MUKADDİME. 3

Kelamcıların Katında Kur'an. 3

Usul, Fıkıh Ve Gramer Alimlerinin Katında Kur'an. 4

Kur'an-ı Kerim'in İlmî Bir İcazı 4

Kur'an-ı Kerim’e Dair İlimlerin Tarihi Ve Bu Istılahın Belirmesi Ve Kur'an Yazılmazdan Önceki Durum.. 5

Kur'an İlimleri Ne Zaman Tedvin Edildi?. 5

Kur'an İlimlerinin Tedvin Edilmesi Zamanı 6

Kuranın Nüzul, Yani İniş Manası 6

Kur'an'ın İnişleri 7

Cebrail Kur'an'ı Nasıl Ve Kimden Aldı?. 7

Cebrail Aleyhisselâm Neler İndirdi 8

Kur'an'ın Nüzul Müddeti 9

Kuranın Parça Parça İnîşindeki Hikmet Ve Esrar 9

Vahiy. 11

Îlmî Yönden Vahiy. 12

Akıl Yönünden Vahiy. 13

İlk Ve Son Nazil Olan Âyet Ve Süreler 13

En Son İnen Âyet 15

Kur'anin İniş Sebebleri 16

Esbabı Nüzulü Bilmenin Faideleri Nelerdir?. 16

Nüzul Sebebini Bilmenin Yolu. 17

Kur'an'ın Yedi Harf Üzerinde Nazil Olması 17

Kur'an'ın Yedi Harf Üzerine İnmesinin Manası 19

Hz. Osman'ın Zamanında Kur'an'ın Derlenmesi 21

Kuranın Âyet Ve Sürelerinin Tertibi Ve Âyetin Bilinme Yolu. 24

Kur'an Âyetlerinin Adedi 25

Kur'an Âyetlerinin Tertibi 26

Kur'an Sûrelerinin Tertibi 26

Sürelerin Kısımları 26

Kur'an Yazısı 26

Kur’an’ın Yazılması 27

Mushafın Resmî 27

Kur'an'a Hürmet Etmek. 29

Kıraat Ve Kürra [Okuyucular] 29

Kıraat İlminin Ortaya Çıkması 29

İlk Kurra Hafızlar: 30

Kıraatların Sayıları 30

Kıraati Seb'a Hakkında Ulemanın Fikirleri 30

Tefsir Ve Tefsirciler 32

Tevil 32

Tefsirin Kısımları 33

Hadîsten Misal 33

Ashabın Tefsir Âlimleri 34

Îbni Abbas'ın Tefsiri 34

Tabiînin Tefsircileri 34

Tefsiri Bil-Me's Urun Tedvin Edilmesi 37

İbnu Cerir’in Tefsiri 37

Tefsirin Makbul Ve Merdud Kısımları 38

Re'vi Körü Körüne Desteklemek. 38

Rey İle Tefsirin Caiz Olan Ve Olmayan Kısımları 38

Tefsir Aliminin Muhtaç Olduğu İlimler 39

Tefsiri Biddirayede Meşhur Müfessirler 39

Mutezile'nin Tefsirleri 40

Batınilerin Tefsirleri 40

Şiânın Tefsirleri 40

Tefsiri İşarî 41

Kelamcıların Tefsirleri 42

Nesh Konusu. 42

Istilahda Nesihin Mânâsı 42

Nesih İle Beda Arasında Fark. 43

Nesh İle Tahsis Arasındaki Fark. 44

Varlığını Kabul Edenlerle Kabul Etmîyenler Arasında Nesih. 44

Neshîn Hem Aklen Hem De Naklen Sabit Olmasının Delilleri 45

Neshin Oluşuna Delalet Eden Sem'ı Delîller 46

Neshin İkinci Çeşidi - Yani Hz. Muhammed'in Peygamberliğine İnananlara Karşı Getirilen Semı Delilleri 46

Nesih Hadisesinde Allah'ın Hikmeti 47

Neshin Bilinmesinin Yolları: 48

Nesih Hangi Âyetlerde Olur: 48

Kur'an'da Neshin Çeşitleri 48

Kur'an Ve Sünnet Arasında Neshin Devirleri 49

Kur'an'ın Sünnetle Nesih Edilmesi 49

Kur'an'ın Sünnetle Neshine Kail Olanların Getirdiği Misaller 49

Sünnetin Kur'an'la Neshi 50

Sünnetin Sünnet İle Neshi 50

Kıyasın Neshi Ve Kıyas İle Nesih. 50

Neshedîlmiş Diye Şöhret Bulan Âyetler 50

Kur'an'ın Muhkem Ve Müteşabih Ayetleri 51

Müteşabihin Menşeî Kısımları Ve Misalleri: 51

Müteşabihin Çeşitleri Üçtür 51

Acaba Müteşabihlerin Kuranda Zikredilmesinde Ne Hikmet Vardır?. 52

Kur'an'ın Uslübü. 53

Kur'an'ın Mu'ciz Olması 54

Kur'an’ın Muarizesî 54

Kur'an'da Mucizeler 55

Kur'an'ın Kevnî İlimlere Karşı Durumu. 55

Kurandaki Gaybi Haberler 57

Geçmişin Gaybî 57

Hali Hazır Zamanın Gaybî 57

Müstakbelin Gaybi 57

Uzun Bekleyişten Sonra Nazil Olan Ayetler 58

Kur'an'ın Etkisi Ve Muvaffak Olması 59

Sahabe Asrında Tefsir 61

Tefsircilerîn Dördüncü Tabakası 62

Tefsircilerin Beşinci Tabakası 62

Bu Tefsiri Derlerken Müracaat Ettiğimiz Kaynaklar 63

Son Sözümüz. 64


MUKADDİME

 

Kur'an-ı Kerim'in yüce meallerini, selefin tefsirlerinden aktarma­ya başlamadan önce Kur'an hakkında birkaç söz söylemek istiyorum. «Kur'an» kelimesi, Lügat yönünden mastardır. «Kıraet» kelimesinin manasını taşıyor. Cenabı Hak, bir âyetinde «Şüphesiz ki, Kuranı der­lemek ve okutmak bizim vazifemizdir.» [el-Kıyame; 16]. Başka bir âyette «Biz.(vahy İle) onu okuduğumuz zaman, O'nun Kur'anına, ya­ni okunuşuna tâbi ol!» [el-Kıyame: 19] diyor. «Kur'an» kelimesi, bi-lahere, bu mastar manasında nakledilmiş, Ümmeti Muhammed'in üze­rine inen ve mu'ciz olan kelama özel isim yapılmıştır. Mastarın mef ul manasında olunması babındaiıdır. «Kur'an» kelimesi «rüçhan», «Os­man» ve «furkan» veznindedir. Mushafa «Kur'an» denildiği gibi «fur-kan» da denilmektedir. Çünkü Kur'an «Hak» ile «Batıl»ı ayırd edici olduğundan veya inişte, âyetler ve sûrelerinin bazısı diğerlerinden ay­rı olduğundan «furkan» kelimesi de Kur'an'a ıtlak olunabilir. Kur'an kelimesinin mushafa ıtlak olunması da şu âyette görülmektedir: «Alem­leri korkutsun diye kulunun üzerine Furkan'ı —yani Kur'an'ı— in­diren, ortaktan münezzeh ve uzaktır.» [el-Furkan: 1]. Bunlardan son­ra bilinsin ki Mushafı şerifin en meşhur isimleri «El-Kur'an» ve «El-Furkan»dır. Hatta tefsir alimlerinin bazıları, Cenabı Hakkın bütün sı­fatları «El Celâl» ve «El Cemal» sıfatlarına dönüştüğü gibi «Kur'ana verilen bütün isimler de bu iki isme dönüşür» demişlerdir.

Kur'an'ın «ıstılahı» manası «Allah'ın kelâmı» demektir. Allah'ın kelâmı, beşer kelâmının gayrisidir. Nasıl ki, «lafzı» ve «nefsî» olmak üzere insan kelâmının iki manası varsa, Cenabı Haklan kelâmının da «lafzî» ve «nefsî» olmak üzere iki kısmı vardır. Kur'an bazan «nefsî», bazan da «lafzî» kelâma ıtlak folunur.

Kelâmcı alimlere göre; Kur'an sadece «nefsi» kelâma ıtlak olu­nur. Çünkü kelâmcılar Allah'ın «nefsî» sıfatlarından bahsederler. Baş­ka bir yönden de Kur'anm Allah'ın kelâmı olup «mahlûk» olmadığım savunurlar. Kur'an'ı «lafzî» kelâm üzerine itlak edenler ise, usûlcüler, fakihler ve gramercilerdir. Kelâmcılardan bazıları da bunlara katıl­mışlardır. Usul alimleriyle fakihler sadece Kur'an'ın «kelâm-ı lafzi»ye ıtlak olunmasıyla ilgilenmişlerdir. Çünkü onlar hükümler üzerine âyet­lerden deliller getirmek hedefini güdüyorlar. Bu da ancak lâfızlarla olur, mana ile değil... Gramer alimleri de Kur'an'ın icazını tesbite çalışırlar. Bunların da hedeflerinin sadece-lafızlar olduğu ortadadır. Kelâmcılann Allah'ın indirilmiş kitablanna iman etmenin vacib oldu­ğunu tesbite çalışmaları olduğu gibi, Kur'an'm mucizliğini veResûl-i Ekrem'in peygamberliğini isbatla ilgili çalışmaları da vardır. Görülüyor ki, bütün bu çalışmaların teksif olundukları nokta, Kur'an'ın lafızla­rıdır. Onun için kelâmcılann da Kur'anm lafzî kelâm olduğunda usul, fakih ve gramercilere katıldıkları görülmektedir.[1]

 

Kelamcıların Katında Kur'an

 

Kelâmcılar «Kur'an Allah'ın nefsi kelâmının adıdır» dediklerinde iki durumu kasdederler:

1- Kur'an Özel isimdir, Allah'ın kelâmı olduğu için.

2- Kur'an Allah'ın kelâmıdır. Allah'ın kelâmı kadimdir, hadis değildir.

Böylece onu, sonradan peydah olunmuş nesnelerden uzak tutmak vâcibtir. Nasıl ki beşer kelâmı mastarla hasıl olup meydana gelen ma­naya ıtlak olunursa, Cenab-ı Hakk'ın kelâmı da beşerin nıasdarî ma­naya benzer bir mana ve masdarl a oluşup meydana gelen manaya ben­zer ikinci bir manaya delâlet eder. Benzer dedik; çünkü Cenab-ı Hakk'm kelâm-ı ilâhisi yaratılmış ve yaratılmışın benzerlerinden uzaktır. Bunun üzerine kelâmcılar birinci mana ile Kur'an'ı şöyle ta­rif etmişlerdir:

«Fatiha'nın başından En-Nas sûresinin sonuna kadar hikmetli ke­limelerle ilgili kadim bir sıfattır. Bu kelimeler ezelidir. Lafzî, ruhî ve zihnî harflerden mücerreddirler. Arka arkaya gelmeksizin tertib edil­mişlerdir. Tıpkı aynada arka arkaya gelmeksizin tertib olunan şekil ve resimler gibi.»

Hikmetli kelimeler demelerindeki gaye; beşerin kelimeleri gibi, harf ve sesler suretiyle suretlenmiş lâfızlar değildir demektir. «Ezelî» de-diklerindeki gayeleri kadim oluşunu isbat etmek içindir. «Lafzî, zihnî ve ruhî harflerden soyunuktur» demelerinden gayeleri, mahlûk oluşu­nu bertaraf etmektir. «Arka arkaya gelmez» dediler. Çünkü arka ar­kaya gelme «zaman» iledir. Zaman ise hadistir, sonradan peydah ol­muştur. «Tertib vardır» dediler. Çünkü Kur'an hakikatte tertiblidir. Tertib ve intizamdaki kemaliyle diğer kelâmlardan ayrıdır. Kelâmcı­lann bu birinci tarifini bildikten sonra ikinci tarifleri de şudur:

«Kur'an; o hikmetli, ezeli, arka arkaya gelmeksizin tertibli, lafzî, zihnî ve ruhî harflerden mücerred kelimelerdir.»

Kur'anın üçüncü bir tarifi daha vardır ki, burada usûl alimleri, fakihler, gramer alimleri ve kelâmcılar birleşiyorlar. O da şöyledir: «Fatihanın evvelinden En Nas sûresinin sonuna kadar Hz. Muham-med'in üzerine nazil olunmuş lâfızlar demektir. Bu lâfızlar o ezeli ve hikmetli kelimelerin görünür şekilleridir.» Dördüncü bir ıtlakla Kur'­an «Mushaf'ın iki kapağı arasında yazılmış ve nakşedilmiş kelimeler ve harflere ıtlak olunur. Çünkü o nakışlar Allah'ın «kadim» sıfatına ve «gaybî» kelimelerine ve nazil olan lâfza delâlet ederler.» İşte bu tarif şer'i ve genel bir tariftir. [2]

 

Usul, Fıkıh Ve Gramer Alimlerinin Katında Kur'an

 

Bu alimler Kur'anı şöyle tarif etmişlerdir: İnsanları acz içinde bı­rakan, Hazreti Muhammed'e indirilen, mushaflarda yazılan, tevatür yoluyla bize nakledilen ve okunmasıyla kulluk yapmaya mükellef tu­tulduğumuz kelâmdır.»

Görüldüğü gibi bu tarif Kur'anın icazını, Hz. Muhammed'in üze­rine indirilmesini, tevatür yoluyla nakledilmesini,    okunmasıyla ibadet yapılmasının gerekli olduğunu söyliyen bir tariftir. Kur'an'm da­ha birçok özellikleri vardır. Mushafm tamamına Kur'an denildiği gibi âyetlerin bir tekine de Kur'an denilmektedir. Resûl-i Ekreme inen bü­tün lâfızları okuyan, «Kur'an'ı okudu» denildiği gibi, bir tek âyeti okuyana da «Kur'anı okudu» denilir. Kur'an hidâyet ve icaz kitabıdır. Yani Kur'anı Kerim hidâyeti getiren ve muarızları aciz bırakan bir kitab-ı ilâhidir ve bu iki nokta için nazil olmuştur ve bu hususta ko­nuşmaktadır. Binaenaleyh ister «Kur'an» lık yönünden Kur'an'la il­gisi olsun, ister hidâyet ve muciz olması hasebiyle Kur'an'la ilgili ol­sun bu yönlerle ilgisi olan her ilim Kur'an ilmi sayılır. Ve bu ilimler zikredildiği zaman, en belirgin dinî ve gramer ilimleri insanın hatırı­na gelir. Kevnî ilimler, yani hendese, fizik, kimya, matematik ve ben­zeri ilimler, sanatlar, kültürle ilgili hareketler, icad olunmuş ve icad olunacak fenler, hey'et, iktisad, sosyal, tabiat, biyoloji ilimleri ise, Kur'an'ın ilimlerinden sayılması mecazidir. Çünkü Kur'an hendesenin herhangi bir görüşünü ispat etmek için gelmemiştir. Fizik kanunla­rından birisinin tesbiti için gelmiş değildir. Hendese ilmi de Kur'an'a tıizmet etsin, âyetleri açıklasın, sırlarını beyan etsin diye tedvin edil­memiştir. Hernekadar Kur'an'ı Kerim müslümanlan kâinat ilimlerini öğrenmeye, o ilimlerde mahir olmaya ve ihtiyaç zamanında onları be­şeriyetin lehinde kullanmaya davet etmiş ise de, esasında bu ilimlerin açıklayıcısı olan bir kitab-ı ilâhi değildir. Kur'an'ın tek hedefi; beşe­riyeti hidâyet etmek, Allah'ın birliğine inandırmak, peygamberler sil­silesine, kadere, haşre inandırmak ve dünyalarını güzelce, insanca, in­sanın tabiatına aykırı olmayacak şekilde idare etmeye onları davet et-nektir.

Hulasa: Kur'an-ı Kerim'in öğrenilmesi için insanı teşvik ettiği limler ile bilfiil delâlet ettiği, meselelerini gösterdiği, ve hükümlerini rşad ettiği ilim arasında fark vardır. Birincisi Kur'an'ın teşvik ettiği limlerdir. İkincisi Kur'an'ın bizzat ilmidir. Birincisi, meseleleriyle, hü­kümleriyle, Kur'an'a hizmet eder. İkincisi, Kur'an'm münderecatı ya-ıi içeriği olan ilimdir. Birincisi Kur'an ilimlerinden sayılmaz, ikincisi Uir'an ilimlerinden sayılır. Bu nokta blinmelidir. Evet, Kur'an, kâi-Latın güzelliklerine bakıp da ondan her hususta yararlanmaya insanı eşvik ediyor.    «Onlara de ki: Göklerde ve yerde neler vardır?   Balanız» [Yunus: 101] mealindeki âyet «Yer ve gökte ne var ise hepsini si­ze musahhar kılmıştır, şüphesiz ki bu hususta düşünen bir kavim için nice âyetler vardır» [Lukman: 20] mealindeki âyetler, müslümanlan bunlara teşvik ediyor. Bu âyetlerin muhatabı olan müslümanlara kâi­natın genel yararlarından kaçmak ta bu tabii ilimlerden uzaklaşmak da ve Cenabı Hakkın kâinata bırakmış olduğu bu büyük güzelliklerin meyvelerinden faydalanmamak da uygun düşmez. Bunun için bizim alimlerimiz «kâinatın ilimlerini öğrenmek, bu sanatlarda nâzik ve ma­hir olmak farz-ı kifâyelerdendir. Ferdin ve toplumun ihtiyacım gidere­cek kadar bu sahada alimlerin yetiştirilmesi toplumun vazifelerinden-dir» demişler. Çünkü dünya hayatı bunsuz yürümez. Dünyada kalmak buna ihtiyacı gerektirmektedir. Fakat Kur'an-ı Kerim'in esas cephesi olan hidayet ve icazını ispat etmeyi bırakıp bir laboratuar kitabı imiş gibiKur'an'ı tamamen bu şeylere tahsis etmek de ve sadece bunlardan bahsediyormuş gibi sadece bunlara insanları teşvik ediyormuş gibi âhireti tamamen ihmal etmek de Kur'an'm şanına yakışmaz. Evet, Cenabı Hak «gücünüz yettiği kadar kuvveti düşmanlara karşı hazırla­yınız» [El-Enfal: 60] buyurmuştur. Resûl-i Ekrem de Müslim-i Şerif te yer alan ve Ebu-Hureyre (R.A.) yoluyla gelen bir hadiste «Kuvvetli ve güçlü mü inin zait ve cılız müminden daha hayırlıdır fakat her iki­sinde de hayır vardır. Sana yararlı olanı öğrenmeye çalış! Allah tan yardım taleb et! Aciz olma! Eğer sana birşey isabet ederse deme ki 'eğer şunu bunu yapsaydım bu olmazdı' Fakat de ki: Allah takdir et­ti. Allah neyi dilerse o olacaktır. Çünkü «eğer» kelimesi şeytanın ame­lini insanın önüne açara buyurmuştur. [3]

 

Kur'an-ı Kerim'in İlmî Bir İcazı

 

Kur'an-ı Kerim hidâyet ve icazı halka arzetmek yolunda yürür­ken insanları akıllarına danışmaya, gözlerini açıp kâinata bakmaya, kâinattaki gök, yer, kara, deniz, hayvan, bitki, güzellikler, tabii ka-f nunlar ve adetlere dikkat etmeye davet ediyor. Kur'an, bu hususta tam ; manasıyla muvaffak olmuştur. En belirgin bir şekilde muciz olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Kur'an'm o evrensel durumlardan bahsetme-\.  si, onların gizliliklerine vâkıf olan bir kimsenin   bahsetmesi, onların inceliklerini bilenin onları açması demektir. Hâlbuki Kur'an mekteb ve medrese görmemiş, yazı yazmayı öğrenmemiş, câhil ve okumamış bir muhitde nazil olup dünyaya gelmiştir. Kur'an'm bahsettiği ilimle­rin isimlerini dahi o, çevrede işitmemiş bir insanın üzerine inmiştir. Hatta o insanın devrinde bu ilimler dünyanın çok yerlerinde dahi işi­tilmemiş ve bu ilimlerin bir kısmı o zamanda keşif dahi edilmemiştir. Acaba mekteb ve medreselere girmeyen, ilmin mutad yollarından geç­meyen Hz. Muhammed gibi bir insan kâinatın bütün ilimlerini derli-yen, onlara insanları teşvik eden Kur'an'ı kendiliğinden nasıl meyda­na getirebilir?

Kur'an bu ilmî icazını, şu âyetiyle takrir etmektedir: «Bundan ön­ce sen kitab okumaz ve sağ elinle yazmazdın. Eğer böyle olsaydı batıl taraf darları bundan şüpheye düşerlerdi. Hayır! Kur'an, kendilerine ilim verilen insanların kalbi e rinde apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi ancak za­limler inad ederek inkâr ederler.» (El Ânkebut: 48-49).

Kur'an-ı Kerim'den örnek olarak iki numuneyi gözler önüne ser­mek belki de hikmetten olur. Birinci numune Nur sûresinin 43. âyeti celîlesidir: «Görmez misin ki, Allah bulutlan takım takım sürer. Son­ra onları birleştirir. Sonra da birbiri üstüne yığar. Aralarından yağ­mur çıktığım görürsün. Allah gökte dağ halindeki birikintilerden dolu indirip onunla istediğine musibet veriyor ve istediği kimseden de bu­nu bertaraf eder. Onun şimşeğinin parıltısı nerdeyse gözleri kamaştı­rır.»

Ey insan! Rabbın hakkı için söyle, şu âyeti celîleyi okuduğunda Kur'an'in nassı ilmin en yakın zamandaki keşfiyle nasıl ittifak etmek­tedir deyip takdir etmez misin? İkinci misal «El-Kıyame» sûresinin 3. âyet-i celîlesidir: «İnsan onun dağılmış olan kemiklerini toplayıp bir araya getiremiyeceğimizi mi zanneder? Evet, biz onun parmak uçları­nı da toplamaya kadiriz.» Bu âyet-i celîle okunduğunda biraz durmak ve düşünmek gerektir. Görülmektedir ki,: Kur'an burada parmak uç­larını hususi olarak zikretmektedir. Sonra dünyada keşfedilen parmak izi ile ilgili olan ilme kulak vermemizi gerektirir. Bu ilim, insanı cismi­nin binasında en ince ve en garip şeyin parmak uçlarının düzeltilme­sidir. Yeryüzünde hiçbir kimsenin parmak izinin diğerine hiçbir du­rumda benzediğini görmek mümkün değildir der. İşte bu sayededir ki, parmak izini hadiselerin yüzde doksanında hüküm temeli yapmış bulu­nuyorlar.

Biz bu konuyu «Kur'an İlimleri» adlı eserimize havale ederek baş­ka bir mevzua geçelim. [4]

 

Kur'an-ı Kerim’e Dair İlimlerin Tarihi Ve Bu Istılahın Belirmesi Ve Kur'an Yazılmazdan Önceki Durum

 

Resûl-i Ekrem ve eshabı, Kur'an'ı ve O'nun ilimlerini bugünkü alimlerin çok fevkinde bilmekte olduklarında şüphe yoktur. Fakat on­ların bilgileri o zaman yazılmamış ve telif edilmiş bir kitabta derlen-memişti. Çünkü onların telif etmeye ve yazmaya ihtiyaçları yoktu.

Resûlullahın ihtiyacının olmaması şundandır. O, Allah'tan vahy alıyordu. Cenabı Hak nefsine, o vahyi Resulünün kalbinde derlemeyi ve onunla onun dilini kolayca konuşturmayı o inen âyetlerin manala­rını ve sırlarını ona bildirmeyi gerekli kılmıştır, işte âyet: «Onu acele ezber etmen için dilini onunla tahrik etme. Depreştirme. Onu topla­mak ve okutmak bize aittir. Sana vahy ile kıraat eylediğimizde sen de oku! Sonra onun beyan ve izahı da bize aittir. (El-Kıyame: 16-19).

Ve Resulü Ekrem kendisine ineni ashabına tebliğ etti. İnsanlara yavaş yavaş okudu. Tâ ki, insanlar anlasınlar, güzelce hıfzetsinler ve sırrını bilsinler. Sonra Resulü Ekrem sözüyle, fiiliyle ve ahlakıyla Kur'an'ı şerhetmeye başladı. Nitekim Cenabı Hak bu durumu Nahl sû­resinde şöyle izah ediyor: «Onları mucize ve kitablarla gönderdik. Sa­na da, [ey Habibim] insanlara kendileri için indirilen şeyi açıklayasın diye Kur'an'ı indirdik. Olur ki, iyice düşünürler»  (En Nahl: 44).

Lâkin ashâb-ı kiram o zaman hâlis Arap idiler. Arapçanın bütün özelliklerini bilirlerdi. Zekâları berraktı. Beyanın zevkini tadarlardı. Usulü takdir ederlerdi. Bilmediklerini en ince terazilefiyle tartarlardı. Onlar Kur'an'm ilimlerinden, icazından, selikaları ve saf zekalarıyla bizim devrimizdeki bunca ilimlere rağmen bizim idrak edemediğimizi idrak ederlerdi. Ashab-ı Kiram bu özellikleriyle beraber ümmi idiler. Yazı araç ve gereçleri de pek yoktu. Yani yok gibi idi. Resulü Ekrem «Kur'an'dan başka benden hiçbir şey yazmayınız»    diye onları hadisi /azmaktan da nehyediyordu. Müslim «sahih» inde Ebu Said el Hud-ri'den rivayet ettiği bir hadiste Resulü Ekrem Kur'an ilk indiğinde on­ara şöyle dedi:

«Sakın ha! Benden birşey yazmayınız. Kur'an'dan başka benden »irşey yazan onu silsin. Benden konuşunuz. Bunda bir zarar yoktur. Kani benden dinlediklerinizi insanlara aktarınız. Kim ki benim hesa-wma birşey uydurur, kasten yalan söylerse, o, ateşteki yerine hazir­ansın.»

Resulü Ekrem, bunu Kur'an'a başka bir şey karıştırılmasın diye yapıyordu. Vahy geldiği müddetçe bir şeyin yazılması böyle bir tehli­keyi arzedebilirdi. İşte bu ve buna benzer birçok sebebten dolayı Kur'-ın'ın ilimleri yazılmadı. Nitekim hadisler de yazılmamıştı o zamanda.. 3irinci kuşak Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in devrinde hemen hemen amamen gitmiştir. Fakat ashab-ı kiram îslâmı neşretmek için bütün tâinata numune teşkil ederlerdi. Kur'an'ı, Kur'an'ın ilimlerini, sün-aeti birbirlerinden almak suretiyle neşretmeye devam ederlerdi. An-:ak yazı yoktu. [5]

 

Kur'an İlimleri Ne Zaman Tedvin Edildi?

 

Sonra Hz. Osman'ın (R.A.) halifeliği devrine geçildi. İslâm dünya-ı genişlemişti. Fâtih Araplar diğer ümmetlerle ve diğer milletlerle ka-ışmıştı. Bu müetler arapçayı bilmiyorlardı. Bu karışmaktan ötürü ırapçanın özelliklerinin eriyip gitmesinden korkuluyordu. Hatta Kur'-ın'ın kaybolmasından bile korkuluyordu. Eğer müslümanlar bir ana Mushaf üzerinde cem olmazlarsa ihtilâfa düşmelerinden korkuluyordu. 3u da yeryüzünde büyük bir fitne olurdu. Bunun için Hz. Osman (R. ^.) bir ana mushafta Kur'an'ın cemedilmesini emretmiştir. Ve o ana nushafın üzerinden diğer nüshaların yazılıp İslâmın diğer memleket-erine gönderilmesini emretti. Bu yazıldıktan sonra halkın elinde bu-unan Kur'an parçalarının yakılmasına ve başka kimselere dayanak »lmamasını emretmiştir. îşte bu iş ile Hz. Osman, «Kur'an resmi» de­liğimiz ilmin temelini attı. Sonra Hz. Ali geldi. Acemilik durumunu lüşündü. Arapçaya büyük zarar getirecek şeyleri işitti. Bunun için ta-ebesi Ebul-Esved ed-Dealiye  [veya Ed-Diliye] Kur'an lügatinin korunması için bir takım kaideleri kurmasını emretmişti. Ve bu kaidele­rin genel nallarını ona çizdi. İşte bu bakımdan biz Hz. Ali'yi (R.A.) «Nahiv» denilen ilmin vazıı sayabiliriz. Nahv'in arkasında Kur'an irabı diye ilim geliyor. Sonra Hilafeti Raşidenin devri bitti. Beni Umey-ye devri geldi. Sahabelerin ve tabiînin meşhurlarının himmetleri Kur'­an ilimlerini rivayet ve telkin yoluyla neşretmeye yönelmişti. Yazmak ve tedvin etmek onların kalbinde yoktu. Fakat onların bu himmeti yazmaya ve tedvin etmeye temel teşkil etti diyebiliriz. Bu hususta gayret gösterenlerin başında dört halife, İbni Abbas, İbni Mes'ud, Zeyd bin Sabit, Ebu Mus'el Eş'ari, Abdullah bin Zübeyrve diğer sahabeler sayılabilir. Bu rivayetlerde tabiînin başı Mücahid, Ata, İkrime, Katta-de, Hasan el Basri, Said in Cübeyr, Zeyd in Eşlem sayılabilir. Bunlar Medine'deydiler. Zeyd bin Eslem'den oğlu Abdurrahman, Malik bin Enes «tebeitabiînden» olarak bu ilmi almışlardı. İşte bütün bunlaf tef­sir ilminin vazııları sayılabildikleri gibi «Esbâb-ı Nüzul» ilminin ku­rucuları, «Naşiri», «Mensuhuun, «Garaib Kur'an» ilminin kurucuları da, sayılırlar. [6]

 

Kur'an İlimlerinin Tedvin Edilmesi Zamanı

 

Sonra yazma, telif etme devri geldi. Kur'an'ın çeşitli ilimleri hak­kında kitablar yazıldı. İnsanların himmetleri herşeyden önce tefsire yönelmişti. Çünkü o, Kur'an ilminin annesi sayılırdı. Çünkü onda bü­tün ilimlere temas edilmektedir. Tefsiri ilk yazanlardan birisi Şu'be bin El Haccac'dır. Süfyan bin Üyeyne ve Veki' bin el Cerrah başta gelen müfessirlerdir. Tefsirleri eshabm ve tabiînin âyetler hakkındaki riva­yetlerini derlemektedir. Bunlar ikinci asrın âlimlerindendir. Sonra bunları İbni Cerir et Taberi (310 da vefat etmiştir) takib etmiştir. Onun kitabı tefsirlerin en büyüğü ve en celilidir. Çünkü o sözleri kri­tik eden ilk tefsirdir. Sözlerin bazısını diğerine tercih eden, Kur'an'm irab ve istinbatına yönelen ilk tefsirdir. Onun devrinden bugüne kadar tefsire ehemmiyet verilmesi devam edegelmiştir. Böylece tefsir sahasın­da insanı hayrette bırakacak ve insana manevi bir sarhoşluk verecek kadar büyük bir mecmua meydana geldi. Tefsirlerin kısası, uzunu, or­tancası, mâkulü ve me'suru olmak üzere her çeşitlisi yazıldı. Kur'an'ın bütününün tefsiri, bir sûrenin veya bir âyetin tefsiri, ahkam âyetlerinin tefsiri şeklinde tefsirler de yazıldı. Tefsirden başka Kur'an'm diğer ilimlerini yazanların başında Ali bin el Medini gelmektedir. Bu zat, Buhari'nin hocası ve üstadıdır. Bu zat, «Esbab'ı nüzul» hakkında bir kitab telif etmiştir. Sonra Ebu Ubeyd el-KasımBin selâm gelir. Bu da «Nasih» ve «Mensuh» hakkında bir kitab telif etmiştir. Bunların ikisi de üçüncü asrın alimlerindendir. Kur'an'm garibi hakkında kitab ya­zanların başında Ebu Bekr Es-Sıcıstanî gelir. Dördüncü asrın alimidir. Kur'an'm irabı hakkında yazılaniann başında Beşinci asrın alimlerin­den Ali bin Said el-Hufi gelir. Kur'an'm mübhematı hakkında ilk yazı yazanların başında Altıncı asrın alimlerinden Ebu Kasım Abdurrah-man gelir. Bu zat «Es Sebili» mahlasıyla bilinir. Kur'an'm mecazları hakkında İbni Abdusselâm, kıraatlar hakkında Alemuddin Es-Sahavi gelir. Bunların ikisi de yedinci asrın alimleridir. Böylece azimetler kuvvet buldu, himmetler gelişti, Kur'an'm y&ni yeni ilimleri peydah olup meydana çıktı. Her çeşidin hakkında birçok telifler başgösterdi. İster Kur'an'm bu kısımları hakkında olsun, ister darbı meselleri hak­kında olsun, ister hüccetleri hakkında olsun, ister garibleri hakkında, ister Kur'an'm resimleri hakkında olsun çeşitli kitablar telif edildi. İs­lâm âleminin kütübhaneleri bu kitablarla doludur. Ve halen de, Al­lah'a şükürler olsun, Kur'an tefsiri yapılmaktadır, devam etmektedir. Böylece İslâm alimleri Kur'an'a hizmet edegelmektedirler. Fakat hiç kimse Kur'an'm bütün esrarını ve Kur'an'm derlediği bütün garib ilim ve irfanlarını tam manasıyla dile getirmeğe muktedir değildir. Ancak Kur'an'ı indiren ve onu Peygamberine gönderen Allah buna ka­dirdir. Bir de Kur'an ilimlerine Resulü Ekrem'in hadisi hakkında yazı­lan ilimler kitabları ve bahisler eklenilir, onlar- da bir bakıma Kur'-an'ın ilimleridir, çünkü hadis Kur'an'm sarihidir. Yani onun mübhem kısımlarını beyan eder. Mücmellerini tefsir eder, Am'mı tahsis yapar. Nitekim Cenabı Hak bu hususu: «Sana zikri indirdik ki insanlara on­lar için indirileni beyan edesin. Umulur ki onlar düşünmüş olsunlar.» (En Nahl: 44) demiştir. Evet, hadisi şerifin ilimlerini de Kur'an ilim­lerine izafe edersek, dalgaları dünyayı kaplayacak kadar bir deniz mey­dana gelir. Kur'ana hizmet eden ve Kur'an'dan'alınmış olan dinî ve sair ilimleri de sayarsak o vakit dağlar kadar telifler, dinî kültür kay­naklan önümüze serilmiş olur. O zaman Cenabı Hakkın «Onun tevilini ancak Allah bilir» (Al-i İmran: 3) âyetinin manası anlaşılır. [7]

 

Kuranın Nüzul, Yani İniş Manası

 

Meselâ Cenabı Hak «Onu hakk ile inzal ettik (indirdik). O hak ile nazil oldu (indi)» (El-İsrâ: 105) âyeti kerîmesinde «nüzul» kökünden gelen «enzele» ve «nezele» fiillerini kullanır. Hadisi şerifte «şüphesiz ki şu Kur'an yedi harf üzerinde nazil olmuştur.» Burada da «inmek» ma­nasına gelen «unzile» fiili kullanılmıştır. Fakat «nüzul» maddesi lûgat-ta «herhangi bir yere konmak, orada yerleşmek», «inzal» maddesi ise «başkasım bir yere yerleştirmek» manasında kullanılmıştır. Bu iki ma­nada da Cenabı Hakkın Kur'an'ı «inzal etmesi» ve Kur'an'm Allah'dan nazil olmasına uygun düşemez. Zira Kur'an'm Allah'tan nüzulü, bu iki manaya gelirse mekân ve cismiyeti iltizam eder. Oysa Kur'an bir cisim değildir ki bir mekânda yerleşsin veya yukarıdan aşağıya insin. İster Kur'an'dan Allah'ın «kadîm» olan gaybî ve ezelî kelimelere bağlı bulunan sıfatı, ister o kelimelerin özü, ister Mu'ciz olan lâf iz kasdedil-sin durum değişmez. Çünkü Allah'ın sıfatı ve onun mutaallakatları olan gaybi kelimeler hadis değildirler. O halde nüzul ve inzal'de me­caza gitmek mecburiyetindeyiz. Kur'an'm inzalinden maksat [yani mecazi manası] «ilan» etmesidir. «İnzal» maddesinin burada ihtiyar edilip kullanılması Kur'an'm yüceliğine işaret eder. Zira «inzal» mad­desi kitabın sahibi olan Hz. Allah'ın (C.C.) yüceliğine işaret eder. Nite­kim Cenabı Hak «Zuhruf» sûresinin başında şöyle buyurmaktadır:

«Ha, Mim. Delilleri ve beyanları haiz bulunan Kitab hakkı için anlivasınız diye onu arapça bir Kur'an kıldık. O nezdimizdeki ana kitab-ta çok yüce ve hikmetle dolu bir kitabtır.» (Ez Zühruf: 1-4). [8]

 

Kur'an'ın İnişleri

 

Cenabı Hak (C.C.) Kur'an'ı üç inişle göndermekle şereflendirmiş-tir. Birinci iniş: «Levh-i Mahfuz»dan olan inişidir. Bunun delili «Hayır, o yüce bir Kur'andır, mahfuz bir levh'dedir» (El-Buruç: 21-22) âyetidir. Levh-i Mahfuzda oluşunun yolunu ve zamanını Allah'tan başka kimse bilemez. Ancak Allah'ın gayba muttali ettiği kullar bilir. Bu iniş def a-jg   ten olmuştur, parça parça olmamıştır. İkinci iniş, yeryüzüne en yakın olan gökteki «beytil izzete» inişidir. Bunun delili «Duhan» sûresinin «Şüphesiz ki biz onu mübarek bir gecede indirdik» âyetiyle Kadir sü­resindeki «şüphesiz ki biz onu kadir gecesinde indirdik» âyeti ve Ba­kara sûresinin «Ramazan ayı ki onda Kur'an inmiştir» âyetleridir. Bu üç âyet, Kur'an'ın bir tek gecede indiğini gösterirler. Ve o gece de mü­barek bir gecedir ve o gecenin adı «Kadir Gecesi» dir. Ve o gece Rama­zan gecelerindendir. Bu âyetlerin bahsettiği iniş, defaten olmuştur. Çünkü Kur'an'ın üçüncü inişi kesin delilerle sabit olmuştur ki, bir ge­cede değil, çeşitli zamanlar ve çeşitli mekânlarda, uzun seneler, Hz. Muhammed Mustafa'ya (S.A.V.) hadiseler ve olaylar nisbetinde inmiş­tir. İşte bu âyetlerdeki iniş Hz. Muhammed'e olan iniş değildir. Bunu sahih hadisler de açıkça belirtmektedirler. Meselâ: Hakim, Said bin Cübeyr'den, O da İbni Abbas'tan rivayet etti; «Kur'an zikirden ayrıldı. Yeryüzüne en yakın olan gökteki izzet evine konuldu. Cebrail oradan Resulü Ekrem'in kalbine indiriyordu.»

İkinci hadis Nesei, Hakim, Beyhaki, Davud bin Ebi Hind'in tari­kiyle İkrime'den, O da İbni Abbas'tan rivayet etmiştir: «Kur'an def'a-ten yeryüzüne en yakın olan göğe Kadir gecesinde indirildi. Sonra oradan yirmi sene zarfında indi.» İbni Abbas bunları söyledikten son­ra şu âyeti celîleyi okudu:

«Onlar senin için bir mesele getirdiklerinde biz onu hak ve en gü­zel tefsir ile red ederiz.» (El Furkan: 33).

«Kur'an'ı insanlara dura dura, ağır ağır, tek tek, okuyasın diye ayırıp tedricen indirdik.» «El İsra: 106).

El Hakim, El Beyhaki ve başka hadis alimleri Mensur'dan, Said bin Cübeyr'den, İbni Abbas'tan rivayet ettiler: «Kur'an defaten yer­yüzüne en yakın göğe indi ve yıldızlar yerinde idi. Cenabı Hak onu Reulünün üzerine, parça parça indiriyordu.»

  İbni Merduyah (veya Medevih) ve Beyhaki, ibni Abbas'tan ri­vayet ediyor:

Atiyye bin Esved, îbni Abbas'tan sordu:

  «Şu ramazan ayı ki, onda Kur'an inmiştir» âyetiyle «Şüphesiz biz Kur'an'ı Kadir gecesinde indirdik» âyeti hakkında. Acaba Kadir gecesi Şevval'de midir, Zilka'de ayında mıdır, Zilhicce'de midir, Mu-harrem'de midir, Sefer'de midir, Rebiulevvel'de midir diye şüphe geldi.

îbni Abbas: «Kur'an, Ramazanda, Kadir gecesinde defaten dünya­mıza en yakın göğe indi. Sonra peyderpey diğer aylar ve günlerde Re­sulü Ekrem'e oradan indi» dedi.

îşte şu hadisler sahih hadislerdir. îmamı Suyuti bunları şöyle nakletmiştir. Hepsi İbni Abbas üzerinde duran hadislerdir. Ancak «Merfu» hadisin hükmünü taşıyorlar. Sahabi bir şeyi kendi reyiyle de­ğil ancak Peygamberden işittiği takdirde söyler. İbn-i Abbas'm İsrai-liyyattan da almamış olduğu bilinir. Binaenaleyh bu hadislerin hük­mü «Merfu» hadis hükmündedir. Kur'an-ı Kerim'in «izzet evi»ne in­mesi «gayb» haberlerindendir ki, bu ancak peygamber tarafından ve­rilmiş olabilir. İbni Aboas'ın İsrailiyyattan naklettiği sabit olmamıştır. Binaenaleyh bunlar delil olurlar. Bu iniş bir gecede defaten olmuştur ve bu gece de Kadir gecesidir. Sonra peyderpey gelmiştir.

Üçüncü iniş en son iniştir. Peyderpey Resulü Ekrem'e yirmiüç se­nede gelmiş, bütün kâinatı nura garketmiş, hidayeti bütün insanlık âlemine yetiştirmiş, vahyin emrini Cibril vasıtasıyla Hz. Muhammed'in kalbinin üzerine koymuştur. Delili de Eş Şuara sûresinin 91-93 âyet­leridir: «Onu Ruhul Emin» indirdi. Halkı azabtan kurtaranlardan ola­sın diye onu senin kalbine indirdi. Açık arapça bir dille indirmiştir.» [9]

 

Cebrail Kur'an'ı Nasıl Ve Kimden Aldı?

 

Bu haber, gaybın haberlerindendir. İnsan burada herhangi bir kimsenin fikrine ve reyine tam kanaat getirmez. Ancak sahih bir de­lil, hatadan korunmuş olan Peygamber'den varid olursa, o vakit insan mutmain olur. Oysa bu husustaki delillerin hepsi şuradan buradan alınma sözleridir. Bunları evvelâ zikredip, sonra görüşümüzü açıklaya­lım:

1- Ettayyibî: Umulur ki Kur'an'ın melek üzerine nüzulü, melek onu ruhi bir şekilde Cenabı Haktan almıştır veya Levhi Mahfuza ba­karak ezberlemiştir. Sonra da Resulü Ekrem'in üzerine indirmiş ve ilkâ etmiştir, der. Görüldüğü gibi, Et Tayyıbi «umulur ki» tâbirini kul­lanıyor. Bu ise tam derde deva olmaz, katiyet ifade etmez. Ve gerçek şekilde inşam maksuda erdiremez.

2- El Maverdi hikâye etti: «Hafaza melekleri Kur'an'ı yirmi gün­de, Cebrail üzerine   parça parça indirdiler.    Cebrail de Hz. Muham-med'in üzerine parça parça yirmi senede indirdi.»

Bunun manası şudur: Cebrail halazalardan Kur'an'ı yirmi parça olarak aldı ve o şekilde indirdi. Fakat El Maverdi'nin bu sözü kimden naklettiği ve bu sözün delilinin ne olduğu ortada yoktur.

3- El Beyhaki «Şüphesiz ki biz Kur'an'ı Kadir gecesinde indir­dik» âyeti celilesinin manasında şunu söylemiştir:

«Allah daha iyi bilir, fakat Cenabı Hak (C.C.) bu âyette şunu ilân ediyor:

«Biz meleğe, yani Cibril'e Kur'anı duyurduk, yani anlattık ve onun dinlediğini indirdik.» Yani Cebrail Kur'an'ı duyarak Allah'tan almıştır demek istiyor Beyhaki. Görünürde İmam Beyhaki'nin bu sözü diğer sözlerden daha kuvvetlidir. Çünkü burada; Cebrail Kur'an'ı Al­lah'tan almıştır yönü vardır. Bu da kuvvetli bir yöndür. Ve bunu Et Teberani'nin «En-Nevas bin Sem'an»dan merfu olarak rivayet ettiği hadis de teyid etmektedir. Hadis şudur: «Allah vahy ile konuştuğu za­man gökler şiddetli bir şekilde Allah'ın korkusundan titriyordu.» Gök­lerin ehli bunu işittikleri zaman ağlayarak secdeye kapanıyorlardı. Onlardan önce başını kaldıran Cebrail Aleyhisselâm oldu. Cenabı Hak onunla konuşuyor, iradesini ona vahyediyordu. O da meleklere götürü­yordu. Hangi gökten geçerse oranın ehli soruyorlardı: Rabbimiz ne bu­yurdu? Cebrail Aleyhisselâm:

— Rabbimiz hakkı buyurdu! der ve Kur'an'ı emrolunduğu yere kadar götürürdü.

Bu delillerin hangisi olursa olsun, konumuz ile pek fazla bir ilgi­si yoktur. Çünkü biz kesinlikle inişin mercii Allah (C.C.) olduğuna ulanıyoruz. [10]

 

Cebrail Aleyhisselâm Neler İndirdi

 

Cebrail'in Hz. Muhammed (S.A.V.) üzerine indirdiği Kur'an'dır. Fatiha'nın başından En Nas sûresinin sonuna kadar olan hakiki, muciz, ve gerçek lâfızlardan ibaret bulunan Kur'an'dır. İşte o lâfızlar Al­lah'ın kelâmıdır. Ne Cibril'in ne Hz. Muhammed'in (A.S.) o lâfızlarda herhangi bir müdahalesi yoktur. Ne inşa etmiştir ne de tertib... Tertip eden Allah'tır. Onun için Kur'an Allah'a nisbet edilmiştir başkasına de­ğil... Her ne kadar Hz. Cebrail ve Hz. Muhammed ve onlardan sonra milyonlarca insan Kur'an'ı okumuş ise de ...Kur'an Allah'ın kelâmıdır. Zira onu tertib eden Allah'tır. Nitekim bir insan kalbinde bir kelâm inşa ediyor, tertib ediyor. Sonra yazıyor. Yazdıktan sonra milyonlarca in­san, milyonlarca gün, milyonlarca sene ta kıyamete kadar okusa dahi yine bu kelâm o, tertip eden insana nisbet edilir, başkasının kelâmıdır denilmez.

Bazı kimseler «Cebrail (A.S.) Muhammed (A.S.) a Kur'an mana­larım indirmiş, Peygamber de arap lügatinden lâfızlarla o manayı ifa­de ve tabir etmiştir» demişlerdir. Bazıları da lâfız Cebrail'indir, Allah ona sadece manayı vahyetmiş» demişlerdir. Bu iki söz de batıldır. Ve günahkârlıktır. Âyet, sünnet ve icma-ı ümmetin açık olan yönlerine ters düşer. Dolayısıyla bu sözler hiçbir kıymet taşımazlar. Hatta bu sözlerin müslümanlann kitablanna sokulması düşmanları tarafından olsa gerektir. Eğer Kur'an'ın lâfzı Cebrail'in veya Hz. Muhammed'in olursa Kur'an nasıl muciz olabilir? Sonra nasıl «Allah'ın kelâmıdır» denilebilir. Oysa bu iddialara göre lâfız Allah'ın değil! Halbuki Cenabı Hak, Kur'an'da «Allah'ın kelâmını işitinceye kadar» (Et-Tevbe: 6) bu­yurmuştur. Hakikat şudur: Cebrail'in Kur'an'daki müdahalesi sadece Resulü Ekrem'e onu naklederek vahyetmektir. Resulüllahm Kur'an'­daki dahli onu melekten dinlemek, işitmek, sonra insanlara tebliğ et­mek, sonra beyan ve tefsir etmektir. Sonra onu tatbik edip infaz etmek­tir. Biz Kur'an'da Kur'an'ın Cebrail'in veya Hz. Muhammed'in inşası olmadığını okuyoruz. Rabbimiz «El-Araf» sûresi 203. âyetinde şunları buyuruyor: «Eğer onlara bir âyet getirmezsen niçin kendin uydurma­dın? derler. De kî: Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana ta­bi olurum. Bu Kur'an size Rabbiniz tarafından basiretler ve delillerdir. Ve mümin kavim için hidayet ve rahmettir.»

Başka bir âyet-i celile:

«Muhakkak Kur'an sana hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi tarafından veriliyor.» (En Nemi: 6).

Bu söylediklerimiz Hz. Muhammed'in üzerine inen Kur'an'ın hak­kındadır. Kur'an'dan başka Kutsi Hadisler de Resulü Ekrem'e vahiy yoluyla gelmiş, fakat «vahy-i metluv» değildir. İmam Suyuti, El Cü-veyni'den naklederek diyor:

«Allah'ın indirilmiş kelâmı iki kısımdır. Bir kısmını Cenabı Hak, Cebrail'e yanına gönderilmekte olduğun peygambere söyle! Cenabı Hak (C.C.) şöyle şöyle yapsın, şöyle şöyle emrediyor. Cebrail Rabbinin dediğini anladı ve onu Peygambere indirdi. Rabbinin söylediğini pey­gambere tebliğ etti. Fakat o, Allah'ın ibaresinin aynısı değildi. Tıpkı padişah, güvendiği bir kimseye «git falana de ki, padişah sana hizmete devam etsin, savaş için askerlerini toplasın» diyor gibi. Eğer elçi «padi­şah sana benim hizmetimde gevşeklik gösterme. Askerin dağılıp gitme­sine manî ol. Onları savaşa teşvik et» diyor dese, elçi yalan söyledi veya «elçilik vazifesinde kusur yaptı» denilemez.

Resulullah'ın üzerine inen ikinci kısım, Cenabı Hak, Cebrail'e «Peygamberime şu kitabı oku» demiş, Cebrail de onu Allah'tan tağyir, tebdil etmeksizin, değiştirmeksizin indirmiş, peygambere olduğu gibi okumuştur. Bu da tıpkı padişahın bir emirname yazıp emin bir elçiye teslim edip «git bu emirnameyi falan adama oku» demesi gibidir. Elçi ondan ne bir kelime eksiltir, ne bir harf değiştirir, olduğu gibi okur.

îmam Suyuti, El Cüveyni'nin bu sözünü naklettikten sonra diyor ki: Kur'an'ı Kerim ikinci kısımdır. (Yani vahyi metluvdur). Birinci kısım ise, sünnet-i seniyyedir. Nitekim varid olmuştur ki, «Cebrail Kur'an'ı indirdiği gibi sünneti de indiriyordu» [11] İşte bu noktadan ötürü sünneti bilmana rivayet etmek caiz, çünkü Cebrail bilmana Resu­lü Ekrem'e vahyetmiştir. Fakat Kur'an'ın okunması bilmana caiz değil­dir. Çünkü Cebrail Aleyhisselâm Kur'an'ı bilfarz Resulü Ekrem'e vah­yetmiştir. Onu bilmana eda etmek mubah değildir. Buradaki sır şu olsa gerektir: Maksad Kur'an'ın lâfızlanyla ibadet etmek, lâfıziyla başka­sını hayrette bırakmaktır. Hiç kimsenin kudretinde yoktur ki, Kur'an lâfzının yerine kaim olan bir lâfız getirsin. Bir de Kur'an'ın her harfi­nin altında çeşitli manalar vardır ki, zapt u rapt altına alınamayacak kadar çoktur. Hiç kimse bu manaları kapsayıcı bir bedel getiremez. Burada ümmete kolaylık kastedilmiştir. Zira ümmete gönderilen ilahî buyruklar iki kısma ayrılmış, bir kısmı (Kur'an), vahyedilen lafzıyla rivayet ediliyor. Bir kısmı da [Hadis] manasıyla rivayet edilir. Eğer hepsi lâfızla rivayet edilen kısımdan olmuş olsaydı zor gelirdi. Veya hepsi bil mana olsaydı tebdil ve tahriften insan emin olmazdı. [12]

 

Kur'an'ın Nüzul Müddeti

 

Kur'an'ın nüzulü Resulü Ekrem'in peygamber olduğu günden başladı. Hayatının sona ermesinin yakınlaştığı zamana kadar devam etti. Bu müddet ya yirmi, ya yirmiüç veya yirmibeş senedir. Zira Re­sulü Ekrem'in peygamber olduktan sonra Mekke'de on sene mi, onüç sene mi, onbeş sene mi kaldığında siyer alimlerinin ihtilâfı vardır. Me­dine'deki kalışı ise itifakla on senedir. Teşrii İslâm tarihini tedkik eden bazı kimseler «Resulü Ekrem (S.A.V.) Mekke'de oniki sene beş ay onüç gün durmuştur. Mübarek doğumunun 41. senesinin Ramazanın 17. sinden elli dördüncü senesinin Rebiüıevvelinin başına kadar.. Hicretten sonra Medine-i Münevvere'de ikâmeti ise, dokuz sene dokuz ay dokuz gündür. 54. yaş senesinin Rebiülevvel ayının birinde Medine ikâmeti başlamış, 63. senesinin Zilhicce ayının ondokuzuna kadar devam et­miştir.

Bu tahkik, «Resulü Ekrem, Mekke'de onüç sene durdu, Medine'de on sene durdu, Kur'an'ın vahyedildiği zamanın miktarı yirmiüç sene­dir» diyen söze daha yakındır.

Kur'an'ın parça parça inmesinin delili şu âyeti celîlelerdir:

«Kur'an'ı insanlara dura dura yani ağır ağır, tek tek okuyasın di­ye ayrı, parça parça, yani tedricen sana indirdik» (El İsra: 106).

«Kâfirler niçin Kur'an ona toptan nazil olmadı, dediler. Onu böy­le indirmişiz. Kalbini onunla sebatlandırmak içindir. Onu sana parça parça okuyup kıraat ettik. Onlar senin için bir mesele getirdiklerinde biz onu bir hak ile ve en güzel tefsir ile red ederiz.» (El Furkan: 32-33).

Rivayete göre Yahudi ve müşrikler Kur'an'ın parça parça inmesi hususunda Resulü Ekrem'i ayıpsadılar. Defaten inmesini Resulullah'a  teklif ettiler. Onlara cevab olarak Cenabı Hak bu iki âyeti indirdi. Al­lah'ın bu red cevabı iki emre delâlet eder:

Birincisi; Kur'an Resulü Ekrem'e parça parça geldi.

İkincisi, semavî kitablar yani Kur'an'dan önceki semavî kitablar defaten indiler. Nitekim bu husus alimler arasında yaygındır. Fakat ileride «Nisa» sûresinde sadece Tevrat'ın defaten indiği hükmü gele­cektir. [13]

 

Kuranın Parça Parça İnîşindeki Hikmet Ve Esrar

 

Hulâsa olarak dört hikmette derliyebiliriz. Birinci hikmet: Cenabı Peygamberin kalbine kuvvet vermektir. Zira vahyin zaman zaman gel­mesi, meleğin zaman zaman Allah tarafından Resulullaha indirilmesi kalbini sevinçle dolduruyordu. Göğsü açılıyordu. Bir de zaman zaman gelmesinde Resulü Ekrem'de ezberleme ve anlama kolaylığı meydana geliyordu. Hükümler ve hikmetlerinin bilinmesi daha kolay oluyordu. Bunların yani bu parçaların her gelişinde yeni bir mucize varid olu­yordu. Zira her parçanın gelişinde Kur'an'm muarızları muarazaya davet ediliyordu. Muaraza etmedikleri için de aciz oldukları ortaya çı­kıyor ve yeryüzü adeta kendilerine dar geliyordu, Kur'an'm parça par­ça gelmesiyle adeta Cenabı Hak zaman zaman düşmanlarıyla şiddetli çarpışma durumunda olan Resulünün halini sorardı. Bu da Resûlül-lah'a bir kolaylık getirirdi. Dolayısiyle teselli bulurdu. Cenabı Pey­gamber (S.A.S.), sevinirdi. Nitekim bu durumu Rabbimiz şöyle beyan buyurmaktadır:

«Bir de kâfirler Kur'an ona toptan indirilseydi ya! derler. Biz onu kalbine iyice yerleştirelim diye böyle âyet âyet indirdik ve onu güzel bir şekilde beyan edip âyet âyet okuduk.» [El-Furkan - 32]

İkinci hikmet: Bu yeni gelişen ümmeti ilim ve amel yönünden peyderpey (tedricen) terbiye etmektir. Eğer Kur'an medrese ve mek-teb görmemiş, yüzde biri ancak okur yazar olan, yazma âletlerinden yoksun bulunan ümmet üzerine defaten nazil olsaydı, bir yönden mai­şetlerinin teminiyle, bir yönden de yeni dinlerini silâh ve kan ile mü­dafaa etmekle meşgul olan bu ümmet, defaten nazil olan Kur'an'ı ezberlemekten aciz kalırdı. Bunun için Cenabı Hakkın yüce hikmeti ted­ricen inmeyi ve onlara da ezberlenmesinin kolaylaştırılmasını icab etti. Bir de onları daha önceki batıl akidelerinden boşaltmak için peyderpey inen âyetler zemin hazırlıyordu. Kötü âdetleri terketmek, rezil huylar­dan vazgeçirmek hedefi güdülüyordu... Onları gün be gün talim ettiri­yordu. Gerçek akidelere sahib olmaları, sıhhatli ibadetleri edinmeleri, faziletli ahlâkları kazanmaları için adeta peyderpey gelen Kur'an ze­min hazırlıyordu. Bu, Cenabı Hakkın ilâhi siyasetidir. Ve yüzde yüz isa­betlidir. Zira bütün siyasetleri yaratan Allah'ın siyaseti yanlış olamaz. «Tevhid» ve «Haşr» akideleriyle kalblerini diriltmeye, şirk ve başıboş­luktan kurtulmalanyla İslâmî bir neş vu nemaya yönelik olan bu ilâhi hikmet böylece devam ederek geldi. Cemaatler ve değişik milletleri İs­lâm potasında eritmek için bu Kur'an'm bir icazıydı. Sabır veya tüm silâhlarıyla müminlerin kalbini tesbit etmek için Kur'an tedricen ge­liyordu. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetleri vardır. Misal olarak Nur sûresinin şu âyetini ele alalım:

«Sizden iman eden ve amel-i salih işleyenlere Allah kendilerinden önce geçenleri nasıl kâfirlerin yerlerine getirdiyse, onları da yeryü­zünde müşriklerin yerine getireceğini, onlar için razı olduğu dinlerini, tslâmı, payidar kılacağım ve korkudan sonra onları kafi bir eminliğe çevireceğini vadetmiş ve bana ibadet edin ve bana hiçbir şeyi ortak tutmayın diye emreyiemiştir. Bundan sonra küfredenler fâsıklardır.» (Nur: 55).

Üçüncü hikmet: Hadiseler ve olaylar ile yürümektir. Evet, hadise ve olayların yenilenmesi, ayrı ayrı zamanlarda vuku bulması münase­betiyle âyetleri indirmektir. Her hadise başgösterince, ona cevab ola­rak Kur'an âyetleri inmiştir. Binaenaleyh Cenabı Hak onlara o hadi­seye uygun hükümlerini açıklamış oluyordu. Bunun hikmeti önce Re-sûlüllaha yöneltilen suallere cevap olsun diyedir. İster o sualler Resû-lüllah'm peygamberliğini gerçek manada anlamak için sorulsun, is­terse onu yanıltmak için sorulsun. Bu suallere cevab olsun diye zaman zaman parça parça, âyet âyet, ve sûre sûre Kur'an nazil olmuştur. Mi­sal olarak şu âyetleri gösterebiliriz:

«Senden ruh hakkında sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrinden-dir. Size ilimden çok az bir şey verilmiştir.» (El İsra: 85).

«Sana Zülkarneyn hakkında sorarlar! De ki: Size ona dair bir ha­ber anlatacağım. Onu yeryüzünde kuvvet ve kudretle iktidar sahibi yaptık. Ve ona her şeyden bir sebeb verdik. O da sebeblerden birine tâ­bi oldu.» (Kehi: 83-84).

Bu gibi sualler Resulü Ekrem'i susturmak için sorulan suallerdi. Bir de gerçeği anlamak için sorulan suallere dair bir misal verelim:

«Neyi nafaka olarak vereceklerini senden sorarlar. De ki: Baba ve anaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere ve yolculara istediğinizi infak ediniz. İşlediğiniz her hayrı Allah bilir.» (El Bakara: 215).

«Olur ki, dünya hususunda, âhiret işlerinde de iyice düşünürsü­nüz. Ve senden yetimler hakkında sorarlar. De ki:

Onların durumlarını ıslah hayırdır. Onlarla yaşamanız ve müna­sebetlerinizde onların kardeşleriniz olduğunu düşününüz.» (El Baka­ra: 220).

Şüphesiz ki, bu sualler Resulü Ekrem'e değişik zamanlarda soru­lurdu. Onlar durmadan suale devam ederlerdi. Cevabın da o vakitlerde, yani değişik zamanlarda inmesi en uygunuydu. Bir de, hadiseleri tam zamanında beyan etmek, onlar hakkında Allah'ın hükmünü bildirmek gayesi güdülüyordu... Hadiselerin hepsi bir zamanda olmuyordu. Çeşit­li zaman ve değişik vakitlerde oluyordu. Öyleyse Cenabı Hak o hadise­leri değişik zamanlarda indirdiği âyetlerle cevaplandırırdı. Bunun Kur'an'da birçok misali vardır. Fakat numune olarak Nur sûresinden şu âyeti alalım:

«O iftira haberini getirenler içinizden bir zümredir. Bu iftirayı si­zin için bir kötülük sanmayın. Bilâkis o hakkınızda bir hayırdır. Onla­rın her birine kendi kazandığı kadar günah vardır. Onlardan günahın büyüğünü yüklenen için büyük bir azab vardır.» (En Nur: 11).

Bu âyetten başlayarak 10. âyete kadar olan âyetler kâinatın en korkunç hâdiselerinden birisi olan bir olay hakkında nazil olmuştur. Müminlerin annesi ve Resulü Ekrem'in değerli eşi Aişe validemiz it­ham edilmişti. Cenabı Hak bu âyetleri indirerek bu meseleyi hallu-fasl etmiştir. Burada bir çok sosyal dersler vardır. Durmadan insanlar için okunur. Kıyamete kadar da okunacak. Tahir ve Resûlüllah'a eş olacak kadar Cenabı Hak tarafından yüceltilmiş validemizin beraetini ilân ve tescil edecektir!... Bu misallerden birisi de «El Mücadele» sûresinin başındaki âyettir:

«Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikâyet et­mekte olan kadının sözlerini Allah işitti. Allah sizin konuşmanızı za­ten işitiyordu. Muhakkak ki Allah işiticidir, görücüdür.» (El Mücade­le: 1).

Bu âyet ile onu takibeden ikinci ve üçüncü âyetler Sa'lebe kızı Havle, Resulü Ekrem'e şikâyete geldiği zaman indiler. Havle:

  Kocam, Es Samit oğlu Evs, benden muzaheret etmiştir.   Yani zihar yemini yapmıştır.

Resulü Ekrem:

  Sen boşanmışsın! dedi.

O da Resulü Ekrem'e:

  Benimle beraber küçük çocuklar vardır. Eğer onları Evs'e tes­lim edersem zayi olacaklardır. Eğer kendimle beraber götürürsem aç­lıktan öleceklerdir, diye mücadele etti.

Cenabı Hak, bu hadiseyi izah etmek için bu âyetleri nazil etmiştir.

Üçüncü hikmet: Âyetlerin parça parça gelmesinin üçüncü nedeni, müslümanlann yanlışlıklarını tashih etmek, veonlan hatadan sevaba irşad etmektir. Bu yanlışlıklar ve hatalar hep bir zamanda değil deği­şik zamanlarda olduğu için değişik zamanlarda âyetler nazil olurdu. İstersen Al-i İmran sûresinin şu âyetini oku:

«Hani sen müminlere harb için yer hazırlamak üzere erkenden ailenden ayrılmıştın. Allah Semiidir, Alim'dir. Sizden iki zümre, velile­ri ve yardımcıları Allah olduğu halde bozgunluğa meylettiler. Mümin­ler Allah'a tevekkül etsinler.» (Al-i İmran: 121-122 ve devamı).

Evet, bütün bu âyetler Uhud savaşı hakkında nazil olmuştur. Müs­lümanları bu korkunç savaşta v ebu darlıktaki yerlerinde yapmış ol­dukları hatalarını irşad etmek dersi vardır bu âyetlerde... Ve bunun benzeri Kur'an'da çoktur. Bir de Allah'ın düşmanı olan münafıkla­rın hallerini keşfetmek, Resulü Ekrem ve müminlerin gözünün Önün­deki perdelerini yırtıp iç âlemlerini onlara göstermek ve onlardan hazer etmelerini teinin etmek ve şerlerinden emin olmayı elde etmek için âyetler zaman zaman nazil olunur. İsterseniz bu hususta şu âyeti be­raberce inceleyelim:

«İman etmedikleri halde «biz iman etlik» diyen insanlar vardır. «Allah'a ve âhiret gününe inandık» diyenler vardır. Allah'ı ve iman edenleri güya aldatırlar. Halbuki onlar kendilerini aldatır ve bunun da farkında değildirler.» (El Bakara: 8-9 ve devamı).

Bu onüç âyeti celîle münafıkları rezil etmek için inen âyetlerdir. Nitekim Cenabı Hak, «Et Tevbe» süresindeki âyetlerde de onları rezil etmiştir. Ve nitekim Kur'an çeşitli münasebetlerde münafıkların çir­kin yüzlerini örten perdeleri kaldırmıştır. Ve böylece münafıklar da belirlenmiş olmuşlardır.

Dördüncü hikmet: Kur'an'm kaynağına, yani Kur'an'm sadece Allah'ın kelâmı olduğuna insanları irşad etmektir. Ne Hz. Muham-med'e ve ne de herhangi bir kimseye Kur'an gibi bir kelâm getirmenin mümkün olmadığına insanların dikkatini çekmektir. Bunun izahı şöy­ledir: Kur'an'ı başından sonuna kadar okuyorsunuz. Görüyorsunuz ki, serdedilmesi yıkılmaz bir şekilde, tertibi ince, ruhu metin, âyetlerin bi­tişmesi kuvvetli, bir kısmı diğerine sarılmış, değişik âyetler ve sûreler değişik cümleler olduğu halde birbirleriyle münasebetdardır. İcazın kanı hepsinde var. «EH£»inden «Ya»sma kadar muciz bir şekilde ter-tib edilmiştir. Parçalan arasında kopukluk göremezsin. Terslik ve zıt­laşma yok. Sanki eritilip kalıba dökülmüş altm bir halkadır. Sanki bi­tişik bir gerdanlıktır. Gözleri kamaştıran bir mücevher gerdanlık... Harfler ve kelimeleri tanzim edilmiş, cümleler ve âyetleri yeknesak, sonları başlangıçlarına uygun olarak gelmiştir. Başlangıcı sonuna mü-nasib olarak başlamıştır. «(Elif, Lam, Râ) bu âyetleri muhkem.. Son­ra ihtiyaca göre tefsil olunmuş, Adil, galib ve hâkim olan Allah tara­fından gönderilmiş bir kitabtır.» (Hud: 1). [14]

 

Vahiy

 

Vahyin şer'i dilde manası şudur: Cenabı Hakkın kullan arasından seçmiş olduğu bir kuluna bildirmek istediği hidayet ve ilmin çeşitleri-

ni göndermektir. Fakat bu gönderme gizli bir yolla olur. Beşerin adeti olmayan bir yolla... Bunun için vahyin çeşitleri vardır. Hz. Musa ile konuştuğu gibi... Bazan Cenabı Hak direkt kuluyla konuşur. Bazan ilham yoluyla oluyor. Yani Allah seçmiş olduğu kulunun kalbine za­ruri ilimden bir yön üzere ilham atar. Kul onu asla uzaklaştıramaz ve onda şüphe de edemez. Vahyi bazan doğru bir rüya olur. Bu rüya, ge­cenin gidip gündüzün gelmesi gibi açık ve seçik bir şekilde meydana gelir. Bazan vahyin «Emini)) Cebrail vasıtasıyla oluyor. Cebrail kerim bir melektir. Kuvvet sahibidir. Arş sahibinin katında mekindir. Orada itaat olunur ve emindir. İşte bu çeşit vahyi, vahyin en meşhuru ve en fazlasıdır. Kur'an'ın vahyi tamamen bu kabildendir. «Vahyi-celî» de­nildiğinde, bu tür vahy kastediliyor. Cenabı Hak, «Eş-Şuara» sûresin­de buyurmuştur:

«Onu Ruh-ul Emin indirdi. Halkı azabla korkutanlardan olasın diye onu senin kalbine indirdi. Açık arapça bir dil ile indirmiştir. Ger­çekte o evvellerin kitablannda da vardır.» (Eş Şuara: 193-196),

Vahy meleği de çeşitli uslûblerle iniyordu. Bazan meleklik ve ha­kiki suretinde Resûlüllaha iniyordu. Bazan insan suretinde Resûlül-lah'a görünüyor ve Resûlüllah'ın yanında hazır olanlar da onu görür ve sözlerini dinlerler. Bazan gizlice Resûlüllah'ın üzerine iniyor ve gö­rünmüyordu. Fakat Resûlüllah'taki değişiklik ve uykuda olan bir in­sandan gelen ses gibi ses çıkarması vahyin inişini haber veriyordu. Re-sûlüllah bir zaman, sanki bayılıyormuş gibi, bir gaybubete dalıyor. Halbuki baygınlık diye birşey yoktu. Ondan sonra ayılyor, aldığını vahyin kâtiblerine yazdırıyordu. Resûlüllah'ın bu dalgınlığı, ruhanî meleğin mülakatında istiğrak, beşeri ve normal halinden uzaklaşmak-dı. Bu durum, cisim üzerinde tesir yapardı. Bunun için Resûlüllah'tan ses çıkar ve cismi pek ağır bir hale gelirdi. Bazan en şiddetli soğuk ol­duğu halde mübarek alnından ter dökerdi. Bazan da vahyi Resulü Ek­rem'in üzerine çıngırağın sesi gibi inerdi. Nasıl ki çıngırak sallandığı zaman dinleyenin kulağında bir ses oluyorsa, vahy da o şekilde geli­yordu. Bu, vahyin çeşitlerinden en şiddetlisi idi. Bazan da Resûlüllah'ın yanınla olanlar, Resulü Ekrem'in mübarek yüzünün yanında annın sesine benzer bir ses, bir vızıltı duyarlardı. Fakat hiçbir konuşmayı an­lamazlar ve denilenin farkında olmazlardı. Resûrüllah'a gelince, o dinler, ezberler ve iki kere iki dört edercesine bilir ki bu Allah'ın vahyidir. Bunda herhangi bir iltibas ve şüphe kalmazdı. Vahy bittikten sonra kendisine vahyedilenin kalbinde hazır olduğunu bulur ve hafızasında nakşedilmiş olduğunu görürdü. Sanki bir kâğıda yazılmış gibi idi. Vah­yin bu çeşitlerine dair deliller, Kur'an ve Hadis'te çoktur. Misal olarak şu âyetle iktifa edelim:

«O nevasından söylemez. O, [konuşması] kendisine Allah tarafın­dan vahyolunan bir vahiydir.» (En Necm: 3-4).

Buhari tarafından Aişe validemizden   rivayet edilen şu hadis te bunun misallerinden biridir:

«Haris bin Hişam Resûlüllah'tan sordu:

— Ey Allah'ın Resulü! Sana vahy ne şekilde geliyor?

Resûlüllah cevaben dedi ki:

  Bazan çıngırak sesi gibi geliyor. Bu benim için vahyin en şid-detlisidir.   Bu ses sustuktan sonra   söylenenlerin hepsini ezberlediğimi görüyorum. Bazan melek bana bir kişi şeklinde görünüyor. Konuşuyor. Onun konuştuğunu hissediyorum. Aişe validemiz diyor ki:

  Resûlüllahı gördüm, çok soğuk bir günde vahyin üzerine indiği zaman... Vahiy bittikten sonra bakıyordum ki,   mübarek alnında ter buram buram akıyordu.» [15]

 

Îlmî Yönden Vahiy

 

Vahyin düşmanları, Allah'ın sistemine iman etmiyenler ancak de­nemiş oldukları yoldan akla iman ederler. Ancak ıstılahlarında yeni dedikleri ilme inanırlar. O ilim, kesin marifetlerden bir parçadır. Onu yeni araştırma düsturları meydana getirmiştir. Bunlar ancak «His­sin» yani duyular kapsamına giren bir şeyi itiraf ederler. Sadece aklî ve ruhî olan bir şeyi kabul etmezler. Böylece nefislerini madde zinda­nında hapsetmişler, maddenin Ötesini yani metafiziği uzun devir ve zamanlar inkâr edip durdular. En uzak hududlara kadar şüpheye dal­dılar. İlahiyat, peygamberlik ve vahy hakkında daima hafife alıcı söz­ler söylediler. Cahiliyyetin en zâlim devirlerinde bile varılmayan hu­duda vardılar. Fakat ilim kayası onların    alınlarına çarpmasaydı bu inkârdan vazgeçmezlerdi. Evet ilim aşılmaz bir kaya gibi önlerine çık­tı, alınları ilim kayasına çarptıktan sonra uyandılar ve vahyin müm­kün olduğuna inanmaya başladılar.

Bu ilmî ve uyarıcı delillerden birisi Hipnotizmadır. Milâdın 18. yüzyılında Alman doktor Mısmer tarafından keşfedilmiştir [16] Bu doktor ve talebeleri tam bir asırlık zaman içerisinde bu ilmî delili is­pata ve alimleri bunu itirafa mecbur etmeye çalışmışlardır. Sonunda ilmen delil olması kabul edilmiştir. Ve bu da yüzbinlerce defa denen­dikten sonra olmuştur. Hipnotizma vasıtasıyla şu hakikatlan ispat et­mişlerdir:

1- İnsanın bâtın bir aklı vardır. Bu akü, adet aklından çok üs­tündür.

2- İnsan hipnotizma edildiği halde görür, dinler, uzak mesafe­lerden. Perde arkasını okur. Gelecekte olanlardan haber verir.   Oysa haber verdiği nesneler için iç âleminde az bir alâmet ve emare dahi yoktur.

3- Hipnotizmanın birçok dereceleri vardır, biri diğerinden üs­tündür. Bu dereceleri insan geçtikçe bâtın aklı da artar durur.

4- İnsan bazan öyle bir dereceye varır ki, bu derecede muteves-silin yani elçilik yapanın ruhu cesedinden çıkıyor. Görülmeksizin onun yanında yer alır.   Cesede bakıyorsun ölü gibidir.   Eğer ruh ile cisim arasındaki gizli ilgi olmasaydı belki de düşerdi.

5- Bunun arkasında ruhun varlığını ispat etmişlerdir.

6- Ruh tamamen cesedden müstakildir hakikatına varmışlardır.

7- Ruh cesedin yok olmasıyla yok olmaz hakikatina varmışlar­dır.

8- Ruh maddeden sıyrıldığı takdirde daha önceki ruhlarla itti­sal edebilir hakikatına varmışlardır ve daha nice şeyleri bu vasıta ile tesbit etmişlerdir. Biz onların tesbit ettiklerini teslim ediyor ve vardır diyoruz.   Fakat onların bütün dediklerini tasdik etmiyoruz. Bu ilmin batı dünyasında birçok yardımcıları vardır. Bu ilim için tesis edilmiş müesseseler, bu hususta yazılmış kitablar, bu ilim için inşa edilmiş hastaneler vardır. Halk ruhî tedavileri oralarda görmeğe gidiyor. Bu ilmin hakkında derin derin gitmek, tarihini belirtmek, deneylerini or­taya sermek, faidelerinden bahsetmek bizim konumuz değildir. Fakat mücmel bir fikir vermek istiyoruz. Bu fikir sana Cenabı Hak bu asır­da nice apaçık âyetleri, hangi hududa kadar getirmiştir. Hem de me­tafiziği inkâr eden tabiatçıların eliyle. Bu tabiatçılar bu sayede Al­lah'tan gelen bir nimet ile inkârdan vazgeçmişler ve metafiziği ispata yanaşmışlardır. Bunlar Cenabı Hakkın şu âyetinin tezahürü olsa ge­rektir:

«Biz onlara a fakta ve kendi nefislerinde âyetlerimizi yakında gös­tereceğiz. Kur'an'm hak olduğu apaçık ortaya çıkacaktır. Sana Bab-binin her şeye şahid olması yetmez mi?» (Fussilet: 53 ve diğer âyet­leri).

Denemelerle sabit olmuştur ki, hipnotizmacı hipnotizma etmiş ol­duğu adamın nefsinden istediğini silebilir, ismini silebilir. Ona başka bir isim takabilir. Onu ikna edebilir. Hatta dinî akidelerini bile silebilir. Fakat dinî akideleri silen bir hiptonizmacı, hipnotizma edilmiş adam gibi, dinden çıkacağına dikkat etmelidir. Cenabı Hak bizi hak yoldan ayırmasın. İşte bu hiptonizma ile yani bu ilmî yol ile vahyi inkâr edenler biraz yaklaşmışlardır. Hipnotizma olayında olduğu gibi, bir mahlûk diğer bir mahlûkun nefsinde tesir etmeye kadir olduktan son­ra Kâinatın sahibi Meleğin vasıtasıyla Hz. Muhammed'in nefsinde te­sir edemez iddiası hangi akıl ve hangi vicdan tarafından kabul edilir?

İkinci delil; telefon, telsiz, mikrofon ve radyo gibi araçlardır. İn­san bu âletler, bu araçlar vasıtasıyla uzak memleketlerde, dünyanın öbür ucunda bulunan kimselerle konuşabilir, istediğini ona anlatabi­lir. Bu maddî acaiblikler bu işleri yaptıktan sonra acaba kudret-i mut­laka sahibi olan Allah vahy yoluyla maksudunu anlatmaktan aciz ola­bilir mi?

Üçüncü delil; ilim, cansız nesneleri çeşitli ses ve nağmelerle Kur'-an, türkü, şarkı ve konuşmalarla doldurmaya kadir olmuştur. Fonog­raf ve kasetler gibi. Acaba buna ilim muktedir olur da kadr-i mutlak, melek vasıtasıyla veya vasıtasız bir şekilde kullarının arasında saf ve berrak nefislere sahib olan bazı kimselerin kalbini mukaddes kelâmla doldurup onu halka hidayet rehberi yapmaya kadir değil midir?

Dördüncü delil; dünyamızın bazı hayvanlarında görüyoruz ki, dü­şünce neticesinde bile yapılması pek zor olan nizamlı ve intizamlı iş­ler yapıyor. Bu da bize kesin bir kanaat veriyor ki, bu iş, o hayvandan değil, yüksek bir iradeden geliyor. O irade ona o şekilde vahyediyor, ilham ediyor, o da o acaiblikleri yapıyor. Arı ve karıncalar gibi hay­vanlar misal olarak verilebilir. Madem ki hayvan âleminde bu olmuş­tur acaba insan âleminde bunun olması daha güzel değil midir? Çün­kü insanların en yüce ufukla, irtibat kurması bakımından daha musa-id olduğu ortadadır.

Beşinci delil «abkariyye» denilen haldir.

Bu hali, «eflatun» şöyle tarif etmiştir: «abkariyye ilâhî bir haldir. Beşeriyet için yüce ilhamlar doğurduğunu meydana getirir.»

Biz bu hale süperlilik deriz. Olağan üstü bir haldir. Allah dilediği kuluna ihsan eder. Vahyi hususunda şaşkın duranları dosdoğru yola getiren ve gerçeğe hidayet eden bir haldir abkariyyet.

Felsefeciler abkariyye yüce bir haldir. Aklın orada hiçbir dahli yoktur» derler. Tabiatçılar «Abkariyye tabiattan gelen bir halledir. Okumak ve düşünmekle elde edilmez» derler.

Altıncı delil: Yeni ilim kabul ediyor ki, bazı insanların ruhanî bir tarzda görünmeleri müşahede edilmiştir. Bu, alimlerin rüyalarında bi­le oluşmasını tahmin etmedikleri bir hârikadır. Halbuki bu harikayı meydana getiren ve kendisinde bu harika görünen belki bunun farkın­da bile değildir. Hem bu harikayı hisse dayanır herhangi bir maddi nedenle nedenlendirmesi de mümkün değildir. Bu görünürleri denedi­ler. Yeryüzünün en büyük sihirbazlarını bunu görmek için celbedip ge­tirdiler. Fakat sihirbazlar, bunun «SİHİR» olmadığına, ancak ruhanî hadiseler olduğuna şahidlik edip, meharet ve el çabukluğunun bunda hiç dahli yoktur dediler. [17]

 

Akıl Yönünden Vahiy

 

İlmî delilerden vahyin mümkün olduğunu anladın. Şimdi sana aklî delili arzedelim:   «Vahyin oluşunu sâdık ve mâşum olan Hz. Muhammed (S.A.V.) haber vermiştir. Her ne ki sâdık ve masum zat onun oluşundan haber verirse o hak ve sabittir. Öyleyse vahy de hak ve sa­bittir.»

Resulü Ekrem'in vahyin olacağını haber vermesinin delili, Kur'an ve sünnettir. «Sâdık ve masumun her söylediği oluyor» cümlesinin de­lili ise, sıdk ve ismetin muktezasıdır. Yani doğruluk ve masumluk bunu ister. Hz. Muhammed'in sâdık ve masum olmasına delili ise, onun elindeki Kur'an ve diğer mucizelerdir. Bu mucizeleri sanki Ce­nabı Hak (C.C.) tecelli etmiş ve kullarına:

«Benim kulum Muhammed (S.A.V.) dinden getirip size tebliğ etti­ği herşeyinde doğru söylüyor. Çünkü onları ben ona vahyettim!» de­miştir, yerindedir. [18]

 

İlk Ve Son Nazil Olan Âyet Ve Süreler

 

Bu bahis tevkifidir. Yani Resulü Ekrem'den nasıl işitilmişse, öyle­ce durdurulur ve yorum yapılmaz. Burada aklın herhangi bir çalışma imkânı da yok. Ancak akıl mevcut deliller arasında tercih yapabilir veya zahirdeki çelişkileri defetmeye çalışabilir. İlk ve son nazil olan âyetlerin bilinmesinde birçok faideler vardır. Bunlardan birincisi; «na-sih» «mensuh» ten ayırd edilmiş oluyor. İkincisi ise teşrii İslâmîn tarihi bilinmiş oluyor. Onun tedrici seyri murakabe edilmiş oluyor. Ve bunun arkasında îslâmın hikmet ve siyasetine akü vâsıl oluyor. Bir de Kur'an'ı Kerime verilen ehemmiyet ve inayetin vardığı derece ve nok­tayı belirtmek faydası burada vardır. Öyle ki Kur'an'da Mekke dev­rinde inenle Medine devrinde inen, seferde inen ile hazerde İnen bi­lindiği gibi ilk inen âyetle son inen âyette bilinmiştir. Şüphe yoktur ki bunların bilinmesi, insanın müslümanlığa güvenmesini daha da artı­rır. Kur'an'ın tağyir ve tebdilden salim kaldığının delili olur. Nitekim Cenabı Hak (C.C.) Kur'an'ında «Allah'ın kelimelerini değiştirmek yok. İşte bu değiştirmemek en büyük zaferdir» (Yunus: 64) buyurdu.

İlk nazil olan âyet hakkında dört görüş vardır:

Birincisi; tkra sûresinin «insana bilmediğini bildirdi, öğretti» âye­tine kadar olan kısımdır. En doğru görüş de budur. Zira, Buharî bu hususta Aişe validemizden şu hadisi rivayet ediyor:

«Peygambere ilk gelen vahy, uykudaki sâlih rüyalardır. Cenabı Peygamberin gördüğü rüya, sabahın geceden ayrılması gibi vukubu-lurdu. Sonra Resûlüîlah'a uzlet, (yani insanlardan uzak yaşamak) sev­dirildi. Cenabı Peygamber Hirâ mağarasına gidiyor. Aile efradına gel­meden birkaç gece orada ibadet ediyordu. Bunun için azıklarını alıyor­du. Azığı bittikten sonra Hz. Hatice'ye gelip yine onun benzeri, yani oradaki bekleyişin benzeri için azık alır giderdi. Böylece vahy gelince­ye kadar devam etti. [Resûlüllah Hira mağarasında iken vahy geldi.] Melek Resûlüllaha geldi: Bu durumu Resûlüllah şöyle anlatır: «Melek:

— Oku! dedi.

— Ben okuyucu değilim ki! dedim. Bunun üzerine Melek beni tu­tup, bağrına bastı. Son takatıma,   yani dayanabileceğim son noktaya geldikten sonra beni bıraktı. Ve dedi:

— Oku!

Ben cevap verdim:

— Ben okumuş değilim!

Tekrardan melek beni ikinci kez tuttu, dayanacağım son noktaya kadar beni sıktı. Sonra beni bıraktı ve dedi ki:

  Oku! Dedim ki:

— Ben okumuş değilim!

Üçüncü kez beni tuttu ve sıktı. Sonra beni bıraktı ve buyurdu:

— Rabbinin ismiyle oku! O rab ki yarattı. İnsanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Senin Rabbin en keremlidir.» (Alak, 1-2).

Bazı rivayetlerde «bilmediğini insana Öğretti» âyetine varıncaya kadar okudu. Resûlüllah bu âyetleri alıp Hatice validemize döndü. Kalbi titriyordu. El-Hakim «Mustedrek»incle, El-Beyhaki «Delâl»inde Aişe validemizden rivayet ettiler:

— Kur'an'm ilk inen sûresi Âlak süresidir.»

Et-Tebarani «Kebir» inde Ebu Rica el-Atarani'den rivayet ederek şu hadisi getirdi:

«Ebu Musa bizi okutuyordu. Biz halka halinde oturuyorduk. Onun sırtında iki beyaz elbise vardı, «tkra' bismi Rabbike» âyetini okuduğu zaman «Bu, Hz. Muhammed'in üzerine inen ilk sûredir» diyordu.

Bu hususta daha başka eserler de varid olmuştur.'

îkinci görüşe gelince: Bu görüşe göre ilk inen sûre «El Mudessir» süresidir. Bunlar Müslim ve Buharî'nin Ebu Seleme bin Afadurrah-man bin Avf'ten rivayet ettiği hadisle istidlal etmişlerdir:

Kaab bin Abdullah'tan sordum:

  Kur'an'm hangi sûresi ilk indi? Dedi ki:

— El Mudessir sûresi. Ben:

— Yoksa Âlak sûresi mi? diye sordum. Dedi ki:

  Ben size Resûlüllah'ın bize söylediğini söylüyorum. Resûlüllah buyurdu:

— «Hira mağarasında bulunuyordum. Zamanım bittiği sırada in­dim.    Vadinin tam ortasına gelmiştim.    Çağrıldım.    Önüme baktım, arkama baktım, sağıma baktım, soluma baktım. Sonra göklere baktım. Gördüm ki, o, yani Cebrail, yer ile gök arasında bir Kürsinin üzerinde oturmuştur. Beni bir sarsıntı tuttu. Hatice'ye geldim. Onlara: «Beni örtmelerini» söyledim. Bunun üzerine Cenabı Hak:

«Ey örtünen! Kalk ve korkut» (El-Muddesir: 1) âyetini gönderdi.»

Fakat bu rivayet, bu sûrenin ilk inen sûresi olduğunun tam delili olamaz. Çünkü mümkündür ki Resûlü-Ekrem vahyi aldıktan sonra mağaradan inmiş, ikinci kez Cebraili görmüş ve bu hadise başından geçmiş, evine gelip örtünmüş ve örtündükten sonra da bu âyet nazil olmuştur. Zaten Müslim ve Buharî'nin Ebu Seleme'den onun da Ca-bir'den rivayet ettiği ikinci bir rivayet te bunun söylediğimiz tarzda olduğunu desteklemektedir. Şöyle ki:

«Ben yürüyordum. Ansızın gökten bir ses geldi. Gözümü kaldırıp gök tarafına baktım. Gördüm ki bana Hira'da gelen melek... Yer ile gök arasında bir kürsinin üzerinde oturmuş. Ben yere temas edinceye kadar diz çöktüm. Bundan sonra aile efradıma geldim. Beni örtünüz, beni örtünüz, dedim. Sonra Cenabı Hak:

  «Ey örtünen!  Kalk ve korkut. Rabbine tekbir getir.Elbiseni temizle. Necasete gelince... Ondan da uzaklaş!» (El-Muddesir: 1-5).

Necasetten maksat «putlaradır. Yani onlardan uzak dur. Cenabı Peygamber (S.A.S.) «yere temas edinceye kadar diz üstü çöktüm» de­di. Yani mübarek cismi ağırlaştı, korku ve dehşetten dolayı yere çöktü. Cabir'in «Kur'an'ın ilk nazil olan sûresi El-Mudessir» süresidir» de­diği bu rivayetin zahirinden de anlaşılacağı üzere Resûlüllah'ın hadi­seyi anlatmasına istinad ediyor. Resûlüllah daha önce Meleğin kendi­sine geldiğini ve vahyi getirdiğini söyledikten sonra mağaradan inip evine gelirken ikincih adise ile karşılaştığını anlatırken, Cabir dinle­miş, hadisenin başını ise işitmemiş, sadece orta kısmını işitmiştir. Ve bundan dolayı da böyle söylemiştir.

Üçüncü görüş, «Fatiha sûresi ilk inen sûredir» diyor. Bu görüşün sahibleri de «El-Beyhaki'nin «El Delaibde EbiMeysere Ömer bin Şe-rahbil'den rivayet ettiği hadistir. «Resûlüllah Hz. Hatice'ye: «Ben tek başıma mağarada bulunuyordum. Bir ses işittim. Yemin ederim Al­lah'a ki, nefsim için korktum ki bu bir enir olsun. Bir hadise olsun!» Hatice o zaman: «Allah'a sığınıyorum. Cenabı Hak senin basma kötü bir hadise getirmez. Gerçekten sen emaneti yerine getirensin, silayi rahm yapansın. Doğru konuşansın.» dedi. Bu olaydan sonra Ebu Bekir Sıddîk Resûlüllah'ın evine geldiğinde Hz. Hatice Resûlüllah'ın başın­dan geçeni Ebu Bekr'e nakletti. Ve:

«Ey Eba Bekir! Muhammed'Ie beraber Varaka'ya git.» dedi.

Ebu Bekir Sıddîk, Resulü Ekrem'le beraber Varaka'ya gittiler ve hadiseyi kendisine söylediler. Resûlüllah Varaka'ya şöyle dedi:

— Tek başıma mağaraya girdiğim zaman arkamda bir ses işittim:

— Ey Muhammedi Ey Muhammedi

diyordu. Ve sahraya düşüp koştum!» Varaka, Resûlüllah'a:

«Sakın bunu yapma! O sana geldiği zaman sebat göster. Onun de­diğini dinleyinceye kadar. Sonra bana gel, haber getir!» dedi.

Resulü Ekrem mağaraya sığındığı zaman yine ses geldi:

«Ey Muhammedi    De ki: Bismillahirrahmanirrahiym.    Elhamdu

Lillahi Rabbil Alemin.» [Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle. Hamd

âlemlerin Rabbine mahsustur.]

Ve sûre «veleddalin»e kadar devam etti» dedi.

Fakat bu hadis, bu sûrenin ilk inen sûre olduğuna delil olamaz. Zira bu rivayetten anlaşılmıyor ki, bu sûre nübüvvetin fecrinde, vah­yin ilk gelişinde ve Hira mağarasında ilk işidilen sûredir. Ancak anla­şılıyor ki, bu hadise vahy başladıktan sonra' olmuştur.   Resulü Ekrem önce Hz. Hatice ile Varaka'ya gitmiş, ikinci kez Hz. Ebu Bekir'le git­miş ve bu hadise ondan sonra olmuştur. Birkaç defa arkasından ses işitmiş, Varaka bu sesleri işittiği zaman «Sebat göster, sana ne dedi­ğini dinle» dedikten sonra olmuştur. Biz bu husustan bahsetmiyoruz. Kur'an'ın mutlak şekilde ilk gelen sûresinden bahsediyoruz. Bir de, Cabir'in bu hadisi, hadisi «Mursebdir. Sahabi onun senedinden sakıt olmuştur. Vahyin başlangıcı hakkındaki Buharî'nin Hz. Aişe'den riva­yet buyurduğu hadisle muaraza edemez. Çünkü Buharî'nin hadisi «Merfu»dur. Binaenaleyh üçüncü görüş tamamen iptal olmuş oluyor. Dördüncü görüşe gelince; Kur'an'ın ilk inen âyeti «Bismülahirrahrna-nirrahiym»dir. Bu görüşü savunanların delili «El Vahidi»nin (fikrime» den, Hasan'dan rivayet ettiği hadistir. Kur'an'ın ilk inen kısmı «Bis-millahirrahmanirrahiym» ile «El-Âlak» sûresinin evvelidir. Bu şekilde­ki istidlal merduttur. Zira bu hadis «Mursel»dir. Hadis-i «Merfu» ile muaraza edemez. İkincisi, besmele zaten tabii olarak her sûrenin ba­şında iniyor. Ancak istisna edilen sûre hariçdir. Binaenaleyh besmele sûrenin ilk inen kısmıyla beraber inmiştir. O daha önce indi denile­mez. Yani başlıbaşına daha önce indi şeklinde bir görüş olamaz. [19]

 

En Son İnen Âyet

 

Kur'an'ın mutlak manada en son inen âyeti «O günün dehşetin­den sakınınız ki o günde Allah'a dönüştürülmüş olursunuz. Sonra her nefis kesbettiğinin karşılığım görür. Tamı tamına alır ve onlara zul­medilmez» (El-Bakara: 281) âyetidir. En Nesei, îkrime tarikiyle İbni Abbas'tan rivayet etmiştir. İbni Ebi Hatem de aynı şekilde şu rivayeti yapmıştır:

«Kur'an'ın en son ineni «vetteku yevmen» âyetidir. Resulü Ekrem bu âyetin inişinden sonra dokuz gece yaşadı. «Rebiülevvel aynıdan iki gece geçtikten sonra vefat etti.»

İkinci görüş, Kur'an'ın en son inen âyeti, «El-Bakara» sûresinin iki yüz yetmiş sekizinci âyetidir:

«Ey Allah'a iman edenler! Allah'ın azabından korkunuz. Ribadan geri kalanı bırakınız. Eğer iman etmiş iseniz.»

Bunu Buharî, İbni Abbas'tan, Beyhaki de İbni Ömer'den rivayet etmiştir. Üçüncü görüş, Kur'an'ın en son inen âyeti «borç» âyetidir.

«Ey iman edenler! Birbirinize belli bir zamana kadar bir borç ver­diğinizde onu yazınız...» (El-Bakara: 282).

Hadisi, İbni Cerir, Said bin Museyyeb'den rivayet etmiştir. «Kur'-an'ı Kerim'in en son arş'tan ayrılan âyeti riba ve borç ayetleridir.i>

diyen Ebu Ubeyde, El Dedail'de İbni Şahab'tan rivayet etti. Bu husus­ta ulema ihtilâfa düşmüştür. Her biri bir esere istinad etmiştir. Bura­da Resulü Ekrem'den gelen «Merfu» bir hadis yoktur. İşte olmadığın­dan dolayı da böyle şüpheler ileri sürülmüştür ve ihtilâf çoğalmıştır. Fakat bütün bu görüşleri birleştirme imkânı vardır. Suyuti, El İtkan',-da şöyle diyor:

«Bu âyetler mushafta olduğu gibi, bir defada inmişlerdir. Çünkü' hepsi bir konu hakkındadırlar. Bu rivayetleri getiren her bir âlim, bu konunun bir parçasını almış, «Bu en son inen âyettir» demiştir. Riva­yetleri şahindir. Fakat hepsi bir defa, bir konuda inmişlerdir.»

Dördüncü görüş; Kur'an'ın son inen âyeti, Al-i îmran sûresinin: «Rableri onların isteklerini kabul etti. Kesinlikle ben sizden, ister er­kek olsun ister kadın, herhangi bir çalışanın çalışmasını zayi etmem.» (Ali-İmran 159.) âyetidir.

Beşinci görüş; Kur'an'ın en son inen âyeti, «kim ki kasten bir mü­mini öldürürse onun cezası cehennemdir. Orada ebedî kalır. Allah ona gazab eder. Allah ona lanet eder ve onun için büyük bir azab hazır­lar.» (En-Nisa: 39)

Altıncı görüş; en son inen âyet, «senden fetva taleb eder. De ki: Allah, «KELALE» hakkında size fetva verir.» (En Nisa sûresinin son âyetidir.)

Yedinci görüş;  «son inen Maide süresidir» diyor.

Sekizinci görüş, «son inen Et-Tevbe sûresinin son âyetidir» «Size, nefislerinizden bir peygamber geldi.»

Dokuzuncu görüş; son inen Nahl sûresinin son âyetidir. Onuncu görüş; son inen En-Nasr süresidir, diyor.

Bütün bunların delilleri, El Itkan ve El Burhan gibi kitablarda zikredilmektedir. O kitablara müracaat edilsin. [20]

 

Kur'anin İniş Sebebleri

 

Kur'an'ı Kerim iki kısma ayrılır. Bir kısmı, herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın Cenabı Hakkın katından inmiş, sadece halkın hida­yeti içindir. Bu kısım Kur'an'm çoğunu teşkil ediyor. Bu kısmın inişi hakkında herhangi bir araştırma ve beyana ihtiyaç yoktur. İkinci bir kısım vardır ki sebeblerden birine bağlıdır. İşte biz bundan bahsede­ceğiz. Fakat sebeblere bağlı olan bütün âyetleri tek tek bahis konusu yapma imkânı yoktur. Bu hususta birçok kitablar telif edilmiştir. Me­selâ Buharînin üstadı Ali bin «El-Medini», «El Vahidi», «El Ca'beri», «İbni Hacer», «Es-Suyuti» bu hususta kitablar yazmışlardır. Meselâ Suyuti'nin «Lübadun-Nukul fî eshab'in-Nuzul» adlı kitabı meşhurdur.

Bir âyeti celîle veya bir kaç âyeti celîle bir hadiseden bahsederek veya onun hükmünü beyan edere kinerlerse, o hadise nüzul (iniş) se­bebi oluyor. Resûlülah'm devrinde bir hadise oluyor ve bir sual pey­gambere tevcih ediliyor. Bir âyet veya birkaç âyet nazil oluyor, o ha­diseyi aydınlatıyor, o sualin cevabını veriyor. İşte o hadise, o sual «se-beb-i nüzul» oluyor. [21]

 

Esbabı Nüzulü Bilmenin Faideleri Nelerdir?

 

Esbabı nuzul'ü bilmenin birçok faidelerİ vardır. Meselâ: Allah'ın bu hadisedeki hikmeti tayin etmekteki hikmetini bilmek. Ayeti bu sa­yede anlamak ve âyetteki müşkilât ve şüpheleri defetmek gibi. «El Va­hidi» diyor ki:,

«Âyetin kıssasını yani sebebini bilmeden âyeti tefsir etmek müm­kün değildir.»

Şeyhul-İslâm İbni Teymiyye:

«Nüzulün sebebini bilmek, âyetin anlaşılmasına yardımcı olur. Çünkü sebebi bilmek müsebbibi bilmek demektir.» eliyor.

Buna bir iki misal verip geçelim:

Birinci Misal :

«Doğu ve batı, her yer Cenabı Allah'ındır. Hangi tarafa yönelirse­niz orası Allah'a ibadet yönüdür. Şüphesiz ki Allah'ın mağfireti geniş­tir ve Allah herşeyi bilicidir.» [El-Bakara: 115] buyurdu.

İşte bu âyet zahiri ile delâlet eder ki, insan hangi yöne yönelip na­maz kılarsa olur. Ve insana Kabe yönüne yönelmenin vacib olmadığını iş'ar eder. Fakat bu âyet hususî olarak seferde kılman nafile namaz­lar hakkında veya içtihadı ile namaz kılıp sonra yanlış olduğu beyan olunan kimse hakkında nazil olduğu bilindiğinden anlaşılıyor ki, bu âyetin zahiri manası murad değildir. Maksad sefer nafilelerinde mi­safire veya kıble hakkında içtihad edip de namazını kıldıktan sonra yanlış olduğunu gören bir kimseye kolaylık getirmek içindir.

İbni Ömer'den rivayet ediliyor: «Bu âyet devenin sırtında hangi yöne giderse gitsin nafile namaz kılan bir misafirin namazı hakkında nazil olmuştur».

Bazı kimseler; bir kavim kıblenin hangi tarafta olduğunda şüp­heye düştüler. Çeşitli yönlere yönelip namazlarını eda ettiler. Sabah olduğu zaman baktılar ki, yanlış kıble tayin etmişler. Bu âyet o zaman nazil oldu ve onları mazur gösterdi» dedi.

İkinci Misal:

Sahih'te rivayet ediliyor ki, Mervan bin Hakem için şu âyet-i ce­lîle müşkül görüldü: «O ettikleri fenalıklar asevinen ve yapmadıkları şeyde övülmeyi seven kimseleri de sakın azabtan kurtulmuş bir yerde sanma. Onlar için çok acıklı bir azab vardır.» (Al-i tmran: 188). Mer­van, eğer herhangi bir kimse verilene sevinip, yapmadığı bir işten Ötü­rü de övülmesine seviniyorsa ve bu da azab görmesine sebeb oluyorsa kesinlikle hepimiz azab göreceğiz. Mervan'ın bu şüphesi devam etti. Ta ki, İbna Abbas, ona: «Bu âyet ehl-ı kitab hakkında nazil oldu. Re­sulü Ekrem onlara birşey sordu. Onlar da Resulü Ekrem'den o sorula­nı gizlediler. Başka birşeyden haber verdiler, güya Resûlüllah'ın sua­line cevabı vermişlerdi bundan ötürü de Resûlüllah'ın kendilerini öv­mesini istediler. İşte bu âyet o zaman nazil oldu.»   İbni Abbas bunu böyle beyan edince Mervan'ın şüphesi bertaraf oldu ve Cenabı Haklan Kelâmından neyi kasdettiğini anladı.

Üçüncü Misal:

Zubeyr oğlu Urve'nin Safa ile Merve arasında say'etmenin fazile­tini anlamak isteyip çözemediği şu âyettir:

«Gerçekten Safa ile Merve Allah'ın emrettiği haccm alâmetlerin-dendir. Bunun için hac veya umre kasdiyle kim kâbeyi ziyaret ederse yine Safa ile Merve'yi tavaf etmesinde bir günah yoktur. Her kim de bir hayr işlerse muhakkak Allah şakirdir, mükâfatım verir. Alimdir, her şeyi bilir.» (El Bakara: 158).

Urve'nin şüphesi şu noktadan geliyor: Âyet, Safa ile Merve'yi zi­yaret etmeyen bir kimseden günahı uzaklaştırıyor. Eğer farz olsaydı nasıl günah uzaklaşırdı? Bu şüphesi, halası Hz. Aişe'den âyetin mâ­nâsını soruncaya kadar devam etti. Hz. Aişe, Urve'ye:

«(Âyet günahı kaldırıyor. Bunun mânâsı farziyeti kaldırmak de­ğildir. Bunun mânâsı, o gün insanların zihinlerinde yerleşen «Safa ile Merve arasındaki say cahiliyet amellerindendir» fikrini kaldırmakta­dır. Çünkü Safa'nm üzerinde «İsaf» isimli put, Merve'nin üzerinde de «Naile» isimli put vardı. Bunların ikisinin arasında say'etmek müslü-nıanlara ağır geliyordu. Müşrikler, İslâmiyet gelmezden önce, bu ara­da sayederken o putlara dokunuyorlar, sürünüyorlardı. İslâm geldiğin­de ve putları kırdığında müslümanlar Safa ile Merve arasında sayet-mekten sakındılar. Ve âyet-i celîle bunun için nazil oldu. [22]

 

Nüzul Sebebini Bilmenin Yolu

 

Nüzulün sebebini ancak «nakl-i sahih» a dayanarak biliriz. «El Vahidi», senediyle îbnl Abbas'tan rivayet etti:

Resûlüllah buyurdu:

«Hadisten kaçınınız. Ancak bildiğinizi naklediniz. Şüphe yoktur ki, kasten benim kesemden birşey uyduran ateşteki yerine hazırlan­sın. Kim ki ilimsiz olarak Kur'an'm üzerine yalan söylerse ateşteki ye­rini hazırlasın.»

İşte bundan dolayıdır ki, nüzul sebeblerinde ancak rivayete ve si-ma'a dayanarak fikir yürütebiliriz. Binaenaleyh bir sahabiden sebebi nüzul rivayet edilirse, makbuldür. İster onu destekleyen bir delil ol­masa dahi.. Çünkü sahabinin sözü içtihad edilecek yerde olmadı mı hadisi «Merfu» hükmünü alıyor. Sahabi bunu kendi nefsinden söyle­yemez. Sebeb-i nüzul «Mursel» bir hadisle (yani sahabi senedinden sakıt olan bir hadisle) rivayet edilirse, onun hükmü kabul edilmeme­sidir. Ancak sıhhatli oldu mu, başka bit «Murseble desteklendi mi ka­bul edilir. Ve ravi Mucahid İkrime, Said bin Cübeyr gibi sahabelerden tefsir ilmini alan imamlardan birisi olacaktır. [23]

 

Kur'an'ın Yedi Harf Üzerinde Nazil Olması

 

Bu, zor bir konudur. Bu hususta çok âlim konuşmuştur. Bunların konuşmalarını hülasa olarak alacağız. Lâkin bu konu ancak sahih bir hadisle sabit olur. Kur'an'm yedi harf üzerinde nazil olduğunu tesbit eden o sahih hadisi sahabelerden Hz. Ömer, Hz. Osman, Ibni Mes'ud, İbni Abbas, Ebu Hureyre, Ebu Bekr, Ebu Cehm, Ebu Said el-Hudri, İbni Talha el-Ensari, Ubey bin Kâab, Zeyd bin Erkam, Semurre bin Cündep, Selman bin Surde, Abdurrahman bin Avf, Amr bin Ebu Sele­me, Amr bin As, Muaz bin Cebel, Hişam bin Hakim, Enes, Huzeyfe, Ebu Eyyub el Ensari'nin hanımı Ümmü Eyyub rivayet etmişlerdir.

El Hafız Ebu Ya'le 'Mesned-i Kebir'inde şöyle diyor:

Hz. Osman (R.A.), bir gün minberde Resûlüllah'tan «Kur'an yedi harf üzerine indi, onların hepsi de şifa verici ve kifayet edicidir.» ha­disini dinleyen her kişiye ayağa kalkması için yemin veriyorum ^edi. Bunun üzerine sahabeler sayılmayacak kadar ayağa kalktılar, şehadet ettiler ki, Resulü Ekrem: «Kur'an yedi harf üzerine indi. Bu harflerin hepsi şifa verici ve kifayet edicidir.» dedi.

Bunun üzerine Hz. Osman (R.A.): «Ben de sizinle beraber bunu Resûlüllah'tan dinlediğime şahidlik ederim» dedi.

İşte bütün bu sahabelerin hadisi bu şekilde rivayet etmeleri, ha­disin tevatür olduğuna kanaat getirmiştir. Bu hadisi destekleyen ve manasını açıklayan bazı hadisleri daha nakledelim;

1 - Buharî ve Müslim, sahihlerinde îbni Abbas'tan rivayet etti­ler:

«Resulü Ekrem, Cebrail bana bir harf üzerinde okuttu. Ona mü­racaat edip daha fazlasını istedikçe o bana fazlasını öğretiyordu. Ta yedi harfe varıncaya kadar, buyurdu!»

Müslim bu hadisin sonuna şunu ekliyor:

  İbni Şıhab: «Benim kulağıma geldi ki, bu yedi harf, her hangi bir helâl ve haramın hususunda   değişmeyen ve bir olan emir huşu şundadır.» dedi.

2  - Buharî ve Müslim rivayet ettiler: [fakat lâfız Buharî'nindir]: «Hz. Ömer (R.A.) dedi:

Resûlüllah'm hayatında Hişam bin Hakim'den dinledim. El Für-kan sûresini okuyordu. Okumasına kulak verdim. Birçok harf üzerin­de okuduğunu gördüm. Fakat Resûlüllah (S.A.V.) bana o, harf leri okut-mamıştı. Nerde ise namaz içinde onun gırtlağına yapışacaktım. Selâm verinceye kadar bekledim. Sonra yakasından tuttum. Abasını [veya kendi abamı] boynuna geçirip yanıma çektim:

— Sana bu sureyi kim okuttu? diye sordum,

  Bana Resûlüllah (S.A.V.) okuttu. Cevabını verince. Ona:

— Yalan söylüyorsun! dedikten sonra şunları söyledim:

— Yemin ederim, Allah'ın Resulü bana bu sûreyi [yani senin oku­duğun bu sûreyi] okuttu. [Senin okuttuğun vecihleri bana öğretme­di deyip] onu çeke çeke Resûlüllah'a getirdim. Dedim ki:

  Ey Allah'ın Resulü! Ben şu adamdan dinledim. El Furkan sû­resini senin bana okutmadığın harf üzerinde okuyor. Halbuki sen ba­na Furkan sûresini okuttun, diye sorunca.

Resulü Ekrem:

— Ey Ömer! Onu bırak. Ey Hişam oku, dedi.

Hişam benim dinlediğim okuyuşu tekrarladı. Resulü Ekrem:

  Böylece, [yani Hişam'm okuduğu gibi] nazil olmuştur, dedik­ten sonra buyurdular:

  Şüphesiz ki bu Kur'an yedi harf üzerinde inmiştir. Sizin kola­yınıza geldiği harfle okuyunuz.»

3 - Müslim, senediyle Ubey bin Kâab'dan rivayet etti:

Ben mesciddeydim. Bir kişi girip namaz kıldı. Benim bilmediğim bir okuyuşla okudu. Başkası geldi, o da arkadaşının okuyuşunun gay­risi olan bir şekilde okudu. Namazı bitirdikten sonra hepimiz Resûlül­lah'm huzuruna gittik. Sordum:

  Ey Allah'ın Resulü! Bu adam benim hoşuma gitmeyen bir şe­kilde okudu. Sonra bu adam geldi. O da bunun okuyuşunun gayrisini okudu? Cenabı Peygamber bunun üzerine o adamların ikisine emretti:

  Okuyun!

İkisi de okudu. Cenabı Peygamber:

  İkisinin de durumu güzeldir, dedi. Benim nefsime cahiliyyette olduğum zamandan daha fazla Resûlüllahı yalanlamak şüphesi düştü. Resulü Ekrem benim kalbime gireni görünce göğsüme vurdu, ter al­nımdan aktı. Sanki ben Cenabı Hakka bakıyordum gibi korku ve deh­şet içerisinde kaldım. Bana:

  Ey Ubeyy! Allah bana gönderdi ki, Kur'an'ı bir harf üzerinde okuyayım. Benim ümmetime kolaylaştır,    diye ona başvurarak bunu geri çevirdim. İkinci kez bana gönderdi «İki harf üzerine oku». Benim ümmetime kolaylaştır, diye O'na geri çevirdim. Üçüncü kez bana emir gönderdi: «Yedi harf üzerinde Kur'an'ı oku. O reddedişlerinin her bi­risiyle sana bir istek ruhsatı verdim, benden iste!» dedi. Dedim ki: Al­lah'ım! Ümmetimi affet! İkinci kez, Allahım, ümmetimi affet! dedim. Üçüncü isteğimi, İbrahim  (A.S.) de dahil halkın bana hürmet ettiği bir güne geciktirmişimdir.»

4 - Müslim, senediyle, Ubeyy bin Kâab'dan rivayet etti: «Resûlüllah (S.A.S.), Beni-Ğifar gölünün yanındaydı. Cebrail (A.

S.) geldi:

  Allah sana emrediyor ki, ümmetine Kur'an'ı bir harf üzerinde okuyasın, dedi.

Cenabı Peygamber:

  Ben Allah'tan talebde bulunuyorum ki; beni affetsin, mağfiret etsin. Ümmetim buna güç yetiremez.

Sonra Cebrail Aleyhisselâm, ikinci kez Resûlüllah'a (S.A.S.) geldi:

  Allah sana emrediyor, ümmetine    Kur'an'ı iki harf üzerinde okuyasın.

Resûlüllah:

— Ben Allah'tan affedilmemi ve mağfiret edilmemi taleb ediyorum. Kesinlikle ümmetim buna güç yetiremez.

Sonra Cebrail üçüncü kez Resûlüllah'a geldi:

  Şüphesiz ki, Allah sana emrediyor, ümmetine Kur'an'ı üç harf üzerinde okuyasın.

Resûlüllah:

  Ben Allah'tan affını ve mağfiretini taleb ediyorum. Kesinlikle ümmetim buna güç getiremez.

Sonra Cebrail dördüncü kez geldi ve dedi:

  Allah sana emrediyor ki; ümmetine Kur'an'ı yedi harf üzerinde okuyasın. Hangi harf üzerine okurlarsa isabet etmiş olurlar.»

Benî-öifar golü, meşhur bir yerdi. Orada su birikiyordu. Adına «Beni Ğifar Gölü» deniyordu. Çünkü Gifariler orada konaklamışlardı.

5 - Tirmizi, Ubey bin Kâab'dan rivayet etti.

Resulü Ekrem, Merve taşlarının yanında Cebrail'e rastladı. Resû­lüllah, Cebrail'e:

  Ben ümmi bir ümmete gönderildim. Onların içinde ihtiyarlar vardır. Yaşlı acuzeler vardır, gençler vardır.  [Bir harf üzerinde oku­maya güçleri yetmez] deyince.

Cebrail:

  Onlara emret, Kur'an'ı yedi harf üzerinde okusunlar!

Tirmizi bu hadisin «Hasen» ve sahih olduğunu söylüyor. Bir lâfız­da da «Kim ki Kur'an'ı o yedi harftan birisiyle okursa, o, onun okudu­ğu gibidir.» Huzeyfe'nin lâfzında «Ben ümmi bir ümmete peygamber olarak gönderildim ki, onlarda erkek-kadın, genç kız, hiçbir kitab oku­mamış piri-fani ihtiyarlar vardır.»

Cebrail:

  Şüphesiz ki Kur'an yedi harf üzerinde nazil oldu» dedi.

6 - İmam Ahmed, senediyle, Ebi Kays'ten, o da efendisi Amr ibn As'tan rivayet etmiştir.

Bir kişi Kur'an'dan bir âyet okudu. Amr ona: «O âyet şöyle şöyle­dir» dedi. Ve bunu Resûlüllah'a söyledi. Cenabı Peygamber:

«Şüphesiz ki, bu Kur'an yedi harf üzerinde nazil olmuştur. Hangi harfle okursanız isabet etmiş olursunuz. Mücadele etmeyiniz» buyurdu.

7- El Hakim ve İbnu-Hibban senetleriyle, İbni Mes'ud'dan riva­yet ettiler. Resûlüllah bana «Ha mim» sûrelerinden birisini okuttu. Ca­miye gittiğimde, bir kişiye «oku» dedim. Baktım ki o, başka harflerle okuyor. O harfleri ben okumamıştım.    «Bana Resûlüllah bu harfleri okuttu» deyince beraberce Resûlüllah'a gittik ve durumu söyledik. Re-sûlüllah'ın mübarek yüzü morardı ve buyurdu:

  «Sizden önceki ümmetleri helak eden ihtilâfa düşmektir.» Sonra Resulü Ekrem, Hz. Ali'ye gizli birşey söyledi.  Hz. Ali de:

«Resûlüllah size emrediyor ki, herbiriniz Öğrendiği şekilde okusun» dedi. Böylece, huzurdan çıktık. Her birimiz arkadaşının okumadığı harfleri okuyordu.

8 -  Buhari, Abdullah bin Mes'ud'dan rivayet etti.

«Ashabdan birisinin bir âyeti okuduğunu işittim ki Resûlüllah onun hilâfına okuyordu. Onun elinden tuttum Resûlüllah'a götürdüm. Buyurdu:

  İkiniz de iyi okuyorsunuz. Oku.

Bu hadisin ravilerinden birisi olan Şü'be: «En büyük bilgim Resûlüllah'ın:

  Şüphesiz ki sizden öncekiler ihtilâfa   düştüler, helak   oldular dediğidir» dedi.

9 -   Et Taberi ve et Teberani, Zeyd bin Erkam'dan rivayet ettiler: Bir kişi Resûlüllah'a geldi:

  İbni Mes'ud bana bir sûre okuttu. Aynı sûreyi Sabit oğlu Zeyd de bana okuttu. Aynı sûreyi Ubeyy bin Kâab'da okuttu. Hepsinin oku­ması değişikti. Hangisinin okumasıyla okuyayım» diye sorunca Resulü Ekrem sükût etti. Hz. Ali onun yanındaydı. Hz. Ali:

  Sizden her biriniz öğrendiği gibi okusun.    Hepsi güzel ve iyi­dir,» buyurdu.

Tabii Hz. Ali'nin sözleri Resûlüllah'ın huzurunda söylendiği için hadis oluyor.

  Şüphesiz ki, bu Kur'an yedi harf üzerinde nazil olmuştur. Binaenaleyh (o yedi harfle) okuyunuz! Herhangi bir günah yoktur. Fa­kat rahmetin anmasını azabla sonuçlandırmayınız, azabın da anma­sını rahmetle sonuçlandırmayınız.»

Bu hadisi şeriflere bakan kimse, bunlardan bariz birçok deliller çıkarabilir. O deliller, hidayetin nişanları, nur'un kaynakları olurlar İnsanı hak ve sevaba irşad eder. Yedi harfin manasını doğru bir şe­kilde insana öğretir. Ve bu hadislerden insan birtakım mizanlar edi­nebilir ki bu ihtilâftan meydana gelen her şeyi bu mizanla tartar ve doğruyu bulur. Birinci delil; Kur'an'm yedi harf üzerinde nazil olma­sının hikmeti, müslüman ümmete kolaylık olsun diyedir. Hele bilfiil Kur'an'a muhatab olan, okuma ve yazmaktan mahrum bulunan o günkü arab milleti daha da bu kolaylığa muhtaçtılar, çünkü arap-lar birçok kabile idi. Onların arasında lehçe ihtilâfları, ses çıkarma ih­tilâfları ve edâ ihtilâfları vardı. Bazı kelimeleri bazı manalarda şöh­ret bulmuştu. Başka yerlerde aynı şöhrete sahib olmamak meseleleri vardı. Buna rağmen hepsini Araplık ve genel dilleri biraraya getirirdi. Eğer herkes aynı tarzda Kur'an okumaya mecbur edilseydi, bunlara gayet zor gelirdi. Bunun için Cenabı Peygamber: «Benim için ümme­time kolaylaştır» diye Allah'a yalvarıp talebde bulunuyordu. Bunun için Cenabı Peygamber (S.A.V.) «Ben Allah'ın affını ve mağfiretini ta-leb ediyorum. Şüphesiz ki ümmetim buna güç yetiremez» diyordu.

Bunun için Cenabı Peygamber, Cebrail'e rastladığı zaman: — Ey Cebrail! Ben ümmi bjr ümmete gönderildim. Onların için­de erkek, kadın, genç kız hiç bir kitabı   okumamış   piri-fani ihtiyar vardır)} dedi.

İkinci delil: Resûlüllah'm «Daha fazlasını istiyorum ki, ümmetime kolay gelsin» diye istekleri altı defa tekrar etmesidir. Bu da vahyin emini Cebrail'in Resûlüllah'a okuduğu ilk harfin gayrisiydi. Böylece tam yedi harf oluyor. Bu durum îbni Abbas'ın hadisinden anlaşılıyor: «Cebrail (A.S.) bana bir harf üzerine okuttu. Ben ona müracaat ettim. Ben fazlasını istedikçe, o da fazlalaş tirdi. Ta ki yedi harfe vasıl oldu.»

Ebu Bekre'nin hadisinde Resulü Ekremin (S.A.V.):

«Ben Mikâü'e baktım. Sükût etti. Anladım ki sayı yedide bitmiş­tir.» buyurduğu rivayet edildi.

Üçüncü delil: Bu harflerden birisiyle okuyan bir kimse doğruyu bulmuştur. Nitekim Resûlüllah'm «Hangi harf üzerinde okurlarsa, isa­bet etmişlerdir» hadisi, kıraatta ihtilâf edenlerin her birisine: «Doğru okudun» buyurması ve kendisine gelne iki kişiye «ikiniz de iyi oku­muşsunuz» diye takdir etmesi ve Amr ibn As'tan gelen hadiste: «Han­gi harfle okursanız isabet etmişsiniz» demesi buna delâlet eder.

Dördüncü delil: Kıraatlarm hepsi muhtelif olmalarına rağmen Al­lah'ın kelâmıdır. Beşerin onlarda herhangi bir müdahelesi yoktur. Hepsi Allah'ın katından nazil olmuştur. Resûlüllah'tan öğrenilmiştir. Buna geçmiş hadisler delâlet ederler. Hadisler, sahabelerin kıraatla-nnda Resûlüllah'a başvurduklarını da ispat eder. Hep kıraatlannı Re­sûlüllah'tan alıyorlardı. Ve Resûlüllah ta: «işte böylece nazil olmuş­tur» buyuruyordu.

Beşinci delil: O yedi harften herhangi birisiyle okuyan bir kimse­yi menetmek caiz değildir. Resûlüllah'ın «sakın o hususta mücadele etmeyiniz, çünküb u husustaki mücadele küfürdür» hadisi buna delâ­let eder. Bir de Resûlüllah'm Hz. Ömer'e, Ubeyy'de, İbni Mes'ud'a ve Amr ibni As'a itiraz ettikleri kimseler hususunda uymaması da buna delâlet eder. Ve Resûlüllah'ın Ubey'in göğsüne vurup ona ağır gelen meselede «şu ihtilâfı kabul et» demesi de buna delâlet eder.

Altıncı delil: Eshab-ı Kiram, Kur'an'i müdafaa etmek hususunda var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Kur'an'ı muhafaza etmekte en büyük kahramanlıkları gösteriyorlardı. Kur'an'da herhangi bir olay başgös-terirse uyanıktılar. İster Kur'an'ı eda etmek hususunda, ister lehçele­rin ihtilâfı hususunda olsun, uyanıktılar. Bütün himmetleriyle Kur'-an'dan herhangi bir şüpheyi defetmeye hazırdılar. Hz. Ömer'in, arka­daşı Hişam bin Hakim'in boynuna kendi cübbesini veya Hişam'ın cüb-besini dolayıp Resûlüllah'a çekmesi de buna delâlet eder. Halbuki Hi­şam doğru söylüyordu. Ve Hz. Ömer'e «Resûlüllah bana bunu okuttu.» demek suretiyle de yakasını kurtarmaya çalıştı. Fakat Hz. Ömer ikna olmadı ve onu Resûlüllah'a mahkemeye götürdü. Resûlüllah, Hişam'ın doğru olduğuna hükümv erinceye kadar Ömer yakasını bırakmadı. [24]

 

Kur'an'ın Yedi Harf Üzerine İnmesinin Manası

 

«harf» kelimesi, birçok manaya geliyor. Kamus sahibi bu mana­ları şöyle izah ediyor: «harf, her şeyin kenarı, ucu ve keskinliği, harf, dağın duruğu, Hece harflerinden herhangi biri, harf, karnı çekilmiş veya zaif veya büyük deve, harf, suyun aktığı yatağ, Se­lim memleketinde siyah tepeler manasına gelir. «Halkdan bazı kimse­ler vardır ki, Allah'a bir harf üzerinde kulluk yapar.» (El-Hacc: 11). Yani tek yönlü kulluk yapar. Genişlikte yapar. Fakat darlıkta kulluk yapmaz. Veya şüpheli kulluk yapar. Tam inanmamıştır. O halde Kur'-an'ın yedi HARF üzerinde inmesi, Arab lugâtlarmdan yedi lugât üze­rinde inmesi demektir. Manası «Bir harfde yedi lügat vardır demek değildir.» Evet, tek harf, yedi, on ve daha fazla vecihler üzerinde gel­miştir. Fakat Hadîsin manası «Bu yedi lügat Kur'an'm tamamında serpilmiştir» demektir. Manası, «Kur'an'da bulunan her kelime yedi vecih üzerinde okunur» demek değildir. Ancak manası, Allah, Kâri (okuyucu) ya genişlik getirmiştir. Kur'an'a serpilmiş bu yedi lûgattan hangisiyle okursa olur. Fakat bu lûgatlar da yediyi geçmezler.»

kıraatlar (okuyuşlar) ne kadar olursa olsun onların tek keli­mede kaç yolu bulunursa bulunsun bu yedi vechi aşamazlar. Meselâ: «malikiyevmiddin» kelimesi yedi veya on tarzda okunmuştur. «abedet-ta gute» yirmi iki tarzda okunmuştur. Fakat bütün bun­lar yedi harfin hududları dahilindedir. Acaba bu yedi HARF nedir? Bunun tefsirinde bir çok değişik mezhebler ortaya çıkmıştır. Onlar­dan biri yukarıda Kamustan naklettiğimiz gibi yedi lügattir der. İkinci tefsir, imam Ebul-Fâdıl Er-Razînin «El-Levâih» adlı kitabında belirttiği ve savunduğu tefsirdir: «Kelâm, ihtilâf da yedi harfin hudu­dunu aşamaz:

1)  Müfred (Tekil), Tasniye (ikil), Cem' (çoğul), Tezkîr (erkek) ve Tenis (dişi)likte isimlerin ihtilâfıdır.

2) Bunun misali El-Mü'minun sûresinin sekizinci  âyetindeki, «emanet» kelimesidir. Çoğul olarak okunduğu gibi,   tekil olarak «emanet» diye de okunmuştur.

3) Fiilin mazi (geçmiş), muzarî, (gelecek) ve emir tarzındakiihtilâfıdır. Buna örnek «Es-Sebe» sûresinin ondokuzuncu âyetindeki, «baîd» kelimesi emir olarak okunduğu gibi «beaade» diye mazi olarak da okunmuştur.

3) îrab vecihlerinin ihtilâfıdır. Bunun misali: El-Bakara sûresi­nin ikiyüz seksen ikinci âyetindeki, «+kelimesi Fethe ile okunduğu gibi «yudarru» diye zamme    (ötre) ile de okunmuştur. Birinci kıraatta «L» nehyi harfi,    ikincisinde nefiyi    (olumsuzluk) harfidir. Bir de «El-Buruc» sûresi onbeşinci âyetindeki «el-mecidu» kelimesi ötre ile okunmuş «zû» mn sıfatı, «el-mecidi» diye esre ile okunmuş «El-Arşi»nin sıfatı olmuştur.

4)  Naks (ek siltme) ve Ziyade (artırma) ile olan ihtilâfdır. Mi­sal:  «Elleyl» sûresinin üçüncü âyetinde    «vemâ halekez-zekere vel-ünsâ»  (Yemin olsun erkek ile dişiyi yaratana)    okunduğu gibi (yaratan) manasında olan «haleke» fiili düşürülüp «vez-zekeri vel-ünsa» (Yemin olsun erkek ve dişiye) diye de okunmuştur.

5) Takdim ve tehir ile olan ihtilâfdır. Bunun Örneği «kaf» sû­resinin ondokuzuncu âyetidir. Burada: (tve caet sekretul-mevti bîl hakki»  (Bir de Ölüm sarhoşluğu [can çekişme] gerçek olarak gelmiştir.) okunduğu gibi «VE cae sekretul-hakkı bîl-mevtî» (Bir de Hak sarhoşluğu ölüm ile gelmiştir) diye de okunmuştur.

6)  İbdal (değiştirme) ile olan ihtilâfdır. Bunun misali: «El-Ba­kara» sûresinin ikiyüz elli dokuzuncu   âyetindeki «nünşizühâ» ke­limesidir. Bu kelime «nün şîrühâ» diye de okunmuştur. Yani «ze» harfi «RE» harfi Ue değiştirilmiştir.

7) Lehçeler İhtilâfıdır. Fethe (üstün), İmale (Med elifini, Med ya­sma meyülendirerek okumak) Tarkiyk    (inceltmek), Tefhiym (ka­lınlaştırmak), izhar (belirtmek) ve İdğam (iki harfi birbirine geçirif şeddeli okumak) gibi ihtilâfdır. Örneği «Taha»  sûresi âyet dokuzda «etâ» kelimesiyle «musa» kelimesi Fethe (üstün) ile okunduğu gi bi imale ile de okunmuştu.

Bu vecihde isim ile fiil arasında fark yoktur. Harf da onlar gibi dir. Meselâ: Kurân'da ((belâ» kelimesi hem fethe hem de imale üt okunmaktadır.

«Kur'an yedi harf üzerinde indi» hadisinin en güzel tefsiri imam Razî'nin bahsi geçen tefsiridir. Bu tefsiri büyük âlimlerden bir çok kimse ihtiyar etmiştir. İbnu-Küteybe'nin, İbnui-Cezerî'nin, Kadı İb-nu-Tayyib'in görüşleri de buna yakındır. Hatta İbnu-Hacer; Er-Razî'-nin tefsiri İbnu-Küteybe'nin törpilenmiş mezhebidir. Yani Razî onun mezhebini daha net bir hale getirerek takdim etmiştir, dedi.

Îbnul-Cezerî kıraatların sahihini, şazını, zailini ve münkerini araştırdım, gördüm ki, ihtilâf ancak yedi veçhe dönüşür durur dedi ve şunları kaydetti:

1) Mana ve surette olmaksızın sadece harekelerde ihtilâf,

2) Veya sadece manada değişikliktir. «El-Bakara» sûresi âyet otuzyedide «Ademu» ve «kelîmatin» okunduğu gibi  «Ademe» ve «Kelimatun» diye de okunmuş sadece manâ değişmiştir.

3)  Suretin değil, manânın değişmesiyle harfler de ihtilâf «tet-luve» ve «tebluve» de olduğu gibi.

4) Manâ değil, suretin değişmesiyle harflerde ihtilâf    «basta-tenö ile «besteten» yani «Sad» harfiyle yazılan ile «sin» harfiyle yazılan kelimelerin ihtilâfı gibi...

5) Hem suretin hem de manânın bozulmasıyle harfler de ihtilâf-dır. Örnek: El-Cuma' sûresinde «fesâv» ile «femdü» kelimeleridir.

6) Veya takdim ve tahirde olur. Misal  «feyaktulüne» ve yuktalüne» (Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürü­len... Et-Tevbe: 111). Birinci Fiil'malûm (etken) olmakla beraber Mu-zariaat harfi olan baştaki «Y» da Fethe (üstün)  ile okunmuştur. İkinci fiil Mechûl (edilgen) olmakla beraber baştaki «YA» ötre ile okunmuştur.

7) Veya ziyade ve noksanlık ile olan harflerin ihtilâfıdır. Misal olarak «El-Bakara» sûresinin yüz otuz ikinci   âyetinde    «vassa» ile «evsa» kelimeleri verilebilir.

Bunlar, yedi lehçedir ihtilâf bunları aşamaz. Ancak hudutları da­hilinde cereyan eder. İbnul-Cezerî'nin kelâmı burada son buldu.

Kadı İbnu-Tayyib'in de burada tefsiri vardır. Fakat kısa kesmek ve bu meseleyi «Kur'an ilimleri» adlı kitabımızda uzun uzun bahsetti­ğimizden bu kadarla kifayet edelim. İbnu-Cerir et-Taberî ve ekolu; «Hz. Osman'ın Mushaflarında an­cak bu yedi harfden birisi vardır. Bu yedi harf Resûlüllah'ın zamanın­da Hz. Ebu-Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın da zamanının başlangı­cında vardı. Sonra Hz. Osman'ın başkanlığında toplanan ümmet, müs-lümanlarm birliğini sağlamak için o yediden bir tek harfle iktifa edip diğerlerini bırakmak kararını aldı. Ümmetin üzerinde icma ettiği o harfle Hz. Osman Mushafları yazdırdı» dediler. Fakat İbni-Cerir'in bu görüşünü «Menahilal-îrfan» sahibi çürütmektedir [25]

Bazıları; yedi harfden maksad, yedi kıraattir, dedi. Başka birisi; yedi harfden murad, yedi vecihdir. Bu vecihler, tilavetteki idğam, iz­har, tefhiym, terkiyk, imale, işba' medd, kasr, taşdid, tahfif ve telyine raci'dir dedi.

Bazıları; yedi harfden kasdolunan, tek kelime ve tek mânâda ca­ri olan değişik lafızlardır veya arab lüğatlarmdan yedi lügattir dedi. Meselâ: «Helumme» «Akbil» «Taale» «Accil» «Esri'» «Kasdî» «Nahvî» kelimeleri bir tek mânâda kullanmıştır «yönel» «gel» «yüzünü çevir». Bu görüş, fâkihlerin cumhurunun ve hadîsçilerin çoğunun görüşüdür. Sufyan, İbnu-Vehb, İbnu-Cerir ve Tahavî gibi zatlann görüşüdür.

Bazıları da Kur'an'ın yedi harf üzerinde inmesi demek, Kureyş, Hüzel, Sakiyf, Havazın, Kmane, Tamiym ve El-Yemen kabilelerinin lügatlan üzerinde inmesi demektir. Bunlardan dışarı çıkmaz. Zira Arablann en fasih lügatleri bu yedi lügattir dedi.

Âlimlerin çoğu bu görüşü paylaştığı için bazıları bunu en sıhhat­li görüş kabul etmiştir. «El-Bayhakî» tashih buyurmuştur «el-Abherî» ihtiyar etmiştir. Başda geçtiği gibi Kamus-sahibi de beğenmiştir.

Bazıları da «Yedi harfden maksad; Kur'an'da bulunan yedi sınıf-dır» dedikten sonra bu sınıfların tayininde ihtilâfa düştüler. Kırka ya­kın fikir beyan edildi. Onlar da haklıdır, zira Kur'an'ı Kerim sonu gel­mez bir ilâhî denizdir.

1) Bu sınıflar: Emir, Nehyi, Helâl, Haram, Muhkem, Müteşabih ve Misallerdir.

2) Vad, Vaid, Helâl, Haram, Vaizler, Darbu Mesailer ve Hüccet­lerdir.

3)  Muhkem, Müteşabih, Nasih, Mensuh, Husus, Umum ve Kıssa­lardır.

4) Umumu kasdedilen amm lafız, hususu kasdedilen has lafız, hususu kasdedilen Amm lafız, umumu kasdedilen has lafız, indirilme­si tevil edilmesine ihtiyaç bırakmayan lafız, âlimlerden başkası hük­münü bilmediği lafız ve ilimde rüsûh kesbetmişlerden başkası mânâ­sım bilmediği lafızdır.

5) Rububiyet (Rablık) in belirtilmesi, Vahdaniyetin isbatı, Ülû-hiyetin tazimi, Allah için kulluk    yapmak,    Allah'a şirk koşmaktan uzaklaşmak, sevaba teşvik etmek, ve ikabdan korkutmaktır.

6) Mutlak, Mukayyed, Amm, Hass, Nass, Müevvel, Nâsih, Men­suh, İstisna ve kısımlardır.

7) Hazıf, Sıla, Takdim, Te'hir, îstiâre, Tekrar, Kinaye, Hakikat, Mecaz, Mücmel, Müfesser, Zahir ve Gariptir.

Evet bunları ve daha zikretmekten kaçındığımız nice fikirler bu sahada söylenilmiştir. Tafsilâtını istiyen kardeşlerimiz «Kür'an İlim­leri» adlı eserimize müracaat etsin. Tevfık Allah'dandır.

Yalnız burada İmam Celâleddin Abdurrahman Es-Suyutî'nin bir kelâmını nakletmeden geçmiyeceğim:

«Bu vecihlerin çoğu birbirinin içindedir. Fakat istinad ettikleri delili bilemiyorum. Kimden naklettiklerini anlamıyorum. Neden her biri, o, yedi harfi yapmış olduğu tefsire tahsis etmiştir? Halbuki hep­sinin söylediği Kur'an'da vardır? O halde tahsisin mânâsını çözemiyo­rum!. Bu görüşlerde bazı şeyler ileri sürülüyor ki, mânâlarını ger­çekten bilemiyorum. Bu görüşlerin çoğu üstelik Hz. Ömer'in, Hişarn b. Hakiymin şahindeki, hadisine aykırıdır. Zira bahsi geçen iki büyük sahabide ne hadîsin tefsirinde ne de hükümlerinde ihtilâf etmediler. Onlar ancak harflerin kıraatinde ihtilâf ettiler. Avamdan bir çok kim­se, o yedi harfden murad, o meşhur yedi kıraattir zannına kapıldı. Fa­kat bu zann çirkin bir cehalettir.» [26]

 

Hz. Osman'ın Zamanında Kur'an'ın Derlenmesi

 

Müslümanlar çeşitli memleketlere dağılmışlardı. Kur'an yeniden okunmayı gerektiren bir hadise olmuştu. Müslümanlraın, Resûlüllah'ın ve vahyin zamanından uzaklaşmaları bahis konusuydu. İslâm memle­ketlerinin her yöresinin inşam, araîannda meşhur olan sahabinin oku­ma tarzına uyardı. Meselâ: Şamlı'lar Ubey bin Kâab'm okuyuş stiliyle, Kûfe'Iiler Abdullah bin Mes'ud'un kıraatıyla, başkaları da Ebu Mus'el Eş'ari'nin okuyuş biçimiyle okuyorlardı. Bu kıraatlar arasında eda ve kıraat vecihleri yönünden İhtilâflar vardı. Bu ihtilâf nizaa yol açmıştı. Bu ihtilâf, tıpkı Kur'an'ın yedi harf üzerinde nazil olduğunu bilmez­den önce ashabı kiramın arasındaki ihtilâfa benziyordu. Belki daha şiddetliydi. Çünkü bunlar peygamberlik halinden uzak oldukları gibi Resûlüllah da aralarında yoktu ki onun hükmüyle sakinleşsinler. Hep­si onun reyine tâbi olsunlar. Hastalık gittikçe kanserleşmeye yüz tut­tu. Hatta müslümanlardan biri diğerlerini tekfir etmeye başladılar. Yeryüzünde fitne ve fesadın yayılması yaklaşmıştı. Eğer bu tuğyan durdurulmazsa onun ateşi bütün İslâm memleketlerini sarabilirdi. Hi­caz ve Medine de bu ateşten kurtulamazdı. Küçük ve büyük hepsi ya­nıp gidecekti. İbni Ebu Davud «El Mesalih»de Ebu Kilabe yoluyla şu hadisi rivayet ediyor:

«Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında, bir muallim, ashabdan bi­risinin; diğer bir muallim de Daşka birisinin okuyuşunu öğretiyor­du. Bu iki hocadan ders alan iki öğrenci bir araya geldiğinde, ihti­lâfa düşerlerdi. Bu ihtilâf, o iki öğretmene arzediliyordu. Her birisi haklı olduğunu savunuyordu. Böylece biri diğerini tekfir edecek dere­ceye varmıştı cidal... Bu durum Hz. Osman'ın kulağına geldi. Hz. Os­man okuduğu hutbede şunları söyledi:

«Siz benim yanımda ihtilâfa düşüyorsunuz. Acaba benden uzak olan memleketler daha fazla ihtilâfa düşmez mi?»

Osman (R.A.) doğru söylemişti. Uzak memleketlerdeki ihtilâf da­ha da şiddetli, Medine ve Hicaz'daki ihtilâflardan daha korkunçtu. O memleketlerin kıraatlerinde ihtilâfları dinleyenler bir araya geldikle­rinde hayret ederlerdi. Bu hayrette İnkâra kadar giderlerdi. Bu hayret onları şüpheye ve birbirlerinin sakalına yapışıp kavga etmeye kadar sürüklemişti. Şüphe uyanmıştı, başlan ve kelleleri koparmaya çalışır­dı, müslümanları kitablarında ihtilâfa düşen Yahudi ve Hristiyanların düştükleri bir derekeye düşürmeye sürükler dururdu. Bununla bera­ber o memlekette yaşayanlar Kur'an'ın üzerinde nazil olduğu yedi leh­çeyi bilmiyorlardı. Ve bilmeleri de mümkün değildi. İşte bu sebeb ve hadislerden dolayı, Hz. Osman keskin reyi ve doğru görüşüyle bu deli­ğin fazla büyümemesine çalıştı, onu yamamaya gayret etti. Bu hasta­lığı temelinde kazıyıp yoketmeye yöneldi. Ve bu cidal maddesini ta­mamen söküp attı. Mushafları yazıp o memleketlere göndermeye ka­rar verdi. Mushaflar yazıldıktan sonra bütün insanlara bunların hari­cinde bulunan sahifeleri yakmaya ve bu ana mushaftan başka hiçbir sahifeye güvenmemeye emretme karan aldılar. Ancak böylece yara tedavi edilebilirdi. Hz. Osman'ın o mushaflan, bu ihtilâf karanlığında hidayet nurları saçan bir özellik belirtir. Hz. Osman sahabelerle bera­ber almış olduğu bu hikmetli karan infaza çalıştı. Hicri tarih 24 ü gös­teriyordu. 25. senenin başlangıcıydı. Sahabelerin hayırlılarından ve güvenilir hafızlardan olan dört kişiye bu işi havale etti. Komisyon üyeleri Zeyd bin Sabit, Abdullah bin Zübeyr, Said bin As ve Abdur-rahman bin Haris bin Hişam'dı. Bunlann üçü Kureyş'ten, Zeyd ise «ensar»dandı. Hz. Osman, müminlerin annesi Hz. Hafsa'ya haber gön­dererek, «yanındaki mushaf sahibelerini kendisine göndermesini» iste­di. Bu dörtlü komisyon başladı yazmaya... Bazı rivayetlerde komisyona on iki kişinin seçildiğinden bahsedilir. Sahabilere danışmadan hiçbir şey yazmazlardı. Ve böylece sahabeler, bugün Mushaflarda gördüğümü­zün, Resûlüllah'ın okumuş olduğuna şehadet etmeden yazmazlardı. Ancak Kur'an olduğunu bildikleri ve Resulü Ekrem'in Cebrail'in ya­nında son senedo iki defa tekrarladığında mevcut olduğunu bildikleri âyetleri yazarlardı.

İslâm memleketlerinin çokluğu dolayısıyla Hz. Osman bu mus-haflardan birkaç tane yazdırdı. İsbat, Hazıf, Tebdil ve başka noktalar­da mutafavit olarak yazıldı. Çünkü Hz. Osman yedi harf üzerinde kap­sayıcı olmasını istiyordu. Bu mushaflar noktalar ve şekillerden hali bı­rakılmıştı. Ta ki bu ihtimal yerine gelsin. Meselâ bazı kelimeler nok­talardan şekillerden tecerrüd ederse, birçok vecihle okunabilir.    «Tebeyyenu» kelimesi noktasız ve şekilsiz olursa «tesebbetu» okunabilir. «Nunşiru» kelimesi «Nunşizu» okunabilir. Tabii Kur'an harfleriyle ya­zıldığı takdirde böyledir). Ve böylece ana mushafta kırat olarak yedi harf rivayet edildi. Kureyşten olan kâtiblere «siz Zeyd ile herhangi bir kelimede ihtilâf ettiğinizde onu Kureyş'in lisaniyle yazınız, çünkü Kur'an onların lisaniyle nazil olmuştur» emrini verdi. Onlar da böyle yaptılar. Sahifeler mushaflara yazıldıktan sonra Hz. Osman bu sahife-leri Hz. Hafsa'ya gönderdi. Her memlekete yazılan mushaflardan bir ta­nesi gönderildi. Bunlann haricinde kalan diğer parçalann hepsinin ya­kılmasını emretti. Bu hususta Buhari, «İbnu Şihabatan gelen bir se-nedle «Sahih»inde şöyle rivayet ediyor:

«Enes bin Malik bana söyledi:

Huzeyfe bin Yeman Hz. Osman'ın yanma geldi. Hz. Huzeyfe, Er­menistan ve Azerbaycan savaşlarında hem Şam'lılarla, hem de Irak'-lılarla arkadaşlık etmişti. Bunlann Kur'an'Ia ilgili ihtilâflannı Hz. Os­man'a korkunç bfr şekilde anlattı. Huzeyfe, Osman'a şöyle dedi:

— Ey müminlerin emîri! Yahudi ve hristiyanlann ihtilâfı gibi ki-tabda ihtilâfa düşmezden önce bu ümmete yetiş!

Böylece Osman (R.A.) Hz. Hafsa'ya haber gönderdi. «Bana sahif ele­ri gönder ki mushaflara yazayım;   sonra sahif eleri sana iade   ederiz.»

Hafsa Validemiz Hz. Osman'a sahifeleri gönderdi. Hz. Osman, Sabit oğ­lu Zeyd, Abdullah bin Zubeyr, Said bin As, Abdurrahman bin Haris bin Hişam'a emretti. Bu sahif eleri mushaf lara yazdılar. Osman, Kureyş'ten olan üç kişiye «siz ve Sabit oğlu Zeyd, Kur'an'm bir şeyinde ihtilâfa düştüğünüzde onu Kureyş'in lisaniyle yazınız, çünkü Kur'an ancak bu lisanla inmiştir» demiştir. Onlar da öyle yaptılar. Sahifeleri mushafla­ra geçirdikten sonra Hz. Osman onları Hafsa'ya iade etti. Her menle-kete yazılanlardan bir nüsha gönderdi. Bunların dışında kalan Kur'an parçalanm, isterse hepsi mushaflarda yazılmış olsun, isterse sahife-lerde yazılı bulunsun, yakılmasını emretti. Bunu, bir taraftan ihtilâfa düşme tehlikesinin kökünü kazımak için öbür taraftan da Allah'ın ki­tabı konusunda bütün müslümanları bir noktada toplamak için ve başka nüshalarda mevcud olmayan diğer özelliklerle donatılmış o mushaflara yapışmalan için yaptı.

ıdu. Allah kaviy ve galib'tir. (El Ahzab: 25).

Allah Osman'dan razı olsun. O bu güzel ameliyle Allah'ı razı etti. ur'anı korudu, ümmetin kelimesini birleştirdi. Fitnenin kapısını ka-ıttı. Ve müslümanlar halâ da onun o güzel çalışmasının meyvesini yorlar. O, Kur'an'ları ve sahifeleri yaktı diye kınanamaz. Çünkü onun Başka sahifeler ve mushaflarda mevcud olmayan ve Hz. Osman'ın mushafında mevcud olan Özellikler şunlardır:

1- Hz. Osman'ın mushaflarına ancak «tevatür»    yoluyle sabit alan âyetler yazılmıştır. Rivayeti AHAD ije gelen cümleler ve tâbirler yazılmamıştır.

2 -Tilâveti (okuyuşu) neshedilen âyetler yazılmamıştır.

Çünkü Cebrail'in kontrolunda   Resûlüllah'ın en son okuyuşunda bunlar yer almamıştır.

3- Sûreler ve âyetlerin şu anda   biliner. şekilde   tertib edilmesi rardır. Ama Hz. Ebu Bekir'in sahifelerinde bu yoktu. Âyetleri müreteptir, fakat sûreleri değildir.

4- Değişik kıraatıe:  ve Kur'an'ın    üzerinde inmiş olduğu yedi iarfi derliyen tarzda yazılmıştır.   Çünkü noktalar, şekiller   yazılma-nıştı. Tek- resim kaldırmadığında kıraat vecihleri mushaflar üzerinde •evzi edilmişti.

5- Kur'an olmayan her şeyden tecrid edilmişti. Sahabelerin ma-talann şerhi olsun diye mushaflann başlıklarında yazdıkları bazı ya­llar vardı. Nasih-mensuh'un beyanları vardı.   Bunlar hafzedilmiştir. lahabeler Hz. Osman'ın emrini tuttular. Mushaflanm yaktılar. Hepsi [z. Osman'ın mushafı üzerinde birleştiler.   Ümmetin bunlar üzerinde ;ma etmesi ve kelimenin bir olması sağlandı.  Hatta Abdullah bin les'ud evvelâ Hz. Osman'ın mushaflarını kabul etmedi.Mushafım akmadı. Bilâhere cemaatin toplantısına dönüş yaptı ve bu mushafla-m meziyetlerini gördükten sonra kendisininkini yaktı. Böylece şikak e nifakın mikropları tamamen öldürüldü. İbni Mes'ud'un, Ubey bin &b'ın, Hz. Aişe'nin, Hz. Ali'nin, Ebu Huzeyfe'nin    mevlâsı Salim'in ıushaflan tamamen ortadan kalktı. Ya su ile yıkandı veya ateşte ya-tldı.   «Cenabı Hak müminleri aralarında savaşmak tehlikesinden ko buradaki hedefi doğru idi. O, sahabilere danışmadan önce bunu yap­madı. Hepsinin muvafakatim aldı. Yardımlarını elde etti. Teyidlerini, teşekkürlerini aldıktan sonra bunu yaptı.

Ebu Bekir el Ensarî, Suhey bin Gafele'den rivayet ediyor:

  Hz. Ali'den dinledim, diyordu:

  Ey nas! Allah'tan korkunuz.    Sakın Osman'ın aleyhine çalış­maktan uzaklasınız. «O, mushaflan yakandır» sözündne hazer ediniz. Allah'a yemin ederim, o, Resûlüllah'ın ashabi'ndan bir cemaatinin re­yini almadan bunu yapmadı (danıştı öylece yaptı)».

Amr ibn Said diyor:

Hz. Ali «Eğer Osman'ın zamanında idareci ben olsaydım mushaf­lar hakkında Osman'ın yaptığını aynen yapardım» diyor.

Bu konuda Hz. Osman'a birçok tân tevcih edilmiştir. Onlardan birisini ele alıp cevabını verelim:

Rafızi ifratçılanndan bazıları, «Hz. Osman, ondan evvel Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Kur'an'ı tahrif edip, âyet ve sûrelerinin çoğunu is-kat ettiler» diye iddia ederler. Ve bu ifratçılar hocaları Hişam bin Sa-lim'den, Ebu Abdullah'tan rivayet ediyor ki, Cebrail'in Hz. Muham-med'e getirdiği Kur'an onyedi bin âyet idi. Yine Rafizilerden Muham-med bin Nasr, «El-Beyyîne» sûresinde Kureyş'ten yetmiş kişinin ve babalarının isimleri vardı diye iddia ediyor! Yine ifratçı Rafizilerden Muhammed bin Cehennem'el-Hilali hocası Ebi Abdullah'tan rivayet ediyor: «Bir ümmet diğer bir ümmetten daha ziyadedir...» (Nahl: 92). Lâfızları Allah'ın kelâmı değildir (!) Ve tahrif edilmiştir! Kur'an'mbu tâbirinin yerinde «Diğer imamlardan daha temiz imamlardır» tâbiri vardı. yani ümmet tâbiri yerinde eimmet [imamlar] tâbiri vardı diyor.

Ğulat-ı Şia'dan bazıları da «Kur'an'da bir s» re vardı, onun adı «El-Vüaye» sûresiydi ve tamamen iskat edildi diye iddia ederler. Ve yine «El Ahzab» sûresinin çoğu iskat edilmiştir. Çünkü o, «el En'am» sûresi kadardı. Ehl-i Beyt'in fazileti ile ilgili âyetleri oradan iskat et­tiler diye İddia ediyorlar. Gulat-ı şiarım fikrine göre, doğu ve batıda yaşayan müslümanlann, bugün ellerinde bulunan Kur'an, (Haşa) Tevrat ve încil'den daha muharreftir. Telifi onlardan daha zayıf, onlardan daha fazla batılları derleyen bir kitabtır. Allah bu ifratçı Rafızıları öl­dürsün. Ne zaman bunlar düşüneceklerdir. Batının yetiştirdiği «müs­teşrik» adlı İslâm düşmanları da ancak bu kadar Kur'an'a hücum edebilmişlerdir!

Bu Rafizilerin ithamları, evvelâ sened ve delilden mücerred itham­lardır. Ne senedi vardır, ne de delili. Esasında bunları zikretmemize ge­rek de yoktu. Eğer bazı mülhidler bu sözleri ağızlarına sakız yapma-saydılar. Ne zikreder, ne de cevab verirdik. Bu iddialarının batıl oldu­ğuna dair onların hiç bir delil bulamamaları yeter de artar. Fakat de­lil olmamasına rağmen bunların hamakat ve sefahatlan böyle söyle­melerini gerektirmiştir. «Allah kimi rezil ederse onu aziz edebilecek bir kimse bulunmaz. Allah dilediğini yapar.» (Hacc: 18) âyeti onlara gü­zel bir cevabtır.

İkinci delil:

Şia âlimleri de bu hurafelerden, bu ahmaklıklardan uzak dururlar. Yani bu iddialara sahib çıkmazlar. İsterseniz Şiâ imamlarından birisi olan Et Tibrisi'nin ve Şii kaynağı kabul edilen «Mecmaul Beyanında­ki söylediklerine kulak verelim:

«Kur'an'da ziyade yani fazlalık meselesine gelince.. Bunun batıl bir iddia olduğunda bütün bir ümmet icma' etmiştir. Kur'an'da nok­san yani eksiklik meselesine gelince.. Bu, bizim arkadaşlarımızdan ba­zıları ve Haşevi'lerin bir gurubundan rivayet edilmiştir. Fakat doğru ve sahih olanı bunun hilafıdır. Bunun böyle olmadığına «El Murteda» kail olmuş ve bu hususta son sözü söylemiştir.»

YineEt Tibrisi «Mecma ul Beyan»da diyor ki:

«Kur'an'daki ziyade iddiasına gelince.. O, kesinlikle batıldır. Nok­sanlık meselesi ise, bunun muhal olması daha şiddetlidir. Dava şöyle devam etti: Kur'an'ın nakledilmesinin sıhhatti oluşuyla ilgili ilim, memleketler, büyük hadiseler, büyük olaylar, meşhur kitablar ve ya­zılmış Arap şiiriyle ilgili ilim gibidir. Belki bu hususta daha fazla ina­yet gösterilmiştir. Bu nakil ve koruma hususunda daha fazla titizlik gösterilmiştir. Kur'an nakli öyle bir hududa varmıştır ki, başkası o hu­duda varamamıştır. Çünkü Kur'an, peygamberliğin mefharesi, şer'i ve dinî hükümlerin mehazıdır. Müslüman âlimleri onu hıfzetmek ve hi­maye etmekte en son dereceye kadar gitmişlerdir. Hattâ onun iğrabın-ran, kıtaatlarından, harflerinden, âyetlerinden ihtilâf edilen her nok­tayı bilmişlerdir. Nasıl onun değiştirilmiş veya eksik nakledilmiş olma­sı mümkün görülebilir? Halbuki onun hakkında yüzdeyüz doğru olan bir inayet ve yüzdeyüz isabet eden bir zapt u rapt vardır.»

Üçüncü delil:

Tevatür, ve ümmetin icmaı kaim olmuş ki, mushafın iki kapağı arasında bulunanlar, eksiksiz ve noksansız, ziyadesiz Allah'ın kitabı­dır ve burada tağyir ve tebdil yok. Tevatür ise ilim yollarından açık bir yoldur. îcma hakkın yollarından kuvvetli bir yoldur. «Acaba haktan sonra dalâletten başka ne olabilir?» (Yunus: 32).

Dördüncü delil:

Hz. Ali (R.A.) bizzat Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman'ın zamanında derlenen Kur'an hadisesini öğmüştür. Oysa bu ifratçılar Hz. Ali'ye yar­dım ettiklerini ve bu hezeyanları ile onun tarafını tuttuklarını iddia ediyorlardır. Umarım ki, Hz. Ali'nin şu sözünü unutmadınız:

«Ecir yönünden mushaflar hususunda en büyük insan Ebu Be­kir'dir. Allah'ın rahmeti Ebu Bekir'in üzerinde olsun. O kitabullah'ı ilk derleyendir.

Hz. Osman'ın derlemesi hakkında da şunları söyledi:

«Ey nas! Allah'tan korkunuz. Osman hakkında ifrata kaçmaktan sakınınız. «Osman mushafları yakandır» sözünden hazer ediniz. Al­lah'a yemin ederim, o, bizden yani Resûlüllah'ın ashabından bir ce­maatin reyini aldıktanso nra onları yaktırmıştır.»

Ve şu sözünü de unutmamışsmızdır:

«Eğer Osman'ın yerinde idareci ben olsaydım Osman'ın mushaflar için yaptıklarını aynen yapardım.»

İmam Ali bu sözleriyle bahis konusu olan müfritlerin dillerini kesmiş olmuyor mu? Onların hilelerini kendilerine çevirmiyor mu? On­lar acaba nereye gideceklerdir?

Beşinci delil:

Halifelik Hz. Ali'ye Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan sonra geçmiştir. Acaba bunlar Kur'an'da haşa fazlalık veya eksiklik et­miş olsalardı niçin Hz. Ali bunu haykırmıyordu? Niçin seleflerinin git­tiği yanlış yolu halk için tashih etmiyordu. Halbuki bu müfterilerin inancına göre Hz. Ali masum (yani günah işlemeyen) bir imamdır. Böyle bir şeyi bilip de ilân etmezse günah olmaz mı? Halbuki AH (R. A.) Kur'an hafızlarının başında gelen bir hafızdı. Allah'ın dinine ve İslama yardım etmek hususunda Allah'ın en şeci kullarından birisiydi. Ondan sonra oğlu Hz. Hasan'a hilâfet geçti. Altı ay halîfe oldu. Acaba niçin bu fırsatı değerlendirmedi de kitabullah'ın hakikatini ümmete ilân etmedi? Ey müslüman! Gulat-ı şia'mn bu iftiraları ancak deliller tarafından söylenebilir. Bu iftiraları ancak aklından şikâyeti olanlar tasdik edebilir. Allah imanımızı muhafaza eylesin. Ümmeti şerlerinden korusun.

Bununla beraber ashab-ı kiram tamamen adildir. Onların adaleti hususunda «Ehl-i sünnet ve'l cemaat» ihtilâf etmemiştir. Onların ada­letine ancak bid'atçılar ve zındıklar tanda bulunmuştur. Ebu Zer'a Er-Razi diyor ki:

«Bir kişinin ashab-ı kiram'ı nakzettiğini görürsen bil ki o zındık­tır. Çünkü Resul haktır, Kur'an'm getirdiği haktır. Onu bize getiren de sahabedir. Bu zındıklar evvelâ sahabeleri cerhetmek istiyorlar ki, ikin­ci mertebede Kur'an ve sünneti iptal edebilsinler. Buna dikkat etmek lâzımdır. İstersen sahabe hakkında Cenabı Hakkın şehadetini beraber­ce okuyalım:

«Muhammed Allah'ın peygamberidir. Onun beraberinde bulunan­lar (yani eshab-ı kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları rüku ve secde eder halde Allah'tan se-vab ve nza istediklerini görürsün. Secde eserinden nişanlan yüzlerin-dedir. İşte onların Tevrat'taki vasıflan budur. İncil'deki vasıflan da şu:

Onlar filizini çıkarmış bir ekine benzerler. Derken o filizi kuvvet­lenmiş de kalınlaşmış. Nihayet gövdeleri üzerinde doğrulup kalmış, ekicilerin hoşuna gidiyor. Bu teşhis kâfirleri öfkelendirmek içindir. On-

Iardan iman edip salih amel işleyenlere Allah katında bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.» (El-Fetih: 29).[27]

 

Kuranın Âyet Ve Sürelerinin Tertibi Ve Âyetin Bilinme Yolu

 

Kur'an âyetlerinin bilinme yolu ancak ŞARİ'in açıklamasından geçer. Sari' nerenin üzerinde durmuş, ne söylemişse onun üzerinde durmak lâzımdır. Bu konu kıyas ve rey ile bilinecek konu değildir. Sa­dece talim ve irşad yeridir. Çünkü âlimler «Elif», «Lâm», «Mim», «Sad'ı» bir âyet saymışlar, fakat «Elif», «Lam», «Mim», «Ra'»yi bir âyet saymamışlar. «Yasin»'i bir âyet saymışlar, fakat «Ta», «Sin»'i bir âyet saymamışlar. «Ha», «Mim», «Ayn», «Sin», «Kaf»'ı iki âyet say­mışlar. Onun benzeri olan «Kaf», «Ya», «Ayn», «Sad»'ı iki âyet say­mamışlar, bir âyet saymışlardır. Eğer kıyasa bakılsaydı benzerlerin hükmü bir olmalıydı ve ihtilaflı gelmemeliydi. Madem ki mesele tevki­fidir bu ihtilâf sana herhangi bir şüphe getirmesin. Çünkü herkes kendisine tebliğ edilen veya bildirilenin nezdinde durmuştur. Bir tek kelimeyi, nasıl bir âyet saymışlardır, dememelisin. Çünkü şârii öyle saymıştır. Nitekim «Errahman» sûresinin başındaki «Errahman» keli­mesi bir âyet, yine aynı sûredeki «mudhametan» kelimesi bir âyet sa­yılmıştır. Buhari, Ebu Davud ve Nesei, Ebu Said bin El Mualla'dan ri­vayet ettiler:

«Mescidde namaz kılıyordum. Resûlüllah beni çağırdı. İcabet et­medim. Sonra kendisine gelerek:

  Ey Allah'ın Resulü! Ben namaz kılıyordum!» dedim.

Cenabı Peygamber:

  Allah dememiş mi «Ey iman edenler! Sizi çağırdıkları zaman Allah ve Resûlü'ne icabet ediniz.»  (El-Enfal: 24).

Sonra Resûlüllah şöyle dedi:

  Sana bir sûre öğreteceğim ki, o, Kur'an'm en büyük süresidir. Camiden çıkmazdan evvel bu olacaktır.

Sonra elimden tuttu. Camiden çıkmak istediğim zaman, sordum:

  Kur'an'm en büyük sûresi olan bir sûreyi    sana öğreteceğim, elemedin mi?

Cenabı Peygamber:

  O, Fatiha süresidir! Fatiha sûresi tekrarlanan yedi âyettir. Ve bana verilen yüce Kur'an'dır! dedi.»

Bu hadis Fatiha sûresinin yedi âyet olduğuna, Kur'an'daki tek­rarlanan yedi âyetten maksadın Fatiha sûresi olduğunu beyan eder.

Tirmizi, Hakim, Ebu Hüreyre'den rivayet ettiler:

«Her şeyin bir hörgücü vardır. Kui'an'ın hörgücü Bakara süresi­dir. Orada bir âyeti celîle bulunuyor ki, Kur'an âyetlerinin efendisi­dir. O âyet de «El Kürsi» âyetidir.»

Müslim, Tirmizi, Ubey bin Kâab'dan rivayet ettiler: Cenabı Resul buyurdu:

— Ey Ebel Munzir! Senin nezdindeki (hifzinde olan) kitabullah'ın hangi âyetinin daha büyük olduğunu biliyor musun?

Ben: Âyet el Kürsi daha büyüktür dedim. Bunun üzerine Cenabı Peygamber elini göğsüme vurdu ve:

— Ey Eba Münzir! Göğsün ilimle aydınlansın. Veya ilim senin için kolaylaştınlsın, dedi. Ve beni takdir etti.»

İmam Ahmed «Müsned»inde İbni Mes'ud'dan rivayet etti: «Resûlüllah bana «Âl-i Hâ, Mim'den olan otuzluk sûrelerin birini okuttu.» İmam-ı Ahmed, «Bu sûreden maksad «El Ahkaf»tır.Çünkü bir sûrenin âyetleri otuzdan fazla ise ona «otuzluk» denilir» dedi.

Bazan ((âyet» tâbirinden âyetin bir parçası veya ekserisi kaste­dilir. Fakat bu kasd mecaz yoluyledir. [28]

 

Kur'an Âyetlerinin Adedi

 

Tıbyan sahibi şunu söyledi;

Kur'ân âyetlerinin adedine gelince: Sayanlar altı bin ikiyüz küsur âyet olduğunu söylüyorlar. Ancak bu «küsur» de ihtilâf, vardır. Medi­ne'nin ilk sayımına göre onyedi âyettir. Nafi' bu kanaattadir. Medi­ne'nin son sayımında Şeybe'ye göre «ondört âyettir». Ebu Cafer'e göre on âyettir. Mekke sayınıma göre yirmi, Kûfe'lilerin sayımında ise otuz âyettir. Bu, ayna zamanda «Hamzatuz-Zeyyat»dan da rivayet edilmiş­tir. Basra'lılara göre beş âyettir. Ebu Asım el Cebeli'den böyle rivayet edilmiştir. Bir rivayete göre ise, dört âyettir. Eyyub bin Mütevekkil el Besrî böyle demiştir. Besrî'lilerden gelen diğer bir rivayette ise ondo-kuz âyettir. Bu da Kattade'den rivayet edilmiştir. Şam'lıların sayı­mında yirmi altı âyettir. Yahya bin el Harisi ez-Zimmari'den böyle ri­vayet edilmiştir.

Et-Tıbyan Sahibi:

«Mekke sayımı Abdullah bin Kesir'e nisbet ediliyor ki, yedi kur-radan birisidir. Mucahid, İbni Abbas'tan, o da Ubey bin Kâab'tan ri­vayet ediyor.

Medine'lilerin sayısı ise iki kısımdır: İlk sayım ve son sayım. Bi­rinci sayım belli bir kişiye nisbet edilmemekle beraber Kûfeiiler Me-dine'lilerden «Mürsel» olarak nakletmişlerdir. Medine'lilerin ikinci sa­yımı ise, «on kıraat âlimlerinden ikisi olan Ebi Cafer bin Yezid ve Misbah oğlu Şeybe'ye nisbet edilmektedir. İsmail bin Cafer bin Ebi Ke­sir el Ensari, Süleyman bin Cemmaz vasıtasıyla onlardan rivayet et­miştir.»

Kur'an âyetleri uzun ve kısalık yönünden de değişiktir. Kur'an'ın en uzun âyeti «El Bakara» sûresinin «borç»la ilgili âyetidir. En kısası ise «Yasin» kelimesidir. Sûrei Yâsin'in başında gelmiştir. Bazı kimse­ler âyetlerin sayısının bilinmesinde herhangi bir faide olmadığı iddia­sındadırlar. Fakat bunun bilinmesinde üç faide olduğunu beyan et­mek suretiyle sözkonusu iddiaları çürütelim:

Birinci faide :

Bilinsin ki, her üç kısa âyet Resûlüllah'ın bir mûcizesidir. Uzun­luğu ile üç kısa âyete denk olan bir uzun âyet de böyledir. Çünkü Ce­nabı Hak düşmanlara meydan okunmasını bir sûre ile ilân etmiştir: «Eğer kulumuza indirdiğimizden şüpheniz varsa, onun benzeri bir sû­reyi getiriniz.» [El-Bakara 23].

Bu sûre, uzun sûrelere denildiği gibi kısa sûrelere de denir. Kur'­an'ın en kısa sûresi «El Kevser)) süresidir. Bu da üç âyettir. Hepsi de kısa âyetlerdir. Böylece sabit olmaktadır ki her üç kısa âyet mucizedir ve onlara denk gelen uzun bir âyet de onlar kuvvetindedir.

İkinci f aide:

Fasılalar üzerinde durmanın sünnet olduğunu savunan bir kim­seye göre, âyet başlarında durmak güzel bir şeydir. Çünkü delil olarak getirilen hadisin zahiri bunu gerektirir. Hadisi Ebu Davud, Ümmü Se-leme'den rivayet ediyor:

aCenabı Peygamber Kur'an'ı okuduğu zaman âyet âyet okurdu. Meselâ «Rigmiiiahirrahmanirrahiym» der, durur. Sonra «El hamdu lillahi Rabbil Aleminne başlar, yine durur. Sonra «errahman», «erra-him»i okur yine dururdu!...

Üçüncü faide:

Namaz ve hutbede âyetlerin gerekli olmasıdır. İmam-ı Suyuti şu­nu söyledi:

Âyetlerin adetlerinin ve fasılalarının bilinmesine, bir takım fıkhı hükümler bağlıdır. O ahkâmlardan biri Fatiha sûresini bilmiyen bir kimse hakkında âyetlerin bilinmesi itibar edilir. Çünkü bu kimseye, Fatiha yerinde yedi âyet okumak vacibdir. Ayetler bilinmese, insan nerden bilecektir ki, kaç âyet okumuştur. Hutbede de âyetlerin bilinme­sine itibar edilir. Çünkü hutbede bir âyetin tam olarak okunması va-cibtir. Eğer uzun değilse âyetin bir parçası kâfi değildir. Uzun olduğu takdirde de, cumhurun tahkikine göre, kâfi gelmez. [29]

 

Kur'an Âyetlerinin Tertibi

 

Ümmet, bugün mushaflarda gördüğümüz gibi, Kur'an âyetlerinin tertibi, Resûlüllah'tan ve dolayısıyla Allah'tan gelen bir emirle oldu­ğunu ittifakla kabul etmiştir. Yani tevkıfî'dir. Rey ve içtihadın bura­da hiçbir müdahelesi yoktur. Cebrail (A.S.), bir çok âyetleri Resûlül-lah'ın kalbine indirir, her âyetin hangi sûreden olduğunu ve yerini gös­terirdi, sonra Resûlüllah ashabına öylece okur, vahy kâtiblerine âyetin içerisinde yazılacak sûreyi ve âyetin yerini gösterirdi. Bunu namazında. vaazlarında ve ahkâmda onlara okur tekrarladı. Her sene Cebrail ile Kur'an'ı baştan sonuna kadar bir defa tekrarlardı. Son senede ise iki defa tekrarlamıştır. İşte bu tekrarlama bizim için bugün mushaflan-mızda yazılı olduğu tertib gibi idi. [30]

 

Kur'an Sûrelerinin Tertibi

 

Sûre lûgatta «konak» demektir. Kur'an'm belli kısımlarına sûre denir. Çünkü o da, konaktan sonra konaktır ve bir bölümü diğerinden ayırmaktadır, istilanda sûre'nin tarifi «Kur'an âyetlerinden müstakil bir gurubtur, başlangıç ve sonuçlan vardır.» Şehir etrafındaki «sur» dan alınmıştır. Çünkü sur*un taşları birbirinin yanına konulması gibi sûrenin kelime ve âyetleri de birbirinin yanına konmuştur. Kur'an'm sûrelere taksim edilmesinin hikmeti; insanlara kolaylık olsun, onları Kur'an okumaya teşvik etmek içindir. Çünkü eğer hepsi bir «sûre» olup bölüm, bölüm ayrılmasaydı insanlara onu ezberlemek ve anlamak zor gelirdi. O denizin dalgalarına dalmak onlan yorardı. Bir de hadisin konusuna, konuşmanın mihengine delâlet etmezdi. Çünkü her sûrenin belli bir konusu vardır, ondan bahsediyor. Meselâ Bakara sûresi İsrail ineğinden, Yusuf sûresi Hz. Yusuf'tan, Nemi sûresi Hz. Süleyman'ın karıncasından, Cin sûresi cinlerden bahseder.

Sûrenin mûciz olması ile uzun olmasına bağlı değildir. Sûre ne kadar kısa olursa olsun mûcizdir kanaatini ispatlamak hikmeti de bu­rada bahis konusudur. [31]

 

Sürelerin Kısımları

 

Kur'an sûreleri dört kısma ayrılır: «Tuval» (yani uzunlar) «Miin» (yani yüzden yukarı) olanlar ve «Mesani» (tekrarlananlar) ve ((Mu­fassallar». «Tuval» yedi sûredir: «El Bakara», «AH İmran», «En Ni­sa», «El Maide», «El-En'am» ve «El A'raf» tır. Bunlar altı sûredir. Ye­dincide «Enfal» ile «Tevbe» birlikte midir veya Yunus sûresi midir, diye ihtilâf vardır. «Miin» sûreler ise, âyetleri yüzden fazla olanlardır. Mesani sûreler ise, âyetlerin adedi yüzden sonra gelenlerdir. «El-Fer-ra» «âyetleri yüzden aşağı olan sûrelere denilir. Çünkü onlar diğer sû­relerden daha fazla tekrar edilirler. Zaten mesani'nin lügat manâsı da tekrar edilmektir» dedi. Mufassal'lar ise, Kur'an'm son sûreleridir. Başlangıcı hangi sûredendir diye ihtilâf vardır. Bazıları «Kaf», bazı­ları başka demişlerdir. İmam Nevevi'nin tasrihine göre; Hucurat sûresinden başlar. Bunlara mufassal denilmiştir. Çünkü sûreler arasında sık sık besmele ile kesinti yapılmaktadır. Bazıları Mensuh âyetler bun­larda az olduğu için «Mufassal» dendiğini bildirmiştir. Ve bundan do­layı bu sûrelere «El Muhkem» de denilmiştir. Nitekim Buhari Saidbin Cübeyr'den rivayet etti:

«Sizin Mufassal dediğiniz sûreler muhkemdir.»

Mufassal da üç kısımdır: Tual, Evsat, Kusar... Uzun, orta, kısa... Tuvaller Hucurat'tan «El-Buruc» sûresine kadar olanlardır. Evsat or­tanca, Mufassallar ise, «Et Tarik» tan başlar, Beyyine sûresine kadar devam eder. Kusar ise, «Ez-Zilzal» den başlar sonuna kadar gider. Kur'an'ın en kısa sûresi El-Kevser'dir. En uzun «El-Bakara»dır. Âyet­lerinin çoğu uzundur. Hatta Kur'an'ın en .usu» âyeti bu sûrededir. [32]

 

Kur'an Yazısı

 

Tarihçiler, Mekke'deki Kureyşi'lerin yazıyı Harb bin Ümeyye .bin Abdişems yoluyla aldıklarında hemen hemen ittifak etmişlerdir. Fa­kat Harb'ın kimden aldığında ihtilâf vardır. Ebu-Amr ed-Dani'nin ri­vayetine göre; Harb hattı Abdullah bin Cedean'dan öğrendi. El Kel-bi'nin rivayetine göre Harb, yazıyı Bişr bin Abdulmelik'ten öğrendi. Sonra îslâm dini geldi. Arapların ümmîliğine (yazı yazmamalarına ve okumamalarına) karşı savaştı, onu silmeye çalıştı. Yazının yüce bir meziyet olduğunu ilân etti.

«Yaradan Rabbinin ismiyle oku.» [El-Alak: 1] emri geldi.

Görüldüğü gibi burada Cenabı Hak, Resulünü ve dolayısıyla in­sanları okumaya teşvik ediyor.

«Senin Rabbin kalemle öğreten o en Kerim'dir. İnsana bilmediği­ni öğretmiştir.» [el-Alak: 2] fennânıyle devam etti.

«Kalemle öğretilen» yazıdır. Yazının şerefi de böylece bildirilmiş olmaktadır.

«Nun» sûresinde Cenabı Hak, kalemle ve kalemin yazdıklanyla ye­min ediyor. Bu da yazının İslâmda ne derece ehemmiyetli olduğunu bildiriyor. Resulü Ekrem, ashabına yazıyı öğrenmeyi ve güzel yazmaya teşvik ederdi. Hatta varid olmuştur ki, Bedir savaşında müşriklerden altmış kişi esir alındı. Resulü Ekrem: «Kim ki ashabımdan ou kişiye okuma yazma öğretirse onu bırakırım» dedi ve böylece 60 kişinin her birisi veya bazıları on kişiyi öğrettikten sonra tutsaklıktan kurtuldu. Bu hadiste okuma ve yazmanın hürriyete denk tutulduğu hakikati gözler önüne serilmiştir. İşte böylece cehaletin zulmetleri paramparça oldu. İslâmın nuru onları peyderpey izale ederek yerlerini ilim, yazı ve okumaya bıraktırdı. [33]

 

Kur’an’ın Yazılması

 

Daha önce de Resûlüllah'ın vafay kâtiblerinin olduğu haberini sa­na vermiştik. Resûlüllah'ın döneminde Kur'an nelere yazılmıştır? Hz. Ebu Bekir'in döneminde nelere yazıldı? Hz: Ömer'in ve Hz. Osman'ın döneminde nasıl yazıldığını öğrendin. Resûlüllah'ın ve ashabının Kur'an'ın yazılmasına vermiş olduğu önemi de öğrendin. Hulefai er-baa, Muaviye, Eban bin Said, Halid bin Velid, Ubey bin Kâab, Zeyd bin Sabit, Sabit bin Kays, Erkan bin Ubeyy, Hanzele bin Rebi ve diğer sa­habeler Resulü Ekremin vahy kâtipleri idiler. [34]

 

Mushafın Resmî

 

Bu tâbirden maksad, Kur'an kelimelerini ve harflerini yazmakta Hz. Osman'ın seçmiş olduğu yoldur. Acaba mushafm resmi tevkifi midir? Bazı âlimler tevkifidir ve ona muhalefet caiz değildir demişler­dir. Bu, cumhurun mezhebidir. Onlar istidlal ederek diyorlar ki, «Re­sulü Ekrem'in vahy kâtibleri vardı. Kur'an'ı fiilen bu resimle yazdılar. Resûlüllah da onların yazılarını kabul etti. Resûlüllahın zamanı geçti, Kur'an bu yazı üzerinde idi. Burada tadil ve tebdil olmadı.»

Bu delilin hulasası şudur: Hz. Osman tarafından yazılan mushaf-lann resmi, evvelâ Resûlüllahın ikrarını, sonra oniki binden fazla olan ashabın icmaını, ashabtan sonra tabiînin ve müctehid imamların dev­rinde ümmetin icmaını elde etmiştir. Bu icma bu resmin hilâfına git­menin caiz olmadığının denlidir.»

Resmi Osmaniyi iltizam etmek hakkında âlimlerin sözleri Es-Sa-hevî, senediyle rivayet ediyor ki îmanı Malik'ten soruldu:

«Acaba bir insan öir mushaf yazdmrsa halkın bu gün ihdas ettiği heceleri yazınız, dese yazdırabilir mi?»

İmam Malik:

«Ben bu fikirde değilim. Ancak Hz. Osman'ın devrindeki şekilde yazar.» cevabını verdi. Bu cevab hakikatin tâ kendisidir. Zira burada ilk halin korunması bahis konusudur.

Ebu-Âmr Reddani; ümmet âlimlerinden İmam Malik'e muhalefet edeni yoktur dedi.»

İmam Ahmed bin Hanbel, «Mushafi Osman'ın hattına muhalefet­ten Kur'an yazmak haramdır,» dedi.

Fıkhi Şafii'den olan «El Menhec»in haşiyelerinde şu hüküm yer almaktadır: Riba kelimesi «vav» ve «Elif»le yazılır. Nitekim resmi Os-manide bu şekilde yazılmıştır. Kur'an'da «Riba» kelimesi «ya» veya elifle yazılmaz. Çünkü onun resmine ittiba etmek peşinde yürünen sünnettir.»

Hanefi fıkhında «El Muhit ül Burhani» adlı kitabta şu ibare var­dır:

«Resmi Osmaninin gayrisiyle Kur'an yazmak uygun değildir.»

Allame Nizamuddin-i Nisaburi:

«İmamlardan bir cemaat; Kurra, âlim ve hattatların ana mushaf -ta ki, resme tâbi olmaları vacibtir. Çünkü bu Zeyd bin Sabit'in yazdı­ğı resmdir ve Zeyd de Resûlüllah'ın emri ve vahyi kâtibiydi dediler!...» diyor.

El Beyhaki Şuab ul İmam'da:

«Kim ki bir mushaf yazarsa Hz. Osman'ın mushaflarmın yazmış olduğu heceyi korumalı, onlara muhalefet etmemeli, onların yazdık­larından herhangi bir şeyi bozmamalı. Çünkü onların ilmi daha çok, kalb ve dilleri daha doğru, emanetleri daha büyük idi. Bizim onlardan daha ileriye geçmiş olduğumuz zihabına kapılmamız doğru değildir!» dedi.

îkinci bir görüşe göre, mushafm resmi istilahidir, tevkif i değildir. Bu görüşe göre; ona muhalefet etmek caizdir. Bu, İbni Haldun'un mu-kaddimesindeki reyidir. Kadı Ebu Bekir «el-îtisar»da İbnu-Haldun'un reyini destekliyerek demiştir: Yazıya gelince, Allah bu ümmete o hu­susta hiçbir yazı türüne tâbi olmayı farz kılmamıştır. Zira Kur'an'ın kâtiblerine, mushafların hattatlarına illâ şu resme tabi olacaksınız, bunun gayrisine iltifat etmeyeceksiniz diye bir şeyi vacib kılmamıştır. Ve böyle bir vucub dinlemekle olur. Oysa Kur'an'ın naslarında ve mef­humunda Kur'an'ın resmi ve zabtı ancak şu özel şekilde olur diyen bir kimse olmadığı gibi herhangi bir hudud çizip bunu aşmak caiz de­ğildir diyen bir nass da yoktur. Hadisin nassmda da bunu gerektiren bir şey yok. Ümmetin icmamda da bu yok. Şer'i kıyaslar da buna de­lâlet etmez. Bilâkis sünnet her kolay şekliyle Kur'an'ı yazmanın caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenabı Peygamber Kur'an yazmayı em­rediyordu. Onlara muayyen bir vecih açıklamıyordu ve hiç kimseyi başka vecihlerle yazmaktan da menetmedi. Bunun için de mushafla­rın yazılan değişik oldu. Bazıları kelimeyi lafzın mahreci üzerine ya­zıyordu. Bazıları, ziyade ve eksiklik yapıyordu. Onun bir istilan oldu­ğunu ve insanlara bu halin güç gelmiyeceğini biliyor..»

El-Burhan ile Tıbyan sahibleri, îzz bin Abdüsselâm'ın:

«Kur'an'ın her hangi bir hatla yazılması caizdir. Hattâ avam, halk için bugün halk arasında meşhur olan ıstılahların üzerinde Kur'­an yazmak vacibtir. Resmi Osmani ile onlar için yazmak caiz değildir. Çünkü hataya düşebilirler. Ancak bununla beraber Resmi Osmaniyi korumak da vacibtir. Tabii bu selefi salihinden miras olarak bize ka­lan nefis eserlerden birisidir. Cahillerin cehaleti için bunlar ihmal edi­lemez. Belki ariflerin elinde kalır ki, yeryüzü ariflerden hiçbir zaman hali değildir!» bu fikrini benimsemişlerdir...

Acaba bu devirde Hz. Osman'ın yazdırdığı Mushaflar nerededir?

Bizim elimizde şu anda Hz. Osman'ın Mushaflarmın varlığına da­ir kesin bir delil yoktur. Onların yerlerini tayin etmek de imkanımız dahilinde değildir. Ancak bizim en fazla bildiğimiz şudur ki, «îbnu Cezerî» Şam ahalisine gönderilen mushafı görmüştür. Mısırda da mus­haf lardan birisini daha görmüştü [35]

Hz. Osman Mushaflarının hiçbirisinin bu zamanda olmaması bize Hiçbir zarar vermez. Çünkü güvenilen konu burada nakildir. Güveni­lir bir insanın bir diğer insandan nakletmesi, bir imamın diğer bii imamdan nakledip tâ Resûlüllaha silsile yoluyla çıkarmasıdır. Kur'-an'ın bu şekilde nakledilip gelmesi mütevâtirdir. Bir de Hz. Osman'ın yazmış olduğu mushaflar önünde yüzbinlerce mushaflar her asır ve her şehirde yazılmıştır. Hz. Osman'ın Mushafında yazdığı yazısı mu­hafaza edilmiştir.

Hz. Osman onları İslâm diyarlarına gönderir göndermez her taraf­tan ümmeti Muhammed o Mushaflann üzerine hücum etti. Şark ve garbta mushaf konusunda müminlerin kelimeleri birleşti ve yüzbin-lefce mushaf o mukaddes mushafın aslından yazıldı. Tecvid, taskil [ci­lalanmak] ve tahsin eli çeşitli şekillerde   mushafa uzatıldı, maddesi, şekli, yazısı, hacmi, kâğıdı, cildi, tezhibi herşeyi güzelleşti. Bunlar bi­zi pek fazla ilgilendirmez.   Ancak manevi ve cevheri güzelleştirmeler vardır ki, onlar harflerin nutkuna, kelimelerin birinin diğerinden ya­rılmasına, benzerliklerin arasındaki  ayrılıkların    tahsis edilmesinde, noktalar koymak, şekiller yapmak   suretiyle meydana gelmiştir. İşte bizi ilgilendiren budur. Bazıları, noktalar îslâmdan önce de biliniyor­du. Hz. Osman'ın mushaflannda bütün vecihler okunsun diye bırakı­lıp yazılmamıştır. Bazıları da noktalar Hz. Ali'nin talebesi Ebul-Esved Ed-Deelî tarafından konulmuştur diyorlar.   İster daha önce noktalar olsun, ister Ebul Esved tarafından konulsun, harflerin noktalanması, ve harekelenmesi   ancak Abdülmelik   bin Mervan'ın   devrinde oldu. Çünkü halîfe İslâm diyarının genişliğini, arap olmayan milletlerin araplara karıştığını ve Acemlik lügatin selâmetinin haleldar ettiğini gördü. Mushafları okumak hususunda    iltibasın    meydana gelmeye başladığını hattâ bazılarının mushafın kelimelerini ve harflerini ayırd-etmek çok zor geldiğini müşahede eden Abdülmelik, dürüst düşünce­siyle ümmeti bu tehlikeden   kurtarmaya teşebbüs etti.    Genel valisi Haccac'a bu mühim emirle ilgilenmesini istedi.   Haccac da müminle­rin emîrine itaat   ederek iki kişiyi bu müşkilâtı halletmeye gönderdi. Onlar; Nasr bin Asım el Leysî ve Yahya bin Ya'mer [veya Ya'mur] er-Ridvani'dir. İkisi de ilmi seviyeleri yüksektir. Kendilerine tevdi edilen görevi yerine getirecek nitelikte idiler. Hem ilim, hem amel, hem sa­lah, hem takva, hem de lügatin asıllarını, kıraatin vecihlerini bilmek hususunda ikisi de mahirdi ve ikisi de Ebul-Esved ed Deelînin talebe­lerinden idi. Alimler «sadri evvelde [ilk zamanlarda] mushaflann nok­talanmasını, şekillendirilmesini mekruh görürlerdi. Kur'an'ın mücer­redine hiçbir şeyin karışmasını iyi görmezlerdi. Tağyirden korkarak bunu dikkatle izliyorlardı. Delilleri İbni Mes'ud'dan gelen şu eserdi:

«Kur*an'ı tecrid ediniz. Ona herhangi bir şey karıştırmayınız.»

Fakat zaman bildiğiniz gibi bozulmuştur. Müslümanlar Kur'an'ın noktalandırılmasına, harekelendirilmesine, harf şekilleri konulması­na, hizibler, öşürler konulmasına mecbur oldular. Nokta ve şekillerden tecrid edilmesi, tağyirine sirayet eder diye idi. Binaenaleyh kerahiyet de böylece kalkmış oluyor. Çünkü hüküm illetiyle varlık ve yokluk yö­nünden deveran ediyor, kaidesi vardır. İmam Nevevi «et Tibyan» isim­li eserinde şunu söyledi:

«Alimler Kur'an'ı noktalandırmak ve şekillendirmek mustahabtır. Çünkü bu Kur'an'da yanlış okumayı önler dediler...»

Eş Şabi'nin, En-Nahai'nin noktalamayı mekruh görmelerine ge­lince... O onların zamanındaydı. Kur'an'ın tağyirinden korkuluyordu. Artık bugün Kur'an'ın tağyiri diye bir şey yok. Noktalamanın Resû-lüllah'tan sonra ihdas edilmiş bir olay olması buna mani olamaz. Çünkü nice güzel ve sonradan peydah edilmiş olaylar vardır ki men-edilemezler. İlim tasnifi, cami, medrese ve mektebler yapmak ve mi­nareler inşa etmek gibi.

Kurban bilahare otuz cüze, her cüz de iki hizbe, bazıları da dört hizbe taksim edilmiştir. Ayetlerin rakkamlan, sûrelerin başındaki isimlerin, Mekki veya Medeni olup olmadığının yazılması, öşürlerin, rubulerin, cüzlerin alâmetlerin sahifelere konması, hepsi sonradan ih­das edilmiştir. Bazı âlimler bunu caiz, bazıları da mekruh görmüşler­dir. Fakat gaye Kur'an'ı kolayca okutmak olduğu için durum pek de zor değildir. [36]

 

Kur'an'a Hürmet Etmek

 

Kâinatta gördüğümüz ve dinlediğimiz hiçbir kitab Kur'an'ın ta­şıdığı iclal ve takdise nail olamamıştır.   Cenabı Hak onun hakkında

«O meknun bir kitabdır. Onu ancak tertemiz, yani cenub olmayan ve abdestli olanlar elliyebilir.» Ve bu hususta Allah yemin etmiştir:

«Yıldızların mevkilerine kasem ediyorum.

Bu kasem, eğer bilirseniz, büyüktür. Şüphesiz ki o kesinlikle ke­rim bir Kur'an'dır. Meknun bir kitabtadır. Onu ancak küçük ve büyük hadesten tahir olanlar elleyebilir. Alemlerin rabbından inmiştir.» [El-

Vakıa; 75-76].

Resûlüllah Kur'an'm düşman memleketlere götürülmesini dahi menetmiştir. Çünkü onlann eline düşebilir. Bu hadis, Müslim ve Bu-hari'de rivayet edilmiştir. Bazı âlimler Kur'an'ı çerçöp içerisine atanın kâfir olduğuna dair fetva vermişlerdir. Zımmî dahi olursa kâfire, Kur'­an'ı satanın haram işlemiş olduğuna fetva vermişlerdir. Kur'anı elle­mek ve almak için abdestli olmayı şart koşmuşlardır. Hatta Kur'an'm üzerindeki kılıf ve bitişik olan kapağı, içinde bulunduğu sandık da böyledir demişlerdir. Güzel yazılmasını, yazısının gayet açık olmasını, harflerinin yerli yerinde bulunmasını müstehab görmüşlerdir. İmam Nevevi «Kur'an içeri girdiğinde ayağa kalkmak müstanabtır» der. Çünkü âlimler ve hayırlı insanlar için ayağa kalkmak müstahab ol­duğuna göre mushaf daha evlâdır. Allah Kur'an'a karşı hürmetli ol­mamızı nasib eylesin. [37]

 

Kıraat Ve Kürra [Okuyucular]

 

Kıraat, Kırae'nin cemiidir. Kırae «karae» fiilinin maştandır ve okumak manasınadır. Istılah da imamlardan birisinin Kur'an nut­kunda diğerine muhalefet ederek tâkib ettiği mezhebi demektir. Fakat bununla beraber ondan gelen rivayet ve yollar ittifak halindedir. Bu muhalefetin harflerin, veya heyetlerinin nutkunda olması hiç bir şey değiştirmez.

İbn Cezeri «Müncid ul Mükrün» adlı eserinde «Kıraatlar Kur'an kelimelerini eda etmek keyfiyetlerini bilen ve ihtilâflarını nakledenle­re nisbet edilen ilimdir. Mukri şifahen rivayet eden âlimdir. Eğer şifahen bu ilmi rivayet edenden rivayet etmezse, «Et-Teysir» gibi bir kitabı ezberlerse dahi içindeki   kaidelere göre okumaya yetkili değildir. Ancak şifahen silsile yoluyla okuyabilir. Çünkü kıraatlerde ancak sima' ve şifahi olarak bilinecek birtakım şeyler vardır...» denilmekte­dir. [38]

 

Kıraat İlminin Ortaya Çıkması

 

Ashabı kiram kıraati Resûlüllahtan değişik şekillerde öğrenmiş­lerdi. Bazıları bir harfle [vecihle], bazıları iki, bazıları daha fazla harflerle öğrenmişti. Yani Resûlüllah Kur'an'm üzerinde indiği yedi harften bazılarına bir, bazılarına iki, üç veya dört veya bazılarına ta­mamını öğretmişti. ResûIülİah'ın vefatından sonra ashab İslâm mem­leketlerine dağıldılar. Bunun için. Tabiîn onlardan değişik kıraatlar öğrendiler. Tebeitabiîn de tabiînden böylece ders aldılar ve böylece silsile tâ kurra imamlarının zamanına kadar devam edip geldi. Bu imamlar ihtisas yaptılar. Bütün vakitlerini kıraatlara hasrettiler. On­ları zabtettiler, neşrettiler. Böylece kıraat ilmi ve ihtilâfları ortaya çıktı. İhtilâfların Kur'an'm üzerinde inmiş olduğu yedi harf (vecih) üzerinde cereyan ettiği bilinmelidir. Bunlar, Allah'ın katından gelen harflerdir. Ne ResûIülİah'ın, ne de herhangi bir kimsenin katından gelmiş değillerdir. Kıraat konusunda Mushaflar hiçbir zaman daya­nak noktası değildirler. Onlar ancak ahkâmda dayanılacak noktadır­lar. Kıraat şifahen Resulü Ekrem'den ashaba, ashabtan tabiîne, tabiîn­den tebeitabiîne kadar devam etmiş gelmiştir. Bu hususta Tayyibe'nin sarihi Nuveyri şunu söylüyor:

«Kur'an'm naklinde itinıad, hafızlar üzerindedir. Bunun için Hz. Osman memleketlere gönderdiği her Mushaf'la beraber bir de hafız gönderdi. Ve her memleket Mushaflarmdaki şekille okudu. Ve Resûlül-lah'tan okumuş sahabelerden okudular. Sonra kıraat imamları geceli gündüzlü kendilerini bu işe tahsis ettiler ve bu hususta uyulacak imamlık mertebesine vardılar. Bu kurra imamlardan sonra kurralar İslâm diyannda çoğalıp dağıldılar. Tabakaları bilindi. Sıfatlan değiş­miş oldu. Bazıları birrivaye ve biddiraye tilaveti çok güzel bilirdi. Ba­zıları bunlardan birisini çok güzel tahsil etmişti. Bazıları daha fazlası­nı çok güzel tahsil etmişti. Böylece ihtilâf çoğaldı, birleşme noktalan azaldı. Bu durum başgösterdikten sonra, ümmetin süper zekâlı âlimleri, imamları kalkıp var kuvetleriyle bu hususta çalıştılar, sahih ola­nı batıldan ayırdılar. Harfler ve kıraatlan derlediler. Vecih ve rivayet­leri nisbet ettiler. Sahih ve şaz'ın beyanını yaptılar. Asıl kaideler tesis ettiler ve rükünler koydular. [39]

 

İlk Kurra Hafızlar:

 

Ashabın arasında Kurban okumak ve okutmakta en meşhurlar: Hz. Osman, Hz. Ali, Ubey bin Kâab, Zeyd bin Sabit, İbni Mes'ud, Ebu Derda, Ebu Mus'el Eş'ari gibi sahabelerdi.

Tabiinden îbni Müseyyeb, Urve, Salim, Ömer bin Abdulaziz, Sü­leyman bin Yesar, kardeşi Ata, Zeyd bin Eşlem, Müslim bin Cündüp, İbni ŞahabZühri, Abdurrahman bin Hürmüz, Muaz bin Haris, Medi­ne'de, meşhur idiler. Mekke'de ise Ata, Mücahid, Tavus, İkrime, İbni Ebi Müleyke, Übey bin Umeyr meşhur idiler. Basra'da Amr ibni Abdu-kays, Ebu Ali'ye, Ebu Reca, Nasr bin Asım, Yahya bin Ya'mer, Cabir bin Zeyd, Hasan Basri, İbni Şirin, Katâde ve başkaları. Küfe'de ise Al-kame, El Esved, Mesruk, Ubeyde, Er Rabi, İbn Hayseme, Haris bin Kays, Ömer bin Şarahbü, Amr bin Meymun, Ebu Abdurrahman es Sü-lemi, Zürr b. Hubeyş, Ubey bin Fadele, Ebu Zür'a bin Amr, Said bin Cübeyr, Nehai. Eşşabi... Şam'da El Muğire bin Ebi ŞahabelMahzumi, — Bu zatı Hz. Osman Medine'den mushafla beraber Şam'a göndermiş­ti— Huleyd bin Said, —Bu da Ebu Derda'nın talebesiydi— meşhur idiler. Medine'de Ebu Cafer Yezid bin Kaka, sonra Şeybe bin Nisa, son­ra Nafi bin ebi Naim. Mekke'de Abdullah bin Kesir, Hamid bin Kays el Araç, Muhammed bin Muhaysm. Küfe'de Yahya bin Vessab, Asım bin Ebu Nücûd, Süleyman el-A'maş, sonra Hamza, sonra Kisayr. Bas­ra'da Abdullah bin Ebi îshak, İsa bin Amr, Ebu Amr bin Ala, Asım el-Cahderi, sonra Yakub el Hadrami... Şam'da Abdulah bin Amr, Atiyye bin Kays el-Kilabi, İsmail bin Abdullah, İbn ul Muhacir, sonra Yahya bin Haris ez-Zimari, sonra Şureyh bin Yezid el-Hadrami, kırat ilmin­de meşhur oldular. [40]

 

Kıraatların Sayıları

 

Bazıları yedi, bazıları on, bazıları ondörttür, demiştir. Bütün bun­lar, meşhur olmuş kıraatiardır.   Yedi Kurra şunlardır:   Nafi,   Asım, Hamza, Abdullah ibn Amr, Abdullah bin Kesir, Ebu Amr bin Ula, Ali-yil Kisai... On kıraat ise bu yedi kıraatla beraber Ebu Cafer, Yakub ve Halefin kıraatlarından meydana gelir. Kıraat ilmi uzun bir zaman unutulmuş gibiydi. Sonra bu ilmin yazılma devri başladı. Hatta yedi meşhur kıraat bile ortada yoktu. Kıraatta ilk telif yapan «Ebu-Ubey-de» Kasım bin Selâm, Ebu Hatim es Sicistani, Ebu Cafer Taberi ve İs­mail Kadı gibi zatlardır. Bunlar kıraatlar hakkında birçok şeyler söy­lediler. Bu yedi kıraatin üzerine eklenen birçok rivayetler naklettiler. Sonra iki yüzüncü hicri yılda İslâm memleketlerinde kiraat-i seb'a şöyle kondu: Halk Basra'da Ebu Amr ve Yakub'un kıraati üzerinde oldu. Küfe'de Hamza ve Âsım'm, Şam'da İbni Amr'in, Mekke'de îbni Kesir'in, Medine'de Nafi'nin kıraati üzerine devam ettiler. Kıraati Seb'a böylece ta üçüncü hicri asra kadar devam etti. Bu asırda Bağdad'da İbni Mücahid Ahmed bin Musa bin Abbas ortaya çıktı. Bu yedi ima­mın kıraatlannı derledi. Ancak Yakub'un yerine El Kisai'nin ismini yazdı. Sadece bunlar üzerinde durdu. Bunların üzerinde durması her­hangi bir kasta bağlı değildi. Çünkü o ancak zabtu-rabt, eminlik sı­fatlarında ileride bulunan ve uzun zaman kıraat ilmine hizmet eden, ve ittifakla kendisinden kıraat alınabilir denilen âlimlerin kıraatlannı nakletmeyi kasdetmiştir. Ve bu sıfatlan ancak yedi kurrada buldu. Onun için onların kıraatlannı nakletti. Aksi takdirde kıraat imamları yedi değil çoktur. Bu yedi kişiden ilim bakımından daha üstünleri de vardır. Binaenaleyh ibn Mücahid'in bu yedi kişi üzerinde durması kurralan bu yedi kişiye hasretmek demek değildir. Belki onun aradığı üç vasıfı ancak bu yedi kişide görmştür. Ondört kıraat ise söylediği­miz on kıraat üzerine Hasan Basri, İbni Muhaysin, Yahya el Yezidi ve Şanbuzi'nin kıraatlan eklenirse meydana gelir. Kıraat bahsi engin ve derin bir bahistir. Tafsilât El İtkan, Menahil il-İrfan ve El Burahn gi­bi eserlerdedir. Oralara müracaat edilsin. [41]

 

Kıraati Seb'a Hakkında Ulemanın Fikirleri

 

Karmaşık, ihtilaflı, cidal ve münakaşa dolu bir konudur. Fikirle­rin çarpışmış olduğu bir konu...

1) Bazılan kıraati seb'a hakkında «tevatür lâzım gelmez» diyen kâfir olur, çünkü Kur'an'm tevatür olduğunu inkâr etmeyi gerektirir demişlerdir (!) Bu Endülüs müftisi Üstad Ebu Said Ferac bin Leh-be nisbet edilen bir fetvadır. Birçok kimse onun fetvasını desteklemiş ve birçok kimse de reddetmiştir. Fakat istinad ettiği delil pek elveriş­li bir delil değildir. Çünkü «kıraatlar mutevatir değildir» demek Kur'-an'ın mutevatir olmadığını gerektirmez. Kur'an ile kıraati seb'a ara­sında fark vardır. Mümkün ki Kur'an, kıraati seb'anın gayrisi olan bir kıraatla mutevatir olsun. Veya bütün kurranın üzerinde ittifak ettiği bir noktada mutevatir olsun. Veya isterse kurra olsun isterse olmasın, büyük bir cemaatin ittifak ettiği noktada, mutevatir olsun. Kıraati sebada ise gayri mutevatir olsun.

2) Bazıları birinci görüşün aksine kıraati seb'ayı pek fazla zayıf düşürerek durumlarını pek önemsenmeyecek şekilde beyanatta bulun­muştur. «Bunlar ile diğer kıraatlar arasında fark yoktur» iddiasına kalkışmıştır. Ve «Hepsi "Ahadî" rivayetlerdir» hükmünü  vermişdir. «Bu kıraati seb'a için nıutevatirdir diyen bir kimse küfre kadar gider!» iddiasında bulunulmuştur. Bu fikir de sağlam bir delile   dayanma­maktadır. Bir şey bazen bir kavmin yanında mutevatir olur, başkala­rının nezdinde mutevatir olmayabilir. Bir vakitte mutevatir olur, baş­ka bir vakitte olmayabilir. Binaenaleyh bu husustaki birbirlerini suç­layanların zannı bu hükümleri gerektirmez.

3)   «Cem'ül Cevami»    kitabının sarihi ve muhaşileri şunları di­yorlar:

«Kıraati seb'a tam bir tevatürle mutevatirdir. Yani yalan üzerinde bir araya gelmeleri mümkün olmayan bir cemiyet, bir toplum Resu-lûllahtan onları nakletmiştir. O toplumdan da öyle bir toplum, o top­lumdan da o tarzda bir diğer toplum nakletmiş gelmiştir. Kurranın senedlerinin «Ahadi» olması buna hiçbir zarar vermez. Zira onu bir ce­maata tahsis etmek kıraatin başkasından gelmesine mani olmaz. Bel­ki vaki şudur ki o kıraati her memleket ahalisinden imamlarının kı-raatıyla onlar kadar büyük bir cemaat almıştır ve böylece gelmiştir. Sadece mezkûr imamlara ve senedlerinde zikredilen Hâvilerine isnad edilmek ancak onların harflerini [vecihlerini] ve bu sahada yetişen büyük hocalarını zabtu-rabt etmelerinden ileri geliyor.»

Subki'nin bu görüşü de münakaşa edilebilir. Zira eğer bütün o kı­raatler mutevatir olsaydı kurra onların herhangi bir şeyinde ihtilâfa düşmezdi. Fakat birçok şeyinde ihtilâf etmişlerdir. Öyleyse hepsinin mutevatir olması kabul edilemez.

4) İbni Hacib da, kıraati seb'anın tevatürüne kaildir. Ancak kı­raati seb'anın «Medd», «İmale» ve «Hemze»'nın tahfifi gibi eda kabi­linden olanı mutevatir değildir diyor. Fakat İbni Hacib'in Meddi, imale ve hemze tahfifini mütevatirden saymamasını İbn ul-Cezeri uzun uzadıya tenkid konusu yapmıştır.

5) Ebu Şa'me kurralardan nakletmesinde bütün yolların ittifak ettiği kıraati seb'anın mutevatir olduğunu iddia etmiştir. Kurcalardan nakledilmesinde ihtilâf edilenler ise, mutevatir değildir demiştir. İs­ter İbn ul Hacib'in dediği gibi ihtilâf, kelimenin edasında olsun, ister lafzında olsun «Menahüul İrfan» sahibi Ebu Şa'menin reyi en kuv­vetli reydir diyor ve dört nedenle destekler: Birinci nedeni; diğer rey­lere yapılan itirazlar Ebu-Şame'ye yapılmaz. İkincisi, hem vakide hem delilde birşeye dayanmaktadır. Üçüncüsü, kıraat ve Kur'an ilimlerin­de çok mahir olan mütehassıs bir zattan bu rey sudur etmiştir. Dör­düncüsü, müdekkiklerin kıraati seb'a hakkındaki fikriyle bu fikir birleşiyor.

Tetkik neticesinde sadece yedi kıraat değil on kıraatin tamamının mutevatir olduğunu görmüş oluyoruz. Usul âlimlerinin ve kurralann reyi de budur. İbnu Subki, İbn ul Cezeri, Nuveyri gibi zatlar bu ka-naattadırîar. Ebu Şa'menin de reyi budur. Zira bu hususta en yetkili olan İbnul-Cezeri «Muncidul-Mukriin» adlı eserinde şöyle diyor: «İkin­ci fasıl, kıraati a'şranin (on Kıraatin) tavan ve taban bakımından içtima ve iftirak halinde mutevatir (olduğuna dairdir). Bu konuyu uzun uzadıya şerh ettikten sonra Ebu Şa'menin de bu kanaatte ol­duğunu dermeyan ediyor!. [42]

Biz bu konuyu, kurranın kısaca hal tercemesihi belirtmek sure­tiyle bitirelim.

1- «Ibn-Âmr» adı Abdullah el-Yahsubi'dir. Yahsub Himyer ka­bilesinden bir boyun adıdır. Künyesi Ebu-Nuaym ve Ebu İmrandır. Tabiindendir. Sahabelerden Vasıl bin Eska' ve Numan bin Beşir'i görmüştür. Kıraati, Muğire bin Ebi Şahab El-Mahzumi'den, o da Hz. Os­man'dan almıştır. Bazıları «İbnu Âmr» bizzat Hz. Osman'dan kıraati almıştır dediler. «İbnu-Amr» 118. senede Şam'da vefat etti. Onun kı­raatim rivayet etmekle Hişam ibn Zekvan şöhret buldu.

2- «İbn Kesir» Ebu Muhammed veya Ebu Ma'bed Abdullah bin Kesir ed-Dari'dir. Mekkei Mükerreme'de kıraat ilminde imam idi. Yu­muşaklık ve vekar sahibiydi. Sahabelerden Abdullah bin Zubeyr, Ebu Eyyub el-Ensari, ve Enes bin Malik'i gördü. Mücahidden, o da Ibnu Ab-bas'tan, o da Ubey bin Kaab'dan, o da Resûlüllahtan rivayet etmiştir. Abdullah bin es-Saib el-Mahzumi'den   kıraat ilmini okumuştur.   Ab­dullah bin Saib de Ubey bin Kaab, ve Ömer bin Hattab'tan kıraati öğ­renmiştir. Onlar da Resûlüllahtan... İbni Kesir hicretin 120. senesinde Mekke'de vefat etmiştir. Ondan rivayet etmekte   El-Bizzi ve Künbul şöhret bulmuşlardır.

3- Âsim, Ebu Bekir bin Ebun-Necud el Esedi'dir. Çok güzel oku­yan bir zattı. Tahrir, ıtkan, fesahat ve sesin   güzelliğinde çok ileride idi. Zirr bin Hubeyiş'den de Abdullah bin Mesud'dan, o da Resûlüllah­tan ders aldı. Ebi Abdurrahman Abdullah bin Habib es Suleminin de yanında okudu. Abdullah aynı zamanda Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in de hocalığını yapmıştır. Ebu-Abdurrahman Hz. Ali'nin yanında okumuş­tur. Hz. Ali de Resûlüllah'tan okumuştur. Âsim, hicretin 127. senesinde Küfe'de vefat etti. Râvisi, Şube ve Hafs'tır.

4- Ebu Amr, Zebban bin ulâ bin   Ammar el Basri'dir.   Doğru, emin ve dinde güvenilir olmakla beraber kıraat ilminde insanların en bilgini idi. Mücahid bin Cabir,   Said bin Cübeyr'den,   İbn Abbas'tan Ubey bin Kaab'tan, o da Resûlüllah'tan rivayet etmiştir.   Ebu Cafer, Zeyd bin Ka'ka ve Hasanı Basri gibi zatlardan meydana gelen bir ce­maattan okudu. Hasan da Hattan ve Ebu Âliye'nin yanında, Ebu Âli­ye de Hz. Ömer'in yanında okudu. «Ebu-Amr» hicretin 154. senesinde vefat etti. Onun meşhur ravilerinden birisi ed Durî, diğeri ise, Es-Su-si'dir. Fakat bunlar Ebi Muhammed Yahya bin Mübarek el Adevi va­sıtasıyla rivayet etmişlerdir.

5- Hamzadır. Ebu Ammare Hamza bin   Habisi Ez-Zeyyat Kü-fe'lidir. îkrime bin Rebi' et-Teymi'nin »zadlısıdır.    Ebu Muhammed Süleyman bin Mehran el Ameşi'nin yanında okumuş. O da Yahya bin Vessab'ın yanında, o da Zirr bin Hubeyş'in yanında, o da Hz. Osman'­ın, Hz. Ali'nin ve İbnu Mes'ud'un yanında okumuştur. Onlar da Resû-lüllah'm yanında okumuşlar. Ehli takva ve kitabullahı bilen, tecvitçi, feraiz ve arapça gramerini bilen bir zattı. Aynı zamanda hadis hafızı idi. Hicretin 156. senesinde Hilvan'da vefat etti. Onun meşhur ravileri Halef ve Hallad'dır. Fakat Ebu İsa Süleym bin İsa el-Hanefi el Küfi'nin vasıtasıyla rivayetini yaptılar.

6- Nafi'dir. Ebu Rüveym Nafi bin Abdurrahman bin Ebu Naim el Medenidir. Kıraatim Ebu Cafer el Kari'den almıştır. Ve aynı zamanda tabiinden yetmiş kişinin yanında okumuştur. Onlar da Abdullah bin Abbas, Ebu Hüreyre'den, o da Ubey bin Kaab'tan, o da Resûlüllah'tan almıştır. Nafi, Medine-i Münevvere'de Reis ul Kurra idi. Hicretin 169. senesinde vefat etmiştir. Onun meşhur ravileri Kâlun ve Verş'tir.

7- El Kisaî Ebul Hasan Ali bin Hamza El Kisai en Nahvidir. Ki-sai lakabım aldı. Çünkü ihramda iken abâ giyiyordu. Ebu Bekr el Ensa-ri,   «Kıssaide birçok emr bir araya gelmiştir. Şöyle ki, herkesten daha fazla nahiv ilmini biliyordu. Garibleri bilmek hususunda zamanının tek kişisiydi. Kur'an'ı bilmek hususunda emsalsizdi.    İnsanlar çokça onun meclisine koşuyorlardı. İnsanlara sesini duyurmak için kürside oturur, Kur'an'ı başından sonuna kadar okurdu.    Onlar dinlerler ve ondaki kaidelerini zabtederlerdi. Hicretin 189. senesinde vefat etmiş­tir. Meşhur ravileri Ebul-Haris ve Ed Duri'dir.

8- Ebu Cafer Yezid bin el Ka'ka el Kari'dir.   Ka'ka, Medine'de bir yerin adıdır. Abdullah bin Abbas, ve   Ebu Hüreyre'den, onlar da Ubey bin Kaab'tan, o da Resûlüllah'tan ilim almıştır. Ebu Cafer hic­retin 130. senesinde vefat etmiştir. Tabiinden idi. Büyük bir mertebe­ye sahibti. Onun rivayetiyle meşhur olan Ebu Musa İsa bin Verdan el-Hazza ve Ebu Rebi Süleyman bin Müslim bin Cemmaz'dır.

9- Yakub'tur. Ebu Muhammed Yakub bin îshak   el-Hadremi'-dir. Ebu Munzir Selâm bin Süleyman et-Tavilin yanında okumuş, Se­lâm da Asımın veEbu-Âmnn yanında okumuştur. Yakub hicretin 205. senesinde vefat etmiştir. Rivayetini yapan Revh bin Abdulmümin ve Rüveys lâkablı Muhammed bin Mütevekkil el-Lu'lu'i'dir.10 10- Halef dir. Ebu Muhammed Halef bin Hişam bin Saleb bin Halef bin Salebtır. Selimin yanında okumuş, ö da Hamza'dan Yakub bin Halife el-Aşa'dan el Mufeddel ed-Dübin'in arkadaşı Ebu Zeyd Said bin Evs el-Ensari'den Ebban el-Attar'ın yanında okumuştur.Bütün bunlar da Asım'dan ders almışlardır. Halef Hicretin 229. senesinde ve­fat etmiştir. Kendisinden rivayet etmekle şöhret bulan, Ebu Yakub Is-hak bin İbrahim bin Osman bin Abdullah el-Maruzî. [Bu zat da hic­retin 286. senesinde vefat etmiştir] ile Ebul Hasan İdris bin Abdulke-rim el-Haddad'dır.

11- Hasan Basri'dir. Hasanı Basri, Hasan Ebul Hasan Yesar Ebu Saidil el-Basri'dir ve meşhur bir zattır. Tabiînin başıdır. Hicretin 110. senesinde vefat etmiştir.

12- İbnu Muhaysan Muhammed bin Abdurrahman es-Sehmî el-Mekki'dir. Mekke ehlinin kurra başıdır İbni Kesir'le beraber. Hicretin 123. senesinde vefat etmiştir.

13- Yahya el Yezidi'dir.   Yahya bin Mübarek   bin Muğire'dir. Basralı'dır.   «El Yezidi» lakabı ile meşhurdur. Hicretin 202. senesinde vefat etmiştir.

14- Eş Şenbuzi'dir. Muhammed bin Ahmed bin İbrahim bin Yu­suf Bin Abbas bin Meymun Ebu Ferec en Şenbuzi'dir.Bağdat'lıdır. Hicretin 388. senesinde vefat etmiştir. Allah'ın rahmeti, mağfireti ve affı onların üzerinde olsun. Amin.

İşte kıraat ilmine, millet ve ümmete bu hususta hizmet eden, ki-tab ve sünneti koruyan zatlar bunlar ve diğer* benzerleridir... [43]

 

Tefsir Ve Tefsirciler

 

Tefsir lûgatta izah ve açıklamak demektir. Istılahta «Tefsir, bir ilimdir, orada Allah'ın muradına delâlet etmek bakımından ve beşerin takati yetecek kadar Kur'an'dan bahsedilmektedir.»

Diğer bir tarife göre «Tefsir bir ilimdir ki orada nüzula, sened, eda, lafızlar ve o lafızlar ile hükümlere bağlı bulunan mânâlar yönün­den bahsedilmektedir.» [44]

 

Tevil

 

Lugavi mânâlarının en meşhurunda tefsirin muradıfı (eş manâ­lısı) dır. Tefsircilerin ıstılahında mânâları değişir. Bazıları «Tefsir, te­vile umum ve hususta mukabil düşer. Tefsir mutlaka âm, Tevil mut­laka hastım demişlerdir. Bazıları «Tefsir Tevile mübayindir. Tefsir ke­sinlikle «Allah'ın muradı şudur» demektir. Tevil ise, ihtimallerden bi­risini kesinlik olmaksızın tercih etmektir» dedi. Bu son görüş, «El-Ma-turidi»nin görüşüdür. Veya «Tefsir, rivayet yoluyla lafzın beyanıdır. Tevil, dirayet yoluyla lafzın beyanıdır». Veya «Tefsir ibarenin konu­mundan istifade edilen mânâların beyanıdır. Tevil işaret yoluyla isti­fade edilen mânâların beyanıdır.» Bu son görüş, sonradan gelen âlim­lerin yanında şöhret bulmuştur. Buna «el-Alusi» tefsiri Ruhul-Meanî'-de işaret etmektedir.

Tefsir iki çeşittir:

1- Kuru bir tefsirdir. Lafızların hallinden, cümlelerin irabın­dan, Kur'an'ın nazmındaki nükte, belagat ve fenni işaretlerden bahse­der. Bu çeşit tefsir, tefsir olmaktan daha fazla arapça gramerinin tat­bikatına yakındır.

2- Bir çeşit tefsirdir ki bu hududlan aşar. En yüce hedef Kur'­an'ın hidayetlerini açıklamak, talimlerini bildirmek, Allah'ın Kur'an'-da insanlar için koymuş olduğu nizamları ve hikmetini belirtmektir. Ruhları cezbedecek, kalbleri açacak, ve nefisleri Kur'an'ın hidayetiyle hidayetlenmeye çağıracak tarzda olan bir tefsir... İşte bu ikinci çeşidi «Tefsir» adını almaya daha uygundur. Ve tefsirin faziletinden ve ih­tiyacından bahsettiğimiz zaman, bu ikinci çeşidi kastetmiş oluyoruz. Tefsir Kur'an'ın hazinelerinin ve içindeki dünyevi ve uhrevi azıkları­nın anahtarıdır.   Tefsirsiz bu hakikatlara varmak   mümkün olamaz. Tefsiri bilmeyen bir insan milyonlarca defa Kur'an lafızlarını tekrar etse dahi hakikata varamaz. İmam Suyuti «El-İtkan»    adlı eserinde tefsir hakkında şunları söylüyor:

«Kur'an Araplara en fasih zamanında «Arabî lisan» ile inmiştir. O devirdeki insanlar onun zahirini ve hükümlerini bilirlerdi. Onun içindeki incelikler ise, ancak araştırmak ve dikkat etmek ve peygamber­den sormaktan sonra anlaşılır.

Ashabı kiram «Emin olmak, iman edip imanlarım zulm ile karış­tırmayanlar içindir. Hidayete erenler de onlardandır.» (El-Sn'am: 82) âyeti nazil olduğu zaman Resûlüllah'tan sordular:

«Hangimiz var ki nefsine zulmetmemiş olsun?»

Bu suallerine cevab olarak Cenabı Peygamber âyetteki «zulüm» kelimesini «şîrk» ile tefsir etti. Zulmün şirk mânâsına olduğuna da­ir Lokman sûresinin 13. âyetini okudu: «Kesinlikle şirk büyük bir zu­lümdür.»

Ashabı Kiramın muhtaç olduğu nesneye biz de muhtacız. Belki bizim ihtiyacımız tefsirde daha fazladır. Çünkü öğrenmeksizin biz lû-gatuı mânâlarını ve sırlarını bilemeyiz. Böylece tefsirin faidesi; ha­tırlatmak, ibret almak, ahlâk, muamelat, ibadet ve inançlardaki ilâhî hidayetin bilinmesidir. Böylece fert ve toplumlar dünya ve âhiret saa­detini elde etmiş olurlar. Tefsir ilmi dinî ve arabî ilimlerin en şerefli-sidir. Çünkü konusu Kur'an'dır, faidesi büyüktür. «tefsir» ismini almasının nedeni orada keşif ve açıklama vardır. Bütün ilimlerde keşf ve açıklama olduğu halde onlara «tefsir)) denilmemiş, fakat bu ilme «tefsir» denilmiş. Çünkü bu ilmin kıymeti çok yücedir. Ve çok faz­la hazırlıklı olmaya ihtiyacı vardır. Allah'ın kelâmından Muradı nedir onu beyan etmek büyük bir çalışma ve titizlik ister. [45]

 

Tefsirin Kısımları

 

îbni Abbas'tan vârid olmuştur: Tefsir dört kısımdır. Birincisi hiçbir kimsenin bilmemesinde mazur sayılmayacağı helâl ve haram tefsiridir. İkincisi, Arapların dilleriyle yapmış oldukları tefsirdir. Üçüncüsü, âlimlerin yapmış olduğu tefsirdir. Dördüncüsü, Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir tefsirdir. Ez-Zarkeşî «El Burhan» adlı eserinde: «Bu taksim doğrudur» diyor. Arapların lisanlanyla bildiği tefsir kısmı, lügat ve irab yönünden arap lisanına dönüşen kısmıdır. Tefsir âlimi lügatin mânâlarım ve isimlerin mânâlarını bilmelidir. Fa­kat okuyucuya bu lâzım gelmez.

Hiç kimsenin bilmemekte mazur sayılmayacak tefsirine gelince; bu kısım ahkâm sistemlerini ve tevhid delillerini kapsayan Kur'an naslarından bilinen ve zihinlere süratle gelen mânâların tefsiridir. Açık bir mânâyı ifade eden ve mânâsı Allah'ın muradı olduğu bilinen her lafzın tefsiridir. Bu kısım tefsirde teville iltibas yoktur. Meselâ: «Bil ki şüphesiz O, ondan başka ilâh olmayandın) (Muhammed: 19) âyeti celîlesinden herkes tevhid mânâsını idrak eder.

Allah'tan başkasının bilmediği tefsire gelince; kıyametten, ruh­tan bahseden âyetlerin tefsirleri ile sûrelerin başında gelen hece harf­lerinin ve Kur'an'da bulunan her müteşabi hâyetin tefsiri gibi... Bu âyetlerde içtihad etmeye cevaz yoktur. Ancak bunların tefsiri sima yoluyla (yani, peygamberin Allah'tan ve Cebrail'den öğrendiği bir yol­la) bilinir.

Alimlerin bildiği tefsire gelince; bu tefsir onların içtihadına dö­nüşür. İşte ekseriyetde buna tevil denilir. Bu tefsir hükümlerin istin-bat edilmesi, mücmelin açıklanması ve umumun tahsis edilmesi gibi bir tefsirdir.

Bazı âlimler başka bir itibarla tefsiri üç kısma taksim etmişler­dir:

1) Tefsiri Bîrrîvaye (yani hadisle Kur'an'ı tefsir etmek,, buna aynı zamanda «Tefsiri bilme'sur» yani hadis ve sahabelerden gelen eserlerle bilinen tefsir denir.

2) Tefsiri «Bîddıraye». Buna aynı za­manda tefsiri «Bîrrey» de denilir. Yani insan ilme dayanarak içti­had eder ve tefsir yapar.

3) Tefsiri «Bilişare». Buna «Tefsiri işarî» de denir.

Tefsiri birrivaye, Kur'an'da, veya sünnette veya sahabe kelâmın­da Allah'ın kitabındaki muradı ilâhisini beyan eden tefsirdir. Kur'an'-ın Kur'anı tefsirine misal:

«Gece ile gündüzü ayıran fecrin beyaz ipliği, gecenin siyah ipliğin­den size seçilinceye kadar yiyin, için, sonra ... geceye kadar orucu tam tutun.» [El Bakara: 187].

Burada gündüzün mânâsım ifade eden «mînel fecr» kelimesi beyaz ipliğin tefsiridir. [46]

 

Hadîsten Misal

 

Daha önce geçtiği gibi Cenabı Peygamber âyetteki zulmü «şirk» ile tefsir etmiştir. Kur'an'ın ashabın sözleriyle tefsirine gelince.. «El Hakim» «El Mustedrek»inde vahyi ve Kur'an nüzulünü müşahede eden sahabinin tefsiri «Merfu» hadisin hükmünü alıyor, demiştir.

Tabiinden nakledilen tefsire gelince; bu tür tefsirde âlimlerin ih­tilâfı vardır. Bazıları bu tür tefsiri, Bil-Mesur ile olan tefsirden kabul ediyorlar. Çünkü bunlar yüzdeyüze yakın bir oranla sahabeden gelmiştir der. Çünkü bunlar yüzdeyüze yakın bir oranla sahabeden gelmiştir der. Bazıları, tefsiri birreydir diyor. İbni Cerir Et-Taberi'nin tefsirinde, Sahabe ve Tabiînden "birçok nakiller vardır. Ancak Hafız İbni Kesir der ki: «Tefsiri bilme'surun ekserisine Yahudi zındıkların­dan fars zındıkları ile ehli kitabın müslüman olanlarından gelen ri­vayetler karışmıştır. Bazıları; geçmiş peygamberleri, onların ümmet­lerini, onların kitab ve mucizelerini «ashab-ı kehf» gibi kimselerin ta­rihleri hakkında «İREME zatul-imad» şehri ve Babil sihri hakkında, «UÇ» bin Ünuk adlı devasa mahlûk hakkında ve kıyamet alâmetlerin­den olan birtakım emirler hakkında gelen rivayetlerin çoğu hurafe ve iftiralardır, dedi. Bunun için İmam Ahmed «üç şey vardır ki onların ash yoktur demiştir:

1) Tefsiri birrivaye,

2) Melahim, yani âhir za­manda cereyan edecek harpler ve

3) Meğazi, yani gazalardan bahseden kitablar.» İmam Ahmed bunların temeli yoktur demek istemiyor. Yani zihinlere geliyor ki bunların sıhhatlisi azdır. Sıhhatli olmayanı daha fazladır. Yoksa umumiyetle bunların aslı astarı yoktur demek asla doğru olamaz. Çünkü tefsir hakkında sarih rivayetler vardır. Bunda da şüphe yoktur. İmam Ahmed bizzat Ali ibni Ebi Talha'nın İbni Ab-bas'tan rivayet ettiği sahih tefsir sayfası hakkında nakil yapmıştır. Sünenler Kur'an tefsiriyle doludur. [47]

 

Ashabın Tefsir Âlimleri

 

Hulefai Erbaa (yani dört halife), İbni Mes'ud, İbni Abbas, Ubey bin Kâb, Zeyd bin Sabit, Ebu Musa el Eşarı, Abdullah bin Zübeyr gibi zatlardır. Dört halifeden en fazla tefsir Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Diğer üç halifeden pek fazla tefsir rivayet edilmemiştir. Sebebi de bun­ların erken vefat etmeleridir.

Ma'mer Veht> bin Abdullah bin Ebu Tüfeyl'den rivayet ediyor: Hz. Ali, hutbede «Benden sorunuz. Allah'a yemin ederim, ne sorarsa-ıiz size haber veririm. Allah'ın kitabını sorunuz. Yemin ederim, han-i âyet olursa olsun onun gece mi gündüz mü, dağda mı ovada mı na­il olduğunu biliyorum» dedi. Başka bir rivayette «Hz. Ali; yemin edi-or ki, hangi âyetin kimin hakkında ve nerede nazil olduğunu biliyo-um. Benim Rabbim bana çok idrak edici bir kalb ve çok (soran) bir [il ihsan etmiştir, dedi.»

Tefsir rivayetleri çokça îbni Mesud'dan gelmiştir. İbni Mesud'un ıe derece yüce bir ahlâka sahib olduğunu sen bilirsin. Ebu Naim, Ebul luhteri'den rivayet ediyor: «Hz. Ali'ye dediler: Bize İbni Mes'ud.dan laber ver. Hz. Ali: O Kur'an ve sünneti bildi ve sonra nihayete vardı, lim olarak bu kâfidir. Yeter artar dedi.»

İbni Abbas'a gelince Kur'an'm tercümanıdır. Bu hususta Resû-iillah'ın şehadeti vardır: Mücahid îbni Abbas'tan şu hadisi rivayet edi-or: Resûlüllah bana: «Sen Kur'an'm en güzel tercümanısın dedi.» leyhaki, «Delailül-Kur'an'da îbni Mes'ud'dan rivayet etti: «Kur'an'm n güzel tercümanıdır Abbas oğlu Abdullah. Resûlüllah ona: Ya rab! mu dinde fakın kıl ve ona tevil ilmini öğret» diye dua etti.»

Fakat buna rağmen îbni Abbas'a nisbet edilen tefsir hususunda ok dikkat gerekiyor. Çünkü İbni Abbas'ın kesesinden birçok tefsir apılmıştır.

Ubey bin Kâb bin Kays «el-Ensari», vahyin kâtiblerinden birisi, lduğu gibi tefsirde de çok fikir beyan eden bariz âlimlerden biridir. Ziraatta da bariz bir âlimdir. Ebu Cafer er Razi, Rebi bin Enes'den, da Ebu-Âliyeden o da Ubey bin Kâb'tan tefsir rivayet etti. Senedi sa-ûhdir. Zeyd bin Sabit, Ebu Musa «el-Eşari», Abdullah bin Zübeyr ;ibi zatlara gelince tefsirde meşhur olmakla beraber, bu zatlardan lort halifeden daha az tefsir nakledilmiştir. Sahabelerden birçok kim-e tefsir ilmine çalışmıştır. Ancak azdırlar. Enes, Ebu Hüreyre, İbni !>mer, Cabir, Âmr İbn As, Müminlerin annesi Hz. Aişe bunlardandır. [48]

 

Îbni Abbas'ın Tefsiri

 

Tefsir bakımından sahabelerin en fazlası İbni Abbas'tır. Kur'an'ın ercümamdır. Kendisinden çok ve sayılmayacak kadar rivayetler ve [49]

 

Tabiînin Tefsircileri

 

Tabiîn üç tabakaya ayrılmıştır. Mekke, Medine ve Irak tabakala­rıdır. Mekke tabakası tefsir ilminde en âlim kişilerdi. Suyuti, İbni Tey-miye'den naklediyor:

«Tefsiri en güzel bilenler Mekke'lilerdir. Çünkü onlar İbni Abbas'm talebeleridir. Mücahid, Atabin Ebu Ribah, İkrime, Said bin Cübeyr ve Tavus bu tabakanın başında geliyorlar. Mücahid'in tefsirine gelince; o, İbni Abbas'tan yapılan rivayetlerin en kuvvetlisidir. İmam Şafii, Buhari ve ilim imamlarından başkaları da onun tefsirine itibar etmiş­lerdir. İmamı Nevevi, Mücahid'den bir tefsir nakledilirse, o kâfidir de­miştir. Fudayil bin Meymun: Mücahid'den «Kur'an'ı otuz defa îbni Abbas'ın kontrolunda arzettim, yani tefsirini ve açıklamasını onun ya­nında yaptım dediğini dinledim diyor.»  [50]

Yine.ondan gelen bir rivayet: «Mushafı İbni Abbas'ın yanında üç defa arzettim (onun kontrolunda okudum). Onun her âyetinin üzerin­de durur İbni Abbas'tan mânâsını sorardım. Kim hakkında ve nasıl na­zil olmuştur diye mânâsını sorardım.» dedi.

Ata ve Said'e gelince; onlar da İbni Abbas'tan gelen rivayetlerde mevsuk ve güvenilirdirler.

Süfyanı Servi; Tefsiri dört kişiden alınız: Said bin Cübeyr, Müca­hid, İkrime ve Dahhak'tan...» dedi.

Kattade ((Tabiînin en âlimi dört kişidir; Ata bin Ebi Ribah mena-sıkı en güzel bilendir. Said bin Cübeyr; Tefsiri, ikrime Siyeri, Hasan, halâl ve haramı en iyi bilendir» dedi.

Ebu Hanife «Atadan daha üstün bir kimseyi görmedim» diyor.

îkrime'ye gelince; İmam Şafii «Allah'ın kitabım İkrime'den daha güzel bilen bir kimse yeryüzünde kalmamıştır» dedi.

İkrime der ki «İbni Abbas benim ayaklanma (kaçmamam için) bu­kağı vuruyordu. Bana Kur'an ve sünneti öğretiyordu.» [51]

Tavus bin Kisan el Yemani'ye gelince; o da ilim ve amel kahra-manlanndandır. Elliye yakın sahabi görmüştür. Kırk defa Allah'ın beytini ziyaret etmiştir. Duası makbuldür. îbni Abbas: «Ben Tavus'u cennet ehlinden zannediyorum.» diyordu.

Medine'lilerin tefsircilerine gelince: Zeyd bin Eşlem, Ebul Âliye, Muhammed bin Kâb el Kurezi gibi zatlardır.

Irak tabakasına gelince: Onlardan birisi Mesruk bin el Ecda'dır, zahid bir insandı. İbni Mes'ud'un talebesiydi. İbnu-Muin: Mesruk Sık-kadır. Nasıldır diye sorulmaz.» dedi.

Mesruk bir çok müşkil meselede Kadı Şureyh'in müsteşarı idi. Sa­bi, Ebu Vail, ve daha niceleri Mesruk'tan rivayet ettiler.

Kattade bin Deâme İbni Mes'ud'un ravilerindendir. İbni Şirin bu zatın zabt ve hıfz bakımından mazbut olduğunu söylüyor. îbnu Mü-seyyeb, «Kattade'den daha fazla hıfzedici bir Irak'lıyı görmedim» de­di. Ancak Kattade kaza ve kader meselelerine dalıyordu. Onun için de bazı insanlar ondan rivayet etmekten kaçındılar.

Irak tefsircilerinden biri de Ebu Said Hasan el Basri'dir. Mevsuk, âlim ve mütteki idi. Ata bin Ebu Müslim el-Horasani, Mürret ül Heme-dani de Irak müfessirlerindendir. Bunlar, reylerini, ve ilimlerini saha­beden aldılar. Tebei tabiîn de bunlardan tefsir ilmini almışlardır. Zira Cenabı Hak «Şüphesiz ki biz zikri yani Kur'an'ı indirdik ve şüphesiz ki biz onun koruyucularıyız [El-Hıcır: 9] buyurmuştur. Allah'ın Re­sulü de: «Bu ilmi her haleften adil kimseler alacaklar, ifratçılarm tah­riflerinden onlar bu ilmi temizleyecekler. Batılcılann batıl fikirlerini silip atacaklar. Cahillerin tevillerini tamamen sökeceklerdir» buyur­muştur.

Tabiinden rivayet edilen tefsirde mülahaza edilecek çok mühim itibarlar vardır:

1) Onlar nübüvvet zamanına yetişmediler. Resûlüllah'ın nurla-nyla bizzat şereflenmediler. Böylece zanna galib geliyor ki, onlardan rivayet edilen tefsir ancak onların rey ve içtihadlandır. Resûlüllah'a senedi yükselen hadisi «Merfu» hükmünü taşıyamaz. Fakat ashabın tefsiri bu hükmü taşıyordu. Nitekim biz daha önce bunu belirttik.

değişik yollar gelmiştir. En güzelleri Ali bin Ebu Talha «el Haşimi» ta­rafından rivayet edilen tefsirdir.

Ahmed bin Hanbel; «Mısır'da tefsir hususunda bir sahife vardır. Onu Ali bin Ebi Talha rivayet etmiştir. Eğer bir kişi sadece onu elde etmek için Irak'tan Mısır'a giderse, fazla masraf edildi denilmez.» de­di. İbni Hacer, «Bu nüsha Ebu Salih nezdinde idi. Onu Muaviye Ebi Salih'ten o da Ali bin Ebi Talha'dan, o da İbni Abbas'tan rivayet et­miştir.» dedi. Buhari «Sahih» inde İbnu Abbas'ın tefsirine çok yerlerde itimat ediyor. Bazıları; İbni Ebi Talha İbni Abbas'ı dinlememiş, ancak Mücahid'den veya Said bin Cübeyr'den onun tefsirini dinlemişdir» dedi. İbni Hacer, vasıta kuvvetli olduktan sonra fark yok. isterse biz­zat İbni Abbas'tan isterse vasıtadan dinlemiş olsun, dedi. İbni Cerir et Taberi İbni Ebi Hatem, İbni Munzir, ibni Abbas'ın bu tefsirinden çok rivayetler etmişler. Fakat onlar ile Ebi Salih'in arasında vasıtalar var­dır.

İbni Abbas'tan gelen güvenilir rivayetlerin birisi de, Kays'm Ata bin Said, veya Said bin Cübeyr'den rivayetidir. Bu rivayet Müslim ve Buhari'nin şartlan üzerinde sahih bir rivayettir, ibni İshak'ın Mu-hammed bin Ebi Muhammed'den, onun da îkrime'den veya Said bin Cübeyr'den rivayeti de güzeldir. İbni Abbas'tan gelen en zayıf rivayet «El-Kelbi»nin Ebi Salih'ten îbni Abbas'tan yaptığı rivayettir. Mukatil bin Süleyman'ın, Dahhak bin Muzahim'in ibni Abbas'tan rivayetleri de böyledir. Ve Munkati (kesintili) dir. Çünkü Dahhak İbni Abbas'ı görmemiştir. İmam Şafii'den, «Tefsir hususunda İbni Abbas'tan ancak yüz hadise benzer bir şey sabit olmuştur.» rivayeti vardır. îbni Ab­bas'tan başka diğer sahabilerderi de tefsir rivayeti yapılmıştır:

1) Abdullah Bin Mes'ud'dan tefsir rivayet edildi. Bu zat, altıncı müslüman ve Resûlüllah'ın hizmetkârıydı. Resûlüllah'm pabuçlarını gezdiriyordu. Peygamberle beraber ve korumak için önünde yürüyor­du. Bu bakımdan edebini Resûlüllah'tan almıştır. îbni Mes'ud'un bu hasletleri için, onu Allah'ın kitabını, «Muhkem» ve «Muteşabih» âyet­lerini, helâl ve haramını en güzel bilen sahabelerden saymışlardır. «El-Itkannda Suyuti, «İbni Mes'ud'dan rivayet edilen tefsir; Hz. Ali'den ge­len tefsirden daha fazladır» der. İbni Cerir ve başkası İbni Mes'ud'dan şu rivayeti yaptılar:

«Kendisinden başka Mabud bulunmayan Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın kitabından inen her âyetin kimin hakkında ve nerede nazil olduğunu biliyorum. Eğer benden daha fazla Allah'ın kitabım bilen bi­risini görebilseydim ve onun bulunduğu yere develer varsaydı mutlaka oraya gider ve ondan Allah'ın Kitabını Öğrenirdim.» dedi.

2) Ali bin Ebi Talib'tir (R.A.): Resûlüllah'ın amcasının oğlu, da­madı, dördüncü halîfe, doğup büyümesi İslâm içinde olmuş, hiç bir za­man puta secde etmemiş, ResûlüIIah'la kopmaz bağı olduğu için, bu durum onun nefsinin nurlanmasında, maddesinin verimli olmasında ve ilminin bollaşmasında büyük tesir yapmıştır. Hak Teâlâ ona saf bii fıtrat, nâdir bir zekâ ve hibe edilmiş bir akıl ihsan etmiştir. İhtilâflar haletmede örnekti. Ali bin Ebi-Taiib için «Q öyle bir kaziyedir ki, onu halledecek bir Ebul Hasanı yoktur»,   yani Ali'si yoktur, deniliyordu İbni Abbas «Ben Kur'an tefsiri hususunda aldıklarımı Ali bin Ebu Ta-lib'den öğrendim» der.   İbni Abbas'ın bu şahadeti  Hz. Ali için yeterli değil midir?

Fakat bu ilim ummanı, şecaat ve celâdet deryası Hz. Ali sevgisin­de israf ve ifrata kaçan bir takım taraftarlarıyla müptelâ oldu. Onu takdir etmede hududu aştılar. Onun nefsinde olmayan şeyleri ona nis-bet ettiler. Onun söylemediklerini onun kesesinden uydurdular. Bu­nun için Hz. Ali'den rivayet edilen haberlerin çoğunda DESS (katma) vardır. Rivayet ricali bu hususu tetkik ettiler. Sıhhatli olam sihhatli olmayandan ayırdılar [52]

3) Ubey bin Kâb el Ensaridir. Kurra âlimlerindendir. Vahyi kâti­bidir. Bedir savaşma katıldı. Hakkında şu hadis rivayet edilmiştir:

«Onların Allah kitabını en fazla, en güzel okuyanı Ubeyy bin Kâb'-tır.»

Ebu Cafer er Razi, Rebi'den, o Ebu-Âli'den, o da Ubey bin Kâb'tan tefsir hususunda büyük bir nüsha nakletmiştir. îbni Cerir ve İbni Ebi-Hatem ondan çok nakiller yapmıştır. Hakim «Mustedrek»inde ve İmamı Ahmed Musned'inde ondan rivayet etmişlerdir.

2)  Onların tefsirinde isnad-ı sahih pek nadirdir.

3) Onların   tefsirleri   îsrailiyyat ve   Fars   zındıkları   tarafın­dan icad edilen bir takım hurafeleri kapsamaktadır. Başka hurafeleri de ehl-i kitabın müslümanlanndan hüsnü zanla almışlardır. Binaena­leyh «Tefsiri birrivaye» hakkında son olarak şunları söyleriz:

«Kur'an'ın bazı âyetleriyle diğerlerini tefsir etmekte, Kur'an'ı sıhhatli ve Resûlüllah'ın «Merfu» hadisleriyle tefsir etmek hiç şüphe yoktur ve makbuldür. Bu tür tefsir baş tacıdır. Sahabelere ve Tabiîne nisbet edilen rivayetlerle tefsir edilmesine gelince: Bazı yönlerden bu tür tefsire zayıflık karışmıştır:

1) İslâm düşmanları bu dini yıkmak istemişler, ok ve kılıçlarla kazanamadıkları harbi dine uydurmaları katmak suretiyle savaşı ka­zanmaya kalkışmışlardır.

2) Aşın görüşlerin sahihleri, görüşlerini temyiz etmek için saha­be ve tabiînin kesesinden birşeyler uydurmuşlar. Meselâ Hz. Ali'nin if­rat derecede sevenleri, Hz. Ali'de olmayan   şeyleri ona nisbet etmiş­lerdir. Abbasilerin. saltanatı zamanında idarecilerin   gözlerine girmek için, îbni Abbas'a söylemediğini nisbet eden ifratçılar da bu kabilden­dir.

3) Sahih, gayri sahihe karışmıştır. Sahabe ve tabiîne birçok söz nisbet ediliyor. Ne isnad var ne de tetkik. Bu tür davranış hakkı batıla karıştırmış durmuştur.

4) Bu rivayetler israiliyatla doludur ve birçok batıl hurafeler bu rivayetlere karışmıştır. Akaidle ilgili meseleleri asla ve kafa bu riva­yetlerden almak caiz değildir. Çünkü akaid hususunda kesin delil lâ­zımdır.

5) Tevrat ve İncil gibi önce gelen kitablardan sıhhatli bir şekil­de dahi nakiller yapılırsa, Resûlüllah bize o hususta menfi veya müs-bet fikir beyan etmemeyi emretmiştir. Onları tasvib etmiyoruz. Çünkü tahrif olunmuş kısımdan nakletmiş olabilirler.   Tekzib de etmiyoruz, çünkü naklettikleri doğru âyetler olabilir.    Cenabı Hak onların hak­kında «kitabdan bir nasib onlara verilmiştir» [Âl-i İmran: 32] buyur­muştur.

İbn Teymiye «Tefsirdeki ihtilâf, iki çeşittir: 1) Bir çeşidi vardır ki, dayanağı sadece nakildir. 2) Diğer bir çeşidi vardır ki, nakilden başka şeylerden anlaşılır. Nakledilenler ya Peygamberden veya başka-sındandır. Menkulün de bir kısmı vardır ki, onun sahih olanını gayri sahihinden ayırmak mümkündür. Diğer bir kısmı vardır ki sahihini ayırmak mümkün değildir. İşte sahihinden zaifinin bilinmesi mümkün olmayan kısım genellikle faidesizdir ve onu bilmekte herhangi bir ih­tiyacımız yoktur. Meselâ: Ashab-ı Kehfin köpeğinin renginde ve is­mindeki ihtilâflar gibi. Beni İsrail'de öldürülen adama ineğin hangi parçasıyla vurulmuştur hususundaki ihtilâflar gibi. Hz. Nuh'un gemi­sinin ne kadar olduğunu, ağaçlarının nereden getirildiğini, Hz. Hızır'ın öldürdüğü çocuğunun isminin ne olduğu şeklindeki meselelerle ilgili ihtilâflar gibi. İşte meselelerin bilgisi nakilden geçer. Sahih olarak Re-sûlüllah'tan nakledileni kabul ederiz. Kâb ve Vahb gibi ehli kitabdan gelen nakilleri ne tekzib, ne de tasdik ederiz. Çünkü Resûlüllah «Ehli kitap size birşey nakletti mi ne onları tasdik, ne de tekzib ediniz» buyurmuştur. Tabiînin bazılarından nakledilenler de böyledir. Her ne kadar o, ehli kitabdan naklettiğini söylemese bile... Binaenaleyh tabiin ihtilâfa düştüğü zaman, birisinin sözü diğerine karşı hüccet olamaz. Sahabelerden sahih bir şekilde nakledilenlere gelince: Nefis onu daha fazla benimser. Çünkü muhtemeldir ki sahabi, onu bizzat Resûlüllah'-tan veya Resûlüllah'ı dinleyen birisinden dinlemiştir. Sahabelerin ehli kitabdan nakli tabiînin ehli kitabdan naklinden daha azdır. Sakın İbni Haldun, İbni Teymiye ve başka âlimlerin sözleri seni Abdullah bin Se­lâm, Vehb bin Munevbih ve Kâbul-Ahbar gibi zatların aleyhine götür­mesin. Zira Abdullah bin Selâm sahabidir. Onu Abdullah bin Sebe ile bir tutan mutlaka yanılmıştır. Veya Abdullah İbni Sebe habis bir Ya-hudiydi. Esasında müslüman değil, İslâmı zahirde kabul etmişti. İsla­ma şerr getiriyordu. Hz. Ali'ye tâbi oldu. Ve «Allah Hz. Ali'nin bede­ninde tecelli etti» saçmalığını söyledi. Hz. Osman'a tân etti. İki hake­min Sıffiyn'de hüküm verdikleri anda rafizliğini ilân etti, insanları o, günahkârlık olan sapıklığına davet etti. Hakikat şudur ki, bu üç insan Abdullah bin Selâm, Vehb bin Munebbih ve Kâbul-Ahbar adil ve gü­venilir insanlardır. İbni Selâm sahabidir. Cennetle müjdelenmiştir. Bu konuda Tirmizi Muaz'dan şu hadisi rivayet ediyor:

«İbni Selâm cennetteki on kigjnin onuncusudur.»

«Beni-İsrail'd en onun benzeri üzerine bir şehid şahidlik etti» [El-Ahkaf: 10] âyeti ile «yanında kitab ilmi olan» [Er-Rad: 43] âyeti onun hakkında nazil olmuştur.

Vehb bin Munebbih'e gelince: O güvenilir, geniş ilme sahib bir tabiindir. Ebu Hureyre'den çok hadis rivayet etmiştir. Sahihi Müslim ve sahihi Buhari'de hadisi vardır. Kardeşi «Hemam bin Münebbih'-den rivayet etmiştir ki: Vehb İbadete o kadar dalmıştı ki yirmi sene yatsı abdestiyle sabah namazını kıldı.»

Kâb'a gelince: O da büyük bir tabiîndir. Hz. Ebu Bekir'in hilâfe­tinde müslüman oldu. Sahabiler kendisinden rivayet etmek suretiyle onun âdil olduğunu gözler önüne serdiler. Hem o sahabilerden, hem de sahabiler ondan rivayet ettiler. Tabiîin de ondan rivayet ettiler. Sa­hihi Buhari'de hadisi vardır. Onların şahsiyeti hakkında söylenen ve onlardan nakledilenler arasında fark yapmak gerektir. Şahsiyetleri mutemed ve takdire şayandır. Nakillerine gelince, sahihi var, gayri sa­hihi var. Fakat sahih olmayan nakillerinden dolayı onları itham ede­rek cerhetmek doğru değildir. Zira kimliklerini bildin... [53]

 

Tefsiri Bil-Me's Urun Tedvin Edilmesi

 

Tebei tabiîn devri geldiğinde birçok tefsir telif edildi... Sahabe ve tabiînin sözleri derlendi. Süfyan bin Uyeyne'nin, Vaki 'bin Cerrah'ın, Şube bin Haccac'ın Yezid bin Harun'un, Abdurrezzak'm, Adem bin Ebi îshak, İshakbin Rahuye, RuhbinUbade, Abdbin Ubeyd, Ebu Be­kir bin Ebi Şeybe, Ali bin Ebi Talha Buhari ve diğerleri tefsir naklet-miştir. Onlardan sonra İbni Cerir et Taberi meşhur kitabını yazdı. İb-nu Cerir'in kitabı tefsirlerin en büyüklerindendir. Sonra İbnu Ebi-Ha-tip, İbni Hacer, El-Hakem, İbnu-Merduyeh ve İbnu-Hibban Tefsir yazdı­lar. Bunların teliflerinde, ancak sahabeye, tabiîne ve tebe-i tabiîne isnad edilen tefsirler vardır. Fakat (224 - 310 da vefat eden) İbni Ce­rir'in tefsirinde sözleri kritik etmiş, bazılarını diğerine tercih ederek irab ve ahkamı istinbat ederek söylemiştir.[54]

 

İbnu Cerir’in Tefsiri

 

Nevevî Et-Tehzib'inde şunları söylüyor: «İbni Cerir'in tefsir hak­kındaki kitabına gelince; onun benzeri yazılmamıştır. Şafülerin üsta­dı Ebu Hamid el İsferayini «Eğer bir kimse İbni Cerir'in tef şirini elde etmek için kalkıp Çin'e gitse bu fazla sayılmaz.» dedi. İbni Cerir se-nedleri yazmış, uzağı yaklaştırmış, başkasının derlemediğini derle­miştir. Fakat bazen haberleri sahih olmayan senedlerle sevkediyor ve sıhhatli olmadıklarına da dikkati çekmiyor. Bu da halkın sened hali­ni çokça bildiği bir devirde kitabını yazmasından ileri geliyordu. Tef­siri bugüne kadar mevcuttur, elimizdedir. Ve diğer tefsirlere kaynak olmaktadır.

Ebu-Leys Semerkandi'nin de tefsiri «Bil mes'ur»u vardır. Sahabe ve tabiînden birçoğunun sözlerini orada naklediyor. Ancak senedleri zikretmiyor. Ebu Leys'in tefsiri basılmamıştır. Fakat kütübhanelerde mevcuttur.

«Eddurul mensur fit tefsir bil-mes'ur» adlı ve imam Suyuti ta­rafından yazılmış bir tefsiri bil mes'ur daha vardır. İmam Suyuti El îtkan'da der ki:

«Bir tefsire başladım. Menkul tefsirlerin hepsini derliyor. Makul sözlerin hepsi onda var. İstinbat, işaret, i'rablar, Iûgatlar, belagat noktalan ve bedii güzellikleri orada vardır. Onun adı «Mecma ul Bah­reyn ve matla ul bedreyn»dir. Ve «El-İtkan» kitabını da ona mukaddi­me yazdığını söylüyor. El-İtka'nm sonunda Resûlüllah'a ref edilmiş Fa­tihanın başından En Nas sûresine kadar olan tefsiri bil mes'urun bir kısmını zikrediyor.

İbni Kesir de tefsiri bil me'sur yazmıştır. Eğer onun tefsiri bütün tefsirlerin en sıhhatlisi olmazsa bile şüphesiz ki en sıhhatli tefsirler­den birisidir. Tefsirinde Peygamberden, büyük sahabi ve tabiînden ri­vayet yaptı. îbni Kesir îmadüddin ebul Fidâ İsmail bin Hatib'dir. Hicri (705) de doğmuş (774) de vefat etmiştir.

Allâme Ebu Muhammed Hüseyin bin Mes'udel-Beğavi»nin tefsiri ise, «Mealim ut-Tenzil» adını taşıyor, orada Mes'uru senedlerden tecrid ederek nakletmiştir.

Bakıyye bin Muhallid bin Yezid bin Abdurrahman el Endülüsü el Kurtubi'nin de tefsiri vardır. Büyük allamelerden birisi olan bu zat tefsir ve sened sahibidir. Yahya bin Yahya el Leysi'den almış, sonra Endülüs'ten doğuya göçetmiş. Hicaz, Mısır ve Bağdat'ta büyük âlimle­rin derslerinde bulunmuş, Anmed ibni Hanbel'den hadis rivayet et­miş, Küfe'de Ebu Bekir bin Ebu Şeybe'den, Mısır'da Yahya bin Buke-yir'den, Hicaz'da Ebu Mus'ad ez Zuhri'den hadis rivayet etmiştir. Di-mekşte Hişam bin Ömer'den hadis rivayet etmiştir (284), hocası vardı, îmam, Zâhid, daima oruçlu, sâdık ve duası kabul olunan bir zattı. İlimde bir deniz gibiydi. Hiçbir kimseyi taklid etmiyordu. Hadiste ve tefsirde hiç kimse onun kadar senede sahib değildi. İbniHazm der ki: «Kesinlikle ifade ediyorum ki, tslâmda Bakıyye bin Muhallid'in tefsiri gibi hiçbir tefsir yazılmamıştır. Ne fbni Cerir'in tefsiri öyledir, ne de başkası.» Hicri (204) de doğmuştur. Vefatı kesinlikle belli değildir. Tetkik neticesinde görüyoruz ki her âlim hangi fende daha kuvvetli ise tefsirinde o fen daha fazla işleniyor. Meselâ Fahreddin Razi gibi akli ilimlerde faik olan kimseler akvalı hükemanın, felsefecilerin söz­lerini ve şüphelerini ve onlara verilen cevabları tefsirlerinde nakledi­yordu. Fıkıhta bariz âlim olan Kurtubi de fıkhî dalların delillerini tef­sirinde sayıp durmaktadır. Muhaliflerin reddine çalışıyor. Nahivde âlim olan Ez Zeceac ve «El-Besit» adlı kitabında El Vahidi ve «El Bahr»inde Ebu Hayyan en fazla i'rabe ve i'rab vecihlerine yer vermek­tedirler. Nahiv kaidelerini zikretmektedirler.

Sapık görüş sahibleri ise, mezheblerini tecviz edecek şekilde âyet­lerin tevili ile çalışırlar. Haberciler, kıssalar ve haberleri seleften nak­letmeye bütün dikkatlerini sarfederler. îster bâtıl olsunlar ister sa­hih... İşaretçiler ile Tasavvuf erbabı, Tarğib, terhip, zühd, kanaat ve riza taraflarına daha fazla ihtimam verirler. Kur'an'ı meşreb ve zevk­lerine uygun bir şekilde tefsir ederler. Hulasa: Her fende yetişen insa­nın tefsirinde o fennin yer aldığını görüyoruz. Herhangi bir fikir ve görüşe davet eden insanların tefsirlerinde de o tür te'villeri görüyoruz. Bazıları, Kur'an'ı «Tabiat», «Kimya», «Matematik» ve cebir gibi fen­leri kapsadığım iddia ederler.

Hulasa tefsir yazan âlime şunu mülâhaza etmek gerekir: «Kur'an hidayet ve icaz kitabıdır. Onun en yüce hedefi   Allah'ın kelâmındaki

hidayetlerini belirtmektir. İcazın kitabullahtaki yerlerini beyan et­mektir: «Ta ki helak olan delilden sonra helak olsun, d iril en kimse de delille dirilsin. Şüphesiz ki Allah semi ve bilicidir» [El-Enfal: 42], bu hususu bildiriyor.[55]

 

Tefsirin Makbul Ve Merdud Kısımları

 

Sahabinin, tabiînin tefsiri, sahabi ve tabiînlerin sözlerine sahih isnadlarla dayananlarını tefsiri ve sahih me'sur ile ilmi ve mutedil fi­kirlerden karma olarak tefsir yazanların tefsirleri, makbuve mahmud bulunan doğru olan tefsir kısmına dahildir. Bizim bu devirdeki tefsir­lerin bu kısma dahil olmasını Allah'tan niyaz ediyoruz. Hevaî nefsin peşinden giden, bid'atleri terviç etmeye alışan, bidatin hükümlerini icraya gayret gösterenlerin tefsiri ise, merdud ve mazmum tefsirdir. Bid'atlara en fazla dalan «Er Rumani», «El Cübai», «Kadı Abdul-cebbar» gibi kimselerin tefsirleri, hevai nefse tâbi olanların tefsiridir. Zemahşeri hakkında âlimler ihtilâf etmiştir. Bazıları Zemahşeri'nin «Keşşaf» ını tefsiri Mazmumdan saymışlar, çünkü orada Mutezile mez­hebi terviç edilmektedir, demişler. Bazıları da «Keşşaf» ta büyük fai-deler vardır. Onun mühim faideleri diğer yönünden daha ağır basar. Onun için makbul ve mahmud kısımdandır demişlerdir. Kanaatımızca ikinci görüş daha isabetlidir. Biddıraye tefsirlerin kaynağı sayılan ((keşşaf» bir kenara itilmemelidir. İtizalı öğen yerlerine ehli sünnet işaret etmiştir. Bilinmiştir. [56]

 

Re'vi Körü Körüne Desteklemek

 

Bil ki, bazı fertler hatta bazı milletler rey ve mezheblerini terviç etmek için taassub göstermişlerdir. Onların reylerine muhalif olana bid'atçı demişlerdir. Bu muhalif, âyeti caiz bir şekilde tevil etse, delil ve burhanı olsa dahi bidatcıdır. Onlar mezheblerini ve fikirlerini terazi kabul ederler. Veya Kur'an, Sünnet ve İslâm onların fikri imiş gibi bir davranış içerisine girerler. Böylece şeytan onları kandırdı ve gururları kendilerini kör etti. Kitab, sünnet ve İslâmın mezheb ve meşreblerin-den daha geniş olduğunu unuttular. Şu âyeti sanki hiç okumamışlar­dır:«Hepiniz birden Allah'ın ipine sanlınız. Sakın paramparça olma­yınız.

Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Hatırlayınız o za­manı ki, siz düşman idiniz. Allah kalblerin arasında ülfet peydan etti. Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz.» [Al-i îmran: 103].

Ve sanki şu âyeti de okumamışlardı:

«Dinlerini paramparça edenlere ve çeşitli guruplara ayrılanlara gelince; sen hiçbir şeyde onlardan değilsin.» [El'enam: 159].

Ve yine şu âyeti de unutmuşlardır:

«Sakın siz ayrılığa düşüp beyyine kendilerine geldikten sonra ih­tilâf edenlerden olmayınız. Onlar var ya, onlar için elem verici ve bü­yük bir azab vardır.» [Âl-i İmran: 150].

Bundan dolayı herhangi bir müslümanı küfür, bid'at ve heva ile itham etmemeliyiz. Bize İslâmî bir reyle, bir fikirle muhalefet ediyor diye bu şeyler yakıştırmamalıdır. Çünkü küfür ve bid'at en şeni emir­lerdendir. Âlimlerimiz bir kelime doksandokuz yönden küfrü, bir yön­den de imanı gerektiriyorsa, en güzel şekilde hareket edip imam ile te­vil etmek gerekir demişler. Hevai nefse tâbi olmamak lâzımdır. Çünkü Resûlü-Ekrem, «yeryüzünde kendisine kulluk yapılan en mebğuz ve batıl mabud Allah katında hevai nefstir» diye buyurmuştur. Kur'an'ı Kerim «Hevasını ilâh olarak ittihaz edeni görüyor musun?» [El-Casiyye: 23] diyerek Resûlüllahı uyardı. [57]

 

Rey İle Tefsirin Caiz Olan Ve Olmayan Kısımları

 

Reyden maksat, içtihattır. Eğer içtihat, cehalet ve dalaletten uzak bulunan ve istinad etmeye lâyık olan bir şeye dayanıyorsa, onunla ya­pılan tefsir, Mahmud ve Makbul kısma dahildir. «Mazmum» değildir. Tefsirde güvenilmesi ve dayanılması gereken şeyleri Suyuti «el îtkan» da şöyle naklediyor:

«Kur'an tefsirini taleb etmek hususunda çalışma yapanın çok me­hazları vardır. Fakat ana mehaz dörttür. Birincisi zaif ve mevzudan kaçınmak suretiyle Resûlüllah'tan nakledilene tâbi olmaktır. İkincisi, sahabinin sözüne yapışmaktır. Çünkü sahabinin sözü mutlak mânâda «Merfu» hükmünde kabul edilmiştir. Üçüncüsü, âyetleri başka mânâ­lara kaydırmaktan kaçmakla beraber lügatin mutlak mânâsına yapış­maktır. Dördüncüsü, kelâmın gerektirdiği ve ilâhî sistemin delâlet et­tiği mânâya yapışmaktır. İşte Resûlüllah'm İbni Abbas için «ona tevili öğret» diye dua ettiği bu dördüncü kısma dahildir. Binaenaleyh bu mehazlara sırtını dayayarak içtihadi ile tefsir yapan bir kimse güzel bir tefsir yapmıştır, tefsiri caizdir ve tefsir demeye elverişlidir. Kim ki bu asıllardan uzaklaşarak Kur'an'ı tefsir ederse, onun tefsirine iti­bar edilmez. Tefsiri itibar derecesinden sakıttır. «Tefsiri gayri caiz» ve­ya «Tefsiri Mazmum» ismini almaya lâyıktır. Binaenaleyh içtihadla yapılan ve caiz olan tefsirde, Resûlüllah'tan ve ashabı güzinden nak­ledilene itimad etmek gerekiyor. Bu tür tefsir sahibinin lügat kanun­larını bilmesi lâzımdır. Uslubleri hakkında bilgi sahibi olmalıdır. Al­lah kelâmını bilinen şekilde yüklenmesi için seri sistemlerin bilicisi ol­malıdır. Tefsirde kaçınılması gereken emirlerin başında geleni lügat ve şer*i sistemlerin cahili olduğu halde Allah'ın kelâmının tefsirine ace­lece yönelmek, Allah'ın kelâmını fasit görüşlere bina etmek, ilmi Al­lah'a mahsus olan âyetlere daldıkça dalmak, delilsiz bu âyette Allah'ın muradı şudur demekten kaçınmak heva ve hevesiyle beraber yürümek­ten sakınmaktır. Yani cehalet ve dalâletten uzak olmaktır. Kur'an'da üç çeşide taksim edilen ilimlerin olduğunu bilmesi lâzımdır. Birinci iüm, Allah'ın, mahluklarından herhangi birisine vermediği ve hiç kim­seyi muttali etmediği bir ilmidir. Cenabı Hak sadece onü kendisine tahsis etmiştir. Zatının ve sıfatlarının hakikatini.bilmek, Ondan baş­kasının bilmediği gaybi konuları bilmek bu tür ilimdir. Bu konularda hiç kimse için konuşmak caiz görülmemiştir, ikincisi; Cenabı Hakkın izniyle Peygamberinin muttali olduğu ve Peygambere mahsus olan ilimdir. Bu ilimde de Peygamberden başkasının veya Peygamberin izin verdiği kimseden başkasının konuşması caiz değildir. Sûrelerin başın­daki hece harfleri bu kabildendir. Üçüncü ilim, Allah'ın Peygamberine öğrettiği ve Peygamberin de onları tebliğ etmekle görevlendirildiği ilimdir. Bu da iki kısma ayrılıyor. Bir kısmında konuşmak ancak din­lemek suretiyle caiz olabilir. Nasıh, Mensuh, Kıraatlar, Geçmiş üm­metlerin kıssaları, nüzulün sebebleri, haşr, neşir ve Miadın haberleri gibi... İkinci bir kısım vardır ki düşünce ve istidlal yoluyla elde edilir.

îşte muteşabih âyetlerle ilgili olan kısımlar gibi bazısının caiz olma­sında ihtilâf vardır. Ahkâm âyetleri, Mevize âyetleri, darbı meseller, hikmetler ve benzerleri gibi. Bazılarının da cevazında ittifak vardır. [58]

 

Tefsir Aliminin Muhtaç Olduğu İlimler

 

Lügat, Nahiv, Sarf, Belagat ilimleri, Usul-i fıkıh, Tevhid ilmi ve esbabı nüzulün bilinmesi, kıssaların, Nasıh ve Mensuhun bilinmesi, Kur'an'ın mücmel ve müphemini beyan eden hadislerin bilinmesi ve Mevhibe ilmidir. Bu ilim, bildiği ile amel eden kullarına Allah tara­fından veriliyor. Kalbinde bid'at, kibir, dünya sevgisi, günahlara meyil olan bir kimseye verilmez. Çünkü Cenabı Hak, Kur'an'ında «Gelecekte âyetlerimden yeryüzünde haksız olarak tekebbür edenleri uzaklaştıra­cağım» [:E1-A'raf: 146] buyuruyor. Bu zikrettiğimiz şartlar ve bütün bu ilimler ancak tefsirin en yüce mertebelerinin tahkiki için gerekli­dir. Kur'an'ın genel mânâları ki, onlardan kişi Mevlâsmm, vaz-u nasi-hatlannı idrak eder. Ve Kur'an lafzı söylendiğinde, insanın hemen anladığı mânâlar ise, onlar hemen hemen bütün insanlar arasında müşterek bir konu olmaya yakındırlar. Tedebbur için emredilen tef­sir kısmı işte budur. Cenabı Hak bunu kolay ve seni etmiştir. Tefsir mertebelerinin en küçüğüdür bu. [59]

 

Tefsiri Biddirayede Meşhur Müfessirler

 

Tefsiri biddirayede telif yapan en meşhur âlimler, ve müfessirler şunlardır:

1- Celaleyn yani Celâleddin Muhammed ul Muhalli ile Celâled-din Abdurrahmam Suyuti'nin tefsiridir.

2- İmam Beyzavi Nasuriddin bin Said «Envarı Tenzil ve Esrarı Tevil» adlı tefsirin sahibidir.

3- îmam Fahreddin Razi   Muhammed bin Allame Ziyaeddin Ömer'dir. «hatibîr-rey» diye meşhurdur. «Mefatih ul Gayb»    adlı tefsiri yazmıştır.

4- Ebu Suud Muhammed bin Muhammed bin Mustafa et-Tahavi'dir. «îrşadul Aklıs-Selim ilâ mezayel Kur'anıl Kerim» adlı tefsir yaz­mıştır.

5- Allame Şahabeddin el-Alusi,   «Ruhul-Meanı» tefsirinin sahi­bidir.

6- Nizameddin Hasan Muhammed en-Nişaburi, «Garaibul-Kur'-an ve Reğaibul Furkan» adlı tefsirin sahibidir.

7- Allame Muhammed Şibli el Hatib'dir. «Essıracul-Munir Fü-lanet Alâ Marifeti Kelâmı Rabbinel-Habir» adlı tefsirin sahibidir.

8- Ebul Berekât Abdullah bin Ahmed bin Mahmud en Nesefi'-dir. Medarik-ül-Tenzil» adlı tefsirin sahibidir.

9- Alauddin Ali bin Muhammed bin İbrahim el-Bağdadi, Tefsiri «Hazin» sahibidir.

Bu dokuz müfessir (tefsir sahibi) ((Tefsiri biddiraye»nin meşhur müfessirlerindendirler. Bu zamanda en fazla okunan tefsirler, bu zat­ların tefsirleridir. Hepsi Sünnîdir. [60]

 

Mutezile'nin Tefsirleri

 

Bunların başında Zemahşeri'nin (467-538) «El-Keşşafi» gelir. Sonra Kadı Abdulcebbar'm «Tenzihül-Kur'an an'il Metaini» adlr tefsi­ri gelir. [61]

 

Batınilerin Tefsirleri

 

Ehli Batının tefsirlerine gelince: Ehli batın Kur'an'ın zahirine ya­pışmayı bırakan ve «Kur'an'ın zahiri ve batını vardın» diyen kimseler­dir. «Kur'an'dan murad zahiri değildir, batınıdır»  [62] diyorlar.  Bunun

delili olarak şu âyeti getiriyorlar: «Onların aralarına bir sur ile perde çekildi. O surun batınında bir kapısı vardır. Onda rahmet vardır. Za­hiri ise, onun tarafında azab vardır.» [El-Hadid: 13].

Batıniler birçok fırkaya ayrılırlar.

1- El-Keramıtiyye fırkasıdır. Bunlar;

«vasıt» iline bağlı bulunan kirmit köylü «Hamdan Kirmit»i isimli bir adama nisbet ediliyorlar!..

2- El-İsmailiyye Fıraksiyonudur. Caferi Sadık'ın en büyük oğlu İsmail'e nisbet ediliyorlar ve İsmail'in imam olduğuna inanıyorlar. Ve­ya Muhammed bin İsmail'e intisab ettiklerinden dolayı İsmailiyye lâ­kabını almışlardır.

3- Es Sabiyye fırkasıdır. Yedi sayısına nisbet edilmiştir. Çünkü her yedi kişide bir imam vardır kanaatindedirler.

4- El Hürmiyye, taifesidir. Hürmete nisbet edilmişler.    Çünkü haramı helâl bilirler.

5- ei Babukiyye, fırkasıdır.   Liderleri Babık el Harmiye'ye uy­duklarından dolayı bu ismi almıştır. Bu adam Azerbaycan'da ortaya çıkmıştır.

6- El Mahmere gurubudur. Kırmızı elbise giydiklerinden dolayı bu ismi almışlardır.

Batinilerin mezhebi umumi olarak kanser gibidir. Bu hastalık on­lara Mecusilerden sirayet etmiştir. Onların Kur'an'da birçok fasit ve bozuk tevilleri vardır. Meselâ: «Süleyman Davude vâris oldu» [Nemil: 16] âyetinin tevilinde «Hz. Ali ilminde Resûlüllah'a vâris oldu» demek­tir (!) diyorlar. «Cenabetin mânâsı; duası kabul olunanın müstahak olduğu rütbeye varmazdan önce sırrını, ifşa etmesidir» diyorlar. «Gus-lün mânâsı, böyle yapan bir kimsenin ahdini yenilemesi demektir» diyorlar. «Taharetin mânâsı, İmamın mutabaatından başka her mez-hebten teberri edip uzak durmak demektir» diyorlar, «Teyemmümün mânâsı; mc'zunden inabet alacaksın, ta çağına imamı görünceye ka­dar» demektir, diyorlar... Siyamin mânâsı, oruç değil sırrı açığa vur­maktan kaçmaktır.» «Kabe» Peygamberdir. Rab Ali'dir. «Sefa Peygam­berdir, Merve Ali'dir» İbrahimin ateşi, Nemrud'un gazabıdır. Musa'nın asası delilidir» diyorlar. Ve daha nice hurafe ve batıllar!... Bütün bu fasit ve bozuk teviller, müslümanlara ve İslama herşeyden daha fazla zarar getiren tevillerdir. Çünkü bunlar Rur'an'm ve İslâmiyetin teme­lini taş be taş yıkıp atıyorlar. İslâmm ipinden (emirlerinden) açıp da çıkmayı iktiza ediyorlar! Çünkü bunlara göre, Kur'an ve sünnet (ha­şa) fahiş bir başıbozukluk içindedir. Bunlara göre» istediğini Kur'an ve sünnetin tevilinde söyleyebilirsin. Sanki Kur'an ve sünnet mânâsız ke­lâmlar imiş... Veya hayvanlar için helâl kılınmış bir otlak (!) [63]

 

Şiânın Tefsirleri

 

Şia büyük bir taifedir. Hz. Ali'yi sevmekte, takdir etmekte müba­lağa etmişlerdir. Halbuki mübalâğa faziletlerde dahi olursa israftır. İs­raf da İslâmda haramdır. Bunun için ahlâk âlimleri «Fazilet, iki reza­letin arasında köprüdür» demişlerdir. Ve yine derler ki, «Bir şey hudu­dunu aştı mı tersine dönüşür.» Bunun için İslâm Resûlüllah'm sevgi­sinde ve takdirinde dahi itidalli hareket etmeyi emrediyor. İşte Kur'­an: «De ki, ben nefsim için ne faide ne de zarar elde etmiş değilim. Ancak Allah'ın dilediği olur. Eğer gaybı bilseydim hayırdan çoğunu İs­ter, elde ederdim. Kötülük bana dokunmazdı. Ancak ben iman edenler için korkutucu ve müjde verici bir peygamberim» [El-A'raf: 188].

Resulü Ekrem de ümmetine şöyle sesleniyor:

«Hristiyanların Meryem'in oğlunu mübalağalı Övdükleri gibi beni övmeyiniz. Fakat benim için Allah'ın kulu ve Resulüdür deyiniz.»

Fakat şialar Hz. Ali'nin sevgisinde ve takdirinde mübalâğa etmiş­lerdir. Şialar birçok fırkaya ayrılmışlardır. Bazıları küfre varıncaya kadar «Teşeyyü»de ileri gitmiştir. Bu gullat ve aşırı gurubun başında Yemen yahudisi Abdullah bin Sebe vardır. Zira Allah'ın düşmanı îbnu Sebe, müslüman oluşunu ancak müslümanlara ve İslama zarar versin diye ilân etmiştir. Bu gurub, tarih boyunca müslümanlarla savaş ha­lindedir. Hatta varid olmuştur ki imam Ali bizzat bunların üzerine sa­vaşçılar göndermiş, onlarla savaşmış ve onlan kovmuştur.

Şianm başka bir gurubu vardır ki, mutedil insanlardan meydana geliyor. Küfrün derekesine düşmemişlerdir.   Her ne kadar bu gurup «ehli sünnet vel cemaat»a Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın tafdili (üstünlükleri) hakkında muhalefet edip, Hz. Ali'yi hilâfette bu zatlara takdim etmişlerse de, küfriyata kadar ifrat etmemişlerdir. Bu mutedil şianın da çeşitli mezhebler ve çeşitli görüşleri vardır. Kitab ve tefsirleri vardır. Delil ve tevilleri vardır. Şia tefsirlerinden «Mir'at ül Envar ve Mişkat ul Esrar» meşhur bir tefsirdir. Müellifi «El Mevlâ Ab-dullatif el-Kazilanî»dir, «Necef»lidir. Bu tefsir batım tevillerine benzer birçok tevilleri kapsamaktadır. Kur'an'da geçen «arzı» kelimesini dîn, imamlar, şia, ve ilim mahalli olan kalblerle tevil ediyor. Cenabı Hakkın «Acaba Allah'ın yeryüzü geniş değil midir ki siz oraya hicret edesiniz» [Nisa: 97] âyetindeki arz (yer) kelimesini «DİN» le, bazan da «Allah'ın Kitabı» ile tevil ediyorlar. «Onlar yeryüzünde yürü­mediler mi?» [Yusuf: 1,09] âyetindeki «yer» kelimesini 'Kur'an ile te­vil ediyorlar. Gördüğün gibi lafzi, cahillerce bile malûm olan mânâsın­dan uzaklaştırıp delilsiz olarak garib mânâlara hamlediyorlar. Onları bu fasit tevilleri yapmaya ancak «taassub» (yani mezhebine körü körüne bağlılık» iteler. Bu ise dalalettir. Bunun dalaleti «batınî» ve «bahai»lerin sapıklığından daha az değildir. «Allah kimi dalalete gö­türürse onu hidayete erdiren yoktur.» [Er-Rad: 32]. [64]

 

Tefsiri İşarî

 

Kur an'ı zahirin gayrisiyle, gizli bir işaretten ötürü tevil etmektir. Bu gizli işaret, güya erbab-ı sülüke ve tasavvuf erbabına, seyru sülük halinde beliriyormuş. Böyle bir tefsir ile zahiri mânâyı bir araya ge­tirmek mümkündür. Ulema böyle bir tefsirin caiz olup olmadığı ko­nusunda ihtilâf etmişlerdir: Ez Zerkeşi «El Burhan»da dedi ki, «So­fuların Kur'an tefsiri hakkındaki görüşleri tefsir sayılamaz. Tilaveti Kur'an anında hissettikleri bir takım vecd ve mânâlardır. Meselâ ba­zıları, şu âyette «Ey İman edenler! Önce kâfirlerden size yakın bulu­nanlarla savaşın» [Et Tevbe: 123] geçen «kâfirlerden» maksad «nefis­ler» dir dediler. Maksadlan; bize en yakın olanla savaşmak emredilme-sinin sebebi yakınlıktır. İnsanoğluna en yakın olan da nefsidir, demek­tir. İbni Salah «Feteva»smda; «Tefsir âlimi imam Ebul Hasan el Vahi­di» den şunu gördüm diyor:

«Ebu Abdurrahman es-Sülemi «Hakaiküt-Tefsir» adlı bir kitab te­lif etmiştir. Eğer bu kitabının tefsir olduğuna inanıyorsa kendisi kâ­fir olmuştun» diyor. İbnu Salah: Ben de derim ki, öyle ise tasavvufta güvenilir şahıslar tarafından tefsir hususunda birşeyler söylenilirse, onu tefsir olarak zikretmemişlerdir, kelimenin şerhini yapmaya da kalkışmamışlardır. Eğer böyle olsaydı o zaman batini mesleğini seçmiş olurlardı. Bu tür tefsirleri ancak Kur'an'ın getirmiş olduğu hakikatin bir naziresidir Zira nazire diğer nazire ile zikredilebilir. Bununla be­raber keşke onlar bu tür tefsirlerde bulunmasaydılar. Çünkü onların bu tür tefsirlerinde itham ve iltibas vardır» dedi. En Nesefi «Akaid» inde «Nasslar zahirlerine delâlet ederler zahirlerini bırakıp ehli batılın iddia ettiği mânâlara geçmek ilhad ve küfürdür.» der!.. Et Taftazani, Nesefi'nin şerhinde şöyle diyor:

«Mülhidlere; «Batiniyye» fırkası denilir. Çünkü onlar Nassların zahirileri üzerinde olmadığını, belki nassların Muallim tarafından an­cak bilinen batini mânâları olduğunu iddia ederler (!)... Batınîyyenin iddialarında maksadlan: Allah'ın sistemini tamamen yoketmektir.

Mudakkiklerden bazılarının «Nasslar zahirlerine delâlet eder. Bu­nunla beraber onlarda gizli işaretler vardır ve inceliklere delâlet eder­ler. İncelikler de ancak sülük erbabına inkişaf eder. Bu incelikler ile Nasslardaki zahiri mânânın birleşmesi de mümkündür» dedikleri ise imamın kemalinden irfamn katıksız oluşundan ileri gelmektedir.» dedi.

İşte buradan anlaşılıyor ki, Sofuların tefsiri ile Batini mülhidlerin tefsiri arasında fark vardır. Sofular zahiri mânânın olduğunu kabul et­mekle beraber insanları ona teşvik de ederler. «Herşeyden önce zahiri mana gerektir» derler. Çünkü Kur'an'ın sırlarını fehmettiğini iddia eden, eğer zahiri mânâyı hakim kılmazsa, o vakit kapıyı geçmeden ön­ce, «Ben evin tavanındayım» diyen bir kimsenin durumuna düşmüş olur. Batiniler ise, onlar «zahiri mânâlar muradi ilâhi değildir (!) Mu-rad ilâhî ancak batini mânâdır» derler. Onların maksadı İslâmı yok et­mektir.

Suyuti «El İtkan»da İbn Ataullah'tan rivayet ediyor: «Bil ki şu taifenin, (sofular taifesini kastediyor), Allah'ın ve Resûlü'nün kelâmı­na garib mânâlarla tefsirleri vardır. Bu zahirden uzaklaşmak demek değildir. Fakat zahir, âyetten anlaşılan ve âyetin kendisi için inmiş olduğu mânâdır. Lisan örfünde âyet ona delâlet eder. Ama bu taifenin bir takım batini anlayışları vardır ki, âyet veya hadisin zikredildiği anda Allah tarafından kalbi açılmış bir kimseye o mânâ görünür. Ni­tekim hadiste «Her âyetin sırt ve karnı vardır.» diye varid olmuştur. Binaenaleyh sofulardan bu mânâları telâkki etmek ile senin arana bir mani girmesin. Mücadelecinin sana, «Bu tür teviller Allah'ın kelâmını ve Resûlüllah'ın hadisini başka yöne havale etmektir» demesine kan­ma. Zira bu, başka yöne havale etmek değildir. Eğer onlar «Âyetin mânâsı ancak şu batini işarettir» deselerdi mücadelecinin dediği doğ­ru olurdu. Halbuki onlar bunu söylemiyorlar. Âyetlerin zahirlerini ol­duğu gibi kabul ederler. Âyetin konusu, âyetten muraddır derler. Ce­nabı Hak tarafından kalblerine verilen ilhamla bir takım iş'ari mânâ­ları da anlamış olurlar.»

«menahilul-irfan»da «îşari tefsirlerin mühimleri «En Nisa-buri»nin, «El Alusi»nin, «Et Tusteri»nin ve Muhiddin bin Arabi'nin tefsirleridir.» denilmektedir. Fakat son ikisinde fâkihîerin ihtilâfı var­dır. Ebu-guud efendi Muhyeddin bin Arabi'nin kitaplarını okumak ca­iz değildir der. [65]

 

Kelamcıların Tefsirleri

 

Daha önce de ifade ettik. Her insan hangi sahada mütehassis ise, tefsirlerinde o saha ağır basıyor. Sünninin telifi, ehli sünnetin nurla­rından daha fazla bahsediyor. Mutezili'nin telifi itizal kokusunu veri­yor. Şiinin telifinde «Teşeyyu» rüzgârı esiyor!. Kelâmcının tefsiri de mutlaka kelâm kokacaktır. Kolâmcı mufessirlerin başında imam Fah-reddin Er-Razi geliyor. Bu zat «Mefatih ul Gayb» adlı tefsirinde her münasebet düştükçe zeyğ ve inhiraf ehline hücum edip durmaktadır. İlâhi filozofların mesleğini takib etmektedir. Bunun için [Büyük tef­sirde tefsirden başka her şey çoktur] denildi. [66]

 

Nesh Konusu

 

Bu konunun özel bir ehemmiyeti vardır. Bu ehemmiyet beş vecih-ten ileri geliyor:

1- Bu konu uzun etekli, çok. furulu ve çeşitli yönleri olan bir konudur.

2- konu ince meseleleri kapsamaktadır Bu meseleler usul âlimleri arasında ihtilâf meydanı olmuştur. Uyanıklık ve tetkike insa­nı davet eder, İnsaf ve tevfikle beraber güzelce seçmeye davet eder.

3- îslâmın düşmanları olan mulhidler tebşirciler ve müsteşrikler nesih hususunu İslâm nizamında bir nakıse   olarak ele almışlar ve ondan zehirli silâhlar edinip dinin göğsüne o zehirli silâhları saplama­ya çalışmışlardır.    Kur'an'm kudsiyetini ihlâl etmeye gayret göster­mişler. Şüphelerinin ipini pek de muhkem bir şekilde eğirmişlerdir. Taanlannı terviç etmeye var kuvvetleriyle çalışmışlardır.   Hatta ilim ve din mensubu bulunan bir takım   müslümanların aklını çelmişler. Onlar da vaki olan nesih yoktur deyip işin içinden çıkmaya çalışmış­lardır. Ve bu inkârlarında daldıkça dalmış, en uzak ihtimalleri bile ge­tirmişlerdir. Caiz olmayan nice teviller yapmışlardır!..

4- Nasih ve Mensuhu bilmek teşrii îslâmın yürümesinden perde­yi kaldırıyor. İnsanı halkın terbiyesinde ve beşerin- siyasetinde Halikin hikmetine muttali kılıyor.

5- Nasih ve Mensuhu bilmek, İslâmın anlaşılmasında büyük bir rükündür. Sıhhatli hükümlere varmakta büyük bir vesiledir. Hele bir­biriyle çelişen deliller varsa ve aralarındaki çelişkinin   kaldırılması mümkün değil ise, ancak daha önce inen hangisidir, lahik hangisidir bilinmekle mümkün ve hangisi Nasih, hangisi Mensuhtur bilinmekle bu çare bulunursa, o zaman   buna daha ihtiyaç vardır. Bunun için bizim salih selefimiz bu yönden Nasih ve Mensuha çok önem veriyor­lardı. Bu hususta maharet kazandıkça   kazanmaya çalışıyorlardı. İn­sanların dikkati nazarini bu konuya çekmek isterlerdi. Hatta eserde varid olmuştur ki İbni Abbas    (Allah ikisinden de razı olsun)  «kime hikmet verilmişse ona bol hayır verilmiştir» [Bakara: 269] âyetindeki ((hikmet» kelimesini Kur'an'daki Nasih ve Mensuh Muhkem ve Mu-teşabihin Mukaddem (önce inen), Müehher (sonra inen) Helâl ve Ha­ramım bilmekle tevil etmişdir. Varid olmuştur ki, Hz. Ali, mescidde vaz-u nasihat eden bir kişiyi gördü. Ve «Bu kimdir?» diye sordu. De­diler ki, «Halkı vaazetmek suretiyle korkutan bir kişidir». Hz. Ali: «Bu, halkı korkutan biri değildir, bu öyle bir kişidir ki ben filan oğlu fila­nım, gelin beni tanıyınız der!...»   Hz. Ali ondan   sordu:   «Sen Nasihi Mensuhtan ayırd edebilir misin?» «Hayır» dedi. Hz. Ali: «O halde bizim mescidimizden çık, burada vaazetme» dedi. Yine Hz. Ali'den rivayet ediliyor. «Bir kıssacı (vaazda hikâyeler nakleden) in yanından geçti ve sordu: «Nasih ile Mensuhu ayırd edebilir misin?» Kıssacı: «Hayır», de­di. «Öyleyse sen helak oldun ve halkı da helak ettin. Yani nefsini he­lake arzettin. Halkı da helak olmaya arzetmeye çalışıyorsun. Çünkü Nasih ve Mensuhu bilmediğin için konuşmaya hakkın yoktur,» dedi.

İşte bu beş vecihten ötürü biz biraz «nesih» konusunu deşmeye çalışacağız: Neshin, lügat mânâsı; 1) Bir şeyi giderip yoketmek de­mektir veya 2) Bir şeyi var olmakla beraber bir yerden başka bir yere götürmek demektir. [67]

 

Istilahda Nesihin Mânâsı

 

Neshin, istilahta biiçok tarifi yapılmıştır. Biz onların hepsini zik­retmekten vazgeçip sadece hakikate en yakın gördüğümüzü seçelim: «Nesh, şer'i hükmü şer'i bir delille kaldırmak demektir.» Şer'i hükmün kaldırılmasından maksad, mükelleflerin fiillerine bağlılığı kesilir de­mektir. Yoksa o hüküm nefs^ ul emirde kalkmıyor. Çünkü o gerçektir, gerçekler kalkamaz. Şer'i hüküm, Allah'ın mükelleflerin fiillerine bağ­lı olan hitabıdır. Bu hitab, ya taleb, veya men' veya tahyir (yani se­çenek mükellefe aid olmak) suretiyle yapılmıştır. Ya da o şeyin sebeb olması, veya şart veya mani veya sıhhatli veya fasid olması suretiyle yapılmıştır. Şer'i delil; mutlak mânâda Allah'ın vahyidir. İster vahyi metluv, ister gayri metluv olsun. Böylece hem kitab hem sünnet tari­fe dahil olmuş oluyor. Kıyas ve icmaa gelince: Onların neshedilme-sinde veya onlarla başka bir kelâmın nesh olunmasında ihtilâf vardır. Neshin tahakkukunda dört emrin gerekliliği vardır:

1- Mensub şer'i bir hüküm olacaktır.

2- Hükmün ref'ine aid delil de şer'i bir hüküm olacaktır.

3- Bu refedici delil, birinci hükmün delilinden sonra olacaktır, onunla bitişik olmayacaktır.

4- Bu iki delilin arasında gerçek mânâda bir çelişme olacaktır.

İşte bunlar Neshin oluşmasının dört şartıdır. Bu dört şartın ge­rekliliğinde ittifak vardır. İhtilaflı olan birtakım şartlar daha vardır.

Meselâ: Bazıları «Kur'an'm neshi ancak Kur'an, sünnetin neshi de an­cak sünnet ile olur» demiştir. Bazıları da «Nasih, JVlensuh hükmündeki delili kapsayıcı olacaktır» demiştir. Bazıları da «Nasih Mensuhun mu­kabili olacaktır, tıpkı emrin nehyin mukabili olduğu ve darlığın ge­nişliğin karşıtı olduğu gibi...»

Bazı görüş sahipleri de: «Nasihla Mensuh iki kesin nass olacaktır» dediler. [68]

 

Nesih İle Beda Arasında Fark

 

Nesh ile Beda arasındaki fark, Beda, arap lügatinde yaklaşık olan iki mânâda kullanılır:

1- Gizlilikten sonra belirginlik.

2- Daha önce mevcud olmayan bir fikrin yeniden neşet etmesi demektir.

Bu ikinci mânâ Beda'yı müdafaa edenlerin mezhebine daha uygun ve münasibtir. Çünkü onların ibarelerinde ikinci mânâ kullanılmış, birinci mânâ değil. Caferi Sadık (R.A.)'a yalandan nisbet ettikleri şu kelimelerde olduğu gibi: «Allah'a İsmail hakkında görünen (fikir) hiç bir şeyde ona görünmemiştir...»

Aklen Beda iki manâsıyla da Allah hakkında muhaldir. Çünkü bu mânâlar, önce cehalet, sonra ilmi iktiza ederler. Cehalet de, sonradan peydah olan ilim de Allah için muhaldir. Çünkü şu kâinata doğruca bakmak, bize kâinatın yaratanını ve, Müdebbirini (tedbir edicisini) gösterir. Görüyoruz ki o, Müdebbir ve yaratan ezelen ve ebeden mutlak, muhit, olmuşu ve olacağı kapsayan geniş bir ilme sahibtir. Yine bu sıhhatli bakış bize Cenabı Hakkın hadis (sonradan olmasının müm­kün olmadığı gibi hadislere merkez olmasının da mümkün olmadığı­nı gösterir. Aksi takdirde bu kâinatı varetmekten aciz kalırdı. O, in­sanları hayrette bırakan kâinatı tedvir edemezdi.

Beda'nm Allah için Muhal olduğunun nakli delilleri ise, sayılma­yacak kadar çoktur. Cenabı Hakkın ilmen herşeyi ka'psamakta olduğu­na delâlet ederler. Hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığını isbatlarlar. İş­te âyet:

«Gerek yerde gerekse nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, kitabda bulunmasın. Şüphesiz ki bu Allah İçin kolay bir şeydir.» [El-Hadid: 22].

«Gaybm anahtarları Allah'ın katındadır. Onlan ancak Allah bilir. Allah karada ve denizde olanı bilir. Herhangi bir yaprak düşerse, Al­lah onu bilir. Yerin karanlıklarında bulunan hiçbir dâne yoktur ki, hiçbir yaş hiçbir kuru yoktur ki açıklayıcı bir   kitabta bulunmasın.» [El-En'am: 59].

«Allah her flîşîniTi yüklendiğini, rahimlerin coşup dışan atacağını ve alıkoyduğunu bilir. Herşey Allah'ın katinde bir ölçü iledir. Gaybm ve şehadetin âlimidir. Yüceler yücesidir. Allah'a göre sizden sözü gizli söyüyen ile açık söyleyenin arasında fark yoktur. Geceleyin gizlenen gündüzleri yürüyen arasında fark yoktur.» [Er-Rad: 8-10].

Daha bu âyetlerden başka nice âyet ve hadisler vardır. Fakat bu aklî ve de naklî pırıl pırıl parlayan delillere rağmen nefislerini ateşe atan bazı kavimler yine dalalete gitmişlerdir. Gözlerini kâinatın konu­şan kitabından çevirmişler, kulaklarını Allah'ın ve Peygamberin kelâ­mını dinlemekten kapatmışlar. «Nesih, Beda'dan bir çeşittir» demişler veya «Nesih Bedayi gerektirir» iddiasında bulunmuşlardır. Böylece şüp­heye girmişler ve halkı da şüpheye sevketmişlerdir. «Eğer Allah için yeniden bir maslahat başgöstermeseydi, yeni bir fikir olmasaydı ahkâ­mını kaldırmazdı ve talimlerini tebdil etmezdi» diye ortaya çıkmışlar­dır. Unutmuşlar veya kendilerine unutturulmuştur ki Cenabı Hak hü­kümlerinden bazılarını diğer "bir kısımla neshettiği zaman, ona gizli olan bir emir yeniden ona görünmüş değildir. Daha önce olmayan bir fikir yeniden neşet etmiş değildir. Ancak Cenabı Hak Nasih ve Men-suhu ezelde, ve kullarına sistem olarak göndermezden evvel biliyordu. Halkı yaratmazdan önce, gök ve yeri yaratmazdan evvel malumu idi. Ancak şunu da biliyordu ki, Mensuh olan ilk hüküm bir hikmete ve­ya bir maslahata bağlıdır. O da belli bir vakitte nihayete erecektir. Bunun yanında bildi ki, Neshedici âyet veya hadis bu belli zamanda gelecektir. O da bir hikmete bağlıdır ve başka bir maslahatla doludur. Şüphe yoktur ki, hikmet ve maslahatlar insanların değişmesiyle de­ğiştirilen, zatlar ve durumların teceddüd etmesiyle (yenilenmesiyle) teceddüd ederler. Hükümler ve hikmetleri, kullar ve maslahatları nasihlar ve mensuhlar hepsi daha önce Allah'ın malumu olan şeylerdir. Onun katında belirgindirler. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli değildi. Nasihteki yenilik ancak Allah'ın kullarına öğrettiği şeyin açıklaması­dır. Yeniden bu nasih Allah'a (haşa ve kella) görünmüş bir olayının izahı değildir. Nitekim «Bunlar bir takım şeyler vardır, Allah onları açığa vuruyor yeniden yapmıyor» denilmiştir. Âyette de: «Senin Rab-bin unutkan değildir» [Meryem: 64] diye dikkat çekilmiştir. Yahudi­ler ve Rafiziler bu sapıklıkta ittifak ettiler, ille de Nasih «Beda»yı ge­rektirir dediler. Fakat bu noktada ittifaktan sonra iki korkunç yönde ihtilâf ettiler. Yahudiler, neshi inkâr ettiler ve inkârda da ifrata düş­tüler. «Nasih «Bedauyı gerektirir, beda da muhaldir» dediler. Rafiziler ise, «Nasih vardır» dediler. Sonra kendilerince Nashin gereği olan «Be-da»mn ispatı hususunda da ifrata düştüler. Bu ifratı sarahaten ve utanmadan Cenabı Hakka uisbet ettiler. Fakat onların iddialarını aklî ve naklî delillerle daha önce çürüttük... Hikmetin üzerine bina edilmiş Nasih ile Maslahatın gözetilmesiyle cehalet ve sonradan peydan edil­miş malûmatı gerektiren «Bedâ» arasında farkın olduğunu gözlerin önüne serdik. Onların, «Nasih «Beda»yı gerektirir» iddialannda iki emre yapıştılar. Birinci emir: «Allah dilediğini siler ve dilediğini tes-bit eder. «ümül-kitab» Allah'ın katındadır» [Rad: 38] âyetidir. Fa­kat bu âyeti kerimede onlar için herhangi bir delü yoktur. Belki bu âyet onların fikrini reddeder. Çünkü Resûlüllah'a «nesh» hâdisesini ayıp olarak sayanların reddi bahsinde bu âyet nazil olmuştur. Âyetin mânâsı: «Cenabı Hak, ilminin, irade ve hikmetinin uygunluğu yönün­den, sistemlerinden ve halkından dilediğini değiştirir. Allah'ın ilmi ise, bozulma ve tebdil kabul etmez» demektir. Bozulma Allah'ın ilminde değil, malûmundadır. Bilgide değil, bilinendedir. Çünkü Cenabı Hak «ümmül-kitab Allanın katındadır» buyurur. Yani bozulmayan ve yeni­den yazılamayan sabit kaynak Allah'ın katındadır. Öyleyse «Mahvu-îsbat» (yaz-boz) o, sabit kaynaktaki ezeli ilme göre vaki oluyor. Cena­bı Hak bir sistemi bozar, başka birisini onun yerine ikame eder. Bir hükmü bozar, başka bir hükmü koyar. Hastalığı götürür, sihhati geti­rir. Fakirliği götürür zenginliği getirir. Hayatı götürür, ölümü getirir. Böylece Allah'ın yed-i kudreti durmadan halkında tedbirinde ve sis­temlerinde tağyir ve tebdil yönünden durmadan çalışmaktadır. Ancak hak odur. Ona tebdil ve tağyir gelmez. Onun ilmine    «Mahvu-isbat» (yaz-boz) varamaz. İlmi ezeli ve ebedidir.

Hulasa olarak deriz ki; «Nesih ilimde değil, malûmda tebdildir. Halikta değil mahlukta tağyirdir». Bunun için âlimlerimizden çoğu «nesih»! şöyle tarif etmiştir: «Zamanla yavaş yavaş zihinlerimizde devamlılığı yerleşen şer'i bir hükmün sona ermesinin beyanıdır.» Sonra bu tarifi ihtiyar etmesinin nedenlerini şöyle izah etmişlerdir:

Bu tarif, açıkça «Beda»yı ortadan kaldırdığı gibi, Neshin bizim hakkımızda tebdil. Şeriat sahibinin hakkında sadece kuru bir açıklama olduğunu da beyan eder dediler. İkinci emir Rafiziler, tahir imamlara (Hz. Ali'nin evlâd ve torunlarına) nisbet ettikleri birtakım sözlere sa­rılarak «Nesih «Beda»yı gerektirir (!)» demişlerdir. O sözlerden bazı­ları şunlardır: Hz. Ali (K.V. R.A.) «Eğer «Beda» olmasaydı kıyamete kadar olacak her şeyi size haber verecektim.» dedi diyorlar (!).. Yani (Hasa) Allah'ın hükmünde zaman zaman değişme olur. O olmasaydı size şu anda plânlananı haber verirdim!.. Kanaatmda olduğunu ileri sürerler. Hz. Ali onların bu iftiralarından uzaktır.

Cafer-i Sadık: «İsmail hakkında Allah'a sonradan görülen fikir, hiçbir şeyde Ona görünmüş değildir.» Yani (haşa vekella) İsmail (A. S.) hakkında yaptığı fikir tashihi hiçbir şey hakkında yapmamıştır.

Musa bin Cafer'den de şu ibareyi naklediyorlar:

«Beda fikri hem bizim, hem de cahiliyetteki ecdadımızın dinidir.»

Bu ibareler, iftiralardır, yalanlardır, deriz. Bu iftiraların ilk ipli­ğini yalancı «Es-Sakafî» örmüştür. «Sakafî» kendi nefsini masum sa­yardı. Ve gayb ilmini bildiğini iddia ederdi. Zamanla yalanlan ve reza­leti ortaya çıktığında şunları söyledi:

«Allah bana onu vaadetti. Ancak sonradan bu vaadin gayrisi ona göründü (!)...» Yani (haşa) fikir değiştirdi. Onun için dediklerim ol­madı demek istiyor. Eğer «Sakafî» bu küfriyatların kendisine ait ol­duğunu söyleseydi, halk kendisinden intikam alırdı. Bu korkusundan ötürü o saçmalıkları Peygamberlik evinin büyük âlimlerine nisbet edi­yor. Halbuki onlar bu sözlerden muberradırlar. Bu. lânetlik adamla onun etrafı küfür üzerine küfürle delil getiriyorlar. Yalan üzerine ya­lanlar ile istidlal ediyorlar. Hastalığı hastalıkla tedavi etmeğe kalkışıyorlar. «Allah kimi dalalete götürürse onu hidayete götürecek yoktur.» [Er-Rad: 32]. [69]

 

Nesh İle Tahsis Arasındaki Fark

 

Neshin şer'i bir hükmün şer'i bir delille kaldırılması olduğunu bildin. Tahsis ise «âm bir kelimenin fertlerinden bazılarında kullanıl­ması demektir.» diye tarif etmişlerdir. Bu iki tarife bakılırsa, Tahsis ile Neshin arasında kuvvetli bir benzerliğin olduğu hemen ortaya çı­kar. Nesinde, hükmün bazı zamanlara tahsis edildiğine benzer bir du­rum vardır. Tahsiste ise hükmün bazı fertlerden kaldırılmasına ben­zer bir durum vardır. İşte bu benzerlikten bazı âlimler şüpheye gir­mişler. Bazıları da İslâmda neshin oluşunu inkâra kalkışmıştır. «Bizim nesih dediğimiz her konu tahsistir» demiştir. Bazıları da; Tahsisin ba­zı suretlerini Nesh babında görmüşler. Bundan ötürü Mensuhat (Nes-hedilenler) gerek olmaksızın sayılan çoğalmaya başlamıştır. Fakat mudekkik âlimler Nesh ile Tahsis arasında yedi ayırt edici illet ve ne­denler zikretmişler. Bunları «Menahilil İrfan» ve «El Itkan»dan öğre­nebilirsiniz. [70]

 

Varlığını Kabul Edenlerle Kabul Etmîyenler Arasında Nesih

 

Nesh hususunda dinlerin sahihleri üç yol seçmişlerdir:

1) Birinci yol, aklen caizdir ve sem'an vaki olmuştur. Bu hususta müslümanlar icma halindedirler. Ebu Müslim el İsfehanî ve talebeleri ortaya çıkmazdan önce bu icma devam ederdi. Hristiyanlar da daha önce bu hususta icma halindeydiler. Fakat sonra icmalarını bozdular. Ve gemi azıya aldılar. Yahudi taifelerinden «El-İseviyye» taifesi de, bu hususu tasdik etmektedir.

2) İkinci görüş, nesih, aklen de sem'an de memnudur. Bu görü­şe bu yirminci asırdaki bütün Hristiyanlar meylettikleri gibi, İslama yapmakta oldukları hücumlarında «neshi» bir eksik olarak ileri sü­rüp dile getirmekten de geri kalmadılar. Yahudilerin «Eşşemuniyye» taifesi de Nesih meselesinde Hristiyanlarla beraberdir.

3) Üçüncü görüş, nesh aklen caiz sem'an mumtenidir. Bu fikri yahudilerin üçüncü taifesi olan «El-înaniyye» ileri sürdü ve bu fikir aynı zamanda Müslümanlardan da «Ebu Müslim el-Isfehanî»ye de nis-bet edilmektedir. Fakat ondan bu hususun nakli pek kuvvetli değildir. Cumhur ulemaya muhalefetini Öyle bir şekilde tevil ediyor ki sanki bu ters düşüncesi sadece lâfızla imiş mânâda değilmiş!... [71]

 

Neshîn Hem Aklen Hem De Naklen Sabit Olmasının Delilleri

 

Aklî delilleri:

1) Aklen neshin kabulünde herhangi bir mahzur yoktur. Binae­naleyh aklen mahzurlu olmayan herşey varolabilir, öyleyse netice ola­rak nesih de vardır. «Ehli-sünnet velcemaat» derler: Kulları için es-leh olan hiçbir şeyin yapılması Allah'a farz değildir. Belki Allah faili muhtardır. İhtiyar ve meşiyetiyle, kibriya ve azametiyle dilediğini kul­larına emreder, dilediğini yasaklar. Hükümlerini dilediği tarz üzerinde bırakır. Bunlardan dilediğini de kaldırır. Onun kaza ve kaderini red­dedecek hiçbir kuvvet yoktur. Kulların maslahatını gözetmek de ona gerekmez. Fakat bunun mânâsı; Allah boşuboşuna iş yapar veya Müs­tebittir veya zalimdir» demek değildir. Mânâsı Cenabı Hakkın hüküm­ler ve fiilleri engin hikmetten, geniş ilimden hali değildir. O tuğyan ve zulümden münezzehtir. «Senin Rabbin kullarına zulmedici değildir» (Fussilet: 46) «Senin Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez» (El-Kehf: 49). «Şüphesiz senin Rabbin bilici ve hikmet sahibidir» (Yusuf: 6).

Mutezileye göre; hükümlerinde kulların maslahatını gözetmek Al­lah'a vacibtir. Kullar için nerede maslahat varsa onu Allah emretmiş­tir. Zararlıyı yasaklamıştır. Maslahat ile Mefsedet arasında olan bir şe­yi ise, bir defasında emretmiş, başka bir defasında yasaklamıştır.

Nesh nasıl aklen mahzurlu olacaktır? Oysa biz şahısların ihtila­fıyla maslahatların da değiştiğini görüyoruz. Zaman ve halin değişme­siyle elverişli durumların değiştiğini görüyoruz. Doktor hastasına has­ta oldukça filan ilâcı almasını emrediyor. Hastalıktan iyileştiğinde o ilâcı içmesini yasaklıyor. Terbiyeci çocuğa en hafif gıdaları veriyor.

Geliştiği zaman da ona ana sütünü yasak ediyor. Onu sütten başka gı­dalarla besliyor. Böylece hafiften ağıra doğru yol alır, ağırdan daha ağıra gider. Bu da kuvvet ve yetişkinliğine bağlı bir durumdur. Öğret­men ilk başlayan talebelerine en kolay malûmatları verir. Sonra en kolay işinden, kolayına, sonra kolay işinden ele zoruna, zorundan da en zoruna doğru gider. Sonunda onları fikirlerin en incesine kadar götürür. Onların fikren yücelmesini, aklen kemal bulmalarını takib ediyor. Üm­metler de böyledir. Fertlerin çeşitli devirdeki tırmanışları gibi tırman­maktadırlar. Onların siyaset ve hidayetinde önce onların hallerine münasib sistemlerin getirilmesi lâzım gelir. Onlar o halden başka bir devreye geçtiklerinden sonra, önceki sistem onlara artık uygun düş­mez. Onlara ikinci bir sistemin getirilmesi uygundur. Aksi takdirde hikmet ve ahkâmın arasındaki rabıta ve kuvvDtlilik haleldar olur. Hal­kın tedbiri bizim gördüğümüz bedii (iyilikte hayret verici) ve dikkat üzerinde olmaz. İşte Bakara sûresinin şu âyeti bu hakikate işaret et­mektedir: «Biz bir âyetin hükmünü diğer bir âyetle değiştirirsek veya unutturursak yani geri bırakırsak ondan daha hayırlısını yahut ta onun benzerini getiririz. Cenabı Allanın herşeye kadir olduğunu bilme-din mi?» (El Bakara: 106). Bu âyetten anlaşılıyor ki; Allah tarafın­dan kaldırılan her âyet, hikmet ve maslahata binaen kaldırılmıştır. Yani lâfızı izale edilmiş veya hükmü veya hem lâfız hem de hükmü birden izale edilmiştir. Bedelli veya bedelsiz kalmıştır. Çünkü Cenabı Hak kullarına başka bir çeşidini getirir ki, o, giden âyetten daha ha­yırlı düşer onlara. Veya en azından onun bir benzerini getirir. Hayır-lüık bazan faidede, bazan da sevabta olur. Bazan de bunların ikisinde beraber olur. Misliyet ise, ancak sevabta olur.

2) İkinci delil, neshi inkâr edenleri ilzam eden (susturan) bir delildir: Eğer nesh aklen caiz ve sem'an vaki olmasaydı, o vakit «Şâ-ri'in (Kanun koyucu Allah) kullarına muvakkat ve vakti gelince so­na eren bir emirle emretmesini caiz görmezlerdi. Fakat bunu aklen ca­iz görüyorlar. Ve sem'an da bu vakidir. Niçin o vakit neshi caiz gör­müyorlar? Bunu da caiz görsünler. Çünkü neshin mânâsı; «Birinci hüküm Allah katında malûm olan bir zamana kadar gelmiş ve o za­mandan sonra kalkmıştır. Ancak bu durum daha onca bize malûm değildi, Allah, onu kaldırmak ve neshetmekle bize de bildirdi. Bu pek et­kileyici bir fark olmamalıdır. Meselâ Sâri' Ramazanın ilk gününde «Bu ayın sonuna kadar oruç tutunuzu diyor. Öu emri, Ramazanın ilk gününde «oruç tutunuz» diye kayıdsız verilen emrine eşittir. Rama­zan ayı bittikten sonra Şevvalin ilk gününde «Oruçlarınızı yiyiniz» di­yor. İşte bu son emir, nesihtir. Bunda şübhe yoktur. Neshin inkarcıla­rı birinci misalin cevazini ikrar ettiler. O halde bu ikinci misali de ca­iz görsünler. Çünkü ikinci misal, birinciye eşittir. Eşitler hükmen muttehid olmalıdır. Aksi takdirde müsavi olamazlar.

3) Üçüncü delil; eğer nesh aklen caiz, sem'an vaki olmasaydı Resûlüllahın bütün insanlara peygamber olarak gönderilmesi sabit ol­mazdı. Fakat Resûlüllahın risaleti bütün insanlar içindir ve umumi­dir. Bu durum, kesin delillerle sabittir ve uzun izahı gerektiren pırıl pırıl parlayan emirlerle vakidir. Çünkü Resûlüllah'ın gelmesiyle, da­ha önce gelen şeriatlar baki değildirler. Mensuhturlar. Bu son şeriatla onlar kaldırılmıştır. Öyleyse nesih caizdir ve vakidir Eğer nesih caiz .ve vaki olmasaydı ilk şeriatların baki kalması lâzım gelirdi. Eğer on­lar baki kalsaydı Resûlüllahın bütün insanlara peygamber olarak gön­derilmesi sabit olmazdı. [72]

 

Neshin Oluşuna Delalet Eden Sem'ı Delîller

 

Neshin oluşuna delâlet eden sem'î deliller iki çeşittir. Birincisi nes­hi inkâr eden yahudi ve hristiyanlara karşı getirilen delildir. Bu delil HesûlüUahın Peygamberliğinin isbatına bağlı değildir. Diğeri, Resû-lü-Ekrem'in Peygamberliğine inandığı halde neshi inkâr edenlere kar­şı getirilen delildir. Ebu Müslim el İsfehanl, yahudilerden (tel İseviyye» gurubu gibi. Evet bu gurub da Hz. Muhammedin risaletini kabul edi­yorlar. Fakat sadece araplara peygamber olarak gönderilmiştir derler. Bu kimselere «Madem ki Resûlüllahın risaletini tasdik ediyorsunuz onun her getirdiğini de tasdik etmek mecburiyetindesiniz. Bu getirilen­lerden birisi de davasının umumiliği ve neshin kitab ve sünnette va-rid olduğudur! demek lâzım geliyor.

Ehl-i Kitaba karşı kullanılan nesh delilleri:

Bu delillerle kitablan doludur. Onları susturmak için, kitablannın tamamına inanmadığımız halde, bazı misaller vereceğiz. Birinci­si, Tevrat'ın birinci sıfrın (kitabın) da gelmiştir: «Cenabı Hak, Nuh (A.S-) gemiden çıktığı zaman, ona «Diri olan her hayvanı senin ve zürriyetin için yiyecek kıldım. Bitkinin daneleri gibi mutlak mânâda onların hepsini size yiyecek kıldım. Ancak kan hariçtir. Onu yemeyi­niz.»

Yahudiler, Cenabı Hakkın, Nuh'tan sonra ilâhi sistemlerin etbaı-na birçok hayvanın etini haram kıldığını itiraf ediyorlar. Demek bi­rinci hükmünü neshetti.

2- Tevratta gelmiştir: «Cenabı Hak, Ademe kızlarını öz oğulla­rıyla evlendirmeyi emretti.» Yine varid olmuştur ki;  «Her doğuruşta Havva bir erkek ile bir kız doğurdu. Ve her erkeğin ikizini diğer erkeğe veriyordu.» Böylece ayrı karınlarda meydana gelen çocuklar ayrı ba­baların evlâdı imiş gibi ayrı annelerden, ayrı neseblerden geliyormuş gibi muamele görüyordu. Sonra bütün dindarlar, müslümanlar ve ya-hudiler ve hristiyanlar ve batıl dinlerin sahibleri bile kardeşlerin ev­lenmesini haram gördüler. Bu durum, Âdem dönemindeki sistemi ne­sih etmek değil midir?...

3- Allah îbrahime oğlunu kesmeyi emretti. Sonra Allah ona «oğ­lunu kesme» dedi. İşte neshin inkarcıları bunu ikrar ediyorlar. Bu ne­sih değil de nedir?

4- Dünya çalışması cumartesi günleri helaldi. Dünya çalışma­larından birisi de avlanmaktır. Sonra Allah yahudilere, itiraf ve ikrar ettikleri gibi Cumartesi günü avlanmayı haram kıldı. Bu nesih değil de nedir?

5- Allah Beni İsrail'e emretti ki onlardan   buzağıya tapanı öl­dürsünler. Sonra bu öldürme emrini kaldırdı.

6- Hazreti Yakub'un şeriatinde iki kızkardeşini birden insan ni­kâhı altına alabilirdi. Sonra Hz. Musa'nın şeriatinde bu kaldırıldı, ha­ram kılındı.

7- Boşanma Hz. Musa'nın şeriatinde meşruydu. Sonra Hz. İsa'­nın şeriati geldi, onu haram kıldı.   Ancak Hz. Isa şeriatine göre zina ettiği sabit olursa, kadın taşlanır...

8- Meta İncilinde Hz. İsa'dan naklediyorlar:

«— Ben ancak İsrail evinin kaybolmuş kuzusuna gönderildim.»

Bu ibare delâlet eder ki, Hz. İsa'nın peygamberliği mahalli ve özel olarak yahudüer için olan bir peygamberlikti. Sonra Markos İncilinde Hz. İsa'dan naklettiler: «Bütün aleme gidiniz. İncil ile bütün insanla­ra meydan okuyunuz onları dinler haline getiriniz!» Eğer iki İncil hakkında hüsnüzan edersek, ikincisi, birincisini nesih etmektir. Bun­dan başka bir açıklaması yoktur.

9- Tenasül uzvunu sünnet etirmek, İbrahim, Musa ve İsa (A. S.)'in dininde farzdır. Fakat havariler Hz. İsa'nın ref inden sonra ge­lip sünnet etmeyi yasakladılar. Bu durum Havarilerin eserlerinde var­dır. Bu ya nesihtir veya iftira ve yalandır. Çünkü Hz. İsa'dan sünnet ameliyesine dair bir tek kelime dahi rivayet edilmemiştir.

10- Domuz etinin yenmesi yahudilikte haramdır. Hz. İsa'nın devri geçti. Onun helâl olduğuna dair birşey söylemedi. Fakat Havari­ler Isa (A.S.)'dan sonra geldiler. Domuz etini de helâl kıldılar. Ya bu nesihtir veya iftira ve yalandır. [73]

 

Neshin İkinci Çeşidi - Yani Hz. Muhammed'in Peygam­berliğine İnananlara Karşı Getirilen Semı Delil­leri

 

Birincisi «El Bakara» sûresinin 106. âyeti.

İkincisi ise «Er Rad» sûresinin 39. âyetidir.

Bu iki âyetin de izahı daha önce geçti.

Üçüncüsü, Cenabı Hakkın «En Nahl» 101. âyetindeki şu sözüdür:

«Biz bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirdiğimiz zaman, ön­ceki âyetin hükmünü kaldırdığımız vakit, Allah ne indirdiğini pek iyi bilmişken kâfirler (Muhammed (A.S.)e dediler ki, sen ancak bir ifti­racısın. Hayır, onlann çoğu Kur'an'ın hakikatinin ve hüküm değiştir­mesinin faydasını bilmezler.»

Dördüncüsü, «O yahudilerin zulümleri, birçok kimseleri Allah yo­lundan çevirmeleri, kendilerine yasaklanan    faizi almaları ve haksız yere insanlann mallarını yemeleri sebebiyledir ki, önce kendilerine he­lâl kılınmış pak ve hoş şeyleri kendilerine haram etti. Onlardan kâfir bulunanlara acıklı bir azab hazırladık.»  (En-Nisa: 160).

Bu âyeti celîle daha önce helâl olanın haram edildiğini ifade edi­yor. Bu nesh değil de nedir? «Onlara helâl ettim» kelimesinden anla­şılıyor ki, ilk hüküm de şer'i bir hükümdür, aslî bir beraat değildir.

Beşincisi; ümmetin selefleri, İslâm sistemiyle diğer sistemler nesh edildiği gibi nesih bu sistemde de vaki olduğu hususunda ittifak et­mişlerdir. Sonradan bazı delillerle daha önce bazı hükümler yürürlük­ten kaldırılmıştır.

Altıncısı; Kur'an'da birçok âyet vardır ki hükümleri neshedilmiştir. Bu, içinde bir çok delil durulmuş olan bir delildir. Çünkü neshedilen âyetin herbirisi, neshedicisiyle beraber, neshin oluşuna delâlet eden kâmil birer delildirler. Çünkü oluşun isbatında bir tek delil kâfidir. [74]

 

Nesih Hadisesinde Allah'ın Hikmeti

 

İslâm şeriatinde nesh vaki olduğu gibi onunla nesh olunmuştur. Yani nasıl ki Allah İslâmla daha önceki dinlerin tamamını neshetmiş ise öylece bu dinin bir takım hükümlerini de diğer bir takımıyla nes-hetmiştir. Başka dinlerin İslâm ile neshedilmesinin hikmeti şudur: Allah'ın sistemi en mükemmel sistemdir. Vardığı merhale de en mü­kemmel olduğu için insanlığın ihtiyaçlarına cevab verebilir. Bunun açıklaması şöyledir: İnsan oğlu çocuk gibi durumdan duruma girdi. Her devresinde ona münasib bir hal oldu. Daha önceki devrenin hali­ne benzemez. Zira insanoğlu ilk varhk âlemine yaklaştığında çocuk gibi idi. Saf, zaif ve cahildi. Sonra yavaş yavaş bu durumlardan kur­tuldu. Bu devreleri geçirdi. Aklın küçüklüğü, cehaletin körlüğü, gençliğin delikanlılığı, kuvvetin galib gelmesi gibi değişik durumlar­dan geçti. Bunun için de değişik sistemlerin varlığını istedi. Olgunlaş­ma ve gelişme anma vardığında memleketler ve uluslar arasında me­deni bağlar kurulduğunda îslâmın tertemiz dini geldi ve diğer dinle­rin sonuncusu oldu. Diğer şeriatların tamamlayıcısı, hayatın ve insan­lık maslahatının bütün unsurlarını derleyici, kaideleri koyucu, ruh ve cesed isteklerinin arasını bulucu, ilim ve din arasında kardeşlik mey­dana getirici, insanı Allah'a, fert, aile, cemaatlar, milletler, hayvan, bitki ve cemadattan meydana gelen bütün âleme bağlayıcıdır. Bu du­rum gerçekten onu genel, ve insanlık yeryüzünde kaldıkça kalacak bir din olduğunu isbatladı.

İslâmın bazı hükümleriyle diğerlerini neshetmedeki ilâhî hikmete gelince, bu durum, ümmetin siyasetine, ve terakki etmesine yönelik­tir. Şöyle ki, Müslüman ümmeti başlangıcında, Resûlüllahm davasını ilk işittiğinde zor bir intikal devresi geçiriyordu. Bunun yanında inançlarını terketmek, daha önce miras olarak aldığı örf ve âdetlerini bırakmak ona pek zor geliyordu. Hele İslâmın ilk muhatabı olan arap-ların örf ve âdetlere bağlılıkları, İslâmdan önceki akidelerini (inançla­rını) müdafaa etmeleri daha da ileride idi. Zira inanç ve âdetlerini, me-dari iftiharları olarak korumaya çalışırlardı. Eğer bir defada dinin bü­tün hükümleri onlara söylenseydi bu, maksuda ters düşerdi, islâm da­ha beşikte iken ölürdü, onu kabul ve onu müdafaa eden hiçbir yardım­cı bulamazdı. Çünkü insanın alıştığından birden kurtulması çok güç ve kolay olmayacak bir durumdur. İşte bundan dolayı insanlara İslâm ni­zamı peyderpey geldi. Onları okşuyordu. Onları yavaş yavaş kemale doğru götürüyordu. Fırsat bekliyordu. Ta ki onları en kolaydan kola­ya, kolaydan zora, zordan da en zora götürsün. Böylece emir tamam olup İslâm muzaffer oluncaya kadar devam etti.

En zor hükmü en kolay bir hükümle neshedip kaldırılmasının hik­meti; halkın yükünü tahfif etmek (hafifletmek), onlara refah getir­mek, Allah'ın onlar üzerindeki fazl ve rahmetini belirtmektir. Böylece onları Allah'a şükretmeye teşvik etmektir.

Benzeriyle hükmün neshedilmesindeki hikmete gelince, denemek­tir. Ta ki îman eden muzaffer, münafık da helak olsun. Böylece Ce­nabı. Hak temizi pisden ayırdetmiş olur.

Hükmün nesh olmasına rağmen tilavetin baki kalmasmdaki ve tilavetin nesh olmasına rağmen hükmün baki kalmasında hikmet ne­dir?

Birinci şıkkın hikmeti, îslâmın açık bir siyasetini insanlar için tescil etmektir. Ta ki onlar İslâmın hak din, peygamberin doğru bir peygamber, ve Cenabı Hakkın da apaçık bir hak ve hikmet sahibi, Rahman ve Rahim olduğunu bilsinler. Bir de tilavetinden almış ol­dukları sevabtan mahrum olmasınlar. O neshedilen. âyetlerin kapsadı­ğı belagatı dinleyip lezzetlensinler.

Tilavetin nesih, hükmün baki kalmasının nedenine gelince, o her âyette ona uygun bir şekilde zahir olur. «El-İtkan»a müracaat et. «Ev­li erkek ve evli kadın zina ettikleri zaman muhakkak ikisini de Recim ediniz.» Âyetin tilâveti niçin nesh olunmuştur. Hükmü kalmıştır gö­rünüz.

Neshi inkâr eden Ebu Müslim el İsfehaninin delillerinden birisi şu âyettir:

«Kur'an'a ne önünden ne arkasından batıl katılamaz. Kur'an, Ha­kim ve Hamid olan (Allah'ın) katından gelmedir» (Fussilet: 142).

Ebu Müslimin, bu delili getirmekteki şüphesi şöyledir: «Bu âyet, Kur'an'ın hükümlerinin ebediyyen ibtal olmayacağım ifade eder. Neshte ise," geçmiş bir hükmün iptali vardır.»

Biz kısaca Ebu Müslimin şüphesine şu cevablan veriyoruz:

1) Ayette bahsi geçen batıl, Kur'anlığı baki kalmakla beraber hükmü kaldırılmış âyet demek değildir. Aksi takdirde Ebu - Müslimin delili davasını isbatlayamaz. Çünkü o takdirde âyet sadece tilâveti de­ğil hükmü nesih olunmuş çeşidi menetmiş olur. .Oysa Ebu - Müslimin davası tüm neshin olmadığıdır.

2) âyetteki «batıl»m mânâsı, hakka muhalif düşen demektir. Nesh ise haktır. Âyetin mânâsı, «Kur'an'ın akideleri akla muvafıktır. Ahkâmı hikmetle beraber yürür. Haberleri vakıa mutabıktır. Lafızları tağyir ve tebdilden mahfuzdur. Onun sahasına yanlış karışamaz. Çün­kü Cenabı Hak   «Şüphesiz ki biz zikri (Kur'an'ı) indirdik ve şüphesiz ki onun koruyucusu biziz.» (Hicir: 9) buyurmuştur. Ve yine «Hak ile onu nazil ettik. Hak ile o nazil oldu» (El-îsra: 105) buyurmuştur. Evet, âyetin bu tarzdaki mânâsı «nesh» in yasaklığına değil isbatına daha fazla delâlet eder kanaatmdayız. Zira dediğimiz gibi «Nesih» ilâhî bir tasarrufdur. Bir Hikmetten ileri geliyor. Bir meslihet ona bağlıdır.

Eğer Ebu - Müslim sadece nesih kelimesini kullanmaktan kaçın­mak için Nesih yoktur diyorsa, acaba Allah bu kelimeyi kullandıktan sonra kullanmasından kaçınmak ne olur? Ey Ebâ - Müslim! Allah'ın seçişinden sonra seçiş yoktur. tahsis ile neshin arasında fark var­dır. [75]

 

Neshin Bilinmesinin Yolları:

 

Neshin oluşu için şâri'dan iki delil gelmesi ve ikisinin de gerçekten birbirleriyle çelişmesi gerek­tir. Onları telif ve cemetme imkânı hiçbir şekilde olmaması gerek­lidir. O vakit ve o takdirde birisini Nasih, diğerini Mensuh saymamız kaçınılmaz olur. Ta ki, Allah'ın kelâmmdaki çelişmeyi atabilelim. Fa­kat hangi delil Nasih, hangisi Mensuhtur, bilmek heva ve istekle ola­maz. Ancak sıhhatli bir delile dayanmalıdır. Bu delilin birisinin son­radan, diğerinin daha önce geldiğini isbat eder. Böylece daha önce ge­leni Mensuh, daha sonra geleni de Nasih olur. Bu da ya nassların bi­risinde daha önce geleni tayin eden bir delil olur. «Sizi kabirleri ziya­ret etmekten menetnıiştim. Dikkat ediniz. Kabirleri ziyaret ediniz. Fa­kat boş konuşmayınız.» ya da, ümmetin icmai ile daha önce gelen ta­yin edilecektir. Veya sahih bir senedle bir sahabiden daha önce gelen tayin edilecektir. O halde Nesinde ne Müctehidin senedsiz içtihadına ne de Tefsircinin tefsirine ve ne de Mushafdaki yazılışa itimad edil­mez. [76]

 

Nesih Hangi Âyetlerde Olur:

 

«Nesih, seri bir hükmün seri bir delille- kaldırılmasıdır» şeklindeki tarifi bize açıkça nesih ancak hü­kümlerde olur hakikatini bildiriyor. Neshin varlığını kabul edenler bu hususta müttefiktirler. Fakat bu ittifak ibadet ve muamelelerin dalla-rındandır. Bu dalların gayrisi olan akid, ahlâkın genel kaideleri, ibadet ve muamelelerin asılları ve sade haberlerin mânâlarında nesih yok­tur. Cumhur ulema bu fikir üzerinedir. Akidelere gelince: Onlar sıh­hatli ve sabit hakikatlerdir. Tağyir ve tebdili kabul etmezler. Öyleyse nesih olunmamaları apaçıktır. Ahlâkın ana meselelerine gelince: On­ları teşri etmekte Allah'ın hikmeti ve insanların onlarla ahlâklanma-sı apaçık bir emirdir. Zamanın geçmesiyle değişmez. Milletler ve şa­hısların değişmesiyle değişmez. Öyleyse nesh olması bahis konusu de­ğildir. İbadet ve muamelelerin asıllarına gelince: İnsanların onlara ihtiyacının olduğu apaçıktır. Bu ihtiyaç daimidir. Ta ki, nefislerin tez­kiyesi, temizlenmesi, mahlûkun Halikla olan bağını tanzim etsin. Öy­le ise burada da nesih olmaz.

Mücerred haberlerin medlullerine gelince: Onların neshi şâri'in haberlerin birisinde yalan söylemesine sirayet ettiği için nesh burada da olmaz. Zira buradaki Nasih, Allah için muhaldir. Naklen muhal ol­masının delili ise, «Acaba söz bakımından Allah'tan daha doğru kim vardır.» (En-Nisa: 122). «Acaba hadis bakımından Allah'tan daha doğ­ru kim olabilir» (En-Nisa: 87) âyetleridir. Evet, haberin mânâsı ve medlulü değil lafzinin neshi caizdir. Katıksız olmayan ve înşa mânâ­sında olan habere gelince; o, ya emre veya nehye delâlet eder. Onlar da fer'i ve ameli hükümlere bağlıdırlar. Binaenaleyh o haberin nes­hinde ve onunla nesholunmakta şüphe yoktur. Çünkü lafıza değil mâ­nâya itibar edilir!!! [77]

 

Kur'an'da Neshin Çeşitleri

 

Kur'an'da vaki olan nesh üç çeşide ayrılır;

a) Tilâvet ve hükmün beraber neshedilmesi.

b) Sadece hükmün neshedilmesi.

c)  Sadece tilâvetin neshedümesidir.

Birincinin misalini, Hz. Aişe'den gelen şu hadîs vermektedir: «Kur'-an'dan nazil olanların arasında haram kılan on belli emzirmeler var­dı!...» Bu hadîs sahih bir hadîsdir. Bu on emzirmenin ne lâfzı Mus-hafda var. Ne de hükmü kalmıştır. Nesh bazan bedelle, bazan bedelsiz olur. Neshedilen hükmün yerine ya Cenabı Hak başka bir hükmü ko­yar!. İşte bu, bedelle olan nesihtir. Veya neshedilen hükmün yerine başka bir hüküm koymaz: Bu da bedelsiz olan neshtir. Bu da aklen ca­iz, sem'an vakidir. Ve misalleri çoktur. [78]

 

Kur'an Ve Sünnet Arasında Neshin Devirleri

 

İslâm şeriatindeki Nesh bazan Kur'an'la varid olur, bazan sün­netle. Mensuh da böyledir. Bazan Kur'an'la, bazan sünnetle varid olur. Öyle ise Nesih dört kısma ayrılır:

1) Birinci kısım, Kur'an'm Kur'an ile neshedümesidir. Neshin oluşuna kani bulunan müslümanlar, bu Neshin hem cevazına, hem de vukuuna kaildirler. Cevazına gelince: Hem bilmekte hem de amel et­mekte Kur'an'ın âyetleri müsavidir. Vukuuna gelince: Daha önce mi­sallerle âyetlerde nasih-mensuh olduğunu tesbit ettik, Gelecek misal­lerle tesbit edilecektir. Bu kısım üç çeşide ayrılır:

a) Tilâvet ve hükmün beraberce neshi.     

b) Tilâvetin değil sadece hükmün neshi.

c) Hükmün değil sadece tilâvetin neshi. [79]

 

Kur'an'ın Sünnetle Nesih Edilmesi

 

2) İkinci kısım Kur'an'ın sünnetle neshedilmesidir. Alimler bu hususta ihtilâf halindedirler. Kimisi caiz görür, kimisi görmez. Caiz görenler de ihtilâf halindedirler. Onların kimisi vaki olmuştur, kimisi vaki değildir, demişlerdir. Kur an'ın sünnetle neshedilmesinin cevazını savunanlar; İmam Malik, İmam Azam'ın talebeleri, Eş'ari ve mutezile­lerden olan bütün kelâmcılardır. Delilleri: Kur'an'm sünnetle neshe-dilmesi ne zatından ötürü ne de başka bir nedenden ötürü muhal ol­madığıdır. Zatından ötürü muhal olmadığına gelince; bu açıktır. Baş­kasından ötürü de muhal olmadığına gelince: Sünnet de Kur'an gibi Allahtan gelen bir vahydir. Çünkü Cenabı Hak «O nevadan konuş­maz. Onun konuşması ancak gönderilen bir vahydir» (Necm: 3-4) bu­yuruyor. Sünnet ile Kur'an arasındaki fârik, (ayırdedici) meziyet Kur'an'm lafızları, tertibi, inşası Allah tarafındandır. Hadisin lâfızlari, tertib ve inşası ise, Resûlullah'a aiddir. Kur'an'ın özellikleri olduğu gi­bi Sünnetin de özellikleri vardır. Bunlar bizim konumuz değildir. Ma­dem Allah vahyile, diğer bir vahyini neshediyor ve orada herhangi bir müşkilât da yoktur. O halde bu iki vahyin birisinin diğerini nesih et­mesinde ne aklen ne de şer'an herhangi bir mani mevcut değildir. Bunlar Kur'an'ın Sünnetle nesih edilmesini caiz görenlerin delilleridir. Caiz görmiyenlere gelince: Onlar, İmam Şafii, İmam Ahmed ve zahir ehlinin çoğudur. Onlar Kur'an'm sünnetle neshinin menine dair bir çok deliller getirmişlerdir. O delillerden birisi: Cenabı Hak peygambe­rine «Sana zikri indirdik, ki, sen insanlara gönderileni badiresin» (Nahl: 44) diyor. Bu âyet, ifade eder ki Resûlullah'ın vazifesi Kur'an'ı beyan etmeğe münhasırdır. Eğer sünnet Kur'an'ı neshetşeydi o vakit, sünnet Kur'an'a beyan olmazdı. Aksine onu kaldırıcı olurdu.

Buna cevab olarak denildi ki, sünnetin vazifesi sadece Kur'an'ı açıklamakdır hükmü bu âyetten anlaşılmıyor. Bir de sünnetin vazifesi, sadece Kur'an'm beyanına inhisar ederse, sünnetin tek başına bir sis­tem getirmesi muhal olur. Halbuki sünnetin tek başına bir sistem ge­tirmesinde ümmet icma etmiştir. Meselâ: Resûlü-Ekrem kuşların pen­çelilerinin etini haram kılmıştır. Her ısırıcı dişlere sahib olan yırtıcı hayvanların etini haram kılmıştır. Ve yine Resûlü-Ekrem, herhangi, bir kimsenin kendisine vâris olmamasına dikkati çekerek: «Biz pey­gamberlere gelince, malımız kimseye miras olarak kalmaz. Bizim bı­raktığımız sadakadır)) demiştir.

Bir de cevab olarak denildi ki: Sünnetin bizzat tek başına teşri ve tek başına hükümler ifade ettiğini, sünnet söylüyor. Meselâ: El-İrbad bin Sariye (R.A.) rivayet ediyor:

Resûlüllah (S.A.) kalktı ve bize:

«Sizden herhangi bir kimse koltuğuna dayanmış olduğu halde zanneder mi ki Allah bu Kur'an'da olanın haricinde herhangi bir şeyi haram kılmamıştır? Dikkat ediniz. Ben emrettim, va'zettinı ve bir ta­kım şeyleri yasakladım. Onlar ya Kur'an kadardır veya daha çoktur. Şüphesiz ki Allah size helâl kılmamıştır ki siz ehli kitabın evlerine on-lann izni olmadan giresiniz. Onların kadınlarını dövesiniz, onların meyvelerinin yenmesini de helâl kılmadı size.. Ancak boyunlarına farz olan haracı verdikleri zaman yiyebilirsiniz.» [80]

 

Kur'an'ın Sünnetle Neshine Kail Olanların Getirdi­ği Misaller

 

1) «Zina eden kadın ve zina eden erkeğin herbirine yüz değnek

vurunuz» (Nur: 2), âyeti, ister evli olsun, ister olmasın zina edenlere yüz değnek vurma hükmü getirmiştir. Böylece evli olan ve evli olma­yan zina edenlerin hepsini kapsıyor. Sonra hadis gelip «Evliler» le il­gili hükmünü neshetti ve evlilere recim cezası getirdi.

2) İkinci delil;  «El-Bakara»  sûresinin yüz sekseninci âyeti ki,

ana-babaya ve akrabaya miras kalan maldan vasiyet etmeyi emreder. «Varis için vasiyet yoktur» hadîs ile neshedilmiştir.

3) Üçüncü delil;  «sizin kadınlarınızdan    zina edenler üzerinde sizden dört şahit tutunuz. Eğer onlar şehadet   ederlerse, o kadınları ölüm gelip onları götürünceye kadar veya Allah onlara bir yol açın-caya kadar evlerde hepsediniz.»  (Nisa: 15)  âyeti    «Benden tutunuz. Benden tutunuz, Allah onlar için bir yol kıldı. Bakire bakire ile zina ederse yüz değnek vurulacak ve bir sene gurbete gönderilecek. Evli ev­li ile zina ederse, yüz değnek   vurulacak ve sonra   recmedilecektir.» hadisi şerifle neshedilmiştir.

4) Dördüncü delil, Cenabı Peygamberin, «Her dişiyle yırtıcı olan hayvan ve her tırnaklanyle yırtıcı olan kuşun eti yenilmez» yasağı ya­ni bu hadis, şu âyeti neshetmiştir:

«Ey Habibim! De ki: Bana vahyedilende yeyen bir kimseye ha­ram edilen birşey görmüyorum. Ancak murdar bîr hayvanın eti veya akıtılmış bir kan veya domuz eti olanlar haramdır ve necistir veya fasıkhk ela ki, Allah'tan başkasının ismi getirilerek   boğazlanmıştır.»

(El-Anam: 145). [81]

 

Sünnetin Kur'an'la Neshi

 

Burada da ulemanın ihtilâfı vardır. Kimisi caiz görmüş, kimi gör­memiştir. Ancak burada caiz görmeyenlerin sesi biraz daha kısıktın Hüccetleri biraz daha zayıftır. İspat edenlere gelince: Onları cevazın delili teyid eder. Bunun için «var» diyenlerin arasında bütün fakıhleri ve kelâmcıları görüyoruz. «Yok» diyenlerin arasında Şafii'den başka şayanı dikkat birisini görmüyoruz. İmam Şafii ile beraber arkadaşla­rından az bir gurup da vardır. Bununla beraber Şafii'den bunu nak­letmekte .sallantı vardır. Veya hilafı zahirin iradesi görünüyor. Taf­silâtı Menahilul İrfandan oku... [82]

 

Sünnetin Sünnet İle Neshi

 

1) Mutevatır bir sünnetin mutevatır bir sünnetle neshedilmesi.

2) Ahadi bir sünnetin Ahadi sünnetle nesholunması.

3) Ahadi bir sünnetin Mutevatır bir sünnetle nesholunması.

4) Mutevatir bir sünnetin Ahadi bir sünnetle nesholunması.

İlk üç kısım, aklen ve şer'an caizdir. Dördüncü kısım ise Muteva­tır bir sünnetin Ahadi bir sünnetle nesholunması aklen caiz olduğun­da ulemamız ittifak etmiştir. Sonra şer'an caiz midir değil midir diye ihtilâfa düşmüşlerdir. Cumhur «caiz değildir», Zahir ehli ise (zahiri­ler) «caizdim demişlerdir. Cumhurun delilleri:

a) Mutevatır kesin subutludur. Haberi vahid zannidir. Kafi bir hüküm zanni bir hükümle kalkmaz. Çünkü daha kuvvetlidir. En kuv­vetli en zaif le kalkmaz.

b) İkincisi, Hz. Ömer, Fatıma binti Kays:  «Resûlullah bana mesken vermedi. Halbuki kocam beni boşamıştı. Ve talakı Bitta yani dönüşü olmayan idi.» demesine rağmen reddetti. Yani bu Ahadi haber ile Kur'an ve Mutevatır haber kaldırmadı. Ashabda Hz. Ömer'in bu görüşünü tasvip ettiler. Böylece icma' oldu.  Bu ancak şu demektir: Haberi Ahadî, zandan başkasını ihtiva etmez. Öyleyse daha kuvvetli olan bir haberi neshedemez. En kuvvetli delil burada şu âyettir:

«Boşadığınız fakat iddeti tamamlamamış kadınları gücünüz ora­nında oturduğunuz yerde-oturtun...» (Et-Talak: 6).

Bir de Meskeni talaki bitte ile boşanmış kadının haklarından biri­si, kılan Resûlullahın Mutevatır sünneti vardır. [83]

 

Kıyasın Neshi Ve Kıyas İle Nesih

 

Bu hususta üç suret vardır: Birincisi; kıyas başka bir kıyasın de­lâlet ettiği hükmü neshediyor. Buna misal olarak Sari; cömertliğin­den ötürü Zeyde ikram etmeyi emrediyor. Biz de cömertliğinden dola­yı Ömer'e de ikram etmeyi buna kıyas ediyoruz. Bundan sonra Sari; Bekr'in sarhoş olduğundan dolayı hafife almasını vacib kılıyor. Biz de sarhoşluk illetinden ötürü bahsi geçen Ömer'i de ona kıyas edi­yoruz. Bununla ikinci kıyası birinciye tercih ettiğimizde Ömer'in ha­fife almasının vacib oluşu, ikramın vücudunu ortadan kaldırıyor.

İkincisi, kıyas Nassın delâlet ettiği bir hükmü nesheder. Sari' ne-biz'in mubah olduğunu ilân eder. Sonra sarhoşluk verdiğinden dolayı şarabı haram kılar. Sarhoşluk illeti nebizde olduğundan biz nebizi şa-rab üzerine kıyas ederiz. Böylece nassile sabit olan ibaha hükmü, kı­yas ile sabit olan tahrim hükmüyle ortadan kalkar. Üçüncüsü; Nass kıyası nesheder. Sari', şarabı haram kılıyor. Çünkü sarhoşluk veriyor. Biz sarhoşluk verdiğinden dolayı nebizi ona kıyas ediyoruz. Bundan sonra Sari', nebizin mubah oluşuna dair Nass yapıyor. Böylece nebizin kıyasen sabit olan hürmeti nassen sabit olan ibahatiyle ortadan kalkar ve nesholunur. [84]

 

Neshedîlmiş Diye Şöhret Bulan Âyetler

 

İmam «Celaleddini Suyuti» «Neshi meşhur olan âyetler yirmi iki âyettir» diyor. Ve o âyetleri teker teker sayıyor. Tafsilât isteyen «El-İtkanoa baksın. [85]

 

Kur'an'ın Muhkem Ve Müteşabih Ayetleri

 

Muhkem ve muteşabihln mânâlarında âlimlerin fikirleri:

a) Muhkem, neshi muhtemel olmayan ve apaçık mânâya delâlet eden zahir âyettir. Müteşabih ise gizli bir âyettir ki, aklen ve naklen onun mânâsı idrak edilemez. Onun ilmi Allah'a aittir. Kıyametin kop­ması ve sûrelerin başındaki hece harflerinin bilgisi gibi.

b) Muhkem, maksudu kendisinden anlaşılan âyettir. Bu ya zu­hurla olur veya teville olur.   Müteşabih ise, onun ilmi ancak Allah'a mahsustur. Kıyametin kopması, deccalm çıkması ve sûrelerin başında­ki mukatta harfler gibi.

c) Muhkem, ancak tevilin bir tek vechine muhtemel olan âyet­tir. Müteşabih ise birçok vechi muhtemel olan âyettir.

Birinci rey, Hanefilerin, İkincisi, ehli sünnetin reyidir. Üçüncü rey İbni Abbas'ındır. Usul âlimlerinin ekserisi İbni Abbas'ın reyi üzerinde yürümüşlerdir.

Dördüncü rey, Muhkem nefsiyle müstakil olup başka bir beyana muhtaç olmayan âyettir. Müteşabih, nefsiyle müstakil olmayan, belki başka beyana muhtaç olan âyettir. Bazan bununla, bazan da ötekiyle beyan ediliyor. Ki onun tevilinde ihtilâf vardır. Bu fikir aynı zamanda İmam Ahmed'den de nakledilmiştir.

Beşincisi, Muhkem, nazmi ve tertibi sedid olan âyettir. O âyet ki, münafat olmaksızın müstakim bir mânâya götürür. Müteşabih ise, lü­gat bakımından istenilen mânâsını hiçbir ilim kapsamaz. Ancak bera­berinde bir emare veya karine bulunursa, o zaman mesele değişir. «Müşterek» bu mana ile Müteşabihe dahildir. Bu fikir de İmam Hara-meyn'e nisbet edilmiştir.

Altıncısı, muhkem manası açık, herhangi bir işkal (kapalılık) içinde olmayan âyettir. İhkâm kökünden alınmıştır. îtkan (yani çok güzel yapılmış) mânâsını taşıyor. Müteşabih ise, bunun tam tersidir. Bu fikre binaen Muhkem, nass (kesin) ve zahir olan âyetleri içeren âyet bölümüdür. Müteşabih, müşterek isimlerden olan ve Allah'ın hak­kında teşbihi îham eden lafızlardan meydana gelen âyetlerdir. Bu söz muteehhirlerin bazısına nisbet edilmiştir. Fakat hakikatte bu rey Et-Tayyibinnin reyidir. Zira İmam Suyuti'nin nakline göre Et-Tayyibi on­dan: Muhkemden maksad, mânâsı açık olan âyetlerdir. Müteşabih bu­nun tersidir. Zira bir mânâyı kabul eden lâfız, ya başka mânâyı da ta­şır veya taşımaz. İkincisi Nassdır..» demektedir. [86]

 

Müteşabihin Menşeî Kısımları Ve Misalleri:

 

Müteşabih-liğin menşei kıssaca, şâri'in kelâmından neyi kastettiğinin gizliliğidir. Tafsilen deriz ki, Müteşabihliğin bir kısmının gizliliği lafza, bir kısmı­nın da gizliliği mânâya, diğer bir kısmının gizliliği de hem lâfza hem mânâya dönüşür.

Birinci kısım, müteşabih oluşu lâfızdaki gizliliğe raci olan kısım­dır. Bu, hem mufret ve hem de mürekkeb oluyor. Mufredin müteşabih oluşu garib oluşundan veya iştiraki cihetinden gelen-gizliliğinden ne­şet eder. Mürekkebin müteşabih oluşunun neşeti ya çok kasa veya çok uzun oluşundan veya tertibi yönünden geliyor. Birinci kısmın misali sûrelerin başında bulunan hece harfleridir. Çünkü buradaki teşabih ve gizlilik şüphesiz ki lâfızlar yönünden gelmiştir.

İkinci kısım, mânâdaki gizlilikten müteşabihliği neşet eden kı­sımdır. Kur'an'ı Kerim'de Allah'a vasıf olarak gelen kelimeler ile, kı­yametin dehşetlerine dair gelen kelimeler gibi. Bu kısmın başında sıfat teşabühleri geliyor. Burada teşabih lâfızda, lâfızdaki gariplik ve iştiraklilikten gelmemiştir. Belki birçok mânâ arasında müşterek olu­şundan veya icazından veya uzunluğundan gelmektedir. Öyleyse bu teşabüh sadece mânâ yönünden gelmiş sayılıyor.

Üçüncü kısım, teşabüh hem lâfız hem mânâdaki gizliliğe raci olan kısımdır. Bunun birçok misalleri vardır. Nümüne olarak şunu söyleye­lim: «Evlere arkalarından girmeniz hayır değildir» (El-Bakara: 189). Arapların cahiliyyeti zamanındaki âdetlerini bilmeyen bir insan bu âyetin mânâsım hakkıyle anlayamaz. Varid olmuştur ki Ensardan ba­zıları vardı ki ihram bağladıkları zaman, ne bir duvarın gölgesinde oturur, ne bir eve ne de bir çadıra girerdi. Kapılardan girmiyordu. Eğer evlerde oturanlardan ise, evlerin arkasında bir kapı, (delik) açar, oradan girip çıkardı. Eğer çadır ehlinden ise, çadırın arkasından girip çıkardı. Cenabı Hak bu âyeti nazil etti. «Evlere arkasından girmek iyi­lik değildir. İyilik Allah'tan korkanın amelidir» (El-Bakara: 189). İşte buradaki gizlilik kısa olduğundan dolayı lâfza racidir. Eğer bu âyet açıhp bast edilseydi Arablann cahiliyetteki adetinin onunla beraber bilinmesi lâzımgelirdi. Aksi takdirde bu nessin mânâsı anlaşılmazdı. [87]

 

Müteşabihin Çeşitleri Üçtür

 

1) Beşerin hakikatine varmaya güç yetiremediği kısımdır. Al­lah'ın zat ve sıfatlarının hakikatlerini bilmek, kıyametin ve diğer gay-bi meselelerin vakit ve zamanlarının bilinmesi gibi. Bu ilim Allah'a mahsustur. «Gaybın anahtarları Allah'ın yed-i kudretindedir. Onlan ancak o bilir» (El-Enam: 59).

«Allah'ın katmdadır kıyametin kopuş zamanını bilmek. Allah yağ­muru indirir. Rahimlerdekini Allah bilir. Hiçbir nefis yarın neyi ka­zanacaktır, bilmez. Hiçbir nefis nerede ölecektir bilmez. Şüphesiz ki Allah bilicidir ve haberdardır.» (Lukman: 34). İkinci çeşidi, araştırma ve okuma yoluyla her insanın güç yetirebileceği muteşabihtir. Mute-şabih oluşu icmalden veya basttan veya tertipten ileri gelen muteşabih âyetler gibi.

Muteşabihin üçüncü nevi âlimlerden herkesin değil, ancak hava­sın bildiği ilimdir. Bunun bir çok misali vardır.

Rağıb el-îsfehani «Muteşabih üç çeşittir. Bir çeşidi vardır ki onu bilmeye yol yok. Kıyametin kopması «Dabbetul-Arz»ın çıkışı ve benze­ri hâdiseler. İkinci bir çeşit vardır ki, insanların onu bilme ve varma yolu vardır. Garib lâfızlar ve muğlak (kapalı) hükümler gibi. Üçüncü bir çeşidi vardır ki iki emrin arasında mütereddittir. Sadece ilimde ra-sih olan bazı insanlar onu bilir. Diğerlerine gizlidir. İşte Resûlü-Ek-rem'in İbni Abbas için «Yarab onu dinde fakın et, ona tevili Öğret» duası buna işarettir. [88]

 

Acaba Müteşabihlerin Kuranda Zikredilmesinde Ne Hikmet Vardır?

 

Cenabı Hakka ilmi mahsus olan muteşabihlerde şu hikmetler gö­rülmektedir:

Birinci hikmet: Herşeyin marifetine güç yetiremeyen şu zaif in­sana Allah'ın rahmeti vardır. Dağa, Rabbi tecelli ettiği zaman parça­landığına ve Musa (A.S.)'in yere serildiğine göre, eğer Allah zat ve sı­fatlarının hakikatiyle insana tecelli etseydi acaba insanın hali ne olurdu? İşte bu kabilden olarak Cenabı Hak kıyametin bilgisini mer-hameten insanlara bildirmemiştir. Ta ki tenbellik yapmasınlar ve ha­zırlığa yönelsinler. Halik Teâlâ onlan daima uyamk tutuyor. İşte bu­nun için Cenabı Hak ecellerinin marifetini kullarından, gizlemiştir. Ta ki ömürlerinin denizinde yaşasınlar.

İkinci hikmet: Kullan denemektir. Bakalım doğru konuşan pey­gamberin haberine güvenip gayba iman eder mi etmez mi? Hidayet olunanlar kesinlikle bilmedikleri halde «Biz iman ettik derler» kalble-rinde hastalık olanlar onu inkâra kalkışırlar. Halbuki Rablerinden ge­len, hakkın ta kendisidir.

Üçüncüsü: Fahreddin Razi'nin «Kur'an hem havassın hem de ava­mın çağırmasını kapsamaktadır. Avamın tabiattan emirlerin çoğunda hakikatleri idrak etmekten uzaktır. Avamdan birisi.ilk anda cisim ol­mayan, herhangi bir mekânda mekânlaşmayan ve kendisine işaret edilme imkânı olmayan bir mevcudun ispatını dinlerse, zannedecek ki bu yokluktur ve katıksız   ademdir. Böylece ta'til hastalığına düşmüş olur. Binaenaleyh avam için en elverişli olan, onların hayal ve vehim­lerine uygun bir takım mânâlara delâlet eden lâfızlarla hitab etmek­tir. Bu hitab, açık ve sarihe delâlet eden lâfızlarla karışık olacaktır. Başlangıçda kendilerine yapılan hitab Müteşabih kabilindendir.

Açık hakikati ifade eden ikinci kısım   Muhkemi olan kısımdır!» dediği nedenlerdir...

Dördüncüsü; insanın aciz ve cahilliğine delil ikame etmektir. Evet insanın istidadı ne kadar olursa olsun, ilmi ne kadar fazla olursa olsun. O, Müteşabihleri bilmemekle aciz ve cahil olduğunu anlar. Burada ay­nı zamanda Allah'ın delici kudretine şahit ve delil ikame etmek de vardır. «Herşeyi ilmiyle kapsayan sadece odun» hakikatini de gözler önüne seriyor. «Bütün insanlar onun ilminden ancak onun dilediğini kapsayabilirler» hakikatini de getiriyor. İşte burada kul Allah'a başını eğiyor, korkuyor, Allah'ın kibriyası önünde eğiliyor. Meleklerin daha önce dediğini tekrarlıyor: «Sen ortaktan münezzehsin. Senin öğretti­ğin hariç, bizim herhangi bir ilmimiz yoktur. Şüphesiz ki sen, evet sa­dece sen mutlak mânâda bilici ve hikmet sahibisin.» {El-Bakara: 32).

Allah'ın sıfatlan hakkında varid olan Müteşabih âyetlerin tefsi­rinde en güzel rey şudur: «Ehli sünnet vel cemaat»m âlimleri Müteşa­bih âyetlerle ilgili üç noktada ittifak etmişlerdir. O üç noktanın öte­sinde ihtilâfa düşmüşlerdir.

1) Önce zahirleri Allah için muhal olan âyetleri tevil hususunda ittifak etmişler. Ve bu zahiri mânâlar kesinlikle şâri'in maksadı değil­dir itikadında ittifak etmişlerdir.

2) İkincisi, İslâmı müdafaa etmek bu müteşabih   âyetleri tevil etmeye bağlı ise, onun şüphecilerin şüphelerini   bertaraf etmek şek­linde tevil edilmesi, farz olduğunda ittifak etmişlerdir.

3) Üçüncüsü, muteşabihin her ne kadar bir tek tevili var ise, ve o tevil her tevilden daha önce ondan anlaşüıyorsa da onu icmaen ka­bul etmek vacibtir. Şu âyet gibi: «Siz nerede olursanız olunuz o sizin­le beraberdir» (El-Hadid: 4) Bizzat halkla beraber olmak Allah için muhaldir. Binaenaleyh bunun bir tek tevili kalıyor. O da ilmen, Sem'-an, (işitmek), Başaran (görmek), kudreten ve iradeten insanları kap­samak suretiyle beraberliktir.

Bu üç noktanın ötesinde âlimlerin ihtilâfına gelince: bu da üç gö­rüş ve üç mezheb üzerinde olmuştur. Birinci mezheb, selefin mezhebi­dir. Bu görüşe «El-Müfevvide» mezhebi de denir. Selef bu Müteşabih âyetlerin mânâlarını sadece Allah'a havale eder. Allah'ı bunların zahir ve Allah için muhal görünen mânâlarından tenzih eder. Selefin görü­şünü destekleyen aklî ve naklî olmak üzere iki delil vardır. Aklî delil şudur: «Bu Müteşabihlerden maksadı tayin etmek ancak lügat ve arap istimallerinin kanunları üzere cari olur. Bu ise, zandan başkasını ifa­de etmez. Oysa Allah'ın sıfatları zan ile sabit olmayan inançlar kate­gorisine dahildir. Akaidde ise, kesinlik lâzımdır. Nakli delil hususunda selef bir çok emre itimad etmektedir. O emirlerden birisi Hz. Aişe vali­demizin hadisidir: «Ne zaman ki Kur'an'ın Müteşabih âyetlerine tâbi olanları görürsen onlar Allah'ın [Zayğ-Ehli] diye adlandırdığı kim­selerdir. Onlardan s ak m mu.»

Bir de Tabarani'nin EI-Kebir'inde, Ebu Malik El Eş'ari'den riva­yet ettiği şu hadistir: «Ümmetim için ancak üç hasletten korkuyorum:

1- Mallan çoğalacak, birbirlerine hased edecek ve savaşa tutu-şacaklardır.

2- Kur'an onlar için açılacak. Onu mümin tevilini aramak sure­tiyle alacak. Halbuki onun tevilini Allah'tan başkası bilmez...»

Bir de İbnu Merduye'nin babasından, o da babasından o da Resû-lüllahtan rivayet ettiği şu hadistir: «Kur'an inmemiştir ki bir kısmı diğerini yalanlasın. Binaenaleyh Kur'an'dan bildiğinizle amel ediniz. Müteşabih olana da olduğu gibi îman ediniz.»

Bir de ed Darimi'nin Süleyman bin Yesar'dan rivayet ettiği ha­distir:

«îbnu Sübeyğ» adlı bir kişi Medine'ye gelip Kur'an'ın Müteşabih-leririi âlimlerden sormaya başladı. Hz. Ömer onu huzuruna çağırdı. Onu dövmek için hurma dallarından sopalar hazırlamıştı. Hz. Ömer, «İbni Sübeyğ»e: «Sen kimsin?» dedi. İbni Sübeyğ: «Ben Subeyğin oğ­lu Abdullahım» dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer bir hurma dalım eline aldı. Kafasından kanlar akıtıncaya kadar onu dövdü. Diğer bir riva­yette «Sırtında yara belirinceye kadar onu dövdü.» Sonra onu bıraktı. Yaralan iyileşince tekraren onu dövmeye kalktı. Sonra bıraktı. Yaralan iyileşince vurmak üzere tekrar huzuruna çağırdı. Adam: «Ey Ömer, eğer beni öldürmek istiyorsan, güzel bir şekilde beni öldür» dedi. Bu­nun üzerine Hz. Ömer ona memleketine dönme iznini verdi ve mem­leketinin valisi Ebu Mus'el Eş'ariye: «Müslümanlardan hiç kimse bu adamın yanına oturmayacaktır!» diye yazdı.

Allah Ömer'den razı olsun. Fitne kapısını açmak isteyen «İbn Sü-beyğai dövdükten sonra artık bu kapıyı açmaya hiç kimse cesaret ede­medi.

O naklî delillerden birisi de şu rivayettir:

Birisi «istiva»nın mânâsını İmam Malik'ten «Rahman arşın üze­rinde istiva etmiştir» (Taha: 5) âyetindeki istiva'nın mânâsım sordu, tmam Malik şu cevabı verdi:

— İstiva malûmdur. Keyfiyeti meçhuldür. Istivayi sormak bid'at-tir. Zannederim kî sen kötü bir kişisin. Bu kişiyi benim huzurumdan çıkarınız» diye ilâve etti.

îmam Malik «istiva malûmdur» demekle mânâsı zahirdir. Fakat bu zahir mânâ murat değildir. Çünkü bu, muhal olan bir teşbihi ge­rektirir. «Keyfiyet meçhuldür», yani Şâri'in muradın: tayin etmek bi­zim meçhulümüzdür. Ona dair nezdimizde herhangi bir delilimiz yok­tur. «Onu sormak bid'attır.» Yani bu muradın tayini hususunda soru sormak bidattir. Sormamak gerektir.

İkinci mezheb ise, halefin mezhebidir Bu mezheb aynı zamanda «Mezhebül-Müevvile» diye adlandırılmıştır.    Yani tevilciler mezhebi. Bunlar da iki fırkaya ayrılmışlar. Bir fırka o âyetleri Sem'i ve kesin olarak malûm olmayan sıfatlarla tevil ederler. Bu sıfatlar, Allah'ın malûm sıfatlarından fazla olarak, sabittirler. Bu görüş Ebul Hasan'il Eş'ariye nisbet edilmiştir. İkinci bir gurup onlan sıfatlarla veya ke­sinlikle bildiğimiz mânâlarla tevil ederler! Zahiri muhal olan lafzı lü­gat bakımından caiz olan bir mânâya hamlederler. Aklen ve şer'an Al-laha lâyık olan bir manaya hamlederler. Bu görüş Ubeyde bin Burhan ve muteehhirlerden bir cemaata nisbet edilmektedir. îmam Suyuti'-ye göre Îmamul-Haremeyn de bu reye kaildir. Fakat bilahare «Er-Ri-saletün Nizamiye» adlı eserinde bu fikirden döndüğü tesbit edildi. Ve şunları söyledi: «Dinen bizim razı olduğumuz, aklen bizim din olarak kabul ettiğimiz ümmetin selefine tâbi olmaktır. Çünkü onlar Müteşa-bih âyetlerin mânâlarına dokunmamak suretiyle hayatlarını devam ettirdiler. Çünkü bu mezheb ortanca gurubun mezhebidir.»

Üçüncü mezheb, Mütevessitlerin mezhebidir. İmam Suyuti bu mezhebi naklederek şunları söyledi: «İbnu Dakikul-İyd» selef ile halef mezhebi arasında bir mezheb ihdas ederek;

«Tevil arap diline yakın ise inkâr edilemez. Kabul ederiz. Eğer uzak ise, ondan tevakkuf ederiz. Fakat Allah'ın ondan kastettiği tarzda ona iman ederiz. Bu lâfızlardan, mânâsı açık ve araplarm ko­nuşmasından anlaşılır olanı tereddüd göstermeden kabul ederiz. Ni­tekim «Kişinin Allah'a karşı aşırı gitmeden Ötürü bana yazıklar olsun, gerçekten ben alaya alanlardandım» diyeceği günden salanınız.» (Ez-Zümer 56) âyetinden Allah'ın hakkı ve onun için insanın boynuna farz olan mânâyı kabul ettiğimiz gibi,..a dedi. [89]

 

Kur'an'ın Uslübü

 

«Uslüb» kelimesi arap lügatinde birçok şekilde, birçok mânâda kullanılmıştır. Ağaçlar arasındaki yol, herhangi bir fen, yüz, mezheb, burun dikmek ve arslan boynu. Hatibin konuşmasındaki yoluna da «Uslüb» deniliyor. Luğavî mânâsına en uygunu da budur. «Uslub»ün istilahi mânâsı: Edebiyatçılar ve gramer âlimleri; üslubun kelamî bir yol olduğunu, hatip konuşmasını telif ederken ve lâfızlarını seçerken takip ettiği yol olduğunda ittifak etmişlerdir. Veya uslüb, mânâlarını eda etmek ve konuşmasındaki maksadını bildirmek "hususunda konu­şan insanın tek basma seçmiş olduğu konuşma mezhebidir.

Kur'an üslubunun mânâsı; kelâmını telif ederken ve lâfızlarını seçerken Kur'an'm getirmiş olduğu yoldur. Kur'an'm özel bir üslubu­nun olmasında herhangi bir gariplik olamaz. Çünkü gerek ilâhi olsun, gerek beşeri olsun her kelâm için özel bir uslub vardır. Konuşanların uslublan, ister şiir ister nesir olsun, kelâmlarını arzetmekteki yollan, şahısları adedincedir. Hattâ bir tek şahıs dahi çeşitli konulan işledi­ğinde ve çeşitli fenleri deştiğinde çeşitli uslublar vardır, «Uslub», ke­lâmı meydana getiren mufred ve terkiblerin   gayrisidir.   O, Müellifi konuşmasında müfred ve terkibleri seçmesinde takib ettiği yoldur. İşte bu sırra binaen uslublar değişiktir. Halbuki kelimeler ve müfredat bü­tün uslublara hizmet ediyor. Terkibler hepsinin cümlesinde vardır. Müf-redlerin birleştirilip terkip yapılma kaideleri ve cümlelerin tekevvünü hepsi içindir. Kur'an'ın arap lugatmdan ve araplann bildiği uslubtan çıkmayışının müfred ve cümleler ve cümlelerin kanunlarının olduğu gibi Kur'an'da gözetilmesinin sebebi ve sırrı budur. O arapça ve arap­lann bu nahiyede melufu olan tarzda gelen bir kitabtır. Onların harf­lerinden kelimeleri oluşmuş, kelimelerinden terkipleri meydana gel­miştir. Bu müfredleri cümle yapılmakta takib edilen genel kaideleriy-le ve terkiblerinin oluşturulmasıyla telifi meydana çıkmıştır. İnsanı acizde bırakan ve dehşet veren şudur ki Kur'an araplann üzerine on­larca malûm olan babtan girmiştir. Onlann müfredatını ve terkibleri-ni kullanmıştır. O devirde bu müfred ve terkibler hususunda araplar geniş bilgiye sahib idiler. Bu hususta yansırlardı. Ve bu sahada doruk noktaya çıkmışlardı. Bütün bunlarla beraber Kur'an tek olan üslu­buyla onlan aciz kılmıştır. Kelâm tarziyle onları hayrette bırakmıştır. Eğer onlann bildiği bu kapıdan değil de başka kapılardan onlara gel­seydi o zaman mazur sayılabilinirlerdi.

«Eğer biz onu yabancı bir dilden Kur'an yapsaydık muhakkak şöy­le diyeceklerdi:

— Âyetleri açıklansaydı ya! Bir araba yabancı bir dille söylenir mi? derlerdi. Ey Resulüm! Onlara de ki; o Kur'an iman edenlere hi­dayet ve şifadır. îman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık var. Kur'an onlara karşı bir körlük ve şüphedir. Onlar uzak bir yerden ça­ğırılanlar gibidirler.» (Fussilet: 44). [90]

 

Kur'an'ın Mu'ciz Olması

 

İnsafla Kur'an'a bakan bir insana, icazın değişik şekilleri görü­nür. Nitekim bir parça elmasa dikkatle bakan değişik renkleri orada gördüğü gibi. Kur'an-ı Kerim cezbedici ve hayret verici, üslubuyla gel­miştir. O üslup ki daha Önce belirttiğimiz özelliklere sahibtir. Bu özel­liklerin tamamı değil bir teki dahi Kur'an'dan başka olan kelâmlarda Kur'an'da mevcut olduğu oranda ve nisbette mevcut değildir şüphesiz ki. Böyle olan her kelâm mucizdir. Öyleyse Kur'an da mucizdir. Re-sûlü-Ekrem Kur'an ile o devrin fesahat ve belagat kahramanlanna meydan okumuştur. Onlann dillerini Kur'an'a bu hususta tân etmek­ten kesmiştir. Oysa o zamanda fesahat ve belagatın revaç bulduğu panayır ve pazarlar mevcud idi. Kur'an'ın muhatabı bulunan millet, ancak bu nahiyeden diğer milletlerden üstün idiler. Madem ki onlar Kur'an'ın muarazasından aciz kaldılar öyle ise başkası daha aciz ve daha yorgun düşebilir. Rabbimiz Kur'an'ında:

«Ey Resulüm, de ki: Yemin olsun eğer insanlar ve cinler bu Kur"-an'ın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine yardımcı da ol­salar yine onun benzerini getiremezler.» (El İsra: 88).

Bu Kur'an'ın en acaib emri şudur ki, Kur'an önce fesahatin kah-ramanlan olan arap fasih ve şairlerini tamamına karşılık bir benzerlik getirsinler diye çağırdı ve meydan okudu. Sonra on sûre kadar getir­sin diye iniş yaptı, Sonra bir tek sûreye karşılık getirsin diye meydan okudu. Bütün bu meydan okumalanna rağmen onlar Kur'an karşı­sında acizden acze düştüler ve hezimetten hezimete uğradılar. Kur'an ise, her meydan okuyuşunda bir zaferden diğer bir zafere» bir yardım­dan diğer bir yardıma yükselirdi.

Düşün, Kur'an'ı Kerîm Et Tur sûresinde ilk defa onlara meydan okuduğunda şöyle dedi:

«Yoksa O, Allah kesesinden uydurdu mu diyecekler? Hayır onlar iman etmezler. Onun benzeri bir hadîsi getirsinler eğer doğru iseler.» (Tur: 33-34).

Bu meydan okuyuştan sonra onlann sustuğunu görünce Hud sü­resinde şöyle buyurdu:

«Yoksa diyecekler ki o kendiliğinden mi uydurdu? De ki, onun benzeri on sûre getiriniz. Onlar iftira ve uydurmalardan mürekkeb olsun. AUahtan başka dilediğinizi yardıma davet ediniz, eğer doğru ise­niz. Eğer bu suale cevap vermeseler biliniz ki, sana inen Allanın il­miyledir. Biliniz ki, Allahtan başka Mabud yoktur. Acaba siz müslü-man olacakmısımz?» (HudM3-14).

Onlar bu meydan okuyuştan da aciz kaldıklarında Kur'an üçüncü kez ipi daha da gevşeterek onları «El Bakara» sûresinde şöyle ça- |ğırdı:

«Kulumuzun üzerine indirmiş olduğumuz Kur'an'da şüpheniz var lise onun benzeri bir sûre getiriniz. Allahdan başka şahitlerinizi de yardıma davet ediniz, eğer doğru iseniz. Eğer bunu yapmazsanız ve yapamazsınız da, o vakit yakıtı insan ve taş olan ve kâfirler için ha­zırlanan ateşten sakınınız» (Bakara: 23-24).

Onların bu meydan okuyuşlardan sonraki aciz kalışları daha şeni' ve daha kötü idi. Allah kıyamete kadar hezimeti onların defterine yaz­dı. Onlar yapmadılar ve yapamazlardı. Delilleri paramparça edildi. Re­zil oldular. Allah'ın emri, onlar istemese de, belirip yerine geldi. [91]

 

Kur'an’ın Muarizesî

 

Tarih kaydediyor ki, yalancı Müseyleme, aKur'an gibi bir kelâm bana vahyedildi» dedi. Sonra halkın huzuruna çıkıp şu hezeyanları okudu. «Biz sana cumhurları vermişiz. Sen Rabbine namaz kıl ve açık­la.» mânâsına gelen «inna ağteyna kalcemahire... fesalli li rabbike ve cahir...» Başka bir hezeyanı da «Vettahinati tahnen vel acinatiacnen velhabizatı Hübzen» «öküten, yoğuran ve pişirene yemin ederim...» hezeyanları idi. Bunları okuduğu zaman dinleyenlerin hepsi kahkaha ile gülüp yerlere serildiler. Bu rekik ve serserice gelen kelimeler ner-de, Kur'an'm o yüce mânâları taşıyan kelimeleri nerede? Muaraza; lugatta, üslupta ve mânâda muaraza edilen kelâma, (Muarizin) denk veya daha üstün olmasıyla mümkün olabilir. Bu muariz kâfirler aca­ba böyle bir muaraza yapabilirler mi? Tarih rivayet ediyor ki, Eb'ul-Ulâ «el Maarri», Ebu Tayyib «el Mutenebbi», ve ibnul Mukaffa', Kur'-an'a muaraza etmek hastalığına tutuldular. Bu isteklerini açığa vurur vurmaz kalemleri kırmak ve sahifelerini yırtmak şekliyle bundan vaz­geçtiler. Çünkü onlar bizzat yolun çok güç ve bu hususta hedefe git­menin muhal olduğunu sezdiler!.. Onlar kalblerinin derinliklerinde Kur'an'm belagatını ve icazkârlığım ilk zamanlarında itikad ederlerdi. Ona yeni bir delili eklemek istiyorlardı. Bu da kalblerinin mutmain olması içindi. Soruyorum: Arapçada bu kadar ileri giden bu insanlar zatlanyla böyle şeyleri    hissetmemişlerse    acaba kim    hissedecektir?

Evet onlar Kur'an'm belagat ve icazını hissetmişlerdi. Zamanımızda «BahaİDİer ve «Kadiyani»lerin de Kur'an'a muaraza olsun diye birta­kım kitablar yazdıkları şayiası vardır. Fakat bunlar halkın huzurun­da mahcub olmaktan korkup bu kitabları piyasaya sürmediler. Ancak son zamanlar bu paçavraları yavaş yavaş piyasaya sürmekteler. Fakat rezil olmaktalar. Allah «Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu bi­ziz» (El-Hıcır: 9) buyurmaktadır. [92]

 

Kur'an'da Mucizeler

 

Kur'an'da binlerce mucize vardır. Biz daha önce Kur'an'm (6200) den fazla âyetten müteşekkil olduğunu söyledik. Ve şimdi de görüyo­ruz ki meydan okumanın ipi bir sûreye kadar uzamıştır. Bir sûre Kev­ser sûresi de olabilir. Bu sûre ise üç âyettir. Hem de kısa âyetlerdir. Bunlara denk bir tek âyet veya iki âyet de olabilir. Binaenaleyh Kur'-an'ın her uzun âyeti veya üç kısa âyeti bir «Mucize» teşkil ediyor. Kur'an'ın üslubu için yedi özellik vardır ki bir tanesi tam olarak her­hangi bir kelâmda bulunmuyor. İşte bu nedenle deriz ki, Kur'an bir tek «Mucize»yi değil, binlerce Mucizeyi kapsamaktadır. Her ne kadar bazı sathi kimseler böyle demişlerse de, onların sathiliğine bakılmaz. Kur'an'ın derlediği icaz vecihleri de bunlara eklersek, bize çeşitli Mu­cizeler görünecektir. Sayı ve tadat ile zaptedilemeyecek kadar Mucize­ler... Birden çoğu, fertten bir milleti meydana getiren ortaktan mü­nezzehtir. Kur'an'ın Mucizeleri ebedidir. Kur'an'ın bu kapsadığı Muci­zelerle beraber ebedi oluşunda şüphe yoktur. Zamanın geçmesiyle es­kimez. Resûlüllahın ölümüyle ölmedi. O, hayattadır. Dünyanın ağzın­da her yalanlayıcıyı susturacak kuvvet ve kudrettedir. Her münkire meydan okumaktadır. Dünyanın bütün uluslarını, içindeki İslâm hi­dayeti ve insanoğlunun saadetine davet etmektedir. İşte İslâm pey­gamberinin Mucizeleriyle kendisinden önceki Mucizeler arasındaki fark buradan geliyor. Allah'ın selât ve selâmı bütün peygamberlerin üzerinde olsun. Muhammed (A.S.)'ın Kur'an'daM Mucizeleri binlerce-dir. Kıyamete kadar devam etmeleriyle tamamlanmıştır. Ta ki Cenabı Hak yeryüzünü ve onda olanların hepsini miras olarak elde edinceye kadar... Diğer peygamberlerin Mucizelerinin ise,  adetleri mahdud, müddetleri kısaydı. Onların zamanının bitmesiyle bittiler. Onların ölümüyle öldü. Kim onları şu anda ararsa ancak onları kane'nin ha­berinde bulabilir. (Yani geçmiş bir hadise olarak bulabilir). Mucizele­re Kur'an'dan başka bir kaynak şahitlik yapmaz. Bu da Kur'an'm di­ğer kitablar ve diğer peygamberlere karşı yapmış olduğu minnettir. Ce­nabı Hak «Biz senin katına Hak ile kitabı kendisinden önceki kitabı tastikleyici olduğu ve ona şahidlik edici olduğu halde indirdik.» (Mai-de: 48) dedi... Başka bir âyette «Resul kendisine inene iman ediyor. Müminlerin tamamı da Allaha, meleklerine, kitablanna, peygamber­lerine iman ederler. Biz peygamberler arasından herhangi birisini, peygamberlik yönünden, fark etmeyiz.»  (El-Bakara: 285)  buyuruyor. [93]

 

Kur'an'ın Kevnî İlimlere Karşı Durumu

 

Bunun mânâsı şudur: Kur'an'da kevni ilimler nisbetiyle beş itibar rivayet edilmiştir. Bu itibarlar herhangi bir mahlûktan gelemez. Hele ümmi bir milletin arasında yetişen Hz. Muhammed'den hiç sadır ola­maz. İtibarlann birincisi, Kur'an kevnî ilimleri kendisine konu yap­mamıştır. Çîünkü kevnî ilimler «Neşvünema» kanunlarına tabidirler. Onların tafsilâtında incelik ve gizlilikler vardır. Avam tabakası bunla­rı anlamaz. Sonra yolunu şaşırmış insanlık âlemini kurtarmak çabası yanında böyle ilimler hiç te kıymet taşıyamazlar. Cin ve insanları dün­ya ve âhiret saadetine hidayet etmek nerede? Bu ilimler nerede?.. Da-Ik önce dediğimiz gibi Kur'an hidayet ve icaz kitabıdır. Binaenaleyh hidayet ve icazın hududlarmın dışına çıkmak Kur'an'a uygun düşmez. Kevnî ilimlerden birşey Kur'an'da zikredilmişse, bu hidayet ve halkı yaradana götürmek için zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerim bu kevnî ilim­leri mutlak olarak zikrettiğinde Heyette, Felekiyatta, Tabiat ve Kim­yada bulunan ilmi hakikatlere işaret etmeyi kastetti. Matematik me­selelerinden birisini, Cebir veya Hendese meselelerinden birisini hal­letmeye çalışmıyor. Tıp ilmine ikinci bir bab eklemek istemiyor. Teş­rih ilmine başka bir haslet katmak hevesinde değildir. Hayvan, bitki veya yer tabakalarının ilminden bahsetmek istemiyor. Lâkin bazı araş­tırmacılar Kur'an ilminde geniş kapsamlı bir araştırma yapmaya kalkışmışlardır, kevnî ilimlerden bildiklerini Kur'an ilimlerine katmışlardır. Her ne kadar niyetleri ve fiilleri temiz ise de, onlar bu hususta yanlıştırlar ve israf ediyorlar. Fakat niyet ve şuur ne kadar güzel olur­sa olsun insanoğlu için vaki olmayanı söylemeyi ruhsatlı kılmaz. Al­lah'ın kitabını vazifesi olmayan bir mânâya hamletmeye ruhsat ver­mez. Hele Kur'an vazifesini defaatla tekrar edip durmaktadır. «Bu ki-tab! Onda şüphe yoktur. O, muttakiler için hidayet kaynağıdır.» (El-Bakara; 2).

«Size Allahtan bir nur, bir açıklayıcı kitab gelmiştir. Allah o ki-tabla, Allah'ın ridvanına, selâmın yollarına tâbi olan kimseyi hidayet eder. Ve onları izniyle karanlıklardan nura çıkarır ve onları dosdoğru yola hidayet eder.» (Maide: 15).

Dikkate şayan bir nokta vardır: Kur'an'm azameti yeni bir vazife Kur'an'a getirmekle bilinmez. Allah'ın kitabında delil ve burhan ol­mayan bir mânâya Kur'an'ı hamletmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü Kur'­an'm bu âlemdeki hidayet konusundaki vazifesi, insanlık âlemini kur­tarmadaki vazifesi hayatta daha mühimdir. Bir de Kevnî ilimler Al­lah'ın hidayetinden yoksun ve vahyinden tecerrüd ederse, insanlık âle­minin başına belâ olur. Şu insanlık âlemini tehdid eden atomlar, na-palm bombalan ve diğer dehşet saçan silâhlar imansızların ve Kur'­an'a inanmayanların elinde olduğu için kâinatı rahatsız etmektedir. Kur'an mücmel olarak bu ilimlere insanları çağırır.    İnsanları araş­tırmaya, dikkat etmeye, kâinattaki nimet ve ibretlerden faydalanma­ya davet ediyor. İşte âyet:    «Ey Habibim! De ki, ey insanlar, dikkat ediniz. Göklerde ve yerde ne vardır?»  (Yunus: 101).   Başka bir âyet: «Göklerde ve yerde mevcut olanın hepsini onun bir lutfu olarak size musahhar kılmıştır. Bu hususta düşünen bir kavim için âyetler var­dır.» (El-Casiyye: 13).

Üçüncü ibret, Kur'an şu kevnî ilimleri arzettiği zaman bütün bun­lar Allah'ın yarattıkları, onun muradına başeğmiş ilimler olduğunu hissettiriyor. Delâlette olup da «Bu kevnî ilimler başhbaşma tesir eder, onlar kâinata sahihtir (!)» diyenlerin zihinlerine bağlanan pislikleri bizden uzaklaştırmıştır. İşte âyet: «Şüphesiz Allah gökler ve yeri kay­maktan, yerinden zail olmaktan tutar. Eğer onlar zail olurlarsa Allah­tan başka hiç kimse onları tutamaz.» (Fatır: 41).

Bir de Kur'an bize bu kevnî ilimlerin tamamının yok olmaya mahkûm olduklarını bildiriyor. İşte Kur'an: «Herşey, Allah'ın zatı ha­riç, helak olucudur.» (El-Kasas: 88). Başka bir âyet: «Kadrine uygun bir tarzda onlar Allah'ı takdir edemediler. Yeryüzünün tamamı kıya­met gününde Allah'ın kabzasındadır. Gökler durulmuş sağındadır.» (Ez-Zümer: 64). Başka bir âyet: «Yer başka bir yerle, ve göklerin de başka bir gökle değiştirildiği, her şeyle üstün gelen Allah'ın huzuruna çıktıkları günde...» (İbrahim: 48).

Dördüncü vecih, Kur'an kevnî bir âyeti arzettiği zaman, evrenin ilimlerini kapsayıcı bir uzmanın, gökler ve yerin sırlarım bilen bir üs­tadın bahsetmesi gibi bahsediyor. İşte kevnî ilimlerle meşgul olan ba­zı kimselerin aklına dehşet veren nokta budur. Bu noktadır ki, kevnî ilimleri Kur'an ilimlerinden saymaya onları sürüklemiştir.

Beşinci vecih; Allah'ın kevnî âyetlerinden bahsederken Kur'an'm seçmiş olduğu uslub, yüksek ve beliğ bir uslubtur. Beyan ve icmali bir arada getirmiştir. Misal olarak şu âyeti celîleyi zikredebiliriz: «Herşey-den çift yarattık. Umulur ki siz hatırlamış olasınız.» (Ez-Zariyat: 49). Bu âyetin nazil olduğu günden bugüne kadar insanlar onu okudu. Her­kes Allah'ın kudret ve kuvvetine delâlet etsin diye Allah eşyadan şe­kil ve özellikleri değişik olan çeşitler yarattı. Fakat bu hususu söyle­dikten sonra ihtilâf ettiler. İslâmm başlangıcındaki âlimler «Ayeti ce-lüedeki «Çift» ten maksat karşılıklı olan iki emirdir. Sadece erkek ve dişi değildir.» dediler. Bu hususta Hasan Basri'den rivayet edildi ki, «Çiftleri gece ve gündüz, gök ve yer, ay ve güneş, deniz ve kara, hayat ve ölümle tefsir etmiştir. Allah ise ferttir. Onun benzeri yoktur. Mu-teehhirler ise âyetten şu mânâyı anlamışlardır: «Bu çift, erkeklik ve dişilik özellikleriyle karşıt olan iki emirdir.» Ve diyorlar ki varlık âle­minde hiçbir şey yoktur ki onun erkeği ve dişisi olmasın, isterse in­san, isterse hayvan, isterse cemadat, isterse bizim bilmediğimiz diğer peyler olsun. Buna delil olarak şu âyeti zikrediyorlar. «Yer küresinin bitirdiği bitkilerden, insanoğlunun nefsinden ve insanoğlunun bilme­diklerinden bütün çiftleri yaratan Allah ortaktan münezzehtir.» (Ya­sin: 36). Müteehhir âlimler derler ki; kevnî ilimlerin, asli kaidelerinde wrson "tesbit edilen kaide, şudur: Kâinattaki bütün kökenler iki çiftten meydana gelir. Yeni ilmin diliyle: elektron ve proton... denilmek­tedir bu çiftlere.

Dikkat edilsin, Kur'an ilimden kaçmıyor. Fakat insanları ilme da­vet ediyor. Binasını onun üzerine ikame ediyor. Onlar evvelâ ilmi is­pat ettiler, ona güvendiler, onu tahkik ettiler. Sonra onu Kur'an'da aradılar. Şüphe yoktur ki aradıkları gün gördüler. Biz yüce marifetleri dünya marifetlerine götürüp muhakeme etsek bu, hikmet ve insafa girmez. Kur'an'ı beşerden yanılmış bir gurubun bulunduğu bu dar ka­feste hapsetmek, münasib değildir. Belki boynumuza farz olan; Kur'­an'ı maddenin karanlığının zincirlerinden kurtarmak, Kur'an'ın gök­lerinde pervaz etmek. Orada nurani ve mutlak marifetleri uzaktan seyretmek, pırıl pırıl parlayan ilâhi hakikatleri görmektir. Hepimiz daima Allah'tan gelen bu kitabın mevizelerini daha berraklaştırıp üs­tün hidayetlerini daha mert bir şekilde insanlık âlemine nakletmek için çalışmalıyız. Biz onun işaret ettiği kevni ilimler hakkında tafsilâta ancak delil ve burhan olursa girişmeliyiz. Aksi takdirde Kur'an'ı uygun düşmeyen tevillere götürmüş oluruz. Bu hususta onların ilmini Kadir ve Alim olan Cenabı Hakka havale edelim. Meleklere Adem diliyle aciz­likleri bildirildiği zaman dediklerini izleyip tekrarlayalım: «Sen ortak­tan münezzehsin. Senin bize bildirdiğinden başka bir ilmimiz yok. Şüphesiz ki sen âlim ve hakimin ta kendisisin.» (El-Bakara: 32). [94]

 

Kurandaki Gaybi Haberler

 

Kur'an birçok gaybî haberleri kapsamaktadır. Kur'an inmezden önce Hz. Muhammed de onlan bilmiyordu. Zaten Hz. Muhammed gibi bir zatın açıkça onlara delâlet eden delillerle onu bilme imkânı da o devirde mevcut değildi. Bununla beraber bu gaybî meseleleri derleyen Kur'an'ın Hz. Muhammed'in veya başka bir mahlûkun nefsinden ne-bean ettiğini (fışkınp çıktığını) akıl kabul etmez. O gayblerin âllami olan Allah'ın kelâmıdır.. Varlık âlemini ayakta tutan, âlemin dizginini elinde bulunduran Allah... «Gaybın anahtarları onun katındadır. On­dan başkası o anahtarları bilmez. O, yer ve denizde olanı da biliyor.» (El-Enam: 59).

Tarihin içine gömülmüş ve Hz. Muhammed'in zamanından uzak ulunan peygamberlerin, Hz. Muhammed'in zamanında daha olma-nş veya bilahare meydana gelmiş veya gelecek hadiseler hakkında-i kıssalar, istikballe ilgili kıssaların hepsi Kur'an'daki gaybî mesele-îrdir. Bunlardaki icaz sırn hepsinde denildiği gibi vaki olmuştur. Lur'an'ın haber verdiği şekilde ortaya çıkmıştır. Eğer maziden haber ermişse tarihin şahidliği onu doğrular. Eğer hazınn gaybından ha-er verirse, peygamberlerin getirdiği ile dünyada yeni keşfedilen de-eyler ve ilimler onu tasdik ederler. Eğer müstakbelin gaybından ha-er verirse, bunu gecelerin doğruluğu, gündüzlerin getirdiği tasdik der. [95]

 

Geçmişin Gaybî

 

Geçmiş zamana aid olan gaybler Kur'an'da pek çoktur. O yüce ve füce olduğu gibi Kur'an'ın karihasından tereşşüh eden kıssalar onu msil etmektedir.    Resulü Ekrem'in bu hususta herhangi bir dahil oktur. Meselâ Hz. Nuh'un kıssası gaybî emirlerdendir.    Allah orada Bunlar gaybm haberlerindendir. Sana onları vahyediyoruz. Ne sen ne kavmin daha önceleri bunları bilmiyordunuz»  (Ali-îmran: 44).

Onlardan birisi de Hz. Musa'nın kıssasıdır. O tafsilâtlı kıssa ki, enabı Hak orada şunları söylüyor: «Ey Resulüm 1 Biz Musa'ya o emri rahyettiğimiz zaman sen batı yakasında değildin. Onu görenlerden de âeğildin. Fakat biz (Musa'dan sonra) birçok ümmetler yarattık da on­ların üzerinden yıllar uzadı. Herşey çöktü. Sen Medyen halkı içinde durmuş da âyetlerimizi onlara okumuş da değilsin. Ancak biz seni peygamberlerden olarak gönderdik. Musa'ya nida ettiğimiz vakit de Tur dağının yanında değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak indirildi. Ta ki senden önce kendilerine bir peygamber gelmemiş olan bir kavmi korkutasm. Olur ki nasihat kabul ederler.» (El-Kısas: 44-46).

Hz. Meryem'in kıssası da mazinin gayblerinden bir misaldir. Rab-simiz orada şunu söylüyor:

«Bunlar gaybm haberlerindendir. Sana vahyediyoruz. Onlar ka­lemlerini suya atıp hangisi Meryemi büyütecektir diye kur'a çektiklerinde sen yanlarında değildin. Onlar mücadele ettiklerinde de sen yan­larında değildin.»  (Âli-İmran: 44). [96]

 

Hali Hazır Zamanın Gaybî

 

Bundan bizim maksadımız, Allah; melek, cin, cennet, cehennem ve benzerleriyle ilgili âyetlerdir. Onları görmeye Resûlüllahm imkânı olmadığı gibi, onların hakkında vahy gelmeseydi onları bilmezdi de.. Bunun birçok misali Kur'an'da olduğu için tafsilâtına girişmiyoruz. [97]

 

Müstakbelin Gaybi

 

Müstakbelin gaybına örnek olarak Kur'an'da Rum hadisesini gös­terebiliriz. Kur'an «Bir kaç sene zarfında Rumlar Farslara galib gele­cektir» (Rum: 3) buyuruyor. İşte âyet: «Elif, Lâm, Mim. Rumlar mağ-lûb oldu. Arap ülkesine en yakın yerde. Halbuki onlar bu yenilgilerin­den sonra muhakkak galib geleceklerdir. Birkaç yıl içinde. Eninde ve sonunda emir Allah'ındır. O gün müminler ferahlanacaktır.» (Er Rum: 1-5).

Bunun açıklaması şudur: Hristiyan olan Roma devleti putperest olan Fars devletinin önünde hezimete uğradı. Sene (614) Miladi. Müs­lümanlar dindar bir devletin putperest bir devletin karşısında mağlûb olmasından müteessir oldular. Müşrikler de ferahlandılar ve müslü-manlarla alay ederek:

«Ey müslümanlar! Rumlar da sizin gibi bir kitab sahibi oldukla­rını iddia ediyorlar. Ateşe tapan mecûsîlerin karşısında mağlûb oldu­lar. Siz de bizim karşımızda mağlûb olacaksınız!» diye alay ettiler! O zaman bu âyetler geldi ve müslümanlara müjde getirdi. Rumlar hezi­metlerinden sonra üç veya dokuz sene zarfında Farslara galip gele­cekler. Bu müjde Kur'an'la geldiği zaman, Rumların Farslara galib gelmesi zan bile edilmezdi. Aksine mukaddimeler ve sebebler de buna mani gözüküyorlardı. Çünkü üzücü harbler ve savaşlar Rumları peri­şan bir hale getirmişti. Farslar Rumların ta iç memleketlerine girip orada savaştılar. Çünkü Kur'an «Arap Yarımadasına en yakın olan bir yerde savaştılar» diyor. Fars devleti o zaman kuvvetli bir devletti. En son zafer naralan ata ata savaş meydanından ayrılmıştı. Yani adet bakımından normalde Rumların Farslara galib gelmesi muhal görünü­yordu. Bunun üzerine müşriklerden bazıları Hz. Ebubekir'le bu habe­rin olup olmaması hususunda bahse girdi, Allah vaadini yerine getir­di. Kur'an'ın bu peygamberlik haberi (622) de, Hicret-i Muhammedin ikinci senesinde tahakkuk etti ve Hz. Ebubekir bahsi kazandı.

Müstakbel gaybına ikinci bir misal daha:

Kur'an haber veriyor ki Allah, peygamberini koruyucudur, onu halkın şerrinden hıfzedicidir. Hiç kimse onu öldürmek suretiyle bir yara ona dokunduramaz. Onun şerefli hayatı hususunda hiç kimsenin suikastına maruz kalmayacaktır. İşte âyet:

aAUah seni insanlardan masun kılacaktır» (El-Maide: 67).

Kur*an*ın bu haberi olduğu gibi çıktı. İslâm düşmanlarından hiç kimse Resulü Ekrem'in öldürülmesine teşebbüsünde muvaffak olama­dı. Halbuki adetleri çok ve istidadlan da boldu. Ama buna rağmen on­lar Resulü Ekrem'in başına gelecek musibetleri bekliyor, fırsat kollu­yorlardı. Fakat Resulü Ekrem asker bakımından, istidad bakımından onlardan daha zayıf olmasına rağmen Allah onu korudu. Böyle bir fe­lâkete maruz bırakmadı.

Başka bir misal:

Müslümanların istikbaliyle ilgilenip «onlar açık bir şekilde mu­vaffak olacaktım diyen âyetlerdir. Kur'an daha müslümanlar Mekke'­de bulunuyorken, az ve zaif iken îslâmın belirgin hale geleceğini ve kıyamete kadar yeryüzünde kalacağını haber verdi. İslâmın kitabı olan Kur'an da korunacaktır ve diğer kitablar arasında sadece ona bu korunma imtiyazı verilmiştir haberi de tahakkuk etti..

«uBiz zikri, yani Kur'an'ı indirdik ve kesinlikle biz onun koruyu­cularıyız» (El-Hıcır: 9).

Diğer bir misal; Kur'an, parlak bir istikbal müslümanlan bekle­mektedir, diyordu. Bu haberi Kur'an verdiği zaman müslümanlar za-ifti ve madde bakımından böyle bir raddeye çıkacaklarına imkân ve ihtimal verilmiyordu. Evet, Mekke döneminde inen «Es Saffat» sûresinde «Şüphesiz ki bizim askerimiz galiblerin ta kendisidir.» (Es-Saffat; 173) buyrulmuştur. Yine Mekkî olan «Gafir» sûresinde «Şüphesiz ki biz peygamberlerimize ve iman edenlere Dünya hayatında yardım ede­ceğiz. Şahitlerin kıyamettiği günde de yardım edeceğiz,» (Gâfir: 51).

Medeni olan Nur sûresinde «Sizden iman edip salih amel işleyen­lere Allah vaadediyor ki, sizden öncekileri halife kıldığı gibi onları da yeryüzünde halife kılacaktır. Allah tarafından onlar için seçilen din­leri de istikrar bulacaktır. Korkularından sonra emniyet korku bedeli olarak onlara verilecektir.» (En-Nur: 55). [98]

 

Uzun Bekleyişten Sonra Nazil Olan Ayetler

 

Bunun mânâsı şudur ki Kur'an'da birçok âyetler vardır. Emirle­rin mühimlerini kapsamaktadırlar. Bununla beraber âyetler uzun bir bekleyişten sonra nazil oldular. Bu olay delâlet eder ki, Kur'an, Hz. Mu-hammed'in değil Allah'ın kelâmıdır. Eğer Hz. Muhammed'in kelâmı olsaydı niçin Hz. Muhammed bu konuşmayı yapmayıp da bekleyip du­rurdu? Kur'an'ın Hz. Muhammed'in kelâmı olmadığına dair birkaç misal verelim:

Birincisi Kıblenin değiştirilmesi:

Kıblenin kudsi şeriften Mekke şehrindeki Kabe'ye çevrilmesi de­lâlet eder ki, Hz. Muhammed kıblenin Kabe'ye çevrilmesi için sıkışıp duruyordu. Ve bunun için de yüzünü göklere kaldırıp adeta yalvarı-yordu. Bir veya bir buçuk sene bu yalvarış devam etti. İbadetlerinde Kudusi Şerife yönelip ibadet etti. Eğer Kur'an onun telifi olsaydı ni­çin bu yalvarışlar oluyordu? Niçin bu bekleyiş? Eğer desen «o zaman kavmi karşı çıkardı». Deriz ki, Kabe onların arasında «Medari iftihar» vesilesiydi. Aba ve ecdadlarının da «Medari iftihar» larıydı. Kabe'ye yönelmeyi hiç te Resûlüllaha fazla görmezlerdi ve üstelik sevinirlerdi.

İkincisi Ifk hadisesidir: İfk hadisesi (Hz. Aişe'ye yapılan iftira ha­disesi) en şe'ni bir hadisedir. Kur'an bu hadise hakkında ancak kırk gün geçtikten sonra nazil oldu. Eğer Hz. Muhammed'in kelâmı olsaydi derhal söyler ve meseleyi kapatırdı. Müfterilere tatbik edilmesi ge­reken cezaları bir gün dahi beklemeden tatbik ederdi.

Üçüncü misal:

Müşrikler Resûlüllah'tan «ashab-ı kehfi» (Mağaraya sığınanları) sordular, «Zülkarneynai sordular. «Ruhau sordular. Soru soranlara dedi ki:

«Yarın bana gelin size haber vereyim!»

Ve bunu söylerken «inşaattan» tâbirini de unuttu. Böylece vahyi yarın gelmedi ve yarından sonra da uzun bir zaman kesildi. Bu durum Resûlüllaha ağır geldi. Kureyşler de Resûlüllahı yalanladılar ve dedi­ler ki:

«Mı iham m edin Rabbi onu bıraktı, ondan buğzetti.» Bunun üzerine, Cenabı Hak, Duna sûresini indirdi.

«And olsun kuşluk vaktine. Karanlık çöküp de sükûn bulduğu za­man geceye. Ki Rab bin seni terketmedi, ey Resulüm, darılmadi da.» (Ed-Duha: 7).

Dördüncü misal:

«Eğer nefsinizdeki nesneleri açığa vurursanız veya gizlerseniz mut­laka onunla Allah sizi hesaba çekecektir.» (El-Bakara: 284) âyeti-na­zil olduğunda ashabın yüreği korkudan parçalandı. Dehşetli bir şe­kilde korktular. Çünkü âyetten şunu anladılar: «Allah onların kalbin­den geçen ne varsa ona karşılık kendilerini hesaba çekecektir. Velev ki kalblerinden geçen kötü şeyler olsun.» Sonra gelip sordular:

«Şu âyet bizim üzerimize indi ve onu yerine getirmeğe gücümüz yetmez.»

Bunun üzerine Resûlüllah onlara:

«— îki kitabın ehli sizden önce, biz dinledik isyan ettik, dedikleri gibi demek nü istiyorsunuz? Siz deyiniz: Biz dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz affını dileriz. Dönüş te sanadır. Senin yanındadır.» (El-Ba­kara: 286).

Resûlüllahtan bu öğüdü alan sahabi durmadan bu âyeti tekrarlar, Allah'a yalvarırlardı. Tâ ki, «El Bakara» sûresinin son âyetleri geldi:

«Allah herhangi bîr nefse ancak gücü yettiğini teklif kılar.» (El-Bakara: 286).

O zaman kalbleri sükûnet buldu. Nefisleri mutmain oldu. Anladı­lar ki seçeneklerinin kapsamında olmayan hatarat ve gelip geçici fi­kirlerden dolayı azab görmeyeceklerdir. Kalbden geçen fikirler, kötü hataratlar, velev ki kâfirlik dahi olsa, mükellefiyet onlarla ilgilenmez. Çünkü onlar kulun kudreti dahilinde değildir. Kur'an'ı Kerîm'de «Al­lah ancak bir nefse takati nisbetinde teklifte bulunur.» (El-Bakara: 286) denilmektedir. Görüldüğü gibi, Cenabı Peygamber o suallerin ce­vabını hemen vermemiştir. Çünkü daha vahiy gelmemişti. Eğer bu vahy yalancıların iddia ettikleri gibi onun nefsinden doğmuş olsaydı ashabına derhal haber verirdi, onları kalblerini parçalayan o korku içerisinde bırakmazdı. Eğer bu kelâm onun malı olsaydı, acelece asha­bına açıklama yapardı. Aksi takdirde ilmi ketmetmiş olurdu. Halbuki kendisi «İlmi ketmedene lanet vardır. Siz nereye gidiyorsunuz?» bu­yurmuştur. Sonra bir misal daha zikredelim:

Münafıkların başı Abdullah ibn Ubeyy öldüğü zaman Resulü Ek­rem kalkıp ona kendi elbisesini kefen yaptı. Ona af talebinde bulun­mayı kastetti. Hz. Ömer Resûlüllah'a:

«Onun için sen nasıl af talebedersin ve onun namazını nasıl kı­larsın? Senin Rabbin böyle yapmaktan seni menetmiştir.» diyince Re­sulü Ekrem:

«Rabbim beni muhayyer kılmıştır. İster onlara af talebinde bu­lun, ister bulunma, eğer onlar için yetmiş defa af talebinde bulunur­san kesinlikle Allah onlann günahım affetmez, demiştir.

Ben de yetmişten fazlasını taleb edeceğim» dedi, sonra namazını kıldı. Cenabı Hak da şu âyeti nazil etti:

«Sakın onlardan herhangi bir kimse ölürse ebediyyen onun üzeri­ne namaz kılma. Onun kabrinin üzerine gitme.» (Tevbe: 84).

Ondan sonra Cenabı Peygamber münafıkların namazını kılmayı terketti.

«Kur'an Resûlüllahın değildir» deyip de Resûlüllahı bu nisbetten tecerrüd eden âyetler:

Kur'an'da okuyor ve birçok âyeti görüyorsun ki, Resûlüllahı Kur1-an'dan bir harfi veya bir kelimeyi bilmemekle tavsif etmektedir. Ve Kur'an'm nazil olmasından evvel «kitab ve imanın ne olduğunu bil­miyordu» der. Allah Hz. Peygambere kitab ve hikmeti verdi. Fakat Re-sûlüllah normal olarak onları alacak durumda olmadığı gibi hazırlıklı da bulunmuyordu. Lâkin peygamberlik sıfatı onu hazırlattı diye Kur'-an Hz. Muhammed'e minnet etmektedir. İstersen şu âyeti beraberce gözden geçirelim:

«Ey Habibim! Allah senin üzerine kitab ve hikmeti indirdi. Senin bilmediğini sana öğretti. Senin üzerinde Allah'ın fazl-u kerimi büyük­tür.» (Nisa, 150).

Şura sûresinin sonunda: «Böylece emrimizden sana bir ruhu vah-yettik. Sen kitabın ve imanın ne olduğunu bilmezdin.» (Eş-Şura: 52).

«El-Kasas» sûresinde de şu âyeti okuyoruz:

«Sen kitabın sana verilmesini ümid dahi etmiyordun. Ancak bu Rabbinden bir rahmettir.» (El-Kasas: 86).

Resulü Ekrem bu feyzin kesilmesinden korktuğu için vahy biraz geciktiğinde mahzun olurdu. Tekraren vahyin gelmesini iştiyakla bek­leyişe giriyordu. Bu devrelerde vadiler ve dağlara gidip adeta vahyi arıyordu. Hatta bir ara vahyi ararken büyük bir kayalıktan düşmeye yaklaştı. Bütün bunlardan daha fazla, Resulü Ekrem, vahy esnasında elinden birşeyin çıkmasından korkuyor. Bu korkudan sonra Cenabı Hak ona teminat verdi, sükûnete kavuşturdu. Ondan sonra korkuyu bıraktı. Hepsinden daha fazla Allah'ın kendisine vahyettiği ve kendisi tarafından tefsir edilen Kur'an'ı geri alıp götürmekten korkuyordu.. Cenabı Hak bir âyetinde: «Yemin olsun ki, eğer dilesek sana vahyetti-ğimiz Kur'an'ı kalblerden ve yazılı satırlardan gideririz. Onda onu kalblerde ve satırlarda geri çevirecek güce karşı kendine bir vekil bu­lamazsın. Fakat Kur'an'ı kalbinde ezberlemen ancak Rabbinin bir ih­sanıdır. Gerçekten onun senin üzerindeki ihsanı çok büyüktür.» (El îsra: 86-87).

Acaba bu belirttiğimiz âyetlerden sonra zerre kadar İnsaf taşıyan bir kimse çıkıp ta «Kur'an Hz. Muhammed'in kelâmıdır» diyebilir mi? Acaba doğru olur mu ki, bir kimse çıkıp zekâsıyla övülmelerin övül­mesi, mucizelerin mucizesi olan bir kelâmı inşa etsin? Böyle bir dü­şünce doğru olur mu? [99]

 

Kur'an'ın Etkisi Ve Muvaffak Olması

 

Kur'an etki yapmak ve bu hususta muvaffak olmak meselesinde öyle bir noktaya varmıştır ki, gerek daha Önce indirilen ilâhî kitaplar olsun, gerekse insanların kelâmı olsun, onlarda adet olarak bilinen her noktayı geçmiştir. Bunun açıklaması şudur: Kur'an'm getirdiği genel ıslahat ve Kur'an'm yaptığı dünya çapındaki inkılâb ne daha önce olmuş, ve ne de bundan sonra olacaktır. Tarih hiçbir zaman böyle bir olayı kaydetmemiştir. Bu olayı ancak kuvvetli bir vicdanın üzerine ka­im olan derin bir imandan gelen esaslar üzerinde kaim olur. O, Esaslar ki, nefisler üzerinde kahir saltanatlarını kurmuşlardır. İnsanların üze­rinde nafiz hükümleri caridir. Bu kuvvet sayesinde onlar, daha önce tevarüs ettikleri inançlarını, ünsiyet verdikleri ibadetlerini, üzerinde büyüdükleri ahlâklarını ve kanlarına karışan adetlerini terketmişler-dir. Bu manevî saltanat onları bu yeni dine sarılmaya, miras yoluyla almış olduğu eskilerin hepsini yıkmaya, ve hatta melufleri olan o ko­nularla harbetmeye iteleyen bir saltanattır.

Evet kılıca ve diğer silâhlara başvurmazdan önce Kur'an'ı Kerîm tek başına imanı büyük-küçük bütün topluma üflemiştir. Ve genel bir ruhu onların arasına yaymıştır. Zira Kur'an'ı getiren kişi mekteb ve medrese görmemiş bir kişiydi. Devlet ve saltanatı yoktu, hükümet ve ordusu mevcut değildi. Hiç kimseyi korkutarak herhangi bir yöne yo-neltemezdi. O ancak teşvik ederdi, ikna ederdi. Nitekim Kur'an «Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan beyan olunmuştur» (El-Bakara: 256) buyuruyor. Kılıç ve cihadın İslâmdaki meşruiyeti ise herhangi bir akideyi bir nefse yerleştirmek için değildir. Herhangi bir şahsı zorla­yıp veya herhangi bir şahsı tazyik edip hidayete getirmek için değildir. Ancak o Kur'an'ı susturmak isteyen, gerçek çağrının önünde engel teşkil edenleri başeğdirmek içindi. Bu da yeryüzünde fitne olmasın ve din tamamen Allah'ın olsun hedefinden geliyordu.

Kur'an'ın getirmiş olduğu bu esastır Kur'an'm gelişmesini sağla­yan. Onun inkılâbının ateşi, ve Hidayetinin nuru bu esastır. Kâinatı Kur'ân davetiyle diriltmek için yayılmakta olan ruh budur. Kur'an'm. muciz üslubundan neşet ediyor bu esas... O uslub ki, nefis ve şuurları titretmiş, kalbler ve akıllan saltanatının altına almıştır. Kur'an'ın öy­le manevi bir saltanatı vardır ki, indiği günden itibaren düşmanları daima onun savletinden korkuyor, onun tesir edip de akidelerini dar­madağın edeceğinden endişe ediyorlardı. Bir memleketi fethetmeye gelen ordulardan daha fazla Kur'an'dan korkuyorlardı. Çünkü ordular  cisimlerin ve heykellerin ötesine gidemez. Kur'an'ın saltanatı ise tâ nefislerin derinliklerine, ruhların enginliklerine kadar uzamyordu. Böyle bir kalkınma, böyle bir gelişmeyi belki tarih kaydetmemişti. Kur'ân bizzat mucizelerinin yönlerinden bu yöne işaret etsin diye Al­lah Kitabına emrinden bir ruh adını verdi:

«Böylece biz senin yanına emrimizden bir ruh vahyettik» (Eş-Şu-ra: 52).

Kur'an'a bu âyette «Ruh» denilmektedir.

Başka bir âyette «Nur» adım verdi kitabına. «Size Allah'tan açık­layıcı bir kitab ve bir nur geldi.» (El-Maide: 15).

Kur'an'ın müşrik olan düşmanlarına gelince; Kur'an, kuvvetiyle onları celb ve cezbetmiştir. Bu hususta birkaç misal verip geçelim.

Birinci misal; bu müşrikler Kur'an'a savaş açmalarına rağmen gecenin karanlıklarında gelip duvarların üstlerine siniyorlar, Kur'an okuyan müslümanlan dinliyorlardı. Kur'an okunan evlerin yakınla­rında gizleniyor, Kur'an'ı dinliyorlardı. Bu durum, Kur'an onların şuurlarına hâkim olmuş noktasından ileri geliyordu. Fakat inad ve gururlan hakka baş eğmeye bir türlü kendilerini bırakmıyordu. Bu manzarayı Kur'an'ı Kerîm şöyle ifade ediyor:

«Hayır, o onlara hak ile geldi. Onların pek çokları hakkı kerih görmektedirler.»  (El-Müminun: 70).

İkincisi; küfrün Önderleri, durmadan Resûlüllahı Kur'an'ı Mescid-i Haram'da, araplann toplandığı panayırlarda okumaktan menetmeye çalışıyorlardı. Ve bunun yanında müslümanlan da İslâmlıklarını be­lirtmekten menediyorlardı.    Bu durum, Ebu Bekir Sıddık'ın    evinin  önünde Kur'an ile açıkça namaz kılmasına kadar devam etti. Kur'an'ı namazın içinde okuyor, kadınlar, çocuklar, onun etrafında halka çevi­riyor. Okunan kelâmın tadı ve zevki onlan sermest ediyordu.

Üçüncü misal; onlann bu şekildeki zulümlerine, Resûlüllaha tâbi olanlan ezmelerine rağmen onlar Kur'an'ın tesirinden ürküyorlar ve Kur'an nefislerine nüfuz edecektir diye sarsılıyorlardı. Bunun üzerine Kur'an'ı dinlememek hususunda ittifakla karar aldılar. Kur'an okun­duğu yerde onu kanştırmak için fuzuli konuşmalar yapma karannı aldılar. Kur'an-ı Kerim bu manzarayı şöyle ifade ediyor:

«Kâfir olanlar dediler ki: Sakın ha! Şu Kur'an'ı dinlemeyiniz. On­da Iağv yapın (yani okunduğu zaman seslerinizi yükseltiniz). Umulur ki, böylece onu mağlub edersiniz.» (Füssilet: 26).

Dördüncü nokta; müşriklerin kahramanlan, Kureyşin senadidi, küfür ve tuğyan bazan onları öyle bir raddeye getiriyordu ki, onlar âbâ ve ecdadından gelen batıl dinlerini korumak için kılıçlannı kınından çeker, Kur'an davetine ve Kur*an'ı getirene karşı alenen savaşa hazır olduklarını ilân ederlerdi. Az bir zaman sonra inayetin parıltılanndan bir parıltıya tutulur, Kur'an'ın bir sûrede ve bir âyetteki sesine kulak verip hakka başeğer, korkar, Allah'a, Resulüne ve Allah'ın kitabına iman eder ve tâbi olurdu. Bunun delili ikinci Halife Hz. Ömer'in Islâ-mıdır. Siyer kitablan kaydediyor ki, hicretten önce, Resûlüllah daha Mekke'de iken, Medine'den gelip iman eden, Akaba biatında bulunan kimselerle beraber Musab bin Umeyr ile Abdullah bin Ümmü-Mek-tum'u elçi olarak Medine'ye gönderdi. Resûlullah'm bu iki elçisi vazi­felerinde son derece muvaffak olmuşlardır. Medinede' fikri bir inkılâb meydana getirmişlerdi. Öyle ki, Evs kabilesinin başı olan Muaz oğlu Sad, yeğeni Useyd bin Hüdeyre «Şu iki kişiye gitmez misin, onlar gel­mişler bizim zaif insanlarımızı yoldan çıkanyorlar. Git te onlan bun­dan menet». Useyid, Resûltillahın elçilerine bu maksatla geldi ve on­lara: «Gelip de bizim zaif insanlanmızı saptırmaya sizi getiren ve zor­layan nedir?» dedikten sonra onlan tehdid etti. Ve: «Eğer sizin nefis­lerinize bir ihtiyacımz varsa, halktan uzaklasınız» dediler.

Allah Mus'ab'tan razı oldu. Mus'ab t>u tehdide rağmen müminin vekar ve sebati içinde Üseyd'e şöyle cevab verdi: «Oturup bizi dinlemez ıisin? Eğer razı olduğun herhangi bir şeyi görürsen kabul edersin, [osuna gitmezse, senin hoşuna   gitmeyen şeyi senden uzak tutarız.»

îdi, sonra Mus'ab Kur'an okumaya başladı. Useyd de Kur'an'ı dinli-ordu. Useyd o meclisten müslüman olmadıkça kalkmadı. Sonra am­ası Sad'e döndü ve ona:

«Yemin ederim Allah'a, o iki kişiden herhangi bir zarar görme-im.» deyince amcası Muaz'm oğlu Sad öfkelendi, bizzat onları tehdit tmek üzere yola çıktı. Mus'ab, Sad'm yeğeni Useyd'i ne ile karşılamış e, Sad'ı da o şekilde karşıladı. Ve mesele Sad'm da müslüman olma­yla sonuçlandı. Sad dönüp kabilesini topladı. Onlara «Sizin içinizde »enim mevkiim nedir? Beni nasıl biliyorsunuz?» diye sordu. Dediler

— Sen bizim efendimiz ve efendimizin oğlusun!

Sad:

«O halde sizin erkek ve kadınlarınızın konuşması, siz müslüman lmadıkça bana haram olsun.» dedi. Efendileri Sad'm bu içten gelen arzusu karşısında bütün Evs kabilesi birden İslama girdiler. Mutlu ol­sun.

Hülasa ve netice olarak deriz ki: hangi yönden Kur'an'a bakarsanız bakınız. Orada pırıl pırıl parlayan nurlardan meydana gelmiş berrak deliller görürsün ki onlar «Kur'an, Allah'ın kelâmıdır» diye nida edi­yorlar! Kur'an'da yalandan bir tesir, «şehadet zumdan bir ayıp, ceha­letten bir kirlilik göremezsiniz. Gözlerini bu nurlardan kapatıp gör-memezlikten gelen nefislerine başeğip Hz. Muhammed'i yalancılıkla (hâşa) itham edenlere hayret ediyorum. Kur'an Hz. Muhammed'in telifidir. Rabbinin telifi değildir diyenlere şaşmamak elde değildir. Yalancı bir insanın gizliliklerini zaman ortaya çıkarıyor ve rezil edi­yor. «Ey ateşle oynayanlar! Ey akü ve mantık kanunlarım hiçe sayan­lar! Nefis ve sosyal ilimlerin mahsullerine pek kulak asmayanlar, kâi­natın kanun ve sistemlerinden gafil olanlar. Tarihin konularına ku­laklarını tıkayanlar. Allah'ın dinine, kitabına ve peygamberine saldı­rıp alay edenler! Size bir tek kelime söyleriz. Dinleyiniz: «Yalancının nefsine azamet sebeblerini celbetmek için yalan uydurduğu malûm ve makuldür. Fakat sadık ve emin bilinen bir insan, nefsinden büyüklüğün en büyüğü, saadetin en belirgini olan Kur'an'ı nasıl uzaklaştırır? Acaba Kur'an'dan daha büyük bir şey var mıdır ki Hz. Muhammed'in kelâmı olsun da Hz. Muhammed «bu benim değildin» desin. Ve onu nefsine nisbet etmekten kaçınsın. Sadık ve emin (haşa) nasıl yalan uydurabilir? Oysa Mevlâsı bu hususta şu tehdidi savuruyor:

«Eğer o peygamber bazı sözler uydurup bize isnad etmeye kalkış-saydı elbette biz onu kuvvetle yakalar ve ondan intikam alırdık. Son­ra da onun muhakkak kalb damannı keserdik. O vakit sizden hiç bi­riniz ona siper de olamazdınız. Gerçekten o Kur'an takva sahihleri için bir öğüttür. Doğrusu biz de biliyoruz ki, sizde inanmayanlar var. Mu­hakkak ki o Kur'an kâfirler için bir pişmanlıktır.» (El Hakka: 44-50).

Batı dünyasının bilginleri son devirlerde Kur'an ve Resûlüllah'm hayatını tetkik ettikten sonra şunu itiraf ettiler:

«Şüphesiz ki, Muhammed (S.A.V.) fıtratı sağlam, aklı kâmil, ah­lâkı kerim, hadîsi doğru, nefsi afif bir insandır. Az rızka kanaat geti­rir, malda tamaı yok. Saltanata meyli bulunmayan, kavminin hutbe­ler irad etmek ve şiirler söylemekle iftihar ettikleri gibi böyle bir iftihar niyeti olmayan, kavminin şirkinden buğzeden, putperestlik hu­rafelerini şiddetle reddeden bir zattır. Kavminin içki, kumar, halkın malını batıl yolda yemek gibi şehvetlerinden nefret eden bir zat idi. Bütün bunlarla ve onun siyretinde sabit olanlarla peygamberlikten sonraki yakiniyle kesin kanaat sahibi olunuyor ki; o kırk yaşma gel­dikten sonra güttüğü peygamberlik davasında sadıkdır. «Vahy meleği­ni görüyorum, o bana bu Kur'an'ı okutuyor, ben Allah'ın Resulüyüm. Kavmimin ve de diğer insanların hidayeti için gelmişim» sözlerinde doğrudur.»

Bu araştırmacıların bazıları da şu hakikati ilân etmekten kendisi­ni tutamamıştır:

«Eğer Kur'an'dan bîr nüsha bir sahraya atılmış olsa, hiç kimse onun ismini ve kaynağım bana söylemese, sadece onu tetkik etmek suretiyle Allah'ın kelâmı olduğuna kanaat getirebilirim! Zira Kur'-an'ın başkasının kelâmı olması mümkün değildir.»

Son olarak müfessirlerin tabakatım tekrar zikredip mukaddimeye son vereceğiz: [100]

 

Sahabe Asrında Tefsir

 

Sahabe arasında tefsir âlimi olarak şöhret bulmuş on kişi vardır: Dört halife, Abdullah bin Mesud, İbni Abbas, Ubey bin Kâb, Zeyd bin Sabit, Ebu Mus'el Eşari ve Abdullah.bin Zübeyr'dir. Hulefai erbaadan en fazla tefsir Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Diğer üç halifeden az ri­vayet vardır. Hicretin 32. senesinde vefat eden Abdullah bin Mesud'-dan, Hz. Ali'nin tefsirinden daha fazla tefsir rivayet edilmiştir. Abdullah biri Abbas ise (hicretin 68. senesinde Taifte vefat etti.) Kur'an'm ter­cümanıdır. Bu ümmetin en büyük âlimi ve müfessirlerinin de üstadı­dır. Tefsir hususunda sayılamayacak kadar fazla tefsir ondan nakle­dilmiştir. Çünkü peygamber «Ya Rab! Onu dinde fakıh kıl ve ona tevili öğret» diye dua etmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Abdul­lah İbn Abbas'ın tefsirinden en makbulü, Ali bin Ebi Talha el Haşimi, (Hicretin 143. senesinde vefat etmiştir) rivayetidir. Buharı de bu zatın tefsirine itimad etmiştir. Kays bin Müslim el Kufi (Hicretin 120. se­nesinde vefat etmiştir) da Ata bin Said'den ve Abdullah bin Abbas'tan tefsir rivayet etmiştir. Siyret sahibi îbni İshak da, İbni Abbas'tan tef­sir rivayet etmiştir. Ebu Nasr Muhammed bin Sahib el Kelbi (146. da vefat etmiştir) de rivayet etmiştir. Onun rivayeti en zayıf rivayettir. Hele onunla beraber Muhammed bin Es-Süddi, (Hicretin 186. senesin­de vefat etmiştir) olursa o vakit hiç güvenilmez.

Hicretin 20. senesinde vefat eden Ubey bin Kâb'tan Ebu Cafer er Razi, Rebi bin Enes'ten, o da Ebu Âliye'den büyük bir tefsir bölümü ri­vayet etti. Ubey bin Kab sahabelerin Kur'an'ı en fazla ve en güzel okuyanıydı. Hicretin 45. senesinde vefat eden Zeyd bin Sabit el-Ensari de vahy kâtiblerinden bir zattı. Hz. Ebu Bekir (R.A.) devrinde Kur'­an'ı cemettiği sahifelerden, sonra Hz. Osman devrinde kurulan Kur'-an komisyonunda başkan olarak vazife gördü.

Hicretin 44. senesinde vefat eden Abdullah bin Kays el Eş'ari, (ki künyesi Ebu Mus'el el Eşari'dir) nin de tefsiri vardır.

Tabiin devrinde tefsiri en iyi Mekke âlimleri biliyordu. Onların ba­şında Abdullah bin Mes'ud ve İbni Abbas geliyordu.

Hicretin 133. senesinde vefat eden    Mucahid bin Cebr Kur'an'ı otuz defa Abdullah îbni Abbas'ın yanında tekrar etti!., İmam Şafii ve Buharî bu zatın tefsirine güvenmişlerdir.

Hicretin 94. senesinde vefat eden Said bin Cübeyr, hicretin 105. senesinde Mekke'de vefat eden İbni Abbas'ın azadlısı îkrime, hicretin 106. senesinde Mekke'de vefat eden Tavus bin Kisani el-Yemenî, hic­retin 114. senesinde vefat eden Ata bin Ebi Ribah el Mekkî, İbni Ab­bas'ın talebelerinden ve Mekke'nin tefsir âlimlerindendirler. Sufyani Servi «Tefsiri dört kişiden: Said bin Cübeyr, Mücahid, İkrime ve Dah-hak'tan alınız» buyurdu. Kattade «Bilki tabiinin en fazla tefsir bileni dört kişidir: Ata bin ebi Ribah, menasık hususunda en ileridedir. Said bin Cübeyr, tefsir hususunda en ileridedir. İkrime, siyeri herkesten daha iyi biliyor. Hasan Basri, helâl ve haramı herkesten daha iyi bili­yor.» dedi.

Küfe âlimleri İbni Mes'ud'un talebeleriydi. En meşhurları hicre­tin 102. senesinde vefat eden Alkame bin Kayş, hicretin. 75. senesinde vefat eden Esved bin Zeyd, hicretin 95. senesinde vefat eden İbrahim en Nehai, hicretin 105. senesinde vefat eden Eş'şabi'dir.

Medine âlimleri hicretin 136. senesinde vefat eden Zeyd bin Eşlem El Adevi'nin talebeleridir. Onun bir tefsiri vardır. Tefsirlerin en meş­hurlarından ve kökenlerinden sayılır. Talebeleri; hicretin 182. sene­sinde vefat eden oğlu Abdurrahman bin Zeyd, hicretin 179. senesin­de vefat eden İmam Malik bin Enes, hicretin 121. senesinde vefat eden Hasan el-Basri, hicretin 135. senesinde vefat eden Ata bin Ebu Mus-limi Horasani, hicretin 117. senesinde vefat eden Muhammed bin Kâ-bul-Kürezi, hicretin 90. senesinde vefat eden Ebu Aliye Refi' bin Mih-ran b. Riyahe, hicretin 105. senesinde vefat eden Dahhak bin Meza-him, Hicretin 111. senesinde vefat eden Atiyye bin Said el-Avfî, hicre­tin 117. senesinde vefat eden Kattade bin Hahame es-Senusî, hicretin 139. senesinde vefat eden Rebi bin Malik, hicretin 127. senesinde ve­fat eden İsmail bin Abdurrahman Es-Suddi el K&bir'dir.

Üçüncü bir tabaka var ki ashab ve tabiîn sözlerini derlemişler­dir. Hicretin 198. senesinde vefat eden Süfyan bin Uyeyne, hicretin 197. senesinde vefat eden Übeyd bin el-Cerrahi el Kufi, hicretin 160. senesinde vefat eden Şube bin Haccac, hicretin hangi senesinde vefat ettiği belli olmayan Yezid bin Harun es-Sülemi, hicretin 213. senesin­de vefat eden Abdurrezzak, hicretin 121. senesinde vefat eden Adem bin Ebi İyas, hicretin 238. senesinde vefat eden îshak bin Rahveh, imam ve hafız olduğu gibi Nişaburludur. Hicretin 205. senesinde ve­fat eden Rayli' bin Ubade, hicretin hangi senesinde vefat ettiği belli olmayan Abdullah bin Humeyr bin Cehevi, ve hicretin 235. senesinde vefat eden imam, hafız ve Kûfe'li Ebu Bekir bin Ebi Şeybe'dirler. [101]

 

Tefsircilerîn Dördüncü Tabakası

 

Bu tabaka şunlardır: Hicretin 343. senesinde vefat eden Ali bin Ebi Talha, hicretin 327. senesinde vefat eden îbni Ebi Hatem Abdur^ rahman bin Muhammed er Razi, hicretin 273. senesinde vefat eden İbni Maceh, (Hadis hafızıdır) Ebu Abdullah Muhammed el Kazvinî, hicretin 410. senesinde vefat eden Ibnu Merdüyeh Ebu Bekir Ahmed bin Musa el İsfehani, hicretin 354. senesinde vefat eden Ebu Şeyh bin Hibban el Busti, Hicretin 236. senesinde vefat eden İbrahim bin El Munzir hicretin 310. da vefat eden Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et Taberi, bu zat, asrının en meşhur tefsircilerinden bir zattı. Suyuti, It-kanmda «onun kitabı, tefsir kitablannın en yücesi ve en büyüğüdür. Çünkü o evvelâ hadislerin vecihlendirilmesine çalışıyor, sonra bazısı­nı diğerine tercih eder, sonra i'raba çalışır. Sonra ahkâmı âyetlerden istinbat etmeye çalışıyor. Onun tefsiri bir bakımdan geçmişlerin tef­sirlerinin hepsinden daha üstündür. İmamı En-Navevî, Tehzib sahibi İbnu Ceririn kitabı tefsirde benzeri yazılmamış bir kitabtır, der. Ebu İshak el Isferayini «Eğer bir kişi îbni Cerir'in tefsirini elde etmek için Çin'e dahi giderse çok sayılmaz» der. İbni Cerir arkadaşlarına şunu söylüyordu: «Sizin tefsir ilmine karşı şu anda neşeniz var mıdır?»

Onlar:

«Miktarı ne kadar olacak?» diye sorarlardı. Onlara cevap olarak:

«Otuz bin yaprak olacaktır.»

Dediler ki:

— Bu çalışma hayatı, tamamlanmazdan önce ifna eden bir çalış­ma olur.

Bunun üzerine İbni Cerir üçbin yaprak kadar tefsirini kısalttı. Subki «Tabakat-i Mufessirin»de böyle söylüyor. [102]

 

Tefsircilerin Beşinci Tabakası

 

Bu bahsi geçen zatlardan sonra bir gurup insanlar çıktı. Tefsirle­ri faidelerle dolu, senedleri hafzedilmiş, kitablar telif etmişlerdir,

1) Hicretin 310. senesinde vefat eden Ebu İshak Ez-Zeccac, İbra­him bin Servi en Nahvi onlardan birisidir. Tefsirine «Meanul-Kur'an» ismini vermiştir.

2) Hicretin 377. senesinde vefat eden Ebu Ali el Farisi'dir ki, bu zat lügat ve belagatta delil idi, onun çeşitli fenler hakkında birçok te­lifi vardır.

3) Hicretin 351. senesinde vefat eden Ebu-Bekr Muhammed bin Hasan (ki Nakkaş diye biliniyor) el-Mısrî'dir.

4) Ebu Caferi Nuhas «Nahiv» âlimlerindendir. Mısır'hdır. Hicre­tin 338. de vefat etmiştir.

5) Hicretin 437. senesinde vefat eden Mekki bin Ebil Kays en Ne-havi denilen zattır.

6) Hicretin 430. da vefat eden Ebul Abbas Ahmed bin Ahbarul-Mehdevi'dir.

İşte bu dönemde sözler isnadlan hazfedilerek nakledildiği için sıhhatli sözler hasta sözlere karıştı. Herkes gördüğü bir sözü tefsirine yazmaya, kalbine ne gelirse ona güvenmeye başladı. Selefi salihten ri­vayet edilene pek bakan olmadı. Sır sahasında uyulacak âlimlerin kim­ler olması gerektiğine de iltifat edilmedi. Karmakarışık bir vaziyet meydana geldi. [103]

 

Bu Tefsiri Derlerken Müracaat Ettiğimiz Kaynaklar

 

1- Ebu Cafer Muhammed bin Cerir Et Taberi, vefatı 310. Doğu­mu belli değildir.

2- Zemahşeri'nin Keşşafi'dir. (Doğumu: 467, Vefatı: 538).

3- «Envarul Tenzil», Nasiruddin Abdullah bin Ömer el Beyzavi-nindir. (Vefatı 692).

4- Ebul Kasım Hüseyin bin Muhammed er Ragıb el îsfehani, Vefatı 500'cİ yılın başında).

5- «Mefatih ul Gayb», Fahreddini Razî'dir, (Vefatı 610).

6-  Hicretin 516. nda vefat eden Hüseyin bin Mes'ud el-Bagavi'-n tefsiridir.

7- Hicretin 774. de vefat eden Hafız îmaduddin Ebul Fida ts-ail bin Kesir'in tefsiridir.

8- Hatibi Şerbinin «Es Sirac el Münir» adlı tefsiri. (Vefatı: 977).

9- Ahisinin «Ruh ul Beyan»ı. (Doğum: 1217, Vefat: 1270).

10- Buhari şerhi AYNÎ.

11- Celaleyn Tefsiri,

12 - «Irşadul-Aklıs-Selim   ilâ   Mezayel - Kur'an'il-Kerîm»    adlı bussuud Efendinin tefsiri. (Vefat: 982).

13- Müslimin en-Nevavi tarafından yazılmış şerhi,

14-  Merağinin Tefsiri,

15- Sıddık - Hasan Han el-Buharî el-Kanucî (1248 ) Fet-ul-Beyan adlı tefsiri,

16-  Îsmail-Hakkî el-Bursevî Ruhul-Beyan adlı tefsiri,

17- Allame Tantavî Cevherinin el-Cevahir adlı tefsiri,

18-  Yirminci asrın şehidi Seyyid Kutbun «Fizilâlil-Kur'an'ı,

19- İbnu-Kayyım el-Cevzînin «et-Tefsirul-Kayyım adlı tefsiri,

20- Büyük âlim Elmalılı Hamdi Yazır hocamızın «Hak dini Kur'-dili adlı Türkçe tefsiri,

21- Büyük Mudekkik Hasan Basri Çantay'ın   «Kur'an-ı Hakim b Meali Kerîm» adlı tefsiri,

22- Büyük edip   Ömer Riza DoğruTun    «Tann Buyruğu» adlı efsiri,

23- Allame Cemaleddin el-Kasımî'nin   «Meha sinüt-Tevil» adlı efsiri,

24 - Es-Seyyid Muhammed Reşid Rıza'mn «Tefsirül-Menarı» ad-tefsiri,

25-  İmam Celalüddin Abdurrahman es-Suyutî'nin    «Ed-Durrül-lensûr Fit-Tefsiri Bil-Me'sûr» adlı tefsiri,

26-  «Tenvirul-Mikyas»   adlı ve İbnu-Abbas'dan   rivayet edilen efsir,

27-  İmam-ı Suyuti'nin «el-îtkan Fiûlumil-Kur'ân» adU kitabı,

28- Muhammed Ali es-Sabunî'nin «Tefsiru-Ayatil-Ahkâm»  adlı tefsiri,

29- İmam Ebu-Bekr Ahmed   er-Razî el-Cessas    (Vefat 370) in «Ahkamul-Kur'an» adlı tefsiri,

30- Ebu - Hayyamn «el-Bahrul-Mühit» adlı tefsiri.    (Doğumu: 654, vefatı: 745).

31- Ebu-Abdullah Muhammed bin Ahmed el-Kürtubî'nin «el-Ca-mi'U-Ahkâmil-Kur'ân» adlı tefsiri. (Vefatı: 671).

32- Muhammed bin Ali eş-Şevkanî (1173-1250)  «Fethül-Kadir» adlı tefsiri,

33- ibnul-Cevzî'nin    «Zadul-Mesir Fi İlmit-Tefsir»   adlı tefsiri. (Doğumu: 510, vefatı: 597).

34- Ez-Zerkeşî'nin «El-Burhan Fi-Ulumil-Kur'an» adlı tefsiri,

35- Konyalı M. Vehbî efendinin «Hulasetul-Beyan» adlı tefsiri,

36- İmam-ı Safi'nin «Ahkamül-Kur'an» adlı tefsiri,

37- M. Abdül-Azim Ez-Zarkan'ın «Menahüul-İrfan» adlı kitabı.

Bu kaynaklar yanında hadis kitablarının tefsir bölümlerine de müracaat ettik.

Zaman zaman lûğat kitablarına da baş vurduk.

Tefsiri bil-Mesur'da Îbni-Ceriri Taberi, Îbnu-Kesir ve Ed-Durrul-Mensur'un bir çok bölümünü kitabımıza aktardık. Bu bakımdan tefsi­rimize «Tefsiri-Bir-Rivaye» de denilebilir.

Yaptığımız nakilleri bazen mota mot, bazen de özet olarak aldık.

Naklettiğimiz görüşlere ille katılıyoruz kanaati güdülmemelidir. Ba­zı ihtilaflı meselelerde tercihimizi sunanz. Bazen her hangi bir tercih yapmaksızın büyük muctehidlerin ihtilâflarını olduğu gibi naklediyo­ruz. Bundan gayemiz; okuyucuyu bu değerli görüşlere muttali kıl­maktır.

Ahkâm bahislerini mümkün olduğu kadar muctehid imamların görüşlerini vererek naklettik.

Bazı yerlerde Alusînin «Ruhul-Meani» adlı tefsirinden «îşâri tef­sir» diye adlandırılan bölümü malûmat için, naklettik. Fakat peşinen söyliyelim ki orası sahamızın dışında olduğu için menfi veya müsbet bir tavır almamız mümkün değildir.

Tefsirimiz isminden de anlaşıldığı gibi mevcud tefsirlerin bir öze­tidir. Kanaatımızca daha lüzumlu gördüğümüz meseleleri ve görüşleri nakletmiş bulunuyoruz. Değişik kıraatlara pek fazla yer vermedik. Ba­zı istilahlan arabcada kullanıldığı gibi isti'mal ettik. Tefsir içinde adı geçen zatların isimlerinin okunuş tarzını isim ve künyeleri konu edi­nen kitablardan naklettik. Bazı müsteşriklerin adlarının Frenkçesini bulamadığımız, için zevkimize göre yazdık.

Meal kısmında mevcud meallerden bazı âyetlerde değişiklik görebilirsin. Muhakkak ki, onu ya Beyzavî veya Celâleyn tefsirine gö­re tanzim ettiğimizi bil.

Tefsirimizin son cildinde genel bir fihristiyle beraber içinde adı geçen zatların tercüme halleri verilecektir.

Cenab-ı Mevlâdan dileğimiz bu Kur'an'a olan hizmetimizi seadeti dareynimize vesile kılmasıdır. Hem beni hem de fakru zaruret içeri­sinde yetişmem için her fedakârlığa katlanan anne ve babamı affetme­sini dilerim yüce Mevlâmızdan... [104]

 

Son Sözümüz

 

Kur'anı Kerîm, peygamberlerin en sonuncusu Hz. Muhammed Mustafa'ya (Aleyhisselâtu vesselam) gelen en son ilâhî kitabdır. Bu mübarek Kitab, tâ Kıyamete kadar bütün insanlar ve cinlere yol gös­terecek yegâne ilâhî kaynak olarak hüküm sürecektir. Onu her türlü. saldırıdan koruyacağını Allah (Celle Celâlühü) söz vermiştir. «Elbette (Kur'anı) biz indirdik ve elbette onu biz koruyacağız.» (El-Hicir: 9).

Bu mukaddes kitabımız, dinimizin birinci derecede hüküm kay­nağıdır. Dört delilin birincisi hattâ derin düşünülürse, delillerin tama­mıdır. Bu ilâhî kaynak, bazen bir âyette değişik olarak bir kaç hükmü birden gözlerin önüne serdiği için onu bir roman havasıyla okumak hatalıdır.

Her cümlesini dikkatli ve itinalı okumak, kelimelerini kılı kırk yararcasına tedkik etmek, tekrar ede, ede görünürde kapalı görünen kelimelerin hakikatine bir oranda yaklaşmak her rnüslümanın vazife­sidir.

Beşeriyyetiri saadetinin kaynağı olan Kur'ân Arapça olarak in­miştir. O, ilâhî kelâmı aktaran kelimeler geniş kapsamlı kelimeler ol­duğundan ancak onlar Kur'ân'm muhtevasını taşır, başka dillerde kul­lanılan kelimeler bu ifadeden yoksun olduğundan Kur'ân başka dillere ancak Mealen nakledilebilir. Hiç bir Meal aslın yüzde - yüzünü ifade edemez ve ibadetlerin ifâsında aslın yerine geçemez. Mealleri okuyan «işte Kur'ân bu kadarcıktır.» diyemez.

Meallanna bakarak Kur'an'm azametinde şüpheye düşenler varsa, kusur kendilerine aiddir. Çünkü Meal, bir bakıma motamot bir çeşit tercüme sayılır!.. Mümkün olduğu kadar Kur'ân'ın kısaca bir mânası­nı ifade etmeye çalışır. Dünyadaki denizlere yedi deniz daha eklenip Kur'ân'daki kelimelerin ifade ettiği mânaları yazmakda kullanılırsa, o mürekkep yetmiyecektir. Allah kelâmının ifade ettiği mânâlar bitme­den o mürekkep bitecektir. «De ki: Eğer Rabbimin kelimelerini yaz­mak için bütün denizler mürekkep olsa, muhakkak ki,. Rabbimin keli-meleri tükenmeden denizler tükenirdi, bir o kadar daha yardımcı gc-tirşek büe!..u (El-Kehf: 109).

Gerçek budur. Öyle İse hiç bir tercüme, hiç bir Meal, hiç bir tef­sir kitabı Kur'ân'ın azametini olduğu gibi aktaramaz. Ancak «Ehli-sünnet vel-cemaat» itikadına uygun yapılmış Meallere, ve «Selefi-sa-linin» in inancına ters düşmiyen tefsirler Rabbimizin yüce kitabına bi­rer anahtardırlar. Birazcık olsun onun engin ve derin mânâlarını ak­tarmaya yardımcıdırlar. İşte bizimde kaleme aldığımız bu eser, bu sa­hada bir nebzecik hizmete vesile olsun maksadıyle yazılmıştır. Hatta diyebiliriz ki şimdiye kadar yazılanların bir özetidir. Bal arısının değişik çiçeklerden balı derlemesine benzer. Yoksa «Zamahşerînlerin, «İbnû-Kesiralerin, «Beyzavblerin kalem oynattıkları tefsir sahası ne­rede biz acizler nerdeyiz?

Mevcud Meallann hepsi de bir dereceye kadar dinî hizmetleri ye­rine getirmeye gayret sarfettiklerinde şübhem yoktur. Lâkin çoğu kopyacılık yoluyle meydana geldiğinden birisinde bulunan hata ve yan­lışlık aynen diğerine de geçmiştir. Örnek olarak «El-Beyyine» sûresi­nin beşinci âyetini gösterebiliriz. Bakınız mevcud Meallerin çoğunda bahsi geçen âyetin son cümlesi şöyle Meallandırılmıştır: uîşte doğru din budur!..» Halbuki, elimizde bulunan Arapça tefsirlerin hepsinde «tşte bu, dosdoğru milletin dinidir!» şeklinde âyet mânâlandırılmıştır. Yani «Dinül-Kayyimeti» tabiri «Dinül-MUletü-Kayyeti» şeklinde de­ğerlendirilmiştir. «El-Kayyımeti» kelimesi «Muzafün-ileyh» kabul edil­miştir. «Din» kelimesinin sıfatı değildir. Ancak zoraki bir teville ola­bilir. Zira «Din» kelimesi «Muzekker»dir, «El-Kayyimeti» müennesdir. «Din» kelimesi nekiredir, «El-Kayyimeti» marifedir. Eğer mevcud Me­allerin yazdıkları gibi olsaydı aZalika Ed-Dinül-Kayyimü» olması gere­kirdi. Her ne İse bu bahisleri bizden sonra gelip yazdıklarımızı incele­yecek nesillerin aziz yazarlarına bırakıp sadede gelelim. Rabbimiz bizi kusurlarımızla başbaşa bırakmasın. Onları affetmek suretiyle bizi pak­lasın. Bildiklerimizle amel etmemizi ve bilmediklerimizin de ilmini bi­ze nasibeylesin. Amin.

ALİ ARSLAN

Hicrî 1404, Miladî 1984 İSTANBUL[105]

7



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/5-6.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/6-7.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/7-9.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/9-11.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/11-12.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/12-13.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/13-14.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/15.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/15-17.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/17-18.

[11] Bk. Menahilul - İrfan c. 1 - 43 - Darul - İhya - Kahire bilâ tarih.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/18-21.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/21-22.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/22-26.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/26-28.

[16] Bk. Menahilul-îrfan c. 1 - 59 - Danü - ihya - Kahire bilâ tarih

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/28-31.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/31-32.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/32-36.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/36-38.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/38.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/38-40.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/40-41.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/41-47.

[25] Bk. El-îtkan c. 1-62 Bulak 1378-Kahire..

[26] Bk. Menahılul - İrfan c. 1-161 Kahire Darul-îhya bila tarih.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/48-52.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/53-61.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/61-62.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/62-64.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/64.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/65.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/65-66.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/66-67.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/67.

[35] Bak. Menahüul- İrfan, c. 1, s. 372-373 (ve devamı). Kahire Darûl-îhya.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/67-71.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/71-72.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/72-73.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/73-74.

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/74.

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/74-75.

[42] Bak. Menahüul-İrfan, Fi ulûmu - Kur'an, Cild: 1 — s. 431-32-33-34 Da-rûl-îhya bila tarih.

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/75-80.

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/80.

[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/81-82.

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/82-83.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/84.

[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/84-85.

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/85-88.

[50] Bak. el-Itkan fi ulumil - Kur'ân c. 2/225, Bulak Tarihsiz.

[51] Bak. el-îtkan fi ulumil - Kur'ân c. 2/225

[52] Bak. Menahılûl - İrfan c. 1/486 Darul - îhya - Kahire bilâ tarih

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/88-92.

[54] Bak. el-Itkan Celâleddin Abdurrahman Es-Suyut c. 2/226 Bulak Tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/92.

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/93-95.

[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/95.

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/95-96.

[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/96-98.

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/98.

[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/98-99.

[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/99.

[62] Batıniye sözü, genellikle îsmailiyyeler için kullanılır. En meşhur kitablan fel­sefe ve tasavvuf katışimmdan meydana gelir, inançlarına, göre, imamet, Caferi Sadık oğlu Ismailedir. Ondan sonra oğlu Muhammededir. İddialarına göre her Batının bir Zahiri vardır. Dehrî olan Abdullah bin Meyman hicrî ikiyüzün sonla­rında ortaya çıktı. Gizli bir cemiyet kurdu, şeytanı planlar tatbik etti. Cemiyetin dokuz derecesi vardır. Terakki eden en son dokuzuncu dereceye çıkar. Masonla­rın 33. derecesi gibi. Keramite ve ihvanı safa bunlardandır. Bak. «Kenzul - ulum vel-Luge   M. Fevid vecdi el-vaız mat. Mısır 1323-1905. îsmailiyye Maddesi.

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/99-101.

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/101-102.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/102-104.

[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/104.

[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/104-106.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/106-107.

[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/107-111.

[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/111.

[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/111-112.

[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/112-114.

[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/114-116.

[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1116-117.

[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1116-117.

[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1117-120.

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/120.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/120-121.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/121-122.

[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/122-123.

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/123-124.

[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/124.

[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/124-125.

[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/125-126.

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/126.

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/126-127.

[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/127-128.

[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/128-129.

[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/129-133.

[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/133-134.

[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/134-136.

[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/136-137.

[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/137-138.

[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/138-141.

[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/141-142.

[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/142-143.

[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/143.

[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/143-145.

[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/145-149.

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/149-153.

[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/154-156.

[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/156-157.

[103] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/157.

[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/157-160.

[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1