TEVBE SURESİ 3

Bir Uyarı: 3

Berâe Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 4

İhtarın Başka Bir Boyutu: 5

Başka Bir Bildirinin Içerıgı: 6

Haram Aylardan Sonra Ne Olacak?. 8

Emân İsteyenin Durumu: 9

Müşriklerin Allah Katında Antlaşmaları Olmaz: 9

Zahera Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 11

Din Kardeşliği: 13

Müslümanların Savaşa Girme Şartları: 14

A. Savaşın Sebepleri: 14

B. Savaşın Amaçları: 15

C. Savaşın Metotları: 16

Müminler Sınanıyor: 16

Müşrik-Mescid İlişkisi: 17

Allah'ın Mescidlerinin İmarı: 19

Bir Karşılaştırma: 19

Dostluk Ve Sevgi: 21

Kendini Büyük Görmenin Cezası: 23

Ekonomik Çıkarlar Ve Manevi Oluşumlar: 24

İyilik Uğruna Savaş: 25

Tevhıdden Şirke Donuş: 27

Allah'ın Nuru Sönmez: 29

Kotu Bir Örnek: 31

Saldırmazlık Paktı: 33

Nesi' Yapmak: 34

Siyası Erkin El Değiştirmesi: 35

Sekale Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 36

Savaşa Çıkmak İsteyenlerle İstemeyenlerin Psikolojisi: 39

Allah'ın Buyruğu: 42

Münafıkların Konuşmalarına Allah'ın Cevabı: 43

Mal Ve Çocuklara İmrenmek: 45

Psikolojik Gerginlik: 46

Rağb Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 48

Zekât Kimlere Verilir?. 48

Ğaram Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 50

Peygamberi Tanımlamak: 50

Münafıkların Özellikleri: 51

Münafıklar Niçin Fasıktır Ve Niçin Hüsrandadırlar?. 53

Tarihi Olgular Ve Eğiticilikleri: 55

Müminlerin Davranışları Ve Ödülleri: 56

İnkar Ve Nifak İle Mücadele: 58

Zekatı Gönülden Verenler: 61

Münafıklıkta Israr Edenler: 62

Peygambere Muhalefet: 62

Münafıkların Dıger Özellikleri: 64

Hz. Peygamber Ve Ashabın Amel Ve Ödülleri: 65

Sahte Mazeret Gösterenler: 66

Kimler Sorumludur?. 67

Münafıkların Durumunu Allah Bildiriyor: 68

Münafıklık-Murdarlık İlişkisi: 69

Allah Münafıkları Sevmez: 69

Bedevilerin Özellikleri: 70

İyilikte Yarışmak: 73

Münafıklıkta Maharet Kazanmak: 74

Münafıklar İçin Çıkış Yolu: 75

Zekat Ve Duanın Amacı: 76

Münafıkların Eylemleri Ve Mescid-Idırar: 80

Büyük Kazanç: 83

Kimler Kazanç Elde Etti?. 84

Müşrikler Ve Af: 86

Başarılı Müslümanlara Allah Yardım Eder: 89

Doğru İnsanlarla Arkadaşlık Yapmak: 90

Sadaka Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 92

Mumın-Peygamber İlişkisi: 94

Rağb Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 94

Amellerin Değerlendirilmesi: 96

Din Bilgini Ve Cıhad: 97

Kafirlere Karşı Davranış Şekli Nasıl Olmalıdır?. 97

Ğılza Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 98

Münafıkların Özellikleri: 99

Rics Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 100

Sarf Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları: 101

Şefkat-Merhamet Ve Hz. Muhammed: 102

Yuz Çevirenlere Söylenecek Soz: 103

Tevbe Suresinden Çıkan Neticeler: 103

 


TEVBE SURESİ

 

Dokuzuncu sûre olan Tevbe sûresinin birden fazla isminin olduğunu Zemahşerî nakletmekte, ve bu isimlerin veriliş sebebini şöyle açıklamaktadır: Müminleri tövbeye teşvik ettiği için Tevbe; nifaktan, münafıklıktan uzaklaştırdığı için Mukaşkişe; münafık­ların iç âlemlerini deşifre edip ortaya koyduğu için Müba'sıre, gizlilikleri meydana çıkardığı için Musîre; o gizlilikleri eşelediği için Hâfire, sakındırdığı için Müşerride isimlerini almıştır. Bun­lardan başka Muhzıye, Fâdıha, Müdemdime ve Azâb isimlerin­den de bahsedilmektedir. Ayrıca bazı sahâbîler sûrenin ilk keli­mesinden hareket ederek ona Berâe ismini de vermişlerdir. Bun­ların içinden Tevbe ismini tercih ederek sûrenin özelliklerini şu şekilde belirleyebiliriz:

1.Tevbe sûresi, inananlarla inanmayanların arasındaki sa­vaşlardan bahsetmesi, savaş hukukunu ele alması bakımından Enfâl sûresinin bir devamı durumundadır. Zemahşerî ile Razı Enfâl ile Tevbe sûrelerinin arasında iniş bakımından yedi yıllık bir mesafe olmasına, Hz. Peygamber'in bir açıklama yapmama­
sına rağmen iki sûrenin arasında bağların olduğunu söylemekte­dirler. Bu husus, sûre dikkatli bir şekilde tedkik edildiğinde de anlaşmaktadır. Belki de Enfâl'in bir devamı olduğu için Tevbe sûresinin başına besmele

konmamıştır.

2. Tevbe sûresi sözü ile davranışları birbirini tutmayan münafıkların eylemlerini ele almakta, bu yönüyle Bakara sûresinin 8-20; Âl-i İmrân 167; Nisa, 61, 88, 138, 140, 142, 145. âyet-leriyle bağlantılıdır Tevbe sûresinin, 64, 67, 68, 77, 97, 101. 124-127. âyetleri kalplerinde hastalık olan; hakikati kendi peşin fikir, istek ve davranışlarıyla çatıştığında derhal hakkı inkâra yeltenen münafıkların durumunu açıklamak ve bu hususta önceki sûrelere referans vermekte, kendinden sonraki münafıklığın çe­şitli özelliklerini ele alan İsrâ, Ahzâb, Fetih, Hadîd, Münâfıkun, Ankebût ve Tahrîm sûrelerine de ışık tutmaktadır. Onun içindir ki Tevbe sûresi hicretin 9. yılı içinde Tebük seferinden önce in­miş, Medine toplumunda hüküm süren sosyal ve siyasî olayların ve bu olayların oluşturduğu şartlar nedeniyle Hz. Peygamber'e destek olanların bazıları psikolojik istikrarsızlık içindeydiler. Bu tür sorunlara ışık tutmak, onları çözmek için Tebük seferinden önce inmeye başlayan bu sûre, sefer süresince ve sonrasında da indirilmeye devam etti. Bu sebeple sûrenin tamamının Medi­ne'de indiği konusunda ittifak vardır.

3. Allah Bakara sûresinin 165. âyetinde sevginin şirke gö­türdüğünü açıklarken, Tevbe sûresinde (âyet 24) neyi ne kadar seveceğimizi gündeme getirerek Bakara sûresinin 165. Âyetini anlam bakımından tamamlamaktadır.

4. Tevbe sûresinin 25-26. âyetleri ile Âl-i İmrân sûresinin 124-126   ve  Enfâl   sûresinin   9-12.   âyetlerinin   bir  bütünlük arzetmekte ve bütün bu âyetlerde savaşta müminlere nasıl yardım edildiği açıklanmaktadır.

5.Tevbe sûresinin 3 ve 19. âyetlerinde hac konusuna değinilmekle, hem Bakara sûresinin 196-201, hem de Al-i imrân sû­resinin 96-97. âyetleri tamamlanmaktadır. Çünkü bu âyetlerde"en büyük hac" kavramı geçmediği halde Tevbe sûresinin 3. âye­tinde geçmektedir.

6. Allah'ın nurunu söndürmeye çalışanların, çabalarının ne­tice vermeyeceği, Allah'ın nurunu tamamlayacağı gündeme geti­rilmekle Tevbe sûresinin 32-33. âyetleri, Enfâl sûresinin 7 ve 8. âyetlerini tamamlar mahiyettedir.

7. Enfâl sûresinin 5. âyetinde savaşa çıkmayı kerih gören müminlerin, Tevbe sûresinin 38 ve 39. âyetlerinde niçin böyle yaptıkları sorgulanmaktadır.

8. Enfâl sûresinitt 72 ve 75. âyetleri inananların birbirleri­nin dostu olduklarını dile getirilmişken Tevbe sûresinin 71. âye­tinde bu dostluğun içinde inanan kadınların da bulunduğu ifade edilmektedir.Bu sûrenin başında besmelenin yer almamasının sebebi, Enfâl sûresinin bir devamı olmasının yanı sıra, bir başka rivayet de şöyledir: Hz, Osman mushafında bu sûrenin başına besmele­nin konmamasının sebebi şöyle açıklanmaktadır: Bazan Hz. Pey-gamber'e birkaç bölümü olan sûreler inerdi. Kendisine bir vahiy indiğinde, vahiy kâtiplerini çağırır, o âyetlerin hangi sûreye ko­nacağını söylerdi. Enfâl, Medine'de inen ilk sûrelerden olduğu halde Tevbe de son sûrelerdendir. Her iki sûre, birbirine benzer konuları anlatmaktadır. Ben de bu iki sûrenin, bir tek sûre oldu­ğunu sandım. Hz. Peygamber Berâe'nin Enfâl'den olduğunu bize söylemedi. Bundan dolayı ikisini birbiri ardınca yazdım, araya besmele koymadım ve bunu yedi uzun sûreye kattım[1]. Râzî'nin nakline göre Kâdî Beydâvî, bunun böyle olacağını Peygamber vahye dayanarak söylemiştir.

Bu sûrenin başına besmele konmamasının bir başka nedeni de şöyle izah edilmektedir: İbn Abbâs Hz. Ali'ye: "Berâe sûresi­nin başına neden besmele yazmıyorsun?" diye sormuş; O da: "Çünkü bu sûre kılıcı emretmiştir" cevabını vermiştir[2]. Bu rivayetten anlaşılıyor ki, besmele Allah'ın, merhamet, acıma ve şefkat anlamına gelen sıfatlarını içerdiği ve bu sûre de müşriklere meydan okuma ve bir ültimatomla başladı­ğı için sûreye besmeleyle başlanmamış olabilir[3].

Tevbe sûresinin âyet sayısı 129 olup uzun sûrelerin sonun­cusudur.[4]

 

Bir Uyarı:

 

1.  Allah ve PeygamberVnden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar!

Ayetin temel kavramı Mj, beraedir, "Yaratmak, hastayı iyileştir­mek, iyi niyetli olmak; *üjJi el-berîe kalıbı "borçtan, ayıptan kurtulmak, beri olmak"; min cer harfi ile kullanılınca "uzaklaşmak"; \y. berrae kalıbı min cer harfi ile kullanılınca "beraatine hükmetmek"; ÎjU tebârae kalıbı da "kan kocanın ayrılması, boşanması" bu ilk âyetteki kalıbı ile de "ihtar" mânalarına gelmektedir.

Tevbe sûresinin birinci âyetinde hukukî mâna yüklenen bu kelime, Muhammed Esed'e göre "antlaşmalarla belirlenmiş bağ, ya da yükümlü­lüklerden muaf olduğunu, yahut onlardan sıyrılmış bulunduğunu bildir­mesi, duyurulması" anlamını ifade etmektedir[5]. "Alâkanın kesilmesi, sona ermesi, aradaki münasebetlerin kesilmesi" anlamlarına da gelir.

 

Berâe Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1. Yaratmak. Allah'ın yaratması ile ilgili olarak Hadîd sûresinin 22. âyetinde geçmektedir: Yeryüzünde gerçekleşen ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur kiy biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olma­sın!" Allah bu âyette yaratma fiilini berae kelimesinden getirerek, başa gelen musibetlerle ilgili olarak kullanmaktadır.

Haşr sûresinin 24. âyetinde bârin kalıbından "var eden" anla­mında ftjüı el-bâri' şeklinde Allah'ın sıfatı olmaktadır. Bakara sûresinin 54. âyetinde de aynı kalıptan, "yaratıcı" anlamına gelmektedir.

2. İyileştirmek. Bu kelime Âl-i îmrân sûresinin 49. âyetinde ubri kalıbından gelmekte ve "hastayı iyileştirmek" mânasını ifade et-mektedir, "Allah'ın izni ile körü ve sedef hastasını iyileştiririm."

3.Temize çıkarmak. Yûsuf peygamber Yûsuf sûresinin 53. âyetinde şöyle diyor: "Nefsimi temize çıkarmıyorum." "£y /man edenler! Siz de Musa'ya eziyet edenler gibi olmayınız* Nihayet Allah onu, dedikleri şeyden temize çıkardı" (Ahzab 33/69).

4. Uzaklaşmak. Bu dünya hayatında bazı insanlar bazılarını kan­dırırlar. Kandırılanlar kandıranların arkasından giderler, Âhirette arkasından gidilenler, gidenlerden uzaklaşacaktır, "İfte o zaman, kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar" (Bakara 2/166).

"Uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri dönmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de on­lardan uzaklaşsaydık" (Bakara 2/167). Bir peygamberin veya mümin bir kişinin, müşriklerin eş koştuklarından uzak olmasını ifade ederken de bu kelime kullanılmaktadır. "Ben sizin ortak koştuklarınızdan kesinlikle uzağım" (En'âm 6/19),

Şeytan dünyada insanlara yaptıkları kötü şeyleri güzel gösterir ve böylece onları etkiler, onlarla beraber hareket edeceğini söyler. Bedir Savaşı"nda müşriklerle beraber hareket edeceğini söylemişti. Ama miislüman ordusunu meleklerle beraber görünce şu ifadeyi kullandı: "Fakat iki ordu birbi-râı görünce, şeytan ardını döndü ve: Ben sizden uzağım, ben sizin gör­mediklerinizi (melekleri) görüyorum" (Enfâl 8/48). İşte "ben sizden uza­ğım" derken, burada kullanılan berîün kalıbı, Şeytanın etkilediği insanları yüzüstü bırakıp onlardan uzaklaşması anlamına gelmekte ve Haşr sûresinin 16. âyetinde de aynı mânada geçmektedir.

Bir insan başka biriyle arkadaş ve dost olabilir. Bu kişinin Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan ayrılması ve uzaklaşması durumu anlatılırken de bu kelimeye yer verilmektedir: "İbrahim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı" (Tevbe 9/114). Dünyada azıp başkalarını da azdıranlar, âhirette azdırdıklarının günahlarını üzerle­rine almamaları için Allah'a yalvarırken de bu kelime kullanılmıştır: "(Onların suçlarından) beri olduğumuzu sana arzederiz" (Kasas 28/63). Hz. Peygamber'in getirdiğine inanmayan kâfirlere karşı kullana-cağı metot ona bildirilirken de bu kelime kullanılmaktadır: "Onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım" (Yûnus 10/41). Farklı i-nançlardaki insanların amellerinin de farklı olması doğaldır. Doğal ol­mayan ise, benzer davranışları sergilemeleridir. Allah, Peygamberin on­ların davranışlarından uzak olacağını belirtirken bu uzaklığı. berîün kalıbıyla ifade etmektedir (HÛd 11/35, 54; Şuarâ 26/216; Zuhruf 43/26; Mümtehine 60/4. âyetlerinde de söz konusu kelime aynı anlamlarda yer almaktadır).

Nûr sûresinin 26. âyetinde müberraûn lafzı, hem "uzak", hem de "temiz" anlamında kullanılmakta ve meşru olmayan cinsel iliş-kiden uzak kadın ve erkekler için âyette yer almaktadır: "Temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır. Bu sonuncular (iftiracıların) söyle­diklerinden çok uzaktırlar.

5. Suçsuz. Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, elbette büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur" (Ni­sa 4/112) âyetinde ise bu kelimeye "suçsuz" mânası verileceği gibi "ma­sum", "temiz", "günahsız" anlamı da verilebilir.

6. Berat. Kamer sûresinin 43. âyetinde bu kelime  berâetün kalıbında yer almakta ve konuya göre bildiri veya ihtar mânası değil de"berat" anlamını ifade etmektedir: "Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir berat mı var?"

7. İhtar (bildiri, nota). Tevbe sûresinin birinci ve üçüncü âyetlerinde bu anlamda yer almaktadır.

Tevbe sûresinin birinci âyetini anlayabilmek için şu sorunun ceva­bını vermek gerekir: Allah böyle antlaşmayı bozacak bir ihtarı onlara niçin vermektedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için Enfâl sûresinin 58. âyetine bakmak gerekir: "(Antlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlara yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez"

Berâe kelimesinin Kur'ân'daki kullanımlarını bu şekilde ifade et­tikten sonra âyetin mesajına dönelim:

"Allah ve Peygambe-rVnden kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar!"

Müşriklerin, yaptıkları antlaşmayı tek taraflı olarak bozmalarını. Allah ihanet olarak değerlendirmekte, ve misilleme olarak Hz. Peygam­ber* den antlaşmayı bozmasını istemektedir. Taberî bunu şöyle açıkla­maktadır: Müşriklerle savaşa girmeden önce, ihanetleri sebebiyle ant­laşmayı bozduğunu, ona bağlı kalmayacağını kendilerine bildir. Kendile­riyle savaş halinde olduğunu bilsinler. Beydâvî de Taberî'ye benzer a-çıklamanın yanı sıra şu ilâveyi yapmaktadır: Böyle yap ki, antlaşmayı tek taraflı bozduğun kanaatine varmasınlar. Reşîd Rızâ âyetin sonundak: "Allah ihanet edenleri sevmez" ifadesini, hem müminlere hem de müş­riklere bir ihtar olarak görmektedir.

Enfâl sûresinin 58. âyetinde antlaşmayı bozma konusunda verilen emir, bu âyetteki ihtar ile karşı tarafa duyurulmaktadır, ihtar (nota) Allah ve Resulü'nden müslümanların antlaşma yaptığı müşriklere verilmiştir. Müşriklerin tek taraflı olarak bozduğu antlaşmayı, misilleme olarak bozma işini Allah ve Peygamber'i yapmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah Kur'ân vasıtasıyla antlaşma, antlaşayı bozma ve ihtar etme hukukunun temellerini atmıştır. Antlaşma yapmak hem ciddi, hem önemli hem de hassas bir iştir. Antlaşmayı bozmak da aynı derecede önemlidir.

Âyette geçen kelimenin kullanılış şekline bakarsak önemli bir ge­nellemeye varabiliriz: J*£ufc jailı "Antlaşma yaptınız" ifadesinde kelime çoğul olduğundan, sanki bütün müslümanlar bütün müşriklerle antlaşma yapmış gibi anlaşılıyor. Antlaşmayı yapanlar toplum liderleridir. Onlar kendi toplumları adına yaptıklarından bütün halk yapmış gibi oluyor. Devlet başkanı herhangi bir antlaşmaya imza atarken, milleti adına hare­ket etmekte ve milletin her ferdi o imzadan sorumlu olmaktadır.

Hz. Peygamber'in yapmış olduğu antlaşma modern hukuka kay­naklık etmekte ve devletlerarası hukukun temel ilkelerinden birini teşkil etmektedir. Devlet başkanının imza koyduğu antlaşma halkı bağlamak­tadır. Müşrikler kelimesi de çoğuldur. Onların ileri gelenlerinin koyduğu imzadan da onlar yükümlüdürler. Burada şu soruyu sorabiliriz: Antlaşma hangi şartlar altında bozulabilir? Sorunun cevabını Râzî şöyle vermekte­dir:

a) Peygamberin aleyhinde, müşrikler tarafından ihanet edildiğinin ortaya çıkması. Râzî bunu şu âyetlerle ispat etmektedir: "(Antlaşma yaptığın) bir toplumun İha-net etmesinden korkarsan, sen de (onlarla yaptığın ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, ihanet edenleri sevmez" (Enfâl 8/58), "Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden antlaşmalarını bozan kimselerdir" (Enfâl 8/56). Demek ki antlaşmaya ihanet edip bozmak şartlardan birini oluşturmaktadır.

b)  Antlaşmanın bozulmasını Allah'ın emretmesi de diğer şartı teş­kil etmektedir.

c) Antlaşmanın belli bir zamana bağlı olarak yapılması sebebiyle, zaman bitince antlaşma da biter. Bu da diğer bir şartı oluşturmaktadır.

Buradan çıkarılacak diğer bir netice de şudur: Artık müslümanlar ihtar edecek güce ulaşmışlardı. Nota vermek siyasî ve sosyal güçtür. Güçsüz toplumlar, zulüm yapan insanlara nota veremez, ihtar çekemez. Bedir Savaşı9nın zaferinden, Tevbe sûresinin inmeye başladığı Tebük seferine kadar, müslümanlar ihtar edecek seviyeye geldiler. Müslüman­lar güçlerinin farkında olmadığı için Allah onlardan bunu yapmalarını istedi.[6]

 

İhtarın Başka Bir Boyutu:

 

2. Yeryüzünde dört ay daha dolaşınız ve biliniz ki, siz Allah'ı aciz bırakamazsınız; Allah ise kâfirleri rezil e-decektir.

1. "Dolaşınız" mânasına gelen kelime saha fiilinden türemiştir, Esâha "suyu akıtmak" mânasına gelmektedir. Tevbe sû­resinin ikinci âyetinin dışında yine Tevbe sûresinin 112. âyetinde bu kelime "oruç tutanlar" anlamında sâihûn, Tahrîm sûresinin beşinci âye­tinde de "oruç tutan kadınlar" anlamında sâihât olarak geçmektedir.

2. "Dört ay" ifadesi, Allah'ın onlara dört ay dolaşma hakkı verdiğini anlatmaktadır. "Dört ay" ne olabilir? Bakara sûresinin 194 ve 217. âyetlerinde geçen haram aylar, yani saldırmazlık Örfü veya

paktı diyeceğimiz savaşın yasak olduğu ayarlar olabilir. Her türlü sava­şın yasak olduğu aylar olabilir. Her türlü savaşın haksız sayıldığı haram aylar birinci, yedinci, on birinci ve on ikinci kamerî aylarıdır- Bakara sûresinin 217. âyetinde bu aylarda savaşmak çirkin bir davranış olarak kabul edilmiştir.

Acaba Tevbe sûresinin ikinci âyetinde geçen dört ay bu "haram aylar" anlamına mı gelmektedir? Saldırmazlık paktının ayları senenin değişik aylarına rastladığı için o anlama geldiğini söyleyemiyoruz. Tevbe sûresinin ikinci âyetindeki dört ay, peş peşe gelen dört ayı ifade etmektedir. Dört ay yeryüzünde dolaşmayı, îsrâiloğulan'mn yeryüzünde kırk yıl şaşkın şaşkın dolaşmasına benzetilebilir (Mâide 5/26). Allah dört aylık zamanı, müşriklere durumlarını gözden geçirmek için yeterli bir zaman olarak görmüştür. Zührî'nin açıklamasına göre Tevbe sûresi Şev­val ayında inmiştir. O halde bu dört ay Şevval, Zilkade, Zilhicce ve Mu­harrem aylarıdır.

3. "İyi biliniz ki} siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil edecektir" A-yetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır:

a) Müslümanlar Enfâl sûresinde anlatılan ilâhî yardımın ne mâna­ya geldiğini kavradıklarından, savaştaki başanyı kendilerine değil Al­lah'a mal etmektedirler. "Bizi âciz bırakamazsınız" diyorlar. Böyle ko­nuşmayı Allah onlara öğretmektedir.

b) Allah âciz bırakılamayacağına göre, onunla savaşanlar rezil ola­caktır. Dört aylık zaman, bunu düşünmeleri için onlara mühlettir,

c) İnkâr psikolojisi insanlara rezillikten başka bir şey getirmemek­ledir. İnkâr hem ferde hem de topluma zarar vemektedir. Allah bunu insanlara Öğretmekte ve onları inkârdan caydırmaktadır. "Utandırıcı ce­za" mânasına gelen hızy, inkâr eylemini getirmektedir. Müşriklere karşı Allah'ın müminlere yardım etmesi, onlar için dünyada rezilliği getiren enilgi, âhirette de cehennem olmaktadır.[7]

 

Başka Bir Bildirinin Içerıgı:

 

3. £n büyük hac (hacc-ı ekber) gününde Allah ve Resu­lünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Resulü müş­
riklerden uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır, ve eğer yüz çevirirseniz biliniz ki, siz
Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz- O kâfirlere elem veri­ci azabı müjdele!

4. Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırak­
mayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaş­
malarını süreleri bitinceye kadar tamamlayınız Allah sakınanları sever.

Bu âyetlerin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "En büyük hac (hacc-ı ekber) günü." "En b hac hangisidir" sorusuna âlimler çok farklı cevaplar vermektedir f kısmı "en büyük haccın" hicretin 9. yılında Hz. Ebû Bekir'i hac olarak göndermiş olduğu hacdır diyor. Böyle bir ihtimalin doğru oldu­ğunu söylemek çok zordur. Bazı âlimler de hicrî 10. yılda Hz. Peygam­ber'in yaptığı "Veda haccı"na bu ismin verildiğini öne sürmektedirler. Bunlardan biri de Zemahşerî'dir. Ona göre İbn Ömer şöyle dedi: "Veda haccında Hz. Peygamber kurban gününde şeytan taşlama anında durdu ve: 'Bu en büyük hac günüdür' buyurdu"[8]. Razı de diğer bütün farklı görüşleri vermekle birlikte bu hadisi esas almakta ve Veda haccı-nın "en büyük hac günü" olduğunu söylemektedir.

Zemahşerî ve Râzî'nin naklettiğine göre umreye küçük hac, nor­mal hacca da en büyük hac denmiştir. "En büyük hac" ifadesini Veda haccı ile mânalandırmak yeterli midir? Bu durumda Veda haccından sonra artık en büyük hac olmayacaktır anlamı çıkmaktadır. Oysa günü­müzde arefenin cuma gününe rastlamasına da "en büyük hac" denmek­tedir. Bu açıklama âyeti evrenselleştirmektedir. Kıyamete kadar en bü­yük hac devam edecektir.

Veda haccının en büyük hac olduğu ilkesinden hareket edersek, o zaman âyetin evrenselliği o gün verilen bildirinin esaslarının devam et­miş olmasıyla temin edilmiş olacaktır. Demek ki Tevbe sûresinin üç ve dördüncü âyetlerinin Veda haccı sırasında vahyedildiği ortaya çıkmakta­dır. Sahâbî Berâ da bunu söylemektedir. Berâ'ya göre, sûre olarak Pey­gamber'e indirilen en son sûre Tevbe süresidir. Ama onun bu ifadesin­den üç ve dördüncü âyetlerin, Veda haccı sırasında vahyedildiği sonucu çıkarılmalıdır[9].

2. "Allah ve Resulü'nden insanlara bir bildiridir " şeklinde Tevbe sûresinin birinci âyetinde bir ihtar verilirken üçüncü âyetinde başka bir bildiri sunulmaktadır. Birinci âyette müşrikler muhatap alınırken, üçüncü âyette bütün insanlığa bir bildiri sunulmakta­dır. Birinci âyet özele, üçüncü âyet genele hitap ettiğinden eğitim açısın­dan özelden genele giden bir yol izlenmektedir.

Buradan şu neticeyi çıkartıyoruz: Kur'ân bu âyetiyle hukukun ma­hallî, yani millî olanı ile evrensel olanını gündeme getirmekte ve modern hukukun bu konudaki temellerini atmaktadır. Demek ki ihtar bütün in­sanlığa verilemez, belli bir topluma verilir, ama bildiri bütün insanlığa

yapılabilir. Onun içindir ki birinci âyette berâe, üçüncü âyette de oiiî ezan kelimelerine yer verilmiştir.

Öyle anlaşılıyor ki birinci ve üçüncü âyetlerin benzer taraflarından biri ihtarın ve bildirinin Allah ve Peygamber'i tarafından yapılmış olma­sıdır. Bu bildirinin en büyük hac günü yapılmasından anlıyoruz ki, hac ibadetinin aynı zamanda bildirilerin verildiği bir kongre niteliğinde ol­masıdır. Âyetlerden hac mevsiminin sadece haccın menâsikini yerine getirmek değil, aynı zamanda insanlığa yapılacak duyuruların yapıldığı ilmî, siyasî, hukukî ve ekonomik toplantılarının mevsimi olarak anlamak gerekiyor. Ayete göre bu durum Hz. Peygamberi5 nin uygulaması olmak­tadır.

Hac mevsiminde bütün insanlığa hitap eden Hz. Peygamber'in Veda haccındaki hutbe gibi bir hutbenin verilmesi, aynı zamanda özel anlamda müslümanlarm, genel anlamda bütün insanlığın problemlerini çözecek oturumların, ilmî faaliyetlerin yapılması da bu âyetten çıkmak­tadır. Allah ve Peygamberi'nin onayladığı ve onlar tarafından verilen bildiride hangi maddeler vardı?

a) "Allah ve Peygamberi müşriklerden uzaktır." Birinci âyette Mym berâe olarak geçen söz konusu kelime
üçüncü âyette nfji berîün olarak yer almaktadır. Birinci âyetteki kalıb;"ihtar";  üçüncü  âyetteki  de  "uzak"   anlamına  gelmektedir.   Tevhia inancının ulaştırılmasına rağmen hâlâ bilinçli olarak Allah'tan başka varlıklara tanrılık yakıştıran müşriklerden uzak kalınacağına dair bir madde bildiride yer almaktadır.

Demek ki Yüce Allah ve Hz. Peygamber, şirk koşan insanlardan bağını koparmakta ve onlardan uzaklaşmaktadır. Bunun anlamı mümin­ler de müşriklerden uzak olacaklardır. Kısaca diyebiliriz ki şirk insanla­rın arasını açmakta, bölücü bir nitelik taşımaktadır. Burada inancın sos­yal ve dinî yapıya yansıması ortaya çıkmakta, tevhid inancının olumlu şirkin de olumsuz mânadaki etkinliği gündeme getirilmektedir.

b) "Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için dalu hayırlıdır/' Buradaki tövbe etmenin anlamı, Allah ile kendi araların açan şirkten vazgeçip tevhid inancına dönmeleridir. Şirkten vazgeçi: tevhid inancını kabullenmek, insan için faydalı olan bir değişimdi' inancını kabullenmek, insan için faydalı olan bir değişimdir. Demek ki tövbe aslında radikal bir değişim olmaktadır. Ayetin bu kısmında geçen ve "daha iyi" olarak mânalandırdığımız hayır kelimesi, Allah'ın insanla­rın davranışlarını değerlendirirken kullandığı bir kavramdır. Buradan anlıyoruz ki, insan "daha iyi" olana dönmeli, yönelmeli ve eylemini ger­çekleştirmelidir. Böylece Allah "daha iyi" olanın ne olduğuna da bir tanım getirerek kelimenin içini doldurmaktadır. "Daha iyi" olan şey, insanın şirki bırakıp tevhid inancına dönmesi ve onu kabullenmesidir.

c) "Ve eğer yüz çevirirseniz biliniz ki, Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz." Ayetin, birinci âyetin notasındaki
maddelerden birini oluşturduğu gibi, üçüncü âyette bütün insanlığa yapı­lan hem ihtarda hem de bildiride ona yer verilmektedir. Tövbe edip tevhid inancına uymayıp, ondan yüz çeviren, onu göz ardı eden; ona
kulak asmayan, ona aldırış etmeyen insan Allah'a şirk koşmaya devam edecek demektir. Bilerek Allah'a şirk koşmaya devam etmek, Allah'a savaş açmaktır. Bu savaşı açan bilmelidir ki Allah'ı asla âciz bırakama­
yacaktır.

d) "0 kâfirlere elem verici bir azabı müjdele."   Bildirinin ilk maddesinde müşrikler ele alındığı halde, sonuncu
maddesinde kâfirlerden bahsedilmektedir. Şirkten inkâra doğru bir gidi­şin olduğunu görüyoruz. Allah Hz. Peygamber'den, kâfirlere elem verici bir azabı haber vermesini istemektedir. Elem verici azabın bir kısmı bu
dünyada, bir kısmı da âhirette gerçekleşecektir. Bildirinin bu kısmı, in­sanları inkârdan ve şirkten caydırmayı amaçlamaktadır.

3. "Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye ka­dar tamamlayınız. Allah sakınanları sever."

Zeccâc, bu âyetin Tevbe sûresinin birinci âyetinden müstesna ol­duğunu iddia ederken, Zemahşerî ikinci âyetinden müstesna olduğunu öne sürmektedir. Aslında her ikisi de doğru söylüyor, çünkü ikinci âyet birinci âyetin devamıdır. Birinci âyette müslümanlarla antlaşma yapan

müşriklere bir ihtar verilirken, ikinci âyette onlara durumlarını bir daha gözden geçirmeleri için dört ay mühlet verilmektedir. İhtar verilenlerle dört ay mühlet verilenler aynı kimselerdir. Allah bu maddede müslümanlara antlaşma yaptıkları müşriklerin istisna olanlarını açıkla­maktadır. Bu müşriklerin özellikleri nelerdir?

a) "Hiçbir şeyi size eksik bırakmayan. Bunun  anlamı, antlaşma şartlarını eksiksiz yerine getirmiş olmalarıdır. Böylece Allah, antlaşmanın gerekli kıldığı görevleri yerine getiren müşriki antlaşmanın gereğini yerine getirmeyenleri birbirinden ayırmakta Âyetin bu kısmını, Enfâl sûresinin 56. âyetine bağlarsak şöyle bir m
çıkartabiliriz: "Onlar, dileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden anmalarını bozan kimselerdir." Demek ki müşriklerin genel anlamda anlaşma şartlarını gerektiği şekilde yerine getirmeme huylan vardır, bunların istisnalarının olabileceği de Tevbe sûresinin dördüncü âyel belirtilmektedir. Diğer taraftan antlaşmanın şartlarına müslümanların da eks uylamaları gerektiği vurgulanmaktadır, Allah, müslümanların şa uymamasına ihtimal vermediği için, "sizin harfiyen uyduğunuz şa eksiksiz uyan müşrikler'* dememektedir. Ayrıca âyetin bu kısmınd; neticeyi de çıkartıyoruz: Devletlerarası antlaşmaları Allah çok önt mekte; antlaşmanın şartlarını eksiksiz yerine getirmeyi gerekli göı tedir. Çünkü Allah insanların birbirlerine verdikleri sözleri, yapt antlaşmaları kendisi ile yapılmış gibi kabul etmektedir.

b) Sizin aleyherhangi  bir  kimseye   arka   çıkmayanlar,   (bu   hükmün   dışına Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız," Eki antlaşmanın yapıldığı milletin aleyhine, o milletin düşmanına ı
çıkmayı  Allah ihanet olarak nitelemektedir (Enfâl  8/58).  Anı yaptığın devletin aleyhine başkasına arka çıkmak, ona ihanet t: antlaşmayı bozmaktır. Bundan anlıyoruz ki müslümanlar, antlaşı eksiksiz yerine getirenlerle, getirmeyenleri eşit tutmayacak, aralar farkı gözeteceklerdir. "Antlaşma", hukukun en önemli konula
birini teşkil ettiği için, insanlar arasındaki farkı ortaya çıkartma Şahsiyetli     toplumların     belirgin     özelliği     antlaşmalarına lumlarm belirgin özelliği antlaşmalarına sadık kalmalarıdır. Onun içindir ki Allah müslümanların tek taraflı antlaşmayı bozmalarını yasaklamak­tadır.

c) "Allah sakınanları (müttakileri) sever." Ayetin son maddesi, takva kavramına yeni bir anlam vermektedir. Yaptığı ant­laşmayı bozmayan insanlar takva sahibidir. Çünkü tek taraflı antlaşmayı bozmak haksızlıktır. Haksızlığı yapmaktan çekinen insan takva sahibi olduğundan, Allah'ın sevgisini kazanmaktadır.[10]

 

Haram Aylardan Sonra Ne Olacak?

 

5. Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz; onları yakalayınız; onları hapsediniz ve on­ları her gözetleme yerinde oturup bekleyiniz. Eğer töv­be eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı da verirlerse ar­tık yollarını serbest bırakınız. Allah affeden ve merha­met edendir.

Âyetten birtakım neticeler çıkartmak mümkündür: Haram aylar çıkınca'' "Haram aylar" ifadesinin "saldırmazlık örfü, paktı" anlamına geldiği Bakara sûresinin 194 ve 217. âyetlerinde açık-anmıştı. O aylarda savaş yapmak haramdır, hatta büyük günahlardandır.

Tevbe sûresinin ikinci âyetinde verilen dört aylık müsaadenin bu aylar olup olmadığı tartışılmıştı. Kur'ân gelmeden önce Arap geleneğin­de savaşın yasaklandığı aylar vardı. Kur5 ân bu geleneği değerlendirip söz konusu aylara "haram aylar" adını verdi. Önceleri âdet olan bu uygu­lama, Kur*ân ile hukuk haline geldi.

Haram aylar Veda haccındaki bildiride de yerini alır;ş. müslümanların o aylarda kimseye dokunamayacakları, Bakara sûresis in 217. âyetinde olduğu gibi burada da hükme bağlanmaktadır. Boy İt ze saldırmazlık örfü denilen hukuk insanlığa duyurulmuş oldu. Burada özelden genele giden bir yol izlendiği görülmektedir. Bakara sûresi in 194 ve 217 özele, Tevbe sûresinin dördüncü âyeti de genele hitap etmek­tedir.

Araplar'ın haram aylarla ilgil âdetleri, kervanların rahatlıkla Mok-ke ve diğer şehirlere giderek ticaret yapmaları için konulmuştu, fakat Kur'ân bunu insanın değerli oluşu dolayısıyla koymuş, kan akıtmanın büyük günah olduğunu (Bakara 2/217) belirtmiştir, insanın değerinin üzerinde başka bir değerin olmadığını ve bu değerin korunması için söz konusu âdeti hukuklaştırarak insanlığa hediye etmiştir.

1. "Müşrikleri bulduğunuz yerde öl­dürünüz- " Bunun anlamı her zaman, her yerde, her müşriğin öldürülr; ıes. demek değildir. Peki müşrikler saldırmazlık paktı olan haram aylar ak­tıktan sonra mı öldürülecektir? Bu sorunun cevabını birkaç âyete ba: vu­rarak vermek gerekir: Enfâl sûresinin 58. âyetinde belirtilen antlaşr .a\ bozarak müslümanlara ihanet edenler, Tevbe sûresinin 4. âyetinde b :lir-tilenlerin tersini yapanlar, yani müslümanlarla antlaşma yaptıkları h ıld-eksiklik yapanlar, müslümanların aleyhinde başka toplumlara yardı ncL bulunanlar kendileriyle savaşılacak olanlardır.

Bu şekilde davranan müşriklere haram aylardan sonra savaşılı , b: durumda onların öldürülmelerine cevaz verilir. Bu konuda Eln alı Hamdi Yazır'ın[11], "haram helâl demeden onlar ne*ec: bulunursa öldürülür" görüşü doğru değildir. Yukarıda verdiğimiz âyetle doğrultusunda, iman ve ibadet özgürlüklerine dokunulan, zulmedile rı \; bağımsızlıklarına saldırılan müslümanlar bunu yapmaya hak kazanı nak tadırlar.

"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez" (Bakara, 2/190) âyeti ile; "Allah sizi din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi

yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez- Çünkü Allah, adalet yapanları sever" (Mümtehine, 60/8) gibi daha pek çok âyette, Müslümanların saldırıya uğramaları halinde kendilerini savunacakları, saldıran tarafın kendileri olmayacağı, saldırgan olmayan ve düşmanla işbirliği yapmayanlara iyi­lik yapılmasının yasaklanmadığı, aksine mutlak adalet yapanları Allah'ın sevdiği açıkça bildirilmektedir. Tefsirini yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin bu âyeti de dahil olmak üzere Kur'ân'in hiçbir yerinde suçsuz olan ve saldırganlık yapmayanlara karşı savaş açılacağına dair kesin bir ifade yoktur. Savaşın emredildiği âyetlerin hepsinde saldırganlık yapanblara karşı savunma yapmaktan söz edilmektedir. Zaten bu tür âyetlerde geçen "müşrikler" veya p* "onlar" ifadeleri, kendileriyle savaşılacak olanların kimler olduğunu hissettirmektedir ki bunlar da kelimenin başındaki "elif lam" takısı nedeniyle Müslümanlara savaş açmış olan, onları yurtlarından çıkaran kişilerdir. Bu durum, barış ve sevgi dini olan İslam'ın, insan haklarına ve hürriyetlerine verdiği değerin ve önemin bir göstergesidir. Tevbe sûresinin beşinci âyeti olan bu âyet, "seyf âyeti" olarak bilinir ve bu âyetin Kur'ân'da inanç ve davranış hürriyetini ifade eden 75 âyeti neshettiğine inanılır. Ebû Bekir ibnu'l-Arâbî'nin de haklı olarak eleşrirdiği bu anlayış, Kur'ân'da evrensel olan din ve vicdan özgürlüğünü tamamen ortadan kaldırmakta ve bu konudaki esas hoşgörülü mesajı daraltmakta ve Kur'ân'ın barış dini diye nitelendirdiği İslam'ı zorba bir din haline getirmektedir.

2. "Onları esir olarak yakalayınız»" Bunun anlamı onları tutsak edininizdir. Eğer birinci maddede geçen \Jâü "onları öldürünüz" ifadesi olmasaydı, esir olmaktan bahsedilebilir miydi? Demek ki oradaki emir, "onlarla savaşın" anlamına gelmektedir. Tabii ki savaşta ya öldü­rülür ya da esir alınır.

3. "Onları muhasara ediniz." Muhasara etmenin anlam, "kuşatınız, hapsediniz" demektir.

4. "Ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyiniz." el-Mersad "düşmanın gözetlendiği yer" demektir
Bunun anlamı düşmanın geçme ihtimalinin olduğu bütün geçit yerleri rtutunuz, onları gözetleyenizdir. Düşmanı muhasara altına alarak, büti çıkış yollarının kontrol altına alınması bir taktik olarak verilmektec Allah bu âyetle savaş taktiği vermekte, etkili savaşın nasıl yapılacağn nüanslarını öğretmektedir.

5. "Eğer tövbe ederlerse." Allah tövbe etmeyi, bu şirkten   dönme   anlamında  kullanmaktadır.   Şirkten   tevhid   inanç dönmek,  müşriklerin  hayatında köklü  bir  değişimin  gerçekleşir demektir. Böylece Allah, dinî oluşumun siyaseti etkileyeceğine işi etmektedir. Başka bir açıdan bakarsak şu neticeye ulaşmak mümküne Allah ile olan ilişkilerini düzelten insan, insanlarla olan ilişkilerini   düzeltmiş olur. Geçmişte ne yaparsa yapsın, şirkten tevhid inanç dönen insan, Allah ile olan ilişkisini düzeltmeye başlamış demektir.

6."Namazlarını gereği gibi kılar ve zekat verirlerse." Namaz kılmanın burada şart koşulmasının sebebi, nama
imanın en önemli göstergelerinden biri olması dolayısıyladır. Namaz eğer gösteriş için kılarsa, onun tövbesindeki samimiyeti zekâtla edilecektir. Tövbe etmeyi tevhid inancına geçiş olarak aldığımızda etmek, namazı kılmak ve zekât vermek bunun bir göstergesi olmakta.
  

7. "Artık yollarını serbest bırak  Allah affedendir, merhamet edendir/' îman edip, namazını kılai zekâtını veren insanı müslüman öldüremez, esir alamaz, hapse atams yolunu kesemez. Böylece Allah iman, namaz ve zekâtın devletler ilişkilerde  ne  kadar  etkili   olduğuna  dikkat  çekerek,   değişimi ilişkilerdeki etkinliğini gündeme getirmektedir.

Ayrıca şirkin, insanların hürriyetlerini kısıtladığına dikkat çekerek, âyette onların serbest bırakılmasına hükmedilmektedir. Bu dem ki şirk ve antlaşmayı bozmak hürriyetsizliği, iman da hürriyeti getirıtedir. İman hem Allah katındaki hem de insanlar arasındaki tutsaklığı önlemektedir.[12]

 

Emân İsteyenin Durumu:

 

6. Ve eger müşriklerden biri senden eman dilerse, Al­lah'ın kelâmını dinleyinceye kadar ona eman ver, sonra (yine müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır, işte bu (müsamaha), onların bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.

Bu âyetin analizinden şu ilkeleri çıkartmak mümkündür:

1. "Ve eğer müşriklerden biri senden eman dilerse..." Müşrik bir komşunun sığınması, güvence istemesi ha-İmde ne yapılacağı konusuna açıklık getirilmektedir. Bu âyet bir önceki lyetlerin devamı durumundadır. Allah güvence istemeyi önemi dolayı:ylaele almaktadır.

2. "Allah'ın kelâmını dinleyinceye kadar na eman ver!" Eman dileyene, Kur'ân dinîetilecektir. Bu da dinin teb­iğ metotlarından biridir.

3. "Sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaş- Bu bölümü âyetin birinci bölümü ile birlikte düşünürsek şu neticeye  Müşrik olan bir kimseye Kur'ân dinletilecek, onun ardından uslüman olup olmaması kendi kararına bırakılacaktır. İnsanlar inançla ve dinlerini seçmekte serbesttirler. Bu özgürlük onların elinden  Ayet, müslüman olmasa bile onu güven içinde emin bir yere

ulaştırılmasının sorumluluğunu müslümanlara yüklemektedir. Fahreddı er-Râzî   bu   hususu   açıklarken   bu   kişinin   evine   kavuşturulması i söylüyor, fakat bu açıklama âyete uygun düşmemektedir. Yollarını best bırakma işi beşinci âyetin sonunda şöyle ifade edilmiştir: "Artık yollarını serbest bırakınız*" Fakat altıncı âyetteki ifade şöyle; "Sonra, onu ulaştır", yani serbest bırakmak yeterli değildir; bizi güvende olacağı yere ulaştırılacaktır.

Müslümanlığı kabul etmese bile böyle yapılması inanç özgürlü;: ne delil teşkil etmektedir. "Dinde zorlama yoktur" (Bak 2/256), "Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi halde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" (Yûnus 10/^ Demek ki müslümanlar, tevhid inancım benimsemeyen müşrik v.: kâfirler bu inançlarını müslümanlara karşı düşmanlık haline getirme, çe ve müslümanlardan güvence istedikleri müddetçe onlara din ve iı i konusunda zorlama olmayacaktır. Onlara Kur'ân'm dinletilmesi yelu dir. Eğer söz konusu insanın gönlü açıksa gerekli etkiyi Kur'ân yapa. : tır. Gönlü tevhid inancını kabullenmeyen insana zorla bu inanç k; ettirilse bile, onun geçerliliği yoktur. Çünkü burada önemli olan o kiş hür olarak kararını verip seçimini yapmasıdır,

4. "îşte bu, onların, bitmeyen bir ko olmalarından dolayıdır" Allah, neden o insanın müslüman olma halde güven içinde bulunacağı yere ulaştırılmasını müslümar yüklemektedir? Bilmemelerinden dolayı bu müsamaha on yapılmaktadır. Buradan da, bilmeyen insana ceza vermeden i öğretime tâbi tutulması gerektiği ilkesini öğreniyoruz.

Bilmeyen insana müsamahalı davranmak hem Allah'ın emri, 1 de Peygamber'in sünnetidir. Bu durum aynı zamanda bilginin yücel i ve önde gelen bir değer olduğunu göstermektedir. Dikkat edilirse A burada kavimden, yani topluluktan bahsetmektedir. Bir nevi toplur cehalet gündeme getirmektedir.

En'âm sûresinin 131. âyetinde, "Halkı habersiz olan ülk; Rabbin haksızlıkla helak edici değildir" kuralı konmuştur. Âyetin t,; mından da şu ilkeyi çıkartıyoruz: Allah Hz. Peygamber'e sen, ser

güvence dileyene İslâm'ı anlat, onunla konuş demiyor da, Kur5ân'ı din­letmesini emrediyor. O, müşriğin bire bir Kur5 ân ile karşı karşıya kalma­sını emir buyurmaktadır. Bu metot, din âlimi ve görevlilerinin metodu olmalıdır. İnsanlara Kur'ân'ı aktarmalılar fakat kendi görüşlerini araya karıştırmamahdırlar. Önemli olan Kur'ân'ı insanlara dinletebilmek, on­lara ulaştırabilmektir. Gerisi kişilerin kendi seçeneklerine ve karar ver­melerine kalmıştır.[13]

 

Müşriklerin Allah Katında Antlaşmaları Olmaz:

 

7. Şirk koşanların Allah katında ve Peygamberinin ya­nında nasıl antlaşmaları olabilir? Ancak Mescid-i Ha-ram'da antlaştıklarınız hariçtir. Onlar size dürüst dav­randıkça siz de onlara dürüst davranınız, çünkü Allah müttakileri sever.

8. Evet (Allah ve Peygamberi katında onların) nasıl (antlaşması olabilir)? Eğer onlar size galip gelselerdi,
sizin hakkınızda ne and ne de antlaşma gözetirlerdi. Ağızlarıyla   sizi   razı   ederler,  fakat  kalpleri   (sizi) istemez. Çokları da yoldan çıkmışlardır.

9. Allah’in âyetlerini az bir değere sattılar da} Allah'ın yoluna engel oldular. Onların yaptıkları gerçekten ne
kötüdür!

10. Bir mümine karşı ne and ne de antlaşma gözetirler. İşte saldırganlar onlardır.

Bu âyetler müşriklerin hem psikolojik yapılarını deşifre ediyor hem de hukuku nasıl yaptıklarını, saldırganlıklarını, Allah'ın âyetlerine karşı tutumlarını, antlaşmalara sadakatsizliklerini inceliyor,

1. "Şirk koşanların Aı\g'k katında ve Peygamberinin yanında nasıl antlaşmaları olabilir?17 Al­lah'a ortak koşan insanlar Allah'ın hakkını çiğnemektedirler. Allah ar başka tanrı tanınmaması O'nun hakkıdır. Hakların başında birinci d re ceyi bu hak almaktadır. Diğer taraftan Hz. Peygamber'in birinci göde tevhid inancını yaymak ve gönüllere yerleştirmektir. Bu inancı t mı-mayıp şirk koşanlar Peygamber'e sırtlarını dönmüş olmaktadırlar. I öy­lece şirkin başka bir tahribatı da burada ortaya çıkmaktadır. Alla!   Peygamberi katında, antlaşmaları ortadan kaldırmakta, Allah'ın o\ ia: tanımazlığına sebep olmaktadır.

Allah ul£ "nasıl" sorusunu sorarak, onların Allah katında ve i gamberi yanında antlaşmalarının olmasının imkânsızlığını anlatmakt dr İlmî araştırmalarda "nasıl" sorusunun cevabını bulmak çok zordur nasılın cevabını bulmadan da ilim yapmak imkânsızdır.

2. "Ancak Mescid-i Haram'in yanında anlaştıklarınız hrı.

Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranınız. Çünkü Allah müttakileri sever,"

Âyetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır:

a) Mescid-i Haram'm yanında yapılan antlaşmaları bazı şartlarda Allah geçerli kabul etmektedir. Bu, hac mevsiminde müslüman ülkeler Mescid-i Haram5 da siyasî, askeri ekonomik ve devletlerarası konularda antlaşmalar yapmalı, bu konularda çeşitli kongreler tertiplemelidirler anlamına gelmektedir. Müslüman olmayan ülkelerle olan ilişkiler de incelenmelidir.

Onun içindir ki Allah Mescid-i Haram ile antlaşma kavramlarını bir araya getirerek meşruluk özelliğini gündeme getirmektedir. Kabe'de dünya meseleleri tartışılıp çözümler üretilmelidir. Onun içindir ki Âl-i îmrân sûresinin 96. âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz âlemlere bereket ve rehber olsun diye insanlar için kurulan ilk ev Mekke 'deki Kabe 'dir."

b) Mescid-i Haram'da yapılan antlaşmaların geçerliliği de şarta bağlıdır. Bu şart önemli bir değer üzerine oturmaktadır. O da "doğru" davranmaktır. Dürüst davrandıkları takdirde müslümanlar da müşriklere dürüst davranacaklardır. Bunun anlamı Enfâl sûresinin 56 ve 58. âyetle­rinde olduğu gibi antlaşmaya ihanet etmeyecekler, görmezlikten gelme­yecekler, çiğnemeyeceklerdir. Onlar antlaşmaya bağlı kaldıkları, gerek­
lerini yerine getirdikleri sürece müslümanlar da aynı şekilde hareket edeceklerdir.

c) Bu antlaşmanın modeli hicrî altıncı yılda Mekke yakınlarında bulunan Hudeybiye'de Kureyş müşrikleri ile Hz. Peygamber arasında yapılan saldırmazlık antlaşmasıdır. Bu antlaşma, açıkça düşmanlık gös-lermeyen müşriklere karşı müslümanların da dürüst davranmaları bakı­mından model bir antlaşmadır. Bunların Kinâne ve Damra oğulları oldu­ğu söylenmektedir.

Bize göre Allah'ın, Mescid-i Haram9m yanında yapılan Hudeybiye Antlaşması'nın geçerliliğini kabul etmesi hem müslümanlar hem de in­sanlık için bir model teşkil etmelidir. Söz konusu antlaşma o dönemde kalmamalı, kıyamete kadar nice saldırmazlık antlaşmaları insanlık tari-

hinde, özellikle müslümanlarla, müslüman olmayanların arasında almalıdır. Bu antlaşmalar "doğruluk" üzerinde oturmalıdır.

d) "Allah müttakileri sever" buyurulurken, takva kelimesine yeni bir anlam verilmektedir. Dürüst davranana karşı dürüst davranmak, takvanın anlamı içindedir. Başka bir ifade ile, dürüst davra­nana karşı dürüst davranmamaktan kaçınmak takvadır. Takva sahibi ola­nı Allah sevmektedir. Buradaki sevgi, dürüst davranmaya bir teşvik nite­liği taşımaktadır.

Âyet, milletlerarası antlaşma hukukunda dürüstlüğün yerini belir­lemekte, hukukun dayandığı manevî değerleri tesbit etmekte, bir bakıma hukuk ile ahlâkî değerleri buluşturmakta; ahlâk ile hukukun bağlarından birini gündeme taşımaktadır. Ahlâkî değerlerde meydana gelen deprem hukukta da aynısını gösterecektir. Diğer taraftan ahlâk ile hukukun ara sındaki bu sıkı ilişkiyi, Hudeybiye Antlaşması modeli ile evrensel boyu­ta taşımaktadır. Mescid-i Haram'in bu tip antlaşmalarda ev sahipli;: yapmasını da öngörmektedir.

3. "Evet (Allah ve Peygamberi yanında onların) nasıl (ev laşması olabilir)" sorusuna Muhammed Esed yine bir soru ile "Bay. nasıl olabilirdi ki?" şeklinde mâna vermektedir. Birinci âyetin başınd "nasıl" ifadesi burada tekrarlanırken, aslında sekizinci âyetin yedi . âyeti açıkladığına işaret edilmektedir. Aslında yedinci âyette netice v lirken, sekizinci âyette sebep belirlenmektedir.

4. "Eğer onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne and ne de anî ma gözetirlerdi Ağızlarıyla sizi razı ederler, fakat kalpleri istemi  . Âyetin bu kısmında yer alan kavramları açıklamak gerekir. Âyette yezherû kelimesi zahera kelimesinden gelmektedir. "olanın açığa çıkması; galip gelmek, kahretmek"; evle beraber kullan ca "üzerine çıkmak" alâ cer harfi ile kullanılınca "bir işe vâkıt mak"; an cer harfi ile "gitmek; yardım etmek; bîrinin arkasına mak; övünmek; elbiseye dış kısmını takmak; öğle vaktine girmek; berden okumak, düşmana karşı yardım etmek; değerini yükseltmek;  ı .-nımına sen bana annemin sırtı gibisin diyerek zihar yapmak; iki

birbirine geçirmek; hazır ve ihtiyatlı olmak"; zahir kalıbının bir anlamı da Allah'ın ismidir.

 

Zahera Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) Açık. Bu anlamda Kur'ân'ın çeşitli âyetlerinde, çeşitli konular­da geçmektedir: Meselâ En'âm sûresinin 151. âyetinde günahın "açık" olanı ifade edilirken bu kelime kullanılmaktadır. "Günahın açığına da gizlisine de yaklaşmayınız*" Aynı anlamda A*râf sûresinin 33. âyetinde de geçmektedir. "Günahın açığını da gizlisini de bırakınız" (En'âm 6/120) buyurulurken de aynı kelime kullanılmaktadır.

Delil için de kullanılmaktadır: "Öyleyse, Kehf ashabı hakkında delillerin açık olması haricinde bir münakaşaya giriş­me!31 (Kehf 18/22). Delilin açık olması konusunda, delilin sıfatı olmak­tadır. Allah nimetleri açık ve gizli olarak ayırırken açık anlamında bu kelimeye yer vermektedir: "Nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini (görmediniz mi?)'3 (Lokman 31/20).

2) Yerini bulmak. Bu anlamda Tevbe sûresinin 48. âyetinde geç­mektedir: "Nihayet hak geldi ve onlar
istemedikleri halde Allah 'in emri yerini buldu." "Yerini buldu" demek "kendini gösterdi" demektir. Yani bu âyette ilgili kelime, Allah'ın emri­nin gerçekleşmesi anlamını ifade etmektedir.

3) Başlamak. Bu anlamda Rûm sûresinin 41. âyetinde yer almak­tadır. "İnsanların bizzat kendi işle­dikleri yüzünden karada ve denizde çürüme ve bozulma başladı." Bura­daki "başladı" ifadesini, "baş gösterdi, ortaya çıktı" anlamında almak gerekiyor.

4) Üstün gelmek. "Savaşta üstün gelmek" anlamında yorumunu

yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 8. âyetinde geçmektedir:

"Onlar size üstün gelselerdi/9 Bu üstünlüğü günümüzde bilim, teknoloji   ve   kültür   alanında   da   düşünmekte   yarar   vardır.   Allah

müslümanların üstünlüğünü müşrikler ele geçirseydi neler olurdu mese­lesini çıkarırken bu kelimeye yer vermektedir.

5) Öğrenmek, farkına varmak. Bu anlamda "muttali olmak, far­kına varmak" da denilebilir: "Çünkü onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyen iflah ol­
mazsınız"  (Kehf 18/20). Buradaki yazherû  "muttali olmak, farkına varmak, öğrenmek" mânalarına gelmektedir. "Henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkına olmayan çocuklar" (Nur 24/31) mealindeki âyette de Allah cinselli bakımından gelişmemiş çocukların kadınlara karşı durumunu ele almaktadır.

6) Evin üstüne çıkmak.  Zuhruf sûresinin 33. âyetinde "merdiden evin üstüne çıkmak" anlamına gelmektedir. Şûra sûresinin 33tinde "denizin üstü" mânasına gelmektedir: "Dilerse Allah, rüzgârı durdurur da (denizin) üstünde kalakalır Fâtır sûresinin 45. âyetinde de yerin üstünde, yani yeryüzünde anlagelmektedir: "Eğer
yaptıkları yüzünden insanları cezalandırsaydı, yerin üstünde hiçbir canı. yaratık bırakmazdı." Bu kelime, gemilerin ve hayvanların sırtı anlamın­da ise Zuhruf sûresinin 13. âyetinde geçmektedir.

7) Aşmak.   Zulkarneyn'in   yapmış   olduğu   şeddi   Ye'cûc   ve Me'cûc'ün aşamayacağı ifade edilirken bu kelimeye yer verilmiştir: "Bu sebeple onu ne aşmaya güçleri yeter ne de onu delebilirler" (Kehf 18/97). Demek ki bir duvarın veya şeddin üzerinden aşıp geçmek için söz konusu kelime bu âyette yer almaktadır.

8) Yardım etmek. "Sizin aleyhinize herhangi bir kimseye yardım etmeyenler" (Tevbe 9/4). Bu âyette "arka çıkmak'' anlamına da gelmektedir. Ahzâb sûresinin 26. âyetinde de aynı mânaya gelmektedir. "Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar" (Mümtehine 60/9). Ayette "çıkmamıza yardım edenler" ifadesindeki zaherû kelimesi "yardım ettiler" anlamına   gelmektedir.   Bu   anlamda   Kasas   sûresinin   48.   âyetinde

gelmektedir. Bu anlamda Kasas sûresinin 48. âyetinde "Birbirini destek­leyen iki sihir" olarak "desteklemek" mânasında yer almaktadır. "Yar­dımlaşmak" anlamının bir işi yapma boyutundaki insanların birbirine arka verip birleşmeleri mânasında da kullanılmaktadır. O zaman tezâher kalıbında gelmektedir: "Kötülük ve düş­manlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz" (Bakara 2/85).

9) Sırt, arka ve zıhâr yapmak. "Zıhâr yaptığınız hanımlarınızı da analarınız yerinde tutmadı" (Ahzâb 33/4). Bir kimse eşinin sırtını anasına benzetmesi olayına zıhâr denmek­tedir. Ahzâb sûresinin dördüncü âyetinde fiil kalıbında "zihâr yapmak" mânası ile gelmiştir. Mücâdele sûresinin iki ve üçüncü âyetlerinde de aynı anlamı ifade etmektedir. İnşirah sûresinin üçüncü âyetinde "sırt"; âhirette amel defterinin arkadan verilmesini ifade ederken bu anlamda Inşikak sûresinin 10. âyetinde geçmektedir. Evlere arkasından girme Bakara sûresinin 189. âyetinde yasaklanırken bu kelime "evin arkası" anlamında kullanılmaktadır. Allah'ın gönderdiği kitaba inanmayanların davranışı anlatılırken 'Kitap ehlinden bir grup sanki, Allah'ın kitabını bilmiyorlarmış gibi onu arkalarına atıp terkettiler" (Bakara 2/101) buyurulmaktadır. Tevbe sû­resinin 35. âyetinde cehennem ateşinde yananların özellikle bazı organ­ları sayılmaktadır. Alınları, yanları ve sırtları dağlanacaktır, işte "sırtla­rı" kelimesi zuhur ile ifade edilmektedir. En'âm sûresinin 146. âye­tinde yahudilere bütün tırnaklı hayvanlar haram kılınırken istisna olan organları belirtilmektedir. Bunlardan biri de "sırtları" anlamına gelen  kelimesidir.

10) Öğle vakti. "Gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde, göklerde ve yerde hamd Oyna mahsustur" (Rûm 30/18). Bu âyette fiil kalıbında" tuzhirûn olarak ver almaktadır.

11) Çıkartmak. Bu anlamıyla sosyal bir mâna taşımaktadır:

'Bırakınız beni, Musa'yı öldüreyim' dedi. Rabbine yalvarsın! Çün­kü ben onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkara­cağından korkuyorum" (Gâfir 40/26). Âyetteki "fesat çıkarma" ifadesiy-

le birlikte kullanılan ^ yüzhıra kelimesi "bozgunculuk, olay, belâ çı­karmak" anlamlarını ifade etmektedir.

12) Üstün kılmak. Tevbe sûresinin 33. âyetinde dinler arasındaki ilişki gündeme getirilirken bu ifadeye yer verilmektedir: "Allah, müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderendir." Mealdeki "üstün kılmak" ifadesi,  yüzhıra kelimesinin anlamıdır.

13) Binmek. "Hayvanlar var, sırtlarına binim yasaklanmıştır" (En'âm 6/138) mealindeki âyette  zuhur kelimesir: yer verilmiştir. Aslında bu kelime "sırtları" anlamına gelmektedir, an -kastedilen "binmek"tir. Sırtlarına binildiği için böyle ifade edilmekteki

14) Bel. A'râf sûresinin 172. âyetinde Âdemoğulları'nın bellerinde zürriyetlerinin alındığı ifade edilirken spermin kaynağı tesbit edilmekte­dir. Allah erlik suyunu çıkarttığı yere "bel" demektedir.

15) Görüntü. Bir şeyin dış yüzü, görünen kısmı demektir, "Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahir etten ise, onlar tamamen gafildirler" (Rûm 30/7). Aynı mânaya yakın Sebe sûresinin 18. âyetinde "görünen kasabalar" ifadesine yer verilmektedir.

16) Hâkim, güçlü "Ey kavmim! Bu­gün, yeryüzüne hâkim kimseler olarak hükümranlık sizindir" (Gâfir 40/29). Âyetten geçen &j& zahirîn kelimesi "güçlü" anlamına geldiği gibi, "birbirine destek çıkan" mânasını da ifade etmektedir.

17) Boş, anlamsız. Ra'd sûresinin 33. âyetinde bu kelime söz ile bağlantılı olarak kullanılmakta ve "boş" ya da "anlamsız söz" mânasına gelmektedir.

18) Allah'ın isimlerinden biridir. Hadîd sûresinin üçüncü âyetinde Allah'ın "zahir" olduğu ifade edilmektedir. Tevbe sûresinin sekizinci âyetine dönersek bu kelime orada "savaşta galip gelmek" mânasına gel­mektedir.

Âyetin bu kısmında açıklanması gereken diğer bir kelime de üı illen kelimesidir. el-IH kelimesine çok farklı mânalar verilmektedir. Zemahşerî kısa bir açıklama yapmakla beraber, Râzî ve Kurtubî bu ke­limeye verilen bütün mânaları nakletmektedirler. Zemahşerî bu kelime­nin, "ilâh, yemin, ahd, misak, yakınlık" anlamına geldiğini söylerken, Râzî "ahid, yakınlık, yemin, bir şeyi keskinleştirmek"; Zeccâc, "îbrânîce'de Allah'ın isimlerinden biri"; Ezherî ise "bir şeyi saf hale getirip parlatmak" mânalarında da kullanıldığı nakletmektedir. Kurtubî de yaklaşık olarak aynı mânaları nakletmektedir.

Muhammed Esed ili terimine, "bir sözleşmeden ya da kan bağın­dan doğan ve her iki tarafı birbirini koruma yükümlülüğü altına sokan bir bağlanma, bir sorumluluk bağı" anlamını vermektedir[14].

 ez-Zimmeh ise ahd, insanın üzerine gerekli olan her şey[15]; yerine getirilmemesi halinde günahkâr olmayı gerektiren, saygı duyulması zorunlu olan her şey demektir[16], Bunlardan bir seçim yaparak yorumunu yapmakta olduğumuz âyete mâna verebiliriz: "Sizin hakkınızda ne yemin ne de antlaşma gözetirlerdi."; Muhammed Esed'in anlamına gidersek "Ne bir sorumluluk ne de bir koruma yükümlülüğü taşıyacaklardı" anlamı söz konusu olmaktadır.

Demek ki müşrikler müslümanlara karşı galip gelmiş olsalardı, ne yemin ne de antlaşma diye bir şey tanıyıp gözeteceklerdi. Yüce Allah burada inançlar arası ilişkilerle ilgili bir kural koymakta, çoktanrılı dine mensup olanların, müminlere karşı bakış açılarını analiz etmektedir. Bu açıklamanın bir benzeri de Mümtehine sûresinin ikinci âyetinde yapıl­maktadır: "Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr etmenizi istemektedir­ler. "

Müslüman merhametlidir, savaştan sonra veya savaştan önce yap-uğı bütün yeminlere, antlaşmalara sadık kalır ve onları yerine getirir, ama müşrik veya kâfirler öyle değildir. Onlar savaşta mağlûp oldukla­rında antlaşmalara sığınırlar, ama galibiyetlerinde asla onları tanımazlar.

Böylece Allah inanç farklılığının nelere mal olduğunu anlatarak müslümanlan eğitmektedir. Müşriklerin veya kâfirlerin bu durumunu bilerek onlarla antlaşma yapmak gerektiğine dikkat çeken Allah, antlaş­malarında müşriklerin bağlı kalmadıkları takdirde ne yapacaklarının bi­lincinde olmalarını istemektedir.

 "Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri karşı çıkıyor." Müşriklerin münafıklık özellikleri anlatılmaktadır. Onlar güzel sözler söyleyerek sizi razı ederler ama kalpleri kinle doludur. Bu durum Âl-i İmrân sûresinin 118. âyetinde şöyle açıklanmaktadır. "Kalplerinde sakladıkları düşmanlıkları ise daha büyüktür''', "Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı" (Al-i İmrân 3/167) âyetlerinde onların dillleriyle gönülleri arasındaki tutarsızlığa işaret edilmektedir. Yemin ve antlaşma muhtevası içinde düşünürsek, antlaşmalarına koydukları maddelerde sizi ikna ederler, ama kalplerinde ise o yemin ve antlaşmaya sadık kalmayacakları niyeti vardır.

5. "Çünkü onların çoğu jasıktır." Fâsık kavramı "sapık, yoldan çıkmış" anlamına gelmektedir. Bakara sûresinin 26. âye­tinde bu kelimenin geniş açıklaması yapılmıştı. Aynı sûrenin 27. âyetinde de: bağlandıktan sonra verdikleri sözde durmaz­lar, Allah'ın yerine getirilmesini emrettiği şeyleri yerine getirmezler ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte onlar manen iflâs edenlerdir" şeklinde­ki özellikleri sıralanmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin sekizinci âyetinde de yaklaşık olarak aynı özellikler gündeme getirilmektedir. Savaşta galip geldiklerinde verdikleri sözde durmayan, yaptıkları antlaşmaya bağlı kalmayan, dilleri ile tatlı konuşurken kalple­rinde kin taşıyan kâfirler fâsıktır. Allah "çoğu" derken, onların arasında öyle olmayan istisna kimselerin olduğuna da işaret etmektedir. İstisna olanlarının sonradan müslüman olma ihtimali vardır.

Teybe sûresinin sekiz ile yedinci âyetini birlikte açıklarsak: Size galip geldiklerinde yemin ve antlaşma gözetmeyen; dilleri ile tatlı konu­şup sizi razı edip kalplerinde inat bulunan bu fasın müşriklerin Allah ve Peygamberi katında ahirleri nasıl olabilir? Böylece Allah hem Fasçığın ne

olduğunu anlatmış hem de şirk koşanların niyet ve davranışlarını açık­lamıştır.

5. "Allah'ın âyetlerini  az bir değere sattılaf." âyeti, "Allah'ın âyetlerine karşılık az bir değeri satın aldılar"şek­ligde de tercüme edilebilir. Bu durumda müşriklerin satın aldıkları az bir değer ne olabilir? Zemahşerî'ye göre havâ ve şehvetlerine tâbi olmaları; Hâzin'e göre dün­yaya tâbi olmaları; Mücahit’e göre ise Abû Sübyan’ın onlara sunduğu bir yemek karşılığında ahirlerini bozmalarıdır.

Bundan anlaşılıyor ki birileri onlara Allah'ın âyetlerini inkâr etme­leriyle bir değer sunmuş, onlar da o değere karşı onların isteklerini yeri­ne getirmişlerdir. Değer asırlar içinde farklı şekillere bürünebilir. Bu değer bir sosyal statü olabilir, para olabilir, ekonomik imkân olabilir, siyasî bir makam olabilir. Fakat Allah onların kandırıldığını dile getir­mektedir. Az bir değere büyük bir şeyi vermek denk bir ticaret değil mâ­nevi bir iflâstır. Âyetin devamından bu az değerin bir sosyal statü veya ekonomik değer olduğu ortaya çıkmaktadır.

6. "Allah'ın yolundan alıkoydular. Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür!" Allah'ın yolundan alıkoymak için ya statü farkını ya da ekonomik farkı kullanırlar. Buna misal olarak şu âyeti verebiliriz:

"Musa dedi ki: Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun kavmine dünya hayatında ziynet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! (Onlar bu nimetleri) insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etme­sinler, diye mi (verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalple­rine sıkıntı ver! "(Yûnus 10/88). Demek ki Firavun sosyal statünün ba­şında ve zenginliğin zirvesinde idi dolayısıyla insanları Allah'ın yolun­dan çıkarıyordu. Bu geçici ve sahte değerleri kullanarak hatta onlardan çok azını vererek insanları Allah'ın yolundan alıkoyuyordu. Mekke'nin zengin müşrikleri de aynı değerleri kullanarak, Allah'ın âyetlerine insan­ların inanmalarını engelliyor, böylece onların etkilediği insanlar da Allah'm âyetlerini az bir değere satmış oluyorlardı. Allah onların bu uygu­lamalarını, eylem ve işlerini değerlendirirken "en kötü" ifadesine yer vermektedir.

Aslında sekiz ve dokuzuncu âyette sıralanan eylemler bu âyetin sonunda değerlendirmeye tâbi tutulmaktadır. Galip geldiğinde yemin ve antlaşmasına sadık kalmayan, dilleriyle insanları ikna edip kalben kötü düşünen, Allah'ın âyetlerini az bir değere satan ve O'nun yolundan in­sanları alıkoyan, kendileri de yoldan çıkan insanların eylemleri değer­lendirilmektedir.

Böylece Allah kötünün hangi eylem ve sözlerde olduğunu açıkla­mış, geleceğin Müslümanlarına aldanmamaları, düşmanlarından darbe yememeleri için bu açıklamaları yapmaktadır. Bunlar inançlar arasındaki ilişkilerin durumunu gösteren evrensel kuralların eğitimi olmakta, Müslümanların her çağda dünya siyasetinde ayakta kalmaları; sürü ol­mamaları; manevî değerlerine; bağımsızlıklarına sahip çıkmaları için Allah tarafından onlara yapılan bir uyarıdır.

7. Bir mümin hakkında ne ahim yani yemin tanırlar ne de antlaşma! Çünkü onlar saldırganın ta kendileridir." Bu ifade sanki sekizinci âyetin bir tekrarı gibi görünmek­tedir. Aslında sekizinci âyet Hz. Peygamber dönemindeki müslümanları içermesine rağmen, onuncu âyet kıyamete kadarki durumu ele almakta­dır. Çoktanrıcılar, müminlere karşı her çağda böyle davranmışlardır.

Nehhâs gibi âlimler 8. âyetteki durumun bütün müşriklere; onuncu âyetteki açıklamanın ise sadece yahudilere ait olduğunu söylemektedir. Çünkü dokuzuncu âyette geçen "Allah'ın âyetlerini az bir değer karşılı­ğında sattılar" ifadesi yahudilere aittir. Ona göre bu açıklama ile onuncu âyet 8sekizinci âyetin tekrarı olmaktan çıkmaktadır[17], Yemin ve antlaşma tanımayan bu insanları Allah, mütecaviz, saldırgan ilân etmektedir. Bunlar sınır, kural, antlaşma tanımazlar.[18]

 

Din Kardeşliği:

 

1l. Eğer tövfce eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, ar­tık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen topluluğa âyetlerimizi böyle açıklıyoruz*"

Bu âyet Teybe sûresinin beşinci âyetinin bir bölümünün tekrarı gi­bi görünmektedir. Teybe sûresinin beşinci âyeti, hür bırakılmaları için müşriklerin gerçekleştirecekleri değişimi ifade ederken, Teybe sûresinin 11. âyetinde din kardeşliği unvanını alabilmek için gösterilecek köklü değişim belirlenmektedir.

1. "Tövbe ederlerse..." İslâm'ın ve Müslümanların düşmanı olmaktan vazgeçerlerse, yemin ve antlaşmalarında dururlarsa, dilleri ile kalplerindekini söylerlerse, Allah'ın âyetlerini az bir değere satmazlarsa ve Allah'ın yolundan insanları alıkoymazlarsa tövbe etmiş olurlar. Kısaca tevhid inancını tercih edip İslâm'a dönerlerse denmekte­dir.

2. "Namazı kılar ve zekâtı verirlerse../' Bu ifade Allah'a kulluğu hayata geçirirlerse demektir. Sadece söz ile iman etmiş olmak değil ibadetle de onu ispat etmiş olmaları gerekiyor. Fakirin elinden tutmak, nimetin Allah'tan geldiğini, onda fakirin hakkının oldu­ğu bilip o hakkı ödemek anlamına gelmektedir. Böylece gönülden gelip ağızdan çıkan iman, namazla ahlâkî alana, zekâtla da sosyal hayata ya­yılmaktadır. Artık bu ameller, o insanın kesinlikle Müslüman olduğunu ispat etmektedir.

3. "Artık onlar dinde kardeşlerinizdir." Bu ifade ile Allah, kardeşlik kavramına başka bir boyut kazandırmaktadır. Aynı anneden doğmanın meydana getirdiği biyolojik kardeşlik, imanın mey- dana getirdiği kardeşlik (Hucurât 49/10); şeytanın dediğini yapmanın meydana getirdiği şeytan kardeşliği (israf 17/27) yanında bir de yorumu­nu yapmakta olduğumuz âyette din kardeşliği gibi mânevi kardeşlik gündeme getirilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Allah din kardeşliğini mâ­nevi temeller üzerine kurmakta ve bu kardeşliğin sınırlarını genişletmek­tedir. Bundan maksat insanları yanlışlarından dolayı cezalandırmak de­ğil, onlara yaptıkları kötülükleri anlatıp öğreterek caydırmak, onları iyi­nin, doğrunun ve hakkın etrafında toplamaktır. Onun için burada "din kardeşliği" kavramı gündeme getirilmektedir.

4. "Biz, bilen topluluğa âyetlerimizi böyle açıklıyoruz." Bilen bir kavme âyetlerini açıklamasının anlamı, Teybe sûresinin yedinci âyeti ile 11. âyeti arasındaki "antlaşma" hukuku üze­rindeki kanunlarını açıklamasıdır. Bu antlaşma ile ilgili kanunları anla­yabilmek için "bilmek" gerekiyor. Dikkat edilirse "bilen"den kasıt fert değil toplumdur. Fert değil toplum bilecektir. Bunun anlamı da antlaşma hukukunun kanunlarını ancak bilen toplum anlayıp köklü değişimi ger­çekleştirecektir.[19]

 

Müslümanların Savaşa Girme Şartları:

 

12. Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı sava­
şınız. Çünkü onların yeminleri yoktur. Böyle yaparsa­nız, umulur ki yaptıklarına son verirler.

13. Yeminlerini bozan, Peygamberi yurdundan çıkar­maya gayret eden bir topluluğa karşı savaşmayacak
mısınız? Üstelik size saldırıyı önce onlar başlattı, yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer müminler iseniz bi­
liniz ki Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır,

14. Onlarla savaşınız ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil etsin, sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın!

15. Ve kâfirlerin kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah di­lediğinin tövbesini kabul eder. Allah bilendir, hikmet
sahibidir.

Bu âyetlerin birlikte açıklanması önemli bazı hususları ortaya çı­kartacaktır.

Mümin bir topluluk, mümin olmayan bir toplulukla hangi şartlar altında savaşacak, ya da savaşmasının şartlan ne olacak? Bu savaş hangi amaçlar uğruna ve hangi metotlarla gerçekleşecektir? Buna sebepler ve amaçlar da diyebiliriz.[20]

 

A. Savaşın Sebepleri:

 

1. "Antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlarsa Bu ifade, müşrikler kendi inançlarını terketmeden
müslümanlarla saldırmazlık, ya da dostluk antlaşması yapmış olmalarını kastetmektedir. Özel mânada Hudeybiye Antlaşması gündeme getiril­mektedir. Müşriklerin bu antlaşmayı bozmaları hicrî 8. yılda Mekke'nin
fethinin gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Âyetin bu kısmında geçen el-eymân kelimesinin açıklamasını Râzî şöyle yapmaktadır: Eymân "yemin   ve  kasem  etmek"   anlamına  gelen   yemin  kelimesinin çoğuludur. "Sağ el" anlamına gelen yeminin, yemin için kullanılmasının sebebi: Antlaşmayı gerçekleştirenlerin, o anda sağ ellerini birbirine uzatmalarıdır. Diğer taraftan yemin kelimesi "bereket ve uğur" anlamına da gelir. Burada yeminini yerine getirenin yeminindeki bereket ve uğur dile getirilmektedir. Kısaca âyetin bu kısmından anlıyoruz ki antlaşma yaptıktan sonra ahdini, yani yeminini bozmak savaşa girmeye bir sebep teşkil etmektedir.

2. "Ve dininize saldırırlarsa et-Ta'n kelimesi "kılıçla veya sözle saldırıp yaralamak" anlamına gelmektedir. Buradaki saldırı "sözle kötülemek, ayıplamak ve tenkit etmek" mânasına gelmektedir. Bir toplumun dinini ayıplayıp kötülemek, ağır tenkitte bu­lunmak manevî değerlere saldırı olacağından, savaş sebeplerinden biri olmaktadır. Özellikle Allah'ın gönderdiği vahyin oluşturduğu tevhid inancına   dayalı   dine   saldırmak,   yani   onu   ayıplayıp   kötülemek gayretullaha dokunan bir davranıştır ve bir bakıma Allah'ın insanların problemlerini çözmek için gönderdiği vahye dayalı bilgiyi beğenmemek, önemsememek ve değersiz bulmaktır.

3. "Peygamberdi yurdundan çıkarmaya gayret eden!" Müşrikler Hz. Peygamber'i çoktanrılı dinleri ve bu dinin onlara sağladığı gelirler için tehlikeli gördüklerinden Mekke'den çıkartmak için çaba sarf ediyorlardı: Ya öldürecekler ya da Mekke'den çıkaracaklardı. İşte âyet onların Hz. Peygamber'i ülkesinden çıkartma gayretlerini savaş sebeplerinden biri olarak belirlemektedir (âyet: 13). Özel mânada Hz. Peygamber'le ilgili olan bu durum, başka âyette de evrensel boyuta ta-sınmaktadır, "Kendileriyle savaşılanlara, zulme uğramış olma­ları sebebiyle (savaşa) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf Rabbimiz Allah'tır de­dikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir" (Hac 22/39-40).

4. "ilk önce size karşı savaşa başlamış olan... " Demek lci ilk saldıran taraf müslümanlar olamaz. Müslüman kendisine saldırıldığında kendini müdafaa etmek için savaşa girebilir. 12 ve 13. âyetlerde bu sebepler sıralanmaktadır.[21]

 

B. Savaşın Amaçları:

 

1. "Böyle yaparsanız* umulur ki yaptıklarına son verir­ler. " Yaptıkları nedir? Antlaşmalarını yerine getirmemeleri, yeminlerini bozmaları, islâm'a saldırmaları olabileceği gibi, inkâra son vermeleri de olabilir. Azgınlıklarına son vermeleri için savaşa girişilebilir. Bazan in­sanlar sözden anlamazlar, o zaman güce başvurmak gerekir. Buradaki savaş da güç niteliğini taşımaktadır.

Amaç iyilerin kötülere dur demesi ve onları kötülüklerden vazge-çirmeleridir: "Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Dâvud da Câlût'u öldürdü. Allah ona hükümran­lık ve hikmet verdi Dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah'ın, insan­lardan bir kısmının kötülüğünü diğerleri ile savması olmasaydı elbette yeryüzünde bozgunculuk egemen olurdu. Fakat Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir'' (Bakara 2/251); "Eğer Allah, bir kısım in­sanları (kötülerini) diğer bir kısım ile defedip önlemeseydit elbette içle­rinde Allah'ın ismi bol bol anılan mânâstırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi" (Hac 22/40).

Demek ki savaşta bir haksız, bir de haklı taraf vardır. İyi tarafın amacı, kötü tarafın iyiye dönmesi için gerekli değişimi yapması olmalı­dır. Dinî açıdan bakarsak saldırganlıklarından tevhid inancına dönmek, hukuk açısından bakarsak zulüm yapmaktan hakka, ahlâk açısından ba­karsak pisliği insanlığa bulaştırmaktan iyiye dönmeleri için gerekli deği­şimi temin etmektir, kötülüklerine son vermelerini sağlamaktır. Demek ki amaç kötülerin kötülüklerine son vererek iyinin alanının geliştirilme­sidir.

2. Yoksa onlardan korku-yor musunuz? Eğer mümin iseniz, biliniz ki, Allah kendisinden korkma­nıza daha lâyıktır/' Gerçek mümin insanlar Allah'tan korkarlar ama düşmandan asla korkmazlar. Bunun anlamı düşmanın, özel anlamda o devrin müşriklerinin müminler üzerine saldıkları korkuyu ortadan kal­dırmak ve bu korku ortamına son vermektin Bu husus daha önce Enfâl sûresinin 15 ve 16. âyetlerinde başka bir boyutu ile ele alınmıştı: müminleri Toplu halde kâfirlerle karşılaşaca-ğınız zaman onlara arkanızı dönmeyiniz. Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse elbette o, Allah'ın gazabını hak etmiş olarak döner." Düşmana karşı iyiyi, doğruyu ve hakkı savunmak, evren­sel değerlerin yaşamasını temin etmek için korkusuzca verilecek savaş, aynı zamanda insanın kalitesinin ispatı olacaktır.

3. "Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın!

Demek ki Allah ahdinde durmayan, hak dine saldıran, peygamberi yur­dundan çıkartmak için çalışan ve savaşta ilk saldıranları dünyada ceza­landırmak ister, cezayı da müminlerin elleriyle vermek ister. Bu durum savaş sebepleri arasında yer almaktadır. Demek ki bazı savaşların ceza niteliği vardır.

4. "Onları rezil etsin!'1 Savaşı kaybetmek rezil olmaktır.

Kaybedenler haksız, kötü ve zalim kimselerse onların rezil olmasını Al-lah temin etmektedir. Demek ki savaş kötünün uğruna yapılırsa rezalet­tir. İnsanlığa rezaleti getirmektedir.

5. "Sizi onlara galip kılsın!" Savaşın taraflarından biri galip gelecektir. Allah müminlerin galip gelmesini istemekte ve tak­dir etmektedir.

6. "Mümin toplumun kalplerini ferahlatsın!" Müşriklerin mağlûp olmasıyla müminlerin kalbinde bir rahatlama ola­caktır. Duydukları düşman baskısının stresinden kurtulup ferahlayacak­lardır. Kâfirlerin eza ve cefasına katlanan müminler onlara karşılık ver­memiş, yürekler acısı duruma düşmüşlerdi. Bu durumdan onları kurtar­
mak savaşın amaçlarından biri olmuştur.

7. "Ve kalplerindeki kini gidersin!" Kimin kal­bindeki kin giderilecektir? Bazıları kâfirlerin, bazıları da müminlerin demiştir.   Zemahşerî  "müminlerin   gönlünden   kini   giderme"   olarak mânalandırmıştır. Râzî de müminlere müjdelemişti. Müminler bunun ne zaman olacağını beklerken sıkıntıya düşmüşlerdi. Bu sıkıntıyı gidermek için savaşın yapıldığını delil olarak göstermektedir. Dikkat edilirse sava­
şın amaçları içinde ganimet elde etmek sayılmamaktadır. Bedir'den baş­layan   bu   ganimet   meselesi  Enfâl   sûresinde  halledildi   ve  giderek müslümanlar maddîden ziyade manevî şeylerin uğruna savaşılacağının
bilincini Allah onlara kazandırmıştı. Düşmanın mağlûbiyetinden sonra, geride bırakacağı üç beş eşya uğruna savaş yapılamayacağı artık mümin­lerin beynine yerleşmişti. Savaş iyiden yana köklü bir değişim amacını
gütmelidir. Yukarıda sıralanan maddeler bunu ortaya koymaktadır.
[22]

 

C. Savaşın Metotları:

 

1. Tevbe sûresinin 12, âyetinde, antlaşmaya imza koyan ve sonra yeminlerine ve imzalarına sadık kalmayan küfrün önderlerinin ortadan kaldırmak. Onun içindir ki Allah, "Küfrün ön­derlerine karşı savaşınız* çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır." Bu durum bize savaş taktiğinde şunu öğretiyor; Halkı yönlendiren, onları temsil edenler önderleridir. Halkın bir kabahati yoktur ve olmayabilir. Halkı dine hakaret ettiren ve onların tevhid inancına girmelerini engelle­yen önderler olabilir. Bir bakıma halkın kaderiyle oynamış olabilirler.

Bu sebeple, halkın önünü tıkayan ve onları yanlış yola sevkeden insanla­rın aradan çekilip alınması gerekir. Onlar çekilip alınınca halk rahatlaya­cak, önleri açılacak, kendi iradeleriyle karar verip hareket etme fırsatını yakalayacaklardır. Böylece Allah liderlerin halkın üzerindeki etkinliğini dile getirmiş, savaşın onlar üzerinde yoğunlaşmasını istemektedir.

2. Korkusuzca hareket etmek. Müminler Bedir Savaşanda ve on­dan sonra da çeşitli savaş tecrübesini yaşadıklarından, artık korkusuzca savaşa girmeleri istenmektedir. Onun için şu soru sorulmaktadır: "Yoksa onlardan korkuyor musunuz?" (âyet: 13). Korkusuzluk savaşın en önemli psikolojik silâhıdır. Çünkü korku savaşı kaybetmeden önceki ilk kayıptır. Korkunun, endişenin, bıkkınlığın olduğu yerde zafer olmaz.

3. Allah'ın yardımını kazanarak savaş yapmaktır. Müslümanların niyetleri, savaştaki amaçlarının mânevîliği ve yüceliği Allah'ın yardımı­nı onlara getirecektir. Savaşın en büyük silâhı "Allah'ın za­feri takdir etmesidir" (âyet: 14).

4. Müminler için savaş saldırmak değil kendini savunmak, müda­faa etmektir. Bu da savaşın nasılları arasında yer almaktadır. Allah ka­tında savaşta haklı çıkabilmek için saldırganlık değil müdafaa yapılmalı­dır. Günümüz savaş politikasında da bu geçerli bir ilkedir.

a) "Allah dilediğine tövbeyi nasip eder. Allah bilendir, hikmet sahibidir. "Buna şu şekilde de mâna veril­mektedir: "Allah dilediğinin tövbesini kabul eder." Her iki mânaya göre de yorum yapabiliriz:

 "Allah dilediğine tövbeyi nasip eder" mâna­sından hareket edersek, müşriklerin şirkten tevhid inancına geçmeleri
kastedilmiş olabilir. Tövbe burada değişim anlamına gelmektedir. O zaman bu köklü değişimin arkasında Allah'ın dilemesinin olacağına dikkat çekilmektedir, inkârdan veya şirkten tevhid inancına geçiş alanı, bir
hidayet olduğu için Allah'ın hidayet etmesi, dilemesi alanına girmekte­dir. Savaştan önce veya sonra müşrik tarafın tevhid inancına geçişi bura­da tövbe olarak nitelendirilmiş olabilir.

b) Bazı müminler korktukları için savaşmaktan kaçmış olabilirler. 13. âyette "Yoksa onlardan korkuyor musunuz" sorusu bunu ifade etmektedir. O zaman ikinci mânadan hareket edersek, tövbe eden müminlerin tövbesini dilediğinde kabul edeceği anlamı çıkmaktadır.

Allah'ın tövbeyi nasip etmesi veya kabul etmesi, O'nun alîm ve hakîm sıfatlarının harekete geçmesiyle olacağından bu sıfatları âyetin sonuna koymuştur. Allah yaptığı işi bilerek yapar, verdiği hükümlerde ve yaptığı her şeyde hikmet sahibi olduğundan isabet eder ve hiç hata yapmaz.

Kısaca diyebiliriz ki, Allah bu âyetlerde antlaşmalarından sonra yeminini bozmak, bir toplumun dinini küçülterek, aşağılayarak, ağır ten­kitte bulunarak saldırmak, bir toplumu (âyette peygamber olarak geçi­yor) yurdundan çıkarmaya zorlamak veya çıkartmak, ilk önce saldırıda bulunma sebebiyle nefis müdafaasında bulunmak savaşın sebepleri; an­latarak yola gelmeyip azgınlıklarını arttıranları savaşla yola getirmek, onların soğuk savaşından dolayı korkmadığını ispat etmek, müminler vasıtasıyla Allah'ın onları cezalandırması, onları rezil edip müminleri galip getirecek olması, mümin toplumun kalplerini ferahlatıp müminle­rin kalplerindeki kini gidermesi, bunlar da savaşın amaçları; müşrik ve inkâr eden toplumun öncelikle önderlerini ortadan kaldırmak, korkusuz­ca hareket etmek, Allah'ın yardımını elde etmek, ilk önce saldırarak de­ğil müdafaa amacıyla savaşa başlamak da savaşın metotları olmaktadır.[23]

 

Müminler Sınanıyor:

 

16. Yoksa Allah sizden cihad edip, Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenle-ri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Al­lah yaptıklarınızdan haberdardır.

Âyetin bir Önceki âyetlerle sıkı bağları vardır. Savaş müşrik ve kâ­firler için şirkten ve inkârdan tevhid inancına geçiş için gerekli olan kök­lü değişim uğruna eğitim amacıyla yapılırken müminler için de bir imti­han olmaktadır. Dolayısıyla savaşın, kâfirler boyutundan bakınca eğitim, müminler boyutundan bakınca bir deneme olduğu görülecektir.

1. "Yoksa bırakılacağınızı mı. sandınız?' Denemenin soruları veya konuları. Allah burada iki konuyu belirlemektedir: Cihad ve dostluk. Allah burada savaş değil de cihad kelimesini kullanmakla neye işaret etmektedir? Bu soruya cevap verirken insanın iç âleminden hareket etmek gerekir. Cihadın en büyüğü nefisle olanıdır. Müminler önce kendi nefısleriyle cihad edecekler; sonra eğitim öğretim denen cihadı yapacaklar, yani ilâhî vahyi insanlığa duyurmak faaliyetini gerçekleştirecekler, sonra yukarıda sebepleri belirlenen savaş denen cihada girişeceklerdir. Savaş sadece düşmanla yapılırken, cihad düşmanla yapılanın yanında insanın kendi kendisiyle ve ilmî faaliyetlerle de yapılmaktadır. Savaşın sadece amaçlarından biri eğitim olurken cihadın üç boyutlu olarak yani tamamen eğitim amacına yönelik yapıldığı ortaya çıkmaktadır.

İmtihanın diğer bir konusu da müminlerin kimleri dost edindikleri meselesidir. Çünkü cahil ve amacını bilmeyen insanlar dostlarını düş­man, düşmanlarını dost görürler. Onun için Kur'ân'ın pek çok âyetinde müminin dostlarının kim olabileceği ve kimlerin dost olamayacağı anla-tılmıştır. Anlatılan bu âyetler Tevbe sûresinden önce geldiğine göre, bu­rada önceden öğretilenlerin bir denemesi yapılmaktadır.

2. "Allah sizden cihad edip, Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan" Ortaya çıkartmak. Allah kimin cihad ettiğini ve kimin Allah'ı, Peygamberi'ni ve müminleri dost edindiğini veya edinmediğini belirlemek, ortaya çıkart­mak ve bilmek amacıyla bu imtihanı yapmaktadır. Âyette geçen   "Allah bilmeden" ifadesini, "ortaya çıkartmadan"; "belirlemeden, tesbit etmeden" mânasına alabiliriz. Burada şu soru sorulabilir: Allah önceden kimin cihad edeceğini ve kimin kimi dost edineceğini bilmiyor mu da böyle denemeler yaparak bilecektir? Elbette Allah her şeyi bilir. Buradaki bilme veya ortaya çıkartma denemesi müminler için yapılmak­tadır.

Gerçekleşecek olan olay, Allah'ın ilminde vardır, ama gerçekleş­memesi sebebiyle insanlar için böyle bir olay yoktur. Yok olanın insan için var olması bakımından bu deneme yapılmaktadır. Bir insanı dene­meden (Enbiyâ 21/35), "sen iyisin sen kötüsün" demek onun için ne an­lam ifade edecektir? İnsan kendi kötülüğünün delilini isteyecektir, Allah bu delili ona sunmak için imtihan yaparak değerlendirmesini yapmakta­dır. Kulun iradesi ortaya çıkmadan Allah ona "Senin iraden bu yönde ortaya çıkacaktı" demek yerine, kulunun iradesinin müdahil olacağı ola­yı gerçekleştirdikten sonra, ona "İşte senin iraden böyle ortaya çıktı" diyerek ödüllendirecek veya cezalandıracaktır.

Âyette geçen veliceh kelimesini Ebû Ubeyde, "kendi cinsin­den olmayan bir şeyin içine girdiğin her şey" şeklinde açıklamaktadır. Kelimenin aslı "girmek" anlamına gelen çjJjîı el-vülûcdür. Kendilerin­den olmayan bir toplumun içine girip onlara katılana da velîce denir. Vahidî bu kelimeye "dost" mânası vermiştir[24]. Zemahşerî bu kelimenin "girme" anlamını alırken, Beyzâvî, Nesefî, Hâ­zin ve İbn Abbas "sırdaş" mânasını öne çıkarmakta ve Âl-i İmrân sûre­sinin 118. âyetinde geçen bitâne kelimesiyle ifade edilmektedir. Bitâne "can yoldaşı, dost, sırdaş" mânalarına gelmektedir.

Müminlerin Allah'ı, Peygamberi'ni ve müslümanları dost edinme­leri gerekir. Onların yoldaşı ve sırdaşı onlardır. Müminlerin kendilerine ve dinlerine düşmanlık besleyen, tenkit ve aşağılamalarla dinlerine saldı­ranları dost edinip edinmemeleri Allah tarafından çok önemsenmekte, bu konuda onları imtihan etmektedir. Sözleriyle ve davranışlarıyla İs­lâm'a saldıran insanların sırdaş, can yoldaşı ve dost edinilemeyeceği öğretilmektedir.

Günümüzde buna istihbarat adı verilmektedir. Düşman tarafıntan sırdaş edinmenin iki boyutu vardır: Ya ona kendi toplumunun sırlarını

veriyorsun, ya da o toplumun sırlarını alıyorsun. Seni müslüman olarak bilen bir müşriğin sana sır vermesi mümkün değildir. Müminin kullanı­larak birilerini sırdaş edinmesi ihanettir.

3. "Allah her şeyden haberdardır." Allah mü-minlere, içlerinde besledikleri niyetleri ile yaptıklarından haberdar oldu­ğunu söyleyerek kendilerine çekidüzen vermelerini istemektedir. Niyet insanın gönlündeki ameli, davranışlarına yansıyan ise görünen amelidir. Mümin nerede olursam olayım Rabbim benimle beraberdir (Hadîd 57/4; Mücâdele 58/7) inancını besler ve Allah'ın, içinden geçirdikleri ve ey­lemlerinden haberdar olduğuna inanırsa kendini hatadan korumuş olur.

Yukarıda âyeti açıklarken bahsettiğimiz psikolojik, ilmî ve savaş anlamındaki cihadı gerçekleştirmek, Allah'ı, Peygamberini ve mümin­leri dost edinmek, âyetin sonundaki ifadesiyle örtüşmekte ve onun saye­sinde hayat bulmaktadır. İmtihanı kazanmanın yolu Allah'ın her şeyden haberdar olduğu inancından geçmektedir.[25]

 

Müşrik-Mescid İlişkisi:

 

17. Müşrikler, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederken, Allah'ın mescidlerini imar etme yü­kümlülüğüne sahip değillerdir. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir, ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır.

Bazı müfessirler bu âyetin nüzul sebebi olarak şu hadiseyi anlatır­lar: Abbas, Bedir Savaşı'nda kâfir olarak esir alınıp akrabalık bağlarını koparınca ayıplandı, ve bu ayıplamaya karşılık şöyle cevap verdi: "Sizler bizim kötülüklerimizi söz konusu ediyor, iyiliklerimizi hiç anmıyorsunuz." Hz. Ali, "İyilikleriniz de mi var" diye sorunca, Abbas, "Evet, bizler Mescid-i Haram'ı imar ediyor, Kabe'nin örtülerini hazırlıyor, hacılara su veriyor ve esirleri esirlikten kurtarıyoruz." Bu âyet onun sözlerini reddetmek için inmiştir[26].

Bize göre âyet, müminlerin güçlenmesi ve Mekke'nin fethinden sonra, müşriklerin ayağının Mescid-i Haram5dan kesilmesini anlatmak­tadır.

1. "Müşrikler, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederken, Allah'ın mescidlerini imar etme yükümlülüğüne sahip değillerdir." Müşriklerin Mescid-i Haram'ı imar edememesinin sebebi nedir? Bu soruya cevap verebilmek için önce imar kelimesinin ne anlama geldiğine bakmak gerekir, amera, "uzun müddet yaşamak, evi bina etmek, eve oturulmuş olmak, bir yerde yerleşmek, Allah birinin ömrünü uzatması, evine bağlı olmak; Beytullah'ı mâmur kılmak, Allah'a kulluk yapmak; Allah'ın dergâhına hizmet etmek, oruç tutup namaz kılmak, hayat boyu tutup muhafaza etmek, a'mera kalıbından "bir yeri işleyip mâmur kılmak, bir adamı zengin etmek i'temera da "ziyaret etmek, umre yapmak" mânalarına gelmektedir.

 

İmâr Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) imâr etmek. "Ve dünyayı onlardan çok daha iyi imar etmişlerdi" (Rûm 30/9). Dünyayı daha iyi imar etmek,
daha iyi bir medeniyet kurmak, daha kalabalık bir nüfusla yerleşik düzene geçip ziraat yapmak mânalarına gelmektedir.

2) Ömrünü uzatmak. Kur'ân5in pek çok âyetinde ilgili kelime bu anlamda geçmektedir. "Sizi topraktan yara­tan ve size orada ömür geçirten O'dur" (Hûd 11/61). Fâtır sûresinin 11. âyetinde hem isim olarak ömür, hem de fiil olarak ömür vermek, ömrünü uzatmak anlamında yer almaktadır: "Yaşayan bir varlığa daha çok ömür verilmesi de onun ömründen biraz azaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır"; biz, öğüt alanın öğüt alacağı bir süre ömür vermedik mi?" (Fâtır 35/37); "Kimi uzun ömürle kılarsak onun yaratılışını baş aşağı çeviririz' (Yasîn 36/68); biz nice nesiller var ettik de> onların üzerinden uzun zamanlar (ömür) geçti" (Kasas 28/45); "Ben bundan önce bir ömür boyu aranızda kaldım" (Yûnus 10/16).

Görüldüğü gibi söz konusu kelime, ömür ve ömür vermek anlamı ile insan veya toplumlarla alâkalı olarak yer almakta ve Bakara sûresinin 96. âyetinde de "yaşamak" mânasını ifade etmektedir.

3) Umre yapmak. Kur'ân'da "küçük hac" denebilecek ibadetin adı da bu kelimeden türetilmiş ve adına umre denmiştir (Bakara 2/158).

4) Ayakta kalmak. Bu kelimenin ma'mûr kalıbı Tûr sûresinin 4. âyetinde "ev" anlamına gelen beyt kelimesiyle birlikte gelmektedir, "Ayakta kalan (ibadet) evine andolsun." Bunun anlamı düzenli bir şekilde bakılan, imar edilendir. Düzenli bakıldığı için ayakta kalmış­tır.

Beydâvî el-beytü'1-ma'mûr kavramını "insanın gönlü" şeklinde mânalandırmıştır. İlk insandan bu yana insan bazan şirke bazan inkâra sapsa bile yine ayakta kalan ve devamlı bir şekilde bakımı yapılan "ev" insanın gönlüdür.

5) Hayat. Hicr sûresinin 72. âyetinde melekler Hz. Lût'a karşı bu kelimeyi kullandılar ve şöyle dediler:  

Hayatın hakkı için", yani"canı sağolasıca..."

6) Soyun adı. Al-i İmrân sûresinin 33. âyetinde bir ailenin, ya da soyun adı olarak geçmektedir. İmrân ailesi demektir.

Bütün bu mânaların özünde ömür yer almaktadır. Bir şey imar e-dildiğinde, yani sürekli bakımı yapıldığında ona ömür verilmektedir. Aynı zamanda mescidlere davet edilip ibadet edildiğinde de ömür veril­mektedir. Buraların maddî yapısının sürekli bakımı yapıldığında ayaktakalır, fakat ibadet veya kültürel faaliyetle de rnanen ömrü uzamış olur. Demek ki bir ibadethanenin iki türlü imarı ve iki türlü ömrü vardır: Maddî yapısının imarı ile kazandığı ömrü, bir de orada manevî ve kültü­rel faaliyetlerin yapılmasıyla kazandığı manevî ömrü.

el-Beytü'1-ma'mûr da sürekli bakımı yapılan ve içinde ibadet edi­lip ömrü uzatılan ibadethane anlamına gelmektedir. Beydâvî'nin el-beytü'l-ma'mûra verdiği "insan gönlü" fikrinden hareket edersek insan gönlünün sürekli olarak bakımı yapılmalıdır. Bu bakımı yapmak için Allah, peygamber ve kitap göndermiştir.

İnsanın kalbi de sürekli bakım ister, maddî yapısı bazan bozulur, oraya giden damarları kolestrol tıkar, zamanında tedavisi yapılırsa ona ömür verilmiş olur. Manevî damarları da şirk, inkâr ve günah kolestrolleriyle tıkandığında onun da manen tedavi edilmesi gerekir. O zaman o gönül kıyamete kadar ayakta kalır, ve el-beytü'1-ma'mûr adını alır.

Müşriklerin mescitleri neden imar etmeyecekleri sorusunun ceva­bını yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin devamı vermektedir: "(Müşrikler), kendi inkârlarına kendileri şahit iken..." Bizzat kendileri inkârlarına tanıklık edip dururken mescidlerin imarı onlara düşmemektedir, "Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir" (Tevbe 9/28). Hem kâfir hem de pislik olan müşriklerin mescidleri maddî ve manevî bakımdan imar etmeleri imkânsızdır.

2. "Onların bütün işleri boşa gitmiştir."Allah bu âyette inkâr ve müşrik kelimelerini mânalandırmaktadır. Müşrikler hem şirk koşuyor hem de inkâr ediyorlar. Müşrik olan kâfirlerin neden
mescidleri imar edemeyeceklerinin başka bir cevabı da âyetin diğer bö­lümündedir. "Onların bütün işleri boşa gitmiştir." Beytullah'ı tavaf edip çeşitli hizmetlerde bulunsalar bile amelleri makbul değildir. Allah onla­rın amellerini değerlendirmeyecektir,

3. "Ve onlar ebediyen ateşte kalacaklardır. Insanı ateşten koruyacak ve kurtaracak olan iman ve ameldir. îmanları olmayınca amelleri de boşa gidecek, cehennem onlar için ebedî bir ka­rargâh olacaktır.

4.  Âyette geçen "mescidler" kelimesinin çoğul olduğunu düşünür­sek bu âyetteki Beytullah ile dünyadaki bütün mescidlerin kastedildiği anlaşılır. O dönemi dikkate alırsak çoğul olmakla beraber Mescidi Ha-ram'ın ifade edildiğini söyleyebiliriz. Dünyadaki her mescidi Beytullah'in bir şubesi olarak görmek gerekir. Demek ki dünyanın hiçbir yerinde müşrik kâfirler mescidlere girmez, onu imar etme teşebbüsünde bulunmazlar. Mümin-müşrik ilişkisi ibadethanelerde bile farklılaşmakta­dır.[27]

 

Allah'ın Mescidlerinin İmarı:

 

18. Allah 'm mescidlerini ancak Allah 'a ve âhiret günü­ne iman edenler, namazını dosdoğru kılanlar, zekâtı ve­ren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. îşie doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.

Allah, "Kâfir olan müşriklerin Allah'ın mescidlerini imar edemez" buyurduktan sonra kimlerin mescidleri imar edebileceğini açıklamakta­dır.

1. "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman edenler, namazını dosdoğru kılanlar, zekâtı veren ve Allah'tan başka­sından korkmayan kimseler imar eder,"

Allah'ın mescidlerini imar edecek olanların özellikleri bu âyette şöyle sıralanmıştır:

a)"Allah 'a ve âhiret gününe iman etmiş olan­lar. " Burada Allah iman esaslarından ikisini öne çıkartmaktadır.

b)"Namazını dosdoğru kılanlar..." Bu ifade "namazını devamlı kılan" anlamına gelmektedir. Namaz burada ahlâkî boyutuyla öne çıkan bir ibadet olmaktadır. Çünkü mescid "secde edilen yer" oldu­
ğu için namaz kılan insanlar oraya girecekler ve böylece manen onu imar edeceklerdir.

c)"Zekâtım verenler..." Zekât kelimesinin asıl anlamı "arınmak"tır.  Arınmak   için  zekâtını   verip  fakirin  elinden   tutanlar Allah'ın mescidlerini imar ederler ve bu hakka sahip olurlar.

d) "Ve Allah'tan başkasından korkmayanlar,. Mümin insan Allah'tan korkar ama iyiyi savunurken beşerden korkmaz.

Allah'a ve âhirete iman, namaz kılmak, zekât vermek ve Allah'tan başkasından korkmamak gibi özelliklere sahip olanlar hem maddî an­lamda hem manevî mânada Allah'ın mescidlerini imar etme hakkına sahip olacaktır.

2. "İşte doğru yola ermişlerden ol­maları umulanlar bunlardır. " Âyette geçen "umulur" kelimesini ihtimal mânasında değil de "yaraşır, yakışır" anlamında almak gerekir. Bu du­rumda âyete şöyle bir mâna verilebir: "İşte doğru yola ermişlerden ol­mak bunlara yakışır," Ancak böyleleri doğru yolda olanların arasında bulunabilir ve bu şekilde olmak onlara yaraşır.

Demek ki Allah'ın mescidlerini hem maddî bakımdan hem manevî bakımdan imar etmek oraya devam eden müminlerin hakkıdır. Allah'ın mescidlerîninin ömrünü uzatmak onlara can vermek, onları ayakta tüt-

mak ve onları geleceğe emanet etmek müminlerin üzerine düşen bir gö­revdir.[28]

 

Bir Karşılaştırma:

 

19. Ey Müşrikler) .siz hacılara su vermeyi ve Mescidi Haram'ı onarmayı, Allah'a ve âhir et gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanıyla bir mi tutu­yorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez-

20. İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mat ve canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah ka-

tında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte on­lardır.

21.Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk­la,  kendileri için,  içinde tükenmez, nimetler bulunan cennetler müjdeler.

22.Onlar omda ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükafat vardır.

Âyetlerin analizi yapılırken cennete uzanan yolun hangi ameller­den geçtiğine şahit olacağız. Cennetin, iman ve amelin insanı götürdüğü bir ödül olduğu görülecektir,

1. Bu âyetlerin iniş sebebi olarak bazı olaylar nakledilmektedir. İbn Abbas şu olayı ya da münakaşayı anlatıyor: Hz. Ali'nin amcası Abbas'a sert bir şekilde konuşması üzerine amcası, "Şayet siz müslüman olma, hicret etme ve cihad yapma hususunda bizden önce davrandiysanız, biz de Mescidi Haram'ı imar ediyor, hacılara su dağıtıyorduk" de­miş ve bu münakaşanın ardından söz konusu âyetler nazil olmuştur.

Diğer bir rivayete göre müşrikler Mescid-i Haram'a yaptıkları hizmetleri sayarak yahudilere şu soruyu sordular: Muhammed ve arka­daşları mı daha üstün biz mi? Yahudilerin onların üstün olduğunu söy­lemesi üzerine bu âyetler inmiştir.

Başka bir rivayette de müslümanlar kendi aralarında verdikleri hizmet gereği övünmeye başladılar. Onların bu övünmesinden dolayı, Allah bu âyetleri gönderdi.[29]

Nakledilen bu rivayetlerin hangi yolla geldiği belli değil fakat â-yetlerin içeriğine uymaktadır. Âyetlerden anlıyoruz ki birinci sırada hizmetler, ikinci sırada da eylemler mukayese edilmektedir.

2. "(Ey müşrikler) siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'ı ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz7 Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir."

Hacılara su vermek ve Mescicl-i Haram'ı onarmak. Bunlar müşrik­lerin eylemleridir. Müslümanların eylemleri ise Allah'a ve âhirete iman etmek ve Allah yolunda cihad etmek. Allah bunların eşit sayılamayaca­ğını soru halinde yönelttikten sonra, kendi katında bunların eşit olmadık­ları hükmünü bildirmektedir.

İkinci ameller birinci amellerden niçin üstündür? Çünkü amellerin en üstünü olan Allah'a ve âhiret gününe iman etmek ikinci .grupta yer almaktadır. İman denen tevhid bir gönül eylemidir. Ondan üstün amel olamaz. Diğer taraftan cihad, yani Allah uğrunda savaşmak da kendini Allah adına feda etmektir.

Canını, malını Allah yolunda feda etmekten daha üstün amel tevhid inancından başkası olamaz. Kendini Allah yolunda feda etmek de o sağlam imanın ürünü olmaktadır. Hacılara su vermek ve Mescid-i Ha­ram' ı onarmak gönlün aktivitelerinden nasıl üstün olabilir?

3. "Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.7 Âyetin sonunda böyle bir ifadenin yer almasının sebebi ne olabilir? Sorunun cevabını verebilmek için âyetteki kelimelerden hareket etmek gerekir. Ayetin sonunda yer alan zalimler "müşrikler" anlamına gelmektedir. Şirk koşmak zulüm olduğuna göre (Lokman 31/13) şirk koşan da zalim olmaktadır. Şirk niçin zulüm olmaktadır? Buna iki türlü cevap verilebilir: Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak adalet, bir şeyi yerli yerine koymamak da zulümdür. Tevbid inancına inanmak imam yerli yerine koymak olduğundan adalet[30]; imanı lâyık olduğu yere koyma­yıp şirk koşmak da zulüm olmaktadır. Diğer taraftan zulüm kelimesi "karanlık" anlamına gelmektedir. Şirk zulüm olduğuna göre, o da karan­lık anlamına gelmektedir. Bu açıdan da şirk zulüm olmaktadır.

Ayetin sonundaki zâlimler kelimesine "ibadetlerin değerini yerli yerine koymayanlar" mânası da verilebilir. Çünkü âyetin konusu buna işaret etmektedir. Hacılara su vermeyi, Mescid-i Haram'ı onarmayı, Al­lah'a ve âhirete inanmaktan ve Allah yolunda cihad etmekten üstün tut­mak büyük bir hatadır.

Müslümanlara hangi ibadetin daha üstün olduğu bilincini din âlim­leri ve görevlileri vermelidir. Özellikle günümüzde bu şuura çok ihtiya­cımız vardır. Meselâ nafile hacca gitmek mi daha üstündür, yoksa bir fakir genci okutup evlendirmek mi; ya da ilmî araştırmalar bir cihad ol­duğuna göre, bilimsel araştırmalara destek vermek mi? Bunları birbirin­den ayırmak gerekir.

Birtakım insanlar sünneti farzın, müstehabı sünnetin önüne geçir­mekte, farz olmayanı farz olarak göstermektedirler. Bunlar bazan hurafe­leri ve bid'atları din kisvesine büründürerek insanlara öğretmektedirler. Bu ihtimali göz önünde bulunduran Allah Hucurât sûresinin birinci âye­tinde, "Ey iman edenler! Allah 'in ve Peygamberi 'nin önüne geçmeyiniz " emrini vermektedir.

İslâm bilginlerinin en önemli faaliyetlerinden bîri de hangi ibade­tin daha önemli olduğunu belirlemek ve öğretmektir. Onun içindir ki Allah ibadetleri sayarken önemliden başlayarak sıralar. Hz. Peygam-ber'în hadislerinde de bunu görürüz. Bu konuda bir âyetle bir hadisi ör­nek verebiliriz: Meselâ Bakara sûresinin 177. âyetinde "iyi" anlatılırken, iyiyi meydana getiren eylemlerin önemliden başlayarak sıralandığı görü­lür. Birinci sırada iman, ikinci sırada infak, üçüncü sırada namaz, dör­düncü sırada zekât, beşinci sırada antlaşmalara sadık kalma, altıncı sıra­da sabır yer almaktadır. Başka âyetlerde de farklı sıralamalar yapılmak­tadır. Konusuna ve şartlara göre ibadetlerde sıralama belirlenmektedir.

Aynı şekilde Hz. Peygamber de İslâm'ın şartlarını en önemlisinden başlayarak saymaktadır. İlk sıraya tehvid kelimesini koyarak ibadetlerin yerini belirlemektedir. Bu ve buna benzer âyet ve hadisler ibadetlerin yeri, sahip oldukları değere göre belirleneceğinin eğitimini vermektedir,

4. "îman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mal \e canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üs tündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır " Bir önceki âyette ibadet­lerin farkı belirlenirken, bu âyette hem ibadetlerin hem de onlan yapan­ların mukayesesi yapılarak fark ortaya konmaktadır. Şartlara göre iman birinci, hicret ikinci, cihad da üçüncü sırayı al­maktadır. Müslümanların da Allah katında dereceleri vardır. Herkes i-man ve amellerine göre derecelere tâbi tutulacaktır. îman edip hicret edenler, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler en yüksek merte­beyi elde etmektedirler. "Allah katında daha üstündürler" ifadesi buna işaret etmektedir.

Bu açıklamanın ardından şu soruyu sorabiliriz: Günümüzde Hz, Peygamber'in hicreti gibi hicret olmadığına göre artık o dereceyi kaza­nacak insan olmayacak mıdır? Aslında Mekke'den Medine'ye yapılan hicret bir süreç olarak devam etmektedir. Nefis ülkesinden akıl ve gönül ülkesine hicret etmek de aynı sürecin devamını teşkil etmektedir. Kötü­lüklerden iyiliklere, güzelliklere intikal etmek de bu sürecin devamıdır.

Cihad da öyledir. Her zaman Bedir, Uhud, Hendek ve Mekke'nin fethi gibi cihadlar olmayabilir, ama insanlar daha büyük cihadı nefisle-riyle yapmaktadırlar. İman ettikten sonra bu hicreti ve cihadı yapanlar da aynı dereceyi kazanmaktadırlar.

Allah bu amelleri yapanları sadece en üst dereceye koymuyor, on-İmm kurtuluşa erdiklerini de söylüyor. Böylece kurtuluşa götüren eylem­ler gündeme getirilmiş ve kurtuluşun tanımı yapılmış ve hangi amellerin insana neleri getirdiği açıklığa kavuşturulmuştur. Şimdi en üst dereceyi elde eden eylemleri sergileyenlerin neleri elde ettiklerine bakabiliriz.

5. Rablen onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutlukla kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler. " Bir önceki âyetin son kısmını dikkate alarak iman, hicret ve cihad eylemlerini gerçekleştirenlerin ödülünü açıklayabiliriz: Allah katında en üst derece, kurtuluşa ermek, rahmet, hoşnutluk ve nimetleri tükenmeyen cennetler. Bunları Allah onlara müjdelemekte ve gelecek nesilleri bu amelleri yapmaya da teşvik etmektedir.

6. "Onlar orada ebedî kalacak­lardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfatlar vardır," Allah'ın vermiş olduğu ödüllerin sergilendiği cennetlerin ebedî olduğu ve onların

orada ebedî olarak kalacakları açıklanmaktadır. İnsan ölümle dünyasını değiştirirken bu değişim onun amellerinde de olmaktadır.

"Allah'ın katında büyük mükâfat vardır" ifadesindeki "büyük" ke­limesini "sonsuz" mânasına almak gerekir. Ebedî kalınacak olan yerde, verilecek mükâfatların sonsuz olması gerekir. Demek ki yukarıdaki âyet-:e belirlenen müminlerin dünyadaki amelleri sonsuz ürünler vermektedir. Bütün bu ödüller, insanları inanmaya ve iyi ameller üretmeye teşvik et­mek içindir.[31]

 

Dostluk Ve Sevgi:

 

23. Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyor­larsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyiniz.

Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.

24, De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, kazandığınız mallar, kay­bolmasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız mes kenler size Allah'tan, Peygamberi'nden ve Allah yolun­da cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini yerine getirinceye kadar bekleyiniz. Allah fâşıklar top­luluğunu doğru yola erdirmez-

Bu âyetlerden çıkarılacak birtakım ilkeler vardır:

1. "Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babaları­nızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyiniz." Bu kısmında yer alan "babalar" kelimesi, anneleri de içeriyor mu? Genelde âlimler baba kavramının an­neleri de kapsadığını söyler. Biz de bu kelimenin "ebeveyn", yani "anne baba" mânasına geldiğini söyleyebiliriz.

"Babalar ve kardeşler" denirken biyolojik ilişki ele alınmaktadır. Şirk ve inkârın biyolojik bağları koparıp attığına dikkat çekilmekte, müş-rİk ve kâfirlerin tevhid inancına sahip olan en yakınlarını bile öldürmek­ten çekinmediği, bu sebeple müminlerin de onları dost edinmemesi ge­rektiği gündeme getirilmektedir.

Müşrik ve kâfirler, Hz. Muhammedi öldürme karan almadılar mı? Onları bulundukları yerden çıkartıp hicret etme zorunda bırakmadılar mı? Kendi kardeşlerini öldürmek için ordu düzenleyip savaşmadılar mı? Demek ki şirk ve inkâr söz konusu olunca, onlar için biyolojik bağların hiçbir anlamı kalmamıştı. Allah, müminlere anne baba ve kardeşlerinizi öldürünüz demiyor ama onları veli, yani dost edinmemelerini emrediyor.

Bu sefer Allah, şirk ve inkârın oluşturduğu kültürel bağlara karşı­lık tevhîd İnanCinm Oluşturduğu dm kardeşliğini gündeme getirmektedir.

Aradaki sınırı belirleyen eylem, inkârı imana tercih etmiş olmalarıdır. Allah, "tercih etmek" kelimesini sevgi anlamına gelen hubb kelimesin­den türetmiştir. Habbe fiili "sevdi" mânasına gelir. Âyette geçen istehabbe de "sevdiğini tercih etti" demektir. İnsan sevdiği şeyi tercih eder, pek çok şeyin içinden onu alır, ve benimser,

Kur'ân'ın gelmesiyle Mekke halkı iman ile inkâr arasında bir ter­cihle karşı karşıya kalmıştı. Tercih meselesi öylesine etkili olmuş ki aile­lerde çocuklarla ebeveyn ve kardeşler arasına girdi ve böylece imtihanı geçenle geçmeyeni belirledi. Biyolojik bağların dışında manevî bağların olabileceği öğretisini getirdi. İman bağının olabileceğini ve bu bağın rreydana getireceği din ve iman kardeşliğini insanlığa duyurdu.

Toplumsal mânada peygamberin beklediği yegâne karşılık akraba­lığın sevgi bağlarına dönüşmesidir, çünkü sevgi bağlarının özünde Pey­gamber1 in getirdiği iman mesajı yer almaktadır.

Küfrü imana tercih etmenin bir anlamı da, artık o insanların gön­lünde imandan yana bir değişimin olmayacağıdır. Çünkü şirk onların gönlünde bir daha çıkmamak üzere yerleşmiştir. Bu durum Bakara sûre­sinin 93. âyetinde yahudiler için yapılan değerlendirmeyi andırmaktadır.

inkârları yüzünden gönüllerine buzağı içirildi" Bunun anlamı şudur: Yahudilerin inkâr psikolojisi, tapındıkları, yani şirk koştukları buzağı sevgisini onların gönlüne içirdi. Şirk onların damarla­rına tam anlamı ile işledi, bir daha çıkması mümkün değildir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette yer alan "tercih" kavramı da aynı anlamı ifade etmektedir. Böylesine gönüllerine inkârın işlediği anne baba ve kardeşler veli, yani dost edinilemez. Buradaki "dost edinilemez" ifadesi onlardan ilişkiyi kesmek, tamamen uzaklaşmak an-tamına alınmamalıdır. Veli "sırdaş, arka çıkan, yardımcı, arkasını dön­meyen destekçi, zor günlerde yanında olmak" anlamına gelmektedir.

Bunun böyle olduğunu nasıl ispat edebiliriz? Bu soruya cevap ola­rak Lokman sûresinin 15. âyeti verilebilir:  "Eğer ebeveynin, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme! Onlarla dünyada iyi geçin!" Demek ki ebeveynin şirk koşmasını kabul etmeyecek ve bu konudaki emirlerini yerine getirmeyecek, ama evlâtlı­ğını iyi bir şekilde yerine getirecektir.

Diğer taraftan Hz. Peygamber'in şu hadisi de bu soruya cevap ol­maktadır: "Esma: Ey Allah'ın peygamberi! Annem müşrik olarak, ken­disine iyilik yapmamı ümit ederek yanıma geldi. Ben ona yakınlık göste­reyim mi?' diye sordu. Hz. Peygamber de, 'Annene yakınlık göster' diye buyurmuştu"[32].

Demek ki kâfir ebeveyn dost edinilmeyecek, ama onlara karşı iyi­lik ve yakınlık göstermekten de geri durulmayacaktır. Kur* ân iman eden ebeveyn ile kardeşlerle, kâfir olanları arasındaki farkı belirlerken "veli17 kavramını gündeme getirmiştir. Diğer âyetlerle de bunun sınırını belir­lemiştir. İnkâr, ebeveyni ve kardeşi, ebeveynlikten ve kardeşlikten ta­mamen çıkartmamakta ama dost edinilmelerini yasaklamaktadır.

Kur'ân İnkârı imana tercih eden babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyiniz" derken tefrika çıkartmamaktadır. Âyette belirlenmesi istenen tavır, kâfirin aslında Allah ile olan dostluğunu kaybetmesi sebe­biyle o dostluğun yeniden kurulması için yapılan bir faaliyettir. Allah ile olan dostluğunu kaybeden insana da müminin tavrı bu olmalıdır. Bu tavır aslında eğitici bir tavırdır ve insana yanlış tercih yaptığını eylemle hatırlatmaktır. Sözün yeterli olmadığı yerde tavır koyma daha etkili ola­bilir.

2. "Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir." Allah onların dost edinilmeyeceği hükmünü verdikten sonra, bunun tersini yapanları zalim olarak nitele­mektedir. Allah onların zulüm denebilecek kadar büyük bir günah işle­diklerini söylemektedir.

Âyetin bu bölümündeki yetevetlehüm kelimesi ile evliya kelime­sine şöyle mâna yerilmektedir: ^ja "Yetevellâhüm", "onları vekil e-dinmek" demektir. Vekil edinmek de "problemleri çözmek için görev­lendirilen vekil" anlamına gelir. O zaman kelime siyasî ve hukukî bir mâna kazanmaktadır. Küfrü imana tercih eden kişi anne baba veya kar deş bile olsa, hukukî meselelerde onu vekil tayin edemezsiniz anlamına gelmektedir. Böylece manevî oluşumun, hukukî alanı nasıl etkilediği ortaya çıkmaktadır. Zulüm kavramı da hukukî mânada İki zulmü ifade etmektedir. Aksi takdirde âyetin sonundaki zulmü, şirk mânasına alırsak çok büyük bir yorum hatasına düşmüş oluruz. Bu itibarla da Kurtubî'nin İbn Abbas'tan naklettiği gibi buradaki zulüm kelimesi şirk anlamına gel­memektedir.

3. Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, kazandığınız mallar, kaybolmasından korktuğunuz ticaret hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini yerine getirinceye kadar bekleyiniz."

Allah, 23. âyette sevgi kelimesinden "tercih etmek1' mânasın* çı­kartıp, tercihi sevgi duygusunun idare ettiğini buyurmuştur. Demek ki terbiye ve disipline edilmemiş sevgi bazan insanı yanıltmaktadır. Bu yanılgıyı ortadan kaldırmak için sevginin hangi varlığa ne kadar yönelti­leceği, böylece açıklanıp öğretilmektedir.

Allah bu eğitimi verirken açıklamasını detaylandırmaktadır. Baba, oğul, kardeş, eş, kabile, mal, ticaret, mesken gibi sekiz maddeyi sırala­maktadır. Bu sekiz maddede sıralananlar insanın etrafını saran önemli değerlerdir ve önem sırasına göre sıralanmıştır. Sevgi doğal olarak bun-iara yönelir. Allah âyette bunların üstünde, üç değer daha saymaktadır: Allah, Peygamberi ve Allah yolunda cihad. Bunlar da dünyanın en yüce değerleridir,

Allah birinci grup değerlerle ikinci grup değerler arasında sevgiyi yönlendirme bakımından fark olmasını istiyor. Bu nedenledir ki âyette ehabbe (daha sevgili) kelimesi kullanılmaktadır. Yine Yüce Allah, ikinci grubun mümine daha sevgili olmasını istemekte ve bunu ifade ederken konuya olumsuz taraftan bakmaktadır.

Eğer birinci grup ikinci gruptan daha sevgili ise, yani mümin bi-rnci grup değerleri ikinci gruptan daha fazla severse bunun yanlış ola. hatta bunun tehlikeli bir duruma dönüşeceği de âyetin sonunda söy-.emektedir. Demek ki Allah müslümanın neyi ve kimi ne kadar seveceğinin eğitimini vermekte ve bunda müminlerin yanılma ihtimali olacağını da vurgulamaktadır. Çoğu zaman sevgi maddî değerlere doğru meyleder ve insanı yanıltır. Bu yanıltmanın müminin bilgilendirmesinden sonra mey­dana gelmiş olması, esas tehlikeyi doğurmaktadır.

4. "Artık Allah em­rini getirinceye kadar bekleyiniz* Allah fâsıklar topluluğunu doğru yola erdirmez. " Âyetin bu kısmında Allah'ın fâsık kavramına farklı bir mâna yüklediğini görüyoruz. Fâsık "neyi ve kimi ne kadar seveceğini bilme­yen ve bunda hata yapan insan" demektir, sevgideki akışın maddî değer­lere yönelik olması öyle bir hata meydana getiriyor ki Allah'ın hidayeti­ni, yani doğru yola iletmesini engelliyor ve insanın, ya da müminin fâsık damgası yemesine sebep oluyor.

"Allah emrini getirinceye kadar..." ifadesi neyi anlatıyor? Âyet, bu haıayı yapan toplumların yozlaşacağına, çökeceklerine işaret etmiş olabilir ve dolayısıyla onlara dünyada gelecek ağır cezayı beklesinler demektir. Diğer taraftan kıyametin kopmasından sonra âhirette görecekleri cezayı beklesinler anlamına da gelebilir.

Arna âyetin sonundaki, "Allah fâsıklar toplu­luğunu doğru yola iletmez" ifadesinden anlıyoruz ki ceza dünyada veri­lecektir. Dikkat edilirse Allah toplumsal sevgiden, toplumsal hatadan ve toplumsal cezadan bahsetmekte, açıklamalar hep toplumsal boyutta ol­maktadır.

Her iki âyeti önceki ve sonraki âyetlerle beraber düşündüğümüzde şu neticeye varıyoruz: Söz konusu âyette Allah, Peygamberi ve O'nun yolunda cihadı daha fazla sevmenin anlamı, manevî değerler, inanç ve ibadet özgürlüğü, iyinin hâkimiyetini temin etmek için yapılacak savaş, bu mücadele yapılırken mal ve canını feda etmenin önemi vurgulanmak­tadır.[33]

 

Kendini Büyük Görmenin Cezası:

 

25.Yemin olsun ki, Allah size birçok yerde yardım etti. Ve Huneyn Savaşanda da size yardım etti. Hani çoklu­
ğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine
rağmen size dar gelmişti, sonunda gerisin geri dönmüş­tünüz.

26. Sonra Allah, Peygamberi ile müminlerin üzerine sükûnetini indirdi. Sizin görmediğiniz ordular indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu o kâfirlerin cezasıdır.

27. Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin töv­besini kabul eder. Zira Allah affedendir,  merhamet sahibidir.

Aslında 25. âyette bu âyetlerin iniş sebebi açıklanmaktadır. Biz bunu yer ve zaman içinde ele alarak iniş sebebini belirleyeceğiz.

1. Huneyn,  Mekke'den  Taife  giden  yollardan  biri  üzerinde Tihâme bölgesindeki vadilerden birisidir. Huneyn Savaşı hicrî 8. Yılda Mekke'nin müslümanlar tarafından fethedilmesinden hemen sonra ger­
çekleşmiştir. Hevâzinliler'e Mekke'nin haberi ulaşınca, Nasr b. Mâlikoğullarına mensup olan ve ordu kumandanlığı elinde bulunan Mâlik b. Avf, Hevâzinliler'i bir araya topladı. İyi savaşsınlar diye mal, kadın ve
çocukları savaş alanına sürdü. Hevâzin ve Sakîfliler'in toplamı dört bin kadardı. Sakîfliler'in başında Kinâne b. Abd bulunuyordu. Hz. Peygamber'in  gözcüsü bu durumu Hz.  Peygamber'e haber verdi.  Böylece
Hz.Peygamber onların üzerine yürümeye karar verdi. On bini Medine müslümanlarından iki bini de Mekkeli müslümanlardan olmak üzere müslüman ordusu on iki bin civarında idi. On iki bin civarında olan
müslüman   ordusuna   karşı   dört   bin   civarında   olan   Hevâzin   ve Sakîfliler'in ordusu duruyordu. Bunu gören müslümanlar düşmanı hafife aldı ve mutlaka galip gelecekleri düşüncesine kapıldılar.

2. "Andolsun ki Allah, birçok yerde ve Huneyn Savaşı'nda size yardım etmişti." Demek ki Huneyn
Savaşı'nda müslümanlar iui tü oı inşâallah (Allah dilerse) ya da bi iznillâh (Allah'ın izniyle) bu savaşı kazanacağız demediler. Çünkü ken­dilerini çok ve güçlü gördüler. Bu sebeple Allah daha önceki savaşlarda
onlara yardım ettiği gibi, Huneyn Savaşı'nda da yardım ettiğini hatırlat­maktadır.

Allah burada savaş yerine jkj vetane kelimesini kullanmaktadır. Âyette geçen rtievâtin mevtin kelimesinin çoğuludur. Kelimenin kök mânası "bir yerde kalıp yerleşmek, bir yeri vatan edinmek", evtane de "kendini bir şeye alıştırmak, kalbini ona yatırmak, karar vermek" mânasına gelmektedir. "Savaşın yapıldığı yerler, savaş sahneleri" anlamında oy- harb kelimesi ile tamamlama olur. Âyetteki 'Jefy meıâtine kesîratin ifadesi Hz. Peygamberin savaştığı yelere işaret etmekte ve dolayısıyla Allah pek çok savaşta müslümanlara yardım ettiğini hatırlatmaktadır.

Allah sadece o dönemdeki müslümanlara değil, Allah yolunda sa­vaşan her çağdaki müslümanlara yardım edeceği için Kur'ân'da bu ol­guya yer vermiştir. İnsan haklan, özgürlükler ve evrensel değerlere sal­dıranlara dur demek için yapılacak her savaşta Allah yardım edeceğini Kur'ân'da vurgulamaktadır. Allah iyilere her zaman yardım edecektir ama önemli olan savaşın hangi amaçla yapıldığıdır. Huneyn Savaşı gibi nice savaşlar oldu ve olacaktır. Allah'ın yardımı belli bir zamanla sınırlı olmadığı için o savaşlarda Müslümanlara yardım etmiş, gelecekte de edecektir. "Andolsun ki Allah size yardım etti" ifadesinde yer alan "si­ze" zamiri, aynı zamanda bize hitap etmektedir. Bu âyet, onu okuyan her müslümanı muhatap almaktadır.

3. "Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda gerisin geri dönmüştünüz." Ayetin bu kıs­mından elde edeceğimiz neticeler şunlardır:

a) Hiçbir savaştaki düşman küçümsenmemelidir. Düşmanın azlığı, kendi ordularının çokluğu gurur getirmemelidir. Gurur düşmanı hafife almaya sebep olacak, ve ciddiyeti ortadan kaldıracaktır.

b) Ciddiyeti elden çıkarmak, hezimeti beraberinde getirecektir. Çünkü gurur ve ciddiyetsizlik, Allah'tan yardım istemeyi unutturmakta­dır. Çünkü insan kendini müstağni, yani yeterli görmektedir. Zafer çok­lukla değil samimiyet, ihlâs ve niyetin yüceliği ile gerçekleştirecektir. Gurura kapılmadan, ciddiyeti elden bırakmadan ilâhî yardımı dileyerek girilen savaşta çokluk azlık söz konusu değildir.

Allah gelecek nesillere, Bedir Savaşfnda sayıca az olan müslümanlann başarısı ile Huneyn Şavaşı'nda sayıca çok olan müslümanların hezimetini örnek olarak sunmakta, ve savaşta zaferi elde etmenin hangi değerlere dayandığını anlatmaktadır. Bu değerlere ters düşen müslüman ordusu bile olsa hezimet mukadder olacaktır.

c) Âyetin bu kısmında geçen "Bu sizden hiçbir şeyi gidermeye yaramamıştı" ifadesinde iğnâ (tuğni) kelimesi "ihtiyacı giderecek şeyi vermek" yani, "müslümanlann çokluğu işe yaramadı,

onlara bir yarar sağlamadı", "çokluğunuz işe yarayıp zaferi temin etme­di, yeterli olamadı" demektir. Allah'ın yardımının olmadığı bir savaşın nasıl mağlûbiyetle netıcefeneceğı fjurada ünhtrimaktadtt.

d) "Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti." Allah âyetin bu kısmı ile genişliğin psikolojik boyutunu gündeme getirmektedir. Savaştaki mağlûbiyetin verdiği sıkıntı, üzüntü ve ıstırap insana yeryüzünü dar eder. Bu da insanın içinde bulunduğu psikolojik durumun maddî genişliği nasıl daralttığını gündeme getirmek­
te, "psikolojik mekân" kavramına dikkat çekmektedir.

e) "Sonunda gerisin geri döndünüz." Bozguna uğrayan müslünmn ordusu kaçacak yer arayıp geri dönmek zorunda kaldı. Gurur, kendini yeterli görme, düşmanı küçümseme, ciddiyetsizlik ve Allah'tan
yardım dilememe bozguna sebep oldu. Allah Huneyn günündeki bozgu­nun sebep-sonuç ilişkisini bu Şekilde açıklamaktadır. On iki bin civarın­daki bir ordu kendinden üç kat daha eksik bir düşman ordusu önünde
mağlûbiyeti tatmıştı. İşte bu âyette Allah savaşlar tarihinin önemli bir dinamiğini gündeme getirmiş, mağlûbiyetin manevî sebeplerini açıkla­mıştır.

Bedir Savaşı'nda düşmanın çokluğundan korkmakla, Huneyn Sa-vaşı'nda azlığından kaynaklanan kendini beğenme duygularının yanlışlı­ğı gündeme getirilmektedir. Korku tefrit, kendi beğenme de ifrat olmak­tadır. Korku çekilmeyi* kendini beğenme de genişlemeyi doğurmaktadır. Bu iki ruh halinin ortasını bulmak, dengeli bir durumdur.

4. "Sonra Allah, Peygamberi ve müminler üzerine sükûnetini indirdi." İşte sekine denen ruh hali, kor­ku ile kendini beğenme psikolojilerin ortasını belirleyen durumdur. Gü­ven duygusu, iç huzuru, zafer, bir yere yerleşip devlet kurmak mânaları­na gelen sekine kavramı Bakara sûresinin 248. âyetinde açıklandı. Bura­da ise "güven duygusu, iç huzuru" anlamına gelmektedir.

Sekine ile Allah jnüslümanların gönlünde köklü bir değişimi ger­çekleştirdi. Demek ki Allah, gelecek nesillere hem müslümanlarm savaşı kaybetmelerinin sebebini açıklamakta, hem de zaferin insanın gönlünden gelen manevî oluşumlarla kazanılacağım öğretmektedir. Bu durum ev-

rensel bir kanundur. Zaferlerin kazanılmasında en etkili silâhlardan biri olduğu için, Allah burada gerekli değişim olan sekîneyi göndermektedir.

Buradaki "sekîne"nin Bakara sûresinin 250. âyetinde belirtilen "sabır"a benzediğini söyleyebiliriz,  "Ey Rabbimiz! Bize zorluklara tahammül gücü bağışla!" şeklinde Tâlût'un askerlerinin yapmış oldukları duayı andırmaktadır. Sabır iç huzuru gibi gönlün en büyük eylemleri, zaferin müjdecisi olacaktır. Ali İmrân sûresinin 126. âyetinde ve Enfâl sûresinin dokuzuncu âyetinde geçen "kalpleri rahat­latmak", burada sekîne olarak görülmektedir.

5. "Sizin görmediğiniz ordular indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, kâfirlerin cezasıdır. " Ordulardan kasıt meleklerin olduğunda şüphe yoktur. "Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır" (Fetih 48/7) ifa­desine baktığımızda Allah'ın hem yerde hem de gökte orduları olduğunu anlıyoruz.

Fetih sûresinin dördüncü âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "îmanlarını bir kat daha artırsınlar diye müminlerin kalplerine sekîne indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır."

ÂI-İ İmrân sûresinin 124-125, Enfâl sûresinin 9-12. âyetlerine bak­tığımızda Allah'ın indirdiği orduların melekler olduğunu görürüz. Ancak Huneyn Savaşı'nda Allah'ın indirdiği orduları müslümanlar göremiyordu. Görülmezlik bu orduların en önemli özelliği olduğu için âyette Allah buna yer vermektedir. Görülmemeleri, konuyu metafizik alana götürmektedir.

Allah müslüman ordusuna bu şekilde yardım ederek, kâfirlerin or­dusunu cezalandırmıştır. Demek ki Allah insan eli ile başka bir grubu cezalandırmaktadır. Tabiat olaylarını kullanarak ceza verdiği gibi, iyi insanları kullanarak da ceza vermektedir. Bazan kötü insanlarla, yanlış yapan iyi insanları da cezalandırmaktadır. Her iki olguyu, Huneyn Sava-şı'nda görüyoruz. Önce müslümanlar yanlış anlayışlarından dolayı he zimete uğradılar, sonra bilinçlenip gönüllerini değiştirince Allah, onların eliyle kâfirleri cezalandırdı.

Mağlûbiyet onlar için nasıl bir ceza oldu? Öldürülme geride kalan­lar için bir azaptır. Esir alınmaları, mallarının alınması, nesillerinin köle-leştirilmesi gibi olaylar onlar için azap olmuştur. Ayetin son ifadesinden anlıyoruz ki, bu şekilde kayıplar vererek çekilen ıstıraplar dünyevî ceza olmaktadır. Allah dünyada bu şekilde ceza vermektedir. Bu da bir ceza şeklidir.

6. "Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tövbesini kabul eder. Zira Allah affe­dendir, merhamet sahibidir." Allah burada iki grubun iki tövbesinden bahsetmektedir: Bunlardan biri, Müslümanların mağlûp olmasına sebep olan yanlışlarından dolayı, af dilemeleri yani, savaşta düşmanı az görüp böbürlenmelerinden dolayı af dilemek için tövbe etmeleridir. Allah bu tip tövbeleri kabul edeceğini söylemektedir. Diğeri de kâfirleri Huneyn mağlubiyetiyle cezalandırmasından sonra onların tevhid inancına dön­meleri anlamına gelen tövbeleri olabilir ki Yüce Allah bu tövbeyi kabul edeceğini açıklamaktadır.

Birinci anlamı ile hatadan dönmeyi ikinci anlamı ile inkârdan ima­na dönmeyi kabul edeceğine işaret edilmektedir. Çünkü Allah böyle du­rumlarda, gafur ve rahîm sıfatlarını harekete geçirmektedir.[34]

 

Ekonomik Çıkarlar Ve Manevi Oluşumlar:

 

28. Ey iman edenler! Müşrikler sadece bir pisliktir. Onun için artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah dilerse kendi lutfundan sizi zengin edecektir. Allah bi­lendir, hikmet sahibidir.

Ayeti bir bütün halinde açıklamak daha doğru olur. Allah, inanan­lara, müşriklerin pislikten başka bir şey olmadıklarını söylemektedir, Necese kelimesi "pis oldu, kirlendi" anlamına gelmektedir. Kur'ân'da sadece bu âyette geçen kelime insanın sıfatı olmakla ne mâna ifade et­mektedir? Neces, hem maddî, manevî pislik mânasına gelmektedir. Me­selâ İffetsiz insan İçin de bu kelime kullanılmaktadır.

İbn Abbas ve Zemahşerî onların köpek ve domuz gibi pis oldukları mânasını vermiştir. Diğer müfessirler de aynı açıklamayı esas almışlar­dır. Alimler onların aynıyla, yani mutlak mânada pis oldukları hükmünü vermişlerdir. Mutlak mânada pis olan insanlar, nasıl olur da inkârdan vazgeçerek îman ederler? Mutlak mânada pis olanın değişmesi mümkün değildir. Zemahşerî ve İbn Abbas'ın verdiği örneği alırsak domuz do­muzluğunu, köpek köpekliğini değiştirebilir mi? Başkası o varlıklarda bir değişim meydana getirebilir mi? Ama müşrik ve kâfir inkârdan, şirk­ten vazgeçip değişmiyor mu? Demek ki Allah buradaki necis kelimesini manevî anlamda kullanmıştır.

Tevhid inancını benimsemeyip şirk koşan insanlar akıl ve gönül bakımından pislik içindedirler. Kur'ân insanları bu pislikten kurtarmak için gönderilmiştir. Neces, fikir ve inanç pisliği anlamında alınması ge­rekirken, mânayı maddî pisliğe çekmek doğru değildir. "Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram 'a yaklaş­masınlar. " İşte bu âyetle, kutsal mescid ile müşrik ve kâfirlerin ilişkisi belirlenmiş oldu. Kutsal olan mescide, manevî bakımdan pis olan İnsan­lar giremez.

Artık müşrikler Beytullah'ı tavaf edemeyecek, kendi anlayışlarına göre hac da yapamayacaklardı. Çünkü Beytullah onların putlarından temizlenmişti. Değil Beytullah'ı tavaf etmek, Mescid-i Haram bölgesine bile sokulmayacaklardı. Bu yasak müşriklerin pis olması durumu üzerine bina edilmiştir. Hüküm hicretin 9. yılından sonra başlatılmıştır.

Allah bu yasağın ihlâline sebep olacak tek şeyin ekonomik durum olduğunu da dikkate alarak, "Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi lutfundan zengin ede­cektir" buyurmaktadır. Çünkü müşrikler hac yapmak maksadıyla Mescid-i Haram'a gelip ticaret yapıyorlardı. Bu ticaret orada yaşayan halka büyük ekonomik değer sağlıyordu. Çölün ortasında geçim bu tica­retle temin ediliyordu.

Gerçekten de Tabelâ ve Cüreş halkı gibi birçok bölge insanı müslüman oldu. Mekke'ye eskisinden daha fazla gelir temin ettiler. Da­ha sonra fetihler dönemi başladı, uzaklardan da insanlar akın akın oraya gelmeye başladı. Günümüzde de bu akınlar devam ediyor.[35]

Buradan şu neticeye varıyoruz; Devletler bir karaT alırken ekono­miyi ilgilendiren bir tarafı varsa mutlaka onu göz önünde bulundurmak durumundadırlar. Komşu ve uzak ülkelerle ilişkiler kurulurken ekono­mik durumlar düşünülmeli, toplumun geçimi asla unutulmamalıdır. Al­lah müşriklerin Mescid i Haram'a hicretin 9. yılından sonra giremeye­ceklerini buyururken ekonomiyi dikkate aldığını belirtmektedir. Yöneti­ciler "Ben kararımı alınm, ama halkın geçimi beni ilgilendirmez" diyemez.

Allah bu hükmünü alîm ve hakîm sıfatlarıyla aldığını da âyetin so­nunda vurgulamaktadır, Demek ki bilerek hüküm vermeli ve o hüküm yerli yerinde olmalıdır. Kararın sonunun ne olacağını kestiremeyen ve bilmeyenler böylesine kararlar alamazlar ve almamalıdırlar.

Görüldüğü gibi 1. âyette müşriklere ihtar, 2. âyette bildiri, 17. âyette Mescid-i Haram'ın imarını yapamayacaktan, bu âyette de Mescid-i Haram'a giremeyecekleri hükme bağlanmıştır. Tevbe sûresi basitten mürekkebe, kolaydan zora giden bir metotla müşriklerle ilişkileri düzen­leyip hem bir antlaşma hem de savaş hukuku tesis etmektedir.[36]

 

İyilik Uğruna Savaş:

 

29, Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Peygamberi'nin haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (kendine) din e-dinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.

Allah bu âyete kadar müşrik ve kâfirlerin durumunu açıklarken, bu âyetten itibaren "kendilerine kitap verilenleri" ele almaktadır. Kendileri­ne kitap verilenlerin, yahudi, Hıristiyan ve Sâbiîler'in olduğunu söyle­mekte yarar vardır. Bize göre Sâbiîler'in mevcudu dünyada kalmamıştır. Sâbiî denince Hz. Davud'un Zebur'una inananlar anlaşılır. Bu husus Bakara sûresinin 62. âyetinde anlatıldı,

Allah, kendilerine kitap verilenlere savaş açabilmek için şunları şart koşuyor, başka bir ifade ile şu üç şeyi yerine getiren kitap ehli ile sav aşılamaz:

1. "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayanlarla savaşın." Kendilerine kitap verilenlerin bazıları bir sonraki âyette görüleceği gibi Üzeyir'i Allah'ın oğlu diyerek şirk koşmuşlardı. Onun içindir ki Allah, onların gerçek ve tam bir imanla

Allah, onların gerçek ve tam bir imanla Allah'a inanmalarını şart koş­makladır. Hıristiyanlar da aynı şekilde, kimi zaman iki ilâhı (Mâide 5/116), kimi zaman üç ilâhın birini (Mâide 5/73), kimi zaman da Mer­yem oğlu Mesih'i Allah olarak görmüşlerdir (Mâide 5/72). Yahudi ve hıristiyanlar müşterek olarak kendilerini Allah'ın oğulları ve sevgilileri olarak görmüşlerdir ve görmektedirler (Mâide 5/18).

Bu inanış biçimleri onları müşrik ve kâfir durumuna düşürmüştür. Bu inanış biçimlerinden dolayı müslumanlara karşı düşmanlık beslemiş­ler ve beslemektedirler. Kimi zaman bu düşmanlıklarını eyleme dahi dönüştürmektedirler.

İslâm dininin amacı tevhid inancını yaymaktır. Tevhid inancının yayılmasını engelleyenlerle nasıl mücadele edileceği bu âyette gündeme getirilmektedir. Tek Allah'a inanmayıp ona şirk koşan kitap ehli de bir önceki âyetteki müşriklerin kapsamına girmektedir.

Yahudi ve hıristiyanlann hepsi aynı değildir. Doğruluk sahibi, ge­ce vakti secdeye kapanan, Allah'ın âyetlerini okuyan, Allah'a ve âhiret gününe inanan, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, hayırlı işlere ko­şanlar vardır (Âl-i İmrân 3/113-114), Allah bunları iyi insanlar olarak vasıflandırmaktadır (Al-i îmrân 3/114), Bakara sûresinin 62 ve Mâide sûresinin 69. âyetlerinde bunların âhiretteki durumu açıklanmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette bunların dışında kalan kitap ehli ele alınmaktadır.

Kendilerine kitap verilenlerin bir kısmı da âhirette bedenî dirilme­yi inkâr etmektedir. Günümüz mataryalistleri bunlan andırmaktadır. Dünyaya tutku ile bağlı olup para yığan hahamları da (Tevbe 9/33) var­dır. Bu tür insanların âhiret inancı vardır denemez.

Beyyine sûresinin birinci âyetinde bunların başı boş bırakılmaya­cağı belirtilirken, bu âyette de söz konusu hususlar onlarla savaşmanın bir sebebi olarak görülmektedir: "Kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, kendilerine açık delil gelinceye kadar ayrılacak değillerdir" (Beyyine 98/1). Yani bu insanlar, bulundukları halde veya kendi başlarına bırakılacak değil­lerdir.

2. "Allah ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar". Bunun anlamı objektif hukuka inanmamaları ve onu tatbik etmemeleridir. Çünkü Allah ve O'nun Peygamberi bir şeyi yasaklarken sadece toplumsal boyutu değil bütün insanlığı hedef alır. Allah insan ve insanlık için kanun koyar, hukuk

"Allah'a ve âhirete inanmayanlar aslında evrensel, objektif hukukun duvarlarına yıkmaktadırlar. Allah'a inanmayan onun insanlık adına koy­duğu yasaklan yasak sayar mı? Bu iki madde arasında sebep-sonuç iliş­kisi vardır.

Allah'a ve âhirete inanmamak sebep, Allah ve Peygamberi'nin ya­saklandığını yasak saymamak da netice olmaktadır. Allah'ın ve Pey gamberi'nin yasakladığı en önemli konu. toplumların birbirine saldırıp barışı bozmaları, inanç ve ibadet özgürlüğünü ortadan kaldırmaları ve

din ile alay etmeleridir.

3. "Hak dini kendine din edinmeyenler" Allah'ın koyduğu hak dini din edinmemek demek, o dinle çatışmak demektir. Bunun anlamı kendilerine gönderilen dinin özünden ayrılmaları ve sonra gelen hak dine karşı çıkmalarıdır:

Şimdi zikredeceğimiz âyetler, bazı kitap ehli insanların neden kötü sonu hak ettiklerini ifade etmektedir:

"Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini katılaşırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiş­tirdiler. Kendilerine öğretilen hükümlerin önemli bir bölümünü de unut­tular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün... ", "Biz hıristiyamz diyenlerden de kesin sözlerini almıştık, ama onlar da kendilerine verilen öğütlerin önemli bir bölümün unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık... " (Mâide 3/13-14),

Kendi dinlerinden uzaklaşan, onu hak olmaktan çıkaran insanlar, daha sonra gelen hak dini de din edinmemişlerdir. Hak dinin özünde yer alan haklar sistemidir. Hak dini din edinmek demek, haklara riayet et­mek demektir. Allah hakkı, ana baba hakkı, çocuk hakkı, toplumun hak- ki, yetim hakkı, komşu hakkı, kadın hakları gibi haklar sistemini benim­semek ve hayata geçirmek, hak kavramında yer alan hususlardandır.

Bu üç şeyi yerine getirmeyen kitap ehli savaşa sebep olmaktadır. Allah'a ve âhirete inanmamak, hukuku tanımamak ve hak dini din edin­memek savaşın sebepleri olmaktadır. Kendilerine kitap verilenlere veri­len bu uyarı, bu nota aslında onların iyiliği içindir. Buradaki savaş emri caydırıcj bir nitelik taşımaktadır. Önemli olan onların tevhide inanmala­rı, hukuku tanımaları ve hak dini din edinmeleridir.

Savaş onlar için bir ceza olacağına göre bu âyet ceza hukuku ala­nına girmekte ve hangi davranışlara nasıl ceza verileceğine açıklık ge­tirmektedir. Allah'a ve âhirete inanmayan, evrensel hukuku tanımayan ve haklara riayet etmeyen topluma önce bu uyarı yapılır, sonra da bunun karşılığı savaş olur. Bu suçlar savaşlarla cezalandırılır.

Günümüzde de evrensel hukuku tanımayanlara ambargo konması veya savaş ilân edilmesi de bundan başka bir şey değildir. Bunları yerine getirmeyenlerle ne zamana kadar savaşılacaktır? Ayetin devamı bunu şöyle cevaplandırıyor:

4. "Küçülerek elleriyle cizye ve­rinceye kadar (onlarla) savaşınız." Ayetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır:

a) Kendilerine kitap verilenler, yukarıda sayılan üç maddeyi yerine getirmedikleri takdirde savaşla karşı karşıya kalacaklardır. Hayatlarını ve özgürlüklerini garanti altına almak isterlerse, yani müslümanların savaşı durdurmalarını isterlerse cizye vereceklerdir. Demek ki cizye, hayatın ve özgürlüklerin korunması için verilecektir. Cizye "borç Öde­me" anlamına gelmektedir. Verilen söz gereği vereceği vergi demektir. Hayatın ve hürriyetin korunmasına karşı verilen vergidir.

b)"An yedin." "Kendi elleriyle vereceklerdir" bunun ne an­lama geldiğini Elmalılı Hamdi Yazır şöyle açıklamaktadır: Hazır elden, çekingenlik göstermeden, itaat ve hürmetle; ayrıca takip ve tahsiline gerek göstermeyecek şekilde elini uzatarak. Elden, nakden, geciktirmeden. Her biri kendi eliyle, vekili veya bir diğeri aracılığı ile değil. Eli iş tutandan; gücü yetenden; çalışıp kazanandan, bulûğa ermiş olandan; ka­zancı ve geliri olmayanlardan değil[37].

c) "Küçülerek," Böylece Allah, işin psikolojik boyutunu da gündeme getirmektedir. Zillete mahkûm olmak, hafife alınmak, hi­maye edilir duruma düşmek gibi insan onurunu kinci muameleye düş-mektense hak dini din edinmek, evrensel hukuku tanımak ve tevhid i-nancını benimsemek daha doğrudur.

Allah himaye eden ile himaye edilenin psikolojik halinin farkını ortaya koyarak caydırmak istemektedir. Çünkü müslüman olduklarında cizye vermeyeceklerdir. Hz. PeygambeT bu konuda şöyle buyurdu: "Müslümana cizye yoktur"[38].

Süfyân bu hadisi şöyle yorumlamaktadır: "Zımmî, cizye ödemesi kendisine vacip olduktan sonra tslâm'a girecek olsa, cizye yükümlülüğü kalkar".[39]

Bu âyetin genelinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. Müslüman toplumun idaresi altına giren, Allah'a, âhirete İnan­mayan, hukuk tanımayan ve hak dini din edinmeyen kitap ehli, hayatlarını ve özgürlüklerini korumak için cizye verecekler, ama aynı zamanda
o toplumun idaresinden gördükleri sosyal hizmetler için de cizye vermiş olacakladır, Müslümanların yaşadığı toprakların dışında yaşıyorlarsa hayat ve hürriyetleri için cizye vereceklerdir,

2. Bu âyetin emrettiği savaş da cihad gibi eğitim amaçlıdır. Sava­şın amacı cizye almak değil, Allah'a ve âhirete imanı, Allah'ın ve Peygamberi'nin haram kıldığını haram kabul etmek, yani evrensel hukuku kabullenip hak dini din kabul etmektir.

Müslüman toplumun idaresi altında yaşayan müslümanlar da Enfâl sûresinin 60. âyetinde emredildiği gibi kendi hayatları, hürriyetleri ba­ğımsızlıkları ve sahip oldukları yüce değerleri korumak için infak ederek düzenli ordu kuracak, modern teknolojinin üreteceği savaş silâhlarına sahip olacaklardır. Onlar da aldıkları sosyal hizmet karşılığında vergi ödeyeceklerdir. Kendi güvenliklerini tehdit eden hususları ortadan kal­dırma yükümlülükleri olunca, kitap ehlinden olan yukarıdaki sıfatları taşıyanların cizye Ödemesi doğal hale gelmekte, kınanacak hiçbir yönü kalmamaktadır.

Şimdi birisi çıkıp "kitap ehlinden cizye almak zulümdür' deme hakkına sahip değildir. Diyebiliriz ki müslümanlardan yana bir dengesiz­lik de vardır. Yukarıda belirttiğimiz gibi güvenlik harcamalarına katılım bakımından müslürnanlar daha ağır yükümlülük taşımaktadırlar.

3. Cizye, koruma sözleşmesi denen ıizimmet"in karşılığı olmakta­dır. Ne Kur'ân'da ne de Hz. Peygamber tarafından cizye denen vergi için kesin bir miktar veya oran belirlenmiştir. Oran itibariyle müslümanların Ödemesi gereken zekâttan daha düşük olduğu da bir ger­çektir"[40].

Bütün bu anlattıklarımıza ilaveten şu hususların da bilinmesinde yarar görmekteyiz: Kur'ân. kitap ehlinin içinde iyi insanların da bulun­duğunu (Âl-i îmran 3/113-115), inançsız dahi olsalar saldırganlık yap­mayanlarla iyi geçinilmesi gerektiğini (Mümtahine 60/8), müslüman dahi olsalar saldıran tarafın tasvip edilmediğini (Hucurât 49/9) çeşitli vesilelerle pek çok âyette ifade ettiğine göre bu âyette, kendileriyle sava­şılacak olan kitap ehli grubunun, "Allah'a ve âhirete inanmayan ve hak-hukuk tanımayan" bolümü olduğu, dolayısıyla sadece inanmadıkları için değil, diğer âyetlerin de işaretiyle hukuk tanımamaları nedeniyle kendi­leriyle savaşılacağı veya cizye ödemeye mahkûm edilecekleri anlaşılı­yor. Zaten âyetteki  ''Allah ve Peygamberi 'nin haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (kendine) din edinmeyen kimseler" ifadesi, mevcut Medine Devleti içindeki huku­kun tananmaması, yani hukuku tanımayarak devlete bir çeşit başkaldırı durumunda bulunanların söz konusu edildiği izlenimini vernektedir. Ak­si taktirde hukuk tanıyan, devlete karşı bir başkaldırısı olmayan, ancak inanmayan insanların öldürülmei söz konusu olur ki bu anlayış Kur'ân’a uygun bir anlayış olarak görülemez.[41]

 

Tevhıdden Şirke Donuş:

 

30. Yahudiler,  'Üzeyir, Allah'ın oğludur' dediler. Hı­ristiyanlar da,   'Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyor­
lar. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar.

31. (Yahudiler) Allah 'ı bırakıp bilginlerini (hahamları­nı); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Me­
sih'i rabler edindiler. Halbuki onlara sadece tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur.
O bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.

Bu âyetlerin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Yahudiler, 'Üzeyir Allah'ın oğludur' dediler." Üzeyir kimdir? Arap dilinde Üzeyr, İbrânîce'de Ezra adıyla anılan bu insan kaybolan Tevrat'ı yeniden toparlayıp tedvin eden kişidir.

Tevrat'a bugünkü şeklini veren kimsedir. Ona Allah'ın oğlu sıfatını ve­ren Arabistan yahudilerinin olduğunda hemen hemen ittifak vardır. İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadise göre, Medineli Yahudilerin bir kısmı bir keresinde Hz. Peygamberce şöyle demişti: "Sen bizim kıblemizi terketmişken ve Üzeyir'i Allah'ın oğlu olarak görmezken biz sana nasıl uyarız?"

Tevrat'ı tedvin etmesi sebebiyle yahudiler Üzeyir e saygı ve iti­barda müstesna bir yer verdiler ve onu en abartıl] sıfatlarla andılar[42]. Üzeyir, sonraki Yahudilik'te hâkim olacak olan, kendine has, resmî ve standart yahudi din kurumunun kurucusudur. [43]

Yahudiler tanrısal sıfatlar vererek tam anlamıyla şirk olan bir ifa­deyle Üzeyir'in, Allah'ın oğlu olduğunu söylediler. Ona bu sıfatları ya­kıştıran ifadeleri Eski Ahid'de bulmak mümkündür: "İsrail benim oğ-lumdur"[44]; "Ben İsrail için babayım"[45] Bu ifadeler müşrikçe çağrışımlar olduğu için Kur'ân bunları reddetmektedir.

Yahudilerin sadece Üzeyir ile ilgili olan bu ifadeleri, daha sonra genişletilerek bütün yahudilerin Allah'ın oğlu olduğu iddiasına ve inan­cına kadar uzandı (Mâide 5/18). Öyle anlaşılıyor ki yahudiler bir taraftan Allah'ı beşeri eştir i yor, diğer taraftan da beşer olanı tanrılaştınyorlardı.

2. Hıristiyanlar da 'Mesih, Allah'ın oğludur' dediler." Mesih de Hz. İsa'dır, "Onları baba, oğul ve kutsal ruh adına vaftiz ettiler" (Matta, 19/28). Öyle anlaşılıyor ki yahudi kültürü Hıristiyan kültürünü etkilemiştir. Üzeyir'e Allah'ın oğlu diyen yahudilere karşı nazire olarak hıristiyanlar da Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu dediler. Hz. İsa Allah'ın oğlu olarak kalmadı, onu doğrudan tannlaştırdılar: "Andolsun ki Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesih, diyenler kâfir olmuşlardır" (Mâide 5/72). "Rahman çocuk e-dindi dediler." Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız; bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşe­cektir" (Meryem 19/88-90).

Görüldüğü gibi Kur'ân ve Matta İncili, Hıristiyanların Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olduğuna inandıklarını ispatlamaktadır. Yahudiler gibi, bu oğul olma işi Hz. İsa'da kalmadı kendilerinin de Allah'ın oğlu olduğuna kadar uzandı (Mâide 5/18),

3. "Bu onların ağızlarında geveledikleri sözler­dir." Ağız kelimesi buna "bilgilerin köksüz olduğu, hakikatle ilgisi ol­madığı, akıldan gelmediği" anlamını katmaktadır. Düşünmeden, doğru­luğunu tartışmadan gelişigüzel söylenen bir söz olmaktan Öte, herhangi bir değer taşımadığı mânasını vermektedir. Akıldan kaynaklanmayan, bir delile dayanmayan bu iddia ağızdan çıkan dayanaksız bir sözden iba­rettir. Bunu şu âyetlerle ispat edebiliriz. "On­lar, kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylerler" (Al-i îmrân 3/167) "Bu, ağızlarından çıkan ne büyük bir sözdür. Onlar ancak yalan söylerler" (Kehf İS/5),

Allah, ağızdan geveleyerek fetva vermeyi de müslümanlara yasak­lamıştır: "Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak bu helâldir, şu da haramdır demeyiniz, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ere­mezler" (Nahl 16/116). Üzeyir'i ve Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak ifade eden sözT Allah'a iftiradan ve şirk koşmaktan başka bir şey değildir,

4. "Daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar." Ayetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şun­lardır:

a) Ayette geçen cjiulü müdâhaât kelimesi "benzemek" anlamına gelmektedir. Bu mânayı Ferrâ vermiştir. Şemîr de bu fiilin "uymak, tâbi olmak" mânasına geldiğini söylemektedir[46].

Bu mânadan hareket edersek varacağımız netice yahudilerin ve hıristiyanların bu sözlerini geçmişteki kâfirleri taklit ederek söyledikle­ridir. Çünkü onlardan önce inkarcılar, melekleri Allah'ın kızları olarak görüyorlardı: tfıiı "Ey müşrikler! Rabbiniz, erkek çocukları sizin için ayırdı da, kendisi meleklerden kız çocukları mı

edindi?" (İsrâ 17/40). Yahudiler ve hıristiyanlar, müşriklerin bu sözleri­ni değişik bir şekle sokarak taklit ettiler.

b) Önceki kültürün sonraki kültürü taklit anlamında etkilediğini görüyoruz. Arap kültüründeki inanış biçiminde Allah'ın kızları olduğu anlayışı vardı. Bu anlayış önce yahudi inanış biçimini etkiledi, daha son­ra da Yahudiliğin bu inanışı, Hıristiyanlığı etkileyip Allah'ın oğlu inan­cına dönüştürdü. Demek ki şirk, kültürden kültüre kimi zaman kılık de­ğiştirmektedir. Bulaşıcı bir hastalık biçiminde ortaya çıkan şirk, insanlı­ğın manevî hayatının en tehlikeli mikrobu olmuştur. Âyetteki "benzeti­yorlar" ifadesi hem taklidi hem de geçmişin inanç biçiminin etkisini gündeme getirmektedir.

5. "Allah   onları   kahretsin!   Nasıl   da döndürülüyorlar." Arapça'da bir beddua şeklidir. Allah helak, kahr ve
lanet etsin mânasına gelmektedir. Bedduadaki "ölüm" sözcüğü, lanet edilen kimsenin manen ölmüş olmasındandır, Yahudi ve hıristiyanlann Üzeyir ve Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak görmelerinden dolayı Allah onlara beddua etmektedir.

"Nasıl da döndürülüyorlar?" ifadesinden anlıyoruz ki, onlar yanlış bir inanış biçiminin etkisinde kalıp hak inanıştan döndürül­mektedirler. Döndürülen insanların, düşünce bağımsızlığı yok demektir. İradesi elinden alınmış kimse kimliksiz hale getirilmiş, başkalarının tut­sağı haline getirilmiş demektir. "Başkaları" ifadesiyle şeytan ve diğer insanlar kastedilmektedir. İnsanların her zaman etki altında kalıp döndü­rülecekleri ihtimali hiçbir zaman din bilginleri tarafından göz ardı edil­memelidir Bu insanlar şirk gibi en çirkin iftirayı Allaha isnat edecek kadar dön dürü leb i İm işlerdir.

6. "Yahudiler Allah 'ı bırakıp bilginlerini, Hıristiyanlar da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler." "Hz. Üzeyir ve Hz, isa'nın Allah'ın oğludur' gibi ağır bir söz ve şirk yetmemiş gibi, yahudiler "ahbâr" denen bilginle­ri rab edindiler. Buradaki rab, tanrı anlamına gelmektedir. Yahudiler bu bilginlere Allah'a tapar gibi taptılar. Allah'ın hükümlerini bırakarak o bilginlerin kişisel görüşlerine inandılar. Allah'ın emirleriyle onların gö­rüşleri çatıştığında bilginlerin görüşlerini tercih ettiler.

Bilginlerini, Allah'ın emirlerini öğrenip anlatan bir kişi olarak görme yerine, dinde Allah gibi hükümler veren varlıklar olarak gördüler, inandılar. Allah, h iri stiy ani arın da aynı tarzda rahiplerini rab edindikleri­ni hatta Hz. İsa'yı da rab edindiklerini bize nakletmektedir. Allah onların yaptıklarını bize niçin anlatıyor? Müslümanların da aynı duruma düşme ihtimali vardır, bu ihtimali ortadan kaldırıp müslümanları eğitmek için bu ayrıntıları vermiştir.

Müslümanlar da âyetle hadis çatıştığında hadisi, âyet ile ictihad ça­tıştığında içtihadı alabilirler, Beşerin fetvasını Kur'ân'ın önüne geçirebi­lirler, hatta geçirmektedirler. Öyle ki bunları fıkıh usulü kitaplarında bile görmek mümkündür. "Mezhebin nedir" diye sorulunca Kur'ân yerine bir mezhebin adını verebilirler. Din adına halka âlimlerin görüşünü verebi­lirler. Bunun ne anlama geldiği yahudilerin ve hıristiyanların yaptıkları örnek verilerek anlatılmaktadır.

Bu âyet tarihî bir olguyu anlatmak yerine müslümanları eğitmeyi hedef almaktadır. Hucurât sûresinin birinci âyetinde yer alan Allah'ın ve Peygamberi'nin önüne geçmeme emri de bunu anlatmaktadır. Bu âyette âlimlerin görüşlerini veya kendi görüşlerini Allah'ın vahyi önünde tut­manın vahametine işaret edilmektedir.

Bir âlimi nasıl rab ediniriz? Bu sorunun cevabını şu hadisle verebi­liriz: "Adî b. Hatim: Boynumda altından bir haç bulunduğu halde Hz. Peygamberdin huzuruna vardığımda şöyle buyurdu: 'Bu da ne oluyor ey Adî? Şu putu üzerinden at!" Hz. Peygamber'i Tevbe sûresinin, "Onlar Allah'ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler" âyetini okurken dinledim. Hz. Peygamber'e, 'Onlar bunlara ibadet etmiyorlardı1 dedim. Hz. Peygamber buyurdu ki: 'Allah'ın helâl kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?1 Ben de 'evet1 de­dim. 'İşte bu onlara ibadettir* buyurdu" [47]

Al-i İmrân sûresinin 64. âyetinde, "Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimimizi rabler edinmeyelim" ilkesine çağrılmaktadır. Müslüman da olsa geçmişteki, ya da yaşamakta olan bir âlimi veya âlimleri rabler edindiğimizin farkında değiliz. Masum bir anlayışla, onlara saygı gösterdiğimizi söyleyerek davranışlarımızı aklî-leştiriyoruz. Bunun sınırını kaçırıp şirke düşüyoruz.

Allah'tan başkasının rab edinilmesi anlamı verilen ve Kurân'da pek çok âyette zikredilen ifadesi, "Allah'ın daha aşağı mertebesinde", "O'nun altında" anlamına da gelir. Çünkü sözü edilen müşrik gruplar ve kitap ehlinden küfür içindeki insanlar Allah'a inanmaktadırlar. Yaptıkları yanlışlık ise başka varlıkları Allah'a ortak ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı" ifadesi "Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir" ifadesi bu grupların, tek ilâha ibadetle yükümlü tutulmalarına rağmen şirke düştüklerini göstermektedir. Şirk ortaklık anlamına geldiği için *üı üjS ifadesi, "Allah'ı bırakmak" veya "Alla'tan başkası" anlamından ziyade Allah'a ortak koşanların ortaklarından söz eden âyetlerde dûn kelimesinin altında, aşağı anlamından hareketle "Allah'ın daha aşağı mertebesinde" şeklinde anlamlandırılmalıdır. Çünkü şirkte mutlak inkar değil, ortaklık söz konusudur. Ortakların zirvesine de Allah yerleştirilmiştir.

7. "Halbuki onlara sadece tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır,"

a) Yahudiler ve hıristiyanlar Allah'tan başkasına kulluk etmemele­ri konusunda uyarılmışlardı. Bunun anlamı, bilinçli olarak şirk koşmuş olmalarıdır.    Bilgilendirilmelerine    rağmen    şirk    koşmuş    olmaları affedilmez bir hatadır.

b) Allah'tan başka hiçbir varlığa tanrılık sıfatı verilemez. Bu ilke bütün peygamberlerin kutsal kitabında ve ilâhî Öğretilerde yer almıştır. Evrensel nitelik taşıyan tevhid inancı, yahudiler ve hıristiyanlar tarafın­dan tahrif edilmiştir.

c) Onların tanrılık verdikleri varlıklardan ve Allah'a atfettikleri "çocuk edindi" inancından Allah'ın uzak olduğu ilân edilmektedir. Sübhân burada "uzak" anlamına gelmektedir. Tevhid inancını ayakta tutan en güçlü sıfatlardan biri sübhândır. Allah âyetin sonunda tevhid inancının eğitimini yapmaktadır. 30. âyette başlayan şirk koşma çeşitleri 31- âyetin sonuna kadar devam etti. Öncelikle yahudilerin ve hıristiyanlann nasıl şirke düştükleri anlatıldı, oradan şirk hastalığının nasıl tedavi edileceğine geçildi. İnsanın insanı tanrılaştırması anlatılırken, kültürlerin, inançların birbirini etkilemesine dikkat çekildi ve bu etkilemede taklidin rolü gözler önüne serildi.[48]

 

Allah'ın Nuru Sönmez:

 

52. Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah ise kâfirler hoşlanmasa da nurunu tamamlamak-tan asla vazgeçmez.

33. Allah, müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün din­lere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderendir.

Bu âyetler açıklanırken birbirini tamamlar nitelikte oldukları göz önünde tutulacaktır.

1. ''Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar," Buradaki nur neyi ifade etmektedir? İbn Abbas Allah'ın dini, Beydâvî tevhid inancına işaret eden delili, Kur'ân ve Hz. Peygamberin nübüvveti, Nesefı Hz. Peygamber'in nübüvveti, Hâzin Allah'ın dini, Râzî Hz. Muhammed'in peygamberliğinin hak olduğunu gösteren delillerdir; Kurtubî Allah'ın birliğine işaret eden delil ve belge­ler, İslâm mânasını vermişlerdir.

Âlimlerin söylediklerinin hepsi doğru olabilir, ancak Kur'ân'da "nur" olarak nitelendirilen şeyin Kur'ân olduğu açıktır. Şûra sûresinin 52. âyetinde "Fakat biz Kur'ân'ı bir nur kıldık ' ifadesi yer almaktadır. İslâm'ı din yapan, Hz. Peygamber'in nübüvvetini belirleyen Kur'ân'dır. Tevhid inancını insanlığa duyuran, öğreten gene Kur'ân'dır. Demek ki âlimlerin söylediklerinin özüne gidersek orada Kur'ân'ı bul­mak mümkündür.

Âyetin bu kısmında yer alan "ağızlar" anlamındaki eiyî efvâh ke­limesinin tekili ay fevhdir. Buradaki "ağız" kavramı biyolojik anlamda insanın ağzı anlamına geldiği gibi, yazı üreten ve İslâm hakkında düş­manca fikirler yayan her ağız bu kavramın kapsamına girer. Kalemin ağzı, basının sütunları, görüntüleri de bunun içine girmektedir. Âyette "ağızlar" şeklinde çoğul gelmesinin de ilginç bir yönü vardır. O devirde ağızlar sadece insanların kendi ağızları idi, ama şimdi ağızlar hem çeşit lendi hem de arttı. Basın teknolojisi dünyayı küçülttü, böylece uzaklar­dan çıkan sesler olduğu yerde kalmıyor, çok uzaklara dünyanın Öbür tarafına ulaşabiliyor.

Günümüzde dünya ağzını açmış üfürmektedir. Tabii buradaki ağız kavramından kasıt beyindir. Ağızdan çıkan söz ve fikirleri beyin idare etmektedir. "Parçayı anarak bütünü kastetmek" kaidesine dayanarak ağzın akıl ve gönlü ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Âyette yutfîu olarak geçen fiilin kökü «Â'tfaJı et-tâfîedir. "Ateşin sönmesi, alevinin gitmesi", göz ile kullanılınca "görmesinin yok olması;

neşesinin, güzelliğinin, şevkinin gitmesi; ölmek" anlamına gelmektedir.

Demek ki kâfir ve müşrikler bu âyetten önceki âyete göre mâna verirsek Üzeyir'i ve Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu diyen bilginlerini, rahiple­rini ve Meryem oğlu Mesih'i rabter edinen yahudi ve hıristiyan müşrik-leri, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istemişler ve isteyeceklerdir. Dikkat edilirse âyetin ilk kelimesi "istiyorlar" fiilidir. Bunlar İslâm'ın düşmanı olan müşrik ve kâfirlerdir. Onlar Allah'ın nurunu söndürmek istiyor; Allah bunu onlara istetmektedir. Allah kendi nurunu söndürtmek istemez. Demek ki buradaki söndürme isteğinde ilâhî müdahale yoktur. İnsan bunu kendisi istiyor.

Netice olarak diyebiliriz ki Allah'ın nuru (Kur'ân) güneş olarak düşünüldüğünde, üfürmekle güneş söner mi? Onların isteği de bu şekilde sonuçsuz kalacak ve üfürerek güneşi söndürmek isteyen kişinin davranı­şı gibi gülünç olmaktan öteye geçemeyecektir.

2. ''Halbuki kâfirler hoşlanmasa da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez. " Ayetin bu kısmında geçen jl ye'bâ fiili "yüz çevirmek, çekinmek, uygun görmemek, imtihan etmek, geri durmak" anlamına gelmektedir, O zaman âyetteki mânası "Allah uygun görmüyor, sadece nurunu tamamlamak istiyor" şeklinde olmaktadır.

Başka bir mâna ile Allah nurunu tamamlamak için ısrar ediyor. "Tamamlamak" kelimesi farklı biçimlerde açıklanabilir, Kur'ân'ın indiği dönemi göz önüne alırsak Kur'ân'ın inişini tamamlamak, Allah'ın vah­yini tamamlaması anlamını ifade etmekte, ama günümüzde düşünürsek Kur'ân'ın yayılışını kastetmektedir.

Kur'ân'ın nuru, ya da nur denen KurTân elden ele, gönülden gönüle, kitaptan kitaba aktarılıp kıyamete kadar görevini tamamlayacak­tır. Bu nuru söndürmeye çalışanlar ona sözleriyle, yazılarıyla, düzenle-riyle, entrikalanyla, eylemleriyle engel olmaya kalkanlar, istemeseler bile bu ışık sönmeyecektir.

Böylece âyette kâfirlerin istemesi ve kerih görmeleri ile Allah'ın iradesi bir araya gelmektedir. Onların söndürmek istekteri bir tarafta, Allah'ın nurunu tamamlamak isteği diğer taraftadır. Hangi iradenin üs­tün geleceğini düşünürsek kâfirlerin kaybedeceği kesindir.

3. "Allah, müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderendir." Bu âyet 32. âyete soracağımız şu sorunun cevabını vermektedir: Allah nurunu nasıl tamamlayacak? Peygamber'iyle gönderdiği hidayet ve hak din ile. Şimdi burada açıklanması gereken iki kavram var: Birisi "hidayet" diğe­ri de "hak dirTdir,

a) Hidâyet kavramına İbn Abbas Kur'ân ve iman, Nesefî Kur'ân Hâzin Kur'ân, Kurtubî hakkı bâtıldan ayıran furkân, Râzî delil ve muci­zeler, Elmahlı Hamdi Yazir da rehber anlamına geldiğini açıklamaktadır. Bize göre Râzî'nin görüşü doğru olmakla beraber Kur'ân demekte de yarar vardır. Yol gösteren, doğru yolu belirleyen Kur'ân'dır.

b) Hak din. Bu kavram hak olmayan dinlerin olduğuna da işaret etmektedir. Al-i İmrân sûresinin 19. âyetine göre Allah katında benim­ senen İslâm dini hak dindir. Yani Allah'ın kabul ettiği ve başka bir din aramasını yasakladığı İslâm dini (Al-i İmrân 3/85).

Buradaki hak din kavramını 30-31. âyetlerle ilişkili olarak açıklar­sak bunun, Allah'ın oğlu olduğunu ileri süren anlayışın insanın insanı rab edinen inancın olmadığı, sadece Allah'a teslim olmayı emreden din anlamına gelen bir kavram olduğu anlaşılır. Yani insan düşüncesi gir­memiş, şirk bulaşmamış, değişime uğramamış Allah'tan gelen vahye dayanan din anlamına gelmektedir.

c) "Dinini bütün dinlere üstün kılmak için... " Bu ifadeden anlıyoruz ki inançlar arasında tarihte amansız mücadeleler ol­muştur. Günümüzde de olmaktadır. Savaşlar tarihini yönlendiren dina­miklerden biri ve en önde geleni din olmuştur. Daha sonraları mezhepler de bu sebepler arasına girmiştir. Aynı dîne mensup olan ve hatta aynı toplumda yaşayanların çatışmasında çoğu zaman mezhepler rol oyna­mıştır.

İşte Allah, içine şirk karışmış veya tamamen beşerî kaynaklı olan dinlerle hak dinin mücadele içinde olduğunu burada gündeme getirmek­tedir. Bu yorumla her iki âyeti sûrenin başındaki berâe ve ezan kelime­lerine bağlamış olduk. Sûrenin başında berae kelimesi "ihtar, ültimatom, nota", ezan da "bildiri" olarak mânalandırılmıştı. Söz konusu bildiride yer alan maddelerden ikisi de bu âyetlerdir.

Başka bir ifade ile kafir ve müşriklerin istek ve görüşlerine bak­maksızın Allah nurunu tamamlayacak ve dinini üstün kılacaktır. Görül­düğü gibi Hz. Peygamber'in görevlerinden biri, bu ilâh! notayı yerine

getirmektir. Dinler arası çatışmanın zaferini elde etmek için Kur'ân ve hak dinin ilkeleriyle hareket etmek gerekiyor.

Hz. Peygamber vefat ettiğine göre bu işi âlimler yapacak, dini in­sanlığa anlatacak, tebliğ edecek ve böylece küfrün ve şirkin din haline gelmesini önleyeceklerdir. Kur'ân'ın içinde var olan ilâhî amaç, din adı­na şöyle giyinmek ve şu kalıplarla ibadet etmekten öte, şirk ve inkâr ile mücadele etmektir. Şirk ve inkârın alanının genişlemesi, bu ibadetlerin veya giyim şekillerinin de ortadan kaldırması anlamına gelmektedir.

Allah müşrik ve kâfilerle, onların istek ve görüşlerinin tersine bile olsa nurunu tamamlayacağı ve dinini üstün kılacağı notasını verdiğine göre, ilâhî iradenin tecelli etmesi için müslümanlara düşen akıl ve gönül faaliyetlerini gerçekleştirmektir. Bu faaliyete katılmak: "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O'da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz" (Muhammed 47/7) fermanını hayata geçirmektir. Bu mücadele önce dini tam öğren mek ve öğrenilen dini insanlara duyurmak ve eğitimini yapmaktır.

Bu faaliyeti yaparken maddî bir karşılık beklememek de bunun en önemli metotlarından biridir. Şuarâ sûresi incelenirse peygamberlerin şu sözü görülecektir: "Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir" (Şuarâ 26/164), Diğer taraftan, "Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere (peygamberle-re) tâbi olunuz, çünkü onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir" buyurulmaktadır (Yâsîn 36/21).

Bundan anlıyoruz ki dini tebliğ etmek para karşılığı yapılamaz. Bu hem ADah'ın emri hem de peygamberlerin sünnetidir. Sadece Allah rıza­sı için yapılan dinî faaliyetin bir etkinliği olacaktır. O zaman Allah'ın nuru ışımaya devam edecek hak din, diğerlerine üstün gelecektir. İlâhî mesaj maddî çıkar peşinde koşanlarla dost olmaz, o katıksız bir sevgi ister. Sevginin gönülden çıkıp dal budak salarak ilâhî mesajı ilâhî rıza için uzaklara taşımak ister. O seven bir gönül ister.[49]

 

Kotu Bir Örnek:

 

34.Ey iman edenleri Hahamlardan ve rahiplerden bir­ çoğu insanların mallarım haksız yollardan yerler ve Al­
lah'ın yolundan çevirirler. Altın ve gümüşü yığıp da on­ları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara
elem verici bir azabı müjdele!

35.O gün cehennem ateşind   bunların üzeri kızdırhp pul pul dökülür; bunlarla onların alınları, yanları ve
sırtları dağlanır ve (onlara denilir ki): İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir Artık yığdığınız şeylerin
(azabını) tadınız.

Bu âyetlerin analizinden çıkarılacak neticeler şunlardır. Bilinmeli­dir ki Allah» yahudi ve hıristiyan din adamlarını örnek getirerek, müslüman ve özellikle müslüman din bilginlerine bir uyarıda bulunmak­tadır:

1. "Ey iman edenler/ Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve Allah 'm yolun­dan çevirirler." Bu âyette din adamlarının yanlışına yani yahudi din adamları ile hıristiyan rahiplerinin iki önemli büyük hatasına dikkat çe­kilmektedir: Halkın mallarını haksız yere yemek ve Allah yolundan alı­koymak. Öyle anlaşılıyor ki Ortaçağ'da kilisenin hıristiyan halkın elin­deki mallan alıp toprak ağası haline gelmesi, altın ve gümüşü biriktirip halkı sömürmesi olgusu Allah tarafından burada gündeme getirilmekte­dir. O dönemdeki ekonomik gücü haham ve rahipler vasıtasıyla kilise elinde bulunduruyordu. Bu korkunç malî gücü İslâm nuru doğduktan sonra, onun ışığını söndürmek için kullanmaya başladılar.

Günümüzde de kilise, Batı ekonomisinde büyük bir güçtür. Bu gü­cü film sektörüne destek vererek hıristiyanî değerlerini ihraç etmek için kullanmakta, medyanın büyük bir kesimini elinde bulundurmakta, diğer kesiminde de etkin durumdadır. Bu malî gücünü yoğun misyonerlik faa­liyetlerine harcamakta, müslümanları Allah'ın yolundan çevirerek Hıris-tiyanlaştırmaya çalışmaktadır.

Batı dünyasında kilise siyasetin içindedir. Batı dünyası laik değil­dir, çünkü siyaseti etkileyen kilisedir. Kilisenin ön görmediği bir şeyin kararım alamaz. Başka bir ifade ile alman siyasi kararlar kilisenin Ön gördüğüne ters düşemez.

Allah, Kur'ân'ı gönderdiği o dönemden bugüne ışık tutmakta, bü­yük malî güce sahip olan hıristiyan din adamlarının, Allah yolundan insanları çevirmek için bu gücü nasıl kullandıklarını ve kullanacaklarını bir ihtar şeklinde anlatmaktadır.

Allah ile kul arasına giren bu din adamları, Allah ile kul arasında kimsenin giremeyeceğini öngören İslâm'ın ışığını söndürmek için elle­rinden geleni elbette yapacaklardır. Maddî güçlerini bu yolda harcaya­caklardır. Bu durum daha önce de Hz. MÛsâ zamanında olmuştu. Fira­vun ve yakınları servetlerini, Allah'ın nurunu engellemek, insanları on­dan alıkoymak için harcıyorlardı (Yûnus 10/88). Allah, haham ve rahiplerin durumunu anlatırken, müslümanları da servet edinip, onu İslâm'ın nurunu uzaklara ulaştırmaları için uyanda bulunmaktadır. Servetini birleştirip Kur'ân'ın nurunu söndürmeye çalı­şanlara karşı benzer faaliyetlerle karşılık vermek müslümanm boynunun borcudur.

2. "Altın ve gümüşü yığıp da onları Aîiah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!" Âyetin bu bölümünde ise servet biriktirip Allah yolunda harcamamanın cezasına değinilmektedir. Allah vellezîne ifadesi ile, bundan sonraki hükmünü genelleştir­mektedir. Sadece hahamlar ve rahipler değil bütün müslümanları ve ki­tap ehlini içine alan bir ifade kullanmakta, onları muhatap almakta, Özel­den genele giden bir metotla bunu gerçekleştirmekte ve hahamlar ile rahipler örneğinden hareket ederek müslümanlara uyanda bulunmakta­dır.

Mal biriktirilecektir ama yüce idealler, değerler dediğimiz Allah'ın yoluna harcanacaktır. O yolu tıkatan fikirler, faaliyetler ve teşkilâtlanma­ları ortadan kaldırmanın ve o yolu devamlı açık tutmanın, insanlan oraya çağırmanın uğruna harcanacaktır. Altın ve gümüşü, yani malî gücünü bu yolda hareamayanlara elem veren bir azabın müjdelenmesi emredilmek-tedir.

 3. "O gün cehennem aîeşinâ bunların üzeri kızdırhp pul pul dökülür; bunlarla onların alınları, yanları ve sırtlan dağlanır ve (onlara denilir ki): İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığdığınız şeylerin (azabını) tadınız." Bu elim azap nedir? Yorumunu yapmakta olduğumuz 35. âyette bu husus açıklanmaktadır. Biriktirilen servetin altın ve gümüşleri cehennem ateşinde kızdırılacak, onunla onların alınları, yanlan ve sırtları dağlanacak ve onlara ayrıca yığdığınız şeylerin azabını tadın denecektir. Zikredilen üç organ aslında bütün vücudu ifade etmektedir.

Hahamlar ve rahipler mallarını biriktirip Allah yolundan alıkoy­mak için harcarken, Müslümanların, mallarını helâlinden biriktirip Allah yoluna davet için kullanması gerekir. Allah'ın burada uygulayacağı cezayı açıklarken müsJümanı yanlış­tan caydırmak amacını gütmektedir. Allah yolunda harcama yapmayan müslümanın, ibadet yapma fırsatı elinden alınır.

Mal yığmak konusunda pek çok hadis rivayet edilmiş ve bunun kötülüğü üzerinde durulmuştur[50]. Bu hadislerin doğruluğu araştırılıp ortaya çıkarıl­madan burada nakletmeyi uygun bulmuyoruz. Bu hadislere bakılırsa, miras hukuku diye bir kavram Kur'ân'da olmamalıdır. Miras âyetlerine bakarsak meşru yollardan kazanılmış zekâtı, sadakası ve infakı yapılmış malı biriktirmek meşrudur.

Ayette geçen, "İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir" ifade­sinden dolayı mal edinmenin, servet biriktirmenin haram olduğu fetvası-m vermek doğru değildir. Biriktirilen malın zekâtı, sadakası verilmiyor, Allah yolunda İnfakı yapılmıyorsa bu tehlikeli ve haramdır.

Hiç kimse mal biriktirmeyecekse zekât sadaka nasıl verilecek, in-fak nasıl yapılacaktır? Aslında bu konuyu Kur'ân'a bırakmak gerekir: "Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarım ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar" (Nahl 16/71).

Bu âyetten, Allah'ın insanları ekonomik bakımından farklı farklı kıldığı anlaşılır. Zaten herkesin eşit seviyede ekonomik gücü olsaydı, çalıştırılacak insan bulunamazdı. Birisi işveren diğeri işçi olacaktır. Mal biriktirmeden yatırım nasıl yapılır? Önemli olan işçinin hakkını vermek, artakalan değeri de Allah yolunda faydalı işlere sarfetmektir.

Aksi takdirde Zuhraf sûresinin 32. âyetinde geçen istihdam konusu gerçekleşemezdi: rahmetini onlar mı paylaşıyorlar? Dünya hayatında onların geçimlilik­lerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerini, istihdam edebilmeleri (iş gördürmeleri) için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. "

Öyle anlaşılıyor ki Allah birinin işveren, diğerinin de işçi olması ve üretimin gerçekleşmesi için ekonomik yönden insanları birbirinden derece bakımından üstün kılmıştır. Bu durum insanların zekâ bakımın­dan birbirinden üstün olmasına benzemektedir. Herkesin dahil olduğu toplumda kimse kimseye boyun eğmez, kimse kimsenin üstünlüğünü kabullenmez. Böylece sosyal yaşamın dengesi bozulur. Aynı şekilde herkesin büyük servete sahip olduğu yerde, üretim durur ve ekonomik hayat iflâs eder.

Netice olarak diyebiliriz ki servet olacak ki miras olsun, zekât ve­rilsin, infak yapılsın. Servet olacak ki Allah yolunda harcansın, eğitime, sağlığa, sosyal hizmetlere harcansın; dinin tebliğinde sarfedilsin. Ama servetin ne olmaması gerektiği Haşr sûresinin yedinci âyetinde şöyle açıklanmaktadır: "Böylece o matlar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. " İşte bu âyet, ser­veti, toplumun sadece zengin kesiminin elinde dolaşan ve fakirlerine ulaştırılmayan bir değer haline getirmemenin gerekliliği konusuna dikkat çekmektedir.[51]

 

Saldırmazlık Paktı:

 

36. Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Al­lak katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte Allah'ın eskimeyen yasası budur, O aylar içinde kendinize zulmetmeyiniz ve müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşınız ve biliniz ki Allah muttakilerle be­raberdir.

Ayetten çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Allah katında ayların sayısı on ikidir." Ayetin bu kısmında geçen fî-kitâbillâh ifadesini "yazgısına göre, koyduğu ölçüye, takdirine, kararlaş tırdığına göre" şeklinde mânalandırmak mümkündür. Demek ki Allah önce zamanı yarattı. Sonra gökleri ve yeri yaratırken yerde hayat sürecek olanlar için gökteki ay sistemine göre ayların on iki olduğunu takdir etti. Bu takdirle göklerin ve yerin yaratılışı eş zamanlı olduğu ortaya çıkmak­tadır. Daha önce Bakara sûresinin 165, âyetinde ayın safhalarının sorul­duğu ve onun insanlar için vakit ölçüleri olduğu gündeme getirilmişti. Ayrıca bu safhaların, haccın vakitlerini de bildiren ölçü olduğu da vur­gulanmıştı.

Hem bu hem de Bakara sûresinin 165, âyetine göre senenin on iki ayı, güneş sistemine göre değil de ay sistemine göre yapıldığı anlaşıl­maktadır. Güneş yılının mevsimleri içinde tedricen yılda on günlük bir farkla ilerleyerek dolasan bu sistem, ay takviminin aylandır. Meselâ Ramazan ayının başlamasının tesbiti ay ölçeğine göre yapılırken, günlük orucun ve beş vakit namazın tesbiti güneş ölçeğine göre yapılmaktadır. Haccın tesbiti de ay ölçeğine göre belirlenmektedir. Allah'ın on iki ay kavramım burada gündeme getirmesinin sebebi, ayları, gökleri ve yeri eş zamanlı olarak yarattığını öğretmekten ziyade esasen âyetin devamında gelen haram ayların öğretisini yapmaktır.

2. "Bunlardan dördü haram aylardır.

İşte   Allah'ın   eskimeyen   yasası   budur."   Haram   aylarından   kasıt

saldırmazlık örfünün geçerli olduğu aylardır. Bu örf İslâm öncesi Arap ları'nda vardı. Kur'ân bunu hukuk haline getirmiştir. Söz konusu aylara Muhammed Esed'İn yorumuyla "saldırmazlık paktı" demeyi uygun bul­duk. Allah'ın bu örfü hukuki aştırmasın in sebebi ne olabilir?

a) Allah, savaşların uzun sürmesini istemediği için, senenin dört ayını "saldırmazlık paktı" haline getirdi. Bu aylarda savaş yapılamaya­cağı için savaşların uzun sürmemesi anlayışı ortaya çıkmaktadır. Çünkü
savaşın mutlulukları yok eden, medeniyetleri yıkan ve kültürleri tahrip eden bir yönü vardır.

b) Saldırmazlık paktına uymak suretiyle, ticarî etkinlikleri devam ettirmek mümkündür. Yıl boyu savaşın devam ettiğini düşünürsek, ticarî hayat çöker ve ekonominin ayakta durması mümkün olmaz. Devletlera­
rası ilişkilerin yürümesi, ticaretin devam etmesi saldırmazlık paktıyla mümkündür.

c) Haram aylarda savaşmamak için Bakara sûresinin 217. Âyetinde şu hüküm konmuştu: "Sana haram ayda savaş yapmayı sorarlar. De ki: O ayda savaş yapmak büyük gü­nahtır." Allah'ın koyduğu saldırmazlık paktım çiğneyip o anlarda sa­vaşmak büyük günahlardan sayılmaktadır.

Hz. Peygamber Veda hutbesinde saldırmazlık paktı denen haram aylan gündeme getirmiştir: "Bir sene on iki aydır, bunlardan dördü ha­ram olan aylardır. Üçü ardarda gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharremdir, biri de Mudar kabilesinin recebidir. O da Cemâziyelâhir ile şabanın ara­sındadır"[52].

3. "Allah'ın eskimeyen yasası budur." Ayetin bu kısmında geçen dîn kelimesini "kanun, yasa" anlamında almak gerekir. Kayyım da "doğru, değişmeyen1' mânasını ifade eder. ed-Dînü'1-kayyim "sağlam din" mânasına gelmektedir. Bu ifadeye "değişmeyen yasa" emânası da uygun düşmektedir. Böylece haram aylar dediğimiz saldırmazlık paktı evrensel boyutu ile insanlık hukukunda, siyasetinde ve sosyal hayatında yerini almış oidu.

İbadet ve ticaretin güvenlik içinde yapılması için barışa ihtiyaç vardır. Savaşın ağır yükü, tahribatı altında ezilmemek için senenin belli aylarını asla değişmeyecek bir şekilde saldırmazlık paktı olarak ilân et­mek insanlık İçin faydalıdır, Allah buna "eskimeyen yasa" adını vermek­tedir. Aym şekilde Rûm sûresinin 30, âyetinde eğitim adına da "eskime­yen bir yasa" koymuştur. Allah'tan başkasına tapınmamak da (Yûsuf 12/40) eskimeyen bir yasadır,

4. "Kendi­nize zulmetmeyiniz. Müşrikler sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara topyekün savaşınız." Âyetin bu kısmında yer alan  rîhinııe zamiri haram aylara gitmektedir.

Haram aylarda Allah savaşmayı yasaklamıştır. Aylan yerinden kaydırmak suretiyle savaşmak büyük günahtır. Çünkü o ayda insanlar kendilerim güvende hissedecekleri için rahatça dolaşıp ticaret yapacak­lardır. Güvenlik ayını güvensiz hale getirmek bir zulümdür. Bu aylarda savaş yasak olduğu için güvenlik içinde müslümanlar hac ibadetlerini yapacaklardır.

Ayların yerini değiştirmek, ya da bu aylarda yasaklanan şeyleri yapmak, yapılması gerekenleri yaptırmamak aslında insanın kendi ken­dine de bir zulmüdür. Müslümana yakışan Allah'ın hükmünü yerli yeri­ne koyup adaleti sağlamaktır, Allah'ın hükmünü yerli yerine koymamak bir zulümdür. Hükmü yerine getirmeyen kişit başkasına değil kendine zulmetmiş olur.

Eğer haram aylarda müşrikler toplu halde müslümanlara saldırır-larsa, müslümanlar elleri bağlı bir şekilde durup bekleyecekler mi? Müş­rik ordusu herhangi bir tepki görmeden onları öldürecek midir? Bu du­rumda müslümanlar kendi kendilerine zulmetmiş olmazlar mı? Müslü­manların Allah'ın yasak aylarında günah işlemeleri mümkün olmayaca­ğına göre niçin kendilerine zulmetmiş olsunlar?

Haram aylarda müşrikler müslümanlara toplu halde savaş açarlar­sa, müslümanlar da toplu halde karşılık vereceklerdir. "Durun, haram aylardayız; haram aylarda savaşmak büyük günahtır, saldırmazlık paktı­nı  çiğniyorsunuz"  demenin  bir  faydası  olmaz..  Eğer  müşrik  tarafı

saldırmazlık paktını çiğneyip saldırıyorsa, müslümanlar da onlara toplu halde karşılık vermek durumundadır.

5. "Biliniz ki Allah sakınanlarla beraber­dir. " Ayette geçen muttaki kavramı "saldırmazlık paktının geçerli ol­duğu haram aylarda, bir günah işlemekten sakınan" anlamına gelmekte­dir. Böylece Allah takvanın anlamına yeni bir anlam getirmektedir. Al­lah'ın haram aylarına riayet edip, o aylarda barışı bozmamak takvadan­dır. Allah takva eylemini gerçekleştirenlerle beraberliğini ilân etmekte dir. İnsanlar nerede olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir (Hadîd 57/4; Mücâdele 58/7), Buradaki beraberlik, düşmana karşı yüksek değer­leri korumak, barışı muhafaza etmek, inanç ve ibadet özgürlüğünü sağ­lamak için mücadele verenlere destek ve yardım niteliğindeki bir bera­berliktir.

Demek ki savaşta önemli olan haklı taraf olmak ve dolayısıyla Al­lah'ın yardımını yanına almaktır. Madem ki Allah savaşta haklı olan tarafı destekliyor, müslümanlar da haklı olan milleti destekleyeceklerdir. Allah'ın sünneti böyle cereyan ediyorsa, o sünneti müslümanlar hayata geçireceklerdir. Meselâ müslümanların haksız olduğu yerde, belki Allah müşrik orduya yardım etmeyecektir, ama müslüman tarafa da yardım etmeyecektir.[53]

 

Nesi' Yapmak:

 

37. Haram ayım başka bir aya ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir. İnkâr edenler onunla saptırılır. O haram ayım bir yıl helâl sayarlar, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığının sayısını denk getirip, Allah'ın haram kıldığını helâl yapsınlar. Yaptıkları işin kötülü­ğü, kendilerine süslü gösterildi. Allah kâfirler toplumu­na yol göstermez.

Enfâl sûresinin devamı durumundaki Tevbe sûresinde sosyal haya­tın kaçınılmazlarından olan savaş konusu hükme bağlanmaktadır. Mu­harrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce ayları Arap toplumunda İslâm öncesi saldırmazlık örfü haline getirilmişti.

Kur'ân bu Örfü aynen alıp Kur'ân'ın savaş konusundaki hukukun bir parçası haline getirdi. Kur'ân İslâm öncesi Araplar'ın kültürünü nasıl değerlendirmiştir? Kur'ân geldiği/gireceği farklı kültürlere İslâm'ın ba­kış açısını belirlerken üç önemli ilke kazandırmaktadır.

a) O kültürün içinde yer alan bir müesseseyi alır ve onun dinen meşruluğunu tesbit eder. Meselâ Kur'ân Arap dilini almış, ilâhî vahiy Arapça'nın kelimeleri, cümleleri ve dil bilgisi ile ifade edilmiştir. Arap kültürünün temeli olan dili kendi alt yapısı haline getirmiştir. Arap toplumumun dili, Kur'ân'ın ifadesi için en uygun bir dildir. Kelimelerin doluluğu, mâna ve ifade zenginliği, dil bilgisinin özelliği, bir kelime veya bir cümle ile çok şey ifade etme imkânı ona bu üstünlüğü temin etmektedir.

Diğer taraftan İslâm öncesi Arap toplumunda var olan haram aylar, sütanne ve sütkardeş müesseseleri de aynen alınmıştır. Bu örnekler ço­ğaltılabilir. Nikâh müessesesini de Arap toplumunda olan dört nikâh çeşidinden birini alarak devam ettirmiştir.

b) Arap toplumundaki bazı müesseseler de ayıklanarak alınmıştır. Meselâ zihâr müessesesi bunlardan biridir. İslâm öncesi Arap toplumun­da koca, hanımının sırtını annesinin sırtına benzetirse, o hanım boşanmış
kabul edilirdi. Kur'ân bu müesseseyi aldı ama boş olma örfünü kaldırdı. kocanın iki ay kesintisiz oruç tutma cezasını koydu. Müessese duruyor ama cezasını ya da hukukî boyutunu değiştirdi.

c) Arap toplumunun dinî hayatındaki bazı müesseseleri de tama­men kaldırmıştır, meselâ putperestlik, kâfir olarak Kabe'yi tavaf etmek.

Bu hal din âlimi ve görevlilerine neyi anlatıyor? Bundan sonra İs­lâm'ın gireceği müslüman olmayan toplumların kültürünü değerlendirme metodunu vermektedir. Kültürlerde yer alan her müessese İslâm'a ters düşmeyebilir. Kur'ân*in bu metodunu bilmeyenler, o kültürün tamamını küfür görür ve umulmadık hataların yapılmasına sebep olabilirler.

Haram aylar denen saldırmazlık paktı da doğrudan doğruya alınan müesseselerdendir. Allah 37. âyette hile ile saldırmazlık örfünün üzerin­de oturduğu aylarda yapılan değişimi ele alıp hükme bağlamıştır.

1. "Haram ayını başka bir aya ertelemek küfürde daha ileri gitmektir," Ayette geçen kavramı üzerinde durmak gerekir. İnkâr, yani küfür artar mı? Bazı eylemler inkârı daha arttırır, ileri götürür. Âyette geçen nesi kelimesi, nesee kelimesinden türemiştir. "Tehir etmek, geri bırakmak" anlamına gelmektedir.

Bu anlamda Bakara sûresinin 106. âyetinde geçmektedir: "Biz hır âyeti yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak" ifadesin'deki "unutturmak" bu kelimeden türemiştir. Nesee kelimesi "hayvanı şiddetle sürmek, kovalamak, sütü su ile karıştırmak, birine şuurunu yok eden alkolü içirmek" mânalarına da gelmektedir. Ayrıca bu kelime "alışverişle \eresiye vermek" anlamını ifade etmektedir. "Bir seneye bir ay ilâve etmek, ertesi seneyi bir ay geciktirmek" demektir.

Bunun tersi de düşünülebilir: Birinci seneden bir ay eksiltmek, er­tesi seneyi bir ay erken başlatarak arttırmaktır. Bu açıdan nesî kelimesi­ne bakarsak, bazan arttırmak anlamına gelse de, tehir etmek anlamı daha uygun düşmektedir. Meselâ Muharrem ayını Sefer, Sefer ayı da Muhar­rem ayı sanılarak da bu nesî yapılabilir. Âlimler bu kelimenin "tehir" anlamı üzerinde durmaktadır,

Araplar bu nesî denen tehir işini nasıl yapıyorlardı? Elmalılj Hamdi Yazır özetle bu soruya şu şekilde cevap vermektedir: Araplar İslâm öncesinde ayları kamerî aylar olarak biliyorlardı. Seneyi de kamerî ay senesine göre on iki ay sayıyorlardı. Hz. İbrahim ve İsmail zamanın­dan beri on iki ayın dördünü saldırmazlık paktı dediğimiz haram aylar

olarak kabul ediyorlardı. Bu aylarda savaş yasağına derin bir saygı gös­teriyorlardı. Bu hürmet o kadar ilerideydi ki, biri babasının katiline rast­lama ona el uzatamazdı. Bütün gelirini çapulculuktan, yol kesmekten, savaştaki ganimetlerden elde eden bazı kabilelere bu yasak işi ağır gel­meye başladı.

Gazve yapabilmek için ayların tertibiyle oynamak istediler. On iki aydaki dört aylık yasak zamanını kısaltabilmek için boş zaman koymaya çalışıyorlardı, Haccı istedikleri ayda yaptırmak için, altı ayda birer hafta olmak üzere, yirmi dört ayda, iki senede bir ay kazanmaya çalışarak o seneyi on üç ay hesabı ile uzatıyorlar, on üçüncü senenin sonuna ekliyorlardı. Zilhicceden sonraki ayın Muharrem olması gerekirken, ara­ya sokulan o bir ay yüzünden Muharrem ayı Saferin yerine kaydırılmış oluyordu.

Bütün aylar, bulunması gereken yerlerden bir ay geriye atılmış oluyordu. Bu aya Safer-i âhir adı verildi ve bu işleme de nesî dendi. Tehi re uğrayan Muharrem ayına nesî, o seneye de nesî senesi deniyordu. Böylece haram aylarının peş peşe ayları birbirinden ayrılıyordu. Zaten nesî de bunun için yapılıyordu. İki sene yirmi dört ay olması gerekirken nesî ile yirmi beş aya çıkarılmış oldu, neticede yirmi beş senede bir yıl yenmiş oldu, bu durum şu anlama geliyordu: Yirmi beş senede bir, umre ve hac ibadeti de yok ediliyordu.

Diğer taraftan ilk on iki aylık sene ile onu izleyen on üç aylık nesî senesinde kendi vaktinde yapılan hac, ondan sonra yirmi üç senede ken­di vaktinde yapılmıyor ve haram aylar da yerlerinden oynamış oluyor­lardı.[54] Görüldüğü gibi erteleme denen nesînin olumsuz etkisi, hem saldırmazlık paktını hem de umre ile haccın yapıl­masını etkiliyordu. Bu sebeple Allah ertelemeyi küfürde bir ilâve bir ziyade olarak görmüş, inkâr ile aynı kavram altında birleştirmiştir.

2. "Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah'ın haram kıldı­ğının sayısını bozmak ve O'nun haram kıldığını helâl kılmak için (haram ayını) bir ytl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar."

a) Âyetin bu kısmı, inkâr psikolojisine sahip olanların başkalarının etkisi altında kalıp saptırıldığını ve saptırılacağına işaret etmektedir. Ay­nı zamanda bunu müslümanlara söyleyerek* müslümanlann etkilenip bu
konuda yoldan çıkmamaları gerektiğini de öğütlemektedir.

b)Allah'ın helâl kıldığını haram, haram kıldığını da helâl yapmak küfürdür. Allah'ın hükümleri değiştirilemez. Harama helâl, helâle haram diyecek olanlar ancak kâfirlerdir. Kur'ân Hz. Peygamberin ifadesiyle bu
değişimi gerçekleşmiştir: "Muhakkak ki zaman dönüp dolaşıp Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı ilk günkü şeklini aldı"
[55].

3. "Onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allak kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez" (Tevbe 9/37). Haram aylarla oynanmamasının sebebi, bir ön­ceki bölümde inkâr psikolojisine sahip olmaları şeklinde gösterilmekte­dir.

Demek ki kötü eylemler süslü görülmezse yapılmazlar. Şeytan on­ları insana süslü gösterir ve ardından yapılmasını emreder Kalbi katı­laşmış insanlara şeytan amellerini süsler (En'âm 6/43), müşriklere amel­leri süslenir (En'âm 6/137), batmak üzere olan toplumlara şeytan amelle­rini süsler (Ankebût 29/38), âhirete inanmayana amelleri süslenir (Nemi 27/4), kâfirlere amelleri süslenir (En'âm 6/122).

Görüldüğü gibi kâfir, müşrik ve katı kalpli insanlara amelleri süs­lenmekte ve çoğunlukla da bunu şeytan gerçekleştirmektedir. Bunu in­sanlardan oluşan şeytan yapabileceği gibi cinlerden oluşan şeytan da yapmaktadır. Böylesine küfürde ilâve olacak amelleri üreten kâfirler, Allah'ın hidayetini kaybetmektedirler.

Allah'ın değişmeyen yasası ile uğraşmak, ona müdahalede bulun­mak inkârla eş anlamlı kabul edilmekte, hidayetin kaybedilmesine sebep olmaktadır.[56]

 

Siyası Erkin El Değiştirmesi:

 

38. Ey insanlar, size ne oldu kî; "Allah yolunda topluca savaşa çıkınız!" dendiği zaman yere çakılıp kaldınız? Ahiretîense dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama dün­ya hayatının geçimi, âhiretin yanında pek azdır.

39. Eğer topluca savaşa çıkmazsamz, Allah size acı bir şekilde azap eder ve yerinize sîzden başka bir topluluk

getirir, sizler O'na hiçbir zarar veremezsiniz- Allah, her şeyi yapabilendir

40. Eğer siz Allah'ın elçisine yardım etmezseniz, iyi bi­liniz kiy Allah ona yardım etmişti: Hani iki kişiden biri
olduğu halde, inkâr edenler kendisini (Mekke 'den)  çı­kardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına: 'Ü-
züime Allah bizimle beraberdir'! diyordu. Bunun üzeri­ne Allah ona sükûnet indirmiş ve kendisini sizin görme­
diğiniz ordularla desteklemişti de inanmayanların sö­zünü alçallmıştt. Yüce olan yalnız Allah'ın sözüdür. Al­
lah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.

41.Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak mutlaka seferber olunuz   ve  Allah  yolunda   mallarınızla,   canlarınızla
cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlı­dır.

Öncelikle âyetlerin iniş sebebini açıklamaya çalışalım.

1. Tebük seferi. Tevbe sûresinin bundan sonraki âyetleri, Tebük seferini anlatır ve bu seferin getirdiği sebep ve sonuçlan açıklar. Hicrî 9. yılda yapılan Tebük seferinin ana sebebi olarak şu husus gündeme geti­rilmiştir: Ebû Amr tarafından kışkırtılan Bizanslılar'ın Medine'ye doğru

yürüyüp müslümanları yok etmek ve İslâm'ın Arabistan yarımadasında yayılmasını önlemek için, yarımadanın sınır boylarında kuvvet topla­makta oldukları haberi Hz. Peygamber'e ulaşmıştı. Bir keşiş olan Ebû Amr, Hazrec kabilesinin önde gelenlerinden biri olmakla beraber kendi hemşehrileri ve Suriye hıristiyanlan arasında ün satmsş bir kimsedir. Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye göç etmesinden sonra daima Mek-keli müşriklerle temas halinde idi. Hatta onlarla ittifakta bulunarak, Uhud Savaşanda onları desteledi. Uhud Savaşı'ndan sonra Suriye'ye göçüp, Bizans İmparatoru Herakleios'u, müslümanları bir daha topar­lanmamak üzere Medine'yi istilâ etmesi için kışkırtmaya ve ikna etmeye çalıştı. Kendisi Suriye'de bu faaliyetleri yaparken kabilesi Hazrec'den gizli habercileri vasıtasıyla müslümanların durumunu öğreniyordu,

Hicrî dokuzuncu yılda Herakleios'un hazırlıklar yaptığı ve Medine üzerine yürüyeceği haberini yolladı. Hz. Peygamber'in Tebük seferi bu haber üzerine yapıldı. Hz. Peygamber müslümanların içinde bulundukla rı şartlara göre, güçlü bir kuvvet topladı. Hicrî 9. yılın Receb ayında sını­ra doğru hareket etti. Medine ile Şam arasında bulunan Tebük'e ulaşın­ca, Ebû AmrTın kendi kabilesine bildirdiği haberin doğru olmadığını anlayınca arkadaşlarıyla birlike Medine'ye döndü.

Tebük seferinin hazırlıklarının yapıldığı sırada kıtlık sıkıntısı, me­safenin uzak oluşu, Medine'de meyvelerin toplanma zamanının gelmiş olması, sıcakların başlaması, Bizans ordusunun güçlü olması gibi sebep­lerle bazı müslümanlarla münafıklar arasında isteksizlik ve olumsuz bir direnç oluştu. 38. âyet ve sonrası bu grubu muhatap almaktadır[57].

2. "Ey inananlar/ Size ne oldu. ki, 'Allah yolunda topluca savaşa çıkınız' dendiğinde yere çakılıp kaldınız?" Tebük seferine çıkma emri verildi­ğinde müslumanlardan bazılarının isteksizlik ve tepkilerinin sebebi so­rulmaktadır: Âyetin bu kısmından şu neticeleri çıkartmak mümkündür:

a) Savaşa çıkmanın ana niyeti Allah yolunda olmalıdır. Başka bir iTiaç için müslüman savaşa çıkamaz. Herhangi dünyevî menfaat bunun :nüne geçmemelidir.

b) Allah isteksizliği "yere çakılıp kalmak" şeklinde ifade etmekte­dir. Âyetin bu kısmında geçen JJö sekale kelimesi "ölçmek için eliyle kaldırmak, ağır olmak, gebelik hali belirmek, hastanın hastalığının ağır­laşması, işitme duyusunun zayıflaması, nefse ağır gelmek, hoşa gitme­mek, iş zor olmak, uykunun galebe çalması, yere çökmek, çakılmak; üşenmek, gevşek davranmak" mânalarına gelmektedir. Sek al ân kalıbı "insanlar ve cinler" anlamını da ifade etmektedir. Misk âl de "bir şeyin kendi benzerinden olan ölçüsü" demektir.

 

Sekale Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1. Ağır gelmek. Yüklem olarak alındığında bu anlama gelmekte­dir: "O gün tartı haktır Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir" (A'râf 7/8). Bu âyette ilgili kelime Jiî sekule şeklinde kullanılmaktadır.

2. Gebeliği ağırlaşmak. Hz. Âdem'in hanımının ilk gebe kalışını Allah bu kelime ile ifade etmektedir "Hamileliği ağırlaşınca..." (A'râf 7/189). Burada ilgili kelime eşkale şeklinde geçmektedir.

3. Istırap dolu. İnsan sûresinin 27. âyette Jtf sekıla kalıbındadir:

"Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki ıstırap dolu günü ihmal ediyorlar. "

4. Yüklü. Allah yağmur yüklü bulutları bu kelimenin Jtf sikâl kalıbı ile ifade etmektedir: "O, size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren yüklü bulutlan meydana getirendir1' (Rm'd 13/12).

5. Yük. Bu anlamda Fâtır sûresinin 18. âyetinde muskale kalıbında, Ankebût sûresinin 13. âyetinde çoğul olarak Jtfîî eşkâl olarak gelmektedir. Nahl sûresini 7. âyetinde de aynı kalıpta "yükler anlamım ifade etmektedir: "Hiçbir günahkâr başkasının günahım yüklenmez. Yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa, onun yükünden bir şey yüklenmez " (Fâtır 35/18).

6. İnsan ve cin. "Ey insan ve cin! Sizin de hesa­bınızı ele alacağız" (Rahman 55/31). Bu âyette kelime tftes sek alan ka­lıbında gelmiştir.

7. Miktar. Kur'ârfda bu kelime şeklinde pek çok âyette geçmektedir. Mesela: Zilzâl sûresinin son iki âyetinde iki kere geçmek­tedir: ze/re miktarı hayır yapmışsa onu görür, kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür. "

8. Çakılıp kalmak. Bir eylemi yapmamak için aşın derecede is­teksiz davranmak, hareketsiz kalmak. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette bu anlamda yer almaktadır. Tevbe sûresinin 38. âyetindeki issâkal kalıbının mânası, A'râf sûresinin 176. âyetinde' ahlede kelimesi de "yer" kelimesiyle geçmektedir. Tevbe sûresinin 38. âyetindeki issakal de arz kelimesi ile beraber gelmektedir. İkisi de "yere çakılmak, saplanmak" mânalarına gelmektedir.

3. "Dünya hayatını âhireîe tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhireîin yanında pek azdır." Allah yolunda savaşa çıkın dendi­ğinde isteksiz davranmalarının sebebi bir soru ile tesbit edilmektedir: ilDiinya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz?" Müslümanların bu yan­lış tercihi kesin olmakla beraber, Allah soru sorarak tesbitini onlara bil­dirmektedir.

Âyetin soru şeklinde yöneltmesinde bir uyarı vardır. Allah bu yan­lış tercihlerini ortadan kaldırmaları için dünya ile âhiret hakkında bir değerlendirme yapmaktadır. "Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır." Allah müslümanların daha faydalı olanı tercih etme­leri, ona yönelmeleri ve mücadele etmeleri için öğüt vermektedir.

Âyetin bu kısmında geçen ‘meta' kelimesini "ruhsal doyum1' olarak alabiliriz. Dünya hayatının sağladığı ruhsal doyumun, âhiret haya­tının sağladığı ruhsal doyum yanında çok az bir etkinliği vardır. Çünkü metağ kelimesi dünyadaki fayda mânasına alınırsa pek bir şey ifade et­memektedir. Onun içindir ki müslümanların fayda kavramı ruhsal do­yum olarak alınmalıdır. Allah yolunda savaşmanın getireceği ruhsal do-vum noktası hedef alınmalıdır.

Âyete genel olarak bakarsak bu eylemin arkasındaki sebebin psi­kolojik olduğu görülür. Demek ki müslümanlar âhiret hayatının temin edeceği ruhsal doyumu tercih etselerdi, yere çakılıp kalmayacaklardı,

4. "Eğer topluca savaşa çıkmazsamz (Allah) size acı bir (şekilde) azap eder. Ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir, sizler Allah'a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Allah, gücü her şeye yetendir." Bir önceki âyetin sonunda öğretim faaliyeti olduğu halde bu âyette şiddetli bir tehdit yer almaktadır. Çünkü cezanın yer aldığı yerde eğitim var de­mektir. Allah, 38. âyette tercih meselesini ve ruhsal doyumu gündeme getirerek cihada teşvik ederken, 39, âyette tehdit ederek teşvik etmekte­dir. Her iki metot bir arada kullanılmaktadır.

a) "(Allah) size acı bir (şekilde) azap eder. " Alimler buradaki acıklı azabın ne olduğu üzerinde fikir beyan etmişler, kimileri dünya, kimileri de âhiret. bazıları da hem dünya hem de âhiret azabı ola­
rak mânalandırmışlardır. Bize göre savaşa çıkmayanlara verilecek bir ceza olduğuna göre, bu ceza mağlûbiyet, düşman korkusu, kıtlık ve sefa­let olabilir. Genel mânada ruhsal doyumsuzluk, ruhu acıtan her şey bu­
nun içine girebilir.

b) "Ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir." Bu âyette bir toplumun siyasî erkini kaybedip yerine başka bir toplumun geçmesindeki değişimin dinamiği gündeme getirilmektedir. 38, âyetle beraber bu sebebi tesbit edebiliriz.

Bu sebep dünya hayatını âhirete tercih edip Allah uğrunda savaşa çıkmamak için isteksiz davranmak, siyasî gücünü kaybedip yerine gele­cek toplumun idaresine sürü gibi mahkûm olmaktır. Bağımsızlığını, va­tanını, manevî değerlerini müdafaada isteksiz davranmak, onu başkasına kaptırmak anlamına gelmektedir. Dünya hayatının ruhsal doyumuna razı olan insanın, âhiret hayatının ruhsal doyumuna talip olanla savaşması mümkün olmayacağından elindeki siyasî gücü kaybetmesi mukadderdir.

Allah'ın ve Peygamberi'nin emirlerini yerine getirmeyenler, daha sonra kendilerinden olmayan bir toplumun idaresi altına girince onların emirlerini yerine getirmek zorunda kalırlar. Azabın en acıklısı da budur.

Toplumunun efendisi iken, başkalarından emir alan köle haline döşer. Demek ki değişimin kökü insanın isteği ve bu isteğin arkasındaki tercihi olmaktadır.

c) "Ona hiçbir zarar veremezsiniz Allah, her şeyi yapabilendir. " Allah'a zarar verememenin anlamı, O'nu engelleyemezsiniz,, yerinize başka bir toplumu getirmesinde Allah'a en­gel olamazsınız demektedir. Allah'ın kudreti her şeye yettiğine göre bu­na da gücü yeter ve O'na engel olamazsınız.

Bu âyet 38. âyetin devamı durumundadır. Allah, müminlere âhirete yönelik eylemlerden yana tavır koymalarını öğretmekte, ceza meselesini gündeme getirerek konuyu öğretimden eğitime aktarmaktadır. Mümin bile olsa insan çoğu zaman ne yapması ve nasıl davranması gerektiği konusunda kendisine amaç tayin edemeyebİlir. İnsanın, amaç tayin et­mekte daima bir rehbere ihtiyacı vardır ve burada Allah onun ihtiyacını gidermektedir. Davranışlarının sonucunun nereye varacağını insana gös­termek ilâhî eğitimin amaçları arasında yer almaktadır.

5. "Eğer siz Allah'ın elçisine yardım etmez­seniz, iyi biliniz ki Allah ona yardım etmişti." Allah yolunda savaşmanın bir anlamı da Hz. Peygamber'e yardım etmektir. Bu mâna ile Allah yo­lunda savaşma meselesine farklı bir mâna. kazandırılmıştır. "Ona yardım etmezseniz" manasıyla âyet evrensel olmaktan çıkmaktadır. Zira Hz. Peygamber'den sonra bu âyete nasıl mâna vermek gerekiyor? Bu mesaj, sadece tarihî bir olgu olarak mı kalacaktır? Yardım konusu devam eden bir süreçtir. Her asırda İslâm'a yapılan yardım Hz. Peygamber'e yapıl­mış bir yardım olarak görülebilir. Peygamberce iman devam eden bir süreç olduğu gibi, O'na olan yardım da aynı şekilde görülebilir. Hz. Peygamber yanımızda olmadığı halde onun peygamberliğine inanıyoruz; yanımızda olmadığı halde onun getirdiği dine yardım etmekle ona yar­dım etmiş oluyoruz. Buradaki yardım, zaman ve mekânla kayıtlı olma­yan evrensel bir yardım niteliğini taşımaktadır.

Müminler Hz, Peygamber'e yardım etmese bile Allah ona yardım etmişti, şimdi de edecektir. Sizin yardımınızın ona ulaşmadığı, Sevr ma­ğarasında ona yardım ettiği gibi elbette şimdi de yardım edecektir. Önemli olan, ona yardım etme şerefinin kaybedilmemesi, o şerefe ve ruh olgunluğuna ulaşılmasıdır.

6. "Hani iki kişiden biri olduğu halde inkâr edenler kendisini (Mekke'den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına, 'Üzülme Allah bizimle beraberdir!' diyordu,"

Allah, daha önce elçisine yardım ettiğini anlatmaktadır. Düşman onları takip ederken mağaraya sığındıklarında Hz. Peygamber'in yanın­da Ebû Bekir vardı. Düşman mağaranın önüne kadar geldiğinde Ebû Bekir çok heyecanlandı ve korktu. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona, üzülmemesini çünkü Allah'ın onlarla beraber olduğunu söyledi.

Burada işlenen konu "Allah'ın beraberliği"dir. Allah, Hz. Pey­gamber'in bu sözünü âyete dönüştürerek vahyetmİştir. Buradaki vurgu Allah'ın beraberliğinedir. Aynı ifadeyi Hz. Mûsâ îsrâiloğulları'na söy­lemişti: oi4^ "iki topluluk birbirini görünce Musa'nın adamları 'İşte yakalandık/' dediler Mûsâ: 'asla!' dedi. Şüphesiz Rabbim benimledir, bana yol gösterecek­tir" (Şuarâ 26/61 -62).

Allah bu beraberlik konusunu niçin gündeme getirmektedir? Çün­kü müminler isteyerek savaşa çıkarlarsa Allah'ın onlarla beraber olaca ğını, onlara yardım edeceğine işaret edilmektedir. Diğer taraftan onlar yardım etmese bile Allah'ın, Elçisine yine yardım edeceği vurgulanmak­tadır. Önemli olan Allah'ın beraberliğini kazanacak iman, niyet, fikir ve eylemlerin sergilenme sidir.

7. "Bunun üzerine Allah ona sükûnet in­dirmiş ve kendisini sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti de inan­mayanların sözünü alçalttı. Yüce olan yalnız Allah'ın sözüdür. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.

Ayetin bu kısmında yer alan sükunet kavramını "güven duygusu" olarak mânalandırabiliriz. Bu durum Huneyn Gazvesi'nde peygamberine indirdiği güven duygusunun aynısını hatırlatmaktadır (Tevbe 9/26.) Se-kîne kavramı Bakara sûresinin 248, âyetinde geniş bir şekilde açıklandı.

Ayrıca Allah, müminleri onların görmediği ordularla desteklemiş­ti. Hz. Peygamber Sevr dağında bir mağarada üç gece Hz. Ebû Bekir'le beraber kaldı. Oraya kadar takip eden Mekkeli müşrikler, onları bulama­dan ayrılıp gittiler. Medine'ye kadar Hz. Peygamber'i melekler takip ederek selâmete çıkardı. Aynı durum Bedir (Enfâl S/9-12; Al-i İmrân 3/123-125), Huneyn (Tevbe 9/26) ve Hendek (Ahzâb 33/9) savaşlarında ve diğerlerinde de olmuştu.

Allah'ın Hz. Peygamber'e bu şekilde yardım etmesinin amacı ne idi? Sorunun cevabını âyetin devamı vermektedir: "inanmayanların sözünü alçaktı." Âyetin bu kısmındaki "söz" kelime­sini Muhammed Esed "dava" olarak tercüme etmiştir. Biz de önün bu tercümesini uygun bulduk.

Kâfirlerin "kelime" onların davaları anlamına geldiğine göre, onların davaları şirkin tevhid inancına galip gelmesi ve böylece tevhid inancını ortadan kaldırmaktı. Müşrikler tevhid inancını ortadan kaldırma davaları uğruna toplanıp beraberce savaşa çıkmalarına rağmen, müslümanlann, tevhid inancını müdafaa etme uğruna topyekün savaşa çıkmamaları ve bu konuda isteksiz davranmaları 38 ve 39. âyetlerdeki ihtarla karşılaşmalarına neden oldu. Bunun sûrenin başındaki "bildiri" ile alâkası vardır.

Diğer taraftan, 'Yüce olan yalnız Allah'ın sözüdür" ifadesindeki âJİ* "söz"ü de "dava" olarak alabiliriz. Buradaki söz dedi­ğimiz dava, tevhid inancı ya da Kur'ân olabilir. Allah'ın davası şirkin kökünü kazıyıp tevhid inancının ağacını büyütmektir.

"Allah, azizdir", yani mülkünde galip ve üstündür. "Hikmet sahibidir", yaptığı bütün işlerini yerli yerinde yapar, işlerinde asla eksiklik olmaz. Böylece Yüce Allah bu âyette müslümanlara neyin uğruna savaşacaklarını öğretmekte ve kendisinin bunu gerçekleştirmek için Kur'ân'ı ve Hz, Peygamber'i elçi olarak gönderdiğini vurgulamak­tadır.

8. "Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak mutlaka seferber olunuz ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad ediniz- Eğer bilirseniz

bu sizin için daha hayırlıdır," Allah 38 ve 39. âyetlerde neden savaşa karşı isteksiz kaldıklarını sorup, bu konuda kendilerini bekleyen tehlikeli sonuçları açıkladıktan sonra, araya 40. âyeti koyarak, Allah uğrunda savaşanlara geçmişte yardım ettiğini ve bu yardımın amacının bilgisini vermektedir.

a) Âyetin ilk bölümünde yer alan "hafif ve ağırlıklı" kelimelerine yorum getirmek istiyoruz. Eğer 3&. âyete dönersek orada sakil yani "a-ğır" kelimesini buluyoruz. Bu kelime müminlerin isteksizliğini ifade ettiğine göre buradakine de aynı mânayı verebiliriz. Hafif kelimesine isteyerek, sakil kelimesine de istemeyerek mânası verilebilir. Âyete "is­teyerek veya istemeyerek topluca Allah yoluna cihada çıkınız" anlamı verilebilir.

O zaman 39. âyeti dikkate alarak şu yorumu yapabiliriz: Ben size elem verici azap yapmak istemiyorum; yerinize başka bir toplumu ge­tirmek istemiyorum; onun için isteyerek veya istemeyerek mal ve canla­rınızla Atlan yolunda savaşacaksınız.

"Hafif ve ağır" kelimelerini maddî mânada alıp yorumunu yapabi­liriz. Hafif ve ağır silâhlarla donanmış olarak da denebilir, piyade ve süvariler olarak topluca çıkınız mânası da verilebilir. Piyadede zorluk, süvaride hafiflik yani kolaylık vardır.

Diğer taraftan bu kelimeleri sosyal ve maddî şartların hafifliği ve ağırlığı olarak da alabiliriz. Şartlar zor veya hafif de olsa cihada çıkacak­sınız., bunda tercih söz konusu ae£ildir anlamına da gelir.

38-41. âyetler arasında yere çakılıp kalan bir toplumu ayağa kal­dırmanın metotlarını görüyoruz. Allah öncelikle bu davranışlarının sebe­bini ortaya koymaktadır. Daha sonra bu davranışlarının getireceği sonuç­ları bildirmektedir. Ardından Hz. Peygamber'e nasıl yardımda bulundu­ğunu ve bu yardımını hangi amaçla yaptığını anlatmaktadır.[58]

 

Savaşa Çıkmak İsteyenlerle İstemeyenlerin Psikolojisi:

 

42. Eğer yakın bir rfünya malı ve kolay bir yolculuk ol­saydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelir-

lerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi on­lar, gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık diyerek kendilerini helak edercesine, Allah'a yemin e decekler. Halbuki Allah onların mutlaka yalancı olduk­larını biliyor.

43. Allah seni affetsin. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bitinceye kadar onlara
niçin izin verdin?

44. Allah'a ve âhiret gününe iman edenler, mal ve can­larıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin is­
temezler. Allah takva sahiplerini bilir.

45. Senden, ancak Allah 'a ve âhiret gününe inanmayan, gönüllerine şüphe düşüp, şüphelerinde bocalayan kim­seler geri kalmak için izin ister.

46. Eğer savaşa çıkmak isteselerdi. Ona bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin
gördü ve onları alıkoydu; Onlara âciz olanlarla bera­ber oturunuz, denildi.

47. Eğer sizinle beraber savaşa çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka
fitne çıkarmak isteyerek aranıza koşarlardı, içinizde onlara kulak verenler vardır. Allak haksızlık yapanları bilir.

Bu âyetler İnsanların niçin iki yüzlü davrandıklarının bazı sebeplerini açıklamaktadır,

1. "Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi," Aye­tin bu kısırımdan anlıyoruz ki münafık insanlar yakın bir dünya menfaa­tinin peşinden koşarlar. Uzun vadeli menfaatler onların ilgisini asla çekmez. Kolay olana koşar, zahmetli, yorucu ve zor olan eylemlerden kaçarlar. Yakın menfaat, kolay eylem onların ilgi duyduğu iki önemli şeydir. Yukarıdaki 38. âyette, "Allah yolunda savaşa çıkınız diye çağrıl-

dığınız zaman yere çakılıp kalıyorsunuz" ifadesinin sebeplerinden biri de burada gündeme getirilmektedir.

Allah onların ruh hallerini Hz. Peygamber'e anfatarak onlara karşı nasıl bir tavır takınacağını belirlemektedir. Umulmadık bir kazanç, kolay bir yolculuk olsaydı Tebük seferine çıkmakta sana uyarlardı, Onları tembelliğe sevkeden ve Tebük seferine çıkmalarını engelleyen husus, kazançlarının olmaması ve seferin zor olmasıdır. Çünkü on dört günlük bir sefer onların gözünde zor görüldü. Tebük seferi alışılagelen bir yol­culuk değildi ve olmayacaktı.

2. "Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi " Meşakkat kısa yollan bile uzun gösterir. Yollan uzatan insanın psikolo-jisidir. Söz gelimi iyi bir futbol maçı bittiğinde ne zaman bitti diye insan hayret eder. Zor bir yolculuk da insana fosa mesafeyi uzak gösterir. Bun­lara psikolojik zaman ve psikolojik yol diyebiliriz. Gurbete çıkarken yol uzun gelir, ama sılaya giderken aynı yol kısalır. Mesafe aynı olmasına rağmen psikolojik durum onu kısaltır veya uzatır. Böylece Allah insan psikolojisi ile mesafe arasındaki ilişkinin analizini yapmaktadır.

3. "Gerçi onlar, gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık diye kendilerini helak edercesine Allah'a yemin edecekler. Halbuki Al­lak onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor." Allah uğruna savaşa çıkınız dendiğinde yere çakılıp kalanlar, güçlerinin yetmediğinden dola­yı savaşa çıkmadıklarına dair yemin edeceklerdir. Bu noktada Hz. Pey-gamber'in, onların yalancı olduklarını bilemediğine, fakat Allah'ın, on-lann yalancı olduklarına âyette dikkat çekilmektedir. Böylece münafık­ların "yalancı" olma özellikleri nedeniyle gerçeği söylemezler (Al-i İmrân 3/167). Dil ile gönlün birbirini tutmaması, çoğu zaman aldatıcı olmaktadır.

Bu açıdan bakınca yalanın kaynağına da varılmaktadır. Dil ile gö­nül arasındaki tutarsızlık yalanı doğurmaktadır. Tebük seferine çıkma­maları onların güçsüzlüğünden değil, bu yolculukta menfaat görmemele-rindendir. Diğer taraftan yalan yere yemin etmek, insan şahsiyetini helak etmektedir. Yalan insanın benliğini, ruhunu, şahsiyetini helak etmekte­dir.

İnsanın kendi fiili ile olan ilişkisi açısından bakınca şunu görmek mümkündür: Âyette tâbi olmak, yemin etmek, çıkmak ve helak etmek fiillerinin öznesi insandır. Özellikle kendi benliklerini helak edenlerin onlar olduğunu buyururken Allah, insanın kendi kendini helake sürükle­diğine dikkat çekmektedir. Münafıkların kesin mânada yalancı oldukla­rını insanların bilmesi zordur ama Allah bilmektedir.

4. Allah seni affetsin. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancı­ları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?"

a) Öyle anlaşılıyor ki Tebük seferine çıkmak istemeyen münafıklar, Hz. Peygamber'den izin aldılar. Bu izni niçin verdi diye Allah Hz. Peygamber'i sorgulamaktadır. Sorgulamasında ne yapması gerektiğinide ona açıklamaktadır. "Doğru söyleyenler sana iyice belli olup sen ya­lancıları bilene kadar" Demek ki Hz. Peygamber izin vermeden önce gerçek hayat şartları altında onlan izlemeli idi. Bizzat Tebük seferine çıkış anında onların ne yapacağını gözleseydi yalan söylediklerini anla­mış olacaktı. Onlara izin vermeseydi ya isyan ederek Tebük seferine katılmayacakları veya 42. âyette belirttikleri gibi güçlerinin yetmediği değil, yettiği halde savaşa gelmek istemedikleri anlaşılmış olacaktı.

b) Gözlem yapmadan, gerçek hayat şartları altında izlemeden in­sanlar hakkında karar vermek bir hatadır. Bu âyette geçen lime (niçin) soru edatı aynen Tahrîm sûresinin birinci âyetinde de geçmektedir. Mü-
fessirler "inkâr sorusu" olması (yani sorunun sorulma nedeni işin mey­dana geldiğinin itirafını sağlamak değil; aksine onun olmadığının ispatı için sorulmuş olması) sebebiyle Hz. Peygamber'in günahsız olduğu
hükmünde ittifak halindedirler. Oysa burada Allah Hz. Peygamber'in beşer olma yönü ile hata yapabileceğini vurgulamaktadır. Çünkü 42. âyetin sonunda, onların gerçekten yalancı olduğunu Allah'ın bildiğini
söylerken, Hz, Peygamber'in onların içlerindeki niyeti bilmesinin im­kânsızlığını vurgulamıştır. Ama Hz. Peygamber biraz daha sabredip on­ları gözleseydi doğru söyleyip söylemedikleri ortaya çıkacaktı.

Allah Hz. Peygamber'in Tebük seferi örneği ile nasıl davranılması gerektiğini hükme bağlamaktadır. Hz. Peygamberden sonra gelen insan­ların savaşta ordunun başındaki kumandanlara ve bütün asker müminlere ibret olması için bunu anlatmaktadır. "Ey akıl sahipleri! İbret alıntı" (Haşr 59/2) buyruğu da ne yapılması gerektiğine dikkat çekmektedir.

c) Hz. Peygamber'in izin karan bilgiye dayanmalıydı. Onun için­dir ki. iyiiSJı ^İîtfj "Sen yalancıları bitinceye kadar" ifadesine yer veril­mektedir. Demek ki ordu kumandanı askeri iyi tanımalı, onlar hakkında­ki bilgilerine dayanarak muamelede bulunmalıdır. Ordu kumandanı al-danmamalıdır, îçi dışı bir olmayanları tanıyarak hareket etmelidir. Bu insanlar, ordu nizamını bozar ve beklenmeyen olayların çıkmasına sebep olurlar.

İzin konusunda, izin isteyen kimsenin psikolojik durumu göz ö-nünde bulundurulmalıdır. Onun güvenirliliği dikkate alınmalıdır. Meselâ Nûr sûresinin 62. âyeti izin konusuna şöyle bir açıklık getirmektedir: Müminler, ancak Allah'a ve Peygamberi'ne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar peygamberle ortak bir iş üzerindeyken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Pey gamberVne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver..."

Görüldüğü gibi buradaki izin savaşa çıkmakla alâkalı değildir; or­taklaşa yapılan bir işte alman izinle ilgilidir. Buradaki izinde, izin alanla­rın iman etmiş olması ve Hz. Peygamber'in isteği önemli rol oynamak-tadır. İman güvenilirliği, Hz. Peygamber'in dileği de bilgiyi ifade etmek­tedir. Nûr sûresinin bu âyetiT Hz. Peygamber'in izin verebileceğine mü­saade etmekte, Tevbe sûresinin 43. âyetindeki sınırlamaya açıklama ge­tirmektedir.

5. "Allah'a ve âhiret gününe inananlar, can ve malları ile sa­vaşmaktan geri kalmak için senden izin istemezler. Allah takva sahiple­rini bilir."

a) Allah sahte mazeret göstererek izin alma teşebbüsünde bulun­mayacak olanların iki özelliğini gündeme taşımaktadır. İman şartların-

dan sadece ikisini öne çıkarmaktadır: Allah'a ve âhiret gününe iman etmek. Burada peygamber inancına yer verilmemektedir. Ama Nûr sûre-sinin 62. âyetine bakarsak orada peygamber inancına yer verildiğini gö­rürüz. Zaten peygambere iman etmemiş olsa ondan izin istemez, Vahye iman da cihad için verilen emirden anlaşılmaktadır. Allah'a ve âhirete iman edenler mal ve canlan ile Allah uğrunda savaşırlar. Bu konudaki Allah'ın emrini yerine getirmek için mal ve canlarını feda edebilirler.

b) "Allak takva sahiplerini bilir" ifadesiyle, pey­gamber bile olsa bir beşerin İnsanların kalbinden geçenleri bilemeyece­ğini, bunu ancak Allah'ın bileceğine işaret etmektedir. Diğer taraftan bu ifade takva sahibi insanın niteliklerini de açıklamaktadır. Allah'a ve âhirete iman edip mal ve canı ile savaşmaktan geri kalmayan insanlar takva sahibidirler. Bunlar Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde ve O'na karşı saygılıdırlar. Demek ki akıl gönül ile beraber eyleme geçerek iman eden, imanını Allah uğruna savaşmak suretiyle ispat eden, savaş konusunda mazeret göstermeyen müminlerin bir sıfatı da müttakidir. Allah'ın bu tanımından anlıyoruz ki takva bir gönül eylemidir.

6. "Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşku içinde bocalayanlar ancak senden izin isterler" Allah savaştan kaçmak için izin isteyenlerin iç âlemlerini deşifre eder. Bu insanlar Al­lah'a ve âhirete inanmamaktadırlar. İmansızlık bunların gönüllerinin gücünü kırmıştır, imansızlık güçsüzlük, korkaklık demektir.

Münafık insanın içi. tünellerle örülü olduğundan sağlam değildir. Tarla faresi yerin altında tüneller kazar, onu belli bir yerde tutamazsın, tünelin bir ağzından yanaşırsan öteden kaçar, Öteden yanaşırsan diğer taraftan kaçar. Münafık kelimesinin türediği nefak kelimesi de "tü­nel" anlamına gelmektedir. Münafık içi tünellerle dolu olan bir adamdır. Onun için böylesine delip tahrip eden şey şüphedir. Öyle anlaşılıyor ki Allah şüphenin yerinin kalp olduğuna işaret etmektedir. Gönüllerinin şüpheye düşmesi şeklindeki ifadeden bunu anlıyoruz.

Şüphenin de imanın da yeri kalptir Böylece iman, şüphe ve inkâr gibi oluşumların yerinin kalp olduğu ortaya çıkmaktadır. Onun içindir ki Allah Mücâdele sûresinin 22. âyetinde imanı kalbe yazdığım, Hucurât

sûresinin yedinci âyetinde de imanı kalpte süslediğini ve sevdirdiğini buyurnı aktadır.

Biyolojik kalp bütün organlara hayat veren kanı pompaladığı gibi, iman, sevgi, şüphe, korku, inkâr, iffet ve sadakat gibi oluşumları insanın davranışlarına pompalayan da manevî kalptir. Allah neden münafıkların savaştan kaçmak için peygamberden izin istediklerini, iman etmemeleri­ne ve derin şüphe içinde olmalarına bağlamaktadır. Böylece onların dav­ranışları sebep-sonuç ilişkisi içinde analiz edilmektedir.

Onların iman etmemelerinin sebebi gönüllerinin şüphe ile kaplı olmasındandır. Gönlü şüphe ile kaplı olan insan, artık boğazına kadar batağa batmış insan gibi şüpheye batmış demektir. Bu öylesine bir batış­tır ki gittikçe aşağıya doğru gitmektedir.

Böylesine imansız ve gönlü şüphe içinde yüzen bir İnsanın malı ve canı ile Allah yolunda savaşması imkânsızdır. Korku içinde olan bu in­san mazeret göstererek Hz. Peygamber'den savaşa gitmemek için izin alacaktır. Bu insanlar toplumlarına ihanet eden münafıklardır. Âyetler Hz. Peygamber döneminden başlayarak evrensel boyuta uzanan bir ana Uz yapmaktadır.

Her çağda, her toplumda bu tip insanlar bulunabilir. Bunlar Nisa sûresinde de anlatılmıştı: "Size ne oluyor da Allah yo­lunda ve 'Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize katın­dan bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı gönder', diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğruna savaşmıyorsunuz (Nisa 4/75). Bu sorunun cevabını Allah bir sonraki âyetle vermektedir: "iman edenler Allah yolunda sava­şırlar, inanmayanlar ise tâğût uğruna savaşırlar" (Nisa 4/76).

Kalbinde şüphe olan, şüphenin içinde bocalayan münafık insanla­rın dilleriyle çeşitli mazeretler göstererek savaşa gitmemek için Hz. Pey­gamber'den izin isteyenlerin gönüllerindekiler birbirini tutmamaktadır. Bu münafıkça davranış Feth sûresinin 11. âyetinde açıklanmaktadır. Öy­le ki gösterdikleri sahte mazeretleri de ortaya koymaktadır Kısaca diye- biliriz ki, Allah savaştan kaçanlarla, gözünü kırpmadan savaşa gidenlerin inanç yapısını burada analiz etmektedir,

7. Eğer savaşa çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazır­lık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu, onlara 'oturanlarla beraber oturun' denildi."

a) Allah münafıkların savaşa çıkmamalarının manevî sebeplerini önceki âyetlerde şöyle sıralamaktadır: Tebük seferinde yakın bir menfaai görmediler,   yolculuk  onlara  zor  geldi,   Allah'a  ve  âhiret  gönüne inanmıyorlardı, kalplerinde şüphe vardı (âyet: 42-45). Bu sebeplerin görüntüsü de hazırlık yapmamalarıdır (âyet: 46). Allah Hz. Peygamber'in anlayabileceği bir delili burada gündeme getirmektedir. Allah, bir insanın bir işi yapmak istediğinin işareti olarak hazırlık yapmasını iste­mektedir. Hazırlık yapmaması isteksizliğinin bir işaretidir.

b) Allah onların isteksizliğini Hz. Peygamberce karşı olumlu bir netice verecek şekilde takdir edip hükme bağlamıştır. Onların böylesine isteksiz halleriyle savaşa katılmalarını uygun bulmadı ve geri kalmaları­
nı sağladı. Allah onların davranışlarını hangi boyutuyla veya niçin çirkin gördü? Bu sorunun cevabını Tevbe sûresinin 47. âyeti ile verebiliriz: "Eğer içinizde onlar da savaşa çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir şey yapmazlardı."

Demek ki Allah isteksiz olan münafıkların savaşta bozgunculuk yapacaklarını önceden bildiği için geri kalmalarını takdir etti. Böylece onların gönüllerinde oluşan savaşa çıkmama isteğini engellemiş olduğu gibi o isteği hayata geçirmelerine de müsaade etmemiştir.

Ayetin bu kısmında geçen inbi'âs kelimesi "bir işe koyul­mak, yola çıkmak; bir işe görevlendirilen kişinin onu yapmak, için git­mesi; bağı çözülen hayvanın çıkıp gitmesi" anlamına gelmektedir.

Münafıkların bu psikoloji içerisinde sefere çıkmalarını Allah iste­medi. Çünkü savaşın başlamasından önce onların bu isteksizliğinin zara­rı kendilerine kaldı, ama orduya katılsalardı isteksizlikleri bozgunculuğa dönüşecek ve böylece ordunun düzeni bozulacaktı.

Âyetin diğer bir kelimesi de sebbeta fiilidir. "Alıkoymak" mânasına gelen bu kelime, 'Allah, münafıkların Hz. Peygamber'le beraber savaşa çıkmalarını engelledi' anlamına gelmektedir.

"Oniara, 'oturanlarla beraber oturunuz' denil­di. " Oturanlar kadın ve çocuklardı, çünkü kadınlar savaşa götürülmezlerdi. Kadın "anne" makamında olduğu için anneye mermi atılmaz, savaşta öldürülmez. Kur'ân, kızlarını canlı canlı toprağa gömen insanların bulunduğu toplumda, kadına kılıç çekilemeyeceği, öldürüle-meyeceği ilkesini getirerek onun ne kadar önemli bir varlık olduğunu göstermiştir.

Kadın sahip olduğu değerden, çocuklar da acizliklerinden dolayı savaşa çıkmazlar. Ama savaşabilecek olanlar, sahte mazeretlerle savaşa çıkmak istemezlerse, onlar gibi oturmuş olurlar. Diğer taraftan "oturan­lardan kasıt elden ayaktan düşmüş ihtiyar erkekler olabilir.

8. "Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkart­mak isteyerek aranıza koşarlardı. İçinizde onlara kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir. " Allah, Hz. Peygamber'e yönelik olarak "Onlara niçin izin verdin?" (âyet: 43) sorgulamasını yaptıktan sonra, iznin isabetli bir karar olduğunu bu âyette açıklamakta­dır.

Ayette geçen hebâl kelimesi "aşkın aklı bozması; organları kesmek; bir şeyden menetmek, hapsetmek; birini del i İlendirmek; eli felç olmak";  habal da "eksiklik, helak öldürücü zehir, yorgunluk, zahmet, cehennem ehlinin bedenlerinden akan sarı su" mânalarına gelmektedir.

Bu kelime Kur'ân'da iki âyette geçmektedir. Birisi Al-i İmrân sû resinin 118, diğeri de Tevbe sûresinin 47. âyetleridir. İkisinde de "şer, fesat, bozgunculuk, ayrılık tohumu, yalan şeyler çıkarmak" mânasına gelmektedir. Ama her iki âyetteki mânaları birbirinden çok küçük fark-larla ayırmak istersek Al-i Imrân sûresindekine fenalık, Tevbe sûresinin 47. âyetindekine de ayrılık tohumu ekmek mânasını verebiliriz.

Âyetin açıklanması gereken diğer bir kelimesi de ^Uuj îdâ'dır. "Bir şeyi bir yere bırakmak, zelil kılmak, iftira etmek, kitap telif etmek, suçu üzerine almak, engel olmak, boynunu vurmak, vergiyi kaldırmak, sa­vaşmak, nefsini aşağılatmak, doğurmak, süratle koşmak" mânalarına gelmekte, bu âyette ise "koşmak" anlamını ifade etmektedir. "Fitne çı­kartmak için koşmak" mânasına gelmektedir.

Nifak ve fitne faaliyetlerini önlemek için Allah, onların Hz, Pey-gamber'le beraber savaşa çıkmalarını istemedi ve onu engelledi. Onların bölücülüklerine kulak verecek olanlar da vardı. Onların etkisinde kala­cakların potansiyel durumunu Allah eyleme dönüştürmek istemedi.

Allah âyetin sonunda "zalimleri bildiğini" açıklamaktadır. Burada­ki zalim kelimesi "nifak ve fitne çıkaran ve onların etkisinde kalma hata­sını işleyenler" demektir. Allah toplumda ayrılık tohumlarını eken insan­ları zalim olarak ilân etmektedir. Bu durumu bildirmekle Allah zulmün, davranışlarla topluma yayılmasını engellemiş oldu. Bu sebeple münafık­ların savaşa çıkmalarını engelledi.

Allah bu olguyu bize anlatmakla, insanlara zoraki bir iş yaptırarak topluma zarar verilecekse, o işi yaptırmamanın daha doğru olacağı eği­timini vermektedir.

Toplumda potansiyel ayrılıkları, oldukları yerde hapsetmek, engel­lemek ve ortadan kaldırmak için araştırıcı, onları önceden tesbit edici etkinliğe sahip olmak gerekir. Çünkü sosyal olaylar çibana benzer. Çıban daha başlangıçta iken tedavi ile iyüeştirilebilir. Ama ilâçla kontrol edilmeyecekse olgunlaşıp deşilmesi için ilâç verilerek serbest bırakılma­lıdır. Allah münafıkların ayrılık tohumlarını ekmeden önce tedbirini aldı ve onları orduya katmadı.

Böylece Allah gelecek nesillere, siyasî ve sosyal kanunları öğrete­rek insan aklının bulması için rehberlik yapmış, kötü mânada fertleri etkileyecek olan isteksiz eylemlerin yapılmasının engellenmesi kanunu­nu koymuş, nifak ve fitnenin bir zulüm olduğuna dikkat çekmiştir.[59]

 

Allah'ın Buyruğu:

 

48. Andolsun, daha önce de karışıklık çıkartmak iste­mişlerdi; sana karşı birtakım işler çeviriyorlardı. So­
nunda gerçek ortaya çıktı ve beğenmedikleri halde Al­lah'ın buyruğu üstün geldi.

49. Onlardan "Bana izin ver, beni denemeye kalkma!" diyenler vardır. Dikkat ediniz ki, onlar zaten denenmek­
tedirler. Doğrusu cehennem inkarcıları kuşatmıştır.

Allah inkâr tarafları ağır basan münafıkların Hz, Peygamberce kar­şı tepkilerini entrika haline getirmeleri ve onların bu tutumlarına karşı Allah'ın müdahalesi gündeme getirilmektedir.

1. "Andolsun, daha önce de ha-nştklık çıkartmak istemişlerdi; sana karşı birtakım işler çeviriyorlardı." Bu âyet 47. âyetin devamı mahiyetindedir. Onların Hz. Peygamberle savaşa katılsalardi bozgunculuk ve fitne çıkaracakları konusundaki ilâhî bilgi, onların daha önce böyle entrikalara teşebbüs etmelerinden ileri gelmektedir. Tebük seferinden önce de Uz, Peygamber'e karşı birtakım entrikalar peşine koşmuşlardı.

Münafıkların on iki tanesi.Hz. Peygamberi öldürmek için Akabe gecesi Seriiyyetülvedâ mevkiinde pusu kurmuştu[60]. Bu fitneye bir de Abdullah b. Übeyy'in Uhud günü Hz. Peygamber'den ayrılıp gitmeleri Örnek verilmektedir. Diğer taraftan da münafıkların müslümanları dinlerinden çevirmek istemeleri fitne ola­rak görülmüştür. Âyetin bu kısmında geçen "Sana karşı birtakım işler çeviriyorlardı" ifadesinden, onların Hz. Peygamberce tuzak kurmak iste­diklerini anlıyoruz.

Hz. Peygamber vefat ettiğine göre âyetleri günümüze de ışık tuta­cak şekilde açıklamak gerekir. Aslında Allah insanlığa, özellikle tevhid inancına karşı münafıkların ve kâfirlerin takındıkları tavrı anlatmaktadır. İnançsızlıkla tevhid inancının mücadelesindeki entrikaların her zaman olabileceği gündeme getirilmektedir. Bu entrikalara karşı müminlerin sabırlı olmaları vurgulanmaktadır. Tevhid inancına sahip olanlara Allah yardım edecektir.

2. "Sonunda gerçek ortaya çıktı ve beğenmedikleri halde Allah'ın buyruğu üstün geldi." Ayetin bu kıs­
mında "hak" canlı varlık gibi hareket etme Özelliğine sahip bir şeklinde takdim edilmektedir. Gelme fiilinin öznesi hak olmaktadır. Hak, canlı olduğu için gelme fiilini gerçekleştirmektedir. Allah'ın buyruğu da üstün
gelmiştir. Üstün gelme eylemi île de Allah'ın emri gerçekleştirmiştir. Bu açıdan bakınca âyet, Tevbe sûresinin 33. âyetinin bir devamı mahiyetin­dedir. Allah'ın emri, onlar istemese de insanların uydurdukları dinlere
üstün gelmiştir.

3. "Onlardan 'Bana izin ver, beni de­nemeye kalkma!' diyen vardır." Münafıklar savaşı çetin bir imtihan ola­
rak görmekte ve bu şartlar altında denenmelerini istememektedirler. Çünkü onların gözünde savaş zordur. Burada münafıklar izinlerinin ve­rilmesini istemekte ve tehdide varan bir tavırla fitne çıkaracaklarım İma
etmektedirler.

Buradaki fitne kelimesi "günah" mânasına alınırsa, "Beni günaha düşürme, yani bana izin vermezsen, ben savaşa seninle beraber katılma­yacağım, bu sebeple de günaha düşmüş olacağım" anlamına gelmekte­dir. Bundan anlıyoruz ki onların izin almak için gösterdikleri mazeret sahte idi. Gerçek mazereti olan insan savaşa katılmamakta günaha düşe­ceğini söyler mi? Diğer taraftan onlar, Hz. Peygamber izin vermediği

takdirde, savaşa kendiliklerinden katılmazlarsa peygambere karşı gelmiş olacaklar ve bu sebeple günah işlemiş olacaklardı.

4. "Dikkat ediniz ki, onlar zaten denenme altındadır, doğrusu, cehennem inkarcıları kuşatmıştır." Münafıkların her an denenme altında olduklarını beyan eden âyetin baş­ka bir mâna taşıması mümkündür. Ayetin önceki bölümünde yer alan fitne kelimesini günah anlamına alırsak, onların zaten günaha düştükleri açıklanmış olur.

Âyetteki "fitne"ye "günah" mı, "deneme" mi daha uygun düşmek­tedir? sorusuna âyetteki cehennem kelimesiyle cevap verebiliriz. Cehen­nemin onları kuşatmış olması, onların günaha düştüklerine İşaret etmek­tedir. Günaha düşeni cehennem kuşatır.

Allah için malı ve canı ile savaşmayan, bunu sahte mazeretlere dö­kerek izin almak isteyen ve onun uğruna yalan söyleyen, bozguncu ve nifakçı insanlar kendi cehennemlerini kurmaktadırlar. Onların hem dün­ya hem de âhiret hayatları cehenneme dönecektir.[61]

 

Münafıkların Konuşmalarına Allah'ın Cevabı:

 

50. Sana bir iyilik gelirse, onların ağırına gider. Eğer sana bir kötülük gelse,   "Biz önceden işimizi tuttuk"
derler ve sevinerek geri dönerler.

51. De ki; "Allah'ın bize yazdığından başkası başımıza gelmez, O bizim sıkı dostumuzdur1'. İnananlar sadece
Allah'a güvensinler.

52. De ki:  "Bize ancak, iki güzel şeyden birinin gelme­sini mi bekliyorsunuz? Oysa biz, Allah'ın kendi katın­
dan   veya   bizim   elimizle   sizi   azaba   uğratmasını bekliyoruz- Öyle ise bekleyiniz, biz de doğrusu sizinle
birlikte beklemekteyiz".

53. De ki: "İster gönüllü ister zorla veriniz, nasıl olsa sizden kabul edilmeyecektir. Doğrusu, siz yoldan çıkmış
bir topluluksunuz ".

54. Verdiklerinin kabul olmasına engel olan hususlar, özellikle Allah'ı  ve Elçisini inkâr etmeleri,  namaza

tembel tembel gelmeleri ve istemeyerek (sadaka) ver­meleridir.

Allah münafıklık yapan kâfirlerin Hz. Peygamberce karşı tutumla­rının psikolojisini açıklamaktadır. Söz konusu durum günümüz insanla­rında da vardır. Bu bakımdan âyet evrensel bir açılım getirmektedir.

1. "Sana bîr iyilik gelirse onların ağırına gi­der." Müslümanlara düşman olan münafıklar, müminlerin başına bir
iyilik geldiğinde gücenirler. Onların Hz. Peygamber'e karşı ruh halleride böyleydi. Komşusunun, arkadaşının başarısına içi burkulan, onu istemeyen insanlar vardır. Allah bu psikolojiyi Hz. Peygamber örneği ile
anlatmaktadır:       Âyetin   tesbiti   kıyamete   kadar   devam   edecektir. Anlatılmasının sebebi de bu insanlardan korunmaktır. Meselâ devleti idare    edenler   arasında   çekemezlik    sebebiyle   işlerin,    atılımların engellemesi buna bir örnektir. Birinin iyiliğine üzülen insan münafıktır. Çünkü  iyiliği  takdir eden  Allah'tır,  iyiliği  ona istememek Allah'ın takdirini yanlış görmektir. Kâfirlerin bu psikolojisi Âli İmrân sûresinin 120. âyetinde de anlatılmıştı: "Size bir iyilik dokuma, bu onları tasalandırır, başınıza bir musibet gelse,  buna da sevinirler,"  Başkasının  iyiliğine üzülen,  kötülüğüne sevinen insanların psikolojisi bu âyetlerde anlatılmaktadır.

2. "Eğer sana bir kötülük gelse,  'biz önceden işimizi tuttuk' derler ve sevinerek. geri dönerler." Takdir ve tasdik etmedikleri birinin başına belâ gelince, onunla birlikte olmadıklarına sevinirler ve bunu kendilerinin bir planı
olarak görürler. Bu âyetin özel mânada yorumuna Bedir ile Uhud savaş­larını örnek verebiliriz. Bedir Savaşı Hz. Peygamber'in zaferi ile sona erince münafıklar üzüldüler; ama Uhud Savaşı tam bir zafer olmayınca
sevindiler. Diğer taraftan Tebük seferinde başlarına bir kötülük gelseydi münafıklar sevinecekti. Ama Tebük seferinde böyle kötü bir netice ol­mayınca üzüldüler. İşte toplumu çürüten, parçalayan durum bu psikolo­
jiden kaynaklanmaktadır.

3. "De ki; Allah'ın bize yazdığından başkası basımıza gelmez- O, bizim dostumuz­dur, inananlar sadece Allah 'a güvensinler."

a) Allah'ın yazması iki çeşittir. Birisi hiç kimsenin görüşüne ve tavrına bakmadan yazdıkları, diğeri de insanların görüşlerine ve tavırla­rına göre yazdıklarıdır. Meselâ "Müslümanlar Uhud Savaşı'nı kaybede­
cekler" diye önceden bir yazı  yoktur,  ama Uhud Savaşı  sırasında müslümanlann hataları, gönüllerindeki niyetlerine göre bir yazılım var­dır. Buradaki yazma eylemi takdir etmektir. Oluşan olaylara göre takdir
etme eylemi burada gündeme gelmektedir. Allah Hz. Peygamber'e bu sözü münafıklara söyletirken, aynı zamanda evrensel bir kanun koymak­tadır.

Allah iyiyi ister ve yaratır, ama kötüyü insan istediği için Allah ya­ratır. Bu ifadeden anlaşılması gereken şudur: Dünyada insanların başına gelen her şey Allah'ın bilgisi dahilinde cereyan etmektedir. Onun bilgisi ve takdiri olmadan hiçbir şey gerçekleşmez. Allah kuluna neyi lâyık gö­rüyorsa onu takdir eder. Mümin insan başına iyilik de gelse kötülük de gelse, "Ben buna lâyıktım" inancından hareket edecek, başına gelen kö­tülüklerden dolayı Allah'a isyan etmeyecektir.

b) Allah müminlerin, yani O'nun uğruna malı ve cam ile mücadele edenlerin dostudur. Dost, dostuna asla yanlış bir işte bulunmaz. Hak etmediği bir şeyi ona takdir etmez, "O bizim dostumuzdur." Al­lah'ı dost bilmenin anlamı, O'nun kullarına daima iyilik takdir ettiği, kötülüğün ise kulun istemesinden ve yapıp ettiklerinden dolayı başına
geldiği inancına sahip olmaktır,

c) "İnananlar sadece Allah'a güvensinler." Madem ki Allah müminlerin dostudur, müminler O'nu dost edindiler, öyle ise onlar dostlarına güvenmelidirler. Buradaki tevekkül, bütün gay­retini sarfcttikten sonra, işin çözümünü Allah'a bırakmaktır. Allah11 ve­kil edinmektir. Allah'a güvenmek mümin olmamın bir gereğidir. Sahip oldukları evrensel değerleri müdafaa ederken, toplumunu korurken veri­len mücadelede Allah'a güvenmek, O'nun takdirine razı ofrnak O'nagüvenmek anlamına gelmektedir.

Hz. Peygamber şirke karşı kadın haklarını savunmak ve kötülüğün alanını daraltmak için mücadele veriyordu. Mücadelelerde zafer de mağ­lûbiyet de olağandır. Zafer dolayısıyla şımannayıp onun Allah'tan gel-

diğine, mağlûbiyetin de kendi niyet ve davranışlarından kaynaklandığını, Allah'ın kötülük istemeyeceğine inanmak O'na güvenmektir.

4. "Deki: Bıze ancak, iki güzel şeyden birinin gelmesini mi bekliyorsunuz? Oysa biz, Allah'ın kendi katın­dan veya bizim elimizle sizi azaba uğratmasını bekliyoruz. Öyle ise bek­leyiniz, biz de doğrusu sizinle birlikte beklemekteyiz-" Genel anlamda Tevbe sûresi Allah uğrunda yapılacak savaşları ele aldığından, mânayı o kapsam içinde ele almak gerekir. Mümin için savaşta iki güzel şey var­dır: Savaşı kazanıp dünyada kalırsa kahramanlık, saltanat ve sosyal güç; şehid olursa âhirette daha büyük ödül vardır. Her iki haldenbiri onun içindir.

Demek ki münafığın kötülük diye beklediği şeyJerin müminler için iyilik olduğu anlaşılmaktadır. Münafıklık psikolojisi iyiyi kötü, kötüyü iyi görmeye sebep olmaktadır. Değerleri anlamada etkin olan insanın psikolojisidir. Biz onları toplumda hazır buluruz, ama anlamakta insanın psikolojisi önemli rol oynar. Diğer taraftan müminler de münafıklar için azap beklemektedirler. Bu azabın kaynağı tek fakat gerçekleşme şekli iki türlüdür:

a) Doğrudan doğruya cezayı Allah verebilir. İnsanı kullanmadan, çeşitli şekillerde cezayı takdir edip cezalandırabilir.

b) Bir insan grubunu istihdam ederek diğer grubu cezalandırabilir. Biz buna "dolaylı cezalandırma" şekli diyebiliriz. Meselâ âyette olduğu gibi müslümanların eliyle, münafıkları cezalandırma şekli buna benze­
mektedir. Hz, Peygamber'e bu mesajı münafıklara ulaştırması emredil­miştir.

İkinci gruptaki ceza şeklini savaşın ana sebebi olarak ele alabiliriz. Savaş yanlış yola sapan, zulmeden ve ilâhî cezayı hak eden toplumu başka bir toplum vasıtasıyla cezalandırma şeklidir. Savaşın ana hikmet­lerinden biri budur. Bir toplumla diğerini terbiye metotlarından biridir. Bu terbiye niteliği savaşı ilâhî takdire bağlamaktadır. Bilginin, eğitimin, hukukun terbiye edemediği toplumları Allah kimi zaman iyi toplumların

eli ile cezalandırır. İnsanlığı kirleten toplumların terbiye edilmesi bu şekilde olabilir."Öyle ise, bekleyiniz, biz de doğrusu sizinle birlikte beklemekteyiz." Beklenti, gerçekleşecek olayların insan psikolojisindeki gebelik anını ifade etmektedir. Beklenilen şeyin, aleyhte çıkması da kendi başına bir azap niteliği taşımaktadır. Münafıklar her çağda beklemekte, ama beklentileri boşa çıkmaktadır. Bu âyet, günümüz ve geleceğin insanına, iyilik ile kötülüğü savunanların beklentilerinin ne olacağı konusunda bir eğitim vermektedir.

5. 'De ki: İster gönüllü olarak ister zorla veriniz; nasıl olsa sizden kabul edilmeyecektir. Doğrusu, siz yoldan çıkmış bir topluluksunuz." Allah bu âyette sonucu ortaya koyarken, sebebi bir sonraki âyette gündeme getirmektedir. Sonu­cun öne alınıp sebebin sonraya bırakılması, bize göre sonucun çok ö-nemli olmasındandır. Sonucun çarpıcılığını göstermek için öne alınmış­tır.

Maddî yardımda bulunarak savaşa katılmak istemeyen münafıklar hakkında inmiş olan bu âyet aslında genel bir ilke koymaktadır, İbn Abbas'ın nakline göre savaşa girmek istemeyen ama onun yerine malı ile yardım etmek isteyen Ced b, Kays hakkında inmiştir. Bu âyeti tarihî boyutu İçine hapsetmeyip her çağda böyle insanların olabileceğini dü­şünmek gerekir. Demek ki münafıkların ve kâfirlerin yaptıkları ameller Allah tarafından kabul edilmeyecektir. Bunlar amellerini isteyerek veya istemeyerek yapsalar da hiçbir fark yoktur, amelleri değerlendirmeye tâbi tutulmayacaktır. Daha önce bu konu Al-i İmrân sûresinin 21 ve 22. âyetlerinden açıklandı.

Burada Hz. Aişe'den gelen bir hadisi naklederek âyetin Hz. pey-gamber tarafından yorumlandığını delillendirebiliriz: Hz. Aişe Hz. Pey gamber'e şu soruyu sordu: "Ey AlalVm resulü! İbn Cüd'ân, Câhiliyc döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksula yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı?" Hz. Peygamber şöyle cevapladı: "Bu­nun kendisine faydası olmayacak, çünkü o, bir gün olsun, Rabbim kıya­met günü günahımı bana bağışla dememiştir" (Müslim, "İman", 365). Diğer taraftan Müslim'in "Münafıkların Sıfatı" adlı bölümünün 56. hadisinde müminlerin yaptığı iyi bir işin karşılığı hem dünyada hem de âhirette verileceğine, kâfirlerin ise dünyada verilip âhirette verilme­yeceğine dikkat çekmektedir.

Allah bu durumu İsrâ sûresinin 18. âyetinde şöyle açıklamaktadır:

Kim dünyayı (acele olanı) isterse, dilediğimize ondan istediğimiz kadar ça­bucak veririz Sonra ona cehennemi hazırlarız. Yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer." Dünyayı isteyen, yani tercih eden kimdir, sorusuna cevabı İbrahim sûresinin iki ve üçüncü âyetleriyle verebiliriz. Orada dünyayı âhirete tercih edenlerin kâfirler olduğu söylenmektedir. Aynı cevabı Nahl sûresinin 106 ve 107. âyetleri de vermektedir.

Demek ki kâfir dünyayı tercih ederse Allah istediğini ona verir, ama âhirette onun hiçbir ameli değerlendirmeye tâbi tutulmaz. Allah rahman sıfatı gereği bu dünyada çalışana verir, ama âhiretin ödülünü iman edene verecektir. "Bu insanların isteyerek veya istemeyerek yap­tıkları ameller niçin kabul edilmeyecektir" sorusunun cevabı, yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin sonunda ve bir sonraki âyette verilmektedir. "Doğrusu, siz yoldan çıkmış bir topluluksunuz^" "Yol­dan çıkmış' mânasını verdiğimiz fâsık kavramı bu ve bundan sonraki âyette tanımlanmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette fâsık, iyi amelleri kabul edilmeyecek olan insanlar olarak kabul edilmekte ve bir sonraki âyette daha geniş bir açıklanması yapılmaktadır.

6. "Verdiklerinin kabul olmasına engel olan, Allah'ı ve elçisini inkâr etmeleri, namaza tembel tembel gelmeleri ve istemeyerek vermeleridir." Onların amellerinin kabul edilmeyiş se­bepleri burada sayılmaktadır: a) Allah'ı ve peygamberini inkâr etmeleri, yani imansız olmaları, b) namazı kerhen, yani zoraki, üşenerek kılmaları, c) infaklannı isteyerek yapmamaları.

Onların bu üç özelliği, ibadetlerinin kabul edilmesini engellemek­tedir. Bunlar sebep, kabul edilmemesi de sonuç olmaktadır. Aynı za­manda bu özellikler fâsık kavramını da tanımlamaktadır. Diğer taraftan

bu âyet Allah'a ve Peygamberi'ne inanmadığı halde namaza giden ve infak eden münafıkların olduğuna da işaret etmektedir.

Bu bölümde açıklamaya çalıştığımız beş âyetten şu neticeyi çı­kartmak mümkündür: Başkasının iyiliğine üzülen kötülüğüne sevinen insanlara Allah üç ilkenin hatırîatılmasım ve öğretilmesini istemektedir: İnsanlar isterler Allah da takdir eder. Allah'ın takdir ettiği şeyler insana isabet eder ve başına gelir. Allah inanların dostudur, inananlar da dayanıp güvenirler.

Münafıkların ve kâfirlerin müslümanların başına gelmesini istedik­leri kötülükler, aslında onların iyiliğine olmaktadır. Onlar iyiyi kötü, kötüyü iyi görmektedirler. Böylece inancın değerler âlemine etki ettiği ortaya çıkmaktadır. Allah münafık ve kâfirleri ya kendi katından doğru­dan doğruya cezalandırır veya dolaylı olarak müminlerin eliyle cezalan­dırır. İman edip iyiyi savunanların zaferi, kafirler için bir azap, bir ceza mahiyetindedir.

Allah'a ve Peygamberi'ne inanmaları, namazda tembellik göster­meleri, ve istemeyerek infak etmeleri sebebiyle amelleri kabul görmeye­cektir. Böylece Allah, bir taraftan münafıkların psikolojisinin analizini yapmakta, diğer taraftan da amellerin kabulündeki imanın ekinliğine dikkat çekmektedir.[62]

 

Mal Ve Çocuklara İmrenmek:

 

55. Artık, onların malları ve çocukları da seni imren­dirmesin! Allah, bunlarla onlara dünya hayatında azap etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını ister.

Ayetin analizinden çıkarılıacak bazı neticeler şunlardır:

1. "Artık, onların mallan ve çocukları da seni imrendirmesin!" Dikkat edilirse mal ve çocuklar cümlenin öznesi,
imrendirmek de yüklemi durumundadır. İmrendiren mal ve çocuklardır. Ayette, dünya nimetleri arasında mal ve çocukların insanın kıskançlık duygusunu harekete geçirdiği görülecektir. Onların etkisi altında kalıp
imrenme durumu peygamber için bile söz konusudur. Peygamber bile etki altında kalınca diğer insanların etkilenmesi haliyle doğaldır,

Allah, başkasının mal ve çocukları karşısında etkilenip imrenme­mek için gerekli eğitimini yapmaktadır. Başkalarının mal ve çocukları­nın bizi imrendirmemesi için ne yapmak gerekir? Bu soruyu iki âyet cevaplandırmaktadır: "Sakın kendilerinin denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı hem de daha süreklidir" (Tâhâ 20/131), "Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme!" (Hicr 15/88).

Her iki âyette "göz dikme" şeklinde tercüme ettiğimiz ifade aslın­da "gözünü uzatma" anlamına gelmektedir. Başkasına Allah'ın bahşetti­ği nimetlere gözünü uzatmamak imrenmeyi önleyen en güçlü önlemler­den biridir. "Göz görmeyince gönül katlanır." Tâhâ sûresinin 131 ve Hicr sûresinin 88. âyetinde gözün hareketi, yorumunu yapmakta oldu­ğumuz âyette de gönlün eylemi düzenlenmektedir. Başkasının mal ve çocuklarına imrenmemek Allah'ın emri ve Peygamberin ahlâkıdır. Bu emir, Hz. Peygamber'in tatbikatı ile sınırlı değildir, herkesi kapsamına almaktadır.

2. "Allah, bunlarla onlara dünya hayatında azap etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını ister." Münafıkların İslâm'a düşmanlıkları değişmez hale ge­lince Allah onları cezalandırmak ister ve bu cezalandırma işini mal ve

evlâtları ile tatbikata koyar. Âyette geçen bihâdaki zamir "mal ve ev­lât" kelimelerine aittir. "Bunlarla" denirken mal ve evlâtlar kastedilmek­tedir. Yani, Allah onlara mal ve çocuklarıyla azap edecektir.

Mal ve çocuklar insan için nasıl azap olur? Münafıklar ve kâfirler mal ve çocuklarını aşırı derecede severler. Çünkü onlar neyi ne kadar seveceklerini bilemezler. Müslümanların da aynı hataya düşmemeleri için Tevbe sûresinin 24. âyetinde, neyin ne kadar sevileceği açıklanmak­tadır. Ayrıca Bakara sûresinin 165. âyetinde, Allah dışındaki varlıkları Allah'tan fazla veya Allah'ı sever gibi sevmenin şirke götüreceği anlatı­lır. Demek ki münafıklar ve kâfirler, mal ve çocuklarını aşırı derecede sevmekle kendilerine azap etmektedirler. Çünkü aşırı sevgi' onları feda­kârlıktan ahkoyar. Çocuklarının kendilerini terkedip ilgilenmemeleri de, biriktirdikleri mallarını, çocuklarının lüzumsuz yerlerde harcamaları da onlar için azaba dönüşmektedir.

Çok sevdikleri mallarını çok sevdikleri çocukları yiyip tüketmek­tedir. Çünkü mal ve çocukları onların tanrısı haline gelmişti. Bir tanrının bir tanrıyı ortadan kaldırdığını görünce azap çekmektedirler. Buradan şu neticeyi çıkartıyoruz: İnsan Allah'ın dışında tanrı edinircesine neyi aşırı bir şekilde severse ondan başına belâlar gelir. Allah bu belâları dünya hayatında onlara tattırır.

"Kâfir olarak canlarının çıkmasını ister." Al­lah yarattığı insanın niçin kâfir olarak ölmesini ister? Allah'ın bu isteği, münafıkların ve kâfirlerin inancına ve davranışlarına göre gerçekleşmek­tedir. Zaten onlar kendilerinin kâfir olarak kalmalarını ve hayatlarına bu psikoloji içinde devam etmelerini kararlaştırdıklarından, Allah da onların bu durumunu tescil etmektedir. Aksi takdirde onların kâfir olarak yaşa­yıp ölmelerine dair istekleri olmadan, Allah öyle isteseydi bu kullarına haksızlık etmiş olurdu.

Âyette geçen nefis kelimesi "can" anlamına gelmektedir. Can be­dene girmeden önce "ruh" ismini almakta, bedene girince can niteliğini taşımaya başlamaktadır. Ruh, beden denen madde ile buluşmasının ar­dından nefis, yani can adını almaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki insanların dünya hayatında mal ve ço­cukları ile kendilerine azap etmeleri doğru değildir. İmrenmek veya im­rendirilmek insan psikolojisinin âciz durumda olduğunu gösteren manevî bir durumdur. Müslüman sahip olduğu, yani uğruna emek verdiği şeyle yetinir, başkasının sahip olduğu onu imrendirmez, çünkü imrenme za­manla kıskançlığa ve hasede dönüşür.[63]

 

Psikolojik Gerginlik:

 

56. Mutlaka  sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar
korkan bir toplumdur.

57. Eğer sığınacak bir yer veya mağaralar ya da bir delik bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.

58. Onlardan sadakaların (taksimi") hususunda seni ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da verilir­
se razı olurlar, şayet onlara (sadakalardan) verilmezse hemen kızarlar.

59.Eğer onlar Allah ve Peygamberi'nin kendilerine ve­rildiğine razı olup, 'Allah bize yeter, yakında bize Allah da lutfundan verecek, resulü de. Biz yalnız Allah'a rağ­bet edenleriz' deselerdi kendileri için daha hayırlı o-
lurdu).

1. "Mutlaka sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler." Münafığın özelliklerinden biri de yalan yere yemin et­mektir. İnancını durmadan değiştirmek münafığın ahlâkı haline gelmiş­tir. Onların bu ikili oynamalarını yeminle, şahadetle pekiştirmek isterler: "Münafıklar sana geldik­lerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın peygamberisin derler. Allah da bilir ki sen elbette O 'nun peygamberisin. Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir. Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolun­dan yan çizdiler. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür" (Münâfıkûn 63/1-2). Demek ki "yemin" münafıkların kalkanı olmaktadır.

"Müminlerle karşılaştıkları vakit iman ettik derler. Şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz derler" (Bakara 2/14). Âyetin bu kısmına bakınca münafıkların Allah'ı bildiklerini ve bu sebeple O'na yardım ettiklerini görüyoruz Eğer münafıklar, müminlerle beraber olsalardı ve sözlerinde samimi olsalardı, yemin etmelerine lüzum yoktu Yemin edilmemesi gereken bir yerde yemin etmek, o yeminin yalan olduğuna delil teşkil etmektedir Beraberlikler yeminle değil eylemle ispat edilir.

2. "Halbuki onlar sizden değillerdir fakat onlar korkan bir toplumdur." Onların beraberlik için yaptıklar yeminin doğru olup olmadığını müminler bilemezlerdi. Onun için Allar. onların, müminlerle beraber olmadıklarını açıklamaktadır. Onların bu şekilde yemin edip, yalandan müminlerle olduklarını söylemelerinin sebebi "korku psikolojisi"dir. tij Ferak kelimesi "korku" anlamına gelmektedir. Bu kelime oıiy furkân kelimesinin türevidir. "Hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırmak" anlamına gelen furkanın, bu anlamı münafıkların psikolojisine yansı­maktadır. İçi dışını ayıran adam olduklarından bu durum, 3j ferak ke­limesiyle ifade edilmektedir. Sadece görünüşte müslüman olan, ama içi müslüman olmayan, şahsiyet parçalanmasına sahip olan adamı Allah bu kelime ile ifade etmektedir. Fereka olunca "ayırmak"; ferika "çok korkmak, ödlek olmak" mânalarına gelir. Demek ki münafık insanlar korktukları için sevmedikleri, inanmadıkları insanlarla beraber.oldukla­rını yeminle söylerler. Oysaki beraberlik iman ve sevgiye dayanmalı, korkuya değil. Korku geçici olabilir ama, iman ve sevgi kalıcıdır.

Âyette çoğul olarak kullanılan kavim kelimesine "grup" mânası verebiliriz. Münafıklar toplumda bir grup kurabilmekte ve bu grup, top­lum yaşamını etkileyebilmektedir. Onun için Allah ferdî mânada müna­fıklığı değil de, grup anlamında münafıklığı konu edinmekte ve onların psikolojisini açıklamaktadır. Demek ki bir inanış ve davranış biçimi, grup haline büründüğü zaman etkinliğini göstermektedir.

3. "Eğer sığınacak bir yer, veya bir mağara ya da bir delik bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip giderlerdi." Bu âyet korkak olan münafık grubun, başka boyuttaki özelliklerini vermektedir.

a) İki yüzlü, şahsiyet parçalanmasına uğramış; aklı, gönlü ve nefsi birbirinden ayrılmış; ahlâkî tutarsızlığı olan; hiçbir antlaşmasına sadık kalmayan münafıkların kaçacak delil aradıklarını gündeme getiren Al­lah, mağara ve delik ifadeleriyle onları hayvana benzetmektedir. "kaleler"; el-mağârât "mağara"; el-müddehal "kuyu, toprağın altındaki menfez, kanal, delik" mânalarına gelmektedir.

Münafık, içi tarla faresinin toprağın altında kazdığı tüneller gibi delik deşik olan anlamına geldiği gibi, tehlike anlarında korktuklarından dolayı bu deliklerden birine sığınmak ister. Böyle bir yer bulma ihtimali yoksa, hemen yemini kalkan edinerek müminlerle beraber olduklarını söylerler.

Ahlâksızlığın en dip noktasına inerek Allah'ı ve müminleri kan­dırmaya çalışan münafıklarda aldatmak sanatıdır. Bu aldatma işini Allah kendilerine çevirmektedir: "Bakınız, müna­fıklar Allah'ı kandırmaya çalışıyorlar; halbuki Allah onların kendi ken­dilerini kandırmalarını sağlıyor" (Nisa 4/142). Münafıklar ikili oynar­ken, yalan yere yemin yaparken Allah'ı umursamamaktadırlar (Tevbe 9/67). Allah'ı umursamayan insan için ahlâk söz konusu değildir.

b) Kale. mağara, delik kelimelerinde büyükten küçüğe doğru bir sıralama vardır. Münafıklar gittikçe küçülen, bir deliğe sığacak kadar küçük şahsiyete sahiptirler. Tarla faresi korkudan titreyerek sığınacak bir delik arar.

Âyetin sonundaki yecmehûn kavramı "hızlı bir şekilde ko­şarlar" demektir ve korkan farenin koşmasını ifade etmektedir. Münafık, müminlerin üstünlüğünü görünce, inkâr ve düşmanlığının izlerini silerek mümin olduğunu söyleyip beraberliğini ilân eder.

4. "Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar." Bu âyet münafıkların başka bir özelliğini açıklamakta, onların Hz. Peygamber'e karşı tutumlarına dikkat çekmektedir.

a) Âyetin nüzul sebebi şudur: "Resûlullah bir malı paylaşırken, Hurkus b. Züheyr onun yanına gelir: 'Ey Allah'ın Resulü! Adaletli ol!' deyince Hz. Peygamber: Yazıklar olsun sana, ben âdil olmazsam kim âdil olabilir ki?"[64] buyurur. Her çağda, her toplumda böyle insanlar çıkar. Bunun anlamı İslâm'dan önce de böyle davranan insanlar vardı, sonra da ola­caktır.

b) "Onlardan sadakaların (taksimi) husu­sunda seni ayıplayanlar da vardır: " Âyetin bu kısmında geçen ayıpla­ma fiili jl lemeze kelimesi ile ifade edilmiştir. "Birini ayıplamak, vur­mak, öte itmek, adamın saçına ihtiyarlık izinin belirmesi; üstü kapalı, muammalı konuşmak; alaya almak"; lemmâz kalıbı   fie nemmâm"müfsid, kötülükleri sayıp döken ve insanları ayıplayan" anlamına gel­mektedir.

Bu kelimenin ifade ettiği eylem Kur'ân'da Allah tarafından yasak­lanmıştır. "Kendi kendinizi ayıplamayınız" (Hucurât 49/11). Bu fiili işyelenleri Allah maskaraya çevirmiş ve çevirecektir (Tevbe 9/79). İnsanın yüzüne karşı eğlenenlerinin vay haline! (Hümeze 104/1)

Lümeze kelimesi Hümeze sûresinde hümeze ile beraber kulla­nılmıştır, jl Lemz "yüze karşı yapılan ayıplama" olurken, }f hemz yani hümeze de bir kimsenin arkasından ayıplanması anlamına gelmektedir. Demek ki lemz ile hemz, ayıplamak mânasında buluşmakta, birisi yüze karşı diğeri de arkadan ayıplama olmaktadır.

Hucurât sûresinin 11 ve Hümeze sûresinin 1. âyetindeki ayıplama fiilinin yasaklanmasına bakınca, Kur'ân ahlâkının insan ilişkilerinde ayrıntılara kadar indiği görülür. İnsanların yüzüne karşı veya arkaların­dan kaş-göz hareketleriyle onları ayıplamak Allah tarafından yerilip ya­saklanırken, İslâm'ın insan onuruna verdiği değeri de ortaya koymakta­dır.

Kur'ân yüze karşı ayıplamayı (lemz) hem insanın toplumda onu­ruyla oynama hem de kalp kırıcı olarak bulmaktadır. Hele bu, zenginin fakire karşı yaptığı bir davranış ise, ya da toplumda statüsü yüksek olan­dan düşük olana yapılmakta ise, tövbe edilmesi gereken, ama tövbe e-dilmeyince zalim olarak ilân edilmekte olan bir fiildir.

c) "Sadakalardan onlara da verilirse razı olurlar; şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar." Allah, münafıkların gönlünün maddî menfaatlerin elinde ol­duğunu, maddenin onların psikolojisini derinden etkilediğini anlatmak­tadır. Kendileri ihtiyaç sahibi olmasa bile yapılan yardımlardan istifade etmek isterler.

Ayette geçen sadaka kavramı daha çok "zekât" anlamına gelmek­tedir. Zenginlerin fakire vermek üzere Allah'ın zorunlu kıldığı bir iba­dettir. Sadaka kavramının infakla da alâkası vardır. Karşılıksız birinin diğerine yaptığı yardım, bir boyutu ile sadakanın anlamından beslen­mektedir.

İnfak ile zekât arasındaki temel fark, zekâtın sadece fakirlere, infa-kın ise kamu hizmetlerinde kullanılması olarak gösterilebilir. Müşterek yönleri fakire ve miskine, yolda kalanlara verilmiş olmalarıdır. Sadaka her iki kavramın ortak yönünü ifade etmektedir. Sadakayı aldığında razı olan, ama alamadığında kızan insanlar dengesiz bir yapıya sahiptirler. Peki münafıkların ne yapmaları gerekirdi? Bu sorunun cevabı 59. âyette verilmektedir.

5. "Eğer onlar Allah ve Peygamberi'nin kendilerinin verdiğine razı olup. Allah bize yeter, yakında bize Allah da lutfundan verecek, resulü de. Biz yalnız Allah'a rağbet edenleriz deselerdi." Allah, onların ne demeleri gerektiğini anlatırken, aslında müminleri eğitmek için onların şu niteliklere sahip olmaları gerektiğini bildirmektedir:

a) Razı olmak. Allah ve Peygamberi'nin verdiğine razı olmak, gönlün işlevini tesbit etmektir. Burada veren kaynak Allah olduğuna göre, O'nun verdiğini Hz. Peygamber dağıtmaktadır. Dolayısıyla âyette Peygamber'in verdiği şeklinde yer almaktadır. İnanan insan Allah'ın verdiğine ve Peygamberi nin dağıttığına güvenir ve razı olur.

b) Allah bize yeter. İnsan, Allah'ın yeterliliğini bilecek ve inana­caktır. Allah'ın ve Peygamberi'nin verdiğine gönülden razı olan insan, Allah'ın kullarının ihtiyaçlarını bildiğini, o ihtiyaçları hesapladığını ve
bu ihtiyaçları karşılamakta yeterli olduğuna inanacaktır.

c) Allah kuluna lütfeder, Peygamberi de. Allah rızık hazinesinden çalışan kullarına lutfedecektir. Bunu söylemeli ve buna gönülden inan­malıdır.

d) Allah'a rağbet etmeli. Bu ifadenin anlamı, bütün benliği ile Al­lah'a güvenip teslim olan insanın ifadesi olmaktadır.

Âyetin sonunda yer alan râğıb kelimesinin türevleri ve an­lamları şunlardır: Rağube "çok obur ve iştahlı olmak, vadinin su alıp toplayacak kadar geniş olması", yer ile kullanılınca "yerin çok su alıp toprağının akıp gitmesi";  rağıbe "üzerine çok düşmek, özle- mek, sevip dilemek"; an cer harfi ile kullanılınca "yüz çevirmek, vaz­geçmek, yalvarmak, alçak gönüllü olarak istemek"; erğabe ise "zengin olmak, malı çok olmak."

 

Rağb Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1. İstemek. Evlilik ve ilgili olarak Nisa sûresinin 127. âyetinde geçmekte ve "istemek" anlamına gelmektedir: "Nitekim kendiniz onlarla evlenmek istediğinizden... "

2. Terketmek. Bakara sûresinin 130. âyetinde an cer harfi ile bir­likte geçmektedir: "Kim İbrahim 'in inanç sistemini terketmek ister?" Buradaki terketmek Meryem sûresinin 46. âyetinde olduğu gibi "yüz çevirmek" mânasına gelmektedir: "Ey İbrahim! dedi. Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyor­sun?" Her iki âyette de bu kelime, "terketmek, yüz çevirmek" anlamına gelmektedir.

3. Gözetmek, düşünmek. "Onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri." (Tevbe 9/120). Buradaki düşünmek "gözetmek" anlamını ifade etmektedir. însanın kendi canı ile ilgili olarak kullanılınca bu mânalara gelmektedir.

4. Kurtulmak. "Bir işten kurtulmak, boş kalmak" anlamında İnşi­rah sûresinin 7. âyetinde geçmektedir. Ancak İnşirah süresindeki konuya bağlantılı olarak düşünüldüğünde "zorluktan, sıkıntıdan kurtulmak" mâ­nasına geldiği anlaşılır. "Öyleyse (sıkıntıdan) kurtulduğun zaman, sağlam dur."

5. Yönelmek. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette ve İnşirah sûresinin 8. âyetinde "gönülden gelerek Allah'a yönelmek" anlamına gelmektedir. "Ve yalnız sevgi ile Rabbine yöneli" (İnşirah 94/8). Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette rağıb, "Sevgi ile Allah'a yönelenleriz" mânasına gelmektedir.

6. Umut. Enbiyâ sûresinin 90. âyetinde duanın yapılış şeklini a-çıklarken rağaben kalıbında geçmektedir: "Umarak ve korkarak bize yalvarırlardı."

Bütün bu mânaların ortak noktası gönülden gelen bir istekle yö­nelmek veya yüz çevirmek manasıdır. Münafıkların "İçten gelerek, sevgi ile Allah'a yönelenleriz" demeleri gerekirken verilmeyen sadakalardan dolayı kızmışlardı. Allah'ın verdiğine rıza göstermek, O'nun yeterli ol­duğunu söylemek, lutfuna inanmak ve O'a gönülden yöneleceğini ifade etmek münafıkların yapmadığı şeylerdir. Ama bütün bunların yapılması­nın anlamı, münafıklıktan kurtulmaktır. Bu ders aslında inananlara ve­rilmektedir.[65]

 

Zekât Kimlere Verilir?

 

60. Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak an­cak, yoksullara, düşkünlere, zekat memurlarına, gönül­leri ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolda kalana aittir. Al­lah alimdir, hakimdir.

Âyette geçen sadaka kavramı "zekât" anlamına gelmektedir. Âye: münafıkların sadaka dağıtımında Hz. Peygamber'i ayıplamalarının yer-

siz olduğunu göstermek için, sadakanın kimlere verilmesi gerektiğini açıklayarak Hz. Peygamber'in kendi arzusuna göre hareket etmediğini açıklamaktadır. Burada zekât kelimesi geçmemekle beraber, zekâtın ne anlama geldiği Bakara sûresinin 83. âyetinde anlatıldı. Sadakadan hare­ket edersek şunu söylemek gerekir. Allah çalışan insanların bazısına farklı şekilde lutufta bulunur. Bunun sebebi Zuhruf sûresinin 32. âyetin­de anlatılacaktır. Farklı maddî nimete sahip olanlar, nimetlerinin şükrünü yerine getirmelidir. Maddî nimetlerin şükrünü yapma yollarından biri de zekât vermektir. Zekât mânasındaki sadaka ihtiyarî olmayıp müslüman zenginlere farzdır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin dışında iyi sıfjiı "Zekâtı veriniz" diye Kur'ân'da pek çok emir yer almaktadır. Ayrıca Zâriyât sûresinin 19. âyetinde zekâtın fakirin hakkı olduğu ilân edilmiştir: "Mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır" buyurulmaktadır.

Bu âyetin açıklaması bağlamında Hz. Peygamber sadaka isteyen birine şöyle dedi: "Allah sadakayı sekiz bölüme ayırdı. Sen o bölümler­den birine girersen sana veririm"[66]. Âyetin ön­ceki bölümünde bu konuda kimsenin, peygamberin bile hüküm vereme­yeceğine dikkat çekildi. Şimdi zekâtın verileceği sekiz grup insanı ele alabiliriz.

1. Fakirlere. Ayette geçen fakir kelimesi "yoksul" olarak tercüme edilmektedir. Bu kelimenin üç harfli kalıbı yi fekara kalıbıdır. "Bir yeri kazmak, delmek; bir şeyi kırmak, musibet şiddetli gelmek, malı gitmek, fakir düşmek." Fekıra da "omurgasından şikâyet etmek"; avla ilgili kullanıp j& efkara kalıbından alınınca, "avın avcının yanına gelmesi" mânalarına gelmektedir. Fakir kelimesinin "derviş" anlamı da vardır. Bu anlamda fakir, manen kendisini yoksul hisseden demektir. Bu kelime, Kur'ân'da hep yoksul anlamında kullanılmasına rağmen Kıyâme sûresi­nin 25. âyetinde "bel kemiği" mânasına gelmektedir.

Fakirlik kelimesinin lügat mânası ile sosyal mânası arasında sıkı bir bağ vardır. "Delmek, kırmak, musibet" anlamlan ile fakirlik arasın­daki bağlantı şudur: Fakirlik ferdin ve toplumun hayatında bir delik, bir kırılma ve bir musibettir. Allah bu musibetlerin zekât vasıtasıyla tedavi edilmesini istemekte ve emretmektedir.

Fakirlik kavramı ile Allah sadece inanan fakirleri kastetmemekte-dir. Kelime evrensel mânada kullanılmıştır. Fakirin inananı ve inanma­yanı düşünülmeden kendisine yardım edilmelidir. Çünkü fakirliğin, mil­lîsi, gayri millîsi; dinlisi dinsizi olmaz; yakını ve uzağı olur. Önce ya­kından başlanır en uzak fakirlere kadar gidilir.

2. Miskinlere. Miskin kelimesi "düşkün" anlamına gelmek­tedir. Fakir ile miskin arasındaki fark, fakir çalışarak fakirliğinden kurtu­labilir, ama miskinin bu imkânı yoktur. Miskinin mânası "fakirliğin bir
daha ayrılmayacak kadar kendisinde yerleştiği kimse"dir ve yerde sürü­nen fakir demektir (Beled 90/16).

Başa çıkılamayan fakirlik artınca toplum da miskinleşir. Miskinin bulunduğu toplum bağımsız kalamaz, kültürünü, namusunu, şahsiyetini koruyamaz. Onun için Allah hem fakirlik hem de miskinlikle mücadele edilmesini emretmekte ve bunun bir yolunun da zekât olduğunu bildir­mektedir.

3. Zekâtı toplayan memurlara. Zekâtı toplayan memurların durumu iyi değilse onlara da zekât verilir. Memurlar maaş alamıyorsa, kendileri­ne yardım edilmesi gerekir. Zekât toplama işini yaparken para kazanmak
mümkün değildir. Bundan anlıyoruz ki zekâtı kişiler kendi isteklerine göre dağıtamazlar, devlet zekâtı toplar, âyette belirlenen gruplara verir. Aksi takdirde zekâtı toplayan memur kavramı burada kullanılmazdı.

Zekât gelişigüzel dağıtılmayıp bir disiplin içinde belirlenen insan­lara verilmelidir. Onun içindir ki Yemen'e vali olarak tayin ettiği Muâz'a Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Zekâtı onların zenginlerin­den al, fakirlerine ver!"[67].

Zekâtı niçin devlet toplayıp dağıtacaktır? Bunun iki sebebi oldu­ğunu söyleyebiliriz:

a) Zekâtı veren ile zekâtı alan arasında psikolojik bir alan oluş­maması için. Veren gururlanacak, alan da aşağılık duygusuna kapılacak­tır. Bunu önlemek için kimin zekâtının kime gittiğinin bilinmemesinde yarar vardır.

b) İhtiyaç sahiplerinin kimler olduğunu kişilerin belirlemesi zor­dur. Devletin ihtiyaç sahiplerini tesbit etmesi mümkündür. Zenginlerin çoğu büyük şehirlerde oturduğu için kişisel olarak zekâtı verirlerse, ken­di köşelerinde yaşayan fakirleri bilemeyebilirler. Onun içindir ki devlet zekâtı toplumun katmanlarına daha dengeli bir şekilde dağıtma imkânına sahiptir.

4. Kalpleri kazanılacak olanlara. Müslüman olmayanların kalpleri­ni İslâm'a ısındırmak için verilen zekât bu gruba girmektedir. Müslüman olmayan insanlara ulaştırmak, onların gönüllerini İslâm'a ısındırıp kay­naştırmak için onlara zekât verilebilir. Bundan anlıyoruz ki söz konusu niyetle müslüman olmamış olan müşrik, kâfir ve diğerlerine de zekât verilebilir. Bu konudaki uygulamayı ilk yapan Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Ben, henüz küfürden yeni çıkmış birtakım kimselere, onları (kalpleri İslâm'a) ısındırmak gayesi ile bir şeyler veriyorum"[68]. Hadislerde zekât kelimesi geç­memekte, fakat karşılıksız yapılan bir yardımın olduğu anlaşılmaktadır.

Âyetin bu grubunu günümüze taşırsak şu neticeyi çıkartabiliriz: Müslümanlar çalışıp zengin olacak, zekât verir hale gelecek ve dinini yaymak için sahip olduğu ekonomik imkânları kullanacak, gerekirse müslüman olmayanlara da zekâtını verecektir. Zekâtı devlet dağıtacağına göre, bu faaliyet aynı zamanda devletin faaliyeti olacaktır. Müslüman olmamış fakat kalbi tevhid inancına yatkın olan insanların kalbini ka­zanmanın bir yolu da, onu ekonomik imkânlardan istifade ettirmektedir. Gönül kazanmanın yallarından biri de budur. Böylece zekâtın eğitici bir yönünün olduğu da ortaya çıkmaktadır.

Maddî bir imkânın, kalplerde oluşturduğu manevî bir oluşuma dikkat çekilmektedir. Maddenin mânaya dönüşümü burada görülmekte­dir. İnancı ne olursa olsun mideye giden gıdanın gönülde bir değişim meydana getireceği gerçeğine işaret eden bu âyet, insan psikolojisini gündeme getirmektedir.

5. Kölelere. İnsanları hürriyetlerine kavuşturmak için yapılacak ya­tırımlara devlet zekât ile katılabilir. İnsanları kölelikten kurtarmak gibi erdemli bir harekete destek çıkmak müslümanın görevidir. i'r-rikâb kelimesinin anlamına "köle ve esirler" girmektedir. Onları hürri­yetlerine kavuşturmak için verilecek fidye zekâttan ödenebilir.

Rikâb kelimesinin tekili rakabe olup sözlük mânası "boyun"dur. Fakat aynı zamanda insanın bütün şahsiyetini ifade etmektedir. Fi'r-rikâb mecazî anlamda insanları zincirlerinden kurtarmak mânasına gel­mektedir. Bu durum A'râf sûresinin 157. âyetinde Hz. Peygamber'in görevi olarak gündeme getirilmektedir: "Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zinciri indirir." Hürriyeti elinden alınmış insanlar zincire vurulmamış bile olsa, âyette zincire vurulmuş olarak kabul edilmektedir. Hz. Peygamber'den hürriyetsizliğin zincirinden in­sanların kurtulmasını istenmektedir. Bunun yollarından biri fidye vere­rek onları hürriyetlerine kavuşturmaktır. Onun içindir ki Kur'ân'daki cihad şeklindeki savaş hak ve özgürlüklerin savunulması için yapılan bir faaliyetir. Böyle bir faaliyetin dışında asla kimse esir alınamaz (Enfâl 8/67). Böylece Allah insanlığın hayatında köleliği kaldırma faaliyetini öylesine önemsemiştir ki ona ibadet payesini vermiştir.

Savaşta alınan esirleri fidye karşılığında hemen serbest bırakılma­sını emreden Allah, bu eylemle savaşın izlerinin silineceğine dikkat çekmektedir (Muhammed 47/4). Ayrıca köleliği kaldırmak için çeşitli günahların giderilmesi uğruna kefareti aracı kılar (Nisa 4/92; Mâide 5/89; Mücâdele 58/3). Diğer taraftan Hz. Peygamber, köleleri şartsız olarak kölelikten kurtarmanın Allah katında bir müminin yerine getire­ceği en övgüye değer bir eylem olduğunu vurgulamıştır.

6. Borçlulara. Âyetteki "borçlu" kelimesi ğârim olarak geç­mektedir. Bu kelimenin kökü ğarime fiilidir. "Zimmetinde olan şeyi ödemek, ticaretle kullanılınca zarar etmek; bir şeye düşkün olmak";  ğârim "kefil olduğu ve garanti ettiği borcu yüklenen"; ğaram "aşk; devamlı azap, helak" mânalarına gelmektedir. Zeccâc'a göre garm "güç bir şeyi üstlenmek"tir.

 

Ğaram Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) Şiddetli azap. "Doğrusu onun azabı pek kor­kunçtur" (Furkân 25/65). Borcun insana ağır bir yük olarak gelmesi ile azabın şiddeti arasında da bir bağlantı vardır.

2) Angarya. "Bedevilerden öylesi vardır ki (Allah yolunda) harcayacağını angarya sayar" (Tevbe 9/98).

3) Borç. Bu anlamda Kur'ân'da çeşitli kalıplarda geçmektedir. Tûr sûresinin 40.  âyetinde   mağram,  Vakıa sûresinin  66.  Âyetinde "borçlu" anlamında muğramün kalıbında geçmektedir: "Doğrusu borç altına girdik." Âyette geçen ğarimin kelimesini Muhammed Esed şöyle açıklamaktadır: İyi niyet ve amaçlarla borçlanıp sonra da kendi hata ve eğrilikleri olmaksızın borcunu ödemeyecek du­rumu düşenlerdir.

"Borcunu ödeyemediğinden manen azap içinde olan, borcun ağır­lığından dolayı kemikleri sızlayan" anlamında ğarm zekât verilecek kadar kötü durumda olmayı ifade etmektedir. Borç İslâm'da o kadar ö-nemlidir ki ödeyemeyene ödemesi için zekât verilmesi şarttır.

Ğârim "borçlu" kelimesi âyette sadece ferdi ifade etmektedir. Ça­lışan işçilerini çıkartabilecek kadar iflâsa doğru giden bir şirket de borçlu kavramının kapsamına girmektedir. Ekonomiye faydası olan bir şirketi batmaktan kurtarmak da devletin görevleri arasında yer almaktadır.

7. Allah yolunda. İslâm dininin, yani Kur'ân'ın yayılıp insanlara ulaşması; doğru ve iyinin öğretilmesi uğruna yapılan harcamaların, insan hak ve özgürlüklerini engelleyenlere karşı verilen mücadele ve fiilen
savaşmakta olanlar için harcananlar Allah yolunda harcama anlamına gelmektedir.

8. Yolda kalmışa. Âyette bu terimin karşılığı "yolun oğlu"dur. "Yolda parasını kaybeden veya parası yetmeyen kimse" mânasına alınan bu terimin kapsamına, bitirilemeyen, yolda kalan herhangi bir proje de
girmektedir. Bu konuda sağlık yatırımlarına, ilâçla ilgili araştırmalara, bilimsel araştırmalara ait başa çıkılamayan problemlerle ilgili projelere zekât verilebilir. Aynı şekilde bu yarım kalmaya mahkûm olan projelere infak da yapılabileceği Bakara sûresinin 177. âyetinde anlatıldı.

Âyetin devamında sayılan bu sekiz gruba zekât verilmesi farzdır. Demek ki müslümanın zekâtı verme konusunda seçeneği yoktur. Zekat, Allah'ın, mutlaka yerine getirilmesi gereken yönergesidir. Allah bu em- rini alîm ve hakîm sıfatlarıyla koymuştur. Âyetin sonundaki bu sıfatları dikkate alarak şöyle bir değerlendirme yapabiliriz: Bu emir alîm ve ha­kîm olan Allah'ın damgasını taşımaktadır.

Âyetin iniş sebebiyle ilgi kurarak açıklarsak zekât müessesesinden herkes istifade edemeyecektir. Allah kimlerin istifade edeceğini, kimlere verileceğini belirlemiştir. Bir bakıma Allah zekâtın hukukunu yazmıştır. Âyette sıralanan sekiz gruba bakınca, hemen hemen zekâtın her yere verildiğini görmek mümkündür. Kamunun yararına yapılacak olan her şeye zekat uzanmaktadır.[69]

 

Peygamberi Tanımlamak:

 

61. içlerinden bazıları da Peygamber'i incitirler ve şöyle derler: O, her şeye kulak kesilir. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o, Allah'a inanır, mü­minlere güvenir, ve o, sizden iman edenler için de bir rahmettir. Alah'ın Peygamberi'ne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır.

Bu âyetin iniş sebebi olarak bazı müfessirler çeşitli olayları nak­letmektedirler. Fakat münafıkların "O her şeye kulak kesilir" di­yerek Peygamber'e eziyet etmeleri âyetin iniş sebebi olmaktadır. Daha önce Tevbe sûresinin 58. âyetinde sadakaların dağıtımında Hz. Peygam-ber'i ayıpladılar. Bu âyette de sözleriyle Hz. Peygamber'i incitiyorlardı.

1. "İçlerinden bazıları da Peygamber'i incitirler ve şöyle derler: O, her şeye kulak kesilir." Âyetin
bu kısmında yer alan "eza" yüklemi, "söz ile taciz etmek" anlamına gel­mektedir. Rahatsız etmek, sıkıntı vermek, sözle, davranışla, maddî açıya varacak şekilde taciz etmektir. Muarızları, Hz. Peygamber'e sözle eziyet
edip onu incitiyorlardı,  oiı j»"O, her şeye kulak kesilir" ifadesi "söyle­yenin sözünü dinlemek" anlamına gelmektedir. Bu mânadan hareket edersek Hz. Peygamber, duyduğu haberleri, elemeye tâbi tutmadan ay­
nen kabul ediyor demektir. Bize göre münafıkların söyledikleri yukarı­daki sözden kasıt, Hz. Peygamber'in almış olduğu vahye inanmadıkla­rından, onun birtakım sesler duyduğu, aslı olmayan bu seslerin onlara
vahiy olarak aktarıldığıdır. Onlara göre Hz. Peygamber bir yalancıdır. Bunu söyleme yerine, onun her şeye kulak kesildiğini söylemişlerdir.

2. "De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü o, Allah'a inanır, müminlere güvenir ve o, sizden iman edenler içinde bir rahmettir." Hz. Peygamber'in özellikleri âyetin bu kısmında sıralanmaktadır.

a) "O, sizin için bir hayır kulağıdır." Allah, Araplar'ın "kulak kesilen bir adam" ifadesini kabul ederek onların tanımlamasını cevaplandırmaktadır. Evet Peygamber bir kulaktır ama insanlara faydalı mesaj getiren bir kulaktır. Onun işittikleri hayal ve sahte sesler değildir. O, faydalı mesajlar alan bir akla sahiptir. Âyetin bu kısmındaki "hayır kulağı" ifadesinden anlıyoruz ki bir de "şer kulağı" vardır. O zaman Al­lah'tan vahiy olmadığı halde, "vahiy alıyorum" diyen hayalperest insan­lar "şer kulağı" olmaktadır. Kulaktan kasıt beyindir. O zaman münafık­ların bir kısmı Hz. Peygamber'e şer beyinli diyerek onu incitiyorlardı. Halbuki o, "hayır beyinli" idi. Onun beyninde iyi fikirler, niyetler, ta­savvurlar vardı. Onun beyni, hem münafıklar hem de bütün insanlık için hayır taşıyordu.

b) "O, Allah'a inanır." Hz. Peygamber'in ikinci özelliği Allah'a inanmış olmasıdır. Hz. Peygamber elbette Allah'a inanacaktır. Bize göre Allah münafıklara, Allah'a inanan kimsenin şer kulağa, şer beyne sahip olmasının mümkün olmadığını bildirmektedir. Böylece i-manın önemli etkinliklerinden biri gündeme getirilmiştir. İman ya da inanmak şer kulağı olmaktan insanı kurtarmakta, yani şer beyinli, kötü niyetli, kötü düşünceli olmayı önlemektedir. Onun içindir ki Allah, Hz. Peygamber'in Allah'a inandığını onlara bildirmektedir.

c) "O, müminlere güvenir." Allah, inanmanın aslında "güvenmek" mânasına geldiğini ifade etmektedir. Hz. Peygamber, ina­nan insanlara güvendiği için dediklerini ve haberlerini doğru olarak ka­bul etmektedir. Bunun anlamı şudur: İnanan insan her zaman için doğru konuşur, dolayısıyla o her zaman güvenilen insandır. Mümin kişi güve­nilen kişidir. Bu açıdan bakınca Hz. Peygamber'in önemli özelliklerin­den birinin inanan insana güvenmesi olduğu görülecektir. İman kelime­sinde "emniyet", "güvenlik" anlamlan da vardır. Nitekim bugün kullan­dığımız "emniyet", "güvenlik güçleri", "yedi emin" ve "emanet" gibi kelimeler aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla burada Hz. Peygam­ber'in, müminlere güveninden sözedilmektedir.

d) "Sizden iman edenler içinde bir rahmettir. "Hz. Peygamber, Allah'ın rahmetinin bir tezahürüdür. Onun rahmetinden istifade edebilmek için iman etmiş olmak gerekir. Onun için iman eden­
lere rahmet olduğu âyette beyan edilmektedir. Enbiyâ sûresinin 107. âyetine göre Hz. Peygamber'i Allah'ın, bütün âlemlere acımasının sonu­cu olarak gönderdiği belirtilmiştir. Dolayısıyla Tevbe sûresinin 61. âye­
tinde münafıklara cevap verildiği ve onlara Hz. Peygamber'in özellikleri öğretildiği için, Peygamber'in, onlardan iman edenlere rahmet olduğu ifadesiyle Enbiyâ süresindeki rahmet arasında herhangi bir çelişki de söz
konusu olmamaktadır.

3. "Allah'ın Peygamberi'ne ezi­yet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır. " Allah burada ilâhî ceza hukuku bakımından genel bir ilke koymaktadır. Her kim Hz. Pey-gamber'e eziyet ederse elem verici cezasını Allah verecektir. Bu ilkeyi günümüze taşırsak şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: İnsanlığın iyiliği için fikir üreten, Allah'a inanan, müminlere güvenen ve merhametle in­sanlığı kucaklamak isteyen erdemli insanlara eziyet etmek elbette ceza ile karşılık bulacaktır.

Tarihin önemli tesbitleri arasında yer alan bir husus, kötülerin, da­ima iyilere eziyet ettiği hususudur. İyiler engellenmek için taciz edilmiş­ler, etkinliklerinin önü kesilmiş, insanlığa kazandıracakları daima kötü gösterilmiş, kimi zaman da öldürülmüşlerdir. Bu şekilde eziyet edenlerin hakkını, elbette Allah dünya ve âhirette alacaktır. Âyette münafıkların iyi insanlara nasıl iftira ederek taciz ettikleri anlatılarak günümüz insan­larına ışık tutulmaktadır.[70]

 

Münafıkların Özellikleri:

 

62. Sizi hoşnut etmek için Allah 'a yemin ederler. Eğer inanıyorlarsa, Allah 'ı ve Elçisini hoşnut etmeleri daha uygundur.

63. Bilmezler mi ki, Allah 'a ve Elçisine kim karşı koy­maya kalkışırsa, ona ebedî kalacağı cehennem ateşi
vardır. İşte bu, büyük rezilliktir.

64. İki yüzlüler, gönüllerinde olanı haber verecek bir sûrenin aleyhlerinde ineceğinden çekiniyorlar. De ki:"Alay edin bakalım, Allah çekindiğiniz şeyleri ortaya çıkaracaktır".

65. Onlara sorsan derler ki: "Biz ancak lafa dalarak eğleniyorduk. " De ki: "Allah ile, ilkeleri ve elçisiyle mi
alay ediyorsunuz?"

66. Özür dilemeyiniz, şüphesiz, inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir grubu affetsek bile, bir gruba da
suç işlemekte olduklarından dolayı azap ederiz.

Bu âyetler birbirinin devamı olduğu için birlikte açıklanacaktır.

1. Yemin etmek münafıkların bir alışkanlığıdır, Allah'ı, Hz. Pey­gamber'i ve müminleri ikna edebilmek için yemine başvururlar. Onların böyle yapmalarının sebebi güya imanlarının bir işareti olacaktı. Bu yüz­den âyetin sonunda "eğer inanıyorlarsa" şart cümlesi yer almaktadır.

Böylece Allah, müminlerin öncelikle Allah'ı ve Peygamberi'ni hoşnut etmeleri gerektiğinin eğitimini vermektedir. Allah'ı hoşnut etmek için yemin etmek yerine niyet ve davranışların düzeltilmesi gerekir. Ye­min ederek insanlar aldatılabilir, ama Allah'ı aldatmak mümkün değil­dir. Allah Kur'ân ile "Kim hangi davranışa daha lâyıktır?" anlayışının öğretisini verirken hoşnutluğu esas almaktadır.

2. Tarihî hadiselerden ders almak. Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelenlerin geçmişte başlarına gelenlerden ibret alıp, karşı gelmekten vazgeçmeleri istemektedir. Bu sebeple "bilmezler mi ki" sorusu ile karşı karşıya bırakılmışlardır. Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelmenin cezası ebedî olarak cehennemde kalmak ve başlarına gelecek olan rezilliklerdir.

Bunun yanı sıra bu ceza hem dünyada hem de âhirette olabilir, çünkü geçmiş toplumlarda da bu böyle olmuştur. Bunu bildikleri halde âyette niçin böyle davrandıklarına dikkat çekilmektedir.

Münafıklar geçmiş toplumların başına gelenleri bildikleri halde böyle davranmalarından anlaşılıyor ki geçmişten ders almamışlardır. Oysa geçmişin bilgisi hal ve geleceğe ışık tuttuğu müddetçe faydalı olur.

3. Münafıkların kalpleri ile sözleri birbirini tutmadığı için onlar kalplerindekinin ifşa edilmesinden çekinirler. Onlar bîr sûrenin inip, gönüllerindeki niyet ve sahtekârlığı haber vermesinden çekinmektedir­ler.

64. âyetle 63. âyeti birbirine bağlayan nokta, müminleri razı etmek için münafıkların yaptıkları yeminin alay içerikli olmasıdır. Onun içindir ki 64. âyette "De ki: Alay edin bakalım!" ifadesi yer almakta­dır. Dillerinde yemin, gönüllerinde alay olan bu insanların niyetlerini Allah ortaya çıkartmıştır. Bu âyetler onların gönüllerindekini ortaya çı­kartmaktadır.

Manen hasta bir kalbe sahip oldukları için hastalıklarının ifşa e-dilmesinden çekiniyorlar, hastalıklarının bilinmesini istemiyorlardı. Çünkü münafıklar daima korku içinde yaşarlar, korku psikolojisi onların bütün benliklerini sarmıştır.

4. Münafıklar kimlerle alay ediyordu? Râzî'nin Katâde'den naklet­tiği bir rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferine çıkınca münafıklar aralarında, "Siz Muhammed'in Şam'a karşı galip geleceğini, Şam'ın kale ve köşklerini alabileceğini mi sanıyorsunuz? O nerede bu nerede?" diyorlardı. Hz. Peygamber Tebük'ten dönünce onları çağırdı ve söyle­diklerini anlattı. Onlar da, "Biz bunu ciddi olarak söylememiştik, biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk" dediler[71].

Bu olay üzerine Allah söz konusu âyeti göndermiştir. Asıl niyetle­rinin alay etmek olmasına rağmen, şakalaştıklarını söylemeleri onların iki yüzlülüklerini ortaya koymaktadır. 65. âyette onların dilleri ile dav-

ranışları arasındaki farklılık değerlendirilip niyetleri ortaya çıkartılmak­tadır.

Allah Hz. Peygamber'den onlara şu soruyu yöneltmesini istemek­tedir:

"Allah ile, ilkeleri ve elçisiyle mi alay ediyorsunuz?" Bu soruda üç şeyle alay edilemeyeceğine işaret edilmek­tedir. Bakara sûresinin 14. âyetinde münafıkların müminlerle alay ettik­leri nakledilmektedir. Tevbe sûresinin 58. âyetinde münafıkların, Hz. Peygamber'i ayıpladıkları gündeme getirilmektedir. Tevbe sûresinin 65. âyetinde de şu üç şeyle alay edip etmedikleri sorulmaktadır: Allah, Al­lah'ın âyetleri ve peygamberleri.

Bunlardan hangisiyle alay ettikleri sorulmaktadır. Aslında Allah ile alay etmek mümkün değildir. Çünkü Bakara sûresinin 15. âyetinde Allah'ın münafıklarla alay ettiği gündeme getirilmektedir.

Alay etmenin ikinci konusu Allah'ın âyetleri olabilir mi? Allah'ın âyetleri inkâr edildiğine göre, inançsızların, onları alaya almaları da mümkündür, ayrıca onların alayına peygamber de konu olabilir. Burada­ki alayın anlamı, dili ile inandığını söylediği halde kalben inanmamaktır. Allah'ın gönderdiği mesajı ciddiye almamak ve onu hafif görmektir. "Biz şakalaşıyorduk" diyerek bunun geçiştirilmesi mümkün değildir.

5. Mürtedin özrü kabul edilmez. 66. âyette inandıktan sonra inkâra sapanların özrünün kabul edilmeyeceği belirtilmektedir. Özür dilemenin anlamı, insanın kalbindeki kötü duyguların izlerini silmektir. "Eskimek, silinmek ve silinmesini istemek" anlamına gelen jiJbpi i'tizâr, işlenen günahın veya suçun izlerinin silinmesi isteğinde bulunmaktır.

İbnü'l-Arabî i'tizar kelimesinin "kesmek" anlamına geldiğini de söylemektedir. Sünnet sırasında kesilen kısma "uzre" denmektedir. Özür dilemek de, kınamanın kesilmesine sebep olduğundan aynı ismi almak­tadır [72].

Şimdi 66. âyette yer alan "inkâr" kelimesi ile, 64 ve 65. âyetlerde-ki istihza, yani "alaya alma"yı mânalandırabiliriz. Alaya almak, inkâr etmek mânasına gelmektedir. İman ettikten sonra inkâra sapanların du­rumu Âl-i İmrân sûresinin 86-91. âyetleri arasında açıklanmıştı.

Allah bunları hidayete erdirmeyecektir (Âl-i İmrân 3/86), onlar Al­lah'ın, meleklerinin ve bütün insanlığın lanetine uğramış ve uğrayacaktır (Âl-i İmrân 3/87), onların azabı hafifletilmez (Âl-i İmrân 3/88), inandık­tan sonra inkâra sapanların ve inkârda ileri gidenlerin tövbeleri asla ka­bul edilmeyecektir (Âl-i İmrân 3/90).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 66. âyetinki özür dileme, bir bakıma tövbe etmektir. Münafıkların, alay ettiklerinden do­layı tövbesine tövbe denmeyip özür denmektedir.

Bütün bu ibilgilerden öyle anlaşılıyor ki münafıklar arasında da farklılık vardır. Çünkü 66. âyetin devamında onlardan bir grubun affedi-lebileceğine işaret edilmektedir. Demek ki Âl-i İmrân sûresinin 89. âye­tinde olduğu gibi bazılarının tövbesini kabul edliip affedilecekleri burada da gündeme getirilmiştir.

Tevbe sûresinin 42. âyetinden 66. âyetine kadar anlatılan münafık örneği diğer münafıklardan ayrılmaktadır. Çünkü bunlar hem dışarıya hem de kendilerine karşı münafıklık yapmaktadırlar. Bunu kalplerinde-kini Allah'ın ortaya çıkaracağından korkmaları ifadesinden anlıyoruz.

Diğer taraftan Bakara sûresinin dokuzuncu âyetinde Allah'ı ve müminleri aldattıklarını sandıkları, fakat aslında kendi kendilerini aldat­tıkları beyan edilmektedir.

Bu münafık tipinin, bir zihin karışıklığına sahip olduğu, dünya menfaati uğruna iman ettiğini söyleyip, sahte imanın farkında olduğu görülmektedir. Zemahşerî 66. âyeti açıklarken bunların iki yüzlülüklerini bilinçle sürdürdüklerini söylemektedir. Bunlara "imanlı kâfır"ler diyebi­liriz. Bunlar iyiliğe düşmandırlar. İyiliği savunana söz veya davranışla­rıyla eziyet ederler, tacizde bulunurlar. Kötüyü işleyeni takdir edip ödül­lendirirler. İyi düşünce ve davranışı üretenler, onlara acı verir ve onun üzerine topluca yürürler.[73]

 

Münafıklar Niçin Fasıktır Ve Niçin Hüsrandadırlar?

 

 

67. Münafıkların erkekleri de kadınları da birbirinin aynıdır. Kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar. Cimrilik ederler. Onlar Allah'ı unuttu, Allah da onları unuttu. Münafıklar/âşıkların kendileridir.

68. Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de ebedî kalacakları cehennem ateşini vaad etti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir. Onlar için devamlı bir azap vardır.

69. Tıpkı sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar kuvvet­çe sizden daha zorlu, mal ve çocuklar bakımından daha
zengindirler. Onlar kendi nasipleriyle zevk sürdüler. Tıpkı sizden öncekilerin kendi nasipleriyle zevklendik­
leri gibi siz de kendi payınıza düşenle zevk sürdünüz. Tıpkı onların dalıp gittiği gibi, siz de dalıp gittiniz. İşte
böylelerinin amelleri dünyada da âhirette de boşa çık­mıştır. İşte böyleleri hüsrana batmıştır.

67. âyette de münafıkların özellikleri anlatılmaktadır.

1. "Münafıkların erkekleri de ka­dınları da birbirinin aynıdır." Âyetin bu kısmı Tevbe sûresinin 56. âye­
tinde münafıkların, müminlerle beraber olduklarına dair yemin etmeleri­nin bir değerlendirmesi olmaktadır. Onlar müminlerle beraber yemin etmelerine karşı Allah hem peygamberi hem de müminleri bilgilendire­rek, onların aslında birbirinden olduklarını, asla müminlerle beraber olamayacaklarını beyan etmektedir.

Diğer taraftan âyetin bu kısmı ile Allah onların aynı şahsiyetle ay­nı yapıda olduklarına dikkat çekmektedir. "İki yüzlü" anlamına gelen münafık, hangi toplumda, hangi kültürde olursa olsun aynı anlayışı ve aynı davranışı benimserler. Onların özellikleri genelgeçer bir nitelik ta­şımaktadır. Âyetteki "birbirinin aynıdır" ifadesinden çıkaracağımız baş­ka bir netice şudur: Onlar birbirinin dostudur, birbirini gözetir, destekler ve münafıklık psikolojisi birbirine bağlıdır. Her yerde her şart altında ve her durumda birbirini destekler ve arka çıkarlar. Tarihin her döneminde dünyanın her yerinde aynı şahsiyet özelliklerini sergilerler.

2. "Kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar." Bu davranış biçimi onların özelliklerini vermekte ve mü­
minlerden ayrılan yanlarına işaret etmektedir. Çünkü müminler iyiyi emreder, kötülükten sakındırırlar:  "Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kö­tülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Âl-i İmrân 3/104). "5iz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en iyi ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız" (Âl-i İmrân 3/110; bk. Âl-i İmrân 3/119; Tevbe 9/71; Hac 22/41). Kötülüğü emredip iyilik­ten alıkoymanın sosyal hayata yansıyan boyutu, toplumun mutluluğunu alıp götürmesidir. Çünkü iyiliği emredip kötülükten alıkoymak Âl-i İmrân sûresinin 104. âyetine göre topluma mutluluk getirmektedir.

Demek ki münafıklar topluma ve genel mânada insanlığa kötülüğü bulaştırmaktadırlar. Toplumlarda sosyal kontrolü tersine çeviren iki yüz­lü insanlar şeytanın işini kolaylaştırmaktadırlar. Kötülüğü emredip iyi­likten sakındırmakla. onlar insanları sevmediklerini ve onları kendilerine benzetmek istediklerini ispat etmiş olmaktadırlar. Bu davranışlarıyla En'âm sûresinin 112. âyetinde gündeme getirilen insanî şeytanlar haline gelmişlerdir. Bir benzetme yaparsak bu insanların kötüyü emretmeleri ormanı ateşe veren, ekolojik dengeye zarar verenler gibi sosyal dengeleri bozmaktadırlar.

3. "Cimrilik ederler." Âyetin bu bölümünde "ellerini sımsıkı yumarlar" ifadesi yer almaktadır. Bunun anlamı "cimrilik eder"dir. "Ellerini sımsıkı yumarlar" şeklindeki bu ifadenin eş anlamlısı İsrâ sûresinin 29. âyetindedir. "Elini bağlayıp boynuna asma!", yani "eli sıkı olma", başka bir ifade ile "cimrilik yap­ma" demektir. Hayır işlerinde koşmamak, fedakârlıkta bulunmamak, kamuya faydalı iş ve faaliyetlerde yer almamak, fakirin elinden tutma­mak münafıkların ayırt edici özellikleri arasında yer almaktadır.

4."Onlar Allah'ı unuttu; Allah da onları unuttu." İnsanın iki yüzlü davranması, kalbi ile dilinin farklı çalışması, aslında bir şahsiyet parçalanmasıdır. Onların iki yüzlülüklerinin sebebi Allah'ı unutmalarıdır. Demek ki münafıklık psikolojisinin ürünlerinden biri Al­lah'ı unutmaktır. Allah'ı unutanı Allah da unutur. Allah'ı unutmak,
O'ndan uzaklaşmak, ya da kendini uzak hissetmek, O'nu inkâr etmek anlamına gelmektedir. Böyle yapandan Allah da uzaklaşır.

5. "Münafıklar fâsıkların kendileridir." Bu, imandan ve dinden çıkmak, yani Tevbe sûresinin 66. âyetinde belirtilen imandan sonra inkâra sapmak anlamına gelmektedir. Başka bir açıdan bakarsak Allah, münafık kelimesinin anlamını burada fâsık olarak ver­mektedir. Fâsık denen münafık, bilinçli olarak iki yüzlü davranan müna­fıktır.

6. "Allah erkek ve kadın münafıklara da kâfirlere de ebedî kalacakları cehennem ateşini vaad etti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir. Onlar için devamlı bir azap vardır." Münafık ile kâfir bu âyette yan yana gelmiştir. Aslında benzerlikleri çoktur, ama farkları şudur: Münafığın inkârı gizlidir, kâfirin in kân ise açıktır. Allah 67. âyette olduğu gibi, burada da erkek münafıklarla kadın münafıklara ayrı ayrı yer vermektedir. Kâfir için böyle bir ayırım yoktur.

a) Demek ki münafıklarla kâfirlere Allah ebedî kalacakları cehen­nemi vaad etti. Onlara vereceği cehennem cezasını burada anmasının sebebi, cezanın caydırıcı özelliğini gündeme getirip işlerliğini temin et­
mektir. Âyetin devamında bu cezanın onlara yeterli olacağı anılmaktadır. O,   onlara yeter."  "Yeterlilik"  kelimesine  yer  verilmiş  olmasından anlıyoruz ki, ceza hukukunda suça verilen ceza, ona denk olmalıdır. Bu­
radaki yeterlilik "denklik" anlamına alınabilir. "Hangi suça hangi ceza verilmelidir?" meselesi ceza hukukunun en önemli ve zor konuları ara­sındadır. Çünkü işlenen suça denk bir ceza vermemek zulümdür.

b) "Allah onlara lanet etti." Âl-i İmrân sûresinin 87. âye­tinde hem Allah'ın hem meleklerin hem de insanların bunlara lanet ettiği belirtilmektedir. Lanet etmeyi, rahmetinden kovma mânasına alabiliriz. Cehennem ve lanet bir araya gelince azabın devamlılığını ifade eder. Çünkü âyetin sonu, bitip tükenmeyen azapla gelmektedir.Netice olarak diyebiliriz ki müslümanlarla beraber olmadıkları halde onlarla beraber olduklarını söyleyerek yalan yere yemin eden (â-yet: 56), sadakaların dağıtımında Peygamber'i ayıplayan (âyet: 58), Pey-gamber'e iftira ederek inciten (âyet: 61), dini alaya alan (âyet: 64), inan­dıktan sonra inkâr eden (âyet: 66), kötülüğü emredip iyilikten sakındı­ran, cimrilik yapan, Allah'ı unutup Allah'ın da unuttuğu kimse (âyet: 67)

burada tanıtılırken, din adına bir eğitim yapılmaktadır. Bu eğitimin siya­sete uzanan çok önemli çıkarımları vardır. İkili oynayan, içi köstebek yuvasına dönmüş insanlarla anlaşma yapmak zordur. Bunları tanımak ve ona göre siyasî antlaşmalar yapmak gerekir. Bunlar insanlığın güven ve erdemini lekelemişlerdir.

7. "Tıpkı sizden öncekiler gibi... " Ayetin bu kısmı, Tevbe sûresinin 67. âyetinde geçen "Münafık erkek ve münafık kadınlar birbirindendirler" ifadesinin bir çeşit açıklaması durumundadır. Müna­
fıklar hem yaşadıktan dönemdekilerle hem de geçmişteki münafıklarla benzer bir psikolojik davranış sergilerler. Münafıkların ahlâkında bir değişme olmamıştır. Aynı tarzda inanır, aynı şekilde davranırlar. Bu bakımdan birbirinin benzeri durumundadırlar. Hz. Peygamber'in döne­minde yaşayan münafıklarla, önceki topluluklarda yaşayan münafıkların durumlarının birbirinin aynı olduğu gündeme getirilmektedir.

8. "Onlar kuvvetçe sizden daha zorlu,    mal   ve   çocuklar   bakımından   daha   zengindirler."    Allah
onlarınanlayış, inanış, davranış bakımından benzer olmalarına rağmen, kuvvet, mal ve çocuklar bakımından eskilerden daha az olduklarını söy­lemektedir. Bunun anlamı aralarındaki fark dünyevî nimetler bakımın-
dandı; akıl, gönül ve nefis bakımından aralarında hiçbir fark yoktur.

9. "Kendi nasipleriyle zevk sürdüler. Tıpkı sizden önce­kilerin kendi nasipleriyle zevklendikleri gibi siz de payınıza düşenle zevk sürdünüz. Tıpkı onların dalıp gittiği gibi, siz de dalıp gittiniz." Âyetin bu kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır.

a) Hz. Peygamber döneminde yaşayan münafıkların davranışları geçmişteki toplumlarda yaşayan münafıkların davranışlarına taklit dere­cesinde benziyordu. Âyette geçen tâ"halâk kelimesi "nasip" anlamına gelmektedir. "Yaratma" anlamına gelen kelimeden türeyen halak "iyilik­ten doğan nasip ve pay" mânasını ifade etmektedir. Ebû Hüreyre bura­daki pay kavramının din olduğunu söylemektedir[74]. Âyete"eçmişteki münafıklar kendi dinlerinden nasiplerini aldılar, siz de kendi nasiplerinizi aldınız" anlamı da verilebilir.

Biz âyete "Manevî nimetlerden nasiplerini aldılar, siz de alıyorsu­nuz" mânasını uygun buluyoruz. Dünyevî menfaatler uğruna iki yüzlü davrandılar ve menfaatten paylarını aldılar. Siz de dünya menfaati uğru­na iki yüzlülük ediyor, Allah'ı unutup cimrilik yapıyorsunuz ve neticede o menfaatten payınızı alıyorsunuz. Dünyevî nimetlerden istifade etmek konusunda aranızda bir benzerlik vardır. Dünyevî nimetlerden elde etti­ğiniz paylarla zevk sürdünüz.

b) Geçmiş nesillerin münafıkları çürük, asılsız, insanlığa fayda vermeyen davalara, ideolojilere dalıp gittikleri gibi siz de aynı şeylere dalıp gittiniz, yani gidiyorsunuz. Âyette geçen j?v- hâda fiili "suya dalmak", bineğini suya daldırdı derken bu kelime kullanılır. Zorlu ve sıkıntılı işlere daldım derken de bu kelime tercih edilir. Bu kelime, karşılıklı konuşmalarda söze dalmak anlamına da gelmektedir. Bu mânadan hareket edersek şöyle bir yorum yapabiliriz: Eski nesillerin münafıkları oyun ve eğlenceye, dünyevî işlere dalıp gittikleri gibi siz de Kur'ân'ı inkâr etme, alaya alma, kötüyü emredip iyiden sakındırma işine dalıp gittiniz ve gidiyorsunuz.

Din ile alay etmek, kötüyü emredip iyiden sakındırmak, inkâr et­mek, iki yüzlü davranmak, Allah'ı unutmak, cimrilik etmek, yalan yere yemin etmek imandan sonra küfre dalmak kirli bir deniz oluşturmaktır. Geçmiş nesiller de inançsızlık, ahlâksızlık ve erdemsizlik denizine dal­mışlardı, çıkan olmadı. Siz de dalıyorsunuz, sizden de çıkan olmayacak­tır. Böylece Allah münafıkların manevî kirlilik denizinde boğulacakları­nı söyleyerek onları caydırmak istemektedir. Demek ki dünyada zevk denizine dalmak münafıkların önemli özellikleri arasında yer almaktadır.

10. "İşte böylelerinin amelleri dünyada da âhirette de boşa çıkmıştır. İşte böyleleri hüsrana batmıştır." Âyetin bu kısmında geçen  habita ke­limesi habeta kalıbından da gelmektedir. "Boş olmak, heder olmak, çok veya lüzumsuz yemekten hayvanın karnı şişmek, kuyunun suyu çe­kilip kurumak, tesir etmek" mânalarına gelmektedir. Dünya ve âhirette kimlerin amelleri boşa çıkmaktadır? Bu sorunun cevabını vermeden önce Kur'ân'daki "boşa çıkma" kelimesinin her yer­de amelle beraber kullanıldığını söylemekte yarar vardır. İnanmayı kabuletmeyen (Mâide 5/5), Allah'a şirk koşan (En'âm 6/88), dünya hayatını ve süsünü isteyen (Hûd 11/15-16), dininden dönüp, kâfir olarak ölen (Bakara 2/217), Allah'ın âyetlerini inkâr eden, peygamberleri ve adaleti emreden insanları öldürenler (Âl-i İmrân 3/21-22), kalbindeki manevî hastalıktan dolayı milletine ihanet edip ikili oynayanlar (Mâide 5/52-53), Allah'ın âyetlerini ve âhirete kavuşmayı yalanlayanlar (A'râf 7/147), iman etmeyenler (Ahzâb 33/19), Allah'ın indirdiğini beğenmeyenler (Muhammed 47/9), nihayet yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûre­sinin 69. âyetinde dünya zevklerine ve yanlışlara dalan münafıkların da amelleri dünya ve âhirette boşa çıkmıştır. Dünya ve âhirette amelleri boşa gidenler manen iflâs etmişlerdir.

Netice olarak diyebiliriz ki Allah bu âyetlerde, amelin dünya ve âhirette niçin boşa çıkacağını anlatarak müslümanları bilgilendirmekte, iman olmadan amellerin değerlendirilmeyeceğini vurgulamaktadır. Bu anlatım tarzı ile Allah, insanların amellerinin boşa çıkmasını istemediği­ni göstermektedir. Bu noktadan hareket edersek görürüz ki Allah müna­fıklık kavramına yeni bir tanım getirmektedir. İnanç ve yaptıklarıyla amelleri boşa çıkan ve manen iflâs eden insan münafıktır.[75]

 

Tarihi Olgular Ve Eğiticilikleri:

 

70. Onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkı­nın ve altüst olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Pey­gamberleri onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendile­rine zulmettiler.

Bu âyet 69. âyetin devamı mahiyetindedir. Hz. Peygamber döne­minde yaşayan münafıklar, geçmişteki münafıklara benzetilmişti. Bura­da aklımıza şu soru gelmektedir: Kimdi geçmiştekiler? Bu sorunun ce­vabı 70. âyette verilmektedir. Allah altı toplumu burada örnek olarak vermektedir.

1. "Onlara kendilerinden öncekilerin haberi gelmedi mi?" Bu sorunun, şok bir soru olduğunu ve onların birden irki­lerek sakınmalarını temin etmek kastıyla sorulduğunu bilmekte yarar vardır. Buradan şu neticeyi çıkartabiliriz: Allah tarihî hadiselere eğitici­lik açısından inilmesini istemektedir. Tarihî olguya canlı bir varlık gibi yaklaşılmaktadır. "Kendilerinden öncekilerin haberi gelmedi mi?" buyurulurken, gelme fiilinin faili "haber" olmaktadır. Demek ki Allah tarihî olgulara canlılık özelliği vermekte ve onların nesilden nesile hare­ket ettiğini söylemektedir.

Gelen haber canlı olduğuna göre, sonraki nesillere de ders vermek­tedir. Tarihî olgular eğitici özelliğe sahiptir. Geçmiş toplumların davra­nışlarının ulaştığı neticeler, gelecek nesiller için eğiticilik niteliğini taşı­dığı için Kur'ân'da yer almaktadırlar. Aksi taktirde geleceğe ışık tutma­yan bir haberin Kur'ân'da veya önceki kitaplarda anlatılmasının bir an­lamı olmazdı.

2. "Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin, ibrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin (haberi)." Allah tevhid inancı, peygamberler ve ahlâkî değer­lerle mücadele eden, onları alaya alan, öldürmek kastıyla peygambere tepki gösterenlere dünyada çeşitli ceza şekilleri uyguladı ve bunları son­raki nesillere eğitici bir ibret olarak bıraktı.

Nûh kavmini suda boğdu (Hûd 11/38-44), Âd kavminin soğuk bir rüzgârla kökünü kazıdı (Fussılet 41/16), Semûd kavmini gürültülü sar­sıntı (A'râf 7/78), İbrahim kavmini nimetlerini alarak (Bakara 2/126'da buna bir işaret vardır), Lût kavmini de üzerlerine yağmur yağdırarak, altını üstüne getirerek, üzerlerine taş yağdırarak (A'râf 7/84; Hûd 11/82) cezalandırmıştır. Bu toplulukların cezası tabiat olayları ile verildi. Bunun anlamı o toplulukların davranışları tabiatı bile sarsmıştır. Medyen halkı da şiddetli bir sarsıntısıyla (A'râf 7/91) yok edilmiştir.

Âyetin bu kısmında yer alan o&fjiiı el-mu'tefikât kavramı "çev­rilmek, altüst olmak" anlamına gelen iiub"5lt el-i'tifâk kelimesinden türemiştir. Altı üstüne getirilerek cezalandırılan toplum Lût kavmi olduğundan, bu kavim yerine kullanılmıştır. Bu kelime iyi hallerin kötü hallere dönüşmesi anlamında Kur'ân'da geçmektedir. Meselâ En'âm sûresinin 95. âyetinin sonunda ö£S$ J& "Nasıl çevriliyorsunuz" sorusundaki çevrilme bu kelime ile ifade edilmekte, iyiden kötüye geçişi ifade eden değişimin adı olmaktadır.

Lût kavmi ahlâkın altını üstüne getirmiş, iffetten iffetsizliğe dön­düğü için Allah da onların altını üstüne getirmiş ve mu'tefıkât adını al­mışlardır. Dikkat edilirse mu'tefıkât çoğuldur. Altı üstüne gelen nice şehirler olduğuna işaret etmektedir. Bu ceza şekilleri bize ders veriyor, insan nefsinin neler yaptığını anlatıyor.

3. "Peygamberleri onlara apaçık mucizeler ge­tirmişti. " Onlara hakkı ortaya koyan apaçık deliller getirmesine rağmen, Hz. Muhammed'i yalanlayan, alaya alıp inciten, ayıplayan münafıklar gibi onlar da bu delilleri inkâr ettiler. Onların delilleri yalanlamaları ce­zalandırılmalarının sebebi olmuştur. Sebep-sonuç ilişkisi içinde Allah geçmişin olgularını anlatmakta ve gelecek nesilleri eğitmektedir.

4. "Demek kit Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler. " Âyetin bu
kısmından çıkarılacak neticeler şunlardır: Allah'ın zulmetme sıfatı yok­tur. İnsan ve toplumların başına gelen belâlar kendi yapıp ettiklerinin neticesidir. Herkes ve her toplum kendi amellerinin neticesini önünde
bulur ve onu tadar. Burada şu soruyu sormakta yarar vardır: İnsan veya toplumlar kendi kendilerine nasıl zulmederler?

Allah insanı yaratırken ona verdiği en büyük manevî güç akıldır. Akla karşı âdil davranmak onu lâyık olduğu seviyede kullanmaktır. Aklı devre dışı bırakarak yapılan herhangi bir hareket akla zulümdür. Akıl, Allah'ı bulacak nitelikte yaratılmıştır. Onun yaratılış amacını gerçekleş­tirmemek ona bir zulümdür. Aklma zulmeden kendine zulmeder.

Akıl insana "Peygamber'in getirdiği hakkı ortaya koyan apaçık de­lillere inan ve ona göre hareket et!" der. Ama insan, aklın bu söylevini dinlemezse kendine zulmetmiş olur. Bir şeyi yerli yerine koymamak zulüm olduğuna göre, aklı yerli yerinde kullanmamak da zulümdür. Eğer toplum, toplumsal aklı yerli yerinde kullanmıyorsa, daha da büyük zu­lüm işlemektedir. Bu zulmün neticesi yıkımdır. Demek ki geçmiş top­lumların yıkım sebeplerinin başında aklın devre dışı bırakılması gelmek­tedir. Aklı devre dışı barakan, imanı da devre dışı bırakmış oluyor, so­nuçta nefsin tutsağı haline geliyor, bu da insanın kendisine zulmüdür.[76]

 

Müminlerin Davranışları Ve Ödülleri:

 

71. İnanmış erkekler ve inanmış kadınlar da birbirleri­nin samimi dostlarıdır. İyiyi emreder, kötülükten sakın­dırırlar. Namazı kılar, zekâtı verir, Allah'a ve Peygam­beri'ne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecek­
tir. Doğrusu Allah, mülkünde galip ve hikmet sahibidir.

72. Allah inanmış erkeklere ve inanmış kadınlara, içle­rinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cen­netler ve Adn cennetlerinde hoş meskenler söz vermiş­tir. Allah'ın rızası hepsinden büyüktür. İşte büyük kur­tuluş budur.

Tevbe sûresinin 42-70. âyetleri arasında münafıkların inanış bi­çimleri, davranışları, Allah'ın âyetlerine, peygamberine ve müminlere karşı olan tutumları, özellikleri, etki ve tepkileri açıklandı. Bu açıklama-nın ardından Yüce Allah, müminlerin özelliklerini anlatarak ödüllerinin neler olacağını tesbit etmektedir.

Bu anlatım tarzı Kur'ân'in bir metodudur. Cehennem anlatıldıktan hemen sonra cennet; kâfir anlatıldıktan sonra mümin; burada da müna-fıklardan hemen sonra müminler ele alınmaktadır. Bunun anlamı şudur: Allah istemediği, cezalandıracağı davranışları gündeme getirdikten sonra istediği, ödüllendireceği davranışları gündeme getirmekte, ödüllendirile-ceği davranışların neler olduğunu anlatmaktır.

Maddî âlemde gece ile gündüzün ardarda gelişi gibi, iyi ile kötü de ardarda getirilerek açıklanmaktadır. Bu metodu göz önüne alarak bu âyetleri açıklamakta yarar vardır. Müminlerin özellikleri şunlardır:

1. "İnanmış erkekler ve inanmış kadınlar da birbirinin dostlarıdır." Âyetin bu kısmı Tevbe sûresinin 67. âyetinin karşıtı olmaktadır. Orada, jaki "Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir" buyurulmuştu. Onlar. müminlerden olamaz, birbirlerine benzerler, birbirlerini severler ve bir-birlerini desteklerler.

Tevbe sûresinin 67. âyeti "Mutlaka sizden ol­duklarına dair Allah'a yemin eder" buyuran 56. âyete bir cevaptır. 71. âyetin bu kısmı da, münafıkların müminlerin dostu olamayacağını, ama mümin kadın ve erkeklerin birbirinin dostu olabileceklerini gündeme getirmekte ve müminleri bilgilendirmektedir. Âyetin bu kısmında mü­min erkeklerle mümin kadınları ayrı ayrı zikretmektedir. Mümin erkek mümin erkekle, mümin kadın mümin kadınla dost olacaktır. Bunun böy­le olmasının fermanını Allah bu âyette vermektedir.

Birbirinin dostu olmak, mümin olmanın öne çıkan özelliklerinden biridir ve mümin olmanın gereğidir. Çünkü âyetin bu kısmındaki evliya kelimesi, velînin çoğuludur. Velî de yakınlığı ifade etmektedir. Velî düşmanlığın zıddıdır. Düşmanlığın olduğu yerde velilik yani dost­luk olamaz. Velî kelimesinin diğer bir anlamı da destek çıkmaktır. Birbi­rinin velîsi olanlar birbirine arka çıkarlar.

Ayetin bu kısmını dikkate aldığımızda şu neticeyi çıkartabiliriz: Birbirine karşı kin saklayan müminler imanlarını bir kere daha gözden geçirmelidirler. İmanın sosyal hayata yansıyan boyutu, müminleri birbi­rine dost yapmış olmasıdır. İmanın olduğu gönülde sevgi, yakınlık, mer­hamet, yumuşaklık vardır.

Allah 67. âyette velî kelimesini kullanmadı, ama münafıkların bir­birinden olduğunu söyledi. Böylece Allah inananların bir grup, münafık­ların da bir grup olduğuna işaret ederek, inancın toplumsal oluşumunu gündeme getirmiştir.

2.  İyiyi emreder, kötülükten sakın-

dırırlar. " Âyetin bu kısmı da 67. âyette geçen "münafıklar kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyarlar" özelliğinin karşıtı olmaktadır. Münafıklar kötülüğü emrediyor, müminler iyiliği; münafıklar iyilikten alıkoyuyor, müminler de kötülükten.

İşte gerçek müminlerle, münafıkların temel farklarından biri bu­dur. Münafıklar hem kendi kendilerine kötüyü emrediyor, hem de top­luma kötülük yapıyorlar. Müminler de hem birbirlerine, hem de topluma iyiyi emrediyorlar.

İman insanı iyiye yaklaştırıyor kötüden de uzaklaştırıyor. Onun bu özelliği dolayısıyladır ki iman, ahlâkın temel direklerinden biri haline geliyor. İman iyiye yaklaşmakla kalmıyor, iyiyi başkasına iletmek için insanı harekete geçiriyor. İman iyiyi toplumdaki fertlere taşımasını istiyor. Dost olan mümin yerinde duramaz, iyiyi yaymak ve kötülükle mücadele etmek için olanca gücünü sarfeder. Bunun anlamı şudur: Dost olan mümin, nemelazımcı olamaz, bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın diyemez. Toplumun dertleriyle ilgilenir, çözüm için gayret sarfeder ve mümin olmakla, bu görevi eş değer olarak kabul eder.

3.  "Namazı kılar, zekâtı verirler." Demek ki münafıklar bunları yapmamaktadır. Tevbe sûresinin 54. âyetinde mü­nafıkların "namaza ancak üşenerek geldikleri" bildirilmektedir. Mümin­ler de üşenerek değil isteyerek namaz kılarlar. Müminler zekâtı isteyerek verirken, 54. âyette münafıklar: "İstemeyerek infak ederler" denmekte­dir.

4. "Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederler." Âyetin bu bölümü 67. âyetle mukayese edilerek incelendiğinde şu ilginç durum görülmektedir: Münafıklar 67. âyete göre Allah'ı unutuyorlar, 58. âyete göre Peygamber'i ayıplıyorlar, 61. âyete göre de Peygamber'i inci­tiyorlar. Müminler ise yorumunu yapmakta olduğumuz âyete göre Al­lah'a ve Peygamberi'ne itaat ediyorlar.

5. "İşte, bunlara Allah rahmet edecektir. Doğrusu Allah, mülkünde galiptir ve hikmet sahibidir." Allah
68. âyette münafık erkek ve kadınlara, kendilerine yeterli olacak cehen­nem ateşi ile ceza verirken, onlara lanet edecek ve sonsuz bir azapla mu­amele ederken, 71. âyette müminlere merhamet edeceğini buyurmakta­
dır.

İman eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, namazı üşenme­den kılan, zekâtı veren, Allah'a ve Peygamber'e itaat eden ve birbirinin dostu olan müminlerle münafıkların farkı budur. Mümine merhamet, münafığa da ceza vardır.

Azîz olan, yani mülkünde galip olan ve hikmet sahibi Allah'ın fermanı budur. Bu sıfatlarıyla Allah mümin ile münafığın farkını ortaya koyuyor ve bu özelliklere sahip olanların yollarının nereye çıkacağını açıklıyor. Azîz ve hakîm olan Allah'tan başka bir varlığın cennet ve ce­hennemi olamaz ve böyle bir açıklamayı da yapamaz. #İı >* 6. "Allah inanmış erkeklere ve inanmış kadınlara, içinden ırmaklar akan ve temelli kalacakları cennetler ve adn cennetlerinde hoş meskenler söz vermiştir. Allah 'in rızası hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur." Allah 68. âyette münafık erkek, münafık kadınlara ve kâfirlere vaad etmekte olduğu gibi, bu âyette mümin kadın ve erkeklere de vaad etmektedir.

a)Allah ırmak ile cenneti Kur'ân'da aynîleştirmektedir. Pek çok âyette cennet ırmak kavramı ile beraber geçmektedir. Irmak deyince akla gelen ilk şey sudur: Bu ırmakların neler olduğunu Muhammed sûresinin 15. âyetinden öğreniyoruz: Söz konusu ırmaklar sütten ırmaklar, lezzet veren tatlandırılmış su ve süzme bal ırmaklarıdır. Burada müminler ebe­dî olarak kalacaklardır.

b) Adn cennetlerinde güzel meskenler de müminlerin olacaktır. Adn kelimesi, oo* adene fiilinden türemiştir. "İkamet etmek, bir yeri vatan edinmek, taşı sökmek"; ağaçla kullanılınca "ağacı balta ile mah­vetmek, yeri gübrelemek, maden kazmak" mânalarına gelmektedir.ü.ul!el-Ma'din de "maden cevherlerinin bulunduğu ve çıkarıldığı yer" de­mektir. Muhammed Esed'e göre öjs- adn kelimesi ilk olarak Sâd sûresinin 50. âyetinde geçmiştir. Bu kelimenin İbrânîce'de "neşe ve mutluluk" anlamına gelen eden kelimesi ile akraba olduğu söylenmektedir.

Sâd sûresinde Allah adn cennetlerini şu şekilde anlatmaktadır:

"Kapıları ardına kadar açık, mutluluk esenlik bahçeleri. Orada uzanıp dinlenecekler, her türlü meyveyi ve içeceği isteyebilecekler. Yanıbaşlarında yumuşak bakışlı, uyumlu eşler olacak" (Sâd 38/50-52).

İbrânîce'deki ile Arapça'daki mânasını birleştirirsek şöyle bir ta­nım yapılabilir: "Adn cennetleri, sevinç, mutluluk ve zevk içinde yerleşi­len cennetler"dir.

Ra'd sûresinin 23. âyetinde adn cenneti, üç neslin bir araya gele­ceği cennet olarak tanımlanmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de adn cenneti, "hoş meskenler"in olduğu cennet olarak tarif e- dilmektedir. Bütün bunları bir araya getirirsek, kapıları ardına kadar a-çık, neşe ve mutluluk içinde hoş meskenlerde, üç neslin bir arada bulu­nacağı cennetlere adn cennetleri denmektedir.

c) "Allah'ın rızası daha büyüktür" buyurulurken, en büyük ödülün Allah'ın rızasını kazınmak olduğuna işaret edilmektedir. Demek ki 71. âyette anlatılan mümin erkek ve mümin kadınların Al­
lah'ın rızasını kazandıkları vurgulanmaktadır. 68. âyette münafıkların, Allah'ın lanetine uğrayacakları anlatılmaktayken, 72. âyette müminlerinde Allah'ın rızasına eriştikleri anlatılmaktadır.

d) "İşte büyük kurtuluş budur." Âyette geçen fevz kelimesi, Kur'ân'ın ödülleri arasında başı çekmektedir. "Kurtuluş"mânasına gelen bu kelimenin fiil kalıbı, "bir şeye ulaşmak, onu elde et­mek, kötülükle kullanılınca serden kurtulmak", jiiî efâze "zafer kazanmış olmak, geçip gitmek"; fevveze de "ölmek, helak olmak" mânalarına gelmektedir.

el-fevz kelimesi. Kur'ân'da çeşitli kalıplarıyla 33 âyette geç­mektedir ve Allah'ın emrettiği davranışları yapan ve yasakladıklarından kaçınan müminlere vaad edilen bir kurtuluş yeri olmaktadır. Aslında verilen ödüllerin hepsinin adı olmaktadır. Tevbe sûresinin 72. âyetinde de vaad edilen ödüllerin tamamı ifade etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Tevbe sûresinde münafıklara 68. âyette vaad edilen ceza şekillerinin caydırıcı, 72. âyette müminlere vaad edilen ödüllerin teşvik edici özellikleri vardır. İnsan, cezası olmayan bir şeyi yapmaktan çekinmez, ödülü olmayan bir şeyi de yapmaz. Ona bu psiko­lojik yapıyı veren Allah olduğu için, eğitiminde de ceza ve ödülü kul­lanmaktadır.[77]

 

İnkar Ve Nifak İle Mücadele:

 

73."Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert davran; onların varacakları yer cehennem­dir. Ne kötü bir gidiş yeridir o!"

74. Söylemediklerine. Allah 'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü söylediler, İslâm olduktan sonra inkâr
ettiler, başaramadıkları bir şeye yeltendiler. Sırf Allah ve elçisi, Allah'ın lutfuyla kendilerini zengin etti diye
(şimdi) öç almaya kalktılar (Allah ve elçisinin iyiliğine karşı böyle nankörlük ettiler). Eğer tövbe ederlerse
kendileri için daha iyi olur. Yok eğer dönerlerse Allah onlara dünyada da, âhirette de acı bir biçimde azap
edecektir. Yeryüzünde onların ne velisi, ne de yardımcı­sı vardır.

75.Onlardan kimi de: 'Eğer Allah, lutfundan bize de verirse elbette sadaka vereceğiz ve yararlı insanlar o-
lacağız' diye Allah 'a and içti.

76.Ne zaman ki Allah lutfundan onlara verdi, O(nun verdiği)ne cimrilik ettiler ve yüz çevirerek (sözlerinden) döndüler.

77.Allah'a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacak­ları güne kadar onların kalplerine iki yüzlülük sokmuş­tur.

78.Bitmediler mi ki Allah, onların sırlarını ve gizli ko­nuşmalarını bilir ve Allah, gizlileri bilendir!

Allah bundan önce, münafıkların psikolojisini, yani iç âlemlerini ve davranışlarını en ince hatlarına varıncaya kadar anlattı. Tevbe sûresi­nin 42-70. âyetleri arasında onların iki yüzlülüklerini, ikili oynamalarını, yalan yere yemin etmelerini, alay etmelerini, Hz. Peygamber'i incitmele­ri ve onunla alay etmelerini, Hz. Peygamber'in başına bir iyilik geldi­ğinde üzülmelerini ve kötülük geldiğinde sevinmelerini, savaşa gitmek için sahte bahanelerle izin almak istediklerini anlatmış; onların bu duru­munu geçmiş toplumların düşünce ve yaşayış tarzına benzetmiştir.

1. "£y peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert davran; onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir o!" Bu anlatımın ardından Allah Hz. Peygamber'e ve dolaylı olarak da mümin­lere kâfir ve münafıklarla cihad etmesini, onlara karşı sert davranmasını emretti. Cihad kelimesinin ne anlama geldiği Bakara sûresinin 218. âye­tinde anlatıldı. Bu kelime, "zorlamak, üstün gayret göstermek, direnç göstermek" mânaları ile Kur'ân'da yer almakta ve düşmanla, şeytanla, nefisle ve nihayet cehaletle savaşmak cihad kavramının kapsamına gir­mektedir. Âlimler, kâfirlerle ve münafıklarla cihadın nasıl yapılacağı konusunda farklı açıklamalar yapmışlar ve âyette Allah'ın cihadın şekli­ni belirlemediği hükmüne varmışlardır. Râzî onların görüşlerini özetle­mektedir.

Bize göre Allah, cihad kelimesinin kullanılışına işaret etmiştir. Bu­radaki "cihad et" emrini Bakara sûresinin 191. âyetinde olduğu gibi "onları öldür" veya "harp" kelimesini kullansaydı, şartlara göre davran­mayı gündeme getiremezdik. Ama cihad kelimesi çeşitli şekilde şartlara göre davranmayı ifade eden bir terimdir.

Eğer kâfirler ve münafıklar inançlarını eyleme dönüştürüp müslümanlara saldırırlarsa, bu durumda âyetteki "cihad et!" emrini "on­larla savaş" anlamında alabiliriz. Ama kâfirler ve münafıklar müslümanlara saldırmıyorlarsa, buradaki cihad emrini, bilgi ve kültür alanında mücadele olarak almak gerekir. Bu tür cihad, onlara doğruyu anlatarak, iyiye çağırarak, kötülüklerine engel olarak yapılmalıdır.

Kâfir ve münafıkların topluma bulaştırdıkları veya bulaştırmakta oldukları kötülükle mücadele ederken, onları durdurmak da bir cihaddır. Bu nefis ile cihada benzer. Nefisle cihad ederken, nefsini öldürüyorsun, onun seni etkilemesine müsaade etmiyorsun. Bu müsaade etmemekte sarfettiğin gayret cihad olmaktadır. Kâfirler ve münafıklar da toplumun nefsi durumundadırlar, onlar kötülüğü emreder iyilikten alıkoyarlar (Tevbe 9/67). Onların bu yaptıklarına karşılık iyiyi emredip kötülükten alıkoymak da bir cihaddır.

2. Onlara sert davranmak, onları topluma kötülüğü bulaştırmaktan caydırmayı ve artık onların gücünün kırıldığını hissettirmeyi hedef al- maktadır. Aslında peygamberin ahlâkında yumuşak davranmak vardır. Âl-i İmrân sûresinin 159. âyetinde Hz. Peygamber'in ahlâkında ilâhî bir rahmet olarak yumuşak davranmanın yer aldığı, insanlara katı kalpli davranmadığı gündeme getirilmektedir. Tevbe sûresinin 73. âyetindeki "sert davran, katı davran" emrini, Âl-i îmrân sûresinin 159. âyetindeki yumuşak davranma ile nasıl bağdaştırabiliriz? Diğer taraftan, "Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde mücadele et!" (Nahl 16/125) âyeti ile nasıl bir araya getirebiliriz? Bu soruları şu şekilde ce­vaplandırabiliriz: Kâfirler ve münafıklar inançlarını eyleme dönüştürme­dikleri müddetçe, onlara yumuşak davranıp en güzel metotları kullana­rak kendileriyle mücadele etmek, onları hikmet ve güzel öğütle Allah'ın yoluna çağırmak gerekir. Ama onlar müslümanlara karşı düşmanlıklarını eylem haline getirip saldırırlarsa, onlara karşı sert davranmak zorunlu olacaktır. Çünkü artık bu tip insanların değişmesi çok zordur.

3. Allah onların değişmeyeceğini âyetin sonundaki ifadesiyle an­latmaktadır. Çok kötü bir gidiş yeri olan cehennem onların yeri olacaktır.

Sonlarının cehennem olması, onların tevhid inancına geçişi sağlayacak olan değişimi yapamayacaklarına delil teşkil etmektedir. Hz. Peygamber, dolayısıyla müminler onlarla mücadele edecek ama nihaî mücadeleyi
Allah verecektir.

4. "Söyleme­diklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü söyledi­ler, İslâm olduktan sonra inkâr ettiler." 73. âyetteki "Niçin kâfirler ve münafıklar ile cihad yapılacak ve onlara sert davranılacak" sorusunun cevabını 74. âyet vermektedir.

a) "Söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyor­lar. " Âyetin iniş sebebi hakkında âlimler birden çok olay nakletmekte­dir. Bunlardan biri, Hz. Peygamber Tebük seferinde iki ay geçirmişti. Bu sürede sefere katılmayanlar hakkında bazı âyetler inmişti. Bu âyetleri duyan Cülâs İbn Süveyd, "Allah'a yemin ederim ki, bizim en şereflile­rimiz olan ve Medine'de bırakmış olduğumuz kardeşlerimiz hakkında Muhammed'in söylemiş olduğu şeyler, şayet doğru ise, biz eşekten daha âdiyiz" dedi. Bu sözün üzerine Amr İbn Kars el-Ensârî de ona, Hz. Mu- hammed'in doğru olduğunu ve ardından onun eşekten daha âdi olduğunu

söyler.

Bu söz Hz. Peygamber'e ulaştı ve Hz. Peygamber Cülâs'ı çağırdı. Cülâs o sözü söylemediğine dair Allah'a yemin etti ve Amr ellerini aça­rak onu söylediğine dair bir âyet indirmesi için dua etti ve bu âyeti Allah indirdi. Aslında âyet kendi kendine nüzul sebebini açıklamaktadır. Kü­für, yani inkâr sözünü söyleyip İslâm'dan inkâra sapmaları daha sonra Allah'a yemin etmeleri âyetin nüzul sebebi olmaktadır.

Tevbe sûresinin 61. âyetine dönersek orada nüzul sebebini görmek mümkündür: "O (peygamber) her söyleneni dinleyen bir kulaktır diyerek (münafık­lardan) Peygamberi incitenler de vardır. De ki: O sızın, için bir hayır kulağıdır. Çünkü o, Allah'a inanır, müminlere güvenir, işte münafıkla­rın bu sözleri inkâr etmeleri dolayısıyla bu âyet inmiştir Çünkü onlar bu sözleriyle Hz. Peygamber'in sayıkladığını, olma\an birtakım şeyleri işittiğini, yanılgı içinde olduğu halde vahiy aldığını iddia ettiğini öne sürdüler. 74. âyette geçen jiwı '*+& ijJıî Jıîîj "Hakkı inkâra varan bir söz söylemiş oldular" ifadesi bununla ilgilidir. Münâfıkun sûresinin 3. âye­tinde Allah bu durumu şöyle açıklamaktadır: "Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. "

b) Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin devamına bakınca, bu­radaki İslâm kelimesini Râzî'nin naklettiği şekilde "barış" anlamına ala­biliriz. Barışa razı olduktan sonra onu inkâr edip Hz. Peygamber'in ölü­müne kastetmiş olabilirler. Öyle anlıyoruz ki münafıkların imanlarında bir istikrar yoktu. İman ile inkâr arasında gidip geliyorlardı. Bu konuda imandan inkâra sapınca, yemin ederek inkâra sapmadıklarını iddia edi­yorlardı. Bu insanlarla 73. âyette belirtildiği gibi cihad yapmak ve onlara karşı sert davranmak gerekiyor. "İslâm olduktan sonra inkâr ettiler" ifadesi onların iki yüzlülüğünü göstermektedir. Onlar dai-rna güçlüden yanadırlar. Kimi güçlü görürlerse o tarafa dönerler. Müs­lümanları güçlü görürlerse mümin, kâfirleri güçlü görürlerse kâfir oluve­rirler, ama sözlerinde sadık değillerdir.

5. "Basaramadıklan bir şeye yeltendiler. Sırf Allah ve Elçisi, Allah 'in lutfu ile kendilerini zengin etti diye (şimdi) öç almaya kalktılar" (Allah ve Elçisinin iyiliğine karşı böyle nankörlük ettiler).

a) Tebük seferinde Akabe'den geçerken münafıklardan iki kişi Hz. Peygamber'i öldürmeyi planladılar ama bu planlarını gerçekleştiremediler. "Başaramadıkları bir şeye teşebbüs ettiler" ifadesi ile bu anlatılmaktadır.

Âyetin bu kısmını sadece bir suikasta tahsis etmek onun evrensel­liğini daraltmaktadır. Biz bunun tarihî boyutunu aynen kabul etmekle beraber, münafıkların "iman ettik" demeleri ile ulaşmak istedikleri ma­nevî doyum, iç huzuru ve mutluluğu elde edememiş olmalarına da işaret ettiğini düşünüyoruz. İmandan sonra inkâra sapmaları, onların yukarıda­ki amaca ulaşmalarını engellemiştir. Diğer taraftan burada İslâm'a karşı takındıkları düşmanlıkla amaçladıkları şeye ulaşmamalarına da işaret edilmiş olabilir.

Burada anlattığımız üç şeyi Hz. Peygamber'den sonraki çağlara uygulamak mümkündür. Münafıklar kendilerinden olmayanların varlığı­na dayanamaz, onun için onlara suikast düzenlerler. Bu onların değişmez ahlâkıdır. Onlar tatminsiz insanlardır. Çünkü onların inançlarında istik­rar yoktur. Onlar daima İslâm'a düşmandırlar, ama bu düşmanlıkları hedefine ulaşamamaktadır. Böylece Allah münafıkların psikolojisinin analizini yapmaktadır.

b) Münafıklar nankördürler. "Sırf Allah ve Elçisi, Allah'ın lutfu ile kendilerini zengin etti diye (şimdi) öç
almaya kalktılar (Allah ve Elçisinin iyiliğine karşı nankörlük ettiler.)" Yukarıdaki ifade münafıkların, Hz. Peygamber'e karşı gösterdikleri is­teksizliğin, onda ve onun tebliğ ettiğinde buldukları hatadan veya eksik­
liklerden ötürü değil, İslâm'ın onlara sağlayabileceği maddî ve manevî nimetlere karşı nankör olmalarından ileri geldiğine işaret ediyor. Vahyi­ne ön ayak olan tarihî sebep ya da olaylardan ötürü bu âyetin büyük bir
kısmı geçmiş zaman kipiyle ifade edilmiş olsa da, dile getirdiği ahlâkî boyutun ya da öğretinin zamanla kayıtlı olmadığı ortadır.

6. "Eğer tövbe ederlerse kendileri için daha iyi olur. Yok eğer (inkâr yoluna) dönerlerse, Allah onlara dünyada da, âhirette de acı bir biçimde azap edecektir. Yeryüzünde onların ne velîsi, ne de yardımcısı vardır."

a) Allah onlara, yani münafıklara açık bir kapı bırakmakta, bir çı­kış yolu sunmaktadır. Bu da tövbe etmeleridir. Tövbe etmenin buradaki anlamı, Allah'a yani tevhid inancına dönüp iman etmektir. Tövbe etmek,
insanın gittiği yolun ve inancının yanlış olduğunun bilincine vardığı an­lamına gelmektedir. Allah böyle bir içsel değişimi bütün kulları için is­temektedir.

b) Tövbelerinden sonra tekrar inkâra dönerlerse, onlara hem dün­yada hem âhirette acı bir azap tattıracaktır. Demek ki insanın gönlündeki oluşumlar, başa gelen azapların sebebini teşkil etmektedir.

c) Âyetin sonunda, münafıkların yeryüzünde dost ve yardımcıları­nın olmayacağı vurgulanırken, onların yeryüzünde yalnız kalacaklarına işaret edilmekte ve çaresizliklerine dikkat çekilmektedir.

7. "Onlardan kimi de: 'Eğer Allah, lutfundan bize verirse elbette sadaka vere­ceğiz ve yararlı insanlardan olacağız' diye Allah'a and içti." Âyetin iniş sebebi olarak bazı olaylar anlatılmaktadır. Fakat âyette sözü kimlerin
verdiği belirtilmemektedir.  Rivayetlerde sözü söyleyenlerden birinin Hatîb İbn Ebû Beltea veya Sa'lebe İbn Hatîb olduğuna işaret edilmekte­dir. Âyette sözü söyleyenin belirtilmemesinin sebebini âyetin evrenselli­
ğine bağlıyoruz. Çünkü böyle söyleyen ve sonra söylediğinin zıddını yapan pek çok münafık vardır. Münafıkların 75. âyette vaad ettikleri şeye karşılık ne yaptıkları 76. âyette anlatılmaktadır.

8. "Ne zaman ki Allah, lutfundan onlara verdi, O 'nun verdiğine cimrilik ettiler ve yüz çevirerek
(sözlerinden) döndüler." Demek ki münafıkların, "Allah bize lutfundan verirse, zekâtlarını verip iyi insanlardan olacağız" şeklinde yaptıkları duayı Allah kabul etti ve onları lutfundan ekonomik açıdan faydalandır­
dı. Çünkü onlar gereğini yapıp zekâtlarını vereceklerini vaad etmişlerdi.

Fakat onlar 76. âyette verdikleri sözde durmadılar ve yüz çevirip cimrilik yaptılar. Vaadinde durmamak münafıklık alâmetidir. Hz. Pey- gamber münafıkların özelliklerini sayarken bunu da anmaktadır: "Dört huy vardır ki bunlar kimde bulunursa, o kişi tam münafık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terkedinceye kadar o kişide münafıklık­tan bir sıfat bulunmuş olur: "Kendisine bir şey emanet edildiğinde ona ihanet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Söz verdiğinde sözünden döner. Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık eder"[78].

76. âyette Allah münafıkların iki özelliğini gündeme getirmekte­dir: Verdiği sözde durmamak ve cimrilik etmek. Münafıklar Allah'a verdikleri sözde durmadıklarına göre insanlara verdikleri sözde durmala­rı mümkün müdür? Bütün bu anlatılanların amacı/ bir taraftan müslümanları eğitmek ve münafıkların durumuna düşmemelerini sağ­lanmak, diğer taraftan da münafıkların oyununa gelmemeleri için uyar­maktır.

9. "Kendisine verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine iki yüzlü­lük sokmuştur."

a) 77. âyet "Allah onların kalbine iki yüzlülük sokmuştur" ifadesi ile başlamıştır. Allah insanın kalbine nifak sokunca ona zulmetmiş olmaz mı? Madem Allah Kur'ân'da münafıklığı kötüle­mekte, iki yüzlülerin cezalandırılacağını söylemekte, o zaman kulunu kötülüğün ve cezanın içine atmış olmaz mı?

Âyetin devamına baktığımız zaman, Allah'ın onların kalbine nifak sokmasının bir netice olduğunu görürüz. Sebep ise münafıkların Allah'a verdikleri sözde durmamalarıdır. Allah'a verdikleri ve yerine getirme­dikleri sözleri ne idi? Bu sorunun cevabı 75. âyette geçmektedir:

"Onlardan kimi de, 'Eğer Al­lah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka zekât vereceğiz, ve iyi in­sanlardan alacağız' diye Allah'a and içtiler." Ardından Allah onlara istediklerini verdi, ama onlar cimrilik yaparak sözlerinden yüz çevirdiler (âyet: 76). Onların sözlerinde durmamaları, Allah'ın kalplerine nifak sokmasına sebep teşkil etmiştir. Bu konudaki ilâhî takdir, münafıkların eylemlerinin ardından gerçekleşmiştir.

b) Allah bu nifakı, kendisi ile karşılaşacakları güne kadar devam ettirecektir.." Karşılaşma günü" neyi ifade etmektedir. Âlimler bunun kıyamet günü olduğunu söylemektedir. Hz. Peygamber dönemin­de yaşayan münafıklar öldü, Allah ile karşılaşmaları ise kıyametin kopu­şundan sonra olacaktır. Ölmüş insanların gönlünde nifakın devam etmesi nasıl açıklanabilir?

Bize göre âyette kıyamete kadar bütün münafıkların gönlünde böy­le bir oluşumun varlığına işaret edilmektedir. Çünkü münafıklar, sadece Hz. Peygamber dönemindeki münafık değillerdi. Her nesilde böyle mü­nafıklar olacaktır. Sözden dönme ve yalan söylemenin oluşturduğu Bu huy, sahipleriyle mahşere kadar gidecektir.

9. Bu noktada sorulması gereken başka bir soru vardır: Münafıklar bu duruma neden düşmüşlerdir? Sorunun cevabını Tevbe sûresinin 78. âyeti vermektedir: "Bilmedi-ler mi ki Allah, onların sırlarını ve gizli konuşmalarını bilir ve Allah gizlileri bilendir."

Demek ki münafıklarda Allah'ın gizli ve aşikâr her şeyi bildiğine dair genel ilkeyi bilme eksikliği vardı. İnsan, hem içinde sakladığı dü­şünce ve niyetlerini, hem de açıkta yaptıklarını Allah'ın bildiğini, bilme­li ve buna inanmalıdır. Bu bilgi ve inanç onun sözünden caymasına ve yalan söylemesine engel olacaktır.

Kur'ân'ın eğitim açısından en önemli görevlerinden biri, Allah'ın içimizde sakladıklarımızı ve bütün yaptıklarımızı bildiğinin bilgilendir­mesini yaparak, insanın iç âleminde bir iç disiplini oluşturmak ve insana aklını kullanarak doğru düşünme sanatını öğretmek, doğru düşünmekle davranışları arasında bağlantıyı kurması için onda bir iç disiplini oluş­turmaktır. Yani, bu disiplin vasıtasıyla insanın asker ve polise ihtiyaç göstermeden hareket etmesini sağlamaktır. Onun içindir ki Kur'ân akla ve imana çok önem vermektedir.

İşte münafıklar bu bilgi ve inançtan yoksun olduklarından sözle­rinden caydılar, yalan söylediler. Bu da onların ebediyen münafık olarak damgalanmalarına sebep oldu. Ama nifak sıfatı onlara sadece bir unvan olarak verilmedi, onu gönüllerinde taşıdılar ve taşıyacaklardır. Netice olarak diyebiliriz ki Allah'ın münafıkların psikolojisini ve davranışlarını böyle analiz etmesinin başka bir amacı da, müminlere onları tanıtıp, iliş­kilerinde hata yapmalarını önlemektir.

Tevbe sûresinin 78. âyetinde syf- necvâ kelimesi yer almaktadır. Bu kelimenin kökü necvedir. "Bir şeyden kurtulmak, ölümden kur­tulmak, çabuk olmak, kurtarmak, ağacı kesmek, ilâç içmek, deriyi yüz­mek, birine fısıldamak, sözü sır olarak söylemek" mânalarına gelmekte­dir. Bunlardan âyette kastedilen mana, "fısıldamak, sözü sır olarak söy-lemek"tir. Diğerlerinin de bu mâna ile alâkası vardır. "Bir şeyden kur­tulmak" mânasına bakınca, sırrını söyleyen kişi sanki ondan kurtulmuş, onun ağırlığını üzerinden atmış olmaktadır. Eğer sır ağırsa, onu söyleyen onun öldürücü yükünden kurtulmuş olmaktadır. Çabuk olmak mânası ile necve, sır, insanı başkasını söylemesi için itip çabuklaştırır. "Ağacı kesmek" mânası ile necve. insan sırrını başkasına söyleyince onu kesmiş gibi olur. "Sırrı söylemek" insan ilişkilerinin alâkalarını kesmek anlamı­na da gelebilir.

"İlâç içmek" mânası ile necve, insanı sıkıntıya sokan bazı sırları anlatınca insana ilâç gibi gelir ve rahatlar. Onun için bu kelimeye bu anlam yüklenmiştir. "Deriyi yüzmek" anlamı ile necve, sır söylenince üstündeki gizlilik perdesi kalkar ve sanki o derisi soyulmuş gibi olur. Bütün bu mânaların merkezinde, fısıldamak, sırlarını karşılıklı olarak birbirine söylemek vardır.

a) Necvâ kelimesi Meryem sûresinin 52. âyetinde neciyyâ kalıbında gelmiş, Allah'ın Hz. Musa'yı fısıldaşan kimse kadar kendisine yaklaştırdığını ifade etmek için kullanmıştır.

 "Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu, fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık."

b) Yûsuf sûresinin 80. âyetinde, Yûsuf peygamberin kardeşlerinin bir tarafa çekilip gizlice konuşmaları anlatılırken, yine bu kelimenin neciyyâ kalıbına yer verilmektedir: "Ondan ümitlerini kesince (meseleyi) gizli görüşmek üzere ayrılıp (bir kenara) çekildiler."

c) Mücâdele sûresinin 9. âyetinde gizli konuşma ahlâkı müminlere öğretilmektedir: "£y /man edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman, düşmanlığı ve Peygamber'e karşı gelmeyi fısıldamayınız, iyilik ve takvayı konuşunuz- Huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkunuz." Kelime bu âyette fiil kalıbında gelmekte, neyin
gizli konuşulacağını, neyin de gizli konuşulmaması gerektiğini emir halinde açıklamaktadır.

d) Mücâdele sûresinin 10. âyetinde: "Fısıldaşmalar şeytandandır" buyurulurken isim kalıbında geçmektedir.

e) Mücâdele sûresinin 12. âyetinde bu kelime, "birine mahrem ko­nuşmak" anlamını ifade etmektedir "£y /man edenleri Peygamber ile mahrem bir şey konuşaca­ğınız zaman bu konuşmadan önce bir sadaka veriniz."

Görüldüğü gibi necvâ kelimesi Kur'ân'da ahlâkî nitelik taşıyan ke­limelerden biri olmaktadır. Fısıldaşma iyi ve takvayı yükleniyorsa ahlâ­kî, düşmanlık ve isyanı taşıyorsa ahlâk dışı olmaktadır.

Bütün bu âyetler fısıldaşmaların Allah tarafından bilindiğinin şuu­runu vermektedir. Bu da ahlâkın temel direklerinden biri olmaktadır. Allah münafıklarda ahlâkî şuurun olmadığına işaret ederek, onların te­mel özelliklerinden birini ortaya koymuştur.[79]

 

Zekatı Gönülden Verenler:

 

79. Sadakalar hakkında gönülden davranan müminlere dil uzatanları ve ancak güçleri kadar bulup verenlerle alay eden kimseleri de Allah maskaraya çevirecektir. Onlar için can yakıcı bir azap da vardır.

1. Âyette geçen yelmizûn kelimesi, kaş-göz işaretleriyle "ayıplamak" anlamına gelen jl lemzden türemiştir. Daha önce Tevbe sûresinin 58. âyetinde bu kelimenin anlamı hümeze kelimesinin anlamı ile mukayeseli bir şekilde açıklandı.

Âyetin nüzul sebebi içeriğinden anlaşılmaktadır, alı muttaviûn yani gönülden nafile olarak bağışta bulunanlar demektir. Sahabeden Abdurrahman İbn Avf sahip olduğu malın yarısını, Hz. Ömer, Âsim İbn Adî el-Ensârî, Osman İbn Affân, Ebû Âkil gibi sahâbîler de sahip olduk­ları mala göre bağışlarda bulundular. Herkes kendi gücüne göre bağış yaptı. Ancak kaş-göz hareketiyle ayıplayanlar, onlarla eğlenmeye başla­dılar.

Allah, gücünün yettiği kadarıyla bağışta bulunup kamunun yararı­na hizmet eden, fakirlikle mücadele eden insanları her çağda yaşayan münafıkların alaya alıp eğleneceklerine işaret etmektedir. Münafıklar, bu insanların halk arasında yer edinmelerini kıskanırlar, kıskançlıkları alay ve eğlence şeklinde ortaya çıkar.

Diğer taraftan Allah, müminlerin bağış yapmalarını gönül ve güce dayandırmaktadır. Tatavvu' kelimesinin "gönülden bağışta bulunmak"; cuhd kelimesi de gücü ifade etmektedir. Zorunlu olmayan, nafile bir ibadetin gönülden kaynaklanması gibi, güce göre de miktarı belirlenir. Öyle anlaşılıyor ki ekonomik bakımdan darda olan insanlar nafile bağış­ta bulunuyorlardı. Kendisi muhtaç olanın, kendisinden daha fazla ihtiyaç sahibi olanlara vermesi veya kamunun yararına bağışta bulunması olayı burada ele alınmaktadır.

2. Allah, bu erdemli insanlarla alay edip eğlenenleri maskaraya çe­vireceğine dair âyetin sonunda ferman vermektedir. Dikkat edilirse Al­lah, müminlere siz de gidip onları alaya alın demiyor. Onları maskaraya
kendisinin alacağını söylüyor. Çünkü Allah, toplumdaki düzeni bozacakherhangi bir küçük tartışmaya müsaade etmemektedir. Alay ve eğlence­ye uğramakla çiğnenen haklarını bizzat Allah'ın alacağı açıklanmakta­dır.

Allah onları maskaraya aldıktan sonra, yakıcı bir azap ile cezalan­dıracağını da ilân etmektedir. Şimdi bu âyetin içeriğinden İslâmiyet hak­kında bir değerlendirme yapabiliriz: Kur'ân insanlar arası ilişkileri boza­cak, insanların gönüllerini yaralayacak, en ufak bir kaş-göz hareketine bile müsaade etmemekte ve onu yapanların günahkâr olduklarının ilân etmektedir. İnsanın insanı alaya alması, doğru hareketine rağmen ayıp­lamasının cezasını bizzat Allah vermektedir. Hucurât sûresinin 11. âye­tinde bu tip insanları tövbeye çağırıyor, tövbe etmedikleri takdirde zalim olarak ilân ediyor. Hümeze sûresinde onlara hutame cehennemi ile ceza verileceği gündeme getirilmektedir.

Kur'ân ahlâkına göre mümin, bir başkası ile alay edemez. Yoru­munu yapmakta olduğumuz âyetin, önceki âyetlerle ilişkisini kurduğu­muzda alaya almak ve ayıplamanın münafıklık olduğu anlaşılacaktır. Bu açıdan ahlâkın koruyuculuğunu bizzat Allah yapmaktadır. Bir taraftan bunun kötülüğünün bilgisini vererek eğitmekte, diğer taraftan da cezası­nı bizzat kendisi vermektedir.[80]

 

Münafıklıkta Israr Edenler:

 

80. Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yet­miş defa af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Peygamberi'ni inkâr etmelerinden dolayıdır. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.

Bu âyetin iniş sebebini belirten pek çok olay nakledilmektedir. Bi­lindiği gibi Abdullah b. Übey münafıkların reisi idi. Ölüm döşeğinde iken oğlu Abdullah. Hz. Peygamber'e gelerek babası için Allah'tan af dilemesini istedi. Übeyy'in oğlu Abdullah samimi bir müslüman olduğu için Hz. Peygamber onun hatırını kırmadı ve babasının affı için dua etti. îşte bunun üzerine bu âyet indi.

Bize göre yukarıdaki âyetin iniş sebebini Münâfıkûn sûresinin 5. âyeti tesbit etmektedir: "Onlara (münafıklara): Geliniz, Allah'ın Peygamberi sizin için af dilesin, denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların, büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün!" Bunlar sadakaların da­ğıtımında Hz. Peygamberi ayıplayan (âyet: 58), Hz. Peygamber için "o bir kulaktır" deyip onu incitenlerdir (âyet: 61). Allah hangi münafıkların böyle bir muameleye, ya da değerlendirmeye tâbi tutulduğunu açıkla­maktadır. Allah ve Peygamberi'ni inkâr edenlerin münafıklar olduğuna işaret edilmektedir. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz:

1. "Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek." Âyetin bu kısmından şu sonuçları çıka­rabiliriz:

Affedilmeyecek insanlar da vardır. Özellikle müslüman olduğunu söyleyip sonra Allah'ı ve Peygamberi'ni inkâr eden, bu inkârını eyleme dönüştürerek Hz. Peygamber'i ayıplayan, onu inciten insanların af kap­samının dışında kalacağını Allah ilân etmektedir. Onlar hem bu dünyada hem de âhirette af kapsamının dışında kalacaklardır.

Münafıklar için Hz. Peygamber bile af dilese, onlar aftan mahrum kalacaklardır. Demek ki Hz. Peygamber'e Allah kimler için af dileye-meyeceğini bildirmektedir. Her dilediği kimse veya kimseler affedile- çektir diye bir kural yoktur. Hz. Peygamber'in duası, onları af kapsamı­na aldırmayacaktır.

2. "Bu, onların Allahı ve Peygamberi'ni inkâr etmelerinden dolayıdır. Allah fâşıklar top­luluğunu hidayete erdiremez."

a) Bu münafıkların af kapsamının dışında kalmalarının sebebini âyetin bu kısmı tesbit etmektedir. Allah'ı ve Peygamberi'ni inkâr edenle­rin kimliği hakkında âyetin isim vermemiş olmamasının anlamı, kıyame­te kadar gelecek nesillerde böyle münafıkların olacağı ve onların da afkapsamı dışında kalacağıdır.

Bir mümin başka bir mümin için Allah'tan af dileyebilir. Bu Hz. Peygamber'in sünnetidir ve bu durum Kur'ân'dan çıkmaktadır:

"Bunların ar­kasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla!" (Haşr 59/10). Hz. Peygamber onlar için nasıl af diledi ise, biz müminler de başka müminler için Al­lah'tan af dileyebiliriz. Ama münafıklar hakkında af dileme yetkimiz yoktur. Allah, kimlerin af kapsamına hangi sebeplerle alınmadığını açık­layarak yersiz af dilememizi engellemektedir.

b) Allah fâsık kavramına başka bir açıdan mâna vermektedir. Al­lah ve Peygamberi'ni inkâr eden, sadakaların dağıtımı konusunda Hz. Peygamber'i ayıplayan, onu inciten; gönülden gelerek nafile sadaka ve­
renleri kaş-göz hareketleriyle ayıplayan, onlarla alay eden münafıklar fâsıktırlar.

Fâsıkların, yani münafıkların en önemli özelliği, onların Allah'ın doğru yola iletecek insanların dışında kalmalarıdır. Hem af kapsamının hem de hidayetin dışında kalmaları, onların ne kadar kötü inanış ve kötü davranış içinde olduklarını göstermektedir.[81]

 

Peygambere Muhalefet:

 

81.Allah 'in elçisine muhalefet etmek için geri kalanlar, oturmaları ile sevindiler; mallarıyla canlarıyla Allah
yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler. "Sıcakta savaşa gitmeyiniz" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sı­
caktır", keşke anlasalardı.

82.Artık kazanmış olduklarına karşılık, az gülsünler, çok ağlasınlar.

83.Eğer, Allah seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür ve onlar savaşa çıkmak için senden izin ister­
lerse, de ki: "Benimle asla çıkmayacaksınız, yanımdahiçbir düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü siz başta oturup kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla beraber oturunuz."

84. Onlardan ölenin namazını sakın kılma, mezarı ba­şında da durma! Zira, onlar Allah'ı ve Elçisini inkâr et­tiler ve yoldan çıkmış olarak öldüler.

Bu âyetlerde münafıkların özellikleri açıklanmaktadır. Birbiriyle ilgili oldukları için bu âyetleri birlikte analiz etmeye çalışacağız.

1. Tevbe sûresinin 81. âyetinde "muhalefet" kavramı gündeme ge­tirilmektedir. Tebük seferine çıkma meselesinde münafıklar Allah'ın Elçisine muhalefet edip Medine'de kalmaktan dolayı mutluluk duydular. Onların bu sevinci ferihe fiili ile ifade edilmektedir. el-muhallefiin kelimesi "geri kalanlar" anlamını ifade etmekle beraber âlimler bu kelimeye "geri bırakılanlar" anlamını vermişlerdir.

Bozgunculuk tehlikesini sezdiği için Hz. Peygamber onları geri bı­rakmıştır. Savaş anında Hz. Peygamber'e karşı çıkmaları tehlikeli olaca­ğından, geri bırakılmaları, ya da geri kalmaları daha doğru bulundu, juâiı el-Mek'ad kelimesiyle de Medine kastedilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki münafıkların önemli özelliklerinden biri de muhalefet edilmeyecek yer­de muhalefet etmeleridir. İdarecilerin kararlarını analiz etmeden, kendi görüşlerine ters gördüklerinden muhalefet ederler. Verilen karara yardım etmek yerine, engel olmak onların ahlâkı olmuştur. Bütün çağların ve nesillerin münafıkları benzer tutumu takınırlar.

Bunlar kendi namuslarını, bağımsızlıklarını, vatanlarını başkaları­nın korumasını isterken, kendilerini bu fedakârlıktan müstağni görürler. Bundan da mutluluk duyarlar. Onlara göre bu fedakârlığı yapanlar aptal, kendileri de iş bilendir.

Mal ve canları ile savaşa çıkmak, Allah yolunda savaşmak onlar için çirkin bir iş, tiksinilecek bir ameldir. Allah yolunda savaşmayı mek­ruh gören bu insanlar kendi ruh hallerini başkalarına da bulaştırmak is­temişlerdir: ^Jı ^» ijyüî ü "Sıcakta savaşa gitmeyiniz " dediler. Bu durum taşıdığı mikrobu başkasına bulaştırmak isteyen insanlar gibi, ayrılıkçı fikirlerini başkalarına bulaştırmaktadırlar. Demek ki münafıklık sadece kalpte durmuyor, muhalefet duygularını başkalarına aşılayarak iyi ey­lemlerin katline sebep oluyor.

2. Münafıklar bu kötü fikir ve eylemleri niçin istemektedirler?  âyetin son kısmı bu soruyu cevaplandırmaktadır. " Cehennem ateşinin, onların savaşa çıkmama konusundaki sıcaktan daha fazla olduğunu anlamış olsalardı!" Demek ki onlarda anlayış kıtlığı vardır. Onun içindir ki Allah "keşke anlasalardı" ifadesine yer vermiştir. Onların anlayışsızlığı iki yüzlü davranmalarına sebep ol­muştur.

3. "Artık, kazanmış olduklarına karşılık, az gülsünler, çok ağlasınlar." Tevbe sûresinin 81. âyetinin başında "sevindiler" fiili yer almıştı. Buna karşılık Allah yaptık­larına karşılık gülmek değil de ağlamaları gerektiğini bildirmektedir. Hz. Peygamber'e muhalefet etmek için savaşa çıkmamaktan duydukları mut­luluk yersizdir, çünkü kendi hallerine ağlamaları gerekir.

Demek ki münafıkların halleri ağlanacak bir durumdur. Onların amelleri göz yaşına dönüşecektir. Allah 'n bunları bize anlatmasının se­bebi nedir? Müminlerin pişman olacakları davranışları yapıp münafıkla­ra benzememeleri istenmektir. İyiyi, doğruyu, doğru düşünce ve doğru davranışı kötü davranışlardan çıkartıp ders almaları sağlanmaktadır.

4. "Eğer Allah seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür ve onlar savaşa çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Benimle asla çıkmayacaksınız, yanımda hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü, siz baştan oturup kalmaya razı oldunuz- Şimdi de geri kalanlarla beraber oturunuz!" Bu âyetin analizini şu şekilde yapabiliriz:

a) "Onlardan bir taife" denirken, bazı münafıkların affe­dildiğine, bazılarının da affedilmediğine işaret edilmektedir.

b) Hz. Peygamber'e, münafıklara karşı nasıl bir tavır takınması ge­rektiği öğretilmekte, onlarla savaşa çıkmaması emredilmektedir. Çünkü münafıkların, düşman yerine müminleri öldürme ihtimali vardır. Müna- fıklarla ilgili olumsuz eylemin sebebi daha önceki davranışlarına bir ce­za mahiyetini taşımaktadır.

c) Tebük seferine çıkmayıp, muhalif olanlarla beraber oturmaları, onlara bu cezanın verilmesine sebep olmuştur. Bu âyetten, hukuktaki bir ceza şeklini öğreniyoruz. Muhaliflerle beraber oturup bir eylemi gerçek­leştirmemek, tecrid edilme cezası ile cezalandırılma nedenidir. Münafık­ların Hz. Peygamber'i yolda bırakmaları, onun dostluğundan mahrum olmalarına sebep olmuştur.

Diğer taraftan "Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür" (Şûra 42/40) ilkesinden hareketle. Hz. Peygamber'le savaşa çıkmamanın cezası, ona denk olan onun dostluğundan mahrum olmaktır. Böylece Allah Hz. Peygamber'e hukuk eğitimi vermektedir. Örf ve âdet­ten başka bir sistemi olmayan aşiret toplumuna hukuk öğretilmektedir. Suça denk bir ceza, tepkiye denk bir tepki, modern hukukun da temel ilkesidir. Ayrıca münafıklarla beraber olmak ahlâkî bakımdan da doğru değildir. Münafıkların ikili oynamaları, arkadaşlarının şeref ve haysiye­tini topluma karşı yaralayabilir.

5. "Onlardan ölenin namazını sakın kılma; mezarı başında da durma! Zira, onlar Allah 'ı ve Elçisini inkâr ettiler ve yoldan çıkmış olarak öldüler." Bu âyetten şu neticeleri çıkartıyoruz.

a) Cenaze namazının kılınması Allah'ın emridir. Münafıkların ce­naze namazı kılınmaz ama müminlerin kılınması gerekir.

b) Ölünün mezarına kadar gitmek, mezarının başında durmak davardır. Demek ki Hz. Peygamber müminlerin mezarına kadar gidiyor ve mezarın başına duruyordu. Bunu münafık ölüleri için yapmaması ona emredilmektedir.

c) Aslında bu âyet Tevbe sûresinin 80. âyetinin devamı mahiyetin­dedir. Ölen kimsenin namazını kılmasının anlamı, onun için Allah'tan af dilemek demektir. 80. âyette af dilese de dilemese de onların affedilme­
yeceği belirtildiğinden, cenaze namazlarının kılmasının bir anlamı kal­mamaktadır. Hz. Peygamber münafıklardan olan Abdullah b. Übey b. Selûl'ün cenaze namazını kıldırdıktan sonra bu âyetin indiğini söyleyenler olduğu gibi, kıldırmak üzere iken indiğini söyleyenler de vardır.

Cenaze namazı kılındıktan sonra indiğini söyleyenler şu hadisi de­lil göstermektedirler: "Hz. Peygamber, Selûl'ün namazını kıldırdı, sonra ayrıldı. Çok az bir zaman sonra Tevbe süresindeki, "Onlardan ölen hiç­bir kimsenin namazını asla kılma" âyeti nazil olmuştur"[82].

Bu durum Tevbe sûresinin "Akraba dahi olsalar müşrikler için af dilemek ne peygam­bere yaraşır ne de müminlere!" (Tevbe 9/113) âyetiyle "yakınlar bile olsalar müşrikler için af dilenemez" ilkesini getirmiştir.

d) Neden münafıkların cenazesi kılınmayacak, kabirlerinin başında durulmayacak ve onlar için af dilenmeyecek? Bu soruyu âyetin devamı cevaplandırmaktadır. Onlar, Allah'ı ve Elçisini inkâr ettiler ve yoldan çıkmış olarak öldüler." Allah'ı ve Pey­gamberi 'ni inkâr etmek kâfir olduklarına delil teşkil etmektedir. Bunun anlamı münafıklar inanmış görünen kâfirler idi. Dilleriyle inandıklarını söyledikleri halde kalben inanmadıkları için Allah onları inanmayanlar grubuna dahil etmektedir.

Demek ki fâsık, dili ile inanan kalbi ile inkâr eden münafıktır. Bu şekilde ölmeleri onları, cenaze namazlarının kılınmasından, kabirlerinin yanında durulmasından mahrum bırakmıştır, "Fâsık olarak öldüler" demek, dünyada tevhid inancından yana gerekli olan değişimi göstermediler demektir.[83]

 

Münafıkların Dıger Özellikleri:

 

85. Onların mal ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bunlarla onlara dünyada azap etmek ve canlarının in­karcı olarak çıkmasını ister.

86. Allah 'a inanın ve peygamberinin yanında savaşınız,diye bir sûre indirildiği zaman, onların güçlüleri sava­
şa gitmemek için senden izin isterler ve bizi bırak otu­ranlarla beraber kalalım, derler.

87. Geride kalan kadınlarla beraber bulunmaya razı oldular. Artık, kalpleri mühürlenmiştir ve bu yüzden
anlamazlar.

Bu âyetlerin analizini şu şekilde yapabiliriz.

1. Tevbe sûresinin 85. âyeti 55. âyetin bir tekrarı olarak görülebi­lir. 55. âyette evlâd kelimesinin başında olumsuzluk edatı bulunma­sına rağmen 85. âyette olumsuzluk edatı yoktur. Diğer taraftan 55. âyette
"azap    etmek    için"    anlamına    gelen    kelimenin    başında    liyüazzibehüm  "lam" harfi olduğu halde 85. âyette en edatı bulun­maktadır. Ayrıca 55. âyette dünya kelimesinden önce el-hayat kelimesi olduğu halde 85. âyette bu kelime yer almamaktadır. 55. Âyette toplumda münafıkların kesin hatlarla ayrılmadığı, ama kendilerini dav­ranışlarla ortaya koyduklara döneme, 85. âyette ise münafıkların net çiz­gilerle belirlendiği döneme ait olduğunu söyleyebiliriz.

Diğer taraftan 55. âyetin içeriğinin 85. âyette tekrarlanır gibi gö­rünmesinin eğitim açısından önemli olduğunu söyleyebiliriz. Münafıkla­rın mal ve evlâtları insanı imrendirebilir. Otuz âyetten sonra aynı husu­sun tekrar edilmesinin metot açısından vurgu anlamı taşıdığı söylenebi­lir.

2. Münafıkların mal ve evlâtlarının müslümanları imrendirmemesi için gerekli açıklama yapılmaktadır." Allah, bunlarla onlara dünyada azap etmek ve canla­rının inkarcı olarak çıkmasını ister." İşte bu açıklama "imrenme" şek­lindeki emrin sebeplerini ortaya koymaktadır.

a) Mal ve evlâtlarla Allah onlara dünyada azap etmeyi istemekte­dir. Tevbe sûresinin 75-76. âyetlerine dönersek, şu istekte bulundukları­na şahit oluruz:  "Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz iyilerden olacağız, diye Allah 'a and içtiler. Fakat Allah lutfundan onlara verince, onda cimrilik edip yüz çevirerek sözlerinden döndüler."

Allah'ın lutfuna nail olduktan sonra cimrilik yapanlar için mal ve çocukları dünyada onlara azap olur, bunun müslümanlara öğretilmesi için 55 ve 85. âyetler gönderilmiştir. Zekâtı ve infakı yapılmayan mal ve o mal ile büyüyen çocuklar dünya hayatında azaba dönüşmektedir. Al­lah'ın onlara ceza verme konusundaki muradı, onların bu davranışlarının ardından gelmektedir.

b) Tevbe sûresinin 84. âyetinde münafıkların Allah'ı ve Peygam­beri'ni inkâr ettikleri gündeme getirilmektedir. Onlar bu inkârdan döne­cek durumda olmadıklarından, Allah'ın muradı onların canını kâfir ola­rak almak olmuştur. Çünkü münafıklar, mal ve çocuk gibi sahte güven­celere sığınarak inkârlarında ısrar etmektedirler. İnkârdaki ısrarları, onla­rın canlarının kâfir olarak çıkmasındaki ilâhî murada dönüşmüştür.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetle Tevbe sûresinin 55. âyeti ve Âl-i İmrân sûresinin 178. âyetlerini bir araya getirip açıklayabiliriz:

"İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha iyidir. Onlara ancak günahlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı azap vardır. " Bu âyetlere Enfâl sûresinin 28. âyetini de ilâve edebiliriz: "Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir. "

Şimdi bu âyetleri beraberce yorumlayıp münafıkların psikolojisini ortaya koyabiliriz. Tevbe sûresinin 55 ve 85. âyetlerindeki Allah'ı ve Peygamberi'ni inkâr eden, Peygamber'le alay edip onu inciten, müslümanlara gelen iyiliklere üzülen, kötülükle sevinen, savaşa çıkma­yan, cimrilik eden insanların dünyevî şeylere, yani mal ve çocuklara duydukları tutku, aileleri adına aşırı bir şekilde kayırma ve korumaya dönüşmektedir. Bu da onlar için haddi aşıp günah işlemeye sebep ol­maktadır.

Allah mal ve çocuklar konusunda insanların nasıl davranacaklarını tesbit etmek için onlara seçme ve davranma özgürlüğünü tanımıştır. Sah­te güvenceler dediğimiz mal ve çocuklar, onların günah işlemesine ve günahkârlıklarının artmasına sebep olabilir.

2. Tevbe sûresinin 86. âyetinden çıkarılacak neticeler şunlardır:

a) Allah'a iman ve Hz. Peygamber'in yanında savaşa çıkmayı ön­gören bir sûrenin inmesine karşı münafıkların tepkileri açıklanmaktadır. Âyetin bu kısmı Allah'a iman ve Peygamber'i ile savaşa çıkmayı bir insanın değil, Allah'ın emrettiğini vurgulamaktadır. Kime, nasıl ve niçin inanılacağını Allah bilir. İnsanlar savaşırlar ama Allah yolunda cihadın nasıl yapılacağını yine Allah belirler.

b) Bunları emreden bir sûre indirilince münafıkların güçlüleri, yani servet sahibi olanları cesaret edip Peygamber'in huzuruna çıkıp savaşa gitmemek için izin almak isterler.

Âyette geçen ifadesi "servet sahibi, toplumun ileri gelenleri; savaşa çıkacak mal ve güce sahip olanlar" mânasına gel­mektedir. Her çağda toplumun ileri gelenleri savaşa hatta askere gitme­mek için bahane aramışlardır.

Münafıklar, kolay askerlik yapmak, hatta hiç yapmamak için olan­ca güçlerini sarfetmişlerdir. Hz. Peygamber zamanında bunları münafık­lar yapıyordu. Kendilerini toplumun diğer kesimlerinden üstün gördükle­rinden, onların savaşmasına karşılık kendilerinin oturanlarla beraber oturmalarını isterler. Demek ki servet ve sosyal güç insanı savaşa çık­maktan alıkoymaktadır.

3. Tevbe sûresinin 87. âyetinde bu insanların anlayış kıtlığına sa­hip oldukları anlaşılmaktadır. Münafıkların servet ve güç sahibi olanları el-havâlif denen evinde oturan, oradan ayrılmayan kadınlarla oturmaya razı olmuşlar ve bunun için izin istemişlerdi.

Böylece münafıkların psikolojisinde başka bir boyut da ortaya çıkmış oldu. Onların izin isteyip kadınlarla beraber oturmaya razı olma­ları kalplerinin mühürlenmesine sebep olmuştur. Kalbin mühürlenmesi de onların anlama kabiliyetlerinin ortadan kaldırılması demektir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Gönlünü hakikatten çeviren kişi, zamanla hakikati anlama yeteneğini kaybedecektir. Kullanılmayan yetenek gücünü kay­beder.

Tevbe sûresinin 42 hatta 38. âyetinden 87. âyetine kadar anlatılan münafıkların düşünceleri, davranışları, inanış biçimleri, isyanları, yalan­ları, iki yüzlülükleri bir kar topu gibi büyüyüp çığ haline geldi ve onların gönüllerini kaplayıp mühürlenmesine sebep oldu. Bu davranışları gönül çevrelerini kirletti:

"Hayır! Doğrusu onların işlemekte oldukları kalplerini kirletmiştir" (Mutaffifîn 83/14) buyurulurken mane­vî kirlenmeye işaret edilmektedir. Âyetler insanlara şu ilkeyi duyurmak- tadır: İnsanların düşünceleri, inanışları, niyetleri ve ahlâkî davranışları ya kirlenmeye veya doğru iseler temizlenmeye sebep olmaktadır.

Eğer kirlenme meydana getiriyorsa anlayış yeteneklerini de kay­bedeceklerdir. Münafıklığın getirdiği manevî kirlenme gönle, oradan da anlama yeteneğine sıçrayıp tahrip etmektedir. Münafığın gönlü iyi iş görmediğinden, kötü niyet taşıdığından mühürlenmesi gerekiyor. Mü­hürlenince de alışveriş işlemleri yapılamamakta, bu sebeple anlama ka­nalı kapanmaktadır. Verici kaynak Allah olmasına rağmen, görüntü on­ların gönül ekranına düşmemektedir. Allah münafıkların özelliklerini anlatırken aslında müminleri eğitmekte ve bu tip insanlar tarafından kandırılmalarını önlemektedir.[84]

 

Hz. Peygamber Ve Ashabın Amel Ve Ödülleri:

 

88.Fakat, Peygamber ve onunla beraber bulunan mü­minler, mal ve canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün iyilik­
ler onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.

89. Allah, onlara içinde ebedî kalacakları ve içinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Büyük kurtuluş işte budur.

Kur'ân'in anlatım metotlarından biri de kâfir, münafık ve müşrik­lerin durumunu anlattıktan sonra müminlerin durumunun ele alınmasıdır. Tebük seferine katılmayan münafıkların düşünce, niyet ve davranışları anlatıldıktan sonra, Hz. Peygamber ve müminlerin davranışları ele alın­maktadır.

1. "Fakat, Peygamber ve onunla beraber bulunan müminler..." Âyetin bu kısmında geçen lâkin kelimesi ile yukarıdan beri anlatılanlar kesilmektedir. Dolayısıyla farklı bir konuya geçilmekte ve münafıkların düşünce, niyet ve davranışlarının tam tersi olan müminlerin bulunduğuna dikkat çekilmektedir.

Diğer taraftan âyetin bu kısmında yer alan  vellezîne "o kim­seler, o şeyler" mânasına gelen ism-i mevsûldur. Bu kelimenin burada kullanılması, kıyamete kadar gelecek ve Hz. Muhammed'in getirdiği mesaja inanacakların tamamını kapsamak içindir. Aynı ifade tarzı Fetih sûresinin 29. âyetinin ilk bölümünde ve pek çok âyette yer almaktadır. Bunun anlamı şudur: Âyet. sadece Hz. Peygamber dönemindeki mümin­leri değil, kıyamete kadar bütün müminlerin manevî beraberliğini kas­tetmektedir.

2. "Mal ve canlarıyla cihad ettiler." Buradaki cihâd kelimesine Tebük seferini dikkate alarak mânalandınrsak "gayret ettiler" anlamını vermek daha doğrudur. Yani zor şartlar altında Tebük seferine çıkanlar denebilir. Çünkü cihad kelimesi sadece savaşmayı değil, aynı zamanda insanın içindeki nefis, kötü niyet gibi manevî düşmanlara karşı durmayı da ifade etmektedir. Bir bakıma münafıkları iki yüzlülüğe sevkeden duygularla mücadeleyi

 i cihadın başlangıç noktasında, mal ve canını verebilecek kadar fedakâr oto vardır. Fedakârlık mal ve can noktasında cihad adını almaktadır. Mümin olduğu halde mal ve canından fedakârlık yapama­yan, Allah uğrunda yapılan savaşa katılmayan kişi münafık sıfatını al­maktadır. Fedakârlık, mümin ile münafığı ayıran temel eylemlerden biri olmaktadır.

3. "İşte bütün iyilikler onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." Bütün iyilikler Allah'a ve Peygamber'e inanıp, mal ve canı ile Allah yolunda cihad

Allah, Peygamberi ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevgili hiçbir şeyin olamayacağı belirtilmişti. Münafıklar bunun tam tersini yaparak dünya menfaatini onlardan üstün tutmaktadır (Tevbe 9/42). Böylece Al­lah iyiliklerin kimlere ait olduğunu belirterek iyiliği teşvik etmektedir. Buradaki iyilikler neyi ifade etmektedir?

a) İyilik yapmak kurtuluşa, mutluluğa ve umduğuna kavuşmaktır. Bir bakıma Allah "iyilikler" kelimesini felah yani kurtuluşa ermekle açıklamaktadır. Bakara sûresinin beşinci âyetinde felah kelimesi açıklanmıştı. Kurtuluşa erenler, manevî kirlerden temizlenmiş, nefsine karşı mücadelede zafere ulaşmış ve imanını ispat ederek umduğuna kavuşmuş, dünyada ve âhirette mutluluğu elde edecek seviyeyi yakalamıştır, b) Allah onlara içinden ırmakla akan cennetler hazırlamıştır. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah'ın hazırladığı cennetleri elde etmek, o ödüle hak kazanacak kadar iyi davranışlar üretmek, elbette büyük bir kurtuluş olacaktır.

Tevbe sûresinin 88-89. âyetleri, aynı sûrenin 71-72. âyetlerinin de­vamı mahiyetindedir. Orada münafıklar anlatılırken, konuya ara verilip müminler açıklandı; burada da münafıklar anlatılırken ara verilip tekrar müminler anlatılmaya başlandı. Tevbe sûresinin 71. âyetinde iyiyi em­retmek kötüden sakındırmak, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Allah ve Peygamberi'ne itaat etmek ele alınırken 88. âyette de, burada anılmayan mal ve canı ile Allah yolunda cihad etmek gündeme getiril­mektedir. 71. âyette Allah'ın merhameti ödül olarak sunulurken, 88. â-yette iyilikler ve mutluluk ödül olarak tesbit edilmektedir. 72. âyette cennetler ödül olarak verilirken 89. âyette de aynı ödül tekrar edilmekte­dir. Her iki âyet de büyük kurtuluştan bahsetmektedir.

Bu dört âyet, mal ve canını ortaya koyarak Allah yolunda savaşan müminlerin amellerinin ne olacağını, yani onların fedakârlıklarının boşa çıkmayacağını anlatmakta, "Yaptıklarımızın neticesi ne olacaktır?" diye ortaya çıkan endişeyi bertaraf etmektedir. Kötü ve iyi amellerin sonuçla­rının dünyada ve âhirette görüleceği açıklanmakta, dolayısıyla kötüden caydırma, iyiyi de teşvik etmek hedeflenmektedir. Müminlerin bu şekil

de davranmaları, hakkın hâkimiyetini getirecek ve böylece insanlar ada­letsizlikten ve şirkin zulmünden kurtulacaklardır.[85]

 

Sahte Mazeret Gösterenler:

 

90. Bedevilerden kendilerine izin verilmesi için özür beyan edenler geldi. Allah'a ve Peygamberi'ne yalan söyleyenler ise özür bile beyan etmeden geri kalıp otur­dular. Onlardan inkâr edenlere can yakıcı azap gele­cektir.

1. "Bedevilerden kendilerine izin verilmesi için özür beyan edenler geldi." Âyetin bu kısmında geçen oij*Siı el-a'râb kelimesi "göçebe veya yarı göçebe olan halk grupları"nı ifade etmekte ve "bedevî" mânasına gelmekte, ayrıca yerleşik kültürü olmayan, medeniyetten yoksun, cahil, savaşçı gruplar, ya da kabileler demektir.

Bu bundan sonraki âyetlerde Arap yarımadasının her tarafa yayıl­mış olan bu grupların psikolojik yapılarının, davranışlarının, insan ilişki­lerinin açıklanması manidardır. Çünkü İslâm'ın Arap yarımadasına yayı­labilmesi için bedevilerle kalıcı antlaşmanın yapılması, ve onların İs­lâm'a kazandırması gerekiyordu. Bedevileri iyi tanımak, onların hayat tarzını iyi bilmek ve onları korkutmadan İslâm'ın etrafında toplamak lâzımdı. Bedevîlik sadece o dönemin göçebe insanlarından ibaret olmama­lıdır. Kur'ân'da anlatılan bedevî kimliğinde her çağda insan olacaktır. Bedevî deyince o çağın yarımadasında yaşayan bu insanlar değil, onların davranışını sergileyen bütün çağların insanları kastedilmektedir. Bedevi­leri olgunlaşmamış insanlar olarak kabul edersek, onları işleyip olgun­laştırmanın İslâm'a büyük bir destek olacağı da bir gerçektir. Diğer ta­raftan bedevî kavramını "cahil" anlamına alırsak, cahil insanın zararın­dan kurtulmanın yollarını öğretmek için Kur'ân onlara yer vermektedir.

Âyetin bu kısmında üjjJUiı el-mu'azzırûn kavramı yer almaktadır. "Özrü olmadığı halde özür uyduran kimseler"e bu sıfat verilmektedir. Çünkü gerçek özrü olana jjjuiı el-mâ'zur denmektedir[86]. Bazı âlimler ylı el-mu'azzir kelimesine, "özür dilemek için gayret sarfedenler" mânasını vermektedirler. Tebük seferine çıkarken bedevîlerden bazı gruplar sefere katılırken, bazıları da babalarının ve köylerinin savunmasız kalacağından, müslüman olmayan bedeviler tara­fından saldırıya uğrama ihtimalini öne sürerek izin almak istediler.

Öyle anlaşılıyor ki Araplar savaş yapmasını biliyorlardı ama cihad yapmasını bilmiyorlardı. Maddî menfaat uğruna savaştıkları halde, ma­nevî değerler uğruna savaşmanın ne olduğunun cahili idiler. Hz. Pey­gamber'le savaşa çıkmak neyi ifade ediyor? Şehid olmak ne demektir? Mal ve canı ile savaşmanın manevî ve dünyevî ödülü nedir? Bu soruların cevabını bilemediklerinden, savaşa çıkmamak için izin almaktan çekinmiyorlardı.

2. "Allah  ve  Peygamber'e  yalan söyleyenler  ise   özür  bile   beyan   etmeden   geri  durdular."   Bunlar yukarıdaki bedevî grubun aynısı mıdır yoksa başka bir grup mudur? Ayrı olduklarını söyleyen âlimler vardır. Râzî'nin naklettiğine göre Vahidî ve Ebû Amr bu görüşü ileri sürmüşlerdir.Demek ki bir özür beyan ederek
izin almak isteyen bir grup, bir de özür beyan etmeden yalan söyleyerek oturan başka bir grup vardı.

3. "Onlardan inkâr edenlere can yakıcı azap gelecektir." Âyetin bu kısmı, ikinci kısmındaki "yalanla­
maca mâna vermektedir. Yalanlamak "inkâr etmek" demektir. Âyetin bu kısmında inkâr edenler dendiğine göre ikinci bölümdeki yalanlayan- lar kastedilmektedir. Allah'ı ve Peygamberi'ni yalanlamak onları inkâr etmek anlamına gelmektedir. Böylece Allah, yeniden bir savaş kültürü­nün temellerini atarken, savaştan mazeretsiz kaçmanın çok kötü bir ey­lem olduğunu ilân etmektedir.
[87]

 

Kimler Sorumludur?

 

91. Allah ve Resulü için insanlara öğüt verdikleri tak­dirde, zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şey bula­mayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyen­dir.

92. Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerin­de: "Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum" deyince,
harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntü­den gözleri yaş dökerek dönen kimselere de sorumluluk
yoktur.

93. Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde sendenizin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla
beraber olmaya razı oldular. Allah da onların kalpleri­ni mühürledi, artık onlar neyin doğru olduğunu bile­mezler.

1. "Allah ve Resulü için insanlara öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve harcaya­cak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." Sahte maze­ret beyan edip izin almaya çalışanlarla, gerçek mazereti olanlar ayırt edilmektedir. Bir önceki âyette sahte olanı anlatıldıktan sonra, bu âyet­lerde de imkânsızlıklardan üzüntü duyan insanların durumu anlatılmak­tadır. Tebük seferine katılamayan ama mazur görülenlerin özellikleri şunlardır:

a) ed-Du'afâ (zayıflar): Sıhhatli olmalarına rağmen yaratılış gereği narin ve savaşamayacak olanlardır. Bunlara bir sorumluluk yük­lerken Bakara sûresinin 286. âyetini uygulamak gerekiyor: "Allah her şahsı ancak gücünün yettiği kadar sorumlu tutar. "

b) el-Merdâ (hastalar): Körler, kötürümler, müzmin hastalar, topallar, savaştaki aktif faaliyete katılmasına engel olan herhangi bir hastalık bu kavramın kapsamına girmektedir: "Gözleri görmeyene günah yoktur, topala günah
yoktur, hastaya günah yoktur" (Fetih 48/17).

c) "Harcayacak bir şey bulamayanlar! " ilk iki özellik biyolojik olduğu halde, üçüncüsü mal yönünden yetersizliği ifade etmektedir. Bunun anlamı şudur: O dönemde savaş teçhizatını kişiler kendileri temin ediyorlardı. Savaşta kullanılacak silâhların genel anlamda teçhizatını devlet temin edemiyordu, çünkü henüz bunu temin edecek bir hazine oluşmamıştı. Savaşmak için gerekli binek, yiyecek ve silâh gibi ana ihtiyaçları kişiler kendileri karşılıyordu. Bu eyleme âyette infak denmektedir.

Günümüzde savaşta gerekli teçhizatı devlet temin ettiği için böyle bir mazeret gösterilemez. Ama devletin çaresiz kaldığı durumlarda yine kişiler ihtiyacı giderecek harcamaları yapacaklardır. Tevbe sûresinin 60. âyetinde geçen "Allah yolunda zekât verilir"den kastın biri de budur.

Bu özelliklere sahip olanlar, Allah ve Peygamberi'ne karşı samimi olmaları şartı ile sorumlu tutulmayacaklardır. Âyetin bu kısmında geçen izâ nesahû terimi "samimi olmak şartı ile" şeklinde tercüme edilebilir.

Çünkü en-nush kelimesi her türlü aldatmadan uzak ve arın­mış iş demektir. Tahrîm sûresinin sekizinci âyetinde geçen "nasûh töv­besi" kavramındaki nasuh da aynı mânaya gelmektedir. Hz. Peygamber hadisinde bu kelimeyi kullanmakta ve mânasını da vermektedir: Hz. Peygamber üç kere "din nasihattir" diye buyurmuş ve sahabe 'kime di­ye' sorduğunda Hz. Peygamber, Allah'a, kitabına, peygamberine, müslümanlann yöneticilerine ve müslümanların hepsine demiştir[88].

Böylece kelimeye "aldatmadan arınmış samimiyet" anlamı veril­miştir. Kötü niyetlerden arınmış, hatadan uzak düşünce şekli de aynı kelime ile karşılanmıştır. Nush, samimi olarak verilen öğüt anlamına da gelmektedir.

Allah'a karşı samimi olmak şu anlama gelmektedir: İmanında sa­mimi ve bilinçli olmak, emrettiği şeyleri gücü yettiği nisbette yerine getirmek, ve bunları isteyerek ve severek yapmaktır. Peygambere karşı samimi olmak, onu gönülden tasdik etmek, emirlerini yerine getirip itaat etmek, ona dost olanları dost, düşman olanları düşman edinmek ve onun ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin bu kısmında geçen "haraç" kelimesi Nisa sûresinin 65. âyetinde açıklanmıştır. Burada so­rumluluk ve günah anlamına gelmektedir. Zayıf, hasta ve fakir olanların savaşa çıkmamalarında kendi üzerine düşen bir sorumluluk yoktur.

Ayetin devamında: "Muhsinlerin aleyhinde bir yol yoktur" ifadesine yer verilmektedir. Muhsin kelimesine Allah burada yeni bir tanım kazandırmaktadır. İçtenlikle davranmak, iyilik yaparken ihlâslı olmak anlamına gelmektedir. Allah bunlara af ve merhamet sıfat­ları ile muamele edeceğini âyetin sonunda işaret etmektedir.

2. "Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde, 'Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum' deyince, harca­yacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur)".

Bu âyet 91. âyetin devamı durumundadır. Savaşa çıkma arzusunda oldukları halde bineklerinin ve harcayacak bir şeylerinin olmaması sebe­biyle üzülen ve bu üzüntüyü ağlamaya kadar götüren sahâbîleri anlat­maktadır. Bunların Mukarrinoğullarından Ma'kıl, Süveyd ve Nu'mân olduğu söylenmektedir. Bunlar Hz. Peygamber'e gelip çarık nalinlerle kendilerini savaşa göndermesi isteğinde bulununca Hz. Peygamber, "Si­ze binek bulamıyorum" demiş ve onlar ağlayarak dönmüşlerdi. Hasan-ı Basrî'ye göre bu âyet Ebû Musa el-Eş'arî ve arkadaşları hakkında inmiş­tir. Onlarda savaşa gönderilmeleri için Hz. Peygamber'e başvurmuşlar­dır. Hz. Peygamber, "Vallahi ben sizi sevkedemem ve sizi bindirecek bir şey de bulamıyorum" dedi[89].

Âyette savaşa yalandan mazeretler uydurarak katılmak istemeyen­lerle, samimi olarak katılmak isteyenlerin mukayesesi yapılmaktadır. Diğer taraftan hangi şartlar altında kalanların mazeretinin kabul edilece­ği de açıklanmaktadır.

3. Sorumlu kimdir? Allah bu sorunun cevabını 93. âyette vermek­tedir: "Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenlerdedir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar bilmezler."

Durumu ekonomik açıdan müsait olup, savaşa gitmek istemeyenler sorumludurlar. Ekonomik imkâna sahip oldukları halde savaşa çıkma­mak için bahane uyduranların ceza olarak kalpleri mühürlenmiştir. Se-bep-sonuç ilişkisine göre onların yalan söyleyerek izin istemeleri sebep, kalplerinin mühürlenmesi de sonuçtur. Demek ki münafıkların kalpleri­nin mühürlenmesi kendi kötü amellerinin önlerine konmasıdır.

İki yüzlü kişinin kalbi meşru olmayan işle uğraştığı için mühür-lenmektedir. Mühürlenen kalbe sahip olan insan, ya da münafık Tevbe sûresinin 87. âyetine göre anlamaz, yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 93. âyetine göre de bilmez hale gelir.

Münafıklar, neyi anlamıyorlar ve neyi bilmiyorlar? Yaptıklarını ne anlarlar ne de bilirler. Böylece Allah, yalanın ve ikili oynamanın olduğu yerde anlayış ve bilmenin olamayacağını; anlayış ve bilginin olduğu yerde de münafıklığın olamayacağını vurgulamaktadır.

Demek ki Allah, anlama ile bilmeyi tutarlı şahsiyetin temeline koymuştur. Tevbe sûresinin 87 ve 93. âyetleri, eylemlerin dıştan içe inti­kal eden bir süreci başlattığı konusunda bilgilendirmektedir.[90]

 

Münafıkların Durumunu Allah Bildiriyor:

 

94. (Seferden) onlara döndüğünüz zaman size özür be­yan edecekler. De ki: Özür dilemeyiniz! Size asla inan­mayız; çünkü Allah, haberlerinizi bize bildirmiştir. A-mellerinizi Allah da görecektir, Peygamberi de. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir.

Bu âyette münafıkların davranışları ve bu davranışların ortaya çı­kardığı özelliklerden bazıları sıralanmaktadır.

1. Münafığa inanılmaz. Allah münafıklarla ilgili haberleri Hz. Peygamber'e bildirmiş ve bu sebeple onların özrünü kabul etmeyeceğini hükme bağlamıştır. Âyette, Tebük seferinden dönen müslümanlardan
özür dileyecekleri, ama münafıkların özrü yalan olduğu için, onlara ina­nılmasının doğru olmayacağı anlatılmaktadır. Ayetin bu kısmında, "iman" kelimesinin insan için kullanıldığına şahit oluyoruz. Demek ki
beşerî ilişkilerde iman "güven" anlamına gelmektedir.

2. Daha önce münafıkların amellerini Allah biliyor ve Hz. Peygamber'e bildiriyordu. Şimdi de Peygamber onların amellerini gözleye­cektir. "Amellerimizi Allah da görecektir, Peygam­beri de" ifadesinden, onların özür dilemesinin ardından doğru söyeyip söylemediklerinin gözleme tâbi tutulacağı, özürleri ile sonraki amelle­
rinde tutarlılık olup olmadığı, bu şekilde tesbit edilecektir. Konuyu biraz daha ileriye taşırsak, hâlâ onlarda iyiden yana bir değişimin olması bek­lentisi olduğu anlaşılacaktır.

3. "Sonra görüleni ve görülmeyeni bilene döndürüleceksiniz, yapmakta olduklarınızı size haber verecektir." Münafıklar mahşerde, özel anlamda görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceklerdir. Bu dünyada gönlü asla Allah'a dönmeyen münafıkların kendileri mahşerde Allah'a döndürülecektir. Bunun sebebi yapmakta olduklarının onlara bildirilmesidir. Neden bu âyette gaybı ve görüleni bilen Allah gündeme getirilmektedir? Eğer münafıklar dünyada Allah'ın bu sıfatını bilselerdi, iki yüzlü davranmaya imkân bulamaz ve kendilerine çekidüzen verirlerdi. Allah'ın bu sıfatı âhirette onlar için tezahür edecektir. Âyette geçen el-ğayb kavramı "yaratılmışların idrakini aşan şey", gayb âlemi, "yaratılmışların idrakini aşan âlem" mânasına gelmektedir. Bu âlemi yaratılan varlıklar idrak edemez ama bu âleme iman ederler.

Şehadet âlemi de idrak edilen, görülen ve anlaşılan âlemdir. Böy­lece Allah bu iki âlemi gündeme getirerek, onları bildiğini insanlara an­latarak, kâinat ve gayb alemiyle olan ilişkisini öğretmektedir. Böylece ahlâkın temellerine "Allah her şeyi bilir" ilkesini koymaktadır.

Dünyada ne yaptığını bilmeyen münafıklara Allah âhirette, dünya­da ne yaptıklarını haber verecek, yani onların anlamasını temin edecek­tir. Münafıklar, her şeyin bittiği bir âlemde gerçeği anlayacaklardır.

Netice olarak diyebiliriz ki Allah Kur'ân vasıtasıyla insanlara özür dilemeyi öğretmektedir. Ayrıca âyette istiğfar edileceği ve beşerden özür dileneceği de öğretilmektedir. Özür dilemek genel mânada ahlâkî alanın önemli bir erdemidir. Hatasını anlayıp itiraf etmek karşısındaki insandan af dilemek bir erdemdir.[91]

 

Münafıklık-Murdarlık İlişkisi:

 

95.Yanlarına vardığınız zaman, kendilerinden yüz çe­virirsiniz diye Allah'a yemin edeceklerdir. Siz de onlar­la yüzleşmeyiniz- Çünkü onlar murdardır. Kazandıkla­rının karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir.

1. Hz.Peygamber Tebük seferinden döndükten sonra, kendisiyle beraber sefere çıkmayanlara karşı kınama gibi herhangi bir tavır takın­maya karar vermemesine rağmen, münafıklar kendi içlerinde böyle bir
tavır bekliyorlardı. Suçluluk duygularını yemin ederek kapatacaklarını Allah haber vermektedir. Münafıklar yeminlerini, müslümanların özel­likle Hz. Peygamber'in onlardan yüz çevirmeleri için yapacaklardı. Âyet
onların yemin yapma sebebini de açıklamaktadır.

2. Siz de onlarla yüzleşmeyiniz yani. "Siz de onlardan yüz çeviriniz." Bundan kasıt, Allah onlara tepki göstererek, yüz çevirme şeklinde tavır takınılmasını istemektedir. Tebük seferine katılmama şek­linde nifaklarını eyleme döken münafıklardan yüz çevirmek karşıt eylem olmaktadır. Yüz çevirmek bir çeşit ceza olmaktadır. Burada sorulması gereken soru şudur: Onlardan uzaklaşıp yüz çevirmenin sebebi ne olabi­lir? Âyetin devamı bu soruyu cevaplandırmaktadır.

3. Çünkü onlar murdardır er-rics kelimesinin açıklaması A'râf sûresinin 71. âyetinde yapılmıştı. Buradaki anlamı "pislik, tiksintiveren şey"dir. Onların ikili oynayarak Tebük seferine katılmama şeklin­deki eylemleri pisliktir ve pislik üretmektedir. Pis olan eylemleri, aslında içlerindeki manevî pisliğin dışa vurmasıdır. Pis insandan kaçılır, çünkü etrafa pis koku yaymaktadır. Münafıkların manevî pislikleri bulaşıcıdır. Bulaşıcı hastalığa yakalanan kişilerden korunmak gerekir. Münafıkların pislik olan eylemlerinin müminlere bulaşma ihtimali büyük olduğundan, Allah, onlara yaklaşılmasını yasaklamıştır. Tevbe sûresinin 28. âyetinde müşriklerin necis, 95. âyette de münafıkların rics (murdar) olduğu ilân edilmektedir. Demek ki müşriklerle münafıklar, düşünce, niyet ve eylem bakımından pislik içindedirler. Böylece pislik, maddî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

4."Kazandıklarının karşılığı ola­rak   varacakları   yer   cehennemdir."   Âyetin   son   kelimesi  yeksibûndur. Bu fiilin faili münafıklardır. Yapageldiklerinin karşılığı olarak  onlar cehennemle cezalandırılacaklardır.  Bu  kelimeden  öyle anlıyoruz ki, Allah insanların münafık olmalarını istemez, kötü fiillerinin kaynağında kendi iradeleri vardır. Onların kötü eylemlerinin arkasında  ilahî irade olsaydı, ceza almaları imkânsız olacak ve bu bir zulüm niteli-ği taşıyacaktı. Pisliği, murdarlığı ancak ateş ortadan kaldırabilir. Bu se­beple Allah onları cehenneme gönderecektir.

Âyetin genelinden hareket ederek şöyle bir neticeye varabiliriz: Yalan yere yemin etmek münafıkların ayrılmayan özellikleridir. Yalan yere yemin etmek, insanın manevî âlemini kirletmektedir. Münafıkların yalan yere yeminleri müminleri aldatmaya yönelik olduğu için, bulaşıcı bir hastalık gibi başkalarına bulaşacak niteliktedir. Bu pis insanlardan sakınmak gerekiyor. Ahlâkî ve manevî bakımdan müminleri bunların pisliğinden korumak için Allah, onlardan yüz çevirmeyi emretmektedir.

Bundan anlıyoruz ki din eğitimi, müminleri münafıklıktan koru­mayı amaç ve görev bilmelidir. İki yüzlülüğe dayanan münafıklık ahlâ­kının çevreye bıraktığı kirler bir taraftan temizlenirken, diğer taraftan ondan korunmak gerekiyor. Toplumlarda iki yüzlülük arttıkça, manevî kirlenme artmakta ve giderek manevî yapının çökmesine sebep olmakta­dır. İki yüzlülük, toplumda insanların birbirlerine güvensizliğine sebep olmaktadır. İki yüzlü insanlar toplumda öne çıktıkça, itibar gördükçe, münafıklığın doğurduğu kirlilik geometrik davranışın ve ahlâkın alanını daraltacaktır.[92]

 

Allah Münafıkları Sevmez:

 

96. Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsıklar top­luluğundan asla razı olmaz.

1. 96. âyetin başındaki "yemin ederler" fiilinin öznesi 94 ve 95. âyetler gibi 93. âyette geçen "zengin oldukları halde senden izin isteyen­lerdir. Âyet, savaşa, ya da Tebük seferine katılmayan münafıkları kap­samına almaktadır. Savaşa çıkmak istemeyen ve mazeretler uydurup Hz. Peygamber'i ve müminleri aldatmaya çalışan münafıklar 96. Âyetteki fiilin öznesi olmaktadır. Tercümesindeki "onlar" zamiri ile münafıklar kastedilmektedir.

Münafıklar müminleri razı etmek için yemine başvurmuşlardır. Hz. Peygamber döneminde yaşayan münafıkların davranışlarının anla­tılmasının sebebi, her çağdaki münafıkların aynı şekilde davranabilece­ğine işaret etmek içindir. Münafıklar, yaptıkları yanlış hareketten dolayı özür dilemek (âyet: 94), yemin edip karşıdakileri razı etmek isterler ki kendilerine ceza verilmesin (âyet: 95-96). Münafıkların bu davranışı hukuku yanıltmayı ve kendilerinin farklı muamele görmelerini amaçla­maktadır. Güçlü oldukları dönemde bu şekilde yemin etmeye, özür di­lemeye asla teşebbüs etmezler, ama zayıf olduklarını hissettiklerinde özür dilemeyi ve yemin etmeyi en etkili silâh olarak kullanırlar.

2. "Siz onlardan razı olursanız." Allah, müminlerin onlardan hoşnut olmasını istemediğini bu şekilde ifade etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki müminlerin münafıklardan razı olma ihtimali vardır. Allah, müminlerin münafıkların yeminlerine aldanmamalarını temin etmek için âyette bu ifadeye yer vermiştir. Bir önceki âyette, onlardan yüz çevirme­lerini emrettiği halde, burada onlardan razı olmayınız şeklinde bir emir vermemiştir. "Onlardan hoşnut olursanız" buyurmakla tavrını ortaya koymaktadır.

3. "Allah fâşıklar topluluğundan asla razı olmaz." Siz hoşnut olursanız, ben olmam diyerek müminlerin de hoşnut olmamasını istemektedir. Tevbe sûresinin 67. âyetinde olduğu gibi münafıkların fâsık olduğu beyan edilmektedir. Âyetin genelini dik­kate aldığımızda Allah kendi rızasının dışında kalacak olanları açıklaya­rak, kimlerden razı olacağını anlatmaktadır. Kur'ân, Allah'ın rızasına ulaşacak olan amelleri ve onlara sahip olan kişileri gündeme getirerek iyi davranışlara teşvik etmektedir.

Diğer taraftan âyet, müminlere Allah'ın yaptığına ters düşmemele­rini de öğütlemektedir. "Siz onlardan razı olsanız bile Allah onlardan razı olmayacaktır" buyurarak nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini onla­ra öğretmektedir. Allah'ın razı olacağı insanlarla beraber olmak, O'nun razı olmayacaklarını dost edinmemek bağımsız şahsiyete sahip olmanın ifadesidir. Grupların da bir kimliği bir şahsiyeti vardır. Dostunu düşma­nını bilmeyen gruplar, bağımsız şahsiyete sahip olamazlar. Gruplar bir­birine düşman olmayacaklar ama, kimleri dost edineceklerinin bilincinde olmalıdırlar. Aynı toplumda yaşamanın verdiği sosyal, hukukî ve kader birliktelikleri ile can dostu şeklindeki beraberliklerin farklı olduğu bilgi­sini öğretmenin önemini vurgulamaktadır.[93]

 

Bedevilerin Özellikleri:

 

97.Bedeviler inkâr ve iki yüzlülükte daha ileridirler. Allah 'in, Elçisine indirdiğinin sınırlarını bilmemek du­
rumlarına daha uygundur. Allah alimdir, hakimdir.

98. Bedevilerden verdiğini angarya sayanlar ve başını­za belâlar dolanmasını gözetenler vardır. Kötü belâlar
onların başına dolansın. Allah işitir, bilir.

99.Bedevilerden, Allah'a ve âhiret gününe inanan, verdiğini Allah katında yakınlıklar ve Elçinin dualarını
elde etmeye sebep sayanlar da vardır. Biliniz ki, o ver­dikleri, onlar için Allah 'a yakın olmanın sebebidir. Al­lah onları rahmetinin içine alacaktır. Doğrusu, Allah bağışlar, acır.

1. "Bedeviler inkâr ve iki yüzlülükte daha ileridirler. Allah'ın, Elçisine indirdiğinin sınırlarını bilmemek durumlarına daha uygundur. Allah alimdir, hakimdir." Râzînin yaptığı açıklamanın özetini verecek olursak, Arap yarımadasının şehir ve beldelerinde yaşayan yerleşik top­luluklarına Arap, çölde göçebe halinde yaşayanlarına da a'râbî denmek­tedir. Yerleşik hayat kuramayan cahil, sert mizaçlı insanlara bedevî (a'râbî) denmektedir. Allah bedevilerin münafık olanlarını ele almakta ve böylece yerleşik hayat yaşayan münafıklarla bedevî hayatı yaşayanla­rın arasında da inkâr, iki yüzlülük ve Allah'ın koyduğu sınırları tecavüz etme bakımından farkların olduğunu açıklamaktadır.

a) "Bedeviler inkâr ve iki yüzlülükte daha ileri­dirler. " Bedevilerin münafıkları, yerleşik ve bir kültüre sahip olan mü­nafıklardan daha şiddetlidir. Bu açıklama ile Allah, manevî hayatta kül­tür farkının etkinliğine dikkat çekmektedir. Cahilin inkârı da iki yüzlülü­ğü de cahil olmayandan daha ileri düzeyde olduğu açıklanırken, mümin­lerin kime nasıl tavır takınacağı, nasıl ilişki kuracağı öğretilmektedir. Kültür ve yerleşik hayata sahip olmak inkâr ve nifakı azaltmaktadır. Gü­nümüzde cahil insanların aynı özellikleri taşıdığını görüyoruz. Nerede bir kötülük varsa, orada bilgisizliğin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bilgisizlik kötülükleri üreten bir bataklık gibidir.

b) "Allah'ın Elçisine indirdiğinin sınırlarını bilmemek, durumlarına daha uygundur. Allah alimdir, hakimdir." Bedeviler kurala, kanuna ve öğretilere dayalı bir hayat yaşamadıklarından Allah'ın Elçisine indirdiği sınırları anlayama­dıklarından onları çiğnemekten çekinmezler. Âyette Allah "bilmemek" terimine yer vermekle onların cahil olduğunu ifade etmektedir.

Kur'ân insanlığı bedevîlikten, yani cehaletten, sert mizaçtan, anla­yışsızlıktan kurtarmak ve medenî hayatı yaşatmak amacını gütmektedir. Bu amacını el-hudûd kelimesi ile ortaya koymaktadır. Bu kelime i-ı^haddede kalıbından alındığında "bilemek" anlamına gelmekte, bilemeyi insanla alâkalandırdığımızda ise insanın ' kabalıklarını inceltmek, yontmak mânasını ifade ettiğini söyleyebilmekteyiz.

Bu kelime, aynı kalıptan alındığında "sınır koymak" anlamına da gelmektedir. Bu anlamıyla söz konusu âyette insanı eğitmek için ona kendi faaliyet sınırlanın öğretmek, kendi özgürlüğünün sınırlarının, baş­kasının özgürlüğünün sınırlarının başladığı yerde bittiğini bildirmek an­lamının olduğu görülür. Allah bizim davranışlarımızı belirleyen bazı sınırlar koymuştur. Bu sınırlar içinde kalarak davranmak, onları aşma­mak medenî olmanın gereklerindendir. Sınırlar konurken, a-ı»- haddede kelimesinin anlamı olan "tarif etmek, şeklini çizmek" de gerçekleşmek­tedir. Demek ki Allah'ın hududu, insan hayatına, şahsiyetine ve davra­nışlarına şekil vermektedir.

Bu kelimenin diğer bir anlamı da "karşı koymak ve itiraz" etmek­tir. İnsan kendi nefsinden gelen kötü emirlere, dayatmalara karşı koyup itiraz edebilmelidir. Kendi içinden, şeytandan ve çevresinden gelen kötü his ve şartlandırmalara karşı itiraz edip karşı koymayı öğretmekte oldu­ğu için "hudud" ismini almıştır.

Bu kelimenin oi-ı el-hadd kalıbı "kenar, daire" mânalarına gelmektedir. İnsan haklarını, özgürlüklerini bildiren Allah, onların çiğnenmesinin son noktasını vererek bu noktalan birleştirip bir daire meydana getirmektedir. Bu daire, insanı disipline eden kural ve kanunların belirlediği sınırlar olmaktadır. Hadîd kalıbı da "demir" anlamına gelmektedir. Demirin gördüğü işi manen Allah'ın kanunları görmektedir. İnsan şahsiyetini ve toplumu demir gibi sağlamlaştıran kanun,  kural  ve talimatlardır.  Bunlara göre hareket eden  insanlar dır. Bunlara göre hareket eden insanlar topluluğu demir gibi sağlam ha­yata sahip olduklarından medenî olmaya, bedevîlikten kurtulmaya daha lâyıktırlar.

Bu kelime, Kaf sûresinin 22. âyetinde görmekle ilgili olarak "kes­kin" mânasına gelmektedir. Buradan Allah'ın sınırlarının insana keskin görmeyi öğretmekte olduğu neticesine ulaşabiliriz. Kültürlü, medenî ve bilgili insanların görüşü keskin olur. Görüşü keskin olmayanlar, sınır göremez, tanıyamaz bilemezler ve bu sebeple de onu kolaylıkla çiğner­ler. A'râbî denen bedevîler, sınır, kanun, talimat bilmeyen insanlardır. Bu kelime sadece çölde yaşayan Araplar için değil bu nitelikte olan bü­tün insanlar için kullanılmaktadır. Allah bedevilerin bu özelliklerini alîm ve hakîm sıfatlarıyla açıklamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber ve mümin­ler onların bu durumunu bilip, anlayıp değerlendirme durumunda değil­lerdir.

97. âyetin içeriğinden ulaşacağımız başka bir netice de şudur: Al­lah, Peygamberine indirdiği sınırlardan, hükümlerden ve emirlerden bahsetmektedir, Hz. Peygamber'in koyduğu sınırlardan değil. Allah'ın hudutları ve hükümleri vardır, Hz. Peygamber'in veya peygamberlerin değil.

Peygamberler, Allah'ın hudutlarını tebliğ ederler ve öğretirler. Tapuyu devlet verir, fertler veremez. Dini ve dinin getirdiğini ilâhî hu­dutları Allah koyar ve tesbit eder, peygamberler koyamaz. Onun içindir ki âyette "Allah'ın, Elçisine indirdiğinin sınırları" buyurulmaktadır. Al­lah'ın Peygamberi'ne indirdiği sınırlara Peygamber de uyacak, onları asla aşmayacaktır.

c) "Bedevilerden verdiğini angarya sa­yanlar vardır." Ayette infâk kelimesi geçmektedir. Bedevîler karşılıksız olarak kamu yararına, ya da fakirler için yardımda bulunurlar, yani infak ederler. Münafık olduklarından, infaklarına kayıp gözü ile bakar ve onu angarya olarak görürler.

Âyetin bu kısmındaki el-mağram kelimesi daha önce Tevbe sûresinin 60. âyetinde el-ğârim olarak geçmişti. Oradaki mânası borçlu idi. Bu âyette de "zorla ödenmiş bir borç" anlamını ifade etmek- tedir. Furkan sûresinin 65. âyetine bakacak olursak el-ğarâm keli­mesi, azabın sıfatı olmakta ve "helak" anlamını taşımaktadır. Azabın sıfatı ile borç arasında benzer bir anlam vardır. Borç ödenmesi gereken ve insanın yakasını bırakmadığı için; helak edici azap da insanın yakası­nı bırakmayan bir nitelik taşımaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de, "yakayı silkiten" bir ödeme mânasına gelmektedir.

Allah münafık bedevilerin bu özelliklerini anlatırken, müslümanları eğitmek amacını gütmektedir. Müslüman kamu yararına yaptığı infakları, zarar, ziyan ve angarya bir harcama olarak göremez ve görmemelidir. Bu tavırda olan müslüman, kendisinde münafıklık işareti olduğunu anlaması için bu âyet gönderilmiştir. Münafıkların özelliklerini bilmeyen müslümanlar. kendileri gözlem yaparak bunu anlayamazlar. Kendini gözleyip anlamayan da kendi kendini eğitemez. İnfakını bir ziyan olarak gören münafığın durumunu bilen müslüman, bu özelliğin kendisinde olup olmadığına bakar ve görür.

d) Ve başınıza belâlar dolanmasını gözetenler vardır." Âyetin bo kısmında geçen et-terabbus kelimesi rabesadan türemiştir "Başa gelecek iyiliği ve kötülüğü beklemek, bir adam beklemek" mânasına gelmektedir. Kurtubî bu kelimenin et-terabbus kalıbının "teenni, geri kalmak" mânasına geldiğini de söyle­mektedir[94]. ed-Devâir kelimesi de "musibetler" an­lamına gelmektedir. Nimetten belâya dönüşen durum bu kelime ile ifade edilmektedir.

Münafık bedeviler, müminlerin darlık ve sıkıntıya düşmelerini is­ter ve beklerler. Bu durum onların bir özelliğini teşkil etmektedir. Baş­kasının başına belâ gelmesini isteyen, geldiğinde sevinen insanlar, ken­dilerinin münafık olduğunu bilmelidirler. Başkasının, komşusunun, ar­kadaşının başına bir belâ gelmesini bekleyen, geldiğinde sevinen insan­ların içi çok kirli demektir. Bu tarz beklenti ve istek içinde olmanın be­devîlik özelliğini taşımak anlamına geldiğini söyleyerek Allah müminle­rin duygu âlemini temizleme amacını gütmektedir.

O dönemde bu durum inanç grupları arasında cereyan ederken, günümüzde milletler arasında aynı duygunun siyasî ilişkilere etki ettiğini görüyoruz. Artık toplumlar, öteki toplumların yıkılmasını, helak olması- nı, belâlara boğulmasını ister ve bekler hale gelmişlerdir. Bu münafıklık hali ile medenî olma hakkı kaybedilmekte ve toplumlararası ilişkiler kirletilmektedir.

e) "Belâlar onların başına dolansın. Al­lah işitir, bilir. " Allah, onların darlığa ve sıkıntıya düşeceğini alîm sıfatı ile tesbit etmektedir. Aslında burada bir beddua etme ifadesi vardır. On­ların beklediği belâların, kendilerine dönüp gelmesini Allah takdir et­mektedir. Demek ki kötülük adına başkasına olan beklenti senin de başı­na gelecektir.

Allah, müslümanın bu duygulardan arınmasını, kendi basma belâ getirmemesini istemekte ve bunun eğitimini vermektedir. Bu âyet, mü­mine, "başkasına karşı ne beklentin varsa başına gelecektir" bilincini vermekte ve iyilik beklentisi içinde olmasını öğütlemektedir. Allah se-mî' ve alîm sıfatlarını âyetin sonuna bu sebeple koymuştur.

Netice olarak diyebiliriz ki farklı inanca sahip olarak grupların bir­birine bakışını ve beklentisini anlatarak caydırma metodunu kullanmış­tır. Başkasının başına belâların gelmesini bekleyenler, aslında kendi baş­larına belâ gelmesine sebep olduklarını bilmelidirler.

2. "Bedevilerden, Allah 'a ve âhirei gününe iman ettiğini, Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin dualarını elde etmeye sebep sayanlar vardır. Biliniz ki, o verdikle­ri, onlar için Allah'a yakın olmanın sebebidir. Allah onları rahmetinin içine alacaktır. Doğrusu Allah affedici ve merhamet sahibidir. " Arabis­tan'ın o dönemde kırsal kesiminde yaşayan bedevilerin hepsinin münafık veya kâfir olmadığını, onların içinden iman edenlerin olduğunu ve ibadet edenlerin bulunduğunu bu âyet gündeme getirmektedir.

Kurtubî'nin Mehdevî'den naklettiğine göre, âyetin tarihî boyutu gündeme getirilirse bu bedevîlerin Müzeyneliler'den olan Mükârinoğulları'dır. Ama âyet evrensel boyutu ile ele alındığında her çağda kırsal kesimlerde yaşayan böyle müslümanların olacağını bildir­mektedir. Âyetin analizinden bazı bedevîlerin olumlu mânada özellikle­rinin açıklandığını anlamaktayız:

a) "Bedevilerin, Allah'a ve âhıra gününe inananları vardır." Dikkat edilirse Allah iman esaslarını burada ikiye indirgemiştir. Allah'a ve âhiret gününe iman etmek, aslında imanm diğer dört şartını kapsamına almıştır. Allah'a inanan insan O'nun kitap­larına, peygamberlerine, meleklerine, ve kader denen O'nun yaratış ka­
nunlarına inanıyor demektir. Ama kırsal kesimde yaşayan cahil insanlara tevhid inancı ile âhirete imanı öğretmek ilk planda yeterli olacaktır. Al­lah'a ve âhirete iman, imanın şartlarının olmazsa olmazını teşkil etmek­tedir. Bakara sûresinin 62 ve Mâide sûresinin 69. âyetlerinde de Müslü­man, Yahudi, Hıristiyan ve Sâbiîler'in müşterek iman esaslarının bu iki iman şartı olduğu olarak takdim edilmektedir.

Ayetin bu kısmı din eğitiminde iman esasları öğretilirken, önceli­ğin hangi esaslara verileceğine de işaret etmektedir. Âhiret gününe iman, beşerin din koyamayacağının delili olmaktadır. Çünkü hiçbir felsefenin âhireti, cennet-cehennemi olamaz.

b) "Verdiğini Allah katında yakınlıklar ve Elçisinin dualarını elde etmeye sebep sayanlar vardır." "Verdiği"ni diye tercüme ettiğimiz kelime infâk kelimesinin mânası olmaktadır. Demek ki bazı bedeviler karşılıksız fakirin elinden tutuyor, kamu yararına harcamalarda bulunuyorlardı.

Allah'a ve âhirete imandan sonra, bedevilerin öne çıkan amelleri, kamuya, ya da fakirlere karşılıksız yardımda bulunmaları olmuştur. İs­lâm dini malından fedakârlık yapma uygulamasını, kültürünü ve ibadeti­ni onlara kazandırmıştı.

Ayetin bu kısmında, bedevilerin hangi niyetle nifak ettiklerine de işaret edilmektedir. "Allah katında yakınlıklar elde etmek." Kur'ân bedevilere infak yapmanın Allah'a yakınlık temin edeceğini o zamanda öğretmişti. Buradaki yakınlık, mânevi yakınlık olup maddî yakınlıkla bir ilişki yoktur. İnsanlara yardım olsun diye malından feda­kârlık yapanların Allah'a yaklaşacağı ilkesini koymakta ve bu fedakârlı­ğın hangi niyetle yapılacağını da tesbit etmektedir.

Kendisi ile Allah'a yaklaşılan, yücenilen şeye de kurban denmek­tedir. Kaf sûresinin 16 ve Bakara sûresinin 186. âyetlerine göre Allahilmi ve yaratması ile insana şah damarından daha yakındır. Hadîd sûre­sinin dört ve Mücâdele sûresinin yedinci âyetlerine göre de Allah her zaman ve her yerde insanlarla beraberdir. İnfak ederken mümin Allah ile yakınlık kurmaktadır. A'râf sûresinin 176. âyetine göre de Allah'ın âyet­leri insanı Allah'a yüceltmektedir. Müminler Allah'a yaklaşmak için infak ederlerse ibadetlerinin geçerli olacağını bu âyetten öğrenmektedir.

Bedevîlerin infaktaki ikinci niyet veya amaçlan "Peygamber'in dualarını elde etmektir." Biz Hz. Peygamber'e salavat getirdiğimiz gibi, o da müminlere salavat getirmiştir. Salât "dua" anlamına gelmektedir. Karşılıksız, kamuya yardım eden insanlar, Hz. Peygamber'in duasını elde ediyorlardı. Salât kelimesi dua anlamının yanı sıra "lütuf, ihsan, namaz, korumak" mânalarına da gelmektedir.

Ahzâb sûresinin 56. âyetinde Allah'ın Hz. Peygamber'e salât et­mesi, ona lütuf ve bereket vermesi, iyilik ihsan etmesi anlamına gelmek­tedir. Meleklerin Hz. Peygamber'e salât etmesi, dua etmeleri mânasını ifade etmektedir. Aynı şekilde Ahzâb sûresinin 43. âyetinde Allah'ın müminlere salât etmesi, onlara ihsanda bulunması, iyilik etmesi, koru­ması, bereket vermesi anlamına gelmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette, Hz. Peygamber'in duala­rında anılmalarını elde etmek için infak etmekte oldukları gündeme ta­şınmaktadır. Hz. Peygamber'in duasını elde etmek, onun duasında anıl­mak demektir. Hz. Peygamber onlara dua ederse, onlara ne olacaktır? Bu sorunun cevabını Tevbe sûresinin 103. âyeti vermektedir: '''Onlara dua et! Çünkü senin duan onlar için huzur ve gü­vendir. " Demek ki bedevîlerin Hz. Peygamber'in duasında anılmak is­temelerinin sebebi iç huzurunu elde etmek içindi.

c) "Biliniz ki, o verdikleri, onlar için Allah'a yakın olma sebebidir." Bedeviler Allah'a manen yaklaşmak için infak ederken bu yakınlığı elde ettiklerini âyetin bu kısmı müjdelemektedir. Allah bu­nun müminler tarafından bilinmesini istemektedir. Doğru niyete denk düşen amel, istenilen sonucu verecektir.

d) "Allah onları rahmetinin içine alacaktır. Allah affedendir, merhamet sahibidir. " Allah'a yaklaşmak vePeygamber'in duasında anılmak için infak eden insanlar, ya da mümin­ler, bu yakınlığı elde ettikleri gibi Allah'ın merhametine de nail olacak­lardır. Belki de âyette elde edildiği söylenen yakınlık Allah'ın merhame­tini elde etmek anlamına gelmektedir. Bu insanların Allah'ın merhame­tine girmeleri, O'nun affına nail olmaları mânasını da ifade edebilir.

Allah bedevileri müminlere bir model olarak sunmaktadır. Bu mo­del, Allah'a yakınlık elde etmiş, peygamberin duasında anılmış, Allah'ın rahmetine nail olmuştur. Böylece Allah, kendisine yakınlıği ve merha­metine giden yolu öğretmektedir.[95]

 

İyilikte Yarışmak:

 

100. Muhacirlerden ve ensardan yarışmayı önde biti­renlerle, güzel davranmada onlara uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuştur. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetleri hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.

Tevbe sûresinin buraya kadar olan âyetlerine genel bir bakış yapa­cak olursak şunu görürüz: Allah müşrikleri, kâfirleri çeşitli özellikleri ile ele almış, onların inanç, düşünce, davranış ve farklı gruplarla olan ilişki­lerini ve bu ilişkilerin arkasındaki psikolojik sebepleri ele almıştır. Ar- dından münafıkların özelliklerini, davranış şekillerini ve psikolojilerini en ince detayına kadar açıklamıştır. Daha sonra bedevîlerin inanan ve inanmayanlarının özelliklerini ve davranış şekillerin izah etmiştir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette zulüm, ahlâksızlık ve kö­tülüğün egemen olduğu toplumdan göç (hicret) edenlerle, onlara kucağı­nı açan Medine yerlileri (ensar) ele alınmaktadır. Daha önce münafıkla­rın açıklamasının ardından birbirinin dostu olan mümin erkeklerle mü­min kadınlar ele alınmıştı (âyet: 71-72).

Tevbe sûresinde Allah inanç gruplarını mukayeseli bir şekilde ele alıyor, İslâm'a inanmayanlarla iki yüzlülerin psikolojik yapılan ile dav­ranışlarını ve ilişkilerini müminlerin önüne koyuyor. Bunun amacı onla­ra benzemelerini önlemek, onların düşmanlıklarından korunmak ve iliş­kilerini bilinçli olarak kurmalarını temin etmek, bir de bu bilgilendirme ile devletlerarası ilişkiler sistemini sağlam temellere oturtmak ve insan­ları iyi tanıyabilme kültürünü geliştirmektir. Şimdi âyetin analizine ge­çebiliriz:

1. "Muha­cirlerden've ensardan yarışmayı önde bitirenlerle güzel davranışlarda onlara uyanlar..." el-Muhâcir kelimesi "hicret eden" anlamına gelmektedir. Bu kelime İslâm öncesi Araplar'da "göç eden" mânasında kullanılıyordu. İnsanlık tarihinde her zaman göç olmuş ve olacaktır. Göçlerin farklı sebepleri vardır: İnsanların nüfus yoğunluğundan dolayı geçimlerini temin etmekte güçlük çekmeleri veya kuraklık sebebiyle göçlerin olması gibi; müşriklerin, Hz. Peygamber ve müminlere karşı takındıkları tavır ve bu tavrın getirdiği zulüm ve kötülüklerin sebep ol­duğu hicret gibi. Zulüm ve kötülükler sebebiyle Mekke'deki her şeyini bırakıp Medine'ye hicret edenlere Allah Kur'ân'da muhacir demektedir.

Âyette geçen  el-ensâr kelimesini İslâm öncesi Arap kültü­ründe değil, fakat İsrail kültüründe görüyoruz. Kurtubî, Ebû Ömer b. Abdülberr'in el-lstizkâr adlı eserinden naklettiğine göre, ensar kelimesi İslâmî bir adlandırmadır. Enes b. Mâlik'e, ensar isminin insanlar tarafın­dan mı verildiği yoksa Allah'ın verdiği bir isim olup olmadığı sorulmuş, o da Kur'ân'da Allah'ın verdiği bir isim olduğunu söylemiştir[96]. "Çok yardım sever" anlamına gelen bu kelime daha önce Hz. İsa tarafından kullanılmıştı: "£y iman edenler! Allah'ın ensarı (yardımcıları) olunuz- Nitekim Meryem oğlu İsa havarilere: Allah'a (gi­den yolda) benim yardımcılarım kimdir? demişti. Havariler de: 'Allah (yolunun) yardımcıları biziz' demişlerdi" (Saf 61/14). Allah müminlere ensar olmalarını emrettiğine göre, bu sıfat evrensel bir nitelik taşımakta­dır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki ensar, Medine'de Hz. Peygamber'e ve müminlere kucağını açanların sıfatı olmaktadır.

Saf sûresinin 14. âyetindeki emrin kıyamete kadar gelecek mümin­lere ait olduğu anlaşılmaktadır. Zulüm ve kötülüklerden kaçanlara kuca­ğını açanlar, özgürlükleri elinden alınanlara hürriyetlerini elde etmek için yardım edenler, tevhid inancının yayılması için yardım edenler de ensar sıfatını almaya hak kazanmaktadırlar.

Âyetin bu kısmında yer alan diğer bir kelime de, es-sâbikûndur. Sabık kelimesi el-evvelün kelimesi ile beraber "öne geçenler" anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile "yarışmayı önde bitirenler" mânasını ifade etmektedir. Demek ki manevî alanda da bir yarış vardır.

es-sâbikûn el-evvelün terimine "önce müslüman olanlar" anlamını da vermek mümkündür. Bu ifade, muhacir ve ensardan ilk müslüman olanların Allah katında öne çıkan bir değerlendirmeleri olacağını gündeme taşımaktadır. Ancak âyeti tarihî olarak onlara tahsis etmek doğru değildir. Bizce bu ifade, her çağın, her neslin muhacir ve ensarını kapsamaktadır.

Zulüm ve kötülük diyarından, onların egemen olduğu topraklardan göç edenler muhacir, onlara dine sahip çıkıp korumak uğruna yardım edenler de ensar sıfatını aldığına göre, her devirde bu insanlar olacaktır.

Âyetteki muhacir ve ensarın Hz. Peygamber döneminde yaşayan sahabenin bir kısmına ait olduğunu söylersek, âyetin devamında gelen "güzellikle onlara uyanlar" ifadesini evrensel boyutta alabiliriz. Muhacir ve ensardan sonra gelenler kimlerdi? Sorunun ceva­bını şu âyetlerle verebiliriz

a) "Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir" (Enfâl8 /75). Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 100. Âyetindeki ellezîne (onlar) zamirinin yerine Enfâl sûresinin 75. âyetinde ifade edilenler konabilir. Sonradan iman eden, hicreti yaşayan ve cihada katı­lanlar da muhacirlere tâbi olanlar sınıfına girmiş olmaktadır.

b) "Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ye bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla!" (Haşr 59/10). Bu duayı yapanlar, muhacir ve ensara tâbi olanlardır.

c) "(Peygamberi) müminlerden henüz kendilerine katılmamış bulunan diğer insanlara da göndermiştir" (Cum'a 62/3). Bu âyetler, Tevbe sûresinin 100. âyetindeki iyilik de, güzellik de, kaliteli iş üretmek de muhacir ve ensara tâbi olanların kimler olduğunu açıklamaktadır. Âyetteki ou>-u "güzellikle" kelimesine kaliteli iş üretmek mânası verilebilir. Çünkü yarışı önde bitiren, muhacir ve ensar İslâm dini adına en iyi işi yapanlardır. İnançları sebebiyle uğradıkları zulümden dolayı memleketini terkeden ve onlara kucaklarını açan Medine yerlileri tarihî bakımından çok hayırlı iş yapmışlardır. Enfâl sûresinin 75. âyetine göre bu hayırlı iş; iman edip hicret eylemini gerçekleştirmek ve cihada katılmaktır.

"Tâbi olmak" anlamına gelen kelime burada kullanıldığına göre, muhacir ve ensardan öne çıkanların, davranışlarının bir yol meydana getirdiği, ondan sonrakilerin de o yola uyduğu sonucu âyetten anlaşılabi­lir. İyilik, güzellik, doğruluk gibi evrensel değerler, eskimeyen bir yol meydana getirdiği için, kıyamete kadar gelen hayırlı insanlar o yolu ta­kip edeceklerdir.

2. "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur." Manevî yarışı önde bitirenler ve iyilikle onlara tâbi olan nesillere Allah nasıl ödül ve­receğini vaad etmektedir? Âyetin devamı bunu cevaplandırmaktadır:

a) "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Al­lah'tan razı olmuşlardır." İnsanın Allah'tan razı olması düşünülebilir
mi? Nefsi ya da şahsiyeti doyum noktasına ulaşmış, başka bir ifade ile doyum noktasına ulaşan nefis için bu ödül konmuştur. Mahşerde Allah bu insana şöyle seslenip ödülünü verecektir: "Ey doyuma ulaşmış insan! Sen Al­
lah'tan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! Seçkin kullarımın arasına katıl ve cennetime gir!" (Fecr 89/27 30).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 100. âyetine dö­nersek, muhacir ve ensardan yarışı önde bitirenler ve güzellikle onlara tâbi olan insanları bir kelime ile tanımlayacak olursak, onların doyuma ulaşmış kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Doyuma ulaşan kişi de, Allah'ın rızasını elde etmiş ve kendisi de razı olmuştur. Başka bir açıdan bakınca takvada yanşan ve öne geçen insanların gönül rızası ile ilâhî rıza bir noktada buluşmaktadır.

b) Onların ödülü sadece bu rıza buluşması değil, aynı zamanda iç­lerinden ırmaklar akan cennetlerde ebedî olarak kalmaları da Allah tara­fından temin edilecektir. Çünkü bu durum onlar için büyük bir kurtuluş özelliği taşımaktadır. Manevî yarışı önde bitirmenin getirdiği ödül bun­lardan ibarettir.

Din eğitimi açısından âyetin bütününe bakacak olursak şu ilkeyi yakalamak mümkündür: İnsana ödülsüz olumlu bir iş yaptırmak müm­kün değildir. İnsan psikolojisi gereği, yaptığı işten bir karşılık bekler. Allah insanı bu fıtratta yaratmıştır. Onun içindir ki takvada yarışıp öne çıkması için onun önüne rızasını ve cennetini koymaktadır. İnsanı yerin­den kaldırıp manevî yanşa katılması ve o yansı önde bitirip kazanması ödülsüz olmaz. İnsanı motive etmek için bu şarttır. Aynı yoldan ana ba­balar, eğitimciler, iş verenler ve devleti yönetenler de yürümelidirler. Onlar bilmelidir ki ödüllendirilmeyen başarılar ölmeye mahkûmdur. Başarılara can veren ve o başarıların daha büyüğünü getiren ödüldür. Onun içindir ki âyetin sonu "büyük kurtuluş" ifadesiyle gelmektedir.[97]

 

Münafıklıkta Maharet Kazanmak:

 

101. Çevrenizdeki bedevi Araplar'dan ve Medine hal­kından birtakım münafıklar vardır ki, münafıklıkta ma­haret kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük azaba götürülürler.

1. "Çevrenizdeki bedevi Araplar'dan münafıklar vardır." Bunlar Müzeyne, Cüheyne, Eşlem, Gifâr ve Eşca'
kabileleridir
[98]. Allah mü­nafıkları bedevî ve medenî olmak üzere ikiye ayırmaktadır.

2. "Medine halkından birtakım müna­fıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır." Âyetin bu kıs­
mında "maharet kazanmış" diye tercüme ettiğimiz iy merade fiili "azıp haddi aşmak, parlatmak, yumuşatmak, ırzına dokunmak, hayvanı şiddet­le sürmek, bir şeye devam edip onu huy edinmek"; el-merîd kalıbı
da "azgın, haddi aşan" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin Kur'ân'daki mânaları şunlardır:

a)Baş kaldırmak. Sâffât sûresinin 7. âyetinde bu kelime mârid kalıbında "bozguncu, baş kaldıran, itaat dışına çıkan, âsi" anlamına gelip şeytanın sıfatı olmaktadır: "Ve her türlü baş kaldıran şeytandan koruduk" (Sâffât 37/7).

b) İnatçı-âsi. Bu kelime Hac sûresinin 3. âyetinde merîd kalı­bında gelmiş ve yine şeytanın sıfatı olmuştur:

"Allah hakkında bilmeden tartışan ve her inatçı-âsi şey­tanın ardına düşen insanlar vardır. "

c) İyice düzeltilmiş. Nemi sûresinin 44. âyetinde "iyice düzeltil­miş, cilalanmış" anlamına gelmektedir.

b) Âdet edinmek. Tevbe sûresinin tefsirini yapmakta olduğumuz 101. âyetinde "maharet edinmiş, âdet edinmiş" anlamına gelmektedir.

Görüldüğü gibi bu kelime üç âyette şeytanın, bir âyette binanın, bir âyette de münafığın sıfatı olmuştur. Bu anlamlar içinden öne çıkan an­lam, "başka şeylerden soyutlanmak" şeklindeki anlamdır. Baş kaldıran, âsi olan şeytan veya insan, bütün erdemlerden soyutlanmış demektir.

Münafıklığı âdet edinen, onu huy edinen insan da her iyi şeyden soyutlanıp münafıklığın içine dalmış, onu karakter edinmiştir. İyice dü­zeltilmiş mânasını buna yaklaştırırsak, bütün pürüzlerden soyutlanmış bir zemine bu sıfat verilmektedir. Demek ki bazı münafıklar, pürüzsüz münafık olduğu için iki yüzlülüğü karakter edinmişlerdir.

Medine münafıkları ile bedevî münafıklar daha önceki âyetlerde anlatıldığı gibi bazı özellikleriyle birbirinden ayrılmaktadır. Bedevî mü­nafıklar inkâr ve nifakta daha şiddetli olurken (Tevbe 9/97), münafıklığı huy edinmek de şehir münafıklarının durumu olmaktadır.

3. "Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz." "Bilmezsin"i "tanımazsın" şeklinde tercüme etmek daha doğru olur. Hz. Peygamber bile onların kimler olduğunu bilmemekteydi. Münafığı tanı­mak insan için çok zor, hatta imkânsız olduğundan, Allah onları Kur'ân'in muhtelif yerlerinde tanıtmaktadır.

Bu ifadede, Hz. Peygamber'in, gaybı bilmediği, sadece Allah'ın, kendisine bildirdiği kadar bu tür bilgilere sahip olabileceği gerçeğine de bu âyette işaret edilmektedir.

Kur'ân insan psikolojisini açıklarken, daha alt sınıflara inerek, kâ­fir, müşrik, münafık ve müminin psikolojik yapılarının tahlilini yapmak­tadır. İlâhî vahyin amaçlarından biri de iki yüzlü insanların ruhsal yapı­sını tahlil edip tanıtmaktır. Tarihî süreç içerisinde müminler, Kur'ân'ı iyi bilmemeleri sebebiyle münafıkları tanıyamamış ve onların zararını gör-

müşlerdir. Bilememe, tanıyamama kadar insanın veya toplumların büyük düşmanı yoktur. İki yüzlü insanların İslâm âlemine verdiği zararı hiçbir düşman topluluğu vermemiştir.

Kur'ân'ın getirdiği insan psikolojisinin bilinmemesi, İslâm âlemi­ne çok pahalıya mal oldu ve olmaktadır. İkili oynayan insanlar kendi milletine ihanet etmekten asla çekinmezler. Bunlar bulundukları yere göre kötü niyetlerini rahatlıkla gizleyebilirler. Bu insanlar toplumların kaderini çürütmüş, siyasetini altüst etmiş, manevî hayatını kirletmiş, telâfisi imkânsız olan yaralar açmışlardır, dolayısıyla münafıklık sosyal hayata, tedavi edilemeyen bir hastalık olarak yansımıştır.

4. "Onlara iki defa azap edece­ğiz, sonra da onlar büyük bir azaba iletileceklerdir. " Bedevi ve şehirli münafıklara dünyada iki defa azap edildikten sonra, âhirette de büyük azaba uğrayacaklardır.

Dünyadaki iki defa azap ne olabilir? Bu sorunun cevabını Tevbe sûresinin 55 ve 85. âyetleriyle verebiliriz:

"Onların mal ve çocukları seni imrendirmesin! Çünkü Allah mal ve çocukları ile, dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onla­rın kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor" (Tevbe 9/55).

Aynı cevabı Tevbe sûresinin 85. âyetinde de buluyoruz. Âhirette büyük azaba iletilmiş olmalarının anlamı dünyada çektikleri azabın âhiretteki azabı ortadan kaldırmayacağıdır.

Münafıklık öylesine kötü bir davranış şeklidir ki, dünya azabı o-nun kefareti olmamakta, âhirette de azaba sebep olmaktadır. Münafıklığı karakter haline getiren insanları bundan caydırmak için Allah cezalarını bu şekilde açıklamaktadır.[99]

 

Münafıklar İçin Çıkış Yolu:

 

102. Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. Umulur ki Allah on­ların tövbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışla­yandır, çok merhamet sahibidir.

1. "Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler." Bazı münafıklar günahlarında ısrar etmeyip günahını, ya da suçunu itiraf etmişlerdir, Allah da onların bu itiraflarına değinmiştir. Âyetin bu kıs­mındaki ıy^iı i'terafû (itiraf ettiler) kelimesi bir önceki âyette yer alan  meredû (âdet edindiler) kelimesinin karşıtı olmaktadır.

Birisinde kötüde ısrar, diğerinde davranışının yanlışlığının farkına varmak vardır. Onların günahları ne idi? Sorunun cevabını âyetin deva­mı vermektedir:

2. "İyi bir ameli diğer kötü bir amelle ka­rıştırdılar. " İyi amelle kötü ameli karıştırmak, iyi ameli kirletmek, saflı­ğını ortadan kaldırmak, yani ayarını düşünmek demektir. İki yüzlü dav­ranmak, iyi amel ile kötü ameli karıştırmakla sonuçlanmaktadır.

Çevre kirliliğinin en önemli sebeplerinden biri, iyi ile kötünün ey­lem bazında karıştırıp kirletilmesidir. İyi eylem ile kötü eylemin karıştı­rılıp kirletilmesi, niyetin kirletilmesi anlamına gelmektedir. İç kirlenme, ameldeki kirlenmeye sebep olmaktadır. Münafık kirlilik içinde yaşar ve gönlü pas bağlar; ama onun bu iç kirliliği kanser gibi sıçrama yaparak davranışları kirletir. Bu sıçrama ile bazı münafıkların manevî hastalığı 101. âyette olduğu gibi tedavi edilemez hale gelir.

Münafıklar hakla bâtılı, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı; güzel ile çirkini, temiz olan ile pisi ayıramadıklarından bütün eylemlerinde bunla­rı karıştırıp kirletirler. Bu zıtlıklar arasında gidip gelerek, kendi öz ben­liklerinin kirlenmesine sebep olurlar.

3. "Umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder" Eğer münafıklar iyi amelle kötüsünü karıştırdıklarının farkına
varıp tövbe ederlerse, tövbelerinin Allah tarafından kabul edileceği ihti­mali vardır. Dikkat edilirse   âyetteki asâ (umulur ki) ifadesi mü­nafıklara olan güvensizliği ifade etmektedir. Çünkü Allah onların tövbe­
lerinin gerçek olup olmadığını bilmektedir. Bu ihtimalli muamele Al­lah'tan değil, münafıkların münafıklıklarından kaynaklanmaktadır. Ger­çekten tövbe etmeleri, artık iyi ile kötüyü karıştırmayacaklarına karar
vermeleri onlar için bir çıkış kapısı olmaktadır. Bu kapıyı Allah affet­mek ve merhamette bulunmak sıfatlarıyla açmaktadır.

Din eğitimcileri iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı hak ile bâtılı, çir­kin ile güzeli, temiz ile pisi ayırt etme bilincini insanlara kazandınrlarsa, münafıklığa kısmî de olsa engel olabilirler. Eğitimciler, suçunu insanlara karşı, günahını Allah'a karşı itiraf edip özür dilemenin / tövbe etmenin ne kadar önemli bir erdem olduğunu öğretmeli, bu âyeti kendilerine bir rehber olarak almalıdırlar.

4. "Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet sahibidir. "Suçunu itiraf edene karşı affetme ve merhamet duygularının harekete geçmesini öğreten bu âyet, eğitimin ve siyasetin temel kuralını koymaktadır. Af ve merhamet halk-devlet, hukuk-halk, öğretmen-öğrenci, ebeveyn-çocuk, işveren-işçi arasındaki ilişkilerin temelini teşkil etmelidir. Af ve merhamet Allah'ın sıfatları olduğuna göre onları yere indirecek olan erdemli insanlardır.[100]

 

Zekat Ve Duanın Amacı:

 

103. Onların mallarından sadaka al; bununla onları günahlardan temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin.  Ve
onlar için dua et! Çünkü senin duan onlar için sükûnet­tir, onları yatıştırır. Allah işitendir, bilendir.

104.Allah'ın kullarının tövbesini kabul edeceğini, sa­dakaları O'nun alacağım ve Allah'ın tövbeyi çok kabul
eden ve pek esirgeyen olduğunu hâlâ bilmezler mi?

105.De ki: Yapacağınızı yapınız! Amelinizi Allah da Resulü de müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah 'a döndürüleceksiniz de, O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.

106. Sefere katılmayanlardan diğer bir grup da Al­lah 'in emrine bırakılmışlardır. O, bunlara ya azap eder veya tövbelerini kabul eder. Allah çok bilendir, hikmet sahibidir.

Bu âyetleri birbirleriyle bağlantılı olarak açıklamak daha uygun olacaktır. Âyetlerin analizinden şu ilkelere ulaşıyoruz.

1. "Onların mallarından sadaka al!" emrinde açıklanması gereken konular vardır, "Onların mallarından" buyururken kimi kastetmektedir? "Onlar" zamirini önceki âyetlere göre açıklayacak olursak, amellerinin iyisi ile kötüsünü karıştırdıklarını anla­yıp tövbe eden münafıklar olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü onların tövbe ve itiraflarında samimi olduklarını, tekrar iki yüzlülük yapmayacaklarını ispat etmeleri gerekiyordu. O zaman, "onlar" zamirinin bir önceki âyette geçenleri ifade ettiğini söyleyebiliriz. İ£ "Al" emri de birinci derecede Hz. Peygamber'i muhatap almakta, ama aslında bütün devlet başkanları­nı, yöneticileri ve hukuku kapsamına almaktadır. Kur'ân'm pek çok âye­tinde Hz. Peygamber'e emredip bütün insanları muhatap alan böyle e-mirler vardır. Şöyle ki:

a) "Gündüz güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar namaz kıl, bir de sabah (namazının uzun) okumasını). Çünkü sabah (namazının uzun) okuması şahitlidir" (İsrâ 17/78). Buradaki "namazını kıl, sabah namazını da kıl" emri, sadece Hz. Peygamber'i muhatap almıyor, bütün müminleri muhatap alıyor.

b)"Kur'ân okuyacağın zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın!" (Nahl 16/98). Kur'ân okumaya
başlanırken "eûzü" demek, yani Allah'a sığınmak herkesin yerine getir­mesi gereken bir görevdir.

c) "Ey Peygamber! Allah'tan sakın!" (Ahzâb 33/1). Bu âyetteki emir de, sadece Hz. Peygamber'e değildir.Örnekleri ço­ğaltmak mümkündür. Tevbe sûresinin 103. âyetindeki "al" emri de sade­ce peygambere değil bütün idarecilere verilen bir emirdir. Buradaki "al" emrini iki mânaya almak mümkündür: İyi ile kötü amellerini karıştırdıklarının farkına varıp tövbe eden münafıklar sana zekâtlarını getirirlerse onu al! Daha önce münafıklık yaptılar diye sada­kalarını almazlık etme demektir. Başka bir ifade ile onlar kendi istekle­riyle sadakalarını getirirlerse kabul et! Diğer anlamı da istekleriyle ver­seler de vermeseler de alman gerekir. Burada sanki zorla da olsa alacak­sın mânası çıkmaktadır.

Âyetin bu kısmında geçen sadaka kelimesi "Allah için kişinin bir başkasına sevgi ve merhamet gereği verdiği şey" anlamına gelir. Bu an­lamda sadaka, Bakara sûresinin 261-264. âyetlerinde olduğu gibi infak ile aynı anlama gelmektedir. Orada infak etmenin mükâfatı anlatıldıktan sonra infakların boşa gitmemesi ve gösteriş için yapılmamasına geçilir­ken sadaka kelimesi kullanılmaktadır. Tevbe sûresinin 60, Bakara sûre­sinin 261-264 ve Tevbe sûresinin 103. âyetleri bir araya getirildiğinde sadaka, infak ve zekât bir araya gelmekte, birbirinin mânasını ifade et­mektedirler.

Tevbe sûresinin 103. âyetindeki sadaka kelimesi Tevbe sûresinin 99. âyetiyle de mânalandırabilir. 99. âyette Allah'a ve âhiret gününe ina­nan bazı bedeviler Allah katında yakınlığa vesile olsun ve Hz. Peygam­ber'in duasını elde etsinler diye infak ettikleri ve infakın bir yakınlık olacağı açıklanmaktadır. Bu âyetteki infak 103. âyetteki sadaka olabilir. Allah, onların sadaklarını kendisine yakınlık elde etmek için verdiklerini kabul ettiğine göre, 103. âyette de Hz. Peygamber'e al derken de sen de "kabul et" demektedir. Yani ben onların infakını kabul ettim, sen de on­ların sadakasını kabul et anlamını ifade etmektedir.

Eğer bu âyetteki "al" emri ile sadakayı mecburi alış anlamını bir araya getirirsek, o takdirde sadaka zekât anlamını kazanır ve zekât mü­essesesinin hukukî temeli atılmış olur. Meselâ devlet vergiyi nasıl topluyorsa ve bunda bir zorunluluk varsa, zekâtı da o şekilde toplayacak, bütçede zekât fonu oluşturup tesbit ettiği fakirlere verecektir. O zaman kişi keyfî anlamda istediği fakire değil, devlet kendisinin tesbit ettiği fakire vermiş olacaktır.

Bize göre bu âyet Tevbe sûresinin 99. âyetiyle beraber düşünülme­li ve "al" emrine "kabul et" mânası verilmelidir. 99. âyet, bize niçin bumânayı verdirmektedir? Çünkü 99. âyette Hz. Peygamber'in duasını elde etmek için infak ettikleri gündeme getirilmektedir.

103. âyetin devamında da Hz. Peygamber'e onlar için dua etmesi emredilmiştir. 99. âyette kendi isteklerine bağlı olarak zorlama, ya da mecburiyet olmadan infaklarını yapıyorlardı, ve Hz. Peygamber'den dua istiyorlardı. İşte sunulan sadakanın kabul edilip dua edilmesi de, bu âyet­te hükme bağlanmaktadır.

Bilindiği gibi sadaka kavramı Jo-aJı es-sıdktan türemiş bir kelimedir. Sadaka veren kişi imanının doğruluğunu ispat etmiş olmaktadır. Demek ki maldan yapılan fedakârlık imanın doğruluğunu ispat ettiğinden "sadaka" ismini almaktadır. İnsanın içi ile dışının aynı olduğunu ispat eden, bu fedakârlıktır. O zaman bu mânayı 102. âyetle ispat edebiliriz. Günahlarını itiraf edip tövbe edenlerin doğruluğunu, verecekleri sadaka ispat edecektir. Bu doğrulama görevinden dolayı, onların fedakârlığına sadaka anlamı verilmektedir.

2. "Bununla onları temizlersin, onları arıtıp yü­celtirsin! " Ayetin bu kısmından "sadaka" denen zekâtın iki görevi oldu­ğunu anlıyoruz:

a) "Sen onları temizlersin." Buradaki "temizlemek" kelimesi tahera fiili ile ifade edilmiştir. "Kirden temizlenmek, bir şeyi uzaklaştırmak"; çocuk için kullanılınca "sünnet etmek", hayız ve nifaslı kadının bunlardan arınıp gusletmesi, kalp ile kullanılınca "iffetli", sevgi ile tamlama teşkil edince "platonik aşk" mânalarına gelmektedir.

Âyetteki "sen onları temizlersin" ifadesine çeşitli mânalar vererek açıklayabiliriz: Sözlükte geçen "bir şeyi uzaklaştırmak" mânasını alırsak şöyle bir neticeye ulaşabiliriz: İyi amel ile kötüsünü karıştırdığının far­kına varıp bunu itiraf ederek tövbe edenlerden münafıklık şüphesini u-zaklaştırırsın; onların üzerindeki insanların şüphesini kaldırıp temizler yorumu yapılabilir. Çünkü 102. âyette onların tövbe edip dönmeleri ele alınmıştı.

"Kirden temizlenmek" anlamında alırsak, o zaman münafıklığın bir kir olduğu, sadaka ile temizlenebileceğine işaret edilmektedir. Diğer taraftan "temizlenmek" anlamını şu mânaya almak mümkündür: Onlarınmalında fakirin hakkı vardır (Zâriyât 51/19). Sadakayı vermekle bu hak­kı ödeyip temizlenmiş oldular. Hz. Peygamber onların sadakasını alıp kabul etmekle, onlarda bu temizlenmeyi temin etmiş olmaktadır.

b) "Sadaka ile onları arındırıp yüceltirsin." Bakara sûresinin 151. âyetinde "zekât" kelimesinin açıklaması yapıldı: "Büyümek, gelişmek, artmak, kalbi temiz olmak; âdil olmak, doğru ve lâyık olmak; uygun olmak, beğendirmek, temizlemek, terbiye etmek" mânalarına gelmektedir. Kur'ân'da bu kelime, temiz kalmak (Nûr 24/21), nefsi temizlemek (Şems 91/9), haklı çıkarmak (Necm 53/32), arınmak (Abese 80/3), iyi (Kehf 18/19), mübarek (Meryem 19/19), günahsız (Kehf 18/74) mânalarına gelmektedir.

Tevbe sûresinin 103. âyetinde bu mânalardan "haklı çıkarma"yı verebiliriz. Tevbe sûresinin 102. âyetinde münafıkların bir kısmı iyi a-mellerini kötüleri ile karıştırdıklarının farkına varıp itiraf ederek tövbe ettiler. Tövbelerinde doğru olduklarını ortaya çıkartmak için sadaka vermeleri gerekiyordu. Hz. Peygamber de onların sadakalarını alarak, döndüklerindeki samimiyeti haklı çıkartmış oluyordu.

Söz konusu kelimeyi arındırıp yüceltmek ve geliştirmek mânasına da alabiliriz: Münafık olsun veya mümin olsun, zekâtı verince nefsini kirlerden arındırmış olmaktadır. Arındırılan ruh da gelişmekte ve yücel-mektedir. O zaman sadaka diye isimlendirilen zekâtın terbiye edici yönü ortaya çıkmaktadır. Ruhları temizlemek, arındırmak peygamberin göre­vidir (Bakara 2/151). Bu görevini çeşitli şekillerde yapabilir. Bunlardan biri de sadakayı alıp kabul etmektir. Demek ki sadaka başlı başına bir eğitim müessesesi olmaktadır.

Sadakanın işlevini toplumsal mânada ele alırsak: Sadaka toplum­dan çekemezlik, kıskançlık, haset ve düşmanlık duygusunu temizlemek­tedir. "Sadaka ile sen onları temizleyip arındırırsın" ifadesini bu mânada almak mümkündür. O zaman sadakanın sosyal görevi gündeme gelmiş olmaktadır.

Zekat, verenin manevî dünyasında bir arınma meydana getireceği gibi zekatı verilen malın da temizlenmiş mal olduğu anlamını burada düşünmeliyiz. Çünkü özellikle fakirlerin hakkının bulunduğu bir mal, ohak sahiplerine verilmeden kirli durumdadır. Zekat verildikten sonra kalan ve helal yollarla kazanılmış malın temiz olduğuna hükmedilebilir.

4. "Ve onlar için dua et! Çünkü senin duan onlar için sükûnettir. Allah işitendir, bilendir." Âye­
tin bu kısmından es-salât kelimesi "dua" anlamına gelmektedir. Diğer taraftan bir kimsenin başka biri için dua edebileceğini anlıyoruz. Hz. Peygamber başkaları için dua etmiştir ve ayrıca Hz. Peygamber'in
duası başkaları için sükûnet olmaktadır. Hz. Peygamber Allah'ın bu em­rini yerine getirerek, zekâtını verenler için Allah'tan onlar için rahmet istemiştir
[101].

Tevbe sûresinin 84. âyetinde münafıklardan ölenlerin namazının kılınmayacağı (yani onlar için dua edilmeyeceği) emredilmişti. Suçunu anlayıp itiraf eden ve tövbe edenler için de bu âyette dua etmesini em­retmektedir.

Dua onlara huzur ve sükûnet getirir. Sükûnetin nereye indiği âyette belirtilmemiştir. Bundan anlıyoruz ki ferdî mânada alınınca gönüle, top­lumsal anlamda aldığımızda da sosyal ilişkilere inmektedir. Duanın hu­zur ve güven veren bir etkinliği vardır. Âyetin sonunda işitme ve bilme sıfatları, Allah'ın duayı işittiğine, onların hangi niyetle sadakalarını ge­tirdiklerini bildiğine dikkat çekilmektedir.

Başka bir açıdan bakarsak, maddî bir ibadet olan sadakanın nasıl ruhu temizleyici manevî bir oluşuma dönüştüğünü görebiliriz. Âyette maddeden mânaya geçişin öğretisi verilmektedir. Diğer taraftan Hz. Peygamber'in duası, diğerlerinin gönlüne huzur ve güven getirmekte ve böylece duanın arş-ı âlâya yani ilâhî âleme çıkarak oradan huzur ve gü­ven alıp gelmekte olduğunu öğreniyoruz. Gönlün temizlenmesi, gönüle huzur ve güvenin inmesi gibi eğitimin işlevleri gündeme getirilmektedir. Demek ki huzur ve güven temizlenmiş gönle inmektedir. Sadaka ile temizliyor, dua ile huzur ve güveni indiriyor.

5. "Allah'ın, kullarının tövbesini kabul edeceğini, sadakaları O'nun aldığını ve Allah'ın tövbeleri kabul eden ve merhamet sahibi olduğunu bitmediler mi?" Bazı âlimler bu sorunun, Tebük seferine gitmeyenlere sorulduğunu söylemektedirler. Bize göre Tevbe sûresinin 102. âyetinde bazı münafıklar günahlarının farkına vardı ve ardından itirafta bulunup tövbe ettiler. Daha önce beraberce hareket ettikleri diğer münafıklar, onların bu değişimine hayret ettiler. Bu hayretin karşılığında Allah bu soruyu sormaktadır.

a) "Allah'ın kullarının tövbesini kabul edeceğini bilmediler mi?" Aslında münafıklar, münafıklıktan
gerçek   müminliğe   dönmenin   meydana   getirdiği   tövbenin   Allah tarafından kabul edileceğini bilmiyorlardı. Allah, burada tövbenin kabul edileceğini bilmelerini istemekte ve bunu öğretmektedir. Bunun anlamı"Allah, kullarının tövbelerini kabul edecektir" demektir. Onun için onların tövbe edip dönmelerini hayretle karşılamasınlar.

Dikkat edilirse Allah et-tevvâb sıfatının mânasını burada vermekte ve onun "tövbeyi kabul etmek" olduğunu bildirmektedir. 102. âyette Allah'ın, tövbeyi kabul etmesinin, ihtimal dahilinde olduğu ilân edilirken, 104. âyette bunun kesin olduğu buyurulmaktadır. Neden bu durum 102. âyette ihtimalli, 104. âyette kesin mânada ifade edilmiştir? Sorunun cevabını 103. âyeti devreye sokarak vermek gerekir: 102. âyette iyi amelleri ile kötülerini karıştırdıklarının farkına vardılar ve ardından bunu itiraf ettiler. Bu itiraflarına karşılık tövbenin kabulü ihtimal seviye­sinde kaldı.

103. âyette sadakalarını verince tövbelerinde gerçekçi olduklarını ispat ettiler. Peygamber tarafından sadakaları kabul edildi ve onlar için Hz. Peygamber dua etti. Bu durumdan sonra tövbelerinin kesin olarak kabul edileceği ilkesi gündeme getirilmiş oldu.

b) "Sadakaları geri çevirmeyeceğini (bilmediler mi?)" Âyetteki kelimesiyle "alacağı, kabul edeceği" anlamına gelmektedir.

Âyetin bu kısmı 103. âyetle alâkalıdır. Allah 103. âyette "onların sada­kalarını kabul edip, al" buyururken, 104. âyette de kendisinin sadakaları kabul ettiğini söylemektedir. 103. âyette sadaka vasıtasıyla onları temiz­
leyip arındıracağına işaret edilmişti. 104. âyette de Allah'ın sadakaları kabul etmesinin anlamı, onları temizleyip arındıracağıdır.

c) "Allah tövbeyi kabul eden ve merhamet sahibidir." Âyetin son kısmındaki "tevvâb" sıfatı âyetin başındaki tövbeleri kabul etme ilkesiyle alâkalıdır. "Merhamet edicilik" de sadakaları kabul edip arındırmasıyla ilgilidir. Münafıklardan tövbe edip sadakasını veren­ler, Allah'nın tevvâb ve rahîm sıfatlarını harekete geçirmektedirler. Bu durum sadece münafıklar için değil, bütün insanlar için geçerlidir.

Netice olarak diyebiliriz ki, 102-104. âyetler insanın içi âleminde, akıl ve gönlünde meydana gelecek olan değişime göre Allah'ın, kulları­na bir çıkış kapısı vereceği gerçeğidir. Önemli olan yanlış yolda olduğu­nu görebilmek ve gerekli olan değişimin niyetini ortaya koymaktır. Bu âyette, sadaka denen maddî fedakârlığın, nasıl manevî oluşumlara dö­nüştüğü vurgulanmakta; Hz. Peygamber'in, dolayısıyla iyi insanların başkaları için dua etmelerinin ferde ve topluma sükûnet ve güven getire­ceğine işaret edilmektedir. Allah'ın tevvâb ve rahîm sıfatlarının olduğu yerde ümitsizliğe ve karamsarlığa yer olmadığı da öğretilmektedir.

Diğer taraftan insanın insana tövbe etmesinin mümkün olmadığı­na, tövbenin sadece Allah'a yapılacağına, insanın insandan sadece özür dileyeceğine dikkat çekilmektedir. Allah'tan af dilemek ve tövbe etmek nasıl Allah katında bir fazilet ise, insanın insandan özür dilemesi de öyle bir erdemdir. Allah yüceliği gereği nasıl tövbeleri kabul ediyorsa, özür­leri kabul etmek de insanların yüceliğini ortaya koyar. Özürleri kabul edip affetmek, ilâhî ahlâkla ahlâklanmak ve O'nun sıfatını yeryüzüne indirmektir.

6. "De ki: (Yapacağınızı) yapınız! Amelinizi Allah da, Peygamberi de, müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah 'a döndürüleceksiniz de, O size yapmakta olduk­larınızı haber verecektir."

a) "De ki: (yapacağınızı) yapınız!" Buradaki "yapınız" kelimesine "çalışınız" mânası verilebilir. Tevbe sûresinin 102-104. âyetlerine göre mâna verirsek, münafıklar tövbe ederek döndüklerini amelleriyle ispat edeceklerdir. O zaman bu ifadenin "eylemle döndüğünüzü, münafıklığı bıraktığınızı gösteriniz" anlamına geldiğini   söyleyebiliriz.   Ama   bütün   insanlık   için   mâna   verirsek

liriz. Ama bütün insanlık için mâna verirsek "çalışınız" diyebiliriz. İş üretiniz, kendinizi sözlerinizle değil amellerinizle anlatınız, tanıtınız ve ifade ediniz. îş üretmek, imanın derecesini, derinliğini ve gücünü okutan en iyi kitaptır.

Diğer taraftan tövbe ettik demekle iş bitmiyor, önemli olan eylem­le kendini ifade etmektir. Tövbe eyleme dönüşmelidir. 102. âyette başla­yan tevbe, Tevbe sûresinin 105. âyetinde eyleme dönüşmektedir. Eyleme dönüşmeyen iman insana fayda vermiyor demektir. Bu daha önce En'âm sûresinin 158. âyetinde açıklanmıştı, ama bir kere daha oraya dönmeyi ve iman ile amel arasındaki ilişkiyi net bir şekilde görmeyi uygun bulu­yoruz: "Onlar, ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin yahut Rabbinin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanından bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz."

Zemahşerî bu âyeti yorumlarken şöyle demektedir: İyi işler yap­maya yol açmayan, kişiye bir iyilik kazandırmayan iman, olmamış an­lamına gelmektedir. Başka bir ifade ile o kişi iman sahibi olmamaktadır[102]. Şöyle bir neticeye varabiliriz: Tevbe sûresinin 105. âyetiyle Allah sözle övünen insanlara çalışınız, emek sarfediniz ve gayretinizi gösteriniz mesajını vermektedir.

b) "Amellerinizi Allah da Peygamberi de müminler de görecektir." "Görecek" kelimesini şu şekilde mânalandırmak mümkündür: Amelleriniz, yani çalışmanız boşa gitme­yecektir. Mutlaka Allah tarafından değerlendirilecektir. Çalışanın üretti­ği yararlı iş asla kaybolmayacak, bir gün insanın önüne konacaktır. Pey­gamber ve müminlerin "görme"si ise, onların gerçek mümin olduklarını anlamalarından ibarettir.

Netice olarak diyebiliriz ki Hz. Peygamber ve müminler insanların içindeki imanı bilemezler ama Allah bilir. Onlar amellere göre değerlen­dirmelerini yapacaklardır. İman eyleme, gayrete ve emeğe dönüşmedik­çe kişiye fayda temin etmeyecektir. Âyetin başındaki i'melû "yapınız" kelimesini olumsuz mânada alabiliriz. Kötü mânada yapacağınızı yapınız! Allah, Peygamberi ve müminler sizin yaptıklarınızı görüyor, mahşerde bu yaptıklarınız size haber verilecektir. Âyetin sonuna bakınca bu olumsuz mâna daha uygun görülebilir. İster iyi, isterse kötü olsun eylemlerin kaybolmadığı bu âyette vurgulanmaktadır.

c) "Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah 'a döndürüleceksiniz de O size yapmakta olduk­larınızı haber verecektir." Amellerin görülmesinde Allah, Peygamber ve müminler varken, haber verilmesinde sadece Allah vardır. Amelleri ha­ber verecek olan varlık, görülen ve görülmeyen âlemleri bilen bir varlık olmalıdır. Mahşerde insanlar Allah'ın huzurunda toplanınca, dünyada yapıp ettikleri onlara eksiksiz bildirilecek ve davranışlarının değerlen­dirmesi yapılacaktır.

Bu âyetteki "yapınız" emrini olumlu mânada alırsak, âyetin bu kısmı onlara teşvik olmaktadır. İyi iş üretenin ameli mutlaka değerlendi­rilip ödüllendirilecektir. Ama "yapınız" emrini olumsuz mânada alırsak, kötü amellerden caydırmak için son kısım konmuştur diyebiliriz. Olumlu mânada teşvik, olumsuz mânada caydırıcılık vardır.

Netice olarak diyebiliriz ki insanın dünyadaki amelleri, âhiretteki hayatını belirlemekte, onlarla âhiretini imar etmekte veya ahiretini ce­henneme çevirmektedir. Demek ki bu dünya iman-amel ilişkisi ile öteki dünyaya taşınmaktadır.

7. "(5e-fere katılmayanlardan) diğer bir grup da Allah 'in emrine bırakılmışlar­dır. O, bunlara ya azap eder veya tövbelerini kabul eder. Allah alimdir, hakimdir."

Daha önce 102. âyette iyi ile kötüyü karıştırdıklarının farkına varıp itiraf eden bir gruptan bahsedilmişti. Burada ise henüz bu itirafta bulun­mayan, iyi ile kötü arasında mekik dokuyan münafıklar ele alınmakta, Tebük seferine katılmakta kararsız kalan, doğru ile yanlış arasında kesin bir tercih yapamayan gruba işaret edilmektedir. Bunlar özeleştiri yapa- mayan ve bu erdemi gösteremeyen, kendine yönelip kendini tanımayan, adımını atamayan grubu kastetmektedir.

Tarihî boyutu göz önünde tutulursa, bu âyet Kâ'b İbn Mâlik, Mürâre İbn Rebî' ve Hilâl İbn Ümeyye hakkında inmiştir. Bunların du­rumu iyi olduğu halde Tebük seferine katılmadılar. Anlatıldığına göre bunlardan ikisi özür dilemek için Hz. Peygamber'e gittiler. Hz. Peygam­ber de onlara niçin kendisine katılmadıklarını sordu. Yanlış yapmaktan başka bir mazeretlerinin olmadığını söylemelerinin ardından Tevbe sûre­sinin 106. âyeti inmiştir[103].

Nakledilen bu olayı kabul etsek bile âyeti evrensel boyuta taşımak gerekiyor. Allah münafıkların içinde tereddütler yaşayan, sağlam seçe­neği gerçekleştiremeyen, doğru ile yanlış arasında gidip-gelen insanların olabileceğinin analizini yapmaktadır.

Bu grup hakkında diğer müminler, durum kesinleşmeden kesin de­ğerlendirme yapmamalıdırlar. Değerlendirmelerinde hata yapma ihtimali olduğundan, onların hükmünü Allah'ın takdirine bırakmalıdır. Allah onlara ister azap eder, isterse tövbelerini kabul eder. Allah'ın onlara na­sıl muamelede bulunacağı konusunda beşerî değerlendirme yapılmama­lıdır.

"İster azap eder isterse tövbelerini kabul eder" ne demektir? Bu, münafıkların tutumlarından veya kişiliklerinden kaynaklanmaktadır. Onlar doğru ile yanlış, iyi ile kötü, hak ile bâtıl arasında sabit ve sağlam bir çizgi tutturmadılar. Doğrudan, iyiden ve haktan yana kalırlarsa töv­beleri kabul edilecektir. Yanlış, kötü ve bâtıldan yana kalırlarsa bu yap­tıkları kendilerine azap olacaktır. Yani burada ilâhî takdirin onların du­rumuna göre gerçekleşeceğine işaret edilmektedir.

"Allah alimdir, hakimdir" buyurulurken, Allah'ın, ilmi ile onların durumunu bildiğini, hikmet sıfatı ile de onlara nasıl mua­mele yapacağını, neyi takdir edeceğini bildirmektedir. Diğer taraftan onların durumunun Allah'a kalmasının bir hikmeti de dünyevî cezanın onlara uygulanamayacağına işaret vardır. Demek ki durumları dünyevî hukuka uymayıp, işi Allah'a bırakılanların olacağını vurgulayan bu âyet, hukukun hakkını alamayan ama işini Allah'a bırakan insanlara bir tesel­li, bir çıkış kapısı olmaktadır.[104]

 

Münafıkların Eylemleri Ve Mescid-Idırar:

 

107. Bir de şunlar var: Tutup bir mescid yapmışlardır: Zarar vermek için, nankörlük için, inananları fırkalara bölmek için, daha önceden Allah ve Resulü ile savaşmış

kişiye gözetleme yeri kurmak için. "İyilik ve güzellikten başka bir şey istemiş değiliz" diye gerile gerile yemin de edecekler. Allah şahittir ki, onlar kesinlikle yalancı­dırlar.

108.Böyle bir mescidde sakın namaza durma! Daha ilk gününde takva üzerine kurulan bir mescid, içinde na­maz kılman için çok daha uygundur. Temizlenmek arzu­su taşıyan erler vardır o mescidde. Allah temizlenenleri sever.

109.Peki, binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzeri­ne kuran mı hayırlıdır, yoksa binasını sal artıklarının ucundaki yarın kenarına kurup da onunla birlikte ce­henneme yuvarlanan mı? Allah, zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.

110. Kurdukları bina, kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerinde bir kuşku olmaya devam edecektir. Allah
alimdir, hakimdir.

Müfessirler bu âyetlerin nüzul sebebiyle ilgili bir olayı nakletmek­tedirler. "Bu olayın doğruluğunu kabul etmek gerekiyor. Çünkü Allah 108. âyette Hz. Peygamber'e "Böyle bir mescidde sakın namaza dur­ma!" emrini vermektedir.

Taberî, İbn Kesîr ve Kurtubî bu konuyu etraflı bir şekilde açıkla­mışlardır. Muhammed Esed özet olarak bize bu âyetlerin iniş nedenini şöyle aktarmaktadır: Mekke'den Medine'ye hicret ettiği günden beri Hz. Peygamber, Hazrec kabilesinin önde gelenlerinden biri olan ve yıllar önce Hıristiyanlığı kabul etmiş olan ve bu özelliği ile hem hemşehrileri hem de Suriyeli hıristiyanlar arasında ün salan keşiş Ebû Amr'ın şiddetli muhalefetine hedef olmuştu. Ebû Amr, Uhud Savaşı'nda Mekkeli müş­riklerin yanında yer aldı ve daima onlarla ittifak halindeydi. Hicrî 3. yıl­da yapılan Uhud Savaşı'ndan sonra Suriye'ye göçüp orada, Bizans İm­paratoru Herakleios'u Medine'yi istilâ edip müslümanları bir daha topar-lanamayacakları şekilde çökertmesi için kışkırttı. Kendisi Suriye'de bu­lunduğu süre içinde Medine'deki kabilesi ile sürekli haberleşiyordu. Hicrî 9. yılda kabilesine, Herakleios'un Medine'ye yürümek üzere bü­yük bir hazırlık yaptığı haberini gönderdi.

Tebük seferinin de böyle bir habere dayanılarak gerçekleştirildiği söylenmektedir. Ebû Amr, askerî bir harekâtta kendi kabilesinin toplana­cağı bir yerin olmasını zorunlu görmüş, Küba denen yerde bir mâbed inşa etmelerini kabilesinden istemişti. Bu mâbed bir nevi karargâh ola­caktı. Hz. Peygamber Tebük seferinden dönünce kendisinin Küba'da yaptırdığı mescidde değil de, Ebû Amr'in kabilesinin yaptırdığı mescidde konaklayacaktı. Ebû Amr'in yandaşları böyle bu mescidi yap­tılar. İşte âyette bahsedilen Mescid-i Dırâr, yani "zarar veren mescid" budur. Bu âyetlerden hemen sonra Hz. Peygamber Mescid-i Dırâr'ı yık-tırmıştır.

Anlatılan bu olayın doğruluğu hakkında hiçbir şüphemiz yoktur. Artık ne o kabile, ne onların yaptırdığı mescid ne de Hz. Peygamber dünyadadır. Bu âyetler tarihî bir haberden öte bir değer taşımayacak mı­dır? Onların günümüze verdikleri bir mesaj yok mudur? Âyetlerden ev­rensel boyutta mesaj çıkarmak mümkün müdür?

Âyetin jjJüij vellezîne "onlar" zamiri ile başlaması bize âyetin ev­rensel boyutta olabileceğini hatırlatmaktadır. "Onlar" zamirinin yerine her dönemde bu şekilde davranan insanları koyabiliriz. Hz. Peygam­ber'in döneminde yaşayan Ebû Amr gibi nice insanlar gelmiş ve gele­cektir.

Günümüzde herkese açık camilere gitmeyip kendilerine cami ya­panlar hangi gruba girmektedirler? Şu cemaatin, şu grubun veya şu sülâ­lenin camisidir diyerek, orada bir cami yapan yok mudur? Bu âyeti bilse­lerdi veya kendilerine bu âyet öğretilseydi, elbetteki böyle davranmanın yanlış olduğunu bilip böyle davranmayacaklardı. Bizim mahallenin, de­demizin, sülâlemizin, akrabamızın camisine gidelim, öteki sülâlenin ca­misine gitmeyelim zihniyetini nasıl açıklayacağız? Bu âyet camilerin bölücülüğe alet edilmesini yasaklamaktadır.

1. "Bir de şunlar var: Zarar vermek için bir mescid yapmışlardır." "Şunlar" denirken, münafıkların bir grubu kastedilmektedir. Tevbe sûresinin 42. âyetinden itibaren, müminlerle ilgili olan 71, 72, 73, 88, 89 ve 100. âyetler hariç tamamen münafıkların psikolojileri, davranışları, düşünceleri ve tutumları analiz edilmektedir. Allah onları da gruplara ayırmıştır. Bunlardan biri Mescid-i Dırâr'ı ya­pan münafıklar grubudur.

a) Tebük seferinden döndüğünde Hz. Peygamber'in girmesini is­tedikleri, ama Ebû Amr'm bir ön karakol, toplantı ve karargâh olarak yaptırdığı mâbed müslümanlara zarar vermek için yapılmıştı.

Günümüzde mâbedlerini müslümanlara zarar vermek için kulla­nanlar aynı gruba girmektedir. Âyette geçen "mescid-i dırâr" kavramını insanlığa, özelde de müslümanlara zarar vermek için kurulan müessese­lere kadar uzatmak mümkündür.

Başkasının ülkesinde bulunup, kendi memleketinde yaşayan ama sadece inanç faklıhğından dolayı müessese kurup zarar vermek isteyen insanlar çıkmış ve çıkacaktır. Hz. Peygamber zamanında bunu mâbed olarak yapmışlar, günümüzde de bu işi yapan kurumlar medya veya o-kullar olabilir. Memleketine ihanet etmek üzere dışarıdaki düşmanların menfaatine çalışan insanların kurdukları bütün müesseseler bu kavramın kapsamına girmektedir.

Kurtubî bize şu bilgi ve değerlendirmeyi aktarmaktadır: Bir mes­cidin yanına bir başka bir mescidin yapılması caiz değildir. İlk mescidin cemaatinin o mescidi terkedip ilk yapılanın boş kalmaması için ikinci yapılan mescidin yıkılması ve yapılmasının engellenmesi gerekir. Ancak mahalle büyük olup mahalle halkına tek bir mescid yeterli gelmiyorsa, o takdirde bir mescid daha yapılabilir. Aynı şekilde şöyle de derler: Tek bir şehirde iki, üç caminin de yapılmaması gerekir. İkincisinin engel­lenmesi icap eder. Bu ikinci camide cuma namazı kılanın cuması kabul olmaz. Zaten Hz. Peygamber Dırâr Mescidi'ni yıktırmıştır.

İlim adamlarımız derler ki: Zarar vermek, yahut riyakârlık ve de­sinler diye yapılan her bir mescid "dırâr mescidi" hükmünde olup onda namaz kılmak caiz değildir[105]. Kurtubî'nin nak­lettiği bu görüşler abartılı olsa bile, hakikatten bir pay taşımaktadır. Kurtubî'nin yaşadığı dönemde şehirlerin küçüklüğünün dikkate alınması gerekir.

2. "Nankörlük için..." Buradaki küfr kelimesini birkaç mânaya almak gerekir. "Nankörlük" mânasına alınca ihaneti kastedil­mektedir. Kendi ülkesine ihanet etmek demek, ona nankörlük etmek anlamına gelmektedir. Nankörlük daha çok, ahlâkî ve dinî bir anlam taşırken, ihanet daha çok sosyal ve siyasî bir mâna taşımaktadır, ama anlam itibariyle her ikisi de aynı kaynaklıdır. Diğer mânası da "inkâr"dır. Yani âyet, tevhid inancına karşı şirki, ya da ateizmi yaymak uğruna kurulan bir müesseseyi veya faaliyeti ifade etmektedir.

3. "İnananları   fırkalara   bölmek   için..."Müminlerin  arasında tefrika  sokmak  (bölücülük)  için  kurulan  her
müessese bu kavramın kapsamına girmektedir. O dönemde münafıklar, müminlerin birlik ve beraberliğini parçalamak, dağıtmak ve yok etmek

"Günümüzde İslâm âleminde tefrikalar sürüp gitmektedir. Müslü­manların bölünmelerinden, müslüman olmayanlar keyif almaktadırlar. Allah'a ibadet etmek için yapılan mâbedde din adına tefrika yapılıyorsa, orada münafıklık yapılıyor demektir.

4. "Daha önceden Allah ve Resulü ile savaşmış kişiye gözetleme yeri kurmak için..." Tarihî açıdan
bakınca bu kişi keşiş unvanı verilen Ebû Amr'dır, ama âyette ki men kelimesi bunu diğer çağlara taşımaktadır.

Münafıklar Mescid-i Dırâr'ı, Herakleios'la beraber gelecek olan Ebû Amr'ı gözetlemek için yapmışlardı. Hz. Peygamber'in orada ibadet etmesini temin ederek bu amaçlarını gizlemek istemişlerdi. Böylece o dönemin münafıkları terörü camiye kadar sokmuş oldular.

Âyette geçen el-irsâd kelimesi "gözetlemek" anlamına gelmektedir. Rasathane bu kelimeden türemiştir. Rasathanede gök cisimlerinin hareketleri gözlenirken, münafıkların rasathanesinde de kötülük üretenlerin, Allah'a ve Peygamberi'ne düşman olanların hareketleri gözetlenmektedir. Münafığın içi ve dışı bir olmadığı için, yaptığı müessesenin içi dışı, yapısı ve görevi farklıdır. Dışarıdan cami görürsün, ama içinde kötülük planları yapılır. Yeryüzünde öyle mâbedler vardır ki, hep müminlere düşmanlık planlarını üretmek için kullanılmış ve kullanılmaktadır. Haçlı seferlerinin başlangıç noktasını, planlandığımaktadır. Haçlı seferlerinin başlangıç noktasını, planlandığı yeri dikkate alırsak, âyetin evrenselliği ortaya çıkacaktır.

5. "İyilik ve güzellikten başka bir şey is­temiş değiliz diye gerile gerile yemin edecekler." Mescidi yapan müna­
fıklar, zarar vermek, ihanet, tefrika ve casusluk için kurdukları bu mes­cidin amacını gizlemek için yemine de başvururlar ve güya toplumun iyiliği için, uzak mescide gidemeyen hastalara, ihtiyarlara yardım olsun
diye yapmış olduklarına yemin ederler.

6. "Allah şahittir ki, onlar kesinlikle yalancı­dırlar. "   Onların  yalanlarının   değerlendirmesini   Allah yapmaktadır.
Kalplerinde zarar, tefrika, ihanet ve casusluk niyeti ve amacı varken, iyiliği gözetlediklerini söylemeleri, onların ne kadar iki yüzlü oldukları­na delil teşkil etmektedir.

Geçmişte ve günümüzde kaliteli eğitim vereceğiz diye misyoner­lik, casusluk ve tefrika için okullar açılmaktadır Allah bu konuda mü­minlerin dikkatini çekmiş ve onları bilinçlendirmiştir. Onun içindir ki Mescid-i Dırâr'ı her kötü faaliyeti sürdüren müessese olarak almak ge­rekiyor.

7. "Böyle bir mescidde sakın namaza durma! " Bunun anlamı "oraya adımını atma, orada dua etme"dir. tâ Ebedâ kelimesi olumsuz emri pekiştirici bir kelimedir. "Asla" demektir. Âyette ki lâtekum ifadesi "ayakta durma" anlamına gelir. Ayakta durmaktan kasıt namaz kılmanın tamamıdır. Ayakta duruş namazın en önemli rükünle­rinden biri olması sebebiyle namazın tamamını ifade etmektedir. Lâtekum "durma" emri ile zaman zarfı olan tâ ebedâ kelimesi bir araya gelince eylem için genel bir ifade olmakta, "hiçbir zaman durma" anla­mına gelmektedir.

Âyeti tarihî bağlamda düşünürsek dar bir mânanın içine hapsetmiş ve evrensel niteliğini ortadan kaldırmış oluruz. 107. âyette geçen Dırâr Mescidi'ni çağlara göre yorumlamak zorundayız. Bu mescidi insanlığa veya müminlere zarar vermek için tesis edilen bir kuruluş anlamına al­mak gerekir

8. "Daha ilk gününde takva üzerine kurulan bir mescid, içinde namaz kılman için çok daha
uygundur." Âyetin bu kısmını anlayabilmek için Mâide sûresinin 2. âye­tine bakmak gerekir. Orada Allah bir müessesenin hangi temeller üze­rinde kurulup kurulmayacağını açıklamıştı. Takva ve iyilik üzerinde
yardımlasınız denirken, müessesenin takva ve iyilik üzerine kurulmasını emretmektedir. Kötülük ve düşmanlık üzere yardımlaşmayınız buyurur­ken de, bir müessesenin bunlar üzerinde kurulamayacağını emretmiş olmaktadır.

Kötülük ve düşmanlık üzerinde kurulan bir mabede girip ibadet yapılamaz. Başka bir ifade ile bu niyetle kurulan millî veya milletlerarası bir müesseseye üye olup katılmamak gerekir.

Takva denen kötülükten sakınma ve iyilik üzerine kurulan ve bu amaçlarla çalışan bir müesseseye üye olmak, faaliyetlerine katılmak da­ha uygundur. Demek ki mescid bile olsa hangi amaçla kurulduğu önem­lidir. Bu amaç kötülük ve düşmanlık ise orada namaz kılınmamalıdır.

9. "O  mescidde temizlenmek arzusu taşıyan erler vardır. Allah temizlenenleri sever." Takva temelleri üzerine kurulan mescidde insanlar arınmak için bulunur ve oraya gidip ibadet ederler. Mabedin özelliklerinden biri de insanları arındıracak bir yer olmasıdır.

Dikkat edilirse sadaka, yani zekâtın temizleyici bir özelliği olduğu 103. âyette açıklanmıştı. 108. âyet de müslümanlar için camide kılınan namazın böyle bir işlevi olduğunu gündeme getirmiştir.

Âyetin bu kısmındaki Jirj rical kelimesini "insanlar, müminler" anlamına almak mümkündür. "Erler" şeklinde alınması kadınların dışa­rıda bırakıldığı anlamına gelmemelidir. Ruhunu, gönlünü, nefsini ve beyninin temizlemeye çalışan insan tam bir savaşçıdır. İç alemindeki manevî kirleri temizlemek için mücadele verene Allah ... rical "erler" anlamını ya da sıfatını vermektedir.

Gerçek müminin ruhen temizlenme yerlerinden biri de mesciddir. Böyle bir mekânı, zarar veren, tefrika yaratan, Allah ve Peygamberi ile savaşan insanı beklemeye koyulan münafıkların yeri haline getirmek doğru değildir.

108. âyetin sonunda Allah, mescidlerde kendi ruhunu şirkten ve günahtan temizlemeye çalışan insanlara sevgisini ilân etmektedir. Cami­de öğrenilen bilgi ve yapılan ibadetler, insanın ruhunu, aklını, gönlünü ve nefsini temizleyecek nitelikte olmalı ve cemaat de bunu yapmak niye­tiyle oraya gitmelidir.

Bu âyetteki temizlik kavramı ile 103. âyetteki temizlenme ve a-rınmak kavramları bir araya getirilince Kur'ân'ın maddî ve manevî te­mizliğe ne kadar önem verdiği anlaşılmış olur. Maddî temizliğin yanına ruh temizliğini koyarak Kur'ân eğitimde yeni bir açılım gündeme getir­miştir. Aklı, gönlü ve nefsi temiz insanların yetişmesini hedef alan Kur'ân nefis temizliğini "kurtuluş" olarak görmüş (Şems 91/9), Tevbe sûresinin 108. âyetinde de bu tür insanlara Allah'ın sevgisini kazandıra­cağını ilân etmiştir.

Öğretimin eğitime dönüşmesini temin etmenin en önemli değişim­lerinden biri öz benliğini kin, haset, düşmanlık, günah, kötü niyet, isyan, inkâr, şirk ve münafıklıktan temizlemektir. Bütün bilgiler, ibadetler ve ilâhî emirler bu arınmayı amaç edinmiştir. Kur'ân'ın amacı, günümüzün ve geleceğin din eğitiminin de amaçları arasında olmalıdır. Günümüz dünyasının en büyük belâlarından biri din adına insanlara düşmanlık, kin ve tefrikanın aşılanmasıdır.

10. "Peki binasını Al­lah 'tan sakınma ve Allah rızası üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa bina­sını sel artıklarının ucundaki yarın kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı? Allah, zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez."

a) Allah bu âyetin birinci kısmında genel anlamda müesseselerin, özel anlamda camilerin "takva ve Allah rızası" üzerine kurulmasını is­temektedir. "Allah'tan sakınmak ve korkmak" anlamındaki takva keli­mesini Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olma şeklinde anlayabiliriz. Kurulan müessesenin amacı, Allah'tan sakınma ve O'nun rızasını elde etmektir.

b) Bu niyet ve amacın dışında kurulacak olan müesseseyi Allah, "sel artıklarının ucundaki yarın kenarına" kurulmuş olarak kabul etmek­tedir. Bu anlatım tarzında insan idrakinin anlayabileceği bir özellik var­dır. Bu ifade, mecazi anlatım olmakla beraber hakikate uygun düşmek­tedir. Âyetin bu kısmında geçen şefâ "kenar ve sınır" anlamına gel­mektedir. cüruf da "sellerin vadilerden taşıp getirdiği şey"lerdir. Aslında bu kelime "bir şeyi kökünden söküp alıp götürmek" demektir.  hâr kelimesi de "yıkılmaya yüz tutmuş, yıkılmak üzere olan" demek­tir.

Allah iki kişiyi veya iki şeyi mukayese etmektedir. Binasını Al­lah'tan sakınma ve O'nun rızası üzerine yapan ile, binasını sel artıkları­nın ucundaki yarın kenarına kurup da onunla birlikte yuvarlananı muka­yese etmektedir. Bu mukayesede hayır kelimesi kullanılmaktadır. "Daha iyi" anlamına gelen bu kelime, mukayesenin iyiden yana yapılıp, kötüden yana yapılmadığını ifade etmektedir. Maksat daha iyi olanı öğ­retmektir. İyi ile kötü mukayese edilirken daha iyi; güzel ile çirkin mu­kayese edilirken daha güzel; faydalı ile zararlı mukayese edilirken daha faydalı olanlar gündeme getirilmektedir.

Demek ki 107. âyette geçen Dırâr Mescidi yarın kenarında kurulup cehenneme yuvarlanacak olan bir müesseseyi andırmakta, takva ve Al­lah rızasının temelleri üzerinde kurulan da sağlam bir müesseseyi hatır­latmaktadır. Allah zarar verme, tefrika ve Allah ile Peygamberi'ne karşı savaş açan insanı beklemek için mescid kuranı âyetin sonunda zalim olarak ilân etmektedir. Tefrika çıkartan, insanlara zarar veren ve İslâm'ın düşmanlarına yardım edenler zalimlerdir. Bunların en önemli özelliği Allah'ın onları doğru yola iletmemesi, onlara kılavuzluk etmemesidir. Demek ki insanların iyiden yana iç âlemlerinde değişimin olmasında ilâhî müdahale olmayacaktır. Bunun anlamını "ebediyen ilâhî yardım onlara gelmeyecektir" şeklinde anlamamak gerekir. Kendileri kötü ey­lemlerinden vazgeçtikleri takdirde Allah'ın kılavuzluğuna nail olabilir­ler. Zaten zalimlere Allah'ın kılavuzluk etmeyeceğini söylerken, amaç onları kötülüklerden caydırmaktır. "Kötülükleri terkederlerse Allah onla­ra kılavuzluk edecektir" anlamını âyetten anlamak en doğrusudur.

Bir de bu âyette, yıkılabilecek, tehlikeli yerlere örneğin deprem tehdidi altında bulunan fay hattındaki bölgelere ev kurmanın yanlışlığına da işaret edildiğini düşünmekteyiz. Kanaatimize göre bu âyet, insanoğ­luna şehircilik alanında da önemli hatırlatmalarda bulunmaktadır.

Diğer taraftan Allah "zalim" kelimesine farklı bir mâna kazandır­maktadır. Binasını suyun taşıdığı cürufların kenarında kurup cehenneme yuvarlanan insan, kendine de haksızlık ettiği için zalim olmaktadır. Kötü eylemlerinin neticeleri kendisine dönen insan kendine zulmetmektedir.

11. "Kurdukları bina kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerinde bir kuşku olmaya devam edecektir. Allah alimdir, hakimdir." Ayette "kalp" keli­mesi iki defa geçmektedir. Birincisinde kuşku, yani hasret, pişmanlık ile olan ilişkisi, ikincisinde de parçalanmakla olan bağlantısı gündeme geti­rilmektedir. Âyette geçen er-rîbe kelimesi "kuşku" anlamına gel­mektedir. Münafıkların yaptıkları Dırâr Mescidi'ni Hz. Peygamber yıkıp amaçları gerçekleşmeyince, yaptıklarından pişmanlık duydular.

Diğer taraftan âyet şüphe yerinin kalp olduğuna da işaret etmekte­dir. Demek ki şüphe kalbin eylemidir, kalpte oluşur ve orada kendine bir yer bulur. Ayrıca âyet, şüphenin kalpte bir bomba gibi patlayıp gönlü parça parça ettiğine de dikkat çekmektedir. Kuşku kalbi parçalayacak seviyeye gelmeden, ondan vazgeçmek gerekir. İnsanlara zarar vermek için kurulan müesseseler amaçlarına ulaşamayınca, bu durum, onları kuranların yüreklerini parçalamaktadır. Böylece zararları kendilerine dokumaktadır. Bu da bir çeşit kendi kendilerne zulmetmektir.

Allah bu âyette kuşkunun zarar ve tahribatını anlatmakta, şüphe oluşturacak hiçbir işe girişilmemesini öğütlemektedir. Şüphe gönülde oluşur, yine gönüle zarar verir. Âyette geçen bina kelimesi Dırâr Mesci­di'ne işaret etmektedir. Ama bunu o mescidle sınırlı tutmak, âyetin an­lamını daraltmaktır. Buradaki "bina"yı bir sosyal müessese veya bir eği­tim müessesi olarak almak mümkündür. İyilik ve takva (Mâide 5/2), Allah'tan sakınma ve O'nun rızasını elde etmek gibi (Tevbe 9/109) mâ-nevî değerler üzerine kurulmayan müesseselerin yürekleri parçalayan şüpheyi üreteceği bilinci bu âyette verilmektedir.

Şüphe niçin yürekleri parçalamaktadır? Soruya Tevbe sûresinin 19. âyetiyle cevap vermek mümkündür. Takva ve Allah'ın rızasını ka­zanmak amacı ile kurulmayan müesseseler "kalıcı" olamazlar. Kalıcı olmayan işler, ardından pişmanlık, sıkıntı ve şüphe getirir. Bu psikolojik oluşumlar yürekleri parçalayacak niteliktedir.

Yürekleri parçalamayacak olan ameller "kalıcı" olan, faydalı ve iyi amellerdir: "Mal ve çocuklar, şu iğreti dünya hayatının süsüdür. Kalıcı amellerse, Rabbinin katında sevapça da üstündür, beklenti bakımından da." (Kehf 18/46). Demek ki "kalıcı amel" hem ilâhî ödülü hem de ümidi getirmek­tedir. Zarar vermek, tefrika çıkartmak ve düşmanlık etmek için kurulan müessese ve yapılan ameller "kalıcı" olmadığı için ardından ümidi yakıp kül eden, yürekleri parçalayan şüpheyi getirmektedir. Bu amellerin kül­leri üzerinde şüphe denen bir canavar peydah olur ve bu canavar yürek­leri parçalar. Allah alîm ve hakîm sıfatları ile bu öğretiyi bize bildirmek­tedir.[106]

 

Büyük Kazanç:

 

111. Allah müminlerden, mal ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerinde hak bir vaaddir. Sözünde Allah'tan daha vefalı kim var? O halde O'nunla yaptığımız bu alışverişten dolayı müjdeler olsun size. İşte bu, büyük bir kazançtır.

Âyetin açıklamasını yaparken iniş sebebini gündeme getirmek ge­rekiyor. Âyetin iniş sebebini âlimler şu şekilde anlatıyorlar: İkinci Akabe Biatı'na ensardan yetmiş dolayında erkek katılmıştı. Burada Abdullah b. Revâha Hz. Peygamber'den şu istekte bulundu: "Rabbin için de kendin için de dilediğin şartı koş!" Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Rabbim için O'na ibadet etmenizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı şart koşuyo­rum. Kendim için de beni, kendinizi ve mallarınızı neye karşı ve nasıl koruyor iseniz öylece korumanızı şart koşuyorum." Biata katılanlar bu­nun üzerine şu soruyu sordular: "Bunu yerine getirecek olursak bize ne var? Hz. Peygamber "cennet" diye buyurunca: "Böyle bir alışveriş kârlı­dır. Biz ne bu alışverişten döneriz, ne de dönme teklifinde bulunuruz" demeleri üzerine "Allah müminlerden, mal ve canlarını, kendilerine (ve­rilecek) cennet karşılığında satın almıştır" âyeti inmiştir.[107]"

Âyetin tarihî boyutunu ortaya koyan bu açıklama doğru olabilir. Ama âyeti o olgunun içine hapsetmek mümkün değildir. Çünkü bu bil­giyle sınırlı kalmak, âyetin evrenselliği ve gelecek nesillere hitap etme keyfiyeti ortadan kalkacaktır. Âyeti, o olgudan çıkan, ama bütün dalları­nı bütün nesillere uzatan bir ağaç olduğuna inanıyor ve böyle açıklıyoruz.

1. "Allah mümin­lerden, mal ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır." Alışveriş manevî alanda da olur: Tanrı fikrinin olduğu yerde, fedakârlık etmek, kurban kesmek ve gerektiğinde kendini feda etmek vardır. Tevbe sûresinin 111. âyetinde, mümin insanların gerektiğinde Allah uğrunda canlarını feda etmeleri ve mallarından fedakârlık yapma­ları istenmektedir. Bu isteğe karşılık onlara cennet sunulmaktadır.

Müminlerin verdiklerine, yani fedakârlıklarına karşılık cenneti al­maları, bir çeşit alışveriş olmaktadır. İnsanların idrakine sunmak için Allah, buna alışveriş demektedir. "Can" ve "mal" gibi iki önemli değer­den fedakârlık yapmak ve bunu Allah adına yapmak münafıklıkla gerçek müminlik arasındaki farkı belirlemektedir. Bir bakıma bu ifade, mümin ile münafık arasındaki farkı bir cümle ile belirlemenin anlatımı olmakta­dır.

Âyetteki ^jsiı işterâ (satın alma) kelimesinin içeriğinde. derinlere gidilirse insanın "hür iradesi"nin olduğu görülür. Satın almakta, satan ve alan taraflar hürdür. Hürriyetin olmadığı yerde satın almaktan bahsedilemez. Hürriyetin olmadığı yerde alınan şeye karşı bedel de ödenmez. Allah müminlerin can ve mallarını alırken onlara cenneti ver­mektedir. Allah, cennetini verdiğine göre aldıkları ile onlara zulmetme­diğini, onların tercihlerine değer verdiğini ifade etmektedir. Bu âyette müminlerin can ve malarını gönül rızası ile Allah'a verdikleri ortaya çıkmakta ve Allah'ın zor kullanmadığı esası anlaşılmaktadır.

Bu alışverişte bir çeşit sözleşme vardır. Zararın olmadığı yerde al­datma da yoktur. Antlaşmanın içerdiği alışverişte ilginç olan taraf, can ve mal gibi, dünyevî değerlere cennet gibi uhrevî değerin verilmesidir.

îşterâ fiilinde "satmak" anlamı da vardır. Bu durumda âyetin an­lamı: "Allah müminlere nefisleri ve malları karşılığında cenneti satmış­tır" şeklinde olmaktadır. Yani serbest iradesiyle canını ve malını ortaya koyan kişilere Allah cenneti satmıştır.

2. "Çünkü onlar Allah yolunda sa­vaşırlar, öldürürler, ölürler." Öldürmek de vardır ölmek de! "Müminler Allah yolunda savaşırlar." Bu ifadenin altında kendi irade ve tercihlerine göre bu eylemi gerçekleştirdikleri ilkesi vardır. Sa­vaşmak fiilinin failleri müminlerdir. Allah'ın uğruna yapılacak olan bir savaşa çıkarlar, başka herhangi bir sebepten dolayı savaşmazlar. Savaşta ölmek de vardır öldürmek de, bazı derler dışında mümin insan ne kendi canını feda eder ne de başkasının hayatına kasteder.

İnsanın kendi canı, bağımsızlığı, namusu, vatanı, özgürlükleri, i-manıdır. Bunlar, uğrunda savaşılacak değerlerdir. Biraz daha detaya gi­rersek iyinin, doğrunun, hakkın, adaletin yaşamasını engelleyen her ha­rekete karşı savaşmak Allah yolunda savaşmaktır. Bu yüce değerlerin olduğu yerde insan hayatı da güzeldir, onlarsız hayatın varlığı ile yoklu­ğu aynı şeydir. Mümin insan haksız yere bir cana kıymaz (En'âm 6/151; Furkân 25/68), kendi canını da sadece Allah uğruna feda eder (Tevbe 9/111).

3. "(Bu) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerinde hak bir vaaddir. Sözün­de Allah'tan daha vefalı kim var?" Allah, Allah yolunda canını ve malı­nı feda ederek öldüren ve öldürülen müminlere cenneti vereceğini kendi üzerine bir hak olarak yazmıştır. Bunun bir ileri adımı, bu sözünü Tev­rat, İncil ve Kur'ân'da güvence altına almıştır. Adı geçen bu üç kitap, Allah'ın verdiği sözü yerine getireceğine dair güvenceyi temin etmekte­dir. Bu üç kitabın müşterek özelliklerinden biri, Allah'ın müminlerle yaptığı antlaşmanın güvencesinin temin edileceğinin vesikası olmaları­dır. Sözünde Allah'tan daha vefalı kimsenin olamayacağını bir soru cümlesi ile ifade ederken Allah verilen sözde durmanın önemini vurgu­lamaktadır.

Ahde vefa dediğimiz, sözünü tutmak, yerine getirmek konusunda Allah'ın gösterdiği titizlik onu yaşayan insanların ne kadar Allah katında önemli bir iş yaptığını ifade etmektedir. Ahde vefa ilâhî ahlâkın temel değerlerinden biridir. Verdiği sözü tutan mümin veya insan, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olmaktadır.

4. O nunla yaptığı­nız bu alışverişten dolayı müjdeler olsun size! İşte bu, büyük bir kazanç­tır. " Allah kendisini üçüncü şahıs olarak anlatmaktadır. Sanki bu sözleri O değil de başkası söylemektedir. "Benimle yaptığınız alışverişten dola­yı müjdeler olsun size!" şeklinde buyurması gerekmiyor muydu? Kendi­sinden "O" diye bahsetmesi, Kur'ân'in önemli bir anlatım metodudur. Allah müminlerin kendisi ile yaptığı bu manevî alışverişten dolayı onla­ra müjdeler olsun demektedir, yani sevinmelerini istemektedir.

Bu alışveriş müminler adına büyük bir kazanç bir başarı ve bahti­yarlıktır. Âyette geçen el-fevz kelimesi "kurtuluş" anlamına da gelmektedir. Malını ve canını, gözünü kırpmadan Allah uğrunda feda edip karşılığında cenneti alacağına dair Allah ile sözleşmek, alışverişte bulunmak, O'nun vaadini almak gerçekten büyük bir başarı, kazanç ve kurtuluştur.

Bu âyete Tevbe sûresi içinde bir bağlantı yeri arayacak olursak 38-41. âyetleri gösterebiliriz. Müminlerin bir kısmı yere çakılıp kalıyor ve savaşa çıkmak istemiyorlardı. Allah o âyetlerde bunun sebebini sorular sorarak tesbit etti ve bu tembelliğin neticesini gösterdi. Allah yolunda mal ve canı ile nasıl savaşılacağı da açıklanmıştı. Allah uğrunda savaş­mayı teşvik etmek için 111. âyette, Allah'ın bu ödülü onlara vereceğine dair bir güvence olduğu gündeme getirilmektedir.[108]

 

Kimler Kazanç Elde Etti?

 

112. (Bu kazancı elde edenler) tövbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, sec­de edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Al­lah'ın sınırlarını koruyanlardır. O müminlere müjde­le!"

Allah, can ve mallarını cennet karşılığında satın aldığı ve bu konu­da Allah ile alışverişte bulunan müminlerin sıfatlarını bu âyette sırala­maktadır.

1. "Tövbe edenler." Tövbe kelimesi "dönmek" mânasına alınırsa "şirkten, inkârdan ve günahtan vazgeçip tevhid inancına, imana ve iyiliklere dönmek" olduğu anlaşılır. Kötü, yanlış, bâtıl, çirkin, yalan ve sahte olan ne varsa hepsini terkedip iyiye, doğruya, hakka, gerçeğe dönmek de bu mânanın içine girmektedir. Tevbe sûresine göre mâna verirsek tövbe etmek, 38-39. âyette geçen cihada çıkmama gibi ciddi bir hatadan vazgeçip Allah uğruna canı ve malı ile savaşa çıkmaktır. Başka bir ifade ile âyetin gereğini yerine getirmektir. Demek ki tövbe edenler,
iç âlemlerinde ve davranışlarında köklü değişimi gerçekleştirenlerdir. Tövbe insanın içinde bir değişimi gerçekleştirmektedir. Tövbe, Ruhun tevhid inancı ile buluşması ve onunla iç içe olması demektir.. Tövbe ak­
lın nefse üstünlük kurması, geçmişin çirkinliklerinden pişman olması, haya duygusunu yeniden elde etmesidir. İşte kazanç ve başarıyı yakala­yan bunu başaran mümindir.

2. "Kulluk edenler." Tövbeyi Allah'a dönüş olarak alınca buradaki Ojkıiiı el-'âbidûn kelimesini âlimler "ibadet edenler" mânasına anlamışlardır. Kulluk etmek mânasını verenler de vardır. Bu kelimenin mânasını verebilmek için Furkân sûresinin 70. âyetine gitmek doğru olur. Orada tövbeden sonra iman gelmektedir. O sırayı bu âyete uygular­sak, âbidûn kelimesine "iman edenler" diyebiliriz. Furkân sûresinin 70. âyeti şöyledir: "Ancak tövbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır." Tevbe sûresinin 112. âyetinde geçen el-'âbidûn  kelimesine  "ibadet edenler"  mânası  verirsek,  bu kelimeden sonra zaten ibadetler sıralanmaktadır. İbn Abbas ve Hâzin kelimeye "itaat edenler" mânasını vermiştir.

3. "Övenler." Âyetteki kelime el-hâmidûndur. Hamd etmenin Türkçe karşılığını vermek zor olmakla beraber, "övmek"mânasını vermek doğruya en yakın olanıdır. Hamd, Allah'ı bütün varlık­lar âlemine ve kâinata yaptıkları ile övmek, yani verdiği nimetlerin kad­rini bilmek anlamına gelmektedir. Yani hamd, sevinçli ve kederli anla­
rında, her hal ve şart altında Allah'ı coşkulu bir şekilde gönülden öv­mektir.

4. "Oruç  tutanlar."  Âyette  geçen  es-sâihûn kelimesine "seyahat edenler" mânasını verenler vardır. İbn Mes'ûd, İbn Abbas, Zemahşerî, Kâdî Beydâvî, Hâzin, Nesefî bu kavrama "oruç tu­tanlar" mânasını vermiştir. "Seyahat edenler" mânası ile "oruç tutanlar" mânasını nasıl birleştirebiliriz? Buradaki "seyahat edenler" anlamını şu şekilde açıklayabiliriz: "Sâihûn, durmaksızın Allah'ın rızasını araştıran­lar" mânasına gelmektedir. Oruç tutan adam da oruç ve cinsel ilişkiden uzak durduğu için seyahat eden adama benzemektedir. Oruç tutan, ma­nen yücelip Allah'a yol aldığı için seyahat eden insanı andırmaktadır.

"Bunlardan hangisini tercih edebiliriz" sorusunun cevabı Tahrîm sûresinin beşinci âyetindedir. Allah orada müslüman kadınların özellik­lerini sayarken owu sâihât kelimesini "oruç tutan" anlamında kullan­maktadır. Demek ki "oruç tutmak" mânasını bu âyete göre seçmek doğru olacaktır. Sâihûn kelimesine "seyahat edenler" mânasını verince kötü­lükler, zulüm ve haksızlık diyarından hicret eden muhacirlerin kastedil­diğini söyleyebiliriz. Ebû Müslim bu mânayı vermiştir.

"Seyahat edenler"in oruç tutanlar olduğuna dair Hz. Âişe'den ri­vayet edilen bir hadis olduğunu Süyûtî zikretmektedir[109]. Diğer taraftan "seyahat edenler"in, cihad edenler olduğuna dair Hz. Peygamber'den nakledilen bir hadis vardır[110]. Demek ki Hz. Peygamber konulara göre "sâih" ke­limesine mâna verip değerlendirmiştir.

5. "Rükû ve secde edenler." Bu ifadeler, Allah'ın huzurunda eğilenler anlamına gelmektedir. Aslında rükû ile secde ba­ğımsız bir ibadettir. Rükû ve secde insanın Allah huzurunda kendi aciz­liğini hissetmesinin ifadesidir. Bu ibadetlerle kastedilen ana ibadet na­mazdır. Bunlar, başlı başına bir ibadet olmalarına rağmen, namaz denen ibadetin organları olmaktadır.

Secde anı, Alak sûresinin 19. âyetine göre kulun Allah'a en yakın olduğu andır. Her ibadet kulu Allah'a yaklaştırır ama bunların başında secde gelmektedir. Hac sûresinin 77. âyetinde rükû ve secde kurtuluşa götüren bağımsız ibadetler olarak takdim edilmektedir: "Ey iman edenler! Rükû ediniz, secdeye kapanınız, Rabbinize ibadet ediniz, hayır işleyiniz ki kurtuluşa eresiniz."

6. "İyiliği emreden ve kötülükten sakındır anlar. " Bütün müminler, hatta Âl-i İmrân sûresinin 114. Âyetine göre kitap ehlinden, yani yahudi ve hıristiyanların tevhid inancına bağlı dindarları da bu göreve katılmalıdırlar. Âl-i İmrân sûresinin 104. Âyetine göre müslüman toplumda iyiyi emredip kötülükten sakındıran bir grubun olması gerekiyor. Bu durum aslında hem bir yaygın eğitim hem de bir sosyal kontrol faaliyetidir. Allah müminlerin kötülüklere ilgisiz kalama­yacaklarını, iyiliği emredip kötülükle mücadele etmeleri gerektiğini em­retmekte ve bunu yapanları da öne çıkarmaktadır.

Dikkat edilirse buraya kadar olan sıfatların mümin ve Allah ara­sındaki ilişki ile alâkalı olduğu, ama iyiliği emredip kötülükten sakın­dırmanın toplumla ve bütün insanlıkla ilgili olduğu görülür. Allah bu faaliyeti öylesine önemsiyor ki, onu gerçekleştirmeyi ibadet olarak niteliyor. Mümin iyiliği emredip kötülükten sakındırırken Allah rızasını kazanmak için niyet etmelidir. Çünkü her ibadet Allah rızasını kazanmak niyetiyle yapılmaktadır.

7. "Ve Allah'ın sınırını koruyanlar." Allah, insanların birbirine girip hayatlarını karmakarışık hale getirmemeleri
için,   herkesin   hürriyetini   diğerlerinin   hürriyetinin   başladığı   yerde sınırlandırmış, kendisi ile insanın davranış alanını belirlemiş, kulun Allah ile olan ilişkilerinin sınırlarını tesbit etmiştir. İnsanla insanın
ilişkiler   sisteminin   sağlıklı   yürüyebilmesi   için   sınarları   belirleyen yasakları ve özgürlükleri açıklamıştır. Bu sınırları yani Allah'ın emir ve yasaklarını koruyan insanlar Allah katında bir değer kazanmaktadır. Nedir bu sınırlar? Soruyu bazı âyetlerle cevaplandırabiliriz:

Mahremiyet sınırı (Nisa 4/34), cinsel organlar denen iffet sınırı (Nûr 24/31, Mü'minûn 23/5), yeminini koruma sınırı (Mâide 5/89), na­mazını koruma sınırı (En'âm 6/92), Allah'ın kitabını korumanın sınırı (Mâide 5/44). Korunması gereken sınırlar sadece bunlar değildir. Al­lah'ın bütün emir ve yasakları Allah'ın sınırlarının kapsamına girer.

8. "O müminleri müjdele." Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Allah'ın buraya kadar sıraladığı özellikler müminlerin özel­likleri olmaktadır. Mümin, niyetini eyleme dönüştürür ve daima iyinin peşinde koşarak kendine ve topluma yararlı iş üretme amacını güder.

"Müjde"nin içinde teşvik anlamı vardır. İyi bir haberi ileterek müjde vermek gönülde bir alâka ve sıcaklık uyandırır. Bu ilgi ve sıcaklık makineyi harekete geçiren buhar gibi insanı harekete geçirerek iyi amel üretmeye sevkeder. Müjdelemek Allah'ın eğitim metotlarından biri ol­makta ve bunun uygulanmasını emretmektedir.[111]

 

Müşrikler Ve Af:

 

113. Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları bel­li olduktan sonra Allah'a ortak koşanlar için mağfiret
dilemek, ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iştir.

114. İbrahim'in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği sözden ötürü idi. Fakat onun, Allah düşma­
nı olduğu kendisine belli olunca ondan uzak durdu. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.

115. Allah, kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınma­ları gereken şeyleri kendilerine açıklamadıkça onları
saptıracak değildir. Allah her şeyi bilendir.

116. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, yaşatan, öl­düren O'dur. Sizin Allah'tan başka ne bir dost, ne de
yardımcınız vardır.

Bu âyetlerin ikisinin nüzul sebebini açıklamaya çalışan âlimler birden fazla rivayet nakletmektedirler. Rivayetlerin çoğu tutarsız görül­mektedir. Kurrubî, Râzî gibi âlimler bu sebepleri naklediyorlar.

Aynı sebepleri Süleyman Ateş de naklediyor ama tenkidini de ya­pıyor. Ateş'in tenkitlerine katılıyoruz. Çok uzun olduğu için iniş sebep­lerini burada nakletmeyi uygun bulmuyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki Hz. Peygamber ve döneminin müminleri, akra­baları olan müşrikler için Allah'tan af dilemişler, bunda da Hz. İbrahim'i örnek göstermişlerdi. Âyetler onların bu hereketleri üzerine indirilmiştir. Nakledilen olaylarda ittifak olmadığı için, bu şekilde genel bir açıklama ile âyetlerin tarihî boyutunu ortaya koyabiliriz:

1. "Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra Allah'a ortak koşanlar için mağfiret dilemek, ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iştir." Müşrikler için af dilenmez: "Akraba bile olsalar." Akrabalık bağları insanları hassas bir duruma soktuğu için, Allah'ın genel affından istifade edemeyecek olan akrabalar için diğer yakınları üzülmüşlerdir. Bu âyetlerde olanların affı için gösterdikleri çabaların

de olanların affı için gösterdikleri çabaların geçersiz olduğu gündeme getirilmektedir. 113. âyetin 112. âyetle bir ilgisi var mıdır? Daha önce görüldüğü gibi 112. âyet tâibûn, yani "tövbe eden"lerden bahsetmek­teydi. Bu tövbe "şirkten tevhid inancına dönmek" anlamına gelmektedir. 113. âyette tövbe edip şirkten tevhid inancına dönmeyenler ele alınmak­tadır. Allah şirkten tevhide geçişi gerçekleştiremeyen insanlar hakkında iki hüküm koymaktadır:

a) "Cehennem halkı oldukları belli olmuş­tur. " Müşrikler ebediyen cehennemde kalmaya mahkûmdur. Onlar için
bir çıkış kapısı yoktur. Çünkü dünyada Allah, onlara peygamber gönde­rerek bir çıkış kapısı sunmuştu, kendilerine verilen bu fırsatı değerlendi­remeyenlere ikinci bir fırsat sunulmayacağından, başkalarının onlar adı­
na istiğfar dilemesinin faydası olmayacaktır.

b) "Allah'a ortak koşanlar için mağfiret dilemek ne peygamberin ne de inananların yapacağı bir iştir. "
Bundan anlaşılıyor ki müşrikler için af dilemek geçersiz bir eylemdir. Allah'ın bu hükmüne ters yönden bakarsak, mümin için başkaları af di­leyebilir. Bu konudaki âyetleri verebiliriz, "Ey Rabbimiz! Hesap alınacağı gün beni, ana babamı ve mümin­leri bağışla!" (İbrahim 14/41); "Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla!" (Haşr 59/10). Hatta müminler için melekler de istiğfar ederler:

"Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunan melekler, Rablerini hamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler. Müminlerin bağışlanmasını isterler. Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tövbe eden ve senin yoluna gidenleri bağış­la, onları cehennem azabından koru!" (Mü'min 40/7).

Cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra, ölünceye kadar müşriklerin tövbe edip dönmeleri için beklenildiği ifade edilmektedir. Allah, müşriklerin her an tevhid inancına dönme ihtimalinin olacağına işaret etmektedir. Müşrik olarak ölenin artık cehennemlik olduğu ortaya çıktığından, ardından af dilemenin hiçbir fayda vermeyeceği hükme bağ­lanmaktadır.

Af dileyen peygamberin babası, amcası ve çocuğu da olsa böyle­dir. Hz. Peygamber amcasını, Hz. İbrahim babasını, Hz. Nûh da oğlunu kurtaramamıştı. Şirkten tevhid inancına geçişin bir hidayet meselesi ol­duğunu Kur'ân söylediğine göre, peygamberlerin buradaki müdahalesi sadece tevhid inancını tebliğ etmektir, değişimi gerçekleştirmek değildir. Hidayet denen değişimi Allah gerçekleştirecektir. Bunun böyle olduğunu şu âyetler açıklamaktadır: "Onları doğru yola iletmek sana ait değildir, fakat Allah dileyeni doğru yola iletir" (Bakara 2/272).

"Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, bilâkis, Allah dileyene hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir" (Kasas 28/56). Tevbe sûresinin 113. âyetini, aynı sûresinin 80. âyetine bağlayabiliriz: "Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek." Demek ki Allah münafıklar ve müşrikler için Hz. Peygamber'in bile af dilemesini geçersiz saymaktadır. Hz. Peygamber'in durumu böyle olunca, müminlerin de bundan farklı olmaları mümkün değildir.

2. "İbrahim'in'babası için mağfiret dilemesi, sa­dece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Fakat onun, Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzak durdu. Şüphesiz ki İbrahim çok yumu­şak huylu ve pek sabırlı idi. "

Bu âyetin iniş sebebi olarak bir haber nakledilmektedir. Hz. Pey­gamber'in, içinde bulunması sebebiyle bu habere hadis demek mümkün­dür: Hz. Ali, sahabeden birinin müşrik olan ebeveynine af dilediğine şahit oldu. Müşrik olan kimseler için af mı dilediğini sordu. O da Ali'ye Hz. İbrahim'in babası için af dilediğini söyledi. Bunun üzerine Ali du­rumu Hz. Peygamber'e anlattı ve ardından bu âyet geldi[112]. Âyetin birinci bölümüne baktığımızda içerik olarak hadisin doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Hz. İbrahim örneğini göstererek, müşrik olan insanlar için mağfiret dilemenin yanlış olacağını bu âyetten anlıyoruz. Hz. İbrahim'in babasına bu konuda söz verdiğini şu âyetlerden öğreniyo­ruz:

a) "İbrahim {babasına şöyle seslendi): Selâm sa­na. Rabbimden senin için af dileyeceğim,  çünkü O bana karşı çok lutufkârdır. " "Sizden de, Allah'tan başka taptığınız şeylerden de uzakla­şıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam" (Meryem 19/47-48).

b)"Şu kadar var ki, İbrahim, babasına: 'Andolsun senin için af dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez' de­mişti" (Mümtehine 60/4).

c) "Babamı da bağışla! Çünkü o, sapıklar­dandır." (Şu'arâ 26/86). 1 ve 2. âyetlerde Hz. İbrahim, babası için af dileyeceğini söylerken nasıl dileyeceğini söylememektedir. 3. âyette af dileme şeklini açıklamaktadır. İlk iki âyetten, Hz. İbrahim'in babasına verdiği sözü yerine getirdiği anlaşılmaktadır. Tevbe sûresinin 114. âye­
tinde, "Sadece ona verdiği sözden dolayı idi" ifadesi buna işaret etmek­tedir.

Tevbe sûresinin 114. âyetinde Hz. İbrahim babasının Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca bundan vazgeçtiği açıklanmaktadır. Hem verdiği sözü yerine getirdi, hem de ondan vazgeçmiş oldu. Fakat bizim bundan çıkaracağımız ilke şudur: Doğru olduğunu zannettiğimiz bir işi gerçekleştirdikten sonra onun yanlış olduğunu anlayınca derhal ondan vazgeçmek gerekir. Yanlıştan dönmek bir erdemdir. Siyasetçiler yaptık­ları kanunların toplumun yapısına uymadığını görünce, ondan vazgeçip değiştirmeleri gerekir. İnsan verdiği sözde yaptığı değerlendirmede za­manla hata yaptığını anlayabilir. Böyle bir durumda o hatadan vazgeç­mesini de bilmelidir. Diğer taraftan hatalı olan bir uygulamanın örnek teşkil edemeye­ceğine de dikkat çekilmektedir. Şartlar bir insanı yanıltabilir, onun ya­nılgısını örnek almak doğru değildir. Allah Hz. İbrahim'in uygulaması­nın örnek alınamayacağını öngörmekte ve artık müşrikler için af dileme­nin doğru olmayacağı ilkesini koymaktadır. Bu durum, hukukta "bâtıl makîsun aleyh olmaz" yani yanlışa kıyas yapılamaz kuralını da hatırlat­maktadır.

Allah, Hz. İbrahim'in bu davranışının hangi özelliklerinden kay­naklandığını âyetin sonunda açıklamaktadır. "Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi." Hz. İbrahim'in özellikle­rinden biri, "çok yumuşak huylu" olarak tercüme ettiğimiz «ijî evvâh idi.

Kurtubî âlimlerin bu kelimeye verdikleri mânaları nakletmektedir: Bu kelimeye, İbn Mes'ûd ve Ubeyd b. Umeyn "çokça dua etmek", Hasen ve Katâde "Allah'ın kullarına karşı çok merhametli oluşu", Atâ ve İkrime "kesin inanç sahibi", İbn Abbas, Habeşçe'de "inanan", Kelbî ve Saîd b. Müseyyeb "kimsesiz, ıssız yerlerde Allah'ı anıp teşbih eden kimse", Ukbe b. Âmir "Allah'yi çokça anan kimse" mânalarını vermiş­lerdir. Son mâna için Süyûtî bir hadis nakletmektedir[113].

Diğer mânalar şunlardır: "Çokça âh eden, bilgi sahibi, günahlarına af dileyen kimse, hayır yapan, çok şefkatli, Allah'ın hoşlanmadığını terkeden". Kurtubî bu kelimenin aslının et-teevvüh olduğunu söy­lemektedir. Yani bu kelime, "ıstırap çeken bir kimsenin göğsünden çıkan bir ses" demektir. Râzî ise bu kelimenin "âh"tan türediğini söylemekte­dir.

Hz. İbrahim'in bu sıfatına, âyetin içeriğine bakarak mâna verecek olursak, "huşu içinde dua eden" mânasını tercih etmek doğru olur. Çün­kü babasını affetmesi için Allah'a dua etmişti. Onun dua edip af dileme ahlâkı olduğu için böyle yaptığını Allah bize hatırlatmaktadır. Bu özelli­ği, af dilenmeyecek insan için af dilemesine sebep olmuştur.

el-Hilm kelimesinden türeyen, el-halîm de "ince, nazik, şefkatli, merhametli" mânalarına gelmektedir. Aslında hilm "akıl" mâ­nasına da gelmektedir. Ayetin içeriğine göre mânalandırırsak, bu keli-menin, "babasının Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca duygusallığı bırakıp akla göre davranıp ondan ayrılmıştır" anlamına geldiği anlaşıla­caktır. Akıl ile gönlü bir araya getirdiğimizde merhamet doğacağından, halim kelimesine merhamet sahibi mânasını vermek de doğru olur.

Allah Hz. İbrahim'in bu özelliklerinden ilâhî ahlâkın iki temel di­reğinin olduğunu öğretmektedir. Başkasını düşünüp yanlış yolda olduğu için, ona dua edebilmek ve aklını kullanıp merhamet sahibi olmak. Bu ilâhî ahlâkı yaşayan peygamber olduğu için bunu yapan kişinin ahla-kı,peygamber ahlâkına dönüşmektedir. İnsanların yanlışa sapmasını dert edinip âh çekmek, onların doğru yola gelmesi için dua etmek, merhame­tinin gereği onlara kibar davranmak, insanlık ahlâkının temelleri ve kâ­mil insan olmanın esaslarıdır.

Tevbe sûresinin 113 ve 114. âyetlerini bir araya getirebiliriz: Ce­hennemlik müşrik ve Allah'ın düşmanı olan kimseler müminin ne kadar yakını olursa olsunlar, onlar için Allah'tan af dilemek doğru değil ve bu dua kabul edilmeyecektir. Bunun dışında insanlar için dua etmek, onlara merhametli davranmak yerinde olacaktır.

Müşriklere merhametli davranılmayacağı Fetih sûresinin 29. âye­tinde belirtiliyor, bunun Tevrat'ta da bulunduğuna şahit oluyoruz. Çünkü Fetih sûresinin 29. âyetinin birinci bölümü bunun Tevrat'ta geçtiğini bildirmektedir.

Demek ki şirk, inkâr ve münafıklık merhameti engellemekte, baş­kasının bu insanlar için af dilemesini ortadan kaldırmaktadır. Böylece Allah, neyin neyi engellediği konusunda müminleri bilgilendirmektedir. İnsanlara, şirk, inkâr, münafıklık ve düşmanlık duygusunun düşünce ve merhameti katlettiği öğretilmektedir. .  

3. "Allah bir kavmi doğru yola ilettikten sonra, sakınmaları gereken şeyleri açıklamadıkça onları saptıracak değildir. Allah her şeyi bilen­dir. " Bu âyetin analizinden şu neticeleri çıkartabiliriz:

a) Allah bir toplumu sebepsiz yere saptırmaz: Bir toplum doğru yolda devam ettiği müddetçe, kendilerine Allah tarafından sakınılması gereken şeyler öğretildikten sonra onlara karşı gelmedikleri müddetçe, yani öğretilen bilgilere ters düşmedikleri takdirde saptmlmayacaktır.

b) Hidâyet ile bilgi arasında bir bağlantı kurulmaktadır: Allah bir toplumu hidayete ilettikten sonra, toplumun bu halin muhafazası için bilgiye ihtiyaçları vardır. Allah da takva denen sakınma konusundaki bilgileri öğretmektedir ki o toplum sapıtmasın.

Demek ki bilgilendirme olmadan bir toplumun yanlış iş yapması yoldan çıkma diye itham edilemez suçlanamaz. Buna En'âm sûresinin 131. âyeti delil olarak getirebiliriz: "Gerçek şu ki: Halkı habersizken Rabbin haksızlıkla ülkeleri helak edici değildir." Bu âyetteki ğâfilûn (habersizken, gaflette iken) terimini Tevbe sûresinin 115. âyetinde geçen "sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar" ifadeyle denkleştirebiliriz. Neyin iyi, neyin kötü, neyin haram neyin helâl, neyin doğru neyin yanlış; neyin güzel neyin çirkin, neyin temiz neyin pis olduğuna dair bilgiyi vermedikçe insanların yanlış yapmalarını Allah sapıklık olarak değerlendirip onları helak etmez.

Demek ki bilgiye muhalefet edip onu devre dışı bırakmak sapıklık­tır ve helaki getirmektedir. Bilginin nurundan ve gücünden istifade et­memek, onun gösterdiği yoldan gitmemek sapıklığı getirmekte, sapıklık­ta helake düşmenin sebebi olmaktadır.

c) Beşerî eğitime önce bilgi sonra sorumluluk ilkesini kazandır­maktadır. Âyetteki uygulamayı insanların kendi eğitimlerine uygulama­ları gerekir. Cahil bırakılan toplumlara, yaptıkları yanlışlardan dolayı sapık demek doğru olmayacaktır. Sorumluluk ve cezayı getirecek olan bilgidir, bunu verecek olan da eğitimdir.

Sakınılacak şeyleri insanlara bildirmek, öğretmek eğitimcilere dü­şen bir görevdir. Âyette Allah bunu uyguladığını bize öğretmektedir. Ferdin ve toplumun onurunu ve aydınlığını yaralayan ne varsa öğretil­meli ve onlardan sakınmanın eğitimi verilmelidir. Böylece Allah bilgi ile takva arasında bir bağlantı kurmakta ve toplumsal takvayı gündeme ge­tirmektedir.

d) Hidayeti ayakta tutan takvadır: "Kalbin tevhid inancını yakala­maktaki değişimi" anlamına gelen hidâyet,

"Allah'a karşı sorumluluğu­nun bilincinde olmak" anlamına gelen takva ile ayakta durup devamlılı­ğını sağlamaktadır.

e) Bu âyeti 113 ve 114. âyetlere bağlı olarak açıklarsak, müşrik olarak ölüp cehennemlik olan kimseler için af dilemenin doğru olmadığı­na, bunun Peygamber ile müminlere yakışmadığına dair bilgi verilme­den, bunu yapanların sorumlu tutulmayacağına işaret etmektedir.

Bu âyetin sonunda zikredilen Allah'ın alîm sıfatından anlıyoruz ki, Allah ne yapıyorsa bilerek yapmakta, kendi bilgisinden insanlara sa­kınacakları şeyleri öğretmekte, kimin sapık olduğuna bilerek hükmet­mektedir.

4. "Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah 'indir. O diriltir ve öldü­rür. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. " Bu âyetin içeriğini taşıyan Bakara sûresinin 28-29 ve 107. âyetlerinde açık­lama yapılmıştı. Ancak biz burada önceki âyetlerle ilgili olarak bir açık­lama yapmayı uygun buluyoruz.

a) Bu âyetten anlıyoruz ki kâfirler ve münafıklarla müminlerin saf­ları iyice birbirinden ayrılmış, müminlerin kâfir, müşrik ve münafıklar­dan yüz çevirmeleri emredilmişti. Artık müminler akrabaları bile olsa müşrik ve cehennemlikler için af bile istemeyecekler, bu konuda dua da edemeyeceklerdi. Bu kadar bir ayrılığın, müminlerde tedirginlik yarat­ması doğaldı. Allah onların bu tedirginliğini ve kendilerini yalnız his­setmelerini ortadan kaldırmak için "Göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır" buyurarak hükümranlığın kendisine ait olduğunu gündeme getirmiş ve böylece müminlere moral vermiştir.

Müminlere, "Her şeyin sahibi olan Allah size de sahip çıkacaktır" ilkesini sunmaktadır. Tevbe sûresinin genelinde kötülüğe karşı mücadele verecek olan müminlerin sahipsiz olmadığına işaret edilmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bir önceki âyet "bilme" sıfatı ile bitmektedir. Her şeyi bilen Allah'ın, her şeye sahip ve her şeyin egemenliği ona ait olacaktır bilgisini vermektedir.

b) "O diriltir ve öldürür." Tevbe ve Enfâl sûresinin cihadla ilgili âyetlerine ilgi kurarak açıklarsak, "Mal ve canınızla Allah yolunda cihad ediniz" emrini yerine getirme konusunda bir ön ilke koy­duğunu söyleyebiliriz. Hayat veren ve öldüren Allah olduğuna göre, bu canı gerektiğinde O'nun uğrunda vermenin teşviki yapılmaktadır.

Diğer taraftan âyetin bu kısmı, varlık ve yokluk kavramını kimin koyduğunu, kimin yaratıp öldürdüğünü cevaplandırmakta ve böylece Allah'ın varlık­lar âlemi ile olan ilişkisini belirlemektedir.

Şuarâ sûresinin 81. âyetinde önce öldürme sonra âhirette dirilme ele alınarak tanımlanmaktadır: "Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. " Necm sûresinin 44. âyetinde "Öldüren de dirilten de O'dur" buyurulurken Hz. İbrahim'in Şu'arâ 81. âyetteki sözü, dünyadaki ölümü ve âhiretteki dirilişi ifade etmektedir.

Bütün bu âyetlere Bakara sûresinin 28. âyetini ilâve edersek, yok iken var eden, sonra öldürüp dirilten Allah'ın inkâr edilemeyeceği ilkesi ortaya çıkacaktır. Bir önceki âyetlerle bağlantılı olarak açıklarsak, müş­rik olarak ölen yakınlara karşı duygusal davranıp onların affı için Al­lah'a yalvarmanın anlamı yoktur, çünkü dirilten ve öldüren Allah'tır.

c) "Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." Âyetin bu kısmını Enfâl sûresi ile
Tevbe süresindeki cihada çıkma konusunda ele alabiliriz: Allah mümin­lerin dostu ve yardımcısı olduğuna göre, gerçek bir iman ile O'nun uğ­runda savaşanlara bu dostluğunu gösterecek ve yardımını yapacaktır. O'nun yardımına ulaşan insanlar da zaferi elde edeceklerdir.

Burada Allah kendi uğruna savaşmayanlardan dostluğunu ve yar­dımını keseceğine dikkat çekmektedir. Diğer taraftan Allah bu ifadesiyle şirki önlemektedir. Gerçek dost ve yardım eden Allah olduğuna göre bunları başkasından beklemek şirktir.[114]

 

Başarılı Müslümanlara Allah Yardım Eder:

 

117. Andolsun ki Allah, Peygamber'e, içlerinden bir grubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken dar za­manda ona tâbi olan muhacirlere ve ensara teveccüh etti. Sonra onların tövbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onları affeden ve onlara merhamet edendir.

Âyetin açıklamasından şu neticeleri çıkartabiliriz:

1. Âyetin ilk kısmında yer alan tâbe kelimesine müfessirlerin çoğu "Tövbe nasip etti" mânasını vermişlerdir. Muhammed Esed "Te­veccüh etti", yani "yöneldi" mânasını vermiştir. Biz de bu mânayı tercih ediyoruz. Tövbe kelimesi "yönelmek, dönmek" anlamlarına da gelir.

Diğer taraftan âyetin son kısmında zaten tövbeyi "kabul etmek" anlamında ikinci  tâbe kelimesi yer almaktadır. Öyle ise birinci tövbe kelimesine "Tövbe nasip etti" mânasını vermek zorlama olacaktır. "Te­veccüh etti, yöneldi" mânasını vermek daha isabetlidir.

"Andolsun ki Allah, Peygamber'e, muhacir ve ensara yöneldi", yani onlara teveccüh etti buyurulurken daha sonra onların, yani muhacirlerle ensarın kimler oldu­ğuna dikkat çekilmektedir.

2. "içlerin-den fcir grubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken dar zamanda ona tâbi olanlar." Hz. Peygamber Tebük seferine çıkma çağrısında bulundu­ğunda, muhacir ve ensardan bazı müminlerin gönlü neredeyse dinden kayacak gibi oldu. Sefere çıkmamak konusunda haklı mazeretleri yoktu, ama kısa zaman içinde hatalarını anlayıp döndüler ve tövbe ettiler.

Bu insanlar zor zamanda, Hz. Peygamber'e uymuş, ona yardım etmiş ve ona destek çıkmışlardı. Muhacirler zulmün ve kötülüğün kol gezdiği diyardan onunla beraber hicret ettiler. Ensâr da Hz. Peygamber'e kol kanat gererek yardım etti.

Bu erdemin doruk noktasına ulaşanların içinden bazı kimselerin Tebük seferine çağrılma sırasında gönüllerinde meydana gelmek üzere olan kaymanın gerçekleşmesini Allah onlara teveccüh ederek önledi. Dar zamanda Hz. Peygamber'e tâbi olup desteklemeleri bu ilâhî müda­haleyi temin etmiştir.

Bu açıdan bakınca âyetin birinci bölümündeki tâbe kelimesinin "yönelmek, teveccüh etmek, gönüllerindeki kaymayı engellemek, Pey­gamber'in etrafından ayrılmalarını Peygamber adına engellemek" mâna­sını görmek mümkündür. Bir taraftan Hz. Peygamber'i, diğer taraftan da onları korudu.

Eğer Hz. Peygamber'de sihirli bir değnek bulunsaydı ya da gaybı bilseydi onların kaymasını kendisi engellerdi. Bunu yapamadığı için Yüce Allah müdahele etti, hem Peygamber'e hem de etrafındakilere bu anlamda teveccüh etti.

Âyetin bu kısmında geçen güçlük zamanını daha geniş tutarsak, Tebük seferinden önce cereyan eden bütün zor durumları kapsadığını söyleyebiliriz. Hicret, Bedir, Uhud, Hendek savaşları bu zor zaman kav­ramına dahil edilebilir. Ensarın onlara sahip çıkmalarını da "zor zaman" kavramına dahil etmemize delil ne olabilir? Ahzâb sûresinin 10. âyetini delil olarak getirebiliriz: "Onlar hem yukarınızdan hem aşağınızdan üzerinize yürüdükleri zaman, gözler yıldığı, yürekler gırtlağa geldiği ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman!" "Eğrilmek" mânasını verdiğimiz zağa kelimesinin açıklaması Âl-i İmrân sûresinin yedinci, âyetinde yapılmıştı. Zorluğun veya korku­nun gönülde meydana getirdiği oluşum bu kelime ile ifade edilmektedir. Bu kelime daha önce gönülde var olan manevî bir şeyden gönlün kay­ması, ondan ayrılması, sapması anlamına gelmektedir. Gönül, sağlam imandan şüpheye doğru kaymaktadır. Buradaki zan Ahzâb sûresinin 10. âyetine göre Allah hakkındaki zandır ve Allah hakkında türlü türlü menfi düşüncelere düşmektir.

"Onlardan bir grubun" ifadesinden anlıyoruz ki, müminler arasında imanın sağlamlığı konusunda farklar vardır. Bu ko­nuda da ferdî farklar psikolojisinin işlediğini görüyoruz. İnsanlar doğuş­tan yetenek bakımından farklı oldukları gibi, sonradan gönülde teşekkül eden iman bakımından da farklılıklar arzetmektedir. Müminlerden bir grubun gönlü kaymaya yüz tutarken, diğerlerinin sağlam kaldığı ifade edilmektedir.

Dikkat edilirse zâga fiilinin faili kalptir. Sanki kayma eylemini kalbin kendisi gerçekleştirmektedir. Burada "sanki" kelimesine bile lü­zum yoktur, çünkü kalp kendi kendini kaydırmaktadır. Demek ki kalp, insanın kendi iradesinden ayrı çalışmaktadır. İnsanın içinde bazı "ben"ler, "özne"ler vardır. Akıl düşünüyor kalp aklediyor, nefis emredi­yor, kalp kayıyor, kazanıyor.

3. "Sonra onların tövbelerini kabul etti. Çünkü O, onları affeden ve onlara merhamet edendir." Kalbi haktan kayan müminlere Allah teveccüh edince, hatalarını anladılar ve hemen tövbe ettiler. Allah da tövbelerini kabul etti. Şimdi burada şu soruyu sormak yerinde olacaktır: Allah'ın onlara yönelmesi ve onların tövbesini kabul etmesinin sebebi ne idi? Bu sorunun cevabını verebilmek için Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetine bakmak gerekir: "De ki: Eğer Allah 'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affedendir, merhamet sahibidir. "

Bu âyette "peygamberlere tâbi olma" bir taraftan kişinin Allah'ı sevdiğini ispat etmekte, diğer taraftan Allah'ın sevgisini kazandırmakta ve ilâhî affı getirmektedir. Aynı şekilde Tevbe sûresinin 117. âyetinde

"zor günlerde peygambere tâbi olmaları" bir taraftan Allah'ın onlara teveccüh etmesini, öte yandan da tövbelerinin kabulünü sağlamıştır.

Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetinde Allah'ın, Peygamber'e tâbi olan­ları sevmesi, Tevbe sûresinin 117. âyetinde "yönelmek" mânasına alın­mıştır. Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetinde affetmesi de Tevbe sûresinin 117. âyetinde tövbelerini kabul etmesi şeklindedir. Böylece Tevbe sûre­sinin 117. âyetinde geçen birinci tâbe kelimesinin sevgiden dolayı "te­veccüh etmek, yönelmek" mânasına geldiği anlaşılmaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetinin sonu gafur ve rahîm sıfatları ile gelmektedir. De­mek ki Hz. Peygamber'e zor günlerde tâbi olmak, yardım etmek ilâhî sevgiyi, teveccühü ve affı getirmektedir.

Buradan şu neticeye varıyoruz: Âyeti o dönemin insanlarına tahsis etmek onun sınırlarını daraltır. "Peygamber'e tâbi olmak" her devirde her zaman gerçekleştirilebilecek bir eylemdir. Onun getirdiği ilâhî mesa­ja, yani Kur'ân'a uyup hayata geçirmek, onun hayatını örnek almak ve zor günlerde bunu yapmak ilâhî teveccühü, sevgiyi ve affı getirecektir. Her çağın müminlerine bu kapı açıktır.[115]

 

Doğru İnsanlarla Arkadaşlık Yapmak:

 

118. Geride bırakılan üç kişinin de (tövbesini kabul et­miştir). Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar
gelmiş,  vicdanları kendilerini sıkıştırmıştı. Allah'tan başka sığınacak kimse olmadığını anladılar. Sonra on­
lara teveccüh etti ki tövbe etsinler. Şüphesiz Allah töv­beleri kabul eden ve rahmeti sınırsız olandır.

119. Ey iman edenler! Allah'a itaat ediniz ve doğrular­la beraber olunuz.

118. âyet 117. âyetin devamı durumundadır. 117. âyette geçen "Sonra da onların tövbelerini kabul etti" ifadesinin devamı "Geride bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etmiştir" şeklindeki 118. âyetin başlığı olmaktadır. Seferden geri bırakılan üç ki­şinin de tövbesini kabul etmekteki fiil görüldüğü gibi 117. âyetin sonun­da yer almaktadır.

1. "Geride bırakılan üç kişi..." Buradaki üç kişinin ensardan Kâ'b b. Mâlik, Merâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye olduğu klasik tefsirlerde nakledilmektedir. Bunların olduğuna delil ola­rak Tevbe sûresinin 106. âyeti gösterilebilir: "(Sefere katılmayanlardan) diğer bir grup da Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, onlara ya azap eder veya tövbelerini kabul eder." Daha sonra onların tövbelerinin kabul edildiği 118. âyette açık­lanmıştır. Bunların durumu tövbe edip etmemelerine bırakılmıştı. Bun­lar, yaptıkları yanlışın henüz farkına varamamış, özeleştiriye başvuracak pişmanlığı ve bilinci yakalayamamış olduklarından, vicdanlarını hareke­te geçirip tövbe edinceye kadar ertelenen kimselerdir.

Âyette geçen SsiiJı es-selâse kelimesi tek tek üç kişiyi mi yoksa üç grup insanı mı ifade etmektedir? Klasik müfessirler bu rakamı üç kişi olarak mânalandırdığı halde Muhammed Esed üç grup insan oldukları fikrini gündeme getirmektedir. Esed bu üç grup insanı âyetlerle ispat etmektedir.

a) Şüpheli mazeretler ileri sürerek evde kalmak için Hz. Peygam­ber'den izin alanlar. Bunlar Tevbe sûresinin 43-46. ve 90. âyetlerinin ilk kısmında açıklanmıştır. Bunlar yalancı, Allah'a ve âhiret gününe inan­mayan, kalpleri şüpheye düşmüş, davranışları Allah tarafından çirkin görülmüş, çocuklarla beraber oturup Tebük seferine çıkmayanlardır.

b) İzin almadan kendi kararlarıyla sefere çıkmayıp pişmanlık du­yarak tövbe edenlerdir. Bunlar iyi amelle kötü ameli karıştırmış, malla­rından sadaka verip temizlenmek isteyen, Hz. Peygamber'in onlara sü­kûnet vermesi için dua ettiği, sadakalarını Allah'ın geri çevirmeyip töv­belerini kabul edeceğini belirttiği ve gerekeni yapacak olanlardır (Tevbe 9/102-105).

c) Affedilip affedilmeyecekleri belli olmayan, Allah'ın hükmü ge­linceye kadar ertelenenler (Tevbe 9/106). Bu gruba 118. âyeti de dahil edebiliriz. İster klasik müfessirlerin üç kişi, isterse Muhammed Esed'in
üç grup şeklindeki açıklamalarını kabul edelim, âyetleri her dönemde böyle insanların olabileceğini ve onlara karşı nasıl bir tavır takınılacağı­na dair bir alt hukukî yapı oluşturulduğunun bilincinde olmak gerekir.

Bu insanların psikolojileri ve savaşa karşı takındıkları tavırları de­şifre edilmektedir. Savaş gibi önemli olaylar ortaya çıkmadan bunları tanımak mümkün değildir. Askerlik görevini yerine getirmemek için çeşitli mazeretler uyduranlar yok mudur? Askere gitmemek için kaçanla­ra rastlanmıyor mu? Daha sonra pişmanlık duyup teslim olanlar yok mu­dur? Bir kısım insanlar bırakınız savaşı, askerlik yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmuyorlar mı? Savaşa ve askerlik görevine tavır takınan­ların üç grup olacağına işaret edilmektedir. Bunların Tevbe sûresinin 43. âyetine göre Hz. Peygamber'i bile yanılttıkları anlaşılmaktadır.

Şimdi âyetin "geri bırakılanlar" kelimesine dönebiliriz. "Geri bırakılma" ifadesinde "başkasının etkisi altında kalma" mânası vardır. Âyet, başkaları onlara etki edip geri kaldılar demektir. Âyetteki hullifû kelimesini Mücâhid ve Ebû Mâlik "tövbeden geri bırakılan" an­lamına almaktadır. Katâde ise "Tebük seferinden geri bırakılan" mânası­nı tercih etmektedir. Muhammed b. Zeyd de "terkedilenler" anlamına geldiğini söylemektedir. "Geri bırakılan"dan kasıt, haklarında herhangi bir hüküm verilmeyip münafıklardan farklı tutulanlar mânası da veril­miştir[116]. Sonuncu mâna alındığında delilimiz Tevbe sûresinin 106. âyeti olacaktır. Çünkü münafıkların tövbeleri kabul edilmediği halde, bunların hakkında hüküm sonraya bırakılmış, tövbele­rinin kabul edilip edilmeyeceği Allah'ın takdirindedir. Bu sebeple geriye bırakılanlar sıfatını almışlardır.

Kelime halefü kalıbında alınca "muhalefet edenler" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin halife kalıbının "ahmak" veya ehluf kalıbı da "ağız kokusu" anlamına geldiğini Zemahşerî bildirmektedir[117]. Bu mânaların buluştukları merkezî bir anlam olmalıdır. Etkilenip Hz. Peygamber'le savaşa çıkmamak, tövbeden geri kalmak, anlamsız muhalefette bulunmak aslında bir ahmaklık ve ağız kokusu gibi rahatsız edici bir nitelik taşımaktadır. Toplumsal birlik ve beraberliği yaralayıp tefrika meydana getirmek, bozgunculuktan başka bir şey de­ğildir. Hullifü kelimesine "bozgunculuğa kapılanlar" mânası verilebilir. Kelimenin bu anlamını ahlâkî alana çekince kötülüğe, sosyal mânada alınca bozgunculuğa kapılanlar yani, kötülüğe kolayca meylettirilenler, etki altına alınanlar, sağlam anlayış ve iradeye sahip olmayanlar şeklinde ifade edilebilir.

Âyetin bu kısmını sadece Hz. Peygamber döneminde cereyan eden bir olguya tahsis etmek doğru değildir. Gelecek nesillerde de böyle in­sanların çıkacağı ve onların davranışlarının nasıl analiz edileceği gün­deme getirilmektedir.

2. "Bütün genişli­ğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıkıştır­mıştı. Allah 'tan başka sığınacak kimse olmadığını anladılar. Sonra on­lara teveccüh etti ki tövbe etsinler. Şüphesiz Allah tövbeleri kabul eden ve rahmeti sınırsız olandır. "

Allah bu üç kişinin veya grubun özelliklerini ya da duydukları pişmanlığı anlatmaktadır.

a) "Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar geldiğinde " Ayetin bu kısmında geçen bimâ rahubet (bütün genişliğine rağmen) ifadesindeki v-rj rahube kelimesi "yeri ge­niş olmak, bol olmak", rahhebe kalıbı "merhaba demek, birini bol olan yere davet etmek"; göğüs kelimesi ile beraber kullanılınca "cömert, açık kalpli" anlamlarına gelmektedir. Sad sûresinin 59-60. âyetlerinde "rahatlık" anlamında merhaba kalıbında yer almaktadır. Demek ki bu kelime hem maddî hem de psikolojik mânada kullanılmakta, maddî an­lamda mekân genişliğini psikolojik anlamda rahatlığı ifade etmektedir.

Müslümanların onlara karşı takındığı tavır, onlara manevî anlamda yeri dar etmişti. Arkadaşları onlarla konuşmuyor, ilişkilerini kesmiş ve soyutlamışlardı. Onların bu olumsuz tavrı şu âyetlerden kaynaklanıyor­du: "Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları cezalandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına and içecekler. Artık onlardan yüz çeviriniz. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir. Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fasıklar topluluğundan asla razı olmaz" (Tevbe 9/95-96).

Müminlerin onlara karşı takındıkları olumsuz tavır bu âyetlerin ge­reği oluyordu. Bu tavır onların psikolojisinde, bütün genişliğine rağmen yerin onlara dar gelmesini sağlayacak büyük bir değişim meydana ge­tirmiştir. Ama âyetteki "yer" kelimesi özne durumundadır, yer da­ralmıştır. Sanki yer canlı bir varlıkmış gibi daralma eylemini gerçekleş­tirmiştir.

İçlerindeki pişmanlık dışarı çıkıp, arkadaşlarının onlara karşı o-lumsuz tavırlarıyla buluşunca sanki dışarıdan birileri onları sıkmıştır. Pişmanlıkla arkadaşlarının olumsuz tavrı onlara dar bir psikolojik ortam hazırladı. Demek ki grubun veya toplumun yaptığı olumlu bir eyleme katılmamak, ondan kopmak, ona muhalefet etmek daha sonra pişmanlığa ve grubun dışlamasına dönüşecektir. Allah bunları, o devrin olgusunu iknfik vererek anJ atmak ve müminlere işman olacakları bir eylemi yapmamalarını öğütlemektedir.

b) 'Vicdanları kendilerini sıkıştırmıştı." Mümin­lerin, yani grubun soyutlayıcı, itici tavrı onları dışarıdan sıkıyordu, ama kendi vicdanları da onları içten sıkıştırıyordu. Dışarıdan toplum onları suçluyor,   kusurlu   buluyor,  ayıplıyorken   vicdanları   da   suçlayıpayıplıyordu. Vicdanlarına döndüklerinde ise ağır bir suçlama ile karşıla­şıyorlardı.

Aynı şekilde "vicdan" diye tercüme ettiğimiz nefis kelimesi cüm­lenin öznesi durumundadır. Vicdan canlı bir varlık gibi hareket ederek onları sıktıkça sıkmıştı, iç dünyalarını zindana çevirmişti. Dikkat edilirse yerin yaptığı ile vicdanın yaptığı aynı fiille ifade edilmektedir. Demek ki insanı manen sıkan nedenler, çevreden de gelse, insanın kendinden de gelse durum değişmemekte, aynı düzeyde etkide bulunarak insanı bu­naltmaktadır.

c) "Allah 'tan başka sığınacak kimse olma­dığını anladılar." Dışarıdan ve içeriden gelen bu suçlamaların meydana
getirdiği değişim, onların o anlayışlarında da kendisini hissettirmişti. Sadece Allah'a sığınılacağını anlamaları, onların gönül gözlerini açmış hatalarında ısrar etmelerini önlemiştir. Pişmanlık duygusu onlara tövbe­lerinin kabul olmasını sağlamıştır. Madem ki Allah sığınılacak biricik bir yerdir, öyle ise onun gerekleri olan amellerin yerine getirilmesi gereki­yor.

d) "Sonra onlara teveccüh etti ki tövbe etsinler. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul eden ve rahmeti sınırsız
olandır." Onların vicdanlarındaki pişmanlıktan yana meydana gelen oluşum Allah'ın onlara teveccüh etmesini temin etmiştir. Allah onlara tövbe etsinler diye yönelince, onlar da tövbe ettiler ve Allah tevvâb sıfatı
ile onlara muamele ederek affetti. Burada Allah günahtan sonra affolmak için hangi merhalelerden geçildiğini ve nelerin yapılması gerektiğini açıklamaktadır. Önce insanın gönlünde pişmanlıktan yana bazı oluşum­
ların meydana gelmesi, sonra onların Allah tarafından değerlendirilip neticelendirilmesi gelmektedir.

3. "Ey iman edenler! Al-lah'a saygı duyunuz ve doğrularla beraber olunuz." 118. âyette bazı müminlerin başkalarının etkisi altında kalıp Tebük seferine katılmadıkla­rı anlatıldı. Bunun anlamı şudur: İnsan içinde bulunduğu gruptaki arka­daşlarının etkisi altına girmektedir. Grup insanın iradesini elinden al­makta, onu istediği şekilde yönlendirmektedir. Grubun karşısında ferdin iradesi duramamakta, bir damla gibi nehre katılıp gitmektedir. Aslındabu, neticenin teshirinden başka bir şey değildir. İradesine, düşüncesine ve imanına sahip çıkamayanlar başkalarının etkisi altında kalıp oyuncak haline gelirler.

119. âyet grup psikolojisinin insanı etkilemesinin ortadan kaldır­masının çaresini vermektedir. Bu da, takva sahibi insanlarla beraber ol­maktır. Doğru insanlarla beraber olmak, doğru insanların grubunda bu­lunmak anlamına gelmektedir. İlâhî eğitim müminin kiminle arkadaşlık yapacağını, hangi insanlardan oluşan grubun içinde bulunacağını konu ediniyor ve bunun çözümünü getiriyor.

a) "Allah'tan sakınınız." Muhammed Esed'in verdiği mâ­nadan hareket edersek bu emri "Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilin­cinde olunuz" şeklinde tercüme etmek gerekir. Grubun kötü etkisinden
kurtulmak veya iyi grubu seçebilmek için kullanılacak metot psikolojik niteliktedir. Takva duygusu insanın gönlünden gelen, akıl ve düşüncenin oluşturduğu içsel bir eğitimdir. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı hak ile
bâtılı, güzel ile çirkini faydalı ile faydasızı ayıran husus, Kur'ân'm furkân sıfatının kaynağıdır. Ayrıca takva, Allah'ın yasaklarından kaç­mak, emrettiklerini yerine getirmek mânasını da taşımaktadır. Bu niteliği
taşıyan müminin, başkalarının etkisi altında kalıp, Allah'ın yolundan geri kalması veya yoldan çıkması, o yolun gerektirdiği eylemlere muha­lefet edecek kadar akılsız olması mümkün değildir.

"Allah'tan sakınınız" emrinden çıkarılacak başka bir netice daha vardır: Mümin insanın yapacağı bir eylemde "Rabbim beni görü­yor, içimi dışımı biliyor" inanç ve bilgisinden hareket etmesi, etkinin kaynağını gruptan alıp Allah'a götürecek, iradesini gruba değil Allah'a teslim edecek ve böylece başkalarının oyuncağı olmaktan kurtulacaktır. Eylemine Allah'ı karıştırmayan insan hata yapacak, başkasının etkisinde kalacak, ilâhî iradeye ve peygamberin emrine muhalefet edecektir.

b) "Ve sadıklarla beraber olunuz."  118. Âyette Tebük seferinden geri kalanların başkalarının kötü etkisinde kaldıklarına dikkat çekilmişti. Demek ki onların diğer bir eksikliği de içinde bulun­dukları grubu seçerken isabet edememeleridir. Bunun telâfisi de kimlerle arkadaş olacağının bilincinde olmak ve buna göre hareket etmektir. 119. âyetin sonu buna açıklık getirmektedir. Buradaki "sadıklar" kavramını"doğrular" şeklinde mânalandırıyoruz. İşte sâdıklar, verdikleri sözü ye­rine getiren, yaptıkları antlaşmanın, attığı imzanın arkasında duran, ah­dine vefa gösteren insanlardır. Bu kelimenin sözlük anlamı: "Bir sözü veya haberi gerçek olarak söylemek"; edilgen kalıbında kullanılıp öznesi haber olunca "haber gerçek olmak; vaad veya tehdidini yerine getirmek; kadına mehir vermek"; saddeka kalıbı "ikrar etmek"; sadeka kalıbı da "birini dost edinmek; sadaka vermek"; mızrak ile kullanılınca "düz ve sert mızrak" mânalarına gelmektedir.

 

Sadaka Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) Vaad veya tehdidi yerine getirmek. Kur'ân'da bu anlamda Al­lah için kullanılmaktadır: "Elbette Allah size verdiği sözü tuttu" (Âl-i İmrân 3/152). Burada ilgili kelime, yerine getirmek, tutmak, vefa göstermek anlamına gelmektedir.

2) Doğru çıkarmak. "Andolsun İblis, onlar hakkındaki tahminî doğruya çıkardı. İnanan bir grubun dışında hepsi ona uydular" (Sebe 34/20). Bunun anlamı İblis onlara kendi tahminini ikrar ettirdi, doğru çıkarttı demektir.

3) İşi ve sözü doğru olan. "Kitapta İbrahim'i an! Zira o, doğruluğu çok olan bir peygamberdi" (Meryem
19/41).

4) Mehir. "Kadınların mehirlerini gönül rızası ile veriniz" (Nisa 4/4). Mehir "nikâh parası" anlamına gelmektedir. Açıklamasını yaptığımız kelime burada sadukat kalıbında çoğul kalıbında gelmiştir.

5) Allah rızası için verilen şey, zekât. "Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ... içindir" (Tevbe 9/60). Bu kelimenin fiil kalıbı da "bağışta bulunmak" anlamına gelir (Münâfıkun 63/10).

6) Dost. "Yahut dostlarınızın (evlerinden yemenizde size bir günah yoktur)..." (Nûr 24/61). âyetindeki sâdık kelimesi sadık dost anlamına gelmektedir.

7) Doğru. "Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte kötülükten sakınanlar onlardır" (Zümer 39/33). Bu âyette ilgili kelime, hem "doğru" anlamında "sıdk", hem de tasdik etmek anlamında  saddeka kalıbında gelmiştir.

8) İnanmak, tasdik etmek. "Ve hesap gününü tasdik edenler" (Meâric 70/26).

9) Vazgeçmek. "Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşı­lık ve cezadır). Yaralarda kısastır. Kim bundan (kısastan) vazgeçerse kendisi için o kefaret olur" (Mâide 5/45). Buradaki vazgeçmek "bağış­lamak" anlamına da gelmektedir.

10) Silmek. Bakara sûresinin 280. âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Eğer borçlu darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek gerekir. Eğer bilirseniz, bir karşılık beklemeden (borcu tamamen) silmek sizin için daha iyidir." Burada söz konusu kelime, borçla ilgili olduğu için "sil­mek" mânasını uygun bulduk. Borcunu ona bırakmak, sadaka olarak vermek anlamı da bu kelimede bulunduğu için bu mânaların neticesi "borcu silme"ye çıkmaktadır.

11) Doğrulamak. "Daha önce kâfirlere karşı zafer isterlerken kendilerine Allah katından ellerindekini doğrulayan bir kitap gelip de..." (Bakara 2/89). Bu kelime, "tasdik etmek, doğrulamak, desteklemek" anlamında, ilâhî kitapların arasındaki ilişkiyi belirleyen bir kavram olarak Jjla. musaddık kalıbında geçmekte, bir sonraki ilâhî kitabın bir öncekini doğrulaması anlamını ifade etmektedir.

Bu mânaları verdikten sonra sadık insanların, ya da müminlerin hangi amellerle bu sıfatı aldıklarını açıklamak gerekiyor. Bu açıklamayı yapabilmek için şu âyetlere değinmek gerekir:

i. "Müminlerin ancak Allah'a ve Resulü'ne iman eden, i-mandan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mal ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular (sadıklar) ancak onlardır" (Hucurât 49/15). Allah'a ve Peygamberi'ne iman eden ve imandan sonra asla şüpheye düşmeyen, mal ve canları ile Allah uğruna savaşanlar sadıklardır. Sâdık sıfatını almak için gerekli olan amellerin bir kısmı bu âyette sıralanmış­tır. Kısaca buradaki "sadâkat", "iman etmek, şüphe etmemek ve cihad etmek"tir.

ii. Haşr sûresinin 8. âyetinde, yurt ve mallarından uzaklaştırılıp hicret edenler, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine Pey­gamberi'ne yardım edenler sadık müminler olarak takdim edilmektedir.

iii. Sâdıklar, aynı zamanda müttakilerdir. Bakara sûresinin 177. âyetinde sadık insanın aynı zamanda muttaki olduğu ifade edilmektedir. Hem sâdık hem de muttaki olmayı temin eden ameller o âyette şöyle sıralanmaktadır: İman esaslarına inanmak, infak etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, ahdini yerine getirmek, sabretmek.

Özetlediğimiz bu eylemler Bakara sûresinin 177. âyetinde şöyle açıklanmaktadır

 "Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevirmeniz iyilik değildir. Fakat iyilik, insanın Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanması; sevdiği malı, yakınlığı olanlara, ök­süzlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyen düşkünlere ve boyunduruk altında olanlar uğruna harcaması; namazı kılması, zekâtı vermesi; yap­tıkları antlaşmaları yerine getirmeleri; zorlukta, darlıkta ve savaş anın­da dayanıklı olmalarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır ve işte saygılı olanlar da bunlardır."

Demek ki sadık insanlar, iman ve amelleri ile iyilik yakalayanlar­dır. Hz. Peygamber doğruluk kelimesini bir hadisinde yalanın karşıtı anlamında kullanmakta, ayrıca hadiste doğru, dürüst davranarak iyiliği yakalayabileceğimizi öğütlemektedir. Hadis şöyledir: "Doğruluğa sımsı­kı sarılınız. Çünkü doğruluk iyiliğe ulaştırır. İyilik ise şüphesiz cennete götürür. Kişi doğruluğa devam eder ve onu araştırırsa, Allah nezdinde sıddîk (dosdoğru) diye yazılır. Yalandan da çokça sakınınız, çünkü ya­lan günaha götürür. Kişi yalan söylemeye devam eder ve onu araştırırsa, Allah nezdinde yalancı diye yazılır"[118].

Bakara sûresinin 177. âyetine bir kere daha dönersek, sadık insanın aynı zamanda muttaki insan olduğunu âyetin sonunda görürüz. İşte aynı kavramları yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 119. âye­tinde bulmaktayız. Sıddîk olma sıfatını, seviyesini ve erdemini nasıl yakalayacağız? Bunu elde etmenin yolu yukarıda sıraladığımız âyetlerde ve hadiste gösterilmiştir.

Ayrıca Allah'ın yardımını dilemek zorunluluğu da vardır. "Ve şöyle dua et: Rabbim girişeceğim her işe doğrulukla girmemi, bırakacağım her işten de doğrulukla çıkmamı bana nasip et! Bana tarafından hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!" (İsrâ 17/80). Demek ki sıddîk olma seviyesini peygamber bile Allah'ın yardımı ile yakalayacağına göre, normal insan­ların aynı duayı yapma zorunluluğu vardır.

Bir taraftan iman ve amelleriyle, diğer taraftan ilâhî lutufla doğru­luk seviyesini tutturan insanlarla beraber olma emrini Allah bu âyette vermektedir. Onlarla beraber olmanın insanı aldatılmaktan, kötü mânada etki altına kalmaktan ve günahlardan koruyucu bir etkinliği olacaktır. Tebük seferinden geri kalanların bir kısmı veya tamamı böyle bir etkinin altında kalmışlardı. Çözüm yolunun doğrularla beraber olmak ve onlarla arkadaşlık etmek olduğu 119. âyette açıklanmıştır. Böylece âyet, sadece o dönemle daralmamakta geleceğin müminlerine bir altın kural bırak­maktadır.[119]

 

Mumın-Peygamber İlişkisi:

 

120. Medine halkına da, onların çevresindeki bedevile­re de Allah'ın Peygamberi'nden geri kalmak ve kendi canlarını onunkinden önde tutmak yakışmaz. Çünkü Al­lah yolunda uğrayacakları bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık, kâfirleri şaşırtan bir adım amaları ve düşma­na karşı herhangi bir başarı kazanmaları, kendileri için iyi bir amel olarak mutlaka yazılacaktır. Çünkü Allah iyi davrananların amellerini asla boşa çıkarmaz.

Bu âyetin önceki âyetlerle bağlantısı olduğu, birinci kısımda geçen yetehallefû kelimesinden anlaşılmaktadır. İlk bakışta 87 ve 118. âyetlerin bir devamı olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlantı dikkate alına­rak şu şekilde analiz yapılabilir:

1. "Medine halkına, onların çevresindeki bedevilere Allah'ın Peygamberi'nden geri kalmak ve kendi canlarını onunkinden önde tutmak yakışmaz." Allah, Tebük seferini çok önemsediği için Tevbe sûresinin büyük bir kısmını ona tahsis etmiştir. Bu seferin, münafıkları ortaya çıkaran, şahsiyetlerini deşifre eden bir uygulama olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu âyette genel anlamda Tebük seferi ile ilgili bir değerlendirme yapılmaktadır.

"Medine halkı" ifadesinden Hz. Peygamber'in hicret ettiği ve yer­leştiği Medine kastedilmektedir. Tarihî boyutu ile ele alındığında bu âyetin, Hz. Peygamber'in dönemindeki Medine halkını hedef aldığını söylemek gerekir. Bilindiği gibi Medine'nin önceki adı Yesrib idi. Me­dine adını Hz. Peygamber koymuştur, iaolı el-Medine kelimesi, juJı ed-din kelimesinden türemiştir. Dinin anlamlarından biri "hukuk", yani "ceza ve ödülü belirleyen sistem"dir. Medine "hukukun uygulandığı yer" anlamına gelmektedir. Araplar'da aşiret hayatı olduğundan objektif hukukları yoktu. Örf âdetlerle idare ediliyorlardı. Hz. Peygamber'in ger­çekleştirdiği en büyük devrim, aşiret toplumunu hukuk devleti haline getirmiş olmasıdır. Bu âyetle "Medine halkı" kavramı hem objektif hu­kukun içinde yaşayan hem de yerleşik kültüre sahip olan halkı ifade et­mektedir.

"Onların etrafındaki bedeviler" ifadesi de, yerleşik olmayan kırsal kesim halkını gündeme getirmektedir. Buradaki bedevilerin müslüman olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. Allah, şehir ve kırsal kesim halkından iki şeyi yapmamalarını istemektedir.

Bunlardan biri, Allah'ın Peygamberi'nden geri kalmamaları ve se­ferden kaçınmamaları. Bu âyette Yüce Allah'ın, müminlere bu davranışı yakıştıramadığına işaret edilmektedir.

Diğeri de Hz. Peygamber'i bırakıp kendi canlarını önde tutmama­larıdır. Kendi canları ile Hz. Muhammed arasında bir tercihle karşı kar­şıya kaldıklarında Hz. Muhammed'i tercih etmeleri bu âyette önerilmek­te, yine O nebi, insanlığın yararı, mutluluğu ve kurtuluşu adına rahatın­dan olup, zorluklar içinde kalırken müminlerin, kendi rahatlarını düşü­nüp tercih etmelerinin uygunsuzluğu anlatılmaktadır.

Âyetin bu kısmında geçen rağıbe kelimesi "bir şeyi çok sevip dilemek, özlemek, üzerine çok düşmek"; an cer harfi ile kullanılınca "yüz çevirmek, vazgeçmek"; hem  bâ, hem de an cer harfleri ile bir arada kullanılınca "kendini üstün görerek yüz çevirmek, tenezzül etme- mek" mânalarına gelmektedir. Tevbe sûresinin 120. âyetinde her iki cer harfi ile kullanılmış ve "tercih etmek" anlamını ifade etmektedir.

 

Rağb Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) İstemek. Erkeğin kadını nikahlama isteğini ifade etmektedir: "Kendileriyle nikahlanmak istediğiniz yetim kadınlar

hakkında" (Nisa 4/127) âyetinde bu kelime, evliilik sevgisinin meydana getirdiği istek mânasına gelmektedir.

2) Yüz çevirmek. Allah bu kelimeyi, "İnanç sisteminden (millet)" yüz çevirmek anlamında kullanmış: "Öz
benliğini beyinsizliğe itenden başka kim İbrahim'in milletinden (inanç sisteminden) yüz çevirir?" (Bakara 2/130); Hz. İbrahim'in babası da, putlardan yüz çevirmek mânasında: "Babası şöyle dedi: Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun ey İbrahim!" (Meryem 19/46) kullanmıştır.

3) Sevgi ile yönelmek. Bu mânada Kur'ân'm üç âyetinde geçmek­tedir: "Zaten biz gönlümüzü Allah 'a bağlamışız" (Tevbe 9/59); "Biz de her şeyimizle Rabbimize yöneliriz" (Kalem 68/32). "Ve yalnız sevgi ile Rabbine yönelt" (İnşirah 94/8).

4) Ummak. Kur'ân'da dua etme şekli anlatılırken bu kelime "umut" anlamında kullanılmaktadır. O zaman korkunun karşıtı olan bir anlam kazanmaktadır: "Bize umut ve korku ile yakarırlar" (Enbiyâ 21/90).

5) Tercih etmek. Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresi­nin 120. âyetinde bu anlama gelmektedir. Bütün bu mânaların merkezin­de "sevgi ile tercih etmek" yer almaktadır.

Şehirde ve kırsal kesimde yaşayan müminler Tebük seferinde Pey­gamber'den geri kalmışlar, kendi canlarını Hz. Peygamber'e tercih et­mişlerdi. Allah onların bu davranışlarını kınamaktadır. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, bu âyet sadece o dönemin müminlerine hitap etme­mekte, bütün nesilleri kapsamaktadır. Her çağa hitap eden bu âyet, Medine halkı ve onların çevresindeki bedevileri bir örnek olarak sunmakta, Medine'nin İslâm tarihindeki yerini vurgulamaktadır.

Artık Medine halkının ve kırsal kesimde yaşayanların, objektif hu­kuku insanlığa tanıştıran ve bu konuda ilâhî müdahale ile bir devrimi gerçekleştiren Peygamber'in yaptıklarından geri kalmaları ve onu sa­vunmamaları uygun düşmemektedir. Medenî halkın, hangi değerleri müdafaa edeceğini ve hangileri kendi canına tercih edeceğini bilmesi gerekir. Allah o günkü müminler modeli ile günümüzün ve geleceğin müminlerini eğitmektedir.

2. "Çünkü Allah yolunda uğrayacakları susuzluk, yorgunluk, aç­lık, kâfirleri şaşırtan bir adım atmaları, düşmana karşı herhangi bir ba­şarı kazanmaları, kendileri için iyi bir amel olarak mutlaka yazılacaktır. Çünkü Allah iyi davrananların amellerini asla boşa çıkarmaz." Âyetin bu kısmı şu ilkeye işaret etmektedir: Allah yolunda çekilen her sıkıntı bir ibadet değerindedir. Önemli olan bu sıkıntıların altında Allah'ın rızası­nın bulunmasıdır. Âyette beş şeyin Allah katında değerlendirilecek amel olduğu açıklanmaktadır:

a) Susuzluk. Tebük seferine çıkıldığında mevsim itibariyle sıcak, ayrıca mesafe uzaktı. Bu sebeple bazı müminler yılgınlık gösterdi. Sefe­re çıkmamanın sebeplerinden birinin bu olduğu ortaya çıkmaktadır. Â-
yette   geçen   Ula ez-zama'   kelimesi   "şiddetli   susuzluk"   anlamına gelmektedir. Bundan hareketle diyebiliriz ki, oruç tutarken çekilen susuzluk, onu ibadet yapan faktörlerden birini teşkil etmektedir. Demek ki oruçta çekilen susuzluk başlı başına bir ibadet olmaktadır.

b) Yorgunluk. Tebük seferinin uzun bir mesafeye yapılmasının meydana getireceği yorgunluk gündeme getirilmektedir. Sefere çıkmak istemeyenlerin ikinci sebebi yorgunluk olmaktadır. Yorgunluk Allah
adına çekiliyorsa ibadete dönüşmektedir. İnsan kendi başına bir yorgun­luk veya meşakkat meydana getirerek değil de bunlar, doğal seyrinde oluşmalıdır. Meselâ Mekke'den Arafat dağına araba ile çıkmak varken,
meşakkat olsun diye yaya çıkmak doğru değildir. Zorluk, yorgunluk, meşakkat eylem ile doğal olarak bulunmalıdır.

c) Allah yolunda açlık. Tebük seferinin getirdiği kötü şartlardan biri de açlık olacaktı. Bunun endişesi, bazı müminlerin sefere çıkmasını engellemişti. Halbuki Allah yolunda açlık çekmek bir ibadettir. Onun
içindir ki Allah için aç kalıp tutulan oruç bir ibadet olmaktadır.

Görüldüğü gibi susuzluk, yorgunluk ve açlık savaş için çıkılan se­ferin getirdikleri olumsuzluklardır. Bakara sûresinin 177. âyetinde: "Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler" ifadesi bu şartlara işaret etmekte ve sabrın ibadet olduğunu gündeme getirmektedir. Bunların ibadet olmasının şartlarından birincisi Allah yolunda olması, ikincisi de içinde sabnn bulunmasıdır. Susuzluk, yorgunluk ve açlık aynen oruçta da yer almakta, savaş için çıkılan sefer de Allah uğrunda oldukça oruç haline gelmektedir. Tek başına Allah için "susuzluk çekmek" bir ibadet olmaktadır. Yorgunluk ve açlık çekmekte aynı niteliği taşımaktadır.

d) Kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları. Ayak basmanın bir maddî, bir de manevî anlamı vardır. Düşman ülkesine sefere çıkıp ayak basmak bunun maddî ifadesi olurken, tevhid inancını, kültürünü oralara kadar götürmek de manevî anlamını teşkil etmektedir.

Müslümanların inançlarının, münkirlerin ülkesine girmesi de ora­lara ayak basmak anlamına gelir. Günümüzde tankların, uçakların gir­mesi de ayak basması anlamına gelmektedir. Bir ülkenin diğer bir ülkeye kendi kültürünü ihraç etmesi için okul açması, misyonerlik faaliyetlerin­de bulunması, medya ile yayın yapması ayak basma anlamına gelmekte­dir. Aslında bu ikincisi, birincisinden daha etkin, daha kalıcı ve daha netice alıcıdır. Müslümanların Allah yolunda tevhid inancını yaymak için diğer ülke ve kültürlere girmesi için yapacakları faaliyetler ayak basma olacağından bütün bunlar bir ibadet niteliği taşıyacaktır.

e) Düşmana karşı başarı kazanmaları. "Nail olmak", bir şeye ulaş­mak, onu elde etmek anlamına gelmektedir yani düşmandan bir şey elde etmektir; yoksa bir eşyayı verenden onu almak anlamına değildir. Bir
emek sarfederek, bir iş üreterek elde edilen şey burada kastedilmektedir. Düşman kelimesinin burada geçmesinin anlamı Müslümanların "zafer"elde etmelerinin istenmesidir. Yani düşmana karşı bir zafer, bir başarı elde edilmesidir. Müminlerin zaferi veya başarısı düşmanın hezimete uğramasıdır.

Netice olarak diyebiliriz ki bu beş durum iyi amel olarak yazılıp değerlendirilmeye tâbi tutulmaktadır. Allah uğrunda susuzluk, yorgunluk ve açlık çekmek, kâfirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmak ve düş­mana karşı bir başarı elde etmek mahşerde iyi amel olarak müminin kar­şısına çıkacaktır. Allah, bu amelleri yapanlara muhsin sıfatını vermekte ve muhsinlerin mükâfatını zayi etmeyeceğini ilân ederek, amellerin kay­bolmadığına dikkat çekmekte ve böyle güzel amellere teşvik etmektedir.

Âyetin ilk bölümü ile ikinci bölümü arasındaki bağlantıyı şöyle kurabiliriz: Hz. Peygamber'den geri kalmamak, onun canından önce kendilerini düşünmemek gibi düşünce, inanç ve tavırlar ancak ikinci bölümdeki beş eylemi gerçekleştirmeyi mümkün kılacaktır. Ondan son­raki nesillerde, Hz. Peygamber'in hayat anlayışından getirdiği ilâhî va­hiyden geri kalmayan; Hz. Peygamber'i kendine tercih eden, yani onun fikirlerini kendi fikirlerine tercih eden kimseler, daha sonraki beş ameli üretirlerse, muhsin olma sıfatını hak etmiş olacaklardır. Muhsinin tanı­mına yeni mânalar kazandıran bu âyet şehirde yaşayan müminlerle, kır­sal kesimde yaşayanları aynı amellerde buluşturmakta, aralarında müşte­rek bir nokta oluşturmaktadır.

Âyetin içeriğine bakınca, sanki her zaman düşmanla savaş, düş­man toprağına seferin olacağı anlamı çıkmaktadır. Buradaki düşmanı kötü, yanlış, bâtıl, çirkin ve faydasız olarak alır ve buna da şeytan ile nefsi ilâve edersek her an düşmanla burun buruna bulunduğumuzu anla­rız.

Düşmanın toprağına ayak basmak, ona karşı zafer elde etmek, ak­lın nefsin ülkesine girip ona karşı zafer elde etmesi de bu anlamın kap­samına girmektedir. Hz. Peygamber'in buyurduğu gibi aklın nefisle mü­cadelesi en büyük cihaddır. Bu cihadı kazanması, ona karşı zafer elde etmesidir. O zaman her an içimizdeki düşmanla mücadele halinde oldu­ğumuz esası ortaya çıkmaktadır.

Susuzluk, yorgunluk ve açlık nefsi terbiye eden en önemli metot­lardan biri olduğu için, âyette bu durum, ibadet olarak takdim edilmek-tedir. Tebük seferindeki susuzluğu, yorgunluğu ve açlığı aklın nefis ül­kesindeki mücadelesinde kullanacağımız en önemli metotları arasında yer almaktadır. Tebük seferi İslâm tarihinde bir defa olmuştur ama aklın nefis ülkesinde her an seferi olmaktadır.[120]

 

Amellerin Değerlendirilmesi:

 

121. Küçük, büyük bir masraf yapmaları, bir vadiyi geçmeleri mutlaka onların lehine yazılır ki Allah onla­rı, yaptıklarının en güzeliyle ödüllendirsin.

Bu âyet önceki âyetin bir devamı durumundadır ve analizini de, maddî ve manevî anlamda yapmayı uygun buluyoruz:

1. "Küçük, bü­yük bir masraf yapmaları, bir vadiyi geçmeleri mutlaka onların lehine

yazılır."

Maddî mânada infak ve vadi geçmek. Maddî anlamda düşmana karşı ordu. düzenleyip sefere çıkmak için yardımda bulunmanın küçüğü, büyüğü söz konusu değildir. Herkes kendi maddî gücüne göre malından fedakârlık yaparak yardımda bulunacaktır. Bu yardımlar Allah tarafın­dan boşa çıkartılmayıp mutlaka değerlendirilecektir. Bundan anlıyoruz ki orduyu düşmana karşı sefere çıkarken teçhiz etmek için infak yapıla­bilir. Düşmanın kendi üzerine saldırmasını beklemek kadar, düşmanı

kendi ülkesinin dışında karşılamak da bir savaş taktiğidir. Ülke dışında yapılan karşılamalar daha etkili olmaktadır.

Tebük seferi de bu nitelikte bir sefer olmuştur. Böylesi seferlerde geçilen vadiler hep sevap olarak müminlerin defterine yazılmaktadır. Susuz, yorgun ve aç olarak atılan adımların, geçilen vadilerin ve harca­nan emeklerin boşa çıkmayacağını Allah bu ve bundan önceki âyette garanti altına almaktadır.

Malından yaptığı fedakârlık ve emeği ile düşmana karşı geçtiği vadiler onlar için yazılmakta, tesbit edilmekte ve değerlendirilmektedir. Allah, burada yazdığını sö\lernekle. bu faaliyetleri gerçekleştirirken ge­lecek olan müminlere "amellerin boşa gittiği" konusundaki vesveseyi önlemektedir. Çünkü düşmana karşı girişilen bir hareketin boşa gitme­yeceğini bilen insanla, boşa gideceğini düşünen insanın çatışmasında birinciden yana dengenin bozulacağı bir gerçektir. Attığı adımın, akıttığı terin ve aldığı her nefesin Ailah tarafından yazıldığını bilmek, inanmak ona bir moral olacak ve o moral ile zaferi elde edecektir.

2. Manevî mânada infak ve vadi geçmek. Düşmana karşı sefere çıkmayı daha önce anlatıldığı gibi nefse ve şeytana karşı düzenlenen sefer olarak alırsak, infakı arzularından fedakârlık yapmak anlamına alabiliriz. Vadileri geçmeyi de aklın nefis ülkesine uzanması ve şeytanın etkinliğini hapsedeceği düşünce, bilinç ve irade vadileri olarak kabul edebiliriz.

Zemahşerî'nin anlatımından hareket edersek vadiye akarsu yatağı dendiğini, ayrıca yeryüzünde arazi anlamında kullanıldığını görürüz. Aslında "geçtikleri her vadi" ifadesini "yol almak, yol tepmek, yolculu­ğa devam edip gitmek" mânasına alabiliriz[121].

Bu mânayı manevî yorumumuza aktarırsak, aklın nefis ve şeytana karşı aldığı mesafeler vadi teriminin anlamı olacaktır. Aklın nefis ülke­sini fethedip nefsi olgunlaştırmasında katettiği olgunluk merhalelerini geçilen vadiler olarak alabiliriz. İnfak dediğimiz arzularından fedakârlık, nefsin olgunlaşması için alacağı merhalelere yarayacaktır. Akıl nefsi bu vadilerden geçirip doyuma ulaştıracaktır. Müminler manevî bakımdan

bir vadiyi yani bir merhaleyi geçmeye dursunlar, mutlaka o amelleri kaydedilecektir.

3. "Allah onları, yapmakta oldukla­rının en güzeli ile mükâfatlandırmak için..." ifadesi, amellerin kayde­dilmesinin amacını belirlemektedir. Gerçekleşecek ödüller, yapılan iyi amellerin kaybolmaması ve onların ödüllendirilmesi için kaydedilmek­tedir. Kaydedilmeyen amellerin sonradan ödüllendirilmesi zorlaşacaktır.

Âyetin bu kısmından çıkarılacak önemli bir netice de şudur: Ödül­lendirme amelin en alt seviyesine olacağı gibi en üst seviyesine de olabi­lir.

Cezalandırma da böyledir. İşlenen suça verilecek olan ceza en üst sınırdan alınacağı gibi en alt sınırdan da alınabilir. Meselâ bir suça beş seneden on seneye kadar ceza verilebilir ise, hâkim bu sınırlardan en altı olan beşi tercih edebileceği gibi, on seneyi de tercih edebilir. Bunların arasında kalan bir yılı da tesbit edebilir.

Ödüllendirmede de aynı işlem yapılabilir. Allah, infak ve gerçek­leştirilen her ileri atılıma vereceği ödülü en üst seviyede tesbit edeceğini buyurmaktadır. "en güzeli" ifadesinden anlıyoruz ki bir güzel amel, bir de en güzel amel vardır. Ameller niyetlere göre derece kazanmakta­dır. Aslında "en güzeli"' ifadesi amelin kaliteli ve faydalı olmasını ifade etmektedir.

Allah'ın bu uygulamasını bize anlatmadaki amacı insanlara ödül­lendirme bilincini ve kültürünü kazandırmaktır. İnsanlar gösterdikleri çeşitli başarılarının en güzel olanını dikkate alarak ödüllendirilmelidir.

Meselâ ödül alacak kişi beş tane başarısından dolayı ödüllendirile-cekse, bu başarılar derecelendirilip, en kalitelisinin karşılığı olarak ödül­lendirilecektir. Başarı en güzeli, yani en faydalı olanı yakalayınca, ödül de o düzeyde verilmelidir.[122]

 

Din Bilgini Ve Cıhad:

 

122. İnananların hepsinin birden savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grubun, dinde derin bilgiler edinmek ve sefere çıkan topluluk geri döndüğünde, korunmaları ümidiyle onları uyar­mak için arkada kalmaları gerekmez mi?

Bu âyeti bir bütün olarak düşünürsek âyetten çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. Din bilginlerinin, yani dinî konularda kendilerinden bilgi elde edilecek olan din âlimlerinin savaşa çıkmamaları gerekir. Çünkü onların kaybı, toplumun geleceğinin ortadan kalkması anlamına gelir.

2. Din âlimleri, dinî konuları derinlemesine inceleyip savaştan dö­nenleri eğiteceklerdir. Âyette geçen "uyaracaklar" ifadesi eğitimi ifade etmektedir. Allah onlara görevler yüklemektedir: Dinî konuları derinle­mesine araştırmak, elde ettikleri bilgileri topluma öğretmek, onları yan­lışlardan alıkoyarak eğitmektir.

3. Din âlimleri bu görevleri itibariyle savaştan üstün bir makama yerleştirilmektedirler. Demek ki bilgi cihaddan üstündür. Bilgiye sahip olan âlimler de savaşçılardan üstündürler. Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür. Akan kan ölüme götürürken, akan mürekkep yaşatmaya ve kazanmaya götürmektedir.

Bu bağlamda cihaddan üstün olan din âlimlerinin, siyasetten de üs­tün olmaları gerekir. Onun için ilim adamları çiçek rolünü yüklenmeli, herkes arı gibi kendilerinden bal almalıdır. Âlimler bilgileriyle insanlara bal sunarlar. Onlar birilerinin peşine takılıp sürüklenmezler. Onlar siya­seti yürüten herkese aynı mesafede kalır, akıl verir ve bilgi sunarlar, sunmalıdırlar.

Tevbe sûresinin 39. âyetine dönersek şu esası buluruz: "Eğer topluca cihada çıkmazsanız." Müminler savaş şartları oluşunca savaşa çıkıp ülkesini, bağımsızlığını ve namusunu korumak zorundadır. Tevbe sûresini 122. âyetini, bu âyetle birlikte düşünürsek, din âlimleri­nin görevleri gereği bundan istisna edildiğini görürüz. İki âyet arasında nâsih-mensuh ilişkisi yoktur, tam tersine birbirini tamamlama niteliği vardır. O zaman cihadın farz-ı kifâye olduğunu söyleyebiliriz.

Kifaye farzın anlamı, her mümine farz olan bir görevi bir kısım mümin yerine getirince ötekilerin sorumluluğunun düşmesidir. Meselâ cenaze namazı o bölgenin bütün müminlerine farz olmasına rağmen, bir kısım mümin bu görevi yerine getirince diğerlerinden görev düşmüş olur. Onun için kadınların, çocukların, yaşlıların ve bilginlerin savaşa gitme yükümlülükleri yoktur. Bu durum cihadı farz-ı kifâye haline ge­tirmektedir.

Farz-ı kifâye olan cihad, herkese farz olan ilim tahsiline denk ola­maz: "İlim tahsil etmek her müslümana farzdır[123]. Tabii ki bazı ilim dalları farz-ı kifâye grubuna girmektedir. Herkes bütün ilimleri öğrenmek zorunda değildir.

Kur'ân bilgi edinmeyi, öğretmeyi bir cihad olarak görmekte, ciha­dı savaştan üstün görmektedir. Çünkü insanlar birbirini öldürmeden ön­ce, aralarındaki kavganın sebebini bilgi sayesinde ortadan kaldırabilirler. Kötülükle en iyi mücadeleyi bilgi verecektir. Bilginin uzanamadığı yer, kanın uzanamadığı organ gibidir. Bu organ sonuçta kangren olacak ve kaybedilecektir.

Bilginin ulaşamadığı insan ilişkileri kangrene döndüğü için cahil­ler birbirinin kanını akıtmaktadır. Cehalet kan akıtır, bilgi hayat verir. Onun içindir âlimler, bilgileri ile ölümle neticelenmeyen cihadı gerçek­leştirmektedirler. Buradaki ilim adamı, sadece din âlimleri değildir. Ala­nında uzmanlaşmış bütün ilim adamları âyetin kapsamındadır. Akla ve gönüle ışık veren, hayatın çeşitli yönlerine hitap eden bilgiye sahip âlim­ler bu kavramın kapsamına girmektedir. Dinde derinlemesine bilgi sahi­bi olmanın bütün ilim dallarını kapsadığını anlamak zorundayız.

Neden Allah dinde derin bilgiye sahip olanların savaşa gitmesini engelliyor? Cevabı âyette buluyoruz: Kendilerine dönen halkı uyaracak­lardır. Uyarmak neyi sağlayacaktır? Âyetin son kelimesi de bu soruyu cevaplandırmaktadır: Onların da kendilerini kötülüğe karşı korumalarını sağlayacaktır. Kötülükten sakınmak için bilgiye ihtiyaç vardır. Böylece Allah bilginin koruyucu ve sakındırıcı gücünü ve görevini gündeme ge­tirmektedir.[124]

 

Kafirlere Karşı Davranış Şekli Nasıl Olmalıdır?

 

123. Ey İman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşınız ve sizde yenilmez bir kuvvet görsünler. Allah 'in müttakilerle beraber olduğunu biliniz.

Âyet analiz edildiğinde çıkarılacak neticeler şunlardır:

1. "Ey iman edenler! Kâ­firlerden yakınınızda olanlara karşı savaşınız. " Âyetin bu kısmını Tevbe sûresinin 29. âyetiyle açıklamak mümkündür. Kimdir bu kâfirler? Soru­nun cevabını Tevbe sûresinin 29. âyetinde bulabiliriz: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resulü'nün haram kıldığını haram sayma- yan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız."

Savaşılacak yakın kâfirlerin bir kısmını bunlar oluşturmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresinin 123. âyetinin "müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşınız ve biliniz ki Allah müttakilerle beraberdir" buyuran Tevbe sûresinin 36. âyetiyle nesnedildiğini söyleyenler vardır. İki âyetin son kısmı arasında bir ben­zerlik vardır, ama âyetlerin şartlara göre uygulanması ilkesi düşünüldü­ğünde aralarında bir nesih ilişkisi olmadığı görülür.

Şuarâ sûresinin 214. âyetinde "Sen kendi yakın akrabanı uyar" buyurulması nedeniyle bu âyetin tebliğle ilgili diğer âyetler tarafından neshedilmesi mümkün değildir. Bu âyetler bir bütün­dür. Bu konuda yakından uzağa doğru açılan bir uyarı metodu vardır. Yakın çevreden uzak çevreye doğru uygulanan bir tebliğ metodu düşü­nüldüğünde, âyetler arasında "hükmü kaldırma" gibi bir işlemin olmadı­ğı anlaşılır.

Aynı şekilde "yakınınızdaki kâfirlerle sava­şınız" emriyle "bütün müşriklerle savaşınız" emri ara­sında bir tezat olmadığı için hükmün kalkması gibi bir işlem düşünül­memelidir. Bu âyette savaşın yakın çevreden uzak çevreye doğru yapıl­ması metodu konmakta ve "uyarıya en yakınından başlat!" (Şu'ara 26/214) emri gibi, en yakınından savaşı başlatma emri verilmektedir.

Zarardan kurtarılması gerekenler en yakında bulunan insanlardır. Zararın geleceği kimseler de yakındaki düşmanlardır. Onların zararına mâruz kalmamak için, önce onlardan başlamak gerekir. Yanındaki akrep sokar, uzaktaki değil. Yakındaki akrepleri temizlemekle işe başlamak en iyi metottur.

"Sen kendi yakın akrabanı uyar" "Yakından baş­la!" emrinden şu hikmeti de çıkartıyoruz: Kâfirlerin hepsini cephe almak doğru değildir. Saldırgan olanlarla mücadele etmek en doğru yoldur. Saldırgan olmayanlarla uğraşmak, İslâm'ın tebliğ metoduna ters düş­mektedir. Günümüzde kâfirlerin saldırganlığında yakınlık ve uzaklık kal­mamıştır. Uzaktaki de çeşitli şekillerde saldırmaktadır. Medya, çeşitli odaklarla saldırısını sürdürmektedir. Saldırının metoduna göre müslümanlar da savunma metodu geliştirecektir.

Uyarıda bulunurken yakından başlamak, yemek yerken yakından başlayıp yemek ve nihayet yakında olan düşmanla savaşa girişmek, ben­zer metotların kullanılmasından ibarettir.

2. "Ve sizde yenilmez bir kuvvet görsünler. " Bu­radaki ÂkUiı el-ğılza kelimesi "sertlik, katılık, direngen, yenilmez kuvvet" mânalarına gelmektedir. Başak kelimesi ile bir araya gelince bu kelime "ekinin kalınlaşıp tanelerinin çıkması" anlamını ifade etmekte ve huyun, tabiatın, sözün, işin ve hayatın şiddetli ve zor olmasını ifade ederken kullanılmaktadır. Yemin kelimesiyle bir araya gelince de "yemini kuv­vetli yapmak, vurgulamak" anlamına gelmektedir.

 

Ğılza Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) Çetin olmak. "Ey Peygam­ber! Kâfirler ve münafıklarla cihad et, ve onlara karşı çetin ol! " (Tevbe 9/73). Buradaki "çetin ol" emri "sert davran" anlamına gelmektedir. Çe­tin olmanın ve sert davranmanın anlamı ödün vermemektir.

2) Kalınlaşmak. Ekin için kullanılınca bu anlama gelmektedir: " Onlar filizini yarıp çıkarmış, git­tikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerinde dikilmiş bir ekine benzerler" (Fetih 48/29). Allah, müslümanların neslini İncil'de bu benzetme ile anlatmaktadır. Bu âyette JsUs-ı istağlaza kalıbı yer almak­tadır.

3) Katı. Bu mânada kalp ile yan yana gelmekte ve kalbin psikolo­jik anlamdaki durumunu ifade etmektedir: "Şayet sen kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından silinip giderlerdi"  (Âl-i  İmrân  3/159). Bu âyette ise ğalîz kalıbında gelmektedir.

4) Ağır, zorlu. Bu anlamda dört âyette yer alan ve ğalîz kalıbında

geçen bu kelime azabın sıfatı olmaktadır: "Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık, onları ağır bir azap­tan kurtuluşa erdirdik" (Hûd 11/58).

5) Sağlam. Bu mânada antlaşmaların sıfatı olmakta ve Kur'ân'da üç âyette geçmektedir: "Vaktiyle siz birbirinizle haşır-neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız" (Nisa 4/21). Bu mânada hukukî bir anlam kazanmaktadır.

6) Acımasız. Bu anlamda Tahrim sûresinin 6. âyetinde meleklerin sıfatı olmaktadır. "Onun başında acımasız, güçlü, Allah 'in kendilerine buyurduğuna karşı gelme­yen ve emredildiklerini yapan melekler vardır." Âhirette cehennemle ilgilenen meleklerin sıfatı olmaktadır.

7)Yenilmez kuvvet. Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sû­resinin 123. âyetinde bu anlamda geçmekte ve müminlerin düşmanlar tarafından tesbit edilecek özelliği olmakta ve kâfirleri müminlere saldır­
maktan caydıracak olan bir tavrın ifadesi halini almaktadır.

Görüldüğü gibi bu kelime ilâhî azabın ve yapılan antlaşmaların sı­fatı olmakta, bir toplumun başka bir topluma karşı takındığı tavrı ve kal­bin psikolojik durumunu belirleyen bir kavram olarak kullanılmaktadır. Tevbe sûresinin 123. âyetinde savaşın düşmana karşı caydırıcı bir kuvvet olması için Allah tarafından konduğu otaya çıkmaktadır. Güç gösterisi­nin koruyucu bir özelliği vardır.

3. "Allah'ın müttakilerle beraber olduğunu biliniz." Âyetin bu kısmında takva ve muttaki kavramına farklı bir mâna verilmektedir. Vatanına ve bağımsızlığına sahip çıkan, manevî değerle­rini koruyan ve bu bilince sahip olan mümine muttaki denir. Bu konuda Allah'ın emrini yerine getiren, düşmana karşı korku salacak gücü göste­ren mümin müttakidir.

Sadece Allah rızası için savaşan müminler Allah'ın beraberliğini elde ederler. Tevbe sûresini 40. âyetinde Hz. Peygamber mağarada arka-daşına "Korkma! Allah bizimle beraberdir", Şuarâ sûresinin 62. âyetinde Hz. Musa İsrâiloğulları'na "Asla! dedi, Rabbim şüphesiz benimle beraberdir, bana yol gösterecektir" buyurması gibi, Allah müttakilerle beraberdir, inancı müminlerin korkusunu azaltacak, cesaretlerini de artıracaktır.[125]

 

Münafıkların Özellikleri:

 

124. Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: Bu sizin hanginizin imanını arttırdı? İman

edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını arttırır ve onlar sevinirler.

125. Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da murdarlıklarına murdarlık katmış ve onlar kâfir olarak ölüp gitmişlerdir.

126. Onlar, her yıl bir veya iki defa imtihan edildikleri­ni görmüyorlar mı? Sonra da ne tövbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.

127. Bir sûre indirildiği zaman birbirlerine bakar: "Si­zi birisi görüyor mu?" diye sorarlar, sonra da giderler. Anlamayan bir kavim oldukları için Allah onların kalp­lerini çevirmiştir.

Bu âyetler münafıkların Kur'ân'a karşı takındıkları tavrı açıkla­maktadır:

1. "Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: Bu sizin hanginizin imanını arttırdı?" Bu ifadeden  anlaşıldığı  gibi  münafıklar Kur'ân'ı okuyorlardı. Fakat gönülleri kapalı olduğu için, Kur'ân'ın manevî hazzı­nı duymuyorlardı. İlâhî vahyin imanın artışı ile bir alâkası vardır. İlâhî vahiy imanı arttırır. Bunu soru halinde gerçek müminlere yöneltiyorlar­dı. Aslında bu soru, bir alay özelliğini taşımaktadır. Sorunun amacı mü­
minleri Kur'ân'a inanmaktan alıkoymaktır. Bunu alay ederek gerçekleş­tirmek istiyorlardı.

Bu soru o dönemde kalmamakta, bir süreç olarak kıyamete kadar devam etmektedir. Her çağda böyle münafıklar çıkıp sözleriyle, kalemle­riyle, kitaplarıyla zehirlerini akıtacaklardır. Allah kıyamete kadar yaşa­yacak rnümin nesillere bir eğitim olsun diye münafıkların yaptıklarını anlatmaktadır.

2. "İman edenlere gelince (bu sûre işte) onların imanlarını arttırır ve onlar sevinirler." Allah Kur'ân'ın gerçekten iman edenlere farklı bir tesirde bulunduğunu, onla­rın imanını arttırıp sevindirdiğini gündeme getirerek, münafıkların soru­sunu cevaplandırmaktadır. Âyetin bu kısmından "imanın artıp artmayacağı" sorununa da bir cevap çıkartıyoruz. Bazı âlimler imanın artmayacağı görüşünü savun­muşlardır. Onlara Enfâl sûresinin ikinci âyetiyle cevap verilmektedir. Allah'ın âyetleri okununca dinleyen müminlerin imanı artar. Aynı konu burada da ele alınmakta ve Kur'ân'ı okuyanların gerçek mümin oldukla­rı takdirde imanlarının artacağına işaret edilmektedir. Fetih sûresinin dördüncü âyetinde şu açıklama yapılmaktadır: "İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O 'dur." Demek ki müminler imanlarına iman katabilmektedirler.

Buradan din eğitimi için şu neticeyi çıkartabiliriz. "İman" denen kalbin eylemi, durağan değil hareket edip merhaleden merhaleye geç­mekte, kendi iç dinamiklerini geliştirip arttırmaktadır. İmanın iç dina-miklerindeki artış, dışarıdan verilen eğitimle gerçekleşmektedir. Başka­larının Allah'ın âyetlerini okuması veya ferdin kendisinin okuması bir eğitim niteliği taşımaktadır.

Âyetlerin okunması, sûrenin indirilmesinin mânası onların anla­şılması için yapılan eğitim birer faaliyetidir. Demek ki bu anlamda din eğitimcileri, inanmayanları imana, inananların imanını artışa geçiren bir eğitim faaliyetini sürdürmelidir. Durup dururken eğitim faaliyeti olma­dan iman artmaz.

"Deney" yapmak suretiyle de iman artarak doyum noktasına ula­şabilir. Hz. İbrahim Bakara sûresinin 260. âyetinde buna dikkat çekmek­tedir. Allah'tan ölüyü nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istemiş, Allah inanıp inanmadığını sormuştu. Öldükten sonra dirilmeye inandığı­nı ancak kalbinin doyum noktasına ulaşması için bu istekte bulunduğunu söylemişti. Bunun üzerine dört kuş ile ona bir deney yaptırıp imanının doyum noktasına ulaşmasını temin etmiştir. Demek ki iman artıyor ve onun artışı doyum noktasına ulaşıyor. Bu noktaya onu ulaştıran şey, de­neysel bilgi olmaktadır.

Din âlimleri tabiat kanunlarını bilmek zorundalar. İlahiyat fakülte­lerinde tabiat bilimlerinin temel konuları öğretilmelidir. Bu konuları bilmeleri ve bilgilerini eğitimlerine katarak halka sunmaları inananların imanını artırıp doyum noktasına ulaştıracaktır. Kulaktan duyulan bilgiler, gözle görülenler gibi olamaz: "Haber, görmek gibi değildir"[126]. Demek ki kulak vasıtasıyla elde edilen duyumlar, gözlemle elde edilen duyumlar gibi olamaz. Dinlemekle gözlem aynı şey değildir. Dinlemekle elde edilen bilgi ile okuyarak, gözlem yaparak elde edilen bilginin arasında kesinlik bakımından farklar vardır.

Âyetteki iman artışına başka bir açıdan bakmak mümkündür: Hz. Âdem'den itibaren her peygamberin ümmeti kendilerine inen ve önceki peygamberlere indirilen vahye inanıyorlardı. Hz. Muhammed'e inanan müminler de önceki peygamberlere indirilene inandıkları gibi Kur'ân'a da inanmakla iman itibariyle bir artış olmuştur. Kur'ân onlara bir ilâve oluşturduğu için, müminin imanına da bir ilâve yapmış olmaktadır.

Bunu Kur'ân'm parça parça gelmesine de uygulayabiliriz: Kur'ân'in vahyedilmeye başladığı anlardaki inandıkları âyet ve sûrelerin sayısı ile daha sonra ilâve edilenler de imanı arttırmaktadır. Her gelen yeni sûre, imana bir ilâve iman eklemektedir. Bu açıdan bakınca ilâhî bilgi dediğimiz vahiy geldikçe imanı arttırıyor. O zaman din âlimleri halka Kur'ân'in bilgisini öğrettikçe onların imanlarını arttırdıklarını bil­melidirler. Böylece iman ile bilgi arasında olumlu mânada bir bağın ol­duğu ortaya çıkmaktadır.

Müminlerin sadece imanı artmıyor, sevinç ve neşeleri de artıyor. İlâhî mesaj onların mutluluğunu hem oluşturuyor hem de arttırıyor. Kur'ân insanların mutluluğunu arttırmak için gelmiştir ve ilâhî eğitimin amacı da budur. Bu tadı alabilmek için gerçek imana sahip olmak gere­kir. Demek ki Kur'ân'in etkinliği insanların gönlüne göre olmaktadır. Din eğitiminde önemli olan, insanların gönlünde iman ışığının kalbe yönelik bilgileri aktarmaktır.

3. "Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da murdarlıklarına murdarlık katıp arttırdı ve onlar kâfir olarak ölüp gittiler." Sûrelerin inişi, kalplerinde iman olanların imanını arttırırken, kalplerinde hastalık olanların murdarlıklarını arttırmış olmaktadır.

"Murdar" diye tercüme ettiğimiz er-rics kelimesi A'râf sûresinin 71. âyetinde açıklanmıştı. "Kalplerinde hastalık olanlar" ifadesinden, manevî kalp hastalarının olduğunu çıkartıyoruz. Maddî anlamda kalbin hastalanması gibi, manevî anlamda da kalp hastalanmaktadır. Kur'ân'da manevî anlamda hastalığın geçtiği yerde kalp kavramı da geçmektedir.

Münafıkların kalbinde hastalık vardır; onlar bu hastalıklarını sür­dürdükçe Allah da onların hastalığını arttırmaktadır (Bakara 2/10). Bu âyete bakarak Tevbe sûresinin 125. âyetindeki murdar kelimesine hasta­lık mânasını verebiliriz. Kalbinden hasta olanlar iki yüzlü davranırlar ve sıfatları münafıklık olur. Bunlar memleketlerine, davalarına, toplumları­na ihanet ederler (Mâide 5/52). Münafıklar müminleri değerlendirirken, dinlerinin onları aldattığını söylerler (Enfâl 8/49). Münafıkların arasına şeytan fitne sokmaktadır (Hac 22/53). Münafıklar, Allah'ın çağrısında kendi aleyhlerinde, yani yaşantılarına uymayan bir hüküm bulduklarında yüz çevirirler, kendilerine uygun bir hüküm bulunca ona boyun eğerler (Nûr 24/48-50). Kalbinden hasta olanlar, Allah ve Peygamberi'nin vaa­dini kuru vaad olarak değerlendirirler (Ahzâb 33/12), münafıklanlar cin­sel sapıklık gösterirler (Ahzâb 33/32), münafıklar, kötü haber yaymayı ahlâk edinirler (Ahzâb 33/60), savaşla ilgili bir âyet inince ölüm baygın­lığı geçirirler (Muhammed 47/20). Allah'ın indirdiği mesajda verdiği misale olumsuz tavır takınarak, "Allah bu misalle ne demek istemiştir?" derler (Müddesir 74/31). Münafıkların düşünce, inanç ve davranışları bu şekilde kendini göstermektedir.

Âyette geçen rics kelimesine Zemahşerî "inkâr"; İbn Abbas, Hâzin ve Nesefî "şüphe"; Muhammed Esed ise "rüsvalık" mânası vermektedir. Bunların hepsi de aynı mânaya gelmektedir.

 

Rics Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) Beyinsizlik. Aklını kullanmayan insanları Allah murdar ilân etmektedir. Demek ki düşünmemek murdarlık anlamına gelmektedir: "Allah akıllarını kullanmayanları murdar kı­lar" (Yûnus 10/100).

2) İmansızlık. İman etmeyenleri de Allah murdar ilân etmektedir:

"Allah inanmayanların üstüne böyle murdarlık verir" (En'âm 6/125).

3) Azap. A'râf sûresinin 71. âyetinde rics, "azap" anlamına gel­mektedir.

4) Günah. Ahzâb sûresinin 33. âyetinde ilgili kelime "günah", "kir" anlamını ifade etmektedir: "Ey Ehl-i beyti Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi terte­miz yapmak istiyor."

Tevbe sûresinin 124. âyetine bakarak buradaki tercihimizi yapabi­liriz: Bir önceki âyette yeni bir sûre inince müminlerin imanını arttırı-yordu. Demek ki sûrelerin inişi, kalbi hasta olanların da inkârını arttır­maktadır. İman kelimesinin karşıtı olan imansızlık âyetteki ricsin anlamı olmaktadır. O zaman Zemahşerî'nin seçimi doğru olmaktadır.

Bu murdarlık ve inkâr nasıl bir inkârdır? Bu inkâr kâfir olarak ölüp götüren bir murdarlık niteliği taşımaktadır, yani vazgeçilmeyen, imana dönüşü olmayan bir imansızlıktır. Bir önceki iman kelimesi bu âyetteki ricsin imansızlık olduğunu belirlediği gibi, bu âyetin son kelimesi de ricsin inkâr olduğu mânasını vermektedir.

Allah, kalbinde şüphe hastalığı bulunduğu için, Allah'ın mesajına alay edercesine tavır takınmanın ne anlama geldiğini anlatarak, aslında insanların bu duruma düşmelerini önlemeyi istemektedir.

4. "Onlar her yıl bir veya iki defa imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tövbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar." Âyette geçen yüftenûn kelimesine bütün müfessirler "imtihan edilmek, denenmek, sınanmak" mânasını vermektedirler. Her yıl bir veya iki defa ifadesini de M. Reşîd Rızâ süreklilik anlamına almaktadır

[127]. Buradaki denenme veya imtihan, münafıkların Hz. Peygamber'le savaşa çıkmak zorunda kalıp, kirli oyunlarının dışa vurulmalarıdır. Baş­ka bir açıdan bakarsak münafıklık özelliklerinin Allah tarafından deşifre edilmesidir. Diğer taraftan imtihan çeşitli belâlara, hastalıklara, kıtlığa ve bunun gibi musibetlere uğramaları anlamına da gelmektedir.

Allah onların "görmeleri"ni istemektedir. Âyetin başındaki "görmüyorlar mı" ifadesi buna işaret etmektedir. Kendi durumlarını görmeleri, kendi kendilerini tenkit ederek tövbe etmeleri ve ibret almala­rı gerekiyordu. Onların en önemli hastalığı, kendi hallerini gösterebile­cek bir gözlem yapmamalarıdır. Bir önceki âyete baktığımızda, inkârın kiri, onların gönlünü kaplaması sebebiyle gönülleri hastalanmıştı. Hasta gönüllerinin ekranına bakıp kendi hallerini göremiyorlardı. Bu sebeple de, imtihan edildiklerinin farkında değillerdi. Görememe, farkında ola­mama, kendini tenkit edememe tövbeyi engellemiş, ibret almayı da bir tarafa itmiştir.

Âyetin anlattığı sadece Hz. Peygamber dönemindeki inkarcı müna­fıklar değildir. Yaşamakta olan her neslin içinde böyle insanların olaca­ğına dair uyarıda bulunulmaktadır.

Âyetin sonunda yer alan ûjjTJu yezzekkerûn kelimesi "öğüt al­mak" anlamına geldiği gibi, "aklını başına alıp düşünmek" mânasına da gelmektedir. Gözlem, değişim ve düşünmek yanlıştan kurtuluşun formü­lüdür.

Burada tövbeyi değişim mânasına aldık, fakat düşünme "öğüt al­mak" mânasına alındığında, gözlem, değişim ve öğüt almak şeklinde sıralamak gerekir. İnsanın iç gözlem yapması erdemin başlangıcını teşkil eder. İnsanın etrafında cereyan eden olayların farkına varabilmek büyük bir erdemdir. M. Reşîd Rızâ'nm yukarıdaki yorumundan hareket eder­sek, insanın her an imtihan edildiği ortaya çıkmaktadır. .

5. "Bir sûre indirildiği zaman, birbirine bakar, 'Sizi birisi görüyor mu' diye sorarlar, sonra da giderler." Münafıklar vahye tahammül edemiyorlar, çünkü vahy onların kötü niyetlerini ortaya koymaktadır. "Birbirine ba­kar" ifadesinde yer alan "bakmak" eylemini "haber vermek" anlamına alabiliriz. Kurtubî bu mânaya dikkat çekmektedir. Her iki mânaya da almak en doğrusudur. Çünkü karşı karşıya olan insanlar birbirine bakar

ama yakın olmayan münafıklar birbirine haber verirler. Nazara fiilinin kullanılmasındaki manidarlık bundandır.

Aslında göz göze gelen insanlar kaş göz hareketleriyle birbirlerine haber iletmekte ve mesaj vermektedirler. Bu kelimeyi tarihî boyutuyla ele alırsak, "bakmak" mânası ağır basar, ama günümüzde ve gelecekteki kitle haberleşme vasıtalarına göre düşünürsek "haber vermek, haberleş­mek" anlamını öne almak gerekir. Kur'ân'ın bir mesajı anlatılınca, mü­nafıklar çeşitli vasıtalarla birbirlerine haber vermektedirler.

Kurtubî'nin naklettiğine göre âyetteki Jbi nezara kelimesine "de­di" anlamının verildiğini Taberî rivayet etmektedir. "Dedi" ile "haber verdi" aynı anlamda buluşmaktadır.

Kaş göz hareketleriyle birbirine bakıp şöyle diyorlardı: Sizi birisi görüyor mu? Dar mânada, münafıklar Hz. Peygamber'le beraber mescidde bulunuyordu. Kendi durumlarını deşifre eden bir sûre inince hem çıkıp gitmek hem de kendilerini kimsenin görmemesini istiyorlardı. Tevbe sûresinin 124. âyetinde bir sûre indirilince, "Bu sûre hanginizin imanını arttırdı, derlerdi."

"Sonra da giderler" ifadesindeki sarafe kelimesi, "kapı gıcırdamak; dişlerini birbirine sürtüp gıcırdatmak; bir şeyi çok çevirip döndürmek, yönlendirmek"; emir kelimesi ile kullanılınca "idare etmek"; lafız kelimesi ile bir araya gelince kelimeleri birbirinden "çekim yapıp üretmek; açıklamak, beyan etmek"; istarafe kalıbından alındığın­da "kazanç için ötede beride çalışmak"; âyette kullanılan insarafa kalıbı da "geri dönmek, ayrılmak, vazgeçmek, terketmek" mânalarına gelmek­tedir.

 

Sarf Kelimesinin Kur'ân'daki Mânaları:

 

1) Uzak tutmak. "Eğer onların tuzaklarını (hile) benden uzak tutmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum! dedi" (Yûsuf 12/33).Kelime bu âyette, bir kimseyi başkalarının tuzaklarından uzak tutup korumak mânasına gelmektedir. Allah'ın kendi âyetlerinde bazı insanları uzak tutması da vardır:     

"Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım" (A'râf 7/146).

Diğer taraftan bu kelime, "azabı uzak tutmak" mânasında da kul­lanılmaktadır: "Ve şöyle derler: RabbimizJ Cehennem azabını bizden uzaklaştır" (Furkân 25/65).

2) Alıkoymak, mani olmak.  "Sonra Allah, denemek için sizi onlardan alıkoydu" (Âl-i İmrân 3/152). Uhud Savaşı'nda müminlerin dünyaya kapılıp gevşeklik göstermeleri sebebiyle düşmanları mağlûp etmelerinden onları Allah'ın alıkoymasını ifade etmektedir. Müslüman­ların onları yenmesine "mani oldu" demektir.

3) Yöneltmek. "Hani cinlerden bir grubu, Kur 'ân 'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik" (Ahkâf 46/29).

4) Çevirmek. A'râf sûresinin 47. âyetinde meçhul kalıbında gel­diğinden "çevrilmek" anlamını ifade etmektedir: "Gözleri cehennem ehli tarafına çevrildiğinde!" (A'râf 7/47). Sanki kendileri değil de gözlerini başkaları çevirecektir. Ayrıca bu keli­menin, "haktan sapıklığa döndürülmek, çevrilmek" anlamı da vardır: "O halde nasıl (sapıklığa) döndürülüyorsunuz" (Yûnus 10/32). Buradaki anlamı "hakikati gözden kaçırmak"tır.

5) Esirgemek. "O gün kim esirgenirse Allah ona rahmetini bağışlamış olur. Bu da apaçık bir kurtu­
luş olacaktır" (En'âm 6/16).

6) Görmezden gelmek. "Al­lah'ın âyetleri hakkında tartışanları görmedin mi? Hakikati nasıl da görmezden geliyorlar." (Mü'min 40/69). Aslında âyet, burada da "nasıl döndürülüyorlar" anlamına gelmektedir.

7) Açıkça ortaya koymak. "Gerçek şu ki, bu Kur'ân'da biz (gerçeği) pek çok yönden açık açık or­taya koyduk ki iyice içlerine sindirsinler. Ne var ki bu sadece onların nefretini artırdı" (İsrâ 17/41). Bunun anlamı derinlemesine ve etraflı bir şekilde açıklamaktadır.

8) Kaçıp kurtulma yolu. "Suçlular ateşi görür görmez, orayı boylayacaklarını iyice anladı­lar; ondan kurtuluş yolu bulamadılar" (Kehf 18/53). Bu âyette "masrif" kalıbında gelmiştir.

9 Dönüp gitmek. Yorumunu yapmakta olduğumuz Tevbe sûresi­nin 127. âyetinde insarafa kalıbında gelmiş ve dönüp gitmek anlamını ifade etmiştir. Âyetteki bu mânayı, bizden uzakta olan insanlarda gör­mek mümkün değildir, ama yazılar, kitaplar, radyo ve televizyon ko­nuşmaları, sempozyumlar bize bunu göstermektedir. O dönemde bu olumsuzluklar yüzyüze cereyan ediyordu.

6. "Anlamayan bir toplum oldukları için Allah onların kalplerini çevirmiştir." Birbirlerine kaş-göz hareketi yaparak gizlice Hz. Peygamber'in yanından sıvışmaları onların anlamayan bir grup olduklarını ifade etmektedir.

Anlamamaları sebebiyle Allah onların kalplerini imandan çevir­miştir. A'râf sûresinin 179. âyetine bakarsak, anlayış merkezinin gönül olduğunu görürüz. Gönül, anlama faaliyetini gerçekleştiremeyince, ilâhî müdahale ile döndürülmeye müsait hale gelmektedir.

Anlayışlarını kullanmayan insanlar Enfâl sûresinin 55. âyetine gö­re canlıların en aşağısı olmaktadır: "Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler" Tevbe sûresinin 127. âyetindeki kalbin Allah tara­fından çevrilmesi, iman etmemesi anlamına gelmektedir.

Âyetin analizi sebep-sonuç ilişkisine göre yapılmaktadır. Onların anlamaları sebep, Allah'ın kalplerini çevirmesi de sonuç olmaktadır. Bu demektir ki Allah sebepsiz yere insanın kalbini sapıklığa döndürmez. Kulun gönlü bu döndürmeyi ister ve Allah da onun isteğini yerine geti­rir. Çünkü kural, iyiyi Allah ister Allah yaratır, kötüyü kul ister Allah yaratır şeklindedir.[128]

 

Şefkat-Merhamet Ve Hz. Muhammed:

 

725. Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ge­lir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.

Âyetin analizinden şu neticeleri çıkartmak mümkündür:

1. "Andolsun size kendinizden bir pey­gamber gelmiştir." "Kendinizden" ifadesini iki mânaya alabiliriz. Birin­cisi insanlara, insan olan birini peygamber olarak seçmiştir. Bunu beşerî alana indirgersek, her toplum kendi eğitimcisini kendi içinden seçmeli­dir. Her millet gençliğini kendi içinden yetiştirdiği öğretmenlerle eğit­melidir.

İbrahim sûresinin dördüncü âyetine göre, Allah her peygamberi kendi toplumunun dili ile göndermiştir. Bu demektir ki siyasetçi ve eği­timciler her toplumun kendi içinden çıkmalıdır. Başka idarecilerin yöne­timi altına girmek, başkasının boyunduruğu altına girmekten başka bir şey değildir. Başka eğitimcilere gençliğini teslim etmek, kendi kültürünü ve neslini kaybetmektir.

İkincisi de sizi en iyi anlayacak, meselelerinizi çözüme ulaştıracak olan kişinin kendi içinizden olması gerekiyordu. "Kendinizden" ifadesi Arapça olarak min enfüsiküm şeklinde açıklanmıştır. Nefis kelimesi burada toplumsal kendiliğindenliği ifade etmektedir. Fertlerin nefisleri bir araya gelince, toplumsal nefis meydana gelmektedir. Top­lumsal nefsin içinden peygamber çıkmaktadır.

Bu peygambere inanmak ve ona tâbi olmak bağımsızlığın ifadesi­dir. Çünkü köle ruhlu insanlar, kendi içlerinden çıkan peygamberlere, liderlere tâbi olmazlar. Bu konu ile ilgili olarak Elmalılı Hamdi Yazır'ın Kamer sûresinin 24. âyetine yaptığı tefsire bakılabilir.

Bu Peygamberin halka karşı tutumu şöyle âyetin devamında anla­tılmaktadır:

2. "Sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir."

a) 'Kendisine inananların sıkıntıya uğraması ona ağır gelir' ifadesi, Hz. Peygamber'in halkının sıkıntısını kendi sıkıntısı, dertlerini kendi derdi edindiğini ispat etmektedir. Âyetin bu kısmındaki el-azîz ke­limesi "ağır gelmek, büyük bir yük altına girdiğini hissetmek, belâyı defedemeyecek hissine kapılmak" mânasına gelmektedir. Âyetteki el-'anet kelimesi de "altından kalkılamayacak sıkıntıya düşmek" demek­tir. Bu kelime Kur'ân'da beş âyette geçmektedir:

1. Âl-i İmrân sûresinin 118. âyetinde düşmanların müslümanların düşmesini istedikleri sıkıntıyı ifade için kullanılmaktadır: "Hep sıkıntıya düşmenizi isterler."

2. Hucurât sûresinin yedinci âyetinde Hz. Peygamber'in pek çok işte, halkına uymasının, halka vereceği sıkıntıyı mânalandırmaktadır:  "Şayet O, birçok işte size uysaydı, sıkıntıya düşer­diniz. "

3. Bakara sûresinin 220. âyetinde yetimlerin durumunu toplumun sorumluluğuna vermektedir. Onlar bir sıkıntı içindedir. Onlarla ilişki kuranların, kendilerinin de böyle bir sıkıntı içinde olabileceklerine dair empati yapmaları istenmektedir. Çünkü Allah onları da sıkıntıya düşüre­bilirdi: "Eğer Allah dileseydi, sizi de sıkıntıya (zahmet ve
meşakkate) sokardı."

4. Nisa sûresinin 25. âyetinde zina günahının doğurduğu sıkıntıyı ifade etmektedir: "Bu, içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir."

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de, müslümanların düş­tüğü sıkıntı yani zahmet ve meşakkati ifade etmektedir.

a) "O, size çok düşkündür." Hz. Peygamber'in kendine inananlara düşkün olduğu açıklanmakta ve bunun Hz. Peygamber tara­fından ifade edilemeyeceğine işaret edilmektedir. Bu durumu günümü­zün devlet adamlarına indirgersek, devleti yönetenler halkla bütünleşme­li ve onları sevmelidirler.

b) "Müminlere karşı çok şefkatli ve merhametli­dir. " Şefkat ve merhamet peygamber ahlâkının en belirgin özelliğidir.
İman etmek, peygamberin şefkat ve merhametini kazanmaya vesile ol­maktadır.

Şefkatle, merhametle muamele etmek, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmaktır. Hz. Peygamber bu ahlâk ile ahlâklanıyor, onu da tatbikî olarak müminlere öğretiyor. Ama onun bu tutumunu yine Allah mümin­lere karşı dillendirmektedir. Şefkat ve merhametin ilâhî ahlâk olduğunu Bakara sûresinn 143. âyetinde gördük:

"Zira Allah, insanlara karşı şefkatli ve mer­hametlidir. " Hz. Peygamber bu sıfatların cüz'îsini, kısmîsini yeryüzüne indirmekte ve inananlara öğretmektedir. Yani bu âyet gereği Hz. Pey­gamber Allah'ın şefkat ve merhamet sıfatlarını ümmetine yönelik olarak uygulamaya koymaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki Hz. Peygamber başkasının çektiği sı­kıntıya ortak olur. Onlara düşkün olduğunu sevgisi ile açığa vurur, şefkat ve merhametle muamele eder. Bu özellikler toplumu yönetenlerde, iş verenlerde, öğretmenlerde ve anne babalarda bulunmalıdır. Bunlar hu­kukun bile çözmekte zorlandığı pek çok şeyi çözecektir.[129]

 

Yuz Çevirenlere Söylenecek Soz:

 

129. Yüz çevirirlerse de ki: Bana Allah yeter; O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O 'na güvenip dayanırım. O yüce arşın sahibidir.

1. "Yüz çevirirlerse!" Kimden veya hangi şeyden yüz çe­virmektedirler? Bu sorunun cevabını Râzî vermektedir: Hz. Peygamber'den, Allah'a itaat ve Peygamber'i tasdikten, Tevbe sûresinde geçen güç tekliflerden, cihadda Hz. Peygamber'e yardım etmekten yüz çevirir­lerse!"[130].

Yüz çevirenler müşrikler, kâfirler ve münafıklardır. Özel mânada alırsak bunların, Tevbe sûresinin 127. âyetindeki münafıklar olduğunu söyleyebiliriz. "Bir sûre indi­rildiği zaman birbirlerine bakar sizi birisi görüyor mu? diye sorarlar. " İşte buradaki giderler, yüz çevirip gitmeyi ifade etmektedir.

2. "De  ki:  Bana Allah yeter."  İnsanların  Hz. Peygamber'den yüz çevirmelerinin onda bir üzüntü yaratması doğaldır.
Bu üzüntüyü gidermenin yolu, Allah'ın kendisi ile beraber olduğu ve ona yeterli olacağını bilmesidir. Bu da şunu ifade ediyor: İnsanların haksız yere desteğini çektiği durumlarda Allah'ın yeterliliğine inanıp
ruhunu ona yoğunlaştırmak manevî olgunjuğu ifade etmektedir. Allah yarattığı insana yeterlidir de keşke insan bunu bilse ve bunun farkında olsa! Allah kendi yeterliliğini burada gündeme getirerek, itilmiş, yalnız
bırakılmış insanların manevî dengelerinin bozulmasını engellemektedir.

3. "Ondan başka ilâh yoktur." Yeterlilikten sonra onun "bir"liği gündeme getirilmektedir. Bu sayede tevhid inancı öğretilmek- tedir. Yüz çevirmelerine rağmen münafıklara Allah'ın yeterliliği ve tek­liği hususunda ders verilmektedir. Bu öğretim faaliyeti de onların inkârı ile verilen bir cihad niteliğini taşımaktadır.

4. "Ben  sadece  O'na güvenip dayanırım." Bütün görevler yerine getirdikten sonra Allah'a güvenip dayanmak en önemli metotlardan biridir. Tebük seferi için gerekli faaliyetler, hazırlıklar yapıldıktan sonra Allah'a tevekkül etmek, yani dayanmak müslümanın hayat tarzı olmaktadır.

5. "O yüce arşın sahibidir." Buradaki arş"kudret ve hükümranlık" makamını ifade etmektedir. Allah'ın, yaratıklar
üzerindeki hâkimiyetine sonsuz kudretine arş denmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki bu âyette Allah'ın yeterliliği, tekliği ve hükümranlığının sonsuz olduğu konularında ders verilirken, din eğitim­cilerinin Allah'ı nasıl tanıtacaklarına da bir açılım getirilmektedir. [131]

 

Tevbe Suresinden Çıkan Neticeler:

 

Bu sûrede:

1. İnsanlar arasında bir antlaşma hukukunun doğmasına ve antlaş­mayı tek taraflı bozmanın yanlışlığına dikkat çekilmiş, bu konuda ihtar çekmemin önemi vurgulanmıştır (âyet:l).

2. Hacc-ı ekber denen en büyük hac kavramı gündeme getirilmiş, bu günde bütün insanlığa bir bildiri verildiği söylenmektedir (âyet: 3).

3. Savaşın yapılmaması gereken haram aylar ilkesi geçmişin kültü­ründen alınarak insanlığın hayatına sokulmuş ve bunun üzerinde hukuk geliştirilmiştir (âyet: 5).

4. "Din kardeşi" kavramı insanlığın hayatına sokulmuştur (âyet: 11)

5. Allah'ın mescidlerini imar etmenin, Allah'a ve âhirete imanın, samaz kılmanın, zekât vermenin Allah'tan korkmanın işareti olduğu söylenmiştir (âyet: 18).

6. Allah'tan, Peygamberi'nden ve O'nun yolunda cihaddan daha fazla nelerin sevilemeyeceği açıklanmıştır. Böylece sevgi denen duygu­nun eğitilmesi gündeme alınmıştır (âyet: 24).

7. Savşlarda Allah'ın nasıl yardım ettiği açıklanmaktadır (âyet: 25-16).

8. Müşriklerin necis olduğu ilân edilip, Mescid-i Haram'a yakla­şamayacakları hükme bağlanmıştır (âyet: 28).

9. Yahudilerin Hz. Üzeyir'in, hıristiyanların Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söylemeleri bize nakledilerek, nasıl şirk koştuklarına işareî edilmiş, aynı hataya müslümanların da düşmesi engellenmiştir. Daha
sonra da yahudilerin hahamlarını, hıristiyanların da papazlarını rabler edindikleri bildirilmiştir (âyet: 30-31).

10. Meşru olmayan yollarla halkın mallarını yiyen din adamlarının durumu ele alınmış, onlara nasıl bir ceza verileceği açıklanmıştır (âyet: 34-35).

11. Hiç kimsenin Allah'ın nurunu ağzı ile söndüremeyeceğini, di­ğer bütün dinlere üstün gelmesi için peygamberini hak din ile gönderdi­ğini bildiren Allah'ın, hak ile bâtılın mücadelesinde haktan yana tavır koyacağı vurgulanmaktadır (âyet: 32-33).

12. "Allah yolunda savaşa çıkınız" dendiği zaman yere çakılıp ka­lan müslümanların davranışlarının sebeplerini sorgulayan, bu konuda tembellik göstermenin, manevî değerleri savunmasız bırakmanın siyasî erkin kaybedilmesine işaret eden, bizzat kendisinin Hz. Peygamber ve onun davasına yardım edeceğini ilân eden Allah bunun tatbikatını bizzat mağara olayında yaptığına dikkat çekilmektedir (âyet: 38-40).

13. Tevbe sûresinin 42. âyetinden itibaren iki yüzlü davranmayı ahlâk edinen münafıkların psikolojik yapılarıyla davranışlarını derinle­mesine açıklayıp müminlerin iç âlemleri ile davranışları mukayese edil­mektedir.

14. Münafıkların ruh hallerinin gerçek hayat şartlarında gösterdik­leri tepkilerle ortaya çıktığı anlatılırken, özellikle savaş durumları onla­rın bu özelliğini ele vermektedir. Münafıklar, Tebük seferi gibi zor bir
eylemde kendi iç âlemlerini, şüpheci durumlarını ortaya koymuşlardı. Zor şartlar altında onların bozgunculuk (fitne) çıkarmayı ahlâk edindik­leri deşifre edilmiştir. Bir insana iyilik dokunduğunda üzülürler, kötülük
dokunduğunda sevinirler (âyet: 48-50).

15. Münafıkların, özellikle infak ibadetlerindeki tavırları ele alın­makta ve onu kerhen yerine getirdikleri vurgulanmaktadır. Onlar sadaka verdiklerinde kerhen, aldıklarında da tatminsiz davranırlar (âyet: 58).

16. Zekatın kimlere verileceğinden söz edildikten sonra tekrar mü­nafıkların durumlarına dönülmüştür ki onlar Hz. Peygamber'e karşı tavır takınırlar, onu incitmek için ellerinden geleni geri koymazlar, yalan yere yemin ederek ikna etmeye çalışırlar ve Kur'ân'in sûre ve âyetlerine karşı alaycı bir tavır takınırlar. Münafıklar iyiden meneder kötüyü emrederler, cimridirler. Allah'ı unuttuklarından Allah da onları unutur. Eövlc davranmalan sebebiyle Allah onlara fâsık damgasını vurmuştur (âyet: 60-67)

17. Bu insanlar için Hz. Peygamber veya diğer müminler istiğfar etseler de kabul edilmeyecektir. Allah yolunda cihada asla çıkmak iste­mezler. Münafıkların cenaze namazının kılınmayacağına dair hüküm bu sûrede verilmiştir (âyet: 80-84).

18. Bunların gönüllerini Allah mühürlediğinden anlayış kapasitele­ri körelmiştir. Bu insanlara asla güvenilmeyeceği uyarısında bulunul­maktadır. Onlar manen murdardırlar. Münafıkların bir şehirde bir de
kırsal kesimde yaşayanlarının olduğuna dikkat çeken Allah, kırsal ke­simde yaşayan bedevî münafıkların küfür ve nifakta daha şiddetli olduklan uyarısında bulunmuştur. Münafıklıkta maharet kazananları tanımak,
onların davranışlarındaki ikiliğin farkında olmanın imkânsızlığına dikkat çekilmiştir (âyet: 87-101).

19. Münafıkların yaptırdığı mâbedde namaz kılınamayacağını, orun "mescid-i dırâr" olduğunu yani "insanlara zarar vermek" için kurul­duğunu hükme bağlayan Allah, onların inkâr, nifak ve düşmana yardım,
îtmek için mâbed kurduklarını, ama onların iyilikten başka bir şey iste­mediklerine dair yemin ettiklerini açığa vurmaktadır (âyet: 107).

20. Onların kurduğu müesseseler kalplerini parçalayan bir kuşkuya dönüşecekti. Münafıklığın doğuştan gelmeyip, kişinin içinde bulunduğu grubun etkisinde kalıp münafıklığa bulaştığına işaret eden Allah, doğru
insanlarla arkadaşlık edinilmesini bildirmiştir (âyet: 110-119).

21. Münafıklar kalben hasta olduklarından Kur'ân'm sûrelerinin ters anlamda etkisinde kalır ve murdarlıklarına murdarlık katarlar. İbret alıp tövbe etmezler. Başlarına gelen belâların analizini yapıp yanlış ha­reketlerinden vazgeçmezler. Allah'ın âyetlerine sırtlarını döndüklerinden Allah da onların gönüllerini çevirmektedir (âyet: 125- 127).

Allah münafıkların durumunu anlatmakla iki amacı gerçekleştir­mektedir: Birisi müminlerin onların iyi davranmalarına aldanmamaları, diğeri de müminlerin onlar gibi olmamalarıdır.

22. Nihayet Tevbe sûresi Allah'ın yeterliliğini, tekliğini, güvenile­cek yegâne güç olduğunu, kudret ve hükümranlığının sonsuz olduğunu

gündeme getirmektedir. Tevbe sûresinin içeriğinden Enfâl sûresinin bir devamı olduğu anlaşılmaktadır. Bedir Savaşı ile Tebük seferinin canlı örnekler olarak ele alınıp insanlık için önemli hükümler konmaktadır. Bu sûrede tarihî olgulardan evrensel hükümlere gidişin metodu takip edil­mektedir.[132]

 



[1] Tirmizî, "Tefsir, Sûre", 9.

[2] Fethu'l-Kadîr, H, 331.

[3] Kadı Beydâvî, 111,126.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/107-109.

[5] Lane, 1, 178'den nakil

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/111-116.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/116-117.

[8] Buhârî, "Hac", 132; Ebû Dâvûd, "Menâsik", 66; İbn Mâce, "Menâsik", 76.

[9] Muhammed Esed, a.g et} s. 346, 3. Dipnot.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/118-123.

[11] a.g.e., IV, 274.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/123-127.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/127-129.

[14] Lane, 1, 75'den nakil.

[15] Râzî.

[16] Kurtubî.

[17] Kurtubî, a.g.e.t VIII, 143.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/129-140.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/141-142.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/142-143.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/144-145.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/145-147.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/147-149.

[24] Râzî, a.g.e., XI, 438.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/149-152.

[26] bk. Râzî, Kurtubî.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/152-156.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/156-158.

[29] Râzî, a.g.e., XI 447-448.

[30] İbn Abbas'ın A'râf sûresinin 29. âyetindeki adalete verdiği mâna budur.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/158-163.

[32] Buhârî, "Hibe", 29, "Cizye", 18, "Edeb", 8; Müslim, "Ze-kâf\ 50; Ebû Dâvüd, "Zekât" 34.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/163-168.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/169-174.

[35] Yazır, a.g.e., IV,311.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/174-176.

[37] a.g.e., IVT 314.

[38] Ebû Dâvûd, "Harâc", 32; Tirmizî, "Zekât",11.

[39] Ebû Dâvûd, "Harâc", 32.

[40] Muhammed Esed, a.g,e., s. 356.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/177-182.

[42] Muhammed Esed, a.g.e., s. 356.

[43] Encyclopedia Britannica, 1963, IX, 15'den nakil Muhammed Esed, a.g.e,, 356.

[44] Çıkış, 4/22-23.

[45] Yaremya, 31/9.

[46] Râzî, a.g.e., XI, 484.

[47] Tirmizî, "Tefsir", 9-10.

[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/183-189.

[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/189-193.

[50] İbn Hanbel, Müsned, 1/101, 137, 138, 412,415, 421, 457; 2/356, 429, 493; 5-366; Ebû Dâvûd, "Büyü", 34; îbn Mâce, "Zekât", 18.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/194-198.

[52] Buhârî, "Tefsîru Sûre 9", 8; "Bed'ü'1-halk", 2; "Megâzî", 77; "Edanı", 5; Müslim, "Kasâme", 29; Ebû Dâvûd, "Menâsik", 67.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/198-202.

[54] Yazır, a.g,e.. IV, 331-333.

[55] Buharı, "Tefsîru sûre 9" ,8; "Bed'ü'l-halk", 2; "Megâzî", 77; Müslim, "Kasârne", 29; Ebû Dâvûd, "Menâsik",67.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/202-206.

[57] Râzî, z.g.e., IX, 520; Muhammed Esed, a.g.e., s. 359-360, 381-382; Reşîd Rızâ. Menâr, X, 493'den nakil.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/207-216.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/217-226.

[60] Râzî, XII, 10, îbn Cüreyc'den nakil.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/227-229.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/229-236.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/236-239.

[64] Buhârî, "Menâkıb", 25, "Edeb", 95; Müslim, "Zekât", 142,148

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/239-246.

[66] Ebû Dâvûd, "Zekât", 23.

[67] Buhârî, "Zekât", 1; Müslim; "İman", 29

[68] Buhârî, "Megâzî", 56; Müslim, "Zekât", 132.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/246-252.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/252-255.

[71] Râzî, a.g.e., XII, 71.

[72] Râzî, a.g.e., XII, 74.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/255-259.

[74] Kurtubî, a.g.e., VIII, 316.

[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/260-266.

[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/266-269.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/269-274.

[78] Buhârî, "İman", 24; "Mezâ­lim", 17; "Cizye", 17; Müslim "İman", 106.

[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/275-285.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/285-287.

[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/287-289.

[82] Buhârî, "Tef-sîr", 9, "Sûre", 12; Müslim, "Fedâilü's-sahâbe", 25, "Sıfâtü'l-münâfıkîn", 3; Nesâî, "Cenâiz", 40, 69; İbn Mâce, "Cenâiz", 31.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/290-294.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/295-299.

[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/299-302.

[86] Râzî, a.g.e., XII, 129.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/302-304.

[88] Buhârî, "İman", 42; Müslim, "İman", 95; Ebû Dâvûd, "Edeb", 59; Müs­lim, "İman", 95; Ebû Dâvûd, "Edeb", 59; Tirmizî, "Birr", 17; Nesâî, "Bey'at", 31.

[89] Buhârî, "Eyman", 18; Müslim, "Eyman", 9.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/304-308.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/308-310.

[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/310-312.

[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/312-314.

[94] a.g.e., IH. 266.

[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/314-322.

[96] Kurtubî, a.g.e., VIII, 368.

[97] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/322-326.

[98] Râzî, a.g.e., XII, 151; Kurtubî, a.g.e., VII, 375.

[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/327-329.

[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/330-331.

[101] Buhârî, "Zekât", 64; "Daavât", 19, 33; Müslim, "Zekât", 176; Ebû Dâvûd, "Zekât", 7.

[102] Zemahşerî, a.g.e., II, 63.

[103] Râzî, a.g.e., XII, 177.

[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/332-343.

[105] Kurtubî, a.g.e., VII, 395.

[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/343-353.

[107] Vahidî, Esbâbü Nüzûli'l-Kur'ân, s. 266; Süyûtî, ed-Dürrü'l-mensûr, IV, 294'ten Kurtubî a.g.e., VIII, 413'te nakletmektedir.

[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/353-357.

[109] ed-Dürru'l-Mensûr, IV, 297-298.

[110] Ebû Dâvûd, "Cihâd", 6.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/357-361.

[112] Nesâî, "Cenâiz", 102; Tirmizî, "Tefsîr", 9, "Sûre", 16.

[113] bk. ed-Dürrü'l-mansûr, IV, 305.

[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/361-370.

[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/371-374.

[116] Kurtubî, a.g.e., VIII, 435.

[117] a.g.e., II, 218.

[118] Müslim, "Birr", 105; Ebû Dâvûd, "Edeb". 80; Tirmizî, "Birr", 46

[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/374-384.

[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/385-391.

[121] Zemahşeri, cı.g.e., II, s. 220

[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/391-393.

[123] İbn Mâce, "Mukaddi­me", 17.

[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/394-396.

[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/396-400.

[126] Ahmed b. Hanbel, I, 215, 271.

[127] Reşîd Rıza, a.g.e., XI, 83.

[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/400-409.

[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/410-412.

[130] Râzî, a.g.e., XII, 245.

[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/413-414.

[132] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 8/415-418.