Bu iki sûrenin
tefsirine girişmezden önce, iki konunun ele alınması gerekir:
Birinci Konu: Bir arifin (mutasavvıfın) bu sûreyi
enteresan bir şekilde tefsir edip, şöyle dediğini duydum: "Allah Teâlâ, İh
tas Sûresinde, "üahiyyât" (ulûhiyyet) konusunu açıklayınca, onun
peşisıra, maniukatın mertebelerini anlatmak için Felak Sûresi'ni getirdi ve
önce, "De ki: Sabahın Rabbine sığınırım..." buyurdu. Çünkü ademin
(yokluğun) karanlıkları sonsuzdur. Hak Sübhanehû ve Teâlâ da, var etme ve
yaratmanın nuru ile bu karanlıkları aydınlatandır. İşte bundan dolayı Hak
Teâlâ, önce, "De ki: Sabahın Rabbine sığınırım" buyurdu, sonra da
"Yarattığı şeylerin şerrinden" buuyrdu. Bunun izahı şöyledir:
Mümkinât-mahlukat alemi, Cenab-ı Hakk'ın, "Dikkat edin, halk (yaratma) ile
emr O'na aittir"(A'râf, 54) ayetinde beyan ettiği üzere, iki kısımdır:
âlem-i emr ve âlem-i halk... Âlem-i emin hepsi, mahza hayırdırlar, serlerden ve
afetlerden (kusurlardan) uzaktır. Âlem-i halk ise cisim ve cismaniyyet
alemidir. Şer de ancak bu alemde bulunur. Cisim ve cismaniyyet alemi, alem-i
halk (yaratılış alemi) diye isimlendirilmiştir. Çünkü halk, takdir etme
(bekleme) manasınadır ve mikdar (belirlenen ölçüler) cisimlerin ayrılmaz
özellikleridir. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hak, "De ki: Var etme ve
yaratma nuru ile, yokluk denizinin karanlıklarını aydınlatan Rabbe cisim ve
cismaniyet alemi olan, halk alemindeki serlerden sığınırım" buyurmuştur.
Hem sonra açık olan
hususlardan birisi de şudur: Cisimler, ya eserîolur, ya unsurî olur. Eserî
cisimler, hayırlı ve iyidirler. Çünkü onlar, kusur ve bozulmadan uzaktırlar.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rahman'm yaratmasında hiç bir kusur göremezsin.
Gözünü tekrar çevir, bir çatlak görüyor musun?"(Möik, 3) buyurmuştur.
Unsurî (elementlerden oluşan) cisimler ise, ya cansızdır, ya bitkidir, ya
hayvandır. Cansızlar, bütün nefsani kuvvetlerden halidir. Binâenaleyh bunlarda
tamamen zulmet (karanlık) vardır ve hiçbir nur yoktur. İşte, "Karanlığı
çöktüğünde gecenin şerrinden (o Rabbe sığınırım)" (Feiak, 31) ayetiyle
anlatılmak istenen budur.
Bitkilere gelince,
onlardaki bitkisel besleme gücü, hem enine, hem boyuna, hem de derinlemesine
artar, uzar. Binâenaleyh bu bitkisel güç, sanki üç düğümü üflenmiş gibidir.
Hayvanlara gelince, onlardaki hayvani güçler, zahiri duyular, batini duyular,
şehvet ve gazabtır ve bu kuvvetlerin hepsi, insani ruhu, gayb alemine bağlanıp,
Allah'ın celalinin kudsiyyeti İle meşgul omaktan alıkor. İşte, "Hased
ettiği zaman, hased edenin şerrinden de (o Rabbe sığınırım) "{Fetak, 5)
ayetinden murad budur. Bu mertebelerden sonra, insani nefisden başka süfliyyat
kalmamıştır ve Rabbe sığınan odur. Binâenaleyh kendisinden sığınılmaz.
Hal böyle olunca Allah
Teâlâ bu sûreyi bitirdi ve bundan sonra, Nâs Sûresi'nde, insani nefsin,
terakkideki derecelerinin mertebelerini zikretti. Bu böyledir, çünkü nefis,
fıtratı (yaratılışı) itibariyle, marifetullah ve muhabbetullah ile dolmaya
(sarılmaya) müsaittir. Fakat o, işin başında, bütün bu " marifetlerden
(ilimlerden) baştır. Sonra ikinci mertebede onda önce bedihi ilimler meydana
gelir. Bu ilimler vasıtasıyla, fikri meçhulleri bilme derecesine ulaşmak
mümkündür. Sonra işin sonunda da, bu fikri meçhuller, kuvveden fiile geçer.
İşte Hak Teâlâ'nın "De ki: İnsanların Rabbine sığınırım"(Has, 1)
ayeti, insani nefsin birinci mertebesine, yani bütün bedihi ve kesbi ilimlerden
hali (boş) oluş haline bir işarettir. Bu böyledir, çünkü nefs bu mertebede,
kendisini o bedihi me'arifi (bilgiler) ile terbiye, edip süsleyecek olan bir
mertebeye muhtaçtır. Sonra bu ikinci mertebede, ki bu, o bedihi ilimlerin
meydana geldiği mertebedir, nefis için, buradan fikri ilimleri bilme
mertebelerine geçebilme melekesi (kabiliyeti) ayetinden murad budur.
Sonra üçüncü
mertebede, yani bu fikri ilimlerin kuvveden fiile geçmesi mertebesinde, nefsin
tam kemali (olgunluğu) gerçekleşir. İşte "ve insanların ilahına
(sığınırım)'(Nas,3) ayetinden murad da budur. Binâenaleyh Hak Sübhanehû ve
Teâlâ kendisini adeta, insani nefsin mertebelerinden herbir mertebeye göre, o
mertebeye uygun bir isimle isimlendirmiştir. Sonra da, "O sinsi
vesveselerinin şerrinden (sığınırım)'' (Nas, 4) dememizi emretmiştir. Bu sinsi
vesveseciden murad, vehmi kuvvettir. Vehme, "sinsi" denilmesinin
sebebi şudur: Akıl ve vehim, bazı mukaddimelerin (öncüllerin) kabulünde,
biribirine yardım ederler. Sonra iş neticeye ulaşınca, akıl o neticeye destek
olur, vehim ise, sinsice davranır, geriler, döner ve neticenin kabulünü
engellemeye çalışır. İşte bu sebepten dolayı ona "sinsi" (hannâs)
denilmiştir. Sonra Hak Teâlâ, bu sinsinin, akla büyük zarar verdiğini ve
insanın nadiren ondan kurtulduğnu beyan etmiştir. Binâenaleyh Hak Teâlâ bu
sûrede adeta insan ruhunun mertebelerini beyan etmiş ve onun düşmanının kim
olduğuna ve akıl ile vehmin arasının ne ile ayırdedilebileceğine işaret
etmiştir. İşte bu nokta, insani nefsin mertebelerinin son derecesidir ve
dolayısıyla Kitab-ı Kerim ve Furkan-ı Azim bu noktada sona ermiştir."[2]
İkinci Konu:
Müfessirler bu sûrelerin sebeb-i nüzulü olarak, birkaç rivayet zikretmişlrdir:
1) Rivayet
edildiğine göre Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelip, "Bir ifrit,
cin, sana tuzak kuruyor. Binâenaleyh yatağına gittiğin (yattığın) zaman dedi.
2) Allah
Teâlâ bu iki sûreyi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e göz değmesine karşı bir
tedavi-çare olsunlar diye indirmiştir. Sa'îd b. Müseyyeb'den şu rivayet edilmiştir:
Kureyşliler, "Gelin, aç kalalım ve Muhammed'e nazar vuralım" dediler
ve bunu yaptılar. Sonra ona gefip, "Pazun ne kadar güçlü; sırtın ne kadar
kuvvetli, yüzün ne kadar parlak!" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
muavizeteyn'i indirdi.
3) Müfessirlerin
ekserisinin görüşüne göre ise Yahudi Lebîd b. el-A'sâm, bir kuyuya attığı bir
yay kirişine, onbir düğüm atarak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e sihir yaptı. Bu
kuyunun adı, Zervân idi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) hastalandı ve bu
rahatsızlık üç gece (artıp) şiddetlendi. İşte bundan dolayı, bu iki sûre nazil
oldu ve Cebrail (s.a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)'e, sihrin atıldığı yeri haber
verdi. Resulü İlah (s.a.s) da oraya Hz. Ali (a.s) ve Talha (r.a)'yı gönderdi.
Onlar bu (şeyi bulup) getirdiler. Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)'e
"Bir düğüm çöz, bir ayet oku" dedi. O bunu yaptı ve Hz. Peygamber her
bir ayeti okuduğunda, bir düğüm çözüldü. Hz. Peygamber (s.a.s) (o zaman), bir
hafiflik ve rahatlık hissediyordu."
Bil ki Mu'tezile'nin
hepsi, bu rivayeti reddederler: (Mesela) Kâdî "Bu rivayet asılsızdır.
Halbuki Allah Teâlâ, "Allah seni insanlardan koruyacaktır" (Maide,
67) ve "Sihiraz, yaptığında felaha ermez" (Taha, 69) buyurduğu ve
bunun olabileceğini söylemek, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğini
yaralamaya götürdüğü halde, bir de bu doğru olsa bile, sihir yapanların bütün
peygamberlere ve saliklere zarar verebilecekleri böylece kendileri için büyük
bir mülk elde etmeye kadir olabilecekleri neticesi çıkacağı için, ki bütün
bunlar batıldır, söz konusu değildir; keza kafirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'i
sihirlenmiş diye tenkid ederlerken, bu rivayetin doğru olduğu nasıl
söylenebilir? Binâenaleyh eğer bu hadise meydana gelmiş ise, kafirler bu
iddialarında doğru olmuş olurlar ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu kusur hasıl
olmuş olur. Halbuki bütün bunların caiz olmadığı malumdur" demiştir.
Biz (ehl-i sünnetin)
alimlerimiz ise şöyle demişlerdir: "Rivayet alimlerinin cumhuruna göre bu
kıssa (hadise), sahihtir. "Bu hususta zikredilen izahlar, Bakara
Sûresi'nde geçti. Kadî'nin, "Kafirler, Hz. Peygamber, Hz. Peygamberi
sihirlenmiş diye tehdid ediyorlardı. Eğer bu hadise meydana gelmiş ise,
kafirler bu sözlerinde doğru olmuş olurlar" şeklindeki sözünün cevabı da
şöyledir: Kafirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, sihirlenmiş aklını kaybetmiş bir
deli olmasını ve dinlerini bu yüzden terketmiş olduğunu kastediyorlardı. Ama
onun, bedenen hissettiği bir acı ile sihrin tesirinde kalmasına gelince, bu hiç
kimsenin inkar edemeyeceği (akıldan uzak göremeyeceği) bir şeydir. Velhasıl
Allah Teâlâ, dini, şeriatı ve peygamberliği hususunda eziyet edecek-zarar
verecek, hiçbir şeytan, insan ve cinni ona (s.a.s) musallat etmemiştir. Ama
bedenine zarar verme hususu ise, uzak bir ihtimal görülmez. Bu meseledeki sözün
tamamı Bakara Sûresi'nde geçti.
Biz şimdi tefsire
dönelim:[3]
Bu sûre, beş ayet
olup, Medenî'dir.[4]
"De fa";
Sabahın Rabbine sığınırım" (Felak, 1).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[5]
Ayetin başındaki "De ki..." ayetiyle ilgili birkaç
incelik var:
1) Allah
Teâlâ, kendisini zatında ve sıfatlarında uygun olmayan şeylerden tenzih olmak
üzere, Ihlas Sûresi'nin okunmasını emredince ve bu tenzih, en büyük taatlardan
biri olunca, sanki kul, "Ya Rabbi, bu taat gerçekten çok büyük ve onu
hakkıyla yapma hususunda kendime güvenemiyorum" dedi. Bunun üzerine Hak
Teâlâ ona, "De ki: Sabahın Rabbine sığınırım", yani Allah'a sığın ve
rica et ki, o seni, en güzel bir şekilde bu taata muvaffak kılsın" diye
cevap vermiştir.
2) Kafirler,
Hz. Peygamber (s.a.s)'den, Allah'ın nesebini (anlatımını) ve sıfatlarını
sorunca, sanki Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah'ım, senin hakkında, sana layık
olmayan şeyleri söyleme cesaretini gösteren bu cahillerden nasıl
kurtulacağım" demiş de, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "De ki: Sabahın
Rabbine sığınırım" yani, "Bana sığın ki seni onların şerlerinden
koruyayım" cevabını vermiştir.
3) Cenâb-ı Hak, sanki, "Kim Benim evime (Beytullah'a) sığınırsa, ona
şeref veririm ve onu güvenlikte kılarım. Çünkü Ben, "Kim oraya girerse, eman
olur"(Al-i Imran, 97) büyürdüm. Binâenaleyh sen de Bana iltica et ve
"Sabahın Rabbine sığınırım" de ki, seni de emin kılayım" demek
istemiştir.[6]
Alimler, dua ve
Allah'a sığınmak suretiyle, Allah'dan yardım istemek caiz midir, değil midir?"
diye ihtilaf ettiler. Bazıları, "Bu caizdir" deyip, şöyle bazı
deliller getirdiler:
1) Rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), rahatsızlandı-şikayetlendi. Bunun
üzerine Cebrail (a.s) "Allah'ın adı
ile seni, sana rahatsızlık veren herşeye karşı okuyup tedavi ediyorum ve Allah
sana şifa verir"[7]
diyerek onu okumuştur.
2) İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Resulüllah (s.a.s), bizlere, bütün acılara ve
ateşli
hastalıklara) karşı şu duayı öğretirdi: "Her direten (muztarib) damarın
şerrinden ve cehennemin sıcaklığının şerrinden, Kerim Allah'ın adı ile, Yüce
Allah'a sığınırım.[8]
3) Hz.
Peygamber (s.a.s), henüz eceli gelmemiş bir hastanın yanma girer ve yedi defa,
"Arş-ı Aztm'in Rabbi, Allahu Azim'den, sana şifa vermesini istiyorum"
derse, o hasta şifa bulur" buyurmuştur.
4) Hz. Ali
(r.a) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), bir hastanın yanına
girdiği zaman, "Ey Arş'm Rabbi, bu
derdi gider, ey şifa verici, şifa ver. Senden başka şifa verici yoktur"
derdi.
5) İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hz.Peygamber
(s.a.s)
"Sizin
ikinizi, jeyfandan bela ve uğursuzluktan ve her kem gözden, Allah'ın tâm
kelimeleri ile, okuyor, (Allah'ın korumasına havale ediyorum)"[9]
diyerek Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'e okurdu ve "Babam İbrahim de, oğlu
İsmail veîshak'ı böyle diyerek okurdu" derdi.
6) Osman b.
Ebu'l-As es-Sakafî şöyle demiştir: "Neredeyse beni öldürecek bir acım
olduğu halde, Hz. Peygamber (s.a.s)'e geldim. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu:
"Sağ elini, o
(ağrının olduğu) yerin özerine koy ve yedi defa, "Bulduğum bu şeyin
şerrinden, Allah'ın adı ile, Allah'ın izzetine ve kudretine sığınırım" de[10]
7) Rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), yolculuk yapıp da bir konağa indiği
zaman,
"Ey toprak, benim
de, senin de Rabbin Allah'dır. Ben, senin, sende olanın, senden çıkanın,
üzerinde yürüyenin şerrinden O Allah'a sığınırım. Yine, aslanın, küçük ve büyük
yılanın, akrebin ve bu beldenin sakinlerinin, babanın, oğulun, akrebin ve bu beldenin
sakinlerinin, babanın, oğulun şerrinden Allah'a sığınırım" derdi.
8) Hz. Aişe
(r.a) şöyle demiştir: Hz. Peygamber {s.a.s), vücudunda bir rahatsızlık duyduğu
zaman, Ihlas ve Felak-Nas sûrelerini sağ avucuna okur ve o avucuyla,
rahatsızlık duyduğu yeri meshederdi.[11]
Bazı kimseler, Cabir
(r.a)'den rivayet edilen, "Hz. Peygamber (s.a.s) rukye yapmayı
(okuyup-üfleyerek tedaviyi) yasakladı" hadisinden dolayı ve Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Allah'ın bazı kullan var; onlar, (tedavi için) dağlanmazlar,
rukye yaptırmazlar ve sadece Rablerine tevekkül ederler"[12]"Dağlama
yapan ve rukye yaptıran, Allah'a tevekkül etmiş olmaz"[13]
hadislerinden dolayı rukye yapmayı yasak (haram) saymışlardır. Ben buna,
"Bu yasaklamanın, ne olduğu (gerçeği) bilinmeyen rukye (tedavi) ile ilgili
olması muhtemeldir. Ama güvenilir bir dayanağı olan rukyeye gelince, o
nehyedilmemiştir" diyerek cevab veririm.
Ama alimler, bir şey
asma konusunda İhtilaf etmişlerdir: Rivayet edildiğine göre.k Hz. Peygamber
(s.a.s) "Kim birşey asarsa
(bağlarsa), (bağlarsa), işi ona havale edilir"[14]
buyurmuştur. İbn Mes'ûd (r.a)'un, ümm-i veledinin pazusuna bağlanmış (asılmış)
bir nazarlık gördüğü ve onu, sert bir şekilde koparıp, parçaladığı rivayet
edilmiştir.
Kimi alimler, bunu
caiz görmüşlerdir. Muhammed Bakır (r.a)'a, çocuğa asılan-takılan
muska-nazarlığın hükmü soruldu, o bu hususta ruhsat verdi.
Alimler, nefes, yani
üfleme konusunda da ihtilaf ettiler: Hz. Aİşe (r.a)'nin şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), rahatsızlandığı zaman, Felak-Nâs
sûrelerini okuyarak, kendi kendine üflerdi ve eliyle (ağrıyan yerini)
meshederdi. O, vefat ettiği o acının rahatsızlığını duyduğu zaman da, daha Önce
yaptığı gibi Felak-Nâs sûreleri ile kendisine okuyup üflemeye başlardı." Hz.
Peygamber (s.a.s)'den rivayet edildiğine göre, o, yatacağı zaman, Felak-Nâs
sûrelerini iki eline okur, sonra onlarla bütün bedenini meshederdi. Bazı
alimler, okuyup-üflemeyi hoş görmemişlerdir: İkrlme "Rukye yapan kimsenin
üflemesi, meshetmesi (el sürmesi) veya düğüm atması münasip değildir"
demiştir. İbrahim (en-Nehâl)'nin, "(Selef), rukyede üflemeyi kerih
görürlerdi" dediği rivayet edilmiştir. Birisi demiştir ki: "Acı
çekmekte olan Dahhâk'ın yanına girdim ve "Ey ebû Muhammed sana okuyayım
mı?" dedim, "Olur, fakat üfleme" dedi. Ben de ona muavvizeteyn'i
(Felak ve Nâs'ı) okudum."
Halîmî şöyle demiştir:
"İkrlme'den rivayet edilen, "Rukye yapan kimsenin üflememesi,
meshetmemesi, muska bağlamaya (düğüm atma)ması gerekir" sözünü söylerken,
İkrlme, sanki Allah Teâlâ'nın, düğüme nefes etmeyi (üflemeyi), sığınılması
gereken şeylerden saydığı; binâenaleyh bunun yasak olması gerektiği görüşüne
sahib olmuştur." Fakat bu görüş zayıftır. Çünkü düğüme üflemek, cana ve
bedene zarar veren bir sihir olduğu zaman ancak kötü ve kınanmış bir iş olur.
Ama bu nefes (üfleme), canlara ve bedenlere iyilik vermek için, tedavi etmek
için olunca, haram olmaması gerekir.[15]
Allah Teâlâ, kıraatin
başlangıcında, "Şeytandan Allah'a sığın" (Nas, 98) buyurarak,
euzu ile başlamayı emretmiştir. Burada ise
"De ki: Sabah'm Rabbine sığınırım" buyuruyor. Bir başka yerde
de "Deki: Ya Rabbi şeytanın vesveselerinden sana
sığmıyorum"(Mü'minûn,97) buyurmuştur. Hadis-i şeriflerde de "Allah'ın
tam kelimelerine sığınırım" şekli yer almıştır. Şüphe yok ki, Hak
Teâlâ'nın isimlerinin en yücesi, "Allah"dır. "Rab" ismi
ise, bazan Allah'dan başkaları için de kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ,
"Çeşitli Rabler mi hayırlıdır, yoksa Allah mı" (Yusuf, 39)
buyurmuştur. Öyleyse, Allah Teâlâ'nın bu sûrelerde, "Allah'a
sığınırım" şeklinde değil de, "Sabah'm Rabbine sığınırım" diye
sığınmayı emretmesinin sebebi nedir? Buna, âlimler çeşitli şekillerde cevap
vermişlerdir:
1) Allah
Teâlâ, "Kur'ân okuduğun zaman, Allah'a sığın" (Nahl, 98) ayetinde,
Kur'ân okumak için istiazeyi emretmektedir. Bu sûredeki istiaze emri ise, canı
ve bedeni sihirden korumak içindir. Birinci vazife daha büyüktür. Dolayısıyla
Allah Teâlâ orada, en büyük ismini zikretmiştir.
2) Şeytan
seni ibadetten men etmeye çalışırken, bedenine ve ruhuna zarar ulaştırmaya
çalışırken gösterdiği gayretten daha fazla çaba sarfeder. Dolayısıyla Hak Teâlâ
bu sûrede değil de orada, en büyük ismini, yani "Allah" ismini
zikretmiştir.
3)
"Rabb" ismi, "terbiyeye" işaret eder. Dolayısıyla Allah
Teâlâ sanki, geçmişte ona olan terbiyesini, onu gelecekte terbiyesine bir
vesile saymıştır. Yahut da kul, adeta şöyle diyor: "AlIahım, terbiye ve
ihsan Senin sanatındır. Binâenaleyh beni ihmal etme, ricamı boşa çıkarma."
4) Cenâb-ı
Hak "terbiye" ile, ihsana (iyiliklere) başlamıştır. Başlamak ise,
devamı gerektirir.
"
5) Bu
sûreler, Kur'ân'ın son sûreleridir. Binâenaleyh terbiye ve ihsanının senden
kesilmeyeceğine tenbih için bu sûrelerde "Rabb" ismini zikretmiştir.
Eğer, "insanların Rabbine, insanların melikine, insanların ilahına
sığınırım" demek suretiyle, son olarak "ilah" ismini
zikretmiştir" denilirse, biz deriz ki: Bunda şöyle bir incelik var: Allah
Teâlâ şöyle demiş olmaktadır: "Rabbim olana sığınırım" de. Fakat (bil
ki) O, ilandır, sinsi vesveseciye kahir ve galibtir. Dolayısıyla O, önemli
vazifelerinde, düşmanlarına karşı keskin bir kılıç ve yakıcı bir ateş, ama sana
karşı ise müşfik olan babana dön." Şu halde bu, iyilik ve terbiye vadinin
en büyük bir çeşididir.
6) Hak
Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Kalbin Bana ait. Dolayısıyla oraya, Benden
başkasının sevgisini sokma. Dilin Bana ait, onunla Benden başkasını anma.
Bedenin Bana ait, onu Benden başkasının hizmet (ve ibadetiyle) meşgul etme. Bir
şey istediğin zaman ancak Benden iste. Binâenaleyh ilim istediğin zaman da,
"Ya Rabbi, ilmimi artır" de. Eğer dünyayı istersen, Ailah'dan, fazl-ı
ikramını isteyin. Bir zarardan korktuğun zaman da, "De ki: Sabah'm Rabbine
sığınırım." Çünkü Ben, kendimi, "Sabahın yaratıcısı" ve
"tanelerin çekirdeklerinin yaratıcısı (fâlik'ı) olarak niteledim. Bütün bu
şeyleri, ancak senin için yaptım. Bütün bu işleri senin için yaptığım zaman,
seni, korku ve belalardan korumuş olur muyum?" demiş olmaktadır.[16]
Müfessirler "felak" kelimesiyle
ilgili çeşitli izahlar yapmışlardır:
Birinci Görüş:
"Felak", sabah demektir." Bu, ekseri
alimin görüşüdür.
Zeccâc şöyle demiştir: Felak, sabahtır. Çünkü sabah geceden "faik"
edilmekte, geceden çıkartılmaktadır. Felak, "ism-i mef'ûl" (yani
çıkarılmış) manasında, "fa'al" vezninde bir kelimedir. Arapça'da,
"O, sabahın doğuşundan (aydınlığından) daha açık" denilir." Bu
manada, Allah'a sığınmada, "sabah"in özellikle zikredilmesinin
çeşitli izahları var:
a) Bu
çeşitli (zifiri) karanlıkları bütün bu alemden kaldırmaya kadir olan Allah,
sığınan kuldan, korktuğu ve çekindiği herşeyi defetmeye de kadirdir.
2) Sabahın
doğuşu, ferahlığın gelişine misal gibidir. Nitekim insan gece, sabahın doğuşunu
beklediği gibi, korkan da kurtuluş sabahının doğmasını gözler.
3) Sabah,
müjde gibidir. Çünkü insan, karanlıkta, kütük üzerindeki et gibi olur. Sabah
olduğu zaman, sanki emniyeti ilan etmiş, ferahlığı müjdelemiş gibi olur. İşte
bu sebebten dolayı her hasta ve davetli, seher vaktinde bir hafiflik bulur. Binâenaleyh
Hak Sübhanehû ve Teâlâ "De ki: Sabahın Rabbine sığınırım"
buyurmuştur. O, istenmediği halde sabahın doğuş nimetini verir. Ya istendikten
sonra nasıl verir?
4) Bazıları
demişlerdir ki: Yusuf (a.s), kuyuya atıldığı zaman, dizi şiddetli bir acı duydu
ve gecesini, gözü açık geçirdi. Sabahın doğuş vakti yaklaştığı zaman, Cebrail
(a.s), Allah'ın izniyle, onu teselli etmek üzere ve Rabbine dua etmesini
tavsiye etmek üzere indi. Bunun üzerine o, "Ey Cebrail sen dua et, ben de
"amin" diyeyim" dedi. Cebrail (a.s) dua etti, Yusuf (a.s)
"amin" dedi. Bunun üzerine, Cenâb-ı Hak, onun sıkıntısını (acısını)
giderdi. Yusuf'un hayatında mutlu dönem gelince Cebrail (a.s) şöyle dedi:
"Ben de dua edeyim, sen "amin" de." Böylece Yusuf (a.s),
Rabbinden, işte bu vakitte, bütün başı belalı olanların sıkıntısını gidermesini
istedi. Dolayısıyla her hasta, gecenin sonunda mutlaka bir tür hafiflik
hisseder. Rivayet edildiğine göre, Yusuf (a.s) kuyuda, şöyle dua etmiştir:
"Ey sıkıntılı anımda desteğim, yalnızlığımda dostum; ey garibliğime
merhamet eden, ey üzüntümü gideren, ey duama icabet eden, ey benim İlahım ve
babalarım İbrahim'in, İshak'ın, Ya'kÛb'un İlahı, yaşımın küçüklüğüne, dayanağımın
(gücümün) zayıflığına ve çaremin azlığına merhamet et, ey Hayy, ey Kayyûm, ey
Celâl ve İkram sahibi olan Allah im."
5) Bu
ayette, özellikle sabahın zikredilmesi belki de sabahın, darda kalmışların dua,
üzüntülere icabet vakti oluşundan dolayıdır. Sinâealeyh Hak Teâlâ sanki, şöyle
demek istemiştir: "De ki: Bütün dert ve sıkıntıların açıldığı o vaktin
Rabbine sığınırım."
6) Belki de Allah Teâlâ, kıyamet gününün bir Örneği olduğu için, burada
özellikle sabahı zikretmiştir. Çünkü (geceleyin) insanlar, adeta ölüler; evler
de kabirler gibidir. Sonra onlardan kimi, evinden çıplak ve iflas etmiş (fakir)
olarak çıkar ve ona iltifat edilmez, kıymet verilmez; kimi, borçlu olur ve
hapse atılır; kimi, itaat olunan bir padişah olur ve binekler ona yönelir,
insanlar onun huzurunda durur. Kıyamet günü de böyledir. Bazı insanlar o gün,
sevab yönünden iflas etmiş, takva elbisesinden yoksundur, çıplaktır,
dolayısıyla Cebbar Padişahın, yani Allah'ın huzuruna, çekilip götürülürler.
Dünyada Rabbine itaatkar olan kul, ahirette itaat olunan, saygı gösterilen bir
padişah olur, ona burak sunulur.[17]
7) Allah
Teâlâ'nın, kıyamet hallerini kendinde toplayan namaz vakti olduğu için,
özellikle sabahı zikretmiş olması da muhtemeldir. Evet, namazdaki kıyam,
Kıyamet günündeki kıyamı hatırlatmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ,
"İnsanların, Rabbu'l-âlemin için kıyam ettikleri kalktıkları gön..."
(Mutaffifin, 6) buyurmuştur. Keza namazdaki kıraat, amel defterlerinin
okunuşunu; namazdaki rükû, kıyametteki, "Başlarını (utançlarından)
eğerler" (Secde, 12) ayetinin anlattığı hususu; namazdaki secde,
"Secdeye davet olunurlar, fakat güçleri yetmez" (Kalem, 42) ayetinin
anlattığı hususu; namazdaki oturuş, "Her ümmeti, diz çökmüş
görürsün"(Casiye, 27) ayetinin anlattığı hususu hatırlatır. Binâenaleyh
kul, "Allahım, beni şu gecenin karanlığından kurtardığın gibi, kıyametin
bu korkularından da kurtar" der olur. Cenâb-ı Hak, bu ayette, özellikle
sabah namazının vaktini zikretti. Çünkü, "Şüphesiz, fecir vakündeki kıraat
(yani sabah namazı) şahitlidir"(İsra, 78) yani gece ve gündüz melekleri,
onda hazır olurlar" buyurulduğu üzere, sabah namazının, daha fazla şerefi
var.
8) "Seherlerde
istiğfar edenler" (Al-i imran, 17) ayetinde beyan ettiği gibi, sabah,
istiğfar ve yalvarıp, yakarma vaktidir.
İkinci Görüş:
Felak, Allah'ın, bitkilerle yeryüzünü yardığı gibi, yardığı herşeydir.
"Şüphesiz Allah, tanenin ve çekirdeğin Halikı
(yanp-çikaranı)dır"'(En-âm,95). Dağları, gözelerle yarmıştır. "O
kayalardan, nehirler fışkıranlar vardır"'(Bakara, 74). Bulutları,
yağmurlarla, rahimleri, çocuklarla; yumurtaları civcivlerle; kalbleri,
marifetlerle (bilgilerle) yarmış, içlerinden bunları çıkarmıştır. Mahlukatı
düşündüğü zaman, çoğunun değişimden, hatta yokluktan (adem'den) olduğu; sanki
onun karanlık gibi, nurun (aydınlığı) da, "varlık" gibi olduğu
hakikati senin için ortaya çıkar. Ve ezelde, O'nunla beraber kesinlikle sanki
O'nun, yokluk karanlıklarının denizini, yaratma, varetme ve tekvin nurları ile
yardığı sabit olur. İşte, "felak" (yarma) ile anlatılan budur. Bu
görüş, şöyle çeşitli bakımlardan, doğruya daha yakındır:
1) Mevcud
olan, ya yaratıcıdır, ya yaratılmıştır. Biz "felak" kelimesini bu
görüşe göre tefsir ettiğimizde, Allah Teâlâ sanki şöyle demiş olur: "De
ki: Bütün mümkinatın Rabbi, bütün mahfukatın var edicisi olan Allah'a
sığınırım." Binâenaleyh bundaki saygı daha büyük olur ve "sabah"
da, bu manaya dahil olan hususlardan biri olmuş olur.
2) Her bir
varlık, ya vâcib-li-zâtihî veya mümkin li-zâtihî'dir. "Mümkin" olan,
başkası sayesinde var olmuştur, haddi zatında (önceden) yoktur. Binâenaleyh her
"mümkin" varlık için, var olması esnasında, var olmasını sağlayan,
devam etmesi halinde de, devamını sağlayan bir müessir gereklidir. Çünkü
mümkin, bekası (devamı) halinde, müessire muhtaçtır. Terbiye (rububiyyet) ise
hudûs (var olma) haline değil, aksine beka haline bir işarettir. Dolayısıyla
Cenâb-ı Hak adeta şöyle buyurmaktadır: Sen (ey kul) sadece var olma halinde
değil, zâtının ve bütün sıfatlarının hem var olma, hem beka halinde (bir var
ediciye ve hayatını sürdürücüye) muhtaçsın." İşte, "Felâk'ın
Rabbi" ifadesi, Allah'dan başka bütün varlıkların, mahiyetleri ve
varlıkları konusunda, zatları ve sıfatları bakımından, hem var olmak, hem devam
edebilmek için, Allah'a muhtaç olduklarına ve tevhid sırrının, ancak bu
hususların görülmesi durumunda, şirk şaibelerinden temiz olacağına delalet
eder.
3) Karanlıkta var
etmek ve suret vermek, aydınlıkta bu işi yapmaktan daha zordur. Binâenaleyh Hak
Teâlâ sanki "Ben, nurların doğuşundan ve ışıkların ortaya çıkışından önce
yaptığım şeyi yapanım. Böyle bir şey, ancak tam ilim ve yüce hikmet ile yapılan
şeylerdendir" demektedir. "O, sizleri, ana rahimlerinde dilediği
şekilde şekillendirendir. O Azfz ve Hakîm'den başka tanrı yok" (Al-i
Imran, 6) ayeti ile, buna işaret edilmiştir.
Üçüncü Görüş:
Felak, cehennemde, içine düşülen" bir vadidir. Bu, Arapların, alçak-çukur
yerler için kullandıkları "felak" kelimesindendir. Bunun çoğulu,
"Felkân"dır. Bir sahabiden şöyle rivayet edilmiştir: O, Şam'a geldi
ve zımmilorin evlerini, içinde oldukları geçim bolluğunu gördü ve "Buna
aldırmam. Çünkü bunların gerisinde (sonunda) felak yok mu?" dedi.
"Felak nedir?" diye sorulunca da, "O, cehennemde bir evdir ki
orası açıldığı zaman, sıcaklığının şiddetinden, bütün cehennem ehli feryad-u
figan eder" cevabını vermiştir. Cenâb-ı Hak bu ayette, özellikle
"felak"ı zikretti, çünkü Allah, böylece büyük ve insanların
düşünemeyecekleri şiddette bir azaba kadirdir. Ama O'nun rahmetinin, azabından
daha büyük, daha mükemmel ve daha tam olduğu da sabittir. Dolayısıyla O adeta
şöyle demektedir: "De ki: Ey bu şiddetli azabın sahibi, bu azabından daha
büyük, daha mükemmel, daha tam, daha öncelikli ve daha ileri olan rahmetine
sığınırıyorum."
[18]
"Yarattığı
şeylerin şerrinden" (Felak, 2).
Bu ayetle ilgili iki
mesele var:[19]
Bu ayetin tefsiri
olarak, çeşitli izahlar var:[20]
1) Atâ, ibn
Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah Teâlâ bu ifadeyle,
Özellikle İblisi zikretmiştir. Çünkü Hak Teâfâ, ondan daha şerli bir mahluk
yaratmamıştır ve de bu sûre, sihirden istiaze (Allah'a) sığınma hakkında nazil
olmuştur. Sihir ise ancak İblis, yardımcıları ve askerleri sayesinde
tamamlanır.[21]
2) Bu
ayetle, Hak Teâlâ, cehennemi kastetmiş ve adeta şöyle buyurmuştur: "De ki:
Cehennemde yarattığı şeylerin şiddet ve dehşetinden, cehennemin Rabbine
sığınırım."[22]
3)
'Yarattığı şeylerin şerrinden " ifadesi ile, Hak Teâlâ, vahşi hayvanlar,
haşereler ve bunların dışındaki şeyler gibi, eziyet verici çeşit çeşit
hayvanların şerrini kastetmiştir. Buna bize eziyet veren cin ve insanların
dahil olması ve fiillerinin "şer" diye nitelenmesi de caizdir.
Cinlerin ve insanların, buradaki (ism-i
mevsulüne) daniı edilmesi caizdir. Çünkü ekseriyet, akıllı olmayan varlıklar
tarafından olunca, hepsi için ism-i
mevsulünü kullanmak güzel ve yerinde olur. Zira en fazla olan, esas alınır.
Keza bu ayete, hastalık yapan yiyeceklerin, su ve ateşin serleri de dahildir.
İmdi, eğer,
"Sudan, ateşten, akreb ve yılan sokmasından meydana gelen acılar, çoğu
kelamcılara göre, direkt Allah'ın yaratması ile meydana gelmektedir; veya,
feylesofların çoğu ile bazı kelamcılara göre, Allah Teâlâ'nın bu cisimlerde
yarattığı birtakım kuvvet (ve özelliklerden) doğmaktadır. Her İki halde de,
ayetin neticesi, Allah Teâlâ'nın, peygamberine, Allah'dan yine Allah'a
sığınmasını emretme olmaktadır, binâenaleyh bunun manası ne?" denilirse,
biz deriz ki: Bunda ne beis var. Zaten
Hz. Peygamber (s.a.s)
de "Allahım Senden yine Sana sığınıyorum" diyerek, bunu açıkça ifade
etmiştir.[23]
4) Hak Teâlâ
bu ifadeyle, yarattığı hastalıkları, dertleri, kıtlıkları, çeşitli bela ve
afetleri kastetmiştir. Cübbâî ve Kâdî (Abdulcebbar), bu tefsirin batıl
olduğuna, çünkü Allah'ın fiilinin, "şerr" diye isi mlend
inlemeyeceğin i iddia etmişler ve şöyle demişlerdir: "Bunun böyle olduğuna
şunlar da delalet eder:
1) Bu manaya
göre, kendisinden sığınma emredilen varlığın, bize kendisine sığınmamızı
emreden varlık olması gerekir. Bu ise, bir tenakuzdur.
2) Allah
Teâlâ'nın bütün fiilleri, hikmetlidir, doğrudur. Böyle olan fiillere
"şer" demek mümkün değildir.
3) Eğer
Allah'ın fiilleri şer olsaydı, bunları yapan da "şerli" diye
vasfedilirdi. Halbuki Allah Teâlâ, böyle nitelenmekten yücedir."
Bunların birinci
delillerine, "Açıkladığımız gibi, "Allahım, Senden, yine Sana
sığınırım" sözünde bir imkansızlık yoktur" diyerek; ikinci
delillerine, "İnsan, ondan elem duyunca, o şey "şerr" sayılır.
Binâenaleyh ayet, bu insanın sözüne göre ifade edilmiştir. Nitekim,
"Kütüğün cezası, misliyle kütüktür"(şûra, 40) ve "Kim size karşı
haddi aşarsa, onun size haddi aşısı kadar, siz de ona karşı haddi
aşın"(Bakara, 194) ayetlerinde de böyledir" diyerek; üçüncü
delillerine de, "Allah Teâlâ'mn isimleri tevkifidir, ıstılah? değildir,
(yani Allah Teâlâ'mn bildirdiği şekillerdedir. (Halbuki O'nun,
"şerli" diye bir adı yoktur)." diye cevab veririz. Hem sonra
Allah Teâlâ'nın, "insana bir şer dokunduğu zaman, feryad-u figan
eder" (Mearic, 20) ve "Ona şer dokunduğu zaman, uzun uzun yalvarıp
yakam" (Fussilet, 51) ayetleri, hastalıkların ve dertlerin "şer"
diye isimlendiritebileceğine delalet eder. Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle
derdi: "Gece ve gündüz gelenlerin şerrinden, Allah'ım, Sana
sığınırım."[24]
Bazı mülhidler (sapıklar), "De ki:
Felak'm Rabbine sığınırım,
yarattığı şeylerin şerrinden" ayetlerini, şöyle, bir kaç açıdan tenkid
etmişlerdir:
1)
Kendisinden sığınılan şeyler, Allah'ın kaza ve kaderiyle
mi yoksa Allah'ın kaza
ve kaderi (takdiri) olmadan mı, meydana gelmiştir? Eğer birincisi söz konusu
ise, Allah Teâlâ, nasıl o şeyden Allah'a sığınmayı emreder. Çünkü Allah'ın
hükmettiği ve takdir ettiği şey vaki olmaktadır. Buna göre Allah Teâlâ sanki:
"Meydana gelmesini takdir ettiğim ve meydana gelmesi kaçınılmaz olan
şeyden Bana sığın ki onu meydana getireyim" demiş olur. Ama eğer bu
şeyler, Allah'ın kaza ve kaderi ile değil ise, bu da Allah'ın mülk ve
melekûtunu zedeler bir durumdur.
2) Eğer
sığınılan şey, meydana geleceği bilinen bir şey ise, onu engelleyebilecek
birşey yok. Dolayısıyla da, ondan Allah'a sığınmanın hiçbir faydası yok. Ama
eğer, meydana gelmeyeceği biliniyor ise, ondan istiazeye, Allah'a sığınmaya da
gerek yok.
3) Eğer
sığınılan şey, bir maslahat yani faydalı şey ise, mükellef, o şeyin defedilmesini
ve engellenmesini istemeye nasıl rağbet eder. Ama eğer o şey, bir mefsedet,
yani zararlı şey ise, (Allah) onu nasıl yaratır ve takdir eder.
Bil ki bu gibi
şüphelere verilecek cevap, "Allah, yaptıklarından hesaba çekilemez"
demektir. Bu söz, bu kitabta tekrar tekrar geçmiştir.[25]
"Karanlığı
çöktüğünde gecenin şerrinden" (Felak, 3).
Alimler
"gasık"ın ne demek olduğu hususunda, şöyle çeşitli izahlar
yapmışlardır:
1) Gâsık,
karanlığı çok olan gece manasındadır. Bu, "Gecenin iyice kararmasına kadar"
(Isra, 78) ifadesindendir. "Göz, yaşla doldu" manasındaki deyimi;
"Yara, kanla doldu" manasındaki deyimi, bu deyimi, bu köktendir. Bu,
Ferrâ ve Ebu Übeyde'nin görüşüdür. Ebn Kays, bu manada şu şiiri okumuştur:
"Muhakkak ki bu gece, bütün zulumatıyla üstüme çöktü. Ve ben, gam keder ve
uykusuzluktan bîzar oldum." Zeccâc, "Gfisık, sözlükte,
"soğuk" demektir. Geceye, gündüzden daha soğuk olduğu için,
"gâsık" denmiştir. "O zemherirdir (çok soğuktur)" sözü de,
bundandır.
2) Bir kısım
kimseler, "Gâsık ve gassâk, akan manasınadır. Bu, Arapların, "Gözden
su aktı" manasındaki fiilindendir. Geceye, karanlığı yeryüzüne adeta
akıp-döküldüğü için, "gâsık" (akan) denilmiştir.
Ayetteki, ise, gözden kaybolacak şekilde başka birşeyin
içine girmek manasınadır. "Girdi" manasında, denilir.
"Çukur"a da, içine su girdiği (dolduğu) için, "vakbe"
denilir. "îkâb" da, bir şeyi çukura sokmak manasınadır. Bunlar,
"gâsık" ve "vekabe" kelimelerinin, dil ile ilgili
izahlarıdır.[26]
Müfessirlerin de
ayetle ilgili bazı izahları var:
1) Bu ayet,
"Geldiği, girdiği zaman gecenin şerrinden" demektir. Allah Teâlâ,
gecenin şerrinden sığınmayı
emretmiştir, çünkü geceleyin,
vahşi hayvanlar yuvalarından ve
haşerat yerlerinden çıkar; hırsızlar ve suçlular hücuma geçer, yangınlar
meydana gelir ve geceleyin silah doğrultulsa, o da, silah doğrultanı Öldürse,
bu insana kısas gerekmez. Ama aynı iş gündüz olsa, o zaman kısas gerekir. Çünkü
gündüz, yardım (imdat) bulunabilir. Birgrub kimse "Geceleyin, cin ve
şeytan denilen eziyet verici ruhlar ortaya çıkar-yayılır. Çünkü gündüz, güneş
ışıklarının gücü sanki onları bastırmaktadır. Ama gece olunca, onlar için bir
çeşit üstünlük hasıl olmaktadır.
2)
"Gâsık", "Batan ay" manasınadır. İbn Kuteybe, "Tutulup
gözden kaybolduğu yani ışığı gidip, karardığı zaman için aya,
"gfisık" denmiştir. Buna göre ayın "vukûtTu da, bu kararma içine
girmesidir. Ebû Seleme (r.a), Hz. Aişe (r.a)'den, Resulüllah (s.a.s)'ın, onun
elini tutarak, ayı gösterip şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Şunun şerrinden,
eyAişe, Allah'a sığın. Çünkü o, "Battığı zaman gasık'm şerrinden..."
ayetinde işaret edilen "gâsık”tır[27] İbn
Kuteybe, "Bunun manası, "Kusufa girdiği, yani tutulduğu zaman, ayın
şerrinden Allah'a sığın" şeklindedir" demiştir.
Bana göre, bunun şöyle
bir başka izahı daha var: "Ayın, kendi bünyesinde ışıklı (ışık saçan) bir
varlık olmadığı, aksine karanlık olduğu doğrudur. İşte "gâsık"
(karanlık) oluşundan murat budur. ise ışığının, ayın sonunda kaybolmasıdır.
Müneccimler, "O, ayın sonunda, uğursuz olan kuvvetten düşer. Çünkü ışığı
git gide azalır, bu sebeple de gittikçe uğursuzluğu artar. İşte bundan dolayı
sihir yapanlar, hastalık yapacak sihirlerini, bu vakitte yaparlar. Bu, sûrenin
sebeb-i nüzulüne uygundur. Çünkü bu, sihirbazların, Hz. Peygamber (s.a.s)'e,
hasta etmek için sihir yapmalarından dolayı nazil olmuştu" demişlerdir.
3) Ibn Zeyd,
"Bu ayet, "Düştüğü zaman, Süreyya (yıldızının) şerrinden"
manasınadır. O düştüğü (battığı) zaman, hastalıklar artar, doğduğu zaman da
ortadan kalkar. Buna göre, batıda battığında, aşağı süzüldüğü (aktığı) için
Süreyya'ya, gâsık denilmiştir. Onun "vukûb"u da, yeryüzünün altına
girmesi ve gözlerden kaybolması demektir" der.
4) Keşşaf sahibi "Gâsık ile siyah yılanların kastedilmiş olması da
caizdir. "Vukûb"u da, çarpması ve nakbıdır (delmesi, sokmasıdır).
Vahb ve nakb, aynı manayadır" demiştir. Bil ki bu, zikredilen izahların en
zayıfıdır.
5) Gâsık,
batan güneştir. Buna, feleğinde (yörüngesinde) yüzdüğü için "gasık"
denilmiştir. Hareket ve gidişine, "gask" denir. Güneşin
"vukûb"u da, gözden kaybolması ve yerin altına (öbür tarafına)
geçmesidir.[28]
"Düğümlere nefes
eden kadınların şerrinden" (Felak, 4).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[29]
Ayetle ilgili, iki
görüş var:
Birinci Görüş:
"Nefes", tükrükle birlikte üflemektir. Keşşaf sahibi
böyle dmiştir. Bazıları,
"nefes, sırf üflemek manasınadır. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Cebrailkalbime şöyle üfledi, telkin etti"hadisindeki
kelimede, bundandır. "Ukâd", "ukde"nin(düğümün) çoğuludur.
Bunun sebebi şudur: Sihir yapan, sihir için birşey okumaya başladığında, eline
bir ip alır ve ona durmadan düğüm üstüne düğüm atar ve bu düğümlere üfler.
Burada, "nâfisât" kelimesi, şu sebeplerden dolayı müennes olarak
getirilmiştir:
1) Bu sihir
sanatını kadınlar daha çok yaparlar. Çünkü onlar, düğüm a,tar ve o düğümlere
üflerler. Bu böyledir çünkü sihirde en büyük maksad, bununla kalbi bağlamaktır.
Buna olan gayreti ve düşünceyi sağlamlaştırmaktır. Bu ise bilgileri az,
şehvetleri (arzuları) çok olan kadınlardan olur. Dolayısıyla onların bu işi,
daha kuvvetli olur. Ebû Ubeyde, "Düğümlere nefes eden kadınlar",
Yahudi Lebîd b. A'sâm'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e sihir yapmış olan
kızlarıdır" demiştir.
2) Ayetteki
"neffâsât" ile, "nefs"ler kastedilmiştir.
3) Bundan
murad, cemaatlar (topluluklardır. Çünkü bir sihir yapmak için toplanan
sihirbazlar, her ne zaman daha kalabalık olursa, tesir daha şiddetli olur.
İkinci Görüş:
Ebû Müslim'in görüşüdür. Buna göre, "Neffâsfif in şerrinden" ifadesi,
"Bağlanmış olan, yani erkeklerin kararlarına ve görüşlerine bağlı (mahkum)
kadınların şerrinden (Allah'a sığınırım)" demektir. Bu "bağ"
(düğüm), "ipin bağlanması" tabirinden istiaredir. "Nefes",
çözülmesi kolay olsun diye, üzerine tükürmek suretiyle, ipin düğümünü yumuşatmak-kolaylaştırmaktır.
Buna göre ayetin manası şöyledir. Kadınlar, erkeklerin kalbinde büyük bir
sevgiye sahip oldukları için, erkekler üzerinde tasarruf ederler ve onları bir
görüşten bir görüşe, bir karardan, başka bir karara çevirirler. Dolayısıyla,
Allah Teâlâ, Peygamber (s.a.s)'ine, onların şerrinden sığınmayı emretmiştir.
Nitekim bir başka ayette de, "Hanımlarınızdan ve çocuklarınızdan, size
düşman olanlar var. Onlardan sakının" (Teğabün, u> buyurmuştur. Bundan
dolayı, Allah Teâlâ, Yusuf (a.s)'un dilinden: "Şüphesiz sizin hileniz
büyüktür" (Yusuf, 28) buyurarak, onların hile ve tuzaklarının büyüklüğünü
belirtmiştir.
Bil ki, eğer çoğu
müfessirin görüşünün aksine olmasaydı, bu güzel bir görüştür.[30]
Mu'tezlle, sihrin
tesir edebileceğini kabul etmez. Bu mesele daha önce geçmişti. Alimler, "O
sihir yapan kadınların ve (erkeklerin) şerrinden Allah'a sığınmanın şu üç
sebebi vardır" demişlerdir:
1) Onların
sihir yapmadaki amellerinin günahından sığınma.
2) Onların,
sihirleri ile insanları fitneye uğratmasından sığınma.
3) Ölüm ve
deliliğe sebep olan, adi yiyecekleri yedirmeelrinden sığınma.[31]
"Haset ettiği
zaman hasetcinin şerrinden (Allah'a sığınırım)" (Felak, 5).
Malum şeylerdendir ki
hasetci başkasında olan bir nimetin, ondan giderilip kendisine verilmesini
şiddetle isteyendir. Bu işe, eğer neredeyse sadece hile ile imkan
bulabiliyorsa, kesinlikle buna başvurur. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, ondan
sakınmayı ve Allah'a sığınmayı emretmiştir. Böylece, dinî ve dünyevî açıdan
kendisinden sakınılan ve çekinilen her şer bu sûrenin kapsamına girer. Bu
yüzden bu sûre nazif olunca, Hz. Peygamber (s.a.s) bunun inişi ile rahatladı,
sevindi. Çünkü bu, peşisıra gelen sûre ile birlikte, her şeyden sığınmayı içine
almaktadır.
Buradaki
"hasedcinin şerri" ifadesi ile, hased etme zamanındaki günahtan ve
halinin çirkinliğinden, hasedinin ortaya çıkmasından sığınma" kastedilmiş
de olabilir.
Sureyle ilgili geriye
iki soru kalmaktadır:
Birinci Soru:
"Yarattığı şeylerin şerrinden" ayeti, sığınılan şeylerin hepsini
içena alan, genel bir ifadedir. Binâenaleyh bundan sonra, "gâsik",
"neffâsât" ve "hasedci"nin şerrinden ayrıca sığınmanın ne
manası var?
Cevap:
Bunlar, bu şeylerin serlerinin, en büyük şer çeşitleri olduğuna bir tenbih
(işaret) olarak zikredilmişlerdir.
İkinci Soru:
Burada sığınılması söylenen şeylerin niçin bazıları marife, bazıları nekire
olarak zikredilmiştir?
Cevap:
"Neffâsât" (düğümlere üfleyen kadınlar) kelimesi marife olarak
zikredilmiştir. Çünkü her böyle üfleyen, sihir yapan kadın şerlidir;
"gâsık" (gece) kelimesi nekire olarak zikredilmiştir. Çünkü her gâsık
(gece) şerli değildir. Aynı şekilde her hasetci de şerli değildir. Aksine nice
hasedler, övgüye değer olur ki bu tür hased, hayır hasenat yapma konusundaki (gıbta)dır.
Allah Sübhanehû ve
Teâlâ en iyi bilendir. Salat-u selam efendimiz Hz. Muhammed'e, âline ve
ashabına olsun (amin)![32]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/573.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/575-576.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/576-577.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/579.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/581.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/581.
[7] İbn. Mace,tıb 37 (2/1166).
[8] İbn. Mace, tıb, 37(2/1165).
[9] Tlrmlzl Tıb, 18 (4/396).
[10] Tirmizi Tıb, 29 (4/408).
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/581-583.
[12] Buhari, tıb, 42; Müslim, İman 371-372 (1/196), (Benzer
Hadis).
[13] İbn Mâce, Tıb, 23 (2/1154) Tirmizi, Tıb, (4/393).
[14] Tlrmlzl, Tlb, 24 (4/403).
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/583-584.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/584-585.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/585-586.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/586-587.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/587.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/587.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/588.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/588.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/588.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/588-589.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/589.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/589-590.
[27] Tlrmlzî, Tefisir; 94 (5/452).
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/590-591.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/591.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/591-592.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/592.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/592-593.