Peygamber (A.S.) Efendimize Sihir (Büyü) Yapılmış Mıdır?
Cenâb-ı Hakkın Yarattığı Şeylerden Yine Ona Sığınmak
Felak Süresi’yle Nas Süresi Arasındaki Münasebet;
Tabiîn'den el-Hasan, İkrime ve Câbir'e göre : Mekke'de; İbn Abbas (R.A.)dan yapılan bir rivayete ve Katade'ye
göre: Medine'de inmiştir.[1]
İniş sebebine
bakılınca, sûrenin Medine'de indiği ağırlık kazanıyor.
Allâme Zemahşerî'nin tesbitine göre: Fil
Sûresi'nden sonra inmiştir. [2]
Ahmed, Bezzar, Taberânî ve İbn Merduye'nin çeşitli tariklerden yaptıkları rivayete göre :
İbn Mes'ûd (R.A.) kendi mushafindan Muavvezeteyn (veya Muavvizeteyn)i silmiş ve «Kur'ân'dan
olmayan sözleri ona karıştırmayın. Zira bu iki teavvüz
Allah'ın Kitabından değildir. Peygamber (A.S.) Efendimiz bu,ikisiyle şer ve
kötülüklerden Allah'a sığınmayı emretmiştir» diyerek kendisi de bunları âyet
niyetiyle okumaz ve o niyetle okunmasını tavsiye etmezdi.. [3]
Ancak ünlü muhaddis Hafız Ebû Bekir Bezzar diyor ki: «Bu konuda ashab-ı
kiramdan hiç biri İbn Mes'ûd'a
(R.A.) uymamış, onun bu konudaki görüşünü tasvip etmemiştir.» [4]
Aynı zamanda en sahîh
rivayetlerle, Resûlüllah'ın (A.S.) bu iki sûreyi
namazda okuduğu sabit olmuştur ki, reddi mümkün değildir. Böylece son iki
sûrenin Kur'ân'dan olduğuna dair ashabın icmâı vardır.
Nitekim Müslim, Tirmizî, Nesâî ve diğer birkaç muhaddisin yaptığı sahîh rivayette, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Bu gece bana birkaç âyet indirildi ki
onların bir benzerini görmüş değilim : Kul eûzü bi-Rabbi'l-felâk
(sûresi) ile, Kul eûzü bi-Rabbi'n-nâs (sûresi)dir.» [5]
Birinci âyetinde
sabahın, karanlığı yarıp çıkan aydınlığı konu edilmekte ve bu mânaya delâlet
eden «felâk», sûreye isim olmaktadır.
Âyet sayısı : 5
Kelime » : 20
Harf : 47[6]
1-5-De ki:
Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığıyla ortalığa çöken gecenin şerrinden,
düğümlere üfleyen falcı ve büyücülerin şerrinden, hased
ettiğinde hasedçinin şerrinden, karanlığı ayırıp sabahın aydınlığını çıkaran Rabba
sığınırım,
Urve b. Zübeyr'in (R.A.) yaptığı
rivayete göre, Hz. Aişe
(R.A.) şöyle demiştir:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e sihir (büyü) yapılmıştı. O kadar
ki, Resûlüllah'ın (A.S.) (bazan)
yapmadığı bir şeyi yaptığını tahayyül ettiği oluyordu. Bir gün benim yanımda
bulunduğu sırada Allah'a yapılması uygun olan duayı yaptıktan sonra şöyle
buyurdu : «Anladın ı.ıı ya Aişe!? Cenâb-ı Hak bir husus
hakkında sormak istediğimi bana bildirdi.» Ben de Ona : «Allah'ın bildirdiği
nedir?» diye sorduğumda, buyurdu ki: «İki melek bana geldi..» ve olayı bütün
detayıyla anlattı.» [7]
Olayın detayı ise
şöyledir:
«İki adam (melek)
gelip biri başucumda, diğeri ayakucumda durdu. Biri diğerine sordu : «Bu kişiyi
rahatsız edip ıstırap veren nedir?» Diğeri cevap verdi: «Sinirlenmiş
(büyülenmiş)tir.» Ötekisi tekrar sordu : «Kim Onun aleyhine büyü yapmıştır?»
Diğeri şu cevabı verdi: «Lebîd b. el-A'sam adında Benî Züreyk
Kabilesi'nden bir yahudi..» Ötekisi yine sordu :
«Nasıl sihir (büyü) yapmış?» «Diğeri cevap verdi: «Tarak ve tarağa takılıp kalan
kılların kuru hurma kapçığı içine yerleştirilmesi suretiyle..» Ötekisi yine
sordu : «O yapılan sihir (büyü) nereye konmuştur? «Diğeri cevap verdi : «Zervan Kuyusu'ndadır.» (Diğer bir rivayete göre. Benî Züreyk Ku-yusu'ndadır,
denilmiştir).
Bunun üzerine Resûiüllah (A.S,) Efendimiz, ashabından bazı kişilerle
birlikte o kuyuya gitti ve kuyuya baktı. Kuyunun üstünde bir hurma ağacı
bulunuyordu. Sonra Resûiüllah (A.S.) Hz. Aişe'ye (R.A.) döndü ve şöyle
buyurdu : «O kuyunun suyu kına suyuna benziyordu; hurması da şeytanların başı
gibiydi.»
Hz. Aişe (R.A.) devamla diyor
ki; Resûlüllah'a (A.S.) şöyle dedim :
«Ya
Resûlellah! O sihri oradan çıkartsaydın ya..» Bunun üzerine Resûiüllah
(A.S.) şöyle buyurdu : «Onu çıkartacak olursam, insanlara o yüzden bir kötülük
dokunmasından endişe ederim...»
Zeyd. b. Erkam (R.A.)den yapılan
rivayete göre: Yahudilerden bir adam Hz. Peygamber'e
(A.S.) sihir yapmış ve sihir olarak hazırladığı şeyi düğüm düğüm
yapıp bir kuyuya atmıştı. Bunun üzerine Resûiüllah
(A.S.) Efendimiz, Ali b. Ebî Tâlib'i
(R.A.) gönderdi. O da yapılan düğümlü sihri o kuyudan çıkartıp Resûlüllah'a (A.S.) getirdi. Düğümler çözüldükçe Peygamber
(A.S.) hafifledi ve neşesi yerine geldi. Ama O, bu olayı Yahudiye
anmadı ve onun yüzünü de hiç görmek istemedi.»
Buna benzer bir, iki
rivayet daha vardır ki, hepsi de aynı konuyu farklı anlatımlarıyla yansıtıyor.
O sebeple Muavvezeteyn (Muavvızeteyn)
sûreleri inmiştir.» [8]
Müslim'in Ukbe b. Âmir (R.A.)den yaptığı rivayete göre; Resûiüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu ki: «Baksanıza, bugece öyle âyetler indi ki onların bir benzeri
görülmemiştir: Kul Eûzü bi-Rabbi'l-Felâk ve Kul Eûzü bi-Rabbi'n-Nâs..» [9]
Ahmed b. Han bel'in Ukbe b.
Âmir'den yaptığı rivayette, adı geçen diyor ki:
«Resûiüllah
(A.S.)ın bindiği devenin yularını tutup giderken bana
şöyle buyurdu : «Ya Ukbe!
Binmez misin?» Ben de, günah olur endişesiyle binmek istemedim. Ama Resûiüllah (A.S.) indi ve ben de (ister-istemez) az bir
süre bindim. Sonra yine Resûiüllah (A.S.) Efendimiz
bindi ve şöyle buyurdu: «Ya Ukbe!
Sana insanların okuduğu iki hayırlı sûre öğreteyim mi?» Ben de «Evet Ya Resûlellah!» dedim. Bunun
üzerine Resûiüllah (A.S.), Kul Eûzü
bi-Rabbi'l-Felâk ile Kul Eûzü bi-Rabbi'n-Nâs
sûrelerini okudu.» [10]
Yine Ukbe b. Âmir (R.A.) diyor ki:
«Resûiüllah
(A.S.) Efendimiz her namazın arkasından Muavvezeteyn'i
okumamı emretti.» [11]
Nesâî'nin Ebû Abdillah
b. Abis el-Cühenî (R.A.)den yaptığı rivayette, adı
geçen diyor ki: «Resûiüllah (A.S.) Efendimiz bana:
«Ey Âbis'in oğlu! İnsanların teavvuz ettiğinin en
üstün olanını sana haber vereyim mi?» Ben de : «Evet Ya
Resûlellah!» dedim. Buyurdu ki: «Kul Eûzü bi-Rabbi'l-Felâk ve Kul Eûzü bi-Rabbi'n-Nâs..
İşte bu iki sûre.» [12]
İbn Merduye'nin Ümmu Seleme (R.A.) d an yaptığı rivayete göre, Resûiüllah (A.S.) şöyle buyurdu; «Allah yanında sûrelerin
en üstünü, Kul Eûzü bi-Rabbi'l-Felâk ve Kul Eûzü bi-Rabbi'n-Nâs'dır.» [13]
İmam Mâllk'in İbn Şihab'dan,
o da Urve'den, o da Âişe
(R.A.)dan yaptığı rivayete göre: Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz (az da olsa) bir ağrı ve sızıdan müşteki olunca, Muavvezeteyn'i
okuyup kendi üzerine uf I erdi.» [14]
Muavvezeteyn'in iniş sebebinde naklettiğimiz sahîh hadîslerden böyle
bir olayın meydana geldiği anlaşılıyor. Olay, birçok râvi,
siyeroi ve muhad-dis tarafından nakil ve rivayet edilmiştir. Rivayetlerin
çoğunun zayıf veya mevzu olduğunu isbat eden
olmamışsa da «haber-i ahad» niteliğinde oldukları
kesindir. Sonra aynı olay ve konuyla ilgili olup çeşitli tariklerden yapılan
rivayetlerin çokluğu dikkate alınarak bunun meşhur veya müteva-tir
derecesine ulaştığı da iddia edilemez. Çünkü rivayetler arasında hem ifade, hem
de olayın mahiyetini işleme farkı vardır. Bu da yapılan sihir (büyü) olayının
ne derece Resûlüllah'ı (A.S.) etkilediğini kesin
hatlarıyla ortaya koymamakta ve birtakım şüphelerin doğmasına sebep olmaktadır.
Şüphesiz Resûlüliah (A.S.) Efendimiz Allah'ın en sevgili kulu ve en
son pegamberidir. Allah'tan aldığı emirleri,, inen
âyet ve sûreleri aynen tebliğ etmiş, en küçük bir ilâve veya noksanlıktan
kaçınarak Allah Ke-lâmı'nı bütün safiyet ve
tazeliğiyle korumuştur. Bunda hiç şüphe yoktur. Çünkü mevcut delil ve
belgelerin çokluğu, her türlü şüphe ve tereddüdü reddedecek kuvvet ve
mahiyettedir.
Böylece dinî konularda
Resûiüllah'ın (A.S.) yanılması, yanlış tebliğde
bulunması söz konusu olamaz. Zira Cenâb-ı Hak, Onun
bu yönü hakkında şu açıklamayı yaparak aksine bir düşünce ve iddiaya yer
bırakmamıştır: «Arkadaşınız (Muhammed) ne sapıttı, ne*de azıttı. O, kendi
hevesine de uyarak söz söylemez. O (Kur'ân) ancak Ona
vahyolunan bir vahiydir.»[15]
Dünya işlerinde ise,
kendi peygamberlik mertebesine göre, fahiş bir yanılma ve hatâ sadîr olmasa bile, bazı konularda az-çok yanılması söz
konusu olabilir. Çünkü O da bir insandır. Namazda yanılması, hurma ağaçlarını
aşılamada isabetli denmiyeçek bilgi vermesi bu
cümledendir.
O halde Hz. Aişe (R.A.) hadîsinde
belirtildiği üzere, Peygamber (A.S.) Efendimiz'in
yapmadığı bir şeyi yaptığını; işlemediği bir işi işlediğini tahayyül etmesi,
eğer doğru ve kesinse, bütünüyle dünya işleriyle ilgilidir. Hem Kadı lyaz'ın dediği gibi: Yapılan sihir (büyü) Onun dış
organlarıyla ve biraz da sinir sistemiyle ilgilidir. Öyle ki, sihir Onun dış
organları ve sathî olarak sinirleri üzerinde birtakım olumsuz tesir bırakmış
olabilir. Kalbi ve aklı hiçbir zaman asıl ölçü ve kudretini kaybetmemiş ve
sihrin tesir alanının dışında kalmıştır. [16]
Diğer önemli bir husus
da şudur: Resûlüliah (A.S.) Efendimiz'in
sinirlendiği hakkındaki rivayetlerin hepsi böyle bir olayın meydana geldiğinde
birleşiyor; ancak detayında farklılık arzediyor.
Şöyle ki:
a) Aişe (R.A.) ile İbn Abbas (R.A.) rivayetinde, Resûlüllah'a
(A.S.) hizmet eden bir yahudi gulâm
(erkek çocuk, delikanlı, köle, hizmetçi) vasıtasıyla O'nun tarağının ve tarağa
takılıp kalan birkaç kılının, büyücü yahudi-ye
verildiği belirtilmektedir.
b) Yalnız Aişe (R.A.)nın diğer bir
rivayetinde ise, bu husustan söz edilmemekte, sadece Resûiüllah'ın
(A.S.) sihir edildiğine ve o yüzden bazı şeyleri tahayyül ettiğine yer
verilerek iki meleğin Peygamber'e (A.S.) geldiği ve böylece onların yapılan
sihrin hangi kuyuya atıldığı hakkında bilgi verdikleri; Peygamber (A.S.) in o
kuyunun başına kadar gidip sihri (büyüyü) oradan çıkarmadığı kaydediliyor ve
öylece Cenâb-ı Hakk'ın Ona
şifâ verdiğine değiniliyor.
c) Zeyd b. Erkam (R.A.)dan yapılan
rivayette, Resûiüllah'ın (A.S.) bir yahudi tarafından sinirlendiği ve o sebeple Melek
Cebrail'in gelip haber vermesi üzerine, Resûiüllah'ın
(A.S.) Hz. Ali'yi o kuyuya gönderdiği ve yapılıp
kuyuya atılan büyüyü çıkartıp getirttiği, büyü üzerindeki düğümlerden her
birinin çözülmesiyle Resûiüllah'ın (A.S.) hafiflediği
belirtilmektedir.
d) Diğer bir
rivayette, Hz. Ali ile birlikte birkaç kişinin de
gittiği konu edilmekte ve büyü üzerinde onbir düğüm
bulunduğuna değinilmektedir.
e) Nesâî'nin rivayetinde ise, o büyünün sözü edilen kuyuda bir
kayanın altına yerleştirildiği ve üzerinde onbir
düğüm bulunduğu açıklanmaktadır.
Buna benzer birkaç
rivayette de az farklı beyânlara yer verildiğini görmekteyiz.
Konuya bu açıdan
bakınca, az yukarıda da değindiğimiz gibi, bir sihir (büyü) dayının ortada
olduğu ağırlık kazanırken, tesiri ve bulunup ortaya çıkarılması hakkında
rivayetler arasında bir birlik yoktur. O bakımdan olayın detayı şüphe arzetmekte, kesin bir ifade kullanmamıza imkân vermemektedir.
O halde Resûlüliah (A.S.) Efendimizle ilgili bir sihir (büyü) olayı
vakidir; ancak bunun Onda fazla bir tesir meydana getirdiği söylenemez.
Olayı meleğin haber
vermesine gelince : Allah'a dosdoğru inanmayan ve dinin esaslarını kavrayamayan
bazı sapık kişiler tarafından, insan ruhu ve duygusu veya sinir sistemi
üzerinde olumsuz tesir meydana getirmek için sihir ve büyüye baş vurulduğu
bildirilmekte ve buna karşı en koruyucu âyetin Muavvezeteyn
olduğu haber verilmektedir.
Konunun diğer önemli
yanlarından biri de, Kur'ân-ı Kerîm'de tevatür
derecesindeki beyânla, müşriklerin, Hz. Muhammed
(A.S.) hakkında «sinirlenmiş, büyülenmiş» iddialarının kesinlikle
reddedilmesidir. Zâriyat süresi 52. âyetle,
gönderilen her peygamber hakkında inkarcı müşriklerin «sâhir»
ve «mecnûn» sözünü kullandıkları bildirilerek, peygamberlerin sihirbaz ve aklî
dengelerinin bozuk olmadığı kesinlik arzeden bir
anlatımla belirtiliyor. Resûlüilah (A.S.) Efendimiz
hakkında da «sâhir», «meshûr»
ve «mecnûn» gibi yakışıksız sözlerin kullanıldığını da görüyoruz. [17]
Resûlüllah'ın (A.S.) büyülendiğini haber veren hadîsleri aynen
kabul edecek olursak Kur'ân'da belirtilip reddedilen
iddiaların doğruluğunu kabul etmiş olmaz mıyız? Hayır.. Çünkü iki konu
arasında fark vardır.
Ancak burada beş yorum
karşımıza çıkmaktadır:
1- Hadîs ve
rivayetlere göre, Resûlüilah (A.S.) Efendimiz bir yahudi tarafından sinirlenmiş ve az da oisa
bunun tesiri altında kalmış; sonra da Muavvezeteyn
sûrelerinin inmesiyle sihir ve büyünün tesiri sıfıra düşürülmüştür.
2- Konuyla
ilgili hadîsler ve rivayetler hem «haber-i ahâd»
olarak bulunuyor, hem de olayın detayında birbirinden ayrılıyor. Konu her
yönüyle itikadî bir anlam taşıdığından bu gibi
hadîsler ve rivayetler delil ve hüccet olarak alınabilir mi? Bu hususta ilim
adamlarının farklı görüşleri olmuştur.
3- Âyetlerle
açık biçimde reddedilen «meshûr» ve «mecnûn» sıfatları,
olumsuzluk yönüyle Resûlüilah (A.S.) Efendimiz
hakkında devamlılık arzetmektedir. Hadîslerde
belirtileni ise, gelip geçici bir sihir ve büyüdür ki, Resûlüllah'ın
(A.S.) ruhu, kalbi ve aklı üzerinde en küçük bir tesir oluşturmamış; sadece
dış organları ve sinir sistemi üzerinde az bir tesir meydana getirmiştir.
4- Felâk Sûresi'nin Mekke'de indiğini söyleyen güvenilir üc ilim adamı bulunuyor. Sözü edilen olayın ise Medine'de
meydana geldiğine göre, bu sûrenin o olayla ilgili olarak indiği söylenebilir
mi? Konuyu bu açıdan değerlendirdiğimizde olayla alâkalı hadîslerle ihticacın doğru olmayacağı ortaya çıkmaktadır. Bu durumda
hadîsler üzerinde daha ciddi araştırma yapılması gerekmez mi?
5- Felâk
Sûresi'nin Medine'de indiğini söyleyen Katade'ye ve
bir rivayette İbn Abbas'a
(R.A.) göre olayla sûre arasında bağlantı kurmak mümkündür. Ancak Mekke'de
indiğini söyleyenler çoğunluktadır. O bakımdan üçüncü maddedeki yorumu tercîh
söz konusudur.
Buna bir altınca madde
daha ilâve edersek, şu âyet üzerinde durmamızın çok yararlı olacağını
söyleyebiliriz. Şöyle ki:
«Ey Peygamber! Rabbından sana indirileni tebliğ et; eğer etmezsen; (Rabbının sana verdiği) peygamberliği tebliğ etmemiş
olursun. Allah seni insanlardan korur ve şüphesiz ki Allah kâfirleri
amaçlarına eriştirmez» mealindeki Mâide Sûresi 67.
âyetle, Resûlüllah'ın (A.S.) insanlardan korunduğu
ve korunacağı açıklanmaktadır. Ancak hangi hususlarda ve ne durumlarda
korunacaktır? İlk akla gelen, peygamberlik görevini aksatacak hertürlü saldın ve dengesizlikten korunacağıdır. Nitekim
23 yıllık risâlet dönemi tam şuur, tam idrâk ve tam
denge içinde geçmiştir. Bunda hiç şüphe yoktur. O halde bunun dışında cereyan
eden sözlü saldırı, yaralama, ekonomik ablukaya alınma ve benzeri tecavüzlerden
korunmadığı gibi, zahiri yönü, yani bedeni ve sinir sistemi üzerinde kısmen
olumsuz tesir yapan sihir ve büyüden de tamamıyla korunmadığı söylenebilir.
Ancak sihir ve büyünün tesirinden korunması için Muavvezeteyn
sûreleri indirilmiştir. Çünkü Resûlüilah (A.S.)
Efendimiz melek değil insandır. Her insan gibi bazı şeylerden müteessir olması
caiz ve mümkündür. Uhud Savaşı'nda yara alıp dişinin
kırılması, yürürken ayağının kayması, bazan baş
ağrısı hissetmesi bu cümledendir.
Konuyu özetliyecek olursak şu sonucu ortaya koyabiliriz : Bir yahudi tarafından yapılan sihir (büyü)den Resûlüilah (A.S.) Efendimiz zahirî yönüyle az müteessir
olmuştur. Ancak bu Onun risâlet görevini lâyıkıyla yürütmesine
asla tesir etmediği gibi ruhu, kalbi, idrâki ve aklı üzerinde de olumsuz hiçbir
tesir meydana getirmemiştir.
Muavvezeteyn'in Mekke'de indiği kabul edilirse, Resûlüllah'a
(A.S.) sihir ve büyü yapıldığıyla alâkalı hadîsler ve rivayetlerin «haber-i ahâd» olduğunu dikkate alarak onlarla ihticac
edilmemesinin daha uygun olacağı bir çıkış yolu olarak söylenebilir. Ancak bu
da tartışma konusu olmaktan kurtulamaz.[18]
Bakara Sûresi 102.
âyetin tefsirinde sihir ve mu'cize üzerinde durmuş ve
aydınlatıcı bilgi vermiş bulunuyoruz. Burada ise, sihir ve büyü üzerinde durmak
istiyoruz. Zira Resûlüllah'a (A.S.} yapılan sihir,
gerçek anlamda bir sihir midir, yoksa büyü müdür? İslâm ilim adamları «sihr»in üç manaya delâlet ettiğini belirtmişlerdir:
1- Birtakım
tahayyüllerdir ki, hakikati yoktur.O bakımdan sihre,«gözbağcılık» ve «gözboyacılık» da denilmiştir. Nitekim A'raf
Sûresi 116. âyette şöyle buyurulmaktadır: «(Musa
onlara): «Önce siz atıverin» dedi. Bunun üzerine onlar hünerlerini ortaya
atıverince, halkın gözlerini büyü-lediler ve onları
hayli korkuttular da büyük bir sihir sergilediler.»
Âyette Arapça olarak «Seharû a'yüne'nâs» buyurulmuştur ki, bu bir bakıma gözbağcılık ve gözboyacılık anlamına da gelmektedir.
2- Cin ve
şeytanlarla ilgi kurup onların yardımıyla birtakım geçici harikulade olaylar
ortaya koyup sergilemektir.
3- Küfür
olduğunu bile bile benimseyip birtakım afsunlarda
bulunmak suretiyle bir süre eşyanın şeklini ve hareketini değiştirmektir. Fir'avn'ın sihirbazlarının ellerindeki urgan ve sopaları
halkın gözünde yılana çevirmeleri bu cümledendir. [19]
Büyü, bazı yöntemler
kullanılarak ruh ve beden üzerinde geçici, arızî birtakım olumsuz tesir
bırakmak anlamına gelir. Bu yöntem cinlerle irtibat kurmak şeklindeyse, bir bakıma
sihirle birleşir. Onun için Kur'ân ve hadîste «sihir»
kelimesi anılarak bu kavramın yer aldığı konuya göre yorumlanabileceğine
işaret edilmiştir.
Kur'ân'da Musa Peygamber'e (A.S.) karşı çıkartılan
sihirbazlardan açık ve net biçimde söz edildiğinden, «sihir» denilen bir
yöntemin mevcut olduğu kesinlik kazanıyor. Nitekim günümüzde de gerek el
çabukluğuyla, gerekse gözbağcılık ve gözboyacılıkla
sihir sürdürülmekte ve herkes tarafından bunun gerçek olmadığı, sadece halkın
gözüne öyle yansıdığı bilinmektedir.
Sihir ve büyü konusu
bilimsel açıdan yeterince ele alınmış değildir. Ancak bazı yöntemlerle insan
ruhu ve duygusu üzerinde olumsuz tesirler icra edildiği kabul edilmektedir.
Resûlüllah (A.S.) Efendimize yönelik yapılan sihir ve büyü şekil
İve muhteva bakımından çok farklı rivayetlerle nakledildiğinden ortada bir olayın
olduğu kabul edilse bile, onun şekli ve neticesi şöyle veya böyledir demek pek
isabetli olmaz.[20]
«Felâk»,
birden fazla mânaya delâlet eden bir kelimedir. Eshab-ı
Kiram ve Tabiîn'in bu hususta farklı yorum ve tesbitleri olmuştur. Onları
şöyle özetliyebiliriz:
a) Câbir b. Abdillah'a (R.A.) göre :
Sabahın aydınlığıdır. Bu da fecr-i sâdık'ın
doğmasıyla birlikte karanlık yarılmakta ve doğu ufkunda yatay olarak aydınlık
belirmektedir.
b) İbn Cerîr ve İbn
Merduye'nin İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre : Bu kelimeyle bütün
insanlar kasdedilmektedir.
c) Amr b. Anbese'ye (R.A.) göre:
Cehennem'de bir kuyunun adıdır. O bakımdan bu konuda Resûlüllah'ın
(A.S.) bir açıklaması söz konusudur ki, yine aynı sahabî
onu rivayet etmiştir.
d) Ukbe b. Âmir'e göre, cehennem'de bir kapının adıdır. [21]
e) Kelbî'ye göre : Cehennem'de bir vadinin adıdır.
f) İbn Ömer'e (R.A.) göre : Cehennem'de bir ağacın adıdır.
Bu yorumların en sahîh
ve tercihe lâyık olanı, (a) maddesidir. Zira Hz. Aişe'nin (R.A.) vahyin ilk dönemini anlatırken «misle felâki's-sübhi» cümlesini
kullandığını ve bunun «sabahın ilk aydınlığı» manâsına geldiğini görüyoruz.
Nitekim İbn Abbas (R.A.) diyor ki:
«Araplar, «Bu, sabahın felâk..*dan daha açıktır»
derler ki, bununla sabahın ilk yatay aydınlığını kasdederler.»
[22]
Burada uslûb-i ilâhî olarak, genellemeden sonra özellemeye geçilmiş ve
yaratılanlar arasında daha çok şu üç şeyden sakınıp ilâhî kudret ve inayete
sığınmamız emredilmiştir:
1- Gecenin
karanlığından,
2- Düğümlere
üfleyen falcı ve büyücülerden,
3- Haset
duygusu kabardığı zaman hasetçiden..
Toplumu ve aileyi en
çok tedirgin sden olayların çoğu bu üçünden
kaynaklanır. Gecenin karanlığı çökünce fırsatçı soysuzlar, baskın yapmak
isteyen düşmanlar, çapulou hırsızlar ortaya çıkar da
karanlıktan yararlanarak birtakım gayr-i meşru yollara saparlar.
Günümüzde medenî
geçinen Amerika'da geceleyin elektriklerin bir, iki saat kesilmesiyle nasıl bir
yağmacılığın başladığını duymayan kalmadı. Kalp ve kafalarına Allah ve Âhiret korkusu enjekte edilmeyip nefsanî
duygularıyla başbaşa bırakılan insanların her
fırsatı kendi lehlerine değerlendireceklerinde şüphe yoktur.
Falcılık, üfürükçülük
ve büyücülüğü sanat haline getirip bunları geçim vasıtası olarak kullanan ve
böylece saf insanları, dinî bilgisi az, genel kültürü çok zayıf olanları
aldatıp sömüren ve bu yolla yaptığı hayalî telkinlerle bazı kimseleri zan ve
şüphe altında tutanlar da toplumun bir ayrı baş belâsı ve yüz karasıdırtar.
Bu konuda uzmanlaşan
falcı ve büyücünün insanın sinir sistemi ve ba-zan da
ruhî yapısı üzerinde birtakım olumsuz tesirleri olabilir. Allah'ın yüksek
kudretine sığınıp O'nun âyetlerini, özellikle de Muavvezeteyn
sûrelerini okumak en tesirli yöntemdir.
İslâm Dini, fert, aile
ve toplumu bu gibi parazitlerin şerrinden korumak için birçok maddî ve manevî
müeyyideler koymuştur. En azından, gaipten haber veren kimseye baş vurmayı,
ona inanmayı, haram kılıp büyük günahlardan saymış ve inanarak onlara gidip
dedikleriyle amel edenin Allah'tan ve peygamberinden ilgisinin kesileceğini;
ona doğru gidip de amel etmeyenin namazının kırk gün kabul olunmayacağını haber
vermiştir. Buna karşılık ruhî depresyon geçiren, stres içinde dengesini
kaybeden Müslümanlara, hiçbir maddî kazanç ve çıkar beklemeksizin sırf Allah
rızası için şifâ âyetlerinden okumak yasaklanmamıştır. Zira gerek Resûlüllah'ın (A.S.) gerekse ashabının bu yola ve çareye de
baş vurdukları sahîh rivayetlerle sabit olmuştur.
Haset (kıskançlık),
gıpta sınırını aştığı takdirde bir iç maraz halini alır ve tedavisi çok zor
olur. O bakımdan İslâm, gıptayı meşru sayarken hasedi haram kılmıştır. İlimde
ve ahlâkta kendimizden üstün olanlara; dünyalık konusunda bizden aşağıda
olanlara bakmamızı ısrarla tavsiye ederken birtakım manevî müeyyideleri de
birlikte ortaya koymuştur. Nitekim Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Sizden biriniz (mal
ve dünyalıkça) kendisinden yukarı (üstün) olana bakmasın; ama kendisinden aşağı
olana baksın.» [23]
«Sizden biriniz
kendisinden malca ve hıikatça (fiziksel yapıca) üstün
kılınan kimseye baktığı zaman, hemen arkasından bu hususta kendisinden aşağı
seviyede olana baksın.» [24]
«(Mal ve dünyalıkça)
sizden aşağı olana bakın, sizden yukarı (üstün) olana bakmayın.» [25]
Vekab : Birden fazla manâya delâlet eder. o bakımdan
müfessirlerin yorum ve tesbitleri farklı olmuştur.
Şöyle ki:
a) Gece ve
gecenin ilk karanlığı,
b) Gasak, gece; vekab, onun girmesi,
c) Gasak, gece; vekab onun
karanlığının devam etmesi,
d) Gecenin
soğuk havasının başlaması,
e) Güneş ve
batması,
f) Ay'ın
tutulması demektir.
Bunlardan (a) ve (b)
maddesindeki yorumlar ağırlık kazanmıştır. Böylece bütün serlerden ve
özellikle sözü edilen üç şeyden, tedbir alıp Allah'a sığınmak, mü'mine Rabbısı tarafından güven
ve şifa havası estirir. Sonra da bu gibi hallerde Allah'ın mübarek is|rn ve sıfatının anılmasıyla serler defolur.
Bu sûrenin de
tefsîrini bize müyesser kıları Cenâb-ı Hakk'a hamd ol sun. Her türlü şer
ve kötülükten, dengesizlik ve azgınlıktan O'na sığınır rahmet ve inayetini
dileriz. Muavvezeteyn süreleriyle bize korunma yo ve
yöntemini açıklayan Resûlüllah (A.S.) Efendimize ve
Onun âl ve asha bina salât-ü
selâmlar olsun.[26]
Bu iki sûre birbirini
tamamlamakta ve teavvüz konusunda her ikisi d' manevî
destek ve kalkan olmaktadır.[27]
[1] Tefsîr-i Kurtubî :
20/251
[2] Tefsirü'l-Keşşaf: 4/820
[3] Şevkanî/Fethülkadîr:
5/518
[4] Şevkanî/Fethülkadîr:
5/518
[5] Müslim, Tirmizi, Nesai, İstiaze: 1; Daremi, Fezail-i Kur’an: 25.
[6] Lübabu't-te'vll:
4/428
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7081-7082.
[7] Buharî/bed'-i
halk: 11, cizye: 14, tıb: 49,
50, daâvat:
58- Ahmed:
6/50, 96
[8] Buhari /tıb:47-Ahmed:4/367-6/57,63,96-Nesai/tahrim:20-Ebü’l –Hasan Nisaburi/Esbabü’n-Nüzül:310
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7083-7084.
[9] Ebû Dâvud/fezâil-i Kur'ân : 25
[10] Ebû Dâvud/vitir
: 19- Nesâî/istiâze :1
[11] Ebû Dâvud/vitir
: 26
[12] Ahmed : 3/417 - 4/144, 153
[13] Şevkanî/Fethülkadîr
: 5/518
[14] İmam Mâlik/Muvatta' - Taberânî/ayn : 10- Ahmed : 6/104
124 166 181 256, 263
[15] Necm Sûresi: 3, 4
[16] Bilgi için bak : LÜbabu't-te'vII fî-Maani't-Tenzîl: 4/429
[17] Bilgi için bak:
îsrâ Sûresi:
47, Furkan Sûresi: 8, Şuârâ Sûresi:
153 185- âyetin tefsiri
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7085-7089.
[19] Geniş bilgi için bak: Firuzabâdî/Kamus
tercümesi: Sihir maddesi
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7089-7090.
[21] Bilgi için bak :
Şevkanî/Fethülkadîr
: 5/521
[22] el-Câmi'u U-Ahkâmi'1-Kur'ân: 20/254
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7090-7091.
[23] Müsned-i Ahmed:
2/243
[24] Müsned-i Ahmed:
2/314
[25] Tirmizî/kıyâmet: 58- İbn Mâce/zühd
: 9- Ahmed: 2/234, 482
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7091-7093.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7093.