- 9 -
TEVBE SÛRESİ
Mushaf’ımızdaki
sıralamaya göre 9, nüzûl sıralamasına göre 113, tıval kısmının ise 7. sûresi
olan Tevbe sûresinin âyet sayısı 129 olup Medine’de nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin
Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile
halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi
işitensin, her şeyi bilensin.
Sûrede
Tebûk seferinden geri kalan Müslümanların durumları, muhasebeleri ve tevbeleri
konu edildiği için sûrenin adına Tevbe sûresi denmiştir.
Tabii sûrenin bundan başka da
isimleri vardır. Bunlardan birisi “Fadıha” dır. Yalancıları, suni bir takım mâzeretlerin
arkasına saklanıp Allah ve Resulünü aldatmaya çalışan münâfıkları deşifre eden,
peygambere ve mü’minlere eziyet verenleri, mü’minlerin sadakalarını
küçümseyenleri, mescid-i dırar faaliyetlerine girerek Allah ve Resulüne karşı
komplolar peşine düşenlerin maskelerini düşürüp rezil rüsva eden mânâsına.
Yine sûrenin bir başka adı da
“Berae”dir. Küfürden, Kâfirlerden, şirkten ve müşriklerden teberrî etmek, hem
de bir ültimatomla onlardan uzaklaşmak, onlarla ilişki kesmek mânâsına Berae
sûresi denilmiştir.
Sûre
kitabımızın sûreleri arasında başında besmele olmayan, besmelesiz başlayan tek
sûredir. Kur’an’da başında besmele olmayan başka bir sûre yoktur. Bunun sebebi
konusunda kitapla alâkalı söz söyleme yetkisinde olan selef âlimlerimiz çok
farklı şeyler söylemişler. Sahâbe-i Kirâm efendilerimizden kimileri aralarındaki
mânâ ve muhteva benzerliğinden dolayı bu sûreyi Enfâl sûresiyle bir kabul
etmişlerdir. Bir kısmı da bu iki sûreyi ayrı ayrı iki sûre kabul etmiş-lerdir.
Ve arada besmele yazmayarak bu iki görüşün ikisini de doğrulamışlardır. Böylece
bu sûreler hem müstakil birer sûre, hem de besmele yazılmadığı için tek sûre
özelliğindedir. İbni Abbas efendimizin bu konuda bir beyanı var.
Kitabımızın en son inen
sûrelerinden birisi olduğu için daha önceki inen sûrelerin kitapta yerleştirileceği
yeri beyan eden Ra-sulullah efendimiz bu sûrenin yerini söylemeden âhirete
irtihal buyurdu. Biz de bu iki sûre arasındaki muhteva benzerliğine baktık ve bu
sûrenin müstakil bir sûre mi, yoksa Enfâl sûresinin devamı mı olduğu konusunda
bir karara varamadık. Onun için bu sûreyi Enfâl’ın arkasına yerleştirdik
buyurur. Bunun dışında öteki söylenenleri sıralamaya gerek görmüyorum.
Sûrede
küfür ve şirkle uzlaşmanın olamayacağı, küfür ve şirkle imanın koalisyonunun
reddi gündeme getiriliyor. Allah’a Allah’ın istediği şekilde inanmadıkları
halde iman gösterisinde bulunan münâfıklar gündeme getiriliyor. Mü’minlerin
Kâfir ve münâfıklarla hukukî ilişkileri karara bağlanıyor. Toplumlar arası
ilişkiler ortaya konuyor. Anlaşmaların iptal edilmesinin ilkeleri anlatılıyor.
Savaş hukuku ele alınıyor. Sonra Allah ve Resulünün istediği bir savaştan geri
kalanların öz eleştirileri yapılarak savaştan kaçmanın yasası, sorumlulukları
ortaya konuyor. Sonra da bu hususlarla alâkalı tevbe gündeme getiriliyor
1,2. “Allah'tan ve Peygamberinden, kendileriyle antlaşma
yaptığınız müşriklere ihtardır: Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz.
Allah'ı âciz bırakamayacağınızı, Allah'ın inkârcıları rezil edeceğini bilin.”
Evet bu sûre, bu âyetler
müşriklerden kendileriyle ahit yap-tıklarınıza, anlaşma imzaladıklarınıza Allah ve Resulünden kesin bir ihtardır, bir
uyarıdır, bir ültimatomdur, bir ilişik kesme ilânıdır. Onlarla tüm ilişkilerinizin
kesildiğinin, tüm anlaşmalarınızın ilga edildiğinin notasıdır bu. Rabbimiz
sûrenin bu ilk âyetiyle Rasulullah ve Müslü-anların müşriklerle aralarında
gerçekleştirdikleri tüm anlaşmaları feshetti. Tüm ilişkileri ilga etti. Hani
Enfâl sûresindeki müşriklerle yapılan anlaşmaların feshi açıkça ilân edilip
karşı tarafa bilgi verilmeden onlara karşı savaş açmanın caiz olmadığını
öğütlüyordu ya, işte bu âyetiyle de Rabbimiz bu feshin açıkça ilânını yapıverdi.
Ey
müşrikler, artık bundan sonra, bu ültimatomdan, bu fe-sihten, bu ayrışmanın deklaresinden sonra yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Ve ne
yaparsanız yapın Allah’ı âciz bırakamayacağınızı unutmayın. Allah’ın mutlak
sûrette Kâfirleri rezil rüsva edeceğini bilin. İşte bu size Allah ve Resulünden
bir ültimatomdur.
Allah’ın
Resulü bu âyetler nâzil olunca hemen daha önce hac emiri olarak Mekke’ye
gönderdiği Ebu Bekir’in arkasından Hz. Ali efendimizi göndererek bu âyetleri,
bu ültimatomu orada herkese tebliğ etmesini emretti. Hac mevsimi olduğu için bu
âyetlerin herkese duyurulması daha çabuk ve kolay olacaktı. Hz. Ali efendimiz
orada İslâm’ın mutlak egemenliğini, şirkin ve küfrün yok sayıldığını herkese
ilân etti. Bundan böyle size dört ay daha serbest dolaşım izni tanınmıştır.
Ama bilesiniz ki artık asla
Allah’ı ve Resulünü atlatamayacaksınız. Bundan böyle artık önceden yaptığınız
gibi Allah ve Resulüyle yaptığınız anlaşmalara ihanet edemeyeceksiniz. Bundan
sonra artık müşrikler ya Allah desteğindeki mü’minlerle bir var oluş yok oluş savaşını
göze alacaklar, bir savaş hazırlığı içine girecekler, ya İslâm egemenliğinin
ilân edildiği o bölgeyi, o ülkeyi terk edip gidecekler, ya-hut da Allah ve
Resulüyle savaşımlarından vazgeçip akıllarını başlarına alıp Müslüman
olacaklar. Böylece hem dünyalarını, hem de âhi-retlerini kurtarmış olacaklar.
Bunların dışında başka bir seçenekleri kalmıyordu.
Haydi buyurun dört ay daha
serbestçe gezip dolaşın. Bu süre içinde bizden size bir zarar dokunmayacaktır.
Size düşünüp karar verebileceğiniz bir süre tanınmıştır. Ama şunu kesinlikle
bilesiniz ki artık eski itibarınızı korumanız imkânsızdır. Eğer inkârda, küfür
ve şirkte, Allah’a yetki sınırlaması getirip, Onun yetkilerini kendinizde
görmeye devam ederseniz kesinlikle bilesiniz ki Allah sizi onursuzluğa,
zillete, horluğa, alçaklığa mahkum edecektir. İman onurunu kabullenmezseniz
Allah sizi utanç içinde bırakacaktır. Gelin kendi kendinizi onursuz bırakıp
kendi kendinize hakaret etmeyin. Gelin kendi kendinize yabancılaşıp kendi
kendinize saygısızlık yapmayın. Gelin hem Allah’la, hem de kendinizle bir
güvenlik, bir barış anlaşması içine girin.
Artık
Allah’ın dini egemen olmuş ve Kâfirlerde ve müşriklerde savaşacak bir güç de
kalmamıştı. Rabbimizin rahmeti ve hikmeti gereği onlara iman etmeleri için
tanıdığı süre de tamamlanmıştı. Geri kalan bu dört aylık süre de yine
savaşacaklarsa hazırlık yapabilecekleri, ya da araştırıp iman edeceklerse buna
imkân verecek bir süreydi. İşte Rabbimiz onlara bu fırsatı da lütfediyordu.
3. “Allah'ın ve peygamberinin, müşriklerden uzak oldu-ğunu,
büyük hac günü, Allah ve peygamberleri insanlara ilân eder. Eğer tevbe
ederseniz, bu sizin için daha hayırlı olur, yüz çevirirseniz, bilin ki siz
Allah'ı âciz bırakamazsınız. Ey Muhammed! İnkar edenlere can yakıcı azabı müjdele.”
Yine Allah ve Resulünden büyük
hac günü tüm insanlığa yapılmış bir ilân, bir duyurudur ki Allah ve Resulü
kendisine şirk koşanlardan, kendisine yetki sınırlaması getirenlerden
kesinlikle ilişiğini kesmiştir. Bu herkesin kulağına bir ezandır ki Allah ve
Resulü müşriklerden kesinlikle beri olmuştur.
“Haccu’l Ekber” ifadesi kullanılmıştır. Hac
günleri, hac zamanı, Arafa gününden başlayarak Mina günlerinin sonlarına kadar
olan zamandır. Zira Tirmizi’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde Rasulullah
efendimiz:“Elhaccu arafatun” “Hac Arafa’dır” buyurduğu, yine Buhârî’de:
“Haza yevmü’l Haccu’l ekber” “İşte bu büyük hac günüdür” buyurduğu
rivâyet edilmektedir. Veya Arapların umreye “Haccu’l asgar” Hacca da
“Haccu’l Ekber” tabiri kullandıkları bilinmektedir.
Umre senenin bütün günlerinde
yapılabildiği halde Bakara’nın da beyanıyla hac belli günlerde yapılmaktadır ve
o gün Arafa’dır diyor Rasulullah efendimiz. Buna göre günümüzde sünneti
diskalifiye ederek kendi aklını, mantığını din kabul eden kimi hainlerin demeye
çalıştıkları gibi artık Arafa günü olan Zilhiccenin dokuzuncu gününün dışında
bir günde Arafat’a çıkıp hac yapabilirim demeye hiç bir Müslü-manın hakkı ve
selahiyeti yoktur. Efendim işte insanlar çoğaldı, hacda izdiham oluyor, artık
bu hac işini diğer aylara da yaymak zorundayız. Kimimiz Muharrem ayında,
kimimiz Zilhiccede hac yapabilmeliyiz demeye kimsenin hakkı yoktur.
Hac bellidir, hac ayları da bellidir.
Bu yasa Hz. İbrahim (a.s) döneminde belirlenmiş, Rasulullah (a.s) döneminde de
bu yasa aynen pratikte uygulanmıştır. İlk önce Hz. Ebu Bekir Efendimiz bunu
pratikte göstermiş, sonra da Allah’ın Resulü veda haccında bizzat bunu pratikte
göstermiştir. Bundan sonra artık hiç birimiz istediğimiz zaman hac yapabiliriz
diyemeyiz kıyâmete kadar.
Bundan
sonra, bu ilândan sonra eğer tevbe ederseniz, bu küfür ve şirk
programlarınızdan vazgeçip Müslüman olursanız, Rab-binizle daha önce
gerçekleştirdiğiniz fıtrî anlaşmalarınıza riâyet eder, ahidlerinize sadık
davranırsanız elbette bu sizin için daha hayırlı olacaktır. Çünkü Allah’a karşı
hainlik yapan insanların, O’nun kullarına karşı dürüst davranmaları mümkün
değildir. Allah’ın hukukuna riâyet etmeyen insanlardan, kulların hukukuna
riâyeti beklenemez.
Eğer Rabbinize verdiğiniz fıtrî
ahidlerinize geri dönerseniz, kendinizden ve Rabbinizden uzaklaşmaktan vazgeçip
kendinize gelirseniz, kendinizle barışık hale gelirseniz, akıllarınızı
başlarınıza alıp vicdanlarınızın üzerine örttüğünüz şu küfür ve şirk örtülerini
kaldırırsanız bu sizin hakkınızda daha hayırlı olacaktır. Ama yok yüz çevirecek
olursanız kesinlikle bilesiniz ki sizler Allah’ı asla âciz bırakamazsınız.
Kâfirleri, kendilerine yabancılaşanları, Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın
tek İlâh ve kendilerinin de Onun kulu olma gerçeğini örtenleri, fıtratlarını
örtbas edenleri elim bir azap ile müjdele.
Elbette bu kitabın, bu
peygamberin geliş gayesi olan, insanların, semavat ve arzın yaratılış sebebi
olan Allah’ın tek İlâh ve tüm yaratıkların da kul olma gerçeğini alaya alan, bu
gerçekle dalga geçen insanlara azaptan başka bir şey de müjdelenmeyecektir.
Hayatı böyle anlamsız bir eğlenceye dönüştüren bu mantığa yapılabilecek en
uygun şey de işte budur diyor Rabbimiz. Onlara kendi mantıklarıyla hitap
edilerek böyle dayanılmaz bir azabın müjdesi veriliyor. Sevinsinler hainler
böyle bir azapla.
Allah ve Resulünün müşriklerle hiç bir
ilgileri yoktur. Allah ve Resulü safında yer alan Müslümanların da müşriklerle
her hangi bir dostluğu, bir anlaşmaları yoktur. Müslümanlar kesinlikle müşriklerden,
onların hayat anlayışlarından, ekonomi anlayışlarından, siyasal yapılanmalarından,
hukuklarından, kazanma harcama anlayışlarından, eğitim, evlenme, boşanma
anlayışlarından, tüm anlayışlarından uzaklaşmak zorundadırlar.
İşte Rabbimiz bu yasayı
bildiriyordu Müslümanlara. Artık bu âyete göre Müslümanlar hangi dönemde, hangi
coğrafyada olurlarsa olsunlar acaba bu müşriklerle ilelebet birlikte nasıl
yaşayabiliriz? Bunlarla birlikteliğimizi hangi atmosferde sağlayabilirizi düşünmekten
ziyade, bunlardan tümüyle nasıl ayrılabilirizi, bunlara böyle bir ültimatomu
nasıl verebilirizi düşünmek zorundadırlar. Bu âyetleri onlara nasıl ilân
edebilirizi düşünmek zorundadırlar. Çünkü Rabbimiz kıyâmete kadar mü’minlerden
bunu istemektedir.
4. “Yalnız, anlaşma hükümlerinde size karşı bir eksiklik
yapmayan ve aleyhinizde kimseye yardım etmeyen müşriklerle yaptığınız anlaşmaya
sonuna kadar riâyet edin. Allah sakınanları sever.”
Ancak o müşriklerin arasından
kendileriyle anlaşma yapmış olduklarınız ve daha sonra da sizinle yapmış oldukları
bu anlaşma-larını ihlâl etmemiş olan, sizin düşmanlarınızla da size karşı her
hangi bir dayanışma içine girmemiş olan kimseler bunun dışındadır. Bunlar
müstesnadırlar. Bunlar sizlerle yaptıkları anlaşmalarına ihanet etmeyenlerdir.
Bunları diğerlerinden ayırıyor Rabbimiz ve bunlara verilen sözlerin bâkî
olduğunu beyan ediyor. Onlarla insanî ilişkilerin, ahlâkî ilişkilerin devamını
istiyor. Toptan süpürüp atmıyor onları. Onlara ahitleri doluncaya kadar dokunulmamasını
emrediyor.
Muhakkak ki Allah muttakileri,
kendisiyle yol bulanları, istediği gibi olanları, emirleri istikâmetinde
hareket edenleri sever buyuruyor. Muhakkak ki Allah kulluğun bilincinde olan,
sorumluluklarının farkında olanları sever. Evet bir maslahat gereği onlardan anlaşma
yapılanlar hainlik yapmadıkları sürece onlarla yapılan anlaşmalara sadık kalınacak.
Çünkü Müslüman vefa gösteremeyeceği hiç bir ahdin altına imza atmayan kimsedir.
Müslüman sözünün eri olan kimsedir.
İşte Rabbimiz mü’minlerin böyle
emin kimseler olmasını is-tiyor. Müslüman asla muhatabın kimliğini problem
yaparak verdiği sö-ze ihanet edemez. Karşısındaki kim olursa olsun. İster
Müslüman, is-ter Yahudi, ister Hıristiyan, isterse ateist olsun verdiği söze
sadık kal-mak zorundadır. Ona karşı ahdini bozmaya hakkı da, yetkisi de yoktur.
Evet, bir müslüman bu konuda, her
konuda kâfirlerden farklıdır. Verdiği söz kendi aleyhine de olsa onu yiyemez.
Ahdine vefalı davranır. Rabbimiz bizlerden bunu istiyor.
5. “Hürmetli aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde
öldürün; onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer
tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu
Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Bu aylar ya Rabbimizin kitabında
kan dökmeyi yasak kıldığı dört haram aydır, ya da yukarıda müşriklere tanınmış
olan dört aylık bir dokunulmazlık süresidir. Ya da bunun her ikisi de birlikte
ifade edilmiş olabilecektir. Yâni bu haram aylara denk geldiği için bu süre
içinde onlara dokunmayın buyurulmaktadır. İşte bu süre sıyrılıp çıktığı zaman
artık o müşrikleri yakaladığınız yerde öldürün. Onları tutun, hapsedin, kuşatın
onları. Her gözetim noktasında gözetleyin onları. Takibe alın onları.
Bu onlar
için bir cezalandırmadır. Ama bu cezalandırma anladığımız kadarıyla küfrün ve
şirkin bir cezalandırılması değil ihanetin cezalandırılmasıdır. Sözleşmelerine
karşı giriştikleri ihanetlerinin, hainliklerinin cezalandırılmasıdır. İnsanlar
arası var olan, var olması gereken hukukun ihlâl edilmesinin
cezalandırılmasıdır.
Ey Müslümanlar, işte böyle
insanlar arası ilişkilerinde hainlik edenleri gözetleyin, takibe alın, kuşatın
ve yakaladığınız yerde onları öldürün. İster Harem bölgesinde, isterse başka
bir mekânda nerede bulursanız bitirin onları. Serbest dolaşmalarını engelleyin.
Böylece Müslüman olup kurtulmaktan başka çareleri kalmasın onların. Yâni öyle
bir kuşatın ki onları Müslüman olmaktan başka çıkış yollarının kalmadığını
anlayıp Müslüman olsunlar.
Eğer tevbe
ederler, salât’ı ikâme ederler, zekatı da verirlerse, Allah’la ve kendileriyle
barışırlar, fıtratlarıyla barışırlar ve bunun gereği olarak bireysel ve
toplumsal kulluklarını sadece Allah’a yaparlarsa, mallarında ve bedenlerinde
Allah’ın söz sahipliğini kabul ederler, Allah için bir hayat yaşamaya
yönelirlerse onları salıverin, yollarını açıverin.
Evet kitabımızın başka
âyetlerinden ve Rasulullah efendimizin hadislerinden öğreniyoruz ki namaz ve
zekat emrine isyan insanların öldürülme
sebebidir. Allah’ın insanın bedeninde ve malında söz sahipliği anlamına gelen,
ya da insanın bireysel ve toplumsal hayatına Allah’ın karışmasını kabul
anlamına gelen namazı ve zekatı reddeden bir kimse öldürülür. Bu konuda hiç bir
ihtilâf yoktur. Ancak namaz ve zekatın farziyetini kabul etmekle beraber yerine
getirmeyen kimseler hakkında ihtilâf vardır.
Bazı âlimler âyetin baş tarafını
ölçü alarak böyle kimseler had-den öldürülür derken, bazıları da âyetin sonraki
bölümünü temel kabul ederek hapsedilir ve bu farizaları ifa edecekleri ana
kadar hapisten çıkarılmaz demişlerdir. Zekatı vermeyenler üzerine Hz. Ebu Bekir
efendimizin ordu gönderdiğini biliyoruz. Kim demiş efendim namaz da, zekat da insanın
Allah’la kendi arasında bir ilişkiymiş? Kim demiş buna insanlar karışmazmış?
Kim demiş kimse insanlara namaz kılmalısın, zekat vermelisin diyemezmiş? Kim
demiş dinde zorlama yok muş?
İşte âyet son derece açık ve net
bir şekilde bunun böyle olmadığını ortaya koyuyor. Böyleleri Müslüman olduklarını
da iddia etseler evlerimize girmelerine, kızlarımızla evlenmelerine, iş yerlerimizde
çalışmalarına yol verilmeyecek. Yol vermeyin ki Allah’ın istediği şekilde
Müslümanca bir hayata dönmekten başka çareleri kalmasın.
Evet eğer onlar namaz kılarak
Allah’la diyaloga geçerler, Allah’tan mesaj alırlar ve hayatlarını bu mesaja
bina ederlerse, Allah’tan aldıkları bu mesajı toplumla paylaşırlar, yâni Allah
ve kullarıyla ilişkilerini Allah’ın istediği şekilde düzeltirlerse dokunmayın
onlara. Çünkü Allah Gafur ve Rahîmdir. Unutmayın ki Allah kullarını çok bağışla-yandır.
Sizler de böylelerine karşı Rabbinizin ahlâkıyla ahlâklanın.
“Eğer onlar
barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güven. O, şüphesiz işitir ve
bilir.
(Enfâl 61)
Eğer o Kâfirler sizinle
yaptıkları anlaşmalarını bozduktan sonra, size hainlik ettikten sonra sizden korkarak tekrar sizinle bir anlaşmaya
yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve bu konuda Allah’a güven. Muhakkak ki
Allah işiten ve bilendir. Zira savaş değil, barış esastır. Evet Rabbimizin
yasalarında onlarda gerçekten barışa bir meyil görülmüşse bu mutlaka
değerlendirilecektir. Ama onlar gerçekten barış taraftarı değil de yine bir
başka hainlik düşünüyorlarsa bu güzel bir şekilde araştırılıp karar
verilecektir.
Evet Müslümanların diğer
insanlarla, diğer toplumlarla ilişkileri Allah’a güven esasına dayanır. Allah
her konuda Müslümanlara yetecektir. En olumsuz şartlar içinde bile tüm
hainliklere rağmen Rab-bimiz mü’minleri yardımıyla destekleyecek ve zafere
ulaştıracaktır. İşte bu konuda da temel yasa budur. O halde bize düşen her şart
al-tında Allah yasalarına sahip çıkmaktır. Gerisi Allah’a aittir.
6. “Ey Muhammed! Müşriklerden biri sana sığınırsa, onu
güvene al; ta ki Allah'ın sözünü dinlesin. Sonra onu güven içinde olacağı yere
ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur.”
Eğer müşriklerden birisi senden
aman diler, sığınma talep ederse onu güvene al. Ona karşı sığınak ve barınak
ol. Ona aman ver. Ta ki o Allah’ın sözünü dinlesin. Allah’ın kelâmını ve dinini
öğrensin. Evet onlardan birisi sana sığınırsa sen de ona karşı kanat ger, ta ki
Allah’ın kelâmına kulak verip öğreninceye kadar. Ya da bakarsın ki o Allah’ın
kelâmına kulak verecek ve onu kabul edecektir. Evet aman dileyen bir müşriki
hemen öldürmek yok. Allah’ın dinini dinleyip öğreninceye kadar ona aman vermek
zorundayız. Çünkü Allah’ın yasasında aslolan insanları öldürmek değil,
diriltmektir. Aslolan insanları kaybetmek değil, kazanmaktır.
İslâm’ın cihadının hedefi de
zaten budur. İslâm’ın savaşının hedefi İslâm’la insan arasındaki engellerin
kaldırılmasıdır. Fitnenin yok edilmesidir. İnsanların hür iradeleriyle
Allah’la, Allah’ın diniyle karşı karşıya getirilmesidir. İşte bu âyet de bunu
anlatıyor. Yâni biz zorla insanları Müslüman etmekle değil, insanların önündeki
engelleri kaldırıp onların hür iradeleriyle İslâm’la tanışmalarına imkân hazırlamakla
mükellefiz.
Allah’ın
dinini tanıyabilecek kadar bir imkân, bir süre tanınacak. İslâm açık bir
şekilde kendisine tebliğ edilecek ve sonunda o kimse kendisini güvende
hissedebileceği bir yere ulaştırılacaktır. Yâni aman dileyen, sığınma talebinde
bulunup da kendisine arz edilen Allah’ın dinini kabul etmeyen kimseyi sonunda
malına da, canına da her hangi bir zarar gelmeden onu ülkesine ulaştır diyor
Rabbimiz. Sen onlara karşı böyle davran, çünkü onlar gerçeği bilmeyen bir topluluktur.
Allah’tan, Allah’ın dininden, Allah’ın kendilerinden istediği kulluktan gafil
insanlardır onlar.
Din konusunda sıhhatli bir
bilgileri olmadığı için şirki, küfrü din zannetmiş insanlardır onlar. Allah’ın
dini konusunda belki sadece resmî ideolojinin din budur diye kendilerine
sunduğu sapıklıkları din diye tanımış insanlar olabilirler. Ya da dinin temel
kaynakları kitap ve sünnetten habersiz çevrelerinde bir takım din bilmez
cahillerin kendilerine sunduğu bâtılları, hurafeleri din zannedip dinlemiş insanlar
olabilirler. Öyleyse ey Müslümanlar, onları böyle acınacak kimseler olarak
bilin ve sizin dininizi, sizin hayatınızı yakından tanımak isteyenlere bu
imkânı hazırlayın diyor Rabbimiz. Allah’ın kelâmını işitmemiş insanlara karşı
peşin fikirli olmayın. Hemen onları tekfir edip öldürmeden yana bir tavrın
içine girmeyin.
7. “Mescid-i Haram'ın yanında andlaştıklarınızın dışında,
müşriklerin Allah katında ve peygamberleri önünde nasıl bir anlaşmaları
olabilir. Size doğru davrandıkça siz de onlara doğru davranın. Allah,
sözleşmelerini bozmaktan sakınanları sever.”
Müşriklerin, Allah’a ortak
koşanların, Allah’ın yetkilerini Ondan alıp başkalarına verenlerin Allah ve
Resulüyle nasıl bir ahidleri olabilir ki? Böyleleri Allah ve Resulüyle nasıl
bir anlaşma içinde olabilirler ki?
Veya onların kendilerini,
canlarını ve mallarını Rasulullah ve Müslümanların elinden kurtaracak nasıl bir
ahidleri olabilir? Şirki tüm unsurlarıyla reddeden bir Allah’ın, yeryüzünde
şirkin kökünü kazımak üzere, şirk dinleri üzerine kendi dinini egemen kılmak üzere
kitap ve peygamber gönderen bir Allah’ın bu adamlarla nasıl bir anlaşması
olabilir? Allah bizim hayatımıza karışmaz. Allah bizim hukukumuza, bizim kılık
kıyafetimize, bizim sosyal, siyasal ve ekonomik hayatımıza karışamaz. Allah
bize yetki vermiştir. Bizim hayatımızı onaylamıştır. Biz bu dünyada dilediğimiz
gibi bir hayat yaşarız diyen kimselerin Allah katında nasıl bir değeri
olabilir?
Eğer onların şirklerine Allah
izin vermişse, onların bu bozuk düzen hayatlarını Allah onaylamışsa şimdi nasıl
olur da yasaklar Allah bunu? Nasıl olur da sonradan bir peygamber göndererek
onları kendi egemenliğine çağırır? Olacak şey midir bu? Hayır hayır onların
Allah katında dayanacakları bir dayanak, sığınacakları bir sığınak yoktur.
Şirklerine hiç bir makul mâzeretleri, delilleri yoktur onların.
Adamlar
Allah’a Onun istediği şekilde inanmadıkları halde iman iddiasında
bulunuyorlardı. Allah’ın yetkilerini parçalayıp hayatlarında egemen kıldıkları
putlarına, egemen güçlerine verdikleri halde biz Allah’ı seviyoruz diyorlardı.
Biz Allah’ın Beyti’nin bekçileri ve koruyucularıyız. Biz Allah’ın istediği
hayatı yaşıyoruz diyorlardı. Allah’tan bu konuda bir ahid, bir garanti almışlar
gibi hayatlarını, inanışlarını Allah’a onaylatmaya çalışıyorlardı.
Veya Allah bundan razı olmak
zorundadır diyerek hâşâ O’na yol göstermeye, akıl vermeye çalışıyorlardı. Halbuki
Rabbimiz onlara her hangi bir ahitte bulunmamıştı. Bizim savaşımız Allah’la
değil, Mu-hammed iledir diyorlardı. İşte Rabbimiz burada elçisine yapılan düşmanlığın
bizzat onu görevlendiren kendisine yapıldığını, elçisini inkârın kendisini
inkâr olduğunu vurgulamak üzere böyle buyuruyor. Ey peygamberim ve ey peygamber
yolunun yolcusu Müslümanlar artık sizlerin müşriklerle anlaşma yapmanız için
bir gerekçe kalmamıştır. Onlarla tüm ilişkileriniz bitmiştir.
Ama sizin
Mescid-i Haram yanında kendileriyle anlaşma ya-pmış olduklarınız bunun
dışındadır buyuruluyor. Bunlar Hudeybiye’de Müslümanlarla anlaşma yapanlardır.
Evet onlar içinden sözleşmelerine sadık davrananlar bunun dışındadır. Size
karşı anlaşmalarını boz-mayanlara karşı sizler de bozmadan yana olmayın. Onlar
size sa-dık davrandıkları müddetçe siz de sadık olun. Çünkü yapılan anlaşmalara
sadık davranmak takvanın gereğidir. Unutmayın ki Allah muttakileri sever. Allah
sever deyince sahâbe-i kirâm efendilerimiz için bütün akan sular duruyordu.
Allah sevgisine ulaşmak, ya da Allah sevgisini kaybetmemek için onların yapamayacakları
bir şey yoktu.
8. “Nasıl olabilir ki, size üstün gelselerdi ne bir yakınlık,
ne de bir ahid gözetirlerdi. Kalpleriyle istemezlerken sizi ağızlarıyla hoşnut
etmeye uğraşırlar; çokları fâsıktırlar.”
Nasıl olabilir ki?
Düşmanlarınızın size galip gelmeleri halinde size karşı ne bir yakınlık, ne
bağlayıcı bir yükümlülük, ne anlaşma-dan dolayı bir sorumluluk yüklenmemişken
bundan başka nasıl olabilirdi ki? Evet onlar size karşı galip gelip egemen olsalardı
ne akraba-lık hukukuna riâyet ederler, ne de size karşı verdikleri sözlerine
riâyet ederlerdi. Onlar sadece sizin karşınızda zayıf ve mağlup bir konum-da
oldukları sürece sizlerle anlaşma yaparlar. Sizin karşınızda güçlü bir konuma
geldikleri anda sizin kökünüzü kazımaktan başka bir şey düşünmezler.
Eğer siz onlara galip gelirseniz
kalpleriyle istemedikleri güzel sözlerle sizi hoşnut etmeye çalışırlar.
Kalplerinin gizlediklerinin aksine ağızlarıyla sizi memnun etmeye çalışırlar.
Yâni sizler böyle hiç bir sorumluluk taşımayan, sözleri olmayan, sözlerinde
durmayan kimselerle başka türlü nasıl ilişki içine girebileceksiniz de? Böyle
insanlarla insanca ilişkilere girmenin ahlâkî bir zemini yoktur. Palazlandıkları
andan itibaren tüm ahidlerini, tüm sözlerini, tüm andlaşmalarını yiyen bu
adamlarla başka türlü ilişki mümkün değildir. Ahlâk diye bir şey yok adamlarda.
Onların çoğu yoldan çıkmış fâsık kimselerdir. Allah’ın fıtratlarına koyduğu
insanî ve ahlâkî melekeleri kaybederek adamlıktan çıkmış kimselerdir onlar.
Evet
insanları insan yapan, insanları sözlerinde durmaya götüren, ahidlerine sadık
davranmaya mecbur eden şey; imandır, âhiret endişesidir. Cennet ümidi ve
cehennem korkusudur. Bütün bunlara inanmayan bir Kâfirden böyle bir sadâkat
beklenir mi? Bir gün yaptıklarından dolayı hesaba çekileceğine inanmayan
insandan ahde vefa beklenir mi?
Peki bu
adamların böyle küfür ve şirk içinde bir hayattan yana olmalarının, ahde vefa
etmemelerinin, sözlerinde durmamalarının sebebi neymiş? Niye böyle bir hayattan
yanalarmış bunlar?
9. “Allah'ın âyetlerini az bir değere değiştirip, O'nun yolundan
alıkoydular. Onların işledikleri gerçekten ne kötüdür!”
Onlar Allah’ın âyetlerini az bir
menfaat karşılığında değiştiler. Bu azıcık menfaatleri sebebiyle de Onun yoluna
engel oldular. Burada onların tercihleri gündeme getiriliyor. Onlar değerli
olanı değersiz olana, kalıcı olanı geçici olana, pahalı olanı ucuz olana, bâkî
olanı fânî olana tercih ettiler. Dünyanın azıcık menfaatlerini âhiretin sonsuz
menfaatlerine tercih ettiler. Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini az bir
değere sattılar. Allah’ın kitabına karşılık çok az bir değer aldılar. İmanla,
hidâyetle dünya ikballerini tarttılar da dünya ağır geldi onlar için. Allah’ın
dinini, Allah’ın kitabını, Allah’ın elçisini bıraktılar da hevâ ve heveslerine
tâbi oldular. Böyle bir tercihin karşılığında tüm dünyayı almış olsalar bile az değil midir?
Tüm dünya kendilerine verilmiş olsa bile âhiretin sonsuzluğu yanında ne ifade
eder? Yok pahasına Allah’ın âyetlerini sattılar. İtibarlarının sarsılmaması pahasına
Allah’ın dinini sattılar. Hurafelere sattılar Allah’ın dinini. Bidatlere
sattılar. Sosyal statülerine sattılar. Makamlarına, koltuklarına sattılar.
Dükkanlarına, diplomalarına, doktoralarına sattılar.
Kendileri
böylece Allah’ın yolundan ayrılıp uzaklaştıkları gibi, çevrelerindeki insanları
da Allah yolundan uzaklaştırdılar. Allah’ın âyetlerini yamulttular. Allah’ın
kitabıyla, Allah’ın diniyle insanların ara-sına girdiler. Dinle insanlar
arasına engeller koydular ve kendileri saptıkları gibi insanları da
saptırdılar. Şu anda da insanları Allah’ın kitabından engelleyenlere de,
insanların engellemesi sebebiyle kitaptan uzak kalanlara da Rabbim izan versin,
basiret versin ve bu işten uzaklaştırsın. Çünkü ne adına olursa olsun, karşılığında
ne alırlarsa alsınlar Kur’an’ı satıp yerine başka şeyleri alanlar ebedîyen
kaybetmişlerdir. Ne kötü bir şey yapmışlardır onlar? Kendileri Allah’ın dinini
sattıkları gibi, başkalarını da Allah’ın dininden engelleyenler ne kötü bir iş
yapmışlardır?
Hudeybiye’de
aldıkları kararlarla Mekke’de iman etmiş veya iman etmeyi düşünen insanlara
bunu yasaklamakla, iman edenleri Medine’ye göndermemekle ne kötü bir iş
yaptılar? İnsanların Allah’ın âyetlerini ve Rasulullah’ı dinlemekten alıkoyan
Mekke müşrikleri ne kötü bir iş yaptılar? Bugün Kur’an’ın okunmasını, kitabın
ve dinin öğ-renimini yasaklayanlar, insanlara resmî bir din sunarak Allah’ın dininden
uzaklaştıranlar ne kötü bir iş yapıyorlar? Müslümanlara inançlarının gereği
olarak giydikleri kılık kıyafetlerini soyduranlar ne kötü bir iş yapıyorlar?
10. “Onlar hiç bir mü'minin yakınlık veya ahdini gözetmezler.
İşte aşırı gidenler bunlardır.”
Onlar bir mü’min için ne bir
yakınlık, ne bir akrabalık, ne de bir ahit gözetirler. İman eden bir insana
karşı zerre kadar bir sorumluluk duymuyorlar diyor Rabbimiz. İman etmiş bir
insanın onların gözünde zerre kadar bir değeri yoktur. Ellerine fırsat geçtiği
takdirde, güçleri yettiği zaman bir mü’mini öldürme konusunda ne bir sorumluluk
duyarlar, ne bir ahit tanırlar, ne de bir anlaşma gözetirler. Mü’minlere karşı
yapamayacakları kötülük ve zulüm yoktur onların. İnsanlar arası ilişkilerde
zerre kadar bir güvenleri yoktur. İşte onlar haddi aşanların, hûdudu tecavüz
edenlerin taa kendileridir. Hiç bir kayıt, hiç bir sorumluluk tanımayan
insanlardır onlar. Onları durdurabilecek hiç bir kutsal değer de yoktur.
11. “Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse,
sizin din kardeşiniz olurlar. Bilen kimseler için âyetlerimizi uzun uzadıya
açıklıyoruz.”
Eğer böyleleri tevbe eder,
kendini düzeltir, Allah’la ve kendisiyle barışık hale gelir, namazı ayağa
kaldırır, namazla hayatını özdeşleştirir, namazı ve namazla aldığı Allah
mesajını hayatına egemen kılar ve zekatını da verirse. Allah’a imanının gereği
olarak arınıp yücelmek için zekat gibi bir bedel ödemeye yönelirse o zaman
onlar sizin dinde kardeşiniz olurlar. Evet onlar namazı ikâme ederek Allah’la
ilişkilerini, zekatla da insanlarla ilişkilerini Allah’ın istediği gibi
düzenleme yoluna girerlerse onlar sizin din kardeşleriniz olurlar.
Tevbe dönüş demektir. Tevbe kişinin Allah’la
ilişkilerini gözden geçirip Onun istediğine yönelmek demektir. Ama sadece ben
tevbe ettim, ben döndüm demekle olmaz bu iş. Bu dönüşünü bizzat bireysel ve
toplumsal hayatında göstermesi gerekir. Dönüşündeki samimiyetini ortaya koymak
üzere namazı ikâme ederek bireysel ha-yatında, zekatı da vererek toplumsal
hayatında sadece Allah’a kul olduğunu, sadece Onu dinlediğini ortaya koyacak.
Malını ve canını Allah yolunda kullanacak, Allah’ın emrine teslim edecek. Allah’ın
belirlediği yasalar istikâmetinde bir ömür tüketecek.
İşte o zaman onlar sizin din kardeşiniz
olurlar. Yâni sadece canlarını ve mallarını emin kılmakla kalmayıp sizin
kardeşliğiniz şerefine de erişirler. Dinde sizin lehinize ne varsa onların
lehlerine de o vardır. Sevinçte, kıvançta, tasada sizinle beraber olur onlar.
Daha önceden babalarınızı, kardeşlerinizi öldürmüş bile olsalar onların din
kardeşleriniz olduğunu unutmayın. Öyleyse Allah’la ve insanlarla ilişkilerini
Allah’ın istediği şekilde düzenlemeyenler, küfür ve şirkten dönüş yapıp malları
ve canları konusunda Allah’ı söz sahibi bilmeyenler bizim kardeşlerimiz değillerdir.
Onların dinleri ayrı olduğu için bizimle kardeşlik bağları da yoktur.
İşte Biz
âyetlerimizi onları dinleyen, onlara kulak veren, onların değerini bilen,
onlara iman eden ve onlar istikâmetinde bir hayat yaşayacak olanlar için böyle
tüm boyutlarıyla ele alıp açıklıyoruz.
12. “Eğer anlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar,
dininize dil uzatırlarsa, inkârda önde gidenlerle savaşın, Çünkü onların
yeminleri sayılmaz, belki vazgeçerler.”
Eğer onlar sizlerle anlaşma
yaptıktan sonra yeminlerini, anlaşma şartlarını bozarlar ve sizin dininize,
sizin inanç sisteminize karşı dil uzatırlar, hakarete yeltenirlerse, dininize
buğz ederlerse o zaman sizler de küfrün öncüleriyle, küfür imamlarıyla savaşın.
Çünkü böyle anlaşmalarına ihanet edenler ve sizin dinlerinize düşman kesilenler
küfrün öncülüğünü yapan kimselerdir ve sizler de onlarla savaşmak zorundasınız.
İşte böyle küfür liderleri, küfür önderleri ile savaşın ki onlar yeminleri
olmayan kimseler oldukları için belki bu tavırlarından vazgeçerler.
Evet demek ki böyle yeminleri
olmayan, sözleri olmayan, sözlerinde durmasını bilmeyen insanları bu tür tavırlarından
vazgeçirmenin tek yolu onların boyunlarını kırmaktan geçiyormuş. Onların boyunlarını,
güçlerini, ellerini kırın ki kötülük yapamasınlar. Evet Allah’ın dinine savaş
açan, Allah’ın dinine küfreden herkes küfrün lideridir, küfrün başıdır,
beynidir. Öyleyse Müslümanlar önce küfrün beyniyle, küfrün idare merkeziyle
savaşacaklardır. Onları takip eden çömezlerine daha sonra sıra gelecektir. Eğer
Allah’ın diniyle insanlar arasına giren bu engeller ortadan kaldırılırsa dinin
önü açılacaktır diyor Rab-bimiz. Böylece Allah Kâfirlerin baskılarını,
zulümlerini giderecek, onların tekebbürlerini, istikbarlarını kıracak ve
Müslümanları onların zu-lümlerinden koruyacaktır.
Onların ele
başlarıyla savaşırsanız, onların boyunlarını kırarsanız belki bu tipler
cesaretleri kırılır da hainliklerine bir son verirler. Belki dine saldırma
şeklinde Allah’a, andlaşmalara riâyet etmeme şeklinde de insanlara karşı işledikleri
ihanet eylemlerini sona erdirirler. İşte şu anda meydanlarda kahrolsun şeriat
teraneleriyle ürenler, basınlarıyla, yayınlarıyla, televizyonlarıyla,
tiyatrolarıyla, sinemalarıyla, eğitim kurumlarıyla Allah’ın dinine küfredenleri
görüyoruz. Müslümanlar bunlarla savaşmak zorundadırlar. Savaşmalı ki bu
hainlerin cesaretleri kırılsın da Allah’ın dinine küfretmekten vazgeçsinler.
Karşılarında savaşacak Müslüman göremeyince daha çok cesaretleniyorlar ve şirretliklerini
artırıyorlar alçaklar.
Haydi bunlarla savaşı göze
alamıyor Müslümanlar da, Allah aşkına bunların gazetelerini de mi protesto
edemiyorlar? Yayın organlarını da mı proteste edemiyorlar? Onların ürünlerini
sahiplenerek destek olanlar hâlâ Müslüman kalabildiklerini mi zannediyorlar? Allah’ın
âyetlerini böyle az bir değere satanlar hâlâ Müslüman olduklarını
zannediyorlarsa vallahi aldanıyorlar.
Gerçekten
onların kalplerinde yemin edebilecek, gönüllerinde saygı duyulacak hiç bir
kutsal değer yoktur. Ne söz vermişlerse, ne ahdetmişlerse hepsi dillerindedir
onların. Yemine, ahde vefaya inanmayanlardan, yemine riâyet de beklenemez.
Böyleleriyle hiç bir anlaşma yapılamaz. Bunların hiç bir sözlerine güvenilemez.
Bunlar sadece savaştan, kaba kuvvetten anlarlar. Sadece boyunları vurulmalı ki
bu küfür ele başlarının o zaman yaptıklarına bir son versinler. Ele başları
gebertilince çömezleri dağılsın, onları takip edenler de onların yaptıklarını
yapamaz hale gelsin diyor Rabbimiz.
13. “Yeminlerini bozan, peygamberi sürgüne göndermeye azmeden
bir toplumla savaşmanız gerekmez mi ki, önce onlar başlamışlardır? Onlardan
korkar mısınız? Eğer inanıyorsanız bilin ki asıl korkmanız gereken Allah'tır.”
Hâlâ yeminlerini bozan,
ahidlerinden dönen ve peygamberi sürgüne göndermeye azmeden, saldırıda önce davranan,
saldırıda öncelik hakkını size bırakmayan bir güruhla savaşı göze alamayacak
mısınız? Böyleleriyle savaşmaz mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Evet
yeminlerini bozan, size karşı savaşın kıvılcımlarını ilk defa kendileri
başlattıkları için zâlim olan, size hayat hakkı tanımayan, Allah’ın kendileri
için bir şeref, bir rahmet kapısı olarak açtığı bir peygamberi -o peygamber
onların arasındayken Allah’ın kendilerine azap edici olmadığını beyan etmiştir-
vatanından çıkarıp sürgüne göndermek isteyen bu insanlarla savaşmaktan korkuyor
musunuz? Savaşamayacak mısınız bu Kâfirlerle. Eğer gerçek mü’min iseniz,
Allah’a imanda ısrarlıysanız bilesiniz ki gerçekten Allah kendisinden korkulmaya
daha lâyıktır. Yâni eğer korkunuz korkulanın büyüklüğünden dolayıysa unutmayın
ki Allah daha büyük olandır. Daha güçlü olan Allah’tır. Allah sizi koruduğu müddetçe,
Allah izin vermedikçe o Kâfirlerin size karşı yapabilecekleri hiç bir şey
yoktur. Onlardan korkup savaşı terk edeceğinize Allah’tan korkup savaşa
yürüyün. Değilse Allah’ın isteklerinden kaçtığınız zaman başınıza gelecekleri
siz düşünün diyor Rabbimiz.
İnandığınız
Allah uğrunda savaşmaya değmez mi? İnandığınız Peygamber uğrunda savaşmaya
değmez mi? Dininiz uğrunda savaşmaya değmez mi? Allah’la savaşan, peygamberle
ve Müslümanlarla savaşan Kâfirler savaşı çoktan hak etmiştir. Allah’ın diniyle
insanlar arasına girenler, insanların Rab’lerine kulluğunu engelleyenler, din
eğitimini yasaklayanlar, Allah’ın dinini saklayarak insanlara işte din budur
diye resmî dinler sunanlar, İslâm’a ve Müslümanlara hayat hakkı tanımayanlar
savaşı çoktan hak etmiştir. Allah’ın elçisini ve onun yolunun yolcularını
sürgüne mahkum edenler, susturmaya çalışanlar savaşı çoktan hak etmişlerdir.
Onlarla savaşı göze alamadığınız takdirde, başınıza gelecek belâları bekleyin
diyecek Rabbimiz.
14,15. “Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları
azaplandırsın, rezil etsin ve sizi üstün getirsin de mü'min-lerin gönüllerini
ferahlandırsın, kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini
kabul eder. Allah Bilendir, Hakîmdir.”
Onlarla kıyasıya savaşın ki Allah
sizin ellerinizle onlara azap edip, onları rezil rüsva etsin. Onlarla savaşın
ki Allah onları sizin ellerinizle cezalandırsın. İşte Allah’ın dünyadaki
azabının mânâsı budur. Allah’ın azabından dünyada anlaşılması gereken budur. Allah
dünyada birilerine birilerinin eliyle böyle azap eder. Terör, anarşi, savaşlar,
harpler, darplar, kıtaller ve doğal afetlerle Allah azap eder dünyada
kullarına. Bütün bunlar Allah’tan bağımsız değerlendirilemez. Bu Allah’ın
yeryüzünde koyduğu bir yasasıdır.
Evet
Allah’ın bu dünyada onlara sizin ellerinizle, sizin sebebinizle azap edip,
onları rezil rüsva etmesi için sizler onlarla savaşın. Ve bir de onlara, o kâfirlere
karşı size yardım edip, sizi destekleyip inananların kalplerine ferahlık
vermesi için savaşın. Böylece insanlardan kâfirlere azap etsin, mü’minlerin
kalplerine de yardımıyla, desteğiyle şifa versin. Yâni mü’minlerin
kalplerindeki öfkeyi dindirsin ve böylece hak açığa çıksın, hak yerini bulsun,
mü’minler bunu açıkça görsünler de gönüllerindeki öfke dinsin.
Hani şu anda Allah’la, Allah’ın
diniyle, mü’minlerle savaşanları gördükçe bizler de kahroluyoruz ya. Allah onları
kahretsin diye beddualar ediyoruz. Rabbimiz diyor ki burada, ey Müslümanlar bu
işi sadece duayla bırakmayın. Savaşın onlarla da Allah sizin ellerinizle onlara
azap etsin. Ve böylece de kalplerinizdeki öfkelerinize şifa versin. Zira Allah
her şeyi bir yasaya bağlamıştır. Sebepsiz bir şey yarat-mıyor Rabbimiz. Sizler
Allah’ın kılıçları olmak zorundasınız. Sizler Allah’ın kahırları olmak
zorundasınız. Allah adına savaşmak zorundasınız. Böylece ezilmişlikten, horlanmışlıktan
kurtulursunuz. Allah’ın yardımıyla izzet ve şerefe ulaşmış olursunuz.
Göğüsleriniz genişlemiş, şifa bulmuş olacaktır buyuruyor. Mâzeretsiz şikâyetlerden
de kurtulmuş olacaksınız. Unutmayın ki bir toplum içinde olanları değiştirmedikçe
Allah onları asla değiştirmeyecektir buyuruyor.
16. “Allah, içinizden cihad edenleri; Allah'tan, peygamberinden
ve inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan sizi kendi
halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır.”
Yoksa sizler, içinizden Allah’ın
istediği bir hayatı gerçekleştirme konusunda tüm gücüyle cehd-ü gayret gösteren,
Allah’ın iradesinin, Allah’ın dininin egemenliği adına cihad eden, Allah’tan,
peygamberinden ve mü’minlerden başkasını sırdaş, dost edinmeyen kimseleri seçip
açığa çıkarmadan kendi halinize terk edileceğinizi mi zannediyorsunuz? Öyle mi
hesap ediyorsunuz ki Allah sizi bu konularda bir denenmeye, bir imtihana tâbi tutmayacak?
Sizi bir takım imtihan potalarından geçirmeden öyle başıboş bırakıvereceğini mi
zannediyorsunuz? Unutmayın ki Allah sizin yaptıklarınızın tümünden haberdardır.
Unutmayın ki tüm hayat bir imtihan salonudur ve sizler de hayatın her bir saniyesinde
denenmektesiniz.
Rabbimizin
bu âyetinin beyanıyla denenme konuları bunlardır. Allah yolunda cihad ,
Allah’tan, O’nun Resulü ve mü’minlerden başkalarını dost ve sırdaş edinmemek.
Her iddia bir ispat ister. Allah’a iman eden kişi Allah yolunda malını ve
canını fedâya hazır olan kişidir. Allah’a inandım iddiasında bulunan kişi
Allah’tan, elçisinden ve mü’-minlerden başkasını asla dost bilmeyecektir. Allah
dostlarını dost bilecek, düşmanlarını da düşman bilecektir. Allah kimin ne olduğunu
zaten bilmektedir, ama bunun açığa çıkarılıp insanlar tarafından da bilinmesini
istiyor. Ve herkesin elinde belgesinin olmasını istiyor. Kim-senin bir itiraz
hakkının kalmamasını istiyor. Bu dünyada kim hangi iddiada bulunmuşsa Rabbimiz
onu gerçekleştirebileceği imkânlar veriyor ve deniyor onu. Ciddi mi inanmış?
yoksa yalancı mı? bunu açığa çıkarıyor. İşte bu âyetten bunu anlıyoruz.
17. “Puta tapanların kendilerinin inkârcı olduklarını itiraf
edip dururken Allah'ın mescidlerini onarmaları gerekmez. Onların işledikleri
boşa gitmiştir, cehennemde temelli kalacaklardır.”
Müşriklerin üzerine düşmez.
Allah’a ortak koşanlar küfürlerine, şirklerine, kendi bozuk düzen hayatlarına
bizzat kendileri şahit olup dururlarken Allah’ın mescidlerini imar etmek, onarmak
onlara düş-mez. Onlara lazım değildir bu iş. Mekke müşrikleri Mekke’nin, Kâbe-nin
kendilerine ait olduğunu, onun imarıyla, yönetimiyle kendilerinin yetkili
olduklarını iddia ediyorlardı da Rabbimiz böyle buyurdu.
Peki
mescidleri imar deyince ne anlayacağız? İmar, umre ay-nı kökten gelir. Sürekli
dönüp dolaşıp mescidi ziyaret etmek. Mescid merkezli bir hayat yaşamak
demektir. Allah’ın mescitlerini ziyaret et-mek, Allah’ın mescidlerine sahip
çıkmakla övünmeye çalışıyorlardı müşrikler. İşte Rabbimiz diyor ki şirkinize
bizzat kendiniz şahitken, Al-lah’ın mescidini putlarla doldurup onlar egemenliğinde
bir hayattan yanayken o mescidleri imar size gerekmez. Bu size düşmez. Sizin
böyle bir yetkiniz yoktur.
İmar bir de
onarmak, tamir etmek, ayağa kaldırıp fonksiyonlarını icra edecek hale getirmek
anlamına da gelir. Mescidleri imar orada sadece Allah egemenliğini gerçekleştirmek,
sadece Allah’ın adının anılmasını, sadece Allah’ın hamd edilmesini gerçekleştirmektir.
Şimdi buna göre o mescidlerde Allah egemenliği yerine putların egemenliğini
tercih eden, o mescidlerde Allah kullarının Allah’a kulluğuna engel olan, o
mescidlerde insanların özgür bir şekilde Rabbim Allah demelerine izin vermeyen,
namaz kılmalarına, Allah’ı secde etmele-rine müsaade etmeyen bu müşriklerin o mescidlerle
ne ilgileri olabilir ki?
Öyle değil mi? O mescidlerde
Allah’tan başka herkesin adının yüceltilmesine izin verdikleri halde Allah’ın
adının yüceltilmesine izin vermeyen, Allah’a hayat hakkı tanımayan bu
müşriklerin bu işle ne ilgileri olabilir ki? Namaz kılmak için mü’minleri o
mescide sokmayan kimselerin o mescidin imarıyla ne ilgileri olabilir ki?
Mescidlerde Allah’ın âyetlerinin açıkça duyurulmasına izin vermeyen, ancak
kendilerinin izin verdikleri kadar duyurulmasına müsaade edenlerin bu mescidlerle
ne ilgileri olabilir ki? Mescidleri aslî fonksiyonlarının dışına çıkaran, orada
sadece kendi kanunlarını, kendi talimatlarını yüceltmeye çalışan, uyguladıkları
şirk programlarıyla insanlarla o mes-cidler arasına barikatlar koyarak oraları
cemaatsiz bırakanların o mescidlerle ne ilgileri olabilir ki? Nereden alıyorlar
bu adamlar bu yet-kiyi? Bu adamların hem Allah’a hem de putlara, şeriklere,
tâğutlara böyle birbirine zıt iki kulluk iddiaları hiçte doğru değildir.
Böyle şirk
içinde bir hayattan yana oldukları için zaten onların tüm amelleri boşa
gitmiştir. Tüm eylemleri boşa gitmiştir. Zaten sadece Allah için olmayan bir
amele amel denmez. Mescidleri de, imarları da Allah’a imanlarından
kaynaklanmıyor. Fırsatını bulsalar oraları yıkarlar, harap ederler.
Yine tüm
arzın mescid olduğunu düşünürsek tüm arz mescidinde hâkimiyet kâfirlerin,
müşriklerin elinde olmamalıdır. Böyle bir şeye onların yetkileri ve hakları
yoktur. Allah’a yetki sınırlandırması getiren, Allah’ın yetkilerini gasp edip
O’nun yasaları yerine kendi yasalarını egemen kılmaya çalışan bu insanların
yeryüzünü imar et-meleri, yeryüzünde adâleti ikâme etmeleri, salahı gerçekleştirmeleri
asla mümkün değildir. Müşriklerin böyle bir yetkileri de, dertleri de yoktur
diyor Rabbimiz.
18. “Allah'ın mescitlerini sadece, Allah'a ve âhiret gününe
inanan, namaz kılan, zekat veren ve ancak Allah'tan korkan kimseler onarır.
İşte onlar doğru yolda bulunanlardan olabilirler.”
Allah’ın mescidlerini imar, tüm
yeryüzü mescidini düzenleme, yeryüzünün yapılanması sadece Allah’ı ve âhiret
gününe inanan, namazı ikâme eden ve sadece Allah’tan korkan, sadece Allah için
bir hayat yaşayan, Allah’tan başka hiç kimseden korkmayan kimselerin hakkıdır.
Bu yetki, bu hak sadece bu özellikleri taşıyan mü’minlere aittir. Allah insan
ilişkilerini Allah’ın istediği gibi ayarlama mânâsına gelen namazı ikâme
edenler, insanların kendi aralarındaki ilişkilerini Allah’ın istediği gibi
ayarlama anlamına gelen zekatı verenler ve de Allah’tan başka hiç kimseden
korkmayanların işidir tüm arz mescidinin imarı. Arzda düzen yapma, yeryüzünde
yapılanma gerçekleştirme, yeryüzünde egemen olma sadece bunların hakkıdır. İşte
ancak bunlar mühtedidirler. Ancak bunlar doğru yoldadırlar ve bunların yapacakları
düzen, doğru düzendir.
Allah’a Allah’ın
istediği gibi inanmayan, âhiret endişesi taşımayan, yaptıklarından dolayı
hesaba çekileceklerine inanmayanların, namazı ikâme, zekatı verme gibi, yâni bireysel
ve toplumsal hayatı Allah’ın istediği gibi düzenleme diye bir derdi
olmayanların mescidleri imar etmeleri, tüm arz mescidinde Allah’ın istediği düzeni
kurmaları mümkün değildir. Yine Allah’tan başkalarından korkan kimseler mes-cidleri
korktukları kimseler adına inşa ederler. Orada korktukları kimselerin adının
yüceltilmesine sa’y ederler. Onların yasalarının hamdi-ne sa’y ederler. Ama
sadece Allah’tan korkanlar sadece Onun adının yüceltilmesine, sadece Onun
yasalarının hamd edilmesine sa’y ederler.
O halde bu
mescidlere biz kendimiz sahip çıkmak zorundayız. Bu mescidler bizimdir. O
mescidleri kâfirlere ve müşriklere bırakma-yacağız. Dinin eğitim ve öğretiminin
gerçekleştirileceği ibadet kurumlarımızı, eğitim kurumlarımızı kendimiz
oluşturmak zorundayız. Oralarda kendimiz egemen olmak zorundayız.
Programlarımızı kendimiz yapmak zorundayız. Bunları müşriklerden bekleyecek
olursak şirke bulaşmaktan kendimizi de çocuklarımızı da kurtarmamız mümkün
olmayacaktır. Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını sansürsüz anlama imkânımız
olmayacaktır. Dinimizi müşriklerden, onların programlarından öğrenmeye kalkışırsak
asla Allah’ın istediği hidâyete ulaşma, mühtedi olma imkânımız olmayacaktır.
19. “Hacca gelenlere su vermeyi, Mescid-i Haramı onarmayı,
Allah'a ve âhiret gününe inananla, Allah yolunda cihad edenle bir mi tuttunuz?
Allah katında bir olmazlar; Allah zulmeden milleti doğru yola eriştirmez.”
Yoksa sizler ey müşrikler,
yalnızca hacılara su vermeyi, sadece Mescid-i Haram’ı onarıp ziyaret etmeyi Allah’a
ve âhiret gününe iman etmek ve bu imanın gereği olarak Allah yolunda cihad
etmekle, imanın yaşanması adına tüm imkânlarla cehd-ü gayret etmekle bir mi
tutuyorsunuz? Bunları eş değerde mi zannediyorsunuz? Hayır, hayır! Allah
katında bunlar asla birbirine eş değer değildir. Allah’a göre bunlar asla bir
olmaz. Allah katında asla mü’minlerle müşrikler bir olmaz. Allah katında asla
mü’minlerin amelleriyle müşriklerin amelleri bir olmaz. Allah katında asla
mü’minlerle müşriklerin makamları bir değildir.
Unutmayın ki dindarlık
gösterisiyle gerçek dindarlık bir değildir. Dış formları birbirine benziyor
diye müşriklerin şekilden ibaret olan hareketleriyle mü’minlerin imandan
kaynaklanan kulluklarını bir tuttu-ğumuzu mu zannediyorsunuz?
Yâni sizlerin ruhsuz bir biçimde,
sadece şekil olarak bazı dini formalite ve törenleri icra ederek dindarlık
gösterisinde bulunmanız gerçek iman ve gerçek takva değildir. Gerçek iman bir
takım hareketleri yapmaktan ibaret değildir. İnsanlar dış görünüşüne bakarak bu
ikisini bir zannedebilirler. Ama gönüllerin hâsılasını bilen, kalplerin özüne
sahip olan Allah asla müşriklerin amelleriyle mü’minlerin amellerini bir
tutmaz. Allah böyle dini törenselleştiren zâlimleri asla hidâyete ulaştırmaz.
Evet o gün
müşrikler bu yaptıklarıyla övünüyorlar ve yaptıkları bu hizmetlerle Allah’ın
istediği yolda olma iddiasında bulunuyorlardı. Hattâ kitap ehliyle yollarının,
dinlerinin sağlamasını yapmaya çalışıyorlardı. Söyleyin ey ehl-i kitap, bizim
yolumuz mu daha doğru? Yoksa Muhammed’in yolu mu? diye. Biz Allah’ın beytini
ziyarete gelenlere su dağıtıyor, Allah’ın beytinin bakımını, onarımını gerçekleştiriyoruz
diyorlardı. Allah da buyurdu ki biz müşriklerle, mü’minleri asla denk
tutmayacağız. Allah asla küfürden ve kâfirlerden razı olmaz. Allah as-la
kâfirlerin ve müşriklerin yaşadıkları hayatı onaylamaz.
20. “İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla
cihad eden kimselere Allah katında en büyük dereceler vardır. İşte kurtulanlar
onlardır.”
İman edenler, imanlarını
yaşamalarına imkân bulamadıkları ortamlardan başka ortamlara hicret edenler.
İmanlarını yaşayabilmek için Allah yolunda her türlü çaba ve gayreti
gösterenler. Malları ve canlarıyla cihad edenler Allah katında en büyük
makamlara sahiptirler. İşte kurtulanlar bunlardır.
Allah’a
Allah’ın istediği gibi iman edenler ve bu imanlarını yaşayabilmek için,
imanlarını hayatlarında görüntüleyebilmek için, iman kaynaklı bir hayatı
gerçekleştirebilmek için zulmün kendisinden de, zulmün diyarından da hicret
edip uzaklaşanlar, bunun için mallarından ve canlarından vazgeçebilenler,
mallarını ve canlarını gözden çıkarabilenler Allah katında en yüce makamlara
sahip olanlar ve kurtulanlardır.
Allah’a, Allah’ın istediği gibi iman edip bu
imanlarını pratiğe dökebilmek için evlerini, yurtlarını, mallarını, mülklerini,
dükkanlarını tezgahlarını terk edenler, Allah’a kulluğa imkân bulamadıkları
ortamlarını, imkânlarını, fırsatlarını terk ederek Allah’a kulluğu icra edebilecekleri
başka ortamlara, başka konumlara hicret edenler, Allah’ın haramlarından
helâllerine hicret edenler, kötülerden, kötülüklerden uzaklaşanlar, küfürden,
isyandan şirkten, İslâm’a hicret edenler, Allah’ın arzında Allah’a, Allah’ın
istediği biçimde kulluk edebilecekleri, Allah’ın dinini daha güzel
yaşayabilecekleri bir ortama koşanlar, Rabbim Allah dedikleri için işlerinden
atılanlar, yurtlarından çıkarılanlar, mesleklerini kaybedenler, bu uğurda
mallarını ve canlarını ortaya koyarak Müslümanca kalabilmeye direnenler,
işkencelere uğratılanlar işte onlar Benim katımda en yüksek makamlara
sahiptirler buyuruyor Rabbimiz.
Ben onları
hem dünyada, hem de Ukba’da gerçek kurtuluşa, gerçek başarıya ulaştıracağım.
Onların tüm günâhlarını, tüm kusurlarını, tüm falsolarını, tüm geçmişlerini
örtecek, tüm günâhlarını sıfırlayacak, tüm problemlerini bitirecek ve kurtuluşa
erdireceğim. Allahu Ekber! Allahu Ekber! Ne büyük bir müjde değil mi? İşte kurtuluşa
er-menin yolu. İşte kazançlı çıkmanın formülü.
Öyleyse haydi buyurun Allah’a,
Allah’ın istediği gibi iman edin. Allah’ın tek Rab, tek Melik, tek İlâh
olduğuna, hayatınıza karışacak Ondan başka Rab, Melik ve İlâh olmadığına iman edin.
Ondan başka hayata egemen varlık olmadığına iman edin. Müşrikler gibi şirket
içinde bir imandan yana olmayın. Allah’tan başka hayata karışacak tüm sahte
tanrıları reddedin. Sadece Onu dinleyin. Sadece O’nun çektiği yere gidin.
Küfrün, şirkin, isyanın her çeşidinden, Allah’a hicret edin. O zaman kesinlikle
bilesiniz ki kurtulanlardan, başarıya ulaşanlardan olacaksınız Allah’ın
izniyle. Bakın böyle yaşayan mü’minlere ne varmış:
21,22. “Rab’leri
onlara katından bir rahmet, hoşnutluk ve içinde tükenmez nîmetler bulunan ebedî
ve temelli kalacakları cennetleri müjdeler. Doğrusu büyük ecir Allah katındadır.”
Rab’leri onları kendi katından
bir rahmet, bir hoşnutlukla müj-deleyecek. Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allah
katından bir rahmet ve hoşnutluk. Onlar dünyada Rab’lerini razı etmişler,
Rab’lerini hoşnut edecek bir hayat peşinde olmuşlar, Rab’leri de onları
hoşnutlukla karşılayacak. Onlar dünyada Rab’lerinden razı olmuşlar. Rablerinin
rubûbiyetinden, Rab’lerinin isteklerinden razı olmuşlar. Hukuk adına, kılık-kıyafet
adına, kazanma harcama adına, eğitim adına, hayat adına Allah’ın yasalarından
razı olmuşlar, Allah da onları rızayla kar-şılıyor. Onlar Allah’tan ve Onun
hayat programından razı olmuşlar, Allah da onların razı olacağı bir cennet hazırlamış.
Öyle bir cennet ki içinde bitmez tükenmez nîmetler vardır ve üstelik onlar
orada ebedîyen kalıcıdırlar. Kesintisiz nîmetlerle donatılmış cennetler onları
beklemektedir. Çünkü katında böyle yüce mükâfatlar bulunan sadece Allah’tır.
23. “Ey inananlar! Babalarınızı, kardeşlerinizi küfrü, imana
tercih ediyorlarsa dost edinmeyin. Sizden onları kim dost edinirse doğrusu
kendine yazık etmiş olur.”
Sizler ey iman edenler! Eğer
kalben imandan çok küfre meylediyorlarsa, küfrü imana tercih ediyorlarsa baba
ve kardeşlerinizi dost bilmeyin. Onları velî edinmeyin. Sizden kim böylelerini
velî edinirse, dost bilirse doğrusu onlar kendilerine yazık etmiş kimselerdir.
Sakın ha babalarınız ve kardeşleriniz
eğer imandan çok küfre yakınlarsa, tercihlerini imandan çok küfür lehinde
kullanıyorlarsa onları evliya kabul etmeyin. Sözü dinlenecek yegâne varlık
bilmeyin. Hayatınızda karar mevkiine oturtmayın onları. Velâyetinizi onlara ver-
meyin. Ne zaman? Küfrü
imana tercih ettikleri zaman. Kâfirliği mü’-minlikten üstün tuttukları zaman.
Yâni sizden imanı değil de küfrü ve şirki icrayı istemeye kalkıştıkları zaman.
Bu durumda kesinlikle onları dinlemeyin, onlardan yana olmayın buyurarak mü’min
kullarının kafasında bir zihniyet devrimi gerçekleştiriyor Rabbimiz. Kan bağlarının
üzerinde, fiziki değerlerin üzerinde çok muazzam bir değer, çok yüce bir bağ
getiriyor.
Sizden kim onları sığınılacak bir dost
olarak görür, onların ve-lâyetlerini kabul eder, onların kararlarını Allah
yasalarına tercih etmeye kalkışırsa; onlar zâlimlerin taa kendileri olurlar.
Hakikati ters yüz etmiş, hakikati alabora etmiş olurlar. Allah’ın tek Rab, tek
İlâh ve tek Velî olma hakikatine ve insanların da sadece Onu dinleme, sadece Onun
velâyeti altına girme gerçeğine zulmetmiş olurlar. Allah’a ve kendilerine zulmetmiş
olurlar. Allah’ın kendilerini görmek istediği kulluk ortamından çıkmış olurlar.
Evet babalarımız ve kardeşlerimiz bile
olsa küfrü imana tercih edenlerle bizim velâyet ilişkimiz yoktur. Kâfirlerin
mü’minlerle, mü’-minlerin de kâfirlerle asla bir velâyet ilişkileri olamaz.
Eğer sizler mü’-minler olarak bunu yapmazsanız, yâni sadece mü’minleri velî bilmez,
sadece mü’minler olarak aranızdaki velâyet bağlarını pekiştirmezseniz,
aranızdaki dostluk ve dayanışmalarınızı sağlamlaştırmazsanız, velîlerinizi,
valilerinizi, idarecilerinizi kendinizden seçmez, kâfirlerin ve müşriklerin
velâyeti altında bir hayata razı olursanız kesinlikle bilesiniz ki kendi
kendinize yazık etmiş olacaksınız, Allah’ın istediği Müs-lümanca ve özgürce bir
hayata ulaşamayacaksınız.
Eğer küfrü
imana tercih edenleri velî kabul edecek olursanız kesinlikle bilesiniz ki onlar
sizi imanlarınızdan koparıp kendi küfürlerine, kendi cehennemlerine götüreceklerdir.
Öyleyse akıllarınızı başlarınıza alın da sakın onların yoluna, onların yörüngesine
girmeyin. Onların düşüncelerine, onların anlayışlarına kapılıp, onların girdaplarına
düşüp, onların anaforlarına kapılıp tıpkı onlar gibi sizler de dünyanızı ve
âhiretinizi kaybetmeyin. Bu tehlikeyi çok iyi bilen Rabbimiz ısrarla kitabının
her bir sûresinde bu konuda bizi uyarmaktadır.
Kâfirlerle, ister Yahudi olsun, ister Hıristiyan olsun, ister müşrik ya da
ateist olsun onlarla velâyete yaklaşan, onların velâyetleri altına giren,
onların aldıkları kararları uygulamadan yana bir tavır sergileyen Müslümanların
imanları nifaka dönüşüyor. Allah’a teslimiyetleri değerini kaybediyor ve
sonunda bu insanların Allah’la ilişkileri kopup gidiyor.
Çünkü Allah düşmanı kâfirlerin velâyetini kabul etmek, onlarla birlikte
oturup kalkmak, onların İslâm’a ve Müslümanlara saldırılarında onların yanında
olup onları desteklemek, kâfirlere içten içe sevgi beslemek imanla asla
bağdaşmaz. Çünkü Allah’a bağlılık imandır. Allah’ı velî ve dost kabul etmek
imandır. Allah’ın velâyeti altına girip tüm hayatında Onun kararlarını
uygulamak imandır. Allah’a iman eden, Allah’ın koruması altına giren
mü’minlerle dostluk kurmak, onlarla velâyet ilişkisi içine girmek imandır.
Bu gerçekten hareketle bir mü’min eğer
dünya işlerinde, bi-reysel, sosyal, ailevi, toplumsal, ekonomik, siyasal
hayatında, âhirete müteallik işlerinde, yâni hayatının tüm alanlarında kendisiyle
ilgili tüm problemlerinde bir dostluk, bir velâ ilişkisi içine girecekse,
birileriyle birlikte hareket edecekse, birileriyle istişare edecek, birilerinin
kararına başvuracaksa, birilerinden akıl danışacaksa kendisine velî olarak,
dost olarak ancak ve ancak Allah dostluğuna ehil mü’minleri seçecektir.
Mü’minleri sevecek, mü’minleri dost bilecek, mü’minleri velî bilecek,
mü’minlere bağımlı olacak, mü’minlerin derdini, tasasını kendi tasası,
sevincini kendi sevinci, başarısını kendi başarısı bilecektir. Tüm işlerini,
tüm hayatını, siyasetini, ekonomisini, eğitimini, sosyal ve bireysel hayatını,
aile hayatını mü’minlere göre düzenleyecek, hesabında mü’minler olacaktır.
Evet, Müslüman izzet ve şerefi Müslümanlarda ve Müslümanlarla birliktelikte
görecektir. Kâfirlerin, müşriklerin yanında zerre kadar bir izzet ve şeref
görmeyecektir. Kâfirlerle beraber olması ona tüm dünyayı kazandıracak olsa bile
onları mü’minlere tercih etmeyi aklının ucundan bile geçirmeyecektir.
24. “De ki: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret,
hoşunuza giden evler sizce Allah'tan peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan
daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fâ-sık
kimseleri doğru yola eriştirmez.”
Ey peygamberim de ki, eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız,
mensubiyetiniz, grubunuz, kliğiniz, kazandığınız mallarınız, kesatından, kötüye
gitmesinden korktuğunuz ticaret ve içine kurulduğunuz hoşunuza giden evleriniz
size Allah ve Resulünden, Onun yolunca cihad etmekten daha sevimli geliyorsa
Allah’ın buyruğu gelinceye kadar bekleyin. Eğer şu sayılanlar hatırına, onlar
sevgisi sebebiyle Allah yolunda cihadı terk ederseniz Allah’ın sizin için
yazdığı kötü sonu, zillet ve meskeneti, horluk ve hakirliği bekleyin.
Allah
yolunda savaş insanı bu sevdiklerinden koparır. Savaş tüm dünyayı gözden
çıkarma işidir. Savaş insanın rahatını kaçırır. Esasen şu yukarda sayılanlar
Allah’a kulluk yolunda kullanıldığı zaman güzeldir. Ama bunlar insanı Allah’a
kulluktan engellemeye, Allah’ın istediklerini icra etmekten kösteklemeye ve
Cennet yolunda barikatlar olmaya başlamışlarsa işte tehlike başlamış demektir.
Baba, evlât, çoluk, çocuk, eş, kardeş,
hısım, akraba, mal, mülk, ticaret, ev, bark bunların hepsi Allah’ın bu dünyada
bize lütfettiği birer metaadır, geçimliktir. Rasulullah efendimizin bir
hadisinin beyanıyla bütün bunlar ana karnından itibaren Cenâb-ı Hakkın biz
kullarına tahsis buyurduğu rızıklardır.
Yine Rabbimizin Âl-i İmrân sûresinin beyanıyla bütün bunlar insana
sevdirilmiştir, süslü gösterilmiştir. Ama unutmayalım ki dünya hayatının bu
geçici metaları yanında Allah katında olanlar çok daha hayırlı, çok daha
kalıcıdır. Bunların hepsi bir gün gelecek bitecektir. Ama Allah yanında
olanlar, Allah katında olanlar ise bitmeyecek, tükenmeyecek, ölmeyecek,
solmayacak ebedî güzelliklerdir. İşte bakın Rabbimiz bunlarla onların bir
mukayesesini yapıyor. Söyleyin bakalım ey mü’minler, sizin için bunlar mı daha
sevgili, yoksa Allah mı? Bunlar mı daha sevgili, yoksa Allah yolunda cihad mı?
Eğer bunlar sevgili geliyor ve o yüzden cihadı terk ediyorsanız Allah’ın
belâsını bekleyin.
Sevgi Allah içinse değerlidir. Allah ve
Resulünün sevgisi her şeyin sevgisinden üstte olmalıdır. Hiç bir şey mü’mine
Allah ve Resulü kadar sevgili olamaz. Çünkü hiç bir şeye ve hiç bir kimseye
Allah’a borçlu olduğumuz kadar borçlu olamayız. Bunlar hatırına Allah yolunda
cihaddan uzaklaşanlar fâsıklardır ve Allah asla fâsıkları doğru yola
ulaştırmaz, başarıya ulaştırmaz, hidâyete ulaştırmaz. Dünyada da, ukba’da da
rezil ve perişan eder onları.
25. “Andolsun ki Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun
sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası da olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına
rağmen size dar gelip de bozularak arkanıza döndüğünüz Huneyn gününde yardım
etmişti.”
Muhakkak ki Allah bir çok savaş
alanlarında yardım etmiştir. Özellikle Huneyn günü Allah’ın yardımı ve desteği
size ulaşmıştı. Hani orada, Huneyn’ de çokluğunuz sizi gurura sevk etmişti.
Sayısal çokluğunuza güvenip mağrur olmuştunuz. Lâkin bizzat gördünüz ki o
çokluğunuz hiç bir işe yaramamıştı. Bedir’de karşımızdaki düşmanın üçte biriydik,
ama şimdi düşman bizim üçte birimiz diye gururlanmıştınız. Zaferi sayısal
çoklukta görerek gurura kapılmıştınız. Oysa ne oldu? Olanca genişliğine rağmen
yeryüzü size dar gelmişti. Düşman karşısında bozguna uğrayarak arkanıza dönüp
kaçtınız. Taban kaldırdınız. Hem de peygamberinizi beraberinde az sayıda candan
inanmış yiğitle birlikte geride bırakarak kaçtınız. Allah’a güveni ve tes-limiyeti
sonsuz olan Resul siz dağılıp kaçmaya başlayınca sizin arkanızdan:
“Ey Müslümanlar! Ben Allah’ın
elçisiyim! Bunda yalan yok! Ben Abdul’ Muttalib’in oğluyum! Bunda yalan yok! Kaçmayın!
diye bağırarak sizi geriye çağırmıştı. Sonra
yerden bir avuç kum alıp düşman tarafına atmış ve o kumlardan gözlerine isabet
etmemiş bir tek kâfir kalmamıştı. Hatırlasanıza, böyle bir ortamda bile, sizin
kaçtığınız bir savaş meydanında bile Allah yardımını size ulaştırmış ve sizi galip
getirmişti. Savaşları idare edenin, yönlendirenin, sonucunu belirleyenin sadece
kendisi olduğunu, zaferin tamamiyle kendi elinde olduğunu, bunun sayısal çokluk
ya da azlıkla bir ilgisinin olmadığını, dilediklerini galip, dilediklerini de
mağlup edecek güçte olduğunu ayan beyan size göstermişti. Unutmayın ki başarıyı,
zaferi Allah’a değil de cahili güç anlayışlarına, sayısal güç anlayışlarına endekslediğiniz
anda sizin için kayıp başlamış demektir.
Huneyn
savaşını anlatıyor Rabbimiz. Mekke’nin fethinin hemen arkasından Rasulullah
efendimiz Mekke’yi fetheden on bin ki-şilik ordusuna yeni katılan Mekke’li yeni
Müslümanlarla birlikte on iki bin kişilik bir orduyla Taif taraflarında
kendilerine saldırı niyeti için hazırlık yapan Beni Sakif ve Havazin kabileleri
üzerine yürüdü. Müslüman’ların önceki savaşlarından çok farklı bir savaştı
Huneyn savaşı.
Çünkü Müslümanlar ilk defa
düşmanlarının yaklaşık üç katıydı. Rabbimiz burada Müslümanlara çok muazzam bir
mesaj verdi. Sayılarının çokluğuna güvenen Müslümanlar düşman tarafından pusuya
düşürüldüler de mutlak sûrette mağlubiyetle sonuçlanacak olan bir savaş
Rabbimizin yardımı ve desteğiyle birdenbire zafere dönüştürülmüş ve böylece
Rabbimiz zaferin çoklukta değil sadece Allah katında olduğu konusunda
Müslümanları merhametiyle eğitivermişti. O günkü Müslümanlar ve bugün bizler
kesinlikle anladık ki zafer Allah’tan bağımsız değerlendirilemez.
Evet işte
bu Allah’ın değişmeyen bir yasasıdır. Müslümanlar
hangi dönemde, hangi coğrafyada olurlarsa olsunlar, Allah’ın istediği gibi
Müslüman oldukları sürece, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşadıkları sürece,
Allah’a tam güvendikleri sürece, Allah’ın yardımına ehil oldukları sürece
kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın yardımı ve desteği onlar üzerinedir. Sayıları
ne olursa olsun böyle Allah desteğinde oldukları sürece onlarla savaşan
kâfirler her zaman karşılarında önce Allah’ı bulacaklar ve her zaman mağlup
olup kaçacaklardır. Allah desteğindeki Müslümanlar karşısında onların bir
başarıya ulaşmaları asla mümkün olmayacaktır.
Ama eğer Müslümanlar Allah’ın
sünnetine, Allah’ın bu top-lumsal yasalarına boyun eğmezler, zaferi Allah’a
teslimiyette bil-mezler, Allah yasalarını ihlâl ederek, Allah’ın istediği
kulluktan çıka-rak, peygamber (a.s)’ın emir ve yasaklarına riâyet etmeyerek,
kitap ve sünnetten uzaklaşarak kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda hareket
ederek bir savaşa girerlerse, yâni Allah desteğini kaybetmiş bir vaziyette
karşılarındaki kâfirlerle eşit bir konumda savaşa girer-lerse o zaman da
elbette sünnetullah gereği hangi taraf güçlüyse sa-vaşı o taraf kazanacaktır. O
zaman da artık kendilerinden başka hiç kimseyi kınamaya hakları olmayacaktır
Müslümanların.
26. “Bozgundan sonra Allah, peygamberine, mü'minlere
güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkâr edenleri azaba uğrattı.
İnkarcıların cezası budur.”
Bu bozgununuzdan sonra Allah
peygamberine ve mü’minlere sekînesini, güvenini indirdi. Peygamberin ve
mü’minlerin kalplerine bir sekînet, bir huzur, bir güven, bir emniyet indirdi.
Onların kalplerine desteğini indirdi
Rabbimiz. Onlardaki saklı olan gücü ortaya çıkarıverdi. kalplerine yardımını,
desteğini, müjdesini, zaferini, huzur ve sükununu, indiriverdi de onların
kalplerindeki orduları harekete geçiriverdi. Bileklerine derman, gözlerine fer
kazandırıverdi de onların her birerlerini bir insanken bin insan yapıverdi.
Kendisine imanlarını, kendi yolunda, kendi desteğinde, kendi safında savaşa
cesaretlerini artırıp pekiştiriverdi. İmanlarına iman katacak, imanlarını
artıracak öyle bir sekînet indirdi ki, öyle bir güven duygusu verdi ki onların
kalplerinde zerre kadar bir korkuları, zerre kadar bir güvensizlik duyguları
kalmadı Rab’lerine. Güvenleri, teslimiyetleri tamdı Allah’a karşı. Güvenleri
tamdı peygamberlerine karşı. Rab’lerinin kendilerine takdir ettiği güzel
günlerin geleceğine, zaferin kendilerinin olacağına imanları tamdı.
Görmedikleri güçlerle takviye etti onları. Zaten göklerin ve yerin orduları,
askerleri yalnız Allah’a aittir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın ordusudur.
Göklerde ve yerde olanların tamamı sadece Allah’ı dinlerler. Göklerde ve yerde
yegâne hakim güç Allahtır. Allah Alîm, Allah Hakîm’dir. Her şeyi bilen de O,
her şeye hükmeden de Odur. İlim sahibi de Odur, hikmet sahibi de Odur. Her şeye
karar veren de Odur, verdiği kararlarını ordularına uygulatan da Odur.
Üstelik bunu yeryüzünde koyduğu fiziksel yasalarını
da bozmadan böylece görünmeyen ordularını, meleklerini göndererek yapıyor
Rabbimiz .
27. “Allah bundan sonra da dilediğinin tevbesini kabul
eder. Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Ama bütün bunlara rağmen Allah
dilediği kimsenin tevbesine, kendisine yönelişine mukabele eder. Onların
tevbelerini, dönüşlerini kabul buyurur. Yâni dilediklerine böyle azap ederken
dilediklerinin tevbelerini kabul ederek onlara Müslüman olmalarını muvaffak
kılar. Nitekim Allah ve Resulüyle savaşa tutuşan bu Havazin kabilesinden bazıları
Müslümanların elleriyle Allah’ın azabını tadarken, bazıları da Rabbimizin lütfu
ile Müslüman olmuşlardır.
Tevbe
yönelmek demektir. Tevbe kişinin hayat programını de-ğiştirmesi demektir. Tevbe
kişinin kıblesini değiştirmesi, küfürden, şirkten, isyandan Allah’a kulluğa yönelmesi
demektir. Kim bunu gerçekleştirirse Allah da ona yönelir ve onun dönüşünü kabul
buyurur. Kendisine yönelenin yönelişini dikkate alır ve ona mukabele eder. Onun
için kendisine tevbe edene Allah da tevbe eder sözünün mânâsı işte budur. Zira
böyle yanlıştan dönenler, bilinç tazelemesinde bulunanlar için Allah sınırsız
bağış ve merhamet sahibidir. Allah karşısında böyle bir öz eleştiri yapanlara
karşı Allah sınırsız örtücü ve affedicidir. Sanki onun yaptıklarının tümünü
silici ve hiç yapmamış gibi kabul edicidir. İşte bunu vaadediyor Rabbimiz bu
âyetinde.
28. “Ey inananlar! Doğrusu puta tapanlar pistirler, bu
sebeple, bu yıllardan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten
korkarsanız, bilin ki Allah dilerse sizi bol nîmetleriyle zenginleştirecektir.
Allah şüphesiz bilendir, Hakîmdir.”
Ey iman edenler, doğrusu
müşrikler necistirler, pistirler. Kesinlikle bilesiniz ki şirki meslek
edinenler pisliktirler. Pislik içinde bir hayatın içine gömülmüş kimselerdir.
Tabii bu pislik maddî, fiziksel bir pislik değil, manevî bir pisliktir. Yâni
müşrikler insan olmaları sebebiyle aslında bedenleri temizdir. Yâni pislikleri
doğuştan değil ârızîdir. Şirk en büyük pisliktir. Amelleri pistir, düşünceleri
pistir, hayatları pistir, hayat programları pistir, sistemleri pistir.
Binaenaleyh Onların hiç bir
şeyleri alınmaz, hiç bir şeylerine değer verilmez, hiç bir şeylerine
güvenilmez. Müşrik bu pislikten ancak iman taharetiyle temizlenebilir. İbni
Abbas efendimiz bir müşrikle tokalaştığı için bir Müslümana abdest alması
gerektiğini söylemiştir. İbni Abbas efendimiz onların bedenlerinin de pis
olduğu kanaatindedir.
Evet
müşrikler necistir ve artık bu sebeple bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a
yaklaşmasınlar. Müşriklerin hac maksadıyla Haram bölgesine, kutsal bölgelere
girmesi, yaklaşması yasaktır. Hac ve umre yapmaları yasaktır. Bu seneden sonra
ifadesiyle de Berae sûresinin indiği sene kast edilmektedir. Yâni Hicretin dokuzuncu
senesi. Artık onları bu bölgeye ibadet maksadıyla sokmayın diyor Rabbimiz.
Allah’ı istismar edenlerin bu bölgelere girmesi yasaktır. Âlimlerimiz-den
kimileri bu yasağın sadece Mescid-i Haram bölgesi için geçerli olduğunu
söylerlerken, bazıları da tüm mescidler için geçerli olduğunu söylemişlerdir.
Ey
Müslümanlar, eğer müşriklerin kutsal bölgelere sokulmaması neticesinde ekonomik
sıkıntılardan endişe ediyorsanız, bilesiniz ki Allah sizi lütfu keremiyle
bolluğa ulaştıracaktır. Allah sizi onlardan müstağnî kılacaktır. Sizi
zenginleştirecektir. Siz Allah’ın istediğini yapma noktasında olursanız o sizi
zenginleştirecektir. Kesinlikle bilesiniz ki Allah’tan bağımsız bir ekonomik
plan ve program da başarısız olacaktır. Unutmayın ki Allah her şeyi en iyi
bilen ve yaptığı her şeyi bir hikmetle yapandır. Her şeyin sonunun nereye
varacağını en iyi bilen O’dur.
Hicretin
dokuzuncu yılında nâzil olan bu âyetlerle artık müşriklerin o bölgeye girmeleri
yasaklandı. Böylece Mekke’nin fethiyle birlikte onlara iki yıl gibi bir süre tanınmıştı.
Bir anlamda bu bir geçiş dönemiydi. Elbette böylece bir yerde tümüyle Allah’ın
dininin uygulanması söz konusu olunca, insanların Allah’ın dinini yakından
tanıyabilecekleri kadar bir süre tanınacaktır. Ta ki Müslüman olmak isteyenler
Müslümanlığın gereklerini öğrenip öylece Müslüman olsunlar. Kâfir kalmak
isteyenler de bilerek kâfir kalsınlar.
Müslümanlar da artık fakir kalma,
ekonomik yönden gelişememe gibi endişelerle müşriklerle ilişkilerini kesme
noktasında bir sı-kıntıya düşmesinler. Allah’ın emirlerini çiğneyerek,
dükkanlarında Allah’ın haram kıldığı malları satarak, Allah’ın yasakladığı kıyafetler
ve ilişkiler içinde namazsız, tesettürsüz kadın çalıştırarak, kâfirlerle, müşriklerle
sıkı fıkı anlaşmalar yaparak zenginliğe ulaşacaklarını sanmasınlar.
Eğer bu tür ilişkilere girmezsek,
bunlarla ilişkilerimizi koparırsak biz fakir kalırız, cahili anlayışlarına
kapılmamalılar. Kâfirlerin, müşriklerin kendilerine uygulayacakları ekonomik
ambargolardan zer-re kadar korkmamalılar. Rızkın sadece Allah’ın elinde olduğunu
unutmamalılar. Rızkı ve sebeplerinin tümünü yaratanın, velînîmet olanın Allah
olduğunu unutmamalılar. Sebepleri Allah yerine koyarak Allah’ı ikinci plana
atmamalılar. Allah’a muhtaç olduklarını unutup fa-lanlara, filanlara ihtiyaç
duyguları geliştirmesinler. Falanlar olmasa karnımız doymaz. Filanların yardımı
olmasa kalkınamayız. Amerika’nın teknolojisi olmasa adım bile atamayız. Batının
ilmi olmadan nefes bile alamayız demesinler. Unutmayın ki Allah Alîm ve Hakîmdir.
Size neyi emretmiş, neyi yasaklamışsa mutlaka onu bir ilim ve hikmetle
yapandır. Onun sonunun nereye varacağını en iyi bilendir.
29. “Kitap verilenlerden, Allah'a, âhiret gününe inanmayan,
Allah'ın ve peygamberlerinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din
edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.”
Ehl-i Kitaptan, kendilerine daha önce
kitap verilenlerden, vahye muhatap kılınanlardan, Yahudi ve Hıristiyanlardan
Allah’a Allah’ın istediği gibi inanmayan, âhiret gününe de Allah’ın istediği
gibi sorumluluk şuuru içinde inanmayan, Allah ve peygamberinin haram kıldıklarını
haram saymayan ve hak dini tek din olarak kabul etmeyen kimselerle onların
boyunlarını bükmüş, teslim olmuş bir vaziyette kendi elleriyle size bir cizye
verinceye kadar savaşın. Size boyun eğip, sizin egemenliğinizi kabul edinceye
kadar onlarla savaşın.
Evet bu
âyetinde Rabbimiz kendileriyle savaşılacak insanları ve onların taşıdıkları
özellikleri anlatıyor. Kimmiş bunlar? Kendilerine daha önce kitap verilmiş
olanlar. Ne özellikleri varmış bunların?
1: Allah’a
iman etmiyorlarmış. Her ne kadar bu Yahudiler, bu Hıristiyanlar Allah’a
inandıklarını iddia etseler de Allah’ın istediği gibi iman etmiyorlar. Çünkü
Allah’a iman Allah’ın istediği gibi imandır. Allah’a iman Allah’ın kitabında
kendini nasıl haber vermişse, hangi sıfatların sahibi olarak tanıtmışsa öylece
imandır. Allah’a Allah’ın istediği gibi inanmayan, Allah’ın inanın dediklerine
inanmayan insanlara nasıl mü’min diyeceğiz? Tevrat’ı gönderen ama İncil’i ve
Kur’an’ı göndermeyen bir Allah’a inanan Yahudi’lere nasıl mü’min diyeceğiz?
Musâ’yı gönderen ama Îsâ’yı ve Muhammed (a.s)’ı göndermeyen bir Allah’a inananlara
nasıl mü’min diyeceğiz? Veya İncil’i, Îsâ (a.s)’ı gönderen ama Kur’an’ı ve
Muhammed (a.s)’ı göndermeyen bir Allah’a inananlara nasıl mü’min diyeceğiz?
Öyle değil mi? Şu anda bir
Müslüman bile Allah’a inansa ama Allah’tan gelenlerden her hangi birine inanmasa
buna bile kâfir denir. Meselâ ben Allah’a inanıyorum ama tesettüre inanmıyorum
veya zekata inanmıyorum diyen bir adam kâfirdir.
Yine
Allah’a iman Allah’ın hayata karıştığına imandır. Allah’a iman Allah’ın hayatı
düzenlemek üzere vahiy gönderdiğine ve Onun istediği şekilde bir hayat yaşamaya
imandır. Allah’a iman Onun Rab, Melik ve İlâh olduğuna, Onun emir ve
yasaklarına riâyete imandır. Allah’a iman Onun belirlediği hayat programına
imandır.
2: Âhirete
de iman etmiyorlarmış. Âhiret gününe iman, hesap, kitap konusuna iman demektir.
Âhirete iman orada tüm yaptıklarından hesaba çekileceğine imandır. Âhirete
inanan kişi bu hayatı o imana bina eden, bu hayatı ona göre yaşayan, her adım
atışında, her duruşunda, yâni pozitif ve negatif her eyleminde bunun şuuru
içinde olan kişidir. Âhirete inanan kişi her an Allah’la, Allah’ın sorgulaması
ile karşı karşıya geleceğinin bilincinde olan kişidir.
3: Allah ve
peygamberinin haram kıldıklarını haram bilmezlermiş bunlar. İşte Allah ve
Resulüne Allah’ın istediği iman budur. Allah ve Resulünün yasaklarını yasak bilmeyenler
Allah ve Resulüne iman etmemişlerdir. Haramın ve helâlin tespitinde söz sahibi
Allah ve Resulüdür. Bu konuda söz söyleme hakkına sahip başka hiç kimse yoktur.
Mü'min kesinlikle bilir ve öylece iman eder ki haram ve helâl sınırlarını ancak
Allah tayin eder. Allah berisinde ve bir de Resulü’ne verdiği yetki dışında bu
konuda hiç kimse pay sahibi değildir. Buna böylece inanmayanlar, bu konuda kriter
bireydir diyerek pragmatist bir anlayışla; birey için faydalı olanlar helâl,
faydasız olanlar da haramdır diyenler, veya bu konuda kıstas toplumdur diyerek;
toplumun helâl dedikleri helâl, haram dedikleri haramdır diyenler veya kolektivizmi
savunanlar mü’min olamazlar.
Evet
yeryüzünde yasa belirleme konusunda, haram helâl sınırları tespit konusunda
Allah ve Resulünü diskalifiye ederek Allah’ın dinini bozmaya çalışanlar,
yeryüzünde kendi hevâ ve heveslerine göre bir hayat yaşamaya, kendi arzularına
göre bir din, bir hayat tarzı ortaya koyarak kendi kendilerine tapınmaya
çalışanlar mü’min değillerdir. Çünkü bu iyi bu kötü, bu haram bu helâl, bu
doğru bu yanlış, bu giyilir bu giyilmez, bu içilir bu içilmez, bu haram, bu
helâl deme hakkı sadece Allah’a aittir. Kendi varlıkları, kendi yaratılışları
üzerinde bile en ufak bir yetkileri, egemenlik hakları olmadığı halde birbirlerine
egemenlik iddiasında bulunanlara nasıl mü’min denilebilecek? İşte böyleleriyle
savaşın, diyor Rabbimiz.
4: Hak
dini, din edinmeyen kimselermiş bunlar. Din bir hayat programıdır, bir yaşam
biçimidir. Din hayatın tümünü içine alan bir hayat programıdır. Ahlâkıyla,
imanıyla, ticaretiyle, ekonomisiyle, siyasetiyle, eğitimiyle, hukukuyla,
yemesiyle, içmesiyle, giyim kuşamıyla, evlenmesi boşanmasıyla bir yaşam
biçimidir din. Hayatın tümüne karışan, hayatın tümünü dolduran, hayatı parçalamadan
onun tümünde söz sahibi olan Allah’ın hak dininin yanında elbette başka-larının
dinleri, başkalarının hayat programları, başkalarının yaşam biçimleri de
vardır. İşte din olarak, hayat programı olarak sadece Al-lah’ın hak dinini
kabul etmeyerek onun dışındaki dinlere inanan, o-nun dışındaki sistemleri kabul
edenlerle savaşın buyuruyor Rabbi-miz. Ülkelerinde Allah’ın haram kıldığı
fâizi, içkiyi, zinayı, kumarı ka-nun gücüyle meşrulaştıranlarla savaşın diyor
Rabbimiz.
Cizye cezadan gelir, yâni karşılık, bedel
demektir. Cizye sa-vaştan muafiyet vergisidir. Müslümanların egemenliği altında
ya-şayan gayri müslimlerin bulundukları bölgede kendilerine ve ülkelerine karşı
gerçekleştirilen düşman saldırılarına karşı gerek kendilerini, gerek mallarını
korumak üzere Müslüman mücahitlerin savaşmalarının ve kendilerinin böyle bir
cihada katılmamalarının karşılığı olarak alınan bir vergidir.
Elbette Müslüman olmayan, cihad
gibi ideolojik hedeflere inanmayan insanları inanmadıkları bir cihada çağırarak
zorlamaz İslâm. İslâm bunu bir insan hakkı olarak görür. Çünkü hiç bir insan inanmadığı
bir değer uğruna ölmek istemez. Onun içindir ki bir tarafta o toplumun can ve
mal güvenliğini sağlamak için savaşan canını ortaya koyan insanlara karşı
elbette o toplumun güvenliğine ortak olan, bundan pay alan gayri müslimlerin
buna karşılık bir bedel ödemeleri gerekecektir. İşte cizye budur. Cizye gayri
müslimlerin savunma sistemine ödemek zorunda oldukları bir bedeldir. Bizzat
canlarıyla buna katılmak istemeyenler elbette mallarıyla buna katılmak zorundadırlar.
Peki şimdi soralım: Kim karlıdır
bu işten? Eğer bir zulüm, bir saldırı varsa kim haksızlığa uğramıştır bu işten?
Bir tarafta onların da güvenliğini sağlamak üzere canlarını ortaya koyan
Müslümanlar, diğer tarafta bu işe sadece mallarıyla katılan gayri müslimler.
Söyleyin Allah aşkına bu onlara bir haksızlık mıdır? Bir zulüm müdür? Söyleyebilir
misiniz bunu? İnsanı inanmadığı bir din, inanmadığı bir dâvâ uğruna ölüme
göndermek mi zulüm, yoksa onlardan bu iş karşılığında bir bedel alıp serbest
bırakmak mı? Hayır hayır Allah’ın bu konudaki yasası en güzel, en âdil olanıdır
ve Müslümanlar Allah hatırına bu kahrı sinelerine çekmeyi başarmışlardır.
Yine bakın
bu işin bir başka âdil ve akıllara durgunluk veren güzel yanı da cizye asla
zekattan fazla alınmamıştır. Onun içindir ki kimi zâlim oryantalistlerin
dedikleri gibi İslâm topraklarında Müslümanların egemenliği altında yaşayan gayri
müslimler bellerini büken cizye korkusuyla İslâm’ı kabul edip Müslüman olmak
zorunda kalmamışlardır. Çünkü Müslüman oldukları takdirde de zaten en az cizye
kadar ve hattâ ondan daha fazla bir zekat ödemek zorundaydılar. Bu yalancıların
yalan söylediklerini açıkça ortaya koyan pek çok müsteşrik vardır.
Yine meselâ hastalardan,
yaşlılardan, çocuklardan, kadınlardan, din görevlilerinden, Hahamlardan,
Papazlardan asla cizye alınmamıştır. Herkesten gücü oranında cizye alınmıştır.
Yine bizzat asker olarak savunmaya kendi gönülleriyle katılanlardan cizye alınmamıştır.
Onun içindir ki bu cizye konusunu dillerine dolayarak İslâm’a ve Müslümanlara
hakaret edenler düşmanlıktan başka bir şey yapmıyorlar-dır.
30. “Yahudiler,
“Uzeyr Allah'ın oğludur” dediler; Hıristiyanlar,” Mesih Allah'ın oğludur”
dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri
sözdür. Allah onları yok etsin! Nasıl da uyduruyorlar.”
Yahudiler Üzeyr Allah’ın oğludur
dediler. Kaybolan Tevrat’ı tekrar kendilerine buluveren sâlih kişi olarak Yahudiler
ona aşırı sevgi ve saygılarından ötürü Allah’ın oğlu demişlerdir. Hıristiyanlar
da Me
sih Allah’ın oğludur dediler. Îsâ Allah’ın oğludur
dediler. Böylece Yahudi ve Hıristiyanların putçulukları reddedilir. Bunlar daha
önce inkâr edenlerin sözlerine, önceki kâfirlerin asılsız iddialarına benzemektedir.
Önceki kâfirleri taklit ederek hakkında hiç bir bilgileri, hiç bir delilleri
olmadan ağızlarından geveledikleri bir sözden başka bir şey değildir bu.
Mesnetsiz, hüccetsiz mücerret bir iddiadır.
Kendilerinden
önceki kâfirler de aynı şeyleri söylemişlerdi. Daha önceleri kâfirler, vahdet-i
vücut denen Allah’la insanın birleşimi teorisini ortaya atmışlardı. İşte Yahudi
ve Hıristiyanların bu iddiaları da bu sapık felsefi akıma dayanmaktadır. Veya
panteizm adı altında daha önceleri ortaya atılmış sapık bir felsefi akımın
etkisi altında kalarak bunları söylemişlerdir. Panteistler varlıkla Allah’ın
aynı olduğunu iddia etmişlerdir. Tüm varlıkların başlangıçta bir bütün iken sonradan
Allah’tan koparak meydana geldiklerini iddia etmişlerdir.
Evet işte böyle daha önceleri
Mısır’da, Hindistan’da, Yunanistan’da, Roma’da Allah bilgisinden uzak bir takım
filozofların ortaya attıkları Taoizm, Budizm, Brahmanizm gibi felsefi dinlerin
temelini teşkil eden sapık düşüncelerinden etkilenerek Yahudi ve Hıristiyanlar
bu tür sapıklıklara düşmüşlerdir.
Allah
belâsını versin onların ki nasıl da savruluyorlar? Nasıl da diyebiliyorlar
bunu? Nasıl da putlaştırabiliyorlar Allah’ın kullarını? Ey Müslümanlar sakın
sizler de onlar gibi peygamberinizi, azîzlerinizi, âlimlerinizi, idarecilerinizi,
siyasîlerinizi, velîlerinizi putlaştırıp Allah makamına çıkarmayın. Allah’ın
sıfatlarını Allah’tan başkalarına vermeyin. Onların arzularını, isteklerini,
yasalarını, haram helâl sınırlamalarını Allah’ınki gibi kabul etmeye
kalkışmayın. Yaratılmışları yaratıcıyla denk tutmaya kalkışmayın. Eşyayı, insanları
Allah’ın kitabından, peygamberin sünnetinden bağımsız değerlendirmeyin. Sizden öncekilerin yaptığı gibi insanları
uçurup kaçırmaya, göklere çıkarmaya kalkışmayın. Bakın onlar nasıl hareket
etmişler:
31. “Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve
Meryem oğlu Mesih'i Rab’leri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilâh’tan başkasına
kulluk etmemekle emrolunmuş-lardı. Ondan başka ilâh yoktur. Allah, koştukları
eşlerden münezzehtir.”
Onlar Allah’ı bıraktılar da Onun
berisinde Hahamlarını, papazlarını, Meryem oğlu Mesih’i Rab’ler edindiler. Oysa
onlar sadece tek İlâh olan Allah’a kullukla emrolunmuşlardı. Sadece tek İlâh
olan Allah’ı dinlemekle emrolunmuşlardı. Haram helâl sınırlarını belirleme noktasında,
hayat programını tespit etme konusunda, yasa koyma konusunda sadece Allah’ı
dinlemeleri gerekirken, onlar Allah’ı bıraktılar da Onun dûnunda, Onun
berisinde Hahamlarına, Rahiplerine, siyasîlerine itaat edip tâbi oldular. Böylece
Allah’ı bırakıp onlara kulluk ettiler. Yasa belirleme yetkisini Allah’tan
başkalarına verdiler. Allah’ın emir ve yasaklarını değil de onların emir ve
yasaklarını dinlediler. Kendilerini Allah’tan başkalarına nisbet ettiler.
Ehl-i
Kitabın sapıklığını gündeme getiren bu âyet-i kerîme nâzil olduğu zaman âyetin
nüzûlünden çok kısa bir süre önce Hıristiyanlıktan İslâm’a giren Adiy Bin Hatem
Rasulullah efendimize gelerek şöyle diyordu: Ey Allah’ın Resulü, biz
Hıristiyanken Allah’tan başkalarına asla kulluk etmiyorduk. Burada anlatılan
kulluk da neyin nesi? der. Bunun üzerine Allah’ın Resulü ona şöyle sorar: Ey
Adiy, söyler misin bana, sizin papazlarınız, keşişleriniz, din adamlarınız,
siyasîleriniz size bir kısım şeyleri emrederlerdi de siz onların bu emirlerini
yerine getirir miydiniz? Adiy, evet yerine getirirdik der. Peki onlar sizin
için bir kısım şeyleri yasaklardı da siz onların bu yasaklarına tâbi olur muydunuz?
Onların yasakladıklarını Allah yasağı gibi bilmiyor muydunuz? Onlar Allah’ın
yasak kıldıklarına yasak değil deyince siz de aynen bunu kabul etmiyor
muydunuz? Adiy evet deyince, Allah’ın Resulü buyurdu ki:
“Zalike hiye ibadetün”
Ey Adiy işte bu onlara ibadetin ta kendisidir
buyurdu. İşte onları Allah berisinde Rab ittihaz etmek ve onlara kulluk yapmak
budur.
Evet
öyleyse kişinin hayatında Allah makamında oluş şeklinde helâl ve haram koymak,
emir ve yasaklarda bulunmak Rab’likitir bunu unutmayalım. Yâni bir karar merciini
ve ondan çıkan kararları ilâhî kararlar seviyesine çıkarmak onları ilâh ittihaz
etmek, rab ittihaz etmek demektir.
Meselâ birileri çıkıp dese ki ben
sizin et yemenizi yasaklıyo-rum. Veya ben sizin eğitiminizin, hukukunuzun,
kılık kıyafetinizin şöyle olmasını istiyorum. Yaşayışınızın, mirasınızın,
kazanmanızın, harcamanızın şöyle olmasını emrediyorum. Şu işi, şu kıyafeti, şu
alfabeyi, şu anlayışı sizin için yasaklıyorum diyen varlık raptır, Rablik iddiasında
bulunmuştur. Onu öylece razı olarak kabullenen, itirazsız gönül rahatlığıyla
onun bu emir ve arzularını uygulayan kişi de Allah’a müşrik olarak onun
kuludur. Ama kalben razı olmadığı halde köleliği sebebiyle bunu kabullenen kişi
büyük günâh işlemektedir.
Evet, eğer
birileri Allah’ın hüküm koymadığı bir konuda bir hüküm koyarsa veya Allah’ın
hüküm koyup yasakladığını emreder, emrettiğini yasaklarsa, Allah’ın helâllerini
yasaklar, yasaklarını helâllerse, onun bu hareketini yol olarak, yasa olarak
benimseyip uygulayan kişi müşriktir, öbürü de onun rabbidir. Halbuki insanlar
tek bir Rabbe, tek bir İlâha kulluğun dışında başka hiç kimseye kulluk etmemekle
emrolunmuşlardı. Çünkü O Allah kendisinden başka ilâh olmayandır. Kendisinden
başka kullarının hayatına program yapma yetkisine sahip varlık olmayandır.
32. “Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler
istemese de Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır.”
Onlar Allah’ın nûrunu, Allah’ın
İslâm nûrunu, hidâyet ışığını ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Güya
ağızlarıyla güneşi örtmek, söndürmek istiyorlar. Ağızlarıyla, kâlemleriyle
Allah’ın dinini yok etmek istiyorlar. Allah’ı, Allah’ın dinini, Allah’ın
âyetlerini, Allah’ın yasalarını, sistemini yeryüzünden silmek istiyorlar.
Müslümanları boğmak ve yok etmek istiyorlar. Zannediyorlar ki Allah’ın dini, Allah’ın
güneşi ağızlarıyla üfleyince sönüverecek. Allah
ise kâfirler istemeseler de dinini ta-mamlayacaktır. Allah dinini tamamlamak
dışındaki bir seçeneğe asla izin vermeyecektir. İnsanlık tarihinin başından bu
yana niceleri Allah-ın dinini yok etmek, Allah’ın nûrunu söndürmek istemişler
ama Rabbi-miz asla buna imkân vermemiş, bu cinnete kapılanların hepsini helâk
etmiştir. Onlar söndürme kavgası verirlerken elbette bizler de o nûru yakmaya,
güçlendirmeye çalışacağız. Allah’ın nûrunu, Allah’ın kitabını gündemde tutmanın
kavgası içine gireceğiz.
33. “Puta tapanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden
üstün kılmak üzere, peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah'tır.”
Evet O Allah’tır peygamberini
hidâyetle, hidâyeti gösteren bir kitapla ve hak bir dinle gönderen. İşte vahyin
ve peygamberin gönderiliş amacı budur. Müşrikler istemese de, kâfirler kerih görseler
de Allah dinini, bu peygamberiyle gönderdiği bu hak olan İslâm dinini bütün
dinlere karşı üstün kılacak, galip getirecektir.
Peygamber insanlara yol gösteren mihmandardır.
İnsanları dünyada en doğruya, en güzele, âhirette de ebedî kurtuluş ve cennete
çağırandır. Allah tarafından seçilmiş, Allah tarafından eğitilmiş ve hayatı da
yine Allah tarafından yasallaştırılıp onaylanmış olarak bize sunulmuş bir
hidâyet rehberidir peygamber. Bizim örneğimiz, önderimiz, imamımızdır
peygamber. Hayatında zerre kadar bir falso olmayan ve bizim kendisini örnek
alıp hayatını yaşadığımız zaman, kendisini taklit ettiğimiz zaman kesinlikle
hata etmeyeceğimiz mükemmel bir örnek. Öyleyse bizler kendimiz için sadece Onu
örnek bilmek, imam bilmek zorunda olduğumuz gibi, insanları da Allah’ın bu
örnek insanına çağırmak zorundayız.
Müşrikler
istemeseler de, kâfirler razı olmasalar da Allah Onunla gönderdiği İslâm dinini
tüm dinlere galip getirip onların üzerine çıkaracaktır. Din bir hayat programı,
bir yaşam biçimidir. Din insanın, insanların uyguladıkları hayat programıdır.
Din bir ferdin, bir toplumun uymak zorunda olduğu kanunlar, yasalar manzumesidir.
Din kişinin kendisiyle, Rabbi ile ve insanlarla, çevresiyle münâsebetlerinin
tümünü düzenleyen kanunlar ve kurallar mecmuasıdır. Tüm bunları düzenlemek için
kişi neye ve kime müracaat ediyorsa kişi onun dininde demektir. Bu mânâda Kominizim
de, Kapitalizm de, Sosyalizm de, Demokrasi de bir dindir. Bunlar da insanların
ortaya attıkları bâtıl dinlerdir ve sistemlerdir. Herkesin, her toplumun
mutlaka bir dini, bir hayat programı, bir yaşam biçimi vardır. Kâfirin de bir
dini, kâfirin de bir hayat programı vardır. Elbette yeryüzünde dinsiz, yâni
kanunsuz, kuralsız, yolsuz, sistemsiz bir toplum düşünmek mümkün değildir.
Evet şu anda dünyada pek çok yol,
pek çok din, pek çok ha-yat programı, pek çok yaşam biçimi, pek çok sistem
vardır. İşte Rabbimiz kendi dinini, İslâm dinini, teslimiyet dinini tüm diğer
dinlere karşı galip getirecek, tüm diğer dinlerin, tüm diğer sistemlerin üstüne
çıkaracaktır. Çünkü Rabbimiz katında Rabbimizin kabul edip razı ol-duğu bir tek
din, bir tek yol vardır, o da teslimiyet dini olan İslâm dinidir. Allah katında
tek bir hayat tarzı var, o da Müslümanlıktır. Allah bu dinin dışında hiç bir
dini, bu dinin dışında hiç bir sistemi, hiç bir hayat programını kabul etmiyor.
Çünkü bunların hiç birisi müntesiplerini hi-dâyete ulaştırmıyor. Bunların hiç birisi
müntesiplerini hidâyete ulaştır-mıyor, cennete götürmüyor. Bunların hiç birisi
bağlılarının aklını, kalbini, duyularını doyuramaz. Hiç birisi kullarının,
evini, ailesini, ülkesini mutluluğa ulaştıramaz. İşte görüyoruz, Allah dininin
dışındaki dinler, Allah sisteminin, Allah programının dışındaki sistemler ve
programların hiç birisi insanları huzura kavuşturamıyor.
34. “Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların
mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip
Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı azabı müjdele.”
Ey
mü’minler, Hahamların ve Rahiplerin pek çoğu haram yollarla insanların
mallarına el korlar. Ürettikleri bâtıl dinler, bâtıl yollar, bâtıl dini
usuller, bâtıl dini törenler karşılığında insanların mallarını yerler.
İnsanları Allah yolundan alıkorlar. İnsanların ellerindekilere ulaşmak için Allah’ın
dinini yamulturlar, asılsız fetvalar verirler, bâtıl inançlar imal ederler,
insanlara kolayca cennete gidebilecekleri dini törenler icat ederler ve
insanlara bunları satarak değer elde ediyorlar. Günâh çıkarma sektörüyle nice
binlerin paralarını ceplerine atıyorlar. Böylece hem para kazanıyorlar hem de
insanları Allah yolundan en-gelliyorlar. Çünkü cebinde parası olan bir adamın
Allah’a kulluk yapmasına, Allah yasaları istikâmetinde bir hayat yaşamasına
gerek kal-mıyor. Çünkü o din simsarlarının cebine koyduğu paracıklarla tüm
günâhlarının affolduğuna inanıyorlar.
Veya Yahudi ve Hıristiyan âlimler
yanlarındaki Allah bilgisini, kitap ve peygamber bilgisini, Tevrat ve
İncil’deki son elçi Muhammed (a.s)’ın hak peygamber olduğu bilgisini
insanlardan gizledikleri için para elde ediyorlar ve insanların İslâm’a
girmelerine engel oluyorlar.
Alçaklar
bir hurafe sektörü geliştirerek onu Allah’ın dininin ye-rine ikâme ediyorlar.
Bu yolla para kazanıyorlar. İnsanlarla Allah’ın ki-tabının, Allah’ın dininin
arasına gerilmişler, dinin önüne perde olmuşlar, onlara diyorlar ki sizler bu
kitabı anlamazsınız, boşuna onu okuyacağız, anlayacağız diye yorulmayın, biz
onu anlarız ve size aktarırız diyorlar. İnsanların ana kaynağa gitmelerine engel
oluyorlar. Çünkü insanlar ana kaynağa ulaştıkları zaman kesin biliyorlar ki
kendi ticaretleri, kendi sektörleri duracak. Onun için diyorlar ki siz bilemezsiniz
biz anlatacağız size kitabı.
Ve tabii insanlara da Allah’ın
kitabını dosdoğru aktarmıyorlar. Allah’ın kitabı, Resulünün sünnetinin dışında
kitaplar, yollar oluşturarak insanları vahiy dininden uzaklaştırırlar.
Oluşturdukları bu yeni din-ler, bu yeni kitaplar, bu yeni yollar karşılığında
insanlara cenneti garanti ederler. Cenneti parsellerler. Cennete tapular
dağıtırlar. Kayna-ğın başına oturup insanları ondan engelleyip kendilerininkiyle
yetinmeye zorlarlar. Kendileri dünyanın kulu kölesi oldukları için, kendileri
ekonomik insan olup çıktıkları için insanları da ekonomik insan yapıyorlar.
Böylece istiyorlar ki din bilmeyen insanlar bu konuda hep ken-dilerine muhtaç
olsunlar. Hep kendilerine sorsunlar, hep kendilerini örnek alsınlar. Kendileri
de onlara sundukları din karşılığında onların mallarına ulaşabilsinler.
Yesinler
bakalım doyumsuz zâlimler. Yakında geberecekler ve kendilerini Allah’ın dininin
ana kaynaklarından uzaklaştırarak haklarını yedikleriyle hesaplaşmak üzere
Rab’lerinin huzuruna gidecekler. Yakında o alçaklar insanları Allah yolundan
alıkoyarak, insanlara kendi sapık dinlerini, kendi bozuk hayat tarzlarını,
kendi şirk hukuklarını, kendi materyalist eğitim anlayışlarını, kendi sapık
felsefelerini empoze ederek, insanları kendi cehennemlerine çağırmalarının karşılığını
görecekler.
Evet bunlar sadece ehl-i kitap
bilginler değil, bizim kitap eh-linden de kendisine kitap bilgisi verilmiş,
kitap ve peygamber bilgi-sine ulaşmış oldukları halde kendileri bildikleri bu
âyetlerin bilincinden sıyrılan, kendileri onunla amel etmedikleri gibi Allah
kullarına da onları duyurmayan, insanlar hatırına, ikballer hatırına onları
yamultan kimseler de aynen bunlar gibidirler.
Kitap bilgisine sahip oldukları
halde kendilerini mevcut düzene angaje ederek, düzenin keyfine göre, kendi hevâ
ve heveslerine göre, dünyevî menfaatlerine göre Allah âyetlerini istediği gibi,
ya da düzenin istediği gibi yorumlamaya çalışanlar da aynen bunlar gibidirler.
Alçak dünyanın, alçak makamlarını elde edeceğim diye, filanlar bana biraz makam
verecekler diye, zengin olacağım diye, şöhrete ulaşacağım diye bu tür sapık
yollara girenlere yazıklar olsun.
Evet altın
ve gümüşü biriktirip, kenz yapıp Allah yolunda harcamayanlara elim bir azabı
müjdele peygamberim. Altın ve gümüşten servet yapıp da onu Allah yolunda sarf
etmeyenler, serveti bir Allah emâneti bilmeyerek, onu insanların kullanımından
saklayarak kenz yapanlar elim bir azabı, dayanılmaz bir azabı hak etmişlerdir.
Allah’ın verdiklerini insanlarla paylaşmadan yana olmayanlar azabı hak etmişlerdir.
Tabii burada anlatılan servet düşmanlığı değil, servet sahibi olmanın yasaklığı
değil, o servetin kenzi ve Allah’ın istediği gibi sarf edilmemesidir. Hani Haşr
sûresinde öyle diyordu ya Rabbimiz:
“..Ta ki
içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın.”
(Haşr 7)
Ta ki
zenginler arasında dönüp dolaşan bir servet, bir devlet olmasın diye, biz bunu
böyle yaptık. Zenginlik, servet, mal ve mülkler toplumun tüm kesimlerine
yayılmalıdır. Sadece zenginlerin elinde dö-nüp dolaşmamalıdır. Zenginler daha
çok şişmemeli, fakirler de daha fakirleşmemeli. Bir kesim açlığından ölürken,
diğer taraf şiştikçe şişmemeli.
Rabbimiz bunun için zenginlere
zekatı, sadakayı, infakı ve her türlü fedâkarlığı, harcamayı emretmektedir.
Krediler, teşvik primleri, devletin imkânları sadece belli kesimin elinde
olmamalı. Böyle yapanlar kesinlikle Allah’ın azabının mahkumu olduklarını unutmamalıdırlar.
Serveti iktidara, iktidarı da baskıya dönüştürenler azaptan kurtulamayacaklardır.
Sahabeden bu âyeti en güzel anlayıp uygulayan Hz. Ebu Zer efendimizdir. Ebu Zer
efendimiz mala ve dünyaya bağımlı olmayan, arkadaşlarına da bu
konuda aman ha mallarınız yarın boyunlarınıza dolanan bir yılan, bir ejderha
olmasın diye nasihat eden, tavır koyan bir sahâbedir. Valileri dolaşır ve sizin
Allah’a itimadınız yok mu? Niye kenz yapıyorsunuz? Niye yarın için
harcayacaklarınızı bugünden kazanma ve biriktirme yanılgısına düşüyorsunuz?
diye onları tokatlayan dünyaya ve dünyalıklara karşı son derece züht içinde yaşamayı
yeğleyen bir sahâbeydi.
Kur’an-ı Kerimdeki bu ve bunun gibi âyetlerin onda tezahürü
işte bu şekilde kendini gösteriyordu. Onun içindir ki Allah ne verdiyse ihtiyaç
kadarını kendisine bırakıyor ve günlük ihtiyaç fazlasını hemen elinden
çıkarıyordu. Hattâ bakın Hz. Muaviye bir kere altın göndermişti yatsıdan sonra.
Sabahleyin o gönderdiklerini kendisinden geri isteyince sabah namazında Ebu Zer
efendimiz; o çoktan bitti, o verdiklerin çoktan yerini buldu buyurmuştur. Çünkü
Ebu Zer efendimiz pişdarından öyle görmüştü. Sevgilisinin bu konudaki uygulamasına
muttali olan Ebu Zer aynısını yapmaktan geri durur muydu?
Rasûlullah
da bir gün yatsı namazında cemaatin üstüne basarak mescidi hızlıca tek eder ve
evine gider. Biraz sonra tekrar mes-cide ashabının arasına döner. Onun bu telaşını
merak eden sahâbe ya Resûlullah önemli bir şey mi oldu ki bizi tek edip geri döndünüz?
deyince Allah’ın Resûlü şöyle buyurur: Evde birilerine verilecek fazlalık bir
şeyler vardı, onu biran evvel yerine ulaştırayım diye acele ettim buyurur. Onun
bu durumuna muttali olan Ebu Zer de mihmandarının yolunu takip ediyordu.
Hz. Ebu Zer efendimiz herhalde bütün hayatı boyunca hiç ze-kât
vermemiştir. Zira mal onun elinde bir yıl hiç beklemezdi. Bizim şu andaki
durumumuz gerçekten çok garip. Hep biriktirmeden, yığmadan, büyümeden, şişmeden
yanayız. Bir ara sahabe-i kiram efendilerimiz de bizim şu anda düştüğümüz
yanlışa düşmüşlerdi. Resûlullah efendimize gelerek şöyle demişlerdi: Ey
Allah’ın resûlü, bütün mükâfatları zenginler aldı götürdü. Çünkü onlar bizim uyguladığımız
dinin hükümlerinden fazla olarak zekât veriyorlar, infakta bulunuyorlar. Şimdi
ey Allah’ın resûlü, biz ne yapalım? Bizim bir imkânımız olmayacak mı?
Kıskanmıyoruz o zengin kardeşlerimizi ama biz ne yapalım? Biz de mal toplayalım
mı? Biz de kazanalım mı? Biz de planımızı, programımızı çok para kazanıp zekât
verecek konuma gelmeye ayarlayalım mı? İşimizi zekât verecek halde hazırlayalım
mı? Peki işleri neydi bunların? Neyle meşguldü bu müslümanlar? Bunlar Suffa ashabıydı.
Bunların yeryüzünde bir karış arazileri, evleri barkları olmadığı gibi cepleri
de yoktu. Bunların tüm uğraşıları Rasûlullah efendimizin dizlerinin dibinde
onun fem-i saâdetlerinden dökülen âyet ve hadisleri hıfzedip bize ulaştırmaktı.
Etten kemikten bir köprü oluşturup dinimizi bize ulaştıran Allah dostlarıydı
bunlar. İlimle, dinle uğraşırken dünyaya zamanları kalmadığı için de fakir
kalmışlardı. Zekât verecek, sadakada bulunacak imkânları yoktu. İşte bu yüzden
de ciddi bir yanılgıya düşmüşlerdi. Bugünün en büyük hastalığı kısmen de olsa onlarda
da kendini göstermiş. Evet İslâm’ın ilk günlerinde de sahâbenin arasında böyle
bir arzu doğdu. Biz de zenginlerden olsak ve zekât verecek konumda olsak. Ama
Rasûlullah onların içine düştükleri bu yanlışı çok hoş cevaplarla haletti.
Allah’ın Resûlü bu hadislerinde sahâbenin bu yanılgısını giderip
kıyamete kadar tüm müslümanlara yarışacakları alanları göstermiştir. Dünya ve
ukbada izzet ve şerefin malda, mülkte değil Allah’a Allah’ın istediği biçimde
kullukta ve Allah’ın istediği amelleri işlemektedir işaretini veriyordu. Bir
başka hadislerinde yine Allah’ın Resûlü şunu söylüyordu:
“Ben size sizi sevindirecek şeylerin müjdesini veriyorum. Bunu
gelecekte ümit edebilirsiniz. Allah’a yemin olsun ki, ben sizin hakkınızda
fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben sizin için sizden öncekilere dünyanın
imkânları bolca verildiği gibi, size de verileceğinden ve onlar nasıl bu
hususta birbirleriyle yarışmışlarsa, sizin de yarışacağınızdan ve dünya onları
nasıl helak etmişse, sizi de helak edeceğinden korkarım.”
(Buhâri, Cizye 1)
Bakıyoruz sanki bugün müslümanların derdi az evvel ifade et-tiğim
konulardır. Yani bugün müslümanlar sanki Rasûlullah’ın ısrarla ashabını
uyardığı dünyanın peşine takılmadan yanalar. Ashabın bir dönem düştüğü ve Resûlullah’ın
ikazından sonra vazgeçtikleri servet toplama derdi müslümanların kıblesi haline
gelmiştir. Herkes bunun derdinde. Efendim acaba Vehbi Koç nasıl zengin oldu?
Biz de onun gibi olabilmek için ne yapmalıyız? Para kazanmanın yolları nedir?
İn-sanlar bugün bunun derdindeler. Birisi geliyor şunu mu yapsam daha çok
kazanırım? Yoksa bunu mu yapsam? Ne yapıp etsem de bir zen-gin olsam? Ne yapsam
da Allah’ın rızasını kazansam diyen yok. Öyle değil mi? Sanki mal mülk sahibi
olmak toplumda bir üstünlük sebebi, Allah katında bir üstünlük sebebi kabul
edilmektedir.
Allah’ın mal verdiği kimseler Allah’ın malsız imtihan ettiği
insanlardan üstünmüş gibi bir inanç yaygındır toplumda. Halbuki ne malı olan
üstündür ne de malsız imtihan edilen alçaktır. Bunun ikisi de ayrı birer
imtihandır. Meselâ şimdi farz edin ki birine el verilmiş ötekine verilmemiş, çolak
yaratılmış. Hangisi üstün bunun? Allah’ın kendisine el verip öyle imtihan
ettiği insan mı üstün? Yoksa Allah’ın el vermeyip çolak imtihan ettiği insan mı
üstün? Veya Allah’ın kendisine dil verdiği insan mı üstün, yoksa Allah’ın
kendisine dil vermeyip tat yarattığı insan mı üstün? Veya Allah’ın kendisine
bolca mal verip imtihan ettiği insan mı üstün yoksa Allah’ın mal vermeyip
fakirlikle im-tihan ettiği insan mı üstün? Aslında ne o üstün nede berikisi alçaktır.
Bunların hepsi ayrı birer imtihan konusudur. Allah birini malla imtihan ediyor,
ötekisini de malsız imtihan ediyor. Kimin üstün, kimin alçak ol-duğu yarın
belli olacak. Kimin kazanıp kimin kaybettiği yarın açığa çı-kacaktır.
Allah korusun da
bugün müslümanlar maalesef sanki bu âyetlerden ve hadislerden habersiz bir
hayat programı yaşamaktadırlar. Rasûlullah efendimiz bu ve bezeri hadisleriyle
bize dünyayı kıble edinip âhireti ikinci plana atmamayı ve infak yasasına bağlı
bir hayat programı tarif ederken, ekonomik hayatımızı infaka dayalı olarak a-yarlamamızı
ısrarla öğütlerken maalesef müslümanlar tüm bu hadisleri diskalifiye edercesine
kâra dayalı, kazanma esasına dayalı, yığma ve biriktirme mantığına dayalı, daha
fazla büyüme, daha fazla şişme esasına dayalı bir hayat programı gerçekleştirmenin
hesabı içine düş-mektedirler. Gerçekten hangi vahiy biriminin, hangi âyet gurubunun,
hangi peygamber modelinin müslümanlara bu hayat felsefesini empoze ettiğini
anlamak mümkün değildir.
Bakıyoruz
bugün hemen hemen müslümanların hepsi, hacısı, hocası da dahil olmak üzere
geceli gündüzlü daha fazla kazanmak, daha fazla büyümek, daha büyük ekonomik
güce erişmenin hesabı içinde çırpınmaktadırlar. İşin garibi ve anlaşılmaz yönü
de müslüman-lar bunu din adına yaptıklarını söyleyebilmektedirler. Efendim
müslü-man zengin olmalıdır. Bugün bizlerin zengin olma hedefimiz, büyüme
isteğimiz, daha fazla ekonomik güce ulaşma programımız daha iyi, daha faziletli
müslüman olmak içindir. Daha müslümanca bir hayata ulaşmak içindir.
Zenginleşirsek daha iyi müslüman olacağımıza inancımızdan ötürü bunu yapıyoruz
diyerek Allah’a akıl vermeye, Allah’a yol göstermeye, Rasûlullah’ı şartlandırmaya
çalışıyorlar. Ya Rabbi biz bunu münasip gördük iyi bir müslümanlık için,
herhalde sen de bundan başka bir şey demezsin! Ya Rasulallah herhalde sende
bizim keyfimize uygun olarak sözlerini bir daha gözden geçirmek zorundasın
demeye çalışıyorlar.
Halbuki Allah indirdiği âyetlerin hiçbirinde, kitabının hiçbir
yerinde ve Rasûlullah efendimiz de hayatının hiç bir döneminde: Ey müslümanlar!
Aman ha! Ne yapın yapın daha fazla zengin olmaya çalışın! Bütün gücünüzü, bütün
kafanızı, bütün kalbinizi, bütün imkânlarınızı, bütün mesainizi, bütün
zamanlarınızı mal mülk toplamaya harcayın! Ne yapıp yapıp kendinizi zekât
verecek bir konuma getirin! Fark etmez ben zaten lüks olsun diye indirdim onu,
kitabımı tanımasanız da olur! Laf olsun diye gönderdim peygamberi, onunla
diyalog kurmasanız da olur. Siz bırakın bunları da aman para kazanmaya bakın!
Zira zenginler benim katımda daha üstündür! diye bir ayet indirmedi Allah. Ben
bugüne kadar Kur’an’ın hiçbir yerinde böyle bir âyet görmedim. Rasûlullah
efendimizin sözlerinin hiç birisinde böyle bir emir duymadım. Eğer duyanlarınız
bilenleriniz varsa söyleyin biz de bilelim. Yok ki böyle bir emir müslümanlar
kendilerine böyle bir yol, böyle bir hayat programı, böyle bir hedef çizsinler.
İşin bir başka garip yönü de bugün müslümanlar Allah için ka-zanıyoruz,
Allah için biriktiriyoruz dedikleri halde kazandıklarını Allah için değil de
hep kendileri için harcıyorlar. Atlarını, arabalarını daha lüks hale getirmek
için, ev eşyalarını değiştirmek için, kılık kıyafetlerini değiştirmek için,
yeme içmelerini farklılaştırmak için, sofralarını zenginleştirmek için
harcıyorlar.
Ey müslümanlar şunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın ki,
Allah’ın kitabını tanımaya, Allah’ın âyetleriyle bilgilenmeye Peygam-berinin
sünnetiyle diyalog kurmaya zamanınız kalmayacak bir biçimde güya Allah’ın rızasını
kazanmaya matuf olarak kazandığınız mallar, topladığınız mülkler bilelim ki
bizi Allah yolundan uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramıyor. O halde tez
elden aklımızı başımıza almak zorundayız. Kimilerimizin şu ana kadar kazandıkları
çoluk çocuğumuza, yedi sülalemize yetecek kadar çoktur. Gelin öyleyse buna bir
sınır getirip biraz da Allah’ın âyetleri ne diyor? Tevbe sûresinin bu âyetleri neden
söz ediyor? Allah’ın kitabı bizden nasıl bir hayat istiyor? Rasû-lullah’ın sünneti
ne diyor? Nasıl bir amel istiyor? Nasıl bir iman isti-yor? Peygamber ne diyor?
Bize nasıl bir hayat programı gösteriyor? Biraz da bunları öğrenecek zamanımız
olsun da bu âyetlere de iman imkânımız olsun. Neredeyse ekonomik insan olup
çıktık Allah korusun. Paradan başka, kazanmaktan başka bir şey düşünemez hale
gelmişiz. Ekonomik insan birilerinin hoşuna gidiyor, bu düzenin hoşuna gidiyor.
Yahu niye sadece para düşünen biri olayım ben? Benim böyle sadece para düşünen
ekonomik insan olmaya hakkım yoktur. Niye ekonominin egemenliği altında bir hayat
süreyim ben? Benim sahibim, beni yaratan benden böyle bir hayat istemiyor.
Benim hayatımda böyle paradan puldan başka düşünecek hiç bir şeyim yok mu yani?
Yok şunu alacağım, yok bunu alacağım, yok şu taksitti yok bu ödemeydi. Hedef
böyle para olunca da elbette birileri birilerine haksızlık edecek, birileri
birilerine zulmedecektir. Zulmeden zulmü sineye çeken bir toplum olup çıktık
Allah korusun.
Halbuki selef âlimlerimiz bakın ne kadar güzel söyler:
"Geçimin en hayırlısı sana yetecek kadar olup seni meşgul etmeyen ve
seni azgınlığa sevk etmeyendir."
Ne
kadar hoş bir söz değil mi? Rabbimiz bize yetecek kadar versin ve bizi meşgul
etmeyecek kadar versin, bizi kulluktan ve Rab-bimizin bizden istediği diğer
emirleri icradan alıkoymayacak kadar versin inşallah. Allah korusun da
bakıyorum kimi müslümanlar malın mülkün dükkanın tezgahın kölesi olmuşlar,
akşama kadar satılmışlar. Ne ilim öğrenebilecek, ne Kur’an ve sünneti
tanıyabilecek, ne çoluk çocuğunun dini hayatıyla ilgilenebilecek, ne hanımlarını
eğitebilecek, ne hasta ziyareti yapabilecek, ne birilerine âyet ve hadis
götürebilecek, ne tebliğ edebilecek vakitleri kalmamıştır. Üstelik bu insanlar
için bir durak noktası da yoktur. Yedi sülalesini besleyecek kadar parası da
olduğu halde hâlâ köleliği sürdürebilmektedir. Allah korusun bu çok tehlikeli
bir durumdur. Böyle bir kişinin malı da mülkü de kendisinin helâkini hazırlayan
bir belâdır bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
Bakın Rabbimiz insanların düştükleri bu tehlikeye dikkat çekerek
kitabında şöyle buyurur:
"Eğer Allah rızkı kullarının
hepsine bol bol verseydi, yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, dilediğini bir
ölçüye göre indirir. Doğrusu O kullarından haberdardır, onları görendir."
(Şûrâ 27)
Evet eğer Allah yeryüzünde kullarına bol bol rızıklar verip
onların istedikleri her şeyi bol bol onlara ulaştırıverseydi o kullar yeryüzünde
şımarırlar, azarlar, isyan içine girerler ve fesat çıkarırlardı. Yer-yüzünde
dengeyi bozacak duruma gelirlerdi. Çünkü âyeti kerimeden anlıyoruz ki zenginlik
taşkınlık sebebidir. Zenginlik şımarıklık sebebidir. Eğer Allah yerdeki
kullarına her şeyi bol bol veriverseydi, istedikleri her şeyi bulabilecek
dilediklerini elde edebilecek ve istedikleri her şeyi yapabilecek bir duruma
gelselerdi Allah diyor ki onlar şımaracaklar ve azgınlık içine gireceklerdi.
Bakıyoruz yeryüzünde en çok şımaranlar, yeryüzünde Allah’a en çok isyan içine
girip de yeryüzünde dü-zeni bozanlar da zenginlerdir. Yani bu insanlar
yeryüzünde kendile-rine verilen azıcık zenginlik, azıcık güç ve kuvvet
sonucunda bile Allah’a kafa tutmaya kalkışıyorlar da Allah bunlara biraz daha
fazlasını verseydi acaba bunlar ne yapacaklardı? Meselâ biraz daha fazla ömür
verseydi, biraz daha fazla güç ve kuvvet verseydi, biraz daha fazla imkân ve saltanat
verseydi acaba bu insanlar ne yapacaklardı? Nasıl davranacaklardı?
Lâkin Allah rızkı dilediği ölçüde indirir. Rızkı dilediği
şekilde in-dirir ve kullarının her birine dilediği şekilde rızık takdir eder.
Çünkü o Allah kullarına Habîr ve Basîr’dir. Yani şüphesiz ki Allah kullarının
du-rumlarını mizaçlarını karakterlerini onlara yarayan şeylerin neler olduğunu,
herkese ne kadar vereceğini en iyi bilendir. Kulları hakkında en hayırlı şeyin
ne olduğunu en iyi bilendir Allah. İşte bu bilgisi ve hikmeti gereği kime ne
vereceğini, ne kadar vereceğini, kimi neyle ve nasıl imtihan edeceğini en güzel
bir şekilde takdir eder Allah. Bu bilgisi ve hikmeti gereği çok verilmesi
gerekenlere çok verir az verilmesi gerekenlere de az verir. Nitekim bir hadis-i
kutside Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
"Kullarımdan öyleleri vardır ki zenginlikten başkası
ona yaramaz. Eğer onu fakirleştirseydim bu fakirlik onun dinini bozardı. Yine
kullarımdan öyleleri de vardır ki onlara fakirlikten başkası yaramaz. Eğer onu zengin
kılsaydım bu zenginlik mutlaka onun dinini bozardı"
(İbni
kesir 3/277)
Kimi insanlara neden fazla zenginlik verildiğinin hikmetini
işte bu hadisi kutsiden anlıyoruz. O kadar çok istiyor ki vermese dini gidecek
adamın da onun için veriyor Rabbimiz. Yani eğer insanlar dün-yada Allah’ın
kendilerine takdirine razı olup onunla yetinmeye çalışsalar aslında Allah güzel
takdir eder. Ama insanlar Allah’ın takdirine razı olmuyorlar. Kimi insanlar
bilirim onların mallarını zekât da temizleye-mez. Meselâ adam başkalarının
hakkına uzanmıştır, dükkanında çalıştırdıklarının haklarını vermemiştir. Sanki
Allah belirlemiş gibi birilerinin belirlediği asgari ücreti vererek işçilerinin
alın terini yemiştir. Veya infak âyeti zekât âyetinden önce gelmiştir. Ama buna
rağmen adam infak etmediği için sadece zekâtı hesap edip infakı göz ardı et-tiği
için yıllardır infakı ihmal ettiği için mal birikimi söz konusu olmuştur. Zira
bugüne kadar infak etseydi belki bu kadar elinde malı birikmeyecekti. Şimdi bu
adam zekât değil malının tümünü verse bile so-rumluluktan kurtulamaz. Çünkü o
mal zaten kendisinin değil. Veya kendisinin olmayan malı artırdıkça artırmıştır
adam. Ne bu malın aslı kendinidir ne de artan kısım kendisinindir. Onu hak
sahiplerine ulaştırmak zorundadır. Ya da bu gerçeği anladıktan sonra hemen
tevbe edip meşru yoldan kazanıp meşru yolda harcamaya başlayacak elindeki
birikiminin değerlendirmesini bu şekilde yapacaktır.
Evet bu âyet ve hadisler çerçevesinde unutmayalım ki zengin
olmak için biriktirmek hedef değildir. Hedef zekât verecek konuma gelmek
değildir. İslâm’da böyle bir şey yoktur. Yani malı olan çok ka-zanır olmayan
kazanamaz, yok öyle. Zenginlerin Allah katında değeri çoktur da fakirlerin
değeri yoktur, yok öyle bir şey. Bakın Allah’ın Resûlü buyurur:
“Yarım hurmayla da olsa kendinizi cehennem ateşinden koruyun”
Evet yanlış duymadınız yarım hurma. Yarım hurma, bir hurmanın
yarısı. Ne kadar az mı? Ne yapar mı yarım hurma? Hiç mi? Hayır cehennemde
kurtarır. Yarım hurma ne kadar az, ama ne kadar çok ki kişiyi cehennemden kurtarıyor.
O halde İslâm’da ölçü malın azlığı çokluğu değildir. İslâm’ın ölçüsü
materyalist felsefenin ölçüsü değildir. Yani materyalizmde olduğu gibi işte bir
milyon dağıtan o ka-dar sevap alır, beş lira veren de o kadar sevap alır bu
yoktur İslâm-da. Müslümanın müslümana gülümsemesi bile sadakadır. Bakın para
filan yok işin içinde. Sadece bir müslümanın bir müslüman kardeşine bir tebessümü
söz konusu.
35. “Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları,
böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, “Bu kendiniz için biriktirdiğinizdir;
biriktirdiğinizi tadın” denecek.”
O servet ateşe dönüştürülecektir.
O servet cehennem ateşinde kızartılıp onların alınlarının, böğürlerinin,
sırtlarının dağlanacağı gün, onlara denilecek ki, işte bu sırf kendiniz için
yığdığınız, biriktirdiğiniz servetiniz, haydi şimdi tadın bakalım bu yığmalarınızın
karşılığını. Kor gibi kızarmış altın ve gümüşlerle ütülenecek vücutları. Haydi
Allah’ın size o serveti verirken bir imtihan konusu olarak verdiğini unutmanızın
karşılığını tadın bakalım denilecek. Allah yolunda harcanmayan, başka yollarda
harcanan mallar ateş ve azap sebebi olacaktır.
36. “Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında,
Allah'a göre ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aydır. Bu dosdoğru
bir nizamdır. Öyleyse o aylar içinde kendinize yazık etmeyin, top yekun sizinle
savaşan putperestlerle siz de top yekun savaşın, Allah'ın sakınanlarla beraber
olduğunu bilin.”
Allah’ın gökleri ve yeri
yarattığı günden beri Onun katında ay-ların sayısı on ikidir. Allah’ın
takdirinde, Allah’ın kitabında bu böyledir. Onlardan dört tanesi haram
aylardır. İşte bu dosdoğru bir din, dosdoğru bir nizam, dosdoğru bir
değerlendirmedir. O halde bu konuda, bu aylar konusunda kendinize yazık
etmeyin. Bu aylarda bu ayların hürmetini ihlâl ederek, Allah’ın yasalarını
çiğneyerek, birbirlerinizle savaşıp kan dökerek kendi kendinize zulmetmeyin.
Ama o kâfirlerin top yekun sizlerle savaştıkları gibi sizler de onlarla top
yekun savaşın. Bilesiniz ki Allah muttakilerle, kendisine kulluklarının
bilincinde olanlarla, Rab’lerine karşı sorumlu davrananlarla beraberdir.
Bu haram
aylarda kâfirler, müşrikler bizimle savaşa tutuşurlarsa elbette bizler bu aylar
haram aylardır diyerek onların bizi öldürmelerini beklemeyecek, biz de onlarla
savaşacağız.
Evet
Rabbimizin gökleri ve yeri yarattığı günden beri Rab-bimiz katında ayların
sayısı on ikidir. Zilkade, Zilhicce,
Muharrem ve Recep aylarıdır. Göklerin ve yerin yaratılışından beri haram olan
bu ayları Rabbimiz tarih boyunca her ümmete haram olarak takdim buyurmuştur.
Hattâ Mekke’li müşrikler kendileri çok çirkin şeyler yaparak yoldan sapmalarına
rağmen bu haram ayların hukukuna riâyet ederek bu aylarda savaş yapmıyorlardı.
Gerçekten bu aylarda emniyet ve sükun hakim oluyordu. Allah yasası, İslâm yasası
olan bu yasayı Allah Resulü de Mekke’de aynen korudu ve insanlara bu yasaya
uymalarını öğütledi. Haram aylar bugün de varlıklarını devam ettir-ektedirler.
37. “Sapıtmak için hürmetli ayların yerlerini değiştirip,
geciktirmek, küfürde gerçekten ileri gitmektir. İnkar edenler Allah'ın haram
kıldığı ayların sayısını uydurmak için, onu bir yıl haram, bir yıl helâl
sayıyorlar, böylece Allah'ın haram kıldığını helâl kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine
güzel göründü. Allah, inkâr eden toplumu doğru yola eriştirmez.”
Nesii, yâni aylarda değişiklik yapmak,
ilave veya eksiklik yap-mak, onların yerlerini değiştirip geciktirmek gerçekten
küfürde ileri gitmektir. Böylece Allah’ın yasalarını tahrif etmek küfürde ziyadeleş-mektir.
Aylara yapılan bir ilave başka değil küfre yapılan bir ilavedir.
İbadetler
bu ayların hesabına göre yapılır. Kameri takvim güneş takvimi gibi değildir.
Her yıl on gün erken geldiği için yılın bütün günlerini gezmektedir. Yâni 36
yılda bu gezisini tamamlar. Müşrikler bir takım çıkarları sebebiyle zamanla
oynamaya çalışıyorlardı. Aylara bazen ilaveler, bazen eksiltmeler yaparak
ayların yerini, zamanını değiştirmeye çalışıyorlardı. Çıkarları, menfaatleri sebebiyle
zamanla oynuyorlardı. Bir savaş yapmak istediklerinde, birilerini öldürmek istediklerinde
Allah’ın bu haram aylarda koyduğu can güvenliğini ihlâl edebilmek için
yapıyorlardı bunu. Allah’ın haram aylarına denk getirmek için bu yasağını meşru
görüyorlar, helâlleştiriyorlardı. Kötü işleri, kötü amelleri onlara
süslendirildi, pek cazip göründü. Allah inkâr eden bir toplumu asla doğru yola
iletmez. Çünkü onlar uygulamayı bir yıl serbest, bir yıl yasak sayıyorlar ve
böylece Allah’ın yasasına karşı geliyorlardı.
Evet
müşrikler savaş yapacakları, düşmanlarını öldürecekleri zaman diyorlardı ki bu
ay haram ay olmasın, biz savaşımıza devam edelim. Buna karşılık bu haram ayı
bir başka aya aktarırız diyorlardı. Şu anda da kimi modernistlerin zamanı
değiştirmeye, aynı şeyleri yapmaya çalıştıklarını görüyoruz. Efendim işte hac
aylarını değiştirelim. Kimimiz Zilhicce ayında, kimimiz Muharremde, kimimiz
Safer ayında haccedebiliriz. Çünkü aynı ayda, Zilhicce ayında haccedince çok
büyük izdiham oluyor filan demeye çalışıyorlar. Allah’ın yasalarında değişiklik
yapmaya çalışıyorlar. Allah’ın hürmetini değiştirmeye çalışıyorlar. Meselâ
Ramazan ayı hilale göre tespit edilir. Müslümanlar ibadetlerini bu ayların
hesabına göre yaparlar. Ama bugün birileri ısrarla zamanla oynamak, Ramazan
hilaliyle oynamak ve mü’minlerin oruç ibadetlerini bozmak için çırpınıyor.
38. “Ey inananlar! Size ne oldu ki, “Allah yolunda, savaşa
çıkın” dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Âhireti bırakıp dünya hayatına mı
razı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimi âhirete göre pek az bir şeydir.”
Hicretin dokuzuncu yılında Tebûk
seferine çıkmak üzere Ra-sulullah efendimiz bir seferberlik ilânında bulunduğu
zaman Müslümanlar arasında ağır davrananları kınayan bir âyetle karşı karşıya-yız.
Yeryüzünde fitne ve fesadın kökünün kazınması, adâletin, Allah’a kulluğun
gerçekleşmesi bu uğurda mü’minlerin Allah için bir savaşı göze alabilmelerine
bağlı olduğu vurgulanıyor. Dünya üzerinde, dünyaya taparak zâlimce egemen olan
güçlerin belini kırmak, egemenliklerine son verip, onların zulüm ve işkenceleri
altında kıvranan mazlumların, mus’taz’afların imdadına yetişmek üzere
Müslüman’ların mutlaka savaşı göze almaları gerektiği haber veriliyor.
Ey
mü’minler, size ne oluyor da sizler Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Ne oluyor
size ki Allah ve Resulünün bir savaş çağrısı karşısında yerlerinize çakılıp
kaldınız? Size ne oluyor ki Allah yolunda bir savaşı göze alamıyorsunuz? Ne
oluyor size ki rahatınızın içine gömülüp kaldınız? Zevkiniz, sefanız, malınız,
mülkünüz ağır bastı da Allah yolunda bir savaştan ürker oldunuz? Yoksa sizler
âhiret haya-tını bırakıp da dünya hayatına razı mı oldunuz? Yoksa dünyayı âhire-te
tercih mi ettiniz? Rabbinizin rızasını, cenneti bıraktınız da şu dün-yanın
geçici menfaatlerine razı mı oldunuz? Bilmiyor musunuz ki dün-ya hayatının
geçimliliği âhiret hayatının yanında çok azdır. Azı çoğa tercih mi ediyorsunuz?
Bâkîyi, sonsuzu verip de fânîyi satın mı alı-yorsunuz?
Şunu kesinlikle bilesiniz ki eğer
sizler peygamberle birlikte bu savaşa katılmaz, onu yalnız bırakırsanız Allah
onun destekçisidir. Allah elçisine yetecektir. Unutmayın ki sizlerin Allah
yolunda cihadı bir kenara bırakıp mal-mülk derdine koşmanız, tarla-tapan
derdine, ev-bark derdine, mark-dolar derdine koşmanız sizin kendi kendinizi
tehlikeye atmanız anlamına gelecektir.
Bu
âyetlerin indiği ve Müslümanların Allah yolunda bir sefere çağrıldıkları dönem
Medine’de kıtlık ve kavurucu sıcakların hakim ol-duğu, gölgelerin arandığı ve
ekinlerin, meyvelerin hasat mevsiminin geldiği bir döneme rastlıyordu. İşte
böyle bir ortamda Rabbimiz bir savaş emri veriyordu. Rasulullah efendimizin
işin ciddiyetine binaen önceki adetinden
farklı olarak seferin yönünü de açıkça ortaya koyuyordu. Bizans’a karşı,
Rum’lara karşı bir sefere gidiyoruz diyordu. Uzun ve meşakkatli bir yolculuk.
Onun içindir ki Müslümanlardan ağır davrananlar oldu. Dünya hayatı, yaşamak
arzusu, mal mülk sevgisi ağır bastığı için savaşa çıkmak zor geliyordu. Onların
bu ağırdan almalarına karşılık bakın Rabbimizin tehdidine:
39. “Eğer bu sefere çıkmazsanız Allah size can yakıcı azapla
azap eder ve yerinize başka bir millet getirir. Ona bir şey de yapamazsınız. Allah
her şeye Kâdirdir.”
Ey Müslümanlar, eğer rahatınızı
düşündüğünüz için, bağınızı bahçenizi düşündüğünüz için, dükkanınızı ticaretinizi
düşündüğünüz için, evinizi barkınızı düşündüğünüz için Allah yolunda bir savaş
size angarya gelir ve ağır davranırsanız bilesiniz ki Allah size can yakıcı,
dayanılmaz bir azapla azap edecektir. Sizi giderip sizin yerinize Allah’ı,
Allah’ın rızasını, Allah’ın cennetini dünya menfaatlerine tercih edip Onun
yolunda malları ve canlarıyla cihad edecek kullar getirecektir. Unutmayın ki
Allah dilediğini yapmaya Kâdirdir.
Evet o gün
böyle ağır davranan Müslümanlara yapılan bu teh-dit karşısında bugün Allah ve
Resulünün cihad çağrısına karşılık bizim durumlarımız gerçekten yürekler
acısıdır. Rabbimizin cihad çağrısına karşılık hiç kulak asmayan bizler
gerçekten çok kötü bir durumdayız. Allah için en ufak bir fedâkarlığa yanaşmayan
bizler ne kötü bir durumdayız? Âhiret hayatını unutup sadece dünya rahatından
başka hiç bir şey düşünmez hale gelenmişiz. Siz sahiplenmezseniz peygambere ona
sahiplenenler getirir Allah. Dilediği zaman da sizi yok etmeye muktedirdir.
Size de yaptıklarınıza da ihtiyacı yoktur Onun. Dilerse sizin defterlerinizi
dürer de daha önce sizi sizden öncekilerin yerine dünya sahnesine getirdiği
gibi sizin yerinize de başkalarını halef kılar. Nuh toplumunu yok edip yerine
Ad’ı getirdiği gibi, isyanlarından dolayı Ad’ın da defterini dürüp yerine
Semûd’u yerleştirdiği gibi, küfürlerinden ötürü Semûd’u da yerin dibine batırıp
yerine başkalarını getirdiği gibi. Veya Selçukluyu, Osmanlıyı yok edip şu anda
onların yerine sizleri getirdiği gibi. Sizi de yok edip yerinize başkalarını
getirir. Öyleyse size hakim olan, sizin üzerinize Kahhâr olan Rab-binize teslim
olun. Onun istediği hayatı yaşayın. Asla Onun emirlerine isyan içine girmeyin.
Onun ve elçisinin cihad çağrısına kulak tıkayarak azabına dâvetiye çıkarmayın.
Şunu da unutmayın ki:
40. “Muhammed'e yardım etmezseniz, bilin ki, inkâr edenler
onu Mekke'den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah
ona yardım etmişti. Arkadaşı Ebu Bekir'e “Üzülme, Allah bizimledir” diyordu;
Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, inkâr edenlerin
sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah'ın sözü yücedir. Allah güçlüdür, Hakîmdir.”
Eğer sizler peygamberime yardım
etmez, onu bu cihad çağrımda yalnız bırakırsanız unutmayın ki onun yardımcısı,
onun kefili Benim diyor Rabbimiz. Daha önce öyle olmadı mı? Hani hatırlasanıza kâfirler
onu Mekke’den çıkardıklarında Sevr mağarasında yanında onu koruyan sizler
miydiniz? İki kişiden biri olarak Allah ona yardım edip düşmanlarından
korumamış mıydı? Hani orada ayaklarının dibine kadar gelmiş kâfirlerden korku
içine giren Ebu Bekir’e arkadaşı: Üzülme, Allah bizimledir diyordu.
Ey Ebu Bekir, iki kişi hakkında
ne zandasın ki üçüncüleri Allah’tır onların. Sakın mahzun olma, biz Allah korumasında
ve Allah desteğindeyiz diyordu. Biz şu anda Allah için buradayız. Hareket noktamız
Allah’tır ve Rabbimiz bizi koruyacak, dinini galip getirecektir korkmana ve üzülmene
gerek yoktur diyordu. Böyle Allah da ona gü-ven vermiş, görmediğiniz
askerleriyle, ordularıyla onu desteklemiş ve sonuçta kendi sözünü üstün
getirmiş, kâfirlerin sözünü alçaltmıştır. Allah’ın kelimesi, Allah’ın dini, Allah’ın
yasaları üstündür. Allah Azîzdir, dilediğine güç yetirendir ve yaptığı her şeyi
belli bir hikmetle yapandır.
Evet şimdi
şu anda Rabbinizin bir cihad çağrısı karşısında peygamberini yalnız bıraksanız
bile, hiç biriniz onunla birlikte cihada çıkmasanız bile orada onu koruyan, onu
galip getiren Allah elbette yine galip getirecektir. Azîz olan, mutlak güç ve
kudret sahibi olan ve Hakîm olan Allah’ın hiç kimsenin yardımına ihtiyacı
yoktur. Siz ne yaparsanız kendi menfaatiniz için yapmaktasınız. Allah yolunda
mallarını ve canlarını ortaya koyanlar kendi nefisleri için ortaya koymuşlardır.
Allah yolunda bir fedâkârlıktan kaçanlar da kendi aleyhlerinde bir eylem içine
girmişlerdir. Allah cennet karşılığında mü’minlerin mallarını ve canlarını
satın almıştır. Öyleyse haydi:
41. “İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın. Allah
yo-lunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.”
Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak,
gerek binitli gerek binitsiz olarak, gerek kolay gerek zor gelerek, gerek genç
gerek yaşlı olarak, gerek evli gerek bekar olarak, gerek zengin gerek fakir
olarak, gerek silahlı gerek silahsız olarak Allah yolunda savaşa çıkın. İşiniz,
aşınız, durumunuz müsait olsa da çıkın olmasa da çıkın. Allah’ın ve Resulünün
emrine koşun. Hiç beklemeden emre imtisal edin. Allah yolunda mallarınız ve
canlarınızla cihad edin. Malı olan malıyla, canı olan canıyla, ikisine de sahip
olan ikisiyle de savaşa gitsin. Sakın ha sakın, Allah yolunda çıkılacak bir
cihad için mâzeretlerin arkasına saklanmayın.
Eğer bilirseniz bu sizin için çok
hayırlıdır. Haydi hakkınızda hayırlı olana koşun. Haydi imanlarınızı yapabileceğiniz,
imanlarınızı hayatınızda görüntüleyebileceğiniz, iman kaynaklı yaşayabileceğiniz
bir hayat ortamı oluşturmak üzere savaşa hazırlanın. İslâm düşmanlarına karşı,
düşmanlarınıza karşı tedbirlerinizi alarak bölük bölük savaşa çıkın.
Ey Allah ve
Resulüne iman edenler! Ey dünya hayatı yerine âhireti satın alanlar! Ey Allah’la
böyle bir alışverişte bulunanlar! Fânîyi verip de bâkîye talip olanlar! Dünya hayatının
basit zevklerini bırakıp da cennete ve Allah’ın rızasına talip olanlar! Allah yolunda,
Allah’ın egemenliğini gerçekleştirmek için, ilay-ı kelimetullah için savaşın.
Çünkü unutmayın ki Allah yolunda savaşanlar geçici ve basit dünya hayatını
satıp, karşılığında ebedî olan âhireti satın almışlardır. Kim dünya hayatının
geçiciliğini, derbederliğini, fânîliğini, zavallılığını bilir de Allah yolunda
savaşarak buradaki zevkini, sefasını cennet için fedâ etmeyi becerebilirse,
fâniyi verip bâkîyi kazanmayı becerebilirse, Allah’ın rızasını kazanabilirse
işte kazançta olan odur. Dünyayı da âhireti de en iyi değerlendiren odur.
Öyleyse dünya hayatına karşılık âhireti satın almak isteyenler Allah yolunda
savaşsınlar. Bunun başka bir yolu yoktur.
Dünya metaı hem azdır, hem de geçicidir,
fânidir. Yâni şu an-da dünyanın ne kadarına sahip olsanız, ne kadarına egemen
olsanız, tüm dünya mülkleri, tüm dünya saltanatları sizin de olsa bilesiniz ki
çok azdır, âhiretin ve âhiret saltanatının yanında. Madem ki dünya metaı çok
azdır, madem ki tüm dünya sizin olsa bile bir gün bitecektir, öyleyse bir gün
bitecek olan bir dünya metaı hesabıyla Allah için bir savaştan geri kalarak
ebedî bir âhiret hayatını, ebedî bir cenneti fedâ etmek akıl kârı mıdır?
Muttakiler için, Allah’la yol bulanlar için, hayatlarını Allah için yaşayanlar
için, Allah’ın koruması altına girip Allah’ın istediği gibi yaşayan, Allah
adına canları ve mallarını fedâya hazır olanlar için âhiret yurdu gerçekten çok
hayırlıdır.
42. “Ey Muhammed! Kolay bir kazanç, normal bir yolculuk olsaydı
sana uyarlardı, fakat çıkılacak yol onlara uzak geldi, kendilerini helâk
ederek, “Gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık” diye Allah'a yemin edeceklerdir.
Allah onların yalancı olduğunu elbette biliyor.”
Eğer çıkacağınız bu sefer kolay
bir kazanç, kolay bir sefer olsaydı onlar mutlaka sana uyarlar, seninle
birlikte gelirlerdi. Fakat çıkılacak sefer onlara uzak ve zor geldi, meşakkatli
geldi. Eğer bu böyle kolayca, zahmetsizce elde edilecek bir ganîmet olsaydı elbette
senin peşinden gelirlerdi. Ama bu sefer o münâfıklara ağır geldi, zor geldi de
kendilerini helâke sürükleyerek sana diyecekler ki: Eğer gücümüz yetseydi,
imkânlarımız elverseydi elbette biz de seninle beraber gelirdik diye Allah’a
yemin edecekler. Allah onların yalancı olduklarını, bu sözlerinde samimi
olmadıklarını elbette çok iyi bilmektedir. Allah yolunda cihadı terk edecekler,
Allah ve Resulünün çağrısından kaçacaklar ve utanmadan bu yalanlarına bir de
Allah’ı şâhit tutarak kendi kendilerini helâke sürükleyecek hainler.
Münâfıkların
hareket noktası Allah’ın rızası değil ganîmet derdidir. Bunlar aslında kendi
menfaatlerinden başka bir şey görmeyen kimselerdir. Sadece dünyayı görebilen
insanlardır onlar. Uğrunda savaşabilecekleri her hangi bir dâvâları olmayan
insanlardır. Dâvâsız, ne sâdık bir kâfir, ne de sâdık bir Müslüman’dır bunlar.
Kitabımızın pek çok âyeti bu zümreyi anlatır. Bunlar sadece kendi canlarını, çıkarlarını
düşünen insanlardır. Elde edecekleri bir dünya menfaati varsa, risk ve
fedâkarlık yoksa gelirler. Allah için bir savaşta Müslümanlar gibi ölmeyi,
yaralanmayı, sıkıntı çekmeyi göze alamayan, Allah için böyle bir fedâkârlığa
razı olamayan, kendince savaş gibi bir sıkıntının dışında kalmayı başarı
zanneden insanlardır.
Basit düşünceleri, sığ
hesaplarıyla hareket eden zavallı insanlar. Bu dünyanın geçici zevk ve
eğlencelerine kapılarak Allah için bir savaştan kaçan ve dünyalarını da
âhiretlerini de mahveden insanlar. Menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen bu
insanlardan ciddi bir fedâkârlık beklemek mümkün değildir. Ağızlarıyla
kalplerinde olmayan şeyleri söylerler. Ağızları başka, kalpleri başkadır bunların.
İçleri başka, dışları başkadır. Bakın diyorlar ki eğer gerçekten imkân bulabilseydik,
gücümüz yetseydi elbette bizler de sizinle gelirdik. Ama Allah biliyor ki onlar
yalan söylüyorlar.
43. “Allah seni affetsin; doğrular sana belli olup,
yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin?”
Allah’ın Resulü Tebûk seferinden
kaçabilmek için asılsız bahaneler öne sürerek kendisini aldatmaya çalışan bir
kısım münâfıkların özürlerini kabul ederek onların bu savaştan geri kalmalarına
izin vermişti de peygamberinin bu davranışını beğenmeyen Rabbimiz hemen onu
uyarıvermiştir. Yâni onun bu davranışını, bu içtihadını onaylamadığını ortaya
koyuverdi.
Allah seni
affetsin! Allah senin hayrını versin ey peygamberim! Niye böyle yaptın?
Savaştan kaçmak için sana özür beyanında bulunan bu insanların özürlerinin doğruluğu,
yalancılığı açığa çıkmadan, bu konuda bir araştırma yapmadan niye izin verdin
onlara? Sakın bir daha böyle yapma! diyerek uyarıverdi Rabbimiz onu ve bu
davranışını onaylamadı. Çünkü eğer Rasulullah efendimiz kendilerinin mâzeretlerini
kabul etmeyerek, onlara savaştan geri kalma izni vermeyerek onlar geri kalmış
olsalardı elbette onların nifakları açığa çıkacaktı. Böylece Allah için bir
fedâkarlık anlamına gelen savaş, mü’minle münafığı ayırıcı en büyük bir imtihan
olacaktı.
Tebûk
seferinin hazırlıklarının başladığı günlerde insanlardan gelip mâzeretler ileri
sürerek Rasulullah efendimizden izin isteyenler oluyordu. Ey Allah’ın Resulü
işte şu şu işlerimiz var, şu şu mâzeretlerimiz var, bizi bu işten mazur gör
diyorlardı. Bizi affet, bizi bağışla biz bu sefere katılamayacağız. Rasulullah
efendimiz de her mâzeret beyan edene izin vermişti.
Rabbimiz buyuruyor ki ey
peygamberim, keşke öyle yapmayıp da biraz bekleseydin. Bekleseydin de gerçekten
mâzereti olanlarla olmayanlar bir açığa çıksaydı. Rabbin gerçekten inananlarla
münâfıkların açığa çıkması için böyle
bir imtihan açmıştı. Tabii ki Rasulullah efendimizin merhametine sığınarak
böyle bir savaştan yan çizmeye çalışanları oldukları hal üzere bırakacak
değildi Allah. Elbette onları tek tek ortaya çıkaracaktı Rabbimiz. Bakın bundan
sonraki âyetinde kimlerin izin isteyip kimlerin asla isteyemeyeceğini şöylece
açıklıyor Rabbimiz.
44,45. “Allah'a ve âhiret gününe inananlar, mallarıyla,
canlarıyla savaşmak istediklerinden ötürü geri kalmak için senden izin
istemezler. Allah sakınanları bilir. Ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayan,
kalpleri şüpheye düşüp şüphelerinde bocalayan kimseler senden izin isterler.”
Allah’a ve âhiret gününe
gerçekten iman edenler, malları ve canlarını ortaya koyarak Allah yolunda
cihaddan kaçmak için asla senden izin istemezler. Allah’a, Allah’ın istediği
gibi iman edenler ve bir gün bu dünyada yaptıkları her şeyin hesabını
vereceklerinin bilincinde olanlar, Allah yolunda bir cihaddan geri kalmak için
asla izin istemezler. Çünkü zaten Allah’a iman Allah’ın hayata karıştığına imandır.
Allah’a iman onun hayat programı gönderdiğine imandır.
Allah’a iman ondan gelen cihad
emrine imandır. Allah böyle kendisine,
kendisinin istediği gibi iman eden, kendi yolunda cihad eden muttaki kullarını
bilmektedir buyurarak Rabbimiz cihadla takva arasında bir ilişkiyi vurguluyor.
Cihad bir Müslümanın kalbindeki takvanın açığa çıkmasıdır. Cihad takvanın
alâmetidir. Allah o muttakileri bilmektedir. Allah’ın rızasını ve âhiret
günündeki mükâfatlarını kazanabilmek için vesileler arayan, bunun için de
cihada koşan kullarını çok iyi bilmektedir Allah.
Zaten işte bu âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz rızasını kazanmada en büyük vesilenin kendi yolunda cihad olduğunu
açıkça haber vermektedir. Mâide sûresinin 35. âyeti bunu daha açık anlatıyordu.
Evet Allah o muttakileri bilmektedir. Onların değerlerini bilmektedir. Onlara
nasıl mükâfatlar lütfedeceğini çok iyi bilmektedir.
Ancak
senden yalnızca Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, kalplerine iman yerleşmemiş,
kalpleri şüpheye kapılmış, imanlarında şüpheye düşmüş kimseler izin isterler.
Allah’a güvenleri olmayan, Allah’ın kendi yolunda savaşan kullarına yardımına
güvenmeyen, âhiret konusunda, cennet konusunda hep bir şüphe içinde olanlar
ancak senden izin isterler. Yâni inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunan
münâfıklar, ancak cihaddan kaçmak için senden izin isterler. Âhirete ve cennete
inanmayan insanların Allah için bir savaşı, bir fedâkarlığı göze almaları asla
mümkün değildir. Onların ne Allah yolunda mal harcamaları, ne de canlarını
ortaya koymaları mümkün değildir.
46. “Eğer savaşa çıkmak isteselerdi bir hazırlık yaparlardı.
Ama Allah davranışlarını beğenmedi de onları alıkoydu. “Acizlerle beraber
oturun” denildi.”
Gerçekten onlar savaşa çıkmak
isteselerdi elbette onun için bir hazırlık yaparlardı. Eğer kalplerinde
gerçekten Allah için bir savaş niyeti olmuş olsaydı, silah ve erzak yönünden
bir hareketin, bir hazırlığın içine girerlerdi. Onların böyle bir hareketin
içine girmemeleri aslında cihaddan kaçma niyetlerini açığa vurmaktadır. Lâkin
Allah onların seninle birlikte cihada çıkmalarını hoş görmedi de onları bu
işten alıkoydu. Onların seninle birlikte gelmelerini istemediği için Allah isteklerini,
azimlerini kırıverdi. Ayaklarını dolayıp kalplerine tembellik ve isteksizlik
koyuverdi. Onlara savaştan geri kalan âcizlerle beraber, kadın ve çocuklarla
beraber oturun dedi. Tevkif etti onları.
Elbette bir
şeye inanan, bir şey için samimi bir niyet taşıyan kişi onun için hazırlık
içinde olmalıdır. Peki var mı şu anda cihad için bir hazırlığınız? Bir planınız
programınız var mı şu anda? Ruhunuzu, kalbinizi, bineğinizi, silahınızı
hazırlamak gibi bir derdiniz, bir endişeniz var mı? Allah’ın dinini yeryüzünde
hakim kılma, inancınızı yaşama diye bir derdiniz var mı? Allah’ın tüm dinlere,
tüm sistemlere üstün kılmak üzere gönderdiği bu hak dinini yeryüzünde üstün
getirme diye bir hesabınız var mı? Peki oturduğunuz yerden mi olacak bu? Rasu-lullah
oturduğu yerden mi gerçekleştirdi bunu? Rasulullah efendimiz bir hadislerinde
şöyle buyuruyordu:
“Kim ki Allah yolunda cihad
etmeden, cihad etme niyetini içinden geçirmeden ölürse nifak üzere ölmüştür”
Öyleyse bu halimizle
münâfıklara mı benziyoruz, yoksa mü’minlere mi? bunu iyi bir düşünelim Allah
için.
Allah o
münâfıkların seninle birlikte çıkmalarını istemedi. Yâni biraz da Rabbimiz
önceki uyarısından ötürü sıkıntıya düşen Peygamberini teselli ediyordu burada.
Ey peygamberim, aslında sen onlara izin vermesen de zaten onlar seninle bir
savaşa çıkmayacaklardı. Sen üzülme, çünkü onların seninle birlikte çıkmaları
sana zerre kadar bir hayır kazandırmayacağı gibi bilâkis çok zararları
olacaktır. Çünkü:
47. “Aranızda savaşa çıkmış olsalardı, ancak sizi bozmağa
çalışırlar ve fitneye düşürmek için aranıza sokulurlardı. İçinizde onlara kulak
verenler var. Allah kendilerine yazık edenleri bilir.”
Eğer onlar sizinle birlikte
savaşa çıkmış olsalardı sizin için fitne ve fesattan başka bir şey artırmazlar,
aranıza fitne sokmak üzere sa’y ederlerdi. İçinizde onlara kulak verenler
vardır. İçinizde onlara haber taşıyanlar vardır ve Allah elbette böyle
kendilerine yazık edenleri bilmektedir.
Evet içinizde onların
lakırdılarına kulak veren, onların fitne-lerini dinleyenler vardır. Onların
fitnelerine kulak verecek, onları din-leyecek, onlara itaat edecek, onlarla birlikte
hareket edecek zayıf kimseler vardır. Onların açtıkları fitne çığırından
gidebilecekler vardır. Böylelerini etkileyip moral men onları çökertecekler bu
münâfıklar. Onun içindir ki onların sizden, saflarınızdan uzak olması daha
hayırlı olduğu için Rabbiniz sizin hayrınıza takdirde bulundu. Ama elbette
Resul (a.s) hemen onlara izin vermeseydi, Allah münâfıklıkları açığa çıkacaktı.
48. “Andolsun ki, daha önce de fitne koparmak istemişlerdi.
Sana karşı bir takım işler çeviriyorlardı, sonunda onlar istemedikleri halde
hak ortaya çıktı, Allah'ın emri üstün geldi.”
Çünkü bu adamlar bundan önce de,
Tebûk seferinden önce de sizin aranızda fitne koparmak istemişlerdi. Bundan
önce de aranızdaki arkadaşlarını etkileyip, onların güçlerini kırıp fitneye
düşürmek istemişlerdi. Ama sonunda onlar istemedikleri halde hak ortaya çıktı.
Allah’ın yardımı geldi ve Allah’ın emri, Allah’ın takdiri, Allah’ın dini üstün
geldi.
Meselâ Uhut savaşında
münâfıkların reisi Übey Bin Selül 300 kadar arkadaşıyla savaş alanını terk
edince bu Müslümanlarda şok etkisi yaptı. Onların bu tavırlarından dolayı
Müslümanların içinde çok ciddi tedirginlik yaşayanlar oldu. Hattâ kimileri
onların etkisiyle morallerini, dirençlerini yitirip geri çekilmeyi bile düşünür
olmuşlardı. Ordunun içinde ciddi bir bozgun, ciddi bir çözülme başlamıştı.
Halbuki Allah, onların dostu idi. Onları kendilerinden çok seven, onlar adına
en hayırlı, en güzel kararı alacak olan Allah’tı. Onlara yardım edip düşmanlarına
karşı galip getirecek, dini yüceltecek olan Allah’tı. Rab-bimiz yardımıyla
onları korundu da onlar Allah’ın yardımıyla münâfıkların oyunlarına gelmediler.
Münâfıklar gibi Rasulullah’ı ve Müslümanları kendi başlarına terk edip gitmediler.
Bedirde de aynı şeyleri
yapmışlardı bu hainler. Yine Medine-de peygambere bir komplo kurarak öldürmek
istediler. Çok çeşitli planların, provokasyonların içine girdiler. Ama Allah
peygamberini de korudu, dinini de hakim kıldı. Onun içindir ki onların bu
seferde sizinle birlikte olmayışları, sizin hakkınızda hayırlıdır.
49. “Onlardan, “Bana izin ver, beni fitneye düşürme” diyen
vardır. Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdi. cehennem, inkâr edenleri
şüphesiz kuşatacaktır.”
Onlardan kimileri de bu cihaddan
kaçmak için diyorlar ki, ey peygamber, bana izin ver, beni fitneye düşürme,
beni günâha sokma. Senin iznin, senin onayın olmadan eğer bu cihaddan geri kalırsam
fitneye düşer, günâha batarım. İşimiz, aşımız, ticaretimiz, malımız,
mülkümüz, evimiz, barkımız, çoluğumuz, çocuğumuz helâk olacak.
Gel bize izin ver de bu felâketlere düşmeyelim.
Veya kimileri de diyorlardı ki ey
Allah’ın Resulü, ben kadınlara düşkünüm. Şimdi oraya gider de sarışın Rum kadınlarını
görürsem dayanamayarak bir günâha düşerim. İyisi mi gel izin ver.
Ya da diyorlar ki ey Allah’ın Resulü biz bu
cihada gitmek is-temiyoruz. Bu cihad bize çok ağır geliyor, iyisi mi gel sen
izin ver de bizim başımızı belâya sokma. Seniz izninle bu savaştan geri kalalım
da günaha girmeyelim diyorlar.
Veya işte ey Allah’ın Resulü daha
biz adam olamadık, daha biz nefislerimizi terbiye edemedik, bırak bizim gibi
zayıfları da şimdilik nefislerimizin ıslahıyla uğraşalım diyerek sudan
bahanelerle savaştan muaf tutulmalarını istiyorlar.
Hayır
hayır, onlar Allah yolunda bir cihaddan kaçarak aslında fitnenin ta ortasına
düşmüşlerdir. Bundan daha büyük bir fitne olabilir mi? Çünkü Allah için bir
savaştan kaçanlar, Allah için bir fedâkârlığı göze alamayan insanlar yaşarken
ölmüş insanlardır. İşte tarih içinde böyle dinleri uğrunda, özgürce bir hayata
kavuşmaları ve Müslüman-ca bir dünyaya ulaşmaları uğrunda Allah’ın cihad emrini
yerine ge-tirmeyen, düşmanla karşı karşıya gelmeyi göze alamayan nice toplumların
mahvolduklarını, perişan olduklarını, yıllar yılı galip toplumların kölesi
olarak zillet içinde bir hayatın mahkumu olarak silinip gittiklerini görüyoruz.
Allah için bir savaşı göze alamadıkları için galip toplumların elinde oyuncak
olmuş, varlıklarını, şahsiyetlerini, hürriyetlerini kaybetmiş, dinlerini,
tarihlerini kaybetmiş, silinip gitmiş nice milletler tanıyoruz.
Evet Allah
ve Resulünün cihad çağrısı karşısında olmadık mâzeretlerin arkasına saklanan bu
münâfıkların sadece menfaatleriyle hareket ettiklerini de bakın bundan sonraki
âyet şöyle ortaya koyuyor:
50. “Sana bir iyilik gelince onların fenasına gider; bir
kötülük gelse, "Biz önceden ihtiyatlı davrandık" derler, sevinerek dönüp
giderler.”
Sana bir
iyilik gelince onların ağırına gider. Ey peygamberim ve ey peygamber yolunun
yolcusu Müslümanlar size bir iyilik, bir zafer, bir galibiyet, bir ganîmet
ulaştığı zaman o münâfıklar üzüntülerinden deliye dönerler. Kendileri iman ehli
olmadıklarından iman ehlinin ulaştığı bir hayır onları üzüntüye gark eder. Sana
bir musîbet, bir zarar, bir mağlubiyet dokunduğu zaman da sevinçlerinden bayram
ederler. Biz önceden tedbirimizi almış, kafalarımızı çalıştırmış ve onlarla
birlikte olmamışız diyerek sevinç içinde dönüp giderler. Alçaklar güya
kendilerini dünyada etkin ve yetkin zannederler. Allah’ı, Allah’ın takdirini
görmezden gelerek her şeyi kendi plan ve programlarıyla başardıklarını
zannederler. Başarılarını ve kayıplarını kendilerine izâfe ederek
başarılarından ötürü sevinip kayıplarından ötürü üzülürler.
Evet
peygamberin savaş dâvetine icâbet etmeyenler, peygamberi ve Müslümanları yalnız
bırakanlar, Allah için çıkılan bu savaşta peygamberin ya da Müslümanların başlarına
bir şeyler isâbet edince, bir zarar ulaşınca zavallılar diyorlar ki doğrusu
Allah bize nî-met verdi. Allah bizi korudu. İyi ki bizler akılsızlık edip o savaşa
gi-denlerle beraber olmadık. Onlarla birlikte gitmedik de onun için ka-zandık.
Peygamberin ve beraberindeki Müslümanların başına gelen-ler bizim de başımıza
gelmedi diye sevinirler. Zavallılar Allah ve Resulünün emrettiği bir savaş
konusunda Allah ve Resulünün emrine muhalefet ederek Müslümanlarla birlikte
olmamayı nîmet kabul ediyorlar.
Allah için bir savaşta
Müslümanlar gibi ölmeyi, yaralanmayı, sıkıntı çekmeyi göze alamayan, Allah için
böyle bir fedâkarlığa razı olamayan zavallılar kendilerince bir kısım
musîbetlerin dışında kalmayı başarı zannediyorlar. Alçakların sözleri
anlayışları ne kadar da basit, düşünceleri ne kadar da sığ, hesapları ne kadar
da yanlış değil mi? Bu dünyanın geçici zevk ve eğlencelerine kapılarak Allah
için bir savaştan kaçan insanlar ne kadar da zavallı insanlar değil mi? Halbuki
Allah’ın ve Resulünün her dâvetine koşan Müslüman, Uhutta şehit de olsa,
Bedirde mağlup da olsa veya şu anda dünya savaşlarında yenilmiş de olsa, görünürde
kâfirler karşısında ezilmiş de olsa kazanan yine odur, galip gelen yine odur,
üstün olan yine odur. Çünkü galibiyet ya da mağlubiyet, zafer ya da hezimet
dünya şartlarına göre hesap edilmez. Galibiyet ve mağlubiyet âhiret şartlarına
göre yapılır.
51. “De ki: “Allah'ın bize yazdığından başkası başımıza
gelmez. O bizim Mevlâ’mızdır, inananlar Allah'a güvensin.”
Evet bu beyinsizlere de ki
peygamberim, ey akılsızlar nasıl düşünüyorsunuz böyle? Bilmiyor musunuz ki
Allah’ın bir takdiri vardır? Bilmiyor musunuz ki kulları üzerinde tek egemen
Allah’tır? Bil-iyor musunuz ki Allah’ın bizim için yazdığından başkası bizim
başımıza gelmez. Acı-tatlı, başarı-kayıp, zafer-hezimet, ölüm-şehadet başımıza
ne gelmişse hepsi Allah’ın takdiriyledir. Ondan bize ne gelmişse bizim
hayrımızadır. Çünkü O bizim Mevlâ’mızdır. O bizim sahibimiz-dir. Biz O’nun
yolunda olduğumuz müddetçe, O’nun rızası istikâmetinde hareket ettiğimiz
müddetçe, O’nun kararlarını uyguladığımız müddetçe O bizim Mevlâ’mızdır.
52. “De ki: “Bize iki iyilikten, gazilik ve şehitlikten
başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz? Oysa biz Allah'ın kendi katından
veya elimizle, sizi bir azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyiniz, doğrusu biz
de sizinle birlikte beklemekteyiz.”
Bu zavallılara de ki ey
peygamberim, ey münâfıklar sizler bizim hakkımızda iki iyilikten başka bir şey
mi bekliyorsunuz? Gazilik ya da şehadetin dışında başka bir şey mi
bekliyorsunuz? Başka değil bizler Allah için çıktığımız bir savaştan ya gazi olarak,
ya da şehit olarak döneriz. Allah yolunda olduğumuz sürece bizim için bunların
her ikisi de hayırlıdır. Bizim için kayıp diye bir şey yoktur. Biz şehit ol-sak
da galibiz, mağlup olsak da, muzaffer olsak da. Çünkü bizim ha-reket noktamız
Allah’ın rızasıdır. Biz yaşasak da Allah’ın kullarıyız ölsek de. Allah yolunda
olduğumuz sürece cennet bizimdir.
Bekleyin,
sizinle beraber ben de bekliyorum. Bekleyelim ve âkıbeti görelim. Hep beraber
göreceğiz sonucu. Siz mi haktasınız, yoksa bizler mi haklıyız. Allah yolunda
savaşanlar, Allah yasalarıyla hareket edenler mi kazanacak yoksa sizler mi? Allah
yasaları mı hak mış, yoksa sizin sarıldığınız küfür yasaları mı?Yakında göreceğiz.
Bakın Allah’ın elçisi ne kadar rahat ve kendisinden emin bir tavır ser-giliyor
münâfıklar ve kâfirler karşısında. Müslüman gerçekten Müslüman’sa o yolundan
emindir. Yolunun doğruluğundan kesin emindir ve huzur içindedir.
Evet dün
olduğu gibi şu anda da bir bekleyiş var. Kâfirler de bekliyorlar, Müslümanlar
da bekliyorlar, münâfıklar da bekliyorlar. Onlar da bir bekleyiş içindeler,
bizler de. Bakalım görelim Allah ne yapacak? Yakında onlar da görecekler,
bizler de göreceğiz. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. Meselâ bir Nuh (a.s)
kendisine iman eden beş on Müslüman’la birlikte kâfirlere karşı 950 yıl
beklemiş. Hûd (a.s) süper bir güç karşısında bir avuç garibanlarla bekledi. Sâlih
(a.s) Semûd’un güçlü kuvvetli zâlimlerine, kâfirlerine karşı bir avuç Müslüman’la
bekledi. Lut (a.s) sadece kendisine inanmış iki kızıyla bekledi. İbrahim (a.s)
büyük zâlim Nemrut tarafından ateşe atılana kadar bekledi. Musâ (a.s) azgın
Firavunun denizde gebertilişine kadar bekledi. Muhammed (a.s) Allah’ın yardımı
gelene kadar bekledi.
Şu anda biz de bekliyoruz bizim
karşımızdaki kâfirler de bek-liyorlar. Bekleyelim bakalım Rabbimiz ne edecek?
Ne gösterecek?. Onlar bizim için sadece şehâdet veya gazi olmayı bekliyorlar,
ama biz onlar için, ya bizim ellerimizle ya da bizzat Rabbimiz tarafından kesin
bir helâk bekliyoruz.
53,54. “Ey
Muhammed! De ki: “İstekli yahut isteksiz olarak verin, nasıl olsa kabul
edilmeyecektir. Siz şüphesiz fâsık bir topluluksunuz. Verdiklerinin kabul olunmasına
engel olan, Allah'ı ve peygamberini inkâr etmeleri, namaza tembel, tembel
gelmeleri, istemeye, istemeye vermeleridir.”
Evet de ki peygamberim onlara,
ister gönüllü, ister gönülsüz, ister isteyerek ister istemeyerek infakta
bulunun. Kesinlikle bilesiniz ki bu infaklarınız sizden kabul edilmeyecek.
Allah onu sizden kabul etmeyecektir. Çünkü sizler fâsıklar topluluğusunuz. Allah’a
imandan, itaatten, kulluktan çıkmış bir topluluksunuz. Adamlar hem türlü türlü
mâzeretlerin arkasına saklanarak Allah için çıkılacak bir cihaddan kaçmak
istiyorlar hem de bu niyetlerini gizleyebilmek için mücahitlere maddî katkıda
bulunmak, infakta bulunmak istiyorlardı. Siz yürüyün ey Müslümanlar, arkanızda
biz varız diyorlardı. Sizi desteklemeye hazırız diyorlardı. Her ne kadar bizler
sizlerle birlikte gelemiyorsak da paralarımızla yanınızdayız diyorlardı. Ama
hainler Allah rızası değil de sadece insanlara gösteriş için hareket ediyorlardı.
Bunun bir başka sebebi de:
Allah'ı ve
peygamberini inkâr etmeleri, namaza tembel, tembel gelmeleri, istemeye,
istemeye vermeleridir. Evet onlar namaza tembel ve isteksiz davranırlar. Namaza
inanmadıklarından, namazla sevap beklemediklerinden zoraki kılarlar. İdama
gidiyorlarmış gibi namaza giderler. Namazla çevrelerine karşı din kurtarma
derdindedirler. Yâni adamlar Müslüman olmadıkları halde bir kısım menfaatler
devşirmek ve de kendilerini Müslümanların elinden kurtarabilmek için çırpınan
kimseler. Bunun için bu adamlar her gün
Müslümanların mescidinde Müslümanlarla beraber olmak, Müslümanlarla beraber
görünmek, Müslümanlarla beraber namaz kılmak zorunda kalıyorlardı. Aksi taktirde
İslâm toplumunun bir üyesi olmaktan çıkmaları söz konusuydu. Onun için
münâfıklar kendilerini ele vermemek için istemeye, istemeye namaz kılmak
zorunda kalıyorlardı. İstemeye, istemeye infakta bulunmak zorunda kalıyorlardı.
İnanmadıkları bir şeyi yapma azabına katlanmak zorunda kalıyorlardı. Onun
içindir ki Rabbimiz ne namazlarının, ne de infaklarının onlardan asla kabul edilmeyeceğini
söylüyor. Öyleyse:
55. “Artık onların malları ve çocukları seni imrendir-mesin.
Allah bunlarla onlara dünya hayatında azap etmek ve canlarının inkârcı olarak
çıkmasını ister.”
Ey peygamberim ve ey peygamber
yolunun yolcuları, sakın onların malları ve çocukları seni imrendirmesin, sizi
imrendirmesin. Sakın o münâfıkların ellerindekilere imrenmeyin. Malları,
mülkleri, ev-lâtları, ekonomik ve siyasal güçleri karşısında sakın içinizde onlara
karşı bir eziklik duymayın. Onlara verilenlerin hiç birisi onların hayrına değildir.
Allah bu dünya hayatında onlar sebebiyle onlara azap etmek istiyor. Kâfirler
olarak canlarının çıkmasını istiyor. Onların hiç birisi bu dünyada kalıcı
değildir, âhirete de intikal edici şeyler değildir.
Sakın ha ey Müslümanlar bunlar
niye bize verilmemiş de bu kâfirlere verilmiş diye mahzun olmayın. Bu
kâfirlerin sahip oldukları şeyler karşısında sakın ha bir aşağılık duygusuna
kapılmayın, bir şahsiyet bozukluğu yaşamayın. Unutmayın ki onlar bu sahip
olduklarıyla Allah’ı ve âhireti unutuyorlar. İşte onun için vermiştir Allah onlara
bunları.
İşte görüyorsunuz ki münâfıklar
ve kâfirler Allah’la, Allah safında yer almış Müslümanlarla giriştikleri
savaşta mallarına, evlât-larına güvenmektedirler. Mal ekonomik gücü, evlât da
askeri ve siyasal gücü anlatır. İşte kâfirler ve münâfıklar mallarına, evlâtlarına,
ma-kamlarına, konumlarına güvenerek Allah’a ve Allah yolunun yolcularına savaş
açmaktadırlar. Allah o verdikleriyle onların azaplarını artırmaktadır. Onlar o
sahip olduklarına tutkularından ötürü münâfıklık yapmaktadırlar.
İşte görüyoruz ki adamlar onlara
bekçilik yapacağız diye bir cihaddan geri kalmaktadırlar. Onlara tutkularından
dolayı Allah’ın is-tediği kulluğa yönelemiyorlar. Böylece Allah onlara bu
dünyada azap etmektedir. Bundan daha büyük bir azap olabilir mi?
56,57. “Sizden olmadıkları halde, sizinle beraber olduklarına
Allah’a yemin ederler. Oysa onlar korkak bir topluluktur. Bir sığınak veya
mağara yahut girecek bir yer bulmuş olsalardı, çarçabuk oraya yönelirlerdi.”
Evet o münâfıklar, o
inanmadıkları halde iman gösterisinde bulananlar, sizden olmadıkları halde
sizden olduklarına, sizinle birlik olduklarına dair Allah adına yemin ederler.
Vallahi de billahi de biz de Müslümanız, biz de sizdeniz diye yemin ederler. Halbuki
onlar sizden değildirler. Kalpleri, duyguları, düşünceleriyle onlar kâfirlerdendirler.
Kâfirlerden yanadırlar. Ancak sizden gelebilecek bir takım tehlikelerden
korktukları için küfürlerini gizlemek ve sizden görünmek istiyor-lar.
Müslümanların
güçsüz olduğu ortamlarda bunlar küfürlerini açıkça ortaya koyarlar. Böyle
münâfıkça tavırlara ihtiyaç duymazlar. Ama Müslümanların güçlü oldukları ortamlarda
bu tür insanlar inanmadıkları halde inanmış gibi görünürler ve için için kâfirlerle
işbirliği içine girerek Müslümanları arkadan hançerlemeye çalışırlar. Kâfir güç
odaklarıyla gizli gizli anlaşmalar yaparak Müslümanları yok etmenin hesabına
girerler. Kâfirlerle birlikte hareket ederler ama aslında bu adamlar kâfirlerle
de beraber değillerdir. Yâni bu münâfıkların asıl amacı küfür de değildir. Yâni
bir kâfir gibi ideolojik bir küfür taraftarı da değillerdir. Müslüman da
değillerdir. Bunlar kimliksiz insanlardır, dâvâsız insanlardır. Onların dinleri
de, davaları da sadece menfaatleridir. Menfaatleri gereği bir sarkaç gibi bazen
küfre ve kâfirlere bazen da imana ve Müslümanlara meylederler. Yâni hem iman
safının, hem de küfür safının bu tür insanlardan ciddi bir fedâkarlık beklemeleri
mümkün değildir.
Eğer onlar
sizden sığınabilecek, sizden kurtulabilecek bir mağara, bir sığınak, bir
barınak, bir kale veya dar da olsa girebilecekleri bir delik bulmuş olsalardı
mutlaka oraya girecekler, o tarafa dönecekler, oraya sığınacaklardı. Serkeş
atlar gibi mutlaka o tarafa doğru ko-şarlardı. Yâni sizden o kadar nefret ediyorlar
ki, size karşı o kadar büyük düşmanlık besliyorlar ki sizden kurtulmak için en
kötü bir sığınak bulsalar bile kaçıp oraya sığınacaklar.
Ama tabii böyle rol yaparak bir
görüntü sergilemeleri de onları çok sıkıyor. Kâfirliklerinin açığa çıkmaması için
vâki olan Allah için bir savaşta mallarını ve canlarını ortaya koymak zorunda
kalmış olmaları aslında onları kahrediyor.
Evet canlarını, mallarını,
mevkîlerini, ticaretlerini koruyabil-mek için dışarıdan Müslüman görünmeleri
çok zor geliyordu kendilerine. Küfre bile samimi bağlılıkları olmayan böyle
menfaatperestler eğer sığınabilecekleri bir ağaç kovuğu, başlarını sokabilecekleri
bir tünel, bir delik bulmuş olsalardı
elbette sizden kaçıp oraya sığınırlar, orada kâfirce bir hayatı rahat
yaşarlardı. Ama artık her taraf Müslüman’la dolduğu için böyle bir tenha
bulamadıkları için Müslümanların arasında yaşamak zorunda kalıyorlardı. Aslında
bu kendi tercihlerinin bir cezasıydı onlara. Çünkü Rabbimiz münâfıklıktan razı
değildir. İn-sanları serbest bırakmış, sonucuna katlanmak şartıyla dileyen mü’-min,
dileyen de kâfir olsun, ama münâfık olmayın buyurmuştur. Yâni kâfire bir
hürriyet tanımıştır. Onun zorlanmasını yasaklamıştır. Çünkü zorlandığı zaman
kâfir münâfık olacaktır ve Allah’ın buna rızası yoktur. Allah’ın hukuku böyledir,
ama şu anda Allah yasalarından habersiz yaşayan dünyanın her yerinde uygulanan
baskı sistemleri ancak kendi sistemlerine karşı münâfıklar yetiştirmektedir.
İşte şu anda ben Allah dinine göre bir hayat yaşamak istiyorum diyen insanları
münâfıklaştırıyor bu sistem. İnancına ters bir hayat yaşamak, insana bu dünya
hayatında en büyük bir ceza, en büyük bir azaptır. İnsanlar hür iradeleriyle
tercihini yapabilmelidirler. Allah böyle istiyor.
58,59. “Sadakalar hakkında sana dil uzatanlar vardır.
Onlara verilirse hoşnut olurlar, verilmezse, hemen öfkeleniverirler. “Eğer
onlar, Allah ve Peygamberinin kendilerine vermiş oldukları şeylere razı olsalar
ve “Allah bize yeter, O ve peygamberi bol nîmetinden bize verecektir; doğrusu
biz Allah'a gönül bağlayanlardanız” deselerdi daha hayırlı olurdu.”
O münâfıklar içinde sadakalar
konusunda sana ve Müslümanlara dil uzatanlar da vardır. Kendilerine uğrunda
hareket ettikleri dünya mallarından verildiği zaman hoşnut olurlar, verilmediği
zaman da gazaplanırlar.
Evet
sadakaların taksimi konusunda, zekatların tevzii konusunda onlar sana dil
uzatırlar. O zekat mallarından kendilerine bol bol verirsen seni takdir
ederler, senin yaptığını beğenirler. Ama razı olacakları kadar vermezsen seni
ayıplamaya kalkışırlar. Kitabımızın çeşitli yerlerinde münâfıkların bu
tutumları anlatılır. Savaşlardan elde edilen ganîmetlerin taksimi konusunda
Rasulullah efendimizi âdil olmamakla suçlamaya çalıştıklarını gördük. Adamlar materyalist
olduklarından her şeyin kendilerine verilmesini istiyorlar. Hak etmedikleri
şeylere ulaşmak istiyorlar.
Halbuki
eğer onlar Allah ve Resulünün verdiklerinden hoşnut olsalar, kendilerine
verileni yeterli bulmuş olsalardı, bize Allah yeter, Allah nasıl olsa pek
yakında bize fazlından, kereminden bolca verecektir demiş olsalardı, biz
gerçekten Allah’a rağbet edenlerdeniz de-miş olsalardı onlar hakkında daha
hayırlı olurdu buyuruyor Rabbimiz. Biz ganîmet için Müslüman olmadık, biz
Rabbimizin rızasını ve cennetini isteriz deyiverselerdi haklarında çok daha iyi
olurdu. Kendileri ölçüp biçeceklerine Allah ve Resulünün takdirine, ölçüp
biçmesine razı olsalardı çok daha hayırlı olurdu.
Çünkü hayatın programını, hayatın
yasalarını belirleme yetkisi Allah ve Resulüne aitti. Öyleyse bizler onlar gibi
olmayacak Allah ve Resulü bizim için ne ölçüp biçmişler, nasıl bir hayattan
razı olmuşlarsa biz de onlardan razı olacağız. Allah bize yeter, Allah’ın razı
oldukları bize yeter diyeceğiz. Biz sadece Allah’a rağbet edenleriz diyeceğiz.
Bu dünya hayatında bizim için bir fakirlik yazmış olsa bile öbür tarafta bize
bolca verecek diyeceğiz ve ondan razı olacağız. Çünkü bizler mü’min kimseler
olarak inanıyoruz ki mallarımız konusunda tek yetkili Allah’tır.
Evet
sadakalar konusunda, zekatlar ve ganîmetlerin taksimi konusunda Allah’ın
yasalarından memnun olmayanlar, Allah ve Resulünün takdirine başkaldıranlar,
Allah ve Resulünün yasakladığı yollardan mal ve mülke ulaşmak isteyenler
münâfıklardır.
60. “Zekatlar: Allah’tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere,
onu toplayan memurlara, kalpleri Müslümanlığa ısındırılacaklara verilir;
kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda
sarf edilir. Allah bilendir, Hakîmdir.”
Sadakaların, zekatların kimlere
verilmesi gerektiğini anlatıyor bu âyetinde Rabbimiz. Evet zekatlar burada
anlatılan sekiz yere harcanacaktır. Bu sekiz sınıfın dışında başka yerlere
zekatın verilmesi caiz değildir. Kimmiş bunlar?
1:
Fakirler. Zarûrî ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda olan, bu konuda
başkalarına muhtaç olan kimseler. Çalışıp çabalayıp da kazandıkları aslî
ihtiyaçlarını karşılamaya yetmeyen kimseler fakirdir. İşte böyle ihtiyaç sahiplerine
verilecektir zekat.
2:
Miskinler. Hiç bir şeyi olmayan kimseler. Ya bedensel bir özründen, bir
sakatlığından ötürü veya başka sebepler yüzünden ça-lışıp rızkını, geçimini
sağlayamayan miskinlere de zekat verilecektir. Bir başka anlayışla miskin fakir
olduğu halde dilenmeyen, fakirliğini ortaya koyamayan kimsedir. Yâni dışarıdan
bakıldığı zaman ihtiyaç sahibi olduğu bilinemeyen iffetli fakirlerdir. Bunlar araştırılacak,
bulunacak ve zekat fonundan ihtiyaçları karşılanacaktır.
3: Zekat
toplayıcıları, zekat memurları. İster zengin ister fakir olsunlar zekat
toplamakla görevli olan memurlar. Toplamak ve dağıtmakla görevli olan
kimselerin ücretleri de zekat fonundan karşılanır.
4:
Müellefe-i gulûb, kalpleri İslâm’a ısındırılacaklar. İslâm’a ka-zandırılacak,
yahut da kâfirlerin safına geçip de Müslümanlara zarar verebileceklerinden
korkulan kimseler. İşte böyle kimselere İslâm’a kazandırılsın diye, zararlarından
emin olunsun diye zekat verilebilir. Fıkıh kitaplarında detaylarını
görebilirsiniz. Ancak bu kimselere verilecek zekat uygulamasının bugün de devam
edip etmediği konusunda ihtilâf vardır. Hanefîler bu uygulamanın İslam’ın güçlendiği
Hz. Ömer efendimiz döneminde kaldırıldığını ve artık böylelerine zekatın verilmesine
gerek kalmadığını söylerlerken diğer fakihler bunun bugün de geçerli olduğunu
söylemektedirler.
5: Mükâtep
köleler. Kölelikten kurtulmak için efendisiyle anlaşma yapmış ama hürriyetinin
bedelini ödemekte güçlük çeken kölelere antlaştıkları meblağı ödeyebilmeleri
için zekat verilir. Veya köleleri hürriyetlerine kavuşturmak üzere tüm kölelere
zekat verilecektir.
6:
Borçlular. Borç altında ezilen borçlulara da zekat verilir. Yâni borçlu olup da
tüm malı borçlularına dağıtıldığı zaman fakir düşebilecek kimselere de zekat
verilir. Tabii bir haram yolunda, bir İsrâf yolunda borçlanmamış olmalıdır bu
kimseler.
7: Allah
yolunda olanlar. Allah yolunda Allah’ın dininin yücel-tilmesi, Allah’ın
dininin, Allah’ın yasalarının yeryüzünde egemen ol-ması için savaşan
mücahitlere silah, mühimmat vs. alımı için zekat verilir. Ordunun komutanına
verilir. Veya Allah yolunda çalışan, ilimle uğraşan kimseler de bunun içine
girer.
8: Yolda
kalmışlar. Yolda kalıp da ihtiyacı olanlara da zekat verilir.
İşte bu
Allah’ın farz kılıp sınırlarını
belirlediği, yasalaştırdığı bir farizadır. Allah bilendir, bilgisi tam
olandır ve her yasasını hikmetle koyandır, hayata hakim olandır.
61. “İkiyüzlülerin içinde “O her şeye kulak kesiliyor” diyerek
peygamberi incitenler vardır. De ki: “O kulak, Allah'a ve mü'minlere inanan,
sizin için hayırlı olan, içinizden inanan kimselere rahmet olan bir kulaktır.
“Allah'ın peygamberlerini incitenlere can yakıcı azabı vardır.”
Yine o münâfıklar içinde
dilleriyle, söz ve davranışlarıyla peygamberi incitenler vardır. O her şeye
kulak kesiliyor diyorlar. O bir ku-laktır diyorlar. O her şeye kulak veren,
duyduğu her şeyi doğrulayan bir kulaktır diyorlar. De ki, o sizin için bir
hayır kulağıdır. Şer kulağı değildir. O sadece hayrı dinler, hayra kulak verir
ve sadece onunla amel eder. Sadece hayırla hareket eder. Allah ne indirmişse,
ne buyurmuşsa ona kulak verir, onu dinler, onu tasdik eder ve onun eylemini
gerçekleştirir. Haber verdikleri konularda mü’minleri tasdik eder. Onlara
güveninden dolayı onları doğru çıkarır.
Evet o peygamber iman
etmelerinden ötürü, imanlarına se-bep olması sebebiyle mü’minler için bir
rahmet sebebi, rahmet ka-pısı, rahmet kulağıdır. Çünkü mü’minler tüm hayırlara
kendileri için açılmış o rahmet kapısından, o rahmet kulağından ulaşırlar.
Çünkü vahiy o mübârek kulağa aktarılmaktadır.
Rasulullah
efendimize hakaret etmeye çalışıyorlardı. O bir ku-laktır. O her şeyi dinleyen
bir kulaktır. Herkesi dinleyen, herkese kulak veren, huzurunda herkese konuşma
fırsatı tanıyan, her duyduğuna inanan saf bir kulaktır diyorlardı. O efendi
köle ayırımı yapmadan herkesi dinliyor. Herkes onun yanına girebiliyor.
Kapısında nöbetçi, kapıcı yoktur onun. Çevresinde korumaları yoktur onun. Hainler
is-tiyorlardı ki herkes onun yanına yaklaşamasın. Köleler, garibanlar
peygamberin yanına rahat giremesinler ki kendilerinin pis ağızlarından dökülen
küfür ve nifak dolu sözleri peygambere anlatamasınlar, duyuramasınlar.
Duyursalar bile peygamber bu kölelerin, bu aşağılık insanların sözlerine kulak
verip onlara inanmasın da kendileri gibi asil, soylu, efendi kimselere inansın.
Onlara güvenmeyip kendileri gi-bi saygın kimselere güvensin.
Evet
Rasulullah’a ulaşmada aracıların olmasını istiyorlar. Herkesin peygambere
ulaşmasını istemiyorlar. Bugün de insanların direk peygambere ulaşmasının mümkün
olmadığını, bir takım aracılarla ancak ulaşılabileceğini iddia edenler vardır.
Birilerine bağlanmadan, birilerinin el eteğine yapışmadan ona ulaşmanın mümkün
olmadığını söyleyenler de öyle mi düşünüyorlar bilemiyorum.
Hayır
hayır, o peygamberin kulak vermesi sizden iman eden-ler için hayırlıdır.
Rahatça kendisine ulaşmanız, rahatça derdinizi an-latabilmeniz, problemlerinizi
sorabilmeniz için bir rahmettir o peygam-ber. Herkesi dinler, ama herkesin
dediğini yapmaz. O Allah’ı inanır ve Ondan gelen vahye tâbi tutar o
dinlediklerini, vahiy süzgecinden geçirir ona uygun olanları yapar. Sizi de
dinler ama sizin dediklerinizi yapmaz o peygamber.
Veya bizler
onun yanında kalplerimizdekini gizleyerek ağız-larımızla Müslüman olduğumuzu
söyledik mi, bir de bunun üzerine Allah adına yemini bastık mı o bize inanır;
çünkü nasıl olsa her şeyi dinleyen, her söze kulak veren, her söze inanan bir
kulaktır demeye çalışıyorlar. Allah da buyuruyor ki ey münâfıklar, unutmayın ki
böyle Allah sevgilisini incitenlere dayanılmaz bir azap vardır. Bu yaptıklarınızdan
ötürü hazırlanın böyle bir azaba.
62,63. “Sizi hoşnut etmek için Allah'a emin ederler. Eğer
inanıyorlarsa Allah'ı ve peygamberini hoşnut etmeleri daha gereklidir. Allah'a
ve peygamberine karşı koymağa kalkışana, ebedî kalacağı cehennem ateşi bulunduğunu
bilmezler mi? Büyük rezillik budur.”
Evet o münâfıklar sizi hoşnut
etmek için Allah adına yemin ederler. Biz de sizdeniz, biz de Müslümanız diye yemin
üstüne yemin ederler. Halbuki eğer onlar iman ediyorlarsa hoşnut edilmeye Allah
ve Resulü daha lâyıktı. Allah ve Resulü insanları razı etmekten daha
önceliklidir. İnsanlardan önce Allah ve Resulünü razı etmeyi düşünmeleri gerekiyordu.
Allah ve peygamberine düşmanlık edenler içinde ebedî kalacakları bir cehenneme
hazırlanmalıdır. İşte en büyük rüsvalık budur.
Öyleyse
bizler de buna çok dikkat edeceğiz. Münâfıklar gibi olmamaya çalışacağız. Tüm
dünya bizden razı olmasa bile Allah ve Resulü razı olsun yeter diyeceğiz.
Kendimizi insanların beğenisine değil Allah ve Resulünün beğenisine sunacağız.
Hayatımızı Allah ve Resulünün beğenisine adayacağız. Yeryüzünde hiç kimse bizi
beğenip sevmese ne gam? Allah ve Resulü seviyor ya diyeceğiz. Çünkü işte
Rabbimiz anlatıyor Allah ve Resulünü bırakıp da insanları razı et-meye
çalışanlar başka değil münâfıklardır. Allah ve Resulünün beğenisiyle değil de
insanların alkışlarıyla hareket edenler münâfıklardır. Allah ve Resulünü hesaba
katmayıp da insanları hesaba katarak onlar için, onların beğenisi için bir
hayat yaşayanlar münâfıklardır. Allah karşısında kötü bir konuma düşmekten
korkmayıp insanlar karşısında kötü bir konuma düşmekten korkanlar münâfıklardır.
Allah’ın azabından, Allah’ın
sorgulamasından korkmayıp, insanların sorgulamasından korkanlar münâfıklardır.
Allah’a karşı görevlerini yerine getirmeyip insanlara karşı titiz davranmaya
çalışanlar münâfıklardır. Çünkü sevilmeye de, korkulmaya da, hatırı kazanılmaya
da, beğenisine hayat fedâ edilmeye de en lâyık olan Allah ve Resulüdür.
64. “İki yüzlüler, kalplerinde olanı haber verecek bir sûrenin
inmesinden çekiniyorlar. De ki: “Alay edin bakalım, Allah çekindiğiniz şeyi
ortaya koyacaktır.”
Evet münâfıkların sürekli
kalplerinde yaşattıkları bir korkuları var. Sürekli bir korkunun içindedir
onlar. Neden? Kalplerinde gizledikleri küfürlerini, nifaklarını açığa vuracak,
maskelerini düşürecek bir sûrenin inmesinden korkarlar. Allah bir sûre gönderecek
de bizleri deşifre edecek diye ödleri kopmaktadır hainlerin.
De ki, haydi alay ede durun
bakalım, şüphesiz ki Allah sizin gizlediklerinizi elbette elçisine
bildirecektir. Çekinip durduğunuz şeyi Allah açığa çıkaracak, sizi rezil ve
rüsva edecektir. Allah elbette mü-minlerle münâfıkları birbirinden ayırt
edecektir. Onları karmakarışık bir durumda bırakmayacaktır. İşte böyle cihad
gibi, Allah yolunda bir takım sıkıntıları göze almak gibi, açtığı imtihanlarla
kimin gerçek mü’-min kimin münâfık olduğunu ortaya çıkaracaktır. Bu çetin
imtihanlarla eleyecek Allah sizi.
İşte şu anda da Rabbimizin açtığı
imtihanlarla kimin ne olduğu açığa çıkmaktadır. Evet onlar devamlı böyle bir
korku içinde bulunmaktadırlar. Sürekli bir suçluluk psikolojisi içindedirler hainler.
65. “Onlara
soracak olursan, “Biz andolsun ki, eğlenip oynuyorduk” diyecekler; De ki:
“Allah'la, âyetleriyle, peygamberiyle mi alay ediyorsunuz?”
Onlara Allah hakkında, Allah’ın
dini, Allah’ın âyetleri hakkında, peygamber hakkında niye böyle lakırdılarda
bulunuyorsunuz? Niye böyle alaylarda bulunuyorsunuz diye sorsan, derler ki
yemin olsun ki biz bu konularda ciddi değildik. Vallahi biz ciddi
konuşmuyorduk, kasıtlı konuşmuyorduk. Sadece yol yorgunluğunu gidermek için oturup
aramızda şakalaşıyorduk. Bir oyun ve eğlencenin içine giriyorduk derler.
Peygamberim sen onlara de ki, ey hainler sizler Allah ile, Onun âyetleriyle ve
elçisiyle mi oyalanıyorsunuz? Allah’ın diniyle, Allah’ın kitabı ve şeriatiyle
mi eğleniyorsunuz? Eğlence konularınız bunlar mı? Bunları mı dilinize doladınız?
Allah’ı, Allah’ın elçisini mi hafife alıyorsunuz? Allah’ın elçisinin seferini
hafife mi alıyorsunuz? Müslümanların gücünü küçük mü görüyorsunuz? Allah’ı ve
elçisini oyun eğlenceye mi alıyorsunuz?
Tebûk seferine Rasulullah ve
Müslümanlarla birlikte çıkmış bir kaç münâfık vardı. Bunlar her zaman olduğu
gibi bu seferde de Müslümanların morallerini bozmak, cihad azimlerini kırmak,
ordu içinde fitne ve fesat tohumları ekmek üzere bir kısım lakırdılarda
bulundular. Rasulullah efendimiz hakkında dediler ki, şu adama bir bakın, boyuna
posuna bakmadan, gücüne kuvvetine bakmadan Rumlarla savaşa gidiyor. Şam
saraylarını ve kalelerini fethe gidiyor. Güçlü Bizans’a galip gelme rüyaları
görüyor. Olacak şey mi bu? Yâni şimdi sizler bu Romalıları Araplar gibi mi zannediyorsunuz?
Kiminle savaşa gittiğinizin ve başınıza nelerin geleceğinin farkında mısınız?
Biz çok yakında hepinizin Romalı askerler tarafından boğazlarınıza ipler
takılıp pazarda köleler olarak satıldığınızı görür gibi oluyoruz. Aklınız yok
mu sizin? gibi lakırdılar ettiler de Rabbimiz onların bu haince sözlerini
Rasulullah efendimize haber verdi.
Veya başka
bir rivâyette de bu münâfıklar bir konaklama yerinde kendi aralarında şöyle
demişlerdi: Vallahi biz şu Kur’an’ın hafızları kadar, Kur’an’ı en iyi bilenler
kadar aç gözlü, karnı doymaz, obur, yalan sözlü ve düşman karşısındaki bir
savaşta korkak davranan kimse görmedik dediler. Orada bulunan bir Müslüman da:
Hayır, vallahi yalan söylüyorsunuz ey Allah düşmanları! Biz de Kur’an’ın hafızları
kadar savaşta cesur ve ileri atılanları görmedik dedi ve gelip bunu Rasulullah
efendimize haber verdi.
Ve işte bunun üzerine Rabbimiz bu
âyetini inzal buyurdu. Ra-sulullah efendimiz onlara bu sözlerinin hesabını
sorunca da: Vallahi ey Allah’ın Resulü bizler ciddi değildik, şaka yapıyorduk
dediler. Ağızları kalplerindeki pisliklerini dışarıya sızdırınca hemen özür
dilemeye başladılar. Vallahi bizim kalbimiz temizdi, kalbimizde bir şey yoktu
demeye başladılar. Rabbimiz de buyurdu ki, ey alçaklar, ne oluyor? Yoksa sizler
Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın diniyle, Allah’ın peygamberiyle mi
alay ediyorsunuz? Bunları mı alay konusu yapıyorsunuz?
66. “Özür beyan etmeyin,
inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir topluluğu affetsek bile,
suçlarından ötürü bir topluluğa da azap ederiz.”
Boşuna özür dilemeyin alçaklar.
Bir takım sudan mâzeretlerin arkasına saklanarak türlü türlü günahlar işleyip
durmayın hainler. Maskeniz düşmüş, gerçek yüzünüz açığa çıkmıştır. Ağızlarınızdan
dökülen bu küfürlerinizle münâfıklığınız sırıtıp durmaktadır. Artık hiç bir
özrünüz, hiç bir mâzeretiniz kabul edilmeyecektir. Ağızlarınızdan dökülen bu
herzelerden sonra küfrünüz tescil edilmiştir. Çünkü sizler inandıktan sonra
inkâr ettiniz. İçinizden bazılarınızı affetsek bile suçlarından ötürü
mücrimlerinize azap edeceğiz.
İşte şu
anda da ağızlarıyla, kâlemleriyle Allah’a, Allah’ın di-nine, Allah’ın
peygamberine, Allah’ın şeriatına saldıranları görüyoruz. Allah’ın
mukaddesleriyle alay edenleri görüyoruz. Şu hocalar kadar, şu Kur’an’ın
hafızları kadar midesi büyük görmedik diyorlar. Aman öküz dursun da şu hocayı
bir çıkarın diyorlar. Oyunlarında, sinemalarında, tiyatrolarında,
gazetelerinde, kitaplarında hep Allah’ın dinini alay konusu yapıyorlar.
Sıkıştıkları zaman da kalbimizde bir şey yok diyorlar. Şakalaşıyorduk diyorlar.
Kalbimiz temizdir diyorlar. Be alçaklar Allah bu dini sizin oyun ve eğlencelerinize
konu olsun diye mi göndermiştir? Bu alçakların hiç bir mâzeretlerine inanmayacağız
çün-kü onların ağızları kalplerini haber vermektedir. Ağızlarından dökülenler
niyetlerini ve kâfirliklerini açığa çıkarmaktadır.
Allah’la,
Allah’ın diniyle, dinin her hangi bir hükmüyle, peygamberin sünnetiyle alay
apaçık bir küfürdür. Herkim bunu yaparsa kâfir olur. Allah’ın dinini, Allah’ın
şiarlarını, şeriatını, hocaları, sarığı, cübbeyi, namazı, orucu, tesettürü
küçük düşürmek üzere alay eden de kâfir olur. Orada bulunup da ses çıkarmayan,
onun bu tavrına gülenlerin tamamı da kâfir olurlar. Açın bakın, elfaz-ı küfür
kitaplarda yazılıdır.
67. “İkiyüzlü erkek ve kadınlar
da birbirlerindendir: Kötülüğü emreder, iyiliğe engel olurlar; elleri de
sıkıdır; Allah'ı unuttular, bu yüzden Allah da onları unuttu. Doğrusu
ikiyüzlüler fâsıktırlar.”
Münâfık erkekler ve münâfık
kadınlar birbirlerindendirler. Münâfık erkekler ve kadınlar küfür ve nifakta
birbirlerine benzerler. Birbirlerinin velîsi ve dostudurlar onlar. Kötülüğü,
münkeri emrederler ve iyiliği, marufu men ederler. İyiliklerin engellenmesi,
kötülüklerin yayılması için çırpınırlar. Kötülük taraftarıdır onlar. Kötülük
onların vazgeçilmez özellikleridir. İyiye düşmandırlar, iyilikten nefret
ederler. İyileri iyilikten vazgeçirmek için çırpınırlar. İyilerin ve
iyiliklerin önüne bari-katlar koymaya say ederlerken, kötülüklerin işlenmesine
elbirliği ya-parlar.
Elleri de sıkıdır onların.
Hayırlı hiç bir işe zerre kadar bir har-cama yapmazlar. Mallarını kötülük ve
fuhşiyyat yollarında tüketirler. Münâfıklığın belki en belirgin alâmetleri işte
bunlardır. İyiliği menet-mek, kötülükleri yaymaya çalışmak ve de cimrilik yapmak.
Bu özel-likler önünde sonunda insanı münâfıklığa götürür Allah korusun.
Elini sımsıkı tutup Allah yolunda
harcamada bulunamayanlar elbette iyilikleri men edip kötülükleri emredeceklerdir.
Çünkü toplumda iyiliğin yayılması demek münâfıkların ellerindekilerin azalması
de-mektir. Çünkü artık toplumda sömürü tuzakları boşa çıkacaktır. Ama toplumda
iyilik yerine kötülük, fedâkarlık yerine bencillik hakîm olursa elbette
zayıflar kendilerine teslim olmak zorunda kalacaklardır.
Evet
münâfık erkek ve kadınlar birbirleriyle tek can gibidirler. Birbirlerinin
velîsi ve dostudurlar. Onlar arasında karşılıklı bir velâyet, bir dostluk
ilişkisi vardır. Birbirleri adına karar alırlar ve birbirlerinin kararlarını,
yasalarını uygularlar. Onlar birbirlerinin velîsidirler. Tabii mü’minler olarak
sizler de birbirlerinizin velîsisiniz. Münâfıkların sizlerle, sizlerin de
onlarla asla bir velâyet, bir dostluk ilişkiniz olamaz. Akraba bile olsalar
mü’minle münâfık arasında bir dostluk, bir velâyet ilişkisi yoktur. Allah
mü’minlerin velîsidir, mü’minler de birbirlerinin ve-lîsidirler.
Mü’minler hiç bir zaman kendileri
gibi inanmış mü’minleri bırakarak münâfıkları kendilerine velî seçemezler. Hiç
bir zaman mü’min-leri bırakıp münâfıklarla dost olamazlar, onlarla dostluk kuramazlar.
Çünkü mü’minlerin velîleri, mü’minlerin dostları Allah’tır. Allah mü’mi-nin
dostudur, mü’min de mü’minin dostudur. Allah mü’minlerin velîsidir, mü’minler
de Allah’ın evliyasıdır. Öyleyse mü’minler mü’minlerin dostudur, velîsidir,
sırdaşıdır, birbirlerini cehennemden koruyup cennete kazandırıcısıdır.
Öyleyse bir
mü’min dünya işlerinde, bireysel, sosyal, ailevi, toplumsal, ekonomik, siyasal
hayatında, âhirete müteallik işlerinde, yâni hayatının tüm alanlarında kendisiyle
ilgili tüm problemlerinde bir dostluk, bir velâ ilişkisi içine girecekse,
birileriyle birlikte hareket edecekse, birileriyle istişare edecek, birilerinin
kararına başvuracaksa, birilerinden akıl danışacaksa kendisine velî olarak,
dost olarak ancak ve ancak Allah dostluğuna ehil mü’minleri seçecektir.
Mü’minleri sevecek, mü’minleri dost bilecek, mü’minleri velî bilecek,
mü’minlere bağımlı olacak, mü’minlerin derdini, tasasını kendi tasası,
sevincini kendi sevinci, başarısını kendi başarısı bilecektir.
Tüm işlerini, tüm hayatını,
siyasetini, ekonomisini, eğitimini, sosyal ve bireysel hayatını, aile hayatını
mü’minlere göre düzenle-yecek, hesabında mü’minler olacaktır. Müslüman izzet ve
şerefi Müslümanlarda ve Müslümanlarla birliktelikte görecektir. Değilse Allah
korusun bir takım basit dünyevî hesaplarla, bir takım basit menfaat kaygılarıyla
bir Müslümanın mü’minleri bırakarak kâfirleri ve münâfıkları dost edinmesi,
hayatını onlar kaynaklı yaşaması asla düşünülemez.
Onlar
Allah’ı unutmuşlar, Allah da onları unutmuştur. Onlar Allah’ın dinini
unuttular, Allah’ın dinini kendi haline bıraktılar, ilgilenmediler, ilgi
kurmadılar, Allah da onları unutmuştur. Onlar Allah için bir hayat yaşamayı unuttular,
Allah da onları korumayı, başarıya ulaştırmayı, merhamet etmeyi unutmuştur.
Elbette kendisine kulluğu unutanları Allah da unutacaktır. Ne müthiş bir şey
değil mi? Allah tara-fından unutulmak, hesaba katılmamak, yüzüne bakılmamak,
sözü dinlenmemek ve ebedîyen azaba mahkum edilmek. Bundan daha kö-tü bir âkıbet
olur mu?
Evet bu
dünyada bu dünyanın sahibini unutarak, bu hayatın sahibinin vahyinden yüz
çevirerek, kitabı ve peygamberiyle ilgilenmeyerek, hayatı vahye göre düzenlemeyerek,
Kur’an ve sünnete karşı nötr davranarak bir hayat yaşayanlar unutulacaklar. Allah’ın
rahmet ve merhametinden mahrum kaldıkları için mutlu olamayacaklar, huzur bulamayacaklar,
hayatın tadını alamayacaklar. Bugün burada unutuldukları gibi, yarın da
cehennemin bir köşesinde dayanılmaz azapların kucağında unutulacaklar.
Öyleyse gelin ey Müslümanlar,
Allah’ı unutanlar gibi olmayın. Allah’ı unutup Allah’ın da kendilerini unuttuğu
münâfıklar gibi olmayın. Onlar Rab’lerini unutmuşlar, Rab’lerini unutarak bir
hayat yaşamışlar, Allah da onlara kendilerini unutturuvermiş. Kendilerini unutmuşlar
adamlar. Kendilerini düşünmez olmuşlar. Kendi hayırlarını, kendi mutluluklarını,
kendi cennetlerini düşünmez olmuşlar. Cenneti unutup, âhireti unutup hep
dünyayı düşünür olmuşlar. Hep parayı düşünür olmuşlar, hayatı düşünür olmuşlar,
arabayı düşünür olmuşlar, arabanın modelini, elbisenin güzelini, evlerinin
dükkanlarının dizaynını düşünür olmuşlar.
Arabalarının üzerinde meydana
gelen küçücük bir çiziği düşünür olmuşlar da, kendi ruh dünyalarında, ailelerinin,
çocuklarının ruh dünyalarında oluşan nerdeyse araba girecek büyüklükteki küfür
ve şirk çiziklerini hiç düşünmez olmuşlar. Evlerinin boyasını, cilasını düşünmüşler
de kendilerinin, çocuklarının Allah boyasıyla boyanmasını hiç düşünmez
olmuşlar. Çocuklarının boğazlarının doyurulmasını düşünmüşler de kalplerinin
kafalarının Allah’ın istediği bilgi ve imanla doyurulmasını hiç düşünmez olmuşlar.
Markı, Doları düşünmüşler de
Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı hiç dü-şünmez olmuşlar. Dışlarını düşünmüşler de
içlerini, kalplerini düşün-mez olmuşlar. Bedenlerinin ihtiyaçlarını düşünmüşler
de kalplerinin ihtiyacını hiç düşünmez olmuşlar. Her şeyi düşünüyor adamlar,
ama kendilerini unutuyorlar. Kendi geleceklerini unutuyorlar. Halbuki bu
dünyadan insanın gidecek tek şeyi kendisidir. Malı mülkü, atı arabası, dükkanı
tezgahı, evi barkı, toprağı tapusu, vatanı ülkesi her şeyi burada kalacaktır.
Yaptığımız, ektiğimiz, diktiğimiz, bina ettiğimiz her şey bu dünyada
kalacaktır. Bunlardan sadece Allah için yaptıklarımızın kazancı bizimle
birlikte öbür tarafa gidecektir.
Eğer bizler
bu dünyada bizi bu dünyaya getiren, bizi yaratıp bu dünyada imtihana çeken
Rabbimizi unutursak, Rabbimizin dinini, Rabbimizin kitabını, Rabbimizin elçisini,
Rabbimizin bizden istediklerini unutarak bir hayat yaşarsak, İslâm’dan uzak bir
dünya yaşayacak olursak o zaman kesinlikle bilelim ki biz kendi kendimizi unutacak
ve hayatımızı dünyada kalacak, bizimle birlikte yarına intikal etmeyecek boş
şeylerin peşinde bir ömür tüketerek eli boş olarak Rabb’ımızın huzuruna
gideriz.
İşte görüyoruz, insanlar
kendilerini, kendi geleceklerini unutuyorlar da nice boş şeylerin peşine
takılıyorlar değil mi? Allah’ın kendilerini kendisini hatırlatmak üzere,
kendilerine kendilerini, kendi kulluklarını, kendi kurtuluşlarını öğretmek
üzere gönderdiği kitabını unutuyorlar da başka nice kitapların peşine
düşüyorlar.
Kur’an’ı unutuyorlar da nice
gazetelerin, nice dergilerin, nice kitapların peşine takılıyorlar. Allah’ın
kendilerine örnek olarak, model olarak gönderdiği peygamberini bırakıyorlar da
nicelerinin arkasına düşüyorlar. Nicelerini kendilerine örnek biliyorlar.
İşte kim böyle Allah’ı unutursa
Allah da ona kendisini unutturacaktır. Allah onu kendi haline bırakıverir de o
insan dünyanın peşinde, dünyada kalacak şeylerin peşinde yuvarlanır gider Allah
korusun. Tamamen küfrün, şirkin, isyanın ve günâhların içinde boğulur gider.
İşte bunlar münâfıklardır. Kalbi, düşüncesi, ameli, hayatı bozuk olanlardır
bunlar.
68. “Allah, ikiyüzlü erkek ve
kadınlara ve inkârcılara, ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. O,
onlara yeter. Allah lânet etsin! Onlara devamlı azap vardır.”
Evet işte böyle münâfıkça
birbirlerine destek olup kötülüklerin yayılması ve iyiliklerin kökünün
kazınması adına sa’yedenler için Allah bu yaptıklarının karşılığı olarak içinde
ebedî kalacakları bir cehennem hazırlamıştır. Onlar Allah’ın lânetine
uğramışlardır. Onlara kesintisiz bir azap vardır orada.
69. “Ey
ikiyüzlüler! Siz, sizden önce daha kuvvetli, malları ve çocukları daha çok
olup, hisselerince bunlardan faydalanan kimseler gibisiniz. Sizden öncekiler,
hisselerince faydalandıkları gibi siz de hissenizce faydalandınız ve onların
bâtıla daldıkları gibi siz de daldınız. İşte bunlar dünyada ve âhirette işleri
boşa çıkanlardır, işte bunlar mahvolanlardır.”
Ey münâfıklar sizin durumunuz
tıpkı sizden önceki münâfıkların durumlarına benziyor. Onlar vücutça sizden
daha güçlü, siyasal ve ekonomik yönden sizden daha önde, mal ve evlât yönünden
sizden daha ilerdeydiler. Ama Allah’ın helâk yasaları, sünnetullah onları yakalayıverdi.
Onlar Allah’la başedememişlerken sizler mi baş edeceksiniz? Onlar Allah’ın
helâkinden kurtulamamışlarken sizler mi kurtulacaksınız? Onların düştükleri
yanlışlara düşerek onların başlarına gelenlerin sizlerin de başınıza geleceğinden
sakınmıyor musunuz?
Haydi bir süre bu dünyada onların
faydalandıkları gibi sizler de faydalanın bakalım. Onlar Allah’ın takdir ettiği
kadar dünya nimetlerinden tattılar. Sizler de dünyadan payınızı almaktasınız.
Onlar nasıl Rab’lerinin bu dünyada koyduğu yasası gereği kendilerine dokunmayışına
aldanarak bâtıllara daldıkları gibi sizler de şu anda bâtıllara dalıyorsunuz.
Sizler de onların yoluna giriyorsunuz. Elinizde hiç bir ölçü olmadan, hiç bir
Allah bilgisine, Allah programına sahip olmadan bir dünya yaşıyorsunuz. Kendi
hevâ ve heveslerinizle hareket ediyorsunuz. Onlar nasıl böyle bilgisizce
dünyaya dalarak mahvolmuşlar, helâk olmuşlarsa unutmayın ki sizler de helâkten
kurtulamayacaksınız. Sizlerin yaptıklarınız dünyada da âhirette de boşa gidecektir.
Tüm amelleriniz, tüm planlarınız, mü’minlere karşı, Allah’ın dinine karşı
geliştirdiğiniz tüm komplolarınız boşa çıkarılacak, hiç bir konuda başarıya
ulaşamayacaksınız. Eğer böyle olmamış olsaydı, onların tüm plan ve programları
Allah tarafından boşa çıkarılmamış olsaydı şu anda dünyada bir tek Müslümanın
kalmaması gerekecekti. Şu anda Allah’la savaşa tutuşan, Allah ve onun Müslüman
kullarıyla çatışma içine giren tüm dünya münâfıkları Allah’ın bu sünneti
karısında ezilmek zorunda kalacaklardır. Geçici bir müddet sanki hedeflerine
yaklaşmış gibi görünürler, ama unutmayın ki şimdiye kadar hiç bir kâfir güç,
hiçbir münâfık güruh Allah karşısında başarıya ulaşamamıştır. İşte bakın
öncekilerin durumları:
70. “Kendilerinden önce olan Nuh,
Ad, Semûd milletlerinin, İbrahim milletinin, Medyen ve altüst olmuş şehirler
halkının haberleri onlara gelmedi mi? Peygamberleri onlara belgeler
getirmişlerdi. Allah onlara zulmetmemiş, onlar kendilerine yazık etmişlerdir.”
Evet onlara kendilerinden önceki
toplumların başlarına ge-lenlerin haberi gelmedi mi? Kendilerinden öncekilere
uygulanan ya-salarımızı bilmiyorlar mı bu adamlar? Rab’lerine isyanlarından
ötürü bir tûfanla helâk edilen Nuh toplumunun haberi, Rab’leriyle savaşa
tutuşmalarından ötürü bir rüzgârla helâk edilen Âd toplumunun, Al-lah’ın dinini,
Allah’ın elçisini reddetmelerinden ötürü bir sayhayla he-lâk edilen Semûd
toplumunun, nîmetlerinin ellerinden alınması şek-linde Allah azabına mahkum
olan İbrahim toplumunun, altüst olmuş Medyen toplumunun haberi ulaşmadı mı onlara?
Bu kitapta açık açık anlatmadık mı bunları?
Allah asla
onlara zulmetmemiştir, onlar yaptıklarıyla, yaşadıkları hayatlarıyla kendi
kendilerine zulmetmişlerdir. Bu sonucu in-sanlar kendileri kendi hür
iradeleriyle seçmişlerdir. Bu seçim kendilerine aittir. Çünkü Allah kullarına asla
zulmetmez. Lâkin insanlar kendi kendilerine zulmetmektedirler. Allah asla zâlim
değildir. Zâlim olanlar insanlardır. Zulmeden de kendileri zulmettikleri de
kendileridir. Yâni bu insanlar kendilerinin hem zâlimi hem de mazlumudurlar.
Çünkü Allah asla zulmen insanlara ceza vermez, haksız yere insanları cehenneme
göndermez.
Allah insanlara onların hidâyeti
anlayıp kabullenebilecekleri kapasiteler vermedikçe onları hidâyetiyle sorumlu
tutarak onlara zul-metmez. Hidâyet yollarını kapatarak onlara zulmetmez. Hattâ
bunun da ötesinde elçiler ve kitaplar göndererek onlara kendisini ve istediği
kulluğu açık açık anlatmadan, onları elçileri ve kitaplarıyla uyarmadan onların
yaptıkları yanlışlarından ötürü cehennemine gön-dermez. Her bir dönem
uyarıcılar göndererek insanları azapla, cehennemle, cennetle uyardıktan sonra
yine de uyarılmak istemeyen ve kendileri için ateşi tercih edenler için sizler
cehennemi boylayacaksınız tehdidinde bulunmaktadır Rabbimiz. Ve sonunda bu
akılsızlar hâlâ bu tehdidin zıddına davranışlarda bulunmaya, duymamaya,
görmemeye, akl etmemeye ısrarlı bir tavır takınmışlarsa elbette bu insanlar
dünyada helâki hak edecekler, âhirette de cehennemi boylayacaklardır. Bu ko-nuda
hiç kimsenin her hangi bir itiraz hakkı da kalmamaktadır.
71,72. “Mü'min erkekler ve mü'min
kadınlar birbirlerinin velîleridir; iyiyi emreder kötülükten alı korlar; namaz
kılarlar, zekat verirler, Allah'a ve peygamberine itaat ederler. İşte Allah
bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, Hakîmdir. Allah mümin
erkeklere ve mü'min kadınlara, temelli kalacakları, içlerinden ırmaklar akan
cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler vaadetmiştir. Allah'ın hoşnut olması
en büyük şeydir. İşte büyük kurtuluş budur.”
Az evvel münâfıkları anlatmıştı
Rabbimiz. Münâfıklar birbirlerindendirler. Onlar birbirlerinin velîsi, dostudurlar
buyurmuştu. Onlar kötülükleri emrederler, iyilikleri men ederler buyurmuştu.
Şimdi burada da mü’minlerin özelliklerini, değişmez vasıflarını ortaya koyuyor.
Orada dediğimiz gibi mü’minler de birbirlerinin velîleri, dostları, karar mercileridirler.
Birbirlerini cennete ulaştırmak üzere onlar da birbirlerine iyiliği emrederler,
kötülükten de nehyederler. İyiliklerin toplumda yayılması, kötülüklerin de
kökünün kazınması adına say ederler. Herkesin iyi olmasını, herkesin cennete
gitmesini arzu ederler.
Namazlarını ikâme ederler.
Toplumlarında namazı ayağa kaldırırlar. Namazın önündeki engelleri kaldırmaya,
toplumda namaz eğitimi vermeye say ederler. Zekatı da verirler. Bedenlerinde
Allah’ı egemen bildikleri gibi malları konusunda da Allah’ın egemen olduğunu
bilirler. İşte Allah bunlara merhamet edecek, bunlara yardım edecek, bunları
dünya ve ukba’da muvaffak edecektir. Muhakkak Allah Azîz ve Hakîmdir.
Evet İşte
böyle inanan, böyle yaşayan mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, temelli
kalacakları, içlerinden ırmaklar akan, zeminlerinden ırmaklar akan, ya da
taht-ı tasarruflarında ırmakların akıp durduğu cennetler, Adn cennetlerinde hoş
meskenler vaadetmiştir. Bütün bunların üzerinde Allah'ın hoşnut olması en büyük
nîmettir. Allah onlardan razı olacak orada. Çünkü dünyada onlar Rablerini razı
etmişlerdi. Dünyada Rab’lerinden razı olmuşlardı. Rab’lerinin kitabından,
Rab’lerinin dininden, Rab’lerinin hayat programından razı olmuşlardı.
Rab’lerinin istediği hayattan razı olmuşlardı, işte Rab’leri de onlardan razı
oluyor ve kendilerinin de razı olacakları akla hayale gel-medik nîmetlerle
donatılmış bir cennet hayatını onlara lütfediyor.
İşte en büyük kurtuluş budur.
İşte en büyük başarı budur. Bundan daha büyük bir başarı, bundan daha büyük bir
şeref düşünülemez.
73. “Ey Peygamber! İnkârcılarla,
ikiyüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran. Varacakları yer cehennem-dir, ne
kötü dönüştür.”
Ey peygamberim, ve ey peygamber
yoluna baş koymuş Müslümanlar, kâfirler ve münâfıklarla savaşın. Onlara karşı
sert ve izzetli davranın. Onların varacakları yer cehennemdir ve o gerçekten ne
kö-tü bir varış yeridir. Kâfirler ve münâfıklarla savaş, peygamber ve onun
yolunun yolcusu Müslümanlar için kaçınılmazdır. Allah’ı, Allah’ın dinini,
Allah’ın hayat programını reddeden, Ona ve Onun istediği hayata savaş açan, biz
kendi hayatımızı kendimiz belirleriz, kendi kitabımızı kendimiz yazarız, kendi ilâhımızı
kendimiz belirleriz, kendi peygamberimizi kendimiz oluştururuz, kendi hukukumuzu
kendimiz yaparız diyenlerle tamamen bunun aksini iddia edip, tamamen aksine
inanan mü’minler için savaş kaçınılmazdır. Çünkü yeryüzünde kâfirler, sırf
Allah’a iman ettikleri için Müslümanlardan nefret etmektedir.
Öyleyse bilelim ki küfürle iman
ehli arasındaki savaş kıyâmete kadar sürecektir. Yeryüzünde küfür ve iman taraftarı
olduğu sürece bu savaş asla bitmeyecektir. Müslümanlar bu savaştan çekilseler
bile kâfirler onları tamamen yeryüzünden silip yok edinceye kadar bu savaşı
sürdürecektir. Çünkü imanla küfür tıpkı geceyle gündüz gibidir. Birinin varlığı
diğerinin yokluğuna bağlıdır. Öyleyse Müslümanlar onlarla savaşmak zorundadırlar.
Evet kâfir ve münâfıklara karşı
sert davranılması emrediliyor. Bundan önceki âyetlerde yumuşak davranma emri
burada sertleşmeye çevriliyor. Kâfirlere ve münâfıklara karşı caydırıcı olsun
diye sert davranacağız. Onlara karşı alabildiğine sert davranın ki böylece
belki o kâfirlerin ve münâfıkların iman ehline karşı uyguladıkları baskıları,
zulümleri son bulur.
Belki onlar da küfür ve
nifaklarından, Allah’la ver-dikleri savaşımlarından vazgeçip iman yolunu,
cennet yolunu tercih ederler. Yeryüzünde işledikleri zulümlerinden,
cinâyetlerinden vazgeçerler.
Tabii bunun gerçekleşmesi için
onlara sert davranması gereken Müslümanların güçlü olmaları gerekecektir. Onları
korkutacak bir güce sahip olmaları gerekecektir. İşte şu anda görüyoruz ki Müslümanlar
kâfirler ve münâfıklar için onları korkutacak, caydıracak bir güce sahip
değiller.
Maalesef şu anda Çeçenistan’da,
Filistin’de, Tür-kistan’da Müslüman kardeşlerimizi öldürenlerin bizlerden hiç
bir çe-kincemeleri yok değil mi? Bırakalım çok uzaktakileri, şu anda bu ülkede
birileri bir grup Müslümanı yok etmeye çalışırken öteki Müslümanlardan zerre
kadar bir çekincemesi yoktur. Halbuki Medine’de bir Müslüman kadının örtüsüne
el uzatan bir Yahudi karşısında öteki kar-deşlerinin nasıl davrandıklarını biliyoruz.
Evet bir Müslüman kardeşleri için
savaşa karar veren Müslümanların bu kardeşlik bağını gören Yahudi korkmaz mı
Müslümanlardan? Çekinmez mi bir Müslümana ilişmekten? Ama işte şu anda kâfirler
tarafından Müslümanların kanları dökülürken, ırzları, namusları kirletilirken
diğer Müslümanların seyirci kalmaları, kıllarının bile kıpırdamayışı, hattâ
kimilerinin oh olmuş, onlar şunlardandı, onlar bizden değildi gibi İslâm dışı
tavırlar sergilemeleri kâfirleri cesaretlendiriyor ve Müslümanların onlar
üzerinde en ufak bir etkilerinin kalmadığını gösteriyor. Böyle bir durumda ne
fert olarak ne de toplum olarak zerre kadar bir Müslüman şahsiyetimiz kalmayacaktır.
Kâfirler ve
münâfıklarla Allah’ın istediği gibi savaşacak ve on-lara karşı sert
davranacağız. Bu konuda sadece Allah’a güveneceğiz. Allah’ın yardımı ve zafer
konusunda zerre kadar bir şüphemiz olmayacak. Kesinlikle bileceğiz ki Allah
bizimle beraber olacaktır. Bu Allah’ın vaadidir, bu Allah’ın bir yasasıdır ve
Allah yasalarında asla bir değişiklik olmaz. Allah yasalarının işlememesi diye
bir şey kesinlikle söz konusu değildir.
74. “Andolsun ki, Müslüman
olduktan sonra inkâr edip küfür sözünü söylemişler iken, söylemedik diye Allah'a
yemin ettiler, başaramayacakları bir şeye giriştiler; Allah ve peygamberi bol
nîmetinden olanları zenginleştirdi ve öç almaya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse
iyiliklerine olur; şâyet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette can
yakıcı azaba uğratır. Yeryüzünde bir dost ve yardımcıları yoktur.”
Münâfıklar kendilerinden sana
ulaşan o küfür sözü söylemediklerine dair Allah adına yemin ederler. Halbuki
onlar o küfür sözü, kendilerini kâfir yapıp İslâm’dan çıkaran sözü söylediler,
o işleri yaptılar da Müslümanlıklarından sonra küfre döndüler. Ve de asla ulaşamayacakları,
erişemeyecekleri bir şeye yeltenmişlerdir. Allah ve elçisiyle savaşmaya
yöneldiler, İslâm’ın kökünü kazımaya yeltendiler. Sûreta Müslüman görünerek
kaleyi içten yıkmaya azmettiler. Halbuki Allah dinini, kitabını korumayı bizzat
kendi üzerine almıştır. Din ve kitap korunduğu müddetçe elbette o dinin ve o
kitabın müntesipleri de korunmuş olacaktı. Allah mü’minlerin desteğinde olacaktı.
Münâfıklar mü’minlerle giriştikleri bir savaşta karşılarında onlardan önce
Allah’ı bulacaklardı. Müslümanları yenmek için önce Allah’ı yenmeleri gerekecekti.
Alçaklar bunun farkında olmadan büyük büyük hedeflerin peşine takıldılar. Hiç
bir zaman ulaşamayacakları, erişemeyecekleri hülyalara kapıldılar.
Bu
münâfıkların Allah ve elçisiyle, Allah ve Müslümanlarla sa-vaşmalarının,
intikam almaya çalışmalarının sebebini de Rabbimiz şöyle açıklıyor bakın: Allah
kendi fazl-ı kereminden onları zengin kıldı ve Resulü de onları zenginleştirdi.
Yâni hak etmedikleri şeyleri bol bol onlara verdi de, nîmetlerle şımarıp Allah
ve elçisine düşman kesildiler. Allah bu mülkü, bu nîmetleri kendilerine
vermeseydi, belki azmaya-caklar, sapıtmayacaklardı. Hani sûrenin önceki
âyetlerinde de söylemişti Rabbimiz biz onlara bu verdiklerimizi başka değil
sadece onları saptırmak ve canlarını kâfirler olarak almak için verdik buyurmuştu.
İşte burada da aynısını görüyoruz. İşte onlara Rabbimizin sıhhat vermesinin,
zenginlik vermesinin, mülk ve saltanat vermesinin sebebi budur. Eğer tevbe
ederlerse kendi iyiliklerine, kendi menfaatlerine olur. Yok şâyet yüz
çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette can yakıcı azaba uğratır. Yeryüzünde
bir dost ve yardımcıları da olmaz onların. Dünyadaki azapları inanmadıkları bir
dinin hükümlerini uygulamaları, âhiretteki azapları da dayanılmaz bir cehennem
ateşidir. Hainler dünyada inanmadıkları bir dininin namazını kılmak, zekatını
vermek azabıyla karşı karşıya kalırlarken, öbür tarafta da cehennem azabını
boylayacaklardır.
Ensâr’dan
bir Müslüman Cüheni kabilesinden birisiyle kavga eder. Ve bu olay üzerine
münâfıkların reisi Übey Bin Selül der ki: Vallahi bizimle Muhammed’in durumu
aynen şuna benzer: Besle kar-gayı oysun gözünü. Bunu duyan oradaki bir Müslüman
o alçağın bu sözünü Rasulullah’a getirir. Rasulullah onu sorgulayınca Übey de:
Vallahi ben böyle bir şey söylemedim diye Allah adına yemin eder. Veya yine
Übey Bin Selül’ün savaş dönüşünde: “Ant olsun, eğer Medine’ye dönersek, daha
azîz (daha üstün) olan, daha zelil (daha alçak) olanı mutlaka oradan çıkaracaktır.”
Sözüdür. Bu sözün sonunda da
sorgulandıkları zaman zerre kadar bir izzet ve şerefleri olmayan, mertçe
sözlerinin arkasında duramayan hainler yeminler ederek biz böyle bir şey demedik
demeye başlıyorlar. Tebuk seferinden dönüşte münâfıklar Rasulullah efendimize
bir komplo hazırladılar. Gece Rasulullah efendimizi karanlıkta bir tepeden
itekleyerek öldürmeyi hedeflediler. Rabbimiz onların bu menfur komplolarını
Rasulullah efendimize haber verdi. Rasulullah Ammar Bin Yasir’i ve Huzeyfe Bin
Yemâni’yi yanına aldı ve yolda yüzleri kapalı bir takım kimselerin kendisini
takip ettiklerini gördü. Huzeyfe onların üzerlerine doğru yürüyüp, ey Allah
düşmanları kendinize gelin! diye bağırmaya başlayınca hainler tanınmamak için
süratlice oradan kaçıp uzaklaştılar. Böylece ulaşamayacakları bir işe giriştiler
buyurdu Rabbimiz.
75,76. “Aralarında: “Allah bize
bol nîmetinden verecek olursa, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden
olacağız” diye O'na and verenler vardır. Allah onlara bol nîmetinden verince,
cimrilik ettiler, yüz çevirdiler. Zaten dönektirler.”
Onların içinden eğer Allah bize
bolca verirse yemin olsun ki biz de vereceğiz. O bize verirse biz de Onun yolunda
bol bol infak edeceğiz ve sâlihlerden olacağız diyenler vardır. Ama ne zaman ki
Allah onlara bol nîmet ulaştırınca Rab’lerine verdikleri bu sözlerini, bu
taahhütlerini unuttular da cimrilik ediverdiler. Allah’ın lütfundan verdiklerini
Allah kullarından men ediverdiler. Zaten hep dönektirler bu münâfıklar. Hiç bir
sözleri, hiç bir ahitleri yoktur onların.
Evet Allah
bize verirse elbette bizler de verip sâlihlerden o-lacağız diyorlar. Allah bana
bir imkân verirse, bir fırsat verirse ben de bol bol infakta bulunacağım,
açları doyuracak, çıplakları giydirecek, muhtaçları sevindireceğim diyorlar.
Bugüne kadar imkânım yoktu, fırsatım yoktu, zamanım yoktu da ondan yapamadım.
Vallahi aslında benim ne malda ne mülkte gözüm yok. Ben kendim için istemiyorum,
sırf fakir fukaraya dağıtmak için istiyorum. Başımı sokacak kadar bir yerin,
bir evin dışında, karnımı doyuracak kadar bir malın dışında hepsini elden
çıkaracağım. Allah bilmez mi onların ne yapıp ne yapmayacaklarını? Allah bilmez
mi onların neye sahip olduklarını? Azı çoğu olmaz ki bir şeyin. Allah herkese
bir şeyler vermiştir. Eğer insanlar Allah’ın kendilerine vermiş olduğu imkânlar
ve fırsatlar nispetinde bir şeyler yapabiliyorlarsa bu şu demektir: Eğer Allah
çokça verseydi o kadar verecekti.
Meselâ şu anda yüz milyonu var ve
onun yirmi milyonunu Allah için harcayabiliyorsa, yüz milyar olduğu zaman da
yirmi milyarını harcayabilecek demektir. Elindeki on milyonun iki milyonunu
Allah için harcayamayan adam, on milyarın iki milyarını hiç bir zaman harcaya-mayacak
demektir.
Allah
verdikçe cimrilik ettiler. Bir ev verdi, bir araba verdi, da-ha neler neler
verdi de onlar cimrilik yapıverdiler. Rab’lerine verdik-leri sözlerinden
dönüverdiler. Onlar zaten dönek insanlardır. İşleri dönmektir zaten onların.
Elimizdeki imkânları gücümüz nisbetinde Allah yolunda kullanacağız ve ya Rabbi
işte gücüm buraya kadardı, eğer daha çok verirsen onları da Senin yolunda kullanmaya
hazırım diyeceğiz ve doğru söylemiş olacağız. Değilse yalancı münâfıklardan
oluruz Allah korusun.
Efendim ben
de bu kitabı öğrenmeye başlayacağım da ama ne yapayım zamanım yok. Biraz
zamanım olsa bak ben ne yaparım. Allah bana bir araba verse, Allah bana bir dükkan
verse, Allah bana bir evlât verse, Allah bana bir hanım verse, Allah bana anlayışlı
bir müdür verse, anlayışlı bir ortam verse diyen herkese imkân verecek
Rabbimiz, fırsat verecek ve samimi olup olmadığını mutlaka açığa çıkaracaktır.
77,78. “Allah'a verdikleri sözden
caydıkları ve yalancı oldukları için Onunla karşılaşacakları güne kadar Allah
kalplerine nifak soktu. İkiyüzlüler,
Allah'ın onların sırlarını ve gizli toplantılarını bildiğini, Allah'ın görünmeyenleri
bilen olduğunu bilmiyorlar mıydı?”
Evet Allah da kendilerine
verdikleri sözlerini tutmamaları se-bebiyle kıyâmet gününe kadar onların
kalplerine münâfıklığı yazıvermiş, yerleştirivermiştir. Köklü bir duygu olarak
kalplerine nifakı yer-leştiriverdi. Rab’lerine söz verdikleri konularda Allah
kendilerine imkân ve fırsat verdiği halde bunları Allah yolunda kullanmadıkları
için kalplerine münâfıklık yerleştiriliverdi.
Öyleyse buna dikkat edeceğiz.
Sözü vermeden önce iyi dü-şünmeliyiz. Yapamayacaklarımız şeyleri Allah’a da
insanlara da vaad etmeyeceğiz. Allah bizim gücümüzü, takatimizi bilip dururken
Rabbi-mizin bize yüklemediği bir yükü kendi kendimize yüklemeye kalkışmayacağız.
Hani önceki sûrelerde anlatıldı. Allah kendilerine yük yüklemediği halde
Allah’tan kendilerine yükler yüklemesini, imtihan alanları açmasını isteyen
İsrâil oğullarının başına gelenleri biliyoruz. Kendilerinin talep ettikleri bir
cumartesi yasağını nasıl deldiklerini biliyoruz.
Onlar
bilmiyorlar mı ki Allah onların sırlarını da gizli toplantılarını da
bilmektedir. Gizlediklerini de, açıkladıklarını da, fısıldaştıklarını da bilmektedir Allah. Tüm gaypları da bilendir
Allah. Bunu bilmiyorlar mı bu adamlar? Herhalde Allah’ı böyle bilselerdi, böyle
iman etselerdi Rab’lerine karşı bu tür tavırlarda bulunmayacaklardı. İnsanlar
bilmeyebilirler, peygamber bilemeyebilir onların iç hallerini, ama Allah’a göre
bilinmeyen yoktur.
79. “Sadaka
vermekte gönülden davranan mü'-minlere dil uzatan ve ancak ellerinden geldiği
kadar verebilenlerle alay eden kimselere bu davranışlarının cezasını Allah
verir; onlara yakıcı azap vardır.”
Evet sadaka verme konusunda
samimi davranan mü’minlere dil uzatıyorlar münâfıklar. Gönülden davrananlara,
imkânlarını zorlayarak bol bol sadaka verenlere dil uzatıyorlar. Fakir olup da imkân-larını
zorlayarak az verenlerle de alay ediyorlar. İbni Abbas efendimiz der ki: Tebûk
seferine karar verince Allah’ın Resulü mü’minleri infaka dâvet etti.
Rasulullah’ın bu dâvetini alan Müslümanlardan, sahâbe-den bazıları malının
tamamını, bazıları yarısını, bazıları da ellerinde avuçlarında olan çok az bir
şeyi getirebildiler. Sahâbeden hali vakti yerinde olan Abdurrahman Bin Avf
sadaka olarak Rasulullah efendimize 40 ukıyye altın getirdi. Ensâr’dan fakir
bir Müslüman da bir say kadar hurma getirdi. Bunu gören münâfıklar Abdurrahman
Bin Avf gösteriş için bunu yaptı. Ensâr’ın getirdiği o bir say hurmaya da Allah
ve Resulünün ihtiyacı yoktur dediler. Tebûk seferi için getirilen bu sadakalar
sebebiyle münâfıklar böyle söylediler.
Bir sefer için Rasulullah efendimizin
yaptığı cihad çağrısı ve infak talebi karşısında çok vereni gösterişle, az
vereni de cimrilikle suçlamaya kalkıştılar. Kendileri son derece cimri davrandıkları
gibi kendileri gibi davranmayan Müslümanlara da böyle şeyler yakıştırdılar.
Allah için dişinden tırnağından artırarak bir şeyler getiren samimi Müslümanları
alay konusu yaptılar. Rabbimiz de buyurdu ki, ey peygamberim böyle davranan
münâfıklara bu yaptıklarının cezasını Allah mutlaka verecektir. Onlar için can
yakıcı, dayanılmaz bir azap vardır buyurdu.
80. “Ey Muhammed! Onların ister
bağışlanmasını dile, ister dileme, birdir. Onlara yetmiş defa bağışlama dilesen
Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, Allah'ı ve peygamberini inkâr etmelerinden
ötürüdür. Allah fâsık topluluğu doğru yola eriştirmez.”
Evet ey
peygamberim, bu yaptıklarından sonra, bu hainliklerinden sonra artık onlar için
istiğfar etsen de etmesen de birdir, denktir. Ha istiğfar etmişsin onlar için,
ha etmemişsin fark etmez. Onlar için af dilesen de dilemesen de fark etmez
çünkü Allah onları kesinlikle affetmeyecektir. Yetmiş kere onlar için istiğfar
edip bağışlanma dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü onlar Allah ve
elçisini inkâr etmişler, Allah ve Resulüne itaatten çıkıp fıska düşmüş-lerdir. Yâni bu adamlar Allah’la
dalga geçecekler, peygamberle dalga geçecekler, Müslümanlarla dalga geçecekler,
sonra da Allah onları affedecek öyle mi? Niye? Mecbur mu Allah böyle hainleri
affetmeye?
Ya bu münâfıklar bu huylarından
ciddi ciddi vazgeçecekler, ya da Allah kesinlikle onları affetmeyecektir. Çünkü
Allah fâsık bir kavmi, fıskı fücur ehlini hidâyete erdirmez. Çünkü bu adamların
bir kâfir kadar bile İslâm’a dönme ihtimalleri yoktur. Yâni İslâm’ı, Allah’ı,
peygamberi tanımayan bir kâfir bunları tanıyınca Müslüman olabiliyor da, ama
bunları tanıyan bir münâfık İslâm’a girmiyor. Çünkü o ben Müslümanım diye kendi
kendini aldatıyor.
Evet
Rabbimiz bu âyetinde vazgeç bunlar hakkında istiğfardan ey peygamberim diye
peygamberini uyarıyor. Ama insanların cehennemine razı olmayan Allah’ın Resulü
eğer seksen kere de istiğfar etsen Allah onları bağışlamayacak ifadesine
karşılık, onların da cennetine olan iştiyakından ötürü öyleyse ben de seksenden
fazla istiğfar ederim buyurdu. Yâni insanların cehenneme gitmesine asla tahammülü
olmayan Rasulullah efendimiz bir konuda bir ruhsat bulduğu zaman onu o konuda
kesin bir nehiy oluncaya kadar kullanırdı. Hele hele bu konu insanların,
ümmetinin affı ve cennetiyle alâkalıysa. Çünkü o onlara karşı çok merhametlidir.
Sonra Münâfikûn sûresin-deki bu konuda bir nehiy gelince Rasulullah artık onlar
hakkındaki istiğfarını bitiriverdi.
O halde bu
âyetlerden anlıyoruz ki dua ve istiğfar ancak mü'-minler için fayda
sağlayacaktır. Kâfir ve münâfıklar için ne duanın ne de istiğfarın en küçük bir
faydası olmayacaktır ve bu caiz de değildir. Burada şunu da ifade edelim ki
kâfir veya münâfık birisi için değil, sı-radan bir kimse için Allah’ın en
sevdiği peygamberi Hz. Muhammed (a.s) onun hidâyeti için dua etse bile, o kişi
kendi hidâyetini istemedikçe, Allah da onun hidâyetini dilemedikçe yine de
bunun hiçbir mânâsı olmayacaktır. Yine âyetten anlıyoruz ki hidâyete talip olmayan
kişiye hidâyet vermek sünnetullaha aykırıdır.
Biz biliyor
ve inanıyoruz ki peygamberler Allah’ın yeryüzünde en değerli ve en şerefli
kullarıdır. Ama unutmayalım ki bunlar da kuldurlar. Tüm peygamberler Allah’ın
Ona en mûtî kullarıdır. Elbette ki peygamberler yeryüzünde dualarına icâbet
edilme yönünden en önde olan kullardır. Allah’ın bu sevgili kulları Allah’a dua
ettiklerinde ya istedikleri şeyler dünyada kendilerine verilir, yahut da burada
verilmeyip öbür tarafta kendilerine verilir. Ama bakın ki Allah’ın Resulü Allah
katında yeryüzünün en hayırlısı olduğu halde Allah’ın sevmediği insanlar
hakkında ne kadar da istiğfar ederse etsin Allah onlara mağfiret etmeyecektir.
Öyleyse şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki Allah’ın razı olmadığı kişiler için
yapılacak şefaat asla kabul edilmeyecektir.
81. “Allah'ın peygamberinin
hilafına geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla
ve canlarıyla cihad hoşlarına gitmedi. “Sıcakta savaşa çıkmayın” dediler. De
ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır.” Keşke bilseydiler!”
Muhalifler, Allah ve Resulünün
cihad çağrısına muhalefet edenler, Rasulullah ve beraberinde savaşa çıkan
mü’minleri yalnız bırakarak geride kalanlar oturup kalmalarına sevindiler. Münâfıklar
kadınlar gibi oturup kalmayı hoş gördüler. Kalplerindeki küfür ve nifak
hastalığından dolayı Allah yolunda cihada gidip canlarını ve mallarını
tehlikeye atmayışlarına memnun oldular. Allah yolunda malları ve canlarıyla
cihaddan hoşlanmadılar. Kendileri Allah yolunda bir cihadı göze alamadıkları
gibi birbirlerine, arkadaşlarına, eşlerine dostlarına
da: Sakın bu sıcakta savaşa çıkmayın dediler. Kendileri
geri kalışlarına üzülmediler de üstelik başkalarını da engellemeye çalıştılar.
Sen onlara de ki peygamberim,
unutmayın ki sizin gibi cihad-dan kaçanlar için cehennem ateşi daha sıcaktır.
Ama keşke onlar bunu bir anlayabilselerdi. Keşke cehennem ateşinin hararetini
bir an-layabilselerdi. İşte böyle Allah için bir cihaddan kaçan, mallarını ve
canlarını Allah yolunda bir cihaddan saklayanlar cehenneme gideceklerdir.
Allah için
bir fedâkarlığı angarya görenler cehenneme gideceklerdir. Allah yolunda malları
ve canlarıyla cihad etmeyi kerih görenler cehenneme gideceklerdir. Kendileri
Allah için bir sefere çıkmadıkları gibi Müslümanları cihaddan engellemeye
çalışanlar cehenneme gideceklerdir. Bu dünyadaki rahatımızı düşünerek Allah
yolunda bir cihaddan kaçmayalım. Diğer mü’minleri engellemek şöyle dursun,
cihada teşvik edeceğiz. Çünkü kıyâmet gününün sıkıntıları buradakilerden çok
daha büyük olacaktır. Kıyâmet gününün sıkıntılarına düşmemek için dünya
sıkıntılarına razı olacağız.
Şedit olan cehennem ateşine
düşmemek için buradaki dünya ateşlerinde yanmaya razı olacağız. Orada malsız,
mülksüz, serma-yesiz kalmamak için Allah
yolunda bir mücâdele uğrunda gerekirse burada malsız, mülksüz bir hayata razı
olacağız. Allah yolunda her şeyimizi fedâ etmemiz gerekse bile bunu göze
alabilmeliyiz. Bunu anlayanlardan, fıkıh edenlerden olmalıyız. Cehennem ateşini
anlaya-bilen bir insan elbette tüm dünya ateşlerine razı olacaktır. Ama onu
bilmeyen, fıkıh etmeyenler elbette hiç bir dünya ateşine katlanama-yacaktır.
82. “Yaptıklarının cezası olarak,
bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar.”
Ve işte böyleleri bu
yaptıklarının karşılığı olarak bundan böyle çok ağlasınlar, az gülsünler.
Kendilerini, canlarını, mallarını böyle bir cihaddan koruduk, kurtulduk diye bu
dünyada az biraz gülsünler, az biraz sevinsinler bakalım. Gülebildikleri kadar
gülsünler, eğlenebildikleri kadar eğlensinler bu dünyada. Unutmayın ki onlar
öbür tarafta çok ağlayacaklardır. Çünkü bu dünya hayatı çok azdır, çok kısadır,
ama âhiret hayatı sonsuzdur. Sonsuz bir âhiret hayatının ağlaması yanında çok
kısa süren dünya sevinçleri ne olabilir ki? Ne kadar olabilir ki?
Ama bu dünyada bu yaptıklarına
pişmanlık duyarak tevbe ederler, çok çok ağlarlarsa işte o zaman Allah’ın bağışlamasına
ulaşırlar.
83. “Allah seni ileri döndürüp,
onlardan bir toplulukla karşılaştırdığı zaman, senden savaşa çıkmak için izin
isterlerse de ki: “Benimle asla çıkamayacaksınız, benim yanımda hiç bir
düşmanla savaşmayacaksınız; çünkü baştan, oturup kalmaya razı oldunuz. Artık
geri kalanlarla beraber oturun.”
Allah seni bu seferden zaferle,
galibiyetle, sağ salim döndürdüğü ve onlarla karşı karşıya getirdiği zaman, senden
seninle birlikte tekrar bir savaşa çıkma talebinde bulunacaklar. Rabbimiz
ileride olacakları da anlatıyordu burada peygamberine. Yâni daha sefere çıkmadan
savaşın sonucunu bildiriyordu. Sen sağ salim savaştan döneceksin. Sen onlara
dönünce diyecekler ki ey Muhammed, seninle birlikte bir başa sefere çıkmak
istiyoruz diyecekler. Alçaklar Bizans ordusunun Müslümanların karşısına çıkma
cesaretini bile gösteremediklerini haber alınca peygamberle birlikte çıkmadıklarına
çok pişman oldular.
Ve dediler ki, diyecekler ki ey
Muhammed, her ne kadar Te-bûk’da bulunamamışsak ta, her ne kadar mâzeretlerimiz
seninle birlikte çıkmamıza engel olmuşsa da bizim kalbimiz sizinledir. Biz
senin yanındayız. Emret nereye istersen gideceğiz diyecekler.
Sen de ki o hainlere, hayır artık
sizler benim yanımda hiç bir düşmanla savaşmayacaksınız. Benimle birlikte hiç
bir savaşa çıkmayacaksınız, çıkmazsınız. Benimle birlikte hiç bir cihada çıkma
şerefine nail olmayacaksınız. Sizler böyle bir şerefe lâyık değilsiniz. Bu
şeref sizler için değil şerefli Müslümanlar içindir. Çünkü sizler evlerinizde
oturmayı benimle birlikte çıkmaya tercih ettiniz. Sizler artık bundan sonra
erkekler gibi savaşmayı düşünmeyin de kadınlar gibi evlerinizde oturmaya devam
edin.
Evet Allah
için bir fedâkarlık, bir sıkıntı söz konusu. Zorlu bir savaş söz konusu. Ortada
bir kâr garantisi de yok. Ölüm, candan geçme, maldan olma tehlikesi var. Bu işe
bir dâvetiye çıkarıldığı za-man bunları göze alarak ilk defa dâvete icâbet
edenlerin imanından, teslimiyetinden şüphe edilmeyecektir. Ama İslâm izzete
kavuştuktan sonra, ya da Allah adına başlamış olan o hareket başarıya
ulaştıktan sonra, hedef belli olduktan sonra o harekete katılanların samimi-yetinden
şüphe edilebilir. Samimi olup olmadıkları araştırılabilir. Çünkü artık
fedâkarlıktan çok menfaatlenme vardır.
84. “Onlardan ölen kimsenin
namazını sakın kılma, mezarı başında durma! Çünkü onlar Allah'ı ve peygamberini
inkâr ettiler, fâsık olarak öldüler.”
Onlardan ölen hiç kimsenin sakın
namazını kılma. Onlara dua etme, salavat etme. Çünkü senin duan, senin salavatın,
senin namazın onlar için bir rahmettir ve onlar asla buna lâyık değillerdir.
Onların cenazelerinin başında, kabirlerinin başında da durma. Onları gömmek,
defnetmek, teçhiz etmek, dua etmek, ziyaret etmek maksadıyla onların cenazelerinde
bulunma. Çünkü onlar Allah ve Resulünü inkâr etmişler ve fâsıklar olarak,
dinden, yoldan, itaatten çıkmışlar olarak ölmüşlerdir.
Evet fâsık
olarak, İslâm’dan çıkmış olarak geberen birisinin cenazesini kılmak ta,
defninde bulunmak ta, arkalarından onlar için dua etmek de yasaktır.
Rivâyetlere
göre Allah’ın Resulü samimi bir Müslüman olan Abdullah’ın isteği üzerine babası
münâfıklardan Abdullah bin Übey’in cenaze namazını kıldırmayı kabul edip
hazırlıklara başladı. Tam namazı kıldırmak üzere yerini aldığı sırada işte
Tevbe sûresinin bu âyetiyle Rabbimiz onu uyarıverdi ve bu davranışını
onaylamadığını ortaya koyuverdi. Ve Rabbimizin bu uyarısından sonra Rasulullah
efendimiz onların namazlarında bulunmayı da, onlar adına istiğfar etmeyi de,
dua etmeyi de bırakıverdi.
Kâfir olarak geberip gidenler
hakkında dua etmek de, istiğfar etmek de caiz değildir. Mü’minlere karşı
mü’mince bir tavır, münâ-fıklara karşı da onlara yakışır şekilde sertçe bir
tavır belirlemek zorundayız ki bu davranışımız onlar için bir uyarıcılık, bir
caydırıcılık özelliği taşımış olsun. Eğer Rasulullah efendimiz bu adamların namazlarını
kıldırmış olsaydı, hattâ diğer tüm peygamberleri de cemaat olarak arkasına
çağırmış olsaydı bile zerre kadar o münâfığa bir faydası olmayacaktır. İnsana
değer kazandıran onun imanı, teslimiyeti, takvası ve bu imana bağımlı olarak
işlediği sâlih amellerdir. Bunlar olmadığı müddetçe cenazesini kim kıldırırsa
kıldırsın hiç bir anlamı olmayacaktır.
Öyleyse peygamber ve Müslümanlar
tarafından kendilerine uygulanacak böyle bir tavır onların kendi durumlarını
tekrar gözden geçirip Allah yoluna girmelerini sağlayacaktır. Kâfir olarak,
münâfık olarak ölüp giden bir kimsenin iradesi bitmiş olduğu için arkasından
yapılanların hiç birisinin ona bir faydası dokunmayacaktır. İşte onlar için iş
işten geçmeden böyle bir tavırla akıllarını başlarına getirmeyi murat ediyordu
Rabbimiz.
85. “Malları ve çocukları seni
hayrete düşürmesin; Allah onlarla onlara dünyada azap etmek ve canlarının
inkârcı olarak çıkmasını ister.”
Öyleyse ey peygamberim ve ey
peygamber yolunun yolcuları, sakın ha sakın onların ne malları mülkleri, ne çoluk
çocukları, ne ekonomik ne de siyasal güçleri sizi imrendirmesin. Onlara verilenler
başka değil sadece onlara bu dünya hayatında azap etmek için ve canlarının
kâfirler olarak çıkması için verilmiştir. İnsanları kâfir ve münâfık yapan şey
demek ki öncelikle onların malları ve evlâtlarıdır. İnsanları Allah’a
kulluktan, Allah yolunda cihaddan alıkoyan ilk planda onların ekonomik ve
siyasal güçleridir. Bir ömür bunlara bekçilik yapacağım diye, bunları çoğaltacağım
diye âhireti unutuyorlar.
86,87. “Allah'a inanın ve
peygamberinin yanında savaşın” diye bir sûre inmiş olsa, onların gücü yetenleri
sizden izin isterler ve “Bizi bırak oturanlarla beraber kalalım” derler. Geri
kalan kadınlarla beraber bulunmaya razı oldular. Kalpleri kapanmıştır, bu
yüzden anlamazlar.”
Eğer onlara Allah’a Allah’ın
istediği gibi iman edin, Allah’a, Allah’ın kitabının ve Resulünün tarif ettiği
şekilde iman edin ve bu imanlarınızın gereği olarak, bu imanlarınızın
görüntülenmesi olarak Allah elçisinin yanı başında savaşın diye bir sûre
indirilse onlardan imkân sahipleri, servet sahipleri, ekonomik güç sahipleri
sizden izin isterler. Bizi bırak ey peygamber de şu evlerinde oturanlarla
birlikte bizler de oturalım derler. Evlerinden, barklarından, bağlarından, bahçelerinden,
fabrikalarından, bürolarından, zevklerinden, eğlencelerinden ayrılmak onlara
zor geliyor. Geri kalan kadınlarla beraber bulunmaya razı oluyorlar.
Kendilerine
göre bir takım bahaneler uyduruyorlar. Bir takım mâzeretlerin arkasına saklanıp
Allah yolunda bir savaştan geri kalmak, muaf tutulmak istiyorlar. Tabii o anda
yaptıklarına da meşru kı-lıflar uydurmaktan da geri durmuyorlar. Efendim, bizler
şu anda üm-met için çok faydalı işlerle uğraşıyoruz. Eğer şu bizim fabrikamız
ol-masa, bizim paralarımız olmasa siz ne yapardınız? Hep bizim pa-ralarımızla,
bizim desteklerimizle yürümüyor mu bu hizmetler? Eğer bizler de bu
fabrikalarımızı, bu iş yerlerimizi bırakıp sizinle gidersek, bizim bu para
kazanma imkânlarımız bitiverirse haliniz perişan olur sizin. O halde bizi bize
bırakın. Biz işimize aşımıza, para kazanmamıza bakalım, siz gidin savaşa da,
biz arkanızdan sizi destekleyelim diyorlar. Savaştan kalıp işlerinin başında
oldukları zaman hattâ daha büyük sevaplar kazanacaklarına inananlar vardır.
Evet varlık
sahipleri böyle yapıyorlar. Varlıklı yaşamaya alı-şanlar mahrumiyetleri göze
alamıyorlar. Tarih boyunca hep böyle olmuştur. Tüm peygamberlerin dâvetine ilk
karşı çıkanlar hep halkın gelirlerinin kaymağını yiyen varlıklı, şımarık Mele’
ve mütraf grubu, egemenlik sahipleri olmuştur. Halk üzerinde haksız hak sahibi
olanlar olmuştur. Rahatlarından fedâkarlığa yanaşmayanlar olmuştur. Onlar
savaştan geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kalpleri mühürlendiği
için de peygamberin kendilerini çağırdığı gerçekleri anla-yamaz olmuşlardır.
Dünyayı yeterli gördükleri için, dünyayla cennetin mukayesesini yapma ince
kavrayışından mahrum olmuşlardır. Onlar böyle isteyince de Rabbimiz
tercihlerini onaylayıp onların kalplerini mühürleyivermiştir de anlamaz bir
kavim olmuşlardır.
88. “Ama peygamber ve onunla
beraber bulunan mü'minler, mallarıyla ve canlarıyla savaştılar. İşte iyilikler
onlaradır, saadete erişenler de onlardır.”
Lâkin Allah’ın Resulü Muhammed
(a.s) ve onunla birlikte iman edenler, onun inandığı gibi inananlar, onun
düşündüğü gibi düşünenler, onun yolunu yol edinenler, onun gibi olmanın
güvencesine erenler, malları ve canlarını ortaya koyarak Allah yolunda cihad
edenler var ya, işte hayırlar onlar içindir ve kurtuluşa erenler de onlardır.
Bu dünyada istedikleri kadar varlıklı kâfirler ve münâfıklar onları küçük
görsünler, istedikleri kadar onlarla alay etsinler, hem dünyada hem de Ukba’da
kazananlar, başarıya ulaşanlar onlardır. Peki onların ka-zandıkları bu hayır
neymiş? Bakın Rabbimiz onu şöyle anlatıyor:
89. “Allah onlara temelli
kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Büyük kurtuluş budur.”
Allah onlar için içinde ebedîyen
kalacakları, ebedîyen bir mutluluğa ulaşacakları zeminlerinden ırmaklar akan
cennetler hazırlamıştır. İşte en büyük kar, en büyük kazanç budur. Çünkü bu âlemde
cennetten daha büyük bir mükâfat yoktur. Düşünün tüm dünyaya sahip olsanız ne
yazar? Ne kadar sahip olabileceksiniz? Ölünceye kadar değil mi? Fânî değil mi
bu dünya? Ama cennet ölünceye kadar değil, sonsuza dek sürecek bir zevk, bir
hayat... İşte en büyük mükâfat budur. Ne olur bu insanlar günde bir kerecik
bunu düşünüverse. Ama heyhat ki bunu düşünmeyenler, fıkhedemeyenler bunu anlayamazlar.
90. “Bedevilerden, izin almak
üzere, özür beyan eden kimseler geldiler. Allah ve peygamberine yalan söyleyenler
ise, özür bile beyan etmeksizin geri kaldılar. Onlardan kâfir olanlar can
yakıcı azaba uğrayacaktır.”
Rabb’imiz Medineli münâfıkları
anlattı, şimdi burada da bedevi münâfıkların durumlarını açıklığa kavuşturacak.
Bedevilerden de sizden savaşa çıkmamak için izin isteyenler gelecekler. Allah
ve pey-gamberine karşı yalan söyleyenler ise özür bile beyan etmeksizin
savaştan kaçtılar, geri kaldılar. Onlardan kâfir olanlar dayanılmaz bir azabın
mahkumu olacaklardır.
Medine’li
münâfıkların dışında anlatılan bu münâfıklar Esed ve Gatafan kabilesi
münâfıklarıdır. Fakirliklerini, güçsüzlüklerini, imkânsızlıklarını mâzeret
olarak ileri sürerek bu savaştan geri kalmak için izin istediler. Bir kısmı
böyle yaparken bir kısmı da iman teslimiyet iddialarında Allah ve Resulüne
karşı yalan söyleyenler de hiç bir mâzeret ileri sürmeden cihaddan geri kaldılar.
Bunlar Medine’nin ya-kınında çölde yaşayan bedevilerdi. Rabbimiz buyurdu ki o
inkâr edenlere yakında acı bir azap isabet edecektir. İnandıklarını iddia ettikleri
halde inandıkları Allah hatırına bir savaşı göze alamayanlara, inandıkları
Allah’ı uğrunda savaşmaya değmez görenlere, kendi rahatlarını, kendi zevklerini
düşündükleri kadar Allah’ın dininin izzet ve şerefe ulaşmasını düşünmeyenlere
elbette bir azap gelecektir.
Şimdi
Rasulullah efendimizin bir savaş çağrısı karşısında buraya kadar üç sınıf ortaya
konuldu:
1: Özürlü
olarak, mâzeretli olarak geri kalanlar.
2: Hiç bir
özürleri yokken geri kalanlar. Hiç bir mâzeret beyanında bulunmayanlar.
3:
Rasulullah efendimizden bu savaşa katılmamak için, muaf tutulmak için izin
isteyenler. Peki acaba bunlardan hangisi bu savaştan muafmış? Yâni kim gerçek
özür sahibiymiş? Bakın bunu da Rab-bimiz şöylece ortaya koyuyor:
91. “Güçsüzlere, hastalara ve
sarf edecek bir şeyi bulunmayanlara, Allah ve peygamberlerine bağlı kaldık-ları
müddetçe sorumluluk yoktur. İyi davrananlara sorumluluk olmaz. Allah
bağışlayandır, merhamet edendir.”
Güçsüzlere, zayıflara, hasta
olanlara, infak edecek bir şey bulamayanlara ki bunlar Allah ve Resulüne
bağlılıklarını sürdükleri müddetçe bir sorumluluk yoktur. Peki bunlar Allah ve
Resulüne bağlı olduklarını nasıl gösterecekler? Bunu nasıl ispat edecekler?
Kendileri zayıf, hasta, yatalak, kör, topal oldukları için istedikleri halde
cihada gidemiyorlar ama etrafındakileri cihada teşvik ediyorlar. Ne duruyorsunuz?
Haydi, Rasulullah’ın dâvetine koşun oğlum, torunum, amcam, babam. Vallahi eğer
Rabb’ım bana da bir imkân vermiş olsaydı bir saniye bile beklemezdim diyerek
samimiyetle çevrelerine nasihat ederler onlar.
Meselâ iki adam düşünün ki
hastalar. Ama bunlardan biri o anda hasta oluşuna, cihaddan geri kalışına
seviniyor. İyi ki hasta oldum ve savaştan kurtuldum diyor. Bunu kendisi için
bir kurtuluş vesilesi sayıyor ve kendisi gitmemekle beraber çevresindekileri de
engellemeye, onların da cihad şevklerini kırmaya çalışıyor. Ötekisi de hastalığını
bir talihsizlik görüyor ve üzülüyor. Keşke Rabbim bana da imkân verseydi de
Resul ve Müslümanları yalnız bırakmasaydım diyor ve bir yandan da
çevresindekileri savaşa teşvik ediyor haydi dur-mayın gidin diyor. Bu ikisi
elbette bir tutulmayacaktır.
Evet
mâzeretlerinden dolayı savaşa çıkamayanlar Allah ve Resulü için nasihat
ettikleri müddetçe onlara bir vebal yoktur. Çünkü ihsan sahipleri aleyhine bir
yol olamaz. Kimse onlara bir söz söyle-yemez, kimse onları bu konuda kınayamaz.
Cepheye gidemeyenler ama geride irşada devam edenler, geride insanların Allah’a
kul olmaları, Resulüne ümmet olmaları yolunda onları eğitmeye çalışanlar bu-nun
dışındadır diyor Rabbimiz. Onlar savaştan geri kalmışlardır ama gönülleri orada
mü’minlerle beraberdir onların. Çünkü Allah bunlar için Gafur ve Rahîm olandır.
92. “Binek
vermen için sana geldiklerinde, "Size binek bulamıyorum” dediğin zaman,
sarf edecek bir şey bulamadıkları için üzüntüden gözyaşı dökerek geri dönenlere
de bir sorumluluk yoktur.”
Allah’ın kendilerini bağışladığı
o gerçek mâzeret sahiplerinden kimileri de sana her geldiklerinde ey Allah’ın
Resulü bize binebileceğimiz bir binek ver de biz de seninle bu savaşta
bulunalım dediler de; sen de onlara size binek bulamıyorum dediğin zaman sarf
edecek bir
şey bulamadıkları için üzüntülerinden gözyaşı dökerek
geri dönenler var ya, işte onlar için de bir sorumluluk yoktur. Sürekli her gün
geliyorlardı bunlar Rasulullah’ın yanına. Belki bugün birileri Rasulullah’a
bize verebileceği bir binit vermiştir diye her gün gelip soruyorlardı. Her
defasında da Allah’ın Resulü yok buyuruyordu. Onlar da gidememelerine ağlaya,
ağlaya dönenlere de kınama yoktur diyor Rabbi-miz. Hattâ bunlar için Rasulullah
efendimiz şöyle buyuruyordu:
“Gelmek istedikleri halde şu anda
sizinle birlikte gelemeyip arkanızda kalan nice mü’minler vardır ki bu niyetlerinden
ötürü attığınız her adımda, konakladığınız her vadide onlar sizinle birlikte
olmasınlar. Onlar sizin aldığınız ecirlerinize ortak olmasınlar”
Sahâbe-i kirâm efendilerimizin:
“Ey Allah’ın Resulü, onlar Medine’de evlerinde
oturup bizimle sefere çıkmadıkları halde mi onlar bizimle beraberler?”
sorusuna da Allah’ın Resulü
diyordu ki:
“ Evet, çünkü onları mâzeretleri,
çaresizlikleri geri bıraktı.”
Evet işte bunlar gerçek mâzeret
sahipleridir, onlar kınanmazlar, onlar üzerine bir yol yoktur buyurduktan sonra
Rabbimiz şimdi de kimler üzerine yol var? kimler üzerine kınama ve ceza var?
onu şöylece ortaya koyuyor:
93. “Sorumluluk ancak, zengin
oldukları halde senden izin isteyen, geri kalan kadınlarla bulunmaya razı
olanlara ve Allah kalplerini mühürlemiş olduğu için bilmeyenleredir.”
Sorumluluk, vebal, günâh ancak
Allah yolunda bir savaşa ve bu uğurda mal harcamaya güçleri yettiği halde
savaştan kaçmak için senden izin isteyen, mâzeretsiz geri kalan, kadınlarla
birlikte oturmaya razı olanlara ve Allah kalplerini mühürlediği için bilmeyenlere
aittir.
94. “Savaştan döndüğünüzde size
özür beyan ederler. Ey Muhammed, onlara de ki: “Özür beyan etmeyin, size inanmayacağız,
Allah haberlerinizi bize bildirmiştir. Allah da, peygamberi de işlediklerinizi
görecektir. Sonunda, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a çevrileceksiniz. O,
işlediklerinizi size haber verecektir.”
Sizler sağ salim savaştan geri
döndüğünüzde onlar size karşı mâzeretler ileri sürüyorlar. Savaşa katılmamalarının
özürlerini beyan ediyorlar. Ey peygamberim, onlara de ki: Boşuna özürle beyan
etmeyin, size asla inanmayacağız. Size ebedîyen güvenmeyeceğiz. Sizi asla
tasdik etmeyeceğiz. Onun içindir ki Özür dilemenizin hiç bir anlamı yoktur.
Çünkü sizin haberlerinizi Allah bize bildirmiştir. Allah bilgisiyle bizler
sizleri tanıyoruz. Ne halde olduğunuzu, niçin bu savaşa katılmadığınızı çok iyi
biliyoruz. Elbette ilerde Allah ve Resulü sizin ne yapacağınızı görecektir.
Sonunda sizler hepiniz görüneni ve görünmeyeni, bilineni bilinmeyeni bilen
Allah’a döndürüleceksiniz de o ne yapıp ettiğinizi size haber verecektir.
Evet bugün
de Allah’ın dininin yücelmesi adına bir savaştan geri kalanlar istedikleri kadar
mâzeretler ileri sürsünler biz onlara diyeceğiz ki kesinlikle biz size inanmayacağız,
çünkü Allah sizin durumunuzu bize ulaştırmıştır. Sizin sıfatlarınızı Rabbimiz
kitabında bize haber vermiştir. Allah için bir fedâkarlığı göze alamayan siz
münâfıkların sıfatları bizim için malumdur. Biz de böyle diyeceğiz onlara. Ama
Rabbimiz yine de bir açık kapı bırakmış. Ne o? Âyette buyuruluyor ki: Allah ve
Resulü sizin amellerinizi görecektir. Elbette bundan sonra yapacaklarınız da
görülecektir, takip edilecektir. Eğer gerçekten bir mâzeret sebebiyle bu
savaştan geri kalmışsanız elbette bundan sonraki hareketlerinize bakılacaktır.
Bundan sonra sâlih ameller mi işleyeceksiniz? Münâfıklıktan vazgeçip Allah’ın
dinini kendi nefislerinize, kendi menfaatlerinize tercih mi edeceksiniz? Yoksa
yine aksini yapmaya mı devam edeceksiniz? bakacağız diyeceğiz.
Sonra da
hesap vermek için Allah’ın huzuruna çıkacaksınız. Bizim gördüklerimizi de
görmediklerimizi de, bildiklerimizi de bilmediklerimizi de bilen bir Allah
huzuruna çıkacaksınız. Ve O Allah ne yapıp ettiğinizi size haber verecektir.
Şimdi şu anda bizi kandırsanız bile Onu asla kandıramayacaksınız.
95. “Döndüğünüzde kendilerine
çıkışmamanız için, Allah'a yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin; çünkü
pistirler. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir.”
Siz onlara döndüğünüz zaman
kendilerinden vazgeçmeniz için, kendilerine ilişmemeniz için, kendilerini azarlayıp
cezalandırmamanız için, kabahatlerini görmemeniz için Allah adına yemin edecekler.
Yüz çevirin onlardan. Kesin onlarla ilişkilerinizi. Adam yerine koy-mayın
onları. Muhatap bile almayın. Çünkü birer pisliktir onlar. Birer murdardır
onlar. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir onların.
Onları kabullenecek, pakleyecek olan sadece cehennemdir. Onlarla nasıl
arkadaşlık edeceksiniz? Nasıl onlarla hâlâ dostluk ilişkilerini
sürdüreceksiniz? Sadece cehennemin kabul edeceği, sadece cehennemin temizleyeceği
böyle pisliklerle nasıl ilişki sürdürülebilir? Bırakıverin o alçakları. Düşüncede,
imanda, harekette asla onlarla beraber olmayın.
96. “Kendilerinden hoşnut
olasınız diye, size and verirler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile, Allah,
yoldan çıkmış kimselerden razı olmaz.”
Kendilerinden hoşnut olasınız
diye, razı olasınız diye yemin eder onlar. Siz onlardan hoşnut olsanız bile,
özürlerini kabul edip affetseniz bile bilesiniz ki Allah böyle yolundan çıkmış
kimselerden asla hoşnut olmayacak, razı olmayacaktır. Allah kendini tanımayan,
kendi dinini, kendi yolunu tanımayan, rızası uğruna bir takım fedâkarlıkları göze
alamayan, rızası için cihad etmeyen, rızası için infakta bulunmayan kimselerden
asla razı olmaz. Gelin öyleyse ey mü’minler, Allah ahlâkıyla ahlâklanın da Onun
razı olmadıklarından sizler de razı olmayın. Allah’ın gazap ettiklerine sizler
de gazap edin. Gelin tüm hayatınızda insanların rızasını değil de, insanların
hoşnutluğunu değil de Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu ön planda tutun. Tüm insanlar
razı olup sizi alkışlasalar bile siz Allah’ın razı olduklarından yana olun.
97. “Bedevilerin küfür ve
nifakları her yönden, daha ileridir. Allah'ın, peygamberine indirdiğinin
sınırlarını bilmemek, onlara daha lâyıktır. Allah bilendir, Hakîmdir.”
Bedeviler, çölde yaşayan Araplar,
göçebe hayatı yaşayan Araplar şehirdekilerden, yerleşik hayat sahiplerinden
inkâr ve nifak bakımından, nankörlük ve münâfıklık bakımından çok daha şedittirler.
Çünkü onlar kaba, saba, kalpleri daha katı insanlardır. Ve onlar Allah’ın
peygamberine indirdiği hükümleri, yasaları tanımamaya, sınırları tanımamaya
daha yatkın ve elverişlidirler. Kendi başlarına buyruk, yönetici tanımaz,
otorite kabul etmez oldukları için daha kaba ve inkârcıdırlar onlar. Din bilen,
kitap sünnet tanıyan âlimlerle tanışmadıkları için dini az bilen kimselerdir
onlar. Allah kullarını elbette en iyi bilendir ve söylediği her şeyi hikmetle
söyleyen, yasalarını hikmetle koyandır.
Medine’de,
şehirde Rasulullah ve sahâbenin arasında bulunanlar okumak için kitap
bulabilirler. Sormak için merci bulabilirler. Allah’ın dinini öğrenme imkânı
bulabilirler. Ama Rasulullah’ın sohbetinden, Rasulullah efendimize inen
âyetlerin eğitiminden mahrum kalmış kimseler elbette bunlardan uzaktırlar.
Dinin anlaşılış ve uygulanış tarzından mahrumdurlar. Onun içindir ki onlar, o
bedeviler küfür ve nifak yönünden, Allah’ın sınırlarını tanımama yönünden daha
yatkındırlar.
98. “Bedevilerden, Allah yolunda
sarf ettiklerini angarya sayanlar ve sizin başınıza belâlar gelmesini bekleyenler
vardır. Belâlar onlara olsun; Allah işitir ve bilir.”
Yine bu bedevilerden Allah
yolunda, Allah’ın dininin ihyası, ikâmesi uğrunda infak ettikleri şeyleri
zoraki ödenmesi gereken bir borç, bir angarya sayanlar da vardır. Allah yolunda
yapacakları harcamaları bir cereme, bir yük, boşa giden bir sarf görenler vardır.
Sizin için zamanın musîbetlerini gözetlerler. Gelecek günlerin, dönen devranın
size belâlar, musîbetler getirmesini, sizi yok etmesini intizar ederler.
Beklerler ki gelecek günler sizin gücünüzü, kuvvetinizi bitirsin de böylece
sizin zorunuzla zekat vermekten, Allah yolunda bir takım fedâkarlıklarda
bulunmaktan kurtulmuş olsunlar. İsterler ki Müslümanların başına belâlar
gelsin, Müslümanlar alaşağı olsunlar da kendileri de onların korkusuyla zoraki
bir takım kulluklar altında bunalmaktan kurtulsunlar.
İnsanlar
inanmadan, ikna olmadan gönülsüz olarak yaptıklarının tamamını böyle bir
cereme, zoraki bir borç sayarlar. İnanmayanlar hep böyledir. Meselâ işte şu
anda öyle insanları görüyoruz ki kendi zevk-ü sefaları için falanca
şarkıcılara, filanca sanatkârlara milyarlarını harcarlarken hiç gam çekmez
içinden. Evine, bahçesine, arabasına, havuzuna, akvaryumuna milyarları
harcamıştır zerre kadar bir sıkıntı duymaz bunlardan. Çünkü inanarak, isteyerek
harcamıştır. Ama Allah için, Allah’ın dininin ikâmesi için üç kuruş çıksa cebinden
ömrü billah unutamaz onu. Çünkü istemeyerek vermiştir onu. İnan-mıyor adam.
Allah yolunda bu verdiklerinin boşa gittiğini zannediyor. Allah’a Allah’ın
istediği gibi iman edememiş insanların Onun yolundaki harcamalarının tamamı
böyledir. Mecbur kalmadıkça veremezler zaten. Ama bir otorite onları zorlarsa
mecburen verirler ve verirken de bunu bir angarya sayarlar. İşte bunlar münâfıklardır.
İşte
Müslümanların otoritesinden bıkıp usandıkları için bu tür münâfıklar ne
yapacaklar? Müslümanlar için belâlar bekleyecekler, felâketler bekleyecekler.
Bir gün şu adamların gücü bir bitse de, otoriteleri, iktidarları bir son bulsa
da bizler de onların korkusundan istemeyerek yapmak zorunda kaldığımız şu
işlerden bir kurtulsak diyecekler. Tabii Müslümanlar için bu duyguyu içlerinde
besleyenler, Müslümanların silinip gitmesini bekleyenler elbette oturdukları yerden
beklemeyeceklerdir. Bunun için takım yollara başvuracaklar. O gücü, o otoriteyi
yıkabilmek için ellerinden gelen her türlü komployu deneyeceklerdir. İlerde gelecek
gerekirse mescid inşa edecekler, Müslümanları içten çökertmeye çalışacaklardır.
Bunlar için Rabbimiz buyuruyor ki:
Onların
istedikleri belâlar kendi başları geçsin, kendi başlarına geçecektir. Allah
onların her sözlerini, her planlarını işiten ve onlara ne yapacağını, nasıl bir
karşılık vereceğini en iyi bilendir Allah.
99. “Bedevilerden, Allah'a ve
âhiret gününe inanan, sarf ettiğini, Allah katında ibadet ve peygamberin dualarına
nail olmağa vesile sayanlar da vardır. Bilin ki, verdikleri onlar için
ibadettir. Allah, onlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz bağışlar ve merhamet
eder.”
O bedevilerden öyleleri de vardır
ki onlar Allah’a ve âhiret gününe iman ederler ve infaklarını, Allah yolundaki
harcamalarını Allah katında bir kurbaya sebep, bir yakınlığa vesile bilirler.
Evet onlar o harcamalarını Allah katında bir ibadet ve Resulünün kendilerine
dua ve istiğfarına vesile kabul ederler. Allah ve Resulünün yakınlığına sebep
bilirler. Dikkat edin Allah yolunda yapılan bu harcamalar onları Rab’lerinin
hoşnutluğuna, yakınlığına ve Resulünün salavatına, dua ve istiğfarına
ulaştıracak güzel bir ibadettir. Kim Allah yolunda ne veriyorsa bu onun için
onu Allah’a yaklaştıran bir kulluktur. Muhakkak ki Allah onlara rahmet edecek,
onları muttakiler için hazırladığı cennetlerine koyacaktır.
Allah’a
yakınlık için, Allah’ın hoşnutluğuna ulaşabilmek için ve peygamberin duasına,
istiğfarına ehil hale gelebilmek için infaklarını vesile bilirler. İnfaka
tevessül ederler. Allah’ın rızasını kazabilmek ve Resulünün şefaatine ehil hale
gelebilmek için cihad gibi, infak gibi önlerine çıkan her fırsatı değerlendirmeye
çalışırlar. Allah yolunda ci-hada koşuyorlar, Allah yolunda mallarını seferber
ediyorlar. Yâni sa-lih amellere koşuyorlar. Yâni amellerini vesile yapıp öne
sürüyorlar. Rabbimiz de buyuruyor ki dikkat edin, gerçekten bu yaptıkları
cihad-lar, bu infaklar, bu ameller Allah katında bir yakınlık vesilesidir. Elbette
bu yaptıklarından ötürü Allah onları rahmetine katacak, lütuflarına
ulaştıracaktır. İşte Rahmete ulaşmanın formülü. İşte Allah’a yaklaşmanın yolu.
İşte Rasulullah efendimizin şefaatine lâyık olmanın yolu budur. Haydi buyurun
sizler de o yolda olun ve kurtulun. Haydi cihada ve Allah yolunda harcama
yapmaya. Muhakkak ki Allah bağışlayandır merhamet edendir.
100. “İyilik yarışında önceliği
kazanan Muhacirler ve ensâr ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur,
onlar da Allah'tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedî
kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; işte büyük kurtuluş
budur.”
İyilik
yarışında, takva yarışında önceliği kazanan bu ümmetin ilkleri olan, ilk
sahâbeler olan muhacirler ve ensâr ve bir de güzellikle onlara uyanlar, onları
takip edenler, onların yolundan gidenler var ya işte Allah onlardan hoşnut
olmuştur. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı ve hoşnut
olmuşlardır. Allah onlar için, içinde ebedî kalacakları zeminlerinden ırmaklar
akan cennetler hazırlamıştır. İşte en büyük kurtuluş budur.
Evet
iyilik yarışında takva yarışında, Allah’a kulluk ve Resulüne ittiba konusunda
en önde giden bu ümmetin en bereketli dönemini, kuşluk vaktini idrak eden
sahâbe-i kirâm efendilerimizden ve güzellikle onların yolunu takip eden,
onların yollarına, sünnetlerine uyanlardan razı olduğunu ve onların
kurtulduklarını haber veriyor Rabbi-miz. Bunlar, bu ilkler bu ümmetin en
hayırlılarıdırlar. Allah’ın dinini ka-bullenmede, Allah’ın elçisini bağırlarına
basmada, Allah ve Resulü yolunda mal ve canlarını ortaya koymada başı çekenlerdir.
Allah için muhacirlerin, mücahitlerin öncüleridir onlar. Küfür ve şirke karşı,
babalarına analarına, kavimlerine kabilelerine karşı Allah adına baş kaldıranların
ilkidir onlar. Tüm dünyanın saldırılarına karşılık, tüm dünyanın ayıplamalarına
karşılık Allah ve Resulü Resulünü tercih eden ve bu tercihlerini tüm dünyaya
haykıran insanlardır onlar. Her şeye rağmen Allah’ı ve Resulünü dinlemiş insanlardır
onlar. Rasulullah efendimiz bir hadislerinde onların üstünlüğünü anlatırken
şöyle buyurur:
“Ümmetimin
en hayırlıları benim aralarında peygamber olarak gönderildiğim bu nesildir.
Sonra onlardan sonra gelecek olanlar, sonra onlardan sonra gelecek olanlar..
Ravi diyor ki, çüncü nesil zikredildi mi
edilmedi mi? bunu en iyi bilen Allah’tır. Sonra şöyle buyurdu:
“Sonra onların yerine şişmanlığı seven ve şahitlik
etmeleri istenmeden önce şahitliğe koşan bir topluluk gelecektir.”
( Müslim,
Fezail’üs-Sahâbe 214)
Abdullah
Bin Ömer efendimiz de Allah onlardan razı olsun der ki:
“Her kim birilerine
uymak isterse Muhammed (a.s)’ın ashabına uymaya baksın. Çünkü onlar bu ümmetin
en hayırlıları idi. Kalpleri en iyi, ilimleri en derin, buna karşılık
kendilerini gereksiz külfete sokmaktan en uzak kimselerdi. Rabbimizin peygamberinin
sohbetine seçtiği bir topluluktu onlar. Kâbe’nin Rabbi olan Allah hakkı için
onlar dosdoğru bir hidâyet üzere yürüyorlardı.”
Evet sahâbenin sünneti, sahâbenin
anlayışı ve uygulamaları da bizim için örnektir. Çünkü sahâbe-i kirâm efendilerimiz
peygamberle birlik düşünülmesi gereken bir gerçektir. Biz biliyoruz ki sahâbesiz
bir peygamber düşünülemez. Zira bu din tek başına yaşanılacak bir din değildir.
Sünnetullah gereği Allah bu dini ferde gönderme-miştir. Bu Hz. Adem’den bu yana
hep böyle olagelmiştir. Peygamber vasıtasıyla topluma gönderilen din, toplumun
içinden odak nokta olarak seçilen peygamber tarafından topluma ulaştırılmış ve
peygamberle birlik o toplum tarafından anlaşılmış ve yaşanmıştır. Allah’ın
Resulü din olarak kendisine gönderilen mesajı fert olarak kendisine yansıyan
yönüyle aynen uygulamış ve aynen ashabına da uygulatmıştır. Böylece sürekli
Allah kontrolünde bir beşer olarak peygamberin uyguladığı ve uygulattığı dinin
sahâbe neslinde kıyâmete kadar tüm insanlığa örnek olacak bir biçimde tezahür
ettiğini, yaşanır, yapılabilir hale geldiğini görüyoruz.
Öyleyse
sahâbe dinde bizim için en büyük örnektir. Dini an-layabilmek ve yaşayabilmek
için sahâbe kirâm efendilerimizi takip etmek zorundayız. Zira sahâbe dönemi
sorularına binaen, problem-lerine binaen vahiy gelen bir topluluktur. Din
onların hayatında tekemmül etti. Dinin anlaşılması, âyetlerin anlaşılması ve
din adına or-taya çıkan ihtilâfların çözüme ulaştırılması o dönemin sosyal
haya-tının bilinmesini gerektirir. Bu bilinmeden âyetin tamamen anlaşılması
mümkün değildir. O âyet kim hakkında geldi? Ne yaptı da geldi? Sonunda ne oldu?
Bütün bunlar bilinmeden âyetin anlaşılması mümkün değildir.
İşte sahâbenin
bizim hayatımızdaki, bizim dinimizdeki önemi burada ortaya çıkmaktadır. Zira
sahâbe rey ve içtihadın temel unsuru olan lügatin esasını, vazıını, Arap adetlerini,
Kur’an indiği dönemdeki Yahudi ve Hıristiyanların sosyal durumlarını, nüzûl
sebeplerini çok iyi biliyordu. Onun içindir ki sahâbenin âlimlerinden Abdullah
İbni Mes’-ud efendimiz der ki:
“Vallahi Kur’an’da
inen her hangi bir âyetin ne-rede, ne zaman, kimin hakkında ve hangi konuda
indiğini ben biliyorum.”
Eğer varsa içinizde ben bunu ondan daha iyi
bilirim diyen bir babayiğit o zaman ona bir sözüm yoktur. O halde sahâbe din
konusunda kendilerine müracaat edilen ikinci kaynaktır. İhtilâf konularında da
sahâbenin sünnetine müracaat etmek zorundayız. Çünkü işte Rabbimiz son derece
açık ne net olarak bildiriyor ki onlardan da, on-lara güzellikle tâbi
olanlardan da Allah razı olmuştur.
101. “Çevrenizdeki bedeviler içinde
ikiyüzlüler ve Medineliler içinde de ikiyüzlülükte direnenler vardır. Onları
siz değil, ancak Biz biliriz. Kendilerine iki defa azap edeceğiz; onlar sonra
da büyük bir azaba uğratılırlar.”
Bir de sizin çevrenizdeki
bedeviler arasında evleri size yakın münâfıklar vardır. Medineliler içinde de,
sizin içinizde de ikiyüzlülükte, münâfıklıkta direnenler vardır. Onlar sizler
gibi Allah ve Resulünün emirlerine gönül huzuruyla itaat ve teslimiyet yerine
münâfıklığı tercih edip, inanmadıkları halde iman gösterisinde bulunup nifak çukurlarına
dalmada inat ettiler. Bu yolda sebat edip bayağı bayağı yol kat’ ettiler.
Münâfıklığı meslek edindiler. Ey Resulüm onları siz değil ancak Ben bilirim. Ey
peygamberim sen onların münâfıklıktaki becerilerini, maharetlerini bilemezsin.
Münâfıklıkta, kendilerini kamufle etmede, maskelerin arkasına saklanıp ikiyüzlülük
yapmada, takiyyede öyle ustalaştılar, öyle ileri gittiler ki sen onları
bilemezsin. Biz biliriz onları ve size Biz haber veririz.
Bilesin ki
Biz onlara iki defa azap edeceğiz. İki kere ceza vereceğiz onlara. Dünyada bir
azap, âhirette bir azap. Dünyada bu mü-nâfıklıklarının gereği olarak,
inanmadıkları halde inanmış görünmelerinin gereği olarak inanmadıkları bir
dinin emirlerini zorla uygulama, zorla namaz kılma, zorla oruç tutma azabı veya
sizin için bekledikleri bir felâketin, bir helâkin tamamen aksine size vereceğimiz
bir başarı ve galibiyet azabı tattıracağız onlara. Size karşı kurdukları tüm
komplolarını boşa çıkararak, tüm harcamalarını mahvederek dünyada azap edeceğiz
onlara. Size karşı münâfıklığı seçerek elde etmeyi umdukları tüm dünya
menfaatlerini suya düşürerek, yok ederek dünyada azap edeceğiz onlara. Ama iş
bununla da bitmeyecek esas âhirette dayanılmaz bir azapla azap edeceğiz onlara.
102. “Savaştan geri kalanların
bir kısmı da, suçlarını itiraf ettiler. Onlar iyi işi kötüyle karıştırmışlardı.
Allah'ın onların tevbesini kabul etmesi umulur; çünkü O bağışlayandır, merhamet
edendir.”
Savaştan geri kalanların kimileri
de suçlarını, günâhlarını itiraf ettiler. Bunlar ötekiler gibi sudan mâzeretler
uydurup, bir kısım mas-
kelerin arakasına saklanıp yalan söylemediler. Hiç bir geçerli
mâzeretleri olmadığı halde nefislerine uyarak cihaddan kaçmayı tercih ettiklerini,
ama sonradan bu yaptıklarına pişman olduklarını itiraf ettiler. Onlar iyi bir
işi kötü bir işe karıştırmışlardı. Kötü amellerle iyi amelleri birbirine karıştırdılar.
Kötülük de yaptılar iyilik de işlediler. Cihaddan geri kalma günâhını da
işlediler, tevbe ederek bu yaptıklarından pişmanlık duyma eylemini de gerçekleştirdiler.
Ama dikkat ederseniz
itikatlarını, inançlarını karıştırmış değiller bunlar. İmanlarını kaybetmiş
değiller, amellerini karıştırmış kimselerdir bunlar. Daha önce iman etmişler,
imanlarının gereği olarak Allah ve Resulünün emrinde savaşlara katılmışlar,
sâlih ameller işlemişler, ama daha sonra böyle kötü bir amel de işlemiş
kimselerdir. Umulur ki Allah onların tevbelerini kabul eder, muhakkak ki Allah
bu tür insanlara karşı Gafur ve Rahîmdir. Çünkü bunlar imanlarını yitirmemişlerdir.
Hep kötülük işlememişlerdir. Sâlih ameller de işlemişlerdir. Bedir’de, Uhut’ta,
Hendek’te bulunmuşlar. Allah yolunda canlarını ve mallarını ortaya koymuşlar.
Ama işte bu seferde nefislerine uyup Rasulullah’la birlikte çıkamamışlar ve
bundan dolayı da pişman olmuşlar. Bazen böyle sürçmeler olabilir mü’minin hayatında.
Rivâyetlere
göre bu mü’minlerin adedi yedi kişi kadardır. Hattâ bunlar bu yaptıkları
cihaddan kaçma eyleminden, suçundan dolayı henüz Allah’ın Resulü Medine’ye teşrif
buyurmazdan önce kendilerini mescide bağlayarak cezalandırmışlardır. Allah’ın Resulü
gelip kendilerini affettiğini bildirmedikçe kendilerini çözmeyeceklerine yemin
etmişlerdir. Bunlar aslında samimi Müslümanlardır. Dediler ki ey Allah’ın
Resulü vallahi bu cihaddan geri kalmak için hiç bir mâzeretimiz yoktu. Biz hata
ettik. İşte bizi seninle beraber cihada çıkmaktan engelleyen şu mallarımızdır.
Al onları elimizden de bizi bu günâhlarımızdan, bu kötülüklerimizden temizle
dediler. Allah’ın Resulü ben sizin mallarınızdan almakla emrolunmadım buyurunca
hemen arkasından işte aşağıdaki âyet nâzil oldu.
103. Ey Muhammed! Mallarının bir
kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al, onlara dua et; senin
duan onlar için bir güvendir. Allah işitir ve bilir.
Ey peygamberim onların
mallarından sadaka al ki işledikleri günâhlarına kefaret olsun. Mallarından
sadaka al ki o sadakalarla on-ları temizleyip arındırasın. O sadakalarla
onların iyilikleri çoğalsın. Ya da buradaki tezkiye malın temizlenip çoğalması
anlamınadır. Onların mallarından sadaka al ki malları çoğalsın, bereketlensin.
Veya onların mallarından sadaka al ki nefislerinin mala bakışları temizlensin.
Nefisleri cimrilikten arınmış olsun. Ve bir de onlar için dua et. Çünkü senin
duan onlar için bir sekînet, bir huzur sebebidir. Senin duan onların kalplerine
huzur ve güven verecektir. Allah işitendir bilendir.
Evet ey
peygamberim, sen yaptıklarına karşılık onların mallarından sadaka alıp
kendileri hakkında dua ettiğin zaman onlar bunu tevbelerinin kabul olduğuna bir
alâmet sayarlar ve huzura kavuşurlar. Rivâyetlere göre bu Müslümanlar
mallarının tümünü Rasulullah efendimize vermek istediler. Günâhlarımıza kefaret
olarak tüm malımızı al demişlerdi. Ama Rasulullah mallarınızın ancak üçte
birini verin buyurmuştu. Münâfıklardan gelip mâzeret beyanında, özür beyanında
bulunanlar olsa bile böyle bir mal infakında bulunan hiç kimse çıkmadı
onlardan.
104. “Allah'ın kullarının
tevbesini kabul ettiğini, sadakalar aldığını, Allah'ın tevbeleri kabul ve
merhamet eden olduğunu bilmiyorlar mı?”
Onlar bilmiyorlar mı ki Allah
kullarının tevbelerini, dönüşlerini kabul edendir. Allah’ın tevbeleri kabul
eden merhametliler merhametlisi olduğunu bilmiyorlar mı bu adamlar? Evet demek
ki tevbe sadece Allah’a yapılmalıdır ve tevbeleri kabul eden sadece Allah’tır.
Allah’tan başka kimseden tevbe alınmaz ve yapılmaz. İlla da filanların, falanların
huzurunda tevbenin yapılması şart değildir. Sadakalar da sadece Allah için
verilecek tevbeler de sadece Allah’a ve Allah için yapılacak. Evet bunu her
Müslüman bilecek ve uygulayacak. Günâh işleyen her Müslüman hemen tevbe etmeli
ve malından Rabbinin affına mazhar olabilmek için sadaka vermelidir.
105. “De ki: “İstediğinizi
işleyin; Allah, peygamberi ve mü'minler işlediklerinizi görecektir. Hepiniz,
görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size,
işlediklerinizi bildirecektir.”
De ki, haydi yapacağınızı yapın,
işleyeceğinizi işleyin; Allah, peygamberi ve Müslümanlar amellerinizi görecektir.
Hiç bir ameliniz, hiç bir eyleminiz asla Allah’a gizli kalmaz. Tevbe mi
edeceksiniz? Yanlışlarınızdan mı döneceksiniz? İnfak mı edeceksiniz? Allah yolun-da
cihad mı yapacaksınız? Yoksa tekrar nifaka mı döneceksiniz? Haydi ne
yapacaksanız yapın. Sizin ne yaptığınızı Allah, peygamberi ve mü’minler
görecektir. Şu anda zaten Allah o yaptıklarınızın, yapacaklarınızın tamamını
görmektedir, tamamından haberdardır ve yarın kıyâmet günü tüm amellerin ortaya
döküldüğü, kalplerin hâsılalarının ortaya döküldüğü gün Allah onları peygamberine
ve mü’minlere de gösterecektir. Samimi olup olmadığınız gözler önüne
serilecektir. Hiç bir gizlilik kapalılık kalmayacaktır.
Evet bu
hitaptan sonra samimi olanlar hemen tevbe ettiler, yaptıkları bu yanlışlarından
döndüler, mallarını infak ettiler, sâlih ameller işleyerek Allah ve Resûlünün
rızasını almaya çalıştılar. Ama münâfıklar, samimi olmayanlar yine eski
nifaklarını sürdürdüler hem bu dünyada hem de âhirette kaybettiler. Ve yarın
görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürüldükleri zaman Allah ne halde olduklarını
tek tek onlara haber verecektir.
106. “Savaştan geri kalanların
bir kısmının işi de Allah'ın buyruğuna kalmıştır. Allah onlara ya azap eder, ya
da tevbelerini kabul eder. O bilendir, Hakîmdir.”
O savaştan geri kalanlardan bir
kısmının durumu da Allah’a kalmıştır, ertelenmiştir. Haklarında Allah’ın emri,
Allah’ın hükmü gelinceye kadar bekleyeceklerdir. Dilerse Allah onlara azap
edecek, cezalandıracak, dilerse de tevbelerini, dönüşlerini kabul buyuracak,
affedecektir. Elbette Allah her şeyi en iyi bilen ve yaptığı her şeyi bir hikmetle
yapandır.
Evet bu işi
Allah’a kalmış olanlar Kâb Bin Mâlik, Mirare Bin Rebii ve Hilal Bin Ümeyye’dir.
Bu Müslümanlar da cihaddan geri kalmışlar ama ötekiler gibi gelip bir mâzeret
beyanında bulunmamışlar, tevbelerini açıkça ilân etmemişlerdi. Elbette onların
durumlarını en iyi bilen Alîm ve Hakîm olan Allah’tı. Onların durumlarını Allah’tan
daha iyi bilen yoktu. Bunlar daha önce Bedir’de bulunmuş yiğitlerdendi.
Bunlarla alâkalı hüküm daha sonra gelecek. Rasulullah efendimiz savaştan geri
kalmış olmaları sebebiyle onlarla konuşmayı ve onlara selâm vermeyi yasakladı.
Onlar böylece kendileri hakkında Rab’leri-nin hükmünü beklemeye başladılar.
107. “Zarar vermek, inkâr etmek,
mü'minlerin arasını ayırmak, Allah ve Peygamberine karşı savaşanlara daha önceden
gözcülük yapmak üzere bir mescid kurup: “Biz sadece iyilik yapmak istedik” diye
yemin edenlerin yalancı olduklarına şüphesiz ki Allah şahittir.”
Bir de Dırar mescidini ittihaz
edenler, Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın elçisine ve mü’minlere zarar
vermek, mü’minlerin arasını ayırmak, mü’minlerin arasına tefrika ve fitne
sokmak, mü’minleri birbirine düşürmek, küfre hizmet etmek, münâfıkça şer planlarını
gerçekleştirmek ve Allah ve Resûlüne karşı savaşanlara gözcülük etmek için bir
mescid inşa edenler vardır. Allah ve Resûlüne karşı daha önce harp ilân etmiş
olan kimseyi gözetmek, kollamak, ona destek ver-mek, ona bir üst oluşturmak,
bir karargah oluşturmak üzere mescid inşa edenler vardır. Onlar yemin ederler:
Vallahi de billahi de biz bu mescidi yaparken sadece iyilik düşündük, iyiliğin
dışında başka hiç bir kötü niyetimiz yoktu. Halbuki onların bu yeminlerinde
yalancı olduklarını Allah bilmektedir.
Evet
Rabbimiz münâfıkların Medine’de inşa ettikleri bir mescitten söz ediyor. Bu
mescid; Dırar mescididir. Münâfıklar Medine’de Rasulullah ve
Müslümanlara zarar vermek, komplo kurmak üzere böyle bir mescid inşa ettiler.
Ebu Amir adında daha önce Hıristiyan olmuş, Hıristiyanlıkta çok ilerlemiş, ilim sahibi, yetki sahibi olmuş,
Rahip olmuş bir Allah düşmanı vardı. Allah ve Resûlüne karşı her tür
düşmanlıkların, her tür komploların içinde bulunmuş bir kâfir. Bedir-de,
Uhut’ta, Hendekte ve diğer savaşlarda hep müşriklerin safında yer almış,
müşriklere destek sağlayıp onları peygambere karşı kışkırtmış bir adam. Ama Hendek’te
Rabbimizin yardımıyla mü’minlerin Mekkeli müşriklere ve onların safında yer
alan tüm birleşik ordulara karşı galip gelmelerinden ve daha sonra gerçekleşen
kesin fetihten, Mekke’nin fethinden sonra Rasulullah’ın karşısına hiç bir güçle
çıkamayacağını anlamıştır.
Zâhiren
artık Müslümanların karşısına çıkamayacaklarını anlayan bu münâfıklar yeni bir
taktik geliştirdiler. Dediler ki bir mescid inşa edelim Medine’de ve bu mescid
perdesi arkasında Müslüman-lara karşı sinsi faaliyetlerimizi sürdürelim.
Faaliyet alanımız mescid olduğu için de Müslümanlar bizim komplolarımızın farkına
varamazlar dediler. Tüm plan ve programlarımızı bu mescid perdesi arkasında
uygulayabiliriz, kimse de bizden şüphelenmez, kendimizi kamufle edebiliriz
dediler. Böylece Müslümanları içten yıkma imkânı buluruz dediler.
Ama alçaklar hesap edemediler ki
gaybın da, şehadetin de Alîmi, bir Allah’la savaşa tutuşuyorlardı.
Bilmiyorlardı ki savaş verdikleri peygamber Allah’ın elçisiydi. Bilmiyorlardı
ki haklarında komplo tasarladıkları o Müslümanlar Allah desteğindeydiler.
Bilmiyorlardı ki onların içlerine dışlarına muttali olan Allah elçisini ve
beraberindeki mü’min-leri her an onlar konusunda bilgilendirmektedir.
Bilmiyorlar ki Allah uğrunda savaş verdikleri dinini onlar istemese de
yeryüzünde egemen kılacak ve tüm dinlere üstün getirecektir. Bilmiyorlar ki
Allah, hakkı bâtılların beynine vuracak ve onunla tüm bâtılları yerle bir edecekti.
Bunu unutuyorlardı hainler. Kiminle savaştıklarının farkında değillerdi.
Kendilerini her an gören, her hallerine muttali olan ve tüm tuzaklarını boşa
çıkaracak olan Âlemlerin Rabbi Allah’tan habersizlerdi.
Rasulullah
efendimiz Tebûk seferi hazırlıkları içine girdiği günlerde bu mescidi inşa
etmeye koyuldular ve gelip Rasulullah efendimize ricada bulundular. Güya meşru
bir sebep de bularak dediler ki, ey Allah’ın Resûlü bu bölgedeki mü’minlerin
yaşlıları mescide sabah namazına gitmekte zorluk çekiyorlar, soğuk günlerde,
yağmurlu günlerde sizin mescidinize gelemeyenler burada rahat namazlarını kılsınlar
için bir mescid inşa ettik. Gel bu mescidin açılışını yaparak bu mescidimizi
şereflendir dediler. İlk namazı sen kıldır dediler. Rasulul-lah efendimiz
aldığı haberler sonucunda onların bu teklifine pek sıcak bakmadı. Buyurdu ki şu
anda sefer hazırlığı içindeyim, dönüşte bu konuyu görüşürüz.
İşte Rasulullah efendimiz bu
seferinin dönüşünde yolda Rab-bimiz ona bu âyetlerini indirerek durumdan onu
haberdar etti. Onların bu mescidi hangi menfur maksatlarla inşa ettiklerini, ne
tür entrikalar çevirmeye çalıştıklarını Resûlüne bildirdi. Ve Rabbinden aldığı
bu bilgiyle Allah’ın Resûlü de daha Medine’ye teşrif buyurmadan ashabından
bazılarını göndererek o mescidi yıktırdı, yaktırdı ve yerle bir ettirdi.
Böylece artık o münâfıklar tüm umutlarını yitirip Allah’ın elçisine karşı hiç
bir şey yapamayacakları anlamış olarak kendi içlerinde nifaklarını sürdürmeye
başladılar. Başka yollar ve yöntemler denemeye devam ettiler.
Evet bu
mescidin özelliği sadece Allah’a, Allah’ın dinine, Al-lah’ın peygamberine ve
mü’minlere zarar vermek, İslâm’ı içten yık-mak, mü’minleri parçalamak,
mü’minlerin birliklerini, güçlerini zaafa uğratmak, küfür ve şirki, nifakı
yaymaktı. Allah ve Resûlüne harp aç-mış bir kâfiri koruyup kollamak, ona üs
yapmak, onun emir ve talimatlarını uygulamak için yapılmış bir mescitti. Allah
düşmanlarını ör-gütlemek üzere kurulmuş bir mescitti. İşte bu mescidin
özellikleri bunlardır.
Kimi
Müslümanlar şu mescitlere de mescid-i dırar demeye çalışıyorlar. Bir mescide
mescid-i dırar diyebilmek için evvela orada Mescid-i Nebînin olması
gerekecektir. Hani şu anda Nebevi mescid fonksiyonlarını icra edecek
mescitlerimiz varsa bunları onlarla mukayese edelim ve ey Müslümanlar gelin bu
mescitlere gitmeyin de şu mescitlere gidin diyelim. Var mı mescid-i Nebevi şu
anda? Kurabildik mi o mescitlerimizi? Yok değil mi? Öyleyse bu mescitler
mescid-i dı-rar değil, mescid-i Türkîlerdir ve bizler de Türkî Müslümanlarız.
Biz bu kadarız, bizim mescitlerimiz de işte bu kadardır. Biz biraz Müslümanlaşırsak
bu mescitlerimiz de güzelleşecek. Elbette bu mescitler bizimse onlara sahip
çıkmak zorundayız. Böylece o mescitleri, peygamber mescidi fonksiyonunu icra
eder hale getirmek zorundayız.
Eğer illa
da bu memlekette Müslümanlar dırar mescidleri arı-yorlarsa Müslümanların
arasında onları bölüp parçalamak için kurulan müesseselere, kulüplere,
kurumlara baksınlar.
108. “Ey Muhammed! O mescide hiç
girme! İlk gününden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için kurulan mescitte
bulunman daha uygundur. Orada, arınmak isteyen insanlar vardır. Allah, arınmak
isteyenleri sever.”
Sakın ha ey peygamberim o mescide
girme, o mescitte ebedîyen namaz kılma, orada kıyam etme. Elbette başlangıcından
itibaren takva üzerine, Allah’a kulluk üzerine kurulan mescid kıyam etmen,
namaz kılman, Allah’a dua etmen, Allah’ın dinini ikâme etmen için daha
uygundur. Temeli ilk gününden itibaren takva üzerine inşa edilen bu mescid,
Mescid-i Nebevidir veya Kuba Mescididir. Bunun ikisi de Rasulullah (a.s)’ın
bizzat kendisi çalışarak takva üzerine, Allah’a kulluk üzere inşa edilmiş
mescitlerdir.
Evet temeli takva üzerine
kurulmuş müesseseler diğerlerine tercih edilecektir. İlk gününden temeli takva
üzerine kurulmamış olan, temeli Allah’ın dinine düşmanlık olan, Allah düşmanlarını
desteklemek üzere kurulmuş olan müesseseler terk edilmelidir. Oralarda Müslümanların
boy göstermesi oraların meşrulaşmasına sebebiyet verecektir. İslâm’a ve
Müslümanlara zarar veren müesseselerle Müslümanların ilgileri olamaz.
Ey
peygamberim! Böyle temelli takva üzerine kurulmuş mescitte namaz kıl. Çünkü
orada temizlenmeyi, temizliği seven Allah erleri vardır. Allah da zaten
tertemiz temizlenenleri sever. Orada sadece Allah rızasını düşünen, imanlarıyla,
düşünceleriyle, amelleriyle, niyetleriyle, metotlarıyla sadece Allah için bir
hayat yaşamayı düşünen temiz mü’minler vardır. Küfür ve şirk pisliklerinden,
günâh kirlerinden, ahlâksızlık ve iffetsizlik unsurlarından uzaklaşmayı, Allah’ın
kitabıyla, peygamberin yol gösterisiyle maddî ve manevî her şeyleriyle tertemiz
kalmayı, düşünen mü’minler vardır orada. Kalbi, kafası, düşüncesi, itikadı,
metodu pis olan kâfirler, müşrikler ve münâfıklar gibi değillerdir onlar. İşte
Allah’ın sevdikleri de bunlardır.
Temizlikte
kıstas vahiydir. Allah’ın temiz dedikleri temiz, pis dedikleri de pistir.
Kur’an’ın tarif ettiği ve Rasulullah efendimizin örneklediği şekilde bir hayat
yaşayanlar temizdirler. Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayanlar necistirler.
Yâni hayat programını Allah’a sormadan yaşayanlar, Allah’ın kitabına
peygamberin sünnetine karşı ilgisiz yaşayanlar pistirler.
Çünkü Nâziât sûresinde bunun çok
hoş anlatımına şahit oluyoruz. Musâ (a.s) Firavuna ey Firavun gel seni temizleyelim
buyurmuştu. Gel seni Allah’la, Allah’ın kitabıyla, Allah’ın istediği hayatla
tanıştırayım ve temizleyeyim buyurmuştu. İşte temizlik Allah’a imanla birlikte,
küfürden, şirkten, nifaktan, isyandan, tâğutluktan kurtulmak demektir.
Müslümanlar böyle temizlerin bulunduğu mescitlerde bulunmalı, onlarla birlik
olmalıdır.
109. “Yapısını, Allah'tan
sakınmak ve O'nun hoşnutluğuna ermek için yapan kimse mi daha hayırlıdır;
yoksa, yapısını kayacak bir yar kıyısına yapıp da onunla beraber cehennem
ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden kimselere doğru yolu göstermez.”
Binasının temelini Allah rızası,
Allah hoşnutluğu üzerine ku-ran kimse mi daha hayırlıdır? Yoksa binasının
temelini hemen gö-çüverecek bir yarın kenarına kurup kendisi de onunla birlikte
göçüp sonunda cehenneme yuvarlanıp giden bir kimse mi hayırlıdır? Allah asla
zâlimleri hidâyetine eriştirmez, zâlimleri başarıya ulaştırmaz.
Evet çok hoş bir misalle konuyu
gözlerimizin önüne seriyor Rabbimiz. Binasının temelini takva üzerine, Allah’a
kulluk, Allah’a teslimiyet esasları üzerine bina eden bir adam, hayatını Allah
için ya-şamaya karar veren, Allah’a kulluğunun bilinciyle Allah koruması
altı-na giren bir adam var.
Bir de Allah’tan, Allah’ın
âyetlerinden, Allah’ın gönderdiği hayat programından habersiz kendi kendine program
yaparak, kendi hevâ ve hevesleriyle bir dünya kurmaya çalışan bir adam var.
Şimdi bu iki adamdan hangisi daha
hayırlıdır? Elbette hayatını Allah bilgisine, Allah dinine, Allah yasalarına, Allah
rızası ve hoşnutluğuna bina eden adam daha hayırlıdır. Çünkü Allah bilgisi,
Allah yasaları, Allah rızası ve hoşnutluğu son derece sağlam ve güvenilir bir zemindir.
Zemin sağlam olunca, temel sağlam olunca bu bina asla yıkılmayacaktır. Takva ve
Allah’a kulluk esasına istinat eden bütün işler sağlamdır. Amel Allah’a kulluk
esasına, takva esasına bağlı yapılmışsa hayırlıdır, boşa gitmeyecektir.
Konuşma Allah için, Allah’ın
hoşnutluğu için yapılmışsa hayırlıdır, boşa gitmeyecektir. Ticaret, siyaset,
hukuk, ekonomi, evlenme, boşanma, kazanma, harcama takva ve Allah’ın hoşnutluğu
esasına bağlıysa hayırlıdır, boşa gitmeyecektir. Allah’a dayanılarak yapılan
hiç bir şey boşa gitmez. Çünkü Allah sağlamdır, Allah bâkîdir, Allah uyumaz,
Allah uyuklamaz, Allah gaflet etmez, Allah unutmaz, Allah hiç bir ameli zâyi etmez.
Ama hayat,
ameller, işler, eylemler takvaya ve Allah’a kulluk esasına bağlı değilse,
Allah’ın hoşnutluğuna müstenit değilse onların tamamı bir dere kenarında, bir
yar kenarında sular tarafından altı oyulmuş göçmek üzere olan bir toprak
uzantısı üzerinde kurulmuş binalara benzer. Normal sağlam bir zemin değildir
orası, altı oyulmuştur, yıkılmak üzeredir. Böyle bir yere bina kuran ve içinde
oturan bir adamın durumu nedir? Çok kısa bir sürede bu bina yıkılacak ve içindekiyle
birlikte cehenneme yuvarlanıp gidecektir.
İşte Rabbimiz buyurur ki Allah’a
kulluğa dayanmayan, takvadan kaynaklanmayan tüm ameller, tüm eylemler, tüm
hayat altı oyulmuş bir yarığın üzerine bina edilen binaya benzer.
Öyleyse
yapacağımızı sadece Allah için yapalım. Hayatımızı Allah için yaşayalım.
Hayatımızı Allah rızasına, Allah bilgisine bina edelim. Hayatımızı Allah
beğenisine sunalım. Allah’ın hoşnutluğunu her şeyin üstünde tutalım. Hayatımızı
Allah’ın gösterdiği zemin üzerine bina edelim. Allah’a takvaya ve Allah’ın
rızasına temellendirelim. O zemin sağlamdır. O zemin yıkılmayacaktır. Ama
unutmayalım ki Allah’tan başka herkes ve her şey ölecektir, fânî olacaktır,
yıkılacaktır bir gün. Allah’tan başkaları için, Allah’tan başkalarının hatırı
için bir şey yapmayalım. Allah’tan korkar gibi Allah’tan başkalarından korkmayalım.
Hayatımızı Allah’tan başkalarının arzularına bina etmeyelim.
Unutmayalım ki böyle Allah
kendisinden başkaları için bir hayat yaşayarak zulmeden topluluğa asla hidâyet etmez. Unutmayalım ki
Allah kendilerini Allah’a takva ve kulluk ortamından uzaklaştırıp başkalarına
kulluk ortamında bulunduranları asla başarıya ulaştırmaz. Çıkış bulamaz
böyleleri. Hayatları, amelleri, binaları asla öbür tarafa intikal etmez.
Binalarıyla birlikte, yaşadıkları hayatlarıyla birlikte cehenneme yuvarlanıp
gidecekler bu insanlar.
110. “Yaptıkları bina,
kalplerinde bir şüphe ve ıstırap kaynağı olmakta kalpleri paralanana kadar
devam edecektir. Allah bilendir, Hakîmdir.”
Onların Allah’a kulluk ve
takvadan uzak olarak yaptıkları binaları, yaşadıkları hayatları sürekli
kalplerinde bir şüphe ve ıstırap kaynağı olarak kalacaktır. Bu durum onların
kalpleri parçalanıncaya kadar, kalpleri paramparça oluncaya kadar devam edecektir.
Allah her şeyi en iyi bilen ve yaptığı her şeyi bir hikmetle yapandır.
Evet bu
münâfıkların takvaya istinat etmeyen binaları yıkılıp gitmiştir ama hâlâ
onların kalplerinde müslümanları bölüp parçalama arzusu devam edip gidecektir.
Fırsat buldukları takdirde başka mescitler, başka müesseseler kurarak yine
Allah’la savaşımlarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Tabii bunların karşısında
müslümanlar da sürekli uyanık kalmak zorunda olacaklardır. Allah’ın hükmünün
geçerli olmadığı, Allah’ın ve dininin açıkça ortaya konamadığı isimleri dırar
mescidi olmasa bile bu mescitleri takvaya çevirmek, içinde sadece Allah’ın
adının yüceltildiği, sadece Allah talimatlarının gündeme getirildiği, sadece
Allah’a kulluğun icra edildiği, peygamber dönemi fonksiyonlarının icra edildiği
mescitlere çevirmek zorundadırlar.
Âyetin bir
başka mânâsı da şöyle olacaktır: Gerçekten
kâfirler, münâfıklar ve müşrikler binalarından, yaşadıkları bu dünya hayatında
sürekli bir kuşku içindedirler. Yaşadıkları hayattan, inançlarından,
yollarından, âkıbetlerinden hep bir şüphe içindedirler. Allah’ın yokluğuna,
dinin yokluğuna bina ettikleri hayatlarından hiç bir zaman emin değildirler.
Kur’an konusunda, vahiy konusunda, bu vahyin Al-lah’tan gelişi konusunda,
peygamberin hak olup olmadığı konusun-da, öldükten sonra tekrar dirilme
konusunda şüphe içindedirler. Allah berisinde tapındıkları varlıkların ilâhlığı
konusunda kuşku içindedirler. Hayatlarından ve tapındıklarından emin
değildirler. Acaba mı diye bir tereddüt içinde kıvranmaktadırlar. Kalpleri
parça parçadır.
Evet hiç bir kâfir Allah yok
derken bundan emin değildir. Hiç bir kâfir diriliş yok derken bu konuda emin değildir.
Çünkü bu konuda itminan ancak bilgiyledir. Hiç kimse Allah’ın olmadığı,
âhiretin olmadığı konusunda açık bir bilgiye sahip değildir. Hiç kimse Allah’ı
diskalifiye edip Ondan başkalarına da kulluk yapılacağı konusunda, şirk konusunda
bir bilgiye, bir delile sahip değildir. Onun içindir ki bu adamlar tüm
hayatlarını şüpheler, zanlar üzerine bina etmişlerdir, şüpheye dayalı bir hayat
manzumesi geliştirmişlerdir. Şüpheyi inançlarının te-meli yapmışlar, bir yarın
kenarına ev kurmuşlar ve böylece
hayatlarını ziyan etmişlerdir.
Evet
Allah’tan gelen hak olan bir kitaba inanmayan, Allah bil-isine güvenmeyen, vahy
e karşı gözlerini ve kulaklarını kapatarak kendilerine göre bir dünya Kur’an
insanlar elbette her şeyden şüphelenmek zorundadırlar. Bir şüpheden öteki
şüpheye böyle bocalayıp duracaklardır bunlar.
İşte görüyoruz, kitaba inanmayan,
peygamberi reddeden insanlar bu kararlarında, bu tavırlarında hiç bir zaman emin gözükmü-yorlar. Allah’ı,
kitabı, peygamberi inkâr ediyorlar ama içleri rahat değil. Kitaba ve peygambere
karşı takındıkları bu tavır karşısında sürekli ra-hatsızlık duyuyorlar, sürekli
bir tedirginlik yaşıyorlar, bunalımlar içine düşüyorlar. Hem reddediyorlar
Allah’ı ve dinini hem de içlerini kemiriyor bu gerçek. Peygambere yalancı
diyorlar ama kalpleri bunun tamamen tersini söylüyor. Ona mecnun diyorlar ama
vicdanları bunun aksini söylüyor. Âdeta hastalığa tutulmuş insanlar gibi çok
tuhaf tavırlar sergilemekten geri kalmıyorlar.
Kâfirlerin
durumlarını böylece ortaya koyduktan sonra Rab-bimiz, bundan sonraki âyetinde
de mü’minlerin durumlarını anlatacak. Sadece mü’minlerle yapmaya razı olduğu
bir alışverişten söz edecek:
111. “Allah şüphesiz, Allah
yolunda savaşıp, öldü-ren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını Tevrat,
İncil ve Kur’an da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır.
Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız
alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır.”
Allah kendi yolunda savaşarak
ölen, öldüren mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın
almıştır. Bu alışveriş Tevrat, İncil ve son kitap Kur’an’da da söz verilmiş bir
haktır. Rabbimiz önceki kitaplarında da, son kitabı Kur’an’da da bu konuda
vaatte bu-lunmuştur. Söyleyin verdiği vaadini, sözünü Allah’tan çok tutan kim
vardır? Öyleyse ey mü’minler sevinin Rabbinizle yaptığınız bu alışverişle.
Coşun bu alışverişle. İşte en büyük başarı budur.
Allah yolunda malları ve
canlarını ortaya koyarak savaşan mü’minlerle bir alışveriş yapmak istiyor Rabbimiz.
Ama herkesle gir-miyor bu alışverişe. Sadece mü’minlerle girmek istiyor
Rabbimiz. Mü’-minlerden de malları ve canlarıyla Allah yolunda savaşı göze
alabilenlerle. Bir alışveriş söz konusu mü’minlerle Allah arasında. Satan Allah,
satın alan mü’minler, satılan şey cennet, bedel de can ve mal. Mü’minler
mallarını ve canlarını Allah’a vererek karşılığında Cenneti satın alıyorlar.
Mallarımızı
ve canlarımızı bize veren zaten Odur. Bakın zaten kendisine ait olan bu
mallarımızı ve canlarımızı bizden çok kıymetli bir bedelle, cennet bedeliyle
bir daha satın almak istiyor. Bu ne müthiş bir alışveriş?
Ama
unutmayalım ki Rabbimizle böyle bir alışverişe girebilmenin iki şartı vardır.
Bunlardan birincisi Rabbimizi tanımak, ikincisi de cenneti tanımak. Bu ikisi
tanınmadıkça insanlar böyle bir alışverişe giremezler
İşte bakın
Rabbimiz bir vaatte bulunuyor. Kullarım, eğer mallarınızı ve canlarınızı bana
verirseniz, benim yoluma korsanız karşılığında size cennet vereceğim. Şimdi Allah’la
böyle bir alışverişe girmenin iki şartı vardır. Birincisi Allah’ı tanımak,
ikincisi de cenneti tanımaktır. Böyle bir alışverişe girebilmek için kişinin
önce Allah’ı tanıması şarttır. Yapar mı bu Allah dediğini? Var mı Allah’ın
böyle herkese verebileceği cennetleri? Bu kadar güçlü mü bu Allah? Güvenilir mi
bu Allah’a? Allah tanınmalı. İkincisi de karşılığında vaad edilen cennet
tanınmalıdır. Nedir bu cennet? Nasıl bir şeydir bu cennet? Yâni değer mi böyle
bir cennet için böyle bir alışverişe girmeye? Değer mi karşılığında mal ve can
vermeye?
Eğer Allah’ı kitabından ve
elçisinin sünnetinden tanıyor ve gü-veniyorsanız, yine Onun kitabından ve elçisinin
beyanlarından cenneti tanıyor ve ona arzu duyuyorsanız hemen hiç beklemeden bu
alış verişe girersiniz. Ama Allah’ı tanımıyorsanız, Ona güvenmiyorsanız ve de
cenneti tanımıyorsanız, Onu değerli görmüyor, Ona içinizde bir arzu
duymuyorsanız böyle bir alışverişe girmezsiniz.
İşte şu anda Allah’ın bu vaadini
duydukları halde, Allah’ın bu alışveriş isteğine muttali oldukları halde buna yanaşmayan,
yan çizen yığınlarla insanlar görüyoruz.
Evet
unutmayalım ki bizler mü’min olduğumuz gün, kelime i tevhidi söylediğimiz gün
mallarımızı da canlarımızı da Allah’a sattık. Böyle bir alışverişin içine
girdik. Öyleyse Rabbimizle yaptığımız bu anlaşmanın bilincinde olmak,
şartlarına riâyet etmek zorundayız. Mallarımız ve canlarımız konusunda Allah’ı
söz sahibi bilmek ve Allah yolunda, Allah’ın dininin ikâmesi uğrunda mallarımızı
ve canlarımızı ortaya koymak zorundayız. Yâni cihad etmek zorundayız. Yâni mallarımızı
ve canlarımızı cihad meydanlarında Rabb’ımıza sunmak zorundayız. Dilerse alır
onları bizden Rabbimiz. Yetkili Odur. Diler malımızı alır canımızı geri verir
karşılığında cennet verir. Diler canımızı alır malımızı verir karşılığında
cennet verir. Diler ikisini de alır, diler ikisini de geri verir ve cennet
verir. Üstelik nice zaferler ve ganîmetler nasip eder. Allah yolunda bir
savaşta biz mallarımızı ve canlarımızı ortaya koyarsak, canımız ve malımız
konusunda Rabbimizi söz sahibi bilirsek O bize cennetini verecektir. Bundan
zerre kadar bir şüphemiz olmasın.
Öyleyse asla bu dünyada cennetten
çok daha basit dünya menfaatleri uğruna canlarımızı ve mallarımızı satmayalım.
Ebedî bir cenneti satıp da bu dünyanın basit ve geçici menfaatlerine talip olmayalım.
Hesabımızı güzel yapalım. Nasıl olsa günün birinde bu malın ve canın elimizden
alınacağını unutmayalım da onları değerlendirmesini bilelim. Malımızı,
canımızı, bilgimizi, zamanımızı, gecemizi, gündüzümüzü, imkânlarımızı,
hayatımızı, oğlumuzu, kızımızı cennet yolunda yatırım yapalım. Bunlar uğrunda
Allah yolunda bir cihaddan kaçarak cenneti verip dünyayı satın alanlardan olmayalım.
Sahip ol-duğumuz dünyalıklar bizi Allah’ın bizim için hazırladığı cennetten
alı-koymasın. Bâkîyi verip de fâniye talip olanlardan olmayalım.
Sûrenin
bundan sonraki bölümünü tanımak için 8. ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet
olun. Sübhanekallahümme vebiham-dik, eşhedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke
ve etûbü ileyke. Vel hamdü lillahi Rabil âlemîn.
112. “Ey Muhammed! Allah'a tevbe
eden, kullukta bulunan, O'nu öven, O'nun uğrunda gezen, rüku ve secde eden, uygun
olanı buyurup fenalığı yasak eden ve Allah'ın yasaklarını koruyan mü'minlere de
müjdele.”
Taibûn ve
Abidûndur onlar. Çokça tevbe ederler. Mallarını ve canlarını ortaya koyarak,
malları ve canları konusunda Allah’ı söz sahibi bilerek Allah yolunda yaptıklarını
yetersiz görürler. Acaba güzel yapamadık mı? Acaba gücendirdik mi Rabbimizi?
Acaba Rabbimizin rızasına uygun yapamadık mı? diye sürekli kendilerini kontrol
ederler. Sürekli Rab’lerine yönelirler, Rab’lerinin hayat programına yönelirler.
Yönleri, yörüngeleri hep Allah’adır onların. Bir kulluktan başka bir kulluğa
koşarlar. Tüm zamanları, tüm ömürleri Allah yolunda, Allah’ı hoşnut etme
yolundadır onların. Tüm hareketleri ibadettir. Tüm hayatlarında gönül
hoşnutluğu ile Rab’lerine kulluktadırlar onlar. Ötekiler gibi, önceki âyetlerde
anlatılan münâfıklar gibi cereme ve angarya olarak zoraki kulluk yapmazlar
onlar.
Hamidûndur
onlar. Hamd ederler Allah’a. Yüceltirler Rab’lerini. Darlıkta ve bollukta,
hastalıkta ve sağlıkta, savaşta ve barışta hep Rab’lerini gündemde tutarlar,
överler. Sadece Rab’lerini eksiksiz ve mükemmel görürler. Sadece Onun dinini,
sadece Onun programını, sadece Onun yolunu, sadece Onun istediği hayatı kabullenirler.
Sa-dece Onun rızasını gözetirler. Sadece Onun için bir hayat yaşarlar. Sadece
Onu ve Ondan gelenleri hamd edip sahiplenirler.
Sâihûndur
onlar. Seyahat edenler, oruç tutanlardır. Allah yo-lunda sürekli cihad için
seyahat ederler. Yeryüzünün her yerinde Al-lah egemenliğini gerçekleştirmek
için çırpınırlar. Yeryüzünün her bir karış bölgesine Allah’ın dinini, Allah’ın
kitabının âyetlerini ulaştırma-ya, onlarla Allah kullarını diriltmeye koşan
tebliğcilerdir onlar. Hem kendilerine hem de diğer insanlara faydalı olma adına
seyahat eder-ler.
Rakiûn ve
Sacidûndur onlar. Allah önünde, Allah’ın arzu ve emirleri önünde eğilenler,
boyun bükenler, teslimiyet gösterenlerdir. Allah ne demişse doğrudur direyerek,
Rabbim ne buyurmuşsa kabulümdür diyerek teslim olanlardır onlar. Allah
karşısında ukalalık etme-yenler, Allah karşısında bilgi iddiasında, güç
iddiasında bulunma-yarak yokluklarını, hiçliklerini ortaya koyanlardır onlar.
Rab’lerinin emirlerini duyar duymaz hiç beklemeden uygulamaya koyanlardır on-lar.
İyiliği,
marufu emreden, münkeratı da nehyedenlerdir onlar. Kendileri Rab’lerinin iyi
dediklerine, hayırlı dediklerine koştukları gibi toplumda herkesin onlara
koşmasını sağlayan, kendileri cennete koştukları gibi çevrelerinin de koşmasını
sağlayan, kendileri kötülüklerden, cehennemden kaçtıkları gibi insanların da
kaçınmalarını sağlayan insanlardır onlar. Toplum içinde iyilikleri yayıp kötülüklerin,
ahlâksızlıkların kökünü kazımak için çırpınan kimselerdir onlar.
Ve bütün
bunları yaparken de Allah’ın Hûdudunu, Allah’ın sı-nırlarını muhafaza
edenlerdir onlar. Namaz kılarken, tevbe ederken, hamd ederken, överken, Allah yolunda
cihada çıkarken, Rablerine rüku ve secdeyi gerçekleştirirken, emr-i bil’maruf
ve nehy-i anil’ mün-ker yaparken Allah’ın yasalarına, Allah’ın hudutlarına riâyet
eden-lerdir onlar. Bütün bunları Allah nasıl istemişse, nasıl tarif buyurmuş-sa
öylece yaparlar onlar. Allah’ın sınırlarını taşarak kendi kendilerine usuller,
şekiller, yöntemler geliştirmezler. Allah’ın çizdiği sınırların dı-şına taşarak
kendi kendilerine efendim şöylesi daha iyi, böylesi daha uygun diyerek yeni
yeni hudutlar, yeni yeni usuller geliştirmezler onlar. Allah’ın dediğinin
dışında takva modelleri, tevbe modelleri, rüku ve secde usulleri geliştirmezler
onlar. Çünkü sınır çizmek, hudut koy-mak sadece Allah’ın hakkıdır başkalarının
değil. Bunlar Allah yasalarını bırakıp kendi kendilerine kanunlar koyuyorlar
diye kâfirleri eleştiren müslümanlar kendileri aynı yanlışa düşmemelidirler.
Allah’ın dinini değiştirmeye, Allah’ın hudutlarını aşmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Aklı vahyin önüne geçirip yeni yeni din belirlemeye kimsenin hakkı yoktur.
Allah’a kulluk borcumuzu yerine getirirken Hudûdullah’ı mu-hafaza etmek
zorundayız. Allah’ın hudûdunu muhafaza ederek yaptığımız ameller ancak kabul
görecektir. Evet hududullaha riâyet eden mü’minler cennete
girecektir. Allah’ın haram ve helâl hududunu kuruma, Allah’ın helâl ve
haramlarına riâyet etme cennete girme sebebidir.
113,114. “Cehennemlik oldukları
anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek
Peygambere ve mü'minlere yaraşmaz İbrahim'in, babası için mağfiret dilemesi,
sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan
uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu idi.”
Kâfir oldukları ve kâfir olarak
öldükleri kesin belli olduktan sonra, o çılgın ateşin ashabı oldukları belli
olduktan sonra yakın akrabaları bile olsa müşrikler hakkında istiğfar etmeleri
peygambere ve mü’minlere asla yakışmaz. Gerek haklarında inen bir vahiyle,
gerek-se kâfir olarak ölüp gittikleri belli olan kimseler hakkında dua etmek,
istiğfar etmek, onların bağışlanmalarını dilemek peygambere de onun yolunun
yolcularına da yakışık almaz. Böyle kâfir olarak Allah’ın hudutlarını muhafaza
etmeden geberip gidenler babalarımız bile olsa, analarımız, kardeşlerimiz bile
olsa onların arkasından dua etmemiz ve istiğfarda bulunmamız caiz değildir.
Bunlar hayattayken bunların, bu tür kâfirlerin, bu tür sistemlerin Allah’la
verdikleri savaşımlarında onların galip gelmeleri, başarıya ulaşmaları adına
onlara fiili yardım ve destekte bulunmak türünde bir dua da caiz değildir,
geberip gittikten sonra arkalarından dua ve istiğfarda bulunmak da caiz
değildir.
Rasulullah
efendimizin amcası Ebu Talip hakkında onun vefatından sonra yaptığı dua ve
istiğfarını Rabbimiz yasaklayınca Rasu-lullah efendimiz vazgeçiverdi. Yine İbrahim
(a.s) babası hakkında dua ve istiğfarda bulundu da Rabbimiz yasaklayınca vazgeçiverdiğini
biliyoruz. Eğer o istiğfar edilen kişi hayattaysa, henüz ölmemiş ve dönme ihtimali,
tevbe etme ihtimali mevcutsa ya Rabbi onun aklını başına getir, onun iman
etmesini sağla, iman nîmetini ona bahşet şeklinde bir dua caizdir. Yâni henüz
hayattaysa buna iman yolunu göster, hidâyet yolunu göster, gidişini değiştir
diye dua etmek caizdir. Ama kâfir olarak, müşrik olarak öldüğü belli olduktan
sonra artık böyle bir insan için dua etmek de, istiğfar etmek de caiz değildir.
İşte âyet-i
kerîmede İbrahim (a.s)’ın babası hakkındaki istiğfarı gündeme getiriliyor.
İbrahim’in babası için istiğfarda bulunması sadece ona daha önce verdiği bir
söz dolayısıyla idi. İbrahim (a.s) babasına daha önce söz vermişti. Ey
babacığım ben senin için Rabbime istiğfarda bulunacağım. Senin için Rabbimden
bağışlanma dileyeceğim. Rabbim beni boş çevirmez, Rabbimin dualarımı kabul edeceğini
umarım buyurmuştu. Ama ne zaman ki ona babasının Allah’ın düşmanı olduğu
açıklandı, İbrahim (a.s) hemen ondan teberrî edip uzaklaştı. Muhakkak ki
İbrahim yufka yürekli, merhametli bir kuldu. Halîm, vakur, ağırbaşlı bir kuldu.
Allah yasasına muttali olur olmaz hemen vazgeçiverdi.
Müslümanlar, sizler benim İbrahim
peygamberimden daha mı merhametlisiniz ki o cehennemlik olduğu açıkça kendisine
belli olunca babası hakkında istiğfardan vazgeçiverdi; uyarısında bulunulmaktadır.
115. “Allah, bir milleti doğru
yola eriştirdikten sonra, sakınacakları şeyleri onlara açıklamadıkça, sapıklığa
düşürmez. Allah şüphesiz her şeyi bilir.”
Allah hidâyete ulaştırdığı bir
toplumu asla dalâlete düşürecek değildir. Ta ki onların sakınmaları gereken
şeyleri onlara açıklamadıkça. Yâni burada önceki uygulamalarından ötürü
mü’minlerin kınanmadıklarına şahit oluyoruz. Daha önceden mü’minler akrabalarından
haklarında dua ve istiğfar caiz olmayanlar için dua ve istiğfarda bulunuyorlardı.
Rabbimiz mü’minleri bu yasa öncesi yaptıklarından ötürü kınamadı. Çünkü onlar
bunu bu yasanın nüzûlünden önce yap-mışlardı. Rabbimiz önceki hatalarından
dolayı onları hesaba çekme-yeceğini müjdeliyor. Rabbimiz neyin yasak neyin
değil olduğunu açıklamadıkça, nelerden sakınılması gerektiği ortaya koymadıkça
onları asla dalâlete düşürmez.
Eğer bizler de şu ana kadar bu
yasayı bilmeden önce ters davranışlarda bulunmuşsak, şu andan itibaren vazgeçeceğiz.
Bizler de şu anda Rabbimizin bu metodunu anlamak ve kullanmak zorundayız. Yâni
insanlara nelerden sakınmaları gerektiğini, hangi amellerden uzak durmaları
gerektiğini bildirmeden, açıklamadan, hangi hareketin küfür olduğunu, hangi
davranışın ve inanışın şirk olduğunu, nelerin serbest, nelerin yasak olduğunu
açıkça bildirmeden insanları hemen suçlamaya gitmeyeceğiz, onları dalâlette
kabul etmeyeceğiz, şirkle, küfürle itham etmeyeceğiz. Hemen o insanları tekfir
etmeye kalkışmayacağız.
Bakın daha
önceden bu münâfık ve kâfir olarak geberip gidenler hakkında dua ve istiğfarda
bulunmak bir küfürdü. Bu asla peygamberlere ve müslümanlara yakışmayan bir
davranıştı. Ama daha önceden Rabbimiz bunu onlara açıklamadığından dolayı onları
bu konuda mazur gördü. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir. Kimin hangi niyetle
ne yaptığını ve sonunda eline ne geçeceğini en iyi bilen Allah’tır.
116. “Göklerin ve yerin
hükümranlığı elbette Allah'ındır; dirilten ve öldüren O'dur. Allah'tan başka
dost ve yardımcınız yoktur.”
Muhakkak ki göklerin ve yerin
mülkü, saltanatı Allah’a aittir. Göklere ve yere, göktekilere ve yerdekilere egemen
olan Allah’tır. Göktekiler ve yerdekiler üzerinde tek söz sahibi Allah’tır.
Hayat veren de Odur, öldüren de Odur. Hayatın sahibi de odur, ölümün sahibi de.
Hayatı veren de Odur, alan da. Hiç kimse bu konuda Ona ortak değildir.
Ve sizin Allah’tan başka ne bir
velîniz, ne bir karar merciiniz, ne bir yasa belirleyiciniz, ne bir dostunuz ve
yardımcınız vardır. Allah’tan başka bel bağlayıp güveneceğiniz, arzularını
gerçekleştireceğiniz, yasalarını uygulayacağınız, çektiği yere gideceğiniz bir
velîniz de, bir dostunuz da yoktur. Onun ortağı, yetkilileri ve yardımcıları yoktur.
Allah’tan başka gökler ve yerde tasarruf yetkisine sahip yoktur. Allah’tan
başka iyilik ve kötülük dokundurabilecek yoktur.
117. “Andolsun ki, Allah,
sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygambere uyan
muhacirlerle ensârın ve Peygamberin tevbelerini kabul etti. Tevbelerini, onlara
karşı şefkatli ve merhametli olduğu için kabul etmiştir.”
Muhakkak ki Allah elçisine,
ashabına, muhacirin ve ensâra tevbe, dönüş nasip etti. Onların dönüşlerini
kabul buyurdu. Onlar öy-le kimselerdir ki kalpleri neredeyse o zorluk seferinde
kaymak üzereyken, neredeyse Allah yolunda bir cihaddan geri kalmak üzereyken o
zorluk seferinde onlar kendilerine sahip çıkıp peygamber safında yer alıp,
onunla birlikte hareket ettiler. Evet onların içlerinde bir bölü
münün neredeyse kalbi kaymak üzereyken o güçlük saatinde
peygambere tâbi oldular. Tebûk’te peygamberi yalnız bırakmadılar.
Evet mü’minlerden böyle bir grup
da varmış. İmanları olduğu halde, mü’min oldukları halde, Allah ve Resûlüne
teslim oldukları halde yine de neredeyse kalpleri kayıp Tebûk seferinden geri
kalmak üzere olanlar varmış. Nefislerine mağlup olup geri kalmak üzerelerken
Rabbimiz onlara yardımını yetiştirmiş, onları korumuş ve tevbeyi ihsan buyurmuş
da hemen dönüş yapıp peygamberin yanında yerlerini almışlar. Çünkü O Allah o
mü’min kullarına karşı çok merhametlidir.
Ebu Hayseme
diye bir zât var. Resûlullah aleyhisselâm sefere çıktıktan sonra, güzel bir
bahçesi var. Hanımı bahçenin koyu gölgesi altında çayı hazırlamış, kahveyi
pişirmiş, pastaları getirmiş ve kocasını dâvet ediyor. Ebu Hayseme hemen
kalkıp: Hayır hayır, Resul (a.s) güneşin altında yolculuk yaparken benim burada
gölgeliklerin altında keyif çatmam doğdu değildir deyip hemen kalkıp ordunun
arkasından yola koyuluvermiş. Nefsinin arzularını bir kenara itip Allah yolunda
bir cihada yürüyüvermiş. Şeytan ve ordularının bütün vesvese ve saldırılarını
yenip Rasûlullah’ın ve beraberindeki müslümanların arkasına takılıvermiş.
Ve nihayet arkadan orduya
yetişirken de Rasulullah efendimiz; “keşke şu gelen Ebu Hayseme olaydı” buyurur
ve geldiği zaman bakarlar ki odur. Rasulullah efendimiz onu görünce kendisine
dua eder. “Ey Ebu Hayseme, Elhamdülillah ki Allah seni şeytana, nefsine, dünya
ve dünyalıklara tamah ederek ebedî saadet yurdu olan cenneti kaybetmekten
korudu. Elhamdülillah ki sonradan da olsa aramıza katılmayı başardın” dedi ve
bu başarısından dolayı onu tebrik etti.
Evet neredeyse kalpleri kaymak üzereyken
Rabbimiz onlara yardım etmiştir de Rasulullah’ın safına katılmışlardır. Tabii
daha önce Allah yolunda oldukları için Allah onları bu duruma düşmekten korumuştur.
118. “Bütün genişliğine rağmen yer,
dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırıp, Allah'tan başka sığınacak kimse olmadığını
anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul etti. Allah, tevbe
ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü O tevbeleri kabul eden,
merhametli olandır.”
Evet bütün genişliğine rağmen
yeryüzü kendilerine dar gelmiş, nefisleri daralmış, nefisleri kendilerini
sıkıştırmış ve Allah’tan başka sığınabilecekleri hiç bir sığınak, hiç bir
barınak kalmadığını anlamış o savaştan geri kalan, ya da tevbeleri geriye
bırakılan üç Müslümanın tevbesini de Allah kabul etmiştir. Allah onların dönüşlerini
de kabul etmiştir. Çünkü O Allah tevbeleri kabul eden, merhametli olandır.
Hani önceki
âyetlerde savaştan geri kalıp da günâhlarını itiraf edenlerden kimilerini
affettiğini, bazılarının tevbelerinin de geriye bı-rakıldığını anlatmıştı.
Allah onları ya affedecek ya da azaplandıracak buyurmuştu. İşte burada bu üç
kişi sonuçları Allah’ın emrine bıra-kılan üç kişidir. Bunlar orada da
söylediğimiz gibi Kâb Bin Mâlik, Mi-rare Bin Rebii ve Hilal Bin Ümeyye’dir. Bu müslümanlar
da cihaddan geri kalmışlar ama ötekiler gibi gelip bir mâzeret beyanında bulun-mamışlar,
tevbelerini açıkça ilân etmemişlerdi.
İşte Rasulullah efendimiz
ashabını bunlarla konuşmaktan men etmiş, bunlara selâmı yasaklamıştı. Bu durumda
tüm yeryüzü genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Peygamber ve müslümanların
kendilerine karşı takındıkları bu tavır karşısında bunalmışlar, daralmışlardı.
Yaşadıkları, doğup büyüdükleri şehirleri onlara yabancılaşmıştı. Tüm
tanıdıkları, tüm akrabaları onlara küsmüştü. Onlar şöyle biliyorlardı ki
Allah’tan kaçacak bir melce yoktur. Allah’tan sığınabilecekleri bir sığınak
yoktur. Allah’tan yine Allah’a sığınmanın dışında başka bir çarenin, başka bir
melcenin yokluğunu anladılar. Allah’ın tevbelerini kabul etmediği insanların
gidebilecekleri, başvurabilecekleri hiç bir yerlerinin olmadığını anladılar.
Allah’tan başka bir velîlerinin, bir yardımcılarının olmadığını, olamayacağını
anladılar. Allah’tan yine ancak Allah’a sığınacaklarını anladılar. Allah’ın
yardım etmediklerine peygamber de dahil hiç kimsenin yardım edemeyeceğini
anladılar.
Sonra Allah
onların tevbelerini kabul etti. Onlara imkân tanıdı. Tevbeleri kabul eden
yalnızca Allah’tır. Siyer kitaplarında uzunca konu anlatılmış. Kâb Bin Mâlik’in
o zamana kadar hiç o kadar zengin olmadığı, savaştan geri kalmak için hiç bir
mâzeretinin olmadığı bizzat kendi beyanıyla anlaşılmaktadır. Bir ihmal sonucu,
bir gaflet sonucu, son güne kadar oyalanıp geri kaldığı anlatılmaktadır. Ötekiler
de öyle yaparlar. Aslında imanlarında hiç bir şüpheleri olmadığı halde bu
seferden geri kalırlar. Ve kendileri gibi geriye kalan münâfıklara bakarak son
derece utanıyorlar. Rasulullah efendimiz seferden dönüp gidemeyenler gelip özür
dileyince, mâzeretler beyan edince Rasu-lullah efendimiz onların mâzeretlerini
kabul ediyor.
Sonra Kab Bin Mâlik geliyor,
Rasulullah efendimiz ona şöyle bir bakıyor, gel bakalım ey Kab, gel. Sen niçin
geri kaldın bu seferden? Diyor ki: Vallahi ey Allah’ın Resûlü şu anda senin
huzurunda de-ğil de dünya meliklerinin huzurunda olmuş olsaydım beliğ konuşmalarımla,
onların hoşnutluğunu kazanırdım. Ama ben biliyorum ki sen Allah’ın elçisisin.
Olmayan mâzeretler uydurarak seni kandırmayı becersem bile Allah bunu sana
haber verecektir. Onun için ben doğ-ruyu söyleyeceğim. Bu seferden geri kalmak
için hiç bir mâzeretim yoktu. Ancak ben ihmalkârlığımın kurbanı oldum diyor.
Rasulullah efendimiz o ayrıldıktan sonra işte bu doğru söyledi buyuruyor. Allah
senin hakkında hükmünü verene kadar bekle. Kab oradan ayrılınca akrabaları
sıkıştırıyorlar onu. Yazıklar olsun ey Kâb, keşke bir mâzeret söyleyip özür
dileseydin, Resul senin hakkında istiğfar etseydi Allah seni affederdi
diyorlar. Hattâ Kâb diyor ki neredeyse geri dönüp bir mâzeretle özür dilemeyi
düşündüm. Bu arada şunu sordum: Benden başka benim gibi söyleyen başka kimse
oldu mu? Dediler ki iki kişi daha var, filan ve filan. O zaman rahatladım ve
eve döndüm.
İnsanlar
fıtraten kendileri gibilerini ararlar. Gerek hata konusunda, günâh konusunda,
gerek iyilikler konusunda yardımcılar ararlar. Tek başlarınaysa bu insanlara
zor gelir. İşte emri bil’marufun ve nehyi anil’münkerin değeri buradadır. Sâlih
ameller ancak bir cemaat halinde işlenir. İyilik taraftarları da, günâh taraftarları
da kendilerine yardımcıları görünce rahatlarlar. Bu bir psikolojidir. İşte günâhkârla-rın
günâhları yaymaya çalışmalarının sebebi de budur. Günâhların yayılması
günâhkârların cesaretlerini artırmakta, onları rahatlatmak-tadır. Günâhları
işleme noktasında yalnız kalmaları onları rahatsız edecektir. İyilik taraftarları
da böyledir.
Rasulullah
efendimiz müslümanlara bu üç kişiyle tüm ilişkilerini kesmelerini emreder. Bu
boykottan, bu kamu oyu sıkıştırmasından dolayı onlar gerçekten çok sıkıntılı
günler yaşarlar. Böylece bir 40 gün geçer. En yakın akrabaları bile konuşmayı
ve selâmı keser onlarla. 40 günden sonra Rasulullah efendimiz ailelerine de
haber göndererek onların da onlardan uzak durmalarını emreder. Bunlardan en
yaşlı olanın hanımı kendisine bakacak kimsenin olmadığını ileri sürerek
Rasulullah’tan izin ister. Onun bu isteği kabul edilir onunla cinsel ilişki
kurmamak şartıyla.
Böylece 50 gün geçer ve işte bu
âyet gelir ve tevbeleri kabul edilir. Bu bir terbiye metoduydu ki Rabbimiz peygamberine
ve mü’-minlere böylece uygulatıverdi. Böylece bu savaştan geri kalan yak-laşık
80 kadar münâfık mâzeret beyan edip Rasulullah efendimizin kendileri hakkında
istiğfar etmesini istemişler. Ama bu üç samimi Mü-slüman doğruyu söylemişler,
yalana tevessül edip Allah ve Resulünü kandırmaya çalışmadılar; nihâyet sonuçta
yalan söylememelerinin karşılığını gördüler. İmanlarında samimi olduklarını
ortaya koydular, Allah da onları affettiğini müjdeledi.
Öyleyse bizler de bugüne kadar Allah
için çok büyük hizmetler ettim. Allah için şu şu cihadlarda, şu şu hizmetlerde
bulundum. Yeter artık şu hizmette de bulunmayıversem ne olacak dememeliyiz. Ben
bugüne kadar Allah yolunda şu kadar mal harcadım, bu sefer de harcamayıversem
ne olacak dememeliyiz. Allah’ın bizden istediği bir kulluk söz konusuysa, bir
fedâkarlık söz konusuysa, kâfirlerle bir savaş söz konusuysa o savaşta mutlaka müslümanlar
safında yer almalıyız. Müslümanlarla birlikte Allah’ın razı olacağı şekilde
hareket emeliyiz. Ölünceye kadar bu duyarlılığımızı sürdürmeliyiz.
Ve eğer İslâmî hareketin lideri
emrinde hareket eden müslü-manların birini cezalandıracak olursa, cezalandıran
açısından bu kin ve nefretten, intikam almaktan uzak olacak. Sadece Allah için
bir us-landırma, bir ıslah niyeti taşıyacak. Bir arındırma niyeti taşıyacak. Ce-zalandırılan
açısından da bunu kendisi hakkında hayırlı görecek, gü-nâhlarının affına sebep
sayacak, liderinin aleyhinde bir düşmanlık kampanyasına girişmeyecek, ihtilâfa
imkân vermeyecek. Bugüne ka-dar yaptığımız hizmetlerin tümünü göz ardı ettiler,
bizi topumun gözünde iki paralık ettiler demeyecek. Geçmişini öne dürerek
muhalefete kalkışmayacak. İmanında samimi ve ihlâslı olacak, imanının kıy-metini
bilecek.
İşte bakın bu üç samimi müslüman
50 gün boyunca liderlerinin bir işaretiyle müslüman kardeşlerinin kendilerine
küsmelerini, selâmı bile kesmelerini böyle karşıladılar. Yeryüzü tüm
genişliğine rağmen kendilerine dar geldiği halde, hattâ Gassan meliki: Muhammed
sana şöyle şöyle davranıp seni horlamış, gel bizim katımızda senin çok saygın
bir yerin var teklifine karşılık hasbünallal, bu da bir imtihan de-yip iltifat
etmemiştir. Her şeyimiz gidebilir bu dünyada. Tüm yakınlarımızı kaybedebiliriz.
Ama yeter ki biz müslümanlığımızı kaybetmeyelim dediler. Yeter ki Allah bizi
kulluğundan kovup çıkarmasın dediler. Tüm fedâkarlıkları göze aldılar. Rabbimiz
de sadâkatleri sebebiyle onları affettiğini müjdeleyiverdi.
Resul, emriyle onlara küsmüş olan
kardeşleri onların affedil-dikleri müjdesini alır almaz hepsi birden koşarcasına
onlara bu müjdeyi götürmüşler ve küskünlüklerinin sadece Allah ve Resûlü
hatırına olduğunu ortaya koyuvermişlerdi. Onları tekrar bağırlarına basmış-lardı.
Kâb Bin Mâlik diyor ki: Ben hemen müjdeyi alır almaz Rasulul-lah’ın huzuruna
gelip dedim ki, ey Allah’ın Resûlü bu müjde sizin tarafınızdan mı? Yoksa Allah
tarafından mı? Rasulullah buyurdu ki bu Al-lah’ın bağışlamasıdır. Bunu duyunca
hemen ben tüm malımı sadaka olarak dağıtıyorum dedim. Allah’ın Resulü hayır bir
kısmını kendine bırak buyurdu, ben de öyle yaptım diyor. Bayramımı böylece kutladım
diyor. Bizler de Rabbimizin bize ihsanlarına karşılık hemen Onun yolunda
sadakalar ihsan etmeliyiz. Şükürlerde bulunmalıyız.
119. “Ey inananlar! Allah'tan
sakının ve doğrularla beraber olun.”
Allah’a karşı takvalı olun.
Allah’a karşı kulluğunuzun bilincinde olun. Hep bir kulluk içinde olduğunuzun bilinci
içinde yaşayın. Rab-b’ınızın emirlerine karşı gelmekten sakının ve sadıklarla, doğrularla beraber olun. Doğru
söyleyenlerle, doğru yaşayanlarla beraber olun. İman iddiasında sadâkat
gösterenlerle beraber olun. İman iddialarını, teslimiyet iddialarını eyleme
dönüştürenler safında yerinizi alın. Sûre bütünlüğü içinde bu sadıklar
Rasulullah ve beraberindeki sahâbe-i ki-râm efendilerimizdir. Yalancılar da
işte önceki âyetlerde özellikleri or-taya konulan münâfıklardır. Yalan söylemeyen
bu üç ihlâslı mü’min önceden sadıklarla beraber olmamışlar, savaştan geri kalan
yalancılarla beraber olmuşlardı.
İşte Rabbimiz onları uyararak,
ama onlar şahsında kıyâmete kadar tüm mü’minleri uyararak sadıkların içinde
yerimizi almamızı öğütlüyor. Kâfirlerle yapılan bir savaşta mü’minlerle beraber
olun, ar-kada kalanlarla beraber olmayın buyuruyor. Sadıklarla,
Kur’an ve sünnetin tasdikçileriyle beraber olalım. Sadıkane vahye bağlı olanlarla
birlikte olalım. Değilse, bizi tam ve mükemmel kabul eden, bizim yaptığımız
her şeyi yalayıp yutanlarla beraber olursak helâkin eşiğinde olduğumuzu unutmayalım.
120. “Medinelilere ve
çevrelerinde bulunan bedevilere, savaşta Allah'ın peygamberinden geri kalmak,
kendilerini ona tercih etmek yaraşmaz. Çünkü Allah yolunda susuzluğa,
yorgunluğa, açlığa uğramak, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etmek ve düşmana
başarı kazandırmak karşılığında, onların yararlı bir iş yaptıkları mutlaka yazılır.
Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini zâyi etmez.”
Medineli mü’minlere ve
çevrelerinde yaşayan bedevilere savaşta, sadıkları yalnız bırakmaları yakışmaz.
Allah için bir savaşta
kendilerini geri plana alarak rahatlarını ona tercih
etmeleri onlara hiç bir zaman yakışmaz. Allah’ın elçisinin başına geleceklerin
kendi başlarına gelmemesini düşünmeleri imanla bağdaşır bir tercih değildir.
Allah’ın Resûlüne muhalefet etmek imanın gereği değildir. Peygamber neredeyse
mü’minler orada olmalıdır. Çünkü Allah ve Resûlünün sevgisi her sevginin
üstünde olmalıdır. Kişi peygamberini kendi nefsinden daha çok sevmedikçe gerçek
müslüman olamaz. Peygamber (a.s) bir kısım sıkıntılar çekerken bir müslümanın
kendisini o sıkıntıların dışında tutmaya çalışması mümkün değildir.
Çünkü Allah
yolunda bir yorgunluk, bir susuzluk çekmeniz, bir fedâkarlığı göze almanız ve
gerçekten kâfirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmanız, bir zaferle kucaklaşmanız
karşılığında mutlaka size sâlih bir amel sevabı yazılacaktır. Şüphesiz ki Allah
muhsinlerin, iyilik taraftarlarının ecirlerini zâyi etmez.
Yâni peygamber (a.s) Allah
yolunda çıktığı bir seferde susuz kalıyor, aç kalıyor, sıkıntı çekiyor. Bir
yerlere ayak basıyor, bir fetihte bulunuyor. Yâni kâfirleri öfkelendirecek
işler yapıyor. Kâfirlere darbeler indirme, onların gönüllerinde şimşekler
çaktırma adına iş yapıyor. Rabbimiz de onların çektikleri bu sıkıntılara
karşılık onlara bir iyilik, bir mükâfat yazıyor. Peki şimdi bu sevaptan sizler
mahrum mu kalacaksınız? Sizler istemiyor musunuz bu mükâfatları? Sizin ihtiyacınız
yok mu bunlara?
Yâni peygamber (a.s) bir köşk
yaptırıp evinde, sarayında rahat rahat, açlık ve susuzluk çekmeden, sıkıntılara
düşmeden oturmaya lâyık değil miydi? Biz ondan daha mı lâyığız da kendimizi
düşünüyoruz bugün? Niye onun hayatına, onun cihadına, onun açlığına, onun
susuzluğuna talip değiliz? Yoksa kendimizin ondan daha iyi bir hayata lâyık
olduğumuzu mu düşünüyoruz? Hayır hayır iman bu değildir. İman gerektiği zaman
aç kalmayı susuz kalmayı, yorulmayı gerektirir. Bunu unutmayacağız. Yine
unutmayacağız ki:
121. “Allah, yaptıklarının
karşılığını en güzel şekilde kendilerine vermek üzere, az veya çok sarf
ettikleri her şey, yürüdükleri her yol, onlar için yazılır.”
Allah’ın dininin hakîmiyeti adına
büyük, küçük, az çok ne infak etmişseniz, Allah yolunda neyi gözden çıkarmışsanız,
Allah yolunda, Allah’ın dininin tebliği yolunda, cihad yolunda bir adım atmış
bile olsanız, Onun yolunda birazcık yorulmuş bile olsanız unutmayın ki bunlar
sizin için yazılacaktır. Hiç bir şey boşa gitmeyecektir. Bu yolda döktüğünüz
iki damla ter, iki damla gözyaşı bile boşa gitmeyecektir. Allah onların
tamamını değerlendirmeye tâbi tutacaktır. Allah onları karşılıksız bırakacak
değildir. Allah onların yaptıklarının karşılığını da-ha güzeliyle verecektir.
122. “İnananlar toptan savaşa
çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini
geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece
belki yanlış hareketlerden çekinirler.”
Öyleyse mü’minlerin toptan savaşa
çıkmaları gerekmez. Tüm-den öne fırlamaları gerekmez. Onlardan her bir
topluluktan bir grup savaşa çıktığında dinde derin bir kavrayış elde etmek,
tefekkuh etmek, Allah’ın dinini en güzel bir şekilde öğrenip kavimleri kendilerine
döndüğü zaman onları uyarmak için kimileri geride kalabilir. Böylece onlar
dinde Allah’ın muradını kavrayıp yanlış hareketlerden sakınmış olurlar.
Evet
mü’minlerin tamamının toplu olarak savaşa katılmaları gerekmez. Her bir
gruptan, kabileden, şehirden, köyden, kasabadan bir grup geri kalsın. Niye
kalacaklar bunlar? Dini öğrenmek, dinde derinleşmek için. Ümmetin eğitim,
öğretim faaliyetlerini yürütmek için. Savaşa gidenler geri döndüklerinde onları
bu bilgilerle bilgilendirmek, onları uyarmak için. Anlaşılan budur. Yâni bir bölüm
kendilerini ilme adayıp savaşa gitmeyecek. Âyetlerin, hadislerin inceliğine
vakıf olacaklar ve toplumlarını bununla uyaracaklar. Savaşa gidenlerin savaş
sebebiyle mahrum kaldıkları ilmi onlara ulaştırsınlar. Çünkü savaş için, barış
için, her şey için ilim şarttır. İlimsiz hiç bir şey yapılamaz.
Veya bunun
bir başka anlamı da şöyle olacaktır: İslâm’ın hızla yayıldığı dönemlerde
ülkeler fethedildi ve hızla toplumlar İslâm’a girdiler. Tabii toplu olarak
böyle müslüman olan insanlardan pek çoğu girdikleri bu yeni dini
tanımıyorlardı. Bunlar Medine’ye geliyorlar ve İslâm’ı öğrenmeye
çalışıyorlardı. Rabbimiz de buyurdu ki insanlardan bir kısmı Medine’de kalıp
böyle dini tanımak isteyenlere dini öğretsinler buyuruyor. Yâni ey müslümanlar
nasıl kâfirlerle savaşmak zorun-daysanız aynı şekilde cehaletle de savaşmak
zorundasınız. İslâm’ın önündeki en büyük engel cehalettir. Dün de bugün de
İslâm’a düşman olanların düşmanlık sebebi cehalettir, bilgisizliktir. Cehaleti
yen-mek ülkeleri fethetmekten çok daha zordur. Müslüman olup da bu işin ilmine
vakıf olamayan nice toplumlar nice cahili anlayışlarını Allah’ın dinine sokup
bidat ve hurafeler peşinde bir hayat yaşamışlardır. Tarih bunun örnekleriyle
doludur. İşte önemine binaen müslümanlardan bir grup da bu işi üzerine
alacaktır buyuruyor Rabbimiz.
123. “Ey inananlar! Yakınınızda
bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki
Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.”
Ey mü’minler, kâfirlerden size en
yakın olanlarla, en yakınızdakilerle savaşın. Sizi kendilerine karşı sert görsünler.
Onlara karşı sert davranın ki bu onlar için caydırıcı olsun. Bilesiniz ki Allah
takva sahipleriyle, kendisi adına hareket edenlerle, kendisiyle yol bulanlarla
beraberdir. Evet kâfirlerle kıyasıya savaşacağız ki onlar bizde güç görecekler,
cesaret görecekler, imanda sebat ve kararlılık görecekler ve onlar için bu
caydırıcı olacaktır. Ve o zaman kâfirler asla mü’min-lerle bir savaşı göze
alamayacaklardır. Allah’la, Allah’ın diniyle alay edemeyecekler, müslümanlara
zulmedemeyeceklerdir.
Eğer biz onlarla savaşı göze
alamaz, onlar karşısında korkak davranırsak elbette onlar cesaret bulup bize
saldıracaklardır. Kitabımızın başka âyetlerinin beyanından anlıyoruz ki bu
kâfirlerin kalplerinde Allah korkusu olmadığı için onlar Allah’tan çok müslümanlardan
çekinmektedirler. Alçaklar! Korkulması gereken makamdan değil de mü’minlerden
korkmaktadırlar. Çünkü onlar fıkıhsız, fehimsiz, anlayışsız, kavrayışsız bir
toplumdur. Hayvanlardan daha beter bir güruhtur onlar. Onun içindir ki onlara
sert davranılmalı ki zulümleri durdurulabilsin. Bir de Rabbimizin işaretiyle en
yakındakilerden başlanmalıdır. Şunu iyi bilin ki onlarla girişilecek bir
savaşta Allah muttakilerle beraberdir. Savaşı, barışı yöneten, yönlendiren
Allah olduğuna ve Rab-bimiz muttakilerle beraber olduğuna göre savaşın sonucu
da bellidir. Sonuçta muttakiler galip geleceklerdir.
124. “Bir sûre inince, aralarında
“Bu, hanginizin imanını artırdı?”diyen ikiyüzlüler vardır. İnananların ise imanını
artırmıştır; onlar birbirlerine bunu müjdelemek isterler. Kalplerinde hastalık
olanların ise pisliklerine pislik katmıştır; onlar kâfir olarak ölmüşlerdir.”
Kendilerine bir sûre indirilince
onlardan şöyle diyenler de vardır: Şu sûre hanginizin imanını artırdı? Ne oldu?
Bu sûreyle imanı artan birisi var mı içinizde? Hangi imanınızı ziyadeleştirdi
bu sûre? Ne değiştirdi sizin hayatınızda? Neye yarar bu âyetler? diyerek alay
ederler. Allah âyetlerinin hayatlarında, imansızlık ve amelsizliklerinde kendilerine
hiçbir mânâ ifade etmediğini söyleyerek işlevlerini bitirmeye çalışırlar. Ama
iman edenlere gelince bu, onların imanlarını artır-mıştır ve onlar
birbirleriyle müjdeleşmektedirler. Bir iman birimleri daha arttığı için, bilmedikleri
bir konuyu daha öğrendikleri için bu yeni inen sûreyi birbirlerine aktararak
sevinirler. Kalplerinde hastalık olan münâfıklara gelince bu sûreler, bu
âyetler onların pisliklerine pislik, nifaklarına nifak katmaktadır.
Evet
Rabbimizin indirdiği âyetler, sûreler karşısında kâfir, münâfık ve mü’min
tavırlar anlatılıyor burada. Allah’a iman etmemiş, Allah’ı hakkıyla tanıyamamış
bir kâfire, bir münâfığa ne ifade edecek bu Kur’an? Ne ifade edecek bu âyetler?
Yâni şu Kur’an gibi bir Kur’an daha gelse, şu sûreler gibi bin sûre daha gelse
ne faydası olacak da böyleleri için? Allah’a, Allah’ın Rabb’lığına, Allah’ın
İlâhlığına, Allah’ın hayata karışıcılığına, Allah’ın vahiy göndericiliğine
inanmayan bir adama 6 bin değil 6 yüz bin âyet okusanız ne değişecek de? Bu âyetler
sadece mü’minlerin imanlarını artıracaktır. Her bir yeni gelen âyet, her bir
yeni iman birimini getirdiği için ona inanan mü’minlerin iman birimleri
artmaktadır. Amele dönüştürülen, pratiği aktarılan her bir âyet mü’minlerin
amellerini artırmaktadır.
Ve bu
âyetler münâfıkların murdarlıklarına murdarlık, pisliklerine pislik
katmaktadır. Evet kâfirlerin küfrünü artırıyor Kur’an, hastalıklı olanların da
hastalıklarını artırıyor, iman sahiplerinin de imanlarını artırıyor. Öyleyse bu
âyetle kendimizi bir sorgulamak zorundayız. Yâ-ni bu kadar âyet okuduğumuz
halde eğer bizim de imanlarımız art-mıyorsa, teslimiyetimiz artmıyorsa,
kulluklarımız artmıyorsa o zaman kendimizi gözden geçirmek zorundayız. O zaman
küfür ve nifak hastalıklarımız vardır Allah korusun. Allah’ın âyetlerini
tanıdıkça tanıdığımız oranda imanımız, kulluğumuz, takvamız ve teslimiyetimiz
art-malıdır.
Kur’an’dan
bilgilenmemizle imanımız aynı oranda artmalıdır. Dinimizin, inancımızın,
yolumuzun doğruluğuna dair şahitlerimiz ço-ğaldıkça, delillerimiz çoğaldıkça
itminanımız da çoğalacaktır. Kâfir-lerin, münâfıkların da aleyhlerinde deliller
çoğaldıkça küfürlerine kü-für, nifaklarına nifak katılacaktır. Her bir âyet
geldikçe kâfir ve mü-nâfık bir sıkıntıya daha düşecektir. Bir inkârına yeni bir
inkâr da ekle-necektir. Her bir âyete yeni bir inkâr getirecek, onu ortadan
kaldır-mak için yeni bir mücâdele geliştirmeye çalışacaktır. Yâni Allah’tan
gelen her bir emir, her bir yasa karşısında onu inkâra deliller bulmaya, ona
alternatifler üretmeye ve teoriler geliştirmeye çalışacaktır.
126. “Onlar, yılda iki defa
belâya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe
et-miyorlar, ibret de almıyorlar.”
Yâni bu adamlar yılda bir ya da
iki kere belâya uğratılıp imtihana çekildiklerinin farkında değiller mi? Kendilerine
gelen Allah uyarılarından, fitneye düşürülmelerinden, imtihana çekilmelerinden
haberleri yok mu bu adamların? Böyleyken adamlar yine de akıllarını başlarına
alıp tevbe etmiyorlar. Düşünüp yollarını, hayatlarını, kıblelerini değiştirip
Allah’ın istediği hayata yönelmiyorlar. Durumlarını gözden geçirip müslümanlığa
yönelmiyorlar.
Rabbimiz
her bir senede, her bir merhalede onları fitnelere çarptırıyor. Sıkıntı
veriyor, bolluk veriyor, hastalık veriyor, sağlık veriyor, başarı veriyor,
başarısızlık veriyor, bir şeyler göndererek onları uyarıyor. Ya da haklarında
her yıl bir iki âyet indiriyor, sûre indiriyor ve bu münâfıkların durumları
deşifre edilip açıklanıyordu. Nifak hastalıklarından kurtulmaları ve iman
etmeleri için Rabbimiz kendi bilgisini, gücünü göstermek üzere maskelerini
düşürüp akıllarını başlarına er-diriyordu. Ama adamlar hâlâ akıllanmıyorlar,
anlamaya yanaşmıyor-lardı. Demiyorlardı ki işte bu âyet bizi anlatıyor, bizi
deşifre ediyor, bi-zim içimizi dışımıza getiriyor, bizim maskemizi düşürüyor.
Bütün bunları bir beşerin bilmesi ve ortaya koyması mümkün değildir. Bunlar ol-sa,
olsa kaybın da şehâdetin de bilicisi bir Allah’tandır diyemiyorlar, imana
yönelemiyorlardı.
Veya işte
bu münâfıklar senede birkaç defa zor işlere, savaşlara, infaklara, bir takım
fedâkarlıklara çağrılıyorlardı. Ve her defasında bu münâfıklar nefislerine ağır
gelen, ancak samimiyetle inanmış bir mü’minin becerebileceği bu zorlu işlere
gelemiyorlardı. İşte tüm bunları Rabbimiz onları imana, tevbeye çağırmak için
yapıyordu. Kar-şılarına böyle fırsatlar çıkarıyordu. Ama bu adamlar Allah’ın
şahitliğine güvenmedikleri için inanmıyorlar, inanmaya yanaşmıyorlardı. Demek
ki bu imtihanlar, bu fitneler hem bizim imanlarımızın ölçüsünü ortaya çıkarıcı
birer imtihandır, hem de tevbe edip hatalarımızdan dönmemiz için birer
fırsattır.
127. “Bir sûre inince, “Sizi bir
kimse görüyor mu?” diye birbirlerine bakarlar, sonra dönüp giderler. Anlamaz
bir güruh olmalarına karşılık Allah onların kalplerini imandan döndürmüştür.”
Onlara, o münâfıklara her ne
zaman bir sûre indirilse hemen birbirlerine bakarlar ve sizi bir gören var mı?
derler ve sıvışıp giderler. Böyle nasipsiz davranmalarından ötürü Allah da onların
kalplerinin anlama özelliğini gideriyor, imandan döndürüveriyor. Çünkü onlar an-layışsız
bir kavimdirler. Anlamaya yanaşmayan bir toplum oldukları için Allah da onların
kalplerinin anlayışını gideriveriyor. Allah’ın kitabına karşı, Allah’ın
âyetlerine karşı sürüler kesildikleri için Allah da onları sürüler haline
getiriveriyor, hayvanlar haline getiriveriyor. İnsanlar kitaba karşı hayvanca
bir tavır takınmamalıdırlar. Duymalılar, dinlemeliler, kulak kabartmalılar, akl
etmeliler, anlamaya çalışmalılar ve gereğini yerine getirme kavgası içine girmeliler.
Evet
denileni anlayabilmek için önce dinlenmeli, kulak verilmelidir. Sonra onu
anlayabilmek için aklını yormalı, zihnini vermeli, tartmalı, ölçüp biçmelidir.
Tüm duyularını harekete geçirmeli, tüm cid-diyetini vermelidir. Değilse peşin bir
fikirle, güvensizlik duygusuyla dinlemeyenler, kulak vermeyenler Allah’ın
âyetlerini anlayamazlar. Dinleyip de anlamak için akıl yormayanlar, üzerinde
düşünmeyenler de anlayamazlar. Kendisi gibi yaratılmışların sözlerini anlayabilen
bir insan yaratıcısı olan Rabbinin sözlerini anlayamaz mı? İnsanlar dertlerini,
meramlarını anlatabiliyorlar da Allah meramını anlatmaktan âciz mi? Şu insanların
konuşmalarını anlayabilen herkes Allah’ın bu âyetlerini de anlayacaktır. Kimse
bu konuda bir mâzeret ileri süremez. Bu Allah’a iftiraların en büyüğüdür. Bu kitabı
okuyan, bu kitabı dinleyen ve üzerinde düşünen herkes bunu anlama imkânına sahiptir.
Ama inanmayanların, duymayanların, duymak istemeyenlerin kalplerini,
anlayışlarını da alıveriyor Rabbimiz. Kullanılmayan azalar elbette alınacaktır.
Ve onlar fehimsiz, anlayışsız bir kavim olup çıkacaklardır Allah korusun.
128. “Ey inananlar! Andolsun ki,
içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara
şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.”
İşte size kendinizden, kendi
nefsinizden, kendi içinizden, ken-di cinsinizden bir peygamber gelmiştir. Azîz,
şerefli, üstün, izzet sahibi bir peygamber. Sizin sıkıntı çekmeniz ona çok ağır
gelir. Sizin üzerinize çok hırslıdır o peygamber. Size karşı çok düşkündür.
Mü’min-lere karşı çok Raûf ve Rahîm olan bir peygamberdir o. Mü’minlerin
dünyada sıkıntıya düşmelerini, âhirette de cehenneme gitmelerini asla istemeyen
bir peygamber. Sizin hidâyetiniz, sizin kurtuluşunuz için çok haris, bunun için
yapamayacağı olmayan, her türlü çalışmayı göğüsleyen bir peygamber. Sizin
kurtuluşunuz için kendini fedâ edecek kadar hırslı bir peygamber.
Veya bunun
bir başka mânâsı da size sizin içinizden, sizin cinsinizden öyle bir peygamber
geldi ki size ağır gelenler ona da ağır gelmektedir. Size sıkıntı verenler ona
da sıkıntı vermektedir. Tıpkı si-zin gibi bir kuldur, bir beşerdir o. Sizinle
aynıdır o peygamber. Siz na-sıl açlık çekiyorsanız, siz nasıl hasta
oluyorsanız, siz nasıl yoruluyorsanız o da aynen sizin gibi yorulan bir peygamberdir.
Sizin zevk aldıklarınızdan zevk alan, sizin hoşlanmadıklarınızdan hoşlanmayan
bir peygamberdir. Sizden farklı değildir o peygamber. Kitabımızın pek çok
âyetinde bu konuya dikkat çekilir. Tarih boyunca kâfirler hep bu yönüyle kendilerine
gelen peygamberlerine karşı çıkmışlardır. Bu da tıpkı bizim gibi bir beşerdir,
biz bizim gibi bir beşere mi inanacağız? demişlerdir. Rabbimiz de ısrarla sizin
nefsinizden bir elçi gönderdik uyarısında bulunmaktadır.
Bir beşer
olarak bizden ayrı özel yönlerinin yanında peygamberler yemeleri, içmeleri,
yaşamaları, kullukları yönünden aynen bizim gibidirler. Bizden bir farkları
yoktur onların. Bizim gibi doğarlar, büyürler, yaşarlar ve ölürler. Peki hiç mi
farkları yoktur onların bizden? Evet. Onlar Allah tarafından insanların
hayatına karışmak üzere elçi olarak seçilmiş kimselerdir. Allah’ın yeryüzündeki
sözcüleridir onlar. Eğer o bizim adımıza seçilen elçiler bizimle aynıysa bu
bizim için şereflerin en büyüğüdür. Bu şereften tüm insanlık istifade eder.
Rabbimiz böylece içimizden birini elçi seçerek biz kullarına şereflerin en
büyüğünü bahşetmiştir. Biz bundan şeref duyuyoruz.
129. “Ey Muhammed! Eğer yüz
çevirirlerse de ki: “Allah bana yeter; O'ndan başka ilâh yoktur, yalnız O'na
güveniyorum; O büyük arşın Rabbidir.”
Ey peygamberim, eğer senden,
senin getirdiğin mesajdan, senin örneklediğin müslümanlıktan yüz çevirirlerse
sen de ki: Allah bana yeter. Ben bana düşeni yaptım. Ben size Rabbimin sözcülüğünü
yaptım. Ben size Rabbimin âyetlerini duyurdum. Ben sizi Rabbinize kulluğa
çağırdım. Ben sizin gözlerinizin önünde Rabbinizin sizden istediği kulluğu
örnekledim, gösterdim size. Artık bundan sonrası size aittir. İnanmazsanız bana
Allah yeter. İster kabul edin ister etmeyin, ister iman edin ister etmeyin,
ister benimle birlikte savaşa çıkın ister çıkmayın. Allah için çıkacağım bir
savaşta ister mal harcayın, ister harcamayıp cimrilik yapın. Benim hiç kimseye,
hiç bir şeye ihtiyacım yoktur. Bana Allah yeter, de. Her zaman ve zeminde, her
konuda Rabb’ım bana yeter, de.
Evet kul, Rabbinin
istediği bir hayatta olduğu sürece bunu diyecek. Rabbim bana yeter diyeceğiz.
Bize Allahtan başkası lâzım değildir. Allah var, başkasına gerek yoktur
diyeceğiz. Sadece Allah’a güveneceğiz, sadece Ona dayanacağız. Başkalarına
karşı korkusuz, hür ve özgür olabilmenin yolu bunu diyebilmeden geçer. Gerçek
güç kaynağının farkında olan müslüman hep özgürdür. Mü’min sadece Allah’tan
korkar, sadece Allah’a güvenip bağlanır. Çünkü her konuda Allah kuluna kâfidir.
Rızık vermede, korumada, hüküm vermede, ya-sa belirlemede Allah kuluna kâfidir.
Alîm olarak, Habir olarak, Rez-zak olarak, Rab olarak, İlâh olarak Allah
kâfidir. Bir başkasına ihti-yacımız yoktur. Başka yerlerde hikmet aramaya,
başkalarının bilgisiyle bilgilenmeye ihtiyacımız yoktur. Ondan başka rızık
vericilere ihtiyacımız yoktur. İzzeti ve şerefi sadece Onda görür, Ondan, Ona
kulluktan bekler başka hiç bir yerde izzet ve şeref aramayız. Kendimizi
başkalarına değil sadece Ona beğendirmeye çalışırız, Onun beğenisi bizim için
yeterlidir. Çünkü Ondan başka ilâh yoktur. Ondan başka kulluk edilecek, Ondan
başka arzuları yerine getirilecek yoktur.
Ben sadece
Ona tevekkül ediyor, sadece Ona güveniyorum. Allah bana yeter. Ben sadece Ona
teslimim. O yüce olan arşın sahibidir. O her şeye Kâdirdir. Ben Rabb’ıma güvenip
dayandıktan sonra, işlerimi Ona havale ettikten sonra Rabbim her şeye Kâdirdir,
mutlaka O benim yolumu açacak, bana yol gösterecek ve yardım edecektir. İşte
peygamberine böylece demesini, böylece inanıp güvenmesini istiyor Rabbimiz.
Bizler de eğer peygamber (a.s)’ın izindeysek, peygamber yolunun yolcuları isek
o zaman bizler de tıpkı pîşdârımız gibi bize düşeni yaptıktan sonra Allah bize
yeter diyeceğiz. Allah var ya ne gam? diyeceğiz. Tüm hesaplarımızı Rabbimize, Rabbimizin
arzularına göre yapacağız. Rabbimiz nasıl isterse öylece bir hayat yaşayacağız.
Bu sûreyle alâkalı bu kadar söz yeter. Rabbim dilediği gibi iman edip amele
dönüştürmeyi hepimize nasip buyursun. Ve âhiru dâ’vana enilhamdü lillahi Rabbil
âlemin.