Atılan Taşların Türü Ve Açtıkları Yara
İki Sûre Arasındaki Münasebet:
Müfessirlerin icmaına göre, Mekke'de inmiştir. Birinci âyetinde Mekke
üzerine sevk edilen filler konu edildiğinden bu kelime aynı zamanda sûreye
isim olmuştur.
Allâme Zemahşerî'ye göre, bu sûre, Kâfirûn
Sûresi'nden sonra inmiştir.[1]
Âyet sayısı: 5
Kelime » : 20
Harf » : 96[2]
1- Kutsal
Kabe'yi yıkmak ve San'a'da yaptırdığı mabedi onun
yerine koyup Arapların yüzünü Yemen'e çevirmek; sonra da ticaret yollarını kendi
lehlerine değerlendirmek üzere Mekke üzerine yürüyen Ebreh'e
ve ordusu konu ediliyor.
2- Kutsal
Kabe'yi, Emîn Belde'yi savunacak maddî gücün olmayışı sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın kudretiyle
tecelli edip tahribe gelen bir orduyu mu'cizevî bir
yöntemle nasıl yok ettiği ibretli bir misal olarak veriliyor. [3]
1- Fil
sahiplerine Rabbı'nm neler ettiğini görmedin mi?
2- Onların
hile ve düzenlerini boşa çıkarmadı mı?
3-4- Üzerlerine
balçıktan yapılan sert taşlar atan Ebabil kuşlarını gönderdi de,
5- Onları
yenik ekin çöpüne benzetti.
Ebû’l-Hasan Nisabûrî'ye göre: Fil
sahipleri kıssasıyla ilgili olup Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe
ordusunu Cenâb-ı Hakk'ın
nasıl yok ettiği konu edilerek indirilmiştir. [4]
Tarihçilerin ve daha
çok siyercilerin naklettikleri az farklı rivayetlerden, olayın biri siyasî ve
ekonomik, diğeri dinî olmak üzere İk) ana sebebedayandığını anlıyoruz.
Siyasî ve ekonomik
sebebi: O çağda, yani milattan sonra beşinci-al-tmcı
asırda Bizans'ın Habeşistan ile işbirliği yaparak Arapların deniz ve kara yolu
ticaretini ele geçirmek ve böylece Afrika, Hindistan ve benzen uzak ülkelerle
doğrudan ticarî münasebete geçip Arapları devre dışı
bırakmak; aynı zamanda Arap Yarımadası üzerinde sömürücü bir ortam vücuda
getirmekti.
Dinî sebebi ise,
Âyette ifadesjni bulduğu gibi, Arap Yarımadası'nda
yaşamakta olan Arapları Kutsal Kabe'den koparıp San'â'da
yaptırılan büyük kilisenin havasına sokup Arap hacılarını bu yeni mabede
alıştırıp ısındırmaktı[5].
Olayın milattan sonra
cereyan ettiği kesindir. Ancak kaç
tarihinde meydana geldiği hakkında farklı rivayetler vardır. Şöyle ki:
a) Hüseyin
Heykel Paşa, M.S. 570 yılında meydana geldiğini kaydetmiştir. Bu zatın heyetşinas {astronomi bilgini) olduğunu ve bu dalda iyi bir
uzman sayıldığını dikkate alanlar, 570 tarihine ağırlık vermişlerdir.
b) Tirmizî'nin tesbit ettiği sahîh
rivayete göre : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Fil Yıh'nda doğmuştur. Böylece bu tesbitle
(a) maddesindeki tesbit birleşmektedir.
Nitekim Kays b. Muharrime şöyle demiştir:
«Ben ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Fil Yılın'da
doğduk.» [6]
c) Siyerci ve müfessir İbn
Kesîr de olayı özetlerken şöyle demiştir:
«Şüphesiz Eshab-ı Fil olayı, Resûiüliah
(A.S.) Efendimiz'in bi'setinden
yana harikulade bir oluş (ve Onun gelmesine) bir tavtia
(uygunluk ve vasat arzeden) bir vak'adır.
Çünkü en meşhur tesbitlere göre, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bu olayın meydana geldiği yıl doğmuştur.» [7]
d) Ebû Nuaym ve Beyhakî'nin
yaptığı rivayete göre, İbn Abbas
(R.A.) şöyle demiştir: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
Fil Yıh'nda doğmuştur..» [8]
Tefsîrde rivayet
yolunu seçen İbn Cerîr ise,
bu hususta herhangi bir rivayete yer vermemiştir.
Naklettiğimiz
rivayetlerin hemen hepsi Fil Olayı'mn M.S. 570 veya
571 yılında meydana geldiğine ve aynı yılda Hz.
Muhammed'in (A.S.) doğduğuna delâlet etmektedir.
Müfessir Alâeddin Ali ise, bu konuyla ilgili farklı rivayetleri
şöyle sıralamaktadır :
a) Bazısına
göre, Peygamber (A.S.) Efendimizin doğumundan 40 yıl önce meydana gelmiştir.
Diğer bir kısmına göre, 23 yıl önce gerçekleşmiştir.
b) Siyer ve
tarihçilerin çoğuna göre, sözü edilen olay, Resûlülah'ın
(A.S.) doğduğu yıl meydana gelmiştir. [9]
Müfessir Kurtubî'nin tesbitine göre,
birinci görüş Mukatil'e; ikinci görüş Kelbî ve Ubeyd b. Umeyr'e göredir. Ayrıca Kurtubî, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in :
«Ben Fil Yılı'nda doğdum» mealindeki hadîsiyle istidlal edip olayın Hz. Muhammed'in (A.S.) doğduğu yılda cereyan ettiğinin
sıhhatini belirtmiştir. [10]
Nitekim yapılan
rivayetlere göre, bu olaya şahit olup Ebrehe ordusunda
yer alan filleri sevk ve idare edenlerden iki adamın gözlerini kaybetmiş bir
halde Mekke'de perişan bir vaziyette yaşadıklarını gören hayli kimse olmuştur.
Yaşının küçüklüğüne rağmen Hz. Aişe'nin
(R.A.) da o iki amayı gördüğü söylenir. [11]
Şüphesiz olayın
cereyan tarzı, onun harikulade olduğunu, ilâhî mu1-cizeyle
gerçekleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim ilim adamlarından bir
kısmı, Fil Kıssası'mn M.S. 570 veya 571 yılında
meydana geldiğini ve Resûlüllah'ın (A.S.) doğumunun
aynı yılda gerçekleştiğini dikkate alarak, olayın Onun mu'oizelerinden
biri olduğunu belirtmişlerdir. Zira bu görüşte olanlara göre, tecelli eden mu'cizevî olay, Resûlülah'ın
(A.S.) dünyaya geldiğini te'kîd etmekte ve Onun
kadrinin yüceliğini yansıtmaktadır.Diğer bir kısım ilim adamları ise, mu'cizenin peygamberle ilgili olduğu takdirde Onun elinde,
duâ ve isteği doğrultusunda tezahür ve tecelli edeceğini düşünerek, olayın Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'le
ilgili bir mu'cize değil, ilâhî takdir hükmünün mu'cize şeklinde inmesidir, demişlerdir.
İster öyle, İster
böyle olsun. Fil Olayı mutlak surette bir mu'cizedir.
Allah daha iyisini bilir.[12]
Arap Yarımadası'nda bu
kıssayı duymayan ve bilmeyen hemen hemen yok gibiydi. Olayın cereyan şekline
şahit olan yaşlılar bildiklerini, gördüklerini ve duyduklarını yeni kuşaklara
detaylı olarak anlatmış bulunuyorlardı. O bakımdan Cenâb-ı
Hak, İslâm'ın, Kur'ân'ın, Hz.
Peygamberin ve Kutsal Kabe'nin kadrini küçümseyen; ilâhî sınırları çiğneyerek
Kabe'yi puthane haline getirip orada Hakk'a ibâdete engel olan azgın müşrikleri uyarmak için
yakın geçmişte Allah'a karşı baş kaldırıp yeryüzünde ilk kurulan mabedi yıkmaya
gelen şaşkın sapıkları, azgın zâlimleri nasıl yok ettiğini bildirirken olayın
en ibretli safhasının özetini vermektedir.
Tarihçilerle
siyerciler Fil Kıssası'nı hayli detaylı rivayet etmişlerdir. Biz ise yapılan tesbitlerin ve rivayetlerin bir özetini vermekle yetinmeyi
uygun gördük. Şöyle ki:
Yemen'de Himyer hükümdarlarının
sonuncusu Zunevas müşrik
idi. Kur'ân'da anılan Ashab-ı
Uhdud'u da[13] onun
işkence ve azapla öldürdüğü rivayet edilir. Yine rivayete göre, Nasrânî olan Eshab-ı Uhdud yir-mibine yakın bir topluluktu. Onlardan sadece Devb Zu-Se'leban
adında bir nefer kurtulmuş ve Şam meliki Kayser'e gidip sığınmıştı. Zira Kayser
de Nasrânî idi. Bunun üzerine Kayser, Habeş kralı Necaşî'ye
[14]bir
mektup yazıp Eryat ve Ebrehe
adında iki emirle gönderdi. Böylece güçlü bir orduyla Yemen'e girdiler ve
ülkenin altını üstüne getirdiler ve bu arada Him-yer'in
son hükümdarı Zunevas da denizde boğulmuş oldu. Sonra
bu iki emîr (Eryat ile Ebrehe)
arasında görüş ayrılığı belirdi ve uzun bir tartışmadan sonra Eryat öldürüldü. Böylece Ebrehe
tek söz sahibi olarak ordunun başında kaldı.. Kısa zamanda kendini Habeş kralı
Necaşî'ye kabul ettirdi. Sonra da hem onun, hem de
Kayser'in gözüne girmek için San'â'da büyük bir
kilise yaptırdı ve burayı Araplar için hac yeri olarak ilân etti. Arapların iki
önemli kolu olan Adnanîler'le Kâhtanîler
buna karşı çıktılar. Kureyş Kabilesi mensupları ise,
onların bu küstahlığına fazlasıyla öfkelendiler. Derken onlardan birkaç kişi San'â'ya varıp geceleyin adı geçen kiliseye girerek içini
kirlettiler. Böyle çirkin bir davranışın Kureyşli'ler
tarafından tezgâhlanıp ortaya konulduğunu tesbitte
gecikmeyen Ebrehe, bu olayı amacına ve niyetine uygun
değerlendirmeyi ihmal etmedi ve bu sebeple Kabe'yi yıkmak için meşru bir sebep
elde ettiğine kendini inandırdı. Böylece belirtilen çirkin olay onun kötü
niyetini tahrîk edip fiilî duruma itmiş oldu.
Ebrehe hemen hazırlığa başladı. İyi savaşçılardan bir ordu
oluşturdu. Birkaç tane de eğitilmiş fili ordunun önüne katarak Mekke'ye doğru
ilerledi. Derken Rumlarla Habeşlilerin görüş birliği istikametinde bir gelişme
başlatıldı. Arapların hem ticaret yolları ellerinden alınacak, hem de güven ve
gurur kaynakları olan Kutsal Kabe yıkılıp yok edilecek ve arkasından bütün
kabilelerin yüzleri San'â'daki mabede döndürülecekti.
Necaşî'nin ona hediye olarak gönderdiği Mahmud adlı fili ise en
önde olmak üzere sekiz veya oniki kadar filden
oluşan öncü kuvvetle harekât başlatıldı. Yemen meliklerinden Zunefer bu harekâtı durdurmak için hem kendi kuvvetlerini,
hem de diğer Arapları savaşa çağırdı.. Katılanlar vurucu bir güç oluşturduylarsa da savaş neticesinde Ebrehe'ye
yenik düştüler. Ebrehe, önünde durdurucu bir engel
kalmayınca Taife geldiğinde ora halkı ona gereken ikramda bulunup herhangi bir
vuruşmaya kapı açmak istemediler. Aynı zamanda Ebrehe'ye
yol gösterip kılavuzluk yapması için Ebû Riğal adında bir adamı görevlendirdiler. Ebrehe, Mekke
yakınında, o günkü adı «el-Muğammes» olan yörede
karargâh kurup Mekkeli'lere ait deve sürülerini yağma
etti. Bu arada Resûlüllah'ın (A.S.) dedesi Abdül-muttalib'e ait ikiyüz kadar deve de yağma edilenler arasında bulunuyordu.
Hiçbir karşı mukavemetle karşılaşmayan Ebrehe, Kureyş Kabilesi'ne elçisini göndererek Mekke emîri ile
görüşmek istediğini belirtti. O dönemde ise, Mekke'nin söz sahibi olarak Abdülmuttalib bulunuyordu. Elçinin teklifini dinledikten
sonra ona şöyle dedi: «Allah'a and olsun ki, sizinle
savaşmayı düşünmüyoruz. Zira böyle güçlü bir orduyla savaşacak güç ve imkânımız
yoktur. İşte şu gördüğün Allah'a ibâdet edilen Beytülharam'dır;
aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'm
Halîli İbrahim Peygamber'in (A.S.) ibâdet ettiği
kutsal bir yerdir. Artık bu Beyt'in sahibi gelenlere
engel olur. Bizim engel olacak bir ordumuz yoktur.»
Elçi ona: «Gel de Ebrehe ile görüş. Çünkü o sizinle görüşmeyi arzu ediyor ve
beni bu maksatla gönderdi.» diyerek görevinin ne olduğunu belirtti.
Bu davet üzerine Abdülmuttalib elçiyle birlikte hareket edip Ebrehe'ye geldi. Ebrehe onun
simasına, yüzündeki vakur görünüşe ve fiziksel yapısındaki heybete hayran kaldı
ve saygı gösterme ihtiyacını duydu; tahtından inip onunla birlikte bir döşek
üzerine oturmayı tercîh etti. Sonra tercüman aracılığıyla bir arzu ve
ihtiyacının olup olmadığını sordu. Abdül-muttalib, tek arzusunun yağma edilen ikiyüz
devesinin kendisine geri verilmesi olduğunu söyledi. Ebrehe
hayretle ona baktı ve yakıştıramadı. «Mekke'nin söz sahibi ve ileri geleni
olan zat, Kutsal Kabe'nin tahrîb edilmemesini talep
etmiyor da kendi şahsî malıyla meşgul olup onu kurtarmayı düşünüyor! Doğrusu bu
zatt önce gözümde çok büyütmüştüm; ama şimdi ona
karşı hiç de saygım kalmadı ve bir anda gözümden düştü» diye fısıldadı. Bunun
üzerine Abdülmuttalib gayet sakin ve aynı
soğukkanlılıkla şu cevabı verdi: «Ben sadece ikiyüz
devenin sahibi olarak bulunuyorum. Kabe'nin ise sahibi ve Rabbı
vardır ki O, kendi kutsal evini tahripten koruyacaktır.» Ebrehe onun bu
sözüne karşı sertleşti ve şöyle dedi: «Onun sahibi ve Rabbısı
beni engelliyecek değildir.» Abdülmuttalib: «İşte sen
ve O!.» diyerek son sözünü söyledi. Ebrehe deve
konusunda onun arzusunu yerine getirdi, ikiyüz
devesini geri verdi. Abdülmuttalib Mekke'ye dönünce,
halkın derhal şehri terketmesini söyledi. Böylece bir
katliamdan kurtulmak için benzeri tedbirlere başvurdu.
Sabah olunca Ebrehe Kabe'yi yıkmak üzere harekete geçti. Ancak önde
yürüttüğü büyük fil olduğu yere çöküp hareket etmedi. Başka istikamete
çevrilince kalkıp hareket ediyor, Mekke'ye doğru çevrilince çöküp kalıyordu.
Derken Cenâb-ı Hak deniz tarafından kırlangıca benzer
biraz büyükçe kuşları sürüler halinde sevk etti. Her kuş, biri gagasında,
ikisi ayakları arasında olmak üzere üçer taş taşıyordu. İbn
Kesîr'in naklettiğine göre, «Ebabil» diye adlandırılan bu kuşlar güvercinden
biraz "küçük, ayakları kırmızı renkte idi. Sürüler halinde Ebrehe ve ordusunu yukarıdan kuşatıp taşıdıkları taşlarla
ölüm yağmuruna tuttular. Çok geçmeden koca bir orduyu
mahv-u perişan edip dağıttılar.
İbn İshak'a göre : Atılan
taşlardan biri de Ebrehe'ye isabet etti ve eti lime lime olup dökülmeye başladı. Ebrehe
San'â'ya vardığında ancak bir kuş yavrusu kadar
kalmış, âdeta bir iskelet halini almıştı.
Kur'ân'da nekre (belirsizlik ifade eden) «tayren»
kelimesini, asıl hakikî manasından alıp başka bir manâda kullananlar da
olmuştur. Nitekim müfessir Mustafa Merâğî, «Bu
kuşların sivrisinek ve karasinek cinsinden olduğu da düşünülebilir» diyerek bu
sineklerin birtakım bulaşıcı ve öldürücü hastalık doğuran mikrop ve parazitler
taşıdığını ve Ebrehe ordusuna bu mikropları
bulaştırdıklarını; çok geçmeden ordunun bu bulaşıcı
ve öldürücü mikropların tesiriyle helak olduğunu değişik bir yorum olarak be-
lirtmiştir.[15]
Bütün bunlar kelime ve
cümleyi, ortada bir karine olmadığı halde asıl delâlet ettiği manâdan
uzaklaştırmak suretiyle olayın bir mu'cize niteliğinde
cereyan etmediğini ortaya koymaya yönelik yorumlardır. Oysa Cenâb-ı
Hak «Tayren Ebabil» sözünü kullanmıştır ki, «tayr» uçan kuş anlamına gelir ve asıl delâlet ettiği
hakikî manası budur.
Mukatil b. Süleyman'ın rivayetine göre: Helak edilen Ebrehe ordusundan çok miktarda mal kaldı. O kadar ki, Abdülmuttalib'e bir çukuru dolduracak kadar altın isabet
etmiş bulunuyordu.[16]
Tarihçilerle
siyerciler bu taşların türü ve açtığı yara hakkında farklı bilgiler
vermişlerdir. Şöyle ki:
a) İbn İshak'ın Yakup b. Utbe'den yaptığı rivayete göre, adı geçenin şöyle dediğini
nakletmiştir: «Arap toprağında kızamık ve çiçek hastalığı ilk defa olarak o yıl
görülmüştür.» [17]
Yakup b. Utbe bu ifadesiyle, kuşların attığı taşların insan
vücudunda bu hastalığa sebep olduğunu belirtmek istemiştir.
Ebû Nuaym'ın Atâ tarikiyle Dahhak'tan yaptığı rivayete göre: «Kuşların attığı taş
onlardan birinin başına isabet ediyor ve o yüzden adamın eti ve kanı akıp
dökülüyor, sadece bir iskelet olarak kalıyordu.»
İbn İshak'tn kızamık ve çiçek
hastalığı diye ortaya koyduğu yorum pek isabetli bir tefsir değildir. Zira bu
iki hastalık orduları yok edecek, kitle ölümüne sebep olacak nitelikte
sayılmaz. Kızamık bulaşıcı bir hastalıktır. Genel olarak iki yaşından on
yaşına kadar olan çocuklarda görülür. 8-14 günlük kuluçka dönemi vardır. Ateş
yapar ve öldürücü, etleri dökücü bir özellik taşımaz. Yeter ki, hastalık
döneminde çocuk başka bulaşıcı ve öldürücü bir hastalıktan korunmuş olsun.
Çiçek Hastalığı,
mikropla bulaşan tehlikeli bir hastalıktır. Yüksek ateşle başlar. Vücutta kırmızımtrak lekeler belirir. Bu kabarcıklar gözlerin
içinde de çıkabilir ve körlüğe sebep olabilir. Ama vücudun etlerinin
dökülmesine sebep olduğu veya olacağı pek söylenemez.
Eğer murad-ı ilâhî Ebrehe ordusunu bu
iki hastalıkla yok etmeye yönelik bulunsaydı, buna uygun bir anlatım tarzına
yer verilir; ne uçan kuşlardan, ne de taşıdıkları taşlardan söz edilirdi.
Ancak yorumların tamamını dikkate aldığımızda şöyle bir sonuç çıkarmamız
mümkün olur: Ebabil kuşlarının attıkları-taşlar, o insanların vücudunda derin
yara açıp kısa zamanda kitle ölümüne sebep olmuştur. Bu hastalık ne
kızamıktır, ne de çiçektir, bunlarla az benzerliği olan ayrı bir hastalıktır.
Kuşlardan da maksat ne sinek, ne de sivrisinektir; attıkları taşlardan da
maksat ne kızamık, ne de çiçek virüsleridir. Her yöhüyle
ilâhî kudretin tecelli eden hükmünü yansıtan bir mu'cizedir.
Rivayetlerin bir
kısmına göre ise, atılan taşlar, ateşli silâhlarla atılan kurşun misali kime
isabet etmişse, delip geçmiş ve ölüm olayına sebep olmuştur.
Âyette atılan taşın
türü hakkında kısa bilgi verilerek «siccil» kelimesi
kullanılmıştır. Ancak ilim adamlarının bu isimle ilgili olarak farklı tesbit ve yorumlarının bulunduğunu görüyoruz :
a) Nahv bilgini Ebü Ubeyd'e göre : Sert, katı, şedîd
madde demektir. Bu ifadeden ve tariften, taşların çok katı ve şedîd olduğunu anlıyoruz.
b) Müfessir Âlûsî'ye göre: Bu kelime «kova» manâsına gelen «se-cebden türetilmiştir. Atılan taşlar, kovadan su
boşanırcasına yağmur misali indiği için onlara «siccil»
denilmiştir.
c) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Bu
kelimenin aslı Farsçadır. Taş manâsına olan «seng» ile çamur manâsına olan «gil»in
birleşmesi ve Arapça-da (g) harfi olmadığı için de Arapların bunu «siggil» değil de «siccil» şeklinde
telaffuz etmesi söz konusudur.[18]
Kurtubî'nin Ebû Salih'ten yaptığı
rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir :
«Ben, Ebû Tâlib'in kızı Ümmuhâni'in evinde, o atılan taşlardan yaklaşık iki kafiz (ölçek) kadar gördüm ki, üzerlerinde kırmızı çizgiler
bulunan siyah renkte idiler.» [19]
d)
Kâfirlerin azabı yazılı olan divan demektir, «secal»
kökünden türetilmiştir ki, «irsal» manasına gelir. [20]
Tabiatıyla bu bir
ilâhî cezadır ki, tuğyan eden bir kavmi, bir orduyu yok etmiştir. Zira maddî
sebep ve imkânların kesildiği yerde, azıp gelen zulme karşı Cenâb-ı
Hakk'ın kahhar sıfatı
tecelli edip yok eden hükmünün inmesini çabuklaştırır.
O halde bu hetâk edilme olayı, ister atılan taşlarla öldürücü bir hastalık
meydana getirmiş olsun, ister bedenî delip geçen şiddette bulunsun her yanıyla
ve yönüyle bir mu'cizedir; hiçbir zaman tabii
olaylarla kıyas-lanamaz.
Kaldı ki, Cenâb-ı Hak, Habeşli'lere ve
tertipledikleri tahrip ordusuna sadece bu cezayı vermekle yetinmemiş, bir de
İranlı'ları onlara musaltat ederek birkaç yıl içinde
Habeş'in Yemen'deki iktidar ve sömürgeciliğine son verdirmiştir.
Şüphesiz gerek klasik
tefsirlerde, gerekse siyer kitaplarında Fil Kıs-sası'nda geçen Ebabil kuşları,
attıkları taşlar ve meydana gelen kitlesel ölüm hakkında birçok farklı
rivayetler yer almaktadır. Çoğunun ciddi bir dayanağı yoktur. Ama ortada bir
gerçeğin bulunduğu söz konusudur; o da Kutsal Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe'nin ordusuyla birlikte, deniz tarafından gönderilen
kuşlar vasıtasıyla atılan taşlarla yok edilmesidir. O bakımdan bu konudaki
rivayetlerin çoğunu nakletmekte fayda görmedik.
Kur'ân'da bu konuyla ilgili beyân çok muhteşem bir tasvîr
mahiyetinde ibret ve öğüt alınacak ana noktaları gözler önüne sermekte ve insan
duygusuna, aklına ve düşüncesine seslenilerek inkâr, azgınlık, ahlâksızlık ve
zulmün; dine, dindara tecavüzün hiçbir aile, toplum ve millete; kavim ve
aşirete iyilik, huzur, güven, istikrar ve rahmet getirmediği gibi kalıcı bir
gerçek de vaadetmediği hatırlatılmaktadır. Öyle ki, böylelerinin sonu hüsran ve perişanlık olmuştur. Fil Kassası bunun sadece ibretli misallerinden biridir. [21]
Kuşların attığı
taşlarla hezimete uğratılıp yok edilen ordunun sonu tasvîr edilirken onların
akıbeti «yenik ekin çöpü»ne benzetilmektedir. Bu sonuç ister bazı mikrop ve
parazitler, öldürücü hastalık yayan virüsler tarafından, isterse diğer canlılar
tarafından sözü edilen duruma getirilmiş olsun, olay çok düşündürücü ve
anlamlıdır. İnen ilâhî azap hükmüyle mütecaviz ordunun vücutları delik-deşik
edilmiş ve buna ilâveten ortaya çıkan öldürücü hastalıkla etleri dökülerek
çer-çöp haline gelmiştir.
Böylece kitle halinde
yok edildikleri ve aldıkları öldürücü yara neticesi çoğunun vücutlarında geniş
tahribatın meydana geldiği anlaşılıyor. Bence rivayetleri bu tasvîr ve teşbîh
doğrultusunda değerlendirip netice çıkarmak daha isabetli olur. Sonra da önce Hz. Peygamber'e (A.S.) ve arkasından Onun izinde yürüyen mü'minlere tuzak kurup kötülük yapmaya niyetlenen ve bu
niyetini fiilî alana çıkartanlar uyarılıyor. Tutumlarından ve kötü
niyetlerinden vazgeçmedikleri takdirde ilâhî adalet ve intikam hükmünün ineceği
bildiriliyor.
Zira benzeri olayların
ortaya çıkmasıyla benzeri hükümlerin inmesi sünnetullah
gereğidir. İnkâr, zulüm ve tuğyanla birleşir de belli çizgiye gelirse, mutlaka
ilâhî hüküm tecelli eder. Ancak onun ne şekilde tecelli edeceğini belirlemek
hemen mümkün değildir. Bazan düşmanları harekete
geçirmekle, bazan semavî bir afet indirmekle, bazan iç huzursuzluğu ve kargaşa doğurmakla tezahür eder.
Fil Kıssası'yla önce
Mekkeli saldırgan müşrikler uyarılmış, sonra da kıyamete kadar hakka karşı
çıkıp zulüm ve tecavüzü sanat edinen inkarcılar, maddeci şaşkınlar
uyarılmakta; her vesileyle insanların dinî inançlarına, ibâdetlerine müdahale
edilmemesi tenbih edilmektedir. [22]
Fil Sûresi'nin
tefsirinde belirttiğimiz gibi, Ebrehe ve ordusunun
Mekke üzerine yürümesinin iki ana sebebi bulunuyordu : Biri, dinî, diğeri ticarî
idi. Resülüllah'ın (A.S.) dedesi Kusay'ın
üstün gayreti ve ticarî dehasıyla Mekke hem Emîn Belde olarak tanınmış, hem de
önemli bir ticarî merkez olarak Arap Yarımadası'nda nâzım rol oynamıştır.
Habeş ve Rumların
ticarî politikasına yönelik olarak Ebrehe böyle bir
harekata girişmişti. Aynı zamanda Arapların yüzünü Kabe'den, San'â'daki mabede döndürme gayreti de söz konusu idi.
Kureyş Süresiyle bu inceliğe işaret edilerek Kureyş Kabilesi'nin hem bütün kabilelere Emîn Belde'nin
güven havasını teneffüs ettirmeğe, hem de orayı, düzenledikleri ticarî
kervanlarla güven içinde tutmak suretiyle önemli bir ticarî merkez haline
getirmeğe muvaffak kılındıkları hatırlatılarak Mekkeli'lerin
ve özellikle Kureyş Kabilesinin herkesten çok o Emîn
Belde'nin Rabbına ibâdet etmelerinin lüzumu
belirtilmektedir.
Bu sûrenin de
tefsirine bizi muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk'a hamd-u senalar; Allah'ın
muradını O'nun kullarına en güzel şekilde haber verip açıklayan Resûlüllah (A.S.) Efendimize ve Onun âl ve ashabına salât-ü selâmlar olsun.[23]
[1] Tefsiru’l-Keşşaf: 4/797.
[2] Lubabu’t-te’vil:
4/407.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6898.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6898.
[4] Nisaburi, Esbabu’n-nüzul: 306.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6899.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6899-7000.
[6] Tirmizi, Menakib;
2; Müsned-i Ahmed: 4/215.
[7] Tefsir-i İbn Kesir: 4/549.
[8] Şevkanî, Fethülkadîr:
5/497
[9] Tefsîr-i Kurtubî : 20/194
[10] Tefsîr-i Kurtubî : 20/194 (Kurtubî bu
hadisin kaynağını ve senedini zik-retmemiştir.)
[11] Tefsîr-i Kurtubî : 20/194
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7000-7001.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7001-7002.
[13] Bürûc: 85/4
[14] «Necaşî», Habeş kralları
hakkında kullanılan ortak bir isimdir.
[15] Bilgi için bak: Tefslrül-Meragî: 30/242
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7002-7005.
[17] İbn Cerlr/Câmi'u'l-beyân Fi-Teîslri'1-Kur'ân: 30/196
[18] Tefsir-i Kurtubi: 20/195.
[19] Lubabu’t-te’vil:
4/410.
[20] Lubabu’t-te’vil:
4/410.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7005-7007.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7007-7008.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7008.