FİL SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Konu: 2

Meali 2

İniş Sebebi 2

Olayın İçyüzü. 2

Olayın Cereyan Ettiği Tarih. 2

Olay Bir Mu'cize Midir?. 3

Fil Olayının Cereyan Tarzı 3

Atılan Taşların Türü Ve Açtıkları Yara. 5

Yenik Ekin Çöpü. 6

İki Sûre Arasındaki Münasebet: 6


FİL SÛRESİ

 

Müfessirlerin icmaına göre, Mekke'de inmiştir. Birinci âyetinde Mekke üzerine sevk edilen filler konu edildiğinden bu kelime aynı zamanda sû­reye isim olmuştur.

Allâme Zemahşerî'ye göre, bu sûre, Kâfirûn Sûresi'nden sonra in­miştir.[1]

Âyet sayısı: 5

Kelime    » : 20

Harf         » : 96[2]  

      

Sûrenin Kapsadığı Konu:

 

1- Kutsal Kabe'yi yıkmak ve San'a'da yaptırdığı mabedi onun yerine koyup Arapların yüzünü Yemen'e çevirmek; sonra da ticaret yollarını ken­di lehlerine değerlendirmek üzere Mekke üzerine yürüyen Ebreh'e ve or­dusu konu ediliyor.

2- Kutsal Kabe'yi, Emîn Belde'yi savunacak maddî gücün olmayışı sebebiyle CenâbHakk'ın kudretiyle tecelli edip tahribe gelen bir orduyu mu'cizevî bir yöntemle nasıl yok ettiği ibretli bir misal olarak veriliyor. [3] 

 

Meali

 

1- Fil sahiplerine Rabbı'nm neler ettiğini görmedin mi?

2- Onların hile ve düzenlerini boşa çıkarmadı mı?

3-4- Üzerlerine balçıktan yapılan sert taşlar atan Ebabil kuşlarını gönderdi de,

5- Onları yenik ekin çöpüne benzetti.

 

İniş Sebebi

 

Ebû’l-Hasan Nisabûrî'ye göre: Fil sahipleri kıssasıyla ilgili olup Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ordusunu CenâbHakk'ın nasıl yok ettiği konu edi­lerek indirilmiştir. [4]

 

Olayın İçyüzü

 

Tarihçilerin ve daha çok siyercilerin naklettikleri az farklı rivayetler­den, olayın biri siyasî ve ekonomik, diğeri dinî olmak üzere İk) ana sebebedayandığını anlıyoruz.

Siyasî ve ekonomik sebebi: O çağda, yani milattan sonra beşinci-al-tmcı asırda Bizans'ın Habeşistan ile işbirliği yaparak Arapların deniz ve kara yolu ticaretini ele geçirmek ve böylece Afrika, Hindistan ve benzen uzak ülkelerle doğrudan ticarî münasebete geçip Arapları devre dışı bırak­mak; aynı zamanda Arap Yarımadası üzerinde sömürücü bir ortam vücu­da getirmekti.

Dinî sebebi ise, Âyette ifadesjni bulduğu gibi, Arap Yarımadası'nda yaşamakta olan Arapları Kutsal Kabe'den koparıp San'â'da yaptırılan bü­yük kilisenin havasına sokup Arap hacılarını bu yeni mabede alıştırıp ısın­dırmaktı[5].

 

Olayın Cereyan Ettiği Tarih

 

Olayın milattan sonra cereyan ettiği kesindir.   Ancak   kaç   tarihinde meydana geldiği hakkında farklı rivayetler vardır. Şöyle ki:

a) Hüseyin Heykel Paşa, M.S. 570 yılında meydana geldiğini kaydet­miştir. Bu zatın heyetşinas {astronomi bilgini) olduğunu ve bu dalda iyi bir uzman sayıldığını dikkate alanlar, 570 tarihine ağırlık vermişlerdir.

b) Tirmizî'nin tesbit ettiği sahîh rivayete göre : Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz Fil Yıh'nda doğmuştur. Böylece bu tesbitle (a) maddesindeki tesbit birleşmektedir.

Nitekim Kays b. Muharrime şöyle demiştir:

«Ben ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Fil Yılın'da doğduk.» [6]

c)  Siyerci ve müfessir İbn Kesîr de olayı özetlerken şöyle demiştir:

«Şüphesiz Eshab-ı Fil olayı, Resûiüliah (A.S.) Efendimiz'in bi'setinden yana harikulade bir oluş (ve Onun gelmesine) bir tavtia (uygunluk ve va­sat arzeden) bir vak'adır. Çünkü en meşhur tesbitlere göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu olayın meydana geldiği yıl doğmuştur.» [7]

d) Ebû Nuaym ve Beyhakî'nin yaptığı rivayete göre, İbn Abbas (R.A.) şöyle demiştir: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Fil Yıh'nda doğmuştur..» [8]

Tefsîrde rivayet yolunu seçen İbn Cerîr ise, bu hususta herhangi bir rivayete yer vermemiştir.

Naklettiğimiz rivayetlerin hemen hepsi Fil Olayı'mn M.S. 570 veya 571 yılında meydana geldiğine ve aynı yılda Hz. Muhammed'in (A.S.) doğ­duğuna delâlet etmektedir.

Müfessir Alâeddin Ali ise, bu konuyla ilgili farklı rivayetleri şöyle sı­ralamaktadır :

a) Bazısına göre, Peygamber (A.S.) Efendimizin doğumundan 40 yıl önce meydana gelmiştir. Diğer bir kısmına göre, 23 yıl önce gerçekleş­miştir.

b) Siyer ve tarihçilerin çoğuna göre, sözü edilen olay, Resûlülah'ın (A.S.) doğduğu yıl meydana gelmiştir. [9]

Müfessir Kurtubî'nin tesbitine göre, birinci görüş Mukatil'e; ikinci gö­rüş Kelbî ve Ubeyd b. Umeyr'e göredir. Ayrıca Kurtubî, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in : «Ben Fil Yılı'nda doğdum» mealindeki hadîsiyle istidlal edip olayın Hz. Muhammed'in (A.S.) doğduğu yılda cereyan ettiğinin sıhhatini belirtmiştir. [10]

Nitekim yapılan rivayetlere göre, bu olaya şahit olup Ebrehe ordu­sunda yer alan filleri sevk ve idare edenlerden iki adamın gözlerini kay­betmiş bir halde Mekke'de perişan bir vaziyette yaşadıklarını gören hayli kimse olmuştur. Yaşının küçüklüğüne rağmen Hz. Aişe'nin (R.A.) da o iki amayı gördüğü söylenir. [11]

 

Olay Bir Mu'cize Midir?

 

Şüphesiz olayın cereyan tarzı, onun harikulade olduğunu, ilâhî mu1-cizeyle gerçekleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim ilim adamla­rından bir kısmı, Fil Kıssası'mn M.S. 570 veya 571 yılında meydana gel­diğini ve Resûlüllah'ın (A.S.) doğumunun aynı yılda gerçekleştiğini dik­kate alarak, olayın Onun mu'oizelerinden biri olduğunu belirtmişlerdir. Zi­ra bu görüşte olanlara göre, tecelli eden mu'cizevî olay, Resûlülah'ın (A.S.) dünyaya geldiğini te'kîd etmekte ve Onun kadrinin yüceliğini yansıtmak­tadır.Diğer bir kısım ilim adamları ise, mu'cizenin peygamberle ilgili olduğu takdirde Onun elinde, duâ ve isteği doğrultusunda tezahür ve te­celli edeceğini düşünerek, olayın Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'le il­gili bir mu'cize değil, ilâhî takdir hükmünün mu'cize şeklinde inmesidir, demişlerdir.

İster öyle, İster böyle olsun. Fil Olayı mutlak surette bir mu'cizedir. Allah daha iyisini bilir.[12]

 

Fil Olayının Cereyan Tarzı

 

Arap Yarımadası'nda bu kıssayı duymayan ve bilmeyen hemen he­men yok gibiydi. Olayın cereyan şekline şahit olan yaşlılar bildiklerini, gördüklerini ve duyduklarını yeni kuşaklara detaylı olarak anlatmış bulu­nuyorlardı. O bakımdan Cenâb-ı Hak, İslâm'ın, Kur'ân'ın, Hz. Peygambe­rin ve Kutsal Kabe'nin kadrini küçümseyen; ilâhî sınırları çiğneyerek Ka­be'yi puthane haline getirip orada Hakk'a ibâdete engel olan azgın müş­rikleri uyarmak için yakın geçmişte Allah'a karşı baş kaldırıp yeryüzünde ilk kurulan mabedi yıkmaya gelen şaşkın sapıkları, azgın zâlimleri nasıl yok ettiğini bildirirken olayın en ibretli safhasının özetini vermektedir.

Tarihçilerle siyerciler Fil Kıssası'nı hayli detaylı rivayet etmişlerdir. Biz ise yapılan tesbitlerin ve rivayetlerin bir özetini vermekle yetinmeyi uygun gördük. Şöyle ki:

Yemen'de Himyer hükümdarlarının  sonuncusu  Zunevas  müşrik  idi. Kur'ân'da anılan AshabUhdud'u da[13] onun işkence ve azapla öldür­düğü rivayet edilir. Yine rivayete göre, Nasrânî olan EshabUhdud yir-mibine yakın bir topluluktu. Onlardan sadece Devb Zu-Se'leban adında bir nefer kurtulmuş ve Şam meliki Kayser'e gidip sığınmıştı. Zira Kayser de Nasrânî idi. Bunun üzerine Kayser, Habeş kralı Necaşî'ye [14]bir mektup yazıp Eryat ve Ebrehe adında iki emirle gönderdi. Böylece güçlü bir orduy­la Yemen'e girdiler ve ülkenin altını üstüne getirdiler ve bu arada Him-yer'in son hükümdarı Zunevas da denizde boğulmuş oldu. Sonra bu iki emîr (Eryat ile Ebrehe) arasında görüş ayrılığı belirdi ve uzun bir tartış­madan sonra Eryat öldürüldü. Böylece Ebrehe tek söz sahibi olarak or­dunun başında kaldı.. Kısa zamanda kendini Habeş kralı Necaşî'ye kabul ettirdi. Sonra da hem onun, hem de Kayser'in gözüne girmek için San'â'da büyük bir kilise yaptırdı ve burayı Araplar için hac yeri olarak ilân etti. Arapların iki önemli kolu olan Adnanîler'le Kâhtanîler buna karşı çık­tılar. Kureyş Kabilesi mensupları ise, onların bu küstahlığına fazlasıyla öfkelendiler. Derken onlardan birkaç kişi San'â'ya varıp geceleyin adı ge­çen kiliseye girerek içini kirlettiler. Böyle çirkin bir davranışın Kureyşli'ler tarafından tezgâhlanıp ortaya konulduğunu tesbitte gecikmeyen Ebrehe, bu olayı amacına ve niyetine uygun değerlendirmeyi ihmal etmedi ve bu sebeple Kabe'yi yıkmak için meşru bir sebep elde ettiğine kendini inan­dırdı. Böylece belirtilen çirkin olay onun kötü niyetini tahrîk edip fiilî du­ruma itmiş oldu.

Ebrehe hemen hazırlığa başladı. İyi savaşçılardan bir ordu oluşturdu. Birkaç tane de eğitilmiş fili ordunun önüne katarak Mekke'ye doğru iler­ledi. Derken Rumlarla Habeşlilerin görüş birliği istikametinde bir gelişme başlatıldı. Arapların hem ticaret yolları ellerinden alınacak, hem de güven ve gurur kaynakları olan Kutsal Kabe yıkılıp yok edilecek ve arkasından bütün kabilelerin yüzleri San'â'daki mabede döndürülecekti.

Necaşî'nin ona hediye olarak gönderdiği Mahmud adlı fili ise en ön­de olmak üzere sekiz veya oniki kadar filden oluşan öncü kuvvetle harekât başlatıldı. Yemen meliklerinden Zunefer bu harekâtı durdurmak için hem kendi kuvvetlerini, hem de diğer Arapları savaşa çağırdı.. Katılanlar vu­rucu bir güç oluşturduylarsa da savaş neticesinde Ebrehe'ye yenik düştü­ler. Ebrehe, önünde durdurucu bir engel kalmayınca Taife geldiğinde ora halkı ona gereken ikramda bulunup herhangi bir vuruşmaya kapı açmak istemediler. Aynı zamanda Ebrehe'ye yol gösterip kılavuzluk yapması için Ebû Riğal adında bir adamı görevlendirdiler. Ebrehe,   Mekke yakınında, o günkü adı «el-Muğammes» olan yörede karargâh kurup Mekkeli'lere ait deve sürülerini yağma etti. Bu arada Resûlüllah'ın (A.S.) dedesi Abdül-muttalib'e ait ikiyüz kadar deve de yağma edilenler arasında bulunuyor­du. Hiçbir karşı mukavemetle karşılaşmayan Ebrehe, Kureyş Kabilesi'ne elçisini göndererek Mekke emîri ile görüşmek istediğini belirtti. O dönem­de ise, Mekke'nin söz sahibi olarak Abdülmuttalib bulunuyordu. Elçinin teklifini dinledikten sonra ona şöyle dedi: «Allah'a and olsun ki, sizinle savaşmayı düşünmüyoruz. Zira böyle güçlü bir orduyla savaşacak güç ve imkânımız yoktur. İşte şu gördüğün Allah'a ibâdet edilen Beytülharam'dır; aynı zamanda CenâbHakk'm Halîli İbrahim Peygamber'in (A.S.) ibâdet ettiği kutsal bir yerdir. Artık bu Beyt'in sahibi gelenlere engel olur. Bi­zim engel olacak bir ordumuz yoktur.»

Elçi ona: «Gel de Ebrehe ile görüş. Çünkü o sizinle görüşmeyi arzu ediyor ve beni bu maksatla gönderdi.» diyerek görevinin ne olduğunu be­lirtti.

Bu davet üzerine Abdülmuttalib elçiyle birlikte hareket edip Ebrehe'ye geldi. Ebrehe onun simasına, yüzündeki vakur görünüşe ve fiziksel yapısındaki heybete hayran kaldı ve saygı gösterme ihtiyacını duydu; tahtın­dan inip onunla birlikte bir döşek üzerine oturmayı tercîh etti. Sonra ter­cüman aracılığıyla bir arzu ve ihtiyacının olup olmadığını sordu. Abdül-muttalib, tek arzusunun yağma edilen ikiyüz devesinin kendisine geri veril­mesi olduğunu söyledi. Ebrehe hayretle ona baktı ve yakıştıramadı. «Mek­ke'nin söz sahibi ve ileri geleni olan zat, Kutsal Kabe'nin tahrîb edilme­mesini talep etmiyor da kendi şahsî malıyla meşgul olup onu kurtarmayı düşünüyor! Doğrusu bu zatt önce gözümde çok büyütmüştüm; ama şim­di ona karşı hiç de saygım kalmadı ve bir anda gözümden düştü» diye fısıldadı. Bunun üzerine Abdülmuttalib gayet sakin ve aynı soğukkanlılık­la şu cevabı verdi: «Ben sadece ikiyüz devenin sahibi olarak bulunuyo­rum. Kabe'nin ise sahibi ve Rabbı vardır ki O, kendi kutsal evini tahripten koruyacaktır.»  Ebrehe onun bu sözüne   karşı   sertleşti ve şöyle   dedi: «Onun sahibi ve Rabbısı beni engelliyecek değildir.» Abdülmuttalib: «İşte sen ve O!.» diyerek son sözünü söyledi. Ebrehe deve konusunda onun ar­zusunu yerine getirdi, ikiyüz devesini geri verdi. Abdülmuttalib Mekke'ye dönünce, halkın derhal şehri terketmesini söyledi. Böylece bir katliamdan kurtulmak için benzeri tedbirlere başvurdu.

Sabah olunca Ebrehe Kabe'yi yıkmak üzere harekete geçti. Ancak önde yürüttüğü büyük fil olduğu yere çöküp hareket etmedi. Başka isti­kamete çevrilince kalkıp hareket ediyor, Mekke'ye doğru çevrilince çö­küp kalıyordu. Derken Cenâb-ı Hak deniz tarafından kırlangıca benzer bi­raz büyükçe kuşları sürüler halinde sevk etti. Her kuş, biri gagasında, ikisi ayakları arasında olmak üzere üçer taş taşıyordu. İbn Kesîr'in nak­lettiğine göre, «Ebabil» diye adlandırılan bu kuşlar güvercinden biraz "kü­çük, ayakları kırmızı renkte idi. Sürüler halinde Ebrehe ve ordusunu yukarı­dan kuşatıp taşıdıkları taşlarla ölüm yağmuruna tuttular. Çok geçmeden koca bir orduyu mahv-u perişan edip dağıttılar.

İbn İshak'a göre : Atılan taşlardan biri de Ebrehe'ye isabet etti ve eti lime lime olup dökülmeye başladı. Ebrehe San'â'ya vardığında ancak bir kuş yavrusu kadar kalmış, âdeta bir iskelet halini almıştı.

Kur'ân'da nekre (belirsizlik ifade eden) «tayren» kelimesini, asıl ha­kikî manasından alıp başka bir manâda kullananlar da olmuştur. Nitekim müfessir Mustafa Merâğî, «Bu kuşların sivrisinek ve karasinek cinsinden olduğu da düşünülebilir» diyerek bu sineklerin birtakım bulaşıcı ve öldü­rücü hastalık doğuran mikrop ve parazitler taşıdığını ve Ebrehe ordusuna bu mikropları bulaştırdıklarını; çok geçmeden ordunun bu bulaşıcı ve öl­dürücü mikropların tesiriyle helak olduğunu değişik bir yorum olarak be-

lirtmiştir.[15]

Bütün bunlar kelime ve cümleyi, ortada bir karine olmadığı halde asıl delâlet ettiği manâdan uzaklaştırmak suretiyle olayın bir mu'cize niteliğin­de cereyan etmediğini ortaya koymaya yönelik yorumlardır. Oysa Ce­nâb-ı Hak «Tayren Ebabil» sözünü kullanmıştır ki, «tayr» uçan kuş anla­mına gelir ve asıl delâlet ettiği hakikî manası budur.

Mukatil b. Süleyman'ın rivayetine göre: Helak edilen Ebrehe ordusun­dan çok miktarda mal kaldı. O kadar ki, Abdülmuttalib'e bir çukuru dol­duracak kadar altın isabet etmiş bulunuyordu.[16]

 

Atılan Taşların Türü Ve Açtıkları Yara

 

Tarihçilerle siyerciler bu taşların türü ve açtığı yara hakkında farklı bilgiler vermişlerdir. Şöyle ki:

a) İbn İshak'ın Yakup b. Utbe'den yaptığı rivayete göre, adı geçenin şöyle dediğini nakletmiştir: «Arap toprağında kızamık ve çiçek hastalığı ilk defa olarak o yıl görülmüştür.» [17]

Yakup b. Utbe bu ifadesiyle, kuşların attığı taşların insan vücudunda bu hastalığa sebep olduğunu belirtmek istemiştir.

Ebû Nuaym'ın Atâ tarikiyle Dahhak'tan yaptığı rivayete göre: «Kuş­ların attığı taş onlardan birinin başına isabet ediyor ve o yüzden adamın eti ve kanı akıp dökülüyor, sadece bir iskelet olarak kalıyordu.»

İbn İshak'tn kızamık ve çiçek hastalığı diye ortaya koyduğu yorum pek isabetli bir tefsir değildir. Zira bu iki hastalık orduları yok edecek, kitle ölümüne sebep olacak nitelikte sayılmaz. Kızamık bulaşıcı bir hastalık­tır. Genel olarak iki yaşından on yaşına kadar olan çocuklarda görülür. 8-14 günlük kuluçka dönemi vardır. Ateş yapar ve öldürücü, etleri dökü­cü bir özellik taşımaz. Yeter ki, hastalık döneminde çocuk başka bula­şıcı ve öldürücü bir hastalıktan korunmuş olsun.

Çiçek Hastalığı, mikropla bulaşan tehlikeli bir hastalıktır. Yüksek ateşle başlar. Vücutta kırmızımtrak lekeler belirir. Bu kabarcıklar gözle­rin içinde de çıkabilir ve körlüğe sebep olabilir. Ama vücudun etlerinin dökülmesine sebep olduğu veya olacağı pek söylenemez.

Eğer murad-ı ilâhî Ebrehe ordusunu bu iki hastalıkla yok etmeye yö­nelik bulunsaydı, buna uygun bir anlatım tarzına yer verilir; ne uçan kuş­lardan, ne de taşıdıkları taşlardan söz edilirdi. Ancak yorumların tamamı­nı dikkate aldığımızda şöyle bir sonuç çıkarmamız mümkün olur: Ebabil kuşlarının attıkları-taşlar, o insanların vücudunda derin yara açıp kısa za­manda kitle ölümüne sebep olmuştur. Bu hastalık ne kızamıktır, ne de çi­çektir, bunlarla az benzerliği olan ayrı bir hastalıktır. Kuşlardan da mak­sat ne sinek, ne de sivrisinektir; attıkları taşlardan da maksat ne kıza­mık, ne de çiçek virüsleridir. Her yöhüyle ilâhî kudretin tecelli eden hük­münü yansıtan bir mu'cizedir.

Rivayetlerin bir kısmına göre ise, atılan taşlar, ateşli silâhlarla atılan kurşun misali kime isabet etmişse, delip geçmiş ve ölüm olayına sebep olmuştur.

Âyette atılan taşın türü hakkında kısa bilgi verilerek «siccil» kelimesi kullanılmıştır. Ancak ilim adamlarının bu isimle ilgili olarak farklı tesbit ve yorumlarının bulunduğunu görüyoruz :

a) Nahv bilgini Ebü Ubeyd'e göre : Sert, katı, şedîd madde demektir. Bu ifadeden ve tariften, taşların çok katı ve şedîd olduğunu anlıyoruz.

b) Müfessir Âlûsî'ye göre: Bu kelime «kova» manâsına gelen  «se-cebden türetilmiştir. Atılan taşlar, kovadan su boşanırcasına yağmur mi­sali indiği için onlara «siccil» denilmiştir.

c) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Bu kelimenin aslı Farsçadır. Taş manâ­sına olan «seng» ile çamur manâsına olan «gil»in birleşmesi ve Arapça-da (g) harfi olmadığı için de Arapların bunu «siggil» değil de «siccil» şek­linde telaffuz etmesi söz konusudur.[18]

Kurtubî'nin Ebû Salih'ten yaptığı rivayete göre, adı geçen şöyle de­miştir :

«Ben, Ebû Tâlib'in kızı Ümmuhâni'in evinde, o atılan taşlardan yak­laşık iki kafiz (ölçek) kadar gördüm ki, üzerlerinde kırmızı çizgiler bulunan siyah renkte idiler.» [19]

d) Kâfirlerin azabı yazılı olan divan demektir, «secal» kökünden tü­retilmiştir ki, «irsal» manasına gelir. [20]

Tabiatıyla bu bir ilâhî cezadır ki, tuğyan eden bir kavmi, bir orduyu yok etmiştir. Zira maddî sebep ve imkânların kesildiği yerde, azıp gelen zulme karşı CenâbHakk'ın kahhar sıfatı tecelli edip yok eden hükmünün inmesini çabuklaştırır.

O halde bu hetâk edilme olayı, ister atılan taşlarla öldürücü bir has­talık meydana getirmiş olsun, ister bedenî delip geçen şiddette bulunsun her yanıyla ve yönüyle bir mu'cizedir; hiçbir zaman tabii olaylarla kıyas-lanamaz.

Kaldı ki, Cenâb-ı Hak, Habeşli'lere ve tertipledikleri tahrip ordusuna sadece bu cezayı vermekle yetinmemiş, bir de İranlı'ları onlara musaltat ederek birkaç yıl içinde Habeş'in Yemen'deki iktidar ve sömürgeciliğine son verdirmiştir.

Şüphesiz gerek klasik tefsirlerde, gerekse siyer kitaplarında Fil Kıs-sası'nda geçen Ebabil kuşları, attıkları taşlar ve meydana gelen kitlesel ölüm hakkında birçok farklı rivayetler yer almaktadır. Çoğunun ciddi bir dayanağı yoktur. Ama ortada bir gerçeğin bulunduğu söz konusudur; o da Kutsal Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe'nin ordusuyla birlikte, deniz ta­rafından gönderilen kuşlar vasıtasıyla atılan taşlarla yok edilmesidir. O bakımdan bu konudaki rivayetlerin çoğunu nakletmekte fayda görmedik.

Kur'ân'da bu konuyla ilgili beyân çok muhteşem bir tasvîr mahiye­tinde ibret ve öğüt alınacak ana noktaları gözler önüne sermekte ve in­san duygusuna, aklına ve düşüncesine seslenilerek inkâr, azgınlık, ahlâk­sızlık ve zulmün; dine, dindara tecavüzün hiçbir aile, toplum ve millete; kavim ve aşirete iyilik, huzur, güven, istikrar ve rahmet getirmediği gibi kalıcı bir gerçek de vaadetmediği hatırlatılmaktadır. Öyle ki, böylelerinin sonu hüsran ve perişanlık olmuştur. Fil Kassası bunun sadece ibretli mi­sallerinden biridir. [21]

 

Yenik Ekin Çöpü

 

Kuşların attığı taşlarla hezimete uğratılıp yok edilen ordunun sonu tasvîr edilirken onların akıbeti «yenik ekin çöpü»ne benzetilmektedir. Bu sonuç ister bazı mikrop ve parazitler, öldürücü hastalık yayan virüsler tarafından, isterse diğer canlılar tarafından sözü edilen duruma getiril­miş olsun, olay çok düşündürücü ve anlamlıdır. İnen ilâhî azap hükmüyle mütecaviz ordunun vücutları delik-deşik edilmiş ve buna ilâveten ortaya çıkan öldürücü hastalıkla etleri dökülerek çer-çöp haline gelmiştir.

Böylece kitle halinde yok edildikleri ve aldıkları öldürücü yara neti­cesi çoğunun vücutlarında geniş tahribatın meydana geldiği anlaşılıyor. Bence rivayetleri bu tasvîr ve teşbîh doğrultusunda değerlendirip netice çıkarmak daha isabetli olur. Sonra da önce Hz. Peygamber'e (A.S.) ve ar­kasından Onun izinde yürüyen mü'minlere tuzak kurup kötülük yapmaya niyetlenen ve bu niyetini fiilî alana çıkartanlar uyarılıyor. Tutumlarından ve kötü niyetlerinden vazgeçmedikleri takdirde ilâhî adalet ve intikam hükmünün ineceği bildiriliyor.

Zira benzeri olayların ortaya çıkmasıyla benzeri hükümlerin inmesi sünnetullah gereğidir. İnkâr, zulüm ve tuğyanla birleşir de belli çizgiye gelirse, mutlaka ilâhî hüküm tecelli eder. Ancak onun ne şekilde tecelli edeceğini belirlemek hemen mümkün değildir. Bazan düşmanları harekete geçirmekle, bazan semavî bir afet indirmekle, bazan iç huzursuzluğu ve kargaşa doğurmakla tezahür eder.

Fil Kıssası'yla önce Mekkeli saldırgan müşrikler uyarılmış, sonra da kıyamete kadar hakka karşı çıkıp zulüm ve tecavüzü sanat edinen inkar­cılar, maddeci şaşkınlar uyarılmakta; her vesileyle insanların dinî inanç­larına, ibâdetlerine müdahale edilmemesi tenbih edilmektedir. [22]

 

İki Sûre Arasındaki Münasebet:

 

Fil Sûresi'nin tefsirinde belirttiğimiz gibi, Ebrehe ve ordusunun Mek­ke üzerine yürümesinin iki ana sebebi bulunuyordu : Biri, dinî, diğeri ti­carî idi. Resülüllah'ın (A.S.) dedesi Kusay'ın üstün gayreti ve ticarî deha­sıyla Mekke hem Emîn Belde olarak tanınmış, hem de önemli bir ticarî merkez olarak Arap Yarımadası'nda nâzım rol oynamıştır.

Habeş ve Rumların ticarî politikasına yönelik olarak Ebrehe böyle bir harekata girişmişti. Aynı zamanda Arapların yüzünü Kabe'den, San'â'daki mabede döndürme gayreti de söz konusu idi.

Kureyş Süresiyle bu inceliğe işaret edilerek Kureyş Kabilesi'nin hem bütün kabilelere Emîn Belde'nin güven havasını teneffüs ettirmeğe, hem de orayı, düzenledikleri ticarî kervanlarla güven içinde tutmak sure­tiyle önemli bir ticarî merkez haline getirmeğe muvaffak kılındıkları ha­tırlatılarak Mekkeli'lerin ve özellikle Kureyş Kabilesinin herkesten çok o Emîn Belde'nin Rabbına ibâdet etmelerinin lüzumu belirtilmektedir.

Bu sûrenin de tefsirine bizi muvaffak kılan CenâbHakk'a hamd-u senalar; Allah'ın muradını O'nun kullarına en güzel şekilde haber verip açıklayan Resûlüllah (A.S.) Efendimize ve Onun âl ve ashabına salât-ü selâmlar olsun.[23]

 



[1] Tefsiru’l-Keşşaf: 4/797.

[2] Lubabu’t-te’vil: 4/407.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6898.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6898.

[4] Nisaburi, Esbabu’n-nüzul: 306.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6899.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6899-7000.

[6] Tirmizi, Menakib; 2; Müsned-i Ahmed: 4/215.

[7] Tefsir-i İbn Kesir: 4/549.

[8] Şevkanî, Fethülkadîr: 5/497

[9] Tefsîr-i  Kurtubî : 20/194

[10] Tefsîr-i  Kurtubî : 20/194 (Kurtubî bu hadisin kaynağını ve senedini zik-retmemiştir.)

[11] Tefsîr-i  Kurtubî : 20/194

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7000-7001.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7001-7002.

[13] Bürûc: 85/4

[14] «Necaşî», Habeş kralları hakkında kullanılan ortak bir isimdir.

[15] Bilgi için bak: Tefslrül-Meragî:  30/242

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7002-7005.

[17] İbn Cerlr/Câmi'u'l-beyân Fi-Teîslri'1-Kur'ân:  30/196

[18] Tefsir-i Kurtubi: 20/195.

[19] Lubabu’t-te’vil: 4/410.

[20] Lubabu’t-te’vil: 4/410.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7005-7007.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7007-7008.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7008.