Bu sûre, altt ayet olup, Mekkrdir.[1]
"Deki: Ey kafirler ..." (Kâfirûn, 1).[2]
Bil ki bu sûreye, "münâbeze",
"ihlas" ve "mükeşkeşe" isimleri de verilir. Rivayet
olunduğuna göre, kim bu sûreyi okursa, o kimse sanki Kur'ân'ın dörtte birini
okumuş gibi olur. Bunun izahı şudur: Kur'ân, emredilen şeyleri ve haram kılman
yasaklan ihtiva etmektedir. Bunların herbiri, kalblerle ve uzuvlarla ilgili
olmak üzere İkişer kısımdırlar. Bu sûre de, kalblerle ilgili olan yasaklardan
nehyi ihtiva etmektedir. Binâenaleyh bu sûre, Kur'ân'ın dörtte biridir. Allah
en iyi bilendir.[3]
Bil ki sûrenin başında "(De ki)" demesinin şu incelikleri
vardır:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s), bütün işleri hususunda, rıfk ve yumuşaklıkla hareket etmekle
emrolunmuştu. Nitekim Hak Teâlâ, "Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, onlar
senin etrafından dağılırlardı"{m imran, 169), Allah'dan olan bir rahmet
sayesinde sen onlara yumuşak oldun, mü'minlere karşı son derece şefkatli ve
merhametli oldun. Çünkü, "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak
gönderdik"(Enbiyâ, 107) buyurmuştur] Hz. Peygamber (s.a.s), insanları
Allah'a en güzel şekil ve yol ile çağırmakla memurdu Çünkü Allah Teâlâ,
"Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et" (Nahl, 125) buyurmuştur.
Durum böyle olunca ve Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, "Ey kafirler"
diye hitap edince, onlar, "bu kabalık sana nasıl uygun düşer"
dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Ben böyle söylemekle emrolundum. Bunu
kendiliğimden söylemiş değilim11 diye cevap verdi. O halde, ayetin başındaki
"De ki" sözüyle murad edilen, işte bu hususun ortaya konmasıdır.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, "En yakın akrabalarını inzar et"(şuara, 214)
denilip, o da, "De ki: Ben sizden akrabalarına duyulan sevginin dışında
sizden herhangi bir ücret istemiyorum" (şura, 23) ayetinden anlaşıldığı
üzere akrabalarını sevip, dolayısıyla akrabalık ve neseb birliği, sert bir
tavrın ortaya konulmasına mani gibi olunca, Hak Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
sert ve kaba davranmasını açıkça emretmiştir. İşte bu yüzden ona "De
ki:" denilmiştir.
3) Hz. Peygamber
(s.a.s), "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebhğ et. Eğer böyle
yapmazsan, görevini yapmamış olursun"(Mâide, 67) denilip, kendisine
indirilen şeylerin hepsini tebliğ etmesi emrolunup, Hak, Teâlâ ona, "(Ey
Habibim) De ki: Ey kafirler..." buyurunca, Hz. Peygamber, sanki,
"Allah Teâlâ bana, vahyettiklerinin tümünü aynen tebliğ etmemi emretti.
Bana indirilen şey ise, "De ki: Ey kafirler..." ifadesinin hepsidir.
Binâenaleyh ben de bunu insanlara, aynen indirildiği gibi tebliğ ediyorum"
demek istemiştir.
4) O
kafirler, bir yaratıcının varlığını, kendilerini yaratan ve rızık verenin o
olduğunu kabul ediyorlardı. Nitekim Hak Teâlâ, "Şayet "gökleri ve
yeri kim yarattı?" diye sorsan, onlar, "Allah"
derler"(Lokman,25) buyurmuştur. Kul, başkalarından kendine gelince
tahammül edemeyeceği şeylere,
efendisinden gelince katlanır.
Hz. Peygamber (s.a.s) de eğer "Ey kafirler" demiş olsaydı,
onlar bunu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir sözü olabileceğini düşünüp, belki de
buna tahammül edemeyerek, Hz. Muhammed (s.a.s)'e eziyet edebilirlerdi. Ama bu
ifadenin başında, "De ki" emrini duyunca, onun, bu sert ifadeyi,
gökleri ve yeri yaratandan naklettiğini anlamış olurlar da buna katlanabilir ve
Hz. Peygamber (s.a.s)'e olan eziyetleri artmaz.
5) Cenâb-ı
Hakk'ın, "De ki" ifadesi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah katından bir
elçi (peygamber) İmasını gerektirir. Binâenaleyh hernezaman ona, "De
ki" denilse, bu ifade, onun peygamberliğinin kesin olduğu hususunda, yeni
yayınlanmış (ilan edilmiş) bir belge gibi olur. Bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
alabildiğine yüceltildiğini gösterir. Çünkü bir padişah, memleketin idaresini,
adamlarından birine havale edip, o adamı için, her ay ve her yıl yeni belgeler
yazıp gönderince, bu, padişahın o adamına çok önem verdiğine ve her gün onun
şeref ve saygınlığını artırma niyeti içerisinde olduğuna delalet eder.
6)
Kafirler, "bir yıl senin ilahına biz ibadet edelim; bir yıl da sen bizim
ilahlarımıza ibadet et" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) sanki, "Bu
hususta Rabbimin emrini sorayım" demiş de, Allah Teâlâ da, "Ey
Resulüm "De ki: Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam"
demiştir.
7)
Kafirler, Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında kötü şeyler söylüyorlardı. Allah Teâlâ
da kafirleri bundan menediyor ve bu hususta onlara cevap veriyor, mesela,
"Sana buğzeden (yok mu), işte asıl zürriyetsiz olan odur"(Kevser, 3)
buyurmuştur. Buna göre Hak Teâlâ burada da şöyle demiştir: "Onlar senin
hakkında kötü şeyler söyleyince, bizzat Ben onların cevabını veriyorum.
Binâenaleyh onlar Benim hakkımda kötü şeyler söyleyip, ortaklarım olduğuna
inanınca, buna da bizzat sen cevap ver ve "Ey kafirler, sizin
taptıklarınıza ben tapmam" de."
8)
"Onlar sana "ebter" (zürriyetsiz) dediler. Şimdi eğer sen
onlardan, kısas yoluyla hakkını almak istersen, onları söylediğin şey hususunda
sadık olmak şartıyla, kötü sıfatları ile zemmet ve (mesela), "Ey
kafirler..." de." Şimdi bu iki şey arasındaki fark şudur: Onlar,
seni, senin fiilin olmayan ve senden kaynaklanan bir şeyle ayıpladılar. Sen ise
onları, onların fiili olan şeyle ayıplıyorsun.
9) Senin,
"Ey kafirler, sizin taptıklarınıza, ben tapmam" demen halinde, onlar,
"Bu senin mi, yoksa Rabbinin mi sözü? Eğer Rabbinin sözü ise, Habbin,
"Ben bu putlara İbadet etmem" demiş olur. Halbuki bizbu ibadeti,
Rabbinden değil, senden istiyoruz. Yok eer bu, senin sözün ise, kendiliğinden,
"Ben bu putlara ibadet etmem" demiş olursun. O halde daha niçin, sana
bunu söylemeyi Rabbinin emrettiğini söylüyorsun" derler. Ama Hak Teâlâ,
ayetin başında, "De ki;" deyince, böyle bir itiraza mahal kalmaz.
Çünkü "De" ifadesi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, putlara tapmaması ve
onlardan uzak kalmasının, Allah tarafından ona emredildiğine delalet eder.
10) Eğer,
ayet "Ey kafirler..." şeklinde indirilmiş olsaydı, Hz. Peygamber
(s.a.s), hiç şüphesiz o zaman bunu aynen okuyacaktır. Çünkü onun, vahiy
hususunda hainlik yapması mümkün değildir. Fakat Hak Teâlâ "Pe ki..."
buyurunca, bu, bu vahyin onlara tebliğ edilmesi gerektiği hususunda bir te'kid
gibi olmuş olur. Te'kid ise, bu işin çok önemli olduğunu gösterir. İşte böylece
bu ifade, onların söyleyip, Hz. Muhammed (s.a.s)'den yapmasını teklif ettikleri
şeyin, son derece yanlış ve çirkin bir şey olduğuna delalet etmiş olur.
11) Hak
Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Korkunca, tahiyye yapmak caizdir.
Fakat şu anda, senin kalbini Biz, "Hiç şüphesiz Biz sana kevseri
verdik" ve "Sana buğzeden (yok mu), şüphesizzürriyetsiz olan
odur" ayetlerimizle takviye ettiğimize göre, artık onlara aldırmaman,
dönüp bakmaman ve "Ey kafirler, ben
sizin taptıklarınıza tapmam" demen gerekir.
12) Allah
Teâlâ'nın kuluna doğrudan doğruya hitab etmesi, o kulun yüceliğini gösterir.
Baksana Allah Teâlâ, Kıyamet günü kafirlere konuşmayacağı hususunu, kafirlerin
hor ve hakirliğini gösteren şeyler cümlesinden saymıştır. Binâenaleyh Hak
Teâlâ, şimdi, "Ey kafirler" demiş olsaydı, bu şifahi bir hitab olması
açısından, ta'zimi; onları küfürle tavsif etmesi açısından da bir eziyeti
gerektirirdi. Eziyet de ikram ve ta'zim İle onarılmış olurdu. Ama Hak Teâlâ,
"De ki: Ey kafirler..." buyurunca, bu hitab edilme şerefi Hz.
Muhammed (s.a.s)'e; küfürle tavsif etme olan hor ve hakir kılma da o kafirlere
yönelik olmuş olur. Dolayısıyla burada, evliyaullahın (Allah dostlarının),
tazimi; Allah düşmanlarının İse hor ve hakir kılınmaları hususu yatmış olur ki
bu son derece güzel bir şeydir.
13) Hz.
Muhammed (s.a.s) de onların kavmindendi ve onlara karşı alabildiğine şefkat ve
re'fet içindeydi. Onlar da, Hz. Muhammed (s.a.s)'in yalan söylemediğini
kesinlikle biliyorlardı. Şimdi çocuğuna çok şefkat duyan, son derece doğru ve
yalandan uzak olan bir baba, kalkar da çocuğunu büyük bir ayıpla tavsif ederse,
eğer o çocuğun aklı varsa, kendisine son derece şefkatli bu babasının,
kendisini ancak, söylediği bu hususta doğru olduğu ve gizleyemeyecek bir
durumda olduğu için böyle söylediğini bilir. İşte bu sebeple Hak Teâlâ,
"Sen onlara son derece şefkatli ve yalandan alabildiğine uzak olduğun
halde, onları bu şekilde tavsif ettiğini, dolayısıyla da kendisinin bu kötü
sıfatı {kafirlik sıfatını) taşıdıklarını bilebilmeleri için, onlara "(Ey
resulüm), "Ey kafirler" de" buyurmuştur. Çünkü bu, bazan onları,
böylesi kötü sıfatlardan uzaklaşmaya ve sakınmaya sevkedebilir.
14)
Akrabanın niyet etmesi ve vahşice davranması, başkalarının eziyetinden daha
ağır ve çetin gelir. Binâenaleyh ey Resulüm, sen de, onların kabilesindensin,
onlar arasında büyüdün. Haydi onlara, "Ey kafirler" de. Belki böylece
bu söz onlara daha ağır ve çetin gelir de, onları küfürden uzaklaşmaya ve bu
hususta düşünüp araştırmaya sevkedici olur.
15) Hak
Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: Biz Asr Sûresi'nde "İman edip, salih
ameller işleyen ve de biribirlerine hakkı tavsiye eden, sabrı tavsiye eden
kimseler müstesna, bütün insanlar zarardadır" buyurduk. Kevser Sûresi'nde
de, "Hiç şüphesiz Biz sana kevseri verdik..." diye beyanda bulunduk.
Sen de, "O halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Kevser, 2)
emrimizin gereği, iman edip salih amelde bulundun. Geriye üzerinde, karşılıklı
hakkı ve sabrı tavsiye etme hususu kalmıştır. Bu iş ise, senin onları lisanen
ve aklî delillerle, Allah'dan başkasına ibadetten alıkoymandır. O halde,
"Ey kafirler, ben sizin taptıklarında, tapmam" de."
16) Hak
Teâlâ sanki şöyle demektedir: "Ey Muhammed, hani ben kısa bir zaman için,
sana vahiy göndermeyince, kafirlerin, "Allah Muhammed'i terketti ve ona öfkelendi"
dediklerini unuttun mu? Hani bu, sana çok güç gelmişti de Ben sana Duhâ
Sûresi'ni indirmiş ve kuşluk vakti ile kararlığını iyice döktüğünde geceye
yemin ederek, Rabbinin seni terketmediğini ve sana
öfkelenmediğini bildirmiştim.
Binâenaleyh sen, benim seni bir ay kadar bir müddet için yalnız (vahiysiz)
bırakmaması kabullenemeyip, kalbin
için yalnız (vahiysiz)
bırakmamamı kabullenemeyip, kalbin bundan hoşnud olmayıp, aleme,
"Rabbin seni terketmedi ve sana kızmadı" diye ilan ettiğine göre,
şimdi beni bir aylığına terketmene ve onların ilahlarına tapmakla meşgul olmana
kalbin razı olur mu? Şu halde, ben o töhmeti reddettiğime göre, sen de, bütün
aleme karşı, bu töhmeti reddederek, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza
tapmam" diyerek ilan et.
17) Müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den bir yıl
kendi ilahlarınıza, kendilerinin de bir yıl onun ilahına tapmayı tekfif edince,
Hz. Peygamber (s.a.s) sustu ve bu konuda birşey söylemedi. Bu sükut, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, onların dediklerinin hak olduğunu kalben onayladığı için
değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), onların bu tekliflerinin batıl olduğunu
kesinkes biliyordu. Fakat o, onlara ne şekilde cevap vereceğini, yani bu işin
imkansızlığına dair aklî deliller getirmek ile mi, yoksa onları bundan kılıçla
(savaşla) menetmekle mi, yahut da Allah'ın onlara azab indireceğini söylemekle
mi cevap vereceğini düşündüğü için durmuştu. Ama o kafirler, bu duruşu ganimet
(fırsat) bilerek, "Muhammed, bizim dinimize meyletti" demişlerdi.
İşte bu sebeple Hak Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ey Muhammed,
senin bu hususta duraklayıp cevap vermemen, aslında doğrudur. Fakat bu, bir
batılı doğurmuştur. Binâenaleyh o batıl-asılsız düşünceyi bertaraf etmek için,
onarımda bulun ve hakkı açıkça ilan ederek, "Ey kafirler, ben sizin
taptıklarınıza tapmam" de.
18) Hz.
Peygamber (s.a.s), Rabbi ona Miraç gecesinde, "Beni öv, medh-.ü sena
et" deyince, uluhiyyetin heybeti, ona hükümran olarak, "Ben sana
layık övgülerde bulunamam" dercesine susmuştu ve bu susma son derece güzel
olmuştu. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s) adeta, "Hz. Allah'ın heybetini
nazar-ı dikkate aldığın için, O'nu övüp sena etme hususunda durakladın, sustun.
Binâenaleyh, düşmanlarını zemmetme hususunda lisanını söz ve salıver de,
"Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam!" de... Böylece,
susman da, Allah için, konuşmanda Allah için olsun.." denilmek
istenmiştir. Şöyle bir izah da yapılabilir: "İlahî huzurda bulunmanın
azamet ve heybeti, senden konuşma gücünü aldı. Binâenaleyh sen, burada söyle
ki, senin sözünün heybeti de, o kafirlerden, konuşma gücünü alsın,
celbetsinl.."
19) Cenâb-ı
Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Sen onların taptıklarına tapma" demiş
olsaydı, bu sözden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in lisanen, "Sizin
taştıklarınıza tapmam.." demesi gerekmezdi. Ama, O, Hz. Muharnmed'e,
bizzat lisanı ile, "Sizin taptıklarınıza tapmam.." demesini
emredince, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, onların taptıklarına asla tapmaması
gerekmiştir. Eğer böyle yapmış olsaydı, onun sözü yalan olmuş olurdu. Böylece,
Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "De ki, ben sizin taptıklarınıza
tapmam..." buyurunca, bu sözden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bunu, bu hususu,
kalbi, lisanı ve uzuvlarıyla kabullenmediği neticesi çıkar. Ama Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Onların taptıklarına tapma" demiş olsaydı,
bu sözden, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, onların taptıklarına tapmadığı neticesi
çıkardı, ama, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu hususu kabullenmediğini lisanen
ortaya koyması neticesi ortaya çıkmazdı. Halbuki, alabildiğine kabullenmemenin
ise, ancak hem o işi bizatihi terketmek, hem de o işi lisanen yadırgama,
yapmamayı bildirme ile olacağı malumdur. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e, "De ki..." buyurması inkardaki ileri bir derece
ve şiddeti ifade eder. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, "De ki: Ben, sizin
taptıklarınıza tapmam..." buyurmuştur.
20) Tevhidin, yani
Allah'ın bir olduğunun
ifade edilmesi ve
ortakların bulunmadığının dile getirilmesi, arifler için bir cennet;
müşrikler için de ateştir, cehennemdir. Binâenaleyh, sen, sözünü, muvahhidler
için bir cennet; müşrikler için de bir cehennem yap da, "Ey o kafirler,
ben sizin taptıklarınıza tapmam!.." de.
21)
Kafirler, "Siz, bir yıl senin ilahına; sen de bir yıl, bizim ilahımıza
ibadet et" deyince, Hz. Muhammed (s.a.s) sustu ve "Eğer ben bunlara
şifahen reddiyede bulunursam, gücenirler ve kalblerinde, İslâm'a karşı bir
nefret meydana gelir..." düşüncesine kapıldı. Bu sebeple, Cenâb-ı Hak,
adeta, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Ey Muhammed, niye reddetmedin de sustun?..
Onların sana va'd ettikleri, dinini kabul etmeleri hususunda da bir arzu içine
girmene gelince, bu hususta senin onlara ihtiyacın yoktur. Çünkü biz sana,
"Kevser"i verdik. Onlardan korkmana gelince de, biz senden bu korkuyu
"Sana buğzeden (yok mu)? Asılzürriyetsiz olan işte odur..." buyurmak
suretiyle izale ettik. Öyleyse, onlara bakma ve onların sözlerine aldırma da,
"ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" de..." demek
istemiştir.
22) "Ey
Muhammed, ben, senin hakkını, kendi hakkıma üstün tütüp da, "Kitaplılardan
ve müşriklerden küfredenler..."(Beyyine, 1) dediğini, böylece küfür
meselesinde, ehl-i kitabı, müşriklerden önce getirdiğini unuttun mu? Çünkü,
ehl-i kitabın tenkitleri, senin, müşriklerin tenkitleri ise, benim hakkımda
idi. Böylece ben, senin hakkını Benim hakkımdan üstün gördün de, kınama
hususunda, (Bey yi ne Sûresi'nde), senin hakkını benim hakkımdan önce
getirdim... Sen de, böyle yapmıştın. Çünkü, onlar, (Uhud'da) senin dişini
kırınca, sen, "Allahım, kavmime hidayet nasib et... Zira onlar bilmiyorlar"
demiştin. Ama, Hendek Savaşı'nda, onlar seni, kılacağın namazdan alıkoyduğunda
ise, "Allahım, bunların karınlarını ateşle doldur..." demiştin.
Binâenaleyh, burada da, sen onlardan ister kork, ister korkma, benim hakkımı
kendi hakkına üstün tut da, onların sözlerini kabullenmediğini ortaya koy ve
"Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam... de."
23)
Cenâb-ı Mak adeta şöyle demek istemiştir: "Zeyd'in karısı (Zeyneb)
hadisesi, bu hadiseye nisbetle önemsizdir. Ama ben orada, o hususta, senin,
kalbinde bir şey saklayıp da onu Eisanen izhar etmemene rıza göstermedim. Tam
aksine sana, itap yollu, "Allah'ın ortaya koyacağı şeyi içinde tutuyor,
insanları sayıyor, dedikodularından korkuyorsun... Halbuki, sayılmaya daha
layık olan ise Allah'tır" dedim. Şimdi ben, o önemsiz hadisede,
senin, meseleyi ortaya koymana ve ancak
insanların dedikodularına aldırmamana razı olurken, şimdi bu meselede —ki bu,
en büyük meseledir—, senin susmana nasıl razı olabilirim? O halde, açık seçik
olarak, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."
de.."
24) Ey Muhammed,
Ben sana, "İsteseydik, her
beldeye bir uyana gönderirdik..." (Furkan, 51)
dememiş miydim? Sonra ben, bunca gücüme rağmen, senin tarafını gözettim; senin
kalbini hoşnut etmeyi yeğledim ve aleme, "Ben bu risalet görevini, Hz.
Muhammed (s.a.s)'le başkaları arasında müşterek yapmayacağım. Tam aksine, bu
risalet görevi başkasının değil, onundur" diye haykırdım. Çünkü ben,
"Fakat o, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur"(Ahzab,40)
dedim. O halde sen, senin tapınılma hususunda, başkalarının benim ortağım
olmalarının aklen imkansız olduğunu bildiğin için, senin böyle bir ortaklığın
olamayacağını, aleme haydi haydi haykırman ye "Ey o kafirler, sizin
taptıklarınıza tapmam" demen gerekir.
25)
Cenâb-ı Hak adeta şöyle demiştir: "O topluluk sana geldiler. Onların sana;
senin de, onların dinine uyman hususunda seni arzulandırdılar da, sen de, bu
hususu kabullenmeme ve reddetme hususunda sustun. Halbuki ben, sana yapılan
biati, Bana yapılmış biat addetmemiş miydim? Çünkü Ben, "Sana biat edenler
yok mu? Onlar aslında Allah'a biat etmişlerdir" (Fetih, 10) demiş, böylece
sana yapılan bağlılığı, Kendime olan tabi oluş addetmiştim. Çünkü Ben ayrıca,
"Ey Resulüm, de ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi
sevsin..."(Tevbe,3) dedim. O halde, sen de bunu, açıkça ifade et ve
"Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam..." de.
26) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir:
"ben sana karşı, bir babanın çocuğuna karşı duyacağı şefkatten daha fazla
şefkat duymadım mı? Hem sonra, kişinin babasının yanında aç ve çıplak kalması,
yabancıların yanında tok kalmasından daha güzeldir. Nasıl böyle olmasın ki?!
Açlık, onlar içindir. Zira onların putları hayattan uzak ve aç, bütün
sıfatlardan ise soyutlanmışlardır. Ve üstelik onlar, ilimden nasibsiz, takvadan
halidirler. Sense Beni denedin. Ben seni yetim, kaybolmuş ve fakir bulmadım mı?
Senin kalbini genişletmedim mi? Ebû Bekir es-Sıddîk'ı, sana bir hazine; Ömer
el-Faruk'u heybet; Osman'ı (mali yönden) bir destek; Ali'yi de, ilmin kalesi
olarak vermedim mi? Senin beldeni harap etmeye çalışırlarken o fil ordusunun
hakkından gelmedim mi? Kuş ve ya yolculukları hususunda, atalarına kafi
gelmedim mi? Sana, kevser'i vermedim mi? Senin hasmının zürriyetsiz olduğunu
söylemeyi üstlenmedim mi? Senin deden (Hz. İbrahim), putları kırıp geçirdikten
sonra bu putlar hakkında, "Niçin, duymayan görmeyen ve sana hiç faydası
olmayan şeylere tapıyorsun?.."(Meryem,42) demedi mi? O halde, sen de bu
putlardan uzak ve beri olduğunu açıkça ifade et de, "Ey o kafirler ben
sizin taptıklarınıza tapmam" de."
27) Allah
Teâlâ adeta şöyle demek istemiştir: "Ben sana, "Allah'ı, atalarınızı
anmanız gibi ya da daha ileri derecede anınız... "{Bakara, 200) ayetini
indirmedim mi? Hem sonra, birisi, senin iki baban olduğunu söylese, öfkelenir,
bunu kesinlikle kabul etmez ve bu husustaki tavrını alabildiğine ortaya kor ve
hatta, "Ben evlilikden doğmuş bir çocuğum... Zinadan doğmuş bir çocuk
değil!" dersin. Binâenaleyh, sen, doğum hususunda bir ortaklığın bulunduğunun
söylenmesi durumunda susmadığına göre, ibadetteki ortaklığın bulunması halinde
nasıl susarsın? Tam aksine, bunu kabul edemeyeceğini ortaya koy ve bu hususu,
çok net bir biçimde nefyederek, "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza
tapmam..." de.
28) Cenâb-ı
Hak adeta şöyle der: "Ben sana, "Yaratan, hiç, yaratmayan gibi olur
mu? Tezekkür etmez misin?!"(Nahi, 17) ayetini indirmedim mi? Ve ben,
yaratan ilah (Allah) ile, cansız putları, mabudiyette bir sayan, rr.üsavi
addeden kimselerin aklı olmadığına; tam aksine, mecnun ve deli olduklarına
hükmettim. Sonra ben, yemin ederek, "Nûn... Kaleme ve yazdıkları şeylere
yemin olsun ki, Sen, Rabbinin nimeti sebebiyle bir mecnun
değilsin..."(Kalem, 1-2) dedim. Halbuki kafiler, senin mecnun olduğunu
söylerler!.. Binâenaleyh sen, onların sözlerini, açıkça reddet. Çünkü, böyle
demen, benim, şirk ayıbından beri ve uzak olduğunu; senin de, delilik ve cürüm
kusurundan uzak olduğunu ifade eder. O halde sen, "Ey o kafirler, ben,
sizin taptıklarınıza tapmam..." de..."
29) O kafirler,
putlarına, "ilah" adını verdiler. Halbuki, isimde müştereklik, mana
ve özde de müşterekliği gerektirmez. Baksana, erkek ve kadın, insan olma
hususunda hakikat bakımından müşterektirler. Ama, daha bilgili ve iktidarlı
oldukları için, yöneticilik kocaların payıdır. Yani kim daha bilgili ve daha
iktidarlı ise, hüküm vermede, haklarının tümü onundur. Binâenaleyh, kesinlikle,
kudret ve ilim namına bir şeyi bulunmayan kimsenin değer verip hüküm biçmede
nasıl hakki olabilir?
Burada şu da denebilir: İki erkek ve kadının kendi
hanımları olduğunu iddia etseler de, bu hususta an I assalar, bu caiz olmaz.
Hatta, bunlardan herbiri, o kadının kendi eşi olduğuna dair beyyine getirse
bile, bu kadının onlardan birinin hanımı olduğuna hükmedilmez. İki kimse
arasında müşterek olarak alınmış olan cariye de, bunlardan biri için helal
olmaz. Binâenaleyh, iki koca için bir eşin olması ve cinsi münasebetin helal
olması hususunda, iki efendi arasında bir cariyenin, bu manada kullanılması
caiz olmadığına göre, iki mabûd arasında bir abid nasıl düşünülebilir?! Bunu da
geçelim, kim, iki kocanın bir ay biri için, bir ay da diğeri için olmak üzere,
bir kadının helal olduğu hususunda anlaşabileceklerini caiz addederse, kafir
olur... Şimdi,, ilah ile put arasında bir anlaşmanın olabileceğini caiz gören,
kafir olmaz mı? Buna göre Cenâb-ı Hak, Resulüne sanki, "Bu söz ve bu
teklif, son derece çirkin bir söz ve tekliftir. Binâenaleyh, sen, bunu
alamayacağını açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza
tapmam..." de.."
30) Cenâb-ı
Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Hani ben sana, "Ey Resulüm,
eşlerine söyle; eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorlarsa..."
(Ahzab, 28-29) ayetlerini indirdiğimi, sonra da sen, Aişe'nin dünyayı tercih
edeceğinden endişelenip de ona, "Ebeveynine danışmadan, bu konuda sakın
bir şey söyleme..." demiştin de, o da, 'Bu hususta mı ana-babama
danışacağım?! Tam aksine ben, Allah'ı, Resûlüllah'ı ve ahiret gününü tercih
ediyorum" demişti. Unuttun mu? Demek ki, nâkısâtu'l-akl olan
kadın biie, Benim
rızama ters olan şeyler
hususunda duraklamazken göklerin ve yerin Cebbarı ben olduğum halde,
sen, benim rızam ve emrime ters olan şey hususunda duraklar mısın? O halde,
"Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de..
31) Allah
Teâlâ adeta şöyle demek ister: "Ey Muhammed, sen, "Kim, Allah'a ve
Ahiret gününe iman ederse, töhmet mahallesinde durmaz..." dememiş miydin?
Hatta bazı meşayih
efendiler, kendisinden ayrılmayı
isteyen müridlerine, "Hükümdardan
korkma..." derler. Mürid, "niçin?" deyince de, şeyh, "Çünkü
hükümdar, insanları, şu iki hatadan birine düşürür: İnsanlar, sultanın, onun,
alim ve zahid kimselerle içli dışlı olduğu için, dindar olduğuna, yahut da,
senin de hükümdar gibi fasık olduğuna inanırlar ki, bu ikisi de hatadır, yanlıştır.
Binâenaleyh, töhmet getiren yerlerden uzak durmanın gerektiği sabit olduğuna
göre, ey Muhammed, senin bu söz ve teklif karşısında susman, sana, buna razı
olduğun şeklinde bir töhmeti yöneltir. Özellikle, daha önce şeytan, senin
okuman arasına, "Bunlar işte yüce kuğulardır. Şefaatları umulur" diye
de bir söz sokmuşken... Öyleyse, sen kendinden işte bu töhmeti sil de, "Ey
o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.."
32)
Görünür alem olan bu alemde haklar, ikiye ayrılır:
a) Senin
himayesi altında bulunduğun kimselerin hakkı ki, bu, senin mevlandır.
b) Senin
himayen altında bulunan kimselerin hakkı ki, bu da, çocuktur. Ama, gel gör ki,
biz, mevlaya yapılan hizmetin, çocuğun eğitilmesinden önce geldiği hususunda
ittifak etmişizdir. Binâenaleyh, mecazi manadaki mevlanın hakkı önce olduğuna
göre, hakiki manadaki Mevla'nın hakkı, haydi haydi önce olur.
Öte yandan, rivayet olunduğuna göre, Hz. Ali (r.a),
Ebû Cehil'in kızı ile evlenmesi hususunda Hz. Peygamber (s.a.s)'den müsaade
istedi de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in buna canı sıkılaraka, "İzin vermem,
izin vermem, izin vermem." Çünkü Fatıma, benim bir parçamdır. Onu üzecek
olan şey, beni üzer; onu sevindiren şey, beni sevindirir. Allah da, kendi
düşmanının kızıyla kendisinin habibinin kızını bir araya getirmez..."
demişti. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Sen orada,
çocuğunun hakkını nazar-ı dikkate alarak, bu işin olamayacağını açıkça ifade
ettin ve bunu, birkaç kez tekrarladın. Şu halde senin burada, Mevlâ'nın hakkını
nazar-ı dikkate alarak, bunu kabul etmeyeceğini açıkça, tekrar tekrar söylemen
daha evladır. O halde, "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam. Ve,
kalbimde, habibe olan taat ile düşmanın taatını birleştirmem..."
de.."
33) Ey
Muhammed, sen, Ömer'e, "cennette bir köşk gördüm. Bunun üzerine, "Bu
kimindir?" dedin de, sana, "Kureyş'ten bir gencin..." diye cevap
verildi de, bunun üzerine sen de, "Kimdir o genç?" demiştin de, onlar
da, "Ömer..." demişlerdi. Sen, "Ömer'in kıskançlığından korktum
da, oraya girmedim..." dedin... Öyle ki, Ömer, "Ey Allah'ın Resulü,
seni de kıskanır mıyım?" demişti. Şimdi buna göre, Cenâb-ı Hak adeta şöyle
demek ister: "Sen, Ömer'in kıskançlığını nazar-ı dikkate alarak, onun
köşküne girmedin... Şimdi sen, senin kalbine, Ben'den başkasının taatinin girmesi
hususunda, Benim kıskançlığımdan çekinmez
misin? Orada sen,
bunun olamayacağını açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, ben sizin
taptıklarınıza tapmam... de..."
34) "Benim
sana olan nimetimin, annenizi nimetlerinden aşağı olduğunu zanneder misin?"
Seni, terbiye etmedim mi? Seni, yaratmadım mı? Sana rızik vermedim mi? Sana,
hayat, kudret ve akıl verip, hidayet ve tevfikimi sana nasib etmedim mi? Sonra
sen, bir zamanlar, aklı henüz gelişmemiş olan bir çocuktun. Sadece, annenin
terbiyesini biliyordun. Çünkü sen, annenden daha güzel, daha iyi ve daha cömert
bir kadın, meme vermek için kucağına alsaydı, sen nefretini izhar eder ve
ağlardın. Eğer o kadın, sana meme verecek olsaydı, "Ben, annemden
başkasını istemem. Zira, bana ilk nimet veren odur" dercesine, ağzını
yumardın. Şu halde, senin bu hususta nefretini ortaya koyman ve "Ben,
Rabbimden başkasına ibadet etmem, zira O, bana en ilk nimet verendir"
demen, daha evla ve uygundur. O halde, "Ey o kafirler, ben sizin
taptıklarınıza tapmam..." de...
35)
Yedirip içirme nimeti, akıl ve nübüvvet nimetinden daha aşağıdadır. Sonra sen
biliyorsun ki, koyun ve köpek, yedirip içirme nimetini unutmazlar, kendisini
doyurandan başkasına dönüp bakmazlar. Peki, insanın, kendisinin yokdan var
edilmesi ve kendisine çeşitli nimetler lütfedil meşin i unutması nasıl uygun
düşer? Hele bu husus, mahlukatın en efdali hakkında nasıl düşünülebilir? O
halde de ki, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."
36) Şafiî'ye
göre, nafakayı temin edemeyen kocanın karısından ayrılma hakkı vardır.
Dolayısıyla sen, dost ve akrabalarından herhangi fayda ve destek bulamadığına
göre, onlaria içice olsan bile, senin de onlardan ayrılma hakkın doğar. Çünkü,
senin atan Hz. İbrahim, "Duymayan, görmeyen ve sana herhangi bir faydası
olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun..."(Meryem,42) demiştir. Senin
onlarla içice olduğun farzedilse bile, onlardan ayrılman ve onları terketmen
gerekir, halbuki, kaldı ki, sen onlarla içice de değilsin. Şimdi, senin, onlarla
içice olmaya yaklaşmayı düşünmen, sana uygun düşer mi? O halde, "De ki, ey
o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."
37) Bu
kafirler, aşırı ahmak oldukları için, ilahların çok oluşunu, tıpkı kendisi
sebebiyle zenginliğin arttığı maldaki çokluk gibi zannetmişlerdir. Halbuki
durum, hiç de böyle değildir. Tam aksine bu durum, kendisi sebebiyle
ihtiyaçların arttığı, ailedeki çokluk gibidir. O halde, ey Muhammed, de ki,
benim tek bir ilahım var. Geceleyin, O'nun için namaz kılar, gündüz de onun
için oruç tutarım. Ama, henüz ben, O'nun verdiği nimetlerin zerrelerinden
tekinin hakkını bile ödeyemedim. O halde-, daha nasıl, ben, birçok ilahlar
uydurup onlara ibadet edebilirim? Binâenaleyh, "Ey o kafirler, ben sizin
taptıklarınıza tapmam!" de.
38)
Cebrail (a.s), Hz. Meryem için, insan şekline girince, Hz. Meryem,
"Doğrusu ben senden Rahman'a sığınırım. Eğer sen fenalıktan bihakkın
çekinen isen (çekil yanımdan)" (Meryem, 18) dedi ve Allah'ı bırakıp da
Cebrail (a.s)'e meyletmekten, Allah'a sığındı. Şimdi sen, mükemmel bir insan,
bir erkek olmana rağmen, görülen putlara meyletmeye razı olur mu? O halde,
"De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."
39) Ebû
Hanife'ye göre, kocanın, nafakayı temin edememesi veya, arız olan bir cinsî
iktidarsızlık sebebiyle eşlerin birbirlerinden ayrılma hakları doğmaz. Zira
koca, ailenin işlerini üstlenen birisidir. Binâenaleyh, kusurlu olması
sebebiyle, kocanın bu işleri deruhte etmesinden kaçınması doğru olmaz. Şimdi,
Cenâb-ı Hak da, "Herhangi bir kusuru olmadığı halde, senin işlerini
üstlenen benim. Binâenaleyh, benden yüz çevirmen nasıl düşünülebilir. O halde,
de ki, "ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam.." denilmek
istenmiştir.
40) Bu
kafirler, kendilerini yaratanın Allah olduğunu kabul etmektedirler. Çünkü
Cenâb-ıHak, "Şayet sen onlara, gökleri ve yeri kim yarattı diye soracak
olursan, "Allah" derler"{Lokman, 25) buyurmuştur. Yine bir başka
ayetinde de, "Bana söyleyin bakalım,
onlardan arzın herhangi bir kısmını yaratan var mıdır?" (Ahkat, 4) buyurmuştur.
Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta, "Bu ortaklık, eğer, "Müzara'a"
ortaklığı ise, bu batıldır. Çünkü, tohum, emek, sulama ve koruma... hepsi
benden. Putların yaptığı ne?.. Veyahut da bu ortaklık, "vücûh-şöhret"
ortaklığı otur. Halbuki bu da olamaz. Baksana putlar, benden daha çok meşhur ve
benden daha çok tanınmışlardır.
Veya bu ortakçılık beden ortaklığıdır. Halbuki bu da
olamaz; çünkü, böyle bir ortaklık cins birliğini gerektirir...
Veyahut da bu ortaklık, "inan ortaklığı"
(eşit derecede ortaklık)dır. Bu da olamaz; çünkü burada bir nisab-oran olması
gerekir?.. Ama, putların nisabı nedir? Yahut da Cenâb-ı Hak şöyle demek
istemiştir: Bu, bir ortaklık değildir. Ne var ki putlar, cebren ve zorla,
mülkten paylarını almaktadırlar. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek
istemiştir: "Siz, ne biçim cahil kimselersiniz? Yaptığınız bu putlar,
sinekten daha acizdir. Allah " Allah'ı bankap da taptığınız o putlar,
kesinlikle, bir sineği dahi yaratamazlar"(Hac, 73) buyurmuştur.
Binâenaleyh, tohumu yaratan da, onu toprağa atan da, emeği veren de, sulayan
da, koruyan da benim. Ama, gel gör ki, sinekten daha aciz olan kimseler zorla
ve cebren, benden pay alıyorlar. Bu, akıllı kimseye yakışan bir hüküm değildir.
O halde, "Ey o kafirler, ben, sizin taptıklarınıza tapmam" de.
41) Varlık alemindeki her zerre, akılları,
Cenâb-ı Hakk'ın zatını ve sıfatlarını tanımaya davet etmektedir. Cenâbı Hakk'ın
kanunlarını bilmeye davet edenler ise, salat ü selam onlara olsun,
peygamberlerdir. Her sinek, karasinek ve sivrisinek, Cenâb-ı Hakk'ın zat ve
sıfatlarının bilinip tanınmasına davet edince, Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz
Allah, sineği, hatta küçüklükte ondan daha ileri olan bir mahluku mesel olarak
getirmekten çekinmez..." (Bakara,26) buyurmuştur. Bu böyledir, zira bu
sinekler, zat ve sıfatlarınızın sonradan yaratılmış olmaları sebebiyle,
Allah'ın kudretinin tanınmasına; o ilginç yapılarıyla, Allah'ın ilminin ne
denli yüce olduğuna ve zat ve sıfatlarının belli bir ölçüde tutulmuş olmaları
sebebiyle de, Allah'ın irade sıfatının mevcudiyetine sevkederler. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Bu gibi şeylerden niçin sakınırsın?" demek
istemiştir.
Rivayet olunduğuna göre, Hz.^mer (r.a), halife olduğu
günlerde, pazara girdi ve bir işkembe alarak, geri döndü. Bunu, uzaktan, Hz.
Ali (r.a) gördü ve onu karşılar ve ona, "Niçin yolunu değiştirdin?"
der. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a), "Utanmayasın, çekinmeyesin diye..."
deyince, Hz. Ömer (r.a), "Benim olan şeyi taşımaktan niye
çekineyim..." dedi. Şimdi, Cenâb-ı Hak da adeta şöyle demek istemiştir:
"Ömer, dünyevi gıdası olan o işkembeyi taşımaktan çekinmeyince, sana dini
bir gıda (ders) veren o sinekten bahsetmekten niçin çekineyim?".
Öte yandan Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek ister: Nemrud,
Allah'tık iddiasına girişince, o sinek, onun ilah olamayacağını haykırmaya başladı.
Binâenaleyh, bu kafirler, seni şirke davet edince, sen onlara bunun
olamayacağını haykırmak ve açıkça bunu reddetmez misin? O halde de ki, "Ey
o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." Firavun, uluhiyyet
iddiasında bulununca, Cebrail (a.s) onun ağzını çamurla tıkadı. Şimdi, eğer
sen, güçsüz ve acizsen, herhalde, Nemrud'a musallat olan sinekten daha aciz
değilsin. Eğer güçlü isen, Cebrail (a.s)'den daha kuvvetli değilsin.
Binâenaleyh, bu teklifin kabul edilemez bir şey olduğunu açıkça ifade et de,
"Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.
42)
Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek ister: "Ey Muhammed, sen, bizatihi lisanen,
"Ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de. Ve bunu bana borç olarak
bırak. Çünkü ben, senin bu borcunu en güzel bir biçimde öderim. Baksana, o
hristiyan, "Muhammed'in, Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ederim"
deyince, ben, "Hristiyanlıktan uzaklaştığını açıkça ifade etmediğin sürece
bununla yetinmem..." dedim. Binâenaleyh Ben, her mükellefe, senin dinine
muhalif her dinden ayrıldığını lisanıyla, açıkça ifade etmesini farz kıldığıma
göre, sen de, Benden başka her mabudu açıkça reddedeceğini kendine vacib kıl
da, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.
43) Hz.
Musa (a.s)'nın fıtratında sertlik vardı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onu Firavun'a
gönderince, ona, 'Ve ona yumuşak söz söyleyiniz..." (Tahâ, 44) denildi.
Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'i de insanlara peygamber olarak gönderince,
aşırı derece merhametli olduğuna dikkat çekmek için, ona, sertlik göstermesi emredildi
de, ona, "De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."
denildi.[4]
Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: Ey o kâfirler..."
ifâdesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[5]
ifadesi hususundaki görüşümüz, daha önce birkaç yerde
geçti. Biz burada buna, şöyle bir ilavede bulunmak istiyoruz. Hz. Ali (r.a)'nin
şöyle dediği rivayet edilmiştir: ile, nefse;
ile, kalbe; ile de, ruha nida edilmiştir."
Şu izah da yapılmıştır: ile, gaibe; ile, mevcut olana nida edilmiş, ile de dikkat çekilmiştir.
Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta sanki, "Ben sana üç
kez seslendim. Sen bana bir kez bile cevap vermedin. Bu ancak, sendeki o gizli
cehaletten dolayı böyle olmuştur" demiştir. Şöyle tefsir yapanlar da
vardır: Allah Teâlâ, bu ifadede, uzak için kullanılan ile, yakın için kullanılan yi beraber zikretmiştir. Buna göre, Cenâb-ı
Mak adeta şöyle demek istemiştir: "Senin, benimle yaptığın muamele ve benden
kaçışın, uzak olanın (Allah) uzaklaşmasını gerektirir. Ne var ki, benim sana olan
ihsanım ve sana gelip ulaşan nimetlerim ise yakın olanın (Allah) yakınlaşmasını
gerektirir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Biz ona, şah damarından daha
yakınız..." (Kaf, 16) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, uzaklaşmayı ifade eden
'yı, yakınlaşmayı ifâde eden 'den önce getirerek, adeta, "Kusur senden,
muvaffakiyet benden..." demek istemiştir. Daha sonra da, zikretmiştir. Çünkü, uzaklaşmayı gerektiren,
tıpkı bir ölüm gibi, yakınlaşmayı ifâde eden
ise, tıpkı bir hayat gibidir. Binâenaleyh, bu ikisi mevcut olup tahakkuk
edince, ölümle hayat arasında yer alan bir hal de tahakkuk eder ki, bu hal,
uykudur. Uyuyanın, mutlaka uyandırılması gerekir, ise, tenbih (uyandırma) edatıdır. İşte bu
yüzden Cenâb-ı Hak, bu nidayı, bu harf İle bitirmiştir.[6]
Bu sûrenin nüzul sebebi olarak, şu rivayet
edilmektedir: Velid ibn Muğîre, As ibn Vâil, Esved ibn Abdilmuttalib
ve Ümeyye ibn Halef, Allah'ın Resulü'ne, "Bir
müddet biz senin ilahına bir müddet de sen bizim ilahlarımıza ibadet et.
Böylece aramızda bir sulh çizgisi oluşur, aramızdaki düşmanlık da kalkmış
olur... Eğer senin işin daha olgun ve göz alıcı olursa, biz, bize düşen,
payımızı alırız. Yok eğer, bizim işimiz daha olgun olursa, sen bundan kendine
düşen payı, dersi alırsın..." dediler de, bunun üzerine işte bu sûre ile,
Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: Siz, ey cahiller, bana AHah'dan başkasına mı
tapmamı emrediyorsunuz?.."(Zümer, 64) ayeti nazil oldu da, böylece onları,
bazan cehalet, bazan da küfürle tavsif etti. Bil ki, cehalet, tıpkı bir ağaç;
küfür de, o ağacın meyvesi gibidir. Binâenaleyh, bu sûre nazil olup da, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e de, bunu, onların İleri gelenlerince okuyunca, onlar buna
kızdılar ve ondan ümitlerini kestiler. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:.[7]
Birinci Soru:
Cenâb-ı Hak niçin, bunları bu sûrede, kafirler olarak; diğer yerde ise cahiller
olarak tavsif etmiştir?
Cevap:
Çünkü bu sûre, baştan sona kadar, onlar hakkında nazil olmuştur. Binâenaleyh,
buradaki mübalağanın, mutlaka daha ileri ve fazla olması gerekir. Dünyada,
"kafir" kelimesinden dahaftötü, daha değersiz ve daha adi bir kelime
yoktur. Zira "kafir" ifadesi, ister mutlak, isterse mukayyet olsun,
bütün herkesçe, kötü bir sıfattır. Ana, cehalete gelince, bu ifade
kayıtlandığında, bazan mezmum olmaz. Bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
"neseb" ilmi hususundaki "Bu, faydası olmayan bir ilim; zararı
olmayan bir cehalettir"[8] sözü
gibidir.
İkinci Soru:
Cenâb-ı Hak, Tahrim Sûresi'nde niçin, başına "de..." kelimesini
getirmeden, sadece "Ey inkar edenler" {Tahrim, 7) demiş; burada ise,
başına hem Jİ ifadesini eklemiş, hem de bunu, mazi sigasıyla değil ism-i fail
sigasıyla getirmiştir?
Cevap:
Tahrim Sûresî'nde geçen ayet, onlara, Kıyamet gününde, öyle denileceğini ifade
eden bir ayettir. Ki, artık orada, o peygamber onlara gönderilmiş bir resul
değildir. Böylece, Cenâb-ı Hak vasıtayı {peygamberi) aradan kaldırmış, o vakit
onlar artık, kafir değil, itaatkar oluvermişlerdir. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak
o ifadeyi, mazi lafzıyla getirmiştir. Ama burada ise, onlar bu küfür sıfatını
taşımaktalar ve o peygamberler de, onlara peygamber olarak gelmiştir. İşte bu
yüzden Cenâb-ı Hak, buyurmuştur.
Üçüncü Soru:
Cenâb-ı Hakk'ın buradaki "Ey o kafirler" sözü, herkese mi, yoksa bazı
kimselere mi bir sesleniştir?
Cevap:
Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin bütün herkese yapılmış bir hitap olması caiz
değildir. Çünkü, kafirler arasında, yahudiier ve hristiyanlar gibi, Allah'a
tapanlar da vardır. Binâenaleyh, yahudi ve hristiyanlar kastedilerek, bunlara,
"Sizin taptıklarınıza tapmam" demek caiz olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sizde, benim taptığıma tapıcı değilsiniz" ifadesinin de, bütün
herkese yapılmış bir hitap olması caiz değildir. Çünkü, kafirler arasında, iman
edip de, Allah'a ibadet eder hale gelmiş olan kimseler vardır. O halde, Cenâb-ı
Hakk'ın, ifâdesinin, belli birtakım
kimselere, sözlü bir hitap olduğunun söylenilmesi gerekir ki, bu kimseler de,
"Bir yıl biz senin ilahına ibadet edelim, bir yıl da sen bizim ilahımıza
ibadet et" diyen kimselerdir. Velhasıl, şayet, biz buradaki hitabın genel
bir hitap olduğunu söylersek, bu, tahsis görmüş bir hitap olmuş olur; yok eğer,
bu hitabı, şifahî yapılmış bir hitap olarak algılarsak, bunun, tahsis görmüş
genel bir hitap olduğunu söylememiz gerekmez. Binâenaleyh, ayeti işte bu manaya
almak daha evladır.
"Ben, sizin tapmakta olduklarınıza ibadet etmem.
Benim ibadet ettiğime de siz ibadet etmezsiniz. Ben, sizin taptıklarınıza
(hiçbir zaman) ibadet etmiş değilim. Siz de benim kulluk etmekte olduğuma
ibadet ediciler değilsiniz" (Kâfinin, 2-5).
Bu ayetlerle ilgili olarak şöyle birkaç mesele
vardır:[9]
Bu ayetler hakkında şöyle iki görüş vardır:
a)
Bunlarda bir tekrar yoktur
b)
Bunlarda bir tekrar vardır.
"Tekrar yoktur" görüşünü, şu şekillerde
izah edebiliriz:
a) Birinci
ayet, gelecek, ikinci ayet ise şimdiki zaman içindir. Birincisinin,
"gelecek zaman" için oluşunun delili şudur: "Lâ", ancak
gelecek zamanı ifade eden, muzari fiilin başına gelir. Baksana (len) edatı da,
(lâ)'nın nefyettiğini (olumsuz, kıldığını) te'kidle nefyeden bir edattır.
Nitekim Halil şöyle der: 'in aslı, OÎ Vdir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna
göre, ayeti, "Ben gelecekte sizin putlarınıza tapmama dair taleb ettiğiniz
şeyi yapmayacağım. Siz de, sizden İlahıma tapmanız talebimi gelecekte de yapıcı
değilsiniz" manasınadır. Daha sonra denilmiştir ki bu da, "Ben şu
anda (şimdi) sizin mabudlarınıza ibadet edici değilim. Siz de, şu anda benim
mabuduma ibadet ediciler değilsiniz" demektir.
b) Durum
tersine çevrilerek bu ifadelerden birincisi "şimdiki zaman" (hal),
ikincisi gelecek zaman (istikbal) için kullanılabilir: ayetinin gelecek zaman
için olabileceğinin delili ise, bu ifadenin, "Ben sizin taptıklarınıza
taparım" şeklindeki bir anlayışı bertaraf etmiş olmasıdır. O halde bunun
gelecek için olduğunda şüphe yoktur. Bunun delili ise, bir kimsenin, "Ben
Zeyd'i öldüreceğim" demesi halinde, bu sözden gelecek zamanın anlaşılmış
olmasıdır.
c)
Bazıları da şöyle demişlerdir: "Bu ayetlerden her biri hem şimdiki zaman,
hem gelecek zaman için olabilir. Fakat biz, tekrarı önlemek İçin, birini
şimdiki zaman, diğerini de gelecek zaman için alırız. Eğer bu ayetlerin önce
şimdiki zamandan, sonra da gelecek zamandan haber verdiklerini söylersek, bu
burada bir tertib olduğuna delalet eder. Yok eğer birinci ayetin gelecek
zamandan haber verdiğini söylersek, bu, onların Hz. Muhammed (s.a.s)'i
kendisine çağırdıkları şey olduğu için, daha mühim olduğundan dolayı, Allah
Teâlâ, öncelikle onu zikretmiştir. Buna göre eğer, "Herşey ortada iken,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in putlara tapmadığı, kafirlerin ise bazan (zor
durumlarda), Allah'a yöneldikleri malum iken, mevcut durumu haber vermenin
faydası ve gereği nedir" denilince, biz deriz ki, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
kendi durumunu anlatmasına gelince, bu, cahiller, onun gizliden gizliye, ya
putlardan korktuğu veya onlara arzu duyduğu için, putlara ibadet edeceğini
sanmasınlar diyedir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onların Allah'a ibadet
etmeyeceklerini söylemesi ise, kafirin yaptığı şeylerin, kesinlikle gerçek
ibadet olmayacağından ötürüdür."
d) Ebû Müslim'in görüşüne göre, ayetlerdeki
birinci ifadelerden kastedilen,
"ma'bûd"dur. Buna göre bunlardaki ism-i mevsûlu, tfitf
manasına olup, buna göre Hz. Peygamber (s.a.s), "Ben putlara tapmam, siz
de Allah'a tapmazsınız" demiş olur. Sonrakilerde ise edatı, fiiliyle beraber, masdar hükmünde
olup, buna göre mana, "Ben, şirke ve tefekkürsüzlüğe bina edilmiş
ibadetiniz gibi bir ibadeti yapmam. Siz de yakine ve hakka binaenaleyh ibadetim
gibi bir ibadeti yapmazsınız. Şimdi siz benim ilahıma ibadet ettiğinizi ileri
sürerseniz, bu batıl-yanlış olur. Çünkü ibadet, emredilen, emre göre yapılan
bir iştir. Sizin yaptığınız ise, yasaklanan emredilmeyen bir iştir"
şeklindedir.
e) Birincisi, onların ileri sürdüğü iti bar i-f
arazi nefye (olumsuzluğa), ikincisi ise, bütün yönleri içine alan genel bir
nefye hamledilebilir. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.s) önce, "Sizlerin
Allah'a tapacağınızı umarak, benim de putlara tapacağımı umarak, ne ben sizin
taptıklarınıza, ne de siz benim taptığıma taparsınız" demiş, daha sonra
da, "Ben, kesinlikle herhangi bir gaye ve maksad için, sizin putlarınıza
tapıcı değilim. Sizler de, herhangi bir sebeb ve itibarla benim taptığıma
tapıcılar değilsiniz" demiştir ki bunun bir örneği şudur: Bir başkasını
kendisine nimet, mal, para vermek için, haksızlığa davet edene, davet edilen
kimse, "Ben, nimet elde etmek için haksızlık yapmam. Hatta ne bunun için,
ne de diğer şeyler için haksızlık yapmam" diye karşılık verir.[10]
İkinci, yani bu ayetlerde "Bir tekrar
vardır" görüşünü şu üç şekilde izah ederiz:
1) Tekrar,
te'kid ifade eder. Te'kide ileri derecede ihtiyaç duyulduğu zaman, orada tekrar
da o nisbette güzel olur. Hiçbir yerde de, buradaki kadar ihtiyaç duyulamaz.
Çünkü o kafirler, bu hususta, Hz. Peygamber (s.a.s)'e tekrar tekrar müracaat
ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s) de hep sustu, cevap vermedi. Böylece
kalblerinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kendi dinlerine az da olsa bir meyil
duyduğu hissi uyandı. İşte bu durum, onların bu hislerini ve tekliflerini
nefyetme ve geçersiz kılma hususunda, bir te'kide ihtiyaç hissettirmiştir.
2)
Kur'ân-ı Kerim, onların sordukları ve istedikleri şeylere bir cevap olmak
üzere, parça-parça, ayet-ayet inmiştir. Şimdi o müşrikler, "Bizim, ilahını
kabullenmemiz için, senin de bizim putlarımızı selamlaman gerekir" dediler
de, Allah Teâlâ, ayetlerini indirdi; daha sonra yine bunlar, "Bir ay sen
bizim ilahlarımıza ibadet et, bir ay da biz senin ilahına ibadet edelim"
dediler de, yine Hak Teâlâ, ayetlerini indirdi. Bahsettiğimiz bu husus, ihtimal
dahilinde olunca, işte bu şekildeki bir tekrar, kesinlikle zarar verici
değildir, lüzumsuz bir tekrar sayılmaz.
3)
Kafirler, aynı sözü yani, "Bir ay sen bizim ilahlarımıza, bir ay da biz
senin ilahına; bir sene sen bizim ilahlarımıza, bir sene de biz senin ilahına
ibadet edelim" sözünü tekrar edince, cevap da, bu tekrara uygun olarak
tekrarlanmıştır. Ki bu bir çeşit tehekküm (istihza)dır. Çünkü aynı kelimeyi
bozuk bir gaye için tekrar edene, onu ve sözünü hafife alıp, hakaret etmek
için, onun kelimeleri tekrar edilerek karşılık verilir.[11]
Burada şöyle bir soru sorulabilir: edatı,
bilen-akıllı olan varlıklar (insanlar) için
pek kullanılmaz. Onların taptıkları putların, akıl sahibi varlıklar
olduğunu farzetsek, onları ile ifade etmek doğru olabilir. Ama Hz. Muhammed
(s.â.s)'n mabudu, alimlerin en alimi (bileni)dir. O haide, denilerek, O'nun
için nasıl kullanılmıştır? Alimler buna şu şekillerde cevap vermişlerdir:
a)
Buradaki ile, sıfat kastedilmiştir. Buna göre adeta Hz. Peygamber (s.a.s),
"Ben batıl olana, siz de hak olana tapmazsınız" demek istemiştir.
b) Her iki
da, masdariyyedir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s), "Gelecekte ben sizin
ibadetiniz gibi ibadet etmem; siz de benim ibadetim gibi ibadet
etmezsiniz" demiş, sonra da, "Şu anda ben sizin ibadetiniz gibi
ibadet etmem; siz de benim ibadetim gibi ibadet etmezsiniz" demiştir.
c) Bu 'lar
manasınadır. Bu durumda bir problem yoktur. (Çünkü akıllı-akılsız her varlık
için kullanılır).
d) Hz.
Peygamber (s.a.s) ilk önce, "Ben sizin taptıklarınıza tapmam" deyince,
söz uyumlu olsun diye, ikincisi de buna hamledilmiştir ve bu tıpkı,
"Kötülüğün cezası, misli bir kötülüktür" (Şûra, 40) ayeti gibidir.[12]
Cebriye şöyle bir istidlalde bulunmuştur: "Allah
Teâiâ, "Siz benim taptığıma tapmazsınız" buyurmak suretiyle, bu
tapmanın söz konusu olamayacağtni iki kez haber vermiştir. Bir şeyin
olamayacağına dair verilen doğru haber, o şeyin meydana gelmesine ve var
olmasına zıddır. O halde, o kafirlerin böyle bir ibadet yapmayacaklarına dair,
Allah'ın bu doğru haberi mevcutken, onlara bu ibadeti teklif, iki zıddı
birleştirmeyi tehlif oiur."[13]
Bil ki geriye bu ayetle ilgili olarak, şöyle bir kaç
soru kalır:
Birinci Soru:
Kendisinden ötürü, Allah'dan başkasına ibadet etmenin çirkinliğini bildiren
sebebin zikredilmesi, böyle bir tekrardan daha evla değil miydi?"
Cevab:
Aksine bazan, te'kid ve tekrar, sebebin ve hüccetin söylenmesinden daha evla
olur. Bu, ya karşı tarafın (muhatabın), te'kid ve tekrardan ve hüccetin
getirilmesinden istifade edemeyecek, anlamayacak kadar ahmak oluşundan ötürü
olur. Yahut da münakaşa konusu olan hususun, son derece açık oluşundan
ötürüdür. Şimdi cebr ve kader meselesi hususunda mübahese etme, araştırma yapma
güzeldir. Fakat putlara ibadet etmeyi teklif edene gelince, bu, ya zincire
vurulacak kadar delidir; yahut da, inada bir akıllıdır, dolayısıyla öldürülmesi
gerekir. Eğer öldürülemezse, açıkça kınanması ve ayette olduğu gibi, iddiasının
alabildiğine reddedilmesi gerekir.[14]
İkinci Soru:
Bu sûrenin başı şiddet ve hakareti, yani "Ey kafirler" diye hitab ile
tekrarı ihtiva ederken, sonu da bir müsamaha ve önemsememeyi ihtiva etmektedir.
Bu müsamaha ve önemsememe de, "Sizin dininiz size, benim dinim bana"
ayetinin ifade ettiği husustur. Şu halde, bu iki husus nasıl telif edilebilir?
Cevab: Hz.
Peygamber (s.a.s) adeta "Ben sizi böylesi kötü bir işten (tekliften)
alabildiğine sakındırdım ve bu hususta kusur etmedim. Şimdi madem ki benim bu
husustaki sözümü kabul etmediniz, o halde, ben sizi, siz beni bırakın"
demek istemiştir.[15]
Üçüncü Soru:
Tekrar, te'kid ve pekiştirme için olunca, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Kesinlikle sizin taptıklarınıza tapmayacağım" demesi gerekirdi.
Çünkü bu ifade, dahate'kidlidir. Baksana, Ashab-ı Kehf, durumu te'kidli bir
şekilde ifade ederek, "(Ey Rabbimiz), biz kesinlikle senden başka bir
ilaha tapmayacağız" jpl* jî (Kent, 14) demişlerdir?
Cevap:
Te'kidli ifadeye, töhmet ve itham bulunan yerlerde ihtiyaç duyulur. Halbuki
herkes, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, şeriat (İslâm) gelmezden önce de, putlara
tapmadığını biliyordu. Binâenaleyh artık şeriat geldikten sonra o, nasıl
putlara tapar. Ama Ashab-ı Kehf'in durumu böyle değildir. Çünkü onlar daha
önce, putlara tapm ıslardır.[16]
"Sizin dininiz size, benim dinim
bana"(Kâfirûn, 6).
İbn Abbas (r.a) buna, "Sizin Allah'ı inkar
edişiniz size, benim Allah'ı birlemem
ve ihlaslı oluşum da bana"
manasını vermiştir. Buna göre eğer, "Şimdi yani
Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlara küfürlerinde, müsaade ettiği
söylenebilir mi?" denilirse, biz deriz ki:
Hayır, asla. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), küfürden insanları vazgeçirmek için
görevlendirilmişti. Binâenaleyh buna daha nasıl müsaade edebilir. Ama Hz.
Peygamber (s.a.s)'e böyle söylemesinin emrolunmasının maksadı, şunlardan
biridir.
1) Bundan maksad, tehdiddir. Bu tıpkı bu
yönüyle, "Haydi dilediğinizi yapın, ama o, yaptıklarınızı görüyor"
(Fussiiet, 40) ayeti gibidir.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s) sanki şöyle demek istemiştir: "Ben, sizleri hakka ve
kurtuluşa çağırmak için gönderilmiş bir peygamberim. Binâenaleyh eğer
dediklerimi kabul etmez ve bana uymazsanız, hiç olmazsa beni bırakın ve şirke
davet etmeyin."
3) Bu,
"sizin dininiz size. O halde, eğer helakinizi tercih ediyor iseniz, o din
üzere devam edin. Benim dinim de bana. Çünkü ben, bu dinimi terkedecek
değilim" demektir.
b) Buradaki "din", hesab manasına
olup, ayet, "Sizin hesabınız size, benim hesabım bana. Binâenaleyh hiçbirine,
başkasının işlerinin hesabı sorulmayacak" demektir.
c) Burada bir mahzuf muzafın olduğu düşünülerek
mana şöyle olabilir: "Sizin dininizin cezası (karşılığı) size, benim
dinimin cezası (karşılığı) bana..." "Ey Muhammed, senin dininin
karşılığı bir saygı ve bir mükafaat olarak sana yettiği gibi; onların
dinlerinin karşılığı da bir vebal ve ceza olarak onlara yeter."
d)
Buradaki "din", ceza (karşılık) manasınadır. Nitekim HakTeâlâ,
"Allah'ın dini, yani had cezasını uygulama hususunda sizi bir acıma hissi
sarmasın" (Nur, z) buyurmuştur. Binâenaleyh bu, "Rabbimden gelecek
ceza size, putlarınızdan gelecek ceza bana olsun. Fakat sizin putlarınız
cansızdır. Dolayısıyla onların cezasından korkmuyorum. Ama
göklerin ve yerin
Cebbar'ı Allah'ın çetin
cezasından korkup-çekinmeniz aklen size gerekir" demektir.
e) Din,
"duâ" manasınadır. Nitekim Hak Teâlâ, "Dini sırf Allah'a has
kılarak, Allah'a dua edin"(Mü'min, 14) buyurmuştur. Buna göre mana,
"Sizin duanız sizedir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Sizin
duanız sizedir. Halbuki kafirlerin duası, tamamen boşa gider. Eğer siz o
putlara dua ederseniz, dualarınızı duymazlar. Duysalar da duanıza icabet
edemezler. Sonra onlar bu hal üzere kaldıkları sürece, size zararları dokunmaz.
Ama kıyamet günü, onlar dile gelirler ve onları Allah'a ortak koşuşunuzu
kabullenmezler. Ama benim Rabbime gelince: O, iman edenlerin dualarına icabet
eder (Şura,26) ve "Bana dua edin, size icabet edeyim. Çünkü dua eden bana
dua ettiğinde duasına icabet ederim" (Bakara 186) der.
f) Din,
adet-örf demektir. Nitekim şair,
"Heybenin o devenin üzerine atmış olunca o,
(lisanı hal ile), Kendisinin adei hep bu, benim adetimde hep bunun olacak"
dedi..." demiştir ki buna göre bu, "Atalarınızdan ve şeytanlardan
aldığınız örfleriniz, size; benim meleklerden ve vahiyden aldığım örfüm
bana." Sonra sizler şeytanla ve cehennemle, ben de meleklerle ve cennetle
yüz yüze kalıncaya değin, herbirimiz kendi adeti ve örfü üzere devam etsin
gitsin" demektir.[18]
Ayetteki, ifadesi, hasr (ancak) manasınadır
ve"Sizin dininiz başkasına değil ancak size; benim dinim de
başkasına değil ancak banadır" demektir. Bu,
'İnsan için, ancak kendi sayıcı gayreti vardır" (Necm, 39) ve "Hiç
kimse, hiç kimsenin günahım üstlenmez" (isra, 15) ayetlerinin ifade ettiği
hususa işaret olup, "Ben vahiy ve tebliğ ile memurum; sizlerse, emirlere
uymak ve kabul etmekle memursunuz. Ben mükellef olduğum işi yapınca,
sorumluluktan kurtulmuş oldum. Ama sizin küfürde ısrar edişiniz, kendisinden
ötürü bana kesinlikle bir zarar gelmeyecek şeylerden bir şeydir" demektir.[19]
İnsanlar, anlaşmalarda hep bu ayete tutunmayı adet
edindiler. Halbuki bu caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ Kur'an'ı, insanlar onu
darb-ı mesel etsinler diye değil, üzerinde düşünsünler, sonra da gereğini
yerine getirsinler diye indirmiştir. Allah Sübhanehû ve Teâlâ en iyi bilen ve
sapasağlam hükümler verendir. Salat-u selâm, efendimiz Hz. Muhammed'e, onun
aline ve ashabına olsun (amin)![20]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/485.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/487.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/487.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/487-497.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/497.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/497-498.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/498.
[8] Kenzu’l-Ummal, 10/29156.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/498-499.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/499-501.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/501.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/501-502.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/502.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/502.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/502.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/502-503.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/503.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/503-504.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/504.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/504.