Bu sûre dört ayet
olup, Mekkî'dlr.[1]
"De ki: O Allah
birdir"(İhlas, 1).
Sûrenin tefsire
girmezden önce, bir takım fasılların takdim edilmesi gerekir.[2]
Birinci Fasıl:
Ubeyy (r.a) Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rvayet etmiştir:
"Kim, "Kulhüvallahu" sûresini okursa, Kur'ân'm üçte birini
okumuş gibi olur ve onu, Allah'a şirk koşan ve Allah'a iman edenlerin sayısı
kadar, on misli ecir verilir." Yine Hz. Peygamber (s.a.s)
"Kim
"Kulhüvallahu ehad" sûresini bir kere okursa, Allah'a meleklere,
kitablara ve peygamberlere inanan kimseye verilen mükafaat gibi bir mükafaat
verilir ve yine ona yüz şehid ecri verilir."
Rivayet edildiğine
göre, Cebrail (a.s) Hz. Peygamber (s.a.s) ile birlikte iken, EbÛ Zerri'l-Gifâri
(r.a) geldi. Cebrail (a.s), "Ebû Zerr geldi" dedi. Bunun üzerine, Hz.
Peygamber (s.a.s), "Onu tanıyor musun?" diye sordu. Cebrail (a.s) da,
"O, bizim yanımızda, sizin yanınızdakinden daha meşhur" dedi. Hz.
Peygamber (s.a.s), "Bu fazilete ne sayede ulaştı?" diye sordu.
Cebrail (a.s), "Kendisini küçük gördüğü ve kulhüvallahu ehad süresini çok
okuduğu için" cevabını verdi.
Enes (r.a) şöyle
rivayet ediyor: "Tebük'te idik. Derken güneş doğdu. Fakat onun ne ışığı ne
ziyası vardı. Onu daha önce hiç bu şekilde görmemiştik. Dolayısıyla hepimiz
hayret ettik. Bunun üzerine Cebrail (a.s) indi ve "Allah Teâlâ, yetmiş bin
meleğin inip, Muaviye b. Muaviye'ye (cenaze) namazını kılmalarını emretti. Sen
de (ey Muhammed) onun namazını kılmıyor musun?" dedi. Sonra kanadını
yeryüzüne vurdu ve dağları yerinden etti. Hz. Peygamber (s.a.s), sanki o
kendisine yukardan bakıyor gibi oldu. Derken ashabıyla birlikte onun cenaze
namazını kıldı sonra da, "O, bu ulaştığı dereceye ne sayesinde
ulaştı?" diye sordu. Cebrail (a.s), "O, İhİas Sûresi'ni (okumayı)
severdi" cevabını verdi.
Yine rivayet olunduğuna
göre, Hz. Peygamber (s.a.s) mescide girdi ve bir adamın, "Ey Ehad (tek),
ey Samed, ey doğurmamış, doğrulmamış ve ey dengi olmayan Allahım Senden
istiyorum" diyerek dua ettiğini duydu. Bunun üzerine o adama, üç defa,
"Bağışlandın, bağışlandın, bağışlandın (yani duan kabul edildi"[3]demiştir.
Sehl b. Sa'd'den şu
rivayet edilmiştir: "Bir adam, Hz. Peygamber (s.a.s)'e geldi ve ona
fakirlikten şikayet etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Evine
girdiğin zaman, eğer orada bir kimse varsa ona selam ver. Eğer hiç kimse yoksa
kendine selam ver ve bir defa "Kuîhüvallahu ehad" sûresini oku"[4]dedi.
Adam bunu yaptı ve Allah Teâlâ, onun rızkını, komşularına bile bol bol verecek
kadar çoğalttı."
Enes (r.a)'den de şu
rivayet edilmiştir: Bir adam, bütün namazlarında, "Kuîhüvallahu ehad"
sûresini okuyordu. Hz. Peygamber (s.a.s), bunun sebebini sordu. O da, "Ey
Allah'ın Resulü, ben bu sûreyi seviyorum" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s)
bunun üzerine, "Senin onu sevmen, seni cennete sokar[5]
buyurdu. Denilmiştir ki: "Kim bu sûreyi uykusunda okursa, ona tevhid, az
geçim sıkıntısı ve fakirlik, çok zikrullah verilir ve duaları kabul
olunur."[6]
İkinci
Fasıl: Sûrenin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç husus söz konusudur:
1) Bu sûre/müşriklerin sorusu üzerine nazil olmuştur: Dahhâk bu hususta
şöyle demiştir: "Müşrikler, Âmir b. et-Tufeyl ile Hz. Peygamber (s.a.s)'e
"Birliğimizi bozdun, ilahlarımıza hakaret ettin ve babalarının-ataiarının
dinine muhalefet ettin. Eğer fakir isen (yani bunların, fakirliğinden dolayı
yapıyorsan), seni zengin edeiim; deli isen, seni tedavi ettirelim; eğer bir
kadını arzu ettiysen (birisine aşık olduysan), seni onunla evlendirelim"
diye haber gönderdiler. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Ben ne fakirim, ne
deliyim, ne de bir kadına aşığım. Ben, sizi putlara tapmaktan, Allah'a tapmaya
çağıran bir peygamberim" dedi.
Bunun üzerine ikinci
olarak, "Ma'budunun cinsini bize bildir: O, altından mı, gümüşten
mi?" diye haber saldılar. İşte bunun üzerine, Allah Teâlâ bu sûreyi
indirdi. Müşrikler de, "üçyüz altmış putumuz bile, bizim ihtiyaçlarımızı
tam yerine getiremiyor. Peki, tek bir ilah, bütün mahlukatın ihtiyacını nasıl
yerine getirebilir?" dediler. Bunun üzerine, "O sıra sıra dizilen
(meleklere) yemin olsun ki sizin ilahınız tektir" {Saftat, 1-4) ayetleri
nazil oldu. Müşrikler, "O ilahın fiillerini bize anlat?" diye bir
başka haber daha gönderdiler. Bunun üzerine de, "Şüphesiz sizin Rabbiniz
gökleri ve yeri yaratandır..."(A'râf, 54) ayeti nazil oldu.
2) Bu sûre,
yahudiierin sorusu üzerine nazil olmuştur. Bu hususta İkrime, İbn Abbas
(r.a)'dan şu haberi rivayet etmiştir: "Yahudiler, yanlarında Ka'b b. Eşref
olduğu halde, Hz. Peygambere geldiler ve "Ey Muhammet, Allah, mahlûkatı
yaratmıştır. Peki Allah'ı kim yaratmıştır? dediler. Hz. Peygamber (s.a.s)'e
gazablandı, bunun üzerine Cebrail (a.s) inerek, onu teskin etti ve "Ey
Muhammed kanatlarını indir, yani şefkatli ol" dedi. İşte bunun üzerine,
"Kulhüvallahu ehad" sûresi indi, Hz. Peygamber (s.a.s) o yahudilere
bunu okuyunca, "Bize Rabbinİ anlat: (mesela) pazusu nasıl, eli-kolu
nasıl?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de, birincisinden daha şiddetli bir
şekilde gazablandı. Bunun üzerine, Cebrail (s.a.s) ona, "Allah'ı hakkıyla
takdir edemediler, bilemediler" (En'am,9-10) ayetini getirdi.
3) İhlas
Sûresi, hristiyanların sorusu üzerine nazil olmuştur. Bu hususta Atâ, İbn Abbas
(r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Necran (hristiyanları) heyeti
geldi ve Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Bize Rabbini anlat: O, zebercedden
midir, yoksa yakuttan mıdır, veya altından yahut gümüşten midir?" dediler.
Hz. Peygamber (s.a.s) de "Benim Rabbim, hiçbir şeyden değil. Çünkü O,
herşeyin yaratıcısıdır" dedi. Bunun üzerine İhlas Sûresi nazil oldu.
Hristiyanlar dediler ki: "O da tek, sen de teksin." Hz. Peygamber
(s.a.s) de, "Onun gibi hiçbirşey yok" dedi. Onlar, "Daha başka
sıfatlarından bahset" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah
sameddir?" dedi. Onlar, "Samed ne demektir?" diye sordular. Hz.
Peygamber, " M ahi u katın, ihtiyaçları için kendisine yöneldiği
zattır" cevabını verdi. Onlar, "Daha da anlat" dediler. Bunun
üzerine, ty (tf yani, AJlah Meryem gibi doğurmamış, yani İsâ gibi,
doğurulmamıştır. yani, mahlukatından, O'nun bir benzeri yoktur" ayetleri
nazil oldu.[7]
Üçüncü Fasıl:
Bu, sûrenin isimleri konusundadır. Bil ki isimlerin çokluğu, faziletin
fazlalığına delalet eder. Örf de söylediğimiz bu hususa şahiddir. Sûrenin bir
ismi, "tefrîcTdir; İkincisi, "tecrid"; üçüncüsü,
"sûretu't-tevhid"; dördüncüsü, İhlfis Sûresi'dir. Çünkü bu sûrede,
Allah Teâlâ'nın celal sıfatları demek olan, selbî sıfatlarından başkası
zikredilmemiştir. Bir de, kim bu sûredeki şeylere İnanırsa, Allah'ın dini
hususunda muhlis olmuş olur. Keza kim bu iman üzere ölürse, bu onun cehennemden
halâsı (kurtuluş vesilesi) olur. Yine bu sûrenin öncesi, yani Tebbet Sûresi,
hâlis (sırf) Ebû Leheb'in kınanması ile ilgilidir. Binâenaleyh bu sûreyi okuyup
(inananın) mükafaatı, (ahirette) Ebû Leheb'le birlikte ve aynı yerde
olmamaktır. Sûrenin beşinci ismi, "necat suresizdir. Çünkü bu sûre, seni dünyada
teşbih'den ve küfürden (Allah'ı bir şeylere benzetmekten ve inkardan); Ahirette
de cehennemden kurtarır.
Altıncı isim,
"velayet sûresi"dir. Çünkü kim bunu okursa, Allah'ın velilerinden
olur ve bir de, kim, Allah'ı sûrede anlatıldığı şekilde bilirse, Allah'ı sever
ve böylece bağışı, ni'met saydığı gibi, mihneti de rahmet sayar.
Yedinci isim,
"nisbet süresizdir. Çünkü, bize rivayet edildiğine göre bu sûre,
"Rabbini bize anlat" diyenlere cevaben nazil olmuştur. Bir de Hz.
Peygamber (s.a.s), Benî Süleyman kabilesinden bir adama ''Ey Benî Süleym'li,
Rabbini güzel tavsif et." Çünkü onlar, "Rabbini bize anlat"
deyince, Allah da, "Allah'ın nesebi (vasfı) işte budur" dedi. Nesebe
rivayet etmek, arabın şanındandır. Onlar, neseblerde eksiltme yapan veya
artırma yapanlara şiddetle karşı koyarlardı. Binâenaleyh Allah'ın bu sûredeki
vasfı, daha çok gözetilmelidir.
Sûrenin sekizinci
ismi, "Marifet Sûresi"dir. Çünkü marifetullah, ancak bu sûreyi
bilmekle tam ve mükemmel olur. Cabir (r.a) şunu rivayet etmiştir: "Bir
adam namaz kıldı ve İhlas Sûresi'ni okudu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)
"Şüphesiz bu, Rabbini bilen bir kuldur" buyurdu. İşte bundan dolayı
bu sûre, "sûretu'l-marifet" diye isimlendirildi."
Sûrenin dokuzuncu
ismi, "Cemâl Sûresi"dir. Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah cemildir,
yani güzeldir, cemâli (güzelliği sever) "[8]
buyurdu. Bunun üzerine ona, bu "cemâl"in ne olduğu soruldu, Hz.
Peygamber (s.a.s) "O, tekdir, sameddir, doğurmamış, doğurulmamıştır. Çünkü
eğer o tek ve benzersiz olmasaydı, o benzerinin onun yerini tutması caiz
(mümkün) olurdu" dedi.
Sûrenin onuncu ismi,
"Mukaşkışa (tedavi eden)"dir. "Hastayı iyi etmek"
manasında, "takşîşu'l-mariz" denilir. Binâenaleyh kim bu sûreyi
bilirse, onun için şirk ve nifak hastalığından iyileşme gerçekleşir. Çünkü
nifak da, "Kalblerinde bir hastalık var" (Bakara, 10) ayetinde ifade
edildiği gibi, bir hastalıktır.
Sûrenin onbirinci
ismi, "el-Muavvize"dir. Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber
(s.a.s) Osman b. Maz'un (r.a)'un yanına girdi, bu sûreyi ve bundan sonraki iki
sûreyi okuyarak, onu Allah'ın korumasına havale etti. Sonra da, "Bu
sûrelerle, Allah'a sığın. Çünkü bunlardan daha hayırlısı ile, sığmamazsm"[9]
buyurmuştur.
Onikinci isim,
"Samed Sûresi "d ir. Çünkü bu, sadece Allah'dan bahsetmektedir.
Onüçüncü isim,
"el-Esâs (temel) Sûresi"dir. Hz. Peygamber (s.a.s), "Yedi gök ve
yedi yer, "Kulhüvallâhu ehad" temeli üzerine kurulmuştur[10]
buyurmuştur. Buna delalet eden şeylerden biri şudur: "Nerdeyse ondan
ötürü, gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacakt" (Meryem,
90) ayetinin delaletiyle, teslis inancı, göklerin ve yerin harab olmasının
sebebidir. Binâenaleyh tevhidin de, bu şeylerin imar olmasının sebebi olması
gerekir. Denilmiştir ki: Alemin harab olmasının sebebi, "Eğer göklerde ve
yerde, Allah'dan başka ilahlar olsaydı, oralar fesada uğrar (düzeni
bozulurdu)" (Enbiya, 22) ayetinin anlattığı husustur.
Sûrenin ondördüncü
ismi, Mani'a (engel) Süresizdir. İbn Abbas (r.a), Allah Teâlâ'nın,
Peygamberine, onu miraca çıkardığı zaman
"Sonra İhlas
Sûresi'nİ veriyorum. O, Arş'ımm hazinelerinin saklandığı şeylerdendir. O,
maniadır - engeldir; kabir azabına ve cehennem ateşinin yalamalarına engel
olur" dediğini rivayet etmiştir.
Onbeşinci isim,
"Muhdar'dır. Çünkü o okunduğu zaman, onu dinlemek için melekler hazır
olur, gelir.
Onaltıncı isim,
"Müneffire (kaçıran)"dır. Çünkü şeytan, o okunduğ uzaman kaçar.
Onyedinci isim,
"Berâet Sûresi"dir. Çünkü rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s)
bu sûreyi okuyan bir adamı gördü ve "Bakın, şu adam şirkten beri (uzak)
olmuştur" dedi. Yine Hz. Peygamber (s.a.s), "K/m Kulhüvallahu
Sûresi'nİ, bir namazda veya namaz dışında yüz defa okursa, onun cehennemden
beratı yazdır"[11]
buyurmuştur.
Sûrenin onsekizinci
ismi, "Müzekkire" (hatırlatan)dır. Çünkü o, kulu tevhidin
özünü-safını anlatır, hatırlatır. Binâenaleyh bu sûreyi okumak, sana muhtaç
olduğun şeylerden unuttuklarını hatırlatan bir damga, bir işaret gibidir.
Ondokuzuncu isim,
"Sûretu'n-Nûr"dur. Hak Teâlâ, "Allah göklerin ve yerin
nurudur" (nût, as) buyurmuştur. Binâenaleyh o, gökleri ve yeri münevvir
olan, yani aydınlatandır. Bu sûre de, senin kalbini aydınlatır. Hz. Peygamber
(s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Herşeyin birnrü
vardır. Kur'ân'm nuru ise, kulhüvallahu ehadsüresidir." Bunun bir benzeri
de şu durumdur: İnsanın nuru en küçük bir uzvu olan, göz bebeğindedir. İşte
İhlas Sûresi de, Kur'ân için, aynen insanın gözbebeği mesabesindedir.
Sûrenin yirminci ismi,
"el-Emân" süresidir. Cenâb-ı Hak bir hadis-i kudside('Kul
"Lâilâhe illallah" dediği zaman, Benim kaleme (korumama) girmiş olur.
Kim de Benim kaleme girerse, azabımdan emin (güvenlik içinde) olur"
buyurmuştur.[12]
Dördüncü Fasıla: Bu,
İhlas Sûresi'nin faziletleri hakkındadır. Bu faziletler şöyle çeşitli
açılardandır:
1)
Hadislerde de meşhur olmuştur ki bu sûreyi okumaktan, kastedilen şudur: Bütün
şeriatların ve ibadetlerin en önemli ve şerefli hedefi, Allah'ın zatını,
sıfatlarını ve fiillerini bilmektir. Bu sûre de, Allah'ın zatını bilme konusunu
ihtiva etmektedir. Binâenaleyh İhlas Sûresi, Kur'ân'ın üçte birine denk olmuş
olur.
"Kul yâ
eyyühe'l-Kâfirûn" Sûresine gelince, o, Kur'ân'ın dörtte birine denktir.
Çünkü Kur'ân'ın ulaşmak istediği maksad, ya bir şeyin yapılmasıdır, ya bir
şeyin terkedilmesidir. Bu hususlardan her biri, ya kalbin fiilleriyle
ilgilidir, ya organlarının fiilleriyle ilgilidir. Binâenaleyh hepsi dört
kısımdır. "Kâfirûn Sûresi" ise, kalbin fiillerinden, terkedilmesi
gerekenleri anlatmaktadır. Dolayısıyla gerçekte, Kur'ân'ın dörtte birine şamil
olmuş olur. Bu sebepten dolayı bu iki sûre, yani Kâfirûn ve İhlas Sûreleri,
bazı isimlerde müşterek (ortak)tirler. Binâenaleyh her ikisi de,
"mukaşkışa" (tedavi eden) ve "mübrie" (iyileştiren)dir.
Çünkü bunlardan herbiri, kalbin, Allah'ın dışındaki varlıklardan beraetini,
uzaklaşmasını ifade eder. Ancak şu kadar var ki, Kâfirûn Sûresi lafzı ile,
AlIah'dan başkasından beraeti ve Allah ile (yani Allah'a ibadetle) meşgul
olmaya devamı ifade eder; İhlas Sûresi de, lafzı ile, Allah ile, Allah ile
meşgul olması ve Allah'dan başkasından yüz çevirmeye devam etmeyi ifade eder.
Yahut "Kâfirûn Sûresi", kalbin, Allah'dan başka ma'bud edinilen
şeylerden beraetini; İhlas Sûresi ise, ma'budun (Allah'ın), kendisine layık
olmayan şeylerden beraetini (uzak tutulmasını) ifade eder.
2) Kadr
gecesi, Kur'ân'ı ihtiva eden sedef olduğu için bin aydan daha hayırlı olmuştur.
Kur'ân'ın hepsi de, adeta "Kulhüvallahu Ehad" isminin, sedefi
(kabı)dır. Binâenaleyh işte bundan dolayı, İhlas Sûresi için bu fazilet söz
konusu olmuştur.
3) Akli
delil, kulun en yüce ve büyük derecesinin, kalbinin, Allah'ın celâl ve kibriya
nurları ile aydınlanması olduğuna delalet eder. Bu ise, ancak bu sûreden elde
edilir. Dolayısıyla bu sûre, sûrelerin en büyüğü olmuştur.
İmdi, eğer,
"Allah'ın sıfatları, başka sûrelerde de zikredilmektedir?.."
denilirse, biz deriz ki: Fakat bu sûrenin, bir özelliği var, o da şu: İhlas
Sûresi, şeklen küçük olduğu için, kalblerde hep ezbere kalır, akıllarda hep
bilinir. Binâenaleyh onun sayesinde, Allah'ın celalinden zikri ebediyyen hazır
olur. Dolayısıyla, yerinde olarak, bu faziletleri ile, diğer sûrelerden
ayrılmış ve temeyyüz etmiştir.
Şimdi sûrenin
tefsirine dönelim.
Hak Teâlâ'nın "De
ki: "O Allah birdir" ayetiyle ilgili bir kaç mesele var:[13]
Bil ki marifetullah,
(adeta) hazır olan (elde olan) bir cennettir. Çünkü cennet, aklına ve
arzularının özlemlerine
nail olmandır. İşte
bundan dolayı cennet, aklı ile arzusu anlaşamadığı zaman, Hz. Adem (a.s) için
cennet olmadı. Kabir de mü'min için bir hapishane değildir. Çünkü mü'min için
orada, aklı ile hevâ-u hevesini birleştiren şey hasıl olur. Hem sonra
marifetullah, hevâ-u hevesin ve aklın istediği şeylerdendir. Binâenaleyh
marifetullah, mutlak manada bir cennet olur. Söylediğimiz bu şeylerin izahı
şöyledir: Akıl, iyiliklerin emanet edileceği bir emin (güvenilir) zat ister.
Şehvet (heva-u heves) de, kendisinden, tad alacağı şeyleri taleb edebileceği
bir zengin zat ister. Hatta akıl, yüksek himmeti (gayreti) olan insan gibi,
ancak Mevlasına boyun eğer. Heva da, bir zenginin geldiğini duyunca, iyilikte
bulunmasını isteyen kimse gibi, mevlasının iyiliğini istemek için gayrete
gelir. Hatta akıl, geçmiş nimetlerine şükretmek için, Mevtasını yakından
tanımak (marifetullah) ister; heva ise, gözlediği nimetlerini elde etme
arzusuyla, mevlasının marifetini elde etmek ister. Bu ikisi, o Mevlanın
istediği gibi, onu âlim, ve zengin olarak bildikleri (öğrendikleri) zaman, hiç
kimseye şükretmem" der, şehvet de, "Senden başka hiç kimseden birşey
istemem" der. Sonra şüphe gelir ve "Ey akıl nasıl sadece ona
şükredersin, belki O'nun bir benzeri (dengi) vardır? Sen ey şehvet, sadece
O'nunla yetinirsin, belki orada başka bir kapı vardır?" der. Böylece akıl
şaşkın bir halde kalır ve bu rahatı kaçar. Dolayısıyla yakîn cevherine
(madenine) ulaşmak-kavuşmak için istidlal alemine gitmek ister. Binâenaleyh Hak
Teâlâ sanki, "Bana hizmet ve şükür ile meşgul olma lezzeti, nasıl kuluma
gizli kalır" demiş ve Resulünü göndermiş ve ona, "bunu, kendinden
söyleme, aksine de ki: "Doğru olarak bildiğim (Allah) bana şöyle diyor:
"De ki: O Allah birdir." Öyleyse sana, vahdaniyetini naklî delil ile
öğretti. Akıl yürütme ve tefekkür etme zahmetinden seni kurtardı."
Bunun izahı şudur,
istekler üç kısımdır: Bir kısmı, kendisine naklî delil ile ulaşılması mümkün
olmayanlardır. Bunlar, Allah'ın zatını, ilmini, kudretini ve mucizelerin
doğruluğunu bilmek gibi, semiyyatın geçerli oluşunun kendilerinden geçerli
olmasına bağlı olduğu şeylerdir. Bir kısım, kendisine ancak semiyyat (naklî
delil ile) ulaşabilen şeylenrdir. Bunlar da, vukuunun mümkün olduğu akil ite
bilinen herşeyin vaki olmasıdır. Üçüncü kısım da, kendisine akıl ve semiyyatın
birlikte ulaşabileceği şeylerdir. Bu da, Allah'ın bir olduğunu ve onun,
görülmesinin mümkün olduğunu bilmek gibi şeylerdir. Vahdaniyyetin, yani
Allah'ın birliğinden delillerini, "Eğer bu ikisinde, (göklerde ve yerde),
Allah'dan başka ilahlar olsaydı, bunlar fesada uğrardı" (Enbiyâ, 22)
ayetinin tefsirinde uzun uzun anlattık.[14]
Bil ki alimler,
"Kâfirûn Sûresi"nin başında "De ki" lafzının gerekli olduğu
hususunda icma etmişlerdir. Keza,
"Tebbet
Sûresi"nin başında da (De ki)
lafzının olmasının caiz olmayacağı hususunda da icma etmişlerdir.
Ama İhlas Sûresi'ndeki (De ki) lafzı hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Bunun meşhur kıraati şeklindedir. Übeyy ve İbn Mes'ûd (r.a) bunu, başında lafzı
olmaksızın şeklinde okumuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu, lafzı olmaksızın ve
şeklinde de okumuştur. Sûrenin başında edatını okuyan, "Bunun sebebi, bu
nazmın, yani ayetin bu sıra ve düzeninin, kulun (Hz. Peygamber (s.a.s)'in) gücü
dahilinde olmadığını, onun ancak kendisine söyleneni aktardığını beyan
etmektir" demiş olur. lafzını hazfederek okuyan da, "(Ayette bahsedilen)
gerçek, daha önce Hz. Peygamber (s.a.s)'ce bilinmiyordu vehmine kapınılmasın,
bu yanlışlığa düşülmesin diye (böyle okudum)" demek istemiş olur.[15]
Bil ki bu ayetin
i'râbı ile ilgili çeşitli ihtimaller var:
1) zamiri,
Allah isminden kinayedir. Buna göre "Allah" lafzı, mübtedanın haberi
olarak merfudur ve "ahad"
kelimesi hakkında, senin
"Zeyd kardeşindir ayaktadır" şeklindeki cümlende caiz olan
ihtimaller, caizdir.
2)
zamir-i şandır. Bu durumda, "Allah"
lafzı, mübteda olarak merfu olur, "ahad" kelimesi de onun haberi olur
ve bütün cümle, y> zamir-i sânının haberi olur. Buna göre ayetin takdiri:
"Durum, gerçek ve söylenecek söz şudur: O Allah birdir" şeklinde
olur. Bunun bir benzeri de, (Enbiya, 97) ayetidir. Fakat bu ayette zamir,
müennes olarak gelmiştir, çünkü bunun tefsirinde, müennes bir isim var. (Hacc,46) ayeti de buna göre gelmiştir. Ama
tefsirde bir müennes olmaz ise, zamir-i kıssa müennes olarak getirilmez.
Nitekim (Tahâ, 74) ayetinde müennes
olarak gelmemiştir.
3) Zeccâc,
"Bu ayetin takdiri, "(Ey müşrikler) sizin sorduğunuz zat, Aİlah'dır,
birdir" şeklindedir" der.[16]
Bu,
"ahad" kelimesiyle ilgilidir. Bu hususta iki izah var:
1) Bu,
"Vâhid" manasınadır. Hain, "Ehad, isnân (bir-iki) denilmesi,
caizdir." "Ehad"ın aslı "vâhid"dir. Fakat vâv'ı,
hafiflik-kolaylık olsun diye hemzeye kalbolunmuştur. Araplar, vucûh - ucûh;
(yüzler), vlsâde - isâde (yastık) gibi, ötüreli ve kesreli varlıklarda çokça
yaparlar.
2) Vahidî ve
ehad, müteradif iki isim değildir. Ezheri, "Allah'dan başka hiçbir varlık,
"ehad" olarak tavsif edilip de mesela, veya denilemez. Ama, "raculün vâhfdun",
yani "bir adam" denir. Ehad, Allah'ın, kendi zatı için seçmiş olduğu
sıfatlanndandır. Binâenaleyh bu sıfatta, hiç birşey O'na ortak olamaz"
demiştir.[17]
Alimler
"vâhid" ile "ehad" arasındaki fark ile ilgili çeşitli
izahlarda bulunmuşlardır:
1) Vâhid,
"Ehad"a dahildir, ama "Ehad", "Vâhid"e dahil
değildir.
2) Sen
mesela, "Falancaya hiçbir vahid koyamaz" dediğin zaman, "Fakat
iki kişi karşı kor" diyebilirsin. Ama, "ehad" kelimesi böyle
değildir. Dolayısıyla eğer, "Falancaya hiçbir ehad karşı koyamaz"
dediğin zaman, "Fakat ona iki kişi karşı kor" diyemezsin.
3)
"Vâhid" kelimesi, müsbet (isbat) için, "ehad" kelimesi ise,
menfî (nefy) için kullanılır. Mesela, müsbet (olumlu) manada, "Bir (vâhid)
adam gördüm" "Bir (vâhid) adam gördüm" dersin; menfî manada da,
"Hiçbir kimse (ehad) görmedim" dersin, binâenaleyh bu, umûm (genel
mana) ifade eder.[18]
Kıraat imamları bu
ayetin okunuşunda ihtilaf etmişlerdir. Ekserisinin kıraati tenvin ve kesreyle
harekelenmesi ile
şeklindedir. Bu,
kendisinde bir İşkâl olmayan, kıyasa uygun şekildir. Çünkü daki tenvin ve
"Allah" lafzının lamı tarifi sakindirler. İki şakin yanyana gelince,
bunlardan birincisi kesre ile harekelenir. Ebû Amr'ın bu ifadeyi, tenvinsiz
olarak şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Bunun sebebi, nûn harfinin, aynen
kendileri gibi, ziyade edilebilmesi açısından, lîn harflerine benzemesidir.
Dolayısıyla onlara benzeyince, iki sakin bir araya geldiğinde, birisinin
hazfedilmesi açısından, aynen onlar gibi muameleye tabi tutuldu. Nitekim elif,
vâv ve yâ harfleri bu sebebten, ifadelerinde olduğu gibi, hazfedilmişlerdir.
Aynı sebepten dolayı ve ifadelerinde olduğu gibi, fiildeki nun-u sakin
hazfedilin iştir. Bu ayette de, nun,
ittikâ-i sakineynden, yani iki sakin harfin yanyana-peşpeşe gelişinden dolayı,
o harflerde olduğu gibi, hazfedil mistir. Biz bu konuyu, (Tevbe,30) ayetinin
tefsirinde uzun uzun ele aldık.
Yine Ebû Amr'ın şeklinde okuduğu ve "Bir çok kurraya
rastladım, onlar bunu sükûn üzerine vasıl ile, bu şekilde okuyorlardı"
dediği rivayet edilmiştir. Ebû Ali, "Fasılalar, "idrâç"ta, vakf
halindeki şekilleriyle icra edilir. Buna göre
şeklinde okuyanlar, tâ okuyuşu da
böyledir" der. Kurrâ'nın çoğu Ebû Amr'ın anlattığığna göre,
"vakf" görüşünde olunca, o, bunu, devamlı olarak üzerinde
vakfedilmesi ve arapların dilinde (örfünde) çok oluşundan ötürü, vasi halinde
de vakıf halindeki şekliyle okumuştur. A'meş ayeti, şeklinde okumuştur. Eğer,
"Bunun sebebi nedir?" denilirse, cevaben denilir ki: "Ehad"
kelimesi, "nekire" üzeredir. Maverdî şöyle der: "Bunun iki izahı
var:
1) Lâm-ı
tarif, mukadder olması niyetiyle hazfedilmiştir ve ayetin takdiri, şeklindedir.
2) Kelimenin
nekire olmasından murad, ta'zimdir, yani büyüklüğü ve önemi ifade etmektir.[19]
Bil ki ayeti, üç
kelimedir ve bunlardan her biri, talihlerin (kulların) makamlarından bir makama
işarettir:[20]
Mukarreblerin
makamıdır ve bu, Allah'a seyr-u sülük edenlerin ve şu, her eşyaya ve her haki
kata, eşya ve hakikat olduğu için bakanların mertebelerinin en yücesidir.
Binâenaleyh hiç şüphesiz bunlar, Allah'dan başka bir mevcud (varlık) görmezler.
Çünkü Hak, zâtı gereği vacibü'l-vücûd olandır. Onun dışındakiler ise zâtı
gereği mümkin olan varlıklardır. Zatı gereği mümkin olana, o, o olması
açısından bakıldığında, "yok" hükmünde olur. İşte bu makamda
olanlar, Hak Sübhanehü ve Teâlâ'dan başka, gerçek "varlık"
göremezler. Bu ayetteki (O) lafzı da,
mutlak bir işarettir. Bu işaret, hernekadar mutlak ise de, işaret edilen varlık
muayyen olunca, bu mutlak o muayyene ait olur. Dolayısıyla kelimesi mukarreb olan o kimselerin, Hak
Teâlâ'ya yaptıkları bir işaret olur ve bunlar, bu işarette herhangi bir temyize
ihtiyaç duymazlar. Çünkü bir mümeyyeze (belirlenen varlığa) ihtiyaç duymak,
ancak ortada iki mevcud (varlık) bulunduğu zaman söz konusu olur. Halbuki
yukarıda beyan ettiğimiz gibi, bu kimseler akıl gözleri ile, sadece bir tek
zorluk görmekte ve tanımaktadırlar. İşte bu sebepten dolayı, (O) lafzı, bu
kimseler için tam irfanın (bilginin-tanımanın) hasıl olması için kafi
gelmiştir.
İkinci Makam:
Ashab-ı yemînin makamıdır. Bu, birinci makamın aşağısındadır. Çünkü bu ikinci
makamda olanlar, Hak Teâlâ'yı bir mevcud (varlık) olarak bilip tanıdıkları
gibi, halkı da bir varlık olarak kabul etmektedirler. Dolayısıyla bunlar için,
varlıklarda bir çokluk, birden fazlalık söz konusudur. Şüphesiz bu
durumda, (O) kelimesi, Halik Teâlâ'ya
işaret etmek için yeterli olmaz, aksine burada, Hakk'ın halktan ayrılmasını,
halk ile karıştırılmamasını sağlayacak bir mümeyyize (belirleyici kelimeye)
ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bu makamda olan kimseler lafzına, lafzını ilave etme ihtiyacını duymuşlardır.
Çünkü Allah, diğer varlıkların muhtaç olduğu ve bütün diğer varlıklardan
müstağni olan varlıktır.
Üçüncü Makam: Ashab-ı
şimalin makamıdır ve bu, en değersiz ve en aşağı makamdır. Bu makamda olanlar,
vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) varlıkların, birden fazla olabileceği ve
tanrının, birden fazla olabileceği görüşündedirler. Dolayısıyla bunlara red
olarak ve sözlerinin batıl olduğunu ortaya koymak için, geçen lafızlara bir de
"ehad" (bir) lafzı ifade edilmiş ve
"De ki: O Allah birdir" denilmiştir.[21]
Burada,
anlattıklarımızdan daha önemli ve daha yüce, şöyle bir başka konu daha var:
Allah Teâlâ'nın sıfatları ya izafidir, ya selbidir. izafi olanlar, alim, kadir,
murîd (irade eden), hallak (yaratan) gibi sıfatlardır. Selbî (olumsuz) olanlar
da, "cisim değildir", "cevher değildir", "araz
değildir" gibi şekillerde ifade ettiğimiz sıfatlardır. M ahi u kat
öncelikle, birinci tür sıfatlarına; ikinci olarak da, ikinci tür sıfatlarına
delalet eder. "Allah" lafzı, bütün izafî sıfatlara delalet eder:
"Ehad" lafzı da, bütün selbî sıfatlara delalet eder. Dolayısıyla
sözümüz, insan akıllarına uygun irfanı anlatmaya tam bir ifade olmuş olur. Biz,
"Allah" lafzının, Cenâb-ı Hakk'ın bütün izafî sıfatlarına delalet
ettiğini söyledik, çünkü "Allah", ibadete müstehak-layık olandır.
İbadete müstehak olmak ise, varetme ve yaratmada tek başına olan için söz
konusudur. Varetme ve yaratmada tek olmak da, tam bir kudrete, geçerli bir
iradeye ve külliyat ile cüziyyatın bütün malumatını kuşatan bir ilme sahip olan
için söz konusu olur. İşte bunlar, izafi sıfatların toplamıdır. Selbi
sıfatların toplamı ise, "Ehad" oluşta yatmaktadır. Çünkü
"Ehad" (bir) olmaktan murad, bu hakikatin haddi zatında, terkib
(birleşim) şekillerinden uzak ve tek olmasıdır. Bu böyledir, çünkü her mürekkeb
mahiyet (varlık), kendisini meydana getiren, parçalarının herbirine muhtaçtır.
Her bir parçası da, o mürekkeb varlıktan başka birşeydir, yani mürekkeb
varlığın kendisi demek değildir. Dolayısıyla her mürekkeb varlık, kendisinden
başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise, "mümkin zatihi" bir
varlıktır. Dolayısıyla her mürekkeb, zatı itibariyle "mümki"
(olabilir de, olmayabilir de) cinsinden bir varlıktır. Bütün mümkin varlıkların
yaratıcısı olan ilahın (Allah'ın), "mümkin" varlık olması
imkansızdır. Öyle ise O, haddi zatında ferddir, tektir, birdir. O'nun ferd ve
tek olduğu, yani "ehad" olduğu sabit olunca, mütehayyiz, yani mekan
tutan bir varlık olmaması gerekir. Çünkü her mütehayyiz varlığın, mesela, sağı,
solundan farklıdır. Her böyle olan da, kısımlara ayrılabilir. Öyle ise, "ehad"
(tek) olanın, mütehayyiz olması imkansızdır. O, mütehayyiz olmayınca,
mekanlardan ve yönlerden hiç birinde olmamış olur ve herhangi bir şeyde, bir
"hal" (sıfat) da olmaması gerekir. Çünkü o zaman, o, mahalli ile,
yani hali-sıfatı olduğu şey ile birlikte, "ehad" (tek bir şey)
olmamış olur.
Keza o, herhangi bir
şey için "mahal" de olamaz. Çünkü o zaman o "hafi ile birlikte,
yine "ehad" (tek bir şey) olmamış olur. O, bir hal veya mahal
olmayınca, kesinlikle değişmez. Çünkü değişmenin, bir sıfattan, diğer bir
sıfata, bir halden diğer bir hale olması gerekir. Keza O "ehad"
(bir-tek) olunca, vâhid (bir tane) olması da gerekir. Çünkü eğer vacibü'l-vücûd
(varlığı zorunlu) iki tane varlığın olduğu farzedilse, bu ikisi
"varlık"ta ortak olmuş olurlar ve belirleme ile birbirinden
ayırdedilebilirler. Ama ortak oldukları husus ile, birbirinden ayırdedildikleri
husus farklı şeylerdir. Bu durumda bu varlıklardan herbiri (kendilerinde,
birden fazla mahiyet bulundurdukları için), mürekkeb varlıktır.
Böylece sabit olur ki:
O'nun "ehad" oluşu, vâhid olmasını da gerektirir. Buna göre eğer,
"O, şeyin, "ehad" (bir) olduğu nasıl düşünülebilir? Çünkü
"ehad" diye nitelenen her hakikatte (varlıkta), bir o hakikat, bir de
"ehad" olma vasfı var ve bu ikisinin toplamı, bir üçüncü şeydir,
dolayısıyla bu üçtür, bir yani "ehad" değildir" denilirse, şöyle
cevap verilir: "Ehad" olmak, o hakikatin ayrılmaz vasfıdır.
Dolayısıyla o hakikaten "ehad" olduğuna hükmedilmiştir. O, işte bu
hakikattir, yoksa kendisi ile o "ehad" olma sıfatından meydana gelen
toplam değildir. Binâenaleyh bu anlattıklarımızdan, "Allah birdir"
sözünün, Allah Teâlâ'nın bütün izafi ve selbi sıfatlarını içine alan-ifade eden
bir söz olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu konudaki daha geniş ve tam izah,
"Sizin ilahınız, tek olan bir ilahtır" (Bakara, 163) ayetinin
tefsirinde geçmiştir.[22]
"Allah,
sameddir" (Ihlas, 2).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[23]
Alimler,
"samed" kelimesinin izahı sadedinde iki şey söylemişlerdir:
1) Bu, "fa'al" vezninde olup, mefûl
(ism-i mef'ûl) manasındadır ve
"Ona yöneldi, ona niyetlendi" manasındaki, fiilindendir. Demek ki
samed, "bütün ihtiyaçlar konusunda, kendisine yönelinilen, başvurulan
efendi, büyük" manasınadır. Şair,
"Ölüm habercisi,
Benî Esed'in en hayırlısı olan Amr ibn Mes'ûd'un yani o ulu efendinin vefatını
erkenden haber verdi" demiştir. Yine şair, şu şiiri söylemiştir:
"Keskin kılıcımla
ona üstünlük sağladım. Sonra da ona, "Alo (kılıcını), eyHuzeyf, sen efendi
ve ihtiyaçları gideren iyiliksever birisin" dedim." Bu tefsirin
doğruluğuna delil, İbn Abbas (r.a)'ın rivayet ettiği şu hadistir: Bu ayet nazil
olduğu zaman, sahabe, "Samed nedir?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s)
de "O, ihtiyaçlar hususunda kendisine başvurulan efendidir" dedi."
Leys, ifadesi, "şu işe niyetlendim, niyetlendi, yöneldi"
manasınadır" der.
2) Samed,
içinde boşluk olmayan demektir. Şişenin tıpasına "simad" denilmesi de
bu köktendir. Sert olan, yumuşaklığı-gevşekliği olmayan şeye de,
"musammed" denilir. Katâde şöyle demiştir: "Bu tefsire göre, musammed
kelimesindeki "dal", aslında "te" harfinden çevrilmedir ve
aslı "musammef'tir." Dilcilerden bazı müteahhir (sonraki) alimler,
"Samed, toz tutmayan kendisine hiç bir şeyin giremediği ve kendisinden hiç
bir şeyin çıkamadığı, düz ve pürüzsüz taş manasınadır" demişlerdir. Bil ki
Müşebblhe'nin cahillerinden bazıları, bu ayeti, Allah'ın cisim olduğuna delil
getirmişlerdir. Bu istidlal yanlıştır. Çünkü, yukarıda da anlattığımız gibi,
O'nun, "ehad" (bir-tek) oluşu, cisim olmasına terstir. Binâenaleyh bu
ayetin öncesi, "samed" kelimesi ile bu mananın kastedilmiş olmasının
imkansız olduğuna delalet etmektedir. Çünkü samed, bu manaya göre,
sıkıştırılmış ve pekiştirilmiş cisimlerin sıfatıdır ve Allah Teâlâ, böyle
olmaktan münezzehtir. Dolayısıyla bu durumda, kelimeyi, mecazi manaya hamletmek
gerekir. Çünkü böyle olan cisimler, başkasının tesirinden ve müdahalesinden
uzak olur. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, vâcibü'l-vücûd olup, varlığında, bekasında
ve bütün sıfatlarında, değişmesinin imkansızlığına bir işarettir.
İşte dil açısından
ayetle ilgili hususlar bunlardır.
Müfessirlere gelince,
onlardan bir çok izahlar nakledilmiştir: Bu İzahların bazısı, "samed"
kelimesinin birinci manasına göre, yani "Allah'ın, bütün ihtiyaçları
yerine getirme hususunda, kendisine başvurulan bir efendi" oluşuna
göredir. O zaman Samed, Hak Teâlâ'nın zatı ve sıfatları açısından
vâcibü'l-vücûd olup, bu ikisinde değişmenin imkansız olmasına göredir. Bu
durumda da, "samed", Mak Teâlâ'nın selbi sıfatlarına bir işarettir.
Müfessİrler bazan da, "samed'i, bu iki manayı da içine alacak şekilde
tefsir ederler.[24]
Birinci görüşte
olanlar, şöyle çeşitli izahlar yapmışlardır:
1) Samed,
bütün herşeyi bilendir. Çünkü Allah'ın, bütün ihtiyaçları karşılaması için başvurulan
bir efendi olması, ancak bu özellikle tam olur.
2) Samed, halîm manasınadır. Çünkü O'nun bir efendi (rab-sahib) olması,
hilm ve keremli olmasını gerektirir.
3) İbn-i
Mes'ûd (r.a) ve Dahhâk'ın görüşüne göre "samed", şan ve şerefi
zirvede olan efendi demektir.
4) Esamm
ise, "Samed, herşeyi yaratan" demektir. Çünkü seyyid (efendi) oluşu,
bunu gerektirir" demiştir.
5) Süddî,
"Samed, arzu edilen işler hususunda kendisine yönelinilen-yalvarılan;
musibetlerde de kendisinden yardım istenilendir" demiştir.
6) Huseyn b.
el-Fadl el-Becelî şöyle demiştir: "Samed, dilediğini yapan, istediği hükmü
veren, verdiği hüküm hussunda kendisine hesab soracak hiç kimse ve hükmünü
reddedecek hiç kimse bulunmayandır."
7) Samed,
büyük ve yüce efendidir.
8)
"Samed, hiçbir işte ondan başkası hükmedemez, yegane şerefli zat"
demektir.[25]
İkinci görüşte
olanlar yani "samed" kelimesini, Allah Teâlâ'nın selbî sıfatlarına
mecalî bir işaret sayanlar da bununla ilgili şu şekilde bazı izahlar
zikretmişlerdir:
1) Samed,
"O (Allah), ganidir hamiddir"'(Hadid.24) ayetinde Cenâb-ı Hakk'ın da
ifade buyurduğu gibi, ganî (zengin) manasınadır.
2) Samed,
"O (Allah), kullan üzerinde kahirdir, hakimdir" (En'âm, 18); ayetinin
de ifade
ettiği gibi, ondan
yukarıda hiç kimse
bulunmayan; üzerinden kor km
ayan, aşağısı ndaki ne saygı gösterme durumunda olmayan, bütün ihtiyaçlar
kendisine arzedilen demektir.
3) Katâde
buna, "O yemez içmez, "O doyurur, doyurulmaz" (En'âm, 14)
manasını vermiştir.
4) Yine Katâde,
"O, halkının fani oluşundan sonra da baki kalandır. O hariç yeryüzündeki
herşey yok olacaktır" (Rhman, 26) demiştir.
5) Hasan
el-Basrî, "O, ebedî ve ezelî olandır; yok olması imkansızdır. Hiçbir mekân
yok iken O vardı. Keza ne zaman, ne Arş, ne Kürsî, ne bir insan, ne bir cin yok
iken O vardı. O şu anda, daha önce nasıl ise öyledir" demiştir.
6) Ubeyy b.
Ka'b (r.a), "Samed, ölmez, kendisine varis olunmaz olandır. Göklerin ve
yerin mirası O'na aittir" demiştir.
7) Yeman ve
Ebû Malik, "O, uyumaz, uyanılmaz" demişler.
8) İbn
Kayşan, "O, hiç kimsenin sıfatı ile nitelenemez" der.
9) Mukâtll
b. Hibbân, "O, aybı-kusuru-noksanlığı olmayandır" demiştir.
10) Rebî' b.
Enes, "O, başına belaların gelemediği zattır" der.
11) Sa'îd b. Cübeyr, "O, bütün sıfatlarında ve bütün fiillerinde
kamil olandır" der.
12) Ca'fer
Sâdık, "O, galib gelen, ama mağlub edilemeyendir" der.
13) Ebû
Hureyre (r.a), "o, herkesten müstağni olan, hiçkimseye ihtiyacı
olmayandır" der.
14) Ebû Bekir el-Verrâk, "O, mahlukatın, keyfiyetine muttali olmaktan
ümidini kesmiş olduğu zattır" der.
15) O,
gözlerin idrak edemeyeceği zattır.
16) Ebu'l-Âllye
ve Muhammed el-Kurazî, "O, doğurmamış ve doğrulmamış olandır. Çünkü
doğuran herkese, varis olunur; doğurulan herşey de mutlaka ölür"
demişlerdir.
17) İbn
Abbas (r.a), "O, üzerinde-yukarısında hiç kimse bulunmayan büyüktür, en
büyüktür" der.
18) O,
eksiklikleri ve fazlalıkları bulunmaktan, değişikliklere ve farklılaşmalara
mahal olmaktan ve zamanların, mekanların, anların, yönlerin kendisini
kuşatmasından (içine almasından) münezzehtir.[26]
Üçüncü görüşte, yani
"samed" kelimesini, bütün bu manalara hamletmek de mümkündür. Çünkü
kelime, Allah'ın zatının vâcibü'l-vücûd oluşuna delalet etmesi açısından, bütün
selbî sıfatlara; herşeyin yaratıcısı olduğuna delalet etmesi açısından bütün
İlahi (izafi) sıfatlara delalet etmektedir.[27]
"Allahu's-Samet
(Allah Samed'dir) ifadesi, varlıklar içinde, AlIah'dan başka "samed"
olmamasını gerektirir. "Samed" kelimesi de "masmûd", yani
her türlü ihtiyaç için kendisine başvurulan" manasına, veya "Zatında
değişiklik kabul etmeyen, değişmesi mümkün olmayan" manasına tefsir
edilince, varlıklar aleminde, Allah Teâlâ'dan başka, bu şekilde bir varlık
olmaması gerekir. Binâenaleyh bu ayet, o tek varlıktan başka tanrı olmadığına
delalet eder. Dolayısıyla "Allahu ehad" (Alah birdir) ayeti, Hak
Teâlâ'nın zatında hiçbir şekilde bir terkib ve telif olmadığı manasında bir
olduğunu; ''Allah sameddir" ayeti de, eşleri, benzerleri, zıdları olmadığı
manasında tek olduğuna bir işarettir. Geriye ayetle ilgili iki soru kalmıştır.[28]
Birinci Soru:
Niçin "ehad" kelimesi nekire; "es-Samed" kelimesi marife
gelmiştir? Buna şöyle cevap verilir: İnsanların vehimlerinde (zanlarında)
çoğunlukla, her mevcudun (var olan şeyin) müşahhas (hissedilebilir) olduğu
fikri vardır. Halbuki her hissedilebilir (mahsus) şeyin, kısımlara ayrılacağı
bilinmektedir. Binâenaleyh kısımlara ayrılmaz olan varlık, ekseri insanların
akıllarına gelen şey değildir. Ama Samed, ihtiyaçlarda kendisine başvurulandır.
"Samed"in bu manası, araplar için malum idi, hatta insanların çoğunca
malumdu. Nitekim Hak Teâlâ, "Eğer, "Onları kim yarattı!" diye
sorsan, şüphesiz "Allah" derler"(Zuhruf, 87) buyurmuştur. "Ehad"
(bir olma), bilinmeyen, çoğu kimsece tam anlaşılamayan bir konu olunca, ve
"samed"iyyet halkın çoğu nazarında bilinen bir mana olunca, işte bu
yüzden "ehad" lafzı nekire; "samed" lafzı marife olarak
gelmiştir.
İkinci Soru:
Allah lafzını, "Allah birdir, Allah sameddir" diye tekrar etmenin
faydası nedir?
Cevap: Eğer bu lafız
tekrar edilmemiş olsaydı, "ehad" ve "samed" kelimelerinin
her ikisinin de, ya marife, ya nekire olarak gelmeleri gerekirdi. Yukarıda izah
ettiğimiz gibi, böyle gelmeleri caiz değildir. İşte bundan dolayı
"Allah" lafzı, "ehad" nekire, "samed" de marife
olarak gelebilsin diye tekrar edilmiştir.[29]
"O, doğurmamıştır
ve doğurulmamıştır" (Ihlas, 3).
Bu ayetle ilgili
birkaç soru var:
Birinci Soru:
(doğurmamıştır) iadesi niçin,
(doğurulmamıştır) ifadesinden önce zikredilmiştir? Halbuki, görünen durumda,
(mesela insan) önce mevlüd (çocuk-doğurulan) olur, sonra valid (baba-anne)
olur?..
Cevap: Önce
"doğurmamıştır" ifadesiyle söze başlanmıştır. Çünkü kafirler,
Allah'ın çocuğu olduğunu iddia ediyorlardı. Bu böyledir, çünkü müşrik Araplar,
"Melekler, Allah'ın kızlarıdır"; yahudiler, "Uzeyr, Allah'ın
oğludur"; hristiyanlar da "Isa, Allah 'm oğludur" diyorlardı ve
bunlardan hiç biri, Allah'ın bir babası olduğunu iddia etmiyorlardı. İşte bu
sebepten dolayı, Hak Teâlâ bu ayette önce, daha önemli olan hususu ile işe
başlayıp, "O doğurmamıştır" buyurmuş; sonra da bunun deliline işaret
ederek, "ve doğurulmamıştır" buyurmuştur. Adeta şöyle denilmek
istenmiştir: "Allah'ın herhangi bir çocuğu olamayacağına delil, O'nun
başkasının çocuğu olmadığı hususundaki ittifakımızdır."[30]
İkinci Soru:
Hak Teâlâ niçin, sadece geçmiş zamanı zikrederek, "Doğurmamıştır..."
buyurmuş da, "Doğurmayacaktır" buyurmamış?
Cevap: Cenâb-ı Hak, geçmiş zaman ile yetinmiştir. Çünkü bu ayet, kafirlerin,
'9Allah doğurmuştur, Allah'ın çocuğu olmuştur" manasındaki iddialarına
cevab olarak gelmiştir. Onların bu iddiada olduklarının delili, "İyi bilin
ki onlar, iftiraları yüzünden, "Allah doğurdu" diyorlar"
(saffat, 151-152) ayetidir. Dolayısıyla bu ayetten maksad, onların bu sözünü
yalanlamak olunca ve onlarda bunu, geçmiş zamanda söylemiş olunca, ayet onların
sözüne uygun (bir zaman siğasıyla) gelmiştir.
Üçüncü Soru:
Allah Teâiâ burada, "O, doğurmamıştır" buyurmuş; Furkan Sûresl'nden
ise, "O, hiçbir çocuk edinmemiştir" (Furkan, 2) buyurmuştur, niçin?
Cevap: Çocuk
İki şekilde olur: Birincisi, ondan onun gibi bir varlığın doğması suretiyle,
olmayıp, başkasının çocuğunu alıp, çocuk edinmek hernekadar gerçekte kendi
çocuğu değil ise de, ona "çocuğum" demesi suretiyle olur.
Hristiyanlar iki
kısımdır: Onlardan bir kısmı, "İsa, gerçekten Allah'ın çocuğudur"
derler. Bir kısmı da, "Allah, bir şeref bahşetmek için, onu çocuğu
edinmiştir. Bu tıpkı, Hz. İbrahim'i, bir şeref bahşetmek için, halîl (dost)
edinmesi gibidir" derler. İşte bundan dolayı HakTeâlâ'nın, "O,
doğurmamişhr" (O''nun çocuğu yoktur) ifadesinde, gerçek manada Allah'ın
çocuğu olmadığına; "O, hiçbir çocuk edinmemiştir" (Furkan, 2) ayetinde
de, ikinci manada Allah'ın çocuğu olmadığına bir işaret vardır. İşte bundan
dolayı, bu ayetin devamında, "O, hiçbir çocuk edinmemiştir ve mülkünde
ortağı yoktur"(Furten, 2) buyurulmuştur. Çünkü (mesela) bazan insan,
istediği işlerde kendisine yardımcı ve destek olsun diye evladlık (çocuk)
edinir. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ bir başka sûrede, zikrettiğimiz huususa,
yani çocuk edinmenin (evladlık almanın), ancak ihtiyaç duyulduğu zaman olduğuna
bir işaret olmak üzere, "Dediler ki: Rahman, çocuk edindi. O, bundan
münezzehtir. (Çünkü) O, ganidir (kimseye ihtiyacı yoktur)"(Yunus, 68)
buyurmuştur.[31]
Dördüncü Soru:
Allah Teâlâ'nın, doğurmamış ve doğmamış olması, ancak naklî delil ile mi
bilinebilir, yoksa (akıl ile de bilinebilir mi). Eğer bu mümkün değil ise, bu
hususu burada zikretmenin ne faydası var?
Cevap: Allah
Teâlâ'nın doğurmayacağı, cisim olmadığını, parçalanmayacağını ve kısımlara
ayrılmayacağını bilmekten çıkartılabilir. "Doğurulmayacağı" ise,
kadim olduğunu bilmekten çıkarılabilir. Bu iki asıldan herbirini bilmek de,
nübüvvet (peygamberlik) ve Kur'ân'ı bilmeden öncedir. Dolayısıyla bu iki aslın,
semî delillerden çıkarılmış olmaları imkansızdır. Geriye şöyle demek kalır. Bu
ikisi, semîyyâtlardan çıkarılmış, yani semî deliller vasıtasıyla anlaşılmış
olmayınca, bu sûrede zikredilmelerinin hikmeti nedir? Buna karşı deriz ki: Daha
önce de anlattığımız gibi: Allah Teâlâ'nın "ehad" (bir) olmasından
murad, zatı ve mahiyeti itibariyle her türlü terkib şekillerinden münezzeh
olmasıdır, "samed" olmasından murad da, zatı itibarıyla
vacibü'l-vücûd olup, zatında ve bütün sıfatlarında, değişmesinin imkansızlığı
manasınadır. Durum böyle olunca "ehad" ve "samed" olması,
doğmuş ve doğurulmuş olmasının nefyini gerektirir. Allah Teâlâ, doğmuş ve doğurulmuş
olmasının nefyini, yani bunların söz konusu olmamasını gerektiren sebebi
zikredince, bu iki hükmü de zikretmiştir. Binâenaleyh Allah Teâlâ'nın bunların
zikrinden maksadı, bu iki hususun söz konusu olamayacağına dair olan kesin aklî
delillere işaret etmektir.[32]
Beşinci Soru:
"O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır" ayetinde, Allah Teâlâ'nın oğul
ve baba olmadığını anlatmanın ötesinde, başka bir fayda (mana) var mı? Bu
hususta deriz ki: Bunda birçok başka manalar var. Çünkü, "Allahu
ehad" (Allah birdir) ayeti, Mak Teâlâ'nın, zatı ve mahiyeti itibariyle
"terkîb" olmaktan, münezzeh ligi ne bir işaret; "Allah
sameddir" ayeti de O'nun zıdları, benzerleri, ortakları ve emsali
olmadığına bir işarettir. Bu iki kıymetli ve önemli mukaddime, üzerinde bütün
din sahiblerinin ve felsefecilerin ittifakı bulunan konulardandır. Fakat bu
noktadan sonra, din sahibi olanlar ile felsefeciler arasında ihtilaf
bulunmaktadır. Çünkü felsefeciler, "Vâcibü'l-vücûd'dan akıl doğmuştur. Bu akıldan
da, başka bir akıl, bir nefis ve bir felek doğmuştur. Bu şekilde, bu tertib
üzere iş, ay küresinin altında olanı idare eden aklın (doğuşuna) kadar
ulaşır" demişlerdir. Bu görüşe göre, Vâcibü'l-vücûd kendisinin altında yer
alan "aklı" doğurmuş ve bu alemimizi idare eden akıl (güç) de,
kendinden üstteki akıllardan doğmuş gibi olur. Binâenaleyh Hak Teâlâ önce,
doğurmadığını beyan etmiş ve adeta, "O (Allah), akılları ve nefisleri
doğurmam ıştır" demek istem iştir. Sonra da, "Bedenlerinizi, ruhlarınızı
ve şu aleminizi idare eden, başka birşeyden doğmuş, doğurmuş, doğurulmuş ve
tesir altında kalmış bir şey değil, ancak tek olan Hak Sübhânehü ve
Teâlâ'dır" demiştir.[33]
"Hiçbir şey O'na
denk olmamıştır" (Ihlas, 4).
Bu ayetle ilgili iki
soru var:[34]
Birinci Soru:
Fasîh arapça sözde (cümlede), müstekar olmayan zarfın sonra, getirilmesi, öne
alınmaması gerekir. Sîbeveyh "Kitab"ında bunu açıkça bildirip, kaide
olarak zikretmiştir. Öyle ise en fasih söz olan Kur'ân-ı Kerim'deki bu ayette, (O'na) zarfı niçin öne alınmıştır?
Cevap: Bu
ayet, hiçbirşeyin Allah'ın zatına denk olmadığını anlatmak için gelmiştir ve bu
hususa delalet eden esas lafız bu zarftır. En önemli ve esas olanın öne
alınması da daha uygun. İşte bu sebebten dolayı bu zarfı öne alınmayı haketmiştir.[35]
İkinci Soru: Bu
ayetin kıraati nasıldır?
Cevap:
kelimesi, hem kâfin ve fâ'nın zammesiyle; hem
de kâfin kesresi-fâ'nın sükûnu veya kâfin zammesi-fâ'nın sükunu ile 'jif ve
ijtf şekillerinde okunmuştur. Ama asıl olan, kâfin ve fâ'nın zammesiyle olan
okunuştur. Bu kelime ve (ip-sicim)
ve (boyun) kelimelerinde de olduğu gibi, (fâ'nın sükunu ile)
hazfedilmiştir. Ebû Ubeyde, "Arapça'da, " ve kelimelerinin hepsi de, misil (benzer -
denk) manasınadır" demiştir.[36]
Müfessirlerin bu
ayetle ilgili şöyle çeşitli görüşleri var:
1) Kâ'b ve
Ata buna, "Allah'ın misli ve dengi yoktur" manasını vermişler ve
"Cezadaki mükafe'e (denklik), bu kelimedendir. Çünkü bu "kişinin
yaptığına denk olan karşılığı vermektir" demişlerdir.
2) Mücâhid şöyle
demiştir: "Bu, "Allah'ın, bir eşi-hanımı demek istemiştir: "O'na
denk hiç kimse yoktur ki O'nunla evlensin." Bu, Allah Tealanın'nm,"
(Allah) ile cinler arasında bir neseb (akrabalık) uydurdular"(Sâffât,158)
ayetiyle anlattığı kimselere bir reddir. Binâenaleyh bu ayetin tefsiri (dolaylı
manası), "O, doğurmamıştır" ayetinin adeta te'kididir."
3) En sağlam
izaha göre, Allah Teâlâ, kendisinin, bütün ihtiyaçlarda başvurulan, (samed)
olduğunu beyan edip, "O, doğmamıştır, doğurulmamıştır" ayetiyle izah
ettiğimiz şekilde, bütün aracıları nefyedince, yani arada vasıflar olmadığını
ifade edince, bu sûreyi, varlıklardan hiç bir şeyin, celal ve azamet
sıfatlarının herhangi birinde Allah'a denk olmasının imkansızlığını ifade
ederek bitirdi. Var olma açısından bir denklik yoktur. Çünkü bir şeyin
"var oluşu" hakikatinin neticelerinden biridir, Onun hakikati ise,
"o o olduğu" için, "adem"i (yokluğu) kabul etmez. Diğer
hakikatleri ise, "yokluğu" kabul eder. İlim, yani (bilinme) açısından
da bir denklik söz konusu değildir. Çünkü o şeyin bilinmesi zaruri değildir,
istidlali de. Aynı zamanda bu bilgi, duyular vasıtasıyla, görme vasıtasıyla
elde edilmiş de değildir ve hata-zelle arız olacak bir şekilde olmaz. Hadisler
(mahluklar) ile ilgili ilimler (bilgiler), işte böyledir. Keza, kudret, rahmet,
cömertlik, adalet, fazi, ihsan açılarından da bir müsavat (denklik) söz konusu
değildir.[37]
Bil ki bu sûre dört
ayettir ve bunların sıralanışında şöyle çok çeşitli hikmet ve incelikler var:
Birinci Hikmet: Sûrenin başı, Allah Teâlâ'mn bir olduğuna;
"Allah sameddir" ayeti, kerim ve rahim olduğuna delalet eder.
"O, doğurmamıştır, doğruulmamıştr." Binâenaleyh o, mutlak manada
ganidir, hiçbirşeye ihtiyacı yoktur; değişimden-bozulmadan münezzehtir. Dolayısıyla
kesinlikle hiçbir hususta cimrilik etmez ve O'nun cömertliği herhangi bir
menfaat elde etmek ve kendisinden bir zararı savuşturmak için değil, sırf
ihsanındandır. "Hiçbirşey O'na denk olmamıştır" ayeti de, Allah'a
nisbet edilmesi caiz olmayan bütün sıfatları nefye-redde bir işarettir.
İkinci Hikmet:
Allah Teâlâ, "Allah ehaddir" cümlesiyle zatından bir çok şeyleri
nefyetmiş; "Allah sameddir" cümlesiyle noksanlık ve mağlubiyeti;
"O, doğurmamıştır, doğurulmamıştır" ayetiyle, ma'luliyyeti ve illeti
(bir şey vasıtasıyla olduğu ve birşeye vasıta olduğu konularını);
"Hiçbirşey O'na denk olmamıştır" ayetiyle de, zıdları ve ortakları
(denkleri) olabileceğini nefyetmiş-reddetmiştir.[38]
Üçüncü Hikmet:
"Alîah birdir" ayeti, "Nar" ve "zulmet" diye iki
tanrı olduğunu söyleyen "seneviyye" (mecusiler)in; teslise inanan
hristiyanlarin batıl olduğunu ortaya kor; ikinci ayet, Allah Teâlâ'dan başka
yaratıcı olduğunu söyleyenlerin görüşünün batıllığını ortaya kor. Çünkü eğer
başka yaratıcılar da olsaydı, bütün ihtiyaçlar hususunda sadece Hak Teâlâ
samed, yani başvurulan olmazdı. Üçüncü ayet ise, "Uzeyr, Allah'ın
oğludur" diyen yahudilerin; "Mesih, Allah'ın oğludur" diyen
hristiyanların ve "Melekler, Allah'ın kızlarıdır'' diyen müşriklerin, bu görüşlerinin
batıllığını ortaya kor. Dördüncü ayet de, putları Allah'a denk ve ortak kabul
eden müşriklerin bu görüşlerinin batıllığını ortaya kor.
Dördüncü Hikmet: Bu sûre, Hak Teâlâ hakkında, Kevser Sûresinin, Hz. Peygamber (s.a.s)
hakkında oluşu gibidir. Fakat o sûredeki ta'n (kınama), Hz. Peygamber (s.a.s)
hakkında "O, ebterdir, onun çocuğu (oğlu) yok" demeleri sebebiyle
gelmişti. Bu sûredeki ta'nın sebebi ise, Allah Teâla'ya çocuk isnad
etmeleridir. Çünkü insan için, çocuğu olmaması; Hak Teâlâ için de, gocuğunun
olması bir ayıb ve kusurdur. İşte bundan dolayı, bu sûrenin başında "Benden bu tehdidi uzaklaştırmak için de
ki:" denilmiş; Kevser Sûresi'nde ise, "Senden bu tehdidi
uzaklaştırmak için diyorum ki:
"Sana kevseri verdik" buyurulmşutur. Allah en iyi
bilendir.[39]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/551.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/553.
[3] Müsned, 4/338; Nesai, sehv 58 (352).
[4] Feyzu’l Kadir 1/341.
[5] Tirmizi, Fezâil-i Kur'an 11 (5/180)
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/553-554.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/554-555.
[8] Keşfu’l-Hafa, 1/224.
[9] Nesai, İstiaze, 1 (8/251), (Benzer Hadis).
[10] Feyzu’l-Kadir,
1/506.
[11] Feyzu’l Kadir,5/202
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/555-557.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/557-558.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 23/558-559.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/559.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/559-560.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/560.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/560.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/560-561.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/561.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/561-562.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/562-563.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/563.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/563-564.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/564-565.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/565-566.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/566.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/566.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/566-567.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/567.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/567-568.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/568.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/568-569.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/569.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/569.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/569-570.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/570.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/570.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/571.