmasını
Allah'ın emretmesi de diğer şartı teşkil etmektedir.
c) Antlaşmanın belli bir zamana bağlı olarak yapılması sebebiyle, zaman
bitince antlaşma da biter. Bu da diğer bir şartı oluşturmaktadır.
Buradan
çıkarılacak diğer bir netice de şudur: Artık müslümanlar ihtar edecek güce
ulaşmışlardı. Nota vermek siyasî ve sosyal güçtür. Güçsüz toplumlar, zulüm yapan
insanlara nota veremez, ihtar çekemez. Bedir Savaşı9nın zaferinden, Tevbe
sûresinin inmeye başladığı Tebük seferine kadar, müslümanlar ihtar edecek
seviyeye geldiler. Müslümanlar güçlerinin farkında olmadığı için Allah
onlardan bunu yapmalarını istedi.[6]
2.
Yeryüzünde dört ay daha dolaşınız ve biliniz ki, siz Allah'ı aciz
bırakamazsınız; Allah ise kâfirleri rezil e-decektir.
1. "Dolaşınız" mânasına gelen kelime saha fiilinden türemiştir,
Esâha "suyu akıtmak" mânasına gelmektedir. Tevbe sûresinin ikinci
âyetinin dışında yine Tevbe sûresinin 112. âyetinde bu kelime "oruç
tutanlar" anlamında sâihûn, Tahrîm sûresinin beşinci âyetinde de
"oruç tutan kadınlar" anlamında sâihât olarak geçmektedir.
2. "Dört ay" ifadesi, Allah'ın onlara dört ay dolaşma hakkı
verdiğini anlatmaktadır. "Dört ay" ne olabilir? Bakara sûresinin 194
ve 217. âyetlerinde geçen haram aylar, yani saldırmazlık Örfü veya
paktı
diyeceğimiz savaşın yasak olduğu ayarlar olabilir. Her türlü savaşın yasak
olduğu aylar olabilir. Her türlü savaşın haksız sayıldığı haram aylar birinci,
yedinci, on birinci ve on ikinci kamerî aylarıdır- Bakara sûresinin 217.
âyetinde bu aylarda savaşmak çirkin bir davranış olarak kabul edilmiştir.
Acaba
Tevbe sûresinin ikinci âyetinde geçen dört ay bu "haram aylar"
anlamına mı gelmektedir? Saldırmazlık paktının ayları senenin değişik aylarına
rastladığı için o anlama geldiğini söyleyemiyoruz. Tevbe sûresinin ikinci
âyetindeki dört ay, peş peşe gelen dört ayı ifade etmektedir. Dört ay yeryüzünde
dolaşmayı, îsrâiloğulan'mn yeryüzünde kırk yıl şaşkın şaşkın dolaşmasına
benzetilebilir (Mâide 5/26). Allah dört aylık zamanı, müşriklere durumlarını
gözden geçirmek için yeterli bir zaman olarak görmüştür. Zührî'nin açıklamasına
göre Tevbe sûresi Şevval ayında inmiştir. O halde bu dört ay Şevval, Zilkade,
Zilhicce ve Muharrem aylarıdır.
3. "İyi biliniz ki} siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise
kâfirleri rezil edecektir" A-yetin bu kısmından çıkarılacak neticeler
şunlardır:
a) Müslümanlar Enfâl sûresinde anlatılan ilâhî yardımın ne mânaya
geldiğini kavradıklarından, savaştaki başanyı kendilerine değil Allah'a mal
etmektedirler. "Bizi âciz bırakamazsınız" diyorlar. Böyle konuşmayı
Allah onlara öğretmektedir.
b) Allah âciz bırakılamayacağına göre, onunla savaşanlar rezil olacaktır.
Dört aylık zaman, bunu düşünmeleri için onlara mühlettir,
c)
İnkâr psikolojisi insanlara rezillikten başka bir şey getirmemekledir.
İnkâr hem ferde hem de topluma zarar vemektedir. Allah bunu insanlara Öğretmekte
ve onları inkârdan caydırmaktadır. "Utandırıcı ceza" mânasına gelen
hızy, inkâr eylemini getirmektedir. Müşriklere karşı Allah'ın müminlere yardım
etmesi, onlar için dünyada rezilliği getiren enilgi, âhirette de cehennem
olmaktadır.[7]
3.
£n büyük hac (hacc-ı ekber) gününde Allah ve Resulünden insanlara bir
bildiridir: Allah ve Resulü müş
riklerden uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır, ve eğer
yüz çevirirseniz biliniz ki, siz
Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz- O kâfirlere elem verici azabı müjdele!
4.
Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan)
hiçbir şeyi size eksik bırak
mayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün)
dışındadır. Onların antlaş
malarını süreleri bitinceye kadar tamamlayınız Allah sakınanları sever.
Bu
âyetlerin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "En büyük hac (hacc-ı ekber) günü." "En b hac
hangisidir" sorusuna âlimler çok farklı cevaplar vermektedir f kısmı
"en büyük haccın" hicretin 9. yılında Hz. Ebû Bekir'i hac olarak
göndermiş olduğu hacdır diyor. Böyle bir ihtimalin doğru olduğunu söylemek çok
zordur. Bazı âlimler de hicrî 10. yılda Hz. Peygamber'in yaptığı "Veda
haccı"na bu ismin verildiğini öne sürmektedirler. Bunlardan biri de
Zemahşerî'dir. Ona göre İbn Ömer şöyle dedi: "Veda haccında Hz. Peygamber
kurban gününde şeytan taşlama anında durdu ve: 'Bu en büyük hac günüdür'
buyurdu"[8]. Razı de diğer bütün
farklı görüşleri vermekle birlikte bu hadisi esas almakta ve Veda haccı-nın
"en büyük hac günü" olduğunu söylemektedir.
Zemahşerî
ve Râzî'nin naklettiğine göre umreye küçük hac, normal hacca da en büyük hac
denmiştir. "En büyük hac" ifadesini Veda haccı ile mânalandırmak
yeterli midir? Bu durumda Veda haccından sonra artık en büyük hac olmayacaktır
anlamı çıkmaktadır. Oysa günümüzde arefenin cuma gününe rastlamasına da
"en büyük hac" denmektedir. Bu açıklama âyeti
evrenselleştirmektedir. Kıyamete kadar en büyük hac devam edecektir.
Veda
haccının en büyük hac olduğu ilkesinden hareket edersek, o zaman âyetin
evrenselliği o gün verilen bildirinin esaslarının devam etmiş olmasıyla temin
edilmiş olacaktır. Demek ki Tevbe sûresinin üç ve dördüncü âyetlerinin Veda
haccı sırasında vahyedildiği ortaya çıkmaktadır. Sahâbî Berâ da bunu
söylemektedir. Berâ'ya göre, sûre olarak Peygamber'e indirilen en son sûre
Tevbe süresidir. Ama onun bu ifadesinden üç ve dördüncü âyetlerin, Veda haccı
sırasında vahyedildiği sonucu çıkarılmalıdır[9].
2. "Allah ve Resulü'nden insanlara bir bildiridir " şeklinde
Tevbe sûresinin birinci âyetinde bir ihtar verilirken üçüncü âyetinde başka bir
bildiri sunulmaktadır. Birinci âyette müşrikler muhatap alınırken, üçüncü
âyette bütün insanlığa bir bildiri sunulmaktadır. Birinci âyet özele, üçüncü
âyet genele hitap ettiğinden eğitim açısından özelden genele giden bir yol
izlenmektedir.
Buradan
şu neticeyi çıkartıyoruz: Kur'ân bu âyetiyle hukukun mahallî, yani millî olanı
ile evrensel olanını gündeme getirmekte ve modern hukukun bu konudaki
temellerini atmaktadır. Demek ki ihtar bütün insanlığa verilemez, belli bir
topluma verilir, ama bildiri bütün insanlığa
yapılabilir.
Onun içindir ki birinci âyette berâe, üçüncü âyette de oiiî ezan kelimelerine
yer verilmiştir.
Öyle
anlaşılıyor ki birinci ve üçüncü âyetlerin benzer taraflarından biri ihtarın ve
bildirinin Allah ve Peygamber'i tarafından yapılmış olmasıdır. Bu bildirinin
en büyük hac günü yapılmasından anlıyoruz ki, hac ibadetinin aynı zamanda
bildirilerin verildiği bir kongre niteliğinde olmasıdır. Âyetlerden hac
mevsiminin sadece haccın menâsikini yerine getirmek değil, aynı zamanda
insanlığa yapılacak duyuruların yapıldığı ilmî, siyasî, hukukî ve ekonomik
toplantılarının mevsimi olarak anlamak gerekiyor. Ayete göre bu durum Hz.
Peygamberi5 nin uygulaması olmaktadır.
Hac
mevsiminde bütün insanlığa hitap eden Hz. Peygamber'in Veda haccındaki hutbe
gibi bir hutbenin verilmesi, aynı zamanda özel anlamda müslümanlarm, genel
anlamda bütün insanlığın problemlerini çözecek oturumların, ilmî faaliyetlerin
yapılması da bu âyetten çıkmaktadır. Allah ve Peygamberi'nin onayladığı ve
onlar tarafından verilen bildiride hangi maddeler vardı?
a) "Allah ve Peygamberi müşriklerden uzaktır." Birinci âyette
Mym berâe olarak geçen söz konusu kelime
üçüncü âyette nfji berîün olarak yer almaktadır. Birinci âyetteki
kalıb;"ihtar"; üçüncü âyetteki
de "uzak" anlamına
gelmektedir. Tevhia inancının
ulaştırılmasına rağmen hâlâ bilinçli olarak Allah'tan başka varlıklara tanrılık
yakıştıran müşriklerden uzak kalınacağına dair bir madde bildiride yer
almaktadır.
Demek
ki Yüce Allah ve Hz. Peygamber, şirk koşan insanlardan bağını koparmakta ve
onlardan uzaklaşmaktadır. Bunun anlamı müminler de müşriklerden uzak
olacaklardır. Kısaca diyebiliriz ki şirk insanların arasını açmakta, bölücü
bir nitelik taşımaktadır. Burada inancın sosyal ve dinî yapıya yansıması
ortaya çıkmakta, tevhid inancının olumlu şirkin de olumsuz mânadaki etkinliği
gündeme getirilmektedir.
b) "Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için dalu hayırlıdır/' Buradaki
tövbe etmenin anlamı, Allah ile kendi araların açan şirkten vazgeçip tevhid
inancına dönmeleridir. Şirkten vazgeçi: tevhid inancını kabullenmek, insan için
faydalı olan bir değişimdi' inancını kabullenmek, insan için faydalı olan bir
değişimdir. Demek ki tövbe aslında radikal bir değişim olmaktadır. Ayetin bu
kısmında geçen ve "daha iyi" olarak mânalandırdığımız hayır kelimesi,
Allah'ın insanların davranışlarını değerlendirirken kullandığı bir kavramdır.
Buradan anlıyoruz ki, insan "daha iyi" olana dönmeli, yönelmeli ve
eylemini gerçekleştirmelidir. Böylece Allah "daha iyi" olanın ne
olduğuna da bir tanım getirerek kelimenin içini doldurmaktadır. "Daha
iyi" olan şey, insanın şirki bırakıp tevhid inancına dönmesi ve onu
kabullenmesidir.
c) "Ve eğer yüz çevirirseniz biliniz ki, Allah'ı âciz bırakacak
değilsiniz." Ayetin, birinci âyetin notasındaki
maddelerden birini oluşturduğu gibi, üçüncü âyette bütün insanlığa yapılan hem
ihtarda hem de bildiride ona yer verilmektedir. Tövbe edip tevhid inancına
uymayıp, ondan yüz çeviren, onu göz ardı eden; ona
kulak asmayan, ona aldırış etmeyen insan Allah'a şirk koşmaya devam edecek
demektir. Bilerek Allah'a şirk koşmaya devam etmek, Allah'a savaş açmaktır. Bu
savaşı açan bilmelidir ki Allah'ı asla âciz bırakama
yacaktır.
d) "0 kâfirlere elem verici bir azabı müjdele." Bildirinin ilk maddesinde müşrikler ele
alındığı halde, sonuncu
maddesinde kâfirlerden bahsedilmektedir. Şirkten inkâra doğru bir gidişin
olduğunu görüyoruz. Allah Hz. Peygamber'den, kâfirlere elem verici bir azabı
haber vermesini istemektedir. Elem verici azabın bir kısmı bu
dünyada, bir kısmı da âhirette gerçekleşecektir. Bildirinin bu kısmı, insanları
inkârdan ve şirkten caydırmayı amaçlamaktadır.
3. "Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma
şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi
bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını,
süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Allah sakınanları sever."
Zeccâc,
bu âyetin Tevbe sûresinin birinci âyetinden müstesna olduğunu iddia ederken,
Zemahşerî ikinci âyetinden müstesna olduğunu öne sürmektedir. Aslında her ikisi
de doğru söylüyor, çünkü ikinci âyet birinci âyetin devamıdır. Birinci âyette
müslümanlarla antlaşma yapan
müşriklere
bir ihtar verilirken, ikinci âyette onlara durumlarını bir daha gözden
geçirmeleri için dört ay mühlet verilmektedir. İhtar verilenlerle dört ay
mühlet verilenler aynı kimselerdir. Allah bu maddede müslümanlara antlaşma yaptıkları
müşriklerin istisna olanlarını açıklamaktadır. Bu müşriklerin özellikleri
nelerdir?
a) "Hiçbir şeyi size eksik bırakmayan. Bunun anlamı, antlaşma şartlarını eksiksiz yerine
getirmiş olmalarıdır. Böylece Allah, antlaşmanın gerekli kıldığı görevleri
yerine getiren müşriki antlaşmanın gereğini yerine getirmeyenleri birbirinden
ayırmakta Âyetin bu kısmını, Enfâl sûresinin 56. âyetine bağlarsak şöyle bir m
çıkartabiliriz: "Onlar, dileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında
hiç çekinmeden anmalarını bozan kimselerdir." Demek ki müşriklerin genel
anlamda anlaşma şartlarını gerektiği şekilde yerine getirmeme huylan vardır,
bunların istisnalarının olabileceği de Tevbe sûresinin dördüncü âyel
belirtilmektedir. Diğer taraftan antlaşmanın şartlarına müslümanların da eks
uylamaları gerektiği vurgulanmaktadır, Allah, müslümanların şa uymamasına
ihtimal vermediği için, "sizin harfiyen uyduğunuz şa eksiksiz uyan
müşrikler'* dememektedir. Ayrıca âyetin bu kısmınd; neticeyi de çıkartıyoruz:
Devletlerarası antlaşmaları Allah çok önt mekte; antlaşmanın şartlarını
eksiksiz yerine getirmeyi gerekli göı tedir. Çünkü Allah insanların
birbirlerine verdikleri sözleri, yapt antlaşmaları kendisi ile yapılmış gibi
kabul etmektedir.
b) Sizin aleyherhangi bir kimseye
arka çıkmayanlar, (bu
hükmün dışına Onların
antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız," Eki antlaşmanın
yapıldığı milletin aleyhine, o milletin düşmanına ı
çıkmayı Allah ihanet olarak
nitelemektedir (Enfâl 8/58). Anı yaptığın devletin aleyhine başkasına arka
çıkmak, ona ihanet t: antlaşmayı bozmaktır. Bundan anlıyoruz ki müslümanlar,
antlaşı eksiksiz yerine getirenlerle, getirmeyenleri eşit tutmayacak, aralar
farkı gözeteceklerdir. "Antlaşma", hukukun en önemli konula
birini teşkil ettiği için, insanlar arasındaki farkı ortaya çıkartma
Şahsiyetli toplumların belirgin özelliği antlaşmalarına lumlarm belirgin özelliği
antlaşmalarına sadık kalmalarıdır. Onun içindir ki Allah müslümanların tek
taraflı antlaşmayı bozmalarını yasaklamaktadır.
c) "Allah sakınanları (müttakileri) sever." Ayetin son maddesi,
takva kavramına yeni bir anlam vermektedir. Yaptığı antlaşmayı bozmayan
insanlar takva sahibidir. Çünkü tek taraflı antlaşmayı bozmak haksızlıktır.
Haksızlığı yapmaktan çekinen insan takva sahibi olduğundan, Allah'ın sevgisini
kazanmaktadır.[10]
5.
Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz; onları yakalayınız;
onları hapsediniz ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyiniz. Eğer tövbe
eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest
bırakınız. Allah affeden ve merhamet edendir.
Âyetten
birtakım neticeler çıkartmak mümkündür: Haram aylar çıkınca'' "Haram
aylar" ifadesinin "saldırmazlık örfü, paktı" anlamına geldiği
Bakara sûresinin 194 ve 217. âyetlerinde açık-anmıştı. O aylarda savaş yapmak
haramdır, hatta büyük günahlardandır.
Tevbe
sûresinin ikinci âyetinde verilen dört aylık müsaadenin bu aylar olup olmadığı
tartışılmıştı. Kur'ân gelmeden önce Arap geleneğinde savaşın yasaklandığı
aylar vardı. Kur5 ân bu geleneği değerlendirip söz konusu aylara "haram
aylar" adını verdi. Önceleri âdet olan bu uygulama, Kur*ân ile hukuk
haline geldi.
Haram
aylar Veda haccındaki bildiride de yerini alır;ş. müslümanların o aylarda
kimseye dokunamayacakları, Bakara sûresis in 217. âyetinde olduğu gibi burada
da hükme bağlanmaktadır. Boy İt ze saldırmazlık örfü denilen hukuk insanlığa
duyurulmuş oldu. Burada özelden genele giden bir yol izlendiği görülmektedir.
Bakara sûresi in 194 ve 217 özele, Tevbe sûresinin dördüncü âyeti de genele
hitap etmektedir.
Araplar'ın haram
aylarla ilgil âdetleri, kervanların rahatlıkla Mok-ke ve diğer şehirlere
giderek ticaret yapmaları için konulmuştu, fakat Kur'ân bunu insanın değerli oluşu
dolayısıyla koymuş, kan akıtmanın büyük günah olduğunu (Bakara 2/217)
belirtmiştir, insanın değerinin üzerinde başka bir değerin olmadığını ve bu
değerin korunması için söz konusu âdeti hukuklaştırarak insanlığa hediye
etmiştir.
1. "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz- " Bunun anlamı her
zaman, her yerde, her müşriğin öldürülr; ıes. demek değildir. Peki müşrikler
saldırmazlık paktı olan haram aylar aktıktan sonra mı öldürülecektir? Bu
sorunun cevabını birkaç âyete ba: vurarak vermek gerekir: Enfâl sûresinin 58.
âyetinde belirtilen antlaşr .a\ bozarak müslümanlara ihanet edenler, Tevbe
sûresinin 4. âyetinde b :lir-tilenlerin tersini yapanlar, yani müslümanlarla
antlaşma yaptıkları h ıld-eksiklik yapanlar, müslümanların aleyhinde başka
toplumlara yardı ncL bulunanlar kendileriyle savaşılacak olanlardır.
Bu
şekilde davranan müşriklere haram aylardan sonra savaşılı , b: durumda onların
öldürülmelerine cevaz verilir. Bu konuda Eln alı Hamdi Yazır'ın[11],
"haram helâl demeden onlar ne*ec: bulunursa öldürülür" görüşü doğru
değildir. Yukarıda verdiğimiz âyetle doğrultusunda, iman ve ibadet
özgürlüklerine dokunulan, zulmedile rı \; bağımsızlıklarına saldırılan
müslümanlar bunu yapmaya hak kazanı nak tadırlar.
"Sizinle
savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah
haksız yere saldıranları sevmez" (Bakara, 2/190) âyeti ile; "Allah
sizi din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi
yurtlarınızdan
çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez-
Çünkü Allah, adalet yapanları sever" (Mümtehine, 60/8) gibi daha pek çok
âyette, Müslümanların saldırıya uğramaları halinde kendilerini savunacakları,
saldıran tarafın kendileri olmayacağı, saldırgan olmayan ve düşmanla işbirliği
yapmayanlara iyilik yapılmasının yasaklanmadığı, aksine mutlak adalet
yapanları Allah'ın sevdiği açıkça bildirilmektedir. Tefsirini yapmakta
olduğumuz Tevbe sûresinin bu âyeti de dahil olmak üzere Kur'ân'in hiçbir
yerinde suçsuz olan ve saldırganlık yapmayanlara karşı savaş açılacağına dair
kesin bir ifade yoktur. Savaşın emredildiği âyetlerin hepsinde saldırganlık
yapanblara karşı savunma yapmaktan söz edilmektedir. Zaten bu tür âyetlerde
geçen "müşrikler" veya p* "onlar" ifadeleri, kendileriyle
savaşılacak olanların kimler olduğunu hissettirmektedir ki bunlar da kelimenin
başındaki "elif lam" takısı nedeniyle Müslümanlara savaş açmış olan,
onları yurtlarından çıkaran kişilerdir. Bu durum, barış ve sevgi dini olan
İslam'ın, insan haklarına ve hürriyetlerine verdiği değerin ve önemin bir göstergesidir.
Tevbe sûresinin beşinci âyeti olan bu âyet, "seyf âyeti" olarak
bilinir ve bu âyetin Kur'ân'da inanç ve davranış hürriyetini ifade eden 75
âyeti neshettiğine inanılır. Ebû Bekir ibnu'l-Arâbî'nin de haklı olarak
eleşrirdiği bu anlayış, Kur'ân'da evrensel olan din ve vicdan özgürlüğünü
tamamen ortadan kaldırmakta ve bu konudaki esas hoşgörülü mesajı daraltmakta ve
Kur'ân'ın barış dini diye nitelendirdiği İslam'ı zorba bir din haline
getirmektedir.
2. "Onları esir olarak yakalayınız»" Bunun anlamı onları tutsak
edininizdir. Eğer birinci maddede geçen \Jâü "onları öldürünüz"
ifadesi olmasaydı, esir olmaktan bahsedilebilir miydi? Demek ki oradaki emir,
"onlarla savaşın" anlamına gelmektedir. Tabii ki savaşta ya öldürülür
ya da esir alınır.
3. "Onları muhasara ediniz." Muhasara etmenin anlam,
"kuşatınız, hapsediniz" demektir.
4. "Ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyiniz."
el-Mersad "düşmanın gözetlendiği yer" demektir
Bunun anlamı düşmanın geçme ihtimalinin olduğu bütün geçit yerleri rtutunuz,
onları gözetleyenizdir. Düşmanı muhasara altına alarak, büti çıkış yollarının
kontrol altına alınması bir taktik olarak verilmektec Allah bu âyetle savaş
taktiği vermekte, etkili savaşın nasıl yapılacağn nüanslarını öğretmektedir.
5. "Eğer tövbe ederlerse." Allah tövbe etmeyi, bu şirkten dönme
anlamında kullanmaktadır. Şirkten
tevhid inanç dönmek, müşriklerin
hayatında köklü bir değişimin
gerçekleşir demektir. Böylece Allah, dinî oluşumun siyaseti
etkileyeceğine işi etmektedir. Başka bir açıdan bakarsak şu neticeye ulaşmak
mümküne Allah ile olan ilişkilerini düzelten insan, insanlarla olan
ilişkilerini düzeltmiş olur. Geçmişte
ne yaparsa yapsın, şirkten tevhid inanç dönen insan, Allah ile olan ilişkisini
düzeltmeye başlamış demektir.
6."Namazlarını gereği gibi kılar ve zekat verirlerse." Namaz
kılmanın burada şart koşulmasının sebebi, nama
imanın en önemli göstergelerinden biri olması dolayısıyladır. Namaz eğer
gösteriş için kılarsa, onun tövbesindeki samimiyeti zekâtla edilecektir. Tövbe
etmeyi tevhid inancına geçiş olarak aldığımızda etmek, namazı kılmak ve zekât
vermek bunun bir göstergesi olmakta.
7. "Artık yollarını serbest bırak
Allah affedendir, merhamet edendir/' îman edip, namazını kılai zekâtını
veren insanı müslüman öldüremez, esir alamaz, hapse atams yolunu kesemez.
Böylece Allah iman, namaz ve zekâtın devletler ilişkilerde ne
kadar etkili olduğuna
dikkat çekerek, değişimi ilişkilerdeki etkinliğini gündeme
getirmektedir.
Ayrıca
şirkin, insanların hürriyetlerini kısıtladığına dikkat çekerek, âyette onların
serbest bırakılmasına hükmedilmektedir. Bu dem ki şirk ve antlaşmayı bozmak
hürriyetsizliği, iman da hürriyeti getirıtedir. İman hem Allah katındaki hem de
insanlar arasındaki tutsaklığı önlemektedir.[12]
6. Ve eger
müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah'ın kelâmını dinleyinceye kadar
ona eman ver, sonra (yine müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir
yere ulaştır, işte bu (müsamaha), onların bilmeyen bir kavim olmalarından
dolayıdır.
Bu
âyetin analizinden şu ilkeleri çıkartmak mümkündür:
1. "Ve eğer müşriklerden biri senden eman dilerse..." Müşrik
bir komşunun sığınması, güvence istemesi ha-İmde ne yapılacağı konusuna açıklık
getirilmektedir. Bu âyet bir önceki lyetlerin devamı durumundadır. Allah
güvence istemeyi önemi dolayı:ylaele almaktadır.
2. "Allah'ın kelâmını dinleyinceye kadar na eman ver!" Eman
dileyene, Kur'ân dinîetilecektir. Bu da dinin tebiğ metotlarından biridir.
3. "Sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaş- Bu bölümü âyetin
birinci bölümü ile birlikte düşünürsek şu neticeye Müşrik olan bir kimseye Kur'ân dinletilecek,
onun ardından uslüman olup olmaması kendi kararına bırakılacaktır. İnsanlar
inançla ve dinlerini seçmekte serbesttirler. Bu özgürlük onların elinden Ayet, müslüman olmasa bile onu güven içinde
emin bir yere
ulaştırılmasının
sorumluluğunu müslümanlara yüklemektedir. Fahreddı er-Râzî bu
hususu açıklarken bu
kişinin evine kavuşturulması i söylüyor, fakat bu açıklama
âyete uygun düşmemektedir. Yollarını best bırakma işi beşinci âyetin sonunda
şöyle ifade edilmiştir: "Artık yollarını serbest bırakınız*" Fakat
altıncı âyetteki ifade şöyle; "Sonra, onu ulaştır", yani serbest
bırakmak yeterli değildir; bizi güvende olacağı yere ulaştırılacaktır.
Müslümanlığı
kabul etmese bile böyle yapılması inanç özgürlü;: ne delil teşkil etmektedir.
"Dinde zorlama yoktur" (Bak 2/256), "Rabbin dileseydi
yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi halde sen inanmaları için
insanları zorlayacak mısın?" (Yûnus 10/^ Demek ki müslümanlar, tevhid
inancım benimsemeyen müşrik v.: kâfirler bu inançlarını müslümanlara karşı
düşmanlık haline getirme, çe ve müslümanlardan güvence istedikleri müddetçe
onlara din ve iı i konusunda zorlama olmayacaktır. Onlara Kur'ân'm dinletilmesi
yelu dir. Eğer söz konusu insanın gönlü açıksa gerekli etkiyi Kur'ân yapa. :
tır. Gönlü tevhid inancını kabullenmeyen insana zorla bu inanç k; ettirilse
bile, onun geçerliliği yoktur. Çünkü burada önemli olan o kiş hür olarak
kararını verip seçimini yapmasıdır,
4. "îşte bu, onların, bitmeyen bir ko olmalarından dolayıdır"
Allah, neden o insanın müslüman olma halde güven içinde bulunacağı yere
ulaştırılmasını müslümar yüklemektedir? Bilmemelerinden dolayı bu müsamaha on
yapılmaktadır. Buradan da, bilmeyen insana ceza vermeden i öğretime tâbi
tutulması gerektiği ilkesini öğreniyoruz.
Bilmeyen
insana müsamahalı davranmak hem Allah'ın emri, 1 de Peygamber'in sünnetidir. Bu
durum aynı zamanda bilginin yücel i ve önde gelen bir değer olduğunu
göstermektedir. Dikkat edilirse A burada kavimden, yani topluluktan
bahsetmektedir. Bir nevi toplur cehalet gündeme getirmektedir.
En'âm
sûresinin 131. âyetinde, "Halkı habersiz olan ülk; Rabbin haksızlıkla
helak edici değildir" kuralı konmuştur. Âyetin t,; mından da şu ilkeyi
çıkartıyoruz: Allah Hz. Peygamber'e sen, ser
güvence
dileyene İslâm'ı anlat, onunla konuş demiyor da, Kur5ân'ı dinletmesini
emrediyor. O, müşriğin bire bir Kur5 ân ile karşı karşıya kalmasını emir
buyurmaktadır. Bu metot, din âlimi ve görevlilerinin metodu olmalıdır.
İnsanlara Kur'ân'ı aktarmalılar fakat kendi görüşlerini araya
karıştırmamahdırlar. Önemli olan Kur'ân'ı insanlara dinletebilmek, onlara
ulaştırabilmektir. Gerisi kişilerin kendi seçeneklerine ve karar vermelerine
kalmıştır.[13]
7.
Şirk koşanların Allah katında ve Peygamberinin yanında nasıl antlaşmaları
olabilir? Ancak Mescid-i Ha-ram'da antlaştıklarınız hariçtir. Onlar size dürüst
davrandıkça siz de onlara dürüst davranınız, çünkü Allah müttakileri sever.
8.
Evet (Allah ve Peygamberi katında onların) nasıl (antlaşması olabilir)? Eğer
onlar size galip gelselerdi,
sizin hakkınızda ne and ne de antlaşma gözetirlerdi. Ağızlarıyla sizi
razı ederler, fakat
kalpleri (sizi) istemez. Çokları
da yoldan çıkmışlardır.
9.
Allah’in âyetlerini az bir değere sattılar da} Allah'ın yoluna engel oldular.
Onların yaptıkları gerçekten ne
kötüdür!
10.
Bir mümine karşı ne and ne de antlaşma gözetirler. İşte saldırganlar onlardır.
Bu
âyetler müşriklerin hem psikolojik yapılarını deşifre ediyor hem de hukuku
nasıl yaptıklarını, saldırganlıklarını, Allah'ın âyetlerine karşı tutumlarını,
antlaşmalara sadakatsizliklerini inceliyor,
1. "Şirk koşanların Aı\g'k katında ve Peygamberinin yanında nasıl
antlaşmaları olabilir?17 Allah'a ortak koşan insanlar Allah'ın hakkını
çiğnemektedirler. Allah ar başka tanrı tanınmaması O'nun hakkıdır. Hakların
başında birinci d re ceyi bu hak almaktadır. Diğer taraftan Hz. Peygamber'in
birinci göde tevhid inancını yaymak ve gönüllere yerleştirmektir. Bu inancı t
mı-mayıp şirk koşanlar Peygamber'e sırtlarını dönmüş olmaktadırlar. I öylece
şirkin başka bir tahribatı da burada ortaya çıkmaktadır. Alla! Peygamberi katında, antlaşmaları ortadan
kaldırmakta, Allah'ın o\ ia: tanımazlığına sebep olmaktadır.
Allah ul£
"nasıl" sorusunu sorarak, onların Allah katında ve i gamberi yanında
antlaşmalarının olmasının imkânsızlığını anlatmakt dr İlmî araştırmalarda
"nasıl" sorusunun cevabını bulmak çok zordur nasılın cevabını
bulmadan da ilim yapmak imkânsızdır.
2. "Ancak Mescid-i Haram'in yanında anlaştıklarınız hrı.
Onlar
size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranınız. Çünkü Allah
müttakileri sever,"
Âyetin
bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Mescid-i Haram'm yanında yapılan antlaşmaları bazı şartlarda Allah
geçerli kabul etmektedir. Bu, hac mevsiminde müslüman ülkeler Mescid-i Haram5
da siyasî, askeri ekonomik ve devletlerarası konularda antlaşmalar yapmalı, bu
konularda çeşitli kongreler tertiplemelidirler anlamına gelmektedir. Müslüman
olmayan ülkelerle olan ilişkiler de incelenmelidir.
Onun
içindir ki Allah Mescid-i Haram ile antlaşma kavramlarını bir araya getirerek
meşruluk özelliğini gündeme getirmektedir. Kabe'de dünya meseleleri tartışılıp
çözümler üretilmelidir. Onun içindir ki Âl-i îmrân sûresinin 96. âyetinde şöyle
buyurulmaktadır: "Şüphesiz âlemlere bereket ve rehber olsun diye insanlar
için kurulan ilk ev Mekke 'deki Kabe 'dir."
b) Mescid-i Haram'da yapılan antlaşmaların geçerliliği de şarta bağlıdır.
Bu şart önemli bir değer üzerine oturmaktadır. O da "doğru"
davranmaktır. Dürüst davrandıkları takdirde müslümanlar da müşriklere dürüst
davranacaklardır. Bunun anlamı Enfâl sûresinin 56 ve 58. âyetlerinde olduğu
gibi antlaşmaya ihanet etmeyecekler, görmezlikten gelmeyecekler,
çiğnemeyeceklerdir. Onlar antlaşmaya bağlı kaldıkları, gerek
lerini yerine getirdikleri sürece müslümanlar da aynı şekilde hareket
edeceklerdir.
c) Bu antlaşmanın modeli hicrî altıncı yılda Mekke yakınlarında bulunan
Hudeybiye'de Kureyş müşrikleri ile Hz. Peygamber arasında yapılan saldırmazlık
antlaşmasıdır. Bu antlaşma, açıkça düşmanlık gös-lermeyen müşriklere karşı
müslümanların da dürüst davranmaları bakımından model bir antlaşmadır.
Bunların Kinâne ve Damra oğulları olduğu söylenmektedir.
Bize
göre Allah'ın, Mescid-i Haram9m yanında yapılan Hudeybiye Antlaşması'nın
geçerliliğini kabul etmesi hem müslümanlar hem de insanlık için bir model
teşkil etmelidir. Söz konusu antlaşma o dönemde kalmamalı, kıyamete kadar nice
saldırmazlık antlaşmaları insanlık tari-
hinde,
özellikle müslümanlarla, müslüman olmayanların arasında almalıdır. Bu
antlaşmalar "doğruluk" üzerinde oturmalıdır.
d) "Allah müttakileri sever" buyurulurken, takva kelimesine yeni
bir anlam verilmektedir. Dürüst davranana karşı dürüst davranmak, takvanın
anlamı içindedir. Başka bir ifade ile, dürüst davranana karşı dürüst
davranmamaktan kaçınmak takvadır. Takva sahibi olanı Allah sevmektedir.
Buradaki sevgi, dürüst davranmaya bir teşvik niteliği taşımaktadır.
Âyet,
milletlerarası antlaşma hukukunda dürüstlüğün yerini belirlemekte, hukukun
dayandığı manevî değerleri tesbit etmekte, bir bakıma hukuk ile ahlâkî
değerleri buluşturmakta; ahlâk ile hukukun bağlarından birini gündeme
taşımaktadır. Ahlâkî değerlerde meydana gelen deprem hukukta da aynısını
gösterecektir. Diğer taraftan ahlâk ile hukukun ara sındaki bu sıkı ilişkiyi,
Hudeybiye Antlaşması modeli ile evrensel boyuta taşımaktadır. Mescid-i
Haram'in bu tip antlaşmalarda ev sahipli;: yapmasını da öngörmektedir.
3. "Evet (Allah ve Peygamberi yanında onların) nasıl (ev laşması
olabilir)" sorusuna Muhammed Esed yine bir soru ile "Bay. nasıl
olabilirdi ki?" şeklinde mâna vermektedir. Birinci âyetin başınd
"nasıl" ifadesi burada tekrarlanırken, aslında sekizinci âyetin yedi
. âyeti açıkladığına işaret edilmektedir. Aslında yedinci âyette netice v
lirken, sekizinci âyette sebep belirlenmektedir.
4. "Eğer onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne and ne de
anî ma gözetirlerdi Ağızlarıyla sizi razı ederler, fakat kalpleri istemi . Âyetin bu kısmında yer alan kavramları
açıklamak gerekir. Âyette yezherû kelimesi zahera kelimesinden gelmektedir.
"olanın açığa çıkması; galip gelmek, kahretmek"; evle beraber kullan
ca "üzerine çıkmak" alâ cer harfi ile kullanılınca "bir işe
vâkıt mak"; an cer harfi ile "gitmek; yardım etmek; bîrinin arkasına
mak; övünmek; elbiseye dış kısmını takmak; öğle vaktine girmek; berden okumak,
düşmana karşı yardım etmek; değerini yükseltmek; ı .-nımına sen bana annemin sırtı gibisin
diyerek zihar yapmak; iki
birbirine
geçirmek; hazır ve ihtiyatlı olmak"; zahir kalıbının bir anlamı da
Allah'ın ismidir.
1) Açık. Bu anlamda Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde, çeşitli
konularda geçmektedir: Meselâ En'âm sûresinin 151. âyetinde günahın
"açık" olanı ifade edilirken bu kelime kullanılmaktadır.
"Günahın açığına da gizlisine de yaklaşmayınız*" Aynı anlamda A*râf
sûresinin 33. âyetinde de geçmektedir. "Günahın açığını da gizlisini de
bırakınız" (En'âm 6/120) buyurulurken de aynı kelime kullanılmaktadır.
Delil
için de kullanılmaktadır: "Öyleyse, Kehf ashabı hakkında delillerin açık
olması haricinde bir münakaşaya girişme!31 (Kehf 18/22). Delilin açık olması
konusunda, delilin sıfatı olmaktadır. Allah nimetleri açık ve gizli olarak
ayırırken açık anlamında bu kelimeye yer vermektedir: "Nimetlerini açık ve
gizli olarak size bolca ihsan ettiğini (görmediniz mi?)'3 (Lokman 31/20).
2) Yerini bulmak. Bu anlamda Tevbe sûresinin 48. âyetinde geçmektedir:
"Nihayet hak geldi ve onlar
istemedikleri halde Allah 'in emri yerini buldu." "Yerini buldu"
demek "kendini gösterdi" demektir. Yani bu âyette ilgili kelime,
Allah'ın emrinin gerçekleşmesi anlamını ifade etmektedir.
3) Başlamak. Bu anlamda Rûm sûresinin 41. âyetinde yer almaktadır.
"İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde çürüme ve
bozulma başladı." Buradaki "başladı" ifadesini, "baş
gösterdi, ortaya çıktı" anlamında almak gerekiyor.
4) Üstün gelmek. "Savaşta üstün gelmek" anlamında yorumunu
yapmakta olduğumuz
Tevbe sûresinin 8. âyetinde geçmektedir:
"Onlar size
üstün gelselerdi/9 Bu üstünlüğü günümüzde bilim, teknoloji ve
kültür alanında da
düşünmekte yarar vardır.
Allah
müslümanların
üstünlüğünü müşrikler ele geçirseydi neler olurdu meselesini çıkarırken bu
kelimeye yer vermektedir.
5) Öğrenmek, farkına varmak. Bu anlamda "muttali olmak, farkına varmak"
da denilebilir: "Çünkü onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi
taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyen iflah
ol
mazsınız" (Kehf 18/20). Buradaki
yazherû "muttali olmak, farkına
varmak, öğrenmek" mânalarına gelmektedir. "Henüz kadınların gizli
kadınlık hususiyetlerinin farkına olmayan çocuklar" (Nur 24/31) mealindeki
âyette de Allah cinselli bakımından gelişmemiş çocukların kadınlara karşı
durumunu ele almaktadır.
6) Evin üstüne çıkmak.
Zuhruf
sûresinin 33. âyetinde "merdiden evin üstüne çıkmak" anlamına
gelmektedir. Şûra sûresinin 33tinde "denizin üstü" mânasına
gelmektedir: "Dilerse Allah, rüzgârı durdurur da (denizin) üstünde
kalakalır Fâtır sûresinin 45. âyetinde de yerin üstünde, yani yeryüzünde
anlagelmektedir: "Eğer
yaptıkları yüzünden insanları cezalandırsaydı, yerin üstünde hiçbir canı.
yaratık bırakmazdı." Bu kelime, gemilerin ve hayvanların sırtı anlamında
ise Zuhruf sûresinin 13. âyetinde geçmektedir.
7) Aşmak.
Zulkarneyn'in yapmış olduğu
şeddi Ye'cûc ve Me'cûc'ün aşamayacağı ifade edilirken bu
kelimeye yer verilmiştir: "Bu sebeple onu ne aşmaya güçleri yeter ne de
onu delebilirler" (Kehf 18/97). Demek ki bir duvarın veya şeddin üzerinden
aşıp geçmek için söz konusu kelime bu âyette yer almaktadır.
8) Yardım etmek. "Sizin aleyhinize herhangi bir kimseye yardım
etmeyenler" (Tevbe 9/4). Bu âyette "arka çıkmak'' anlamına da
gelmektedir. Ahzâb sûresinin 26. âyetinde de aynı mânaya gelmektedir.
"Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan
çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi
yasaklar" (Mümtehine 60/9). Ayette "çıkmamıza yardım edenler"
ifadesindeki zaherû kelimesi "yardım ettiler" anlamına gelmektedir. Bu
anlamda Kasas sûresinin
48. âyetinde
gelmektedir.
Bu anlamda Kasas sûresinin 48. âyetinde "Birbirini destekleyen iki
sihir" olarak "desteklemek" mânasında yer almaktadır. "Yardımlaşmak"
anlamının bir işi yapma boyutundaki insanların birbirine arka verip
birleşmeleri mânasında da kullanılmaktadır. O zaman tezâher kalıbında
gelmektedir: "Kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz"
(Bakara 2/85).
9) Sırt, arka ve zıhâr yapmak. "Zıhâr yaptığınız hanımlarınızı da analarınız
yerinde tutmadı" (Ahzâb 33/4). Bir kimse eşinin sırtını anasına benzetmesi
olayına zıhâr denmektedir. Ahzâb sûresinin dördüncü âyetinde fiil kalıbında
"zihâr yapmak" mânası ile gelmiştir. Mücâdele sûresinin iki ve üçüncü
âyetlerinde de aynı anlamı ifade etmektedir. İnşirah sûresinin üçüncü âyetinde
"sırt"; âhirette amel defterinin arkadan verilmesini ifade ederken bu
anlamda Inşikak sûresinin 10. âyetinde geçmektedir. Evlere arkasından girme Bakara
sûresinin 189. âyetinde yasaklanırken bu kelime "evin arkası"
anlamında kullanılmaktadır. Allah'ın gönderdiği kitaba inanmayanların davranışı
anlatılırken 'Kitap ehlinden bir grup sanki, Allah'ın kitabını bilmiyorlarmış
gibi onu arkalarına atıp terkettiler" (Bakara 2/101) buyurulmaktadır.
Tevbe sûresinin 35. âyetinde cehennem ateşinde yananların özellikle bazı organları
sayılmaktadır. Alınları, yanları ve sırtları dağlanacaktır, işte "sırtları"
kelimesi zuhur ile ifade edilmektedir. En'âm sûresinin 146. âyetinde
yahudilere bütün tırnaklı hayvanlar haram kılınırken istisna olan organları
belirtilmektedir. Bunlardan biri de "sırtları" anlamına gelen kelimesidir.
10) Öğle vakti. "Gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde,
göklerde ve yerde hamd Oyna mahsustur" (Rûm 30/18). Bu âyette fiil
kalıbında" tuzhirûn olarak ver almaktadır.
11) Çıkartmak. Bu anlamıyla sosyal bir mâna taşımaktadır:
'Bırakınız
beni, Musa'yı öldüreyim' dedi. Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun dininizi
değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum"
(Gâfir 40/26). Âyetteki "fesat çıkarma" ifadesiy-
le
birlikte kullanılan ^ yüzhıra kelimesi "bozgunculuk, olay, belâ çıkarmak"
anlamlarını ifade etmektedir.
12) Üstün kılmak. Tevbe sûresinin 33. âyetinde dinler arasındaki ilişki
gündeme getirilirken bu ifadeye yer verilmektedir: "Allah, müşrikler
hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini
hidayet ve hak din ile gönderendir." Mealdeki "üstün kılmak"
ifadesi, yüzhıra kelimesinin anlamıdır.
13) Binmek. "Hayvanlar var, sırtlarına binim
yasaklanmıştır" (En'âm 6/138) mealindeki âyette zuhur kelimesir: yer verilmiştir. Aslında bu
kelime "sırtları" anlamına gelmektedir, an -kastedilen "binmek"tir.
Sırtlarına binildiği için böyle ifade edilmekteki
14) Bel. A'râf sûresinin 172. âyetinde Âdemoğulları'nın
bellerinde zürriyetlerinin alındığı ifade edilirken spermin kaynağı tesbit
edilmektedir. Allah erlik suyunu çıkarttığı yere "bel" demektedir.
15) Görüntü. Bir şeyin dış yüzü, görünen kısmı demektir,
"Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahir etten ise, onlar
tamamen gafildirler" (Rûm 30/7). Aynı mânaya yakın Sebe sûresinin 18.
âyetinde "görünen kasabalar" ifadesine yer verilmektedir.
16) Hâkim, güçlü "Ey kavmim! Bugün, yeryüzüne hâkim kimseler
olarak hükümranlık sizindir" (Gâfir 40/29). Âyetten geçen &j&
zahirîn kelimesi "güçlü" anlamına geldiği gibi, "birbirine
destek çıkan" mânasını da ifade etmektedir.
17) Boş, anlamsız. Ra'd sûresinin 33. âyetinde bu kelime söz ile
bağlantılı olarak kullanılmakta ve "boş" ya da "anlamsız
söz" mânasına gelmektedir.
18) Allah'ın isimlerinden biridir. Hadîd sûresinin üçüncü âyetinde Allah'ın
"zahir" olduğu ifade edilmektedir. Tevbe sûresinin sekizinci âyetine
dönersek bu kelime orada "savaşta galip gelmek" mânasına gelmektedir.
Âyetin
bu kısmında açıklanması gereken diğer bir kelime de üı illen kelimesidir. el-IH
kelimesine çok farklı mânalar verilmektedir. Zemahşerî kısa bir açıklama
yapmakla beraber, Râzî ve Kurtubî bu kelimeye verilen bütün mânaları
nakletmektedirler. Zemahşerî bu kelimenin, "ilâh, yemin, ahd, misak,
yakınlık" anlamına geldiğini söylerken, Râzî "ahid, yakınlık, yemin,
bir şeyi keskinleştirmek"; Zeccâc, "îbrânîce'de Allah'ın isimlerinden
biri"; Ezherî ise "bir şeyi saf hale getirip parlatmak"
mânalarında da kullanıldığı nakletmektedir. Kurtubî de yaklaşık olarak aynı
mânaları nakletmektedir.
Muhammed
Esed ili terimine, "bir sözleşmeden ya da kan bağından doğan ve her iki
tarafı birbirini koruma yükümlülüğü altına sokan bir bağlanma, bir sorumluluk
bağı" anlamını vermektedir[14].
ez-Zimmeh ise ahd, insanın üzerine gerekli
olan her şey[15]; yerine getirilmemesi
halinde günahkâr olmayı gerektiren, saygı duyulması zorunlu olan her şey
demektir[16], Bunlardan bir seçim
yaparak yorumunu yapmakta olduğumuz âyete mâna verebiliriz: "Sizin
hakkınızda ne yemin ne de antlaşma gözetirlerdi."; Muhammed Esed'in
anlamına gidersek "Ne bir sorumluluk ne de bir koruma yükümlülüğü
taşıyacaklardı" anlamı söz konusu olmaktadır.
Demek
ki müşrikler müslümanlara karşı galip gelmiş olsalardı, ne yemin ne de antlaşma
diye bir şey tanıyıp gözeteceklerdi. Yüce Allah burada inançlar arası
ilişkilerle ilgili bir kural koymakta, çoktanrılı dine mensup olanların,
müminlere karşı bakış açılarını analiz etmektedir. Bu açıklamanın bir benzeri
de Mümtehine sûresinin ikinci âyetinde yapılmaktadır: "Şayet onlar sizi
ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini
kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr etmenizi istemektedirler. "
Müslüman
merhametlidir, savaştan sonra veya savaştan önce yap-uğı bütün yeminlere,
antlaşmalara sadık kalır ve onları yerine getirir, ama müşrik veya kâfirler
öyle değildir. Onlar savaşta mağlûp olduklarında antlaşmalara sığınırlar, ama
galibiyetlerinde asla onları tanımazlar.
Böylece
Allah inanç farklılığının nelere mal olduğunu anlatarak müslümanlan
eğitmektedir. Müşriklerin veya kâfirlerin bu durumunu bilerek onlarla antlaşma
yapmak gerektiğine dikkat çeken Allah, antlaşmalarında müşriklerin bağlı
kalmadıkları takdirde ne yapacaklarının bilincinde olmalarını istemektedir.
"Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar,
halbuki kalpleri karşı çıkıyor." Müşriklerin münafıklık özellikleri
anlatılmaktadır. Onlar güzel sözler söyleyerek sizi razı ederler ama kalpleri
kinle doludur. Bu durum Âl-i İmrân sûresinin 118. âyetinde şöyle
açıklanmaktadır. "Kalplerinde sakladıkları düşmanlıkları ise daha
büyüktür''', "Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı" (Al-i
İmrân 3/167) âyetlerinde onların dillleriyle gönülleri arasındaki tutarsızlığa
işaret edilmektedir. Yemin ve antlaşma muhtevası içinde düşünürsek,
antlaşmalarına koydukları maddelerde sizi ikna ederler, ama kalplerinde ise o
yemin ve antlaşmaya sadık kalmayacakları niyeti vardır.
5. "Çünkü onların çoğu jasıktır." Fâsık kavramı "sapık,
yoldan çıkmış" anlamına gelmektedir. Bakara sûresinin 26. âyetinde bu
kelimenin geniş açıklaması yapılmıştı. Aynı sûrenin 27. âyetinde de:
bağlandıktan sonra verdikleri sözde durmazlar, Allah'ın yerine getirilmesini
emrettiği şeyleri yerine getirmezler ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte onlar
manen iflâs edenlerdir" şeklindeki özellikleri sıralanmaktadır. Yorumunu
yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin sekizinci âyetinde de yaklaşık olarak aynı
özellikler gündeme getirilmektedir. Savaşta galip geldiklerinde verdikleri
sözde durmayan, yaptıkları antlaşmaya bağlı kalmayan, dilleri ile tatlı
konuşurken kalplerinde kin taşıyan kâfirler fâsıktır. Allah "çoğu"
derken, onların arasında öyle olmayan istisna kimselerin olduğuna da işaret
etmektedir. İstisna olanlarının sonradan müslüman olma ihtimali vardır.
Teybe
sûresinin sekiz ile yedinci âyetini birlikte açıklarsak: Size galip
geldiklerinde yemin ve antlaşma gözetmeyen; dilleri ile tatlı konuşup sizi
razı edip kalplerinde inat bulunan bu fasın müşriklerin Allah ve Peygamberi
katında ahirleri nasıl olabilir? Böylece Allah hem Fasçığın ne
olduğunu
anlatmış hem de şirk koşanların niyet ve davranışlarını açıklamıştır.
5. "Allah'ın âyetlerini az bir
değere sattılaf." âyeti, "Allah'ın âyetlerine karşılık az bir değeri
satın aldılar"şekligde de tercüme edilebilir. Bu durumda müşriklerin
satın aldıkları az bir değer ne olabilir? Zemahşerî'ye göre havâ ve
şehvetlerine tâbi olmaları; Hâzin'e göre dünyaya tâbi olmaları; Mücahit’e göre
ise Abû Sübyan’ın onlara sunduğu bir yemek karşılığında ahirlerini
bozmalarıdır.
Bundan
anlaşılıyor ki birileri onlara Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleriyle bir değer
sunmuş, onlar da o değere karşı onların isteklerini yerine getirmişlerdir.
Değer asırlar içinde farklı şekillere bürünebilir. Bu değer bir sosyal statü
olabilir, para olabilir, ekonomik imkân olabilir, siyasî bir makam olabilir.
Fakat Allah onların kandırıldığını dile getirmektedir. Az bir değere büyük bir
şeyi vermek denk bir ticaret değil mânevi bir iflâstır. Âyetin devamından bu
az değerin bir sosyal statü veya ekonomik değer olduğu ortaya çıkmaktadır.
6. "Allah'ın yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta
oldukları şeyler ne kötüdür!" Allah'ın yolundan alıkoymak için ya statü
farkını ya da ekonomik farkı kullanırlar. Buna misal olarak şu âyeti
verebiliriz:
"Musa
dedi ki: Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun kavmine dünya hayatında ziynet ve
nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! (Onlar bu nimetleri) insanları senin yolundan
saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler, diye mi
(verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver!
"(Yûnus 10/88). Demek ki Firavun sosyal statünün başında ve zenginliğin
zirvesinde idi dolayısıyla insanları Allah'ın yolundan çıkarıyordu. Bu geçici
ve sahte değerleri kullanarak hatta onlardan çok azını vererek insanları
Allah'ın yolundan alıkoyuyordu. Mekke'nin zengin müşrikleri de aynı değerleri
kullanarak, Allah'ın âyetlerine insanların inanmalarını engelliyor, böylece
onların etkilediği insanlar da Allah'm âyetlerini az bir değere satmış
oluyorlardı. Allah onların bu uygulamalarını, eylem ve işlerini
değerlendirirken "en kötü" ifadesine yer vermektedir.
Aslında
sekiz ve dokuzuncu âyette sıralanan eylemler bu âyetin sonunda değerlendirmeye
tâbi tutulmaktadır. Galip geldiğinde yemin ve antlaşmasına sadık kalmayan,
dilleriyle insanları ikna edip kalben kötü düşünen, Allah'ın âyetlerini az bir
değere satan ve O'nun yolundan insanları alıkoyan, kendileri de yoldan çıkan
insanların eylemleri değerlendirilmektedir.
Böylece
Allah kötünün hangi eylem ve sözlerde olduğunu açıklamış, geleceğin
Müslümanlarına aldanmamaları, düşmanlarından darbe yememeleri için bu
açıklamaları yapmaktadır. Bunlar inançlar arasındaki ilişkilerin durumunu
gösteren evrensel kuralların eğitimi olmakta, Müslümanların her çağda dünya
siyasetinde ayakta kalmaları; sürü olmamaları; manevî değerlerine;
bağımsızlıklarına sahip çıkmaları için Allah tarafından onlara yapılan bir
uyarıdır.
7. Bir mümin hakkında ne ahim yani yemin tanırlar ne de antlaşma! Çünkü
onlar saldırganın ta kendileridir." Bu ifade sanki sekizinci âyetin bir
tekrarı gibi görünmektedir. Aslında sekizinci âyet Hz. Peygamber dönemindeki
müslümanları içermesine rağmen, onuncu âyet kıyamete kadarki durumu ele almaktadır.
Çoktanrıcılar, müminlere karşı her çağda böyle davranmışlardır.
Nehhâs
gibi âlimler 8. âyetteki durumun bütün müşriklere; onuncu âyetteki açıklamanın
ise sadece yahudilere ait olduğunu söylemektedir. Çünkü dokuzuncu âyette geçen
"Allah'ın âyetlerini az bir değer karşılığında sattılar" ifadesi
yahudilere aittir. Ona göre bu açıklama ile onuncu âyet 8sekizinci âyetin
tekrarı olmaktan çıkmaktadır[17],
Yemin ve antlaşma tanımayan bu insanları Allah, mütecaviz, saldırgan ilân
etmektedir. Bunlar sınır, kural, antlaşma tanımazlar.[18]
1l.
Eğer tövfce eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde
kardeşlerinizdir. Biz, bilen topluluğa âyetlerimizi böyle açıklıyoruz*"
Bu
âyet Teybe sûresinin beşinci âyetinin bir bölümünün tekrarı gibi görünmektedir.
Teybe sûresinin beşinci âyeti, hür bırakılmaları için müşriklerin
gerçekleştirecekleri değişimi ifade ederken, Teybe sûresinin 11. âyetinde din
kardeşliği unvanını alabilmek için gösterilecek köklü değişim belirlenmektedir.
1. "Tövbe ederlerse..." İslâm'ın ve Müslümanların düşmanı
olmaktan vazgeçerlerse, yemin ve antlaşmalarında dururlarsa, dilleri ile
kalplerindekini söylerlerse, Allah'ın âyetlerini az bir değere satmazlarsa ve
Allah'ın yolundan insanları alıkoymazlarsa tövbe etmiş olurlar. Kısaca tevhid
inancını tercih edip İslâm'a dönerlerse denmektedir.
2. "Namazı kılar ve zekâtı verirlerse../' Bu ifade Allah'a kulluğu
hayata geçirirlerse demektir. Sadece söz ile iman etmiş olmak değil ibadetle de
onu ispat etmiş olmaları gerekiyor. Fakirin elinden tutmak, nimetin Allah'tan
geldiğini, onda fakirin hakkının olduğu bilip o hakkı ödemek anlamına
gelmektedir. Böylece gönülden gelip ağızdan çıkan iman, namazla ahlâkî alana,
zekâtla da sosyal hayata yayılmaktadır. Artık bu ameller, o insanın kesinlikle
Müslüman olduğunu ispat etmektedir.
3. "Artık onlar dinde kardeşlerinizdir." Bu ifade ile Allah,
kardeşlik kavramına başka bir boyut kazandırmaktadır. Aynı anneden doğmanın
meydana getirdiği biyolojik kardeşlik, imanın mey- dana getirdiği kardeşlik
(Hucurât 49/10); şeytanın dediğini yapmanın meydana getirdiği şeytan kardeşliği
(israf 17/27) yanında bir de yorumunu yapmakta olduğumuz âyette din kardeşliği
gibi mânevi kardeşlik gündeme getirilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Allah din
kardeşliğini mânevi temeller üzerine kurmakta ve bu kardeşliğin sınırlarını
genişletmektedir. Bundan maksat insanları yanlışlarından dolayı cezalandırmak
değil, onlara yaptıkları kötülükleri anlatıp öğreterek caydırmak, onları iyinin,
doğrunun ve hakkın etrafında toplamaktır. Onun için burada "din
kardeşliği" kavramı gündeme getirilmektedir.
4. "Biz, bilen topluluğa âyetlerimizi böyle açıklıyoruz." Bilen
bir kavme âyetlerini açıklamasının anlamı, Teybe sûresinin yedinci âyeti ile
11. âyeti arasındaki "antlaşma" hukuku üzerindeki kanunlarını
açıklamasıdır. Bu antlaşma ile ilgili kanunları anlayabilmek için
"bilmek" gerekiyor. Dikkat edilirse "bilen"den kasıt fert
değil toplumdur. Fert değil toplum bilecektir. Bunun anlamı da antlaşma
hukukunun kanunlarını ancak bilen toplum anlayıp köklü değişimi gerçekleştirecektir.[19]
12.
Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa,
küfrün önderlerine karşı sava
şınız. Çünkü onların yeminleri yoktur. Böyle yaparsanız, umulur ki
yaptıklarına son verirler.
13. Yeminlerini
bozan, Peygamberi yurdundan çıkarmaya gayret eden bir topluluğa karşı
savaşmayacak
mısınız? Üstelik size saldırıyı önce onlar başlattı, yoksa onlardan korkuyor
musunuz? Eğer müminler iseniz bi
liniz ki Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır,
14. Onlarla
savaşınız ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil etsin,
sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın!
15.
Ve kâfirlerin kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tövbesini kabul
eder. Allah bilendir, hikmet
sahibidir.
Bu
âyetlerin birlikte açıklanması önemli bazı hususları ortaya çıkartacaktır.
Mümin
bir topluluk, mümin olmayan bir toplulukla hangi şartlar altında savaşacak, ya
da savaşmasının şartlan ne olacak? Bu savaş hangi amaçlar uğruna ve hangi
metotlarla gerçekleşecektir? Buna sebepler ve amaçlar da diyebiliriz.[20]
1. "Antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlarsa Bu ifade, müşrikler
kendi inançlarını terketmeden
müslümanlarla saldırmazlık, ya da dostluk antlaşması yapmış olmalarını
kastetmektedir. Özel mânada Hudeybiye Antlaşması gündeme getirilmektedir.
Müşriklerin bu antlaşmayı bozmaları hicrî 8. yılda Mekke'nin
fethinin gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Âyetin bu kısmında geçen el-eymân
kelimesinin açıklamasını Râzî şöyle yapmaktadır: Eymân "yemin ve
kasem etmek" anlamına
gelen yemin kelimesinin çoğuludur. "Sağ el"
anlamına gelen yeminin, yemin için kullanılmasının sebebi: Antlaşmayı
gerçekleştirenlerin, o anda sağ ellerini birbirine uzatmalarıdır. Diğer
taraftan yemin kelimesi "bereket ve uğur" anlamına da gelir. Burada
yeminini yerine getirenin yeminindeki bereket ve uğur dile getirilmektedir.
Kısaca âyetin bu kısmından anlıyoruz ki antlaşma yaptıktan sonra ahdini, yani
yeminini bozmak savaşa girmeye bir sebep teşkil etmektedir.
2. "Ve dininize saldırırlarsa et-Ta'n kelimesi "kılıçla veya
sözle saldırıp yaralamak" anlamına gelmektedir. Buradaki saldırı
"sözle kötülemek, ayıplamak ve tenkit etmek" mânasına gelmektedir.
Bir toplumun dinini ayıplayıp kötülemek, ağır tenkitte bulunmak manevî
değerlere saldırı olacağından, savaş sebeplerinden biri olmaktadır. Özellikle
Allah'ın gönderdiği vahyin oluşturduğu tevhid inancına dayalı
dine saldırmak, yani onu
ayıplayıp kötülemek gayretullaha
dokunan bir davranıştır ve bir bakıma Allah'ın insanların problemlerini çözmek
için gönderdiği vahye dayalı bilgiyi beğenmemek, önemsememek ve değersiz
bulmaktır.
3. "Peygamberdi yurdundan çıkarmaya gayret eden!" Müşrikler Hz.
Peygamber'i çoktanrılı dinleri ve bu dinin onlara sağladığı gelirler için
tehlikeli gördüklerinden Mekke'den çıkartmak için çaba sarf ediyorlardı: Ya
öldürecekler ya da Mekke'den çıkaracaklardı. İşte âyet onların Hz. Peygamber'i
ülkesinden çıkartma gayretlerini savaş sebeplerinden biri olarak
belirlemektedir (âyet: 13). Özel mânada Hz. Peygamber'le ilgili olan bu durum,
başka âyette de evrensel boyuta ta-sınmaktadır, "Kendileriyle
savaşılanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaşa) izin verildi. Şüphe
yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf
Rabbimiz Allah'tır dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış
kimselerdir" (Hac 22/39-40).
4.
"ilk önce size karşı savaşa başlamış olan... " Demek lci ilk
saldıran taraf müslümanlar olamaz. Müslüman kendisine saldırıldığında kendini
müdafaa etmek için savaşa girebilir. 12 ve 13. âyetlerde bu sebepler
sıralanmaktadır.[21]
1. "Böyle yaparsanız* umulur ki yaptıklarına son verirler. "
Yaptıkları nedir? Antlaşmalarını yerine getirmemeleri, yeminlerini bozmaları,
islâm'a saldırmaları olabileceği gibi, inkâra son vermeleri de olabilir.
Azgınlıklarına son vermeleri için savaşa girişilebilir. Bazan insanlar sözden
anlamazlar, o zaman güce başvurmak gerekir. Buradaki savaş da güç niteliğini
taşımaktadır.
Amaç
iyilerin kötülere dur demesi ve onları kötülüklerden vazge-çirmeleridir:
"Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Dâvud da Câlût'u öldürdü. Allah
ona hükümranlık ve hikmet verdi Dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer
Allah'ın, insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleri ile savması olmasaydı
elbette yeryüzünde bozgunculuk egemen olurdu. Fakat Allah bütün insanlığa karşı
lütuf ve kerem sahibidir'' (Bakara 2/251); "Eğer Allah, bir kısım insanları
(kötülerini) diğer bir kısım ile defedip önlemeseydit elbette içlerinde
Allah'ın ismi bol bol anılan mânâstırlar, kiliseler, havralar ve mescidler
yıkılır giderdi" (Hac 22/40).
Demek
ki savaşta bir haksız, bir de haklı taraf vardır. İyi tarafın amacı, kötü
tarafın iyiye dönmesi için gerekli değişimi yapması olmalıdır. Dinî açıdan
bakarsak saldırganlıklarından tevhid inancına dönmek, hukuk açısından bakarsak
zulüm yapmaktan hakka, ahlâk açısından bakarsak pisliği insanlığa
bulaştırmaktan iyiye dönmeleri için gerekli değişimi temin etmektir,
kötülüklerine son vermelerini sağlamaktır. Demek ki amaç kötülerin
kötülüklerine son vererek iyinin alanının geliştirilmesidir.
2. Yoksa onlardan korku-yor musunuz? Eğer mümin iseniz, biliniz ki, Allah
kendisinden korkmanıza daha lâyıktır/' Gerçek mümin insanlar Allah'tan
korkarlar ama düşmandan asla korkmazlar. Bunun anlamı düşmanın, özel anlamda o
devrin müşriklerinin müminler üzerine saldıkları korkuyu ortadan kaldırmak ve
bu korku ortamına son vermektin Bu husus daha önce Enfâl sûresinin 15 ve 16.
âyetlerinde başka bir boyutu ile ele alınmıştı: müminleri Toplu halde
kâfirlerle karşılaşaca-ğınız zaman onlara arkanızı dönmeyiniz. Tekrar savaşmak
için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında,
kim öyle bir günde onlara arka çevirirse elbette o, Allah'ın gazabını hak etmiş
olarak döner." Düşmana karşı iyiyi, doğruyu ve hakkı savunmak, evrensel
değerlerin yaşamasını temin etmek için korkusuzca verilecek savaş, aynı zamanda
insanın kalitesinin ispatı olacaktır.
3. "Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın!
Demek
ki Allah ahdinde durmayan, hak dine saldıran, peygamberi yurdundan çıkartmak
için çalışan ve savaşta ilk saldıranları dünyada cezalandırmak ister, cezayı
da müminlerin elleriyle vermek ister. Bu durum savaş sebepleri arasında yer
almaktadır. Demek ki bazı savaşların ceza niteliği vardır.
4. "Onları rezil etsin!'1 Savaşı kaybetmek rezil olmaktır.
Kaybedenler
haksız, kötü ve zalim kimselerse onların rezil olmasını Al-lah temin
etmektedir. Demek ki savaş kötünün uğruna yapılırsa rezalettir. İnsanlığa
rezaleti getirmektedir.
5. "Sizi onlara galip kılsın!" Savaşın taraflarından biri galip
gelecektir. Allah müminlerin galip gelmesini istemekte ve takdir etmektedir.
6. "Mümin toplumun kalplerini ferahlatsın!" Müşriklerin mağlûp
olmasıyla müminlerin kalbinde bir rahatlama olacaktır. Duydukları düşman
baskısının stresinden kurtulup ferahlayacaklardır. Kâfirlerin eza ve cefasına
katlanan müminler onlara karşılık vermemiş, yürekler acısı duruma düşmüşlerdi.
Bu durumdan onları kurtar
mak savaşın amaçlarından biri olmuştur.
7. "Ve kalplerindeki kini gidersin!" Kimin kalbindeki kin
giderilecektir? Bazıları kâfirlerin, bazıları da müminlerin demiştir. Zemahşerî
"müminlerin gönlünden kini
giderme" olarak
mânalandırmıştır. Râzî de müminlere müjdelemişti. Müminler bunun ne zaman
olacağını beklerken sıkıntıya düşmüşlerdi. Bu sıkıntıyı gidermek için savaşın
yapıldığını delil olarak göstermektedir. Dikkat edilirse sava
şın amaçları içinde ganimet elde etmek sayılmamaktadır. Bedir'den başlayan bu
ganimet meselesi Enfâl
sûresinde halledildi ve
giderek müslümanlar maddîden ziyade manevî şeylerin uğruna
savaşılacağının
bilincini Allah onlara kazandırmıştı. Düşmanın mağlûbiyetinden sonra, geride
bırakacağı üç beş eşya uğruna savaş yapılamayacağı artık müminlerin beynine
yerleşmişti. Savaş iyiden yana köklü bir değişim amacını
gütmelidir. Yukarıda sıralanan maddeler bunu ortaya koymaktadır.[22]
1. Tevbe sûresinin 12, âyetinde, antlaşmaya imza koyan ve sonra
yeminlerine ve imzalarına sadık kalmayan küfrün önderlerinin ortadan kaldırmak.
Onun içindir ki Allah, "Küfrün önderlerine karşı savaşınız* çünkü onlar
yeminleri olmayan adamlardır." Bu durum bize savaş taktiğinde şunu
öğretiyor; Halkı yönlendiren, onları temsil edenler önderleridir. Halkın bir
kabahati yoktur ve olmayabilir. Halkı dine hakaret ettiren ve onların tevhid
inancına girmelerini engelleyen önderler olabilir. Bir bakıma halkın kaderiyle
oynamış olabilirler.
Bu sebeple, halkın
önünü tıkayan ve onları yanlış yola sevkeden insanların aradan çekilip
alınması gerekir. Onlar çekilip alınınca halk rahatlayacak, önleri açılacak,
kendi iradeleriyle karar verip hareket etme fırsatını yakalayacaklardır.
Böylece Allah liderlerin halkın üzerindeki etkinliğini dile getirmiş, savaşın
onlar üzerinde yoğunlaşmasını istemektedir.
2. Korkusuzca hareket etmek. Müminler Bedir Savaşanda ve ondan sonra da
çeşitli savaş tecrübesini yaşadıklarından, artık korkusuzca savaşa girmeleri
istenmektedir. Onun için şu soru sorulmaktadır: "Yoksa onlardan korkuyor
musunuz?" (âyet: 13). Korkusuzluk savaşın en önemli psikolojik silâhıdır.
Çünkü korku savaşı kaybetmeden önceki ilk kayıptır. Korkunun, endişenin,
bıkkınlığın olduğu yerde zafer olmaz.
3. Allah'ın yardımını kazanarak savaş yapmaktır. Müslümanların niyetleri,
savaştaki amaçlarının mânevîliği ve yüceliği Allah'ın yardımını onlara
getirecektir. Savaşın en büyük silâhı "Allah'ın zaferi takdir
etmesidir" (âyet: 14).
4. Müminler için savaş saldırmak değil kendini savunmak, müdafaa
etmektir. Bu da savaşın nasılları arasında yer almaktadır. Allah katında
savaşta haklı çıkabilmek için saldırganlık değil müdafaa yapılmalıdır. Günümüz
savaş politikasında da bu geçerli bir ilkedir.
a) "Allah dilediğine tövbeyi nasip eder. Allah bilendir, hikmet
sahibidir. "Buna şu şekilde de mâna verilmektedir: "Allah
dilediğinin tövbesini kabul eder." Her iki mânaya göre de yorum
yapabiliriz:
"Allah dilediğine tövbeyi nasip
eder" mânasından hareket edersek, müşriklerin şirkten tevhid inancına
geçmeleri
kastedilmiş olabilir. Tövbe burada değişim anlamına gelmektedir. O zaman bu
köklü değişimin arkasında Allah'ın dilemesinin olacağına dikkat çekilmektedir,
inkârdan veya şirkten tevhid inancına geçiş alanı, bir
hidayet olduğu için Allah'ın hidayet etmesi, dilemesi alanına girmektedir.
Savaştan önce veya sonra müşrik tarafın tevhid inancına geçişi burada tövbe
olarak nitelendirilmiş olabilir.
b) Bazı müminler korktukları için savaşmaktan kaçmış olabilirler. 13.
âyette "Yoksa onlardan korkuyor musunuz" sorusu bunu ifade
etmektedir. O zaman ikinci mânadan hareket edersek, tövbe eden müminlerin
tövbesini dilediğinde kabul edeceği anlamı çıkmaktadır.
Allah'ın
tövbeyi nasip etmesi veya kabul etmesi, O'nun alîm ve hakîm sıfatlarının
harekete geçmesiyle olacağından bu sıfatları âyetin sonuna koymuştur. Allah
yaptığı işi bilerek yapar, verdiği hükümlerde ve yaptığı her şeyde hikmet
sahibi olduğundan isabet eder ve hiç hata yapmaz.
Kısaca
diyebiliriz ki, Allah bu âyetlerde antlaşmalarından sonra yeminini bozmak, bir
toplumun dinini küçülterek, aşağılayarak, ağır tenkitte bulunarak saldırmak,
bir toplumu (âyette peygamber olarak geçiyor) yurdundan çıkarmaya zorlamak
veya çıkartmak, ilk önce saldırıda bulunma sebebiyle nefis müdafaasında
bulunmak savaşın sebepleri; anlatarak yola gelmeyip azgınlıklarını
arttıranları savaşla yola getirmek, onların soğuk savaşından dolayı
korkmadığını ispat etmek, müminler vasıtasıyla Allah'ın onları cezalandırması,
onları rezil edip müminleri galip getirecek olması, mümin toplumun kalplerini
ferahlatıp müminlerin kalplerindeki kini gidermesi, bunlar da savaşın
amaçları; müşrik ve inkâr eden toplumun öncelikle önderlerini ortadan
kaldırmak, korkusuzca hareket etmek, Allah'ın yardımını elde etmek, ilk önce
saldırarak değil müdafaa amacıyla savaşa başlamak da savaşın metotları
olmaktadır.[23]
16.
Yoksa Allah sizden cihad edip, Allah, peygamber ve müminlerden başkasını
kendilerine sırdaş edinmeyenle-ri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı
sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Âyetin bir Önceki
âyetlerle sıkı bağları vardır. Savaş müşrik ve kâfirler için şirkten ve
inkârdan tevhid inancına geçiş için gerekli olan köklü değişim uğruna eğitim
amacıyla yapılırken müminler için de bir imtihan olmaktadır. Dolayısıyla
savaşın, kâfirler boyutundan bakınca eğitim, müminler boyutundan bakınca bir
deneme olduğu görülecektir.
1. "Yoksa bırakılacağınızı mı. sandınız?' Denemenin soruları veya
konuları. Allah burada iki konuyu belirlemektedir: Cihad ve dostluk. Allah
burada savaş değil de cihad kelimesini kullanmakla neye işaret etmektedir? Bu
soruya cevap verirken insanın iç âleminden hareket etmek gerekir. Cihadın en
büyüğü nefisle olanıdır. Müminler önce kendi nefısleriyle cihad edecekler;
sonra eğitim öğretim denen cihadı yapacaklar, yani ilâhî vahyi insanlığa
duyurmak faaliyetini gerçekleştirecekler, sonra yukarıda sebepleri belirlenen
savaş denen cihada girişeceklerdir. Savaş sadece düşmanla yapılırken, cihad
düşmanla yapılanın yanında insanın kendi kendisiyle ve ilmî faaliyetlerle de
yapılmaktadır. Savaşın sadece amaçlarından biri eğitim olurken cihadın üç
boyutlu olarak yani tamamen eğitim amacına yönelik yapıldığı ortaya
çıkmaktadır.
İmtihanın
diğer bir konusu da müminlerin kimleri dost edindikleri meselesidir. Çünkü
cahil ve amacını bilmeyen insanlar dostlarını düşman, düşmanlarını dost
görürler. Onun için Kur'ân'ın pek çok âyetinde müminin dostlarının kim
olabileceği ve kimlerin dost olamayacağı anla-tılmıştır. Anlatılan bu âyetler
Tevbe sûresinden önce geldiğine göre, burada önceden öğretilenlerin bir
denemesi yapılmaktadır.
2. "Allah sizden cihad edip, Allah, peygamber ve müminlerden
başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan" Ortaya
çıkartmak. Allah kimin cihad ettiğini ve kimin Allah'ı, Peygamberi'ni ve
müminleri dost edindiğini veya edinmediğini belirlemek, ortaya çıkartmak ve
bilmek amacıyla bu imtihanı yapmaktadır. Âyette geçen "Allah bilmeden" ifadesini,
"ortaya çıkartmadan"; "belirlemeden, tesbit etmeden"
mânasına alabiliriz. Burada şu soru sorulabilir: Allah önceden kimin cihad
edeceğini ve kimin kimi dost edineceğini bilmiyor mu da böyle denemeler yaparak
bilecektir? Elbette Allah her şeyi bilir. Buradaki bilme veya ortaya çıkartma
denemesi müminler için yapılmaktadır.
Gerçekleşecek
olan olay, Allah'ın ilminde vardır, ama gerçekleşmemesi sebebiyle insanlar
için böyle bir olay yoktur. Yok olanın insan için var olması bakımından bu
deneme yapılmaktadır. Bir insanı denemeden (Enbiyâ 21/35), "sen iyisin
sen kötüsün" demek onun için ne anlam ifade edecektir? İnsan kendi
kötülüğünün delilini isteyecektir, Allah bu delili ona sunmak için imtihan
yaparak değerlendirmesini yapmaktadır. Kulun iradesi ortaya çıkmadan Allah ona
"Senin iraden bu yönde ortaya çıkacaktı" demek yerine, kulunun
iradesinin müdahil olacağı olayı gerçekleştirdikten sonra, ona "İşte
senin iraden böyle ortaya çıktı" diyerek ödüllendirecek veya
cezalandıracaktır.
Âyette
geçen veliceh kelimesini Ebû Ubeyde, "kendi cinsinden olmayan bir şeyin
içine girdiğin her şey" şeklinde açıklamaktadır. Kelimenin aslı
"girmek" anlamına gelen çjJjîı el-vülûcdür. Kendilerinden olmayan
bir toplumun içine girip onlara katılana da velîce denir. Vahidî bu kelimeye
"dost" mânası vermiştir[24].
Zemahşerî bu kelimenin "girme" anlamını alırken, Beyzâvî, Nesefî, Hâzin
ve İbn Abbas "sırdaş" mânasını öne çıkarmakta ve Âl-i İmrân sûresinin
118. âyetinde geçen bitâne kelimesiyle ifade edilmektedir. Bitâne "can
yoldaşı, dost, sırdaş" mânalarına gelmektedir.
Müminlerin
Allah'ı, Peygamberi'ni ve müslümanları dost edinmeleri gerekir. Onların
yoldaşı ve sırdaşı onlardır. Müminlerin kendilerine ve dinlerine düşmanlık
besleyen, tenkit ve aşağılamalarla dinlerine saldıranları dost edinip edinmemeleri
Allah tarafından çok önemsenmekte, bu konuda onları imtihan etmektedir.
Sözleriyle ve davranışlarıyla İslâm'a saldıran insanların sırdaş, can yoldaşı
ve dost edinilemeyeceği öğretilmektedir.
Günümüzde
buna istihbarat adı verilmektedir. Düşman tarafıntan sırdaş edinmenin iki
boyutu vardır: Ya ona kendi toplumunun sırlarını
veriyorsun,
ya da o toplumun sırlarını alıyorsun. Seni müslüman olarak bilen bir müşriğin
sana sır vermesi mümkün değildir. Müminin kullanılarak birilerini sırdaş
edinmesi ihanettir.
3. "Allah her şeyden haberdardır." Allah mü-minlere, içlerinde
besledikleri niyetleri ile yaptıklarından haberdar olduğunu söyleyerek
kendilerine çekidüzen vermelerini istemektedir. Niyet insanın gönlündeki ameli,
davranışlarına yansıyan ise görünen amelidir. Mümin nerede olursam olayım
Rabbim benimle beraberdir (Hadîd 57/4; Mücâdele 58/7) inancını besler ve
Allah'ın, içinden geçirdikleri ve eylemlerinden haberdar olduğuna inanırsa
kendini hatadan korumuş olur.
Yukarıda
âyeti açıklarken bahsettiğimiz psikolojik, ilmî ve savaş anlamındaki cihadı
gerçekleştirmek, Allah'ı, Peygamberini ve müminleri dost edinmek, âyetin
sonundaki ifadesiyle örtüşmekte ve onun sayesinde hayat bulmaktadır. İmtihanı
kazanmanın yolu Allah'ın her şeyden haberdar olduğu inancından geçmektedir.[25]
17.
Müşrikler, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederken, Allah'ın
mescidlerini imar etme yükümlülüğüne sahip değillerdir. Onların bütün amelleri
boşa gitmiştir, ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır.
Bazı
müfessirler bu âyetin nüzul sebebi olarak şu hadiseyi anlatırlar: Abbas, Bedir
Savaşı'nda kâfir olarak esir alınıp akrabalık bağlarını koparınca ayıplandı, ve
bu ayıplamaya karşılık şöyle cevap verdi: "Sizler bizim kötülüklerimizi
söz konusu ediyor, iyiliklerimizi hiç anmıyorsunuz." Hz. Ali,
"İyilikleriniz de mi var" diye sorunca, Abbas, "Evet, bizler
Mescid-i Haram'ı imar ediyor, Kabe'nin örtülerini hazırlıyor, hacılara su
veriyor ve esirleri esirlikten kurtarıyoruz." Bu âyet onun sözlerini
reddetmek için inmiştir[26].
Bize
göre âyet, müminlerin güçlenmesi ve Mekke'nin fethinden sonra, müşriklerin
ayağının Mescid-i Haram5dan kesilmesini anlatmaktadır.
1. "Müşrikler, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik
ederken, Allah'ın mescidlerini imar etme yükümlülüğüne sahip değillerdir."
Müşriklerin Mescid-i Haram'ı imar edememesinin sebebi nedir? Bu soruya cevap
verebilmek için önce imar kelimesinin ne anlama geldiğine bakmak gerekir,
amera, "uzun müddet yaşamak, evi bina etmek, eve oturulmuş olmak, bir
yerde yerleşmek, Allah birinin ömrünü uzatması, evine bağlı olmak; Beytullah'ı
mâmur kılmak, Allah'a kulluk yapmak; Allah'ın dergâhına hizmet etmek, oruç
tutup namaz kılmak, hayat boyu tutup muhafaza etmek, a'mera kalıbından
"bir yeri işleyip mâmur kılmak, bir adamı zengin etmek i'temera da
"ziyaret etmek, umre yapmak" mânalarına gelmektedir.
İmâr Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:
1) imâr etmek. "Ve dünyayı onlardan çok daha iyi imar
etmişlerdi" (Rûm 30/9). Dünyayı daha iyi imar etmek,
daha iyi bir medeniyet kurmak, daha kalabalık bir nüfusla yerleşik düzene geçip
ziraat yapmak mânalarına gelmektedir.
2) Ömrünü uzatmak. Kur'ân5in pek çok âyetinde ilgili kelime bu anlamda
geçmektedir. "Sizi topraktan yaratan ve size orada ömür geçirten
O'dur" (Hûd 11/61). Fâtır sûresinin 11. âyetinde hem isim olarak ömür, hem
de fiil olarak ömür vermek, ömrünü uzatmak anlamında yer almaktadır:
"Yaşayan bir varlığa daha çok ömür verilmesi de onun ömründen biraz
azaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır"; biz, öğüt alanın öğüt
alacağı bir süre ömür vermedik mi?" (Fâtır 35/37); "Kimi uzun ömürle
kılarsak onun yaratılışını baş aşağı çeviririz' (Yasîn 36/68); biz nice
nesiller var ettik de> onların üzerinden uzun zamanlar (ömür) geçti"
(Kasas 28/45); "Ben bundan önce bir ömür boyu aranızda kaldım" (Yûnus
10/16).
Görüldüğü
gibi söz konusu kelime, ömür ve ömür vermek anlamı ile insan veya toplumlarla
alâkalı olarak yer almakta ve Bakara sûresinin 96. âyetinde de
"yaşamak" mânasını ifade etmektedir.
3) Umre yapmak. Kur'ân'da "küçük hac" denebilecek ibadetin
adı da bu kelimeden türetilmiş ve adına umre denmiştir (Bakara 2/158).
4) Ayakta kalmak. Bu kelimenin ma'mûr kalıbı Tûr sûresinin 4. âyetinde
"ev" anlamına gelen beyt kelimesiyle birlikte gelmektedir,
"Ayakta kalan (ibadet) evine andolsun." Bunun anlamı düzenli bir
şekilde bakılan, imar edilendir. Düzenli bakıldığı için ayakta kalmıştır.
Beydâvî
el-beytü'1-ma'mûr kavramını "insanın gönlü" şeklinde
mânalandırmıştır. İlk insandan bu yana insan bazan şirke bazan inkâra sapsa
bile yine ayakta kalan ve devamlı bir şekilde bakımı yapılan "ev"
insanın gönlüdür.
5) Hayat. Hicr sûresinin 72. âyetinde melekler Hz. Lût'a karşı
bu kelimeyi kullandılar ve şöyle dediler:
Hayatın
hakkı için", yani"canı sağolasıca..."
6) Soyun adı. Al-i İmrân sûresinin 33. âyetinde bir ailenin, ya da
soyun adı olarak geçmektedir. İmrân ailesi demektir.
Bütün
bu mânaların özünde ömür yer almaktadır. Bir şey imar e-dildiğinde, yani
sürekli bakımı yapıldığında ona ömür verilmektedir. Aynı zamanda mescidlere
davet edilip ibadet edildiğinde de ömür verilmektedir. Buraların maddî
yapısının sürekli bakımı yapıldığında ayaktakalır, fakat ibadet veya kültürel
faaliyetle de rnanen ömrü uzamış olur. Demek ki bir ibadethanenin iki türlü
imarı ve iki türlü ömrü vardır: Maddî yapısının imarı ile kazandığı ömrü, bir
de orada manevî ve kültürel faaliyetlerin yapılmasıyla kazandığı manevî ömrü.
el-Beytü'1-ma'mûr
da sürekli bakımı yapılan ve içinde ibadet edilip ömrü uzatılan ibadethane
anlamına gelmektedir. Beydâvî'nin el-beytü'l-ma'mûra verdiği "insan
gönlü" fikrinden hareket edersek insan gönlünün sürekli olarak bakımı
yapılmalıdır. Bu bakımı yapmak için Allah, peygamber ve kitap göndermiştir.
İnsanın
kalbi de sürekli bakım ister, maddî yapısı bazan bozulur, oraya giden damarları
kolestrol tıkar, zamanında tedavisi yapılırsa ona ömür verilmiş olur. Manevî
damarları da şirk, inkâr ve günah kolestrolleriyle tıkandığında onun da manen
tedavi edilmesi gerekir. O zaman o gönül kıyamete kadar ayakta kalır, ve el-beytü'1-ma'mûr
adını alır.
Müşriklerin
mescitleri neden imar etmeyecekleri sorusunun cevabını yorumunu yapmakta
olduğumuz âyetin devamı vermektedir: "(Müşrikler), kendi inkârlarına
kendileri şahit iken..." Bizzat kendileri inkârlarına tanıklık edip
dururken mescidlerin imarı onlara düşmemektedir, "Ey iman edenler!
Müşrikler ancak bir pisliktir" (Tevbe 9/28). Hem kâfir hem de pislik olan
müşriklerin mescidleri maddî ve manevî bakımdan imar etmeleri imkânsızdır.
2. "Onların bütün işleri boşa gitmiştir."Allah bu âyette inkâr
ve müşrik kelimelerini mânalandırmaktadır. Müşrikler hem şirk koşuyor hem de
inkâr ediyorlar. Müşrik olan kâfirlerin neden
mescidleri imar edemeyeceklerinin başka bir cevabı da âyetin diğer bölümündedir.
"Onların bütün işleri boşa gitmiştir." Beytullah'ı tavaf edip çeşitli
hizmetlerde bulunsalar bile amelleri makbul değildir. Allah onların amellerini
değerlendirmeyecektir,
3. "Ve onlar ebediyen ateşte kalacaklardır. Insanı ateşten koruyacak
ve kurtaracak olan iman ve ameldir. îmanları olmayınca amelleri de boşa
gidecek, cehennem onlar için ebedî bir karargâh olacaktır.
4.
Âyette geçen
"mescidler" kelimesinin çoğul olduğunu düşünürsek bu âyetteki
Beytullah ile dünyadaki bütün mescidlerin kastedildiği anlaşılır. O dönemi
dikkate alırsak çoğul olmakla beraber Mescidi Ha-ram'ın ifade edildiğini
söyleyebiliriz. Dünyadaki her mescidi Beytullah'in bir şubesi olarak görmek
gerekir. Demek ki dünyanın hiçbir yerinde müşrik kâfirler mescidlere girmez,
onu imar etme teşebbüsünde bulunmazlar. Mümin-müşrik ilişkisi ibadethanelerde
bile farklılaşmaktadır.[27]
18.
Allah 'm mescidlerini ancak Allah 'a ve âhiret gününe iman edenler, namazını
dosdoğru kılanlar, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler
imar eder. îşie doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.
Allah,
"Kâfir olan müşriklerin Allah'ın mescidlerini imar edemez"
buyurduktan sonra kimlerin mescidleri imar edebileceğini açıklamaktadır.
1. "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman
edenler, namazını dosdoğru kılanlar, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından
korkmayan kimseler imar eder,"
Allah'ın
mescidlerini imar edecek olanların özellikleri bu âyette şöyle sıralanmıştır:
a)"Allah 'a ve âhiret gününe iman etmiş olanlar. " Burada Allah
iman esaslarından ikisini öne çıkartmaktadır.
b)"Namazını dosdoğru kılanlar..." Bu ifade "namazını
devamlı kılan" anlamına gelmektedir. Namaz burada ahlâkî boyutuyla öne
çıkan bir ibadet olmaktadır. Çünkü mescid "secde edilen yer" oldu
ğu için namaz kılan insanlar oraya girecekler ve böylece manen onu imar
edeceklerdir.
c)"Zekâtım verenler..." Zekât kelimesinin asıl anlamı
"arınmak"tır. Arınmak için
zekâtını verip fakirin
elinden tutanlar Allah'ın
mescidlerini imar ederler ve bu hakka sahip olurlar.
d) "Ve Allah'tan başkasından korkmayanlar,. Mümin insan Allah'tan
korkar ama iyiyi savunurken beşerden korkmaz.
Allah'a
ve âhirete iman, namaz kılmak, zekât vermek ve Allah'tan başkasından korkmamak
gibi özelliklere sahip olanlar hem maddî anlamda hem manevî mânada Allah'ın
mescidlerini imar etme hakkına sahip olacaktır.
2. "İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.
" Âyette geçen "umulur" kelimesini ihtimal mânasında değil de
"yaraşır, yakışır" anlamında almak gerekir. Bu durumda âyete şöyle
bir mâna verilebir: "İşte doğru yola ermişlerden olmak bunlara
yakışır," Ancak böyleleri doğru yolda olanların arasında bulunabilir ve bu
şekilde olmak onlara yaraşır.
Demek
ki Allah'ın mescidlerini hem maddî bakımdan hem manevî bakımdan imar etmek
oraya devam eden müminlerin hakkıdır. Allah'ın mescidlerîninin ömrünü uzatmak
onlara can vermek, onları ayakta tüt-
mak
ve onları geleceğe emanet etmek müminlerin üzerine düşen bir görevdir.[28]
19.
Ey Müşrikler) .siz hacılara su vermeyi ve Mescidi Haram'ı onarmayı, Allah'a ve
âhir et gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanıyla bir mi tutuyorsunuz?
Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu
hidayete erdirmez-
20.
İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mat ve canlarıyla cihad edenler,
rütbe bakımından Allah ka-
tında
daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.
21.Rableri
onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutlukla,
kendileri için, içinde tükenmez,
nimetler bulunan cennetler müjdeler.
22.Onlar
omda ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükafat vardır.
Âyetlerin
analizi yapılırken cennete uzanan yolun hangi amellerden geçtiğine şahit
olacağız. Cennetin, iman ve amelin insanı götürdüğü bir ödül olduğu görülecektir,
1. Bu âyetlerin iniş sebebi olarak bazı olaylar nakledilmektedir. İbn
Abbas şu olayı ya da münakaşayı anlatıyor: Hz. Ali'nin amcası Abbas'a sert bir
şekilde konuşması üzerine amcası, "Şayet siz müslüman olma, hicret etme ve
cihad yapma hususunda bizden önce davrandiysanız, biz de Mescidi Haram'ı imar
ediyor, hacılara su dağıtıyorduk" demiş ve bu münakaşanın ardından söz
konusu âyetler nazil olmuştur.
Diğer bir rivayete
göre müşrikler Mescid-i Haram'a yaptıkları hizmetleri sayarak yahudilere şu soruyu
sordular: Muhammed ve arkadaşları mı daha üstün biz mi? Yahudilerin onların
üstün olduğunu söylemesi üzerine bu âyetler inmiştir.
Başka
bir rivayette de müslümanlar kendi aralarında verdikleri hizmet gereği övünmeye
başladılar. Onların bu övünmesinden dolayı, Allah bu âyetleri gönderdi.[29]
Nakledilen
bu rivayetlerin hangi yolla geldiği belli değil fakat â-yetlerin içeriğine
uymaktadır. Âyetlerden anlıyoruz ki birinci sırada hizmetler, ikinci sırada da
eylemler mukayese edilmektedir.
2. "(Ey müşrikler) siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı
onarmayı, Allah'ı ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin
imanı ile bir mi tutuyorsunuz7 Halbuki onlar Allah katında eşit
değillerdir."
Hacılara
su vermek ve Mescicl-i Haram'ı onarmak. Bunlar müşriklerin eylemleridir.
Müslümanların eylemleri ise Allah'a ve âhirete iman etmek ve Allah yolunda
cihad etmek. Allah bunların eşit sayılamayacağını soru halinde yönelttikten
sonra, kendi katında bunların eşit olmadıkları hükmünü bildirmektedir.
İkinci
ameller birinci amellerden niçin üstündür? Çünkü amellerin en üstünü olan
Allah'a ve âhiret gününe iman etmek ikinci .grupta yer almaktadır. İman denen
tevhid bir gönül eylemidir. Ondan üstün amel olamaz. Diğer taraftan cihad, yani
Allah uğrunda savaşmak da kendini Allah adına feda etmektir.
Canını,
malını Allah yolunda feda etmekten daha üstün amel tevhid inancından başkası
olamaz. Kendini Allah yolunda feda etmek de o sağlam imanın ürünü olmaktadır.
Hacılara su vermek ve Mescid-i Haram' ı onarmak gönlün aktivitelerinden nasıl
üstün olabilir?
3.
"Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.7 Âyetin sonunda
böyle bir ifadenin yer almasının sebebi ne olabilir? Sorunun cevabını
verebilmek için âyetteki kelimelerden hareket etmek gerekir. Ayetin sonunda yer
alan zalimler "müşrikler" anlamına gelmektedir. Şirk koşmak zulüm
olduğuna göre (Lokman 31/13) şirk koşan da zalim olmaktadır. Şirk niçin zulüm
olmaktadır? Buna iki türlü cevap verilebilir: Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak
adalet, bir şeyi yerli yerine koymamak da zulümdür. Tevbid inancına inanmak
imam yerli yerine koymak olduğundan adalet[30];
imanı lâyık olduğu yere koymayıp şirk koşmak da zulüm olmaktadır. Diğer
taraftan zulüm kelimesi "karanlık" anlamına gelmektedir. Şirk zulüm
olduğuna göre, o da karanlık anlamına gelmektedir. Bu açıdan da şirk zulüm
olmaktadır.
Ayetin
sonundaki zâlimler kelimesine "ibadetlerin değerini yerli yerine
koymayanlar" mânası da verilebilir. Çünkü âyetin konusu buna işaret
etmektedir. Hacılara su vermeyi, Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve âhirete
inanmaktan ve Allah yolunda cihad etmekten üstün tutmak büyük bir hatadır.
Müslümanlara
hangi ibadetin daha üstün olduğu bilincini din âlimleri ve görevlileri
vermelidir. Özellikle günümüzde bu şuura çok ihtiyacımız vardır. Meselâ nafile
hacca gitmek mi daha üstündür, yoksa bir fakir genci okutup evlendirmek mi; ya
da ilmî araştırmalar bir cihad olduğuna göre, bilimsel araştırmalara destek
vermek mi? Bunları birbirinden ayırmak gerekir.
Birtakım
insanlar sünneti farzın, müstehabı sünnetin önüne geçirmekte, farz olmayanı
farz olarak göstermektedirler. Bunlar bazan hurafeleri ve bid'atları din
kisvesine büründürerek insanlara öğretmektedirler. Bu ihtimali göz önünde
bulunduran Allah Hucurât sûresinin birinci âyetinde, "Ey iman edenler!
Allah 'in ve Peygamberi 'nin önüne geçmeyiniz " emrini vermektedir.
İslâm
bilginlerinin en önemli faaliyetlerinden bîri de hangi ibadetin daha önemli
olduğunu belirlemek ve öğretmektir. Onun içindir ki Allah ibadetleri sayarken
önemliden başlayarak sıralar. Hz. Peygam-ber'în hadislerinde de bunu görürüz.
Bu konuda bir âyetle bir hadisi örnek verebiliriz: Meselâ Bakara sûresinin
177. âyetinde "iyi" anlatılırken, iyiyi meydana getiren eylemlerin
önemliden başlayarak sıralandığı görülür. Birinci sırada iman, ikinci sırada
infak, üçüncü sırada namaz, dördüncü sırada zekât, beşinci sırada antlaşmalara
sadık kalma, altıncı sırada sabır yer almaktadır. Başka âyetlerde de farklı
sıralamalar yapılmaktadır. Konusuna ve şartlara göre ibadetlerde sıralama
belirlenmektedir.
Aynı
şekilde Hz. Peygamber de İslâm'ın şartlarını en önemlisinden başlayarak
saymaktadır. İlk sıraya tehvid kelimesini koyarak ibadetlerin yerini
belirlemektedir. Bu ve buna benzer âyet ve hadisler ibadetlerin yeri, sahip
oldukları değere göre belirleneceğinin eğitimini vermektedir,
4. "îman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mal \e canlarıyla
cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üs tündürler. Kurtuluşa
erenler de işte onlardır " Bir önceki âyette ibadetlerin farkı belirlenirken,
bu âyette hem ibadetlerin hem de onlan yapanların mukayesesi yapılarak fark
ortaya konmaktadır. Şartlara göre iman birinci, hicret ikinci, cihad da üçüncü
sırayı almaktadır. Müslümanların da Allah katında dereceleri vardır. Herkes
i-man ve amellerine göre derecelere tâbi tutulacaktır. îman edip hicret
edenler, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler en yüksek mertebeyi
elde etmektedirler. "Allah katında daha üstündürler" ifadesi buna
işaret etmektedir.
Bu
açıklamanın ardından şu soruyu sorabiliriz: Günümüzde Hz, Peygamber'in hicreti
gibi hicret olmadığına göre artık o dereceyi kazanacak insan olmayacak mıdır?
Aslında Mekke'den Medine'ye yapılan hicret bir süreç olarak devam etmektedir.
Nefis ülkesinden akıl ve gönül ülkesine hicret etmek de aynı sürecin devamını
teşkil etmektedir. Kötülüklerden iyiliklere, güzelliklere intikal etmek de bu
sürecin devamıdır.
Cihad
da öyledir. Her zaman Bedir, Uhud, Hendek ve Mekke'nin fethi gibi cihadlar
olmayabilir, ama insanlar daha büyük cihadı nefisle-riyle yapmaktadırlar. İman
ettikten sonra bu hicreti ve cihadı yapanlar da aynı dereceyi kazanmaktadırlar.
Allah
bu amelleri yapanları sadece en üst dereceye koymuyor, on-İmm kurtuluşa
erdiklerini de söylüyor. Böylece kurtuluşa götüren eylemler gündeme getirilmiş
ve kurtuluşun tanımı yapılmış ve hangi amellerin insana neleri getirdiği
açıklığa kavuşturulmuştur. Şimdi en üst dereceyi elde eden eylemleri
sergileyenlerin neleri elde ettiklerine bakabiliriz.
5. Rablen onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutlukla kendileri için,
içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler. " Bir önceki âyetin
son kısmını dikkate alarak iman, hicret ve cihad eylemlerini
gerçekleştirenlerin ödülünü açıklayabiliriz: Allah katında en üst derece,
kurtuluşa ermek, rahmet, hoşnutluk ve nimetleri tükenmeyen cennetler. Bunları
Allah onlara müjdelemekte ve gelecek nesilleri bu amelleri yapmaya da teşvik
etmektedir.
6. "Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında
büyük mükâfatlar vardır," Allah'ın vermiş olduğu ödüllerin sergilendiği
cennetlerin ebedî olduğu ve onların
orada
ebedî olarak kalacakları açıklanmaktadır. İnsan ölümle dünyasını değiştirirken
bu değişim onun amellerinde de olmaktadır.
"Allah'ın
katında büyük mükâfat vardır" ifadesindeki "büyük" kelimesini
"sonsuz" mânasına almak gerekir. Ebedî kalınacak olan yerde,
verilecek mükâfatların sonsuz olması gerekir. Demek ki yukarıdaki âyet-:e
belirlenen müminlerin dünyadaki amelleri sonsuz ürünler vermektedir. Bütün bu
ödüller, insanları inanmaya ve iyi ameller üretmeye teşvik etmek içindir.[31]
23.
Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
kardeşlerinizi dost edinmeyiniz.
Sizden
kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.
24,
De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve
akrabanız, kazandığınız mallar, kaybolmasından korktuğunuz ticaret,
hoşlandığınız mes kenler size Allah'tan, Peygamberi'nden ve Allah yolunda
cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini yerine getirinceye kadar
bekleyiniz. Allah fâşıklar topluluğunu doğru yola erdirmez-
Bu
âyetlerden çıkarılacak birtakım ilkeler vardır:
1. "Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı
ve kardeşlerinizi dost edinmeyiniz." Bu kısmında yer alan
"babalar" kelimesi, anneleri de içeriyor mu? Genelde âlimler baba
kavramının anneleri de kapsadığını söyler. Biz de bu kelimenin
"ebeveyn", yani "anne baba" mânasına geldiğini
söyleyebiliriz.
"Babalar
ve kardeşler" denirken biyolojik ilişki ele alınmaktadır. Şirk ve inkârın
biyolojik bağları koparıp attığına dikkat çekilmekte, müş-rİk ve kâfirlerin
tevhid inancına sahip olan en yakınlarını bile öldürmekten çekinmediği, bu
sebeple müminlerin de onları dost edinmemesi gerektiği gündeme
getirilmektedir.
Müşrik
ve kâfirler, Hz. Muhammedi öldürme karan almadılar mı? Onları bulundukları
yerden çıkartıp hicret etme zorunda bırakmadılar mı? Kendi kardeşlerini
öldürmek için ordu düzenleyip savaşmadılar mı? Demek ki şirk ve inkâr söz
konusu olunca, onlar için biyolojik bağların hiçbir anlamı kalmamıştı. Allah,
müminlere anne baba ve kardeşlerinizi öldürünüz demiyor ama onları veli, yani
dost edinmemelerini emrediyor.
Bu
sefer Allah, şirk ve inkârın oluşturduğu kültürel bağlara karşılık tevhîd
İnanCinm Oluşturduğu dm kardeşliğini gündeme getirmektedir.
Aradaki
sınırı belirleyen eylem, inkârı imana tercih etmiş olmalarıdır. Allah,
"tercih etmek" kelimesini sevgi anlamına gelen hubb kelimesinden
türetmiştir. Habbe fiili "sevdi" mânasına gelir. Âyette geçen istehabbe
de "sevdiğini tercih etti" demektir. İnsan sevdiği şeyi tercih eder,
pek çok şeyin içinden onu alır, ve benimser,
Kur'ân'ın
gelmesiyle Mekke halkı iman ile inkâr arasında bir tercihle karşı karşıya
kalmıştı. Tercih meselesi öylesine etkili olmuş ki ailelerde çocuklarla
ebeveyn ve kardeşler arasına girdi ve böylece imtihanı geçenle geçmeyeni
belirledi. Biyolojik bağların dışında manevî bağların olabileceği öğretisini
getirdi. İman bağının olabileceğini ve bu bağın rreydana getireceği din ve iman
kardeşliğini insanlığa duyurdu.
Toplumsal
mânada peygamberin beklediği yegâne karşılık akrabalığın sevgi bağlarına
dönüşmesidir, çünkü sevgi bağlarının özünde Peygamber1 in getirdiği iman
mesajı yer almaktadır.
Küfrü
imana tercih etmenin bir anlamı da, artık o insanların gönlünde imandan yana
bir değişimin olmayacağıdır. Çünkü şirk onların gönlünde bir daha çıkmamak
üzere yerleşmiştir. Bu durum Bakara sûresinin 93. âyetinde yahudiler için
yapılan değerlendirmeyi andırmaktadır.
inkârları
yüzünden gönüllerine buzağı içirildi" Bunun anlamı şudur: Yahudilerin
inkâr psikolojisi, tapındıkları, yani şirk koştukları buzağı sevgisini onların
gönlüne içirdi. Şirk onların damarlarına tam anlamı ile işledi, bir daha
çıkması mümkün değildir.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyette yer alan "tercih" kavramı da aynı anlamı
ifade etmektedir. Böylesine gönüllerine inkârın işlediği anne baba ve kardeşler
veli, yani dost edinilemez. Buradaki "dost edinilemez" ifadesi
onlardan ilişkiyi kesmek, tamamen uzaklaşmak an-tamına alınmamalıdır. Veli
"sırdaş, arka çıkan, yardımcı, arkasını dönmeyen destekçi, zor günlerde
yanında olmak" anlamına gelmektedir.
Bunun
böyle olduğunu nasıl ispat edebiliriz? Bu soruya cevap olarak Lokman sûresinin
15. âyeti verilebilir: "Eğer
ebeveynin, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için seni
zorlarlarsa onlara itaat etme! Onlarla dünyada iyi geçin!" Demek ki
ebeveynin şirk koşmasını kabul etmeyecek ve bu konudaki emirlerini yerine
getirmeyecek, ama evlâtlığını iyi bir şekilde yerine getirecektir.
Diğer
taraftan Hz. Peygamber'in şu hadisi de bu soruya cevap olmaktadır: "Esma:
Ey Allah'ın peygamberi! Annem müşrik olarak, kendisine iyilik yapmamı ümit
ederek yanıma geldi. Ben ona yakınlık göstereyim mi?' diye sordu. Hz.
Peygamber de, 'Annene yakınlık göster' diye buyurmuştu"[32].
Demek
ki kâfir ebeveyn dost edinilmeyecek, ama onlara karşı iyilik ve yakınlık
göstermekten de geri durulmayacaktır. Kur* ân iman eden ebeveyn ile
kardeşlerle, kâfir olanları arasındaki farkı belirlerken "veli17 kavramını
gündeme getirmiştir. Diğer âyetlerle de bunun sınırını belirlemiştir. İnkâr,
ebeveyni ve kardeşi, ebeveynlikten ve kardeşlikten tamamen çıkartmamakta ama
dost edinilmelerini yasaklamaktadır.
Kur'ân
İnkârı imana tercih eden babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyiniz"
derken tefrika çıkartmamaktadır. Âyette belirlenmesi istenen tavır, kâfirin
aslında Allah ile olan dostluğunu kaybetmesi sebebiyle o dostluğun yeniden
kurulması için yapılan bir faaliyettir. Allah ile olan dostluğunu kaybeden
insana da müminin tavrı bu olmalıdır. Bu tavır aslında eğitici bir tavırdır ve
insana yanlış tercih yaptığını eylemle hatırlatmaktır. Sözün yeterli olmadığı
yerde tavır koyma daha etkili olabilir.
2. "Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir."
Allah onların dost edinilmeyeceği hükmünü verdikten sonra, bunun tersini
yapanları zalim olarak nitelemektedir. Allah onların zulüm denebilecek kadar
büyük bir günah işlediklerini söylemektedir.
Âyetin
bu bölümündeki yetevetlehüm kelimesi ile evliya kelimesine şöyle mâna
yerilmektedir: ^ja "Yetevellâhüm", "onları vekil e-dinmek"
demektir. Vekil edinmek de "problemleri çözmek için görevlendirilen
vekil" anlamına gelir. O zaman kelime siyasî ve hukukî bir mâna
kazanmaktadır. Küfrü imana tercih eden kişi anne baba veya kar deş bile olsa,
hukukî meselelerde onu vekil tayin edemezsiniz anlamına gelmektedir. Böylece
manevî oluşumun, hukukî alanı nasıl etkilediği ortaya çıkmaktadır. Zulüm
kavramı da hukukî mânada İki zulmü ifade etmektedir. Aksi takdirde âyetin
sonundaki zulmü, şirk mânasına alırsak çok büyük bir yorum hatasına düşmüş
oluruz. Bu itibarla da Kurtubî'nin İbn Abbas'tan naklettiği gibi buradaki zulüm
kelimesi şirk anlamına gelmemektedir.
3. Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız,
kazandığınız mallar, kaybolmasından korktuğunuz ticaret hoşlandığınız meskenler
size Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili
ise, artık Allah emrini yerine getirinceye kadar bekleyiniz."
Allah,
23. âyette sevgi kelimesinden "tercih etmek1' mânasın* çıkartıp, tercihi
sevgi duygusunun idare ettiğini buyurmuştur. Demek ki terbiye ve disipline
edilmemiş sevgi bazan insanı yanıltmaktadır. Bu yanılgıyı ortadan kaldırmak
için sevginin hangi varlığa ne kadar yöneltileceği, böylece açıklanıp
öğretilmektedir.
Allah
bu eğitimi verirken açıklamasını detaylandırmaktadır. Baba, oğul, kardeş, eş,
kabile, mal, ticaret, mesken gibi sekiz maddeyi sıralamaktadır. Bu sekiz
maddede sıralananlar insanın etrafını saran önemli değerlerdir ve önem sırasına
göre sıralanmıştır. Sevgi doğal olarak bun-iara yönelir. Allah âyette bunların
üstünde, üç değer daha saymaktadır: Allah, Peygamberi ve Allah yolunda cihad.
Bunlar da dünyanın en yüce değerleridir,
Allah
birinci grup değerlerle ikinci grup değerler arasında sevgiyi yönlendirme
bakımından fark olmasını istiyor. Bu nedenledir ki âyette ehabbe (daha sevgili)
kelimesi kullanılmaktadır. Yine Yüce Allah, ikinci grubun mümine daha sevgili
olmasını istemekte ve bunu ifade ederken konuya olumsuz taraftan bakmaktadır.
Eğer birinci grup
ikinci gruptan daha sevgili ise, yani mümin bi-rnci grup değerleri ikinci
gruptan daha fazla severse bunun yanlış ola. hatta bunun tehlikeli bir duruma
dönüşeceği de âyetin sonunda söy-.emektedir. Demek ki Allah müslümanın neyi ve
kimi ne kadar seveceğinin eğitimini vermekte ve bunda müminlerin yanılma
ihtimali olacağını da vurgulamaktadır. Çoğu zaman sevgi maddî değerlere doğru
meyleder ve insanı yanıltır. Bu yanıltmanın müminin bilgilendirmesinden sonra
meydana gelmiş olması, esas tehlikeyi doğurmaktadır.
4. "Artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz* Allah fâsıklar
topluluğunu doğru yola erdirmez. " Âyetin bu kısmında Allah'ın fâsık
kavramına farklı bir mâna yüklediğini görüyoruz. Fâsık "neyi ve kimi ne
kadar seveceğini bilmeyen ve bunda hata yapan insan" demektir, sevgideki
akışın maddî değerlere yönelik olması öyle bir hata meydana getiriyor ki
Allah'ın hidayetini, yani doğru yola iletmesini engelliyor ve insanın, ya da
müminin fâsık damgası yemesine sebep oluyor.
"Allah
emrini getirinceye kadar..." ifadesi neyi anlatıyor? Âyet, bu haıayı yapan
toplumların yozlaşacağına, çökeceklerine işaret etmiş olabilir ve dolayısıyla
onlara dünyada gelecek ağır cezayı beklesinler demektir. Diğer taraftan
kıyametin kopmasından sonra âhirette görecekleri cezayı beklesinler anlamına da
gelebilir.
Arna
âyetin sonundaki, "Allah fâsıklar topluluğunu doğru yola iletmez"
ifadesinden anlıyoruz ki ceza dünyada verilecektir. Dikkat edilirse Allah
toplumsal sevgiden, toplumsal hatadan ve toplumsal cezadan bahsetmekte,
açıklamalar hep toplumsal boyutta olmaktadır.
Her
iki âyeti önceki ve sonraki âyetlerle beraber düşündüğümüzde şu neticeye
varıyoruz: Söz konusu âyette Allah, Peygamberi ve O'nun yolunda cihadı daha fazla
sevmenin anlamı, manevî değerler, inanç ve ibadet özgürlüğü, iyinin
hâkimiyetini temin etmek için yapılacak savaş, bu mücadele yapılırken mal ve
canını feda etmenin önemi vurgulanmaktadır.[33]
25.Yemin
olsun ki, Allah size birçok yerde yardım etti. Ve Huneyn Savaşanda da size
yardım etti. Hani çoklu
ğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan
kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine
rağmen size dar gelmişti, sonunda gerisin geri dönmüştünüz.
26.
Sonra Allah, Peygamberi ile müminlerin üzerine sükûnetini indirdi. Sizin
görmediğiniz ordular indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu o kâfirlerin
cezasıdır.
27.
Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tövbesini kabul eder. Zira Allah
affedendir, merhamet sahibidir.
Aslında
25. âyette bu âyetlerin iniş sebebi açıklanmaktadır. Biz bunu yer ve zaman
içinde ele alarak iniş sebebini belirleyeceğiz.
1. Huneyn, Mekke'den Taife
giden yollardan biri
üzerinde Tihâme bölgesindeki vadilerden birisidir. Huneyn Savaşı hicrî
8. Yılda Mekke'nin müslümanlar tarafından fethedilmesinden hemen sonra ger
çekleşmiştir. Hevâzinliler'e Mekke'nin haberi ulaşınca, Nasr b. Mâlikoğullarına
mensup olan ve ordu kumandanlığı elinde bulunan Mâlik b. Avf, Hevâzinliler'i
bir araya topladı. İyi savaşsınlar diye mal, kadın ve
çocukları savaş alanına sürdü. Hevâzin ve Sakîfliler'in toplamı dört bin
kadardı. Sakîfliler'in başında Kinâne b. Abd bulunuyordu. Hz. Peygamber'in gözcüsü bu durumu Hz. Peygamber'e haber verdi. Böylece
Hz.Peygamber onların üzerine yürümeye karar verdi. On bini Medine
müslümanlarından iki bini de Mekkeli müslümanlardan olmak üzere müslüman ordusu
on iki bin civarında idi. On iki bin civarında olan
müslüman ordusuna karşı
dört bin civarında
olan Hevâzin ve Sakîfliler'in ordusu duruyordu. Bunu
gören müslümanlar düşmanı hafife aldı ve mutlaka galip gelecekleri düşüncesine
kapıldılar.
2. "Andolsun ki Allah, birçok yerde ve Huneyn Savaşı'nda size yardım
etmişti." Demek ki Huneyn
Savaşı'nda müslümanlar iui tü oı inşâallah (Allah dilerse) ya da bi iznillâh
(Allah'ın izniyle) bu savaşı kazanacağız demediler. Çünkü kendilerini çok ve
güçlü gördüler. Bu sebeple Allah daha önceki savaşlarda
onlara yardım ettiği gibi, Huneyn Savaşı'nda da yardım ettiğini hatırlatmaktadır.
Allah
burada savaş yerine jkj vetane kelimesini kullanmaktadır. Âyette geçen
rtievâtin mevtin kelimesinin çoğuludur. Kelimenin kök mânası "bir yerde
kalıp yerleşmek, bir yeri vatan edinmek", evtane de "kendini bir şeye
alıştırmak, kalbini ona yatırmak, karar vermek" mânasına gelmektedir.
"Savaşın yapıldığı yerler, savaş sahneleri" anlamında oy- harb
kelimesi ile tamamlama olur. Âyetteki 'Jefy meıâtine kesîratin ifadesi Hz.
Peygamberin savaştığı yelere işaret etmekte ve dolayısıyla Allah pek çok
savaşta müslümanlara yardım ettiğini hatırlatmaktadır.
Allah
sadece o dönemdeki müslümanlara değil, Allah yolunda savaşan her çağdaki
müslümanlara yardım edeceği için Kur'ân'da bu olguya yer vermiştir. İnsan
haklan, özgürlükler ve evrensel değerlere saldıranlara dur demek için
yapılacak her savaşta Allah yardım edeceğini Kur'ân'da vurgulamaktadır. Allah
iyilere her zaman yardım edecektir ama önemli olan savaşın hangi amaçla
yapıldığıdır. Huneyn Savaşı gibi nice savaşlar oldu ve olacaktır. Allah'ın
yardımı belli bir zamanla sınırlı olmadığı için o savaşlarda Müslümanlara
yardım etmiş, gelecekte de edecektir. "Andolsun ki Allah size yardım
etti" ifadesinde yer alan "size" zamiri, aynı zamanda bize
hitap etmektedir. Bu âyet, onu okuyan her müslümanı muhatap almaktadır.
3. "Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete
uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti,
sonunda gerisin geri dönmüştünüz." Ayetin bu kısmından elde edeceğimiz
neticeler şunlardır:
a) Hiçbir savaştaki düşman küçümsenmemelidir. Düşmanın azlığı, kendi
ordularının çokluğu gurur getirmemelidir. Gurur düşmanı hafife almaya sebep
olacak, ve ciddiyeti ortadan kaldıracaktır.
b) Ciddiyeti elden çıkarmak, hezimeti beraberinde getirecektir. Çünkü
gurur ve ciddiyetsizlik, Allah'tan yardım istemeyi unutturmaktadır. Çünkü
insan kendini müstağni, yani yeterli görmektedir. Zafer çoklukla değil
samimiyet, ihlâs ve niyetin yüceliği ile gerçekleştirecektir. Gurura
kapılmadan, ciddiyeti elden bırakmadan ilâhî yardımı dileyerek girilen savaşta
çokluk azlık söz konusu değildir.
Allah
gelecek nesillere, Bedir Savaşfnda sayıca az olan müslümanlann başarısı ile
Huneyn Şavaşı'nda sayıca çok olan müslümanların hezimetini örnek olarak
sunmakta, ve savaşta zaferi elde etmenin hangi değerlere dayandığını
anlatmaktadır. Bu değerlere ters düşen müslüman ordusu bile olsa hezimet
mukadder olacaktır.
c) Âyetin bu kısmında geçen "Bu sizden hiçbir şeyi gidermeye
yaramamıştı" ifadesinde iğnâ (tuğni) kelimesi "ihtiyacı giderecek
şeyi vermek" yani, "müslümanlann çokluğu işe yaramadı,
onlara
bir yarar sağlamadı", "çokluğunuz işe yarayıp zaferi temin etmedi,
yeterli olamadı" demektir. Allah'ın yardımının olmadığı bir savaşın nasıl
mağlûbiyetle netıcefeneceğı fjurada ünhtrimaktadtt.
d) "Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti." Allah
âyetin bu kısmı ile genişliğin psikolojik boyutunu gündeme getirmektedir.
Savaştaki mağlûbiyetin verdiği sıkıntı, üzüntü ve ıstırap insana yeryüzünü dar
eder. Bu da insanın içinde bulunduğu psikolojik durumun maddî genişliği nasıl
daralttığını gündeme getirmek
te, "psikolojik mekân" kavramına dikkat çekmektedir.
e) "Sonunda gerisin geri döndünüz." Bozguna uğrayan müslünmn
ordusu kaçacak yer arayıp geri dönmek zorunda kaldı. Gurur, kendini yeterli
görme, düşmanı küçümseme, ciddiyetsizlik ve Allah'tan
yardım dilememe bozguna sebep oldu. Allah Huneyn günündeki bozgunun
sebep-sonuç ilişkisini bu Şekilde açıklamaktadır. On iki bin civarındaki bir
ordu kendinden üç kat daha eksik bir düşman ordusu önünde
mağlûbiyeti tatmıştı. İşte bu âyette Allah savaşlar tarihinin önemli bir
dinamiğini gündeme getirmiş, mağlûbiyetin manevî sebeplerini açıklamıştır.
Bedir
Savaşı'nda düşmanın çokluğundan korkmakla, Huneyn Sa-vaşı'nda azlığından
kaynaklanan kendini beğenme duygularının yanlışlığı gündeme getirilmektedir.
Korku tefrit, kendi beğenme de ifrat olmaktadır. Korku çekilmeyi* kendini
beğenme de genişlemeyi doğurmaktadır. Bu iki ruh halinin ortasını bulmak,
dengeli bir durumdur.
4. "Sonra Allah, Peygamberi ve müminler üzerine sükûnetini
indirdi." İşte sekine denen ruh hali, korku ile kendini beğenme
psikolojilerin ortasını belirleyen durumdur. Güven duygusu, iç huzuru, zafer,
bir yere yerleşip devlet kurmak mânalarına gelen sekine kavramı Bakara
sûresinin 248. âyetinde açıklandı. Burada ise "güven duygusu, iç
huzuru" anlamına gelmektedir.
Sekine
ile Allah jnüslümanların gönlünde köklü bir değişimi gerçekleştirdi. Demek ki
Allah, gelecek nesillere hem müslümanlarm savaşı kaybetmelerinin sebebini
açıklamakta, hem de zaferin insanın gönlünden gelen manevî oluşumlarla
kazanılacağım öğretmektedir. Bu durum ev-
rensel
bir kanundur. Zaferlerin kazanılmasında en etkili silâhlardan biri olduğu için,
Allah burada gerekli değişim olan sekîneyi göndermektedir.
Buradaki
"sekîne"nin Bakara sûresinin 250. âyetinde belirtilen
"sabır"a benzediğini söyleyebiliriz,
"Ey Rabbimiz! Bize zorluklara tahammül gücü bağışla!" şeklinde
Tâlût'un askerlerinin yapmış oldukları duayı andırmaktadır. Sabır iç huzuru
gibi gönlün en büyük eylemleri, zaferin müjdecisi olacaktır. Ali İmrân
sûresinin 126. âyetinde ve Enfâl sûresinin dokuzuncu âyetinde geçen
"kalpleri rahatlatmak", burada sekîne olarak görülmektedir.
5. "Sizin görmediğiniz ordular indirdi de kâfirlere azap etti. İşte
bu, kâfirlerin cezasıdır. " Ordulardan kasıt meleklerin olduğunda şüphe
yoktur. "Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır" (Fetih 48/7) ifadesine
baktığımızda Allah'ın hem yerde hem de gökte orduları olduğunu anlıyoruz.
Fetih
sûresinin dördüncü âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "îmanlarını bir kat
daha artırsınlar diye müminlerin kalplerine sekîne indiren O'dur. Göklerin ve
yerin orduları Allah'ındır."
ÂI-İ
İmrân sûresinin 124-125, Enfâl sûresinin 9-12. âyetlerine baktığımızda
Allah'ın indirdiği orduların melekler olduğunu görürüz. Ancak Huneyn Savaşı'nda
Allah'ın indirdiği orduları müslümanlar göremiyordu. Görülmezlik bu orduların
en önemli özelliği olduğu için âyette Allah buna yer vermektedir.
Görülmemeleri, konuyu metafizik alana götürmektedir.
Allah
müslüman ordusuna bu şekilde yardım ederek, kâfirlerin ordusunu
cezalandırmıştır. Demek ki Allah insan eli ile başka bir grubu
cezalandırmaktadır. Tabiat olaylarını kullanarak ceza verdiği gibi, iyi
insanları kullanarak da ceza vermektedir. Bazan kötü insanlarla, yanlış yapan
iyi insanları da cezalandırmaktadır. Her iki olguyu, Huneyn Sava-şı'nda
görüyoruz. Önce müslümanlar yanlış anlayışlarından dolayı he zimete uğradılar,
sonra bilinçlenip gönüllerini değiştirince Allah, onların eliyle kâfirleri
cezalandırdı.
Mağlûbiyet onlar
için nasıl bir ceza oldu? Öldürülme geride kalanlar için bir azaptır. Esir
alınmaları, mallarının alınması, nesillerinin köle-leştirilmesi gibi olaylar
onlar için azap olmuştur. Ayetin son ifadesinden anlıyoruz ki, bu şekilde
kayıplar vererek çekilen ıstıraplar dünyevî ceza olmaktadır. Allah dünyada bu
şekilde ceza vermektedir. Bu da bir ceza şeklidir.
6. "Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tövbesini kabul
eder. Zira Allah affedendir, merhamet sahibidir." Allah burada iki grubun
iki tövbesinden bahsetmektedir: Bunlardan biri, Müslümanların mağlûp olmasına
sebep olan yanlışlarından dolayı, af dilemeleri yani, savaşta düşmanı az görüp
böbürlenmelerinden dolayı af dilemek için tövbe etmeleridir. Allah bu tip
tövbeleri kabul edeceğini söylemektedir. Diğeri de kâfirleri Huneyn
mağlubiyetiyle cezalandırmasından sonra onların tevhid inancına dönmeleri
anlamına gelen tövbeleri olabilir ki Yüce Allah bu tövbeyi kabul edeceğini
açıklamaktadır.
Birinci
anlamı ile hatadan dönmeyi ikinci anlamı ile inkârdan imana dönmeyi kabul
edeceğine işaret edilmektedir. Çünkü Allah böyle durumlarda, gafur ve rahîm
sıfatlarını harekete geçirmektedir.[34]
28.
Ey iman edenler! Müşrikler sadece bir pisliktir. Onun için artık bu yıllarından
sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah
dilerse kendi lutfundan sizi zengin edecektir. Allah bilendir, hikmet
sahibidir.
Ayeti
bir bütün halinde açıklamak daha doğru olur. Allah, inananlara, müşriklerin
pislikten başka bir şey olmadıklarını söylemektedir, Necese kelimesi "pis
oldu, kirlendi" anlamına gelmektedir. Kur'ân'da sadece bu âyette geçen
kelime insanın sıfatı olmakla ne mâna ifade etmektedir? Neces, hem maddî,
manevî pislik mânasına gelmektedir. Meselâ İffetsiz insan İçin de bu kelime
kullanılmaktadır.
İbn
Abbas ve Zemahşerî onların köpek ve domuz gibi pis oldukları mânasını
vermiştir. Diğer müfessirler de aynı açıklamayı esas almışlardır. Alimler
onların aynıyla, yani mutlak mânada pis oldukları hükmünü vermişlerdir. Mutlak
mânada pis olan insanlar, nasıl olur da inkârdan vazgeçerek îman ederler?
Mutlak mânada pis olanın değişmesi mümkün değildir. Zemahşerî ve İbn Abbas'ın
verdiği örneği alırsak domuz domuzluğunu, köpek köpekliğini değiştirebilir mi?
Başkası o varlıklarda bir değişim meydana getirebilir mi? Ama müşrik ve kâfir
inkârdan, şirkten vazgeçip değişmiyor mu? Demek ki Allah buradaki necis
kelimesini manevî anlamda kullanmıştır.
Tevhid
inancını benimsemeyip şirk koşan insanlar akıl ve gönül bakımından pislik
içindedirler. Kur'ân insanları bu pislikten kurtarmak için gönderilmiştir.
Neces, fikir ve inanç pisliği anlamında alınması gerekirken, mânayı maddî
pisliğe çekmek doğru değildir. "Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i
Haram 'a yaklaşmasınlar. " İşte bu âyetle, kutsal mescid ile müşrik ve
kâfirlerin ilişkisi belirlenmiş oldu. Kutsal olan mescide, manevî bakımdan pis
olan İnsanlar giremez.
Artık
müşrikler Beytullah'ı tavaf edemeyecek, kendi anlayışlarına göre hac da yapamayacaklardı.
Çünkü Beytullah onların putlarından temizlenmişti. Değil Beytullah'ı tavaf
etmek, Mescid-i Haram bölgesine bile sokulmayacaklardı. Bu yasak müşriklerin
pis olması durumu üzerine bina edilmiştir. Hüküm hicretin 9. yılından sonra
başlatılmıştır.
Allah
bu yasağın ihlâline sebep olacak tek şeyin ekonomik durum olduğunu da dikkate
alarak, "Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi lutfundan
zengin edecektir" buyurmaktadır. Çünkü müşrikler hac yapmak maksadıyla
Mescid-i Haram'a gelip ticaret yapıyorlardı. Bu ticaret orada yaşayan halka
büyük ekonomik değer sağlıyordu. Çölün ortasında geçim bu ticaretle temin
ediliyordu.
Gerçekten
de Tabelâ ve Cüreş halkı gibi birçok bölge insanı müslüman oldu. Mekke'ye
eskisinden daha fazla gelir temin ettiler. Daha sonra fetihler dönemi başladı,
uzaklardan da insanlar akın akın oraya gelmeye başladı. Günümüzde de bu akınlar
devam ediyor.[35]
Buradan
şu neticeye varıyoruz; Devletler bir karaT alırken ekonomiyi ilgilendiren bir
tarafı varsa mutlaka onu göz önünde bulundurmak durumundadırlar. Komşu ve uzak
ülkelerle ilişkiler kurulurken ekonomik durumlar düşünülmeli, toplumun geçimi
asla unutulmamalıdır. Allah müşriklerin Mescid i Haram'a hicretin 9. yılından
sonra giremeyeceklerini buyururken ekonomiyi dikkate aldığını belirtmektedir.
Yöneticiler "Ben kararımı alınm, ama halkın geçimi beni
ilgilendirmez" diyemez.
Allah
bu hükmünü alîm ve hakîm sıfatlarıyla aldığını da âyetin sonunda
vurgulamaktadır, Demek ki bilerek hüküm vermeli ve o hüküm yerli yerinde
olmalıdır. Kararın sonunun ne olacağını kestiremeyen ve bilmeyenler böylesine
kararlar alamazlar ve almamalıdırlar.
Görüldüğü
gibi 1. âyette müşriklere ihtar, 2. âyette bildiri, 17. âyette Mescid-i
Haram'ın imarını yapamayacaktan, bu âyette de Mescid-i Haram'a giremeyecekleri
hükme bağlanmıştır. Tevbe sûresi basitten mürekkebe, kolaydan zora giden bir
metotla müşriklerle ilişkileri düzenleyip hem bir antlaşma hem de savaş hukuku
tesis etmektedir.[36]
29,
Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve
Peygamberi'nin haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (kendine) din
e-dinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.
Allah
bu âyete kadar müşrik ve kâfirlerin durumunu açıklarken, bu âyetten itibaren
"kendilerine kitap verilenleri" ele almaktadır. Kendilerine kitap
verilenlerin, yahudi, Hıristiyan ve Sâbiîler'in olduğunu söylemekte yarar
vardır. Bize göre Sâbiîler'in mevcudu dünyada kalmamıştır. Sâbiî denince Hz.
Davud'un Zebur'una inananlar anlaşılır. Bu husus Bakara sûresinin 62. âyetinde
anlatıldı,
Allah,
kendilerine kitap verilenlere savaş açabilmek için şunları şart koşuyor, başka
bir ifade ile şu üç şeyi yerine getiren kitap ehli ile sav aşılamaz:
1. "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe
inanmayanlarla savaşın." Kendilerine kitap verilenlerin bazıları bir
sonraki âyette görüleceği gibi Üzeyir'i Allah'ın oğlu diyerek şirk koşmuşlardı.
Onun içindir ki Allah, onların gerçek ve tam bir imanla
Allah,
onların gerçek ve tam bir imanla Allah'a inanmalarını şart koşmakladır.
Hıristiyanlar da aynı şekilde, kimi zaman iki ilâhı (Mâide 5/116), kimi zaman
üç ilâhın birini (Mâide 5/73), kimi zaman da Meryem oğlu Mesih'i Allah olarak
görmüşlerdir (Mâide 5/72). Yahudi ve hıristiyanlar müşterek olarak kendilerini
Allah'ın oğulları ve sevgilileri olarak görmüşlerdir ve görmektedirler (Mâide
5/18).
Bu
inanış biçimleri onları müşrik ve kâfir durumuna düşürmüştür. Bu inanış
biçimlerinden dolayı müslumanlara karşı düşmanlık beslemişler ve
beslemektedirler. Kimi zaman bu düşmanlıklarını eyleme dahi
dönüştürmektedirler.
İslâm
dininin amacı tevhid inancını yaymaktır. Tevhid inancının yayılmasını
engelleyenlerle nasıl mücadele edileceği bu âyette gündeme getirilmektedir. Tek
Allah'a inanmayıp ona şirk koşan kitap ehli de bir önceki âyetteki müşriklerin
kapsamına girmektedir.
Yahudi
ve hıristiyanlann hepsi aynı değildir. Doğruluk sahibi, gece vakti secdeye
kapanan, Allah'ın âyetlerini okuyan, Allah'a ve âhiret gününe inanan, iyiliği
emredip kötülükten sakındıran, hayırlı işlere koşanlar vardır (Âl-i İmrân
3/113-114), Allah bunları iyi insanlar olarak vasıflandırmaktadır (Al-i îmrân
3/114), Bakara sûresinin 62 ve Mâide sûresinin 69. âyetlerinde bunların
âhiretteki durumu açıklanmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette bunların
dışında kalan kitap ehli ele alınmaktadır.
Kendilerine
kitap verilenlerin bir kısmı da âhirette bedenî dirilmeyi inkâr etmektedir.
Günümüz mataryalistleri bunlan andırmaktadır. Dünyaya tutku ile bağlı olup para
yığan hahamları da (Tevbe 9/33) vardır. Bu tür insanların âhiret inancı vardır
denemez.
Beyyine
sûresinin birinci âyetinde bunların başı boş bırakılmayacağı belirtilirken, bu
âyette de söz konusu hususlar onlarla savaşmanın bir sebebi olarak görülmektedir:
"Kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, kendilerine açık delil
gelinceye kadar ayrılacak değillerdir" (Beyyine 98/1). Yani bu insanlar,
bulundukları halde veya kendi başlarına bırakılacak değillerdir.
2. "Allah ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar".
Bunun anlamı objektif hukuka inanmamaları ve onu tatbik etmemeleridir. Çünkü
Allah ve O'nun Peygamberi bir şeyi yasaklarken sadece toplumsal boyutu değil
bütün insanlığı hedef alır. Allah insan ve insanlık için kanun koyar, hukuk
"Allah'a
ve âhirete inanmayanlar aslında evrensel, objektif hukukun duvarlarına
yıkmaktadırlar. Allah'a inanmayan onun insanlık adına koyduğu yasaklan yasak
sayar mı? Bu iki madde arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır.
Allah'a
ve âhirete inanmamak sebep, Allah ve Peygamberi'nin yasaklandığını yasak
saymamak da netice olmaktadır. Allah'ın ve Pey gamberi'nin yasakladığı en
önemli konu. toplumların birbirine saldırıp barışı bozmaları, inanç ve ibadet
özgürlüğünü ortadan kaldırmaları ve
din
ile alay etmeleridir.
3. "Hak dini kendine din edinmeyenler" Allah'ın koyduğu hak dini
din edinmemek demek, o dinle çatışmak demektir. Bunun anlamı kendilerine
gönderilen dinin özünden ayrılmaları ve sonra gelen hak dine karşı
çıkmalarıdır:
Şimdi
zikredeceğimiz âyetler, bazı kitap ehli insanların neden kötü sonu hak
ettiklerini ifade etmektedir:
"Sözlerini
bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini katılaşırdık. Onlar
kelimelerin yerlerini değiştirdiler. Kendilerine öğretilen hükümlerin önemli
bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir
hainlik görürsün... ", "Biz hıristiyamz diyenlerden de kesin
sözlerini almıştık, ama onlar da kendilerine verilen öğütlerin önemli bir
bölümün unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin
saldık... " (Mâide 3/13-14),
Kendi
dinlerinden uzaklaşan, onu hak olmaktan çıkaran insanlar, daha sonra gelen hak
dini de din edinmemişlerdir. Hak dinin özünde yer alan haklar sistemidir. Hak
dini din edinmek demek, haklara riayet etmek demektir. Allah hakkı, ana baba
hakkı, çocuk hakkı, toplumun hak- ki, yetim hakkı, komşu hakkı, kadın hakları
gibi haklar sistemini benimsemek ve hayata geçirmek, hak kavramında yer alan
hususlardandır.
Bu
üç şeyi yerine getirmeyen kitap ehli savaşa sebep olmaktadır. Allah'a ve
âhirete inanmamak, hukuku tanımamak ve hak dini din edinmemek savaşın
sebepleri olmaktadır. Kendilerine kitap verilenlere verilen bu uyarı, bu nota
aslında onların iyiliği içindir. Buradaki savaş emri caydırıcj bir nitelik
taşımaktadır. Önemli olan onların tevhide inanmaları, hukuku tanımaları ve hak
dini din edinmeleridir.
Savaş
onlar için bir ceza olacağına göre bu âyet ceza hukuku alanına girmekte ve
hangi davranışlara nasıl ceza verileceğine açıklık getirmektedir. Allah'a ve
âhirete inanmayan, evrensel hukuku tanımayan ve haklara riayet etmeyen topluma
önce bu uyarı yapılır, sonra da bunun karşılığı savaş olur. Bu suçlar
savaşlarla cezalandırılır.
Günümüzde
de evrensel hukuku tanımayanlara ambargo konması veya savaş ilân edilmesi de
bundan başka bir şey değildir. Bunları yerine getirmeyenlerle ne zamana kadar
savaşılacaktır? Ayetin devamı bunu şöyle cevaplandırıyor:
4. "Küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar (onlarla)
savaşınız." Ayetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Kendilerine kitap verilenler, yukarıda sayılan üç maddeyi yerine
getirmedikleri takdirde savaşla karşı karşıya kalacaklardır. Hayatlarını ve
özgürlüklerini garanti altına almak isterlerse, yani müslümanların savaşı
durdurmalarını isterlerse cizye vereceklerdir. Demek ki cizye, hayatın ve
özgürlüklerin korunması için verilecektir. Cizye "borç Ödeme"
anlamına gelmektedir. Verilen söz gereği vereceği vergi demektir. Hayatın ve
hürriyetin korunmasına karşı verilen vergidir.
b)"An yedin." "Kendi elleriyle vereceklerdir" bunun
ne anlama geldiğini Elmalılı Hamdi Yazır şöyle açıklamaktadır: Hazır elden,
çekingenlik göstermeden, itaat ve hürmetle; ayrıca takip ve tahsiline gerek
göstermeyecek şekilde elini uzatarak. Elden, nakden, geciktirmeden. Her biri
kendi eliyle, vekili veya bir diğeri aracılığı ile değil. Eli iş tutandan; gücü
yetenden; çalışıp kazanandan, bulûğa ermiş olandan; kazancı ve geliri
olmayanlardan değil[37].
c) "Küçülerek," Böylece Allah, işin psikolojik boyutunu da
gündeme getirmektedir. Zillete mahkûm olmak, hafife alınmak, himaye edilir
duruma düşmek gibi insan onurunu kinci muameleye düş-mektense hak dini din
edinmek, evrensel hukuku tanımak ve tevhid i-nancını benimsemek daha doğrudur.
Allah
himaye eden ile himaye edilenin psikolojik halinin farkını ortaya koyarak
caydırmak istemektedir. Çünkü müslüman olduklarında cizye vermeyeceklerdir. Hz.
PeygambeT bu konuda şöyle buyurdu: "Müslümana cizye yoktur"[38].
Süfyân
bu hadisi şöyle yorumlamaktadır: "Zımmî, cizye ödemesi kendisine vacip
olduktan sonra tslâm'a girecek olsa, cizye yükümlülüğü kalkar".[39]
Bu
âyetin genelinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. Müslüman toplumun idaresi altına giren, Allah'a, âhirete İnanmayan,
hukuk tanımayan ve hak dini din edinmeyen kitap ehli, hayatlarını ve
özgürlüklerini korumak için cizye verecekler, ama aynı zamanda
o toplumun idaresinden gördükleri sosyal hizmetler için de cizye vermiş
olacakladır, Müslümanların yaşadığı toprakların dışında yaşıyorlarsa hayat ve
hürriyetleri için cizye vereceklerdir,
2. Bu âyetin emrettiği savaş da cihad gibi eğitim amaçlıdır. Savaşın
amacı cizye almak değil, Allah'a ve âhirete imanı, Allah'ın ve Peygamberi'nin
haram kıldığını haram kabul etmek, yani evrensel hukuku kabullenip hak dini din
kabul etmektir.
Müslüman
toplumun idaresi altında yaşayan müslümanlar da Enfâl sûresinin 60. âyetinde
emredildiği gibi kendi hayatları, hürriyetleri bağımsızlıkları ve sahip
oldukları yüce değerleri korumak için infak ederek düzenli ordu kuracak, modern
teknolojinin üreteceği savaş silâhlarına sahip olacaklardır. Onlar da aldıkları
sosyal hizmet karşılığında vergi ödeyeceklerdir. Kendi güvenliklerini tehdit
eden hususları ortadan kaldırma yükümlülükleri olunca, kitap ehlinden olan
yukarıdaki sıfatları taşıyanların cizye Ödemesi doğal hale gelmekte, kınanacak
hiçbir yönü kalmamaktadır.
Şimdi
birisi çıkıp "kitap ehlinden cizye almak zulümdür' deme hakkına sahip
değildir. Diyebiliriz ki müslümanlardan yana bir dengesizlik de vardır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi güvenlik harcamalarına katılım bakımından müslürnanlar
daha ağır yükümlülük taşımaktadırlar.
3. Cizye, koruma sözleşmesi denen ıizimmet"in karşılığı olmaktadır.
Ne Kur'ân'da ne de Hz. Peygamber tarafından cizye denen vergi için kesin bir
miktar veya oran belirlenmiştir. Oran itibariyle müslümanların Ödemesi gereken
zekâttan daha düşük olduğu da bir gerçektir"[40].
Bütün
bu anlattıklarımıza ilaveten şu hususların da bilinmesinde yarar görmekteyiz:
Kur'ân. kitap ehlinin içinde iyi insanların da bulunduğunu (Âl-i îmran
3/113-115), inançsız dahi olsalar saldırganlık yapmayanlarla iyi geçinilmesi
gerektiğini (Mümtahine 60/8), müslüman dahi olsalar saldıran tarafın tasvip
edilmediğini (Hucurât 49/9) çeşitli vesilelerle pek çok âyette ifade ettiğine
göre bu âyette, kendileriyle savaşılacak olan kitap ehli grubunun,
"Allah'a ve âhirete inanmayan ve hak-hukuk tanımayan" bolümü olduğu,
dolayısıyla sadece inanmadıkları için değil, diğer âyetlerin de işaretiyle
hukuk tanımamaları nedeniyle kendileriyle savaşılacağı veya cizye ödemeye
mahkûm edilecekleri anlaşılıyor. Zaten âyetteki ''Allah ve Peygamberi 'nin haram kıldığını
haram saymayan ve hak dini (kendine) din edinmeyen kimseler" ifadesi,
mevcut Medine Devleti içindeki hukukun tananmaması, yani hukuku tanımayarak
devlete bir çeşit başkaldırı durumunda bulunanların söz konusu edildiği
izlenimini vernektedir. Aksi taktirde hukuk tanıyan, devlete karşı bir
başkaldırısı olmayan, ancak inanmayan insanların öldürülmei söz konusu olur ki
bu anlayış Kur'ân’a uygun bir anlayış olarak görülemez.[41]
30.
Yahudiler, 'Üzeyir, Allah'ın oğludur'
dediler. Hıristiyanlar da, 'Mesih
Allah'ın oğludur' dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri sözlerdir.
(Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyor
lar. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar.
31.
(Yahudiler) Allah 'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da
rahiplerini ve Meryem oğlu Me
sih'i rabler edindiler. Halbuki onlara sadece tek ilâha kulluk etmeleri
emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur.
O bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.
Bu
âyetlerin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "Yahudiler, 'Üzeyir Allah'ın oğludur' dediler." Üzeyir
kimdir? Arap dilinde Üzeyr, İbrânîce'de Ezra adıyla anılan bu insan kaybolan
Tevrat'ı yeniden toparlayıp tedvin eden kişidir.
Tevrat'a
bugünkü şeklini veren kimsedir. Ona Allah'ın oğlu sıfatını veren Arabistan
yahudilerinin olduğunda hemen hemen ittifak vardır. İbn Abbas'tan rivayet
edilen bir hadise göre, Medineli Yahudilerin bir kısmı bir keresinde Hz.
Peygamberce şöyle demişti: "Sen bizim kıblemizi terketmişken ve Üzeyir'i
Allah'ın oğlu olarak görmezken biz sana nasıl uyarız?"
Tevrat'ı
tedvin etmesi sebebiyle yahudiler Üzeyir e saygı ve itibarda müstesna bir yer
verdiler ve onu en abartıl] sıfatlarla andılar[42].
Üzeyir, sonraki Yahudilik'te hâkim olacak olan, kendine has, resmî ve standart
yahudi din kurumunun kurucusudur.
[43]
Yahudiler
tanrısal sıfatlar vererek tam anlamıyla şirk olan bir ifadeyle Üzeyir'in,
Allah'ın oğlu olduğunu söylediler. Ona bu sıfatları yakıştıran ifadeleri Eski
Ahid'de bulmak mümkündür: "İsrail benim oğ-lumdur"[44];
"Ben İsrail için babayım"[45] Bu
ifadeler müşrikçe çağrışımlar olduğu için Kur'ân bunları reddetmektedir.
Yahudilerin
sadece Üzeyir ile ilgili olan bu ifadeleri, daha sonra genişletilerek bütün
yahudilerin Allah'ın oğlu olduğu iddiasına ve inancına kadar uzandı (Mâide
5/18). Öyle anlaşılıyor ki yahudiler bir taraftan Allah'ı beşeri eştir i yor,
diğer taraftan da beşer olanı tanrılaştınyorlardı.
2. Hıristiyanlar da 'Mesih, Allah'ın oğludur' dediler." Mesih de Hz.
İsa'dır, "Onları baba, oğul ve kutsal ruh adına vaftiz ettiler"
(Matta, 19/28). Öyle anlaşılıyor ki yahudi kültürü Hıristiyan kültürünü
etkilemiştir. Üzeyir'e Allah'ın oğlu diyen yahudilere karşı nazire olarak hıristiyanlar
da Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu dediler. Hz. İsa Allah'ın oğlu olarak kalmadı, onu
doğrudan tannlaştırdılar: "Andolsun ki Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesih,
diyenler kâfir olmuşlardır" (Mâide 5/72). "Rahman çocuk e-dindi
dediler." Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız; bundan dolayı
neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir"
(Meryem 19/88-90).
Görüldüğü
gibi Kur'ân ve Matta İncili, Hıristiyanların Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olduğuna
inandıklarını ispatlamaktadır. Yahudiler gibi, bu oğul olma işi Hz. İsa'da
kalmadı kendilerinin de Allah'ın oğlu olduğuna kadar uzandı (Mâide 5/18),
3. "Bu onların ağızlarında geveledikleri sözlerdir." Ağız
kelimesi buna "bilgilerin köksüz olduğu, hakikatle ilgisi olmadığı,
akıldan gelmediği" anlamını katmaktadır. Düşünmeden, doğruluğunu
tartışmadan gelişigüzel söylenen bir söz olmaktan Öte, herhangi bir değer
taşımadığı mânasını vermektedir. Akıldan kaynaklanmayan, bir delile dayanmayan
bu iddia ağızdan çıkan dayanaksız bir sözden ibarettir. Bunu şu âyetlerle
ispat edebiliriz. "Onlar, kalplerinde olmayanı ağızlarıyla
söylerler" (Al-i îmrân 3/167) "Bu, ağızlarından çıkan ne büyük bir
sözdür. Onlar ancak yalan söylerler" (Kehf İS/5),
Allah,
ağızdan geveleyerek fetva vermeyi de müslümanlara yasaklamıştır:
"Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak bu helâldir, şu da haramdır
demeyiniz, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a
karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler" (Nahl 16/116). Üzeyir'i ve
Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak ifade eden sözT Allah'a iftiradan ve şirk
koşmaktan başka bir şey değildir,
4. "Daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar."
Ayetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Ayette geçen cjiulü müdâhaât kelimesi "benzemek" anlamına
gelmektedir. Bu mânayı Ferrâ vermiştir. Şemîr de bu fiilin "uymak, tâbi
olmak" mânasına geldiğini söylemektedir[46].
Bu mânadan hareket
edersek varacağımız netice yahudilerin ve hıristiyanların bu sözlerini
geçmişteki kâfirleri taklit ederek söyledikleridir. Çünkü onlardan önce
inkarcılar, melekleri Allah'ın kızları olarak görüyorlardı: tfıiı "Ey
müşrikler! Rabbiniz, erkek çocukları sizin için ayırdı da, kendisi meleklerden
kız çocukları mı
edindi?"
(İsrâ 17/40). Yahudiler ve hıristiyanlar, müşriklerin bu sözlerini değişik bir
şekle sokarak taklit ettiler.
b) Önceki kültürün sonraki kültürü taklit anlamında etkilediğini
görüyoruz. Arap kültüründeki inanış biçiminde Allah'ın kızları olduğu anlayışı
vardı. Bu anlayış önce yahudi inanış biçimini etkiledi, daha sonra da
Yahudiliğin bu inanışı, Hıristiyanlığı etkileyip Allah'ın oğlu inancına
dönüştürdü. Demek ki şirk, kültürden kültüre kimi zaman kılık değiştirmektedir.
Bulaşıcı bir hastalık biçiminde ortaya çıkan şirk, insanlığın manevî hayatının
en tehlikeli mikrobu olmuştur. Âyetteki "benzetiyorlar" ifadesi hem
taklidi hem de geçmişin inanç biçiminin etkisini gündeme getirmektedir.
5. "Allah onları kahretsin!
Nasıl da döndürülüyorlar."
Arapça'da bir beddua şeklidir. Allah helak, kahr ve
lanet etsin mânasına gelmektedir. Bedduadaki "ölüm" sözcüğü, lanet
edilen kimsenin manen ölmüş olmasındandır, Yahudi ve hıristiyanlann Üzeyir ve
Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak görmelerinden dolayı Allah onlara beddua
etmektedir.
"Nasıl
da döndürülüyorlar?" ifadesinden anlıyoruz ki, onlar yanlış bir inanış
biçiminin etkisinde kalıp hak inanıştan döndürülmektedirler. Döndürülen
insanların, düşünce bağımsızlığı yok demektir. İradesi elinden alınmış kimse
kimliksiz hale getirilmiş, başkalarının tutsağı haline getirilmiş demektir.
"Başkaları" ifadesiyle şeytan ve diğer insanlar kastedilmektedir.
İnsanların her zaman etki altında kalıp döndürülecekleri ihtimali hiçbir zaman
din bilginleri tarafından göz ardı edilmemelidir Bu insanlar şirk gibi en
çirkin iftirayı Allaha isnat edecek kadar dön dürü leb i İm işlerdir.
6. "Yahudiler Allah 'ı bırakıp bilginlerini, Hıristiyanlar da
rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler." "Hz. Üzeyir ve
Hz, isa'nın Allah'ın oğludur' gibi ağır bir söz ve şirk yetmemiş gibi,
yahudiler "ahbâr" denen bilginleri rab edindiler. Buradaki rab,
tanrı anlamına gelmektedir. Yahudiler bu bilginlere Allah'a tapar gibi
taptılar. Allah'ın hükümlerini bırakarak o bilginlerin kişisel görüşlerine
inandılar. Allah'ın emirleriyle onların görüşleri çatıştığında bilginlerin
görüşlerini tercih ettiler.
Bilginlerini,
Allah'ın emirlerini öğrenip anlatan bir kişi olarak görme yerine, dinde Allah
gibi hükümler veren varlıklar olarak gördüler, inandılar. Allah, h iri stiy ani
arın da aynı tarzda rahiplerini rab edindiklerini hatta Hz. İsa'yı da rab
edindiklerini bize nakletmektedir. Allah onların yaptıklarını bize niçin
anlatıyor? Müslümanların da aynı duruma düşme ihtimali vardır, bu ihtimali
ortadan kaldırıp müslümanları eğitmek için bu ayrıntıları vermiştir.
Müslümanlar
da âyetle hadis çatıştığında hadisi, âyet ile ictihad çatıştığında içtihadı
alabilirler, Beşerin fetvasını Kur'ân'ın önüne geçirebilirler, hatta
geçirmektedirler. Öyle ki bunları fıkıh usulü kitaplarında bile görmek
mümkündür. "Mezhebin nedir" diye sorulunca Kur'ân yerine bir mezhebin
adını verebilirler. Din adına halka âlimlerin görüşünü verebilirler. Bunun ne
anlama geldiği yahudilerin ve hıristiyanların yaptıkları örnek verilerek
anlatılmaktadır.
Bu âyet tarihî bir
olguyu anlatmak yerine müslümanları eğitmeyi hedef almaktadır. Hucurât
sûresinin birinci âyetinde yer alan Allah'ın ve Peygamberi'nin önüne geçmeme
emri de bunu anlatmaktadır. Bu âyette âlimlerin görüşlerini veya kendi
görüşlerini Allah'ın vahyi önünde tutmanın vahametine işaret edilmektedir.
Bir
âlimi nasıl rab ediniriz? Bu sorunun cevabını şu hadisle verebiliriz:
"Adî b. Hatim: Boynumda altından bir haç bulunduğu halde Hz. Peygamberdin
huzuruna vardığımda şöyle buyurdu: 'Bu da ne oluyor ey Adî? Şu putu üzerinden
at!" Hz. Peygamber'i Tevbe sûresinin, "Onlar Allah'ı bırakıp
âlimlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler" âyetini
okurken dinledim. Hz. Peygamber'e, 'Onlar bunlara ibadet etmiyorlardı1 dedim.
Hz. Peygamber buyurdu ki: 'Allah'ın helâl kıldığına haram derler, siz de haram
tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz
mıydınız?1 Ben de 'evet1 dedim. 'İşte bu onlara ibadettir* buyurdu"
[47]
Al-i
İmrân sûresinin 64. âyetinde, "Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimimizi
rabler edinmeyelim" ilkesine çağrılmaktadır. Müslüman da olsa geçmişteki,
ya da yaşamakta olan bir âlimi veya âlimleri rabler edindiğimizin farkında
değiliz. Masum bir anlayışla, onlara saygı gösterdiğimizi söyleyerek
davranışlarımızı aklî-leştiriyoruz. Bunun sınırını kaçırıp şirke düşüyoruz.
Allah'tan
başkasının rab edinilmesi anlamı verilen ve Kurân'da pek çok âyette zikredilen
ifadesi, "Allah'ın daha aşağı mertebesinde", "O'nun
altında" anlamına da gelir. Çünkü sözü edilen müşrik gruplar ve kitap
ehlinden küfür içindeki insanlar Allah'a inanmaktadırlar. Yaptıkları yanlışlık
ise başka varlıkları Allah'a ortak ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı"
ifadesi "Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir"
ifadesi bu grupların, tek ilâha ibadetle yükümlü tutulmalarına rağmen şirke
düştüklerini göstermektedir. Şirk ortaklık anlamına geldiği için *üı üjS
ifadesi, "Allah'ı bırakmak" veya "Alla'tan başkası"
anlamından ziyade Allah'a ortak koşanların ortaklarından söz eden âyetlerde dûn
kelimesinin altında, aşağı anlamından hareketle "Allah'ın daha aşağı
mertebesinde" şeklinde anlamlandırılmalıdır. Çünkü şirkte mutlak inkar
değil, ortaklık söz konusudur. Ortakların zirvesine de Allah yerleştirilmiştir.
7. "Halbuki onlara sadece tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu.
O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden
uzaktır,"
a) Yahudiler ve hıristiyanlar Allah'tan başkasına kulluk etmemeleri
konusunda uyarılmışlardı. Bunun anlamı, bilinçli olarak şirk koşmuş
olmalarıdır. Bilgilendirilmelerine rağmen
şirk koşmuş olmaları affedilmez bir hatadır.
b) Allah'tan başka hiçbir varlığa tanrılık sıfatı verilemez. Bu ilke bütün
peygamberlerin kutsal kitabında ve ilâhî Öğretilerde yer almıştır. Evrensel
nitelik taşıyan tevhid inancı, yahudiler ve hıristiyanlar tarafından tahrif
edilmiştir.
c)
Onların tanrılık verdikleri varlıklardan ve Allah'a atfettikleri
"çocuk edindi" inancından Allah'ın uzak olduğu ilân edilmektedir.
Sübhân burada "uzak" anlamına gelmektedir. Tevhid inancını ayakta
tutan en güçlü sıfatlardan biri sübhândır. Allah âyetin sonunda tevhid
inancının eğitimini yapmaktadır. 30. âyette başlayan şirk koşma çeşitleri 31-
âyetin sonuna kadar devam etti. Öncelikle yahudilerin ve hıristiyanlann nasıl
şirke düştükleri anlatıldı, oradan şirk hastalığının nasıl tedavi edileceğine
geçildi. İnsanın insanı tanrılaştırması anlatılırken, kültürlerin, inançların
birbirini etkilemesine dikkat çekildi ve bu etkilemede taklidin rolü gözler
önüne serildi.[48]
52.
Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah ise kâfirler hoşlanmasa
da nurunu tamamlamak-tan asla vazgeçmez.
33.
Allah, müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün dinlere üstün kılmak için
Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderendir.
Bu
âyetler açıklanırken birbirini tamamlar nitelikte oldukları göz önünde
tutulacaktır.
1. ''Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar," Buradaki nur
neyi ifade etmektedir? İbn Abbas Allah'ın dini, Beydâvî tevhid inancına işaret
eden delili, Kur'ân ve Hz. Peygamberin nübüvveti, Nesefı Hz. Peygamber'in
nübüvveti, Hâzin Allah'ın dini, Râzî Hz. Muhammed'in peygamberliğinin hak
olduğunu gösteren delillerdir; Kurtubî Allah'ın birliğine işaret eden delil ve
belgeler, İslâm mânasını vermişlerdir.
Âlimlerin
söylediklerinin hepsi doğru olabilir, ancak Kur'ân'da "nur" olarak
nitelendirilen şeyin Kur'ân olduğu açıktır. Şûra sûresinin 52. âyetinde
"Fakat biz Kur'ân'ı bir nur kıldık ' ifadesi yer almaktadır. İslâm'ı din
yapan, Hz. Peygamber'in nübüvvetini belirleyen Kur'ân'dır. Tevhid inancını
insanlığa duyuran, öğreten gene Kur'ân'dır. Demek ki âlimlerin söylediklerinin
özüne gidersek orada Kur'ân'ı bulmak mümkündür.
Âyetin
bu kısmında yer alan "ağızlar" anlamındaki eiyî efvâh kelimesinin
tekili ay fevhdir. Buradaki "ağız" kavramı biyolojik anlamda insanın
ağzı anlamına geldiği gibi, yazı üreten ve İslâm hakkında düşmanca fikirler
yayan her ağız bu kavramın kapsamına girer. Kalemin ağzı, basının sütunları,
görüntüleri de bunun içine girmektedir. Âyette "ağızlar" şeklinde
çoğul gelmesinin de ilginç bir yönü vardır. O devirde ağızlar sadece insanların
kendi ağızları idi, ama şimdi ağızlar hem çeşit lendi hem de arttı. Basın
teknolojisi dünyayı küçülttü, böylece uzaklardan çıkan sesler olduğu yerde
kalmıyor, çok uzaklara dünyanın Öbür tarafına ulaşabiliyor.
Günümüzde
dünya ağzını açmış üfürmektedir. Tabii buradaki ağız kavramından kasıt
beyindir. Ağızdan çıkan söz ve fikirleri beyin idare etmektedir. "Parçayı
anarak bütünü kastetmek" kaidesine dayanarak ağzın akıl ve gönlü ifade
ettiğini söyleyebiliriz.
Âyette
yutfîu olarak geçen fiilin kökü «Â'tfaJı et-tâfîedir. "Ateşin sönmesi,
alevinin gitmesi", göz ile kullanılınca "görmesinin yok olması;
neşesinin,
güzelliğinin, şevkinin gitmesi; ölmek" anlamına gelmektedir.
Demek
ki kâfir ve müşrikler bu âyetten önceki âyete göre mâna verirsek Üzeyir'i ve
Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu diyen bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu
Mesih'i rabter edinen yahudi ve hıristiyan müşrik-leri, ağızlarıyla Allah'ın
nurunu söndürmek istemişler ve isteyeceklerdir. Dikkat edilirse âyetin ilk
kelimesi "istiyorlar" fiilidir. Bunlar İslâm'ın düşmanı olan müşrik
ve kâfirlerdir. Onlar Allah'ın nurunu söndürmek istiyor; Allah bunu onlara
istetmektedir. Allah kendi nurunu söndürtmek istemez. Demek ki buradaki söndürme
isteğinde ilâhî müdahale yoktur. İnsan bunu kendisi istiyor.
Netice
olarak diyebiliriz ki Allah'ın nuru (Kur'ân) güneş olarak düşünüldüğünde,
üfürmekle güneş söner mi? Onların isteği de bu şekilde sonuçsuz kalacak ve
üfürerek güneşi söndürmek isteyen kişinin davranışı gibi gülünç olmaktan öteye
geçemeyecektir.
2. ''Halbuki kâfirler hoşlanmasa da Allah nurunu tamamlamaktan asla
vazgeçmez. " Ayetin bu kısmında geçen jl ye'bâ fiili "yüz çevirmek,
çekinmek, uygun görmemek, imtihan etmek, geri durmak" anlamına gelmektedir,
O zaman âyetteki mânası "Allah uygun görmüyor, sadece nurunu tamamlamak
istiyor" şeklinde olmaktadır.
Başka
bir mâna ile Allah nurunu tamamlamak için ısrar ediyor. "Tamamlamak"
kelimesi farklı biçimlerde açıklanabilir, Kur'ân'ın indiği dönemi göz önüne
alırsak Kur'ân'ın inişini tamamlamak, Allah'ın vahyini tamamlaması anlamını
ifade etmekte, ama günümüzde düşünürsek Kur'ân'ın yayılışını kastetmektedir.
Kur'ân'ın
nuru, ya da nur denen KurTân elden ele, gönülden gönüle, kitaptan kitaba
aktarılıp kıyamete kadar görevini tamamlayacaktır. Bu nuru söndürmeye
çalışanlar ona sözleriyle, yazılarıyla, düzenle-riyle, entrikalanyla,
eylemleriyle engel olmaya kalkanlar, istemeseler bile bu ışık sönmeyecektir.
Böylece
âyette kâfirlerin istemesi ve kerih görmeleri ile Allah'ın iradesi bir araya
gelmektedir. Onların söndürmek istekteri bir tarafta, Allah'ın nurunu
tamamlamak isteği diğer taraftadır. Hangi iradenin üstün geleceğini düşünürsek
kâfirlerin kaybedeceği kesindir.
3. "Allah, müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün dinlere üstün
kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderendir." Bu âyet 32.
âyete soracağımız şu sorunun cevabını vermektedir: Allah nurunu nasıl
tamamlayacak? Peygamber'iyle gönderdiği hidayet ve hak din ile. Şimdi burada açıklanması
gereken iki kavram var: Birisi "hidayet" diğeri de "hak
dirTdir,
a) Hidâyet kavramına İbn Abbas Kur'ân ve iman, Nesefî Kur'ân Hâzin Kur'ân,
Kurtubî hakkı bâtıldan ayıran furkân, Râzî delil ve mucizeler, Elmahlı Hamdi
Yazir da rehber anlamına geldiğini açıklamaktadır. Bize göre Râzî'nin görüşü
doğru olmakla beraber Kur'ân demekte de yarar vardır. Yol gösteren, doğru yolu
belirleyen Kur'ân'dır.
b) Hak din. Bu kavram hak olmayan dinlerin olduğuna da işaret etmektedir.
Al-i İmrân sûresinin 19. âyetine göre Allah katında benim senen İslâm dini hak
dindir. Yani Allah'ın kabul ettiği ve başka bir din aramasını yasakladığı İslâm
dini (Al-i İmrân 3/85).
Buradaki
hak din kavramını 30-31. âyetlerle ilişkili olarak açıklarsak bunun, Allah'ın
oğlu olduğunu ileri süren anlayışın insanın insanı rab edinen inancın olmadığı,
sadece Allah'a teslim olmayı emreden din anlamına gelen bir kavram olduğu
anlaşılır. Yani insan düşüncesi girmemiş, şirk bulaşmamış, değişime uğramamış
Allah'tan gelen vahye dayanan din anlamına gelmektedir.
c) "Dinini bütün dinlere üstün kılmak için... " Bu ifadeden
anlıyoruz ki inançlar arasında tarihte amansız mücadeleler olmuştur. Günümüzde
de olmaktadır. Savaşlar tarihini yönlendiren dinamiklerden biri ve en önde
geleni din olmuştur. Daha sonraları mezhepler de bu sebepler arasına girmiştir.
Aynı dîne mensup olan ve hatta aynı toplumda yaşayanların çatışmasında çoğu
zaman mezhepler rol oynamıştır.
İşte
Allah, içine şirk karışmış veya tamamen beşerî kaynaklı olan dinlerle hak dinin
mücadele içinde olduğunu burada gündeme getirmektedir. Bu yorumla her iki
âyeti sûrenin başındaki berâe ve ezan kelimelerine bağlamış olduk. Sûrenin
başında berae kelimesi "ihtar, ültimatom, nota", ezan da
"bildiri" olarak mânalandırılmıştı. Söz konusu bildiride yer alan
maddelerden ikisi de bu âyetlerdir.
Başka
bir ifade ile kafir ve müşriklerin istek ve görüşlerine bakmaksızın Allah
nurunu tamamlayacak ve dinini üstün kılacaktır. Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber'in görevlerinden biri, bu ilâh! notayı yerine
getirmektir.
Dinler arası çatışmanın zaferini elde etmek için Kur'ân ve hak dinin
ilkeleriyle hareket etmek gerekiyor.
Hz.
Peygamber vefat ettiğine göre bu işi âlimler yapacak, dini insanlığa
anlatacak, tebliğ edecek ve böylece küfrün ve şirkin din haline gelmesini
önleyeceklerdir. Kur'ân'ın içinde var olan ilâhî amaç, din adına şöyle
giyinmek ve şu kalıplarla ibadet etmekten öte, şirk ve inkâr ile mücadele
etmektir. Şirk ve inkârın alanının genişlemesi, bu ibadetlerin veya giyim
şekillerinin de ortadan kaldırması anlamına gelmektedir.
Allah
müşrik ve kâfilerle, onların istek ve görüşlerinin tersine bile olsa nurunu
tamamlayacağı ve dinini üstün kılacağı notasını verdiğine göre, ilâhî iradenin
tecelli etmesi için müslümanlara düşen akıl ve gönül faaliyetlerini gerçekleştirmektir.
Bu faaliyete katılmak: "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım
ederseniz, O'da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz" (Muhammed 47/7)
fermanını hayata geçirmektir. Bu mücadele önce dini tam öğren mek ve öğrenilen
dini insanlara duyurmak ve eğitimini yapmaktır.
Bu
faaliyeti yaparken maddî bir karşılık beklememek de bunun en önemli
metotlarından biridir. Şuarâ sûresi incelenirse peygamberlerin şu sözü
görülecektir: "Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim
mükâfatımı verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir" (Şuarâ 26/164), Diğer
taraftan, "Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere
(peygamberle-re) tâbi olunuz, çünkü onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir"
buyurulmaktadır (Yâsîn 36/21).
Bundan
anlıyoruz ki dini tebliğ etmek para karşılığı yapılamaz. Bu hem ADah'ın emri
hem de peygamberlerin sünnetidir. Sadece Allah rızası için yapılan dinî
faaliyetin bir etkinliği olacaktır. O zaman Allah'ın nuru ışımaya devam edecek
hak din, diğerlerine üstün gelecektir. İlâhî mesaj maddî çıkar peşinde
koşanlarla dost olmaz, o katıksız bir sevgi ister. Sevginin gönülden çıkıp dal
budak salarak ilâhî mesajı ilâhî rıza için uzaklara taşımak ister. O seven bir
gönül ister.[49]
34.Ey iman
edenleri Hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu insanların mallarım haksız
yollardan yerler ve Al
lah'ın yolundan çevirirler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda
harcamayanlar yok mu, işte onlara
elem verici bir azabı müjdele!
35.O
gün cehennem ateşind bunların üzeri
kızdırhp pul pul dökülür; bunlarla onların alınları, yanları ve
sırtları dağlanır ve (onlara denilir ki): İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz
servettir Artık yığdığınız şeylerin
(azabını) tadınız.
Bu
âyetlerin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır. Bilinmelidir ki Allah»
yahudi ve hıristiyan din adamlarını örnek getirerek, müslüman ve özellikle
müslüman din bilginlerine bir uyarıda bulunmaktadır:
1. "Ey iman edenler/ Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların
mallarını haksız yollardan yerler ve Allah 'm yolundan çevirirler." Bu
âyette din adamlarının yanlışına yani yahudi din adamları ile hıristiyan
rahiplerinin iki önemli büyük hatasına dikkat çekilmektedir: Halkın mallarını
haksız yere yemek ve Allah yolundan alıkoymak. Öyle anlaşılıyor ki Ortaçağ'da
kilisenin hıristiyan halkın elindeki mallan alıp toprak ağası haline gelmesi,
altın ve gümüşü biriktirip halkı sömürmesi olgusu Allah tarafından burada
gündeme getirilmektedir. O dönemdeki ekonomik gücü haham ve rahipler
vasıtasıyla kilise elinde bulunduruyordu. Bu korkunç malî gücü İslâm nuru
doğduktan sonra, onun ışığını söndürmek için kullanmaya başladılar.
Günümüzde
de kilise, Batı ekonomisinde büyük bir güçtür. Bu gücü film sektörüne destek
vererek hıristiyanî değerlerini ihraç etmek için kullanmakta, medyanın büyük
bir kesimini elinde bulundurmakta, diğer kesiminde de etkin durumdadır. Bu malî
gücünü yoğun misyonerlik faaliyetlerine harcamakta, müslümanları Allah'ın
yolundan çevirerek Hıris-tiyanlaştırmaya çalışmaktadır.
Batı
dünyasında kilise siyasetin içindedir. Batı dünyası laik değildir, çünkü
siyaseti etkileyen kilisedir. Kilisenin ön görmediği bir şeyin kararım alamaz.
Başka bir ifade ile alman siyasi kararlar kilisenin Ön gördüğüne ters düşemez.
Allah,
Kur'ân'ı gönderdiği o dönemden bugüne ışık tutmakta, büyük malî güce sahip
olan hıristiyan din adamlarının, Allah yolundan insanları çevirmek için bu gücü
nasıl kullandıklarını ve kullanacaklarını bir ihtar şeklinde anlatmaktadır.
Allah
ile kul arasına giren bu din adamları, Allah ile kul arasında kimsenin
giremeyeceğini öngören İslâm'ın ışığını söndürmek için ellerinden geleni
elbette yapacaklardır. Maddî güçlerini bu yolda harcayacaklardır. Bu durum
daha önce de Hz. MÛsâ zamanında olmuştu. Firavun ve yakınları servetlerini,
Allah'ın nurunu engellemek, insanları ondan alıkoymak için harcıyorlardı
(Yûnus 10/88). Allah, haham ve rahiplerin durumunu anlatırken, müslümanları da
servet edinip, onu İslâm'ın nurunu uzaklara ulaştırmaları için uyanda
bulunmaktadır. Servetini birleştirip Kur'ân'ın nurunu söndürmeye çalışanlara
karşı benzer faaliyetlerle karşılık vermek müslümanm boynunun borcudur.
2. "Altın ve gümüşü yığıp da onları Aîiah yolunda harcamayanlar yok
mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!" Âyetin bu bölümünde ise
servet biriktirip Allah yolunda harcamamanın cezasına değinilmektedir. Allah
vellezîne ifadesi ile, bundan sonraki hükmünü genelleştirmektedir. Sadece
hahamlar ve rahipler değil bütün müslümanları ve kitap ehlini içine alan bir
ifade kullanmakta, onları muhatap almakta, Özelden genele giden bir metotla
bunu gerçekleştirmekte ve hahamlar ile rahipler örneğinden hareket ederek
müslümanlara uyanda bulunmaktadır.
Mal
biriktirilecektir ama yüce idealler, değerler dediğimiz Allah'ın yoluna
harcanacaktır. O yolu tıkatan fikirler, faaliyetler ve teşkilâtlanmaları
ortadan kaldırmanın ve o yolu devamlı açık tutmanın, insanlan oraya çağırmanın
uğruna harcanacaktır. Altın ve gümüşü, yani malî gücünü bu yolda hareamayanlara
elem veren bir azabın müjdelenmesi emredilmek-tedir.
3. "O
gün cehennem aîeşinâ bunların üzeri kızdırhp pul pul dökülür; bunlarla onların
alınları, yanları ve sırtlan dağlanır ve (onlara denilir ki): İşte bu kendiniz
için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığdığınız şeylerin (azabını)
tadınız." Bu elim azap nedir? Yorumunu yapmakta olduğumuz 35. âyette bu
husus açıklanmaktadır. Biriktirilen servetin altın ve gümüşleri cehennem
ateşinde kızdırılacak, onunla onların alınları, yanlan ve sırtları dağlanacak
ve onlara ayrıca yığdığınız şeylerin azabını tadın denecektir. Zikredilen üç
organ aslında bütün vücudu ifade etmektedir.
Hahamlar
ve rahipler mallarını biriktirip Allah yolundan alıkoymak için harcarken,
Müslümanların, mallarını helâlinden biriktirip Allah yoluna davet için
kullanması gerekir. Allah'ın burada uygulayacağı cezayı açıklarken müsJümanı
yanlıştan caydırmak amacını gütmektedir. Allah yolunda harcama yapmayan
müslümanın, ibadet yapma fırsatı elinden alınır.
Mal
yığmak konusunda pek çok hadis rivayet edilmiş ve bunun kötülüğü üzerinde
durulmuştur[50]. Bu hadislerin doğruluğu
araştırılıp ortaya çıkarılmadan burada nakletmeyi uygun bulmuyoruz. Bu
hadislere bakılırsa, miras hukuku diye bir kavram Kur'ân'da olmamalıdır. Miras
âyetlerine bakarsak meşru yollardan kazanılmış zekâtı, sadakası ve infakı
yapılmış malı biriktirmek meşrudur.
Ayette
geçen, "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir" ifadesinden
dolayı mal edinmenin, servet biriktirmenin haram olduğu fetvası-m vermek doğru
değildir. Biriktirilen malın zekâtı, sadakası verilmiyor, Allah yolunda İnfakı
yapılmıyorsa bu tehlikeli ve haramdır.
Hiç
kimse mal biriktirmeyecekse zekât sadaka nasıl verilecek, in-fak nasıl
yapılacaktır? Aslında bu konuyu Kur'ân'a bırakmak gerekir: "Allah kiminize
kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarım ellerinin
altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar" (Nahl
16/71).
Bu
âyetten, Allah'ın insanları ekonomik bakımından farklı farklı kıldığı
anlaşılır. Zaten herkesin eşit seviyede ekonomik gücü olsaydı, çalıştırılacak
insan bulunamazdı. Birisi işveren diğeri işçi olacaktır. Mal biriktirmeden
yatırım nasıl yapılır? Önemli olan işçinin hakkını vermek, artakalan değeri de
Allah yolunda faydalı işlere sarfetmektir.
Aksi
takdirde Zuhraf sûresinin 32. âyetinde geçen istihdam konusu gerçekleşemezdi:
rahmetini onlar mı paylaşıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliliklerini
aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerini, istihdam edebilmeleri (iş
gördürmeleri) için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık Rabbinin rahmeti
onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. "
Öyle
anlaşılıyor ki Allah birinin işveren, diğerinin de işçi olması ve üretimin
gerçekleşmesi için ekonomik yönden insanları birbirinden derece bakımından
üstün kılmıştır. Bu durum insanların zekâ bakımından birbirinden üstün olmasına
benzemektedir. Herkesin dahil olduğu toplumda kimse kimseye boyun eğmez, kimse
kimsenin üstünlüğünü kabullenmez. Böylece sosyal yaşamın dengesi bozulur. Aynı
şekilde herkesin büyük servete sahip olduğu yerde, üretim durur ve ekonomik
hayat iflâs eder.
Netice
olarak diyebiliriz ki servet olacak ki miras olsun, zekât verilsin, infak
yapılsın. Servet olacak ki Allah yolunda harcansın, eğitime, sağlığa, sosyal
hizmetlere harcansın; dinin tebliğinde sarfedilsin. Ama servetin ne olmaması
gerektiği Haşr sûresinin yedinci âyetinde şöyle açıklanmaktadır: "Böylece
o matlar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.
" İşte bu âyet, serveti, toplumun sadece zengin kesiminin elinde dolaşan
ve fakirlerine ulaştırılmayan bir değer haline getirmemenin gerekliliği
konusuna dikkat çekmektedir.[51]
36.
Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Allak katında ayların sayısı
on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte Allah'ın eskimeyen yasası
budur, O aylar içinde kendinize zulmetmeyiniz ve müşrikler nasıl sizinle
topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşınız ve biliniz ki
Allah muttakilerle beraberdir.
Ayetten
çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Allah katında ayların
sayısı on ikidir." Ayetin bu kısmında geçen fî-kitâbillâh ifadesini
"yazgısına göre, koyduğu ölçüye, takdirine, kararlaş tırdığına göre"
şeklinde mânalandırmak mümkündür. Demek ki Allah önce zamanı yarattı. Sonra
gökleri ve yeri yaratırken yerde hayat sürecek olanlar için gökteki ay
sistemine göre ayların on iki olduğunu takdir etti. Bu takdirle göklerin ve
yerin yaratılışı eş zamanlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Daha önce Bakara
sûresinin 165, âyetinde ayın safhalarının sorulduğu ve onun insanlar için
vakit ölçüleri olduğu gündeme getirilmişti. Ayrıca bu safhaların, haccın
vakitlerini de bildiren ölçü olduğu da vurgulanmıştı.
Hem
bu hem de Bakara sûresinin 165, âyetine göre senenin on iki ayı, güneş
sistemine göre değil de ay sistemine göre yapıldığı anlaşılmaktadır. Güneş
yılının mevsimleri içinde tedricen yılda on günlük bir farkla ilerleyerek
dolasan bu sistem, ay takviminin aylandır. Meselâ Ramazan ayının başlamasının
tesbiti ay ölçeğine göre yapılırken, günlük orucun ve beş vakit namazın tesbiti
güneş ölçeğine göre yapılmaktadır. Haccın tesbiti de ay ölçeğine göre
belirlenmektedir. Allah'ın on iki ay kavramım burada gündeme getirmesinin
sebebi, ayları, gökleri ve yeri eş zamanlı olarak yarattığını öğretmekten
ziyade esasen âyetin devamında gelen haram ayların öğretisini yapmaktır.
2. "Bunlardan dördü haram aylardır.
İşte Allah'ın
eskimeyen yasası budur." Haram
aylarından kasıt
saldırmazlık
örfünün geçerli olduğu aylardır. Bu örf İslâm öncesi Arap ları'nda vardı.
Kur'ân bunu hukuk haline getirmiştir. Söz konusu aylara Muhammed Esed'İn
yorumuyla "saldırmazlık paktı" demeyi uygun bulduk. Allah'ın bu örfü
hukuki aştırmasın in sebebi ne olabilir?
a) Allah, savaşların uzun sürmesini istemediği için, senenin dört ayını
"saldırmazlık paktı" haline getirdi. Bu aylarda savaş yapılamayacağı
için savaşların uzun sürmemesi anlayışı ortaya çıkmaktadır. Çünkü
savaşın mutlulukları yok eden, medeniyetleri yıkan ve kültürleri tahrip eden
bir yönü vardır.
b) Saldırmazlık paktına uymak suretiyle, ticarî etkinlikleri devam
ettirmek mümkündür. Yıl boyu savaşın devam ettiğini düşünürsek, ticarî hayat
çöker ve ekonominin ayakta durması mümkün olmaz. Devletlera
rası ilişkilerin yürümesi, ticaretin devam etmesi saldırmazlık paktıyla
mümkündür.
c) Haram aylarda savaşmamak için Bakara sûresinin 217. Âyetinde şu hüküm
konmuştu: "Sana haram ayda savaş yapmayı sorarlar. De ki: O ayda savaş
yapmak büyük günahtır." Allah'ın koyduğu saldırmazlık paktım çiğneyip o
anlarda savaşmak büyük günahlardan sayılmaktadır.
Hz.
Peygamber Veda hutbesinde saldırmazlık paktı denen haram aylan gündeme
getirmiştir: "Bir sene on iki aydır, bunlardan dördü haram olan aylardır.
Üçü ardarda gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharremdir, biri de Mudar kabilesinin
recebidir. O da Cemâziyelâhir ile şabanın arasındadır"[52].
3. "Allah'ın eskimeyen yasası budur." Ayetin bu kısmında geçen
dîn kelimesini "kanun, yasa" anlamında almak gerekir. Kayyım da
"doğru, değişmeyen1' mânasını ifade eder. ed-Dînü'1-kayyim "sağlam
din" mânasına gelmektedir. Bu ifadeye "değişmeyen yasa" emânası
da uygun düşmektedir. Böylece haram aylar dediğimiz saldırmazlık paktı evrensel
boyutu ile insanlık hukukunda, siyasetinde ve sosyal hayatında yerini almış
oidu.
İbadet
ve ticaretin güvenlik içinde yapılması için barışa ihtiyaç vardır. Savaşın ağır
yükü, tahribatı altında ezilmemek için senenin belli aylarını asla değişmeyecek
bir şekilde saldırmazlık paktı olarak ilân etmek insanlık İçin faydalıdır,
Allah buna "eskimeyen yasa" adını vermektedir. Aym şekilde Rûm
sûresinin 30, âyetinde eğitim adına da "eskimeyen bir yasa"
koymuştur. Allah'tan başkasına tapınmamak da (Yûsuf 12/40) eskimeyen bir
yasadır,
4. "Kendinize zulmetmeyiniz. Müşrikler sizinle nasıl topyekün
savaşıyorlarsa siz de onlara topyekün savaşınız." Âyetin bu kısmında yer
alan rîhinııe zamiri haram aylara
gitmektedir.
Haram
aylarda Allah savaşmayı yasaklamıştır. Aylan yerinden kaydırmak suretiyle
savaşmak büyük günahtır. Çünkü o ayda insanlar kendilerim güvende
hissedecekleri için rahatça dolaşıp ticaret yapacaklardır. Güvenlik ayını
güvensiz hale getirmek bir zulümdür. Bu aylarda savaş yasak olduğu için
güvenlik içinde müslümanlar hac ibadetlerini yapacaklardır.
Ayların
yerini değiştirmek, ya da bu aylarda yasaklanan şeyleri yapmak, yapılması
gerekenleri yaptırmamak aslında insanın kendi kendine de bir zulmüdür.
Müslümana yakışan Allah'ın hükmünü yerli yerine koyup adaleti sağlamaktır,
Allah'ın hükmünü yerli yerine koymamak bir zulümdür. Hükmü yerine getirmeyen
kişit başkasına değil kendine zulmetmiş olur.
Eğer haram aylarda
müşrikler toplu halde müslümanlara saldırır-larsa, müslümanlar elleri bağlı bir
şekilde durup bekleyecekler mi? Müşrik ordusu herhangi bir tepki görmeden
onları öldürecek midir? Bu durumda müslümanlar kendi kendilerine zulmetmiş olmazlar
mı? Müslümanların Allah'ın yasak aylarında günah işlemeleri mümkün olmayacağına
göre niçin kendilerine zulmetmiş olsunlar?
Haram
aylarda müşrikler müslümanlara toplu halde savaş açarlarsa, müslümanlar da
toplu halde karşılık vereceklerdir. "Durun, haram aylardayız; haram
aylarda savaşmak büyük günahtır, saldırmazlık paktını çiğniyorsunuz" demenin
bir faydası olmaz..
Eğer müşrik tarafı
saldırmazlık
paktını çiğneyip saldırıyorsa, müslümanlar da onlara toplu halde karşılık
vermek durumundadır.
5. "Biliniz ki Allah sakınanlarla beraberdir. " Ayette geçen
muttaki kavramı "saldırmazlık paktının geçerli olduğu haram aylarda, bir
günah işlemekten sakınan" anlamına gelmektedir. Böylece Allah takvanın
anlamına yeni bir anlam getirmektedir. Allah'ın haram aylarına riayet edip, o
aylarda barışı bozmamak takvadandır. Allah takva eylemini gerçekleştirenlerle
beraberliğini ilân etmekte dir. İnsanlar nerede olurlarsa olsunlar Allah
onlarla beraberdir (Hadîd 57/4; Mücâdele 58/7), Buradaki beraberlik, düşmana
karşı yüksek değerleri korumak, barışı muhafaza etmek, inanç ve ibadet
özgürlüğünü sağlamak için mücadele verenlere destek ve yardım niteliğindeki
bir beraberliktir.
Demek
ki savaşta önemli olan haklı taraf olmak ve dolayısıyla Allah'ın yardımını
yanına almaktır. Madem ki Allah savaşta haklı olan tarafı destekliyor,
müslümanlar da haklı olan milleti destekleyeceklerdir. Allah'ın sünneti böyle
cereyan ediyorsa, o sünneti müslümanlar hayata geçireceklerdir. Meselâ
müslümanların haksız olduğu yerde, belki Allah müşrik orduya yardım
etmeyecektir, ama müslüman tarafa da yardım etmeyecektir.[53]
37.
Haram ayım başka bir aya ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir. İnkâr edenler
onunla saptırılır. O haram ayım bir yıl helâl sayarlar, bir yıl haram sayarlar
ki, Allah'ın haram kıldığının sayısını denk getirip, Allah'ın haram kıldığını
helâl yapsınlar. Yaptıkları işin kötülüğü, kendilerine süslü gösterildi. Allah
kâfirler toplumuna yol göstermez.
Enfâl
sûresinin devamı durumundaki Tevbe sûresinde sosyal hayatın kaçınılmazlarından
olan savaş konusu hükme bağlanmaktadır. Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce
ayları Arap toplumunda İslâm öncesi saldırmazlık örfü haline getirilmişti.
Kur'ân
bu Örfü aynen alıp Kur'ân'ın savaş konusundaki hukukun bir parçası haline
getirdi. Kur'ân İslâm öncesi Araplar'ın kültürünü nasıl değerlendirmiştir?
Kur'ân geldiği/gireceği farklı kültürlere İslâm'ın bakış açısını belirlerken
üç önemli ilke kazandırmaktadır.
a) O kültürün içinde yer alan bir müesseseyi alır ve onun dinen
meşruluğunu tesbit eder. Meselâ Kur'ân Arap dilini almış, ilâhî vahiy
Arapça'nın kelimeleri, cümleleri ve dil bilgisi ile ifade edilmiştir. Arap
kültürünün temeli olan dili kendi alt yapısı haline getirmiştir. Arap
toplumumun dili, Kur'ân'ın ifadesi için en uygun bir dildir. Kelimelerin
doluluğu, mâna ve ifade zenginliği, dil bilgisinin özelliği, bir kelime veya
bir cümle ile çok şey ifade etme imkânı ona bu üstünlüğü temin etmektedir.
Diğer
taraftan İslâm öncesi Arap toplumunda var olan haram aylar, sütanne ve
sütkardeş müesseseleri de aynen alınmıştır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Nikâh
müessesesini de Arap toplumunda olan dört nikâh çeşidinden birini alarak devam
ettirmiştir.
b) Arap toplumundaki bazı müesseseler de ayıklanarak alınmıştır. Meselâ
zihâr müessesesi bunlardan biridir. İslâm öncesi Arap toplumunda koca,
hanımının sırtını annesinin sırtına benzetirse, o hanım boşanmış
kabul edilirdi. Kur'ân bu müesseseyi aldı ama boş olma örfünü kaldırdı. kocanın
iki ay kesintisiz oruç tutma cezasını koydu. Müessese duruyor ama cezasını ya
da hukukî boyutunu değiştirdi.
c) Arap toplumunun dinî hayatındaki bazı müesseseleri de tamamen
kaldırmıştır, meselâ putperestlik, kâfir olarak Kabe'yi tavaf etmek.
Bu
hal din âlimi ve görevlilerine neyi anlatıyor? Bundan sonra İslâm'ın gireceği
müslüman olmayan toplumların kültürünü değerlendirme metodunu vermektedir.
Kültürlerde yer alan her müessese İslâm'a ters düşmeyebilir. Kur'ân*in bu
metodunu bilmeyenler, o kültürün tamamını küfür görür ve umulmadık hataların
yapılmasına sebep olabilirler.
Haram aylar denen
saldırmazlık paktı da doğrudan doğruya alınan müesseselerdendir. Allah 37.
âyette hile ile saldırmazlık örfünün üzerinde oturduğu aylarda yapılan
değişimi ele alıp hükme bağlamıştır.
1. "Haram ayını başka bir aya ertelemek küfürde daha ileri
gitmektir," Ayette geçen kavramı üzerinde durmak gerekir. İnkâr, yani
küfür artar mı? Bazı eylemler inkârı daha arttırır, ileri götürür. Âyette geçen
nesi kelimesi, nesee kelimesinden türemiştir. "Tehir etmek, geri bırakmak"
anlamına gelmektedir.
Bu
anlamda Bakara sûresinin 106. âyetinde geçmektedir: "Biz hır âyeti
yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak" ifadesin'deki
"unutturmak" bu kelimeden türemiştir. Nesee kelimesi "hayvanı
şiddetle sürmek, kovalamak, sütü su ile karıştırmak, birine şuurunu yok eden
alkolü içirmek" mânalarına da gelmektedir. Ayrıca bu kelime
"alışverişle \eresiye vermek" anlamını ifade etmektedir. "Bir
seneye bir ay ilâve etmek, ertesi seneyi bir ay geciktirmek" demektir.
Bunun
tersi de düşünülebilir: Birinci seneden bir ay eksiltmek, ertesi seneyi bir ay
erken başlatarak arttırmaktır. Bu açıdan nesî kelimesine bakarsak, bazan
arttırmak anlamına gelse de, tehir etmek anlamı daha uygun düşmektedir. Meselâ
Muharrem ayını Sefer, Sefer ayı da Muharrem ayı sanılarak da bu nesî
yapılabilir. Âlimler bu kelimenin "tehir" anlamı üzerinde
durmaktadır,
Araplar
bu nesî denen tehir işini nasıl yapıyorlardı? Elmalılj Hamdi Yazır özetle bu
soruya şu şekilde cevap vermektedir: Araplar İslâm öncesinde ayları kamerî
aylar olarak biliyorlardı. Seneyi de kamerî ay senesine göre on iki ay
sayıyorlardı. Hz. İbrahim ve İsmail zamanından beri on iki ayın dördünü
saldırmazlık paktı dediğimiz haram aylar
olarak
kabul ediyorlardı. Bu aylarda savaş yasağına derin bir saygı gösteriyorlardı.
Bu hürmet o kadar ilerideydi ki, biri babasının katiline rastlama ona el
uzatamazdı. Bütün gelirini çapulculuktan, yol kesmekten, savaştaki
ganimetlerden elde eden bazı kabilelere bu yasak işi ağır gelmeye başladı.
Gazve
yapabilmek için ayların tertibiyle oynamak istediler. On iki aydaki dört aylık
yasak zamanını kısaltabilmek için boş zaman koymaya çalışıyorlardı, Haccı
istedikleri ayda yaptırmak için, altı ayda birer hafta olmak üzere, yirmi dört
ayda, iki senede bir ay kazanmaya çalışarak o seneyi on üç ay hesabı ile
uzatıyorlar, on üçüncü senenin sonuna ekliyorlardı. Zilhicceden sonraki ayın
Muharrem olması gerekirken, araya sokulan o bir ay yüzünden Muharrem ayı
Saferin yerine kaydırılmış oluyordu.
Bütün
aylar, bulunması gereken yerlerden bir ay geriye atılmış oluyordu. Bu aya
Safer-i âhir adı verildi ve bu işleme de nesî dendi. Tehi re uğrayan Muharrem
ayına nesî, o seneye de nesî senesi deniyordu. Böylece haram aylarının peş peşe
ayları birbirinden ayrılıyordu. Zaten nesî de bunun için yapılıyordu. İki sene
yirmi dört ay olması gerekirken nesî ile yirmi beş aya çıkarılmış oldu,
neticede yirmi beş senede bir yıl yenmiş oldu, bu durum şu anlama geliyordu:
Yirmi beş senede bir, umre ve hac ibadeti de yok ediliyordu.
Diğer
taraftan ilk on iki aylık sene ile onu izleyen on üç aylık nesî senesinde kendi
vaktinde yapılan hac, ondan sonra yirmi üç senede kendi vaktinde yapılmıyor ve
haram aylar da yerlerinden oynamış oluyorlardı.[54]
Görüldüğü gibi erteleme denen nesînin olumsuz etkisi, hem saldırmazlık paktını
hem de umre ile haccın yapılmasını etkiliyordu. Bu sebeple Allah ertelemeyi
küfürde bir ilâve bir ziyade olarak görmüş, inkâr ile aynı kavram altında
birleştirmiştir.
2. "Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah'ın haram kıldığının
sayısını bozmak ve O'nun haram kıldığını helâl kılmak için (haram ayını) bir
ytl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar."
a) Âyetin bu kısmı, inkâr psikolojisine sahip olanların başkalarının
etkisi altında kalıp saptırıldığını ve saptırılacağına işaret etmektedir. Aynı
zamanda bunu müslümanlara söyleyerek* müslümanlann etkilenip bu
konuda yoldan çıkmamaları gerektiğini de öğütlemektedir.
b)Allah'ın helâl kıldığını haram, haram kıldığını da helâl yapmak
küfürdür. Allah'ın hükümleri değiştirilemez. Harama helâl, helâle haram diyecek
olanlar ancak kâfirlerdir. Kur'ân Hz. Peygamberin ifadesiyle bu
değişimi gerçekleşmiştir: "Muhakkak ki zaman dönüp dolaşıp Allah'ın
gökleri ve yeri yarattığı ilk günkü şeklini aldı"[55].
3. "Onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allak
kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez" (Tevbe 9/37). Haram aylarla
oynanmamasının sebebi, bir önceki bölümde inkâr psikolojisine sahip olmaları
şeklinde gösterilmektedir.
Demek
ki kötü eylemler süslü görülmezse yapılmazlar. Şeytan onları insana süslü
gösterir ve ardından yapılmasını emreder Kalbi katılaşmış insanlara şeytan
amellerini süsler (En'âm 6/43), müşriklere amelleri süslenir (En'âm 6/137),
batmak üzere olan toplumlara şeytan amellerini süsler (Ankebût 29/38), âhirete
inanmayana amelleri süslenir (Nemi 27/4), kâfirlere amelleri süslenir (En'âm
6/122).
Görüldüğü
gibi kâfir, müşrik ve katı kalpli insanlara amelleri süslenmekte ve çoğunlukla
da bunu şeytan gerçekleştirmektedir. Bunu insanlardan oluşan şeytan yapabileceği
gibi cinlerden oluşan şeytan da yapmaktadır. Böylesine küfürde ilâve olacak
amelleri üreten kâfirler, Allah'ın hidayetini kaybetmektedirler.
Allah'ın
değişmeyen yasası ile uğraşmak, ona müdahalede bulunmak inkârla eş anlamlı
kabul edilmekte, hidayetin kaybedilmesine sebep olmaktadır.[56]
38.
Ey insanlar, size ne oldu kî; "Allah yolunda topluca savaşa çıkınız!"
dendiği zaman yere çakılıp kaldınız? Ahiretîense dünya hayatına mı razı
oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi, âhiretin yanında pek azdır.
39.
Eğer topluca savaşa çıkmazsamz, Allah size acı bir şekilde azap eder ve
yerinize sîzden başka bir topluluk
getirir,
sizler O'na hiçbir zarar veremezsiniz- Allah, her şeyi yapabilendir
40.
Eğer siz Allah'ın elçisine yardım etmezseniz, iyi biliniz kiy Allah ona yardım
etmişti: Hani iki kişiden biri
olduğu halde, inkâr edenler kendisini (Mekke 'den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken
arkadaşına: 'Ü-
züime Allah bizimle beraberdir'! diyordu. Bunun üzerine Allah ona sükûnet indirmiş
ve kendisini sizin görme
diğiniz ordularla desteklemişti de inanmayanların sözünü alçallmıştt. Yüce
olan yalnız Allah'ın sözüdür. Al
lah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.
41.Gerek
hafif, gerek ağırlıklı olarak mutlaka seferber olunuz ve
Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla
cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Öncelikle
âyetlerin iniş sebebini açıklamaya çalışalım.
1. Tebük seferi. Tevbe sûresinin bundan sonraki âyetleri, Tebük seferini
anlatır ve bu seferin getirdiği sebep ve sonuçlan açıklar. Hicrî 9. yılda
yapılan Tebük seferinin ana sebebi olarak şu husus gündeme getirilmiştir: Ebû
Amr tarafından kışkırtılan Bizanslılar'ın Medine'ye doğru
yürüyüp
müslümanları yok etmek ve İslâm'ın Arabistan yarımadasında yayılmasını önlemek
için, yarımadanın sınır boylarında kuvvet toplamakta oldukları haberi Hz.
Peygamber'e ulaşmıştı. Bir keşiş olan Ebû Amr, Hazrec kabilesinin önde
gelenlerinden biri olmakla beraber kendi hemşehrileri ve Suriye hıristiyanlan
arasında ün satmsş bir kimsedir. Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye göç
etmesinden sonra daima Mek-keli müşriklerle temas halinde idi. Hatta onlarla
ittifakta bulunarak, Uhud Savaşanda onları desteledi. Uhud Savaşı'ndan sonra
Suriye'ye göçüp, Bizans İmparatoru Herakleios'u, müslümanları bir daha toparlanmamak
üzere Medine'yi istilâ etmesi için kışkırtmaya ve ikna etmeye çalıştı. Kendisi
Suriye'de bu faaliyetleri yaparken kabilesi Hazrec'den gizli habercileri
vasıtasıyla müslümanların durumunu öğreniyordu,
Hicrî dokuzuncu
yılda Herakleios'un hazırlıklar yaptığı ve Medine üzerine yürüyeceği haberini
yolladı. Hz. Peygamber'in Tebük seferi bu haber üzerine yapıldı. Hz. Peygamber
müslümanların içinde bulundukla rı şartlara göre, güçlü bir kuvvet topladı.
Hicrî 9. yılın Receb ayında sınıra doğru hareket etti. Medine ile Şam arasında
bulunan Tebük'e ulaşınca, Ebû AmrTın kendi kabilesine bildirdiği haberin doğru
olmadığını anlayınca arkadaşlarıyla birlike Medine'ye döndü.
Tebük
seferinin hazırlıklarının yapıldığı sırada kıtlık sıkıntısı, mesafenin uzak
oluşu, Medine'de meyvelerin toplanma zamanının gelmiş olması, sıcakların
başlaması, Bizans ordusunun güçlü olması gibi sebeplerle bazı müslümanlarla
münafıklar arasında isteksizlik ve olumsuz bir direnç oluştu. 38. âyet ve
sonrası bu grubu muhatap almaktadır[57].
2. "Ey inananlar/ Size ne oldu. ki, 'Allah yolunda topluca savaşa
çıkınız' dendiğinde yere çakılıp kaldınız?" Tebük seferine çıkma emri
verildiğinde müslumanlardan bazılarının isteksizlik ve tepkilerinin sebebi sorulmaktadır:
Âyetin bu kısmından şu neticeleri çıkartmak mümkündür:
a) Savaşa çıkmanın ana niyeti Allah yolunda olmalıdır. Başka bir iTiaç
için müslüman savaşa çıkamaz. Herhangi dünyevî menfaat bunun :nüne
geçmemelidir.
b) Allah isteksizliği "yere çakılıp kalmak" şeklinde ifade
etmektedir. Âyetin bu kısmında geçen JJö sekale kelimesi "ölçmek için
eliyle kaldırmak, ağır olmak, gebelik hali belirmek, hastanın hastalığının ağırlaşması,
işitme duyusunun zayıflaması, nefse ağır gelmek, hoşa gitmemek, iş zor olmak,
uykunun galebe çalması, yere çökmek, çakılmak; üşenmek, gevşek davranmak"
mânalarına gelmektedir. Sek al ân kalıbı "insanlar ve cinler"
anlamını da ifade etmektedir. Misk âl de "bir şeyin kendi benzerinden olan
ölçüsü" demektir.
1. Ağır gelmek. Yüklem olarak alındığında bu anlama gelmektedir:
"O gün tartı haktır Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa
erenlerdir" (A'râf 7/8). Bu âyette ilgili kelime Jiî sekule şeklinde
kullanılmaktadır.
2. Gebeliği ağırlaşmak. Hz. Âdem'in hanımının ilk gebe kalışını Allah bu
kelime ile ifade etmektedir "Hamileliği ağırlaşınca..." (A'râf
7/189). Burada ilgili kelime eşkale şeklinde geçmektedir.
3. Istırap dolu. İnsan sûresinin 27. âyette Jtf sekıla kalıbındadir:
"Şu
insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki ıstırap dolu günü
ihmal ediyorlar. "
4. Yüklü. Allah yağmur yüklü bulutları bu kelimenin Jtf sikâl
kalıbı ile ifade etmektedir: "O, size korku ve ümit içinde şimşeği
gösteren yüklü bulutlan meydana getirendir1' (Rm'd 13/12).
5. Yük. Bu anlamda Fâtır sûresinin 18. âyetinde muskale
kalıbında, Ankebût sûresinin 13. âyetinde çoğul olarak Jtfîî eşkâl olarak
gelmektedir. Nahl sûresini 7. âyetinde de aynı kalıpta "yükler anlamım
ifade etmektedir: "Hiçbir günahkâr başkasının günahım yüklenmez. Yükü ağır
gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırırsa, bu çağırdığı akrabası da
olsa, onun yükünden bir şey yüklenmez " (Fâtır 35/18).
6. İnsan ve cin. "Ey insan ve cin! Sizin de hesabınızı ele
alacağız" (Rahman 55/31). Bu âyette kelime tftes sek alan kalıbında
gelmiştir.
7. Miktar. Kur'ârfda bu kelime şeklinde pek çok âyette
geçmektedir. Mesela: Zilzâl sûresinin son iki âyetinde iki kere geçmektedir:
ze/re miktarı hayır yapmışsa onu görür, kim de zerre miktarı şer işlemişse onu
görür. "
8. Çakılıp kalmak. Bir eylemi yapmamak için aşın derecede isteksiz
davranmak, hareketsiz kalmak. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette bu anlamda yer
almaktadır. Tevbe sûresinin 38. âyetindeki issâkal kalıbının mânası, A'râf sûresinin
176. âyetinde' ahlede kelimesi de "yer" kelimesiyle geçmektedir.
Tevbe sûresinin 38. âyetindeki issakal de arz kelimesi ile beraber gelmektedir.
İkisi de "yere çakılmak, saplanmak" mânalarına gelmektedir.
3. "Dünya hayatını âhireîe tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya
hayatının faydası âhireîin yanında pek azdır." Allah yolunda savaşa çıkın
dendiğinde isteksiz davranmalarının sebebi bir soru ile tesbit edilmektedir:
ilDiinya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz?" Müslümanların bu yanlış
tercihi kesin olmakla beraber, Allah soru sorarak tesbitini onlara bildirmektedir.
Âyetin soru
şeklinde yöneltmesinde bir uyarı vardır. Allah bu yanlış tercihlerini ortadan
kaldırmaları için dünya ile âhiret hakkında bir değerlendirme yapmaktadır.
"Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır." Allah
müslümanların daha faydalı olanı tercih etmeleri, ona yönelmeleri ve mücadele
etmeleri için öğüt vermektedir.
Âyetin
bu kısmında geçen ‘meta' kelimesini "ruhsal doyum1' olarak alabiliriz.
Dünya hayatının sağladığı ruhsal doyumun, âhiret hayatının sağladığı ruhsal
doyum yanında çok az bir etkinliği vardır. Çünkü metağ kelimesi dünyadaki fayda
mânasına alınırsa pek bir şey ifade etmemektedir. Onun içindir ki
müslümanların fayda kavramı ruhsal doyum olarak alınmalıdır. Allah yolunda
savaşmanın getireceği ruhsal do-vum noktası hedef alınmalıdır.
Âyete
genel olarak bakarsak bu eylemin arkasındaki sebebin psikolojik olduğu
görülür. Demek ki müslümanlar âhiret hayatının temin edeceği ruhsal doyumu
tercih etselerdi, yere çakılıp kalmayacaklardı,
4. "Eğer topluca savaşa çıkmazsamz (Allah) size acı bir (şekilde)
azap eder. Ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir, sizler Allah'a hiçbir
şekilde zarar veremezsiniz. Allah, gücü her şeye yetendir." Bir önceki âyetin
sonunda öğretim faaliyeti olduğu halde bu âyette şiddetli bir tehdit yer
almaktadır. Çünkü cezanın yer aldığı yerde eğitim var demektir. Allah, 38.
âyette tercih meselesini ve ruhsal doyumu gündeme getirerek cihada teşvik
ederken, 39, âyette tehdit ederek teşvik etmektedir. Her iki metot bir arada
kullanılmaktadır.
a) "(Allah) size acı bir (şekilde) azap eder. " Alimler buradaki
acıklı azabın ne olduğu üzerinde fikir beyan etmişler, kimileri dünya, kimileri
de âhiret. bazıları da hem dünya hem de âhiret azabı ola
rak mânalandırmışlardır. Bize göre savaşa çıkmayanlara verilecek bir ceza
olduğuna göre, bu ceza mağlûbiyet, düşman korkusu, kıtlık ve sefalet olabilir.
Genel mânada ruhsal doyumsuzluk, ruhu acıtan her şey bu
nun içine girebilir.
b) "Ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir." Bu âyette
bir toplumun siyasî erkini kaybedip yerine başka bir toplumun geçmesindeki
değişimin dinamiği gündeme getirilmektedir. 38, âyetle beraber bu sebebi tesbit
edebiliriz.
Bu
sebep dünya hayatını âhirete tercih edip Allah uğrunda savaşa çıkmamak için
isteksiz davranmak, siyasî gücünü kaybedip yerine gelecek toplumun idaresine
sürü gibi mahkûm olmaktır. Bağımsızlığını, vatanını, manevî değerlerini
müdafaada isteksiz davranmak, onu başkasına kaptırmak anlamına gelmektedir.
Dünya hayatının ruhsal doyumuna razı olan insanın, âhiret hayatının ruhsal
doyumuna talip olanla savaşması mümkün olmayacağından elindeki siyasî gücü
kaybetmesi mukadderdir.
Allah'ın
ve Peygamberi'nin emirlerini yerine getirmeyenler, daha sonra kendilerinden
olmayan bir toplumun idaresi altına girince onların emirlerini yerine getirmek
zorunda kalırlar. Azabın en acıklısı da budur.
Toplumunun
efendisi iken, başkalarından emir alan köle haline döşer. Demek ki değişimin
kökü insanın isteği ve bu isteğin arkasındaki tercihi olmaktadır.
c) "Ona hiçbir zarar veremezsiniz Allah, her şeyi yapabilendir.
" Allah'a zarar verememenin anlamı, O'nu engelleyemezsiniz,, yerinize
başka bir toplumu getirmesinde Allah'a engel olamazsınız demektedir. Allah'ın
kudreti her şeye yettiğine göre buna da gücü yeter ve O'na engel olamazsınız.
Bu
âyet 38. âyetin devamı durumundadır. Allah, müminlere âhirete yönelik
eylemlerden yana tavır koymalarını öğretmekte, ceza meselesini gündeme
getirerek konuyu öğretimden eğitime aktarmaktadır. Mümin bile olsa insan çoğu
zaman ne yapması ve nasıl davranması gerektiği konusunda kendisine amaç tayin
edemeyebİlir. İnsanın, amaç tayin etmekte daima bir rehbere ihtiyacı vardır ve
burada Allah onun ihtiyacını gidermektedir. Davranışlarının sonucunun nereye
varacağını insana göstermek ilâhî eğitimin amaçları arasında yer almaktadır.
5. "Eğer siz Allah'ın elçisine yardım etmezseniz, iyi biliniz ki
Allah ona yardım etmişti." Allah yolunda savaşmanın bir anlamı da Hz.
Peygamber'e yardım etmektir. Bu mâna ile Allah yolunda savaşma meselesine
farklı bir mâna. kazandırılmıştır. "Ona yardım etmezseniz" manasıyla
âyet evrensel olmaktan çıkmaktadır. Zira Hz. Peygamber'den sonra bu âyete nasıl
mâna vermek gerekiyor? Bu mesaj, sadece tarihî bir olgu olarak mı kalacaktır?
Yardım konusu devam eden bir süreçtir. Her asırda İslâm'a yapılan yardım Hz.
Peygamber'e yapılmış bir yardım olarak görülebilir. Peygamberce iman devam
eden bir süreç olduğu gibi, O'na olan yardım da aynı şekilde görülebilir. Hz.
Peygamber yanımızda olmadığı halde onun peygamberliğine inanıyoruz; yanımızda
olmadığı halde onun getirdiği dine yardım etmekle ona yardım etmiş oluyoruz.
Buradaki yardım, zaman ve mekânla kayıtlı olmayan evrensel bir yardım
niteliğini taşımaktadır.
Müminler
Hz, Peygamber'e yardım etmese bile Allah ona yardım etmişti, şimdi de
edecektir. Sizin yardımınızın ona ulaşmadığı, Sevr mağarasında ona yardım
ettiği gibi elbette şimdi de yardım edecektir. Önemli olan, ona yardım etme
şerefinin kaybedilmemesi, o şerefe ve ruh olgunluğuna ulaşılmasıdır.
6. "Hani iki kişiden biri olduğu halde inkâr edenler kendisini
(Mekke'den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına, 'Üzülme Allah
bizimle beraberdir!' diyordu,"
Allah,
daha önce elçisine yardım ettiğini anlatmaktadır. Düşman onları takip ederken
mağaraya sığındıklarında Hz. Peygamber'in yanında Ebû Bekir vardı. Düşman
mağaranın önüne kadar geldiğinde Ebû Bekir çok heyecanlandı ve korktu. Bunun
üzerine Hz. Peygamber ona, üzülmemesini çünkü Allah'ın onlarla beraber olduğunu
söyledi.
Burada
işlenen konu "Allah'ın beraberliği"dir. Allah, Hz. Peygamber'in bu
sözünü âyete dönüştürerek vahyetmİştir. Buradaki vurgu Allah'ın
beraberliğinedir. Aynı ifadeyi Hz. Mûsâ îsrâiloğulları'na söylemişti: oi4^
"iki topluluk birbirini görünce Musa'nın adamları 'İşte yakalandık/'
dediler Mûsâ: 'asla!' dedi. Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir"
(Şuarâ 26/61 -62).
Allah
bu beraberlik konusunu niçin gündeme getirmektedir? Çünkü müminler isteyerek
savaşa çıkarlarsa Allah'ın onlarla beraber olaca ğını, onlara yardım edeceğine
işaret edilmektedir. Diğer taraftan onlar yardım etmese bile Allah'ın, Elçisine
yine yardım edeceği vurgulanmaktadır. Önemli olan Allah'ın beraberliğini
kazanacak iman, niyet, fikir ve eylemlerin sergilenme sidir.
7. "Bunun üzerine Allah ona sükûnet indirmiş ve kendisini sizin
görmediğiniz ordularla desteklemişti de inanmayanların sözünü alçalttı. Yüce
olan yalnız Allah'ın sözüdür. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.
Ayetin
bu kısmında yer alan sükunet kavramını "güven duygusu" olarak
mânalandırabiliriz. Bu durum Huneyn Gazvesi'nde peygamberine indirdiği güven
duygusunun aynısını hatırlatmaktadır (Tevbe 9/26.) Se-kîne kavramı Bakara
sûresinin 248, âyetinde geniş bir şekilde açıklandı.
Ayrıca
Allah, müminleri onların görmediği ordularla desteklemişti. Hz. Peygamber Sevr
dağında bir mağarada üç gece Hz. Ebû Bekir'le beraber kaldı. Oraya kadar takip
eden Mekkeli müşrikler, onları bulamadan ayrılıp gittiler. Medine'ye kadar Hz.
Peygamber'i melekler takip ederek selâmete çıkardı. Aynı durum Bedir (Enfâl
S/9-12; Al-i İmrân 3/123-125), Huneyn (Tevbe 9/26) ve Hendek (Ahzâb 33/9)
savaşlarında ve diğerlerinde de olmuştu.
Allah'ın
Hz. Peygamber'e bu şekilde yardım etmesinin amacı ne idi? Sorunun cevabını
âyetin devamı vermektedir: "inanmayanların sözünü alçaktı." Âyetin bu
kısmındaki "söz" kelimesini Muhammed Esed "dava" olarak
tercüme etmiştir. Biz de önün bu tercümesini uygun bulduk.
Kâfirlerin
"kelime" onların davaları anlamına geldiğine göre, onların davaları
şirkin tevhid inancına galip gelmesi ve böylece tevhid inancını ortadan
kaldırmaktı. Müşrikler tevhid inancını ortadan kaldırma davaları uğruna
toplanıp beraberce savaşa çıkmalarına rağmen, müslümanlann, tevhid inancını
müdafaa etme uğruna topyekün savaşa çıkmamaları ve bu konuda isteksiz
davranmaları 38 ve 39. âyetlerdeki ihtarla karşılaşmalarına neden oldu. Bunun
sûrenin başındaki "bildiri" ile alâkası vardır.
Diğer
taraftan, 'Yüce olan yalnız Allah'ın sözüdür" ifadesindeki âJİ* "söz"ü
de "dava" olarak alabiliriz. Buradaki söz dediğimiz dava, tevhid
inancı ya da Kur'ân olabilir. Allah'ın davası şirkin kökünü kazıyıp tevhid
inancının ağacını büyütmektir.
"Allah,
azizdir", yani mülkünde galip ve üstündür. "Hikmet sahibidir",
yaptığı bütün işlerini yerli yerinde yapar, işlerinde asla eksiklik olmaz.
Böylece Yüce Allah bu âyette müslümanlara neyin uğruna savaşacaklarını
öğretmekte ve kendisinin bunu gerçekleştirmek için Kur'ân'ı ve Hz, Peygamber'i
elçi olarak gönderdiğini vurgulamaktadır.
8. "Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak mutlaka seferber olunuz ve
Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad ediniz- Eğer bilirseniz
bu
sizin için daha hayırlıdır," Allah 38 ve 39. âyetlerde neden savaşa karşı
isteksiz kaldıklarını sorup, bu konuda kendilerini bekleyen tehlikeli sonuçları
açıkladıktan sonra, araya 40. âyeti koyarak, Allah uğrunda savaşanlara geçmişte
yardım ettiğini ve bu yardımın amacının bilgisini vermektedir.
a) Âyetin ilk bölümünde yer alan "hafif ve ağırlıklı"
kelimelerine yorum getirmek istiyoruz. Eğer 3&. âyete dönersek orada sakil
yani "a-ğır" kelimesini buluyoruz. Bu kelime müminlerin
isteksizliğini ifade ettiğine göre buradakine de aynı mânayı verebiliriz. Hafif
kelimesine isteyerek, sakil kelimesine de istemeyerek mânası verilebilir. Âyete
"isteyerek veya istemeyerek topluca Allah yoluna cihada çıkınız"
anlamı verilebilir.
O
zaman 39. âyeti dikkate alarak şu yorumu yapabiliriz: Ben size elem verici azap
yapmak istemiyorum; yerinize başka bir toplumu getirmek istemiyorum; onun için
isteyerek veya istemeyerek mal ve canlarınızla Atlan yolunda savaşacaksınız.
"Hafif
ve ağır" kelimelerini maddî mânada alıp yorumunu yapabiliriz. Hafif ve
ağır silâhlarla donanmış olarak da denebilir, piyade ve süvariler olarak
topluca çıkınız mânası da verilebilir. Piyadede zorluk, süvaride hafiflik yani
kolaylık vardır.
Diğer
taraftan bu kelimeleri sosyal ve maddî şartların hafifliği ve ağırlığı olarak
da alabiliriz. Şartlar zor veya hafif de olsa cihada çıkacaksınız., bunda
tercih söz konusu ae£ildir anlamına da gelir.
38-41.
âyetler arasında yere çakılıp kalan bir toplumu ayağa kaldırmanın metotlarını
görüyoruz. Allah öncelikle bu davranışlarının sebebini ortaya koymaktadır.
Daha sonra bu davranışlarının getireceği sonuçları bildirmektedir. Ardından
Hz. Peygamber'e nasıl yardımda bulunduğunu ve bu yardımını hangi amaçla
yaptığını anlatmaktadır.[58]
42.
Eğer yakın bir rfünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar)
mutlaka sana uyup peşinden gelir-
lerdi.
Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, gücümüz yetseydi mutlaka
sizinle beraber çıkardık diyerek kendilerini helak edercesine, Allah'a yemin e
decekler. Halbuki Allah onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor.
43.
Allah seni affetsin. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen
yalancıları bitinceye kadar onlara
niçin izin verdin?
44.
Allah'a ve âhiret gününe iman edenler, mal ve canlarıyla savaşmaktan (geri
kalmak için) senden izin is
temezler. Allah takva sahiplerini bilir.
45.
Senden, ancak Allah 'a ve âhiret gününe inanmayan, gönüllerine şüphe düşüp,
şüphelerinde bocalayan kimseler geri kalmak için izin ister.
46.
Eğer savaşa çıkmak isteselerdi. Ona bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah
onların davranışlarını çirkin
gördü ve onları alıkoydu; Onlara âciz olanlarla beraber oturunuz, denildi.
47.
Eğer sizinle beraber savaşa çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir
katkıları olmazdı ve mutlaka
fitne çıkarmak isteyerek aranıza koşarlardı, içinizde onlara kulak verenler
vardır. Allak haksızlık yapanları bilir.
Bu
âyetler İnsanların niçin iki yüzlü davrandıklarının bazı sebeplerini
açıklamaktadır,
1. "Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı mutlaka
sana uyup peşinden gelirlerdi," Ayetin bu kısırımdan anlıyoruz ki münafık
insanlar yakın bir dünya menfaatinin peşinden koşarlar. Uzun vadeli menfaatler
onların ilgisini asla çekmez. Kolay olana koşar, zahmetli, yorucu ve zor olan
eylemlerden kaçarlar. Yakın menfaat, kolay eylem onların ilgi duyduğu iki
önemli şeydir. Yukarıdaki 38. âyette, "Allah yolunda savaşa çıkınız diye
çağrıl-
dığınız
zaman yere çakılıp kalıyorsunuz" ifadesinin sebeplerinden biri de burada
gündeme getirilmektedir.
Allah
onların ruh hallerini Hz. Peygamber'e anfatarak onlara karşı nasıl bir tavır
takınacağını belirlemektedir. Umulmadık bir kazanç, kolay bir yolculuk olsaydı
Tebük seferine çıkmakta sana uyarlardı, Onları tembelliğe sevkeden ve Tebük
seferine çıkmalarını engelleyen husus, kazançlarının olmaması ve seferin zor
olmasıdır. Çünkü on dört günlük bir sefer onların gözünde zor görüldü. Tebük
seferi alışılagelen bir yolculuk değildi ve olmayacaktı.
2. "Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi " Meşakkat kısa
yollan bile uzun gösterir. Yollan uzatan insanın psikolo-jisidir. Söz gelimi
iyi bir futbol maçı bittiğinde ne zaman bitti diye insan hayret eder. Zor bir
yolculuk da insana fosa mesafeyi uzak gösterir. Bunlara psikolojik zaman ve
psikolojik yol diyebiliriz. Gurbete çıkarken yol uzun gelir, ama sılaya
giderken aynı yol kısalır. Mesafe aynı olmasına rağmen psikolojik durum onu
kısaltır veya uzatır. Böylece Allah insan psikolojisi ile mesafe arasındaki
ilişkinin analizini yapmaktadır.
3. "Gerçi onlar, gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık
diye kendilerini helak edercesine Allah'a yemin edecekler. Halbuki Allak
onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor." Allah uğruna savaşa çıkınız
dendiğinde yere çakılıp kalanlar, güçlerinin yetmediğinden dolayı savaşa
çıkmadıklarına dair yemin edeceklerdir. Bu noktada Hz. Pey-gamber'in, onların
yalancı olduklarını bilemediğine, fakat Allah'ın, on-lann yalancı olduklarına
âyette dikkat çekilmektedir. Böylece münafıkların "yalancı" olma
özellikleri nedeniyle gerçeği söylemezler (Al-i İmrân 3/167). Dil ile gönlün
birbirini tutmaması, çoğu zaman aldatıcı olmaktadır.
Bu
açıdan bakınca yalanın kaynağına da varılmaktadır. Dil ile gönül arasındaki
tutarsızlık yalanı doğurmaktadır. Tebük seferine çıkmamaları onların
güçsüzlüğünden değil, bu yolculukta menfaat görmemele-rindendir. Diğer taraftan
yalan yere yemin etmek, insan şahsiyetini helak etmektedir. Yalan insanın
benliğini, ruhunu, şahsiyetini helak etmektedir.
İnsanın
kendi fiili ile olan ilişkisi açısından bakınca şunu görmek mümkündür: Âyette
tâbi olmak, yemin etmek, çıkmak ve helak etmek fiillerinin öznesi insandır.
Özellikle kendi benliklerini helak edenlerin onlar olduğunu buyururken Allah,
insanın kendi kendini helake sürüklediğine dikkat çekmektedir. Münafıkların
kesin mânada yalancı olduklarını insanların bilmesi zordur ama Allah
bilmektedir.
4. Allah seni affetsin. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen
yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?"
a) Öyle anlaşılıyor ki Tebük seferine çıkmak istemeyen münafıklar, Hz.
Peygamber'den izin aldılar. Bu izni niçin verdi diye Allah Hz. Peygamber'i
sorgulamaktadır. Sorgulamasında ne yapması gerektiğinide ona açıklamaktadır.
"Doğru söyleyenler sana iyice belli olup sen yalancıları bilene
kadar" Demek ki Hz. Peygamber izin vermeden önce gerçek hayat şartları
altında onlan izlemeli idi. Bizzat Tebük seferine çıkış anında onların ne
yapacağını gözleseydi yalan söylediklerini anlamış olacaktı. Onlara izin
vermeseydi ya isyan ederek Tebük seferine katılmayacakları veya 42. âyette
belirttikleri gibi güçlerinin yetmediği değil, yettiği halde savaşa gelmek
istemedikleri anlaşılmış olacaktı.
b) Gözlem yapmadan, gerçek hayat şartları altında izlemeden insanlar
hakkında karar vermek bir hatadır. Bu âyette geçen lime (niçin) soru edatı
aynen Tahrîm sûresinin birinci âyetinde de geçmektedir. Mü-
fessirler "inkâr sorusu" olması (yani sorunun sorulma nedeni işin meydana
geldiğinin itirafını sağlamak değil; aksine onun olmadığının ispatı için
sorulmuş olması) sebebiyle Hz. Peygamber'in günahsız olduğu
hükmünde ittifak halindedirler. Oysa burada Allah Hz. Peygamber'in beşer olma
yönü ile hata yapabileceğini vurgulamaktadır. Çünkü 42. âyetin sonunda, onların
gerçekten yalancı olduğunu Allah'ın bildiğini
söylerken, Hz, Peygamber'in onların içlerindeki niyeti bilmesinin imkânsızlığını
vurgulamıştır. Ama Hz. Peygamber biraz daha sabredip onları gözleseydi doğru
söyleyip söylemedikleri ortaya çıkacaktı.
Allah
Hz. Peygamber'in Tebük seferi örneği ile nasıl davranılması gerektiğini hükme
bağlamaktadır. Hz. Peygamberden sonra gelen insanların savaşta ordunun
başındaki kumandanlara ve bütün asker müminlere ibret olması için bunu
anlatmaktadır. "Ey akıl sahipleri! İbret alıntı" (Haşr 59/2) buyruğu
da ne yapılması gerektiğine dikkat çekmektedir.
c) Hz. Peygamber'in izin karan bilgiye dayanmalıydı. Onun içindir ki.
iyiiSJı ^İîtfj "Sen yalancıları bitinceye kadar" ifadesine yer verilmektedir.
Demek ki ordu kumandanı askeri iyi tanımalı, onlar hakkındaki bilgilerine
dayanarak muamelede bulunmalıdır. Ordu kumandanı al-danmamalıdır, îçi dışı bir
olmayanları tanıyarak hareket etmelidir. Bu insanlar, ordu nizamını bozar ve
beklenmeyen olayların çıkmasına sebep olurlar.
İzin konusunda,
izin isteyen kimsenin psikolojik durumu göz ö-nünde bulundurulmalıdır. Onun
güvenirliliği dikkate alınmalıdır. Meselâ Nûr sûresinin 62. âyeti izin konusuna
şöyle bir açıklık getirmektedir: Müminler, ancak Allah'a ve Peygamberi'ne
gönülden inanmış kimselerdir. Onlar peygamberle ortak bir iş üzerindeyken ondan
izin istemedikçe bırakıp gitmezler. Şu senden izin isteyenler, hakikaten
Allah'a ve Pey gamberVne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise bazı işleri için
senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver..."
Görüldüğü
gibi buradaki izin savaşa çıkmakla alâkalı değildir; ortaklaşa yapılan bir
işte alman izinle ilgilidir. Buradaki izinde, izin alanların iman etmiş olması
ve Hz. Peygamber'in isteği önemli rol oynamak-tadır. İman güvenilirliği, Hz.
Peygamber'in dileği de bilgiyi ifade etmektedir. Nûr sûresinin bu âyetiT Hz.
Peygamber'in izin verebileceğine müsaade etmekte, Tevbe sûresinin 43.
âyetindeki sınırlamaya açıklama getirmektedir.
5. "Allah'a ve âhiret gününe inananlar, can ve malları ile savaşmaktan
geri kalmak için senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini bilir."
a) Allah sahte mazeret göstererek izin alma teşebbüsünde bulunmayacak
olanların iki özelliğini gündeme taşımaktadır. İman şartların-
dan
sadece ikisini öne çıkarmaktadır: Allah'a ve âhiret gününe iman etmek. Burada
peygamber inancına yer verilmemektedir. Ama Nûr sûre-sinin 62. âyetine bakarsak
orada peygamber inancına yer verildiğini görürüz. Zaten peygambere iman
etmemiş olsa ondan izin istemez, Vahye iman da cihad için verilen emirden
anlaşılmaktadır. Allah'a ve âhirete iman edenler mal ve canlan ile Allah uğrunda
savaşırlar. Bu konudaki Allah'ın emrini yerine getirmek için mal ve canlarını
feda edebilirler.
b) "Allak takva sahiplerini bilir" ifadesiyle, peygamber bile
olsa bir beşerin İnsanların kalbinden geçenleri bilemeyeceğini, bunu ancak
Allah'ın bileceğine işaret etmektedir. Diğer taraftan bu ifade takva sahibi
insanın niteliklerini de açıklamaktadır. Allah'a ve âhirete iman edip mal ve
canı ile savaşmaktan geri kalmayan insanlar takva sahibidirler. Bunlar Allah'a
karşı sorumluluklarının bilincinde ve O'na karşı saygılıdırlar. Demek ki akıl
gönül ile beraber eyleme geçerek iman eden, imanını Allah uğruna savaşmak
suretiyle ispat eden, savaş konusunda mazeret göstermeyen müminlerin bir sıfatı
da müttakidir. Allah'ın bu tanımından anlıyoruz ki takva bir gönül eylemidir.
6. "Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşku
içinde bocalayanlar ancak senden izin isterler" Allah savaştan kaçmak için
izin isteyenlerin iç âlemlerini deşifre eder. Bu insanlar Allah'a ve âhirete
inanmamaktadırlar. İmansızlık bunların gönüllerinin gücünü kırmıştır,
imansızlık güçsüzlük, korkaklık demektir.
Münafık
insanın içi. tünellerle örülü olduğundan sağlam değildir. Tarla faresi yerin
altında tüneller kazar, onu belli bir yerde tutamazsın, tünelin bir ağzından yanaşırsan
öteden kaçar, Öteden yanaşırsan diğer taraftan kaçar. Münafık kelimesinin
türediği nefak kelimesi de "tünel" anlamına gelmektedir. Münafık içi
tünellerle dolu olan bir adamdır. Onun için böylesine delip tahrip eden şey
şüphedir. Öyle anlaşılıyor ki Allah şüphenin yerinin kalp olduğuna işaret
etmektedir. Gönüllerinin şüpheye düşmesi şeklindeki ifadeden bunu anlıyoruz.
Şüphenin
de imanın da yeri kalptir Böylece iman, şüphe ve inkâr gibi oluşumların yerinin
kalp olduğu ortaya çıkmaktadır. Onun içindir ki Allah Mücâdele sûresinin 22.
âyetinde imanı kalbe yazdığım, Hucurât
sûresinin
yedinci âyetinde de imanı kalpte süslediğini ve sevdirdiğini buyurnı aktadır.
Biyolojik
kalp bütün organlara hayat veren kanı pompaladığı gibi, iman, sevgi, şüphe,
korku, inkâr, iffet ve sadakat gibi oluşumları insanın davranışlarına
pompalayan da manevî kalptir. Allah neden münafıkların savaştan kaçmak için
peygamberden izin istediklerini, iman etmemelerine ve derin şüphe içinde
olmalarına bağlamaktadır. Böylece onların davranışları sebep-sonuç ilişkisi
içinde analiz edilmektedir.
Onların
iman etmemelerinin sebebi gönüllerinin şüphe ile kaplı olmasındandır. Gönlü
şüphe ile kaplı olan insan, artık boğazına kadar batağa batmış insan gibi
şüpheye batmış demektir. Bu öylesine bir batıştır ki gittikçe aşağıya doğru
gitmektedir.
Böylesine
imansız ve gönlü şüphe içinde yüzen bir İnsanın malı ve canı ile Allah yolunda
savaşması imkânsızdır. Korku içinde olan bu insan mazeret göstererek Hz.
Peygamber'den savaşa gitmemek için izin alacaktır. Bu insanlar toplumlarına
ihanet eden münafıklardır. Âyetler Hz. Peygamber döneminden başlayarak evrensel
boyuta uzanan bir ana Uz yapmaktadır.
Her
çağda, her toplumda bu tip insanlar bulunabilir. Bunlar Nisa sûresinde de
anlatılmıştı: "Size ne oluyor da Allah yolunda ve 'Rabbimiz, bizi halkı
zalim olan bu şehirden çıkar, bize katından bir sahip gönder, bize katından
bir yardımcı gönder', diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğruna
savaşmıyorsunuz (Nisa 4/75). Bu sorunun cevabını Allah bir sonraki âyetle
vermektedir: "iman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise
tâğût uğruna savaşırlar" (Nisa 4/76).
Kalbinde
şüphe olan, şüphenin içinde bocalayan münafık insanların dilleriyle çeşitli
mazeretler göstererek savaşa gitmemek için Hz. Peygamber'den izin isteyenlerin
gönüllerindekiler birbirini tutmamaktadır. Bu münafıkça davranış Feth sûresinin
11. âyetinde açıklanmaktadır. Öyle ki gösterdikleri sahte mazeretleri de
ortaya koymaktadır Kısaca diye- biliriz ki, Allah savaştan kaçanlarla, gözünü
kırpmadan savaşa gidenlerin inanç yapısını burada analiz etmektedir,
7. Eğer savaşa çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık
yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri
koydu, onlara 'oturanlarla beraber oturun' denildi."
a) Allah münafıkların savaşa çıkmamalarının manevî sebeplerini önceki
âyetlerde şöyle sıralamaktadır: Tebük seferinde yakın bir menfaai
görmediler, yolculuk onlara
zor geldi, Allah'a
ve âhiret gönüne inanmıyorlardı, kalplerinde şüphe
vardı (âyet: 42-45). Bu sebeplerin görüntüsü de hazırlık yapmamalarıdır (âyet:
46). Allah Hz. Peygamber'in anlayabileceği bir delili burada gündeme
getirmektedir. Allah, bir insanın bir işi yapmak istediğinin işareti olarak
hazırlık yapmasını istemektedir. Hazırlık yapmaması isteksizliğinin bir
işaretidir.
b) Allah onların isteksizliğini Hz. Peygamberce karşı olumlu bir netice
verecek şekilde takdir edip hükme bağlamıştır. Onların böylesine isteksiz
halleriyle savaşa katılmalarını uygun bulmadı ve geri kalmaları
nı sağladı. Allah onların davranışlarını hangi boyutuyla veya niçin çirkin
gördü? Bu sorunun cevabını Tevbe sûresinin 47. âyeti ile verebiliriz:
"Eğer içinizde onlar da savaşa çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir
şey yapmazlardı."
Demek
ki Allah isteksiz olan münafıkların savaşta bozgunculuk yapacaklarını önceden
bildiği için geri kalmalarını takdir etti. Böylece onların gönüllerinde oluşan
savaşa çıkmama isteğini engellemiş olduğu gibi o isteği hayata geçirmelerine de
müsaade etmemiştir.
Ayetin
bu kısmında geçen inbi'âs kelimesi "bir işe koyulmak, yola çıkmak; bir
işe görevlendirilen kişinin onu yapmak, için gitmesi; bağı çözülen hayvanın
çıkıp gitmesi" anlamına gelmektedir.
Münafıkların
bu psikoloji içerisinde sefere çıkmalarını Allah istemedi. Çünkü savaşın
başlamasından önce onların bu isteksizliğinin zararı kendilerine kaldı, ama
orduya katılsalardı isteksizlikleri bozgunculuğa dönüşecek ve böylece ordunun
düzeni bozulacaktı.
Âyetin
diğer bir kelimesi de sebbeta fiilidir. "Alıkoymak" mânasına gelen bu
kelime, 'Allah, münafıkların Hz. Peygamber'le beraber savaşa çıkmalarını
engelledi' anlamına gelmektedir.
"Oniara,
'oturanlarla beraber oturunuz' denildi. " Oturanlar kadın ve çocuklardı,
çünkü kadınlar savaşa götürülmezlerdi. Kadın "anne" makamında olduğu
için anneye mermi atılmaz, savaşta öldürülmez. Kur'ân, kızlarını canlı canlı
toprağa gömen insanların bulunduğu toplumda, kadına kılıç çekilemeyeceği,
öldürüle-meyeceği ilkesini getirerek onun ne kadar önemli bir varlık olduğunu
göstermiştir.
Kadın
sahip olduğu değerden, çocuklar da acizliklerinden dolayı savaşa çıkmazlar. Ama
savaşabilecek olanlar, sahte mazeretlerle savaşa çıkmak istemezlerse, onlar
gibi oturmuş olurlar. Diğer taraftan "oturanlardan kasıt elden ayaktan
düşmüş ihtiyar erkekler olabilir.
8. "Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan
başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkartmak isteyerek aranıza
koşarlardı. İçinizde onlara kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet
iyi bilir. " Allah, Hz. Peygamber'e yönelik olarak "Onlara niçin izin
verdin?" (âyet: 43) sorgulamasını yaptıktan sonra, iznin isabetli bir
karar olduğunu bu âyette açıklamaktadır.
Ayette
geçen hebâl kelimesi "aşkın aklı bozması; organları kesmek; bir şeyden
menetmek, hapsetmek; birini del i İlendirmek; eli felç olmak"; habal da "eksiklik, helak öldürücü
zehir, yorgunluk, zahmet, cehennem ehlinin bedenlerinden akan sarı su"
mânalarına gelmektedir.
Bu
kelime Kur'ân'da iki âyette geçmektedir. Birisi Al-i İmrân sû resinin 118,
diğeri de Tevbe sûresinin 47. âyetleridir. İkisinde de "şer, fesat,
bozgunculuk, ayrılık tohumu, yalan şeyler çıkarmak" mânasına gelmektedir.
Ama her iki âyetteki mânaları birbirinden çok küçük fark-larla ayırmak istersek
Al-i Imrân sûresindekine fenalık, Tevbe sûresinin 47. âyetindekine de ayrılık
tohumu ekmek mânasını verebiliriz.
Âyetin
açıklanması gereken diğer bir kelimesi de ^Uuj îdâ'dır. "Bir şeyi bir yere
bırakmak, zelil kılmak, iftira etmek, kitap telif etmek, suçu üzerine almak,
engel olmak, boynunu vurmak, vergiyi kaldırmak, savaşmak, nefsini aşağılatmak,
doğurmak, süratle koşmak" mânalarına gelmekte, bu âyette ise
"koşmak" anlamını ifade etmektedir. "Fitne çıkartmak için
koşmak" mânasına gelmektedir.
Nifak
ve fitne faaliyetlerini önlemek için Allah, onların Hz, Pey-gamber'le beraber
savaşa çıkmalarını istemedi ve onu engelledi. Onların bölücülüklerine kulak
verecek olanlar da vardı. Onların etkisinde kalacakların potansiyel durumunu
Allah eyleme dönüştürmek istemedi.
Allah
âyetin sonunda "zalimleri bildiğini" açıklamaktadır. Buradaki zalim
kelimesi "nifak ve fitne çıkaran ve onların etkisinde kalma hatasını
işleyenler" demektir. Allah toplumda ayrılık tohumlarını eken insanları
zalim olarak ilân etmektedir. Bu durumu bildirmekle Allah zulmün, davranışlarla
topluma yayılmasını engellemiş oldu. Bu sebeple münafıkların savaşa
çıkmalarını engelledi.
Allah
bu olguyu bize anlatmakla, insanlara zoraki bir iş yaptırarak topluma zarar
verilecekse, o işi yaptırmamanın daha doğru olacağı eğitimini vermektedir.
Toplumda
potansiyel ayrılıkları, oldukları yerde hapsetmek, engellemek ve ortadan
kaldırmak için araştırıcı, onları önceden tesbit edici etkinliğe sahip olmak
gerekir. Çünkü sosyal olaylar çibana benzer. Çıban daha başlangıçta iken tedavi
ile iyüeştirilebilir. Ama ilâçla kontrol edilmeyecekse olgunlaşıp deşilmesi
için ilâç verilerek serbest bırakılmalıdır. Allah münafıkların ayrılık
tohumlarını ekmeden önce tedbirini aldı ve onları orduya katmadı.
Böylece
Allah gelecek nesillere, siyasî ve sosyal kanunları öğreterek insan aklının
bulması için rehberlik yapmış, kötü mânada fertleri etkileyecek olan isteksiz
eylemlerin yapılmasının engellenmesi kanununu koymuş, nifak ve fitnenin bir
zulüm olduğuna dikkat çekmiştir.[59]
48.
Andolsun, daha önce de karışıklık çıkartmak istemişlerdi; sana karşı birtakım
işler çeviriyorlardı. So
nunda gerçek ortaya çıktı ve beğenmedikleri halde Allah'ın buyruğu üstün
geldi.
49.
Onlardan "Bana izin ver, beni denemeye kalkma!" diyenler vardır.
Dikkat ediniz ki, onlar zaten denenmek
tedirler. Doğrusu cehennem inkarcıları kuşatmıştır.
Allah inkâr
tarafları ağır basan münafıkların Hz, Peygamberce karşı tepkilerini entrika
haline getirmeleri ve onların bu tutumlarına karşı Allah'ın müdahalesi gündeme
getirilmektedir.
1. "Andolsun, daha önce de ha-nştklık çıkartmak istemişlerdi; sana
karşı birtakım işler çeviriyorlardı." Bu âyet 47. âyetin devamı
mahiyetindedir. Onların Hz. Peygamberle savaşa katılsalardi bozgunculuk ve
fitne çıkaracakları konusundaki ilâhî bilgi, onların daha önce böyle
entrikalara teşebbüs etmelerinden ileri gelmektedir. Tebük seferinden önce de
Uz, Peygamber'e karşı birtakım entrikalar peşine koşmuşlardı.
Münafıkların
on iki tanesi.Hz. Peygamberi öldürmek için Akabe gecesi Seriiyyetülvedâ
mevkiinde pusu kurmuştu[60]. Bu
fitneye bir de Abdullah b. Übeyy'in Uhud günü Hz. Peygamber'den ayrılıp
gitmeleri Örnek verilmektedir. Diğer taraftan da münafıkların müslümanları
dinlerinden çevirmek istemeleri fitne olarak görülmüştür. Âyetin bu kısmında
geçen "Sana karşı birtakım işler çeviriyorlardı" ifadesinden, onların
Hz. Peygamberce tuzak kurmak istediklerini anlıyoruz.
Hz.
Peygamber vefat ettiğine göre âyetleri günümüze de ışık tutacak şekilde
açıklamak gerekir. Aslında Allah insanlığa, özellikle tevhid inancına karşı
münafıkların ve kâfirlerin takındıkları tavrı anlatmaktadır. İnançsızlıkla
tevhid inancının mücadelesindeki entrikaların her zaman olabileceği gündeme
getirilmektedir. Bu entrikalara karşı müminlerin sabırlı olmaları vurgulanmaktadır.
Tevhid inancına sahip olanlara Allah yardım edecektir.
2. "Sonunda gerçek ortaya çıktı ve beğenmedikleri halde Allah'ın
buyruğu üstün geldi." Ayetin bu kıs
mında "hak" canlı varlık gibi hareket etme Özelliğine sahip bir
şeklinde takdim edilmektedir. Gelme fiilinin öznesi hak olmaktadır. Hak, canlı
olduğu için gelme fiilini gerçekleştirmektedir. Allah'ın buyruğu da üstün
gelmiştir. Üstün gelme eylemi île de Allah'ın emri gerçekleştirmiştir. Bu
açıdan bakınca âyet, Tevbe sûresinin 33. âyetinin bir devamı mahiyetindedir.
Allah'ın emri, onlar istemese de insanların uydurdukları dinlere
üstün gelmiştir.
3. "Onlardan 'Bana izin ver, beni denemeye kalkma!' diyen
vardır." Münafıklar savaşı çetin bir imtihan ola
rak görmekte ve bu şartlar altında denenmelerini istememektedirler. Çünkü
onların gözünde savaş zordur. Burada münafıklar izinlerinin verilmesini
istemekte ve tehdide varan bir tavırla fitne çıkaracaklarım İma
etmektedirler.
Buradaki
fitne kelimesi "günah" mânasına alınırsa, "Beni günaha düşürme,
yani bana izin vermezsen, ben savaşa seninle beraber katılmayacağım, bu
sebeple de günaha düşmüş olacağım" anlamına gelmektedir. Bundan anlıyoruz
ki onların izin almak için gösterdikleri mazeret sahte idi. Gerçek mazereti
olan insan savaşa katılmamakta günaha düşeceğini söyler mi? Diğer taraftan
onlar, Hz. Peygamber izin vermediği
takdirde,
savaşa kendiliklerinden katılmazlarsa peygambere karşı gelmiş olacaklar ve bu
sebeple günah işlemiş olacaklardı.
4. "Dikkat ediniz ki, onlar zaten denenme altındadır, doğrusu,
cehennem inkarcıları kuşatmıştır." Münafıkların her an denenme altında
olduklarını beyan eden âyetin başka bir mâna taşıması mümkündür. Ayetin önceki
bölümünde yer alan fitne kelimesini günah anlamına alırsak, onların zaten
günaha düştükleri açıklanmış olur.
Âyetteki
"fitne"ye "günah" mı, "deneme" mi daha uygun
düşmektedir? sorusuna âyetteki cehennem kelimesiyle cevap verebiliriz. Cehennemin
onları kuşatmış olması, onların günaha düştüklerine İşaret etmektedir. Günaha
düşeni cehennem kuşatır.
Allah
için malı ve canı ile savaşmayan, bunu sahte mazeretlere dökerek izin almak
isteyen ve onun uğruna yalan söyleyen, bozguncu ve nifakçı insanlar kendi
cehennemlerini kurmaktadırlar. Onların hem dünya hem de âhiret hayatları
cehenneme dönecektir.[61]
50.
Sana bir iyilik gelirse, onların ağırına gider. Eğer sana bir kötülük
gelse, "Biz önceden işimizi
tuttuk"
derler ve sevinerek geri dönerler.
51.
De ki; "Allah'ın bize yazdığından başkası başımıza gelmez, O bizim sıkı
dostumuzdur1'. İnananlar sadece
Allah'a güvensinler.
52.
De ki: "Bize ancak, iki güzel
şeyden birinin gelmesini mi bekliyorsunuz? Oysa biz, Allah'ın kendi katın
dan veya bizim
elimizle sizi azaba
uğratmasını bekliyoruz- Öyle ise bekleyiniz, biz de doğrusu sizinle
birlikte beklemekteyiz".
53.
De ki: "İster gönüllü ister zorla veriniz, nasıl olsa sizden kabul
edilmeyecektir. Doğrusu, siz yoldan çıkmış
bir topluluksunuz ".
54.
Verdiklerinin kabul olmasına engel olan hususlar, özellikle Allah'ı ve Elçisini inkâr etmeleri, namaza
tembel
tembel gelmeleri ve istemeyerek (sadaka) vermeleridir.
Allah
münafıklık yapan kâfirlerin Hz. Peygamberce karşı tutumlarının psikolojisini
açıklamaktadır. Söz konusu durum günümüz insanlarında da vardır. Bu bakımdan
âyet evrensel bir açılım getirmektedir.
1. "Sana bîr iyilik gelirse onların ağırına gider."
Müslümanlara düşman olan münafıklar, müminlerin başına bir
iyilik geldiğinde gücenirler. Onların Hz. Peygamber'e karşı ruh halleride
böyleydi. Komşusunun, arkadaşının başarısına içi burkulan, onu istemeyen
insanlar vardır. Allah bu psikolojiyi Hz. Peygamber örneği ile
anlatmaktadır: Âyetin tesbiti
kıyamete kadar devam
edecektir. Anlatılmasının sebebi de bu insanlardan korunmaktır. Meselâ
devleti idare edenler arasında
çekemezlik sebebiyle işlerin,
atılımların engellemesi buna bir örnektir. Birinin iyiliğine üzülen
insan münafıktır. Çünkü iyiliği takdir eden
Allah'tır, iyiliği ona istememek Allah'ın takdirini yanlış
görmektir. Kâfirlerin bu psikolojisi Âli İmrân sûresinin 120. âyetinde de
anlatılmıştı: "Size bir iyilik dokuma, bu onları tasalandırır, başınıza
bir musibet gelse, buna da
sevinirler," Başkasının iyiliğine üzülen, kötülüğüne sevinen insanların psikolojisi bu
âyetlerde anlatılmaktadır.
2. "Eğer sana bir kötülük gelse,
'biz önceden işimizi tuttuk' derler ve sevinerek. geri dönerler."
Takdir ve tasdik etmedikleri birinin başına belâ gelince, onunla birlikte
olmadıklarına sevinirler ve bunu kendilerinin bir planı
olarak görürler. Bu âyetin özel mânada yorumuna Bedir ile Uhud savaşlarını
örnek verebiliriz. Bedir Savaşı Hz. Peygamber'in zaferi ile sona erince
münafıklar üzüldüler; ama Uhud Savaşı tam bir zafer olmayınca
sevindiler. Diğer taraftan Tebük seferinde başlarına bir kötülük gelseydi
münafıklar sevinecekti. Ama Tebük seferinde böyle kötü bir netice olmayınca
üzüldüler. İşte toplumu çürüten, parçalayan durum bu psikolo
jiden kaynaklanmaktadır.
3. "De ki; Allah'ın bize yazdığından başkası basımıza gelmez- O,
bizim dostumuzdur, inananlar sadece Allah 'a güvensinler."
a) Allah'ın yazması iki çeşittir. Birisi hiç kimsenin görüşüne ve tavrına
bakmadan yazdıkları, diğeri de insanların görüşlerine ve tavırlarına göre
yazdıklarıdır. Meselâ "Müslümanlar Uhud Savaşı'nı kaybede
cekler" diye önceden bir yazı
yoktur, ama Uhud Savaşı sırasında müslümanlann hataları,
gönüllerindeki niyetlerine göre bir yazılım vardır. Buradaki yazma eylemi
takdir etmektir. Oluşan olaylara göre takdir
etme eylemi burada gündeme gelmektedir. Allah Hz. Peygamber'e bu sözü
münafıklara söyletirken, aynı zamanda evrensel bir kanun koymaktadır.
Allah
iyiyi ister ve yaratır, ama kötüyü insan istediği için Allah yaratır. Bu
ifadeden anlaşılması gereken şudur: Dünyada insanların başına gelen her şey
Allah'ın bilgisi dahilinde cereyan etmektedir. Onun bilgisi ve takdiri olmadan
hiçbir şey gerçekleşmez. Allah kuluna neyi lâyık görüyorsa onu takdir eder.
Mümin insan başına iyilik de gelse kötülük de gelse, "Ben buna
lâyıktım" inancından hareket edecek, başına gelen kötülüklerden dolayı
Allah'a isyan etmeyecektir.
b) Allah müminlerin, yani O'nun uğruna malı ve cam ile mücadele edenlerin
dostudur. Dost, dostuna asla yanlış bir işte bulunmaz. Hak etmediği bir şeyi
ona takdir etmez, "O bizim dostumuzdur." Allah'ı dost bilmenin
anlamı, O'nun kullarına daima iyilik takdir ettiği, kötülüğün ise kulun
istemesinden ve yapıp ettiklerinden dolayı başına
geldiği inancına sahip olmaktır,
c) "İnananlar sadece Allah'a güvensinler." Madem ki Allah müminlerin
dostudur, müminler O'nu dost edindiler, öyle ise onlar dostlarına
güvenmelidirler. Buradaki tevekkül, bütün gayretini sarfcttikten sonra, işin
çözümünü Allah'a bırakmaktır. Allah11 vekil edinmektir. Allah'a güvenmek mümin
olmamın bir gereğidir. Sahip oldukları evrensel değerleri müdafaa ederken,
toplumunu korurken verilen mücadelede Allah'a güvenmek, O'nun takdirine razı
ofrnak O'nagüvenmek anlamına gelmektedir.
Hz.
Peygamber şirke karşı kadın haklarını savunmak ve kötülüğün alanını daraltmak için
mücadele veriyordu. Mücadelelerde zafer de mağlûbiyet de olağandır. Zafer
dolayısıyla şımannayıp onun Allah'tan gel-
diğine,
mağlûbiyetin de kendi niyet ve davranışlarından kaynaklandığını, Allah'ın
kötülük istemeyeceğine inanmak O'na güvenmektir.
4. "Deki: Bıze ancak, iki güzel şeyden birinin gelmesini mi
bekliyorsunuz? Oysa biz, Allah'ın kendi katından veya bizim elimizle sizi
azaba uğratmasını bekliyoruz. Öyle ise bekleyiniz, biz de doğrusu sizinle
birlikte beklemekteyiz-" Genel anlamda Tevbe sûresi Allah uğrunda
yapılacak savaşları ele aldığından, mânayı o kapsam içinde ele almak gerekir.
Mümin için savaşta iki güzel şey vardır: Savaşı kazanıp dünyada kalırsa
kahramanlık, saltanat ve sosyal güç; şehid olursa âhirette daha büyük ödül
vardır. Her iki haldenbiri onun içindir.
Demek
ki münafığın kötülük diye beklediği şeyJerin müminler için iyilik olduğu
anlaşılmaktadır. Münafıklık psikolojisi iyiyi kötü, kötüyü iyi görmeye sebep
olmaktadır. Değerleri anlamada etkin olan insanın psikolojisidir. Biz onları
toplumda hazır buluruz, ama anlamakta insanın psikolojisi önemli rol oynar.
Diğer taraftan müminler de münafıklar için azap beklemektedirler. Bu azabın
kaynağı tek fakat gerçekleşme şekli iki türlüdür:
a) Doğrudan doğruya cezayı Allah verebilir. İnsanı kullanmadan, çeşitli
şekillerde cezayı takdir edip cezalandırabilir.
b) Bir insan grubunu istihdam ederek diğer grubu cezalandırabilir. Biz
buna "dolaylı cezalandırma" şekli diyebiliriz. Meselâ âyette olduğu
gibi müslümanların eliyle, münafıkları cezalandırma şekli buna benze
mektedir. Hz, Peygamber'e bu mesajı münafıklara ulaştırması emredilmiştir.
İkinci
gruptaki ceza şeklini savaşın ana sebebi olarak ele alabiliriz. Savaş yanlış
yola sapan, zulmeden ve ilâhî cezayı hak eden toplumu başka bir toplum vasıtasıyla
cezalandırma şeklidir. Savaşın ana hikmetlerinden biri budur. Bir toplumla
diğerini terbiye metotlarından biridir. Bu terbiye niteliği savaşı ilâhî
takdire bağlamaktadır. Bilginin, eğitimin, hukukun terbiye edemediği toplumları
Allah kimi zaman iyi toplumların
eli
ile cezalandırır. İnsanlığı kirleten toplumların terbiye edilmesi bu şekilde
olabilir."Öyle ise, bekleyiniz, biz de doğrusu sizinle birlikte
beklemekteyiz." Beklenti, gerçekleşecek olayların insan psikolojisindeki
gebelik anını ifade etmektedir. Beklenilen şeyin, aleyhte çıkması da kendi
başına bir azap niteliği taşımaktadır. Münafıklar her çağda beklemekte, ama
beklentileri boşa çıkmaktadır. Bu âyet, günümüz ve geleceğin insanına, iyilik
ile kötülüğü savunanların beklentilerinin ne olacağı konusunda bir eğitim
vermektedir.
5. 'De ki: İster gönüllü olarak ister zorla veriniz; nasıl olsa sizden
kabul edilmeyecektir. Doğrusu, siz yoldan çıkmış bir topluluksunuz." Allah
bu âyette sonucu ortaya koyarken, sebebi bir sonraki âyette gündeme getirmektedir.
Sonucun öne alınıp sebebin sonraya bırakılması, bize göre sonucun çok ö-nemli
olmasındandır. Sonucun çarpıcılığını göstermek için öne alınmıştır.
Maddî
yardımda bulunarak savaşa katılmak istemeyen münafıklar hakkında inmiş olan bu
âyet aslında genel bir ilke koymaktadır, İbn Abbas'ın nakline göre savaşa
girmek istemeyen ama onun yerine malı ile yardım etmek isteyen Ced b, Kays
hakkında inmiştir. Bu âyeti tarihî boyutu İçine hapsetmeyip her çağda böyle
insanların olabileceğini düşünmek gerekir. Demek ki münafıkların ve kâfirlerin
yaptıkları ameller Allah tarafından kabul edilmeyecektir. Bunlar amellerini
isteyerek veya istemeyerek yapsalar da hiçbir fark yoktur, amelleri
değerlendirmeye tâbi tutulmayacaktır. Daha önce bu konu Al-i İmrân sûresinin 21
ve 22. âyetlerinden açıklandı.
Burada
Hz. Aişe'den gelen bir hadisi naklederek âyetin Hz. pey-gamber tarafından
yorumlandığını delillendirebiliriz: Hz. Aişe Hz. Pey gamber'e şu soruyu sordu:
"Ey AlalVm resulü! İbn Cüd'ân, Câhiliyc döneminde akrabalık bağını
gözetir, yoksula yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı?"
Hz. Peygamber şöyle cevapladı: "Bunun kendisine faydası olmayacak, çünkü
o, bir gün olsun, Rabbim kıyamet günü günahımı bana bağışla dememiştir"
(Müslim, "İman", 365). Diğer taraftan Müslim'in "Münafıkların
Sıfatı" adlı bölümünün 56. hadisinde müminlerin yaptığı iyi bir işin
karşılığı hem dünyada hem de âhirette verileceğine, kâfirlerin ise dünyada
verilip âhirette verilmeyeceğine dikkat çekmektedir.
Allah
bu durumu İsrâ sûresinin 18. âyetinde şöyle açıklamaktadır:
Kim
dünyayı (acele olanı) isterse, dilediğimize ondan istediğimiz kadar çabucak
veririz Sonra ona cehennemi hazırlarız. Yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya
girer." Dünyayı isteyen, yani tercih eden kimdir, sorusuna cevabı İbrahim
sûresinin iki ve üçüncü âyetleriyle verebiliriz. Orada dünyayı âhirete tercih
edenlerin kâfirler olduğu söylenmektedir. Aynı cevabı Nahl sûresinin 106 ve
107. âyetleri de vermektedir.
Demek
ki kâfir dünyayı tercih ederse Allah istediğini ona verir, ama âhirette onun
hiçbir ameli değerlendirmeye tâbi tutulmaz. Allah rahman sıfatı gereği bu
dünyada çalışana verir, ama âhiretin ödülünü iman edene verecektir. "Bu
insanların isteyerek veya istemeyerek yaptıkları ameller niçin kabul
edilmeyecektir" sorusunun cevabı, yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin
sonunda ve bir sonraki âyette verilmektedir. "Doğrusu, siz yoldan çıkmış
bir topluluksunuz^" "Yoldan çıkmış' mânasını verdiğimiz fâsık
kavramı bu ve bundan sonraki âyette tanımlanmaktadır. Yorumunu yapmakta
olduğumuz âyette fâsık, iyi amelleri kabul edilmeyecek olan insanlar olarak
kabul edilmekte ve bir sonraki âyette daha geniş bir açıklanması yapılmaktadır.
6. "Verdiklerinin kabul olmasına engel olan, Allah'ı ve elçisini
inkâr etmeleri, namaza tembel tembel gelmeleri ve istemeyerek
vermeleridir." Onların amellerinin kabul edilmeyiş sebepleri burada
sayılmaktadır: a) Allah'ı ve peygamberini inkâr etmeleri, yani imansız
olmaları, b) namazı kerhen, yani zoraki, üşenerek kılmaları, c) infaklannı
isteyerek yapmamaları.
Onların
bu üç özelliği, ibadetlerinin kabul edilmesini engellemektedir. Bunlar sebep,
kabul edilmemesi de sonuç olmaktadır. Aynı zamanda bu özellikler fâsık
kavramını da tanımlamaktadır. Diğer taraftan
bu
âyet Allah'a ve Peygamberi'ne inanmadığı halde namaza giden ve infak eden
münafıkların olduğuna da işaret etmektedir.
Bu
bölümde açıklamaya çalıştığımız beş âyetten şu neticeyi çıkartmak mümkündür:
Başkasının iyiliğine üzülen kötülüğüne sevinen insanlara Allah üç ilkenin
hatırîatılmasım ve öğretilmesini istemektedir: İnsanlar isterler Allah da
takdir eder. Allah'ın takdir ettiği şeyler insana isabet eder ve başına gelir.
Allah inanların dostudur, inananlar da dayanıp güvenirler.
Münafıkların
ve kâfirlerin müslümanların başına gelmesini istedikleri kötülükler, aslında
onların iyiliğine olmaktadır. Onlar iyiyi kötü, kötüyü iyi görmektedirler.
Böylece inancın değerler âlemine etki ettiği ortaya çıkmaktadır. Allah münafık
ve kâfirleri ya kendi katından doğrudan doğruya cezalandırır veya dolaylı
olarak müminlerin eliyle cezalandırır. İman edip iyiyi savunanların zaferi,
kafirler için bir azap, bir ceza mahiyetindedir.
Allah'a
ve Peygamberi'ne inanmaları, namazda tembellik göstermeleri, ve istemeyerek
infak etmeleri sebebiyle amelleri kabul görmeyecektir. Böylece Allah, bir
taraftan münafıkların psikolojisinin analizini yapmakta, diğer taraftan da
amellerin kabulündeki imanın ekinliğine dikkat çekmektedir.[62]
55.
Artık, onların malları ve çocukları da seni imrendirmesin! Allah, bunlarla
onlara dünya hayatında azap etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını ister.
Ayetin
analizinden çıkarılıacak bazı neticeler şunlardır:
1. "Artık, onların mallan ve çocukları da seni imrendirmesin!"
Dikkat edilirse mal ve çocuklar cümlenin öznesi,
imrendirmek de yüklemi durumundadır. İmrendiren mal ve çocuklardır. Ayette,
dünya nimetleri arasında mal ve çocukların insanın kıskançlık duygusunu
harekete geçirdiği görülecektir. Onların etkisi altında kalıp
imrenme durumu peygamber için bile söz konusudur. Peygamber bile etki altında
kalınca diğer insanların etkilenmesi haliyle doğaldır,
Allah,
başkasının mal ve çocukları karşısında etkilenip imrenmemek için gerekli
eğitimini yapmaktadır. Başkalarının mal ve çocuklarının bizi imrendirmemesi
için ne yapmak gerekir? Bu soruyu iki âyet cevaplandırmaktadır: "Sakın
kendilerinin denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya
hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı hem de
daha süreklidir" (Tâhâ 20/131), "Sakın onlardan bazı sınıflara
verdiğimiz dünya malına göz dikme!" (Hicr 15/88).
Her
iki âyette "göz dikme" şeklinde tercüme ettiğimiz ifade aslında
"gözünü uzatma" anlamına gelmektedir. Başkasına Allah'ın bahşettiği
nimetlere gözünü uzatmamak imrenmeyi önleyen en güçlü önlemlerden biridir.
"Göz görmeyince gönül katlanır." Tâhâ sûresinin 131 ve Hicr sûresinin
88. âyetinde gözün hareketi, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de gönlün
eylemi düzenlenmektedir. Başkasının mal ve çocuklarına imrenmemek Allah'ın emri
ve Peygamberin ahlâkıdır. Bu emir, Hz. Peygamber'in tatbikatı ile sınırlı
değildir, herkesi kapsamına almaktadır.
2. "Allah, bunlarla onlara dünya hayatında azap etmeyi ve kâfir
olarak canlarının çıkmasını ister." Münafıkların İslâm'a düşmanlıkları
değişmez hale gelince Allah onları cezalandırmak ister ve bu cezalandırma
işini mal ve
evlâtları
ile tatbikata koyar. Âyette geçen bihâdaki zamir "mal ve evlât"
kelimelerine aittir. "Bunlarla" denirken mal ve evlâtlar kastedilmektedir.
Yani, Allah onlara mal ve çocuklarıyla azap edecektir.
Mal
ve çocuklar insan için nasıl azap olur? Münafıklar ve kâfirler mal ve
çocuklarını aşırı derecede severler. Çünkü onlar neyi ne kadar seveceklerini
bilemezler. Müslümanların da aynı hataya düşmemeleri için Tevbe sûresinin 24.
âyetinde, neyin ne kadar sevileceği açıklanmaktadır. Ayrıca Bakara sûresinin
165. âyetinde, Allah dışındaki varlıkları Allah'tan fazla veya Allah'ı sever
gibi sevmenin şirke götüreceği anlatılır. Demek ki münafıklar ve kâfirler, mal
ve çocuklarını aşırı derecede sevmekle kendilerine azap etmektedirler. Çünkü
aşırı sevgi' onları fedakârlıktan ahkoyar. Çocuklarının kendilerini terkedip
ilgilenmemeleri de, biriktirdikleri mallarını, çocuklarının lüzumsuz yerlerde
harcamaları da onlar için azaba dönüşmektedir.
Çok
sevdikleri mallarını çok sevdikleri çocukları yiyip tüketmektedir. Çünkü mal
ve çocukları onların tanrısı haline gelmişti. Bir tanrının bir tanrıyı ortadan
kaldırdığını görünce azap çekmektedirler. Buradan şu neticeyi çıkartıyoruz:
İnsan Allah'ın dışında tanrı edinircesine neyi aşırı bir şekilde severse ondan
başına belâlar gelir. Allah bu belâları dünya hayatında onlara tattırır.
"Kâfir
olarak canlarının çıkmasını ister." Allah yarattığı insanın niçin kâfir
olarak ölmesini ister? Allah'ın bu isteği, münafıkların ve kâfirlerin inancına
ve davranışlarına göre gerçekleşmektedir. Zaten onlar kendilerinin kâfir
olarak kalmalarını ve hayatlarına bu psikoloji içinde devam etmelerini
kararlaştırdıklarından, Allah da onların bu durumunu tescil etmektedir. Aksi
takdirde onların kâfir olarak yaşayıp ölmelerine dair istekleri olmadan, Allah
öyle isteseydi bu kullarına haksızlık etmiş olurdu.
Âyette
geçen nefis kelimesi "can" anlamına gelmektedir. Can bedene girmeden
önce "ruh" ismini almakta, bedene girince can niteliğini taşımaya
başlamaktadır. Ruh, beden denen madde ile buluşmasının ardından nefis, yani
can adını almaktadır.
Netice
olarak diyebiliriz ki insanların dünya hayatında mal ve çocukları ile
kendilerine azap etmeleri doğru değildir. İmrenmek veya imrendirilmek insan
psikolojisinin âciz durumda olduğunu gösteren manevî bir durumdur. Müslüman
sahip olduğu, yani uğruna emek verdiği şeyle yetinir, başkasının sahip olduğu
onu imrendirmez, çünkü imrenme zamanla kıskançlığa ve hasede dönüşür.[63]
56.
Mutlaka sizden olduklarına dair Allah'a
yemin ederler. Halbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar
korkan bir toplumdur.
57.
Eğer sığınacak bir yer veya mağaralar ya da bir delik bulsalardı, koşarak o
tarafa yönelip giderlerdi.
58.
Onlardan sadakaların (taksimi") hususunda seni ayıplayanlar da vardır.
Sadakalardan onlara da verilir
se razı olurlar, şayet onlara (sadakalardan) verilmezse hemen kızarlar.
59.Eğer onlar
Allah ve Peygamberi'nin kendilerine verildiğine razı olup, 'Allah bize yeter,
yakında bize Allah da lutfundan verecek, resulü de. Biz yalnız Allah'a rağbet
edenleriz' deselerdi kendileri için daha hayırlı o-
lurdu).
1. "Mutlaka sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler."
Münafığın özelliklerinden biri de yalan yere yemin etmektir. İnancını durmadan
değiştirmek münafığın ahlâkı haline gelmiştir. Onların bu ikili oynamalarını
yeminle, şahadetle pekiştirmek isterler: "Münafıklar sana geldiklerinde:
Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın peygamberisin derler. Allah da bilir ki sen
elbette O 'nun peygamberisin. Allah, münafıkların kesinlikle yalancı
olduklarını bilmektedir. Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdiler.
Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür" (Münâfıkûn 63/1-2). Demek ki
"yemin" münafıkların kalkanı olmaktadır.
"Müminlerle
karşılaştıkları vakit iman ettik derler. Şeytanları ile baş başa kaldıklarında
ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz derler"
(Bakara 2/14). Âyetin bu kısmına bakınca münafıkların Allah'ı bildiklerini ve
bu sebeple O'na yardım ettiklerini görüyoruz Eğer münafıklar, müminlerle
beraber olsalardı ve sözlerinde samimi olsalardı, yemin etmelerine lüzum yoktu
Yemin edilmemesi gereken bir yerde yemin etmek, o yeminin yalan olduğuna delil
teşkil etmektedir Beraberlikler yeminle değil eylemle ispat edilir.
2. "Halbuki onlar sizden değillerdir fakat onlar korkan bir
toplumdur." Onların beraberlik için yaptıklar yeminin doğru olup
olmadığını müminler bilemezlerdi. Onun için Allar. onların, müminlerle beraber olmadıklarını
açıklamaktadır. Onların bu şekilde yemin edip, yalandan müminlerle olduklarını
söylemelerinin sebebi "korku psikolojisi"dir. tij Ferak kelimesi
"korku" anlamına gelmektedir. Bu kelime oıiy furkân kelimesinin
türevidir. "Hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile
çirkini ayırmak" anlamına gelen furkanın, bu anlamı münafıkların
psikolojisine yansımaktadır. İçi dışını ayıran adam olduklarından bu durum, 3j
ferak kelimesiyle ifade edilmektedir. Sadece görünüşte müslüman olan, ama içi
müslüman olmayan, şahsiyet parçalanmasına sahip olan adamı Allah bu kelime ile
ifade etmektedir. Fereka olunca "ayırmak"; ferika "çok korkmak,
ödlek olmak" mânalarına gelir. Demek ki münafık insanlar korktukları için
sevmedikleri, inanmadıkları insanlarla beraber.olduklarını yeminle söylerler.
Oysaki beraberlik iman ve sevgiye dayanmalı, korkuya değil. Korku geçici
olabilir ama, iman ve sevgi kalıcıdır.
Âyette
çoğul olarak kullanılan kavim kelimesine "grup" mânası verebiliriz.
Münafıklar toplumda bir grup kurabilmekte ve bu grup, toplum yaşamını
etkileyebilmektedir. Onun için Allah ferdî mânada münafıklığı değil de, grup
anlamında münafıklığı konu edinmekte ve onların psikolojisini açıklamaktadır.
Demek ki bir inanış ve davranış biçimi, grup haline büründüğü zaman etkinliğini
göstermektedir.
3. "Eğer sığınacak bir yer, veya bir mağara ya da bir delik
bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip giderlerdi." Bu âyet korkak olan
münafık grubun, başka boyuttaki özelliklerini vermektedir.
a) İki yüzlü, şahsiyet parçalanmasına uğramış; aklı, gönlü ve nefsi
birbirinden ayrılmış; ahlâkî tutarsızlığı olan; hiçbir antlaşmasına sadık
kalmayan münafıkların kaçacak delil aradıklarını gündeme getiren Allah, mağara
ve delik ifadeleriyle onları hayvana benzetmektedir. "kaleler";
el-mağârât "mağara"; el-müddehal "kuyu, toprağın altındaki
menfez, kanal, delik" mânalarına gelmektedir.
Münafık,
içi tarla faresinin toprağın altında kazdığı tüneller gibi delik deşik olan
anlamına geldiği gibi, tehlike anlarında korktuklarından dolayı bu deliklerden
birine sığınmak ister. Böyle bir yer bulma ihtimali yoksa, hemen yemini kalkan
edinerek müminlerle beraber olduklarını söylerler.
Ahlâksızlığın
en dip noktasına inerek Allah'ı ve müminleri kandırmaya çalışan münafıklarda
aldatmak sanatıdır. Bu aldatma işini Allah kendilerine çevirmektedir:
"Bakınız, münafıklar Allah'ı kandırmaya çalışıyorlar; halbuki Allah
onların kendi kendilerini kandırmalarını sağlıyor" (Nisa 4/142).
Münafıklar ikili oynarken, yalan yere yemin yaparken Allah'ı umursamamaktadırlar
(Tevbe 9/67). Allah'ı umursamayan insan için ahlâk söz konusu değildir.
b) Kale. mağara, delik kelimelerinde büyükten küçüğe doğru bir sıralama
vardır. Münafıklar gittikçe küçülen, bir deliğe sığacak kadar küçük şahsiyete
sahiptirler. Tarla faresi korkudan titreyerek sığınacak bir delik arar.
Âyetin
sonundaki yecmehûn kavramı "hızlı bir şekilde koşarlar" demektir ve
korkan farenin koşmasını ifade etmektedir. Münafık, müminlerin üstünlüğünü
görünce, inkâr ve düşmanlığının izlerini silerek mümin olduğunu söyleyip
beraberliğini ilân eder.
4. "Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar da
vardır. Sadakalardan onlara da verilirse razı olurlar, şayet onlara
sadakalardan verilmezse hemen kızarlar." Bu âyet münafıkların başka bir özelliğini
açıklamakta, onların Hz. Peygamber'e karşı tutumlarına dikkat çekmektedir.
a) Âyetin nüzul sebebi şudur: "Resûlullah bir malı paylaşırken,
Hurkus b. Züheyr onun yanına gelir: 'Ey Allah'ın Resulü! Adaletli ol!' deyince
Hz. Peygamber: Yazıklar olsun sana, ben âdil olmazsam kim âdil olabilir
ki?"[64] buyurur. Her çağda, her
toplumda böyle insanlar çıkar. Bunun anlamı İslâm'dan önce de böyle davranan
insanlar vardı, sonra da olacaktır.
b) "Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar da vardır:
" Âyetin bu kısmında geçen ayıplama fiili jl lemeze kelimesi ile ifade
edilmiştir. "Birini ayıplamak, vurmak, öte itmek, adamın saçına
ihtiyarlık izinin belirmesi; üstü kapalı, muammalı konuşmak; alaya almak";
lemmâz kalıbı fie nemmâm"müfsid,
kötülükleri sayıp döken ve insanları ayıplayan" anlamına gelmektedir.
Bu
kelimenin ifade ettiği eylem Kur'ân'da Allah tarafından yasaklanmıştır.
"Kendi kendinizi ayıplamayınız" (Hucurât 49/11). Bu fiili işyelenleri
Allah maskaraya çevirmiş ve çevirecektir (Tevbe 9/79). İnsanın yüzüne karşı
eğlenenlerinin vay haline! (Hümeze 104/1)
Lümeze
kelimesi Hümeze sûresinde hümeze ile beraber kullanılmıştır, jl Lemz
"yüze karşı yapılan ayıplama" olurken, }f hemz yani hümeze de bir
kimsenin arkasından ayıplanması anlamına gelmektedir. Demek ki lemz ile hemz,
ayıplamak mânasında buluşmakta, birisi yüze karşı diğeri de arkadan ayıplama
olmaktadır.
Hucurât
sûresinin 11 ve Hümeze sûresinin 1. âyetindeki ayıplama fiilinin yasaklanmasına
bakınca, Kur'ân ahlâkının insan ilişkilerinde ayrıntılara kadar indiği görülür.
İnsanların yüzüne karşı veya arkalarından kaş-göz hareketleriyle onları
ayıplamak Allah tarafından yerilip yasaklanırken, İslâm'ın insan onuruna
verdiği değeri de ortaya koymaktadır.
Kur'ân
yüze karşı ayıplamayı (lemz) hem insanın toplumda onuruyla oynama hem de kalp
kırıcı olarak bulmaktadır. Hele bu, zenginin fakire karşı yaptığı bir davranış
ise, ya da toplumda statüsü yüksek olandan düşük olana yapılmakta ise, tövbe
edilmesi gereken, ama tövbe e-dilmeyince zalim olarak ilân edilmekte olan bir
fiildir.
c) "Sadakalardan onlara da verilirse razı olurlar; şayet onlara
sadakalardan verilmezse hemen kızarlar." Allah, münafıkların gönlünün
maddî menfaatlerin elinde olduğunu, maddenin onların psikolojisini derinden
etkilediğini anlatmaktadır. Kendileri ihtiyaç sahibi olmasa bile yapılan
yardımlardan istifade etmek isterler.
Ayette
geçen sadaka kavramı daha çok "zekât" anlamına gelmektedir.
Zenginlerin fakire vermek üzere Allah'ın zorunlu kıldığı bir ibadettir. Sadaka
kavramının infakla da alâkası vardır. Karşılıksız birinin diğerine yaptığı
yardım, bir boyutu ile sadakanın anlamından beslenmektedir.
İnfak
ile zekât arasındaki temel fark, zekâtın sadece fakirlere, infa-kın ise kamu
hizmetlerinde kullanılması olarak gösterilebilir. Müşterek yönleri fakire ve
miskine, yolda kalanlara verilmiş olmalarıdır. Sadaka her iki kavramın ortak
yönünü ifade etmektedir. Sadakayı aldığında razı olan, ama alamadığında kızan
insanlar dengesiz bir yapıya sahiptirler. Peki münafıkların ne yapmaları
gerekirdi? Bu sorunun cevabı 59. âyette verilmektedir.
5. "Eğer onlar Allah ve Peygamberi'nin kendilerinin verdiğine razı
olup. Allah bize yeter, yakında bize Allah da lutfundan verecek, resulü de. Biz
yalnız Allah'a rağbet edenleriz deselerdi." Allah, onların ne demeleri
gerektiğini anlatırken, aslında müminleri eğitmek için onların şu niteliklere
sahip olmaları gerektiğini bildirmektedir:
a) Razı olmak. Allah ve Peygamberi'nin verdiğine razı olmak, gönlün
işlevini tesbit etmektir. Burada veren kaynak Allah olduğuna göre, O'nun
verdiğini Hz. Peygamber dağıtmaktadır. Dolayısıyla âyette Peygamber'in verdiği
şeklinde yer almaktadır. İnanan insan Allah'ın verdiğine ve Peygamberi nin
dağıttığına güvenir ve razı olur.
b) Allah bize yeter. İnsan, Allah'ın yeterliliğini bilecek ve inanacaktır.
Allah'ın ve Peygamberi'nin verdiğine gönülden razı olan insan, Allah'ın
kullarının ihtiyaçlarını bildiğini, o ihtiyaçları hesapladığını ve
bu ihtiyaçları karşılamakta yeterli olduğuna inanacaktır.
c) Allah kuluna lütfeder, Peygamberi de. Allah rızık hazinesinden çalışan
kullarına lutfedecektir. Bunu söylemeli ve buna gönülden inanmalıdır.
d) Allah'a rağbet etmeli. Bu ifadenin anlamı, bütün benliği ile Allah'a
güvenip teslim olan insanın ifadesi olmaktadır.
Âyetin
sonunda yer alan râğıb kelimesinin türevleri ve anlamları şunlardır: Rağube
"çok obur ve iştahlı olmak, vadinin su alıp toplayacak kadar geniş
olması", yer ile kullanılınca "yerin çok su alıp toprağının akıp
gitmesi"; rağıbe "üzerine çok
düşmek, özle- mek, sevip dilemek"; an cer harfi ile kullanılınca "yüz
çevirmek, vazgeçmek, yalvarmak, alçak gönüllü olarak istemek"; erğabe ise
"zengin olmak, malı çok olmak."
1. İstemek. Evlilik ve ilgili olarak Nisa sûresinin 127. âyetinde
geçmekte ve "istemek" anlamına gelmektedir: "Nitekim kendiniz
onlarla evlenmek istediğinizden... "
2. Terketmek. Bakara sûresinin 130. âyetinde an cer harfi ile birlikte
geçmektedir: "Kim İbrahim 'in inanç sistemini terketmek ister?" Buradaki
terketmek Meryem sûresinin 46. âyetinde olduğu gibi "yüz çevirmek"
mânasına gelmektedir: "Ey İbrahim! dedi. Sen benim tanrılarımdan yüz mü
çeviriyorsun?" Her iki âyette de bu kelime, "terketmek, yüz
çevirmek" anlamına gelmektedir.
3. Gözetmek, düşünmek. "Onun canından önce kendi canlarını
düşünmeleri." (Tevbe 9/120). Buradaki düşünmek "gözetmek"
anlamını ifade etmektedir. însanın kendi canı ile ilgili olarak kullanılınca bu
mânalara gelmektedir.
4. Kurtulmak. "Bir işten kurtulmak, boş kalmak" anlamında
İnşirah sûresinin 7. âyetinde geçmektedir. Ancak İnşirah süresindeki konuya
bağlantılı olarak düşünüldüğünde "zorluktan, sıkıntıdan kurtulmak" mânasına
geldiği anlaşılır. "Öyleyse (sıkıntıdan) kurtulduğun zaman, sağlam
dur."
5. Yönelmek. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette ve İnşirah
sûresinin 8. âyetinde "gönülden gelerek Allah'a yönelmek" anlamına
gelmektedir. "Ve yalnız sevgi ile Rabbine yöneli" (İnşirah 94/8).
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette rağıb, "Sevgi ile Allah'a yönelenleriz"
mânasına gelmektedir.
6. Umut. Enbiyâ sûresinin 90. âyetinde duanın yapılış şeklini
a-çıklarken rağaben kalıbında geçmektedir: "Umarak ve korkarak bize
yalvarırlardı."
Bütün bu mânaların
ortak noktası gönülden gelen bir istekle yönelmek veya yüz çevirmek manasıdır.
Münafıkların "İçten gelerek, sevgi ile Allah'a yönelenleriz" demeleri
gerekirken verilmeyen sadakalardan dolayı kızmışlardı. Allah'ın verdiğine rıza
göstermek, O'nun yeterli olduğunu söylemek, lutfuna inanmak ve O'a gönülden
yöneleceğini ifade etmek münafıkların yapmadığı şeylerdir. Ama bütün bunların
yapılmasının anlamı, münafıklıktan kurtulmaktır. Bu ders aslında inananlara verilmektedir.[65]
60.
Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere,
zekat memurlarına, gönülleri ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara,
Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolda kalana aittir. Allah alimdir,
hakimdir.
Âyette
geçen sadaka kavramı "zekât" anlamına gelmektedir. Âye: münafıkların
sadaka dağıtımında Hz. Peygamber'i ayıplamalarının yer-
siz
olduğunu göstermek için, sadakanın kimlere verilmesi gerektiğini açıklayarak
Hz. Peygamber'in kendi arzusuna göre hareket etmediğini açıklamaktadır. Burada
zekât kelimesi geçmemekle beraber, zekâtın ne anlama geldiği Bakara sûresinin
83. âyetinde anlatıldı. Sadakadan hareket edersek şunu söylemek gerekir. Allah
çalışan insanların bazısına farklı şekilde lutufta bulunur. Bunun sebebi Zuhruf
sûresinin 32. âyetinde anlatılacaktır. Farklı maddî nimete sahip olanlar,
nimetlerinin şükrünü yerine getirmelidir. Maddî nimetlerin şükrünü yapma
yollarından biri de zekât vermektir. Zekât mânasındaki sadaka ihtiyarî olmayıp
müslüman zenginlere farzdır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin dışında iyi
sıfjiı "Zekâtı veriniz" diye Kur'ân'da pek çok emir yer almaktadır.
Ayrıca Zâriyât sûresinin 19. âyetinde zekâtın fakirin hakkı olduğu ilân
edilmiştir: "Mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır"
buyurulmaktadır.
Bu
âyetin açıklaması bağlamında Hz. Peygamber sadaka isteyen birine şöyle dedi:
"Allah sadakayı sekiz bölüme ayırdı. Sen o bölümlerden birine girersen
sana veririm"[66].
Âyetin önceki bölümünde bu konuda kimsenin, peygamberin bile hüküm veremeyeceğine
dikkat çekildi. Şimdi zekâtın verileceği sekiz grup insanı ele alabiliriz.
1. Fakirlere. Ayette geçen fakir kelimesi "yoksul" olarak
tercüme edilmektedir. Bu kelimenin üç harfli kalıbı yi fekara kalıbıdır.
"Bir yeri kazmak, delmek; bir şeyi kırmak, musibet şiddetli gelmek, malı
gitmek, fakir düşmek." Fekıra da "omurgasından şikâyet etmek";
avla ilgili kullanıp j& efkara kalıbından alınınca, "avın avcının
yanına gelmesi" mânalarına gelmektedir. Fakir kelimesinin
"derviş" anlamı da vardır. Bu anlamda fakir, manen kendisini yoksul
hisseden demektir. Bu kelime, Kur'ân'da hep yoksul anlamında kullanılmasına
rağmen Kıyâme sûresinin 25. âyetinde "bel kemiği" mânasına
gelmektedir.
Fakirlik
kelimesinin lügat mânası ile sosyal mânası arasında sıkı bir bağ vardır.
"Delmek, kırmak, musibet" anlamlan ile fakirlik arasındaki bağlantı
şudur: Fakirlik ferdin ve toplumun hayatında bir delik, bir kırılma ve bir
musibettir. Allah bu musibetlerin zekât vasıtasıyla tedavi edilmesini istemekte
ve emretmektedir.
Fakirlik
kavramı ile Allah sadece inanan fakirleri kastetmemekte-dir. Kelime evrensel
mânada kullanılmıştır. Fakirin inananı ve inanmayanı düşünülmeden kendisine
yardım edilmelidir. Çünkü fakirliğin, millîsi, gayri millîsi; dinlisi dinsizi
olmaz; yakını ve uzağı olur. Önce yakından başlanır en uzak fakirlere kadar
gidilir.
2. Miskinlere. Miskin kelimesi "düşkün" anlamına gelmektedir.
Fakir ile miskin arasındaki fark, fakir çalışarak fakirliğinden kurtulabilir,
ama miskinin bu imkânı yoktur. Miskinin mânası "fakirliğin bir
daha ayrılmayacak kadar kendisinde yerleştiği kimse"dir ve yerde sürünen
fakir demektir (Beled 90/16).
Başa
çıkılamayan fakirlik artınca toplum da miskinleşir. Miskinin bulunduğu toplum
bağımsız kalamaz, kültürünü, namusunu, şahsiyetini koruyamaz. Onun için Allah
hem fakirlik hem de miskinlikle mücadele edilmesini emretmekte ve bunun bir
yolunun da zekât olduğunu bildirmektedir.
3. Zekâtı toplayan memurlara. Zekâtı toplayan memurların durumu iyi
değilse onlara da zekât verilir. Memurlar maaş alamıyorsa, kendilerine yardım
edilmesi gerekir. Zekât toplama işini yaparken para kazanmak
mümkün değildir. Bundan anlıyoruz ki zekâtı kişiler kendi isteklerine göre
dağıtamazlar, devlet zekâtı toplar, âyette belirlenen gruplara verir. Aksi
takdirde zekâtı toplayan memur kavramı burada kullanılmazdı.
Zekât
gelişigüzel dağıtılmayıp bir disiplin içinde belirlenen insanlara
verilmelidir. Onun içindir ki Yemen'e vali olarak tayin ettiği Muâz'a Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Zekâtı onların zenginlerinden al,
fakirlerine ver!"[67].
Zekâtı
niçin devlet toplayıp dağıtacaktır? Bunun iki sebebi olduğunu söyleyebiliriz:
a) Zekâtı veren ile zekâtı alan arasında psikolojik bir alan oluşmaması
için. Veren gururlanacak, alan da aşağılık duygusuna kapılacaktır. Bunu
önlemek için kimin zekâtının kime gittiğinin bilinmemesinde yarar vardır.
b) İhtiyaç sahiplerinin kimler olduğunu kişilerin belirlemesi zordur.
Devletin ihtiyaç sahiplerini tesbit etmesi mümkündür. Zenginlerin çoğu büyük
şehirlerde oturduğu için kişisel olarak zekâtı verirlerse, kendi köşelerinde
yaşayan fakirleri bilemeyebilirler. Onun içindir ki devlet zekâtı toplumun
katmanlarına daha dengeli bir şekilde dağıtma imkânına sahiptir.
4.
Kalpleri kazanılacak olanlara. Müslüman olmayanların kalplerini
İslâm'a ısındırmak için verilen zekât bu gruba girmektedir. Müslüman olmayan
insanlara ulaştırmak, onların gönüllerini İslâm'a ısındırıp kaynaştırmak için
onlara zekât verilebilir. Bundan anlıyoruz ki söz konusu niyetle müslüman
olmamış olan müşrik, kâfir ve diğerlerine de zekât verilebilir. Bu konudaki
uygulamayı ilk yapan Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Ben, henüz küfürden
yeni çıkmış birtakım kimselere, onları (kalpleri İslâm'a) ısındırmak gayesi ile
bir şeyler veriyorum"[68].
Hadislerde zekât kelimesi geçmemekte, fakat karşılıksız yapılan bir yardımın
olduğu anlaşılmaktadır.
Âyetin
bu grubunu günümüze taşırsak şu neticeyi çıkartabiliriz: Müslümanlar çalışıp
zengin olacak, zekât verir hale gelecek ve dinini yaymak için sahip olduğu
ekonomik imkânları kullanacak, gerekirse müslüman olmayanlara da zekâtını
verecektir. Zekâtı devlet dağıtacağına göre, bu faaliyet aynı zamanda devletin
faaliyeti olacaktır. Müslüman olmamış fakat kalbi tevhid inancına yatkın olan
insanların kalbini kazanmanın bir yolu da, onu ekonomik imkânlardan istifade
ettirmektedir. Gönül kazanmanın yallarından biri de budur. Böylece zekâtın
eğitici bir yönünün olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Maddî
bir imkânın, kalplerde oluşturduğu manevî bir oluşuma dikkat çekilmektedir.
Maddenin mânaya dönüşümü burada görülmektedir. İnancı ne olursa olsun mideye
giden gıdanın gönülde bir değişim meydana getireceği gerçeğine işaret eden bu
âyet, insan psikolojisini gündeme getirmektedir.
5. Kölelere. İnsanları hürriyetlerine kavuşturmak için yapılacak yatırımlara
devlet zekât ile katılabilir. İnsanları kölelikten kurtarmak gibi erdemli bir
harekete destek çıkmak müslümanın görevidir. i'r-rikâb kelimesinin anlamına
"köle ve esirler" girmektedir. Onları hürriyetlerine kavuşturmak
için verilecek fidye zekâttan ödenebilir.
Rikâb
kelimesinin tekili rakabe olup sözlük mânası "boyun"dur. Fakat aynı
zamanda insanın bütün şahsiyetini ifade etmektedir. Fi'r-rikâb mecazî anlamda
insanları zincirlerinden kurtarmak mânasına gelmektedir. Bu durum A'râf
sûresinin 157. âyetinde Hz. Peygamber'in görevi olarak gündeme getirilmektedir:
"Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zinciri indirir." Hürriyeti elinden
alınmış insanlar zincire vurulmamış bile olsa, âyette zincire vurulmuş olarak
kabul edilmektedir. Hz. Peygamber'den hürriyetsizliğin zincirinden insanların
kurtulmasını istenmektedir. Bunun yollarından biri fidye vererek onları
hürriyetlerine kavuşturmaktır. Onun içindir ki Kur'ân'daki cihad şeklindeki
savaş hak ve özgürlüklerin savunulması için yapılan bir faaliyetir. Böyle bir
faaliyetin dışında asla kimse esir alınamaz (Enfâl 8/67). Böylece Allah
insanlığın hayatında köleliği kaldırma faaliyetini öylesine önemsemiştir ki ona
ibadet payesini vermiştir.
Savaşta
alınan esirleri fidye karşılığında hemen serbest bırakılmasını emreden Allah,
bu eylemle savaşın izlerinin silineceğine dikkat çekmektedir (Muhammed 47/4). Ayrıca
köleliği kaldırmak için çeşitli günahların giderilmesi uğruna kefareti aracı
kılar (Nisa 4/92; Mâide 5/89; Mücâdele 58/3). Diğer taraftan Hz. Peygamber,
köleleri şartsız olarak kölelikten kurtarmanın Allah katında bir müminin yerine
getireceği en övgüye değer bir eylem olduğunu vurgulamıştır.
6. Borçlulara. Âyetteki "borçlu" kelimesi ğârim olarak geçmektedir.
Bu kelimenin kökü ğarime fiilidir. "Zimmetinde olan şeyi ödemek, ticaretle
kullanılınca zarar etmek; bir şeye düşkün olmak"; ğârim "kefil olduğu ve garanti ettiği
borcu yüklenen"; ğaram "aşk; devamlı azap, helak" mânalarına
gelmektedir. Zeccâc'a göre garm "güç bir şeyi üstlenmek"tir.
1) Şiddetli azap.
"Doğrusu onun azabı pek korkunçtur" (Furkân 25/65). Borcun insana
ağır bir yük olarak gelmesi ile azabın şiddeti arasında da bir bağlantı vardır.
2) Angarya. "Bedevilerden öylesi vardır ki (Allah yolunda)
harcayacağını angarya sayar" (Tevbe 9/98).
3) Borç. Bu anlamda Kur'ân'da çeşitli kalıplarda geçmektedir. Tûr sûresinin
40. âyetinde mağram,
Vakıa sûresinin 66. Âyetinde "borçlu" anlamında muğramün
kalıbında geçmektedir: "Doğrusu borç altına girdik." Âyette geçen
ğarimin kelimesini Muhammed Esed şöyle açıklamaktadır: İyi niyet ve amaçlarla
borçlanıp sonra da kendi hata ve eğrilikleri olmaksızın borcunu ödemeyecek durumu
düşenlerdir.
"Borcunu
ödeyemediğinden manen azap içinde olan, borcun ağırlığından dolayı kemikleri
sızlayan" anlamında ğarm zekât verilecek kadar kötü durumda olmayı ifade
etmektedir. Borç İslâm'da o kadar ö-nemlidir ki ödeyemeyene ödemesi için zekât
verilmesi şarttır.
Ğârim "borçlu" kelimesi âyette sadece ferdi ifade etmektedir. Çalışan
işçilerini çıkartabilecek kadar iflâsa doğru giden bir şirket de borçlu
kavramının kapsamına girmektedir. Ekonomiye faydası olan bir şirketi batmaktan
kurtarmak da devletin görevleri arasında yer almaktadır.
7. Allah yolunda. İslâm dininin, yani Kur'ân'ın yayılıp insanlara
ulaşması; doğru ve iyinin öğretilmesi uğruna yapılan harcamaların, insan hak ve
özgürlüklerini engelleyenlere karşı verilen mücadele ve fiilen
savaşmakta olanlar için harcananlar Allah yolunda harcama anlamına gelmektedir.
8. Yolda kalmışa. Âyette bu terimin karşılığı "yolun oğlu"dur.
"Yolda parasını kaybeden veya parası yetmeyen kimse" mânasına alınan
bu terimin kapsamına, bitirilemeyen, yolda kalan herhangi bir proje de
girmektedir. Bu konuda sağlık yatırımlarına, ilâçla ilgili araştırmalara,
bilimsel araştırmalara ait başa çıkılamayan problemlerle ilgili projelere zekât
verilebilir. Aynı şekilde bu yarım kalmaya mahkûm olan projelere infak da
yapılabileceği Bakara sûresinin 177. âyetinde anlatıldı.
Âyetin
devamında sayılan bu sekiz gruba zekât verilmesi farzdır. Demek ki müslümanın
zekâtı verme konusunda seçeneği yoktur. Zekat, Allah'ın, mutlaka yerine
getirilmesi gereken yönergesidir. Allah bu em- rini alîm ve hakîm sıfatlarıyla
koymuştur. Âyetin sonundaki bu sıfatları dikkate alarak şöyle bir değerlendirme
yapabiliriz: Bu emir alîm ve hakîm olan Allah'ın damgasını taşımaktadır.
Âyetin
iniş sebebiyle ilgi kurarak açıklarsak zekât müessesesinden herkes istifade
edemeyecektir. Allah kimlerin istifade edeceğini, kimlere verileceğini
belirlemiştir. Bir bakıma Allah zekâtın hukukunu yazmıştır. Âyette sıralanan
sekiz gruba bakınca, hemen hemen zekâtın her yere verildiğini görmek mümkündür.
Kamunun yararına yapılacak olan her şeye zekat uzanmaktadır.[69]
61.
içlerinden bazıları da Peygamber'i incitirler ve şöyle derler: O, her şeye
kulak kesilir. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o, Allah'a
inanır, müminlere güvenir, ve o, sizden iman edenler için de bir rahmettir.
Alah'ın Peygamberi'ne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır.
Bu
âyetin iniş sebebi olarak bazı müfessirler çeşitli olayları nakletmektedirler.
Fakat münafıkların "O her şeye kulak kesilir" diyerek Peygamber'e
eziyet etmeleri âyetin iniş sebebi olmaktadır. Daha önce Tevbe sûresinin 58.
âyetinde sadakaların dağıtımında Hz. Peygam-ber'i ayıpladılar. Bu âyette de
sözleriyle Hz. Peygamber'i incitiyorlardı.
1. "İçlerinden bazıları da Peygamber'i incitirler ve şöyle derler: O,
her şeye kulak kesilir." Âyetin
bu kısmında yer alan "eza" yüklemi, "söz ile taciz etmek"
anlamına gelmektedir. Rahatsız etmek, sıkıntı vermek, sözle, davranışla, maddî
açıya varacak şekilde taciz etmektir. Muarızları, Hz. Peygamber'e sözle eziyet
edip onu incitiyorlardı, oiı j»"O,
her şeye kulak kesilir" ifadesi "söyleyenin sözünü dinlemek"
anlamına gelmektedir. Bu mânadan hareket edersek Hz. Peygamber, duyduğu
haberleri, elemeye tâbi tutmadan ay
nen kabul ediyor demektir. Bize göre münafıkların söyledikleri yukarıdaki
sözden kasıt, Hz. Peygamber'in almış olduğu vahye inanmadıklarından, onun
birtakım sesler duyduğu, aslı olmayan bu seslerin onlara
vahiy olarak aktarıldığıdır. Onlara göre Hz. Peygamber bir yalancıdır. Bunu
söyleme yerine, onun her şeye kulak kesildiğini söylemişlerdir.
2. "De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o, Allah'a
inanır, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler içinde bir rahmettir."
Hz. Peygamber'in özellikleri âyetin bu kısmında sıralanmaktadır.
a) "O, sizin için bir hayır kulağıdır." Allah, Araplar'ın
"kulak kesilen bir adam" ifadesini kabul ederek onların tanımlamasını
cevaplandırmaktadır. Evet Peygamber bir kulaktır ama insanlara faydalı mesaj
getiren bir kulaktır. Onun işittikleri hayal ve sahte sesler değildir. O,
faydalı mesajlar alan bir akla sahiptir. Âyetin bu kısmındaki "hayır
kulağı" ifadesinden anlıyoruz ki bir de "şer kulağı" vardır. O
zaman Allah'tan vahiy olmadığı halde, "vahiy alıyorum" diyen
hayalperest insanlar "şer kulağı" olmaktadır. Kulaktan kasıt
beyindir. O zaman münafıkların bir kısmı Hz. Peygamber'e şer beyinli diyerek
onu incitiyorlardı. Halbuki o, "hayır beyinli" idi. Onun beyninde iyi
fikirler, niyetler, tasavvurlar vardı. Onun beyni, hem münafıklar hem de bütün
insanlık için hayır taşıyordu.
b) "O, Allah'a inanır." Hz. Peygamber'in ikinci özelliği
Allah'a inanmış olmasıdır. Hz. Peygamber elbette Allah'a inanacaktır. Bize göre
Allah münafıklara, Allah'a inanan kimsenin şer kulağa, şer beyne sahip
olmasının mümkün olmadığını bildirmektedir. Böylece i-manın önemli
etkinliklerinden biri gündeme getirilmiştir. İman ya da inanmak şer kulağı
olmaktan insanı kurtarmakta, yani şer beyinli, kötü niyetli, kötü düşünceli
olmayı önlemektedir. Onun içindir ki Allah, Hz. Peygamber'in Allah'a inandığını
onlara bildirmektedir.
c) "O, müminlere güvenir." Allah, inanmanın aslında
"güvenmek" mânasına geldiğini ifade etmektedir. Hz. Peygamber, inanan
insanlara güvendiği için dediklerini ve haberlerini doğru olarak kabul
etmektedir. Bunun anlamı şudur: İnanan insan her zaman için doğru konuşur,
dolayısıyla o her zaman güvenilen insandır. Mümin kişi güvenilen kişidir. Bu
açıdan bakınca Hz. Peygamber'in önemli özelliklerinden birinin inanan insana
güvenmesi olduğu görülecektir. İman kelimesinde "emniyet",
"güvenlik" anlamlan da vardır. Nitekim bugün kullandığımız
"emniyet", "güvenlik güçleri", "yedi emin" ve
"emanet" gibi kelimeler aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla burada
Hz. Peygamber'in, müminlere güveninden sözedilmektedir.
d) "Sizden iman edenler içinde bir rahmettir. "Hz. Peygamber,
Allah'ın rahmetinin bir tezahürüdür. Onun rahmetinden istifade edebilmek için
iman etmiş olmak gerekir. Onun için iman eden
lere rahmet olduğu âyette beyan edilmektedir. Enbiyâ sûresinin 107. âyetine
göre Hz. Peygamber'i Allah'ın, bütün âlemlere acımasının sonucu olarak
gönderdiği belirtilmiştir. Dolayısıyla Tevbe sûresinin 61. âye
tinde münafıklara cevap verildiği ve onlara Hz. Peygamber'in özellikleri
öğretildiği için, Peygamber'in, onlardan iman edenlere rahmet olduğu ifadesiyle
Enbiyâ süresindeki rahmet arasında herhangi bir çelişki de söz
konusu olmamaktadır.
3. "Allah'ın Peygamberi'ne eziyet edenler için mutlaka elem verici
bir azap vardır. " Allah burada ilâhî ceza hukuku bakımından genel bir
ilke koymaktadır. Her kim Hz. Pey-gamber'e eziyet ederse elem verici cezasını
Allah verecektir. Bu ilkeyi günümüze taşırsak şöyle bir çıkarımda
bulunabiliriz: İnsanlığın iyiliği için fikir üreten, Allah'a inanan, müminlere
güvenen ve merhametle insanlığı kucaklamak isteyen erdemli insanlara eziyet
etmek elbette ceza ile karşılık bulacaktır.
Tarihin
önemli tesbitleri arasında yer alan bir husus, kötülerin, daima iyilere eziyet
ettiği hususudur. İyiler engellenmek için taciz edilmişler, etkinliklerinin
önü kesilmiş, insanlığa kazandıracakları daima kötü gösterilmiş, kimi zaman da
öldürülmüşlerdir. Bu şekilde eziyet edenlerin hakkını, elbette Allah dünya ve
âhirette alacaktır. Âyette münafıkların iyi insanlara nasıl iftira ederek taciz
ettikleri anlatılarak günümüz insanlarına ışık tutulmaktadır.[70]
62.
Sizi hoşnut etmek için Allah 'a yemin ederler. Eğer inanıyorlarsa, Allah 'ı ve
Elçisini hoşnut etmeleri daha uygundur.
63.
Bilmezler mi ki, Allah 'a ve Elçisine kim karşı koymaya kalkışırsa, ona ebedî
kalacağı cehennem ateşi
vardır. İşte bu, büyük rezilliktir.
64.
İki yüzlüler, gönüllerinde olanı haber verecek bir sûrenin aleyhlerinde
ineceğinden çekiniyorlar. De ki:"Alay edin bakalım, Allah çekindiğiniz
şeyleri ortaya çıkaracaktır".
65.
Onlara sorsan derler ki: "Biz ancak lafa dalarak eğleniyorduk. " De
ki: "Allah ile, ilkeleri ve elçisiyle mi
alay ediyorsunuz?"
66.
Özür dilemeyiniz, şüphesiz, inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir grubu
affetsek bile, bir gruba da
suç işlemekte olduklarından dolayı azap ederiz.
Bu
âyetler birbirinin devamı olduğu için birlikte açıklanacaktır.
1. Yemin etmek münafıkların bir alışkanlığıdır, Allah'ı, Hz. Peygamber'i
ve müminleri ikna edebilmek için yemine başvururlar. Onların böyle yapmalarının
sebebi güya imanlarının bir işareti olacaktı. Bu yüzden âyetin sonunda
"eğer inanıyorlarsa" şart cümlesi yer almaktadır.
Böylece
Allah, müminlerin öncelikle Allah'ı ve Peygamberi'ni hoşnut etmeleri
gerektiğinin eğitimini vermektedir. Allah'ı hoşnut etmek için yemin etmek
yerine niyet ve davranışların düzeltilmesi gerekir. Yemin ederek insanlar
aldatılabilir, ama Allah'ı aldatmak mümkün değildir. Allah Kur'ân ile
"Kim hangi davranışa daha lâyıktır?" anlayışının öğretisini verirken
hoşnutluğu esas almaktadır.
2. Tarihî hadiselerden ders almak. Allah'a ve Peygamberi'ne karşı
gelenlerin geçmişte başlarına gelenlerden ibret alıp, karşı gelmekten
vazgeçmeleri istemektedir. Bu sebeple "bilmezler mi ki" sorusu ile
karşı karşıya bırakılmışlardır. Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelmenin cezası
ebedî olarak cehennemde kalmak ve başlarına gelecek olan rezilliklerdir.
Bunun
yanı sıra bu ceza hem dünyada hem de âhirette olabilir, çünkü geçmiş
toplumlarda da bu böyle olmuştur. Bunu bildikleri halde âyette niçin böyle
davrandıklarına dikkat çekilmektedir.
Münafıklar
geçmiş toplumların başına gelenleri bildikleri halde böyle davranmalarından
anlaşılıyor ki geçmişten ders almamışlardır. Oysa geçmişin bilgisi hal ve
geleceğe ışık tuttuğu müddetçe faydalı olur.
3. Münafıkların kalpleri ile sözleri birbirini tutmadığı için onlar
kalplerindekinin ifşa edilmesinden çekinirler. Onlar bîr sûrenin inip,
gönüllerindeki niyet ve sahtekârlığı haber vermesinden çekinmektedirler.
64.
âyetle 63. âyeti birbirine bağlayan nokta, müminleri razı etmek için
münafıkların yaptıkları yeminin alay içerikli olmasıdır. Onun içindir ki 64.
âyette "De ki: Alay edin bakalım!" ifadesi yer almaktadır.
Dillerinde yemin, gönüllerinde alay olan bu insanların niyetlerini Allah ortaya
çıkartmıştır. Bu âyetler onların gönüllerindekini ortaya çıkartmaktadır.
Manen
hasta bir kalbe sahip oldukları için hastalıklarının ifşa e-dilmesinden
çekiniyorlar, hastalıklarının bilinmesini istemiyorlardı. Çünkü münafıklar
daima korku içinde yaşarlar, korku psikolojisi onların bütün benliklerini
sarmıştır.
4.
Münafıklar kimlerle alay ediyordu? Râzî'nin Katâde'den naklettiği bir
rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferine çıkınca münafıklar aralarında,
"Siz Muhammed'in Şam'a karşı galip geleceğini, Şam'ın kale ve köşklerini
alabileceğini mi sanıyorsunuz? O nerede bu nerede?" diyorlardı. Hz.
Peygamber Tebük'ten dönünce onları çağırdı ve söylediklerini anlattı. Onlar
da, "Biz bunu ciddi olarak söylememiştik, biz sadece lafa dalmış
şakalaşıyorduk" dediler[71].
Bu
olay üzerine Allah söz konusu âyeti göndermiştir. Asıl niyetlerinin alay etmek
olmasına rağmen, şakalaştıklarını söylemeleri onların iki yüzlülüklerini ortaya
koymaktadır. 65. âyette onların dilleri ile dav-
ranışları
arasındaki farklılık değerlendirilip niyetleri ortaya çıkartılmaktadır.
Allah
Hz. Peygamber'den onlara şu soruyu yöneltmesini istemektedir:
"Allah
ile, ilkeleri ve elçisiyle mi alay ediyorsunuz?" Bu soruda üç şeyle alay
edilemeyeceğine işaret edilmektedir. Bakara sûresinin 14. âyetinde
münafıkların müminlerle alay ettikleri nakledilmektedir. Tevbe sûresinin 58.
âyetinde münafıkların, Hz. Peygamber'i ayıpladıkları gündeme getirilmektedir.
Tevbe sûresinin 65. âyetinde de şu üç şeyle alay edip etmedikleri
sorulmaktadır: Allah, Allah'ın âyetleri ve peygamberleri.
Bunlardan
hangisiyle alay ettikleri sorulmaktadır. Aslında Allah ile alay etmek mümkün
değildir. Çünkü Bakara sûresinin 15. âyetinde Allah'ın münafıklarla alay ettiği
gündeme getirilmektedir.
Alay
etmenin ikinci konusu Allah'ın âyetleri olabilir mi? Allah'ın âyetleri inkâr
edildiğine göre, inançsızların, onları alaya almaları da mümkündür, ayrıca
onların alayına peygamber de konu olabilir. Buradaki alayın anlamı, dili ile inandığını
söylediği halde kalben inanmamaktır. Allah'ın gönderdiği mesajı ciddiye almamak
ve onu hafif görmektir. "Biz şakalaşıyorduk" diyerek bunun
geçiştirilmesi mümkün değildir.
5. Mürtedin özrü kabul edilmez. 66. âyette inandıktan sonra inkâra
sapanların özrünün kabul edilmeyeceği belirtilmektedir. Özür dilemenin anlamı,
insanın kalbindeki kötü duyguların izlerini silmektir. "Eskimek, silinmek
ve silinmesini istemek" anlamına gelen jiJbpi i'tizâr, işlenen günahın
veya suçun izlerinin silinmesi isteğinde bulunmaktır.
İbnü'l-Arabî
i'tizar kelimesinin "kesmek" anlamına geldiğini de söylemektedir.
Sünnet sırasında kesilen kısma "uzre" denmektedir. Özür dilemek de,
kınamanın kesilmesine sebep olduğundan aynı ismi almaktadır
[72].
Şimdi
66. âyette yer alan "inkâr" kelimesi ile, 64 ve 65. âyetlerde-ki
istihza, yani "alaya alma"yı mânalandırabiliriz. Alaya almak, inkâr
etmek mânasına gelmektedir. İman ettikten sonra inkâra sapanların durumu Âl-i
İmrân sûresinin 86-91. âyetleri arasında açıklanmıştı.
Allah
bunları hidayete erdirmeyecektir (Âl-i İmrân 3/86), onlar Allah'ın,
meleklerinin ve bütün insanlığın lanetine uğramış ve uğrayacaktır (Âl-i İmrân
3/87), onların azabı hafifletilmez (Âl-i İmrân 3/88), inandıktan sonra inkâra
sapanların ve inkârda ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir
(Âl-i İmrân 3/90).
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Tevbe sûresinin 66. âyetinki özür dileme, bir bakıma tövbe etmektir.
Münafıkların, alay ettiklerinden dolayı tövbesine tövbe denmeyip özür
denmektedir.
Bütün
bu ibilgilerden öyle anlaşılıyor ki münafıklar arasında da farklılık vardır.
Çünkü 66. âyetin devamında onlardan bir grubun affedi-lebileceğine işaret
edilmektedir. Demek ki Âl-i İmrân sûresinin 89. âyetinde olduğu gibi
bazılarının tövbesini kabul edliip affedilecekleri burada da gündeme
getirilmiştir.
Tevbe
sûresinin 42. âyetinden 66. âyetine kadar anlatılan münafık örneği diğer
münafıklardan ayrılmaktadır. Çünkü bunlar hem dışarıya hem de kendilerine karşı
münafıklık yapmaktadırlar. Bunu kalplerinde-kini Allah'ın ortaya çıkaracağından
korkmaları ifadesinden anlıyoruz.
Diğer
taraftan Bakara sûresinin dokuzuncu âyetinde Allah'ı ve müminleri
aldattıklarını sandıkları, fakat aslında kendi kendilerini aldattıkları beyan
edilmektedir.
Bu
münafık tipinin, bir zihin karışıklığına sahip olduğu, dünya menfaati uğruna
iman ettiğini söyleyip, sahte imanın farkında olduğu görülmektedir. Zemahşerî
66. âyeti açıklarken bunların iki yüzlülüklerini bilinçle sürdürdüklerini
söylemektedir. Bunlara "imanlı kâfır"ler diyebiliriz. Bunlar iyiliğe
düşmandırlar. İyiliği savunana söz veya davranışlarıyla eziyet ederler,
tacizde bulunurlar. Kötüyü işleyeni takdir edip ödüllendirirler. İyi düşünce
ve davranışı üretenler, onlara acı verir ve onun üzerine topluca yürürler.[73]
67.
Münafıkların erkekleri de kadınları da birbirinin aynıdır. Kötülüğü emrederler,
iyilikten alıkoyarlar. Cimrilik ederler. Onlar Allah'ı unuttu, Allah da onları
unuttu. Münafıklar/âşıkların kendileridir.
68.
Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de ebedî kalacakları
cehennem ateşini vaad etti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir. Onlar
için devamlı bir azap vardır.
69. Tıpkı sizden
öncekiler gibi (yaptınız). Onlar kuvvetçe sizden daha zorlu, mal ve çocuklar
bakımından daha
zengindirler. Onlar kendi nasipleriyle zevk sürdüler. Tıpkı sizden öncekilerin
kendi nasipleriyle zevklendik
leri gibi siz de kendi payınıza düşenle zevk sürdünüz. Tıpkı onların dalıp
gittiği gibi, siz de dalıp gittiniz. İşte
böylelerinin amelleri dünyada da âhirette de boşa çıkmıştır. İşte böyleleri
hüsrana batmıştır.
67.
âyette de münafıkların özellikleri anlatılmaktadır.
1. "Münafıkların erkekleri de kadınları da birbirinin aynıdır."
Âyetin bu kısmı Tevbe sûresinin 56. âye
tinde münafıkların, müminlerle beraber olduklarına dair yemin etmelerinin bir
değerlendirmesi olmaktadır. Onlar müminlerle beraber yemin etmelerine karşı
Allah hem peygamberi hem de müminleri bilgilendirerek, onların aslında
birbirinden olduklarını, asla müminlerle beraber olamayacaklarını beyan
etmektedir.
Diğer
taraftan âyetin bu kısmı ile Allah onların aynı şahsiyetle aynı yapıda
olduklarına dikkat çekmektedir. "İki yüzlü" anlamına gelen münafık,
hangi toplumda, hangi kültürde olursa olsun aynı anlayışı ve aynı davranışı
benimserler. Onların özellikleri genelgeçer bir nitelik taşımaktadır. Âyetteki
"birbirinin aynıdır" ifadesinden çıkaracağımız başka bir netice
şudur: Onlar birbirinin dostudur, birbirini gözetir, destekler ve münafıklık
psikolojisi birbirine bağlıdır. Her yerde her şart altında ve her durumda
birbirini destekler ve arka çıkarlar. Tarihin her döneminde dünyanın her
yerinde aynı şahsiyet özelliklerini sergilerler.
2. "Kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar." Bu davranış
biçimi onların özelliklerini vermekte ve mü
minlerden ayrılan yanlarına işaret etmektedir. Çünkü müminler iyiyi emreder,
kötülükten sakındırırlar: "Sizden,
hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte
onlar kurtuluşa erenlerdir" (Âl-i İmrân 3/104). "5iz, insanların
iyiliği için ortaya çıkarılmış en iyi ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten
meneder ve Allah'a inanırsınız" (Âl-i İmrân 3/110; bk. Âl-i İmrân 3/119;
Tevbe 9/71; Hac 22/41). Kötülüğü emredip iyilikten alıkoymanın sosyal hayata
yansıyan boyutu, toplumun mutluluğunu alıp götürmesidir. Çünkü iyiliği emredip
kötülükten alıkoymak Âl-i İmrân sûresinin 104. âyetine göre topluma mutluluk
getirmektedir.
Demek
ki münafıklar topluma ve genel mânada insanlığa kötülüğü bulaştırmaktadırlar.
Toplumlarda sosyal kontrolü tersine çeviren iki yüzlü insanlar şeytanın işini
kolaylaştırmaktadırlar. Kötülüğü emredip iyilikten sakındırmakla. onlar
insanları sevmediklerini ve onları kendilerine benzetmek istediklerini ispat
etmiş olmaktadırlar. Bu davranışlarıyla En'âm sûresinin 112. âyetinde gündeme
getirilen insanî şeytanlar haline gelmişlerdir. Bir benzetme yaparsak bu
insanların kötüyü emretmeleri ormanı ateşe veren, ekolojik dengeye zarar
verenler gibi sosyal dengeleri bozmaktadırlar.
3. "Cimrilik ederler." Âyetin bu bölümünde "ellerini
sımsıkı yumarlar" ifadesi yer almaktadır. Bunun anlamı "cimrilik
eder"dir. "Ellerini sımsıkı yumarlar" şeklindeki bu ifadenin eş
anlamlısı İsrâ sûresinin 29. âyetindedir. "Elini bağlayıp boynuna
asma!", yani "eli sıkı olma", başka bir ifade ile "cimrilik
yapma" demektir. Hayır işlerinde koşmamak, fedakârlıkta bulunmamak,
kamuya faydalı iş ve faaliyetlerde yer almamak, fakirin elinden tutmamak
münafıkların ayırt edici özellikleri arasında yer almaktadır.
4."Onlar Allah'ı unuttu; Allah da onları unuttu." İnsanın iki
yüzlü davranması, kalbi ile dilinin farklı çalışması, aslında bir şahsiyet
parçalanmasıdır. Onların iki yüzlülüklerinin sebebi Allah'ı unutmalarıdır.
Demek ki münafıklık psikolojisinin ürünlerinden biri Allah'ı unutmaktır.
Allah'ı unutanı Allah da unutur. Allah'ı unutmak,
O'ndan uzaklaşmak, ya da kendini uzak hissetmek, O'nu inkâr etmek anlamına
gelmektedir. Böyle yapandan Allah da uzaklaşır.
5. "Münafıklar fâsıkların kendileridir." Bu, imandan ve dinden
çıkmak, yani Tevbe sûresinin 66. âyetinde belirtilen imandan sonra inkâra
sapmak anlamına gelmektedir. Başka bir açıdan bakarsak Allah, münafık
kelimesinin anlamını burada fâsık olarak vermektedir. Fâsık denen münafık,
bilinçli olarak iki yüzlü davranan münafıktır.
6. "Allah erkek ve kadın münafıklara da kâfirlere de ebedî
kalacakları cehennem ateşini vaad etti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet
etmiştir. Onlar için devamlı bir azap vardır." Münafık ile kâfir bu âyette
yan yana gelmiştir. Aslında benzerlikleri çoktur, ama farkları şudur: Münafığın
inkârı gizlidir, kâfirin in kân ise açıktır. Allah 67. âyette olduğu gibi,
burada da erkek münafıklarla kadın münafıklara ayrı ayrı yer vermektedir. Kâfir
için böyle bir ayırım yoktur.
a) Demek ki münafıklarla kâfirlere Allah ebedî kalacakları cehennemi vaad
etti. Onlara vereceği cehennem cezasını burada anmasının sebebi, cezanın
caydırıcı özelliğini gündeme getirip işlerliğini temin et
mektir. Âyetin devamında bu cezanın onlara yeterli olacağı anılmaktadır.
O, onlara yeter." "Yeterlilik" kelimesine
yer verilmiş olmasından anlıyoruz ki, ceza hukukunda suça
verilen ceza, ona denk olmalıdır. Bu
radaki yeterlilik "denklik" anlamına alınabilir. "Hangi suça
hangi ceza verilmelidir?" meselesi ceza hukukunun en önemli ve zor
konuları arasındadır. Çünkü işlenen suça denk bir ceza vermemek zulümdür.
b) "Allah onlara lanet etti." Âl-i İmrân sûresinin 87. âyetinde
hem Allah'ın hem meleklerin hem de insanların bunlara lanet ettiği
belirtilmektedir. Lanet etmeyi, rahmetinden kovma mânasına alabiliriz. Cehennem
ve lanet bir araya gelince azabın devamlılığını ifade eder. Çünkü âyetin sonu,
bitip tükenmeyen azapla gelmektedir.Netice olarak diyebiliriz ki müslümanlarla
beraber olmadıkları halde onlarla beraber olduklarını söyleyerek yalan yere
yemin eden (â-yet: 56), sadakaların dağıtımında Peygamber'i ayıplayan (âyet:
58), Pey-gamber'e iftira ederek inciten (âyet: 61), dini alaya alan (âyet: 64),
inandıktan sonra inkâr eden (âyet: 66), kötülüğü emredip iyilikten sakındıran,
cimrilik yapan, Allah'ı unutup Allah'ın da unuttuğu kimse (âyet: 67)
burada
tanıtılırken, din adına bir eğitim yapılmaktadır. Bu eğitimin siyasete uzanan
çok önemli çıkarımları vardır. İkili oynayan, içi köstebek yuvasına dönmüş
insanlarla anlaşma yapmak zordur. Bunları tanımak ve ona göre siyasî
antlaşmalar yapmak gerekir. Bunlar insanlığın güven ve erdemini
lekelemişlerdir.
7. "Tıpkı sizden öncekiler gibi... " Ayetin bu kısmı, Tevbe
sûresinin 67. âyetinde geçen "Münafık erkek ve münafık kadınlar
birbirindendirler" ifadesinin bir çeşit açıklaması durumundadır. Müna
fıklar hem yaşadıktan dönemdekilerle hem de geçmişteki münafıklarla benzer bir
psikolojik davranış sergilerler. Münafıkların ahlâkında bir değişme olmamıştır.
Aynı tarzda inanır, aynı şekilde davranırlar. Bu bakımdan birbirinin benzeri
durumundadırlar. Hz. Peygamber'in döneminde yaşayan münafıklarla, önceki
topluluklarda yaşayan münafıkların durumlarının birbirinin aynı olduğu gündeme
getirilmektedir.
8. "Onlar kuvvetçe sizden daha zorlu, mal
ve çocuklar bakımından
daha zengindirler." Allah
onlarınanlayış, inanış, davranış bakımından benzer olmalarına rağmen, kuvvet,
mal ve çocuklar bakımından eskilerden daha az olduklarını söylemektedir. Bunun
anlamı aralarındaki fark dünyevî nimetler bakımın-
dandı; akıl, gönül ve nefis bakımından aralarında hiçbir fark yoktur.
9. "Kendi nasipleriyle zevk sürdüler. Tıpkı sizden öncekilerin kendi
nasipleriyle zevklendikleri gibi siz de payınıza düşenle zevk sürdünüz. Tıpkı
onların dalıp gittiği gibi, siz de dalıp gittiniz." Âyetin bu kısmından
çıkarılacak neticeler şunlardır.
a)
Hz. Peygamber döneminde yaşayan münafıkların davranışları geçmişteki
toplumlarda yaşayan münafıkların davranışlarına taklit derecesinde benziyordu.
Âyette geçen tâ"halâk kelimesi "nasip" anlamına gelmektedir.
"Yaratma" anlamına gelen kelimeden türeyen halak "iyilikten
doğan nasip ve pay" mânasını ifade etmektedir. Ebû Hüreyre buradaki pay
kavramının din olduğunu söylemektedir[74].
Âyete"eçmişteki münafıklar kendi dinlerinden nasiplerini aldılar, siz de
kendi nasiplerinizi aldınız" anlamı da verilebilir.
Biz
âyete "Manevî nimetlerden nasiplerini aldılar, siz de alıyorsunuz"
mânasını uygun buluyoruz. Dünyevî menfaatler uğruna iki yüzlü davrandılar ve
menfaatten paylarını aldılar. Siz de dünya menfaati uğruna iki yüzlülük
ediyor, Allah'ı unutup cimrilik yapıyorsunuz ve neticede o menfaatten payınızı
alıyorsunuz. Dünyevî nimetlerden istifade etmek konusunda aranızda bir
benzerlik vardır. Dünyevî nimetlerden elde ettiğiniz paylarla zevk sürdünüz.
b) Geçmiş nesillerin münafıkları çürük, asılsız, insanlığa fayda vermeyen
davalara, ideolojilere dalıp gittikleri gibi siz de aynı şeylere dalıp
gittiniz, yani gidiyorsunuz. Âyette geçen j?v- hâda fiili "suya
dalmak", bineğini suya daldırdı derken bu kelime kullanılır. Zorlu ve
sıkıntılı işlere daldım derken de bu kelime tercih edilir. Bu kelime,
karşılıklı konuşmalarda söze dalmak anlamına da gelmektedir. Bu mânadan hareket
edersek şöyle bir yorum yapabiliriz: Eski nesillerin münafıkları oyun ve
eğlenceye, dünyevî işlere dalıp gittikleri gibi siz de Kur'ân'ı inkâr etme,
alaya alma, kötüyü emredip iyiden sakındırma işine dalıp gittiniz ve
gidiyorsunuz.
Din ile alay
etmek, kötüyü emredip iyiden sakındırmak, inkâr etmek, iki yüzlü davranmak,
Allah'ı unutmak, cimrilik etmek, yalan yere yemin etmek imandan sonra küfre
dalmak kirli bir deniz oluşturmaktır. Geçmiş nesiller de inançsızlık,
ahlâksızlık ve erdemsizlik denizine dalmışlardı, çıkan olmadı. Siz de
dalıyorsunuz, sizden de çıkan olmayacaktır. Böylece Allah münafıkların manevî
kirlilik denizinde boğulacaklarını söyleyerek onları caydırmak istemektedir.
Demek ki dünyada zevk denizine dalmak münafıkların önemli özellikleri arasında
yer almaktadır.
10. "İşte böylelerinin amelleri dünyada da âhirette de boşa
çıkmıştır. İşte böyleleri hüsrana batmıştır." Âyetin bu kısmında
geçen habita kelimesi habeta kalıbından
da gelmektedir. "Boş olmak, heder olmak, çok veya lüzumsuz yemekten
hayvanın karnı şişmek, kuyunun suyu çekilip kurumak, tesir etmek"
mânalarına gelmektedir. Dünya ve âhirette kimlerin amelleri boşa çıkmaktadır?
Bu sorunun cevabını vermeden önce Kur'ân'daki "boşa çıkma"
kelimesinin her yerde amelle beraber kullanıldığını söylemekte yarar vardır.
İnanmayı kabuletmeyen (Mâide 5/5), Allah'a şirk koşan (En'âm 6/88), dünya
hayatını ve süsünü isteyen (Hûd 11/15-16), dininden dönüp, kâfir olarak ölen
(Bakara 2/217), Allah'ın âyetlerini inkâr eden, peygamberleri ve adaleti
emreden insanları öldürenler (Âl-i İmrân 3/21-22), kalbindeki manevî
hastalıktan dolayı milletine ihanet edip ikili oynayanlar (Mâide 5/52-53),
Allah'ın âyetlerini ve âhirete kavuşmayı yalanlayanlar (A'râf 7/147), iman
etmeyenler (Ahzâb 33/19), Allah'ın indirdiğini beğenmeyenler (Muhammed 47/9),
nihayet yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 69. âyetinde dünya
zevklerine ve yanlışlara dalan münafıkların da amelleri dünya ve âhirette boşa
çıkmıştır. Dünya ve âhirette amelleri boşa gidenler manen iflâs etmişlerdir.
Netice
olarak diyebiliriz ki Allah bu âyetlerde, amelin dünya ve âhirette niçin boşa
çıkacağını anlatarak müslümanları bilgilendirmekte, iman olmadan amellerin
değerlendirilmeyeceğini vurgulamaktadır. Bu anlatım tarzı ile Allah, insanların
amellerinin boşa çıkmasını istemediğini göstermektedir. Bu noktadan hareket
edersek görürüz ki Allah münafıklık kavramına yeni bir tanım getirmektedir.
İnanç ve yaptıklarıyla amelleri boşa çıkan ve manen iflâs eden insan
münafıktır.[75]
70.
Onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim
kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Peygamberleri
onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmedi, fakat
onlar kendi kendilerine zulmettiler.
Bu
âyet 69. âyetin devamı mahiyetindedir. Hz. Peygamber döneminde yaşayan
münafıklar, geçmişteki münafıklara benzetilmişti. Burada aklımıza şu soru
gelmektedir: Kimdi geçmiştekiler? Bu sorunun cevabı 70. âyette verilmektedir.
Allah altı toplumu burada örnek olarak vermektedir.
1. "Onlara kendilerinden öncekilerin haberi gelmedi mi?" Bu
sorunun, şok bir soru olduğunu ve onların birden irkilerek sakınmalarını temin
etmek kastıyla sorulduğunu bilmekte yarar vardır. Buradan şu neticeyi
çıkartabiliriz: Allah tarihî hadiselere eğiticilik açısından inilmesini
istemektedir. Tarihî olguya canlı bir varlık gibi yaklaşılmaktadır.
"Kendilerinden öncekilerin haberi gelmedi mi?" buyurulurken, gelme
fiilinin faili "haber" olmaktadır. Demek ki Allah tarihî olgulara
canlılık özelliği vermekte ve onların nesilden nesile hareket ettiğini
söylemektedir.
Gelen
haber canlı olduğuna göre, sonraki nesillere de ders vermektedir. Tarihî
olgular eğitici özelliğe sahiptir. Geçmiş toplumların davranışlarının ulaştığı
neticeler, gelecek nesiller için eğiticilik niteliğini taşıdığı için Kur'ân'da
yer almaktadırlar. Aksi taktirde geleceğe ışık tutmayan bir haberin Kur'ân'da
veya önceki kitaplarda anlatılmasının bir anlamı olmazdı.
2. "Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, ibrahim kavminin, Medyen halkının
ve altüst olan şehirlerin (haberi)." Allah tevhid inancı, peygamberler ve
ahlâkî değerlerle mücadele eden, onları alaya alan, öldürmek kastıyla
peygambere tepki gösterenlere dünyada çeşitli ceza şekilleri uyguladı ve
bunları sonraki nesillere eğitici bir ibret olarak bıraktı.
Nûh
kavmini suda boğdu (Hûd 11/38-44), Âd kavminin soğuk bir rüzgârla kökünü kazıdı
(Fussılet 41/16), Semûd kavmini gürültülü sarsıntı (A'râf 7/78), İbrahim
kavmini nimetlerini alarak (Bakara 2/126'da buna bir işaret vardır), Lût
kavmini de üzerlerine yağmur yağdırarak, altını üstüne getirerek, üzerlerine
taş yağdırarak (A'râf 7/84; Hûd 11/82) cezalandırmıştır. Bu toplulukların
cezası tabiat olayları ile verildi. Bunun anlamı o toplulukların davranışları
tabiatı bile sarsmıştır. Medyen halkı da şiddetli bir sarsıntısıyla (A'râf
7/91) yok edilmiştir.
Âyetin
bu kısmında yer alan o&fjiiı el-mu'tefikât kavramı "çevrilmek, altüst
olmak" anlamına gelen iiub"5lt el-i'tifâk kelimesinden türemiştir.
Altı üstüne getirilerek cezalandırılan toplum Lût kavmi olduğundan, bu kavim
yerine kullanılmıştır. Bu kelime iyi hallerin kötü hallere dönüşmesi anlamında
Kur'ân'da geçmektedir. Meselâ En'âm sûresinin 95. âyetinin sonunda ö£S$ J&
"Nasıl çevriliyorsunuz" sorusundaki çevrilme bu kelime ile ifade
edilmekte, iyiden kötüye geçişi ifade eden değişimin adı olmaktadır.
Lût
kavmi ahlâkın altını üstüne getirmiş, iffetten iffetsizliğe döndüğü için Allah
da onların altını üstüne getirmiş ve mu'tefıkât adını almışlardır. Dikkat
edilirse mu'tefıkât çoğuldur. Altı üstüne gelen nice şehirler olduğuna işaret
etmektedir. Bu ceza şekilleri bize ders veriyor, insan nefsinin neler yaptığını
anlatıyor.
3. "Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getirmişti. " Onlara
hakkı ortaya koyan apaçık deliller getirmesine rağmen, Hz. Muhammed'i
yalanlayan, alaya alıp inciten, ayıplayan münafıklar gibi onlar da bu delilleri
inkâr ettiler. Onların delilleri yalanlamaları cezalandırılmalarının sebebi
olmuştur. Sebep-sonuç ilişkisi içinde Allah geçmişin olgularını anlatmakta ve
gelecek nesilleri eğitmektedir.
4. "Demek kit Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine
zulmettiler. " Âyetin bu
kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır: Allah'ın zulmetme sıfatı yoktur.
İnsan ve toplumların başına gelen belâlar kendi yapıp ettiklerinin neticesidir.
Herkes ve her toplum kendi amellerinin neticesini önünde
bulur ve onu tadar. Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: İnsan veya
toplumlar kendi kendilerine nasıl zulmederler?
Allah
insanı yaratırken ona verdiği en büyük manevî güç akıldır. Akla karşı âdil
davranmak onu lâyık olduğu seviyede kullanmaktır. Aklı devre dışı bırakarak
yapılan herhangi bir hareket akla zulümdür. Akıl, Allah'ı bulacak nitelikte
yaratılmıştır. Onun yaratılış amacını gerçekleştirmemek ona bir zulümdür.
Aklma zulmeden kendine zulmeder.
Akıl
insana "Peygamber'in getirdiği hakkı ortaya koyan apaçık delillere inan
ve ona göre hareket et!" der. Ama insan, aklın bu söylevini dinlemezse
kendine zulmetmiş olur. Bir şeyi yerli yerine koymamak zulüm olduğuna göre,
aklı yerli yerinde kullanmamak da zulümdür. Eğer toplum, toplumsal aklı yerli
yerinde kullanmıyorsa, daha da büyük zulüm işlemektedir. Bu zulmün neticesi
yıkımdır. Demek ki geçmiş toplumların yıkım sebeplerinin başında aklın devre
dışı bırakılması gelmektedir. Aklı devre dışı barakan, imanı da devre dışı
bırakmış oluyor, sonuçta nefsin tutsağı haline geliyor, bu da insanın
kendisine zulmüdür.[76]
71.
İnanmış erkekler ve inanmış kadınlar da birbirlerinin samimi dostlarıdır.
İyiyi emreder, kötülükten sakındırırlar. Namazı kılar, zekâtı verir, Allah'a
ve Peygamberi'ne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecek
tir. Doğrusu Allah, mülkünde galip ve hikmet sahibidir.
72.
Allah inanmış erkeklere ve inanmış kadınlara, içlerinden ırmaklar akan, içinde
temelli kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde hoş meskenler söz vermiştir.
Allah'ın rızası hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur.
Tevbe
sûresinin 42-70. âyetleri arasında münafıkların inanış biçimleri,
davranışları, Allah'ın âyetlerine, peygamberine ve müminlere karşı olan
tutumları, özellikleri, etki ve tepkileri açıklandı. Bu açıklama-nın ardından
Yüce Allah, müminlerin özelliklerini anlatarak ödüllerinin neler olacağını
tesbit etmektedir.
Bu
anlatım tarzı Kur'ân'in bir metodudur. Cehennem anlatıldıktan hemen sonra
cennet; kâfir anlatıldıktan sonra mümin; burada da müna-fıklardan hemen sonra
müminler ele alınmaktadır. Bunun anlamı şudur: Allah istemediği,
cezalandıracağı davranışları gündeme getirdikten sonra istediği,
ödüllendireceği davranışları gündeme getirmekte, ödüllendirile-ceği
davranışların neler olduğunu anlatmaktır.
Maddî
âlemde gece ile gündüzün ardarda gelişi gibi, iyi ile kötü de ardarda
getirilerek açıklanmaktadır. Bu metodu göz önüne alarak bu âyetleri açıklamakta
yarar vardır. Müminlerin özellikleri şunlardır:
1. "İnanmış erkekler ve inanmış kadınlar da birbirinin dostlarıdır."
Âyetin bu kısmı Tevbe sûresinin 67. âyetinin karşıtı olmaktadır. Orada, jaki
"Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir"
buyurulmuştu. Onlar. müminlerden olamaz, birbirlerine benzerler, birbirlerini
severler ve bir-birlerini desteklerler.
Tevbe
sûresinin 67. âyeti "Mutlaka sizden olduklarına dair Allah'a yemin
eder" buyuran 56. âyete bir cevaptır. 71. âyetin bu kısmı da, münafıkların
müminlerin dostu olamayacağını, ama mümin kadın ve erkeklerin birbirinin dostu
olabileceklerini gündeme getirmekte ve müminleri bilgilendirmektedir. Âyetin bu
kısmında mümin erkeklerle mümin kadınları ayrı ayrı zikretmektedir. Mümin
erkek mümin erkekle, mümin kadın mümin kadınla dost olacaktır. Bunun böyle
olmasının fermanını Allah bu âyette vermektedir.
Birbirinin
dostu olmak, mümin olmanın öne çıkan özelliklerinden biridir ve mümin olmanın
gereğidir. Çünkü âyetin bu kısmındaki evliya kelimesi, velînin çoğuludur. Velî
de yakınlığı ifade etmektedir. Velî düşmanlığın zıddıdır. Düşmanlığın olduğu
yerde velilik yani dostluk olamaz. Velî kelimesinin diğer bir anlamı da destek
çıkmaktır. Birbirinin velîsi olanlar birbirine arka çıkarlar.
Ayetin
bu kısmını dikkate aldığımızda şu neticeyi çıkartabiliriz: Birbirine karşı kin
saklayan müminler imanlarını bir kere daha gözden geçirmelidirler. İmanın
sosyal hayata yansıyan boyutu, müminleri birbirine dost yapmış olmasıdır.
İmanın olduğu gönülde sevgi, yakınlık, merhamet, yumuşaklık vardır.
Allah
67. âyette velî kelimesini kullanmadı, ama münafıkların birbirinden olduğunu
söyledi. Böylece Allah inananların bir grup, münafıkların da bir grup olduğuna
işaret ederek, inancın toplumsal oluşumunu gündeme getirmiştir.
2.
İyiyi emreder, kötülükten
sakın-
dırırlar.
" Âyetin bu kısmı da 67. âyette geçen "münafıklar kötülüğü emreder,
iyilikten alıkoyarlar" özelliğinin karşıtı olmaktadır. Münafıklar kötülüğü
emrediyor, müminler iyiliği; münafıklar iyilikten alıkoyuyor, müminler de
kötülükten.
İşte
gerçek müminlerle, münafıkların temel farklarından biri budur. Münafıklar hem
kendi kendilerine kötüyü emrediyor, hem de topluma kötülük yapıyorlar.
Müminler de hem birbirlerine, hem de topluma iyiyi emrediyorlar.
İman
insanı iyiye yaklaştırıyor kötüden de uzaklaştırıyor. Onun bu özelliği
dolayısıyladır ki iman, ahlâkın temel direklerinden biri haline geliyor. İman
iyiye yaklaşmakla kalmıyor, iyiyi başkasına iletmek için insanı harekete
geçiriyor. İman iyiyi toplumdaki fertlere taşımasını istiyor. Dost olan mümin
yerinde duramaz, iyiyi yaymak ve kötülükle mücadele etmek için olanca gücünü
sarfeder. Bunun anlamı şudur: Dost olan mümin, nemelazımcı olamaz, bana
değmeyen yılan bin yıl yaşasın diyemez. Toplumun dertleriyle ilgilenir, çözüm
için gayret sarfeder ve mümin olmakla, bu görevi eş değer olarak kabul eder.
3.
"Namazı kılar, zekâtı verirler."
Demek ki münafıklar bunları yapmamaktadır. Tevbe sûresinin 54. âyetinde münafıkların
"namaza ancak üşenerek geldikleri" bildirilmektedir. Müminler de
üşenerek değil isteyerek namaz kılarlar. Müminler zekâtı isteyerek verirken,
54. âyette münafıklar: "İstemeyerek infak ederler" denmektedir.
4. "Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederler." Âyetin bu bölümü
67. âyetle mukayese edilerek incelendiğinde şu ilginç durum görülmektedir:
Münafıklar 67. âyete göre Allah'ı unutuyorlar, 58. âyete göre Peygamber'i
ayıplıyorlar, 61. âyete göre de Peygamber'i incitiyorlar. Müminler ise
yorumunu yapmakta olduğumuz âyete göre Allah'a ve Peygamberi'ne itaat
ediyorlar.
5. "İşte, bunlara Allah rahmet edecektir. Doğrusu Allah, mülkünde
galiptir ve hikmet sahibidir." Allah
68. âyette münafık erkek ve kadınlara, kendilerine yeterli olacak cehennem
ateşi ile ceza verirken, onlara lanet edecek ve sonsuz bir azapla muamele
ederken, 71. âyette müminlere merhamet edeceğini buyurmakta
dır.
İman
eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, namazı üşenmeden kılan, zekâtı
veren, Allah'a ve Peygamber'e itaat eden ve birbirinin dostu olan müminlerle
münafıkların farkı budur. Mümine merhamet, münafığa da ceza vardır.
Azîz
olan, yani mülkünde galip olan ve hikmet sahibi Allah'ın fermanı budur. Bu
sıfatlarıyla Allah mümin ile münafığın farkını ortaya koyuyor ve bu özelliklere
sahip olanların yollarının nereye çıkacağını açıklıyor. Azîz ve hakîm olan
Allah'tan başka bir varlığın cennet ve cehennemi olamaz ve böyle bir
açıklamayı da yapamaz. #İı >* 6. "Allah
inanmış erkeklere ve inanmış kadınlara, içinden ırmaklar akan ve temelli
kalacakları cennetler ve adn cennetlerinde hoş meskenler söz vermiştir. Allah
'in rızası hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur." Allah 68.
âyette münafık erkek, münafık kadınlara ve kâfirlere vaad etmekte olduğu gibi,
bu âyette mümin kadın ve erkeklere de vaad etmektedir.
a)Allah ırmak ile cenneti Kur'ân'da aynîleştirmektedir. Pek çok âyette
cennet ırmak kavramı ile beraber geçmektedir. Irmak deyince akla gelen ilk şey
sudur: Bu ırmakların neler olduğunu Muhammed sûresinin 15. âyetinden
öğreniyoruz: Söz konusu ırmaklar sütten ırmaklar, lezzet veren tatlandırılmış
su ve süzme bal ırmaklarıdır. Burada müminler ebedî olarak kalacaklardır.
b) Adn cennetlerinde güzel meskenler de müminlerin olacaktır. Adn
kelimesi, oo* adene fiilinden türemiştir. "İkamet etmek, bir yeri vatan
edinmek, taşı sökmek"; ağaçla kullanılınca "ağacı balta ile mahvetmek,
yeri gübrelemek, maden kazmak" mânalarına gelmektedir.ü.ul!el-Ma'din de
"maden cevherlerinin bulunduğu ve çıkarıldığı yer" demektir.
Muhammed Esed'e göre öjs- adn kelimesi ilk olarak Sâd sûresinin 50. âyetinde
geçmiştir. Bu kelimenin İbrânîce'de "neşe ve mutluluk" anlamına gelen
eden kelimesi ile akraba olduğu söylenmektedir.
Sâd
sûresinde Allah adn cennetlerini şu şekilde anlatmaktadır:
"Kapıları
ardına kadar açık, mutluluk esenlik bahçeleri. Orada uzanıp dinlenecekler, her
türlü meyveyi ve içeceği isteyebilecekler. Yanıbaşlarında yumuşak bakışlı,
uyumlu eşler olacak" (Sâd 38/50-52).
İbrânîce'deki
ile Arapça'daki mânasını birleştirirsek şöyle bir tanım yapılabilir: "Adn
cennetleri, sevinç, mutluluk ve zevk içinde yerleşilen cennetler"dir.
Ra'd
sûresinin 23. âyetinde adn cenneti, üç neslin bir araya geleceği cennet olarak
tanımlanmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de adn cenneti, "hoş
meskenler"in olduğu cennet olarak tarif e- dilmektedir. Bütün bunları bir
araya getirirsek, kapıları ardına kadar a-çık, neşe ve mutluluk içinde hoş
meskenlerde, üç neslin bir arada bulunacağı cennetlere adn cennetleri
denmektedir.
c) "Allah'ın rızası daha büyüktür" buyurulurken, en büyük
ödülün Allah'ın rızasını kazınmak olduğuna işaret edilmektedir. Demek ki 71.
âyette anlatılan mümin erkek ve mümin kadınların Al
lah'ın rızasını kazandıkları vurgulanmaktadır. 68. âyette münafıkların,
Allah'ın lanetine uğrayacakları anlatılmaktayken, 72. âyette müminlerinde
Allah'ın rızasına eriştikleri anlatılmaktadır.
d) "İşte büyük kurtuluş budur." Âyette geçen fevz kelimesi,
Kur'ân'ın ödülleri arasında başı çekmektedir. "Kurtuluş"mânasına
gelen bu kelimenin fiil kalıbı, "bir şeye ulaşmak, onu elde etmek,
kötülükle kullanılınca serden kurtulmak", jiiî efâze "zafer kazanmış
olmak, geçip gitmek"; fevveze de "ölmek, helak olmak" mânalarına
gelmektedir.
el-fevz
kelimesi. Kur'ân'da çeşitli kalıplarıyla 33 âyette geçmektedir ve Allah'ın
emrettiği davranışları yapan ve yasakladıklarından kaçınan müminlere vaad
edilen bir kurtuluş yeri olmaktadır. Aslında verilen ödüllerin hepsinin adı
olmaktadır. Tevbe sûresinin 72. âyetinde de vaad edilen ödüllerin tamamı ifade
etmektedir.
Netice
olarak diyebiliriz ki Tevbe sûresinde münafıklara 68. âyette vaad edilen ceza
şekillerinin caydırıcı, 72. âyette müminlere vaad edilen ödüllerin teşvik edici
özellikleri vardır. İnsan, cezası olmayan bir şeyi yapmaktan çekinmez, ödülü
olmayan bir şeyi de yapmaz. Ona bu psikolojik yapıyı veren Allah olduğu için,
eğitiminde de ceza ve ödülü kullanmaktadır.[77]
73."Ey
peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert davran; onların
varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir o!"
74.
Söylemediklerine. Allah 'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü söylediler,
İslâm olduktan sonra inkâr
ettiler, başaramadıkları bir şeye yeltendiler. Sırf Allah ve elçisi, Allah'ın
lutfuyla kendilerini zengin etti diye
(şimdi) öç almaya kalktılar (Allah ve elçisinin iyiliğine karşı böyle nankörlük
ettiler). Eğer tövbe ederlerse
kendileri için daha iyi olur. Yok eğer dönerlerse Allah onlara dünyada da,
âhirette de acı bir biçimde azap
edecektir. Yeryüzünde onların ne velisi, ne de yardımcısı vardır.
75.Onlardan
kimi de: 'Eğer Allah, lutfundan bize de verirse elbette sadaka vereceğiz ve
yararlı insanlar o-
lacağız' diye Allah 'a and içti.
76.Ne
zaman ki Allah lutfundan onlara verdi, O(nun verdiği)ne cimrilik ettiler ve yüz
çevirerek (sözlerinden) döndüler.
77.Allah'a
verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah,
kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalplerine iki yüzlülük sokmuştur.
78.Bitmediler
mi ki Allah, onların sırlarını ve gizli konuşmalarını bilir ve Allah,
gizlileri bilendir!
Allah
bundan önce, münafıkların psikolojisini, yani iç âlemlerini ve davranışlarını
en ince hatlarına varıncaya kadar anlattı. Tevbe sûresinin 42-70. âyetleri
arasında onların iki yüzlülüklerini, ikili oynamalarını, yalan yere yemin
etmelerini, alay etmelerini, Hz. Peygamber'i incitmeleri ve onunla alay
etmelerini, Hz. Peygamber'in başına bir iyilik geldiğinde üzülmelerini ve
kötülük geldiğinde sevinmelerini, savaşa gitmek için sahte bahanelerle izin
almak istediklerini anlatmış; onların bu durumunu geçmiş toplumların düşünce
ve yaşayış tarzına benzetmiştir.
1. "£y peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert davran;
onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir o!" Bu
anlatımın ardından Allah Hz. Peygamber'e ve dolaylı olarak da müminlere kâfir
ve münafıklarla cihad etmesini, onlara karşı sert davranmasını emretti. Cihad
kelimesinin ne anlama geldiği Bakara sûresinin 218. âyetinde anlatıldı. Bu
kelime, "zorlamak, üstün gayret göstermek, direnç göstermek" mânaları
ile Kur'ân'da yer almakta ve düşmanla, şeytanla, nefisle ve nihayet cehaletle
savaşmak cihad kavramının kapsamına girmektedir. Âlimler, kâfirlerle ve
münafıklarla cihadın nasıl yapılacağı konusunda farklı açıklamalar yapmışlar ve
âyette Allah'ın cihadın şeklini belirlemediği hükmüne varmışlardır. Râzî
onların görüşlerini özetlemektedir.
Bize
göre Allah, cihad kelimesinin kullanılışına işaret etmiştir. Buradaki
"cihad et" emrini Bakara sûresinin 191. âyetinde olduğu gibi
"onları öldür" veya "harp" kelimesini kullansaydı, şartlara
göre davranmayı gündeme getiremezdik. Ama cihad kelimesi çeşitli şekilde
şartlara göre davranmayı ifade eden bir terimdir.
Eğer
kâfirler ve münafıklar inançlarını eyleme dönüştürüp müslümanlara
saldırırlarsa, bu durumda âyetteki "cihad et!" emrini "onlarla
savaş" anlamında alabiliriz. Ama kâfirler ve münafıklar müslümanlara
saldırmıyorlarsa, buradaki cihad emrini, bilgi ve kültür alanında mücadele
olarak almak gerekir. Bu tür cihad, onlara doğruyu anlatarak, iyiye çağırarak,
kötülüklerine engel olarak yapılmalıdır.
Kâfir ve
münafıkların topluma bulaştırdıkları veya bulaştırmakta oldukları kötülükle
mücadele ederken, onları durdurmak da bir cihaddır. Bu nefis ile cihada benzer.
Nefisle cihad ederken, nefsini öldürüyorsun, onun seni etkilemesine müsaade
etmiyorsun. Bu müsaade etmemekte sarfettiğin gayret cihad olmaktadır. Kâfirler
ve münafıklar da toplumun nefsi durumundadırlar, onlar kötülüğü emreder
iyilikten alıkoyarlar (Tevbe 9/67). Onların bu yaptıklarına karşılık iyiyi
emredip kötülükten alıkoymak da bir cihaddır.
2. Onlara sert davranmak, onları topluma kötülüğü bulaştırmaktan
caydırmayı ve artık onların gücünün kırıldığını hissettirmeyi hedef al-
maktadır. Aslında peygamberin ahlâkında yumuşak davranmak vardır. Âl-i İmrân
sûresinin 159. âyetinde Hz. Peygamber'in ahlâkında ilâhî bir rahmet olarak
yumuşak davranmanın yer aldığı, insanlara katı kalpli davranmadığı gündeme
getirilmektedir. Tevbe sûresinin 73. âyetindeki "sert davran, katı
davran" emrini, Âl-i îmrân sûresinin 159. âyetindeki yumuşak davranma ile
nasıl bağdaştırabiliriz? Diğer taraftan, "Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve
güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde mücadele et!" (Nahl 16/125)
âyeti ile nasıl bir araya getirebiliriz? Bu soruları şu şekilde cevaplandırabiliriz:
Kâfirler ve münafıklar inançlarını eyleme dönüştürmedikleri müddetçe, onlara
yumuşak davranıp en güzel metotları kullanarak kendileriyle mücadele etmek,
onları hikmet ve güzel öğütle Allah'ın yoluna çağırmak gerekir. Ama onlar
müslümanlara karşı düşmanlıklarını eylem haline getirip saldırırlarsa, onlara
karşı sert davranmak zorunlu olacaktır. Çünkü artık bu tip insanların değişmesi
çok zordur.
3. Allah onların değişmeyeceğini âyetin sonundaki ifadesiyle anlatmaktadır.
Çok kötü bir gidiş yeri olan cehennem onların yeri olacaktır.
Sonlarının
cehennem olması, onların tevhid inancına geçişi sağlayacak olan değişimi
yapamayacaklarına delil teşkil etmektedir. Hz. Peygamber, dolayısıyla müminler
onlarla mücadele edecek ama nihaî mücadeleyi
Allah verecektir.
4. "Söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür
sözünü söylediler, İslâm olduktan sonra inkâr ettiler." 73. âyetteki
"Niçin kâfirler ve münafıklar ile cihad yapılacak ve onlara sert
davranılacak" sorusunun cevabını 74. âyet vermektedir.
a) "Söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. " Âyetin
iniş sebebi hakkında âlimler birden çok olay nakletmektedir. Bunlardan biri,
Hz. Peygamber Tebük seferinde iki ay geçirmişti. Bu sürede sefere katılmayanlar
hakkında bazı âyetler inmişti. Bu âyetleri duyan Cülâs İbn Süveyd,
"Allah'a yemin ederim ki, bizim en şereflilerimiz olan ve Medine'de
bırakmış olduğumuz kardeşlerimiz hakkında Muhammed'in söylemiş olduğu şeyler,
şayet doğru ise, biz eşekten daha âdiyiz" dedi. Bu sözün üzerine Amr İbn
Kars el-Ensârî de ona, Hz. Mu- hammed'in doğru olduğunu ve ardından onun
eşekten daha âdi olduğunu
söyler.
Bu
söz Hz. Peygamber'e ulaştı ve Hz. Peygamber Cülâs'ı çağırdı. Cülâs o sözü
söylemediğine dair Allah'a yemin etti ve Amr ellerini açarak onu söylediğine
dair bir âyet indirmesi için dua etti ve bu âyeti Allah indirdi. Aslında âyet
kendi kendine nüzul sebebini açıklamaktadır. Küfür, yani inkâr sözünü söyleyip
İslâm'dan inkâra sapmaları daha sonra Allah'a yemin etmeleri âyetin nüzul
sebebi olmaktadır.
Tevbe
sûresinin 61. âyetine dönersek orada nüzul sebebini görmek mümkündür: "O
(peygamber) her söyleneni dinleyen bir kulaktır diyerek (münafıklardan)
Peygamberi incitenler de vardır. De ki: O sızın, için bir hayır kulağıdır.
Çünkü o, Allah'a inanır, müminlere güvenir, işte münafıkların bu sözleri inkâr
etmeleri dolayısıyla bu âyet inmiştir Çünkü onlar bu sözleriyle Hz.
Peygamber'in sayıkladığını, olma\an birtakım şeyleri işittiğini, yanılgı içinde
olduğu halde vahiy aldığını iddia ettiğini öne sürdüler. 74. âyette geçen jiwı
'*+& ijJıî Jıîîj "Hakkı inkâra varan bir söz söylemiş oldular"
ifadesi bununla ilgilidir. Münâfıkun sûresinin 3. âyetinde Allah bu durumu
şöyle açıklamaktadır: "Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkâr
etmeleridir. "
b) Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin devamına bakınca, buradaki İslâm
kelimesini Râzî'nin naklettiği şekilde "barış" anlamına alabiliriz.
Barışa razı olduktan sonra onu inkâr edip Hz. Peygamber'in ölümüne kastetmiş
olabilirler. Öyle anlıyoruz ki münafıkların imanlarında bir istikrar yoktu.
İman ile inkâr arasında gidip geliyorlardı. Bu konuda imandan inkâra sapınca,
yemin ederek inkâra sapmadıklarını iddia ediyorlardı. Bu insanlarla 73. âyette
belirtildiği gibi cihad yapmak ve onlara karşı sert davranmak gerekiyor.
"İslâm olduktan sonra inkâr ettiler" ifadesi onların iki yüzlülüğünü
göstermektedir. Onlar dai-rna güçlüden yanadırlar. Kimi güçlü görürlerse o
tarafa dönerler. Müslümanları güçlü görürlerse mümin, kâfirleri güçlü
görürlerse kâfir oluverirler, ama sözlerinde sadık değillerdir.
5. "Basaramadıklan bir şeye yeltendiler. Sırf Allah ve Elçisi, Allah
'in lutfu ile kendilerini zengin etti diye (şimdi) öç almaya kalktılar"
(Allah ve Elçisinin iyiliğine karşı böyle nankörlük ettiler).
a) Tebük seferinde Akabe'den geçerken münafıklardan iki kişi Hz.
Peygamber'i öldürmeyi planladılar ama bu planlarını gerçekleştiremediler.
"Başaramadıkları bir şeye teşebbüs ettiler" ifadesi ile bu
anlatılmaktadır.
Âyetin
bu kısmını sadece bir suikasta tahsis etmek onun evrenselliğini
daraltmaktadır. Biz bunun tarihî boyutunu aynen kabul etmekle beraber,
münafıkların "iman ettik" demeleri ile ulaşmak istedikleri manevî
doyum, iç huzuru ve mutluluğu elde edememiş olmalarına da işaret ettiğini
düşünüyoruz. İmandan sonra inkâra sapmaları, onların yukarıdaki amaca
ulaşmalarını engellemiştir. Diğer taraftan burada İslâm'a karşı takındıkları
düşmanlıkla amaçladıkları şeye ulaşmamalarına da işaret edilmiş olabilir.
Burada
anlattığımız üç şeyi Hz. Peygamber'den sonraki çağlara uygulamak mümkündür.
Münafıklar kendilerinden olmayanların varlığına dayanamaz, onun için onlara
suikast düzenlerler. Bu onların değişmez ahlâkıdır. Onlar tatminsiz
insanlardır. Çünkü onların inançlarında istikrar yoktur. Onlar daima İslâm'a
düşmandırlar, ama bu düşmanlıkları hedefine ulaşamamaktadır. Böylece Allah
münafıkların psikolojisinin analizini yapmaktadır.
b) Münafıklar nankördürler. "Sırf Allah ve Elçisi, Allah'ın lutfu
ile kendilerini zengin etti diye (şimdi) öç
almaya kalktılar (Allah ve Elçisinin iyiliğine karşı nankörlük ettiler.)"
Yukarıdaki ifade münafıkların, Hz. Peygamber'e karşı gösterdikleri isteksizliğin,
onda ve onun tebliğ ettiğinde buldukları hatadan veya eksik
liklerden ötürü değil, İslâm'ın onlara sağlayabileceği maddî ve manevî
nimetlere karşı nankör olmalarından ileri geldiğine işaret ediyor. Vahyine ön
ayak olan tarihî sebep ya da olaylardan ötürü bu âyetin büyük bir
kısmı geçmiş zaman kipiyle ifade edilmiş olsa da, dile getirdiği ahlâkî boyutun
ya da öğretinin zamanla kayıtlı olmadığı ortadır.
6. "Eğer tövbe ederlerse kendileri için daha iyi olur. Yok eğer
(inkâr yoluna) dönerlerse, Allah onlara dünyada da, âhirette de acı bir biçimde
azap edecektir. Yeryüzünde onların ne velîsi, ne de yardımcısı vardır."
a) Allah onlara, yani münafıklara açık bir kapı bırakmakta, bir çıkış
yolu sunmaktadır. Bu da tövbe etmeleridir. Tövbe etmenin buradaki anlamı,
Allah'a yani tevhid inancına dönüp iman etmektir. Tövbe etmek,
insanın gittiği yolun ve inancının yanlış olduğunun bilincine vardığı anlamına
gelmektedir. Allah böyle bir içsel değişimi bütün kulları için istemektedir.
b) Tövbelerinden sonra tekrar inkâra dönerlerse, onlara hem dünyada hem
âhirette acı bir azap tattıracaktır. Demek ki insanın gönlündeki oluşumlar,
başa gelen azapların sebebini teşkil etmektedir.
c) Âyetin sonunda, münafıkların yeryüzünde dost ve yardımcılarının
olmayacağı vurgulanırken, onların yeryüzünde yalnız kalacaklarına işaret
edilmekte ve çaresizliklerine dikkat çekilmektedir.
7. "Onlardan kimi de: 'Eğer Allah, lutfundan bize verirse elbette
sadaka vereceğiz ve yararlı insanlardan olacağız' diye Allah'a and içti."
Âyetin iniş sebebi olarak bazı olaylar anlatılmaktadır. Fakat âyette sözü
kimlerin
verdiği belirtilmemektedir. Rivayetlerde
sözü söyleyenlerden birinin Hatîb İbn Ebû Beltea veya Sa'lebe İbn Hatîb
olduğuna işaret edilmektedir. Âyette sözü söyleyenin belirtilmemesinin
sebebini âyetin evrenselli
ğine bağlıyoruz. Çünkü böyle söyleyen ve sonra söylediğinin zıddını yapan pek
çok münafık vardır. Münafıkların 75. âyette vaad ettikleri şeye karşılık ne
yaptıkları 76. âyette anlatılmaktadır.
8. "Ne zaman ki Allah, lutfundan onlara verdi, O 'nun verdiğine
cimrilik ettiler ve yüz çevirerek
(sözlerinden) döndüler." Demek ki münafıkların, "Allah bize lutfundan
verirse, zekâtlarını verip iyi insanlardan olacağız" şeklinde yaptıkları
duayı Allah kabul etti ve onları lutfundan ekonomik açıdan faydalandır
dı. Çünkü onlar gereğini yapıp zekâtlarını vereceklerini vaad etmişlerdi.
Fakat
onlar 76. âyette verdikleri sözde durmadılar ve yüz çevirip cimrilik yaptılar.
Vaadinde durmamak münafıklık alâmetidir. Hz. Pey- gamber münafıkların
özelliklerini sayarken bunu da anmaktadır: "Dört huy vardır ki bunlar
kimde bulunursa, o kişi tam münafık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa,
onu terkedinceye kadar o kişide münafıklıktan bir sıfat bulunmuş olur:
"Kendisine bir şey emanet edildiğinde ona ihanet eder. Konuştuğunda yalan
söyler. Söz verdiğinde sözünden döner. Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık
eder"[78].
76. âyette Allah
münafıkların iki özelliğini gündeme getirmektedir: Verdiği sözde durmamak ve
cimrilik etmek. Münafıklar Allah'a verdikleri sözde durmadıklarına göre
insanlara verdikleri sözde durmaları mümkün müdür? Bütün bu anlatılanların
amacı/ bir taraftan müslümanları eğitmek ve münafıkların durumuna düşmemelerini
sağlanmak, diğer taraftan da münafıkların oyununa gelmemeleri için uyarmaktır.
9. "Kendisine verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için
Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine iki yüzlülük
sokmuştur."
a) 77. âyet "Allah onların kalbine iki yüzlülük sokmuştur"
ifadesi ile başlamıştır. Allah insanın kalbine nifak sokunca ona zulmetmiş
olmaz mı? Madem Allah Kur'ân'da münafıklığı kötülemekte, iki yüzlülerin
cezalandırılacağını söylemekte, o zaman kulunu kötülüğün ve cezanın içine atmış
olmaz mı?
Âyetin
devamına baktığımız zaman, Allah'ın onların kalbine nifak sokmasının bir netice
olduğunu görürüz. Sebep ise münafıkların Allah'a verdikleri sözde
durmamalarıdır. Allah'a verdikleri ve yerine getirmedikleri sözleri ne idi? Bu
sorunun cevabı 75. âyette geçmektedir:
"Onlardan
kimi de, 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka zekât
vereceğiz, ve iyi insanlardan alacağız' diye Allah'a and içtiler."
Ardından Allah onlara istediklerini verdi, ama onlar cimrilik yaparak
sözlerinden yüz çevirdiler (âyet: 76). Onların sözlerinde durmamaları, Allah'ın
kalplerine nifak sokmasına sebep teşkil etmiştir. Bu konudaki ilâhî takdir,
münafıkların eylemlerinin ardından gerçekleşmiştir.
b) Allah bu nifakı, kendisi ile karşılaşacakları güne kadar devam
ettirecektir.." Karşılaşma günü" neyi ifade etmektedir. Âlimler bunun
kıyamet günü olduğunu söylemektedir. Hz. Peygamber döneminde yaşayan
münafıklar öldü, Allah ile karşılaşmaları ise kıyametin kopuşundan sonra
olacaktır. Ölmüş insanların gönlünde nifakın devam etmesi nasıl açıklanabilir?
Bize
göre âyette kıyamete kadar bütün münafıkların gönlünde böyle bir oluşumun
varlığına işaret edilmektedir. Çünkü münafıklar, sadece Hz. Peygamber
dönemindeki münafık değillerdi. Her nesilde böyle münafıklar olacaktır. Sözden
dönme ve yalan söylemenin oluşturduğu Bu huy, sahipleriyle mahşere kadar
gidecektir.
9. Bu noktada sorulması gereken başka bir soru vardır: Münafıklar bu
duruma neden düşmüşlerdir? Sorunun cevabını Tevbe sûresinin 78. âyeti
vermektedir: "Bilmedi-ler mi ki Allah, onların sırlarını ve gizli
konuşmalarını bilir ve Allah gizlileri bilendir."
Demek
ki münafıklarda Allah'ın gizli ve aşikâr her şeyi bildiğine dair genel ilkeyi
bilme eksikliği vardı. İnsan, hem içinde sakladığı düşünce ve niyetlerini, hem
de açıkta yaptıklarını Allah'ın bildiğini, bilmeli ve buna inanmalıdır. Bu
bilgi ve inanç onun sözünden caymasına ve yalan söylemesine engel olacaktır.
Kur'ân'ın
eğitim açısından en önemli görevlerinden biri, Allah'ın içimizde
sakladıklarımızı ve bütün yaptıklarımızı bildiğinin bilgilendirmesini yaparak,
insanın iç âleminde bir iç disiplini oluşturmak ve insana aklını kullanarak
doğru düşünme sanatını öğretmek, doğru düşünmekle davranışları arasında
bağlantıyı kurması için onda bir iç disiplini oluşturmaktır. Yani, bu disiplin
vasıtasıyla insanın asker ve polise ihtiyaç göstermeden hareket etmesini
sağlamaktır. Onun içindir ki Kur'ân akla ve imana çok önem vermektedir.
İşte
münafıklar bu bilgi ve inançtan yoksun olduklarından sözlerinden caydılar,
yalan söylediler. Bu da onların ebediyen münafık olarak damgalanmalarına sebep
oldu. Ama nifak sıfatı onlara sadece bir unvan olarak verilmedi, onu
gönüllerinde taşıdılar ve taşıyacaklardır. Netice olarak diyebiliriz ki
Allah'ın münafıkların psikolojisini ve davranışlarını böyle analiz etmesinin
başka bir amacı da, müminlere onları tanıtıp, ilişkilerinde hata yapmalarını
önlemektir.
Tevbe
sûresinin 78. âyetinde syf- necvâ kelimesi yer almaktadır. Bu kelimenin kökü
necvedir. "Bir şeyden kurtulmak, ölümden kurtulmak, çabuk olmak,
kurtarmak, ağacı kesmek, ilâç içmek, deriyi yüzmek, birine fısıldamak, sözü
sır olarak söylemek" mânalarına gelmektedir. Bunlardan âyette kastedilen
mana, "fısıldamak, sözü sır olarak söy-lemek"tir. Diğerlerinin de bu
mâna ile alâkası vardır. "Bir şeyden kurtulmak" mânasına bakınca,
sırrını söyleyen kişi sanki ondan kurtulmuş, onun ağırlığını üzerinden atmış
olmaktadır. Eğer sır ağırsa, onu söyleyen onun öldürücü yükünden kurtulmuş
olmaktadır. Çabuk olmak mânası ile necve, sır, insanı başkasını söylemesi için
itip çabuklaştırır. "Ağacı kesmek" mânası ile necve. insan sırrını
başkasına söyleyince onu kesmiş gibi olur. "Sırrı söylemek" insan
ilişkilerinin alâkalarını kesmek anlamına da gelebilir.
"İlâç
içmek" mânası ile necve, insanı sıkıntıya sokan bazı sırları anlatınca
insana ilâç gibi gelir ve rahatlar. Onun için bu kelimeye bu anlam
yüklenmiştir. "Deriyi yüzmek" anlamı ile necve, sır söylenince
üstündeki gizlilik perdesi kalkar ve sanki o derisi soyulmuş gibi olur. Bütün
bu mânaların merkezinde, fısıldamak, sırlarını karşılıklı olarak birbirine söylemek
vardır.
a) Necvâ kelimesi Meryem sûresinin 52. âyetinde neciyyâ kalıbında gelmiş,
Allah'ın Hz. Musa'yı fısıldaşan kimse kadar kendisine yaklaştırdığını ifade
etmek için kullanmıştır.
"Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve
onu, fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık."
b) Yûsuf sûresinin 80. âyetinde, Yûsuf peygamberin kardeşlerinin bir
tarafa çekilip gizlice konuşmaları anlatılırken, yine bu kelimenin neciyyâ
kalıbına yer verilmektedir: "Ondan ümitlerini kesince (meseleyi) gizli
görüşmek üzere ayrılıp (bir kenara) çekildiler."
c) Mücâdele sûresinin 9. âyetinde gizli konuşma ahlâkı müminlere
öğretilmektedir: "£y /man edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman,
düşmanlığı ve Peygamber'e karşı gelmeyi fısıldamayınız, iyilik ve takvayı
konuşunuz- Huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkunuz." Kelime bu âyette
fiil kalıbında gelmekte, neyin
gizli konuşulacağını, neyin de gizli konuşulmaması gerektiğini emir halinde
açıklamaktadır.
d) Mücâdele sûresinin 10. âyetinde: "Fısıldaşmalar şeytandandır"
buyurulurken isim kalıbında geçmektedir.
e) Mücâdele sûresinin 12. âyetinde bu kelime, "birine mahrem konuşmak"
anlamını ifade etmektedir "£y /man edenleri Peygamber ile mahrem bir şey
konuşacağınız zaman bu konuşmadan önce bir sadaka veriniz."
Görüldüğü
gibi necvâ kelimesi Kur'ân'da ahlâkî nitelik taşıyan kelimelerden biri
olmaktadır. Fısıldaşma iyi ve takvayı yükleniyorsa ahlâkî, düşmanlık ve isyanı
taşıyorsa ahlâk dışı olmaktadır.
Bütün
bu âyetler fısıldaşmaların Allah tarafından bilindiğinin şuurunu vermektedir.
Bu da ahlâkın temel direklerinden biri olmaktadır. Allah münafıklarda ahlâkî
şuurun olmadığına işaret ederek, onların temel özelliklerinden birini ortaya
koymuştur.[79]
79.
Sadakalar hakkında gönülden davranan müminlere dil uzatanları ve ancak güçleri
kadar bulup verenlerle alay eden kimseleri de Allah maskaraya çevirecektir.
Onlar için can yakıcı bir azap da vardır.
1. Âyette geçen yelmizûn kelimesi, kaş-göz işaretleriyle
"ayıplamak" anlamına gelen jl lemzden türemiştir. Daha önce Tevbe
sûresinin 58. âyetinde bu kelimenin anlamı hümeze kelimesinin anlamı ile
mukayeseli bir şekilde açıklandı.
Âyetin
nüzul sebebi içeriğinden anlaşılmaktadır, alı muttaviûn yani gönülden nafile
olarak bağışta bulunanlar demektir. Sahabeden Abdurrahman İbn Avf sahip olduğu
malın yarısını, Hz. Ömer, Âsim İbn Adî el-Ensârî, Osman İbn Affân, Ebû Âkil
gibi sahâbîler de sahip oldukları mala göre bağışlarda bulundular. Herkes
kendi gücüne göre bağış yaptı. Ancak kaş-göz hareketiyle ayıplayanlar, onlarla
eğlenmeye başladılar.
Allah,
gücünün yettiği kadarıyla bağışta bulunup kamunun yararına hizmet eden,
fakirlikle mücadele eden insanları her çağda yaşayan münafıkların alaya alıp
eğleneceklerine işaret etmektedir. Münafıklar, bu insanların halk arasında yer
edinmelerini kıskanırlar, kıskançlıkları alay ve eğlence şeklinde ortaya çıkar.
Diğer
taraftan Allah, müminlerin bağış yapmalarını gönül ve güce dayandırmaktadır.
Tatavvu' kelimesinin "gönülden bağışta bulunmak"; cuhd kelimesi de
gücü ifade etmektedir. Zorunlu olmayan, nafile bir ibadetin gönülden
kaynaklanması gibi, güce göre de miktarı belirlenir. Öyle anlaşılıyor ki
ekonomik bakımdan darda olan insanlar nafile bağışta bulunuyorlardı. Kendisi
muhtaç olanın, kendisinden daha fazla ihtiyaç sahibi olanlara vermesi veya
kamunun yararına bağışta bulunması olayı burada ele alınmaktadır.
2. Allah, bu erdemli insanlarla alay edip eğlenenleri maskaraya çevireceğine
dair âyetin sonunda ferman vermektedir. Dikkat edilirse Allah, müminlere siz
de gidip onları alaya alın demiyor. Onları maskaraya
kendisinin alacağını söylüyor. Çünkü Allah, toplumdaki düzeni bozacakherhangi
bir küçük tartışmaya müsaade etmemektedir. Alay ve eğlenceye uğramakla
çiğnenen haklarını bizzat Allah'ın alacağı açıklanmaktadır.
Allah
onları maskaraya aldıktan sonra, yakıcı bir azap ile cezalandıracağını da ilân
etmektedir. Şimdi bu âyetin içeriğinden İslâmiyet hakkında bir değerlendirme
yapabiliriz: Kur'ân insanlar arası ilişkileri bozacak, insanların gönüllerini
yaralayacak, en ufak bir kaş-göz hareketine bile müsaade etmemekte ve onu
yapanların günahkâr olduklarının ilân etmektedir. İnsanın insanı alaya alması,
doğru hareketine rağmen ayıplamasının cezasını bizzat Allah vermektedir.
Hucurât sûresinin 11. âyetinde bu tip insanları tövbeye çağırıyor, tövbe
etmedikleri takdirde zalim olarak ilân ediyor. Hümeze sûresinde onlara hutame
cehennemi ile ceza verileceği gündeme getirilmektedir.
Kur'ân
ahlâkına göre mümin, bir başkası ile alay edemez. Yorumunu yapmakta olduğumuz
âyetin, önceki âyetlerle ilişkisini kurduğumuzda alaya almak ve ayıplamanın
münafıklık olduğu anlaşılacaktır. Bu açıdan ahlâkın koruyuculuğunu bizzat Allah
yapmaktadır. Bir taraftan bunun kötülüğünün bilgisini vererek eğitmekte, diğer
taraftan da cezasını bizzat kendisi vermektedir.[80]
80.
Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş defa af dilesen de
Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Peygamberi'ni inkâr
etmelerinden dolayıdır. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.
Bu
âyetin iniş sebebini belirten pek çok olay nakledilmektedir. Bilindiği gibi
Abdullah b. Übey münafıkların reisi idi. Ölüm döşeğinde iken oğlu Abdullah. Hz.
Peygamber'e gelerek babası için Allah'tan af dilemesini istedi. Übeyy'in oğlu
Abdullah samimi bir müslüman olduğu için Hz. Peygamber onun hatırını kırmadı ve
babasının affı için dua etti. îşte bunun üzerine bu âyet indi.
Bize
göre yukarıdaki âyetin iniş sebebini Münâfıkûn sûresinin 5. âyeti tesbit
etmektedir: "Onlara (münafıklara): Geliniz, Allah'ın Peygamberi sizin için
af dilesin, denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların, büyüklük
taslayarak uzaklaştıklarını görürsün!" Bunlar sadakaların dağıtımında Hz.
Peygamberi ayıplayan (âyet: 58), Hz. Peygamber için "o bir kulaktır"
deyip onu incitenlerdir (âyet: 61). Allah hangi münafıkların böyle bir
muameleye, ya da değerlendirmeye tâbi tutulduğunu açıklamaktadır. Allah ve
Peygamberi'ni inkâr edenlerin münafıklar olduğuna işaret edilmektedir. Şimdi
âyetin analizine geçebiliriz:
1. "Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş defa af
dilesen de Allah onları asla affetmeyecek." Âyetin bu kısmından şu
sonuçları çıkarabiliriz:
Affedilmeyecek
insanlar da vardır. Özellikle müslüman olduğunu söyleyip sonra Allah'ı ve
Peygamberi'ni inkâr eden, bu inkârını eyleme dönüştürerek Hz. Peygamber'i
ayıplayan, onu inciten insanların af kapsamının dışında kalacağını Allah ilân
etmektedir. Onlar hem bu dünyada hem de âhirette af kapsamının dışında
kalacaklardır.
Münafıklar
için Hz. Peygamber bile af dilese, onlar aftan mahrum kalacaklardır. Demek ki
Hz. Peygamber'e Allah kimler için af dileye-meyeceğini bildirmektedir. Her
dilediği kimse veya kimseler affedile- çektir diye bir kural yoktur. Hz.
Peygamber'in duası, onları af kapsamına aldırmayacaktır.
2. "Bu, onların Allahı ve Peygamberi'ni inkâr etmelerinden
dolayıdır. Allah fâşıklar topluluğunu hidayete erdiremez."
a) Bu münafıkların af kapsamının dışında kalmalarının sebebini âyetin bu
kısmı tesbit etmektedir. Allah'ı ve Peygamberi'ni inkâr edenlerin kimliği
hakkında âyetin isim vermemiş olmamasının anlamı, kıyamete kadar gelecek
nesillerde böyle münafıkların olacağı ve onların da afkapsamı dışında
kalacağıdır.
Bir mümin başka
bir mümin için Allah'tan af dileyebilir. Bu Hz. Peygamber'in sünnetidir ve bu
durum Kur'ân'dan çıkmaktadır:
"Bunların
arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş
imanlı kardeşlerimizi bağışla!" (Haşr 59/10). Hz. Peygamber onlar için
nasıl af diledi ise, biz müminler de başka müminler için Allah'tan af
dileyebiliriz. Ama münafıklar hakkında af dileme yetkimiz yoktur. Allah,
kimlerin af kapsamına hangi sebeplerle alınmadığını açıklayarak yersiz af
dilememizi engellemektedir.
b) Allah fâsık kavramına başka bir açıdan mâna vermektedir. Allah ve
Peygamberi'ni inkâr eden, sadakaların dağıtımı konusunda Hz. Peygamber'i
ayıplayan, onu inciten; gönülden gelerek nafile sadaka ve
renleri kaş-göz hareketleriyle ayıplayan, onlarla alay eden münafıklar
fâsıktırlar.
Fâsıkların,
yani münafıkların en önemli özelliği, onların Allah'ın doğru yola iletecek
insanların dışında kalmalarıdır. Hem af kapsamının hem de hidayetin dışında
kalmaları, onların ne kadar kötü inanış ve kötü davranış içinde olduklarını
göstermektedir.[81]
81.Allah
'in elçisine muhalefet etmek için geri kalanlar, oturmaları ile sevindiler;
mallarıyla canlarıyla Allah
yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler. "Sıcakta savaşa gitmeyiniz"
dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sı
caktır", keşke anlasalardı.
82.Artık
kazanmış olduklarına karşılık, az gülsünler, çok ağlasınlar.
83.Eğer,
Allah seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür ve onlar savaşa çıkmak için
senden izin ister
lerse, de ki: "Benimle asla çıkmayacaksınız, yanımdahiçbir düşmanla
savaşmayacaksınız. Çünkü siz başta oturup kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri
kalanlarla beraber oturunuz."
84.
Onlardan ölenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma! Zira, onlar
Allah'ı ve Elçisini inkâr ettiler ve yoldan çıkmış olarak öldüler.
Bu
âyetlerde münafıkların özellikleri açıklanmaktadır. Birbiriyle ilgili oldukları
için bu âyetleri birlikte analiz etmeye çalışacağız.
1. Tevbe sûresinin 81. âyetinde "muhalefet" kavramı gündeme getirilmektedir.
Tebük seferine çıkma meselesinde münafıklar Allah'ın Elçisine muhalefet edip
Medine'de kalmaktan dolayı mutluluk duydular. Onların bu sevinci ferihe fiili
ile ifade edilmektedir. el-muhallefiin kelimesi "geri kalanlar"
anlamını ifade etmekle beraber âlimler bu kelimeye "geri bırakılanlar"
anlamını vermişlerdir.
Bozgunculuk
tehlikesini sezdiği için Hz. Peygamber onları geri bırakmıştır. Savaş anında
Hz. Peygamber'e karşı çıkmaları tehlikeli olacağından, geri bırakılmaları, ya
da geri kalmaları daha doğru bulundu, juâiı el-Mek'ad kelimesiyle de Medine
kastedilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki münafıkların önemli özelliklerinden biri
de muhalefet edilmeyecek yerde muhalefet etmeleridir. İdarecilerin kararlarını
analiz etmeden, kendi görüşlerine ters gördüklerinden muhalefet ederler.
Verilen karara yardım etmek yerine, engel olmak onların ahlâkı olmuştur. Bütün
çağların ve nesillerin münafıkları benzer tutumu takınırlar.
Bunlar
kendi namuslarını, bağımsızlıklarını, vatanlarını başkalarının korumasını
isterken, kendilerini bu fedakârlıktan müstağni görürler. Bundan da mutluluk
duyarlar. Onlara göre bu fedakârlığı yapanlar aptal, kendileri de iş bilendir.
Mal
ve canları ile savaşa çıkmak, Allah yolunda savaşmak onlar için çirkin bir iş,
tiksinilecek bir ameldir. Allah yolunda savaşmayı mekruh gören bu insanlar
kendi ruh hallerini başkalarına da bulaştırmak istemişlerdir: ^Jı ^» ijyüî ü
"Sıcakta savaşa gitmeyiniz " dediler. Bu durum taşıdığı mikrobu
başkasına bulaştırmak isteyen insanlar gibi, ayrılıkçı fikirlerini başkalarına
bulaştırmaktadırlar. Demek ki münafıklık sadece kalpte durmuyor, muhalefet
duygularını başkalarına aşılayarak iyi eylemlerin katline sebep oluyor.
2. Münafıklar bu kötü fikir ve eylemleri niçin istemektedirler? âyetin son kısmı bu soruyu
cevaplandırmaktadır. " Cehennem ateşinin, onların savaşa çıkmama
konusundaki sıcaktan daha fazla olduğunu anlamış olsalardı!" Demek ki
onlarda anlayış kıtlığı vardır. Onun içindir ki Allah "keşke
anlasalardı" ifadesine yer vermiştir. Onların anlayışsızlığı iki yüzlü
davranmalarına sebep olmuştur.
3. "Artık, kazanmış olduklarına karşılık, az gülsünler, çok
ağlasınlar." Tevbe sûresinin 81. âyetinin başında "sevindiler"
fiili yer almıştı. Buna karşılık Allah yaptıklarına karşılık gülmek değil de
ağlamaları gerektiğini bildirmektedir. Hz. Peygamber'e muhalefet etmek için
savaşa çıkmamaktan duydukları mutluluk yersizdir, çünkü kendi hallerine
ağlamaları gerekir.
Demek ki
münafıkların halleri ağlanacak bir durumdur. Onların amelleri göz yaşına
dönüşecektir. Allah 'n bunları bize anlatmasının sebebi nedir? Müminlerin
pişman olacakları davranışları yapıp münafıklara benzememeleri istenmektir.
İyiyi, doğruyu, doğru düşünce ve doğru davranışı kötü davranışlardan çıkartıp
ders almaları sağlanmaktadır.
4. "Eğer Allah seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür ve onlar
savaşa çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Benimle asla çıkmayacaksınız,
yanımda hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü, siz baştan oturup kalmaya
razı oldunuz- Şimdi de geri kalanlarla beraber oturunuz!" Bu âyetin
analizini şu şekilde yapabiliriz:
a) "Onlardan bir taife" denirken, bazı münafıkların affedildiğine,
bazılarının da affedilmediğine işaret edilmektedir.
b) Hz. Peygamber'e, münafıklara karşı nasıl bir tavır takınması gerektiği
öğretilmekte, onlarla savaşa çıkmaması emredilmektedir. Çünkü münafıkların,
düşman yerine müminleri öldürme ihtimali vardır. Müna- fıklarla ilgili olumsuz
eylemin sebebi daha önceki davranışlarına bir ceza mahiyetini taşımaktadır.
c) Tebük seferine çıkmayıp, muhalif olanlarla beraber oturmaları, onlara
bu cezanın verilmesine sebep olmuştur. Bu âyetten, hukuktaki bir ceza şeklini
öğreniyoruz. Muhaliflerle beraber oturup bir eylemi gerçekleştirmemek, tecrid
edilme cezası ile cezalandırılma nedenidir. Münafıkların Hz. Peygamber'i yolda
bırakmaları, onun dostluğundan mahrum olmalarına sebep olmuştur.
Diğer
taraftan "Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür" (Şûra 42/40)
ilkesinden hareketle. Hz. Peygamber'le savaşa çıkmamanın cezası, ona denk olan
onun dostluğundan mahrum olmaktır. Böylece Allah Hz. Peygamber'e hukuk eğitimi
vermektedir. Örf ve âdetten başka bir sistemi olmayan aşiret toplumuna hukuk
öğretilmektedir. Suça denk bir ceza, tepkiye denk bir tepki, modern hukukun da
temel ilkesidir. Ayrıca münafıklarla beraber olmak ahlâkî bakımdan da doğru
değildir. Münafıkların ikili oynamaları, arkadaşlarının şeref ve haysiyetini
topluma karşı yaralayabilir.
5. "Onlardan ölenin namazını sakın kılma; mezarı başında da durma!
Zira, onlar Allah 'ı ve Elçisini inkâr ettiler ve yoldan çıkmış olarak
öldüler." Bu âyetten şu neticeleri çıkartıyoruz.
a) Cenaze namazının kılınması Allah'ın emridir. Münafıkların cenaze
namazı kılınmaz ama müminlerin kılınması gerekir.
b) Ölünün mezarına kadar gitmek, mezarının başında durmak davardır. Demek
ki Hz. Peygamber müminlerin mezarına kadar gidiyor ve mezarın başına duruyordu.
Bunu münafık ölüleri için yapmaması ona emredilmektedir.
c) Aslında bu âyet Tevbe sûresinin 80. âyetinin devamı mahiyetindedir.
Ölen kimsenin namazını kılmasının anlamı, onun için Allah'tan af dilemek
demektir. 80. âyette af dilese de dilemese de onların affedilme
yeceği belirtildiğinden, cenaze namazlarının kılmasının bir anlamı kalmamaktadır.
Hz. Peygamber münafıklardan olan Abdullah b. Übey b. Selûl'ün cenaze namazını
kıldırdıktan sonra bu âyetin indiğini söyleyenler olduğu gibi, kıldırmak üzere
iken indiğini söyleyenler de vardır.
Cenaze
namazı kılındıktan sonra indiğini söyleyenler şu hadisi delil
göstermektedirler: "Hz. Peygamber, Selûl'ün namazını kıldırdı, sonra
ayrıldı. Çok az bir zaman sonra Tevbe süresindeki, "Onlardan ölen hiçbir
kimsenin namazını asla kılma" âyeti nazil olmuştur"[82].
Bu durum Tevbe
sûresinin "Akraba dahi olsalar müşrikler için af dilemek ne peygambere
yaraşır ne de müminlere!" (Tevbe 9/113) âyetiyle "yakınlar bile
olsalar müşrikler için af dilenemez" ilkesini getirmiştir.
d) Neden münafıkların cenazesi kılınmayacak, kabirlerinin başında
durulmayacak ve onlar için af dilenmeyecek? Bu soruyu âyetin devamı
cevaplandırmaktadır. Onlar, Allah'ı ve Elçisini inkâr ettiler ve yoldan çıkmış
olarak öldüler." Allah'ı ve Peygamberi 'ni inkâr etmek kâfir olduklarına
delil teşkil etmektedir. Bunun anlamı münafıklar inanmış görünen kâfirler idi.
Dilleriyle inandıklarını söyledikleri halde kalben inanmadıkları için Allah
onları inanmayanlar grubuna dahil etmektedir.
Demek
ki fâsık, dili ile inanan kalbi ile inkâr eden münafıktır. Bu şekilde ölmeleri
onları, cenaze namazlarının kılınmasından, kabirlerinin yanında durulmasından
mahrum bırakmıştır, "Fâsık olarak öldüler" demek, dünyada tevhid
inancından yana gerekli olan değişimi göstermediler demektir.[83]
85.
Onların mal ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bunlarla onlara dünyada
azap etmek ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister.
86.
Allah 'a inanın ve peygamberinin yanında savaşınız,diye bir sûre indirildiği
zaman, onların güçlüleri sava
şa gitmemek için senden izin isterler ve bizi bırak oturanlarla beraber
kalalım, derler.
87.
Geride kalan kadınlarla beraber bulunmaya razı oldular. Artık, kalpleri
mühürlenmiştir ve bu yüzden
anlamazlar.
Bu
âyetlerin analizini şu şekilde yapabiliriz.
1. Tevbe sûresinin 85. âyeti 55. âyetin bir tekrarı olarak görülebilir.
55. âyette evlâd kelimesinin başında olumsuzluk edatı bulunmasına rağmen 85.
âyette olumsuzluk edatı yoktur. Diğer taraftan 55. âyette
"azap etmek için" anlamına
gelen kelimenin başında
liyüazzibehüm "lam"
harfi olduğu halde 85. âyette en edatı bulunmaktadır. Ayrıca 55. âyette dünya
kelimesinden önce el-hayat kelimesi olduğu halde 85. âyette bu kelime yer
almamaktadır. 55. Âyette toplumda münafıkların kesin hatlarla ayrılmadığı, ama
kendilerini davranışlarla ortaya koyduklara döneme, 85. âyette ise
münafıkların net çizgilerle belirlendiği döneme ait olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer
taraftan 55. âyetin içeriğinin 85. âyette tekrarlanır gibi görünmesinin eğitim
açısından önemli olduğunu söyleyebiliriz. Münafıkların mal ve evlâtları insanı
imrendirebilir. Otuz âyetten sonra aynı hususun tekrar edilmesinin metot
açısından vurgu anlamı taşıdığı söylenebilir.
2. Münafıkların mal ve evlâtlarının müslümanları imrendirmemesi için
gerekli açıklama yapılmaktadır." Allah, bunlarla onlara dünyada azap etmek
ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister." İşte bu açıklama
"imrenme" şeklindeki emrin sebeplerini ortaya koymaktadır.
a) Mal ve evlâtlarla Allah onlara dünyada azap etmeyi istemektedir.
Tevbe sûresinin 75-76. âyetlerine dönersek, şu istekte bulunduklarına şahit
oluruz: "Eğer Allah lütuf ve
kereminden bize verirse mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz iyilerden
olacağız, diye Allah 'a and içtiler. Fakat Allah lutfundan onlara verince, onda
cimrilik edip yüz çevirerek sözlerinden döndüler."
Allah'ın
lutfuna nail olduktan sonra cimrilik yapanlar için mal ve çocukları dünyada
onlara azap olur, bunun müslümanlara öğretilmesi için 55 ve 85. âyetler
gönderilmiştir. Zekâtı ve infakı yapılmayan mal ve o mal ile büyüyen çocuklar
dünya hayatında azaba dönüşmektedir. Allah'ın onlara ceza verme konusundaki
muradı, onların bu davranışlarının ardından gelmektedir.
b) Tevbe sûresinin 84. âyetinde münafıkların Allah'ı ve Peygamberi'ni
inkâr ettikleri gündeme getirilmektedir. Onlar bu inkârdan dönecek durumda
olmadıklarından, Allah'ın muradı onların canını kâfir olarak almak olmuştur.
Çünkü münafıklar, mal ve çocuk gibi sahte güvencelere sığınarak inkârlarında
ısrar etmektedirler. İnkârdaki ısrarları, onların canlarının kâfir olarak
çıkmasındaki ilâhî murada dönüşmüştür.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyetle Tevbe sûresinin 55. âyeti ve Âl-i İmrân sûresinin
178. âyetlerini bir araya getirip açıklayabiliriz:
"İnkâr
edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha iyidir.
Onlara ancak günahlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için
alçaltıcı azap vardır. " Bu âyetlere Enfâl sûresinin 28. âyetini de ilâve
edebiliriz: "Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan
sebebidir. "
Şimdi bu âyetleri
beraberce yorumlayıp münafıkların psikolojisini ortaya koyabiliriz. Tevbe
sûresinin 55 ve 85. âyetlerindeki Allah'ı ve Peygamberi'ni inkâr eden,
Peygamber'le alay edip onu inciten, müslümanlara gelen iyiliklere üzülen,
kötülükle sevinen, savaşa çıkmayan, cimrilik eden insanların dünyevî şeylere,
yani mal ve çocuklara duydukları tutku, aileleri adına aşırı bir şekilde
kayırma ve korumaya dönüşmektedir. Bu da onlar için haddi aşıp günah işlemeye
sebep olmaktadır.
Allah
mal ve çocuklar konusunda insanların nasıl davranacaklarını tesbit etmek için
onlara seçme ve davranma özgürlüğünü tanımıştır. Sahte güvenceler dediğimiz
mal ve çocuklar, onların günah işlemesine ve günahkârlıklarının artmasına sebep
olabilir.
2. Tevbe sûresinin 86. âyetinden çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Allah'a iman ve Hz. Peygamber'in yanında savaşa çıkmayı öngören bir
sûrenin inmesine karşı münafıkların tepkileri açıklanmaktadır. Âyetin bu kısmı
Allah'a iman ve Peygamber'i ile savaşa çıkmayı bir insanın değil, Allah'ın
emrettiğini vurgulamaktadır. Kime, nasıl ve niçin inanılacağını Allah bilir.
İnsanlar savaşırlar ama Allah yolunda cihadın nasıl yapılacağını yine Allah
belirler.
b) Bunları emreden bir sûre indirilince münafıkların güçlüleri, yani
servet sahibi olanları cesaret edip Peygamber'in huzuruna çıkıp savaşa gitmemek
için izin almak isterler.
Âyette geçen
ifadesi "servet sahibi, toplumun ileri gelenleri; savaşa çıkacak mal ve
güce sahip olanlar" mânasına gelmektedir. Her çağda toplumun ileri
gelenleri savaşa hatta askere gitmemek için bahane aramışlardır.
Münafıklar,
kolay askerlik yapmak, hatta hiç yapmamak için olanca güçlerini
sarfetmişlerdir. Hz. Peygamber zamanında bunları münafıklar yapıyordu.
Kendilerini toplumun diğer kesimlerinden üstün gördüklerinden, onların
savaşmasına karşılık kendilerinin oturanlarla beraber oturmalarını isterler.
Demek ki servet ve sosyal güç insanı savaşa çıkmaktan alıkoymaktadır.
3. Tevbe sûresinin 87. âyetinde bu insanların anlayış kıtlığına sahip
oldukları anlaşılmaktadır. Münafıkların servet ve güç sahibi olanları
el-havâlif denen evinde oturan, oradan ayrılmayan kadınlarla oturmaya razı
olmuşlar ve bunun için izin istemişlerdi.
Böylece
münafıkların psikolojisinde başka bir boyut da ortaya çıkmış oldu. Onların izin
isteyip kadınlarla beraber oturmaya razı olmaları kalplerinin mühürlenmesine
sebep olmuştur. Kalbin mühürlenmesi de onların anlama kabiliyetlerinin ortadan
kaldırılması demektir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Gönlünü hakikatten çeviren
kişi, zamanla hakikati anlama yeteneğini kaybedecektir. Kullanılmayan yetenek
gücünü kaybeder.
Tevbe
sûresinin 42 hatta 38. âyetinden 87. âyetine kadar anlatılan münafıkların
düşünceleri, davranışları, inanış biçimleri, isyanları, yalanları, iki
yüzlülükleri bir kar topu gibi büyüyüp çığ haline geldi ve onların gönüllerini
kaplayıp mühürlenmesine sebep oldu. Bu davranışları gönül çevrelerini kirletti:
"Hayır!
Doğrusu onların işlemekte oldukları kalplerini kirletmiştir" (Mutaffifîn
83/14) buyurulurken manevî kirlenmeye işaret edilmektedir. Âyetler insanlara
şu ilkeyi duyurmak- tadır: İnsanların düşünceleri, inanışları, niyetleri ve
ahlâkî davranışları ya kirlenmeye veya doğru iseler temizlenmeye sebep
olmaktadır.
Eğer
kirlenme meydana getiriyorsa anlayış yeteneklerini de kaybedeceklerdir.
Münafıklığın getirdiği manevî kirlenme gönle, oradan da anlama yeteneğine
sıçrayıp tahrip etmektedir. Münafığın gönlü iyi iş görmediğinden, kötü niyet
taşıdığından mühürlenmesi gerekiyor. Mühürlenince de alışveriş işlemleri
yapılamamakta, bu sebeple anlama kanalı kapanmaktadır. Verici kaynak Allah
olmasına rağmen, görüntü onların gönül ekranına düşmemektedir. Allah
münafıkların özelliklerini anlatırken aslında müminleri eğitmekte ve bu tip
insanlar tarafından kandırılmalarını önlemektedir.[84]
88.Fakat,
Peygamber ve onunla beraber bulunan müminler, mal ve canlarıyla cihad ettiler.
İşte bütün iyilik
ler onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.
89.
Allah, onlara içinde ebedî kalacakları ve içinden ırmaklar akan cennetler
hazırlamıştır. Büyük kurtuluş işte budur.
Kur'ân'in
anlatım metotlarından biri de kâfir, münafık ve müşriklerin durumunu
anlattıktan sonra müminlerin durumunun ele alınmasıdır. Tebük seferine
katılmayan münafıkların düşünce, niyet ve davranışları anlatıldıktan sonra, Hz.
Peygamber ve müminlerin davranışları ele alınmaktadır.
1. "Fakat, Peygamber ve onunla beraber bulunan müminler..."
Âyetin bu kısmında geçen lâkin kelimesi ile yukarıdan beri anlatılanlar
kesilmektedir. Dolayısıyla farklı bir konuya geçilmekte ve münafıkların
düşünce, niyet ve davranışlarının tam tersi olan müminlerin bulunduğuna dikkat
çekilmektedir.
Diğer
taraftan âyetin bu kısmında yer alan
vellezîne "o kimseler, o şeyler" mânasına gelen ism-i
mevsûldur. Bu kelimenin burada kullanılması, kıyamete kadar gelecek ve Hz.
Muhammed'in getirdiği mesaja inanacakların tamamını kapsamak içindir. Aynı
ifade tarzı Fetih sûresinin 29. âyetinin ilk bölümünde ve pek çok âyette yer
almaktadır. Bunun anlamı şudur: Âyet. sadece Hz. Peygamber dönemindeki müminleri
değil, kıyamete kadar bütün müminlerin manevî beraberliğini kastetmektedir.
2. "Mal ve canlarıyla cihad ettiler." Buradaki cihâd kelimesine
Tebük seferini dikkate alarak mânalandınrsak "gayret ettiler"
anlamını vermek daha doğrudur. Yani zor şartlar altında Tebük seferine çıkanlar
denebilir. Çünkü cihad kelimesi sadece savaşmayı değil, aynı zamanda insanın
içindeki nefis, kötü niyet gibi manevî düşmanlara karşı durmayı da ifade
etmektedir. Bir bakıma münafıkları iki yüzlülüğe sevkeden duygularla mücadeleyi
i cihadın başlangıç noktasında, mal ve canını
verebilecek kadar fedakâr oto vardır. Fedakârlık mal ve can noktasında cihad
adını almaktadır. Mümin olduğu halde mal ve canından fedakârlık yapamayan,
Allah uğrunda yapılan savaşa katılmayan kişi münafık sıfatını almaktadır.
Fedakârlık, mümin ile münafığı ayıran temel eylemlerden biri olmaktadır.
3. "İşte bütün iyilikler onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir." Bütün iyilikler Allah'a ve Peygamber'e inanıp, mal ve canı
ile Allah yolunda cihad
Allah, Peygamberi
ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevgili hiçbir şeyin olamayacağı
belirtilmişti. Münafıklar bunun tam tersini yaparak dünya menfaatini onlardan
üstün tutmaktadır (Tevbe 9/42). Böylece Allah iyiliklerin kimlere ait olduğunu
belirterek iyiliği teşvik etmektedir. Buradaki iyilikler neyi ifade etmektedir?
a) İyilik yapmak kurtuluşa, mutluluğa ve umduğuna kavuşmaktır. Bir bakıma
Allah "iyilikler" kelimesini felah yani kurtuluşa ermekle
açıklamaktadır. Bakara sûresinin beşinci âyetinde felah kelimesi açıklanmıştı.
Kurtuluşa erenler, manevî kirlerden temizlenmiş, nefsine karşı mücadelede zafere
ulaşmış ve imanını ispat ederek umduğuna kavuşmuş, dünyada ve âhirette
mutluluğu elde edecek seviyeyi yakalamıştır, b) Allah onlara içinden ırmakla akan cennetler hazırlamıştır. Orada
ebedî olarak kalacaklardır. Allah'ın hazırladığı cennetleri elde etmek, o ödüle
hak kazanacak kadar iyi davranışlar üretmek, elbette büyük bir kurtuluş
olacaktır.
Tevbe
sûresinin 88-89. âyetleri, aynı sûrenin 71-72. âyetlerinin devamı
mahiyetindedir. Orada münafıklar anlatılırken, konuya ara verilip müminler
açıklandı; burada da münafıklar anlatılırken ara verilip tekrar müminler
anlatılmaya başlandı. Tevbe sûresinin 71. âyetinde iyiyi emretmek kötüden
sakındırmak, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Allah ve Peygamberi'ne
itaat etmek ele alınırken 88. âyette de, burada anılmayan mal ve canı ile Allah
yolunda cihad etmek gündeme getirilmektedir. 71. âyette Allah'ın merhameti
ödül olarak sunulurken, 88. â-yette iyilikler ve mutluluk ödül olarak tesbit
edilmektedir. 72. âyette cennetler ödül olarak verilirken 89. âyette de aynı
ödül tekrar edilmektedir. Her iki âyet de büyük kurtuluştan bahsetmektedir.
Bu
dört âyet, mal ve canını ortaya koyarak Allah yolunda savaşan müminlerin
amellerinin ne olacağını, yani onların fedakârlıklarının boşa çıkmayacağını
anlatmakta, "Yaptıklarımızın neticesi ne olacaktır?" diye ortaya
çıkan endişeyi bertaraf etmektedir. Kötü ve iyi amellerin sonuçlarının dünyada
ve âhirette görüleceği açıklanmakta, dolayısıyla kötüden caydırma, iyiyi de
teşvik etmek hedeflenmektedir. Müminlerin bu şekil
de
davranmaları, hakkın hâkimiyetini getirecek ve böylece insanlar adaletsizlikten
ve şirkin zulmünden kurtulacaklardır.[85]
90.
Bedevilerden kendilerine izin verilmesi için özür beyan edenler geldi. Allah'a
ve Peygamberi'ne yalan söyleyenler ise özür bile beyan etmeden geri kalıp oturdular.
Onlardan inkâr edenlere can yakıcı azap gelecektir.
1. "Bedevilerden kendilerine izin verilmesi için özür beyan edenler
geldi." Âyetin bu kısmında geçen oij*Siı el-a'râb kelimesi "göçebe
veya yarı göçebe olan halk grupları"nı ifade etmekte ve "bedevî"
mânasına gelmekte, ayrıca yerleşik kültürü olmayan, medeniyetten yoksun, cahil,
savaşçı gruplar, ya da kabileler demektir.
Bu
bundan sonraki âyetlerde Arap yarımadasının her tarafa yayılmış olan bu
grupların psikolojik yapılarının, davranışlarının, insan ilişkilerinin
açıklanması manidardır. Çünkü İslâm'ın Arap yarımadasına yayılabilmesi için
bedevilerle kalıcı antlaşmanın yapılması, ve onların İslâm'a kazandırması
gerekiyordu. Bedevileri iyi tanımak, onların hayat tarzını iyi bilmek ve onları
korkutmadan İslâm'ın etrafında toplamak lâzımdı. Bedevîlik sadece o dönemin
göçebe insanlarından ibaret olmamalıdır. Kur'ân'da anlatılan bedevî kimliğinde
her çağda insan olacaktır. Bedevî deyince o çağın yarımadasında yaşayan bu
insanlar değil, onların davranışını sergileyen bütün çağların insanları
kastedilmektedir. Bedevileri olgunlaşmamış insanlar olarak kabul edersek,
onları işleyip olgunlaştırmanın İslâm'a büyük bir destek olacağı da bir
gerçektir. Diğer taraftan bedevî kavramını "cahil" anlamına alırsak,
cahil insanın zararından kurtulmanın yollarını öğretmek için Kur'ân onlara yer
vermektedir.
Âyetin
bu kısmında üjjJUiı el-mu'azzırûn kavramı yer almaktadır. "Özrü olmadığı
halde özür uyduran kimseler"e bu sıfat verilmektedir. Çünkü gerçek özrü
olana jjjuiı el-mâ'zur denmektedir[86].
Bazı âlimler ylı el-mu'azzir kelimesine, "özür dilemek için gayret
sarfedenler" mânasını vermektedirler. Tebük seferine çıkarken bedevîlerden
bazı gruplar sefere katılırken, bazıları da babalarının ve köylerinin
savunmasız kalacağından, müslüman olmayan bedeviler tarafından saldırıya
uğrama ihtimalini öne sürerek izin almak istediler.
Öyle
anlaşılıyor ki Araplar savaş yapmasını biliyorlardı ama cihad yapmasını
bilmiyorlardı. Maddî menfaat uğruna savaştıkları halde, manevî değerler uğruna
savaşmanın ne olduğunun cahili idiler. Hz. Peygamber'le savaşa çıkmak neyi
ifade ediyor? Şehid olmak ne demektir? Mal ve canı ile savaşmanın manevî ve
dünyevî ödülü nedir? Bu soruların cevabını bilemediklerinden, savaşa çıkmamak
için izin almaktan çekinmiyorlardı.
2. "Allah ve Peygamber'e
yalan söyleyenler ise özür
bile beyan etmeden
geri durdular." Bunlar yukarıdaki bedevî grubun aynısı mıdır
yoksa başka bir grup mudur? Ayrı olduklarını söyleyen âlimler vardır. Râzî'nin
naklettiğine göre Vahidî ve Ebû Amr bu görüşü ileri sürmüşlerdir.Demek ki bir
özür beyan ederek
izin almak isteyen bir grup, bir de özür beyan etmeden yalan söyleyerek oturan
başka bir grup vardı.
3.
"Onlardan inkâr edenlere can yakıcı azap gelecektir." Âyetin
bu kısmı, ikinci kısmındaki "yalanla
maca mâna vermektedir. Yalanlamak "inkâr etmek" demektir. Âyetin bu
kısmında inkâr edenler dendiğine göre ikinci bölümdeki yalanlayan- lar
kastedilmektedir. Allah'ı ve Peygamberi'ni yalanlamak onları inkâr etmek
anlamına gelmektedir. Böylece Allah, yeniden bir savaş kültürünün temellerini
atarken, savaştan mazeretsiz kaçmanın çok kötü bir eylem olduğunu ilân
etmektedir.[87]
91.
Allah ve Resulü için insanlara öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara
ve harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin
aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.
92.
Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: "Sizi bindirecek bir
binek bulamıyorum" deyince,
harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek
dönen kimselere de sorumluluk
yoktur.
93.
Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde sendenizin isteyenleredir. Çünkü onlar
geri kalan kadınlarla
beraber olmaya razı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık
onlar neyin doğru olduğunu bilemezler.
1. "Allah ve Resulü için insanlara öğüt verdikleri takdirde,
zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira
iyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir." Sahte mazeret beyan edip izin almaya çalışanlarla, gerçek
mazereti olanlar ayırt edilmektedir. Bir önceki âyette sahte olanı
anlatıldıktan sonra, bu âyetlerde de imkânsızlıklardan üzüntü duyan insanların
durumu anlatılmaktadır. Tebük seferine katılamayan ama mazur görülenlerin
özellikleri şunlardır:
a) ed-Du'afâ (zayıflar): Sıhhatli olmalarına rağmen yaratılış gereği narin
ve savaşamayacak olanlardır. Bunlara bir sorumluluk yüklerken Bakara sûresinin
286. âyetini uygulamak gerekiyor: "Allah her şahsı ancak gücünün yettiği
kadar sorumlu tutar. "
b) el-Merdâ (hastalar): Körler, kötürümler, müzmin hastalar, topallar,
savaştaki aktif faaliyete katılmasına engel olan herhangi bir hastalık bu
kavramın kapsamına girmektedir: "Gözleri görmeyene günah yoktur, topala
günah
yoktur, hastaya günah yoktur" (Fetih 48/17).
c) "Harcayacak bir şey bulamayanlar! " ilk iki özellik biyolojik
olduğu halde, üçüncüsü mal yönünden yetersizliği ifade etmektedir. Bunun anlamı
şudur: O dönemde savaş teçhizatını kişiler kendileri temin ediyorlardı. Savaşta
kullanılacak silâhların genel anlamda teçhizatını devlet temin edemiyordu,
çünkü henüz bunu temin edecek bir hazine oluşmamıştı. Savaşmak için gerekli
binek, yiyecek ve silâh gibi ana ihtiyaçları kişiler kendileri karşılıyordu. Bu
eyleme âyette infak denmektedir.
Günümüzde
savaşta gerekli teçhizatı devlet temin ettiği için böyle bir mazeret
gösterilemez. Ama devletin çaresiz kaldığı durumlarda yine kişiler ihtiyacı
giderecek harcamaları yapacaklardır. Tevbe sûresinin 60. âyetinde geçen
"Allah yolunda zekât verilir"den kastın biri de budur.
Bu
özelliklere sahip olanlar, Allah ve Peygamberi'ne karşı samimi olmaları şartı
ile sorumlu tutulmayacaklardır. Âyetin bu kısmında geçen izâ nesahû terimi
"samimi olmak şartı ile" şeklinde tercüme edilebilir.
Çünkü
en-nush kelimesi her türlü aldatmadan uzak ve arınmış iş demektir. Tahrîm
sûresinin sekizinci âyetinde geçen "nasûh tövbesi" kavramındaki
nasuh da aynı mânaya gelmektedir. Hz. Peygamber hadisinde bu kelimeyi
kullanmakta ve mânasını da vermektedir: Hz. Peygamber üç kere "din
nasihattir" diye buyurmuş ve sahabe 'kime diye' sorduğunda Hz. Peygamber,
Allah'a, kitabına, peygamberine, müslümanlann yöneticilerine ve müslümanların
hepsine demiştir[88].
Böylece
kelimeye "aldatmadan arınmış samimiyet" anlamı verilmiştir. Kötü
niyetlerden arınmış, hatadan uzak düşünce şekli de aynı kelime ile
karşılanmıştır. Nush, samimi olarak verilen öğüt anlamına da gelmektedir.
Allah'a
karşı samimi olmak şu anlama gelmektedir: İmanında samimi ve bilinçli olmak,
emrettiği şeyleri gücü yettiği nisbette yerine getirmek, ve bunları isteyerek
ve severek yapmaktır. Peygambere karşı samimi olmak, onu gönülden tasdik etmek,
emirlerini yerine getirip itaat etmek, ona dost olanları dost, düşman olanları
düşman edinmek ve onun ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Yorumunu yapmakta olduğumuz
âyetin bu kısmında geçen "haraç" kelimesi Nisa sûresinin 65. âyetinde
açıklanmıştır. Burada sorumluluk ve günah anlamına gelmektedir. Zayıf, hasta
ve fakir olanların savaşa çıkmamalarında kendi üzerine düşen bir sorumluluk
yoktur.
Ayetin
devamında: "Muhsinlerin aleyhinde bir yol yoktur" ifadesine yer
verilmektedir. Muhsin kelimesine Allah burada yeni bir tanım kazandırmaktadır.
İçtenlikle davranmak, iyilik yaparken ihlâslı olmak anlamına gelmektedir. Allah
bunlara af ve merhamet sıfatları ile muamele edeceğini âyetin sonunda işaret
etmektedir.
2. "Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde, 'Sizi
bindirecek bir binek bulamıyorum' deyince, harcayacak bir şey
bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de
(sorumluluk yoktur)".
Bu
âyet 91. âyetin devamı durumundadır. Savaşa çıkma arzusunda oldukları halde
bineklerinin ve harcayacak bir şeylerinin olmaması sebebiyle üzülen ve bu
üzüntüyü ağlamaya kadar götüren sahâbîleri anlatmaktadır. Bunların
Mukarrinoğullarından Ma'kıl, Süveyd ve Nu'mân olduğu söylenmektedir. Bunlar Hz.
Peygamber'e gelip çarık nalinlerle kendilerini savaşa göndermesi isteğinde
bulununca Hz. Peygamber, "Size binek bulamıyorum" demiş ve onlar
ağlayarak dönmüşlerdi. Hasan-ı Basrî'ye göre bu âyet Ebû Musa el-Eş'arî ve
arkadaşları hakkında inmiştir. Onlarda savaşa gönderilmeleri için Hz.
Peygamber'e başvurmuşlardır. Hz. Peygamber, "Vallahi ben sizi sevkedemem
ve sizi bindirecek bir şey de bulamıyorum" dedi[89].
Âyette
savaşa yalandan mazeretler uydurarak katılmak istemeyenlerle, samimi olarak
katılmak isteyenlerin mukayesesi yapılmaktadır. Diğer taraftan hangi şartlar
altında kalanların mazeretinin kabul edileceği de açıklanmaktadır.
3. Sorumlu kimdir? Allah bu sorunun cevabını 93. âyette vermektedir:
"Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenlerdedir.
Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular. Allah da onların
kalplerini mühürledi, artık onlar bilmezler."
Durumu
ekonomik açıdan müsait olup, savaşa gitmek istemeyenler sorumludurlar. Ekonomik
imkâna sahip oldukları halde savaşa çıkmamak için bahane uyduranların ceza olarak
kalpleri mühürlenmiştir. Se-bep-sonuç ilişkisine göre onların yalan söyleyerek
izin istemeleri sebep, kalplerinin mühürlenmesi de sonuçtur. Demek ki
münafıkların kalplerinin mühürlenmesi kendi kötü amellerinin önlerine
konmasıdır.
İki
yüzlü kişinin kalbi meşru olmayan işle uğraştığı için mühür-lenmektedir.
Mühürlenen kalbe sahip olan insan, ya da münafık Tevbe sûresinin 87. âyetine
göre anlamaz, yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 93. âyetine göre de
bilmez hale gelir.
Münafıklar,
neyi anlamıyorlar ve neyi bilmiyorlar? Yaptıklarını ne anlarlar ne de bilirler.
Böylece Allah, yalanın ve ikili oynamanın olduğu yerde anlayış ve bilmenin
olamayacağını; anlayış ve bilginin olduğu yerde de münafıklığın olamayacağını
vurgulamaktadır.
Demek
ki Allah, anlama ile bilmeyi tutarlı şahsiyetin temeline koymuştur. Tevbe
sûresinin 87 ve 93. âyetleri, eylemlerin dıştan içe intikal eden bir süreci
başlattığı konusunda bilgilendirmektedir.[90]
94.
(Seferden) onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: Özür
dilemeyiniz! Size asla inanmayız; çünkü Allah, haberlerinizi bize
bildirmiştir. A-mellerinizi Allah da görecektir, Peygamberi de. Sonra görüleni
ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber
verecektir.
Bu
âyette münafıkların davranışları ve bu davranışların ortaya çıkardığı
özelliklerden bazıları sıralanmaktadır.
1. Münafığa inanılmaz. Allah münafıklarla ilgili haberleri Hz. Peygamber'e
bildirmiş ve bu sebeple onların özrünü kabul etmeyeceğini hükme bağlamıştır.
Âyette, Tebük seferinden dönen müslümanlardan
özür dileyecekleri, ama münafıkların özrü yalan olduğu için, onlara inanılmasının
doğru olmayacağı anlatılmaktadır. Ayetin bu kısmında, "iman"
kelimesinin insan için kullanıldığına şahit oluyoruz. Demek ki
beşerî ilişkilerde iman "güven" anlamına gelmektedir.
2. Daha önce münafıkların amellerini Allah biliyor ve Hz. Peygamber'e
bildiriyordu. Şimdi de Peygamber onların amellerini gözleyecektir.
"Amellerimizi Allah da görecektir, Peygamberi de" ifadesinden,
onların özür dilemesinin ardından doğru söyeyip söylemediklerinin gözleme tâbi
tutulacağı, özürleri ile sonraki amelle
rinde tutarlılık olup olmadığı, bu şekilde tesbit edilecektir. Konuyu biraz
daha ileriye taşırsak, hâlâ onlarda iyiden yana bir değişimin olması beklentisi
olduğu anlaşılacaktır.
3. "Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz, yapmakta
olduklarınızı size haber verecektir." Münafıklar mahşerde, özel anlamda
görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceklerdir. Bu dünyada gönlü asla
Allah'a dönmeyen münafıkların kendileri mahşerde Allah'a döndürülecektir. Bunun
sebebi yapmakta olduklarının onlara bildirilmesidir. Neden bu âyette gaybı ve
görüleni bilen Allah gündeme getirilmektedir? Eğer münafıklar dünyada Allah'ın
bu sıfatını bilselerdi, iki yüzlü davranmaya imkân bulamaz ve kendilerine
çekidüzen verirlerdi. Allah'ın bu sıfatı âhirette onlar için tezahür edecektir.
Âyette geçen el-ğayb kavramı "yaratılmışların idrakini aşan şey",
gayb âlemi, "yaratılmışların idrakini aşan âlem" mânasına
gelmektedir. Bu âlemi yaratılan varlıklar idrak edemez ama bu âleme iman
ederler.
Şehadet
âlemi de idrak edilen, görülen ve anlaşılan âlemdir. Böylece Allah bu iki
âlemi gündeme getirerek, onları bildiğini insanlara anlatarak, kâinat ve gayb
alemiyle olan ilişkisini öğretmektedir. Böylece ahlâkın temellerine "Allah
her şeyi bilir" ilkesini koymaktadır.
Dünyada
ne yaptığını bilmeyen münafıklara Allah âhirette, dünyada ne yaptıklarını
haber verecek, yani onların anlamasını temin edecektir. Münafıklar, her şeyin
bittiği bir âlemde gerçeği anlayacaklardır.
Netice
olarak diyebiliriz ki Allah Kur'ân vasıtasıyla insanlara özür dilemeyi
öğretmektedir. Ayrıca âyette istiğfar edileceği ve beşerden özür dileneceği de
öğretilmektedir. Özür dilemek genel mânada ahlâkî alanın önemli bir erdemidir.
Hatasını anlayıp itiraf etmek karşısındaki insandan af dilemek bir erdemdir.[91]
95.Yanlarına
vardığınız zaman, kendilerinden yüz çevirirsiniz diye Allah'a yemin
edeceklerdir. Siz de onlarla yüzleşmeyiniz- Çünkü onlar murdardır. Kazandıklarının
karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir.
1. Hz.Peygamber Tebük seferinden döndükten sonra, kendisiyle beraber
sefere çıkmayanlara karşı kınama gibi herhangi bir tavır takınmaya karar
vermemesine rağmen, münafıklar kendi içlerinde böyle bir
tavır bekliyorlardı. Suçluluk duygularını yemin ederek kapatacaklarını Allah
haber vermektedir. Münafıklar yeminlerini, müslümanların özellikle Hz.
Peygamber'in onlardan yüz çevirmeleri için yapacaklardı. Âyet
onların yemin yapma sebebini de açıklamaktadır.
2. Siz de onlarla yüzleşmeyiniz yani. "Siz de onlardan yüz
çeviriniz." Bundan kasıt, Allah onlara tepki göstererek, yüz çevirme
şeklinde tavır takınılmasını istemektedir. Tebük seferine katılmama şeklinde
nifaklarını eyleme döken münafıklardan yüz çevirmek karşıt eylem olmaktadır.
Yüz çevirmek bir çeşit ceza olmaktadır. Burada sorulması gereken soru şudur:
Onlardan uzaklaşıp yüz çevirmenin sebebi ne olabilir? Âyetin devamı bu soruyu
cevaplandırmaktadır.
3. Çünkü onlar murdardır er-rics kelimesinin açıklaması A'râf sûresinin
71. âyetinde yapılmıştı. Buradaki anlamı "pislik, tiksintiveren
şey"dir. Onların ikili oynayarak Tebük seferine katılmama şeklindeki
eylemleri pisliktir ve pislik üretmektedir. Pis olan eylemleri, aslında
içlerindeki manevî pisliğin dışa vurmasıdır. Pis insandan kaçılır, çünkü etrafa
pis koku yaymaktadır. Münafıkların manevî pislikleri bulaşıcıdır. Bulaşıcı
hastalığa yakalanan kişilerden korunmak gerekir. Münafıkların pislik olan
eylemlerinin müminlere bulaşma ihtimali büyük olduğundan, Allah, onlara
yaklaşılmasını yasaklamıştır. Tevbe sûresinin 28. âyetinde müşriklerin necis,
95. âyette de münafıkların rics (murdar) olduğu ilân edilmektedir. Demek ki
müşriklerle münafıklar, düşünce, niyet ve eylem bakımından pislik içindedirler.
Böylece pislik, maddî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
4."Kazandıklarının karşılığı olarak varacakları
yer cehennemdir." Âyetin
son kelimesi yeksibûndur. Bu fiilin faili münafıklardır.
Yapageldiklerinin karşılığı olarak onlar
cehennemle cezalandırılacaklardır.
Bu kelimeden öyle anlıyoruz ki, Allah insanların münafık
olmalarını istemez, kötü fiillerinin kaynağında kendi iradeleri vardır. Onların
kötü eylemlerinin arkasında ilahî irade
olsaydı, ceza almaları imkânsız olacak ve bu bir zulüm niteli-ği taşıyacaktı.
Pisliği, murdarlığı ancak ateş ortadan kaldırabilir. Bu sebeple Allah onları
cehenneme gönderecektir.
Âyetin
genelinden hareket ederek şöyle bir neticeye varabiliriz: Yalan yere yemin
etmek münafıkların ayrılmayan özellikleridir. Yalan yere yemin etmek, insanın
manevî âlemini kirletmektedir. Münafıkların yalan yere yeminleri müminleri
aldatmaya yönelik olduğu için, bulaşıcı bir hastalık gibi başkalarına bulaşacak
niteliktedir. Bu pis insanlardan sakınmak gerekiyor. Ahlâkî ve manevî bakımdan
müminleri bunların pisliğinden korumak için Allah, onlardan yüz çevirmeyi
emretmektedir.
Bundan
anlıyoruz ki din eğitimi, müminleri münafıklıktan korumayı amaç ve görev
bilmelidir. İki yüzlülüğe dayanan münafıklık ahlâkının çevreye bıraktığı
kirler bir taraftan temizlenirken, diğer taraftan ondan korunmak gerekiyor.
Toplumlarda iki yüzlülük arttıkça, manevî kirlenme artmakta ve giderek manevî
yapının çökmesine sebep olmaktadır. İki yüzlülük, toplumda insanların
birbirlerine güvensizliğine sebep olmaktadır. İki yüzlü insanlar toplumda öne
çıktıkça, itibar gördükçe, münafıklığın doğurduğu kirlilik geometrik davranışın
ve ahlâkın alanını daraltacaktır.[92]
96.
Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı
olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz.
1. 96. âyetin başındaki "yemin ederler" fiilinin öznesi 94 ve
95. âyetler gibi 93. âyette geçen "zengin oldukları halde senden izin
isteyenlerdir. Âyet, savaşa, ya da Tebük seferine katılmayan münafıkları kapsamına
almaktadır. Savaşa çıkmak istemeyen ve mazeretler uydurup Hz. Peygamber'i ve
müminleri aldatmaya çalışan münafıklar 96. Âyetteki fiilin öznesi olmaktadır.
Tercümesindeki "onlar" zamiri ile münafıklar kastedilmektedir.
Münafıklar
müminleri razı etmek için yemine başvurmuşlardır. Hz. Peygamber döneminde
yaşayan münafıkların davranışlarının anlatılmasının sebebi, her çağdaki
münafıkların aynı şekilde davranabileceğine işaret etmek içindir. Münafıklar,
yaptıkları yanlış hareketten dolayı özür dilemek (âyet: 94), yemin edip
karşıdakileri razı etmek isterler ki kendilerine ceza verilmesin (âyet: 95-96).
Münafıkların bu davranışı hukuku yanıltmayı ve kendilerinin farklı muamele
görmelerini amaçlamaktadır. Güçlü oldukları dönemde bu şekilde yemin etmeye,
özür dilemeye asla teşebbüs etmezler, ama zayıf olduklarını hissettiklerinde
özür dilemeyi ve yemin etmeyi en etkili silâh olarak kullanırlar.
2. "Siz onlardan razı olursanız." Allah, müminlerin onlardan
hoşnut olmasını istemediğini bu şekilde ifade etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki
müminlerin münafıklardan razı olma ihtimali vardır. Allah, müminlerin
münafıkların yeminlerine aldanmamalarını temin etmek için âyette bu ifadeye yer
vermiştir. Bir önceki âyette, onlardan yüz çevirmelerini emrettiği halde,
burada onlardan razı olmayınız şeklinde bir emir vermemiştir. "Onlardan
hoşnut olursanız" buyurmakla tavrını ortaya koymaktadır.
3. "Allah fâşıklar topluluğundan asla razı olmaz." Siz hoşnut
olursanız, ben olmam diyerek müminlerin de hoşnut olmamasını istemektedir.
Tevbe sûresinin 67. âyetinde olduğu gibi münafıkların fâsık olduğu beyan
edilmektedir. Âyetin genelini dikkate aldığımızda Allah kendi rızasının
dışında kalacak olanları açıklayarak, kimlerden razı olacağını anlatmaktadır.
Kur'ân, Allah'ın rızasına ulaşacak olan amelleri ve onlara sahip olan kişileri
gündeme getirerek iyi davranışlara teşvik etmektedir.
Diğer
taraftan âyet, müminlere Allah'ın yaptığına ters düşmemelerini de
öğütlemektedir. "Siz onlardan razı olsanız bile Allah onlardan razı
olmayacaktır" buyurarak nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini onlara
öğretmektedir. Allah'ın razı olacağı insanlarla beraber olmak, O'nun razı
olmayacaklarını dost edinmemek bağımsız şahsiyete sahip olmanın ifadesidir.
Grupların da bir kimliği bir şahsiyeti vardır. Dostunu düşmanını bilmeyen
gruplar, bağımsız şahsiyete sahip olamazlar. Gruplar birbirine düşman
olmayacaklar ama, kimleri dost edineceklerinin bilincinde olmalıdırlar. Aynı
toplumda yaşamanın verdiği sosyal, hukukî ve kader birliktelikleri ile can
dostu şeklindeki beraberliklerin farklı olduğu bilgisini öğretmenin önemini
vurgulamaktadır.[93]
97.Bedeviler
inkâr ve iki yüzlülükte daha ileridirler. Allah 'in, Elçisine indirdiğinin
sınırlarını bilmemek du
rumlarına daha uygundur. Allah alimdir, hakimdir.
98.
Bedevilerden verdiğini angarya sayanlar ve başınıza belâlar dolanmasını
gözetenler vardır. Kötü belâlar
onların başına dolansın. Allah işitir, bilir.
99.Bedevilerden,
Allah'a ve âhiret gününe inanan, verdiğini Allah katında yakınlıklar ve Elçinin
dualarını
elde etmeye sebep sayanlar da vardır. Biliniz ki, o verdikleri, onlar için
Allah 'a yakın olmanın sebebidir. Allah onları rahmetinin içine alacaktır.
Doğrusu, Allah bağışlar, acır.
1. "Bedeviler inkâr ve iki yüzlülükte daha ileridirler. Allah'ın,
Elçisine indirdiğinin sınırlarını bilmemek durumlarına daha uygundur. Allah
alimdir, hakimdir." Râzînin yaptığı açıklamanın özetini verecek olursak,
Arap yarımadasının şehir ve beldelerinde yaşayan yerleşik topluluklarına Arap,
çölde göçebe halinde yaşayanlarına da a'râbî denmektedir. Yerleşik hayat
kuramayan cahil, sert mizaçlı insanlara bedevî (a'râbî) denmektedir. Allah
bedevilerin münafık olanlarını ele almakta ve böylece yerleşik hayat yaşayan
münafıklarla bedevî hayatı yaşayanların arasında da inkâr, iki yüzlülük ve
Allah'ın koyduğu sınırları tecavüz etme bakımından farkların olduğunu
açıklamaktadır.
a) "Bedeviler inkâr ve iki yüzlülükte daha ileridirler. "
Bedevilerin münafıkları, yerleşik ve bir kültüre sahip olan münafıklardan daha
şiddetlidir. Bu açıklama ile Allah, manevî hayatta kültür farkının etkinliğine
dikkat çekmektedir. Cahilin inkârı da iki yüzlülüğü de cahil olmayandan daha
ileri düzeyde olduğu açıklanırken, müminlerin kime nasıl tavır takınacağı,
nasıl ilişki kuracağı öğretilmektedir. Kültür ve yerleşik hayata sahip olmak
inkâr ve nifakı azaltmaktadır. Günümüzde cahil insanların aynı özellikleri
taşıdığını görüyoruz. Nerede bir kötülük varsa, orada bilgisizliğin olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Bilgisizlik kötülükleri üreten bir bataklık gibidir.
b) "Allah'ın Elçisine indirdiğinin sınırlarını bilmemek, durumlarına
daha uygundur. Allah alimdir, hakimdir." Bedeviler kurala, kanuna ve
öğretilere dayalı bir hayat yaşamadıklarından Allah'ın Elçisine indirdiği
sınırları anlayamadıklarından onları çiğnemekten çekinmezler. Âyette Allah
"bilmemek" terimine yer vermekle onların cahil olduğunu ifade
etmektedir.
Kur'ân
insanlığı bedevîlikten, yani cehaletten, sert mizaçtan, anlayışsızlıktan
kurtarmak ve medenî hayatı yaşatmak amacını gütmektedir. Bu amacını el-hudûd
kelimesi ile ortaya koymaktadır. Bu kelime i-ı^haddede kalıbından alındığında
"bilemek" anlamına gelmekte, bilemeyi insanla alâkalandırdığımızda
ise insanın ' kabalıklarını inceltmek, yontmak mânasını ifade ettiğini
söyleyebilmekteyiz.
Bu
kelime, aynı kalıptan alındığında "sınır koymak" anlamına da
gelmektedir. Bu anlamıyla söz konusu âyette insanı eğitmek için ona kendi
faaliyet sınırlanın öğretmek, kendi özgürlüğünün sınırlarının, başkasının
özgürlüğünün sınırlarının başladığı yerde bittiğini bildirmek anlamının olduğu
görülür. Allah bizim davranışlarımızı belirleyen bazı sınırlar koymuştur. Bu
sınırlar içinde kalarak davranmak, onları aşmamak medenî olmanın
gereklerindendir. Sınırlar konurken, a-ı»- haddede kelimesinin anlamı olan
"tarif etmek, şeklini çizmek" de gerçekleşmektedir. Demek ki
Allah'ın hududu, insan hayatına, şahsiyetine ve davranışlarına şekil
vermektedir.
Bu
kelimenin diğer bir anlamı da "karşı koymak ve itiraz" etmektir.
İnsan kendi nefsinden gelen kötü emirlere, dayatmalara karşı koyup itiraz
edebilmelidir. Kendi içinden, şeytandan ve çevresinden gelen kötü his ve
şartlandırmalara karşı itiraz edip karşı koymayı öğretmekte olduğu için
"hudud" ismini almıştır.
Bu
kelimenin oi-ı el-hadd kalıbı "kenar, daire" mânalarına gelmektedir.
İnsan haklarını, özgürlüklerini bildiren Allah, onların çiğnenmesinin son
noktasını vererek bu noktalan birleştirip bir daire meydana getirmektedir. Bu
daire, insanı disipline eden kural ve kanunların belirlediği sınırlar
olmaktadır. Hadîd kalıbı da "demir" anlamına gelmektedir. Demirin
gördüğü işi manen Allah'ın kanunları görmektedir. İnsan şahsiyetini ve toplumu
demir gibi sağlamlaştıran kanun,
kural ve talimatlardır. Bunlara göre hareket eden insanlar dır. Bunlara göre hareket eden
insanlar topluluğu demir gibi sağlam hayata sahip olduklarından medenî olmaya,
bedevîlikten kurtulmaya daha lâyıktırlar.
Bu
kelime, Kaf sûresinin 22. âyetinde görmekle ilgili olarak "keskin"
mânasına gelmektedir. Buradan Allah'ın sınırlarının insana keskin görmeyi
öğretmekte olduğu neticesine ulaşabiliriz. Kültürlü, medenî ve bilgili
insanların görüşü keskin olur. Görüşü keskin olmayanlar, sınır göremez,
tanıyamaz bilemezler ve bu sebeple de onu kolaylıkla çiğnerler. A'râbî denen
bedevîler, sınır, kanun, talimat bilmeyen insanlardır. Bu kelime sadece çölde
yaşayan Araplar için değil bu nitelikte olan bütün insanlar için
kullanılmaktadır. Allah bedevilerin bu özelliklerini alîm ve hakîm sıfatlarıyla
açıklamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber ve müminler onların bu durumunu bilip,
anlayıp değerlendirme durumunda değillerdir.
97.
âyetin içeriğinden ulaşacağımız başka bir netice de şudur: Allah, Peygamberine
indirdiği sınırlardan, hükümlerden ve emirlerden bahsetmektedir, Hz.
Peygamber'in koyduğu sınırlardan değil. Allah'ın hudutları ve hükümleri vardır,
Hz. Peygamber'in veya peygamberlerin değil.
Peygamberler,
Allah'ın hudutlarını tebliğ ederler ve öğretirler. Tapuyu devlet verir, fertler
veremez. Dini ve dinin getirdiğini ilâhî hudutları Allah koyar ve tesbit eder,
peygamberler koyamaz. Onun içindir ki âyette "Allah'ın, Elçisine
indirdiğinin sınırları" buyurulmaktadır. Allah'ın Peygamberi'ne indirdiği
sınırlara Peygamber de uyacak, onları asla aşmayacaktır.
c) "Bedevilerden verdiğini angarya sayanlar vardır." Ayette
infâk kelimesi geçmektedir. Bedevîler karşılıksız olarak kamu yararına, ya da
fakirler için yardımda bulunurlar, yani infak ederler. Münafık olduklarından,
infaklarına kayıp gözü ile bakar ve onu angarya olarak görürler.
Âyetin
bu kısmındaki el-mağram kelimesi daha önce Tevbe sûresinin 60. âyetinde
el-ğârim olarak geçmişti. Oradaki mânası borçlu idi. Bu âyette de "zorla
ödenmiş bir borç" anlamını ifade etmek- tedir. Furkan sûresinin 65.
âyetine bakacak olursak el-ğarâm kelimesi, azabın sıfatı olmakta ve
"helak" anlamını taşımaktadır. Azabın sıfatı ile borç arasında benzer
bir anlam vardır. Borç ödenmesi gereken ve insanın yakasını bırakmadığı için;
helak edici azap da insanın yakasını bırakmayan bir nitelik taşımaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de, "yakayı silkiten" bir ödeme
mânasına gelmektedir.
Allah münafık
bedevilerin bu özelliklerini anlatırken, müslümanları eğitmek amacını
gütmektedir. Müslüman kamu yararına yaptığı infakları, zarar, ziyan ve angarya
bir harcama olarak göremez ve görmemelidir. Bu tavırda olan müslüman,
kendisinde münafıklık işareti olduğunu anlaması için bu âyet gönderilmiştir.
Münafıkların özelliklerini bilmeyen müslümanlar. kendileri gözlem yaparak bunu
anlayamazlar. Kendini gözleyip anlamayan da kendi kendini eğitemez. İnfakını
bir ziyan olarak gören münafığın durumunu bilen müslüman, bu özelliğin
kendisinde olup olmadığına bakar ve görür.
d) Ve başınıza belâlar dolanmasını gözetenler vardır." Âyetin bo
kısmında geçen et-terabbus kelimesi rabesadan türemiştir "Başa gelecek
iyiliği ve kötülüğü beklemek, bir adam beklemek" mânasına gelmektedir.
Kurtubî bu kelimenin et-terabbus kalıbının "teenni, geri kalmak"
mânasına geldiğini de söylemektedir[94].
ed-Devâir kelimesi de "musibetler" anlamına gelmektedir. Nimetten
belâya dönüşen durum bu kelime ile ifade edilmektedir.
Münafık
bedeviler, müminlerin darlık ve sıkıntıya düşmelerini ister ve beklerler. Bu
durum onların bir özelliğini teşkil etmektedir. Başkasının başına belâ
gelmesini isteyen, geldiğinde sevinen insanlar, kendilerinin münafık olduğunu
bilmelidirler. Başkasının, komşusunun, arkadaşının başına bir belâ gelmesini
bekleyen, geldiğinde sevinen insanların içi çok kirli demektir. Bu tarz
beklenti ve istek içinde olmanın bedevîlik özelliğini taşımak anlamına
geldiğini söyleyerek Allah müminlerin duygu âlemini temizleme amacını
gütmektedir.
O
dönemde bu durum inanç grupları arasında cereyan ederken, günümüzde milletler
arasında aynı duygunun siyasî ilişkilere etki ettiğini görüyoruz. Artık
toplumlar, öteki toplumların yıkılmasını, helak olması- nı, belâlara
boğulmasını ister ve bekler hale gelmişlerdir. Bu münafıklık hali ile medenî
olma hakkı kaybedilmekte ve toplumlararası ilişkiler kirletilmektedir.
e) "Belâlar onların başına dolansın. Allah işitir, bilir. "
Allah, onların darlığa ve sıkıntıya düşeceğini alîm sıfatı ile tesbit
etmektedir. Aslında burada bir beddua etme ifadesi vardır. Onların beklediği
belâların, kendilerine dönüp gelmesini Allah takdir etmektedir. Demek ki
kötülük adına başkasına olan beklenti senin de başına gelecektir.
Allah,
müslümanın bu duygulardan arınmasını, kendi basma belâ getirmemesini istemekte
ve bunun eğitimini vermektedir. Bu âyet, mümine, "başkasına karşı ne
beklentin varsa başına gelecektir" bilincini vermekte ve iyilik beklentisi
içinde olmasını öğütlemektedir. Allah se-mî' ve alîm sıfatlarını âyetin sonuna
bu sebeple koymuştur.
Netice
olarak diyebiliriz ki farklı inanca sahip olarak grupların birbirine bakışını
ve beklentisini anlatarak caydırma metodunu kullanmıştır. Başkasının başına
belâların gelmesini bekleyenler, aslında kendi başlarına belâ gelmesine sebep
olduklarını bilmelidirler.
2. "Bedevilerden, Allah 'a ve âhirei gününe iman ettiğini, Allah
katında yakınlıklar ve Elçi'nin dualarını elde etmeye sebep sayanlar vardır.
Biliniz ki, o verdikleri, onlar için Allah'a yakın olmanın sebebidir. Allah
onları rahmetinin içine alacaktır. Doğrusu Allah affedici ve merhamet
sahibidir. " Arabistan'ın o dönemde kırsal kesiminde yaşayan bedevilerin
hepsinin münafık veya kâfir olmadığını, onların içinden iman edenlerin olduğunu
ve ibadet edenlerin bulunduğunu bu âyet gündeme getirmektedir.
Kurtubî'nin
Mehdevî'den naklettiğine göre, âyetin tarihî boyutu gündeme getirilirse bu
bedevîlerin Müzeyneliler'den olan Mükârinoğulları'dır. Ama âyet evrensel boyutu
ile ele alındığında her çağda kırsal kesimlerde yaşayan böyle müslümanların
olacağını bildirmektedir. Âyetin analizinden bazı bedevîlerin olumlu mânada
özelliklerinin açıklandığını anlamaktayız:
a) "Bedevilerin, Allah'a ve âhıra gününe inananları vardır."
Dikkat edilirse Allah iman esaslarını burada ikiye indirgemiştir. Allah'a ve
âhiret gününe iman etmek, aslında imanm diğer dört şartını kapsamına almıştır.
Allah'a inanan insan O'nun kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine, ve kader
denen O'nun yaratış ka
nunlarına inanıyor demektir. Ama kırsal kesimde yaşayan cahil insanlara tevhid
inancı ile âhirete imanı öğretmek ilk planda yeterli olacaktır. Allah'a ve
âhirete iman, imanın şartlarının olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Bakara
sûresinin 62 ve Mâide sûresinin 69. âyetlerinde de Müslüman, Yahudi,
Hıristiyan ve Sâbiîler'in müşterek iman esaslarının bu iki iman şartı olduğu
olarak takdim edilmektedir.
Ayetin
bu kısmı din eğitiminde iman esasları öğretilirken, önceliğin hangi esaslara
verileceğine de işaret etmektedir. Âhiret gününe iman, beşerin din
koyamayacağının delili olmaktadır. Çünkü hiçbir felsefenin âhireti,
cennet-cehennemi olamaz.
b) "Verdiğini Allah katında yakınlıklar ve Elçisinin dualarını elde
etmeye sebep sayanlar vardır." "Verdiği"ni diye tercüme
ettiğimiz kelime infâk kelimesinin mânası olmaktadır. Demek ki bazı bedeviler
karşılıksız fakirin elinden tutuyor, kamu yararına harcamalarda bulunuyorlardı.
Allah'a
ve âhirete imandan sonra, bedevilerin öne çıkan amelleri, kamuya, ya da
fakirlere karşılıksız yardımda bulunmaları olmuştur. İslâm dini malından fedakârlık
yapma uygulamasını, kültürünü ve ibadetini onlara kazandırmıştı.
Ayetin
bu kısmında, bedevilerin hangi niyetle nifak ettiklerine de işaret
edilmektedir. "Allah katında yakınlıklar elde etmek." Kur'ân
bedevilere infak yapmanın Allah'a yakınlık temin edeceğini o zamanda
öğretmişti. Buradaki yakınlık, mânevi yakınlık olup maddî yakınlıkla bir ilişki
yoktur. İnsanlara yardım olsun diye malından fedakârlık yapanların Allah'a
yaklaşacağı ilkesini koymakta ve bu fedakârlığın hangi niyetle yapılacağını da
tesbit etmektedir.
Kendisi ile
Allah'a yaklaşılan, yücenilen şeye de kurban denmektedir. Kaf sûresinin 16 ve
Bakara sûresinin 186. âyetlerine göre Allahilmi ve yaratması ile insana şah
damarından daha yakındır. Hadîd sûresinin dört ve Mücâdele sûresinin yedinci
âyetlerine göre de Allah her zaman ve her yerde insanlarla beraberdir. İnfak
ederken mümin Allah ile yakınlık kurmaktadır. A'râf sûresinin 176. âyetine göre
de Allah'ın âyetleri insanı Allah'a yüceltmektedir. Müminler Allah'a yaklaşmak
için infak ederlerse ibadetlerinin geçerli olacağını bu âyetten öğrenmektedir.
Bedevîlerin
infaktaki ikinci niyet veya amaçlan "Peygamber'in dualarını elde
etmektir." Biz Hz. Peygamber'e salavat getirdiğimiz gibi, o da müminlere
salavat getirmiştir. Salât "dua" anlamına gelmektedir. Karşılıksız,
kamuya yardım eden insanlar, Hz. Peygamber'in duasını elde ediyorlardı. Salât
kelimesi dua anlamının yanı sıra "lütuf, ihsan, namaz, korumak"
mânalarına da gelmektedir.
Ahzâb
sûresinin 56. âyetinde Allah'ın Hz. Peygamber'e salât etmesi, ona lütuf ve
bereket vermesi, iyilik ihsan etmesi anlamına gelmektedir. Meleklerin Hz.
Peygamber'e salât etmesi, dua etmeleri mânasını ifade etmektedir. Aynı şekilde
Ahzâb sûresinin 43. âyetinde Allah'ın müminlere salât etmesi, onlara ihsanda
bulunması, iyilik etmesi, koruması, bereket vermesi anlamına gelmektedir.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyette, Hz. Peygamber'in dualarında anılmalarını elde etmek
için infak etmekte oldukları gündeme taşınmaktadır. Hz. Peygamber'in duasını
elde etmek, onun duasında anılmak demektir. Hz. Peygamber onlara dua ederse,
onlara ne olacaktır? Bu sorunun cevabını Tevbe sûresinin 103. âyeti
vermektedir: '''Onlara dua et! Çünkü senin duan onlar için huzur ve güvendir.
" Demek ki bedevîlerin Hz. Peygamber'in duasında anılmak istemelerinin
sebebi iç huzurunu elde etmek içindi.
c) "Biliniz ki, o verdikleri, onlar için Allah'a yakın olma
sebebidir." Bedeviler Allah'a manen yaklaşmak için infak ederken bu
yakınlığı elde ettiklerini âyetin bu kısmı müjdelemektedir. Allah bunun
müminler tarafından bilinmesini istemektedir. Doğru niyete denk düşen amel,
istenilen sonucu verecektir.
d) "Allah onları rahmetinin içine alacaktır. Allah affedendir,
merhamet sahibidir. " Allah'a yaklaşmak vePeygamber'in duasında anılmak
için infak eden insanlar, ya da müminler, bu yakınlığı elde ettikleri gibi
Allah'ın merhametine de nail olacaklardır. Belki de âyette elde edildiği
söylenen yakınlık Allah'ın merhametini elde etmek anlamına gelmektedir. Bu
insanların Allah'ın merhametine girmeleri, O'nun affına nail olmaları mânasını
da ifade edebilir.
Allah
bedevileri müminlere bir model olarak sunmaktadır. Bu model, Allah'a yakınlık
elde etmiş, peygamberin duasında anılmış, Allah'ın rahmetine nail olmuştur.
Böylece Allah, kendisine yakınlıği ve merhametine giden yolu öğretmektedir.[95]
100.
Muhacirlerden ve ensardan yarışmayı önde bitirenlerle, güzel davranmada onlara
uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuştur. Allah onlara,
içinde ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetleri hazırlamıştır. İşte
bu, büyük kurtuluştur.
Tevbe
sûresinin buraya kadar olan âyetlerine genel bir bakış yapacak olursak şunu
görürüz: Allah müşrikleri, kâfirleri çeşitli özellikleri ile ele almış, onların
inanç, düşünce, davranış ve farklı gruplarla olan ilişkilerini ve bu
ilişkilerin arkasındaki psikolojik sebepleri ele almıştır. Ar- dından
münafıkların özelliklerini, davranış şekillerini ve psikolojilerini en ince
detayına kadar açıklamıştır. Daha sonra bedevîlerin inanan ve inanmayanlarının
özelliklerini ve davranış şekillerin izah etmiştir.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyette zulüm, ahlâksızlık ve kötülüğün egemen olduğu
toplumdan göç (hicret) edenlerle, onlara kucağını açan Medine yerlileri
(ensar) ele alınmaktadır. Daha önce münafıkların açıklamasının ardından
birbirinin dostu olan mümin erkeklerle mümin kadınlar ele alınmıştı (âyet:
71-72).
Tevbe
sûresinde Allah inanç gruplarını mukayeseli bir şekilde ele alıyor, İslâm'a
inanmayanlarla iki yüzlülerin psikolojik yapılan ile davranışlarını ve
ilişkilerini müminlerin önüne koyuyor. Bunun amacı onlara benzemelerini
önlemek, onların düşmanlıklarından korunmak ve ilişkilerini bilinçli olarak
kurmalarını temin etmek, bir de bu bilgilendirme ile devletlerarası ilişkiler
sistemini sağlam temellere oturtmak ve insanları iyi tanıyabilme kültürünü
geliştirmektir. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz:
1. "Muhacirlerden've ensardan yarışmayı önde bitirenlerle güzel
davranışlarda onlara uyanlar..." el-Muhâcir kelimesi "hicret
eden" anlamına gelmektedir. Bu kelime İslâm öncesi Araplar'da "göç
eden" mânasında kullanılıyordu. İnsanlık tarihinde her zaman göç olmuş ve
olacaktır. Göçlerin farklı sebepleri vardır: İnsanların nüfus yoğunluğundan
dolayı geçimlerini temin etmekte güçlük çekmeleri veya kuraklık sebebiyle
göçlerin olması gibi; müşriklerin, Hz. Peygamber ve müminlere karşı
takındıkları tavır ve bu tavrın getirdiği zulüm ve kötülüklerin sebep olduğu
hicret gibi. Zulüm ve kötülükler sebebiyle Mekke'deki her şeyini bırakıp Medine'ye
hicret edenlere Allah Kur'ân'da muhacir demektedir.
Âyette
geçen el-ensâr kelimesini İslâm öncesi
Arap kültüründe değil, fakat İsrail kültüründe görüyoruz. Kurtubî, Ebû Ömer b.
Abdülberr'in el-lstizkâr adlı eserinden naklettiğine göre, ensar kelimesi
İslâmî bir adlandırmadır. Enes b. Mâlik'e, ensar isminin insanlar tarafından
mı verildiği yoksa Allah'ın verdiği bir isim olup olmadığı sorulmuş, o da
Kur'ân'da Allah'ın verdiği bir isim olduğunu söylemiştir[96].
"Çok yardım sever" anlamına gelen bu kelime daha önce Hz. İsa
tarafından kullanılmıştı: "£y iman edenler! Allah'ın ensarı (yardımcıları)
olunuz- Nitekim Meryem oğlu İsa havarilere: Allah'a (giden yolda) benim
yardımcılarım kimdir? demişti. Havariler de: 'Allah (yolunun) yardımcıları
biziz' demişlerdi" (Saf 61/14). Allah müminlere ensar olmalarını
emrettiğine göre, bu sıfat evrensel bir nitelik taşımaktadır. Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyetteki ensar, Medine'de Hz. Peygamber'e ve müminlere
kucağını açanların sıfatı olmaktadır.
Saf
sûresinin 14. âyetindeki emrin kıyamete kadar gelecek müminlere ait olduğu
anlaşılmaktadır. Zulüm ve kötülüklerden kaçanlara kucağını açanlar,
özgürlükleri elinden alınanlara hürriyetlerini elde etmek için yardım edenler,
tevhid inancının yayılması için yardım edenler de ensar sıfatını almaya hak
kazanmaktadırlar.
Âyetin
bu kısmında yer alan diğer bir kelime de, es-sâbikûndur. Sabık kelimesi
el-evvelün kelimesi ile beraber "öne geçenler" anlamına gelmektedir.
Başka bir ifade ile "yarışmayı önde bitirenler" mânasını ifade
etmektedir. Demek ki manevî alanda da bir yarış vardır.
es-sâbikûn
el-evvelün terimine "önce müslüman olanlar" anlamını da vermek
mümkündür. Bu ifade, muhacir ve ensardan ilk müslüman olanların Allah katında
öne çıkan bir değerlendirmeleri olacağını gündeme taşımaktadır. Ancak âyeti
tarihî olarak onlara tahsis etmek doğru değildir. Bizce bu ifade, her çağın,
her neslin muhacir ve ensarını kapsamaktadır.
Zulüm
ve kötülük diyarından, onların egemen olduğu topraklardan göç edenler muhacir,
onlara dine sahip çıkıp korumak uğruna yardım edenler de ensar sıfatını
aldığına göre, her devirde bu insanlar olacaktır.
Âyetteki
muhacir ve ensarın Hz. Peygamber döneminde yaşayan sahabenin bir kısmına ait
olduğunu söylersek, âyetin devamında gelen "güzellikle onlara uyanlar"
ifadesini evrensel boyutta alabiliriz. Muhacir ve ensardan sonra gelenler
kimlerdi? Sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz
a) "Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad
edenler de sizdendir" (Enfâl8 /75). Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe
sûresinin 100. Âyetindeki ellezîne (onlar) zamirinin yerine Enfâl sûresinin 75.
âyetinde ifade edilenler konabilir. Sonradan iman eden, hicreti yaşayan ve
cihada katılanlar da muhacirlere tâbi olanlar sınıfına girmiş olmaktadır.
b) "Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ye
bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla!" (Haşr 59/10). Bu
duayı yapanlar, muhacir ve ensara tâbi olanlardır.
c) "(Peygamberi) müminlerden henüz kendilerine katılmamış bulunan
diğer insanlara da göndermiştir" (Cum'a 62/3). Bu âyetler, Tevbe sûresinin
100. âyetindeki iyilik de, güzellik de, kaliteli iş üretmek de muhacir ve
ensara tâbi olanların kimler olduğunu açıklamaktadır. Âyetteki ou>-u
"güzellikle" kelimesine kaliteli iş üretmek mânası verilebilir. Çünkü
yarışı önde bitiren, muhacir ve ensar İslâm dini adına en iyi işi yapanlardır.
İnançları sebebiyle uğradıkları zulümden dolayı memleketini terkeden ve onlara
kucaklarını açan Medine yerlileri tarihî bakımından çok hayırlı iş yapmışlardır.
Enfâl sûresinin 75. âyetine göre bu hayırlı iş; iman edip hicret eylemini
gerçekleştirmek ve cihada katılmaktır.
"Tâbi
olmak" anlamına gelen kelime burada kullanıldığına göre, muhacir ve
ensardan öne çıkanların, davranışlarının bir yol meydana getirdiği, ondan
sonrakilerin de o yola uyduğu sonucu âyetten anlaşılabilir. İyilik, güzellik,
doğruluk gibi evrensel değerler, eskimeyen bir yol meydana getirdiği için,
kıyamete kadar gelen hayırlı insanlar o yolu takip edeceklerdir.
2. "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı
olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan
cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur." Manevî yarışı önde
bitirenler ve iyilikle onlara tâbi olan nesillere Allah nasıl ödül vereceğini
vaad etmektedir? Âyetin devamı bunu cevaplandırmaktadır:
a) "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı
olmuşlardır." İnsanın Allah'tan razı olması düşünülebilir
mi? Nefsi ya da şahsiyeti doyum noktasına ulaşmış, başka bir ifade ile doyum
noktasına ulaşan nefis için bu ödül konmuştur. Mahşerde Allah bu insana şöyle
seslenip ödülünü verecektir: "Ey doyuma ulaşmış insan! Sen Al
lah'tan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! Seçkin kullarımın arasına
katıl ve cennetime gir!" (Fecr 89/27 30).
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 100. âyetine dönersek, muhacir ve ensardan
yarışı önde bitirenler ve güzellikle onlara tâbi olan insanları bir kelime ile
tanımlayacak olursak, onların doyuma ulaşmış kişiler olduğunu söyleyebiliriz.
Doyuma ulaşan kişi de, Allah'ın rızasını elde etmiş ve kendisi de razı
olmuştur. Başka bir açıdan bakınca takvada yanşan ve öne geçen insanların gönül
rızası ile ilâhî rıza bir noktada buluşmaktadır.
b) Onların ödülü sadece bu rıza buluşması değil, aynı zamanda içlerinden
ırmaklar akan cennetlerde ebedî olarak kalmaları da Allah tarafından temin
edilecektir. Çünkü bu durum onlar için büyük bir kurtuluş özelliği
taşımaktadır. Manevî yarışı önde bitirmenin getirdiği ödül bunlardan
ibarettir.
Din
eğitimi açısından âyetin bütününe bakacak olursak şu ilkeyi yakalamak
mümkündür: İnsana ödülsüz olumlu bir iş yaptırmak mümkün değildir. İnsan
psikolojisi gereği, yaptığı işten bir karşılık bekler. Allah insanı bu fıtratta
yaratmıştır. Onun içindir ki takvada yarışıp öne çıkması için onun önüne
rızasını ve cennetini koymaktadır. İnsanı yerinden kaldırıp manevî yanşa
katılması ve o yansı önde bitirip kazanması ödülsüz olmaz. İnsanı motive etmek
için bu şarttır. Aynı yoldan ana babalar, eğitimciler, iş verenler ve devleti
yönetenler de yürümelidirler. Onlar bilmelidir ki ödüllendirilmeyen başarılar
ölmeye mahkûmdur. Başarılara can veren ve o başarıların daha büyüğünü getiren
ödüldür. Onun içindir ki âyetin sonu "büyük kurtuluş" ifadesiyle
gelmektedir.[97]
101.
Çevrenizdeki bedevi Araplar'dan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır
ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, onları biz
biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük azaba götürülürler.
1.
"Çevrenizdeki bedevi Araplar'dan münafıklar vardır." Bunlar
Müzeyne, Cüheyne, Eşlem, Gifâr ve Eşca'
kabileleridir
[98]. Allah münafıkları
bedevî ve medenî olmak üzere ikiye ayırmaktadır.
2. "Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münafıklıkta
maharet kazanmışlardır." Âyetin bu kıs
mında "maharet kazanmış" diye tercüme ettiğimiz iy merade fiili
"azıp haddi aşmak, parlatmak, yumuşatmak, ırzına dokunmak, hayvanı şiddetle
sürmek, bir şeye devam edip onu huy edinmek"; el-merîd kalıbı
da "azgın, haddi aşan" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin Kur'ân'daki
mânaları şunlardır:
a)Baş kaldırmak. Sâffât sûresinin 7. âyetinde bu kelime mârid kalıbında
"bozguncu, baş kaldıran, itaat dışına çıkan, âsi" anlamına gelip
şeytanın sıfatı olmaktadır: "Ve her türlü baş kaldıran şeytandan
koruduk" (Sâffât 37/7).
b) İnatçı-âsi. Bu kelime Hac sûresinin 3. âyetinde merîd kalıbında gelmiş
ve yine şeytanın sıfatı olmuştur:
"Allah
hakkında bilmeden tartışan ve her inatçı-âsi şeytanın ardına düşen insanlar
vardır. "
c) İyice düzeltilmiş. Nemi sûresinin 44. âyetinde "iyice düzeltilmiş,
cilalanmış" anlamına gelmektedir.
b) Âdet edinmek. Tevbe sûresinin tefsirini yapmakta olduğumuz 101.
âyetinde "maharet edinmiş, âdet edinmiş" anlamına gelmektedir.
Görüldüğü
gibi bu kelime üç âyette şeytanın, bir âyette binanın, bir âyette de münafığın
sıfatı olmuştur. Bu anlamlar içinden öne çıkan anlam, "başka şeylerden
soyutlanmak" şeklindeki anlamdır. Baş kaldıran, âsi olan şeytan veya
insan, bütün erdemlerden soyutlanmış demektir.
Münafıklığı
âdet edinen, onu huy edinen insan da her iyi şeyden soyutlanıp münafıklığın
içine dalmış, onu karakter edinmiştir. İyice düzeltilmiş mânasını buna
yaklaştırırsak, bütün pürüzlerden soyutlanmış bir zemine bu sıfat
verilmektedir. Demek ki bazı münafıklar, pürüzsüz münafık olduğu için iki
yüzlülüğü karakter edinmişlerdir.
Medine
münafıkları ile bedevî münafıklar daha önceki âyetlerde anlatıldığı gibi bazı
özellikleriyle birbirinden ayrılmaktadır. Bedevî münafıklar inkâr ve nifakta
daha şiddetli olurken (Tevbe 9/97), münafıklığı huy edinmek de şehir
münafıklarının durumu olmaktadır.
3. "Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz."
"Bilmezsin"i "tanımazsın" şeklinde tercüme etmek daha doğru
olur. Hz. Peygamber bile onların kimler olduğunu bilmemekteydi. Münafığı tanımak
insan için çok zor, hatta imkânsız olduğundan, Allah onları Kur'ân'in muhtelif
yerlerinde tanıtmaktadır.
Bu
ifadede, Hz. Peygamber'in, gaybı bilmediği, sadece Allah'ın, kendisine
bildirdiği kadar bu tür bilgilere sahip olabileceği gerçeğine de bu âyette
işaret edilmektedir.
Kur'ân
insan psikolojisini açıklarken, daha alt sınıflara inerek, kâfir, müşrik,
münafık ve müminin psikolojik yapılarının tahlilini yapmaktadır. İlâhî vahyin
amaçlarından biri de iki yüzlü insanların ruhsal yapısını tahlil edip tanıtmaktır.
Tarihî süreç içerisinde müminler, Kur'ân'ı iyi bilmemeleri sebebiyle
münafıkları tanıyamamış ve onların zararını gör-
müşlerdir.
Bilememe, tanıyamama kadar insanın veya toplumların büyük düşmanı yoktur. İki
yüzlü insanların İslâm âlemine verdiği zararı hiçbir düşman topluluğu
vermemiştir.
Kur'ân'ın
getirdiği insan psikolojisinin bilinmemesi, İslâm âlemine çok pahalıya mal
oldu ve olmaktadır. İkili oynayan insanlar kendi milletine ihanet etmekten asla
çekinmezler. Bunlar bulundukları yere göre kötü niyetlerini rahatlıkla
gizleyebilirler. Bu insanlar toplumların kaderini çürütmüş, siyasetini altüst
etmiş, manevî hayatını kirletmiş, telâfisi imkânsız olan yaralar açmışlardır,
dolayısıyla münafıklık sosyal hayata, tedavi edilemeyen bir hastalık olarak yansımıştır.
4. "Onlara iki defa azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba
iletileceklerdir. " Bedevi ve şehirli münafıklara dünyada iki defa azap
edildikten sonra, âhirette de büyük azaba uğrayacaklardır.
Dünyadaki
iki defa azap ne olabilir? Bu sorunun cevabını Tevbe sûresinin 55 ve 85.
âyetleriyle verebiliriz:
"Onların
mal ve çocukları seni imrendirmesin! Çünkü Allah mal ve çocukları ile, dünya
hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının
çıkmasını istiyor" (Tevbe 9/55).
Aynı
cevabı Tevbe sûresinin 85. âyetinde de buluyoruz. Âhirette büyük azaba
iletilmiş olmalarının anlamı dünyada çektikleri azabın âhiretteki azabı ortadan
kaldırmayacağıdır.
Münafıklık
öylesine kötü bir davranış şeklidir ki, dünya azabı o-nun kefareti olmamakta,
âhirette de azaba sebep olmaktadır. Münafıklığı karakter haline getiren
insanları bundan caydırmak için Allah cezalarını bu şekilde açıklamaktadır.[99]
102.
Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle
karıştırdılar. Umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder. Çünkü Allah çok
bağışlayandır, çok merhamet sahibidir.
1. "Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler." Bazı münafıklar
günahlarında ısrar etmeyip günahını, ya da suçunu itiraf etmişlerdir, Allah da
onların bu itiraflarına değinmiştir. Âyetin bu kısmındaki ıy^iı i'terafû
(itiraf ettiler) kelimesi bir önceki âyette yer alan meredû (âdet edindiler) kelimesinin karşıtı
olmaktadır.
Birisinde
kötüde ısrar, diğerinde davranışının yanlışlığının farkına varmak vardır.
Onların günahları ne idi? Sorunun cevabını âyetin devamı vermektedir:
2. "İyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. " İyi
amelle kötü ameli karıştırmak, iyi ameli kirletmek, saflığını ortadan
kaldırmak, yani ayarını düşünmek demektir. İki yüzlü davranmak, iyi amel ile
kötü ameli karıştırmakla sonuçlanmaktadır.
Çevre
kirliliğinin en önemli sebeplerinden biri, iyi ile kötünün eylem bazında
karıştırıp kirletilmesidir. İyi eylem ile kötü eylemin karıştırılıp kirletilmesi,
niyetin kirletilmesi anlamına gelmektedir. İç kirlenme, ameldeki kirlenmeye
sebep olmaktadır. Münafık kirlilik içinde yaşar ve gönlü pas bağlar; ama onun
bu iç kirliliği kanser gibi sıçrama yaparak davranışları kirletir. Bu sıçrama
ile bazı münafıkların manevî hastalığı 101. âyette olduğu gibi tedavi edilemez
hale gelir.
Münafıklar
hakla bâtılı, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı; güzel ile çirkini, temiz olan
ile pisi ayıramadıklarından bütün eylemlerinde bunları karıştırıp kirletirler.
Bu zıtlıklar arasında gidip gelerek, kendi öz benliklerinin kirlenmesine sebep
olurlar.
3. "Umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder" Eğer
münafıklar iyi amelle kötüsünü karıştırdıklarının farkına
varıp tövbe ederlerse, tövbelerinin Allah tarafından kabul edileceği ihtimali
vardır. Dikkat edilirse âyetteki asâ
(umulur ki) ifadesi münafıklara olan güvensizliği ifade etmektedir. Çünkü
Allah onların tövbe
lerinin gerçek olup olmadığını bilmektedir. Bu ihtimalli muamele Allah'tan
değil, münafıkların münafıklıklarından kaynaklanmaktadır. Gerçekten tövbe
etmeleri, artık iyi ile kötüyü karıştırmayacaklarına karar
vermeleri onlar için bir çıkış kapısı olmaktadır. Bu kapıyı Allah affetmek ve
merhamette bulunmak sıfatlarıyla açmaktadır.
Din
eğitimcileri iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı hak ile bâtılı, çirkin ile
güzeli, temiz ile pisi ayırt etme bilincini insanlara kazandınrlarsa,
münafıklığa kısmî de olsa engel olabilirler. Eğitimciler, suçunu insanlara
karşı, günahını Allah'a karşı itiraf edip özür dilemenin / tövbe etmenin ne
kadar önemli bir erdem olduğunu öğretmeli, bu âyeti kendilerine bir rehber
olarak almalıdırlar.
4.
"Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet sahibidir.
"Suçunu itiraf edene karşı affetme ve merhamet duygularının harekete
geçmesini öğreten bu âyet, eğitimin ve siyasetin temel kuralını koymaktadır. Af
ve merhamet halk-devlet, hukuk-halk, öğretmen-öğrenci, ebeveyn-çocuk,
işveren-işçi arasındaki ilişkilerin temelini teşkil etmelidir. Af ve merhamet
Allah'ın sıfatları olduğuna göre onları yere indirecek olan erdemli
insanlardır.[100]
103.
Onların mallarından sadaka al; bununla onları günahlardan temizlersin, onları
arıtıp yüceltirsin. Ve
onlar için dua et! Çünkü senin duan onlar için sükûnettir, onları yatıştırır.
Allah işitendir, bilendir.
104.Allah'ın
kullarının tövbesini kabul edeceğini, sadakaları O'nun alacağım ve Allah'ın
tövbeyi çok kabul
eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi?
105.De
ki: Yapacağınızı yapınız! Amelinizi Allah da Resulü de müminler de görecektir.
Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah 'a döndürüleceksiniz de, O size
yapmakta olduklarınızı haber verecektir.
106.
Sefere katılmayanlardan diğer bir grup da Allah 'in emrine bırakılmışlardır.
O, bunlara ya azap eder veya tövbelerini kabul eder. Allah çok bilendir, hikmet
sahibidir.
Bu âyetleri
birbirleriyle bağlantılı olarak açıklamak daha uygun olacaktır. Âyetlerin
analizinden şu ilkelere ulaşıyoruz.
1. "Onların mallarından sadaka al!" emrinde açıklanması gereken
konular vardır, "Onların mallarından" buyururken kimi kastetmektedir?
"Onlar" zamirini önceki âyetlere göre açıklayacak olursak,
amellerinin iyisi ile kötüsünü karıştırdıklarını anlayıp tövbe eden münafıklar
olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü onların tövbe ve itiraflarında samimi
olduklarını, tekrar iki yüzlülük yapmayacaklarını ispat etmeleri gerekiyordu. O
zaman, "onlar" zamirinin bir önceki âyette geçenleri ifade ettiğini
söyleyebiliriz. İ£ "Al" emri de birinci derecede Hz. Peygamber'i
muhatap almakta, ama aslında bütün devlet başkanlarını, yöneticileri ve hukuku
kapsamına almaktadır. Kur'ân'm pek çok âyetinde Hz. Peygamber'e emredip bütün
insanları muhatap alan böyle e-mirler vardır. Şöyle ki:
a) "Gündüz güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar namaz
kıl, bir de sabah (namazının uzun) okumasını). Çünkü sabah (namazının uzun)
okuması şahitlidir" (İsrâ 17/78). Buradaki "namazını kıl, sabah
namazını da kıl" emri, sadece Hz. Peygamber'i muhatap almıyor, bütün
müminleri muhatap alıyor.
b)"Kur'ân okuyacağın zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın!"
(Nahl 16/98). Kur'ân okumaya
başlanırken "eûzü" demek, yani Allah'a sığınmak herkesin yerine getirmesi
gereken bir görevdir.
c) "Ey Peygamber! Allah'tan sakın!" (Ahzâb 33/1). Bu âyetteki
emir de, sadece Hz. Peygamber'e değildir.Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Tevbe
sûresinin 103. âyetindeki "al" emri de sadece peygambere değil bütün
idarecilere verilen bir emirdir. Buradaki "al" emrini iki mânaya
almak mümkündür: İyi ile kötü amellerini karıştırdıklarının farkına varıp tövbe
eden münafıklar sana zekâtlarını getirirlerse onu al! Daha önce münafıklık
yaptılar diye sadakalarını almazlık etme demektir. Başka bir ifade ile onlar
kendi istekleriyle sadakalarını getirirlerse kabul et! Diğer anlamı da
istekleriyle verseler de vermeseler de alman gerekir. Burada sanki zorla da
olsa alacaksın mânası çıkmaktadır.
Âyetin
bu kısmında geçen sadaka kelimesi "Allah için kişinin bir başkasına sevgi
ve merhamet gereği verdiği şey" anlamına gelir. Bu anlamda sadaka, Bakara
sûresinin 261-264. âyetlerinde olduğu gibi infak ile aynı anlama gelmektedir.
Orada infak etmenin mükâfatı anlatıldıktan sonra infakların boşa gitmemesi ve
gösteriş için yapılmamasına geçilirken sadaka kelimesi kullanılmaktadır. Tevbe
sûresinin 60, Bakara sûresinin 261-264 ve Tevbe sûresinin 103. âyetleri bir
araya getirildiğinde sadaka, infak ve zekât bir araya gelmekte, birbirinin
mânasını ifade etmektedirler.
Tevbe
sûresinin 103. âyetindeki sadaka kelimesi Tevbe sûresinin 99. âyetiyle de
mânalandırabilir. 99. âyette Allah'a ve âhiret gününe inanan bazı bedeviler
Allah katında yakınlığa vesile olsun ve Hz. Peygamber'in duasını elde etsinler
diye infak ettikleri ve infakın bir yakınlık olacağı açıklanmaktadır. Bu
âyetteki infak 103. âyetteki sadaka olabilir. Allah, onların sadaklarını kendisine
yakınlık elde etmek için verdiklerini kabul ettiğine göre, 103. âyette de Hz.
Peygamber'e al derken de sen de "kabul et" demektedir. Yani ben
onların infakını kabul ettim, sen de onların sadakasını kabul et anlamını
ifade etmektedir.
Eğer
bu âyetteki "al" emri ile sadakayı mecburi alış anlamını bir araya
getirirsek, o takdirde sadaka zekât anlamını kazanır ve zekât müessesesinin
hukukî temeli atılmış olur. Meselâ devlet vergiyi nasıl topluyorsa ve bunda bir
zorunluluk varsa, zekâtı da o şekilde toplayacak, bütçede zekât fonu oluşturup
tesbit ettiği fakirlere verecektir. O zaman kişi keyfî anlamda istediği fakire
değil, devlet kendisinin tesbit ettiği fakire vermiş olacaktır.
Bize
göre bu âyet Tevbe sûresinin 99. âyetiyle beraber düşünülmeli ve "al"
emrine "kabul et" mânası verilmelidir. 99. âyet, bize niçin bumânayı
verdirmektedir? Çünkü 99. âyette Hz. Peygamber'in duasını elde etmek için infak
ettikleri gündeme getirilmektedir.
103.
âyetin devamında da Hz. Peygamber'e onlar için dua etmesi emredilmiştir. 99.
âyette kendi isteklerine bağlı olarak zorlama, ya da mecburiyet olmadan
infaklarını yapıyorlardı, ve Hz. Peygamber'den dua istiyorlardı. İşte sunulan
sadakanın kabul edilip dua edilmesi de, bu âyette hükme bağlanmaktadır.
Bilindiği
gibi sadaka kavramı Jo-aJı es-sıdktan türemiş bir kelimedir. Sadaka veren kişi
imanının doğruluğunu ispat etmiş olmaktadır. Demek ki maldan yapılan fedakârlık
imanın doğruluğunu ispat ettiğinden "sadaka" ismini almaktadır.
İnsanın içi ile dışının aynı olduğunu ispat eden, bu fedakârlıktır. O zaman bu
mânayı 102. âyetle ispat edebiliriz. Günahlarını itiraf edip tövbe edenlerin
doğruluğunu, verecekleri sadaka ispat edecektir. Bu doğrulama görevinden
dolayı, onların fedakârlığına sadaka anlamı verilmektedir.
2. "Bununla onları temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin! "
Ayetin bu kısmından "sadaka" denen zekâtın iki görevi olduğunu
anlıyoruz:
a) "Sen onları temizlersin." Buradaki "temizlemek"
kelimesi tahera fiili ile ifade edilmiştir. "Kirden temizlenmek, bir şeyi
uzaklaştırmak"; çocuk için kullanılınca "sünnet etmek", hayız ve
nifaslı kadının bunlardan arınıp gusletmesi, kalp ile kullanılınca
"iffetli", sevgi ile tamlama teşkil edince "platonik aşk"
mânalarına gelmektedir.
Âyetteki
"sen onları temizlersin" ifadesine çeşitli mânalar vererek
açıklayabiliriz: Sözlükte geçen "bir şeyi uzaklaştırmak" mânasını
alırsak şöyle bir neticeye ulaşabiliriz: İyi amel ile kötüsünü karıştırdığının
farkına varıp bunu itiraf ederek tövbe edenlerden münafıklık şüphesini
u-zaklaştırırsın; onların üzerindeki insanların şüphesini kaldırıp temizler
yorumu yapılabilir. Çünkü 102. âyette onların tövbe edip dönmeleri ele
alınmıştı.
"Kirden
temizlenmek" anlamında alırsak, o zaman münafıklığın bir kir olduğu,
sadaka ile temizlenebileceğine işaret edilmektedir. Diğer taraftan
"temizlenmek" anlamını şu mânaya almak mümkündür: Onlarınmalında
fakirin hakkı vardır (Zâriyât 51/19). Sadakayı vermekle bu hakkı ödeyip
temizlenmiş oldular. Hz. Peygamber onların sadakasını alıp kabul etmekle,
onlarda bu temizlenmeyi temin etmiş olmaktadır.
b) "Sadaka ile onları arındırıp yüceltirsin." Bakara sûresinin
151. âyetinde "zekât" kelimesinin açıklaması yapıldı: "Büyümek,
gelişmek, artmak, kalbi temiz olmak; âdil olmak, doğru ve lâyık olmak; uygun
olmak, beğendirmek, temizlemek, terbiye etmek" mânalarına gelmektedir.
Kur'ân'da bu kelime, temiz kalmak (Nûr 24/21), nefsi temizlemek (Şems 91/9),
haklı çıkarmak (Necm 53/32), arınmak (Abese 80/3), iyi (Kehf 18/19), mübarek
(Meryem 19/19), günahsız (Kehf 18/74) mânalarına gelmektedir.
Tevbe
sûresinin 103. âyetinde bu mânalardan "haklı çıkarma"yı verebiliriz.
Tevbe sûresinin 102. âyetinde münafıkların bir kısmı iyi a-mellerini kötüleri
ile karıştırdıklarının farkına varıp itiraf ederek tövbe ettiler. Tövbelerinde
doğru olduklarını ortaya çıkartmak için sadaka vermeleri gerekiyordu. Hz.
Peygamber de onların sadakalarını alarak, döndüklerindeki samimiyeti haklı
çıkartmış oluyordu.
Söz
konusu kelimeyi arındırıp yüceltmek ve geliştirmek mânasına da alabiliriz:
Münafık olsun veya mümin olsun, zekâtı verince nefsini kirlerden arındırmış
olmaktadır. Arındırılan ruh da gelişmekte ve yücel-mektedir. O zaman sadaka
diye isimlendirilen zekâtın terbiye edici yönü ortaya çıkmaktadır. Ruhları
temizlemek, arındırmak peygamberin görevidir (Bakara 2/151). Bu görevini
çeşitli şekillerde yapabilir. Bunlardan biri de sadakayı alıp kabul etmektir.
Demek ki sadaka başlı başına bir eğitim müessesesi olmaktadır.
Sadakanın
işlevini toplumsal mânada ele alırsak: Sadaka toplumdan çekemezlik,
kıskançlık, haset ve düşmanlık duygusunu temizlemektedir. "Sadaka ile sen
onları temizleyip arındırırsın" ifadesini bu mânada almak mümkündür. O
zaman sadakanın sosyal görevi gündeme gelmiş olmaktadır.
Zekat,
verenin manevî dünyasında bir arınma meydana getireceği gibi zekatı verilen
malın da temizlenmiş mal olduğu anlamını burada düşünmeliyiz. Çünkü özellikle
fakirlerin hakkının bulunduğu bir mal, ohak sahiplerine verilmeden kirli
durumdadır. Zekat verildikten sonra kalan ve helal yollarla kazanılmış malın
temiz olduğuna hükmedilebilir.
4.
"Ve onlar için dua et! Çünkü senin duan onlar için sükûnettir.
Allah işitendir, bilendir." Âye
tin bu kısmından es-salât kelimesi "dua" anlamına gelmektedir. Diğer
taraftan bir kimsenin başka biri için dua edebileceğini anlıyoruz. Hz.
Peygamber başkaları için dua etmiştir ve ayrıca Hz. Peygamber'in
duası başkaları için sükûnet olmaktadır. Hz. Peygamber Allah'ın bu emrini
yerine getirerek, zekâtını verenler için Allah'tan onlar için rahmet istemiştir[101].
Tevbe
sûresinin 84. âyetinde münafıklardan ölenlerin namazının kılınmayacağı (yani
onlar için dua edilmeyeceği) emredilmişti. Suçunu anlayıp itiraf eden ve tövbe
edenler için de bu âyette dua etmesini emretmektedir.
Dua
onlara huzur ve sükûnet getirir. Sükûnetin nereye indiği âyette belirtilmemiştir.
Bundan anlıyoruz ki ferdî mânada alınınca gönüle, toplumsal anlamda
aldığımızda da sosyal ilişkilere inmektedir. Duanın huzur ve güven veren bir
etkinliği vardır. Âyetin sonunda işitme ve bilme sıfatları, Allah'ın duayı
işittiğine, onların hangi niyetle sadakalarını getirdiklerini bildiğine dikkat
çekilmektedir.
Başka
bir açıdan bakarsak, maddî bir ibadet olan sadakanın nasıl ruhu temizleyici
manevî bir oluşuma dönüştüğünü görebiliriz. Âyette maddeden mânaya geçişin
öğretisi verilmektedir. Diğer taraftan Hz. Peygamber'in duası, diğerlerinin
gönlüne huzur ve güven getirmekte ve böylece duanın arş-ı âlâya yani ilâhî
âleme çıkarak oradan huzur ve güven alıp gelmekte olduğunu öğreniyoruz. Gönlün
temizlenmesi, gönüle huzur ve güvenin inmesi gibi eğitimin işlevleri gündeme
getirilmektedir. Demek ki huzur ve güven temizlenmiş gönle inmektedir. Sadaka
ile temizliyor, dua ile huzur ve güveni indiriyor.
5. "Allah'ın, kullarının tövbesini kabul edeceğini, sadakaları O'nun
aldığını ve Allah'ın tövbeleri kabul eden ve merhamet sahibi olduğunu
bitmediler mi?" Bazı âlimler bu sorunun, Tebük seferine gitmeyenlere
sorulduğunu söylemektedirler. Bize göre Tevbe sûresinin 102. âyetinde bazı
münafıklar günahlarının farkına vardı ve ardından itirafta bulunup tövbe
ettiler. Daha önce beraberce hareket ettikleri diğer münafıklar, onların bu
değişimine hayret ettiler. Bu hayretin karşılığında Allah bu soruyu
sormaktadır.
a) "Allah'ın kullarının tövbesini kabul edeceğini bilmediler
mi?" Aslında münafıklar, münafıklıktan
gerçek müminliğe dönmenin
meydana getirdiği tövbenin
Allah tarafından kabul edileceğini bilmiyorlardı. Allah, burada tövbenin
kabul edileceğini bilmelerini istemekte ve bunu öğretmektedir. Bunun
anlamı"Allah, kullarının tövbelerini kabul edecektir" demektir. Onun
için onların tövbe edip dönmelerini hayretle karşılamasınlar.
Dikkat
edilirse Allah et-tevvâb sıfatının mânasını burada vermekte ve onun
"tövbeyi kabul etmek" olduğunu bildirmektedir. 102. âyette Allah'ın,
tövbeyi kabul etmesinin, ihtimal dahilinde olduğu ilân edilirken, 104. âyette
bunun kesin olduğu buyurulmaktadır. Neden bu durum 102. âyette ihtimalli, 104.
âyette kesin mânada ifade edilmiştir? Sorunun cevabını 103. âyeti devreye
sokarak vermek gerekir: 102. âyette iyi amelleri ile kötülerini
karıştırdıklarının farkına vardılar ve ardından bunu itiraf ettiler. Bu
itiraflarına karşılık tövbenin kabulü ihtimal seviyesinde kaldı.
103.
âyette sadakalarını verince tövbelerinde gerçekçi olduklarını ispat ettiler.
Peygamber tarafından sadakaları kabul edildi ve onlar için Hz. Peygamber dua
etti. Bu durumdan sonra tövbelerinin kesin olarak kabul edileceği ilkesi
gündeme getirilmiş oldu.
b) "Sadakaları geri çevirmeyeceğini (bilmediler mi?)" Âyetteki
kelimesiyle "alacağı, kabul edeceği" anlamına gelmektedir.
Âyetin
bu kısmı 103. âyetle alâkalıdır. Allah 103. âyette "onların sadakalarını
kabul edip, al" buyururken, 104. âyette de kendisinin sadakaları kabul
ettiğini söylemektedir. 103. âyette sadaka vasıtasıyla onları temiz
leyip arındıracağına işaret edilmişti. 104. âyette de Allah'ın sadakaları kabul
etmesinin anlamı, onları temizleyip arındıracağıdır.
c) "Allah tövbeyi kabul eden ve merhamet sahibidir." Âyetin son
kısmındaki "tevvâb" sıfatı âyetin başındaki tövbeleri kabul etme
ilkesiyle alâkalıdır. "Merhamet edicilik" de sadakaları kabul edip
arındırmasıyla ilgilidir. Münafıklardan tövbe edip sadakasını verenler,
Allah'nın tevvâb ve rahîm sıfatlarını harekete geçirmektedirler. Bu durum
sadece münafıklar için değil, bütün insanlar için geçerlidir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, 102-104. âyetler insanın içi âleminde, akıl ve gönlünde meydana
gelecek olan değişime göre Allah'ın, kullarına bir çıkış kapısı vereceği
gerçeğidir. Önemli olan yanlış yolda olduğunu görebilmek ve gerekli olan değişimin
niyetini ortaya koymaktır. Bu âyette, sadaka denen maddî fedakârlığın, nasıl
manevî oluşumlara dönüştüğü vurgulanmakta; Hz. Peygamber'in, dolayısıyla iyi
insanların başkaları için dua etmelerinin ferde ve topluma sükûnet ve güven
getireceğine işaret edilmektedir. Allah'ın tevvâb ve rahîm sıfatlarının olduğu
yerde ümitsizliğe ve karamsarlığa yer olmadığı da öğretilmektedir.
Diğer
taraftan insanın insana tövbe etmesinin mümkün olmadığına, tövbenin sadece
Allah'a yapılacağına, insanın insandan sadece özür dileyeceğine dikkat
çekilmektedir. Allah'tan af dilemek ve tövbe etmek nasıl Allah katında bir
fazilet ise, insanın insandan özür dilemesi de öyle bir erdemdir. Allah
yüceliği gereği nasıl tövbeleri kabul ediyorsa, özürleri kabul etmek de
insanların yüceliğini ortaya koyar. Özürleri kabul edip affetmek, ilâhî ahlâkla
ahlâklanmak ve O'nun sıfatını yeryüzüne indirmektir.
6. "De ki: (Yapacağınızı) yapınız! Amelinizi Allah da, Peygamberi de,
müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah 'a
döndürüleceksiniz de, O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir."
a) "De ki: (yapacağınızı) yapınız!" Buradaki
"yapınız" kelimesine "çalışınız" mânası verilebilir. Tevbe
sûresinin 102-104. âyetlerine göre mâna verirsek, münafıklar tövbe ederek döndüklerini
amelleriyle ispat edeceklerdir. O zaman bu ifadenin "eylemle döndüğünüzü,
münafıklığı bıraktığınızı gösteriniz" anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Ama
bütün insanlık için
mâna verirsek
liriz.
Ama bütün insanlık için mâna verirsek "çalışınız" diyebiliriz. İş
üretiniz, kendinizi sözlerinizle değil amellerinizle anlatınız, tanıtınız ve
ifade ediniz. îş üretmek, imanın derecesini, derinliğini ve gücünü okutan en
iyi kitaptır.
Diğer
taraftan tövbe ettik demekle iş bitmiyor, önemli olan eylemle kendini ifade
etmektir. Tövbe eyleme dönüşmelidir. 102. âyette başlayan tevbe, Tevbe
sûresinin 105. âyetinde eyleme dönüşmektedir. Eyleme dönüşmeyen iman insana
fayda vermiyor demektir. Bu daha önce En'âm sûresinin 158. âyetinde
açıklanmıştı, ama bir kere daha oraya dönmeyi ve iman ile amel arasındaki
ilişkiyi net bir şekilde görmeyi uygun buluyoruz: "Onlar, ancak
kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin yahut Rabbinin bazı
alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün,
önceden inanmamış ya da imanından bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı
bir fayda sağlamaz."
Zemahşerî
bu âyeti yorumlarken şöyle demektedir: İyi işler yapmaya yol açmayan, kişiye
bir iyilik kazandırmayan iman, olmamış anlamına gelmektedir. Başka bir ifade
ile o kişi iman sahibi olmamaktadır[102].
Şöyle bir neticeye varabiliriz: Tevbe sûresinin 105. âyetiyle Allah sözle
övünen insanlara çalışınız, emek sarfediniz ve gayretinizi gösteriniz mesajını
vermektedir.
b) "Amellerinizi Allah da Peygamberi de müminler de görecektir."
"Görecek" kelimesini şu şekilde mânalandırmak mümkündür: Amelleriniz,
yani çalışmanız boşa gitmeyecektir. Mutlaka Allah tarafından
değerlendirilecektir. Çalışanın ürettiği yararlı iş asla kaybolmayacak, bir
gün insanın önüne konacaktır. Peygamber ve müminlerin "görme"si ise,
onların gerçek mümin olduklarını anlamalarından ibarettir.
Netice olarak
diyebiliriz ki Hz. Peygamber ve müminler insanların içindeki imanı bilemezler
ama Allah bilir. Onlar amellere göre değerlendirmelerini yapacaklardır. İman
eyleme, gayrete ve emeğe dönüşmedikçe kişiye fayda temin etmeyecektir. Âyetin
başındaki i'melû "yapınız" kelimesini olumsuz mânada alabiliriz. Kötü
mânada yapacağınızı yapınız! Allah, Peygamberi ve müminler sizin yaptıklarınızı
görüyor, mahşerde bu yaptıklarınız size haber verilecektir. Âyetin sonuna
bakınca bu olumsuz mâna daha uygun görülebilir. İster iyi, isterse kötü olsun
eylemlerin kaybolmadığı bu âyette vurgulanmaktadır.
c) "Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah 'a döndürüleceksiniz
de O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir." Amellerin
görülmesinde Allah, Peygamber ve müminler varken, haber verilmesinde sadece
Allah vardır. Amelleri haber verecek olan varlık, görülen ve görülmeyen
âlemleri bilen bir varlık olmalıdır. Mahşerde insanlar Allah'ın huzurunda
toplanınca, dünyada yapıp ettikleri onlara eksiksiz bildirilecek ve
davranışlarının değerlendirmesi yapılacaktır.
Bu
âyetteki "yapınız" emrini olumlu mânada alırsak, âyetin bu kısmı
onlara teşvik olmaktadır. İyi iş üretenin ameli mutlaka değerlendirilip
ödüllendirilecektir. Ama "yapınız" emrini olumsuz mânada alırsak,
kötü amellerden caydırmak için son kısım konmuştur diyebiliriz. Olumlu mânada
teşvik, olumsuz mânada caydırıcılık vardır.
Netice
olarak diyebiliriz ki insanın dünyadaki amelleri, âhiretteki hayatını
belirlemekte, onlarla âhiretini imar etmekte veya ahiretini cehenneme
çevirmektedir. Demek ki bu dünya iman-amel ilişkisi ile öteki dünyaya
taşınmaktadır.
7. "(5e-fere katılmayanlardan) diğer bir grup da Allah 'in emrine
bırakılmışlardır. O, bunlara ya azap eder veya tövbelerini kabul eder. Allah
alimdir, hakimdir."
Daha
önce 102. âyette iyi ile kötüyü karıştırdıklarının farkına varıp itiraf eden
bir gruptan bahsedilmişti. Burada ise henüz bu itirafta bulunmayan, iyi ile
kötü arasında mekik dokuyan münafıklar ele alınmakta, Tebük seferine katılmakta
kararsız kalan, doğru ile yanlış arasında kesin bir tercih yapamayan gruba
işaret edilmektedir. Bunlar özeleştiri yapa- mayan ve bu erdemi gösteremeyen, kendine
yönelip kendini tanımayan, adımını atamayan grubu kastetmektedir.
Tarihî
boyutu göz önünde tutulursa, bu âyet Kâ'b İbn Mâlik, Mürâre İbn Rebî' ve Hilâl
İbn Ümeyye hakkında inmiştir. Bunların durumu iyi olduğu halde Tebük seferine
katılmadılar. Anlatıldığına göre bunlardan ikisi özür dilemek için Hz.
Peygamber'e gittiler. Hz. Peygamber de onlara niçin kendisine katılmadıklarını
sordu. Yanlış yapmaktan başka bir mazeretlerinin olmadığını söylemelerinin
ardından Tevbe sûresinin 106. âyeti inmiştir[103].
Nakledilen
bu olayı kabul etsek bile âyeti evrensel boyuta taşımak gerekiyor. Allah
münafıkların içinde tereddütler yaşayan, sağlam seçeneği gerçekleştiremeyen,
doğru ile yanlış arasında gidip-gelen insanların olabileceğinin analizini
yapmaktadır.
Bu
grup hakkında diğer müminler, durum kesinleşmeden kesin değerlendirme
yapmamalıdırlar. Değerlendirmelerinde hata yapma ihtimali olduğundan, onların
hükmünü Allah'ın takdirine bırakmalıdır. Allah onlara ister azap eder, isterse
tövbelerini kabul eder. Allah'ın onlara nasıl muamelede bulunacağı konusunda
beşerî değerlendirme yapılmamalıdır.
"İster
azap eder isterse tövbelerini kabul eder" ne demektir? Bu, münafıkların
tutumlarından veya kişiliklerinden kaynaklanmaktadır. Onlar doğru ile yanlış,
iyi ile kötü, hak ile bâtıl arasında sabit ve sağlam bir çizgi tutturmadılar.
Doğrudan, iyiden ve haktan yana kalırlarsa tövbeleri kabul edilecektir.
Yanlış, kötü ve bâtıldan yana kalırlarsa bu yaptıkları kendilerine azap
olacaktır. Yani burada ilâhî takdirin onların durumuna göre gerçekleşeceğine
işaret edilmektedir.
"Allah
alimdir, hakimdir" buyurulurken, Allah'ın, ilmi ile onların durumunu
bildiğini, hikmet sıfatı ile de onlara nasıl muamele yapacağını, neyi takdir
edeceğini bildirmektedir. Diğer taraftan onların durumunun Allah'a kalmasının
bir hikmeti de dünyevî cezanın onlara uygulanamayacağına işaret vardır. Demek
ki durumları dünyevî hukuka uymayıp, işi Allah'a bırakılanların olacağını
vurgulayan bu âyet, hukukun hakkını alamayan ama işini Allah'a bırakan insanlara
bir teselli, bir çıkış kapısı olmaktadır.[104]
107.
Bir de şunlar var: Tutup bir mescid yapmışlardır: Zarar vermek için, nankörlük
için, inananları fırkalara bölmek için, daha önceden Allah ve Resulü ile savaşmış
kişiye
gözetleme yeri kurmak için. "İyilik ve güzellikten başka bir şey istemiş
değiliz" diye gerile gerile yemin de edecekler. Allah şahittir ki, onlar
kesinlikle yalancıdırlar.
108.Böyle
bir mescidde sakın namaza durma! Daha ilk gününde takva üzerine kurulan bir
mescid, içinde namaz kılman için çok daha uygundur. Temizlenmek arzusu
taşıyan erler vardır o mescidde. Allah temizlenenleri sever.
109.Peki,
binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa
binasını sal artıklarının ucundaki yarın kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme
yuvarlanan mı? Allah, zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.
110.
Kurdukları bina, kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerinde bir kuşku olmaya
devam edecektir. Allah
alimdir, hakimdir.
Müfessirler
bu âyetlerin nüzul sebebiyle ilgili bir olayı nakletmektedirler. "Bu
olayın doğruluğunu kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah 108. âyette Hz.
Peygamber'e "Böyle bir mescidde sakın namaza durma!" emrini
vermektedir.
Taberî,
İbn Kesîr ve Kurtubî bu konuyu etraflı bir şekilde açıklamışlardır. Muhammed
Esed özet olarak bize bu âyetlerin iniş nedenini şöyle aktarmaktadır: Mekke'den
Medine'ye hicret ettiği günden beri Hz. Peygamber, Hazrec kabilesinin önde
gelenlerinden biri olan ve yıllar önce Hıristiyanlığı kabul etmiş olan ve bu
özelliği ile hem hemşehrileri hem de Suriyeli hıristiyanlar arasında ün salan
keşiş Ebû Amr'ın şiddetli muhalefetine hedef olmuştu. Ebû Amr, Uhud Savaşı'nda
Mekkeli müşriklerin yanında yer aldı ve daima onlarla ittifak halindeydi. Hicrî
3. yılda yapılan Uhud Savaşı'ndan sonra Suriye'ye göçüp orada, Bizans İmparatoru
Herakleios'u Medine'yi istilâ edip müslümanları bir daha topar-lanamayacakları
şekilde çökertmesi için kışkırttı. Kendisi Suriye'de bulunduğu süre içinde
Medine'deki kabilesi ile sürekli haberleşiyordu. Hicrî 9. yılda kabilesine,
Herakleios'un Medine'ye yürümek üzere büyük bir hazırlık yaptığı haberini
gönderdi.
Tebük
seferinin de böyle bir habere dayanılarak gerçekleştirildiği söylenmektedir.
Ebû Amr, askerî bir harekâtta kendi kabilesinin toplanacağı bir yerin olmasını
zorunlu görmüş, Küba denen yerde bir mâbed inşa etmelerini kabilesinden
istemişti. Bu mâbed bir nevi karargâh olacaktı. Hz. Peygamber Tebük seferinden
dönünce kendisinin Küba'da yaptırdığı mescidde değil de, Ebû Amr'in kabilesinin
yaptırdığı mescidde konaklayacaktı. Ebû Amr'in yandaşları böyle bu mescidi yaptılar.
İşte âyette bahsedilen Mescid-i Dırâr, yani "zarar veren mescid"
budur. Bu âyetlerden hemen sonra Hz. Peygamber Mescid-i Dırâr'ı yık-tırmıştır.
Anlatılan
bu olayın doğruluğu hakkında hiçbir şüphemiz yoktur. Artık ne o kabile, ne
onların yaptırdığı mescid ne de Hz. Peygamber dünyadadır. Bu âyetler tarihî bir
haberden öte bir değer taşımayacak mıdır? Onların günümüze verdikleri bir
mesaj yok mudur? Âyetlerden evrensel boyutta mesaj çıkarmak mümkün müdür?
Âyetin
jjJüij vellezîne "onlar" zamiri ile başlaması bize âyetin evrensel
boyutta olabileceğini hatırlatmaktadır. "Onlar" zamirinin yerine her
dönemde bu şekilde davranan insanları koyabiliriz. Hz. Peygamber'in döneminde
yaşayan Ebû Amr gibi nice insanlar gelmiş ve gelecektir.
Günümüzde
herkese açık camilere gitmeyip kendilerine cami yapanlar hangi gruba
girmektedirler? Şu cemaatin, şu grubun veya şu sülâlenin camisidir diyerek,
orada bir cami yapan yok mudur? Bu âyeti bilselerdi veya kendilerine bu âyet
öğretilseydi, elbetteki böyle davranmanın yanlış olduğunu bilip böyle
davranmayacaklardı. Bizim mahallenin, dedemizin, sülâlemizin, akrabamızın
camisine gidelim, öteki sülâlenin camisine gitmeyelim zihniyetini nasıl
açıklayacağız? Bu âyet camilerin bölücülüğe alet edilmesini yasaklamaktadır.
1. "Bir de şunlar var: Zarar vermek için bir mescid
yapmışlardır." "Şunlar" denirken, münafıkların bir grubu
kastedilmektedir. Tevbe sûresinin 42. âyetinden itibaren, müminlerle ilgili
olan 71, 72, 73, 88, 89 ve 100. âyetler hariç tamamen münafıkların
psikolojileri, davranışları, düşünceleri ve tutumları analiz edilmektedir.
Allah onları da gruplara ayırmıştır. Bunlardan biri Mescid-i Dırâr'ı yapan münafıklar
grubudur.
a) Tebük seferinden döndüğünde Hz. Peygamber'in girmesini istedikleri,
ama Ebû Amr'm bir ön karakol, toplantı ve karargâh olarak yaptırdığı mâbed
müslümanlara zarar vermek için yapılmıştı.
Günümüzde
mâbedlerini müslümanlara zarar vermek için kullananlar aynı gruba girmektedir.
Âyette geçen "mescid-i dırâr" kavramını insanlığa, özelde de
müslümanlara zarar vermek için kurulan müesseselere kadar uzatmak mümkündür.
Başkasının
ülkesinde bulunup, kendi memleketinde yaşayan ama sadece inanç faklıhğından
dolayı müessese kurup zarar vermek isteyen insanlar çıkmış ve çıkacaktır. Hz.
Peygamber zamanında bunu mâbed olarak yapmışlar, günümüzde de bu işi yapan
kurumlar medya veya o-kullar olabilir. Memleketine ihanet etmek üzere
dışarıdaki düşmanların menfaatine çalışan insanların kurdukları bütün
müesseseler bu kavramın kapsamına girmektedir.
Kurtubî bize şu
bilgi ve değerlendirmeyi aktarmaktadır: Bir mescidin yanına bir başka bir
mescidin yapılması caiz değildir. İlk mescidin cemaatinin o mescidi terkedip
ilk yapılanın boş kalmaması için ikinci yapılan mescidin yıkılması ve
yapılmasının engellenmesi gerekir. Ancak mahalle büyük olup mahalle halkına tek
bir mescid yeterli gelmiyorsa, o takdirde bir mescid daha yapılabilir. Aynı
şekilde şöyle de derler: Tek bir şehirde iki, üç caminin de yapılmaması
gerekir. İkincisinin engellenmesi icap eder. Bu ikinci camide cuma namazı
kılanın cuması kabul olmaz. Zaten Hz. Peygamber Dırâr Mescidi'ni yıktırmıştır.
İlim
adamlarımız derler ki: Zarar vermek, yahut riyakârlık ve desinler diye yapılan
her bir mescid "dırâr mescidi" hükmünde olup onda namaz kılmak caiz
değildir[105]. Kurtubî'nin naklettiği
bu görüşler abartılı olsa bile, hakikatten bir pay taşımaktadır. Kurtubî'nin
yaşadığı dönemde şehirlerin küçüklüğünün dikkate alınması gerekir.
2. "Nankörlük için..." Buradaki küfr kelimesini birkaç mânaya
almak gerekir. "Nankörlük" mânasına alınca ihaneti kastedilmektedir.
Kendi ülkesine ihanet etmek demek, ona nankörlük etmek anlamına gelmektedir.
Nankörlük daha çok, ahlâkî ve dinî bir anlam taşırken, ihanet daha çok sosyal
ve siyasî bir mâna taşımaktadır, ama anlam itibariyle her ikisi de aynı
kaynaklıdır. Diğer mânası da "inkâr"dır. Yani âyet, tevhid inancına
karşı şirki, ya da ateizmi yaymak uğruna kurulan bir müesseseyi veya faaliyeti
ifade etmektedir.
3. "İnananları fırkalara bölmek
için..."Müminlerin arasında
tefrika sokmak (bölücülük)
için kurulan her
müessese bu kavramın kapsamına girmektedir. O dönemde münafıklar, müminlerin
birlik ve beraberliğini parçalamak, dağıtmak ve yok etmek
"Günümüzde
İslâm âleminde tefrikalar sürüp gitmektedir. Müslümanların bölünmelerinden,
müslüman olmayanlar keyif almaktadırlar. Allah'a ibadet etmek için yapılan
mâbedde din adına tefrika yapılıyorsa, orada münafıklık yapılıyor demektir.
4. "Daha önceden Allah ve Resulü ile savaşmış kişiye gözetleme yeri
kurmak için..." Tarihî açıdan
bakınca bu kişi keşiş unvanı verilen Ebû Amr'dır, ama âyette ki men kelimesi
bunu diğer çağlara taşımaktadır.
Münafıklar
Mescid-i Dırâr'ı, Herakleios'la beraber gelecek olan Ebû Amr'ı gözetlemek için
yapmışlardı. Hz. Peygamber'in orada ibadet etmesini temin ederek bu amaçlarını
gizlemek istemişlerdi. Böylece o dönemin münafıkları terörü camiye kadar sokmuş
oldular.
Âyette
geçen el-irsâd kelimesi "gözetlemek" anlamına gelmektedir. Rasathane
bu kelimeden türemiştir. Rasathanede gök cisimlerinin hareketleri gözlenirken,
münafıkların rasathanesinde de kötülük üretenlerin, Allah'a ve Peygamberi'ne
düşman olanların hareketleri gözetlenmektedir. Münafığın içi ve dışı bir
olmadığı için, yaptığı müessesenin içi dışı, yapısı ve görevi farklıdır.
Dışarıdan cami görürsün, ama içinde kötülük planları yapılır. Yeryüzünde öyle
mâbedler vardır ki, hep müminlere düşmanlık planlarını üretmek için kullanılmış
ve kullanılmaktadır. Haçlı seferlerinin başlangıç noktasını,
planlandığımaktadır. Haçlı seferlerinin başlangıç noktasını, planlandığı yeri
dikkate alırsak, âyetin evrenselliği ortaya çıkacaktır.
5. "İyilik ve güzellikten başka bir şey istemiş değiliz diye gerile
gerile yemin edecekler." Mescidi yapan müna
fıklar, zarar vermek, ihanet, tefrika ve casusluk için kurdukları bu mescidin
amacını gizlemek için yemine de başvururlar ve güya toplumun iyiliği için, uzak
mescide gidemeyen hastalara, ihtiyarlara yardım olsun
diye yapmış olduklarına yemin ederler.
6. "Allah şahittir ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar. " Onların
yalanlarının
değerlendirmesini Allah
yapmaktadır.
Kalplerinde zarar, tefrika, ihanet ve casusluk niyeti ve amacı varken, iyiliği
gözetlediklerini söylemeleri, onların ne kadar iki yüzlü olduklarına delil
teşkil etmektedir.
Geçmişte
ve günümüzde kaliteli eğitim vereceğiz diye misyonerlik, casusluk ve tefrika
için okullar açılmaktadır Allah bu konuda müminlerin dikkatini çekmiş ve
onları bilinçlendirmiştir. Onun içindir ki Mescid-i Dırâr'ı her kötü faaliyeti
sürdüren müessese olarak almak gerekiyor.
7. "Böyle bir mescidde sakın namaza durma! " Bunun anlamı
"oraya adımını atma, orada dua etme"dir. tâ Ebedâ kelimesi olumsuz
emri pekiştirici bir kelimedir. "Asla" demektir. Âyette ki lâtekum
ifadesi "ayakta durma" anlamına gelir. Ayakta durmaktan kasıt namaz
kılmanın tamamıdır. Ayakta duruş namazın en önemli rükünlerinden biri olması
sebebiyle namazın tamamını ifade etmektedir. Lâtekum "durma" emri ile
zaman zarfı olan tâ ebedâ kelimesi bir araya gelince eylem için genel bir ifade
olmakta, "hiçbir zaman durma" anlamına gelmektedir.
Âyeti
tarihî bağlamda düşünürsek dar bir mânanın içine hapsetmiş ve evrensel
niteliğini ortadan kaldırmış oluruz. 107. âyette geçen Dırâr Mescidi'ni çağlara
göre yorumlamak zorundayız. Bu mescidi insanlığa veya müminlere zarar vermek
için tesis edilen bir kuruluş anlamına almak gerekir
8. "Daha ilk gününde takva üzerine kurulan bir mescid, içinde namaz
kılman için çok daha
uygundur." Âyetin bu kısmını anlayabilmek için Mâide sûresinin 2. âyetine
bakmak gerekir. Orada Allah bir müessesenin hangi temeller üzerinde kurulup
kurulmayacağını açıklamıştı. Takva ve iyilik üzerinde
yardımlasınız denirken, müessesenin takva ve iyilik üzerine kurulmasını
emretmektedir. Kötülük ve düşmanlık üzere yardımlaşmayınız buyururken de, bir
müessesenin bunlar üzerinde kurulamayacağını emretmiş olmaktadır.
Kötülük
ve düşmanlık üzerinde kurulan bir mabede girip ibadet yapılamaz. Başka bir ifade
ile bu niyetle kurulan millî veya milletlerarası bir müesseseye üye olup
katılmamak gerekir.
Takva
denen kötülükten sakınma ve iyilik üzerine kurulan ve bu amaçlarla çalışan bir
müesseseye üye olmak, faaliyetlerine katılmak daha uygundur. Demek ki mescid
bile olsa hangi amaçla kurulduğu önemlidir. Bu amaç kötülük ve düşmanlık ise
orada namaz kılınmamalıdır.
9. "O mescidde temizlenmek
arzusu taşıyan erler vardır. Allah temizlenenleri sever." Takva temelleri
üzerine kurulan mescidde insanlar arınmak için bulunur ve oraya gidip ibadet
ederler. Mabedin özelliklerinden biri de insanları arındıracak bir yer
olmasıdır.
Dikkat
edilirse sadaka, yani zekâtın temizleyici bir özelliği olduğu 103. âyette
açıklanmıştı. 108. âyet de müslümanlar için camide kılınan namazın böyle bir
işlevi olduğunu gündeme getirmiştir.
Âyetin
bu kısmındaki Jirj rical kelimesini "insanlar, müminler" anlamına
almak mümkündür. "Erler" şeklinde alınması kadınların dışarıda
bırakıldığı anlamına gelmemelidir. Ruhunu, gönlünü, nefsini ve beyninin
temizlemeye çalışan insan tam bir savaşçıdır. İç alemindeki manevî kirleri
temizlemek için mücadele verene Allah ... rical "erler" anlamını ya
da sıfatını vermektedir.
Gerçek
müminin ruhen temizlenme yerlerinden biri de mesciddir. Böyle bir mekânı, zarar
veren, tefrika yaratan, Allah ve Peygamberi ile savaşan insanı beklemeye
koyulan münafıkların yeri haline getirmek doğru değildir.
108.
âyetin sonunda Allah, mescidlerde kendi ruhunu şirkten ve günahtan temizlemeye
çalışan insanlara sevgisini ilân etmektedir. Camide öğrenilen bilgi ve yapılan
ibadetler, insanın ruhunu, aklını, gönlünü ve nefsini temizleyecek nitelikte
olmalı ve cemaat de bunu yapmak niyetiyle oraya gitmelidir.
Bu
âyetteki temizlik kavramı ile 103. âyetteki temizlenme ve a-rınmak kavramları
bir araya getirilince Kur'ân'ın maddî ve manevî temizliğe ne kadar önem
verdiği anlaşılmış olur. Maddî temizliğin yanına ruh temizliğini koyarak Kur'ân
eğitimde yeni bir açılım gündeme getirmiştir. Aklı, gönlü ve nefsi temiz
insanların yetişmesini hedef alan Kur'ân nefis temizliğini "kurtuluş"
olarak görmüş (Şems 91/9), Tevbe sûresinin 108. âyetinde de bu tür insanlara
Allah'ın sevgisini kazandıracağını ilân etmiştir.
Öğretimin
eğitime dönüşmesini temin etmenin en önemli değişimlerinden biri öz benliğini
kin, haset, düşmanlık, günah, kötü niyet, isyan, inkâr, şirk ve münafıklıktan
temizlemektir. Bütün bilgiler, ibadetler ve ilâhî emirler bu arınmayı amaç
edinmiştir. Kur'ân'ın amacı, günümüzün ve geleceğin din eğitiminin de amaçları
arasında olmalıdır. Günümüz dünyasının en büyük belâlarından biri din adına
insanlara düşmanlık, kin ve tefrikanın aşılanmasıdır.
10. "Peki binasını Allah 'tan sakınma ve Allah rızası üzerine kuran
mı hayırlıdır, yoksa binasını sel artıklarının ucundaki yarın kenarına kurup
da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı? Allah, zalimler topluluğuna
kılavuzluk etmez."
a) Allah bu âyetin birinci kısmında genel anlamda müesseselerin, özel
anlamda camilerin "takva ve Allah rızası" üzerine kurulmasını istemektedir.
"Allah'tan sakınmak ve korkmak" anlamındaki takva kelimesini Allah'a
karşı sorumluluğunun bilincinde olma şeklinde anlayabiliriz. Kurulan
müessesenin amacı, Allah'tan sakınma ve O'nun rızasını elde etmektir.
b) Bu niyet ve amacın dışında kurulacak olan müesseseyi Allah, "sel
artıklarının ucundaki yarın kenarına" kurulmuş olarak kabul etmektedir.
Bu anlatım tarzında insan idrakinin anlayabileceği bir özellik vardır. Bu
ifade, mecazi anlatım olmakla beraber hakikate uygun düşmektedir. Âyetin bu
kısmında geçen şefâ "kenar ve sınır" anlamına gelmektedir. cüruf da
"sellerin vadilerden taşıp getirdiği şey"lerdir. Aslında bu kelime
"bir şeyi kökünden söküp alıp götürmek" demektir. hâr kelimesi de "yıkılmaya yüz tutmuş,
yıkılmak üzere olan" demektir.
Allah
iki kişiyi veya iki şeyi mukayese etmektedir. Binasını Allah'tan sakınma ve
O'nun rızası üzerine yapan ile, binasını sel artıklarının ucundaki yarın
kenarına kurup da onunla birlikte yuvarlananı mukayese etmektedir. Bu
mukayesede hayır kelimesi kullanılmaktadır. "Daha iyi" anlamına gelen
bu kelime, mukayesenin iyiden yana yapılıp, kötüden yana yapılmadığını ifade
etmektedir. Maksat daha iyi olanı öğretmektir. İyi ile kötü mukayese edilirken
daha iyi; güzel ile çirkin mukayese edilirken daha güzel; faydalı ile zararlı
mukayese edilirken daha faydalı olanlar gündeme getirilmektedir.
Demek
ki 107. âyette geçen Dırâr Mescidi yarın kenarında kurulup cehenneme
yuvarlanacak olan bir müesseseyi andırmakta, takva ve Allah rızasının
temelleri üzerinde kurulan da sağlam bir müesseseyi hatırlatmaktadır. Allah
zarar verme, tefrika ve Allah ile Peygamberi'ne karşı savaş açan insanı
beklemek için mescid kuranı âyetin sonunda zalim olarak ilân etmektedir.
Tefrika çıkartan, insanlara zarar veren ve İslâm'ın düşmanlarına yardım edenler
zalimlerdir. Bunların en önemli özelliği Allah'ın onları doğru yola iletmemesi,
onlara kılavuzluk etmemesidir. Demek ki insanların iyiden yana iç âlemlerinde
değişimin olmasında ilâhî müdahale olmayacaktır. Bunun anlamını "ebediyen
ilâhî yardım onlara gelmeyecektir" şeklinde anlamamak gerekir. Kendileri
kötü eylemlerinden vazgeçtikleri takdirde Allah'ın kılavuzluğuna nail olabilirler.
Zaten zalimlere Allah'ın kılavuzluk etmeyeceğini söylerken, amaç onları
kötülüklerden caydırmaktır. "Kötülükleri terkederlerse Allah onlara
kılavuzluk edecektir" anlamını âyetten anlamak en doğrusudur.
Bir
de bu âyette, yıkılabilecek, tehlikeli yerlere örneğin deprem tehdidi altında
bulunan fay hattındaki bölgelere ev kurmanın yanlışlığına da işaret edildiğini
düşünmekteyiz. Kanaatimize göre bu âyet, insanoğluna şehircilik alanında da
önemli hatırlatmalarda bulunmaktadır.
Diğer
taraftan Allah "zalim" kelimesine farklı bir mâna kazandırmaktadır.
Binasını suyun taşıdığı cürufların kenarında kurup cehenneme yuvarlanan insan,
kendine de haksızlık ettiği için zalim olmaktadır. Kötü eylemlerinin neticeleri
kendisine dönen insan kendine zulmetmektedir.
11. "Kurdukları bina kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerinde bir
kuşku olmaya devam edecektir. Allah alimdir, hakimdir." Ayette
"kalp" kelimesi iki defa geçmektedir. Birincisinde kuşku, yani
hasret, pişmanlık ile olan ilişkisi, ikincisinde de parçalanmakla olan
bağlantısı gündeme getirilmektedir. Âyette geçen er-rîbe kelimesi
"kuşku" anlamına gelmektedir. Münafıkların yaptıkları Dırâr
Mescidi'ni Hz. Peygamber yıkıp amaçları gerçekleşmeyince, yaptıklarından
pişmanlık duydular.
Diğer
taraftan âyet şüphe yerinin kalp olduğuna da işaret etmektedir. Demek ki şüphe
kalbin eylemidir, kalpte oluşur ve orada kendine bir yer bulur. Ayrıca âyet,
şüphenin kalpte bir bomba gibi patlayıp gönlü parça parça ettiğine de dikkat
çekmektedir. Kuşku kalbi parçalayacak seviyeye gelmeden, ondan vazgeçmek
gerekir. İnsanlara zarar vermek için kurulan müesseseler amaçlarına
ulaşamayınca, bu durum, onları kuranların yüreklerini parçalamaktadır. Böylece
zararları kendilerine dokumaktadır. Bu da bir çeşit kendi kendilerne
zulmetmektir.
Allah
bu âyette kuşkunun zarar ve tahribatını anlatmakta, şüphe oluşturacak hiçbir
işe girişilmemesini öğütlemektedir. Şüphe gönülde oluşur, yine gönüle zarar
verir. Âyette geçen bina kelimesi Dırâr Mescidi'ne işaret etmektedir. Ama bunu
o mescidle sınırlı tutmak, âyetin anlamını daraltmaktır. Buradaki
"bina"yı bir sosyal müessese veya bir eğitim müessesi olarak almak
mümkündür. İyilik ve takva (Mâide 5/2), Allah'tan sakınma ve O'nun rızasını
elde etmek gibi (Tevbe 9/109) mâ-nevî değerler üzerine kurulmayan müesseselerin
yürekleri parçalayan şüpheyi üreteceği bilinci bu âyette verilmektedir.
Şüphe
niçin yürekleri parçalamaktadır? Soruya Tevbe sûresinin 19. âyetiyle cevap
vermek mümkündür. Takva ve Allah'ın rızasını kazanmak amacı ile kurulmayan
müesseseler "kalıcı" olamazlar. Kalıcı olmayan işler, ardından
pişmanlık, sıkıntı ve şüphe getirir. Bu psikolojik oluşumlar yürekleri
parçalayacak niteliktedir.
Yürekleri
parçalamayacak olan ameller "kalıcı" olan, faydalı ve iyi amellerdir:
"Mal ve çocuklar, şu iğreti dünya hayatının süsüdür. Kalıcı amellerse,
Rabbinin katında sevapça da üstündür, beklenti bakımından da." (Kehf 18/46).
Demek ki "kalıcı amel" hem ilâhî ödülü hem de ümidi getirmektedir.
Zarar vermek, tefrika çıkartmak ve düşmanlık etmek için kurulan müessese ve
yapılan ameller "kalıcı" olmadığı için ardından ümidi yakıp kül eden,
yürekleri parçalayan şüpheyi getirmektedir. Bu amellerin külleri üzerinde
şüphe denen bir canavar peydah olur ve bu canavar yürekleri parçalar. Allah
alîm ve hakîm sıfatları ile bu öğretiyi bize bildirmektedir.[106]
111.
Allah müminlerden, mal ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet
karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler,
ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerinde hak bir vaaddir.
Sözünde Allah'tan daha vefalı kim var? O halde O'nunla yaptığımız bu
alışverişten dolayı müjdeler olsun size. İşte bu, büyük bir kazançtır.
Âyetin
açıklamasını yaparken iniş sebebini gündeme getirmek gerekiyor. Âyetin iniş
sebebini âlimler şu şekilde anlatıyorlar: İkinci Akabe Biatı'na ensardan yetmiş
dolayında erkek katılmıştı. Burada Abdullah b. Revâha Hz. Peygamber'den şu
istekte bulundu: "Rabbin için de kendin için de dilediğin şartı koş!"
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Rabbim için O'na ibadet etmenizi, O'na
hiçbir şeyi ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de beni, kendinizi
ve mallarınızı neye karşı ve nasıl koruyor iseniz öylece korumanızı şart
koşuyorum." Biata katılanlar bunun üzerine şu soruyu sordular: "Bunu
yerine getirecek olursak bize ne var? Hz. Peygamber "cennet" diye
buyurunca: "Böyle bir alışveriş kârlıdır. Biz ne bu alışverişten döneriz,
ne de dönme teklifinde bulunuruz" demeleri üzerine "Allah
müminlerden, mal ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında
satın almıştır" âyeti inmiştir.[107]"
Âyetin
tarihî boyutunu ortaya koyan bu açıklama doğru olabilir. Ama âyeti o olgunun
içine hapsetmek mümkün değildir. Çünkü bu bilgiyle sınırlı kalmak, âyetin
evrenselliği ve gelecek nesillere hitap etme keyfiyeti ortadan kalkacaktır.
Âyeti, o olgudan çıkan, ama bütün dallarını bütün nesillere uzatan bir ağaç
olduğuna inanıyor ve böyle açıklıyoruz.
1. "Allah müminlerden, mal ve canlarını, kendilerine (verilecek)
cennet karşılığında satın almıştır." Alışveriş manevî alanda da olur:
Tanrı fikrinin olduğu yerde, fedakârlık etmek, kurban kesmek ve gerektiğinde
kendini feda etmek vardır. Tevbe sûresinin 111. âyetinde, mümin insanların
gerektiğinde Allah uğrunda canlarını feda etmeleri ve mallarından fedakârlık
yapmaları istenmektedir. Bu isteğe karşılık onlara cennet sunulmaktadır.
Müminlerin
verdiklerine, yani fedakârlıklarına karşılık cenneti almaları, bir çeşit
alışveriş olmaktadır. İnsanların idrakine sunmak için Allah, buna alışveriş
demektedir. "Can" ve "mal" gibi iki önemli değerden
fedakârlık yapmak ve bunu Allah adına yapmak münafıklıkla gerçek müminlik
arasındaki farkı belirlemektedir. Bir bakıma bu ifade, mümin ile münafık
arasındaki farkı bir cümle ile belirlemenin anlatımı olmaktadır.
Âyetteki
^jsiı işterâ (satın alma) kelimesinin içeriğinde. derinlere gidilirse insanın
"hür iradesi"nin olduğu görülür. Satın almakta, satan ve alan
taraflar hürdür. Hürriyetin olmadığı yerde satın almaktan bahsedilemez.
Hürriyetin olmadığı yerde alınan şeye karşı bedel de ödenmez. Allah müminlerin
can ve mallarını alırken onlara cenneti vermektedir. Allah, cennetini
verdiğine göre aldıkları ile onlara zulmetmediğini, onların tercihlerine değer
verdiğini ifade etmektedir. Bu âyette müminlerin can ve malarını gönül rızası
ile Allah'a verdikleri ortaya çıkmakta ve Allah'ın zor kullanmadığı esası
anlaşılmaktadır.
Bu
alışverişte bir çeşit sözleşme vardır. Zararın olmadığı yerde aldatma da
yoktur. Antlaşmanın içerdiği alışverişte ilginç olan taraf, can ve mal gibi,
dünyevî değerlere cennet gibi uhrevî değerin verilmesidir.
îşterâ
fiilinde "satmak" anlamı da vardır. Bu durumda âyetin anlamı:
"Allah müminlere nefisleri ve malları karşılığında cenneti satmıştır"
şeklinde olmaktadır. Yani serbest iradesiyle canını ve malını ortaya koyan
kişilere Allah cenneti satmıştır.
2. "Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler."
Öldürmek de vardır ölmek de! "Müminler Allah yolunda savaşırlar." Bu
ifadenin altında kendi irade ve tercihlerine göre bu eylemi gerçekleştirdikleri
ilkesi vardır. Savaşmak fiilinin failleri müminlerdir. Allah'ın uğruna
yapılacak olan bir savaşa çıkarlar, başka herhangi bir sebepten dolayı
savaşmazlar. Savaşta ölmek de vardır öldürmek de, bazı derler dışında mümin
insan ne kendi canını feda eder ne de başkasının hayatına kasteder.
İnsanın
kendi canı, bağımsızlığı, namusu, vatanı, özgürlükleri, i-manıdır. Bunlar,
uğrunda savaşılacak değerlerdir. Biraz daha detaya girersek iyinin, doğrunun,
hakkın, adaletin yaşamasını engelleyen her harekete karşı savaşmak Allah
yolunda savaşmaktır. Bu yüce değerlerin olduğu yerde insan hayatı da güzeldir,
onlarsız hayatın varlığı ile yokluğu aynı şeydir. Mümin insan haksız yere bir
cana kıymaz (En'âm 6/151; Furkân 25/68), kendi canını da sadece Allah uğruna
feda eder (Tevbe 9/111).
3. "(Bu) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerinde hak bir
vaaddir. Sözünde Allah'tan daha vefalı kim var?" Allah, Allah yolunda
canını ve malını feda ederek öldüren ve öldürülen müminlere cenneti vereceğini
kendi üzerine bir hak olarak yazmıştır. Bunun bir ileri adımı, bu sözünü Tevrat,
İncil ve Kur'ân'da güvence altına almıştır. Adı geçen bu üç kitap, Allah'ın
verdiği sözü yerine getireceğine dair güvenceyi temin etmektedir. Bu üç
kitabın müşterek özelliklerinden biri, Allah'ın müminlerle yaptığı antlaşmanın
güvencesinin temin edileceğinin vesikası olmalarıdır. Sözünde Allah'tan daha vefalı
kimsenin olamayacağını bir soru cümlesi ile ifade ederken Allah verilen sözde
durmanın önemini vurgulamaktadır.
Ahde vefa
dediğimiz, sözünü tutmak, yerine getirmek konusunda Allah'ın gösterdiği
titizlik onu yaşayan insanların ne kadar Allah katında önemli bir iş yaptığını
ifade etmektedir. Ahde vefa ilâhî ahlâkın temel değerlerinden biridir. Verdiği
sözü tutan mümin veya insan, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olmaktadır.
4. O nunla yaptığınız bu alışverişten dolayı müjdeler olsun size! İşte
bu, büyük bir kazançtır. " Allah kendisini üçüncü şahıs olarak
anlatmaktadır. Sanki bu sözleri O değil de başkası söylemektedir. "Benimle
yaptığınız alışverişten dolayı müjdeler olsun size!" şeklinde buyurması
gerekmiyor muydu? Kendisinden "O" diye bahsetmesi, Kur'ân'in önemli
bir anlatım metodudur. Allah müminlerin kendisi ile yaptığı bu manevî
alışverişten dolayı onlara müjdeler olsun demektedir, yani sevinmelerini
istemektedir.
Bu
alışveriş müminler adına büyük bir kazanç bir başarı ve bahtiyarlıktır. Âyette
geçen el-fevz kelimesi "kurtuluş" anlamına da gelmektedir. Malını ve
canını, gözünü kırpmadan Allah uğrunda feda edip karşılığında cenneti alacağına
dair Allah ile sözleşmek, alışverişte bulunmak, O'nun vaadini almak gerçekten
büyük bir başarı, kazanç ve kurtuluştur.
Bu
âyete Tevbe sûresi içinde bir bağlantı yeri arayacak olursak 38-41. âyetleri
gösterebiliriz. Müminlerin bir kısmı yere çakılıp kalıyor ve savaşa çıkmak
istemiyorlardı. Allah o âyetlerde bunun sebebini sorular sorarak tesbit etti ve
bu tembelliğin neticesini gösterdi. Allah yolunda mal ve canı ile nasıl
savaşılacağı da açıklanmıştı. Allah uğrunda savaşmayı teşvik etmek için 111.
âyette, Allah'ın bu ödülü onlara vereceğine dair bir güvence olduğu gündeme
getirilmektedir.[108]
112.
(Bu kazancı elde edenler) tövbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç
tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar
ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. O müminlere müjdele!"
Allah,
can ve mallarını cennet karşılığında satın aldığı ve bu konuda Allah ile
alışverişte bulunan müminlerin sıfatlarını bu âyette sıralamaktadır.
1. "Tövbe edenler." Tövbe kelimesi "dönmek" mânasına
alınırsa "şirkten, inkârdan ve günahtan vazgeçip tevhid inancına, imana ve
iyiliklere dönmek" olduğu anlaşılır. Kötü, yanlış, bâtıl, çirkin, yalan ve
sahte olan ne varsa hepsini terkedip iyiye, doğruya, hakka, gerçeğe dönmek de
bu mânanın içine girmektedir. Tevbe sûresine göre mâna verirsek tövbe etmek,
38-39. âyette geçen cihada çıkmama gibi ciddi bir hatadan vazgeçip Allah uğruna
canı ve malı ile savaşa çıkmaktır. Başka bir ifade ile âyetin gereğini yerine
getirmektir. Demek ki tövbe edenler,
iç âlemlerinde ve davranışlarında köklü değişimi gerçekleştirenlerdir. Tövbe
insanın içinde bir değişimi gerçekleştirmektedir. Tövbe, Ruhun tevhid inancı
ile buluşması ve onunla iç içe olması demektir.. Tövbe ak
lın nefse üstünlük kurması, geçmişin çirkinliklerinden pişman olması, haya
duygusunu yeniden elde etmesidir. İşte kazanç ve başarıyı yakalayan bunu
başaran mümindir.
2. "Kulluk edenler." Tövbeyi Allah'a dönüş olarak alınca
buradaki Ojkıiiı el-'âbidûn kelimesini âlimler "ibadet edenler"
mânasına anlamışlardır. Kulluk etmek mânasını verenler de vardır. Bu kelimenin
mânasını verebilmek için Furkân sûresinin 70. âyetine gitmek doğru olur. Orada
tövbeden sonra iman gelmektedir. O sırayı bu âyete uygularsak, âbidûn
kelimesine "iman edenler" diyebiliriz. Furkân sûresinin 70. âyeti
şöyledir: "Ancak tövbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır."
Tevbe sûresinin 112. âyetinde geçen el-'âbidûn
kelimesine "ibadet
edenler" mânası verirsek,
bu kelimeden sonra zaten ibadetler sıralanmaktadır. İbn Abbas ve Hâzin
kelimeye "itaat edenler" mânasını vermiştir.
3. "Övenler." Âyetteki kelime el-hâmidûndur. Hamd etmenin Türkçe
karşılığını vermek zor olmakla beraber, "övmek"mânasını vermek
doğruya en yakın olanıdır. Hamd, Allah'ı bütün varlıklar âlemine ve kâinata
yaptıkları ile övmek, yani verdiği nimetlerin kadrini bilmek anlamına
gelmektedir. Yani hamd, sevinçli ve kederli anla
rında, her hal ve şart altında Allah'ı coşkulu bir şekilde gönülden övmektir.
4. "Oruç tutanlar." Âyette
geçen es-sâihûn kelimesine
"seyahat edenler" mânasını verenler vardır. İbn Mes'ûd, İbn Abbas,
Zemahşerî, Kâdî Beydâvî, Hâzin, Nesefî bu kavrama "oruç tutanlar"
mânasını vermiştir. "Seyahat edenler" mânası ile "oruç
tutanlar" mânasını nasıl birleştirebiliriz? Buradaki "seyahat
edenler" anlamını şu şekilde açıklayabiliriz: "Sâihûn, durmaksızın
Allah'ın rızasını araştıranlar" mânasına gelmektedir. Oruç tutan adam da
oruç ve cinsel ilişkiden uzak durduğu için seyahat eden adama benzemektedir.
Oruç tutan, manen yücelip Allah'a yol aldığı için seyahat eden insanı
andırmaktadır.
"Bunlardan
hangisini tercih edebiliriz" sorusunun cevabı Tahrîm sûresinin beşinci
âyetindedir. Allah orada müslüman kadınların özelliklerini sayarken owu sâihât
kelimesini "oruç tutan" anlamında kullanmaktadır. Demek ki
"oruç tutmak" mânasını bu âyete göre seçmek doğru olacaktır. Sâihûn
kelimesine "seyahat edenler" mânasını verince kötülükler, zulüm ve
haksızlık diyarından hicret eden muhacirlerin kastedildiğini söyleyebiliriz.
Ebû Müslim bu mânayı vermiştir.
"Seyahat
edenler"in oruç tutanlar olduğuna dair Hz. Âişe'den rivayet edilen bir
hadis olduğunu Süyûtî zikretmektedir[109].
Diğer taraftan "seyahat edenler"in, cihad edenler olduğuna dair Hz.
Peygamber'den nakledilen bir hadis vardır[110].
Demek ki Hz. Peygamber konulara göre "sâih" kelimesine mâna verip
değerlendirmiştir.
5. "Rükû ve secde edenler." Bu ifadeler, Allah'ın huzurunda
eğilenler anlamına gelmektedir. Aslında rükû ile secde bağımsız bir ibadettir.
Rükû ve secde insanın Allah huzurunda kendi acizliğini hissetmesinin
ifadesidir. Bu ibadetlerle kastedilen ana ibadet namazdır. Bunlar, başlı
başına bir ibadet olmalarına rağmen, namaz denen ibadetin organları olmaktadır.
Secde
anı, Alak sûresinin 19. âyetine göre kulun Allah'a en yakın olduğu andır. Her
ibadet kulu Allah'a yaklaştırır ama bunların başında secde gelmektedir. Hac
sûresinin 77. âyetinde rükû ve secde kurtuluşa götüren bağımsız ibadetler
olarak takdim edilmektedir: "Ey iman edenler! Rükû ediniz, secdeye
kapanınız, Rabbinize ibadet ediniz, hayır işleyiniz ki kurtuluşa
eresiniz."
6. "İyiliği emreden ve kötülükten sakındır anlar. " Bütün
müminler, hatta Âl-i İmrân sûresinin 114. Âyetine göre kitap ehlinden, yani
yahudi ve hıristiyanların tevhid inancına bağlı dindarları da bu göreve
katılmalıdırlar. Âl-i İmrân sûresinin 104. Âyetine göre müslüman toplumda iyiyi
emredip kötülükten sakındıran bir grubun olması gerekiyor. Bu durum aslında hem
bir yaygın eğitim hem de bir sosyal kontrol faaliyetidir. Allah müminlerin
kötülüklere ilgisiz kalamayacaklarını, iyiliği emredip kötülükle mücadele
etmeleri gerektiğini emretmekte ve bunu yapanları da öne çıkarmaktadır.
Dikkat
edilirse buraya kadar olan sıfatların mümin ve Allah arasındaki ilişki ile
alâkalı olduğu, ama iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın toplumla ve bütün
insanlıkla ilgili olduğu görülür. Allah bu faaliyeti öylesine önemsiyor ki, onu
gerçekleştirmeyi ibadet olarak niteliyor. Mümin iyiliği emredip kötülükten
sakındırırken Allah rızasını kazanmak için niyet etmelidir. Çünkü her ibadet
Allah rızasını kazanmak niyetiyle yapılmaktadır.
7. "Ve Allah'ın sınırını koruyanlar." Allah, insanların
birbirine girip hayatlarını karmakarışık hale getirmemeleri
için, herkesin hürriyetini
diğerlerinin hürriyetinin başladığı
yerde sınırlandırmış, kendisi ile insanın davranış alanını belirlemiş,
kulun Allah ile olan ilişkilerinin sınırlarını tesbit etmiştir. İnsanla insanın
ilişkiler sisteminin sağlıklı
yürüyebilmesi için sınarları
belirleyen yasakları ve özgürlükleri açıklamıştır. Bu sınırları yani
Allah'ın emir ve yasaklarını koruyan insanlar Allah katında bir değer kazanmaktadır.
Nedir bu sınırlar? Soruyu bazı âyetlerle cevaplandırabiliriz:
Mahremiyet
sınırı (Nisa 4/34), cinsel organlar denen iffet sınırı (Nûr 24/31, Mü'minûn
23/5), yeminini koruma sınırı (Mâide 5/89), namazını koruma sınırı (En'âm
6/92), Allah'ın kitabını korumanın sınırı (Mâide 5/44). Korunması gereken
sınırlar sadece bunlar değildir. Allah'ın bütün emir ve yasakları Allah'ın
sınırlarının kapsamına girer.
8. "O müminleri müjdele." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki,
Allah'ın buraya kadar sıraladığı özellikler müminlerin özellikleri olmaktadır.
Mümin, niyetini eyleme dönüştürür ve daima iyinin peşinde koşarak kendine ve
topluma yararlı iş üretme amacını güder.
"Müjde"nin
içinde teşvik anlamı vardır. İyi bir haberi ileterek müjde vermek gönülde bir
alâka ve sıcaklık uyandırır. Bu ilgi ve sıcaklık makineyi harekete geçiren
buhar gibi insanı harekete geçirerek iyi amel üretmeye sevkeder. Müjdelemek
Allah'ın eğitim metotlarından biri olmakta ve bunun uygulanmasını
emretmektedir.[111]
113.
Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra Allah'a
ortak koşanlar için mağfiret
dilemek, ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iştir.
114. İbrahim'in,
babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği sözden ötürü idi. Fakat onun,
Allah düşma
nı olduğu kendisine belli olunca ondan uzak durdu. Şüphesiz ki İbrahim çok
yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.
115.
Allah, kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınmaları gereken şeyleri
kendilerine açıklamadıkça onları
saptıracak değildir. Allah her şeyi bilendir.
116.
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, yaşatan, öldüren O'dur. Sizin Allah'tan
başka ne bir dost, ne de
yardımcınız vardır.
Bu
âyetlerin ikisinin nüzul sebebini açıklamaya çalışan âlimler birden fazla
rivayet nakletmektedirler. Rivayetlerin çoğu tutarsız görülmektedir. Kurrubî,
Râzî gibi âlimler bu sebepleri naklediyorlar.
Aynı
sebepleri Süleyman Ateş de naklediyor ama tenkidini de yapıyor. Ateş'in
tenkitlerine katılıyoruz. Çok uzun olduğu için iniş sebeplerini burada nakletmeyi
uygun bulmuyoruz.
Öyle
anlaşılıyor ki Hz. Peygamber ve döneminin müminleri, akrabaları olan müşrikler
için Allah'tan af dilemişler, bunda da Hz. İbrahim'i örnek göstermişlerdi.
Âyetler onların bu hereketleri üzerine indirilmiştir. Nakledilen olaylarda
ittifak olmadığı için, bu şekilde genel bir açıklama ile âyetlerin tarihî
boyutunu ortaya koyabiliriz:
1. "Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan
sonra Allah'a ortak koşanlar için mağfiret dilemek, ne peygamberin, ne de
inananların yapacağı bir iştir." Müşrikler için af dilenmez: "Akraba
bile olsalar." Akrabalık bağları insanları hassas bir duruma soktuğu için,
Allah'ın genel affından istifade edemeyecek olan akrabalar için diğer yakınları
üzülmüşlerdir. Bu âyetlerde olanların affı için gösterdikleri çabaların
de
olanların affı için gösterdikleri çabaların geçersiz olduğu gündeme
getirilmektedir. 113. âyetin 112. âyetle bir ilgisi var mıdır? Daha önce
görüldüğü gibi 112. âyet tâibûn, yani "tövbe eden"lerden bahsetmekteydi.
Bu tövbe "şirkten tevhid inancına dönmek" anlamına gelmektedir. 113.
âyette tövbe edip şirkten tevhid inancına dönmeyenler ele alınmaktadır. Allah
şirkten tevhide geçişi gerçekleştiremeyen insanlar hakkında iki hüküm
koymaktadır:
a) "Cehennem halkı oldukları belli olmuştur. " Müşrikler
ebediyen cehennemde kalmaya mahkûmdur. Onlar için
bir çıkış kapısı yoktur. Çünkü dünyada Allah, onlara peygamber göndererek bir
çıkış kapısı sunmuştu, kendilerine verilen bu fırsatı değerlendiremeyenlere
ikinci bir fırsat sunulmayacağından, başkalarının onlar adı
na istiğfar dilemesinin faydası olmayacaktır.
b) "Allah'a ortak koşanlar için mağfiret dilemek ne peygamberin ne de
inananların yapacağı bir iştir. "
Bundan anlaşılıyor ki müşrikler için af dilemek geçersiz bir eylemdir. Allah'ın
bu hükmüne ters yönden bakarsak, mümin için başkaları af dileyebilir. Bu
konudaki âyetleri verebiliriz, "Ey Rabbimiz! Hesap alınacağı gün beni, ana
babamı ve müminleri bağışla!" (İbrahim 14/41); "Bunların arkasından
gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı
kardeşlerimizi bağışla!" (Haşr 59/10). Hatta müminler için melekler de
istiğfar ederler:
"Arşı
yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunan melekler, Rablerini hamd ile teşbih
ederler, O'na iman ederler. Müminlerin bağışlanmasını isterler. Ey Rabbimiz!
Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tövbe eden ve senin yoluna
gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru!" (Mü'min 40/7).
Cehennemlik
oldukları ortaya çıktıktan sonra, ölünceye kadar müşriklerin tövbe edip
dönmeleri için beklenildiği ifade edilmektedir. Allah, müşriklerin her an
tevhid inancına dönme ihtimalinin olacağına işaret etmektedir. Müşrik olarak
ölenin artık cehennemlik olduğu ortaya çıktığından, ardından af dilemenin
hiçbir fayda vermeyeceği hükme bağlanmaktadır.
Af
dileyen peygamberin babası, amcası ve çocuğu da olsa böyledir. Hz. Peygamber
amcasını, Hz. İbrahim babasını, Hz. Nûh da oğlunu kurtaramamıştı. Şirkten
tevhid inancına geçişin bir hidayet meselesi olduğunu Kur'ân söylediğine göre,
peygamberlerin buradaki müdahalesi sadece tevhid inancını tebliğ etmektir,
değişimi gerçekleştirmek değildir. Hidayet denen değişimi Allah
gerçekleştirecektir. Bunun böyle olduğunu şu âyetler açıklamaktadır:
"Onları doğru yola iletmek sana ait değildir, fakat Allah dileyeni doğru
yola iletir" (Bakara 2/272).
"Sen
sevdiğini hidayete erdiremezsin, bilâkis, Allah dileyene hidayet verir ve
hidayete girecek olanları en iyi O bilir" (Kasas 28/56). Tevbe sûresinin
113. âyetini, aynı sûresinin 80. âyetine bağlayabiliriz: "Onlar için ister
af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları asla
affetmeyecek." Demek ki Allah münafıklar ve müşrikler için Hz.
Peygamber'in bile af dilemesini geçersiz saymaktadır. Hz. Peygamber'in durumu
böyle olunca, müminlerin de bundan farklı olmaları mümkün değildir.
2. "İbrahim'in'babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir
sözden ötürü idi. Fakat onun, Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan
uzak durdu. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi. "
Bu
âyetin iniş sebebi olarak bir haber nakledilmektedir. Hz. Peygamber'in, içinde
bulunması sebebiyle bu habere hadis demek mümkündür: Hz. Ali, sahabeden
birinin müşrik olan ebeveynine af dilediğine şahit oldu. Müşrik olan kimseler
için af mı dilediğini sordu. O da Ali'ye Hz. İbrahim'in babası için af
dilediğini söyledi. Bunun üzerine Ali durumu Hz. Peygamber'e anlattı ve
ardından bu âyet geldi[112].
Âyetin birinci bölümüne baktığımızda içerik olarak hadisin doğru olduğu ortaya
çıkmaktadır. Hz. İbrahim örneğini göstererek, müşrik olan insanlar için
mağfiret dilemenin yanlış olacağını bu âyetten anlıyoruz. Hz. İbrahim'in
babasına bu konuda söz verdiğini şu âyetlerden öğreniyoruz:
a) "İbrahim {babasına şöyle seslendi): Selâm sana. Rabbimden senin
için af dileyeceğim, çünkü O bana karşı
çok lutufkârdır. " "Sizden de, Allah'tan başka taptığınız şeylerden
de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime dua
etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam" (Meryem 19/47-48).
b)"Şu kadar var ki, İbrahim, babasına: 'Andolsun senin için af
dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm
yetmez' demişti" (Mümtehine 60/4).
c) "Babamı da bağışla! Çünkü o, sapıklardandır." (Şu'arâ
26/86). 1 ve 2. âyetlerde Hz. İbrahim, babası için af dileyeceğini söylerken
nasıl dileyeceğini söylememektedir. 3. âyette af dileme şeklini açıklamaktadır.
İlk iki âyetten, Hz. İbrahim'in babasına verdiği sözü yerine getirdiği
anlaşılmaktadır. Tevbe sûresinin 114. âye
tinde, "Sadece ona verdiği sözden dolayı idi" ifadesi buna işaret
etmektedir.
Tevbe
sûresinin 114. âyetinde Hz. İbrahim babasının Allah'ın düşmanı olduğunu
anlayınca bundan vazgeçtiği açıklanmaktadır. Hem verdiği sözü yerine getirdi,
hem de ondan vazgeçmiş oldu. Fakat bizim bundan çıkaracağımız ilke şudur: Doğru
olduğunu zannettiğimiz bir işi gerçekleştirdikten sonra onun yanlış olduğunu
anlayınca derhal ondan vazgeçmek gerekir. Yanlıştan dönmek bir erdemdir.
Siyasetçiler yaptıkları kanunların toplumun yapısına uymadığını görünce, ondan
vazgeçip değiştirmeleri gerekir. İnsan verdiği sözde yaptığı değerlendirmede zamanla
hata yaptığını anlayabilir. Böyle bir durumda o hatadan vazgeçmesini de
bilmelidir. Diğer taraftan hatalı olan bir uygulamanın örnek teşkil edemeyeceğine
de dikkat çekilmektedir. Şartlar bir insanı yanıltabilir, onun yanılgısını
örnek almak doğru değildir. Allah Hz. İbrahim'in uygulamasının örnek
alınamayacağını öngörmekte ve artık müşrikler için af dilemenin doğru
olmayacağı ilkesini koymaktadır. Bu durum, hukukta "bâtıl makîsun aleyh
olmaz" yani yanlışa kıyas yapılamaz kuralını da hatırlatmaktadır.
Allah,
Hz. İbrahim'in bu davranışının hangi özelliklerinden kaynaklandığını âyetin
sonunda açıklamaktadır. "Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek
sabırlı idi." Hz. İbrahim'in özelliklerinden biri, "çok yumuşak
huylu" olarak tercüme ettiğimiz «ijî evvâh idi.
Kurtubî
âlimlerin bu kelimeye verdikleri mânaları nakletmektedir: Bu kelimeye, İbn
Mes'ûd ve Ubeyd b. Umeyn "çokça dua etmek", Hasen ve Katâde
"Allah'ın kullarına karşı çok merhametli oluşu", Atâ ve İkrime
"kesin inanç sahibi", İbn Abbas, Habeşçe'de "inanan", Kelbî
ve Saîd b. Müseyyeb "kimsesiz, ıssız yerlerde Allah'ı anıp teşbih eden
kimse", Ukbe b. Âmir "Allah'yi çokça anan kimse" mânalarını
vermişlerdir. Son mâna için Süyûtî bir hadis nakletmektedir[113].
Diğer
mânalar şunlardır: "Çokça âh eden, bilgi sahibi, günahlarına af dileyen
kimse, hayır yapan, çok şefkatli, Allah'ın hoşlanmadığını terkeden".
Kurtubî bu kelimenin aslının et-teevvüh olduğunu söylemektedir. Yani bu
kelime, "ıstırap çeken bir kimsenin göğsünden çıkan bir ses"
demektir. Râzî ise bu kelimenin "âh"tan türediğini söylemektedir.
Hz.
İbrahim'in bu sıfatına, âyetin içeriğine bakarak mâna verecek olursak,
"huşu içinde dua eden" mânasını tercih etmek doğru olur. Çünkü
babasını affetmesi için Allah'a dua etmişti. Onun dua edip af dileme ahlâkı
olduğu için böyle yaptığını Allah bize hatırlatmaktadır. Bu özelliği, af
dilenmeyecek insan için af dilemesine sebep olmuştur.
el-Hilm
kelimesinden türeyen, el-halîm de "ince, nazik, şefkatli, merhametli"
mânalarına gelmektedir. Aslında hilm "akıl" mânasına da gelmektedir.
Ayetin içeriğine göre mânalandırırsak, bu keli-menin, "babasının Allah'ın
düşmanı olduğunu anlayınca duygusallığı bırakıp akla göre davranıp ondan
ayrılmıştır" anlamına geldiği anlaşılacaktır. Akıl ile gönlü bir araya
getirdiğimizde merhamet doğacağından, halim kelimesine merhamet sahibi mânasını
vermek de doğru olur.
Allah
Hz. İbrahim'in bu özelliklerinden ilâhî ahlâkın iki temel direğinin olduğunu
öğretmektedir. Başkasını düşünüp yanlış yolda olduğu için, ona dua edebilmek ve
aklını kullanıp merhamet sahibi olmak. Bu ilâhî ahlâkı yaşayan peygamber olduğu
için bunu yapan kişinin ahla-kı,peygamber ahlâkına dönüşmektedir. İnsanların
yanlışa sapmasını dert edinip âh çekmek, onların doğru yola gelmesi için dua
etmek, merhametinin gereği onlara kibar davranmak, insanlık ahlâkının
temelleri ve kâmil insan olmanın esaslarıdır.
Tevbe
sûresinin 113 ve 114. âyetlerini bir araya getirebiliriz: Cehennemlik müşrik
ve Allah'ın düşmanı olan kimseler müminin ne kadar yakını olursa olsunlar,
onlar için Allah'tan af dilemek doğru değil ve bu dua kabul edilmeyecektir.
Bunun dışında insanlar için dua etmek, onlara merhametli davranmak yerinde
olacaktır.
Müşriklere
merhametli davranılmayacağı Fetih sûresinin 29. âyetinde belirtiliyor, bunun
Tevrat'ta da bulunduğuna şahit oluyoruz. Çünkü Fetih sûresinin 29. âyetinin
birinci bölümü bunun Tevrat'ta geçtiğini bildirmektedir.
Demek
ki şirk, inkâr ve münafıklık merhameti engellemekte, başkasının bu insanlar
için af dilemesini ortadan kaldırmaktadır. Böylece Allah, neyin neyi
engellediği konusunda müminleri bilgilendirmektedir. İnsanlara, şirk, inkâr,
münafıklık ve düşmanlık duygusunun düşünce ve merhameti katlettiği
öğretilmektedir. .
3. "Allah bir kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınmaları gereken
şeyleri açıklamadıkça onları saptıracak değildir. Allah her şeyi bilendir.
" Bu âyetin analizinden şu neticeleri çıkartabiliriz:
a) Allah bir toplumu sebepsiz yere saptırmaz: Bir toplum doğru yolda devam
ettiği müddetçe, kendilerine Allah tarafından sakınılması gereken şeyler
öğretildikten sonra onlara karşı gelmedikleri müddetçe, yani öğretilen
bilgilere ters düşmedikleri takdirde saptmlmayacaktır.
b) Hidâyet ile bilgi arasında bir bağlantı kurulmaktadır: Allah bir
toplumu hidayete ilettikten sonra, toplumun bu halin muhafazası için bilgiye
ihtiyaçları vardır. Allah da takva denen sakınma konusundaki bilgileri
öğretmektedir ki o toplum sapıtmasın.
Demek ki
bilgilendirme olmadan bir toplumun yanlış iş yapması yoldan çıkma diye itham
edilemez suçlanamaz. Buna En'âm sûresinin 131. âyeti delil olarak
getirebiliriz: "Gerçek şu ki: Halkı habersizken Rabbin haksızlıkla
ülkeleri helak edici değildir." Bu âyetteki ğâfilûn (habersizken, gaflette
iken) terimini Tevbe sûresinin 115. âyetinde geçen "sakınacakları şeyleri
kendilerine açıklayıncaya kadar" ifadeyle denkleştirebiliriz. Neyin iyi,
neyin kötü, neyin haram neyin helâl, neyin doğru neyin yanlış; neyin güzel
neyin çirkin, neyin temiz neyin pis olduğuna dair bilgiyi vermedikçe insanların
yanlış yapmalarını Allah sapıklık olarak değerlendirip onları helak etmez.
Demek
ki bilgiye muhalefet edip onu devre dışı bırakmak sapıklıktır ve helaki
getirmektedir. Bilginin nurundan ve gücünden istifade etmemek, onun gösterdiği
yoldan gitmemek sapıklığı getirmekte, sapıklıkta helake düşmenin sebebi
olmaktadır.
c) Beşerî eğitime önce bilgi sonra sorumluluk ilkesini kazandırmaktadır.
Âyetteki uygulamayı insanların kendi eğitimlerine uygulamaları gerekir. Cahil
bırakılan toplumlara, yaptıkları yanlışlardan dolayı sapık demek doğru
olmayacaktır. Sorumluluk ve cezayı getirecek olan bilgidir, bunu verecek olan
da eğitimdir.
Sakınılacak
şeyleri insanlara bildirmek, öğretmek eğitimcilere düşen bir görevdir. Âyette
Allah bunu uyguladığını bize öğretmektedir. Ferdin ve toplumun onurunu ve
aydınlığını yaralayan ne varsa öğretilmeli ve onlardan sakınmanın eğitimi
verilmelidir. Böylece Allah bilgi ile takva arasında bir bağlantı kurmakta ve
toplumsal takvayı gündeme getirmektedir.
d) Hidayeti ayakta tutan takvadır: "Kalbin tevhid inancını yakalamaktaki
değişimi" anlamına gelen hidâyet,
"Allah'a
karşı sorumluluğunun bilincinde olmak" anlamına gelen takva ile ayakta
durup devamlılığını sağlamaktadır.
e) Bu âyeti 113 ve 114. âyetlere bağlı olarak açıklarsak, müşrik olarak
ölüp cehennemlik olan kimseler için af dilemenin doğru olmadığına, bunun
Peygamber ile müminlere yakışmadığına dair bilgi verilmeden, bunu yapanların
sorumlu tutulmayacağına işaret etmektedir.
Bu
âyetin sonunda zikredilen Allah'ın alîm sıfatından anlıyoruz ki, Allah ne
yapıyorsa bilerek yapmakta, kendi bilgisinden insanlara sakınacakları şeyleri
öğretmekte, kimin sapık olduğuna bilerek hükmetmektedir.
4. "Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah 'indir. O diriltir ve öldürür.
Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. " Bu
âyetin içeriğini taşıyan Bakara sûresinin 28-29 ve 107. âyetlerinde açıklama
yapılmıştı. Ancak biz burada önceki âyetlerle ilgili olarak bir açıklama
yapmayı uygun buluyoruz.
a) Bu âyetten anlıyoruz ki kâfirler ve münafıklarla müminlerin safları
iyice birbirinden ayrılmış, müminlerin kâfir, müşrik ve münafıklardan yüz
çevirmeleri emredilmişti. Artık müminler akrabaları bile olsa müşrik ve
cehennemlikler için af bile istemeyecekler, bu konuda dua da edemeyeceklerdi.
Bu kadar bir ayrılığın, müminlerde tedirginlik yaratması doğaldı. Allah
onların bu tedirginliğini ve kendilerini yalnız hissetmelerini ortadan
kaldırmak için "Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır" buyurarak
hükümranlığın kendisine ait olduğunu gündeme getirmiş ve böylece müminlere
moral vermiştir.
Müminlere,
"Her şeyin sahibi olan Allah size de sahip çıkacaktır" ilkesini
sunmaktadır. Tevbe sûresinin genelinde kötülüğe karşı mücadele verecek olan
müminlerin sahipsiz olmadığına işaret edilmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bir
önceki âyet "bilme" sıfatı ile bitmektedir. Her şeyi bilen Allah'ın,
her şeye sahip ve her şeyin egemenliği ona ait olacaktır bilgisini vermektedir.
b) "O diriltir ve öldürür." Tevbe ve Enfâl sûresinin cihadla
ilgili âyetlerine ilgi kurarak açıklarsak, "Mal ve canınızla Allah yolunda
cihad ediniz" emrini yerine getirme konusunda bir ön ilke koyduğunu
söyleyebiliriz. Hayat veren ve öldüren Allah olduğuna göre, bu canı
gerektiğinde O'nun uğrunda vermenin teşviki yapılmaktadır.
Diğer
taraftan âyetin bu kısmı, varlık ve yokluk kavramını kimin koyduğunu, kimin
yaratıp öldürdüğünü cevaplandırmakta ve böylece Allah'ın varlıklar âlemi ile
olan ilişkisini belirlemektedir.
Şuarâ
sûresinin 81. âyetinde önce öldürme sonra âhirette dirilme ele alınarak
tanımlanmaktadır: "Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur.
" Necm sûresinin 44. âyetinde "Öldüren de dirilten de O'dur"
buyurulurken Hz. İbrahim'in Şu'arâ 81. âyetteki sözü, dünyadaki ölümü ve
âhiretteki dirilişi ifade etmektedir.
Bütün
bu âyetlere Bakara sûresinin 28. âyetini ilâve edersek, yok iken var eden,
sonra öldürüp dirilten Allah'ın inkâr edilemeyeceği ilkesi ortaya çıkacaktır.
Bir önceki âyetlerle bağlantılı olarak açıklarsak, müşrik olarak ölen
yakınlara karşı duygusal davranıp onların affı için Allah'a yalvarmanın anlamı
yoktur, çünkü dirilten ve öldüren Allah'tır.
c) "Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı
vardır." Âyetin bu kısmını Enfâl sûresi ile
Tevbe süresindeki cihada çıkma konusunda ele alabiliriz: Allah müminlerin
dostu ve yardımcısı olduğuna göre, gerçek bir iman ile O'nun uğrunda
savaşanlara bu dostluğunu gösterecek ve yardımını yapacaktır. O'nun yardımına
ulaşan insanlar da zaferi elde edeceklerdir.
Burada
Allah kendi uğruna savaşmayanlardan dostluğunu ve yardımını keseceğine dikkat
çekmektedir. Diğer taraftan Allah bu ifadesiyle şirki önlemektedir. Gerçek dost
ve yardım eden Allah olduğuna göre bunları başkasından beklemek şirktir.[114]
117.
Andolsun ki Allah, Peygamber'e, içlerinden bir grubun gönülleri az kalsın
eğrilmek üzere iken dar zamanda ona tâbi olan muhacirlere ve ensara teveccüh
etti. Sonra onların tövbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onları affeden ve
onlara merhamet edendir.
Âyetin
açıklamasından şu neticeleri çıkartabiliriz:
1. Âyetin ilk kısmında yer alan tâbe kelimesine müfessirlerin çoğu
"Tövbe nasip etti" mânasını vermişlerdir. Muhammed Esed "Teveccüh
etti", yani "yöneldi" mânasını vermiştir. Biz de bu mânayı
tercih ediyoruz. Tövbe kelimesi "yönelmek, dönmek" anlamlarına da
gelir.
Diğer
taraftan âyetin son kısmında zaten tövbeyi "kabul etmek" anlamında
ikinci tâbe kelimesi yer almaktadır.
Öyle ise birinci tövbe kelimesine "Tövbe nasip etti" mânasını vermek
zorlama olacaktır. "Teveccüh etti, yöneldi" mânasını vermek daha
isabetlidir.
"Andolsun ki
Allah, Peygamber'e, muhacir ve ensara yöneldi", yani onlara teveccüh etti
buyurulurken daha sonra onların, yani muhacirlerle ensarın kimler olduğuna
dikkat çekilmektedir.
2. "içlerin-den fcir grubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken
dar zamanda ona tâbi olanlar." Hz. Peygamber Tebük seferine çıkma
çağrısında bulunduğunda, muhacir ve ensardan bazı müminlerin gönlü neredeyse
dinden kayacak gibi oldu. Sefere çıkmamak konusunda haklı mazeretleri yoktu,
ama kısa zaman içinde hatalarını anlayıp döndüler ve tövbe ettiler.
Bu
insanlar zor zamanda, Hz. Peygamber'e uymuş, ona yardım etmiş ve ona destek
çıkmışlardı. Muhacirler zulmün ve kötülüğün kol gezdiği diyardan onunla beraber
hicret ettiler. Ensâr da Hz. Peygamber'e kol kanat gererek yardım etti.
Bu
erdemin doruk noktasına ulaşanların içinden bazı kimselerin Tebük seferine
çağrılma sırasında gönüllerinde meydana gelmek üzere olan kaymanın
gerçekleşmesini Allah onlara teveccüh ederek önledi. Dar zamanda Hz.
Peygamber'e tâbi olup desteklemeleri bu ilâhî müdahaleyi temin etmiştir.
Bu
açıdan bakınca âyetin birinci bölümündeki tâbe kelimesinin "yönelmek,
teveccüh etmek, gönüllerindeki kaymayı engellemek, Peygamber'in etrafından
ayrılmalarını Peygamber adına engellemek" mânasını görmek mümkündür. Bir
taraftan Hz. Peygamber'i, diğer taraftan da onları korudu.
Eğer
Hz. Peygamber'de sihirli bir değnek bulunsaydı ya da gaybı bilseydi onların
kaymasını kendisi engellerdi. Bunu yapamadığı için Yüce Allah müdahele etti,
hem Peygamber'e hem de etrafındakilere bu anlamda teveccüh etti.
Âyetin
bu kısmında geçen güçlük zamanını daha geniş tutarsak, Tebük seferinden önce
cereyan eden bütün zor durumları kapsadığını söyleyebiliriz. Hicret, Bedir,
Uhud, Hendek savaşları bu zor zaman kavramına dahil edilebilir. Ensarın onlara
sahip çıkmalarını da "zor zaman" kavramına dahil etmemize delil ne
olabilir? Ahzâb sûresinin 10. âyetini delil olarak getirebiliriz: "Onlar
hem yukarınızdan hem aşağınızdan üzerinize yürüdükleri zaman, gözler yıldığı,
yürekler gırtlağa geldiği ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz
zaman!" "Eğrilmek" mânasını verdiğimiz zağa kelimesinin
açıklaması Âl-i İmrân sûresinin yedinci, âyetinde yapılmıştı. Zorluğun veya
korkunun gönülde meydana getirdiği oluşum bu kelime ile ifade edilmektedir. Bu
kelime daha önce gönülde var olan manevî bir şeyden gönlün kayması, ondan ayrılması,
sapması anlamına gelmektedir. Gönül, sağlam imandan şüpheye doğru kaymaktadır.
Buradaki zan Ahzâb sûresinin 10. âyetine göre Allah hakkındaki zandır ve Allah
hakkında türlü türlü menfi düşüncelere düşmektir.
"Onlardan
bir grubun" ifadesinden anlıyoruz ki, müminler arasında imanın sağlamlığı
konusunda farklar vardır. Bu konuda da ferdî farklar psikolojisinin işlediğini
görüyoruz. İnsanlar doğuştan yetenek bakımından farklı oldukları gibi,
sonradan gönülde teşekkül eden iman bakımından da farklılıklar arzetmektedir.
Müminlerden bir grubun gönlü kaymaya yüz tutarken, diğerlerinin sağlam kaldığı
ifade edilmektedir.
Dikkat
edilirse zâga fiilinin faili kalptir. Sanki kayma eylemini kalbin kendisi
gerçekleştirmektedir. Burada "sanki" kelimesine bile lüzum yoktur,
çünkü kalp kendi kendini kaydırmaktadır. Demek ki kalp, insanın kendi
iradesinden ayrı çalışmaktadır. İnsanın içinde bazı "ben"ler,
"özne"ler vardır. Akıl düşünüyor kalp aklediyor, nefis emrediyor,
kalp kayıyor, kazanıyor.
3. "Sonra onların tövbelerini kabul etti. Çünkü O, onları affeden ve
onlara merhamet edendir." Kalbi haktan kayan müminlere Allah teveccüh
edince, hatalarını anladılar ve hemen tövbe ettiler. Allah da tövbelerini kabul
etti. Şimdi burada şu soruyu sormak yerinde olacaktır: Allah'ın onlara
yönelmesi ve onların tövbesini kabul etmesinin sebebi ne idi? Bu sorunun
cevabını verebilmek için Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetine bakmak gerekir:
"De ki: Eğer Allah 'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affedendir, merhamet sahibidir.
"
Bu
âyette "peygamberlere tâbi olma" bir taraftan kişinin Allah'ı
sevdiğini ispat etmekte, diğer taraftan Allah'ın sevgisini kazandırmakta ve
ilâhî affı getirmektedir. Aynı şekilde Tevbe sûresinin 117. âyetinde
"zor
günlerde peygambere tâbi olmaları" bir taraftan Allah'ın onlara teveccüh
etmesini, öte yandan da tövbelerinin kabulünü sağlamıştır.
Âl-i
İmrân sûresinin 31. âyetinde Allah'ın, Peygamber'e tâbi olanları sevmesi,
Tevbe sûresinin 117. âyetinde "yönelmek" mânasına alınmıştır. Âl-i
İmrân sûresinin 31. âyetinde affetmesi de Tevbe sûresinin 117. âyetinde
tövbelerini kabul etmesi şeklindedir. Böylece Tevbe sûresinin 117. âyetinde
geçen birinci tâbe kelimesinin sevgiden dolayı "teveccüh etmek,
yönelmek" mânasına geldiği anlaşılmaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 31.
âyetinin sonu gafur ve rahîm sıfatları ile gelmektedir. Demek ki Hz.
Peygamber'e zor günlerde tâbi olmak, yardım etmek ilâhî sevgiyi, teveccühü ve
affı getirmektedir.
Buradan
şu neticeye varıyoruz: Âyeti o dönemin insanlarına tahsis etmek onun
sınırlarını daraltır. "Peygamber'e tâbi olmak" her devirde her zaman
gerçekleştirilebilecek bir eylemdir. Onun getirdiği ilâhî mesaja, yani
Kur'ân'a uyup hayata geçirmek, onun hayatını örnek almak ve zor günlerde bunu
yapmak ilâhî teveccühü, sevgiyi ve affı getirecektir. Her çağın müminlerine bu
kapı açıktır.[115]
118.
Geride bırakılan üç kişinin de (tövbesini kabul etmiştir). Bütün genişliğine
rağmen yeryüzü onlara dar
gelmiş, vicdanları kendilerini
sıkıştırmıştı. Allah'tan başka sığınacak kimse olmadığını anladılar. Sonra on
lara teveccüh etti ki tövbe etsinler. Şüphesiz Allah tövbeleri kabul eden ve
rahmeti sınırsız olandır.
119.
Ey iman edenler! Allah'a itaat ediniz ve doğrularla beraber olunuz.
118.
âyet 117. âyetin devamı durumundadır. 117. âyette geçen "Sonra da onların
tövbelerini kabul etti" ifadesinin devamı "Geride bırakılan üç
kişinin de tövbesini kabul etmiştir" şeklindeki 118. âyetin başlığı
olmaktadır. Seferden geri bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etmekteki
fiil görüldüğü gibi 117. âyetin sonunda yer almaktadır.
1. "Geride bırakılan üç kişi..." Buradaki üç kişinin ensardan
Kâ'b b. Mâlik, Merâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye olduğu klasik tefsirlerde nakledilmektedir.
Bunların olduğuna delil olarak Tevbe sûresinin 106. âyeti gösterilebilir:
"(Sefere katılmayanlardan) diğer bir grup da Allah'ın emrine
bırakılmışlardır. O, onlara ya azap eder veya tövbelerini kabul eder."
Daha sonra onların tövbelerinin kabul edildiği 118. âyette açıklanmıştır.
Bunların durumu tövbe edip etmemelerine bırakılmıştı. Bunlar, yaptıkları
yanlışın henüz farkına varamamış, özeleştiriye başvuracak pişmanlığı ve bilinci
yakalayamamış olduklarından, vicdanlarını harekete geçirip tövbe edinceye
kadar ertelenen kimselerdir.
Âyette
geçen SsiiJı es-selâse kelimesi tek tek üç kişiyi mi yoksa üç grup insanı mı
ifade etmektedir? Klasik müfessirler bu rakamı üç kişi olarak mânalandırdığı
halde Muhammed Esed üç grup insan oldukları fikrini gündeme getirmektedir. Esed
bu üç grup insanı âyetlerle ispat etmektedir.
a) Şüpheli mazeretler ileri sürerek evde kalmak için Hz. Peygamber'den
izin alanlar. Bunlar Tevbe sûresinin 43-46. ve 90. âyetlerinin ilk kısmında
açıklanmıştır. Bunlar yalancı, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri
şüpheye düşmüş, davranışları Allah tarafından çirkin görülmüş, çocuklarla
beraber oturup Tebük seferine çıkmayanlardır.
b) İzin almadan kendi kararlarıyla sefere çıkmayıp pişmanlık duyarak
tövbe edenlerdir. Bunlar iyi amelle kötü ameli karıştırmış, mallarından sadaka
verip temizlenmek isteyen, Hz. Peygamber'in onlara sükûnet vermesi için dua
ettiği, sadakalarını Allah'ın geri çevirmeyip tövbelerini kabul edeceğini
belirttiği ve gerekeni yapacak olanlardır (Tevbe 9/102-105).
c) Affedilip affedilmeyecekleri belli olmayan, Allah'ın hükmü gelinceye
kadar ertelenenler (Tevbe 9/106). Bu gruba 118. âyeti de dahil edebiliriz.
İster klasik müfessirlerin üç kişi, isterse Muhammed Esed'in
üç grup şeklindeki açıklamalarını kabul edelim, âyetleri her dönemde böyle
insanların olabileceğini ve onlara karşı nasıl bir tavır takınılacağına dair
bir alt hukukî yapı oluşturulduğunun bilincinde olmak gerekir.
Bu
insanların psikolojileri ve savaşa karşı takındıkları tavırları deşifre
edilmektedir. Savaş gibi önemli olaylar ortaya çıkmadan bunları tanımak mümkün
değildir. Askerlik görevini yerine getirmemek için çeşitli mazeretler
uyduranlar yok mudur? Askere gitmemek için kaçanlara rastlanmıyor mu? Daha
sonra pişmanlık duyup teslim olanlar yok mudur? Bir kısım insanlar bırakınız
savaşı, askerlik yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmuyorlar mı? Savaşa ve
askerlik görevine tavır takınanların üç grup olacağına işaret edilmektedir.
Bunların Tevbe sûresinin 43. âyetine göre Hz. Peygamber'i bile yanılttıkları
anlaşılmaktadır.
Şimdi
âyetin "geri bırakılanlar" kelimesine dönebiliriz. "Geri
bırakılma" ifadesinde "başkasının etkisi altında kalma" mânası
vardır. Âyet, başkaları onlara etki edip geri kaldılar demektir. Âyetteki
hullifû kelimesini Mücâhid ve Ebû Mâlik "tövbeden geri bırakılan" anlamına
almaktadır. Katâde ise "Tebük seferinden geri bırakılan" mânasını
tercih etmektedir. Muhammed b. Zeyd de "terkedilenler" anlamına
geldiğini söylemektedir. "Geri bırakılan"dan kasıt, haklarında
herhangi bir hüküm verilmeyip münafıklardan farklı tutulanlar mânası da verilmiştir[116].
Sonuncu mâna alındığında delilimiz Tevbe sûresinin 106. âyeti olacaktır. Çünkü
münafıkların tövbeleri kabul edilmediği halde, bunların hakkında hüküm sonraya
bırakılmış, tövbelerinin kabul edilip edilmeyeceği Allah'ın takdirindedir. Bu
sebeple geriye bırakılanlar sıfatını almışlardır.
Kelime
halefü kalıbında alınca "muhalefet edenler" anlamına gelmektedir. Bu
kelimenin halife kalıbının "ahmak" veya ehluf kalıbı da "ağız
kokusu" anlamına geldiğini Zemahşerî bildirmektedir[117]. Bu
mânaların buluştukları merkezî bir anlam olmalıdır. Etkilenip Hz. Peygamber'le
savaşa çıkmamak, tövbeden geri kalmak, anlamsız muhalefette bulunmak aslında
bir ahmaklık ve ağız kokusu gibi rahatsız edici bir nitelik taşımaktadır.
Toplumsal birlik ve beraberliği yaralayıp tefrika meydana getirmek,
bozgunculuktan başka bir şey değildir. Hullifü kelimesine "bozgunculuğa
kapılanlar" mânası verilebilir. Kelimenin bu anlamını ahlâkî alana çekince
kötülüğe, sosyal mânada alınca bozgunculuğa kapılanlar yani, kötülüğe kolayca
meylettirilenler, etki altına alınanlar, sağlam anlayış ve iradeye sahip
olmayanlar şeklinde ifade edilebilir.
Âyetin
bu kısmını sadece Hz. Peygamber döneminde cereyan eden bir olguya tahsis etmek
doğru değildir. Gelecek nesillerde de böyle insanların çıkacağı ve onların
davranışlarının nasıl analiz edileceği gündeme getirilmektedir.
2. "Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, vicdanları
kendilerini sıkıştırmıştı. Allah 'tan başka sığınacak kimse olmadığını
anladılar. Sonra onlara teveccüh etti ki tövbe etsinler. Şüphesiz Allah
tövbeleri kabul eden ve rahmeti sınırsız olandır. "
Allah
bu üç kişinin veya grubun özelliklerini ya da duydukları pişmanlığı
anlatmaktadır.
a) "Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar geldiğinde "
Ayetin bu kısmında geçen bimâ rahubet (bütün genişliğine rağmen) ifadesindeki
v-rj rahube kelimesi "yeri geniş olmak, bol olmak", rahhebe kalıbı
"merhaba demek, birini bol olan yere davet etmek"; göğüs kelimesi ile
beraber kullanılınca "cömert, açık kalpli" anlamlarına gelmektedir.
Sad sûresinin 59-60. âyetlerinde "rahatlık" anlamında merhaba
kalıbında yer almaktadır. Demek ki bu kelime hem maddî hem de psikolojik mânada
kullanılmakta, maddî anlamda mekân genişliğini psikolojik anlamda rahatlığı
ifade etmektedir.
Müslümanların
onlara karşı takındığı tavır, onlara manevî anlamda yeri dar etmişti.
Arkadaşları onlarla konuşmuyor, ilişkilerini kesmiş ve soyutlamışlardı. Onların
bu olumsuz tavrı şu âyetlerden kaynaklanıyordu: "Onların yanına
döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları cezalandırmaktan) vazgeçmeniz için
Allah adına and içecekler. Artık onlardan yüz çeviriniz. Çünkü onlar murdardır.
Kazanmakta olduklarına karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir.
Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı
olsanız bile Allah fasıklar topluluğundan asla razı olmaz" (Tevbe
9/95-96).
Müminlerin
onlara karşı takındıkları olumsuz tavır bu âyetlerin gereği oluyordu. Bu tavır
onların psikolojisinde, bütün genişliğine rağmen yerin onlara dar gelmesini
sağlayacak büyük bir değişim meydana getirmiştir. Ama âyetteki "yer"
kelimesi özne durumundadır, yer daralmıştır. Sanki yer canlı bir varlıkmış
gibi daralma eylemini gerçekleştirmiştir.
İçlerindeki
pişmanlık dışarı çıkıp, arkadaşlarının onlara karşı o-lumsuz tavırlarıyla
buluşunca sanki dışarıdan birileri onları sıkmıştır. Pişmanlıkla arkadaşlarının
olumsuz tavrı onlara dar bir psikolojik ortam hazırladı. Demek ki grubun veya
toplumun yaptığı olumlu bir eyleme katılmamak, ondan kopmak, ona muhalefet
etmek daha sonra pişmanlığa ve grubun dışlamasına dönüşecektir. Allah bunları,
o devrin olgusunu iknfik vererek anJ atmak ve müminlere işman olacakları bir
eylemi yapmamalarını öğütlemektedir.
b) 'Vicdanları kendilerini sıkıştırmıştı." Müminlerin, yani grubun
soyutlayıcı, itici tavrı onları dışarıdan sıkıyordu, ama kendi vicdanları da
onları içten sıkıştırıyordu. Dışarıdan toplum onları suçluyor, kusurlu
buluyor, ayıplıyorken vicdanları
da suçlayıpayıplıyordu.
Vicdanlarına döndüklerinde ise ağır bir suçlama ile karşılaşıyorlardı.
Aynı
şekilde "vicdan" diye tercüme ettiğimiz nefis kelimesi cümlenin
öznesi durumundadır. Vicdan canlı bir varlık gibi hareket ederek onları sıktıkça
sıkmıştı, iç dünyalarını zindana çevirmişti. Dikkat edilirse yerin yaptığı ile
vicdanın yaptığı aynı fiille ifade edilmektedir. Demek ki insanı manen sıkan
nedenler, çevreden de gelse, insanın kendinden de gelse durum değişmemekte,
aynı düzeyde etkide bulunarak insanı bunaltmaktadır.
c) "Allah 'tan başka sığınacak kimse olmadığını anladılar."
Dışarıdan ve içeriden gelen bu suçlamaların meydana
getirdiği değişim, onların o anlayışlarında da kendisini hissettirmişti. Sadece
Allah'a sığınılacağını anlamaları, onların gönül gözlerini açmış hatalarında
ısrar etmelerini önlemiştir. Pişmanlık duygusu onlara tövbelerinin kabul
olmasını sağlamıştır. Madem ki Allah sığınılacak biricik bir yerdir, öyle ise
onun gerekleri olan amellerin yerine getirilmesi gerekiyor.
d) "Sonra onlara teveccüh etti ki tövbe etsinler. Şüphesiz Allah,
tövbeleri kabul eden ve rahmeti sınırsız
olandır." Onların vicdanlarındaki pişmanlıktan yana meydana gelen oluşum
Allah'ın onlara teveccüh etmesini temin etmiştir. Allah onlara tövbe etsinler
diye yönelince, onlar da tövbe ettiler ve Allah tevvâb sıfatı
ile onlara muamele ederek affetti. Burada Allah günahtan sonra affolmak için
hangi merhalelerden geçildiğini ve nelerin yapılması gerektiğini
açıklamaktadır. Önce insanın gönlünde pişmanlıktan yana bazı oluşum
ların meydana gelmesi, sonra onların Allah tarafından değerlendirilip
neticelendirilmesi gelmektedir.
3. "Ey iman edenler! Al-lah'a saygı duyunuz ve doğrularla beraber
olunuz." 118. âyette bazı müminlerin başkalarının etkisi altında kalıp
Tebük seferine katılmadıkları anlatıldı. Bunun anlamı şudur: İnsan içinde
bulunduğu gruptaki arkadaşlarının etkisi altına girmektedir. Grup insanın
iradesini elinden almakta, onu istediği şekilde yönlendirmektedir. Grubun
karşısında ferdin iradesi duramamakta, bir damla gibi nehre katılıp
gitmektedir. Aslındabu, neticenin teshirinden başka bir şey değildir.
İradesine, düşüncesine ve imanına sahip çıkamayanlar başkalarının etkisi
altında kalıp oyuncak haline gelirler.
119.
âyet grup psikolojisinin insanı etkilemesinin ortadan kaldırmasının çaresini
vermektedir. Bu da, takva sahibi insanlarla beraber olmaktır. Doğru insanlarla
beraber olmak, doğru insanların grubunda bulunmak anlamına gelmektedir. İlâhî
eğitim müminin kiminle arkadaşlık yapacağını, hangi insanlardan oluşan grubun
içinde bulunacağını konu ediniyor ve bunun çözümünü getiriyor.
a) "Allah'tan sakınınız." Muhammed Esed'in verdiği mânadan
hareket edersek bu emri "Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde
olunuz" şeklinde tercüme etmek gerekir. Grubun kötü etkisinden
kurtulmak veya iyi grubu seçebilmek için kullanılacak metot psikolojik
niteliktedir. Takva duygusu insanın gönlünden gelen, akıl ve düşüncenin
oluşturduğu içsel bir eğitimdir. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı hak ile
bâtılı, güzel ile çirkini faydalı ile faydasızı ayıran husus, Kur'ân'm furkân
sıfatının kaynağıdır. Ayrıca takva, Allah'ın yasaklarından kaçmak,
emrettiklerini yerine getirmek mânasını da taşımaktadır. Bu niteliği
taşıyan müminin, başkalarının etkisi altında kalıp, Allah'ın yolundan geri
kalması veya yoldan çıkması, o yolun gerektirdiği eylemlere muhalefet edecek
kadar akılsız olması mümkün değildir.
"Allah'tan
sakınınız" emrinden çıkarılacak başka bir netice daha vardır: Mümin
insanın yapacağı bir eylemde "Rabbim beni görüyor, içimi dışımı
biliyor" inanç ve bilgisinden hareket etmesi, etkinin kaynağını gruptan
alıp Allah'a götürecek, iradesini gruba değil Allah'a teslim edecek ve böylece
başkalarının oyuncağı olmaktan kurtulacaktır. Eylemine Allah'ı karıştırmayan
insan hata yapacak, başkasının etkisinde kalacak, ilâhî iradeye ve peygamberin
emrine muhalefet edecektir.
b) "Ve sadıklarla beraber olunuz." 118. Âyette Tebük seferinden geri kalanların
başkalarının kötü etkisinde kaldıklarına dikkat çekilmişti. Demek ki onların
diğer bir eksikliği de içinde bulundukları grubu seçerken isabet
edememeleridir. Bunun telâfisi de kimlerle arkadaş olacağının bilincinde olmak
ve buna göre hareket etmektir. 119. âyetin sonu buna açıklık getirmektedir.
Buradaki "sadıklar" kavramını"doğrular" şeklinde
mânalandırıyoruz. İşte sâdıklar, verdikleri sözü yerine getiren, yaptıkları
antlaşmanın, attığı imzanın arkasında duran, ahdine vefa gösteren insanlardır.
Bu kelimenin sözlük anlamı: "Bir sözü veya haberi gerçek olarak söylemek";
edilgen kalıbında kullanılıp öznesi haber olunca "haber gerçek olmak; vaad
veya tehdidini yerine getirmek; kadına mehir vermek"; saddeka kalıbı
"ikrar etmek"; sadeka kalıbı da "birini dost edinmek; sadaka
vermek"; mızrak ile kullanılınca "düz ve sert mızrak" mânalarına
gelmektedir.
1) Vaad veya tehdidi yerine getirmek. Kur'ân'da bu anlamda Allah için kullanılmaktadır:
"Elbette Allah size verdiği sözü tuttu" (Âl-i İmrân 3/152). Burada
ilgili kelime, yerine getirmek, tutmak, vefa göstermek anlamına gelmektedir.
2) Doğru çıkarmak. "Andolsun İblis, onlar hakkındaki tahminî
doğruya çıkardı. İnanan bir grubun dışında hepsi ona uydular" (Sebe
34/20). Bunun anlamı İblis onlara kendi tahminini ikrar ettirdi, doğru çıkarttı
demektir.
3) İşi ve sözü doğru olan. "Kitapta İbrahim'i an! Zira o, doğruluğu çok
olan bir peygamberdi" (Meryem
19/41).
4) Mehir. "Kadınların mehirlerini gönül rızası ile
veriniz" (Nisa 4/4). Mehir "nikâh parası" anlamına gelmektedir.
Açıklamasını yaptığımız kelime burada sadukat kalıbında çoğul kalıbında
gelmiştir.
5) Allah rızası için verilen şey, zekât. "Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan
bir farz olarak ... içindir" (Tevbe 9/60). Bu kelimenin fiil kalıbı da
"bağışta bulunmak" anlamına gelir (Münâfıkun 63/10).
6) Dost. "Yahut dostlarınızın (evlerinden yemenizde size bir günah
yoktur)..." (Nûr 24/61). âyetindeki sâdık kelimesi sadık dost anlamına
gelmektedir.
7) Doğru. "Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya,
işte kötülükten sakınanlar onlardır" (Zümer 39/33). Bu âyette ilgili
kelime, hem "doğru" anlamında "sıdk", hem de tasdik etmek
anlamında saddeka kalıbında gelmiştir.
8) İnanmak, tasdik etmek.
"Ve hesap gününü tasdik edenler" (Meâric
70/26).
9) Vazgeçmek. "Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze
göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralarda
kısastır. Kim bundan (kısastan) vazgeçerse kendisi için o kefaret olur"
(Mâide 5/45). Buradaki vazgeçmek "bağışlamak" anlamına da
gelmektedir.
10) Silmek. Bakara sûresinin 280. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer borçlu darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek
gerekir. Eğer bilirseniz, bir karşılık beklemeden (borcu tamamen) silmek sizin
için daha iyidir." Burada söz konusu kelime, borçla ilgili olduğu için
"silmek" mânasını uygun bulduk. Borcunu ona bırakmak, sadaka olarak
vermek anlamı da bu kelimede bulunduğu için bu mânaların neticesi "borcu
silme"ye çıkmaktadır.
11) Doğrulamak. "Daha önce kâfirlere karşı zafer isterlerken
kendilerine Allah katından ellerindekini doğrulayan bir kitap gelip de..."
(Bakara 2/89). Bu kelime, "tasdik etmek, doğrulamak, desteklemek"
anlamında, ilâhî kitapların arasındaki ilişkiyi belirleyen bir kavram olarak
Jjla. musaddık kalıbında geçmekte, bir sonraki ilâhî kitabın bir öncekini
doğrulaması anlamını ifade etmektedir.
Bu
mânaları verdikten sonra sadık insanların, ya da müminlerin hangi amellerle bu
sıfatı aldıklarını açıklamak gerekiyor. Bu açıklamayı yapabilmek için şu
âyetlere değinmek gerekir:
i. "Müminlerin ancak Allah'a ve Resulü'ne iman eden, i-mandan sonra
asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mal ve canlarıyla savaşanlardır. İşte
doğrular (sadıklar) ancak onlardır" (Hucurât 49/15). Allah'a ve
Peygamberi'ne iman eden ve imandan sonra asla şüpheye düşmeyen, mal ve canları
ile Allah uğruna savaşanlar sadıklardır. Sâdık sıfatını almak için gerekli olan
amellerin bir kısmı bu âyette sıralanmıştır. Kısaca buradaki
"sadâkat", "iman etmek, şüphe etmemek ve cihad etmek"tir.
ii. Haşr sûresinin 8. âyetinde, yurt ve mallarından uzaklaştırılıp hicret
edenler, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine Peygamberi'ne
yardım edenler sadık müminler olarak takdim edilmektedir.
iii. Sâdıklar, aynı zamanda müttakilerdir. Bakara sûresinin 177. âyetinde
sadık insanın aynı zamanda muttaki olduğu ifade edilmektedir. Hem sâdık hem de
muttaki olmayı temin eden ameller o âyette şöyle sıralanmaktadır: İman
esaslarına inanmak, infak etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, ahdini yerine
getirmek, sabretmek.
Özetlediğimiz
bu eylemler Bakara sûresinin 177. âyetinde şöyle açıklanmaktadır
"Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana
çevirmeniz iyilik değildir. Fakat iyilik, insanın Allah'a, âhiret gününe,
meleklere, kitaba ve peygamberlere inanması; sevdiği malı, yakınlığı olanlara,
öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyen düşkünlere ve boyunduruk
altında olanlar uğruna harcaması; namazı kılması, zekâtı vermesi; yaptıkları
antlaşmaları yerine getirmeleri; zorlukta, darlıkta ve savaş anında dayanıklı
olmalarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır ve işte saygılı olanlar da
bunlardır."
Demek
ki sadık insanlar, iman ve amelleri ile iyilik yakalayanlardır. Hz. Peygamber
doğruluk kelimesini bir hadisinde yalanın karşıtı anlamında kullanmakta, ayrıca
hadiste doğru, dürüst davranarak iyiliği yakalayabileceğimizi öğütlemektedir.
Hadis şöyledir: "Doğruluğa sımsıkı sarılınız. Çünkü doğruluk iyiliğe
ulaştırır. İyilik ise şüphesiz cennete götürür. Kişi doğruluğa devam eder ve
onu araştırırsa, Allah nezdinde sıddîk (dosdoğru) diye yazılır. Yalandan da
çokça sakınınız, çünkü yalan günaha götürür. Kişi yalan söylemeye devam eder
ve onu araştırırsa, Allah nezdinde yalancı diye yazılır"[118].
Bakara
sûresinin 177. âyetine bir kere daha dönersek, sadık insanın aynı zamanda
muttaki insan olduğunu âyetin sonunda görürüz. İşte aynı kavramları yorumunu
yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 119. âyetinde bulmaktayız. Sıddîk olma
sıfatını, seviyesini ve erdemini nasıl yakalayacağız? Bunu elde etmenin yolu
yukarıda sıraladığımız âyetlerde ve hadiste gösterilmiştir.
Ayrıca
Allah'ın yardımını dilemek zorunluluğu da vardır. "Ve şöyle dua et: Rabbim
girişeceğim her işe doğrulukla girmemi, bırakacağım her işten de doğrulukla
çıkmamı bana nasip et! Bana tarafından hakkıyla yardım edici bir kuvvet
ver!" (İsrâ 17/80). Demek ki sıddîk olma seviyesini peygamber bile
Allah'ın yardımı ile yakalayacağına göre, normal insanların aynı duayı yapma
zorunluluğu vardır.
Bir
taraftan iman ve amelleriyle, diğer taraftan ilâhî lutufla doğruluk seviyesini
tutturan insanlarla beraber olma emrini Allah bu âyette vermektedir. Onlarla
beraber olmanın insanı aldatılmaktan, kötü mânada etki altına kalmaktan ve
günahlardan koruyucu bir etkinliği olacaktır. Tebük seferinden geri kalanların
bir kısmı veya tamamı böyle bir etkinin altında kalmışlardı. Çözüm yolunun
doğrularla beraber olmak ve onlarla arkadaşlık etmek olduğu 119. âyette
açıklanmıştır. Böylece âyet, sadece o dönemle daralmamakta geleceğin
müminlerine bir altın kural bırakmaktadır.[119]
120.
Medine halkına da, onların çevresindeki bedevilere de Allah'ın Peygamberi'nden
geri kalmak ve kendi canlarını onunkinden önde tutmak yakışmaz. Çünkü Allah
yolunda uğrayacakları bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık, kâfirleri
şaşırtan bir adım amaları ve düşmana karşı herhangi bir başarı kazanmaları,
kendileri için iyi bir amel olarak mutlaka yazılacaktır. Çünkü Allah iyi
davrananların amellerini asla boşa çıkarmaz.
Bu
âyetin önceki âyetlerle bağlantısı olduğu, birinci kısımda geçen yetehallefû
kelimesinden anlaşılmaktadır. İlk bakışta 87 ve 118. âyetlerin bir devamı
olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlantı dikkate alınarak şu şekilde analiz
yapılabilir:
1. "Medine halkına, onların çevresindeki bedevilere Allah'ın
Peygamberi'nden geri kalmak ve kendi canlarını onunkinden önde tutmak yakışmaz."
Allah, Tebük seferini çok önemsediği için Tevbe sûresinin büyük bir kısmını ona
tahsis etmiştir. Bu seferin, münafıkları ortaya çıkaran, şahsiyetlerini deşifre
eden bir uygulama olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu âyette genel anlamda Tebük
seferi ile ilgili bir değerlendirme yapılmaktadır.
"Medine
halkı" ifadesinden Hz. Peygamber'in hicret ettiği ve yerleştiği Medine
kastedilmektedir. Tarihî boyutu ile ele alındığında bu âyetin, Hz. Peygamber'in
dönemindeki Medine halkını hedef aldığını söylemek gerekir. Bilindiği gibi
Medine'nin önceki adı Yesrib idi. Medine adını Hz. Peygamber koymuştur, iaolı
el-Medine kelimesi, juJı ed-din kelimesinden türemiştir. Dinin anlamlarından
biri "hukuk", yani "ceza ve ödülü belirleyen sistem"dir.
Medine "hukukun uygulandığı yer" anlamına gelmektedir. Araplar'da
aşiret hayatı olduğundan objektif hukukları yoktu. Örf âdetlerle idare
ediliyorlardı. Hz. Peygamber'in gerçekleştirdiği en büyük devrim, aşiret
toplumunu hukuk devleti haline getirmiş olmasıdır. Bu âyetle "Medine halkı"
kavramı hem objektif hukukun içinde yaşayan hem de yerleşik kültüre sahip olan
halkı ifade etmektedir.
"Onların
etrafındaki bedeviler" ifadesi de, yerleşik olmayan kırsal kesim halkını
gündeme getirmektedir. Buradaki bedevilerin müslüman olduğu gerçeğini de
unutmamak gerekir. Allah, şehir ve kırsal kesim halkından iki şeyi
yapmamalarını istemektedir.
Bunlardan
biri, Allah'ın Peygamberi'nden geri kalmamaları ve seferden kaçınmamaları. Bu
âyette Yüce Allah'ın, müminlere bu davranışı yakıştıramadığına işaret
edilmektedir.
Diğeri
de Hz. Peygamber'i bırakıp kendi canlarını önde tutmamalarıdır. Kendi canları
ile Hz. Muhammed arasında bir tercihle karşı karşıya kaldıklarında Hz.
Muhammed'i tercih etmeleri bu âyette önerilmekte, yine O nebi, insanlığın yararı,
mutluluğu ve kurtuluşu adına rahatından olup, zorluklar içinde kalırken
müminlerin, kendi rahatlarını düşünüp tercih etmelerinin uygunsuzluğu
anlatılmaktadır.
Âyetin
bu kısmında geçen rağıbe kelimesi "bir şeyi çok sevip dilemek, özlemek,
üzerine çok düşmek"; an cer harfi ile kullanılınca "yüz çevirmek,
vazgeçmek"; hem bâ, hem de an cer
harfleri ile bir arada kullanılınca "kendini üstün görerek yüz çevirmek,
tenezzül etme- mek" mânalarına gelmektedir. Tevbe sûresinin 120. âyetinde
her iki cer harfi ile kullanılmış ve "tercih etmek" anlamını ifade
etmektedir.
1) İstemek. Erkeğin kadını nikahlama isteğini ifade etmektedir:
"Kendileriyle nikahlanmak istediğiniz yetim kadınlar
hakkında"
(Nisa 4/127) âyetinde bu kelime, evliilik sevgisinin meydana getirdiği istek
mânasına gelmektedir.
2) Yüz çevirmek. Allah bu kelimeyi, "İnanç sisteminden
(millet)" yüz çevirmek anlamında kullanmış: "Öz
benliğini beyinsizliğe itenden başka kim İbrahim'in milletinden (inanç
sisteminden) yüz çevirir?" (Bakara 2/130); Hz. İbrahim'in babası da,
putlardan yüz çevirmek mânasında: "Babası şöyle dedi: Sen benim
ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun ey İbrahim!" (Meryem 19/46) kullanmıştır.
3) Sevgi ile yönelmek. Bu mânada Kur'ân'm üç âyetinde geçmektedir:
"Zaten biz gönlümüzü Allah 'a bağlamışız" (Tevbe 9/59); "Biz de
her şeyimizle Rabbimize yöneliriz" (Kalem 68/32). "Ve yalnız sevgi
ile Rabbine yönelt" (İnşirah 94/8).
4) Ummak. Kur'ân'da dua etme şekli anlatılırken bu kelime
"umut" anlamında kullanılmaktadır. O zaman korkunun karşıtı olan bir
anlam kazanmaktadır: "Bize umut ve korku ile yakarırlar" (Enbiyâ
21/90).
5) Tercih etmek. Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 120.
âyetinde bu anlama gelmektedir. Bütün bu mânaların merkezinde "sevgi ile
tercih etmek" yer almaktadır.
Şehirde
ve kırsal kesimde yaşayan müminler Tebük seferinde Peygamber'den geri
kalmışlar, kendi canlarını Hz. Peygamber'e tercih etmişlerdi. Allah onların bu
davranışlarını kınamaktadır. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, bu âyet sadece o
dönemin müminlerine hitap etmemekte, bütün nesilleri kapsamaktadır. Her çağa
hitap eden bu âyet, Medine halkı ve onların çevresindeki bedevileri bir örnek
olarak sunmakta, Medine'nin İslâm tarihindeki yerini vurgulamaktadır.
Artık
Medine halkının ve kırsal kesimde yaşayanların, objektif hukuku insanlığa
tanıştıran ve bu konuda ilâhî müdahale ile bir devrimi gerçekleştiren
Peygamber'in yaptıklarından geri kalmaları ve onu savunmamaları uygun
düşmemektedir. Medenî halkın, hangi değerleri müdafaa edeceğini ve hangileri
kendi canına tercih edeceğini bilmesi gerekir. Allah o günkü müminler modeli
ile günümüzün ve geleceğin müminlerini eğitmektedir.
2. "Çünkü Allah yolunda uğrayacakları susuzluk, yorgunluk, açlık,
kâfirleri şaşırtan bir adım atmaları, düşmana karşı herhangi bir başarı
kazanmaları, kendileri için iyi bir amel olarak mutlaka yazılacaktır. Çünkü
Allah iyi davrananların amellerini asla boşa çıkarmaz." Âyetin bu kısmı şu
ilkeye işaret etmektedir: Allah yolunda çekilen her sıkıntı bir ibadet
değerindedir. Önemli olan bu sıkıntıların altında Allah'ın rızasının
bulunmasıdır. Âyette beş şeyin Allah katında değerlendirilecek amel olduğu
açıklanmaktadır:
a) Susuzluk. Tebük seferine çıkıldığında mevsim itibariyle sıcak, ayrıca
mesafe uzaktı. Bu sebeple bazı müminler yılgınlık gösterdi. Sefere çıkmamanın
sebeplerinden birinin bu olduğu ortaya çıkmaktadır. Â-
yette geçen Ula ez-zama' kelimesi
"şiddetli susuzluk" anlamına gelmektedir. Bundan hareketle
diyebiliriz ki, oruç tutarken çekilen susuzluk, onu ibadet yapan faktörlerden
birini teşkil etmektedir. Demek ki oruçta çekilen susuzluk başlı başına bir
ibadet olmaktadır.
b) Yorgunluk. Tebük seferinin uzun bir mesafeye yapılmasının meydana
getireceği yorgunluk gündeme getirilmektedir. Sefere çıkmak istemeyenlerin
ikinci sebebi yorgunluk olmaktadır. Yorgunluk Allah
adına çekiliyorsa ibadete dönüşmektedir. İnsan kendi başına bir yorgunluk veya
meşakkat meydana getirerek değil de bunlar, doğal seyrinde oluşmalıdır. Meselâ
Mekke'den Arafat dağına araba ile çıkmak varken,
meşakkat olsun diye yaya çıkmak doğru değildir. Zorluk, yorgunluk, meşakkat
eylem ile doğal olarak bulunmalıdır.
c) Allah yolunda açlık. Tebük seferinin getirdiği kötü şartlardan biri de
açlık olacaktı. Bunun endişesi, bazı müminlerin sefere çıkmasını engellemişti.
Halbuki Allah yolunda açlık çekmek bir ibadettir. Onun
içindir ki Allah için aç kalıp tutulan oruç bir ibadet olmaktadır.
Görüldüğü
gibi susuzluk, yorgunluk ve açlık savaş için çıkılan seferin getirdikleri olumsuzluklardır.
Bakara sûresinin 177. âyetinde: "Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında
sabredenler" ifadesi bu şartlara işaret etmekte ve sabrın ibadet olduğunu
gündeme getirmektedir. Bunların ibadet olmasının şartlarından birincisi Allah
yolunda olması, ikincisi de içinde sabnn bulunmasıdır. Susuzluk, yorgunluk ve
açlık aynen oruçta da yer almakta, savaş için çıkılan sefer de Allah uğrunda
oldukça oruç haline gelmektedir. Tek başına Allah için "susuzluk
çekmek" bir ibadet olmaktadır. Yorgunluk ve açlık çekmekte aynı niteliği
taşımaktadır.
d) Kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları. Ayak basmanın bir maddî,
bir de manevî anlamı vardır. Düşman ülkesine sefere çıkıp ayak basmak bunun
maddî ifadesi olurken, tevhid inancını, kültürünü oralara kadar götürmek de
manevî anlamını teşkil etmektedir.
Müslümanların
inançlarının, münkirlerin ülkesine girmesi de oralara ayak basmak anlamına
gelir. Günümüzde tankların, uçakların girmesi de ayak basması anlamına
gelmektedir. Bir ülkenin diğer bir ülkeye kendi kültürünü ihraç etmesi için
okul açması, misyonerlik faaliyetlerinde bulunması, medya ile yayın yapması
ayak basma anlamına gelmektedir. Aslında bu ikincisi, birincisinden daha
etkin, daha kalıcı ve daha netice alıcıdır. Müslümanların Allah yolunda tevhid
inancını yaymak için diğer ülke ve kültürlere girmesi için yapacakları
faaliyetler ayak basma olacağından bütün bunlar bir ibadet niteliği
taşıyacaktır.
e) Düşmana karşı başarı kazanmaları. "Nail olmak", bir şeye ulaşmak,
onu elde etmek anlamına gelmektedir yani düşmandan bir şey elde etmektir; yoksa
bir eşyayı verenden onu almak anlamına değildir. Bir
emek sarfederek, bir iş üreterek elde edilen şey burada kastedilmektedir.
Düşman kelimesinin burada geçmesinin anlamı Müslümanların "zafer"elde
etmelerinin istenmesidir. Yani düşmana karşı bir zafer, bir başarı elde
edilmesidir. Müminlerin zaferi veya başarısı düşmanın hezimete uğramasıdır.
Netice
olarak diyebiliriz ki bu beş durum iyi amel olarak yazılıp değerlendirilmeye
tâbi tutulmaktadır. Allah uğrunda susuzluk, yorgunluk ve açlık çekmek,
kâfirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmak ve düşmana karşı bir başarı elde
etmek mahşerde iyi amel olarak müminin karşısına çıkacaktır. Allah, bu
amelleri yapanlara muhsin sıfatını vermekte ve muhsinlerin mükâfatını zayi
etmeyeceğini ilân ederek, amellerin kaybolmadığına dikkat çekmekte ve böyle
güzel amellere teşvik etmektedir.
Âyetin
ilk bölümü ile ikinci bölümü arasındaki bağlantıyı şöyle kurabiliriz: Hz.
Peygamber'den geri kalmamak, onun canından önce kendilerini düşünmemek gibi
düşünce, inanç ve tavırlar ancak ikinci bölümdeki beş eylemi gerçekleştirmeyi
mümkün kılacaktır. Ondan sonraki nesillerde, Hz. Peygamber'in hayat
anlayışından getirdiği ilâhî vahiyden geri kalmayan; Hz. Peygamber'i kendine
tercih eden, yani onun fikirlerini kendi fikirlerine tercih eden kimseler, daha
sonraki beş ameli üretirlerse, muhsin olma sıfatını hak etmiş olacaklardır.
Muhsinin tanımına yeni mânalar kazandıran bu âyet şehirde yaşayan müminlerle,
kırsal kesimde yaşayanları aynı amellerde buluşturmakta, aralarında müşterek
bir nokta oluşturmaktadır.
Âyetin
içeriğine bakınca, sanki her zaman düşmanla savaş, düşman toprağına seferin
olacağı anlamı çıkmaktadır. Buradaki düşmanı kötü, yanlış, bâtıl, çirkin ve
faydasız olarak alır ve buna da şeytan ile nefsi ilâve edersek her an düşmanla
burun buruna bulunduğumuzu anlarız.
Düşmanın
toprağına ayak basmak, ona karşı zafer elde etmek, aklın nefsin ülkesine girip
ona karşı zafer elde etmesi de bu anlamın kapsamına girmektedir. Hz. Peygamber'in
buyurduğu gibi aklın nefisle mücadelesi en büyük cihaddır. Bu cihadı
kazanması, ona karşı zafer elde etmesidir. O zaman her an içimizdeki düşmanla
mücadele halinde olduğumuz esası ortaya çıkmaktadır.
Susuzluk,
yorgunluk ve açlık nefsi terbiye eden en önemli metotlardan biri olduğu için,
âyette bu durum, ibadet olarak takdim edilmek-tedir. Tebük seferindeki
susuzluğu, yorgunluğu ve açlığı aklın nefis ülkesindeki mücadelesinde
kullanacağımız en önemli metotları arasında yer almaktadır. Tebük seferi İslâm
tarihinde bir defa olmuştur ama aklın nefis ülkesinde her an seferi olmaktadır.[120]
121.
Küçük, büyük bir masraf yapmaları, bir vadiyi geçmeleri mutlaka onların lehine
yazılır ki Allah onları, yaptıklarının en güzeliyle ödüllendirsin.
Bu
âyet önceki âyetin bir devamı durumundadır ve analizini de, maddî ve manevî
anlamda yapmayı uygun buluyoruz:
1. "Küçük, büyük bir masraf yapmaları, bir vadiyi geçmeleri mutlaka
onların lehine
yazılır."
Maddî
mânada infak ve vadi geçmek. Maddî anlamda düşmana karşı ordu. düzenleyip
sefere çıkmak için yardımda bulunmanın küçüğü, büyüğü söz konusu değildir.
Herkes kendi maddî gücüne göre malından fedakârlık yaparak yardımda
bulunacaktır. Bu yardımlar Allah tarafından boşa çıkartılmayıp mutlaka
değerlendirilecektir. Bundan anlıyoruz ki orduyu düşmana karşı sefere çıkarken
teçhiz etmek için infak yapılabilir. Düşmanın kendi üzerine saldırmasını
beklemek kadar, düşmanı
kendi
ülkesinin dışında karşılamak da bir savaş taktiğidir. Ülke dışında yapılan
karşılamalar daha etkili olmaktadır.
Tebük
seferi de bu nitelikte bir sefer olmuştur. Böylesi seferlerde geçilen vadiler
hep sevap olarak müminlerin defterine yazılmaktadır. Susuz, yorgun ve aç olarak
atılan adımların, geçilen vadilerin ve harcanan emeklerin boşa çıkmayacağını
Allah bu ve bundan önceki âyette garanti altına almaktadır.
Malından
yaptığı fedakârlık ve emeği ile düşmana karşı geçtiği vadiler onlar için
yazılmakta, tesbit edilmekte ve değerlendirilmektedir. Allah, burada yazdığını
sö\lernekle. bu faaliyetleri gerçekleştirirken gelecek olan müminlere
"amellerin boşa gittiği" konusundaki vesveseyi önlemektedir. Çünkü
düşmana karşı girişilen bir hareketin boşa gitmeyeceğini bilen insanla, boşa
gideceğini düşünen insanın çatışmasında birinciden yana dengenin bozulacağı bir
gerçektir. Attığı adımın, akıttığı terin ve aldığı her nefesin Ailah tarafından
yazıldığını bilmek, inanmak ona bir moral olacak ve o moral ile zaferi elde
edecektir.
2. Manevî mânada infak ve vadi geçmek. Düşmana karşı sefere çıkmayı daha
önce anlatıldığı gibi nefse ve şeytana karşı düzenlenen sefer olarak alırsak,
infakı arzularından fedakârlık yapmak anlamına alabiliriz. Vadileri geçmeyi de
aklın nefis ülkesine uzanması ve şeytanın etkinliğini hapsedeceği düşünce,
bilinç ve irade vadileri olarak kabul edebiliriz.
Zemahşerî'nin
anlatımından hareket edersek vadiye akarsu yatağı dendiğini, ayrıca yeryüzünde
arazi anlamında kullanıldığını görürüz. Aslında "geçtikleri her vadi"
ifadesini "yol almak, yol tepmek, yolculuğa devam edip gitmek"
mânasına alabiliriz[121].
Bu
mânayı manevî yorumumuza aktarırsak, aklın nefis ve şeytana karşı aldığı
mesafeler vadi teriminin anlamı olacaktır. Aklın nefis ülkesini fethedip nefsi
olgunlaştırmasında katettiği olgunluk merhalelerini geçilen vadiler olarak
alabiliriz. İnfak dediğimiz arzularından fedakârlık, nefsin olgunlaşması için
alacağı merhalelere yarayacaktır. Akıl nefsi bu vadilerden geçirip doyuma
ulaştıracaktır. Müminler manevî bakımdan
bir
vadiyi yani bir merhaleyi geçmeye dursunlar, mutlaka o amelleri
kaydedilecektir.
3. "Allah onları, yapmakta olduklarının en güzeli ile
mükâfatlandırmak için..." ifadesi, amellerin kaydedilmesinin amacını
belirlemektedir. Gerçekleşecek ödüller, yapılan iyi amellerin kaybolmaması ve
onların ödüllendirilmesi için kaydedilmektedir. Kaydedilmeyen amellerin
sonradan ödüllendirilmesi zorlaşacaktır.
Âyetin
bu kısmından çıkarılacak önemli bir netice de şudur: Ödüllendirme amelin en
alt seviyesine olacağı gibi en üst seviyesine de olabilir.
Cezalandırma
da böyledir. İşlenen suça verilecek olan ceza en üst sınırdan alınacağı gibi en
alt sınırdan da alınabilir. Meselâ bir suça beş seneden on seneye kadar ceza
verilebilir ise, hâkim bu sınırlardan en altı olan beşi tercih edebileceği
gibi, on seneyi de tercih edebilir. Bunların arasında kalan bir yılı da tesbit
edebilir.
Ödüllendirmede
de aynı işlem yapılabilir. Allah, infak ve gerçekleştirilen her ileri atılıma
vereceği ödülü en üst seviyede tesbit edeceğini buyurmaktadır. "en
güzeli" ifadesinden anlıyoruz ki bir güzel amel, bir de en güzel amel
vardır. Ameller niyetlere göre derece kazanmaktadır. Aslında "en
güzeli"' ifadesi amelin kaliteli ve faydalı olmasını ifade etmektedir.
Allah'ın
bu uygulamasını bize anlatmadaki amacı insanlara ödüllendirme bilincini ve
kültürünü kazandırmaktır. İnsanlar gösterdikleri çeşitli başarılarının en güzel
olanını dikkate alarak ödüllendirilmelidir.
Meselâ
ödül alacak kişi beş tane başarısından dolayı ödüllendirile-cekse, bu başarılar
derecelendirilip, en kalitelisinin karşılığı olarak ödüllendirilecektir.
Başarı en güzeli, yani en faydalı olanı yakalayınca, ödül de o düzeyde
verilmelidir.[122]
122.
İnananların hepsinin birden savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her
kesiminden bir grubun, dinde derin bilgiler edinmek ve sefere çıkan topluluk
geri döndüğünde, korunmaları ümidiyle onları uyarmak için arkada kalmaları
gerekmez mi?
Bu
âyeti bir bütün olarak düşünürsek âyetten çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. Din bilginlerinin, yani dinî konularda kendilerinden bilgi elde
edilecek olan din âlimlerinin savaşa çıkmamaları gerekir. Çünkü onların kaybı,
toplumun geleceğinin ortadan kalkması anlamına gelir.
2. Din âlimleri, dinî konuları derinlemesine inceleyip savaştan dönenleri
eğiteceklerdir. Âyette geçen "uyaracaklar" ifadesi eğitimi ifade
etmektedir. Allah onlara görevler yüklemektedir: Dinî konuları derinlemesine
araştırmak, elde ettikleri bilgileri topluma öğretmek, onları yanlışlardan
alıkoyarak eğitmektir.
3. Din âlimleri bu görevleri itibariyle savaştan üstün bir makama
yerleştirilmektedirler. Demek ki bilgi cihaddan üstündür. Bilgiye sahip olan
âlimler de savaşçılardan üstündürler. Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha
üstündür. Akan kan ölüme götürürken, akan mürekkep yaşatmaya ve kazanmaya götürmektedir.
Bu
bağlamda cihaddan üstün olan din âlimlerinin, siyasetten de üstün olmaları
gerekir. Onun için ilim adamları çiçek rolünü yüklenmeli, herkes arı gibi
kendilerinden bal almalıdır. Âlimler bilgileriyle insanlara bal sunarlar. Onlar
birilerinin peşine takılıp sürüklenmezler. Onlar siyaseti yürüten herkese aynı
mesafede kalır, akıl verir ve bilgi sunarlar, sunmalıdırlar.
Tevbe
sûresinin 39. âyetine dönersek şu esası buluruz: "Eğer topluca cihada
çıkmazsanız." Müminler savaş şartları oluşunca savaşa çıkıp ülkesini,
bağımsızlığını ve namusunu korumak zorundadır. Tevbe sûresini 122. âyetini, bu
âyetle birlikte düşünürsek, din âlimlerinin görevleri gereği bundan istisna
edildiğini görürüz. İki âyet arasında nâsih-mensuh ilişkisi yoktur, tam tersine
birbirini tamamlama niteliği vardır. O zaman cihadın farz-ı kifâye olduğunu
söyleyebiliriz.
Kifaye
farzın anlamı, her mümine farz olan bir görevi bir kısım mümin yerine getirince
ötekilerin sorumluluğunun düşmesidir. Meselâ cenaze namazı o bölgenin bütün
müminlerine farz olmasına rağmen, bir kısım mümin bu görevi yerine getirince
diğerlerinden görev düşmüş olur. Onun için kadınların, çocukların, yaşlıların
ve bilginlerin savaşa gitme yükümlülükleri yoktur. Bu durum cihadı farz-ı
kifâye haline getirmektedir.
Farz-ı
kifâye olan cihad, herkese farz olan ilim tahsiline denk olamaz: "İlim
tahsil etmek her müslümana farzdır[123].
Tabii ki bazı ilim dalları farz-ı kifâye grubuna girmektedir. Herkes bütün
ilimleri öğrenmek zorunda değildir.
Kur'ân
bilgi edinmeyi, öğretmeyi bir cihad olarak görmekte, cihadı savaştan üstün
görmektedir. Çünkü insanlar birbirini öldürmeden önce, aralarındaki kavganın
sebebini bilgi sayesinde ortadan kaldırabilirler. Kötülükle en iyi mücadeleyi
bilgi verecektir. Bilginin uzanamadığı yer, kanın uzanamadığı organ gibidir. Bu
organ sonuçta kangren olacak ve kaybedilecektir.
Bilginin
ulaşamadığı insan ilişkileri kangrene döndüğü için cahiller birbirinin kanını
akıtmaktadır. Cehalet kan akıtır, bilgi hayat verir. Onun içindir âlimler,
bilgileri ile ölümle neticelenmeyen cihadı gerçekleştirmektedirler. Buradaki
ilim adamı, sadece din âlimleri değildir. Alanında uzmanlaşmış bütün ilim
adamları âyetin kapsamındadır. Akla ve gönüle ışık veren, hayatın çeşitli
yönlerine hitap eden bilgiye sahip âlimler bu kavramın kapsamına girmektedir.
Dinde derinlemesine bilgi sahibi olmanın bütün ilim dallarını kapsadığını
anlamak zorundayız.
Neden
Allah dinde derin bilgiye sahip olanların savaşa gitmesini engelliyor? Cevabı
âyette buluyoruz: Kendilerine dönen halkı uyaracaklardır. Uyarmak neyi
sağlayacaktır? Âyetin son kelimesi de bu soruyu cevaplandırmaktadır: Onların da
kendilerini kötülüğe karşı korumalarını sağlayacaktır. Kötülükten sakınmak için
bilgiye ihtiyaç vardır. Böylece Allah bilginin koruyucu ve sakındırıcı gücünü
ve görevini gündeme getirmektedir.[124]
123.
Ey İman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşınız ve sizde
yenilmez bir kuvvet görsünler. Allah 'in müttakilerle beraber olduğunu biliniz.
Âyet
analiz edildiğinde çıkarılacak neticeler şunlardır:
1. "Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı
savaşınız. " Âyetin bu kısmını Tevbe sûresinin 29. âyetiyle açıklamak
mümkündür. Kimdir bu kâfirler? Sorunun cevabını Tevbe sûresinin 29. âyetinde
bulabiliriz: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe
inanmayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resulü'nün haram
kıldığını haram sayma- yan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle,
küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız."
Savaşılacak yakın
kâfirlerin bir kısmını bunlar oluşturmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz
Tevbe sûresinin 123. âyetinin "müşrikler nasıl sizinle topyekün
savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşınız ve biliniz ki Allah
müttakilerle beraberdir" buyuran Tevbe sûresinin 36. âyetiyle
nesnedildiğini söyleyenler vardır. İki âyetin son kısmı arasında bir benzerlik
vardır, ama âyetlerin şartlara göre uygulanması ilkesi düşünüldüğünde
aralarında bir nesih ilişkisi olmadığı görülür.
Şuarâ
sûresinin 214. âyetinde "Sen kendi yakın akrabanı uyar" buyurulması
nedeniyle bu âyetin tebliğle ilgili diğer âyetler tarafından neshedilmesi
mümkün değildir. Bu âyetler bir bütündür. Bu konuda yakından uzağa doğru
açılan bir uyarı metodu vardır. Yakın çevreden uzak çevreye doğru uygulanan bir
tebliğ metodu düşünüldüğünde, âyetler arasında "hükmü kaldırma" gibi
bir işlemin olmadığı anlaşılır.
Aynı
şekilde "yakınınızdaki kâfirlerle savaşınız" emriyle "bütün
müşriklerle savaşınız" emri arasında bir tezat olmadığı için hükmün
kalkması gibi bir işlem düşünülmemelidir. Bu âyette savaşın yakın çevreden
uzak çevreye doğru yapılması metodu konmakta ve "uyarıya en yakınından
başlat!" (Şu'ara 26/214) emri gibi, en yakınından savaşı başlatma emri
verilmektedir.
Zarardan
kurtarılması gerekenler en yakında bulunan insanlardır. Zararın geleceği
kimseler de yakındaki düşmanlardır. Onların zararına mâruz kalmamak için, önce
onlardan başlamak gerekir. Yanındaki akrep sokar, uzaktaki değil. Yakındaki akrepleri
temizlemekle işe başlamak en iyi metottur.
"Sen
kendi yakın akrabanı uyar" "Yakından başla!" emrinden şu
hikmeti de çıkartıyoruz: Kâfirlerin hepsini cephe almak doğru değildir.
Saldırgan olanlarla mücadele etmek en doğru yoldur. Saldırgan olmayanlarla
uğraşmak, İslâm'ın tebliğ metoduna ters düşmektedir. Günümüzde kâfirlerin
saldırganlığında yakınlık ve uzaklık kalmamıştır. Uzaktaki de çeşitli
şekillerde saldırmaktadır. Medya, çeşitli odaklarla saldırısını sürdürmektedir.
Saldırının metoduna göre müslümanlar da savunma metodu geliştirecektir.
Uyarıda
bulunurken yakından başlamak, yemek yerken yakından başlayıp yemek ve nihayet
yakında olan düşmanla savaşa girişmek, benzer metotların kullanılmasından
ibarettir.
2. "Ve sizde yenilmez bir kuvvet görsünler. " Buradaki ÂkUiı
el-ğılza kelimesi "sertlik, katılık, direngen, yenilmez kuvvet"
mânalarına gelmektedir. Başak kelimesi ile bir araya gelince bu kelime
"ekinin kalınlaşıp tanelerinin çıkması" anlamını ifade etmekte ve
huyun, tabiatın, sözün, işin ve hayatın şiddetli ve zor olmasını ifade ederken
kullanılmaktadır. Yemin kelimesiyle bir araya gelince de "yemini kuvvetli
yapmak, vurgulamak" anlamına gelmektedir.
1) Çetin olmak. "Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla
cihad et, ve onlara karşı çetin ol! " (Tevbe 9/73). Buradaki "çetin
ol" emri "sert davran" anlamına gelmektedir. Çetin olmanın ve
sert davranmanın anlamı ödün vermemektir.
2) Kalınlaşmak. Ekin için kullanılınca bu anlama gelmektedir: "
Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış,
gövdesi üzerinde dikilmiş bir ekine benzerler" (Fetih 48/29). Allah,
müslümanların neslini İncil'de bu benzetme ile anlatmaktadır. Bu âyette JsUs-ı
istağlaza kalıbı yer almaktadır.
3) Katı. Bu mânada kalp ile yan yana gelmekte ve kalbin
psikolojik anlamdaki durumunu ifade etmektedir: "Şayet sen kaba, katı
kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından silinip giderlerdi" (Âl-i
İmrân 3/159). Bu âyette ise ğalîz
kalıbında gelmektedir.
4) Ağır, zorlu. Bu anlamda dört âyette yer alan ve ğalîz kalıbında
geçen
bu kelime azabın sıfatı olmaktadır: "Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla
beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık, onları ağır bir azaptan
kurtuluşa erdirdik" (Hûd 11/58).
5) Sağlam. Bu mânada antlaşmaların sıfatı olmakta ve Kur'ân'da
üç âyette geçmektedir: "Vaktiyle siz birbirinizle haşır-neşir olduğunuz ve
onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri
alırsınız" (Nisa 4/21). Bu mânada hukukî bir anlam kazanmaktadır.
6) Acımasız. Bu anlamda Tahrim sûresinin 6. âyetinde meleklerin
sıfatı olmaktadır. "Onun başında acımasız, güçlü, Allah 'in kendilerine
buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır."
Âhirette cehennemle ilgilenen meleklerin sıfatı olmaktadır.
7)Yenilmez kuvvet. Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 123.
âyetinde bu anlamda geçmekte ve müminlerin düşmanlar tarafından tesbit edilecek
özelliği olmakta ve kâfirleri müminlere saldır
maktan caydıracak olan bir tavrın ifadesi halini almaktadır.
Görüldüğü
gibi bu kelime ilâhî azabın ve yapılan antlaşmaların sıfatı olmakta, bir
toplumun başka bir topluma karşı takındığı tavrı ve kalbin psikolojik durumunu
belirleyen bir kavram olarak kullanılmaktadır. Tevbe sûresinin 123. âyetinde
savaşın düşmana karşı caydırıcı bir kuvvet olması için Allah tarafından konduğu
otaya çıkmaktadır. Güç gösterisinin koruyucu bir özelliği vardır.
3. "Allah'ın müttakilerle beraber olduğunu biliniz." Âyetin bu
kısmında takva ve muttaki kavramına farklı bir mâna verilmektedir. Vatanına ve
bağımsızlığına sahip çıkan, manevî değerlerini koruyan ve bu bilince sahip
olan mümine muttaki denir. Bu konuda Allah'ın emrini yerine getiren, düşmana
karşı korku salacak gücü gösteren mümin müttakidir.
Sadece
Allah rızası için savaşan müminler Allah'ın beraberliğini elde ederler. Tevbe
sûresini 40. âyetinde Hz. Peygamber mağarada arka-daşına "Korkma! Allah
bizimle beraberdir", Şuarâ sûresinin 62. âyetinde Hz. Musa
İsrâiloğulları'na "Asla! dedi, Rabbim şüphesiz benimle beraberdir, bana
yol gösterecektir" buyurması gibi, Allah müttakilerle beraberdir, inancı
müminlerin korkusunu azaltacak, cesaretlerini de artıracaktır.[125]
124.
Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: Bu sizin
hanginizin imanını arttırdı? İman
edenlere
gelince (bu sûre) onların imanlarını arttırır ve onlar sevinirler.
125.
Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da murdarlıklarına murdarlık
katmış ve onlar kâfir olarak ölüp gitmişlerdir.
126.
Onlar, her yıl bir veya iki defa imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra
da ne tövbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.
127. Bir sûre
indirildiği zaman birbirlerine bakar: "Sizi birisi görüyor mu?" diye
sorarlar, sonra da giderler. Anlamayan bir kavim oldukları için Allah onların
kalplerini çevirmiştir.
Bu
âyetler münafıkların Kur'ân'a karşı takındıkları tavrı açıklamaktadır:
1. "Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: Bu
sizin hanginizin imanını arttırdı?" Bu ifadeden anlaşıldığı
gibi münafıklar Kur'ân'ı
okuyorlardı. Fakat gönülleri kapalı olduğu için, Kur'ân'ın manevî hazzını
duymuyorlardı. İlâhî vahyin imanın artışı ile bir alâkası vardır. İlâhî vahiy
imanı arttırır. Bunu soru halinde gerçek müminlere yöneltiyorlardı. Aslında bu
soru, bir alay özelliğini taşımaktadır. Sorunun amacı mü
minleri Kur'ân'a inanmaktan alıkoymaktır. Bunu alay ederek gerçekleştirmek
istiyorlardı.
Bu
soru o dönemde kalmamakta, bir süreç olarak kıyamete kadar devam etmektedir.
Her çağda böyle münafıklar çıkıp sözleriyle, kalemleriyle, kitaplarıyla
zehirlerini akıtacaklardır. Allah kıyamete kadar yaşayacak rnümin nesillere
bir eğitim olsun diye münafıkların yaptıklarını anlatmaktadır.
2. "İman edenlere gelince (bu sûre işte) onların imanlarını arttırır
ve onlar sevinirler." Allah Kur'ân'ın gerçekten iman edenlere farklı bir
tesirde bulunduğunu, onların imanını arttırıp sevindirdiğini gündeme
getirerek, münafıkların sorusunu cevaplandırmaktadır. Âyetin bu kısmından
"imanın artıp artmayacağı" sorununa da bir cevap çıkartıyoruz. Bazı
âlimler imanın artmayacağı görüşünü savunmuşlardır. Onlara Enfâl sûresinin
ikinci âyetiyle cevap verilmektedir. Allah'ın âyetleri okununca dinleyen
müminlerin imanı artar. Aynı konu burada da ele alınmakta ve Kur'ân'ı okuyanların
gerçek mümin oldukları takdirde imanlarının artacağına işaret edilmektedir.
Fetih sûresinin dördüncü âyetinde şu açıklama yapılmaktadır: "İmanlarını
bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O
'dur." Demek ki müminler imanlarına iman katabilmektedirler.
Buradan
din eğitimi için şu neticeyi çıkartabiliriz. "İman" denen kalbin
eylemi, durağan değil hareket edip merhaleden merhaleye geçmekte, kendi iç
dinamiklerini geliştirip arttırmaktadır. İmanın iç dina-miklerindeki artış,
dışarıdan verilen eğitimle gerçekleşmektedir. Başkalarının Allah'ın âyetlerini
okuması veya ferdin kendisinin okuması bir eğitim niteliği taşımaktadır.
Âyetlerin
okunması, sûrenin indirilmesinin mânası onların anlaşılması için yapılan
eğitim birer faaliyetidir. Demek ki bu anlamda din eğitimcileri, inanmayanları
imana, inananların imanını artışa geçiren bir eğitim faaliyetini sürdürmelidir.
Durup dururken eğitim faaliyeti olmadan iman artmaz.
"Deney"
yapmak suretiyle de iman artarak doyum noktasına ulaşabilir. Hz. İbrahim
Bakara sûresinin 260. âyetinde buna dikkat çekmektedir. Allah'tan ölüyü nasıl
dirilttiğini kendisine göstermesini istemiş, Allah inanıp inanmadığını
sormuştu. Öldükten sonra dirilmeye inandığını ancak kalbinin doyum noktasına
ulaşması için bu istekte bulunduğunu söylemişti. Bunun üzerine dört kuş ile ona
bir deney yaptırıp imanının doyum noktasına ulaşmasını temin etmiştir. Demek ki
iman artıyor ve onun artışı doyum noktasına ulaşıyor. Bu noktaya onu ulaştıran
şey, deneysel bilgi olmaktadır.
Din
âlimleri tabiat kanunlarını bilmek zorundalar. İlahiyat fakültelerinde tabiat
bilimlerinin temel konuları öğretilmelidir. Bu konuları bilmeleri ve
bilgilerini eğitimlerine katarak halka sunmaları inananların imanını artırıp
doyum noktasına ulaştıracaktır. Kulaktan duyulan bilgiler, gözle görülenler
gibi olamaz: "Haber, görmek gibi değildir"[126].
Demek ki kulak vasıtasıyla elde edilen duyumlar, gözlemle elde edilen duyumlar
gibi olamaz. Dinlemekle gözlem aynı şey değildir. Dinlemekle elde edilen bilgi
ile okuyarak, gözlem yaparak elde edilen bilginin arasında kesinlik bakımından
farklar vardır.
Âyetteki
iman artışına başka bir açıdan bakmak mümkündür: Hz. Âdem'den itibaren her
peygamberin ümmeti kendilerine inen ve önceki peygamberlere indirilen vahye
inanıyorlardı. Hz. Muhammed'e inanan müminler de önceki peygamberlere
indirilene inandıkları gibi Kur'ân'a da inanmakla iman itibariyle bir artış
olmuştur. Kur'ân onlara bir ilâve oluşturduğu için, müminin imanına da bir
ilâve yapmış olmaktadır.
Bunu
Kur'ân'm parça parça gelmesine de uygulayabiliriz: Kur'ân'in vahyedilmeye
başladığı anlardaki inandıkları âyet ve sûrelerin sayısı ile daha sonra ilâve
edilenler de imanı arttırmaktadır. Her gelen yeni sûre, imana bir ilâve iman
eklemektedir. Bu açıdan bakınca ilâhî bilgi dediğimiz vahiy geldikçe imanı
arttırıyor. O zaman din âlimleri halka Kur'ân'in bilgisini öğrettikçe onların
imanlarını arttırdıklarını bilmelidirler. Böylece iman ile bilgi arasında
olumlu mânada bir bağın olduğu ortaya çıkmaktadır.
Müminlerin
sadece imanı artmıyor, sevinç ve neşeleri de artıyor. İlâhî mesaj onların
mutluluğunu hem oluşturuyor hem de arttırıyor. Kur'ân insanların mutluluğunu
arttırmak için gelmiştir ve ilâhî eğitimin amacı da budur. Bu tadı alabilmek
için gerçek imana sahip olmak gerekir. Demek ki Kur'ân'in etkinliği insanların
gönlüne göre olmaktadır. Din eğitiminde önemli olan, insanların gönlünde iman
ışığının kalbe yönelik bilgileri aktarmaktır.
3. "Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da murdarlıklarına
murdarlık katıp arttırdı ve onlar kâfir olarak ölüp gittiler." Sûrelerin
inişi, kalplerinde iman olanların imanını arttırırken, kalplerinde hastalık
olanların murdarlıklarını arttırmış olmaktadır.
"Murdar"
diye tercüme ettiğimiz er-rics kelimesi A'râf sûresinin 71. âyetinde
açıklanmıştı. "Kalplerinde hastalık olanlar" ifadesinden, manevî kalp
hastalarının olduğunu çıkartıyoruz. Maddî anlamda kalbin hastalanması gibi,
manevî anlamda da kalp hastalanmaktadır. Kur'ân'da manevî anlamda hastalığın
geçtiği yerde kalp kavramı da geçmektedir.
Münafıkların
kalbinde hastalık vardır; onlar bu hastalıklarını sürdürdükçe Allah da onların
hastalığını arttırmaktadır (Bakara 2/10). Bu âyete bakarak Tevbe sûresinin 125.
âyetindeki murdar kelimesine hastalık mânasını verebiliriz. Kalbinden hasta
olanlar iki yüzlü davranırlar ve sıfatları münafıklık olur. Bunlar
memleketlerine, davalarına, toplumlarına ihanet ederler (Mâide 5/52).
Münafıklar müminleri değerlendirirken, dinlerinin onları aldattığını söylerler
(Enfâl 8/49). Münafıkların arasına şeytan fitne sokmaktadır (Hac 22/53).
Münafıklar, Allah'ın çağrısında kendi aleyhlerinde, yani yaşantılarına uymayan
bir hüküm bulduklarında yüz çevirirler, kendilerine uygun bir hüküm bulunca ona
boyun eğerler (Nûr 24/48-50). Kalbinden hasta olanlar, Allah ve Peygamberi'nin
vaadini kuru vaad olarak değerlendirirler (Ahzâb 33/12), münafıklanlar cinsel
sapıklık gösterirler (Ahzâb 33/32), münafıklar, kötü haber yaymayı ahlâk
edinirler (Ahzâb 33/60), savaşla ilgili bir âyet inince ölüm baygınlığı
geçirirler (Muhammed 47/20). Allah'ın indirdiği mesajda verdiği misale olumsuz
tavır takınarak, "Allah bu misalle ne demek istemiştir?" derler
(Müddesir 74/31). Münafıkların düşünce, inanç ve davranışları bu şekilde
kendini göstermektedir.
Âyette
geçen rics kelimesine Zemahşerî "inkâr"; İbn Abbas, Hâzin ve Nesefî
"şüphe"; Muhammed Esed ise "rüsvalık" mânası vermektedir.
Bunların hepsi de aynı mânaya gelmektedir.
1) Beyinsizlik. Aklını kullanmayan insanları Allah murdar ilân
etmektedir. Demek ki düşünmemek murdarlık anlamına gelmektedir: "Allah
akıllarını kullanmayanları murdar kılar" (Yûnus 10/100).
2) İmansızlık. İman etmeyenleri de Allah murdar ilân etmektedir:
"Allah
inanmayanların üstüne böyle murdarlık verir" (En'âm 6/125).
3) Azap. A'râf sûresinin 71. âyetinde rics, "azap"
anlamına gelmektedir.
4) Günah. Ahzâb sûresinin 33. âyetinde ilgili kelime
"günah", "kir" anlamını ifade etmektedir: "Ey Ehl-i
beyti Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak
istiyor."
Tevbe
sûresinin 124. âyetine bakarak buradaki tercihimizi yapabiliriz: Bir önceki
âyette yeni bir sûre inince müminlerin imanını arttırı-yordu. Demek ki
sûrelerin inişi, kalbi hasta olanların da inkârını arttırmaktadır. İman
kelimesinin karşıtı olan imansızlık âyetteki ricsin anlamı olmaktadır. O zaman
Zemahşerî'nin seçimi doğru olmaktadır.
Bu
murdarlık ve inkâr nasıl bir inkârdır? Bu inkâr kâfir olarak ölüp götüren bir
murdarlık niteliği taşımaktadır, yani vazgeçilmeyen, imana dönüşü olmayan bir
imansızlıktır. Bir önceki iman kelimesi bu âyetteki ricsin imansızlık olduğunu
belirlediği gibi, bu âyetin son kelimesi de ricsin inkâr olduğu mânasını
vermektedir.
Allah,
kalbinde şüphe hastalığı bulunduğu için, Allah'ın mesajına alay edercesine
tavır takınmanın ne anlama geldiğini anlatarak, aslında insanların bu duruma
düşmelerini önlemeyi istemektedir.
4. "Onlar her yıl bir veya iki defa imtihan edildiklerini görmüyorlar
mı? Sonra da ne tövbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar." Âyette geçen yüftenûn
kelimesine bütün müfessirler "imtihan edilmek, denenmek, sınanmak"
mânasını vermektedirler. Her yıl bir veya iki defa ifadesini de M. Reşîd Rızâ
süreklilik anlamına almaktadır
[127]. Buradaki denenme veya imtihan, münafıkların Hz.
Peygamber'le savaşa çıkmak zorunda kalıp, kirli oyunlarının dışa
vurulmalarıdır. Başka bir açıdan bakarsak münafıklık özelliklerinin Allah
tarafından deşifre edilmesidir. Diğer taraftan imtihan çeşitli belâlara,
hastalıklara, kıtlığa ve bunun gibi musibetlere uğramaları anlamına da
gelmektedir.
Allah
onların "görmeleri"ni istemektedir. Âyetin başındaki
"görmüyorlar mı" ifadesi buna işaret etmektedir. Kendi durumlarını
görmeleri, kendi kendilerini tenkit ederek tövbe etmeleri ve ibret almaları
gerekiyordu. Onların en önemli hastalığı, kendi hallerini gösterebilecek bir
gözlem yapmamalarıdır. Bir önceki âyete baktığımızda, inkârın kiri, onların
gönlünü kaplaması sebebiyle gönülleri hastalanmıştı. Hasta gönüllerinin
ekranına bakıp kendi hallerini göremiyorlardı. Bu sebeple de, imtihan
edildiklerinin farkında değillerdi. Görememe, farkında olamama, kendini tenkit
edememe tövbeyi engellemiş, ibret almayı da bir tarafa itmiştir.
Âyetin
anlattığı sadece Hz. Peygamber dönemindeki inkarcı münafıklar değildir.
Yaşamakta olan her neslin içinde böyle insanların olacağına dair uyarıda
bulunulmaktadır.
Âyetin
sonunda yer alan ûjjTJu yezzekkerûn kelimesi "öğüt almak" anlamına
geldiği gibi, "aklını başına alıp düşünmek" mânasına da gelmektedir.
Gözlem, değişim ve düşünmek yanlıştan kurtuluşun formülüdür.
Burada tövbeyi
değişim mânasına aldık, fakat düşünme "öğüt almak" mânasına
alındığında, gözlem, değişim ve öğüt almak şeklinde sıralamak gerekir. İnsanın
iç gözlem yapması erdemin başlangıcını teşkil eder. İnsanın etrafında cereyan
eden olayların farkına varabilmek büyük bir erdemdir. M. Reşîd Rızâ'nm
yukarıdaki yorumundan hareket edersek, insanın her an imtihan edildiği ortaya
çıkmaktadır. .
5. "Bir sûre indirildiği zaman, birbirine bakar, 'Sizi birisi görüyor
mu' diye sorarlar, sonra da giderler." Münafıklar vahye tahammül
edemiyorlar, çünkü vahy onların kötü niyetlerini ortaya koymaktadır.
"Birbirine bakar" ifadesinde yer alan "bakmak" eylemini
"haber vermek" anlamına alabiliriz. Kurtubî bu mânaya dikkat
çekmektedir. Her iki mânaya da almak en doğrusudur. Çünkü karşı karşıya olan
insanlar birbirine bakar
ama
yakın olmayan münafıklar birbirine haber verirler. Nazara fiilinin
kullanılmasındaki manidarlık bundandır.
Aslında
göz göze gelen insanlar kaş göz hareketleriyle birbirlerine haber iletmekte ve
mesaj vermektedirler. Bu kelimeyi tarihî boyutuyla ele alırsak,
"bakmak" mânası ağır basar, ama günümüzde ve gelecekteki kitle
haberleşme vasıtalarına göre düşünürsek "haber vermek, haberleşmek"
anlamını öne almak gerekir. Kur'ân'ın bir mesajı anlatılınca, münafıklar
çeşitli vasıtalarla birbirlerine haber vermektedirler.
Kurtubî'nin
naklettiğine göre âyetteki Jbi nezara kelimesine "dedi" anlamının
verildiğini Taberî rivayet etmektedir. "Dedi" ile "haber
verdi" aynı anlamda buluşmaktadır.
Kaş
göz hareketleriyle birbirine bakıp şöyle diyorlardı: Sizi birisi görüyor mu?
Dar mânada, münafıklar Hz. Peygamber'le beraber mescidde bulunuyordu. Kendi
durumlarını deşifre eden bir sûre inince hem çıkıp gitmek hem de kendilerini
kimsenin görmemesini istiyorlardı. Tevbe sûresinin 124. âyetinde bir sûre
indirilince, "Bu sûre hanginizin imanını arttırdı, derlerdi."
"Sonra da
giderler" ifadesindeki sarafe kelimesi, "kapı gıcırdamak; dişlerini
birbirine sürtüp gıcırdatmak; bir şeyi çok çevirip döndürmek, yönlendirmek";
emir kelimesi ile kullanılınca "idare etmek"; lafız kelimesi ile bir
araya gelince kelimeleri birbirinden "çekim yapıp üretmek; açıklamak,
beyan etmek"; istarafe kalıbından alındığında "kazanç için ötede
beride çalışmak"; âyette kullanılan insarafa kalıbı da "geri dönmek,
ayrılmak, vazgeçmek, terketmek" mânalarına gelmektedir.
1) Uzak tutmak. "Eğer onların tuzaklarını (hile) benden uzak
tutmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum! dedi" (Yûsuf 12/33).Kelime
bu âyette, bir kimseyi başkalarının tuzaklarından uzak tutup korumak mânasına
gelmektedir. Allah'ın kendi âyetlerinde bazı insanları uzak tutması da
vardır:
"Yeryüzünde
haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım" (A'râf 7/146).
Diğer taraftan bu
kelime, "azabı uzak tutmak" mânasında da kullanılmaktadır: "Ve
şöyle derler: RabbimizJ Cehennem azabını bizden uzaklaştır" (Furkân
25/65).
2) Alıkoymak, mani olmak.
"Sonra
Allah, denemek için sizi onlardan alıkoydu" (Âl-i İmrân 3/152). Uhud
Savaşı'nda müminlerin dünyaya kapılıp gevşeklik göstermeleri sebebiyle
düşmanları mağlûp etmelerinden onları Allah'ın alıkoymasını ifade etmektedir.
Müslümanların onları yenmesine "mani oldu" demektir.
3) Yöneltmek. "Hani cinlerden bir grubu, Kur 'ân 'ı
dinlemeleri için sana yöneltmiştik" (Ahkâf 46/29).
4) Çevirmek. A'râf sûresinin 47. âyetinde meçhul kalıbında geldiğinden
"çevrilmek" anlamını ifade etmektedir: "Gözleri cehennem ehli
tarafına çevrildiğinde!" (A'râf 7/47). Sanki kendileri değil de gözlerini
başkaları çevirecektir. Ayrıca bu kelimenin, "haktan sapıklığa
döndürülmek, çevrilmek" anlamı da vardır: "O halde nasıl (sapıklığa)
döndürülüyorsunuz" (Yûnus 10/32). Buradaki anlamı "hakikati gözden
kaçırmak"tır.
5) Esirgemek. "O gün kim esirgenirse Allah ona rahmetini
bağışlamış olur. Bu da apaçık bir kurtu
luş olacaktır" (En'âm 6/16).
6) Görmezden gelmek. "Allah'ın âyetleri hakkında tartışanları
görmedin mi? Hakikati nasıl da görmezden geliyorlar." (Mü'min 40/69).
Aslında âyet, burada da "nasıl döndürülüyorlar" anlamına gelmektedir.
7) Açıkça ortaya koymak. "Gerçek şu ki, bu Kur'ân'da biz (gerçeği) pek
çok yönden açık açık ortaya koyduk ki iyice içlerine sindirsinler. Ne var ki
bu sadece onların nefretini artırdı" (İsrâ 17/41). Bunun anlamı derinlemesine
ve etraflı bir şekilde açıklamaktadır.
8) Kaçıp kurtulma yolu. "Suçlular ateşi görür görmez, orayı
boylayacaklarını iyice anladılar; ondan kurtuluş yolu bulamadılar" (Kehf
18/53). Bu âyette "masrif" kalıbında gelmiştir.
9 Dönüp gitmek. Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 127.
âyetinde insarafa kalıbında gelmiş ve dönüp gitmek anlamını ifade etmiştir.
Âyetteki bu mânayı, bizden uzakta olan insanlarda görmek mümkün değildir, ama
yazılar, kitaplar, radyo ve televizyon konuşmaları, sempozyumlar bize bunu
göstermektedir. O dönemde bu olumsuzluklar yüzyüze cereyan ediyordu.
6. "Anlamayan bir toplum oldukları için Allah onların kalplerini
çevirmiştir." Birbirlerine kaş-göz hareketi yaparak gizlice Hz.
Peygamber'in yanından sıvışmaları onların anlamayan bir grup olduklarını ifade
etmektedir.
Anlamamaları
sebebiyle Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. A'râf sûresinin 179.
âyetine bakarsak, anlayış merkezinin gönül olduğunu görürüz. Gönül, anlama
faaliyetini gerçekleştiremeyince, ilâhî müdahale ile döndürülmeye müsait hale
gelmektedir.
Anlayışlarını
kullanmayan insanlar Enfâl sûresinin 55. âyetine göre canlıların en aşağısı
olmaktadır: "Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır.
Çünkü onlar iman etmezler" Tevbe sûresinin 127. âyetindeki kalbin Allah
tarafından çevrilmesi, iman etmemesi anlamına gelmektedir.
Âyetin
analizi sebep-sonuç ilişkisine göre yapılmaktadır. Onların anlamaları sebep,
Allah'ın kalplerini çevirmesi de sonuç olmaktadır. Bu demektir ki Allah sebepsiz
yere insanın kalbini sapıklığa döndürmez. Kulun gönlü bu döndürmeyi ister ve
Allah da onun isteğini yerine getirir. Çünkü kural, iyiyi Allah ister Allah
yaratır, kötüyü kul ister Allah yaratır şeklindedir.[128]
725.
Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya
uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok
şefkatlidir, merhametlidir.
Âyetin
analizinden şu neticeleri çıkartmak mümkündür:
1. "Andolsun size kendinizden bir peygamber gelmiştir."
"Kendinizden" ifadesini iki mânaya alabiliriz. Birincisi insanlara,
insan olan birini peygamber olarak seçmiştir. Bunu beşerî alana indirgersek,
her toplum kendi eğitimcisini kendi içinden seçmelidir. Her millet gençliğini
kendi içinden yetiştirdiği öğretmenlerle eğitmelidir.
İbrahim
sûresinin dördüncü âyetine göre, Allah her peygamberi kendi toplumunun dili ile
göndermiştir. Bu demektir ki siyasetçi ve eğitimciler her toplumun kendi
içinden çıkmalıdır. Başka idarecilerin yönetimi altına girmek, başkasının
boyunduruğu altına girmekten başka bir şey değildir. Başka eğitimcilere
gençliğini teslim etmek, kendi kültürünü ve neslini kaybetmektir.
İkincisi de sizi
en iyi anlayacak, meselelerinizi çözüme ulaştıracak olan kişinin kendi içinizden
olması gerekiyordu. "Kendinizden" ifadesi Arapça olarak min enfüsiküm
şeklinde açıklanmıştır. Nefis kelimesi burada toplumsal kendiliğindenliği ifade
etmektedir. Fertlerin nefisleri bir araya gelince, toplumsal nefis meydana
gelmektedir. Toplumsal nefsin içinden peygamber çıkmaktadır.
Bu
peygambere inanmak ve ona tâbi olmak bağımsızlığın ifadesidir. Çünkü köle
ruhlu insanlar, kendi içlerinden çıkan peygamberlere, liderlere tâbi olmazlar.
Bu konu ile ilgili olarak Elmalılı Hamdi Yazır'ın Kamer sûresinin 24. âyetine
yaptığı tefsire bakılabilir.
Bu
Peygamberin halka karşı tutumu şöyle âyetin devamında anlatılmaktadır:
2. "Sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün,
müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir."
a) 'Kendisine inananların sıkıntıya uğraması ona ağır gelir' ifadesi, Hz.
Peygamber'in halkının sıkıntısını kendi sıkıntısı, dertlerini kendi derdi
edindiğini ispat etmektedir. Âyetin bu kısmındaki el-azîz kelimesi "ağır
gelmek, büyük bir yük altına girdiğini hissetmek, belâyı defedemeyecek hissine
kapılmak" mânasına gelmektedir. Âyetteki el-'anet kelimesi de
"altından kalkılamayacak sıkıntıya düşmek" demektir. Bu kelime
Kur'ân'da beş âyette geçmektedir:
1. Âl-i İmrân sûresinin 118. âyetinde düşmanların müslümanların düşmesini
istedikleri sıkıntıyı ifade için kullanılmaktadır: "Hep sıkıntıya
düşmenizi isterler."
2. Hucurât sûresinin yedinci âyetinde Hz. Peygamber'in pek çok işte,
halkına uymasının, halka vereceği sıkıntıyı mânalandırmaktadır: "Şayet O, birçok işte size uysaydı,
sıkıntıya düşerdiniz. "
3. Bakara sûresinin 220. âyetinde yetimlerin durumunu toplumun
sorumluluğuna vermektedir. Onlar bir sıkıntı içindedir. Onlarla ilişki
kuranların, kendilerinin de böyle bir sıkıntı içinde olabileceklerine dair
empati yapmaları istenmektedir. Çünkü Allah onları da sıkıntıya düşürebilirdi:
"Eğer Allah dileseydi, sizi de sıkıntıya (zahmet ve
meşakkate) sokardı."
4. Nisa sûresinin 25. âyetinde zina günahının doğurduğu sıkıntıyı ifade
etmektedir: "Bu, içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir."
Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyette de, müslümanların düştüğü sıkıntı yani zahmet ve
meşakkati ifade etmektedir.
a) "O, size çok düşkündür." Hz. Peygamber'in kendine inananlara
düşkün olduğu açıklanmakta ve bunun Hz. Peygamber tarafından ifade
edilemeyeceğine işaret edilmektedir. Bu durumu günümüzün devlet adamlarına
indirgersek, devleti yönetenler halkla bütünleşmeli ve onları sevmelidirler.
b) "Müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir. " Şefkat ve
merhamet peygamber ahlâkının en belirgin özelliğidir.
İman etmek, peygamberin şefkat ve merhametini kazanmaya vesile olmaktadır.
Şefkatle,
merhametle muamele etmek, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmaktır. Hz. Peygamber bu
ahlâk ile ahlâklanıyor, onu da tatbikî olarak müminlere öğretiyor. Ama onun bu
tutumunu yine Allah müminlere karşı dillendirmektedir. Şefkat ve merhametin
ilâhî ahlâk olduğunu Bakara sûresinn 143. âyetinde gördük:
"Zira
Allah, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir. " Hz. Peygamber bu
sıfatların cüz'îsini, kısmîsini yeryüzüne indirmekte ve inananlara
öğretmektedir. Yani bu âyet gereği Hz. Peygamber Allah'ın şefkat ve merhamet
sıfatlarını ümmetine yönelik olarak uygulamaya koymaktadır.
Netice
olarak diyebiliriz ki Hz. Peygamber başkasının çektiği sıkıntıya ortak olur.
Onlara düşkün olduğunu sevgisi ile açığa vurur, şefkat ve merhametle muamele
eder. Bu özellikler toplumu yönetenlerde, iş verenlerde, öğretmenlerde ve anne
babalarda bulunmalıdır. Bunlar hukukun bile çözmekte zorlandığı pek çok şeyi
çözecektir.[129]
129.
Yüz çevirirlerse de ki: Bana Allah yeter; O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece
O 'na güvenip dayanırım. O yüce arşın sahibidir.
1.
"Yüz çevirirlerse!" Kimden veya hangi şeyden yüz çevirmektedirler?
Bu sorunun cevabını Râzî vermektedir: Hz. Peygamber'den, Allah'a itaat ve
Peygamber'i tasdikten, Tevbe sûresinde geçen güç tekliflerden, cihadda Hz.
Peygamber'e yardım etmekten yüz çevirirlerse!"[130].
Yüz çevirenler
müşrikler, kâfirler ve münafıklardır. Özel mânada alırsak bunların, Tevbe
sûresinin 127. âyetindeki münafıklar olduğunu söyleyebiliriz. "Bir sûre
indirildiği zaman birbirlerine bakar sizi birisi görüyor mu? diye sorarlar.
" İşte buradaki giderler, yüz çevirip gitmeyi ifade etmektedir.
2. "De ki: Bana Allah yeter." İnsanların
Hz. Peygamber'den yüz çevirmelerinin onda bir üzüntü yaratması doğaldır.
Bu üzüntüyü gidermenin yolu, Allah'ın kendisi ile beraber olduğu ve ona yeterli
olacağını bilmesidir. Bu da şunu ifade ediyor: İnsanların haksız yere desteğini
çektiği durumlarda Allah'ın yeterliliğine inanıp
ruhunu ona yoğunlaştırmak manevî olgunjuğu ifade etmektedir. Allah yarattığı
insana yeterlidir de keşke insan bunu bilse ve bunun farkında olsa! Allah kendi
yeterliliğini burada gündeme getirerek, itilmiş, yalnız
bırakılmış insanların manevî dengelerinin bozulmasını engellemektedir.
3. "Ondan başka ilâh yoktur." Yeterlilikten sonra onun
"bir"liği gündeme getirilmektedir. Bu sayede tevhid inancı
öğretilmek- tedir. Yüz çevirmelerine rağmen münafıklara Allah'ın yeterliliği ve
tekliği hususunda ders verilmektedir. Bu öğretim faaliyeti de onların inkârı
ile verilen bir cihad niteliğini taşımaktadır.
4. "Ben sadece O'na güvenip dayanırım." Bütün görevler
yerine getirdikten sonra Allah'a güvenip dayanmak en önemli metotlardan biridir.
Tebük seferi için gerekli faaliyetler, hazırlıklar yapıldıktan sonra Allah'a
tevekkül etmek, yani dayanmak müslümanın hayat tarzı olmaktadır.
5. "O yüce arşın sahibidir." Buradaki arş"kudret ve
hükümranlık" makamını ifade etmektedir. Allah'ın, yaratıklar
üzerindeki hâkimiyetine sonsuz kudretine arş denmektedir.
Netice
olarak diyebiliriz ki bu âyette Allah'ın yeterliliği, tekliği ve
hükümranlığının sonsuz olduğu konularında ders verilirken, din eğitimcilerinin
Allah'ı nasıl tanıtacaklarına da bir açılım getirilmektedir.
[131]
Bu
sûrede:
1. İnsanlar arasında bir antlaşma hukukunun doğmasına ve antlaşmayı tek
taraflı bozmanın yanlışlığına dikkat çekilmiş, bu konuda ihtar çekmemin önemi
vurgulanmıştır (âyet:l).
2. Hacc-ı ekber denen en büyük hac kavramı gündeme getirilmiş, bu günde
bütün insanlığa bir bildiri verildiği söylenmektedir (âyet: 3).
3. Savaşın yapılmaması gereken haram aylar ilkesi geçmişin kültüründen
alınarak insanlığın hayatına sokulmuş ve bunun üzerinde hukuk geliştirilmiştir
(âyet: 5).
4. "Din kardeşi" kavramı insanlığın hayatına sokulmuştur (âyet:
11)
5. Allah'ın mescidlerini imar etmenin, Allah'a ve âhirete imanın, samaz
kılmanın, zekât vermenin Allah'tan korkmanın işareti olduğu söylenmiştir (âyet:
18).
6. Allah'tan, Peygamberi'nden ve O'nun yolunda cihaddan daha fazla nelerin
sevilemeyeceği açıklanmıştır. Böylece sevgi denen duygunun eğitilmesi gündeme
alınmıştır (âyet: 24).
7. Savşlarda Allah'ın nasıl yardım ettiği açıklanmaktadır (âyet: 25-16).
8. Müşriklerin necis olduğu ilân edilip, Mescid-i Haram'a yaklaşamayacakları
hükme bağlanmıştır (âyet: 28).
9. Yahudilerin Hz. Üzeyir'in, hıristiyanların Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu
olduğunu söylemeleri bize nakledilerek, nasıl şirk koştuklarına işareî edilmiş,
aynı hataya müslümanların da düşmesi engellenmiştir. Daha
sonra da yahudilerin hahamlarını, hıristiyanların da papazlarını rabler
edindikleri bildirilmiştir (âyet: 30-31).
10. Meşru olmayan yollarla halkın mallarını yiyen din adamlarının durumu
ele alınmış, onlara nasıl bir ceza verileceği açıklanmıştır (âyet: 34-35).
11. Hiç kimsenin Allah'ın nurunu ağzı ile söndüremeyeceğini, diğer bütün
dinlere üstün gelmesi için peygamberini hak din ile gönderdiğini bildiren
Allah'ın, hak ile bâtılın mücadelesinde haktan yana tavır koyacağı
vurgulanmaktadır (âyet: 32-33).
12. "Allah yolunda savaşa çıkınız" dendiği zaman yere çakılıp kalan
müslümanların davranışlarının sebeplerini sorgulayan, bu konuda tembellik
göstermenin, manevî değerleri savunmasız bırakmanın siyasî erkin kaybedilmesine
işaret eden, bizzat kendisinin Hz. Peygamber ve onun davasına yardım edeceğini
ilân eden Allah bunun tatbikatını bizzat mağara olayında yaptığına dikkat
çekilmektedir (âyet: 38-40).
13. Tevbe sûresinin 42. âyetinden itibaren iki yüzlü davranmayı ahlâk
edinen münafıkların psikolojik yapılarıyla davranışlarını derinlemesine
açıklayıp müminlerin iç âlemleri ile davranışları mukayese edilmektedir.
14. Münafıkların ruh hallerinin gerçek hayat şartlarında gösterdikleri
tepkilerle ortaya çıktığı anlatılırken, özellikle savaş durumları onların bu
özelliğini ele vermektedir. Münafıklar, Tebük seferi gibi zor bir
eylemde kendi iç âlemlerini, şüpheci durumlarını ortaya koymuşlardı. Zor
şartlar altında onların bozgunculuk (fitne) çıkarmayı ahlâk edindikleri
deşifre edilmiştir. Bir insana iyilik dokunduğunda üzülürler, kötülük
dokunduğunda sevinirler (âyet: 48-50).
15. Münafıkların, özellikle infak ibadetlerindeki tavırları ele alınmakta
ve onu kerhen yerine getirdikleri vurgulanmaktadır. Onlar sadaka verdiklerinde
kerhen, aldıklarında da tatminsiz davranırlar (âyet: 58).
16. Zekatın kimlere verileceğinden söz edildikten sonra tekrar münafıkların
durumlarına dönülmüştür ki onlar Hz. Peygamber'e karşı tavır takınırlar, onu
incitmek için ellerinden geleni geri koymazlar, yalan yere yemin ederek ikna
etmeye çalışırlar ve Kur'ân'in sûre ve âyetlerine karşı alaycı bir tavır
takınırlar. Münafıklar iyiden meneder kötüyü emrederler, cimridirler. Allah'ı
unuttuklarından Allah da onları unutur. Eövlc davranmalan sebebiyle Allah
onlara fâsık damgasını vurmuştur (âyet: 60-67)
17. Bu insanlar için Hz. Peygamber veya diğer müminler istiğfar etseler de
kabul edilmeyecektir. Allah yolunda cihada asla çıkmak istemezler.
Münafıkların cenaze namazının kılınmayacağına dair hüküm bu sûrede verilmiştir
(âyet: 80-84).
18. Bunların gönüllerini Allah mühürlediğinden anlayış kapasiteleri
körelmiştir. Bu insanlara asla güvenilmeyeceği uyarısında bulunulmaktadır.
Onlar manen murdardırlar. Münafıkların bir şehirde bir de
kırsal kesimde yaşayanlarının olduğuna dikkat çeken Allah, kırsal kesimde
yaşayan bedevî münafıkların küfür ve nifakta daha şiddetli olduklan uyarısında
bulunmuştur. Münafıklıkta maharet kazananları tanımak,
onların davranışlarındaki ikiliğin farkında olmanın imkânsızlığına dikkat
çekilmiştir (âyet: 87-101).
19. Münafıkların yaptırdığı mâbedde namaz kılınamayacağını, orun
"mescid-i dırâr" olduğunu yani "insanlara zarar vermek"
için kurulduğunu hükme bağlayan Allah, onların inkâr, nifak ve düşmana yardım,
îtmek için mâbed kurduklarını, ama onların iyilikten başka bir şey istemediklerine
dair yemin ettiklerini açığa vurmaktadır (âyet: 107).
20. Onların kurduğu müesseseler kalplerini parçalayan bir kuşkuya
dönüşecekti. Münafıklığın doğuştan gelmeyip, kişinin içinde bulunduğu grubun
etkisinde kalıp münafıklığa bulaştığına işaret eden Allah, doğru
insanlarla arkadaşlık edinilmesini bildirmiştir (âyet: 110-119).
21. Münafıklar kalben hasta olduklarından Kur'ân'm sûrelerinin ters anlamda
etkisinde kalır ve murdarlıklarına murdarlık katarlar. İbret alıp tövbe
etmezler. Başlarına gelen belâların analizini yapıp yanlış hareketlerinden
vazgeçmezler. Allah'ın âyetlerine sırtlarını döndüklerinden Allah da onların
gönüllerini çevirmektedir (âyet: 125- 127).
Allah
münafıkların durumunu anlatmakla iki amacı gerçekleştirmektedir: Birisi
müminlerin onların iyi davranmalarına aldanmamaları, diğeri de müminlerin onlar
gibi olmamalarıdır.
22. Nihayet Tevbe sûresi Allah'ın yeterliliğini, tekliğini, güvenilecek
yegâne güç olduğunu, kudret ve hükümranlığının sonsuz olduğunu
gündeme
getirmektedir. Tevbe sûresinin içeriğinden Enfâl sûresinin bir devamı olduğu
anlaşılmaktadır. Bedir Savaşı ile Tebük seferinin canlı örnekler olarak ele
alınıp insanlık için önemli hükümler konmaktadır. Bu sûrede tarihî olgulardan
evrensel hükümlere gidişin metodu takip edilmektedir.[132]
[1] Tirmizî, "Tefsir,
Sûre", 9.
[2] Fethu'l-Kadîr, H, 331.
[3] Kadı Beydâvî, 111,126.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/107-109.
[5] Lane, 1, 178'den nakil
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/111-116.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/116-117.
[8] Buhârî, "Hac",
132; Ebû Dâvûd, "Menâsik", 66; İbn Mâce, "Menâsik", 76.
[9] Muhammed Esed, a.g et} s.
346, 3. Dipnot.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/118-123.
[11] a.g.e., IV, 274.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/123-127.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/127-129.
[14] Lane, 1, 75'den nakil.
[15] Râzî.
[16] Kurtubî.
[17] Kurtubî, a.g.e.t VIII, 143.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/129-140.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/141-142.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/142-143.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/144-145.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/145-147.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/147-149.
[24] Râzî, a.g.e., XI, 438.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/149-152.
[26] bk. Râzî, Kurtubî.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/152-156.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/156-158.
[29] Râzî, a.g.e., XI 447-448.
[30] İbn Abbas'ın A'râf sûresinin
29. âyetindeki adalete verdiği mâna budur.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/158-163.
[32] Buhârî, "Hibe",
29, "Cizye", 18, "Edeb", 8; Müslim, "Ze-kâf\ 50; Ebû
Dâvüd, "Zekât" 34.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/163-168.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/169-174.
[35] Yazır, a.g.e., IV,311.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/174-176.
[37] a.g.e., IVT 314.
[38] Ebû Dâvûd,
"Harâc", 32; Tirmizî, "Zekât",11.
[39] Ebû Dâvûd,
"Harâc", 32.
[40] Muhammed Esed, a.g,e., s.
356.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/177-182.
[42] Muhammed Esed, a.g.e., s.
356.
[43] Encyclopedia Britannica,
1963, IX, 15'den nakil Muhammed Esed, a.g.e,, 356.
[44] Çıkış, 4/22-23.
[45] Yaremya, 31/9.
[46] Râzî, a.g.e., XI, 484.
[47] Tirmizî, "Tefsir",
9-10.
[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/183-189.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/189-193.
[50] İbn Hanbel, Müsned, 1/101,
137, 138, 412,415, 421, 457; 2/356, 429, 493; 5-366; Ebû Dâvûd,
"Büyü", 34; îbn Mâce, "Zekât", 18.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/194-198.
[52] Buhârî, "Tefsîru Sûre
9", 8; "Bed'ü'1-halk", 2; "Megâzî", 77;
"Edanı", 5; Müslim, "Kasâme", 29; Ebû Dâvûd,
"Menâsik", 67.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/198-202.
[54] Yazır, a.g,e.. IV, 331-333.
[55] Buharı, "Tefsîru sûre
9" ,8; "Bed'ü'l-halk", 2; "Megâzî", 77; Müslim,
"Kasârne", 29; Ebû Dâvûd, "Menâsik",67.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/202-206.
[57] Râzî, z.g.e., IX, 520;
Muhammed Esed, a.g.e., s. 359-360, 381-382; Reşîd Rızâ. Menâr, X, 493'den
nakil.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/207-216.
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/217-226.
[60] Râzî, XII, 10, îbn
Cüreyc'den nakil.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/227-229.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/229-236.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/236-239.
[64] Buhârî, "Menâkıb",
25, "Edeb", 95; Müslim, "Zekât", 142,148
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/239-246.
[66] Ebû Dâvûd, "Zekât",
23.
[67] Buhârî, "Zekât",
1; Müslim; "İman", 29
[68] Buhârî, "Megâzî",
56; Müslim, "Zekât", 132.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/246-252.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/252-255.
[71] Râzî, a.g.e., XII, 71.
[72] Râzî, a.g.e., XII, 74.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/255-259.
[74] Kurtubî, a.g.e., VIII, 316.
[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/260-266.
[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/266-269.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/269-274.
[78] Buhârî, "İman",
24; "Mezâlim", 17; "Cizye", 17; Müslim "İman",
106.
[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/275-285.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/285-287.
[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/287-289.
[82] Buhârî, "Tef-sîr",
9, "Sûre", 12; Müslim, "Fedâilü's-sahâbe", 25,
"Sıfâtü'l-münâfıkîn", 3; Nesâî, "Cenâiz", 40, 69; İbn Mâce,
"Cenâiz", 31.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/290-294.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/295-299.
[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/299-302.
[86] Râzî, a.g.e., XII, 129.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/302-304.
[88] Buhârî, "İman",
42; Müslim, "İman", 95; Ebû Dâvûd, "Edeb", 59; Müslim,
"İman", 95; Ebû Dâvûd, "Edeb", 59; Tirmizî,
"Birr", 17; Nesâî, "Bey'at", 31.
[89] Buhârî, "Eyman",
18; Müslim, "Eyman", 9.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/304-308.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/308-310.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/310-312.
[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/312-314.
[94] a.g.e., IH. 266.
[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/314-322.
[96] Kurtubî, a.g.e., VIII, 368.
[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/322-326.
[98] Râzî, a.g.e., XII, 151;
Kurtubî, a.g.e., VII, 375.
[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/327-329.
[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/330-331.
[101] Buhârî, "Zekât",
64; "Daavât", 19, 33; Müslim, "Zekât", 176; Ebû Dâvûd,
"Zekât", 7.
[102] Zemahşerî, a.g.e., II, 63.
[103] Râzî, a.g.e., XII, 177.
[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/332-343.
[105] Kurtubî, a.g.e., VII, 395.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/343-353.
[107] Vahidî, Esbâbü
Nüzûli'l-Kur'ân, s. 266; Süyûtî, ed-Dürrü'l-mensûr, IV, 294'ten Kurtubî a.g.e.,
VIII, 413'te nakletmektedir.
[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/353-357.
[109] ed-Dürru'l-Mensûr, IV,
297-298.
[110] Ebû Dâvûd,
"Cihâd", 6.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/357-361.
[112] Nesâî, "Cenâiz",
102; Tirmizî, "Tefsîr", 9, "Sûre", 16.
[113] bk. ed-Dürrü'l-mansûr, IV,
305.
[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/361-370.
[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/371-374.
[116] Kurtubî, a.g.e., VIII, 435.
[117] a.g.e., II, 218.
[118] Müslim, "Birr",
105; Ebû Dâvûd, "Edeb". 80; Tirmizî, "Birr", 46
[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/374-384.
[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/385-391.
[121] Zemahşeri, cı.g.e., II, s.
220
[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/391-393.
[123] İbn Mâce, "Mukaddime",
17.
[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/394-396.
[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/396-400.
[126] Ahmed b. Hanbel, I, 215,
271.
[127] Reşîd Rıza, a.g.e., XI, 83.
[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/400-409.
[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/410-412.
[130] Râzî, a.g.e., XII, 245.
[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/413-414.
[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/415-418.