Usul, Fıkıh Ve Gramer Alimlerinin Katında Kur'an
Kur'an-ı Kerim'in İlmî Bir İcazı
Kur'an-ı Kerim’e Dair İlimlerin Tarihi Ve Bu Istılahın
Belirmesi Ve Kur'an Yazılmazdan Önceki Durum
Kur'an İlimleri Ne Zaman Tedvin Edildi?
Kur'an İlimlerinin Tedvin Edilmesi Zamanı
Kuranın Nüzul, Yani İniş Manası
Cebrail Kur'an'ı Nasıl Ve Kimden Aldı?
Cebrail Aleyhisselâm Neler İndirdi
Kuranın Parça Parça İnîşindeki Hikmet Ve Esrar
İlk Ve Son Nazil Olan Âyet Ve Süreler
Esbabı Nüzulü Bilmenin Faideleri Nelerdir?
Kur'an'ın Yedi Harf Üzerinde Nazil Olması
Kur'an'ın Yedi Harf Üzerine İnmesinin Manası
Hz. Osman'ın Zamanında Kur'an'ın Derlenmesi
Kuranın Âyet Ve Sürelerinin Tertibi Ve Âyetin Bilinme
Yolu
Kıraati Seb'a Hakkında Ulemanın Fikirleri
Tefsiri Bil-Me's Urun Tedvin Edilmesi
Tefsirin Makbul Ve Merdud Kısımları
Rey İle Tefsirin Caiz Olan Ve Olmayan Kısımları
Tefsir Aliminin Muhtaç Olduğu İlimler
Tefsiri Biddirayede Meşhur Müfessirler
Nesh İle Tahsis Arasındaki Fark
Varlığını Kabul Edenlerle Kabul Etmîyenler Arasında Nesih
Neshîn Hem Aklen Hem De Naklen Sabit Olmasının Delilleri
Neshin Oluşuna Delalet Eden Sem'ı Delîller
Nesih Hadisesinde Allah'ın Hikmeti
Kur'an Ve Sünnet Arasında Neshin Devirleri
Kur'an'ın Sünnetle Nesih Edilmesi
Kur'an'ın Sünnetle Neshine Kail Olanların Getirdiği
Misaller
Kıyasın Neshi Ve Kıyas İle Nesih
Neshedîlmiş Diye Şöhret Bulan Âyetler
Kur'an'ın Muhkem Ve Müteşabih Ayetleri
Müteşabihin Menşeî Kısımları Ve Misalleri:
Acaba Müteşabihlerin Kuranda Zikredilmesinde Ne Hikmet
Vardır?
Kur'an'ın Kevnî İlimlere Karşı Durumu
Uzun Bekleyişten Sonra Nazil Olan Ayetler
Kur'an'ın Etkisi Ve Muvaffak Olması
Tefsircilerîn Dördüncü Tabakası
Tefsircilerin Beşinci Tabakası
Bu Tefsiri Derlerken Müracaat Ettiğimiz Kaynaklar
Kur'an-ı Kerim'in yüce
meallerini, selefin tefsirlerinden aktarmaya başlamadan önce Kur'an hakkında
birkaç söz söylemek istiyorum. «Kur'an» kelimesi, Lügat yönünden mastardır.
«Kıraet» kelimesinin manasını taşıyor. Cenabı Hak, bir âyetinde «Şüphesiz ki,
Kuranı derlemek ve okutmak bizim vazifemizdir.» [el-Kıyame; 16]. Başka bir
âyette «Biz.(vahy İle) onu okuduğumuz zaman, O'nun Kur'anına, yani okunuşuna
tâbi ol!» [el-Kıyame: 19] diyor. «Kur'an» kelimesi, bi-lahere, bu mastar
manasında nakledilmiş, Ümmeti Muhammed'in üzerine inen ve mu'ciz olan kelama
özel isim yapılmıştır. Mastarın mef ul manasında olunması babındaiıdır.
«Kur'an» kelimesi «rüçhan», «Osman» ve «furkan» veznindedir. Mushafa «Kur'an»
denildiği gibi «fur-kan» da denilmektedir. Çünkü Kur'an «Hak» ile «Batıl»ı
ayırd edici olduğundan veya inişte, âyetler ve sûrelerinin bazısı diğerlerinden
ayrı olduğundan «furkan» kelimesi de Kur'an'a ıtlak olunabilir. Kur'an
kelimesinin mushafa ıtlak olunması da şu âyette görülmektedir: «Alemleri
korkutsun diye kulunun üzerine Furkan'ı —yani Kur'an'ı— indiren, ortaktan
münezzeh ve uzaktır.» [el-Furkan: 1]. Bunlardan sonra bilinsin ki Mushafı
şerifin en meşhur isimleri «El-Kur'an» ve «El-Furkan»dır. Hatta tefsir
alimlerinin bazıları, Cenabı Hakkın bütün sıfatları «El Celâl» ve «El Cemal»
sıfatlarına dönüştüğü gibi «Kur'ana verilen bütün isimler de bu iki isme
dönüşür» demişlerdir.
Kur'an'ın «ıstılahı»
manası «Allah'ın kelâmı» demektir. Allah'ın kelâmı, beşer kelâmının gayrisidir.
Nasıl ki, «lafzı» ve «nefsî» olmak üzere insan kelâmının iki manası varsa,
Cenabı Haklan kelâmının da «lafzî» ve «nefsî» olmak üzere iki kısmı vardır.
Kur'an bazan «nefsî», bazan da «lafzî» kelâma ıtlak folunur.
Kelâmcı alimlere göre;
Kur'an sadece «nefsi» kelâma ıtlak olunur. Çünkü kelâmcılar Allah'ın «nefsî»
sıfatlarından bahsederler. Başka bir yönden de Kur'anm Allah'ın kelâmı olup
«mahlûk» olmadığım savunurlar. Kur'an'ı «lafzî» kelâm üzerine itlak edenler
ise, usûlcüler, fakihler ve gramercilerdir. Kelâmcılardan bazıları da bunlara
katılmışlardır. Usul alimleriyle fakihler sadece Kur'an'ın «kelâm-ı lafzi»ye
ıtlak olunmasıyla ilgilenmişlerdir. Çünkü onlar hükümler üzerine âyetlerden
deliller getirmek hedefini güdüyorlar. Bu da ancak lâfızlarla olur, mana ile
değil... Gramer alimleri de Kur'an'ın icazını tesbite çalışırlar. Bunların da
hedeflerinin sadece-lafızlar olduğu ortadadır. Kelâmcılann Allah'ın indirilmiş
kitablanna iman etmenin vacib olduğunu tesbite çalışmaları olduğu gibi,
Kur'an'm mucizliğini veResûl-i Ekrem'in peygamberliğini isbatla ilgili
çalışmaları da vardır. Görülüyor ki, bütün bu çalışmaların teksif olundukları
nokta, Kur'an'ın lafızlarıdır. Onun için kelâmcılann da Kur'anm lafzî kelâm
olduğunda usul, fakih ve gramercilere katıldıkları görülmektedir.[1]
Kelâmcılar «Kur'an
Allah'ın nefsi kelâmının adıdır» dediklerinde iki durumu kasdederler:
1- Kur'an
Özel isimdir, Allah'ın kelâmı olduğu için.
2- Kur'an
Allah'ın kelâmıdır. Allah'ın kelâmı kadimdir, hadis değildir.
Böylece onu, sonradan
peydah olunmuş nesnelerden uzak tutmak vâcibtir. Nasıl ki beşer kelâmı mastarla
hasıl olup meydana gelen manaya ıtlak olunursa, Cenab-ı Hakk'ın kelâmı da
beşerin nıasdarî manaya benzer bir mana ve masdarl a oluşup meydana gelen
manaya benzer ikinci bir manaya delâlet eder. Benzer dedik; çünkü Cenab-ı
Hakk'm kelâm-ı ilâhisi yaratılmış ve yaratılmışın benzerlerinden uzaktır. Bunun
üzerine kelâmcılar birinci mana ile Kur'an'ı şöyle tarif etmişlerdir:
«Fatiha'nın başından
En-Nas sûresinin sonuna kadar hikmetli kelimelerle ilgili kadim bir sıfattır.
Bu kelimeler ezelidir. Lafzî, ruhî ve zihnî harflerden mücerreddirler. Arka
arkaya gelmeksizin tertib edilmişlerdir. Tıpkı aynada arka arkaya gelmeksizin
tertib olunan şekil ve resimler gibi.»
Hikmetli kelimeler
demelerindeki gaye; beşerin kelimeleri gibi, harf ve sesler suretiyle
suretlenmiş lâfızlar değildir demektir. «Ezelî» de-diklerindeki gayeleri kadim
oluşunu isbat etmek içindir. «Lafzî, zihnî ve ruhî harflerden soyunuktur»
demelerinden gayeleri, mahlûk oluşunu bertaraf etmektir. «Arka arkaya gelmez»
dediler. Çünkü arka arkaya gelme «zaman» iledir. Zaman ise hadistir, sonradan
peydah olmuştur. «Tertib vardır» dediler. Çünkü Kur'an hakikatte tertiblidir.
Tertib ve intizamdaki kemaliyle diğer kelâmlardan ayrıdır. Kelâmcılann bu
birinci tarifini bildikten sonra ikinci tarifleri de şudur:
«Kur'an; o hikmetli,
ezeli, arka arkaya gelmeksizin tertibli, lafzî, zihnî ve ruhî harflerden
mücerred kelimelerdir.»
Kur'anın üçüncü bir
tarifi daha vardır ki, burada usûl alimleri, fakihler, gramer alimleri ve
kelâmcılar birleşiyorlar. O da şöyledir: «Fatihanın evvelinden En Nas sûresinin
sonuna kadar Hz. Muham-med'in üzerine nazil olunmuş lâfızlar demektir. Bu
lâfızlar o ezeli ve hikmetli kelimelerin görünür şekilleridir.» Dördüncü bir
ıtlakla Kur'an «Mushaf'ın iki kapağı arasında yazılmış ve nakşedilmiş
kelimeler ve harflere ıtlak olunur. Çünkü o nakışlar Allah'ın «kadim» sıfatına
ve «gaybî» kelimelerine ve nazil olan lâfza delâlet ederler.» İşte bu tarif
şer'i ve genel bir tariftir.
[2]
Bu alimler Kur'anı
şöyle tarif etmişlerdir: İnsanları acz içinde bırakan, Hazreti Muhammed'e
indirilen, mushaflarda yazılan, tevatür yoluyla bize nakledilen ve okunmasıyla
kulluk yapmaya mükellef tutulduğumuz kelâmdır.»
Görüldüğü gibi bu
tarif Kur'anın icazını, Hz. Muhammed'in üzerine indirilmesini, tevatür yoluyla
nakledilmesini, okunmasıyla ibadet
yapılmasının gerekli olduğunu söyliyen bir tariftir. Kur'an'm daha birçok
özellikleri vardır. Mushafm tamamına Kur'an denildiği gibi âyetlerin bir tekine
de Kur'an denilmektedir. Resûl-i Ekreme inen bütün lâfızları okuyan, «Kur'an'ı
okudu» denildiği gibi, bir tek âyeti okuyana da «Kur'anı okudu» denilir. Kur'an
hidâyet ve icaz kitabıdır. Yani Kur'anı Kerim hidâyeti getiren ve muarızları
aciz bırakan bir kitab-ı ilâhidir ve bu iki nokta için nazil olmuştur ve bu
hususta konuşmaktadır. Binaenaleyh ister «Kur'an» lık yönünden Kur'an'la ilgisi
olsun, ister hidâyet ve muciz olması hasebiyle Kur'an'la ilgili olsun bu
yönlerle ilgisi olan her ilim Kur'an ilmi sayılır. Ve bu ilimler zikredildiği
zaman, en belirgin dinî ve gramer ilimleri insanın hatırına gelir. Kevnî
ilimler, yani hendese, fizik, kimya, matematik ve benzeri ilimler, sanatlar,
kültürle ilgili hareketler, icad olunmuş ve icad olunacak fenler, hey'et,
iktisad, sosyal, tabiat, biyoloji ilimleri ise, Kur'an'ın ilimlerinden
sayılması mecazidir. Çünkü Kur'an hendesenin herhangi bir görüşünü ispat etmek
için gelmemiştir. Fizik kanunlarından birisinin tesbiti için gelmiş değildir.
Hendese ilmi de Kur'an'a tıizmet etsin, âyetleri açıklasın, sırlarını beyan
etsin diye tedvin edilmemiştir. Hernekadar Kur'an'ı Kerim müslümanlan kâinat
ilimlerini öğrenmeye, o ilimlerde mahir olmaya ve ihtiyaç zamanında onları beşeriyetin
lehinde kullanmaya davet etmiş ise de, esasında bu ilimlerin açıklayıcısı olan
bir kitab-ı ilâhi değildir. Kur'an'ın tek hedefi; beşeriyeti hidâyet etmek,
Allah'ın birliğine inandırmak, peygamberler silsilesine, kadere, haşre
inandırmak ve dünyalarını güzelce, insanca, insanın tabiatına aykırı olmayacak
şekilde idare etmeye onları davet et-nektir.
Hulasa: Kur'an-ı
Kerim'in öğrenilmesi için insanı teşvik ettiği limler ile bilfiil delâlet
ettiği, meselelerini gösterdiği, ve hükümlerini rşad ettiği ilim arasında fark
vardır. Birincisi Kur'an'ın teşvik ettiği limlerdir. İkincisi Kur'an'ın bizzat
ilmidir. Birincisi, meseleleriyle, hükümleriyle, Kur'an'a hizmet eder.
İkincisi, Kur'an'm münderecatı ya-ıi içeriği olan ilimdir. Birincisi Kur'an
ilimlerinden sayılmaz, ikincisi Uir'an ilimlerinden sayılır. Bu nokta
blinmelidir. Evet, Kur'an, kâi-Latın güzelliklerine bakıp da ondan her hususta
yararlanmaya insanı eşvik ediyor.
«Onlara de ki: Göklerde ve yerde neler vardır? Balanız» [Yunus: 101] mealindeki âyet «Yer
ve gökte ne var ise hepsini size musahhar kılmıştır, şüphesiz ki bu hususta
düşünen bir kavim için nice âyetler vardır» [Lukman: 20] mealindeki âyetler,
müslümanlan bunlara teşvik ediyor. Bu âyetlerin muhatabı olan müslümanlara kâinatın
genel yararlarından kaçmak ta bu tabii ilimlerden uzaklaşmak da ve Cenabı
Hakkın kâinata bırakmış olduğu bu büyük güzelliklerin meyvelerinden
faydalanmamak da uygun düşmez. Bunun için bizim alimlerimiz «kâinatın
ilimlerini öğrenmek, bu sanatlarda nâzik ve mahir olmak farz-ı
kifâyelerdendir. Ferdin ve toplumun ihtiyacım giderecek kadar bu sahada
alimlerin yetiştirilmesi toplumun vazifelerinden-dir» demişler. Çünkü dünya
hayatı bunsuz yürümez. Dünyada kalmak buna ihtiyacı gerektirmektedir. Fakat
Kur'an-ı Kerim'in esas cephesi olan hidayet ve icazını ispat etmeyi bırakıp bir
laboratuar kitabı imiş gibiKur'an'ı tamamen bu şeylere tahsis etmek de ve
sadece bunlardan bahsediyormuş gibi sadece bunlara insanları teşvik ediyormuş
gibi âhireti tamamen ihmal etmek de Kur'an'm şanına yakışmaz. Evet, Cenabı Hak
«gücünüz yettiği kadar kuvveti düşmanlara karşı hazırlayınız» [El-Enfal: 60]
buyurmuştur. Resûl-i Ekrem de Müslim-i Şerif te yer alan ve Ebu-Hureyre (R.A.)
yoluyla gelen bir hadiste «Kuvvetli ve güçlü mü inin zait ve cılız müminden
daha hayırlıdır fakat her ikisinde de hayır vardır. Sana yararlı olanı
öğrenmeye çalış! Allah tan yardım taleb et! Aciz olma! Eğer sana birşey isabet
ederse deme ki 'eğer şunu bunu yapsaydım bu olmazdı' Fakat de ki: Allah takdir
etti. Allah neyi dilerse o olacaktır. Çünkü «eğer» kelimesi şeytanın amelini
insanın önüne açara buyurmuştur.
[3]
Kur'an-ı Kerim hidâyet
ve icazı halka arzetmek yolunda yürürken insanları akıllarına danışmaya,
gözlerini açıp kâinata bakmaya, kâinattaki gök, yer, kara, deniz, hayvan,
bitki, güzellikler, tabii ka-f nunlar ve adetlere dikkat etmeye davet ediyor.
Kur'an, bu hususta tam ; manasıyla muvaffak olmuştur. En belirgin bir şekilde
muciz olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Kur'an'm o evrensel durumlardan
bahsetme-\. si, onların gizliliklerine
vâkıf olan bir kimsenin bahsetmesi,
onların inceliklerini bilenin onları açması demektir. Hâlbuki Kur'an mekteb ve
medrese görmemiş, yazı yazmayı öğrenmemiş, câhil ve okumamış bir muhitde nazil
olup dünyaya gelmiştir. Kur'an'm bahsettiği ilimlerin isimlerini dahi o,
çevrede işitmemiş bir insanın üzerine inmiştir. Hatta o insanın devrinde bu
ilimler dünyanın çok yerlerinde dahi işitilmemiş ve bu ilimlerin bir kısmı o
zamanda keşif dahi edilmemiştir. Acaba mekteb ve medreselere girmeyen, ilmin
mutad yollarından geçmeyen Hz. Muhammed gibi bir insan kâinatın bütün
ilimlerini derli-yen, onlara insanları teşvik eden Kur'an'ı kendiliğinden nasıl
meydana getirebilir?
Kur'an bu ilmî
icazını, şu âyetiyle takrir etmektedir: «Bundan önce sen kitab okumaz ve sağ
elinle yazmazdın. Eğer böyle olsaydı batıl taraf darları bundan şüpheye
düşerlerdi. Hayır! Kur'an, kendilerine ilim verilen insanların kalbi e rinde
apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi ancak zalimler inad ederek inkâr ederler.» (El
Ânkebut: 48-49).
Kur'an-ı Kerim'den
örnek olarak iki numuneyi gözler önüne sermek belki de hikmetten olur. Birinci
numune Nur sûresinin 43. âyeti celîlesidir: «Görmez misin ki, Allah bulutlan
takım takım sürer. Sonra onları birleştirir. Sonra da birbiri üstüne yığar.
Aralarından yağmur çıktığım görürsün. Allah gökte dağ halindeki
birikintilerden dolu indirip onunla istediğine musibet veriyor ve istediği
kimseden de bunu bertaraf eder. Onun şimşeğinin parıltısı nerdeyse gözleri
kamaştırır.»
Ey insan! Rabbın hakkı
için söyle, şu âyeti celîleyi okuduğunda Kur'an'in nassı ilmin en yakın
zamandaki keşfiyle nasıl ittifak etmektedir deyip takdir etmez misin? İkinci
misal «El-Kıyame» sûresinin 3. âyet-i celîlesidir: «İnsan onun dağılmış olan
kemiklerini toplayıp bir araya getiremiyeceğimizi mi zanneder? Evet, biz onun
parmak uçlarını da toplamaya kadiriz.» Bu âyet-i celîle okunduğunda biraz
durmak ve düşünmek gerektir. Görülmektedir ki,: Kur'an burada parmak uçlarını
hususi olarak zikretmektedir. Sonra dünyada keşfedilen parmak izi ile ilgili
olan ilme kulak vermemizi gerektirir. Bu ilim, insanı cisminin binasında en
ince ve en garip şeyin parmak uçlarının düzeltilmesidir. Yeryüzünde hiçbir
kimsenin parmak izinin diğerine hiçbir durumda benzediğini görmek mümkün değildir
der. İşte bu sayededir ki, parmak izini hadiselerin yüzde doksanında hüküm
temeli yapmış bulunuyorlar.
Biz bu konuyu «Kur'an
İlimleri» adlı eserimize havale ederek başka bir mevzua geçelim.
[4]
Resûl-i Ekrem ve
eshabı, Kur'an'ı ve O'nun ilimlerini bugünkü alimlerin çok fevkinde bilmekte
olduklarında şüphe yoktur. Fakat onların bilgileri o zaman yazılmamış ve telif
edilmiş bir kitabta derlen-memişti. Çünkü onların telif etmeye ve yazmaya
ihtiyaçları yoktu.
Resûlullahın
ihtiyacının olmaması şundandır. O, Allah'tan vahy alıyordu. Cenabı Hak nefsine,
o vahyi Resulünün kalbinde derlemeyi ve onunla onun dilini kolayca konuşturmayı
o inen âyetlerin manalarını ve sırlarını ona bildirmeyi gerekli kılmıştır,
işte âyet: «Onu acele ezber etmen için dilini onunla tahrik etme. Depreştirme.
Onu toplamak ve okutmak bize aittir. Sana vahy ile kıraat eylediğimizde sen de
oku! Sonra onun beyan ve izahı da bize aittir. (El-Kıyame: 16-19).
Ve Resulü Ekrem
kendisine ineni ashabına tebliğ etti. İnsanlara yavaş yavaş okudu. Tâ ki,
insanlar anlasınlar, güzelce hıfzetsinler ve sırrını bilsinler. Sonra Resulü
Ekrem sözüyle, fiiliyle ve ahlakıyla Kur'an'ı şerhetmeye başladı. Nitekim
Cenabı Hak bu durumu Nahl sûresinde şöyle izah ediyor: «Onları mucize ve
kitablarla gönderdik. Sana da, [ey Habibim] insanlara kendileri için indirilen
şeyi açıklayasın diye Kur'an'ı indirdik. Olur ki, iyice düşünürler» (En Nahl: 44).
Lâkin ashâb-ı kiram o
zaman hâlis Arap idiler. Arapçanın bütün özelliklerini bilirlerdi. Zekâları
berraktı. Beyanın zevkini tadarlardı. Usulü takdir ederlerdi. Bilmediklerini en
ince terazilefiyle tartarlardı. Onlar Kur'an'm ilimlerinden, icazından,
selikaları ve saf zekalarıyla bizim devrimizdeki bunca ilimlere rağmen bizim
idrak edemediğimizi idrak ederlerdi. Ashab-ı Kiram bu özellikleriyle beraber
ümmi idiler. Yazı araç ve gereçleri de pek yoktu. Yani yok gibi idi. Resulü
Ekrem «Kur'an'dan başka benden hiçbir şey yazmayınız» diye onları hadisi /azmaktan da
nehyediyordu. Müslim «sahih» inde Ebu Said el Hud-ri'den rivayet ettiği bir
hadiste Resulü Ekrem Kur'an ilk indiğinde onara şöyle dedi:
«Sakın ha! Benden
birşey yazmayınız. Kur'an'dan başka benden »irşey yazan onu silsin. Benden
konuşunuz. Bunda bir zarar yoktur. Kani benden dinlediklerinizi insanlara
aktarınız. Kim ki benim hesa-wma birşey uydurur, kasten yalan söylerse, o,
ateşteki yerine haziransın.»
Resulü Ekrem, bunu
Kur'an'a başka bir şey karıştırılmasın diye yapıyordu. Vahy geldiği müddetçe
bir şeyin yazılması böyle bir tehlikeyi arzedebilirdi. İşte bu ve buna benzer
birçok sebebten dolayı Kur'-ın'ın ilimleri yazılmadı. Nitekim hadisler de
yazılmamıştı o zamanda.. 3irinci kuşak Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in devrinde
hemen hemen amamen gitmiştir. Fakat ashab-ı kiram îslâmı neşretmek için bütün
tâinata numune teşkil ederlerdi. Kur'an'ı, Kur'an'ın ilimlerini, sün-aeti
birbirlerinden almak suretiyle neşretmeye devam ederlerdi. An-:ak yazı yoktu.
[5]
Sonra Hz. Osman'ın
(R.A.) halifeliği devrine geçildi. İslâm dünya-ı genişlemişti. Fâtih Araplar
diğer ümmetlerle ve diğer milletlerle ka-ışmıştı. Bu müetler arapçayı
bilmiyorlardı. Bu karışmaktan ötürü ırapçanın özelliklerinin eriyip gitmesinden
korkuluyordu. Hatta Kur'-ın'ın kaybolmasından bile korkuluyordu. Eğer
müslümanlar bir ana Mushaf üzerinde cem olmazlarsa ihtilâfa düşmelerinden
korkuluyordu. 3u da yeryüzünde büyük bir fitne olurdu. Bunun için Hz. Osman (R.
^.) bir ana mushafta Kur'an'ın cemedilmesini emretmiştir. Ve o ana nushafın
üzerinden diğer nüshaların yazılıp İslâmın diğer memleket-erine gönderilmesini
emretti. Bu yazıldıktan sonra halkın elinde bu-unan Kur'an parçalarının
yakılmasına ve başka kimselere dayanak »lmamasını emretmiştir. îşte bu iş ile
Hz. Osman, «Kur'an resmi» deliğimiz ilmin temelini attı. Sonra Hz. Ali geldi.
Acemilik durumunu lüşündü. Arapçaya büyük zarar getirecek şeyleri işitti. Bunun
için ta-ebesi Ebul-Esved ed-Dealiye
[veya Ed-Diliye] Kur'an lügatinin korunması için bir takım kaideleri
kurmasını emretmişti. Ve bu kaidelerin genel nallarını ona çizdi. İşte bu
bakımdan biz Hz. Ali'yi (R.A.) «Nahiv» denilen ilmin vazıı sayabiliriz. Nahv'in
arkasında Kur'an irabı diye ilim geliyor. Sonra Hilafeti Raşidenin devri bitti.
Beni Umey-ye devri geldi. Sahabelerin ve tabiînin meşhurlarının himmetleri Kur'an
ilimlerini rivayet ve telkin yoluyla neşretmeye yönelmişti. Yazmak ve tedvin
etmek onların kalbinde yoktu. Fakat onların bu himmeti yazmaya ve tedvin etmeye
temel teşkil etti diyebiliriz. Bu hususta gayret gösterenlerin başında dört
halife, İbni Abbas, İbni Mes'ud, Zeyd bin Sabit, Ebu Mus'el Eş'ari, Abdullah
bin Zübeyrve diğer sahabeler sayılabilir. Bu rivayetlerde tabiînin başı
Mücahid, Ata, İkrime, Katta-de, Hasan el Basri, Said in Cübeyr, Zeyd in Eşlem
sayılabilir. Bunlar Medine'deydiler. Zeyd bin Eslem'den oğlu Abdurrahman, Malik
bin Enes «tebeitabiînden» olarak bu ilmi almışlardı. İşte bütün bunlaf tefsir
ilminin vazııları sayılabildikleri gibi «Esbâb-ı Nüzul» ilminin kurucuları,
«Naşiri», «Mensuhuun, «Garaib Kur'an» ilminin kurucuları da, sayılırlar.
[6]
Sonra yazma, telif
etme devri geldi. Kur'an'ın çeşitli ilimleri hakkında kitablar yazıldı.
İnsanların himmetleri herşeyden önce tefsire yönelmişti. Çünkü o, Kur'an
ilminin annesi sayılırdı. Çünkü onda bütün ilimlere temas edilmektedir.
Tefsiri ilk yazanlardan birisi Şu'be bin El Haccac'dır. Süfyan bin Üyeyne ve
Veki' bin el Cerrah başta gelen müfessirlerdir. Tefsirleri eshabm ve tabiînin
âyetler hakkındaki rivayetlerini derlemektedir. Bunlar ikinci asrın
âlimlerindendir. Sonra bunları İbni Cerir et Taberi (310 da vefat etmiştir)
takib etmiştir. Onun kitabı tefsirlerin en büyüğü ve en celilidir. Çünkü o sözleri
kritik eden ilk tefsirdir. Sözlerin bazısını diğerine tercih eden, Kur'an'm
irab ve istinbatına yönelen ilk tefsirdir. Onun devrinden bugüne kadar tefsire
ehemmiyet verilmesi devam edegelmiştir. Böylece tefsir sahasında insanı
hayrette bırakacak ve insana manevi bir sarhoşluk verecek kadar büyük bir
mecmua meydana geldi. Tefsirlerin kısası, uzunu, ortancası, mâkulü ve me'suru
olmak üzere her çeşitlisi yazıldı. Kur'an'ın bütününün tefsiri, bir sûrenin
veya bir âyetin tefsiri, ahkam âyetlerinin tefsiri şeklinde tefsirler de
yazıldı. Tefsirden başka Kur'an'm diğer ilimlerini yazanların başında Ali bin
el Medini gelmektedir. Bu zat, Buhari'nin hocası ve üstadıdır. Bu zat, «Esbab'ı
nüzul» hakkında bir kitab telif etmiştir. Sonra Ebu Ubeyd el-KasımBin selâm
gelir. Bu da «Nasih» ve «Mensuh» hakkında bir kitab telif etmiştir. Bunların
ikisi de üçüncü asrın alimlerindendir. Kur'an'm garibi hakkında kitab yazanların
başında Ebu Bekr Es-Sıcıstanî gelir. Dördüncü asrın alimidir. Kur'an'm irabı
hakkında yazılaniann başında Beşinci asrın alimlerinden Ali bin Said el-Hufi
gelir. Kur'an'm mübhematı hakkında ilk yazı yazanların başında Altıncı asrın
alimlerinden Ebu Kasım Abdurrah-man gelir. Bu zat «Es Sebili» mahlasıyla
bilinir. Kur'an'm mecazları hakkında İbni Abdusselâm, kıraatlar hakkında
Alemuddin Es-Sahavi gelir. Bunların ikisi de yedinci asrın alimleridir. Böylece
azimetler kuvvet buldu, himmetler gelişti, Kur'an'm y&ni yeni ilimleri
peydah olup meydana çıktı. Her çeşidin hakkında birçok telifler başgösterdi. İster
Kur'an'm bu kısımları hakkında olsun, ister darbı meselleri hakkında olsun,
ister hüccetleri hakkında olsun, ister garibleri hakkında, ister Kur'an'm
resimleri hakkında olsun çeşitli kitablar telif edildi. İslâm âleminin
kütübhaneleri bu kitablarla doludur. Ve halen de, Allah'a şükürler olsun,
Kur'an tefsiri yapılmaktadır, devam etmektedir. Böylece İslâm alimleri Kur'an'a
hizmet edegelmektedirler. Fakat hiç kimse Kur'an'm bütün esrarını ve Kur'an'm
derlediği bütün garib ilim ve irfanlarını tam manasıyla dile getirmeğe muktedir
değildir. Ancak Kur'an'ı indiren ve onu Peygamberine gönderen Allah buna kadirdir.
Bir de Kur'an ilimlerine Resulü Ekrem'in hadisi hakkında yazılan ilimler
kitabları ve bahisler eklenilir, onlar- da bir bakıma Kur'-an'ın ilimleridir,
çünkü hadis Kur'an'm sarihidir. Yani onun mübhem kısımlarını beyan eder.
Mücmellerini tefsir eder, Am'mı tahsis yapar. Nitekim Cenabı Hak bu hususu:
«Sana zikri indirdik ki insanlara onlar için indirileni beyan edesin. Umulur
ki onlar düşünmüş olsunlar.» (En Nahl: 44) demiştir. Evet, hadisi şerifin
ilimlerini de Kur'an ilimlerine izafe edersek, dalgaları dünyayı kaplayacak
kadar bir deniz meydana gelir. Kur'ana hizmet eden ve Kur'an'dan'alınmış olan
dinî ve sair ilimleri de sayarsak o vakit dağlar kadar telifler, dinî kültür
kaynaklan önümüze serilmiş olur. O zaman Cenabı Hakkın «Onun tevilini ancak
Allah bilir» (Al-i İmran: 3) âyetinin manası anlaşılır.
[7]
Meselâ Cenabı Hak «Onu
hakk ile inzal ettik (indirdik). O hak ile nazil oldu (indi)» (El-İsrâ: 105)
âyeti kerîmesinde «nüzul» kökünden gelen «enzele» ve «nezele» fiillerini
kullanır. Hadisi şerifte «şüphesiz ki şu Kur'an yedi harf üzerinde nazil
olmuştur.» Burada da «inmek» manasına gelen «unzile» fiili kullanılmıştır.
Fakat «nüzul» maddesi lûgat-ta «herhangi bir yere konmak, orada yerleşmek»,
«inzal» maddesi ise «başkasım bir yere yerleştirmek» manasında kullanılmıştır.
Bu iki manada da Cenabı Hakkın Kur'an'ı «inzal etmesi» ve Kur'an'm Allah'dan
nazil olmasına uygun düşemez. Zira Kur'an'm Allah'tan nüzulü, bu iki manaya
gelirse mekân ve cismiyeti iltizam eder. Oysa Kur'an bir cisim değildir ki bir
mekânda yerleşsin veya yukarıdan aşağıya insin. İster Kur'an'dan Allah'ın
«kadîm» olan gaybî ve ezelî kelimelere bağlı bulunan sıfatı, ister o
kelimelerin özü, ister Mu'ciz olan lâf iz kasdedil-sin durum değişmez. Çünkü
Allah'ın sıfatı ve onun mutaallakatları olan gaybi kelimeler hadis değildirler.
O halde nüzul ve inzal'de mecaza gitmek mecburiyetindeyiz. Kur'an'm inzalinden
maksat [yani mecazi manası] «ilan» etmesidir. «İnzal» maddesinin burada ihtiyar
edilip kullanılması Kur'an'm yüceliğine işaret eder. Zira «inzal» maddesi
kitabın sahibi olan Hz. Allah'ın (C.C.) yüceliğine işaret eder. Nitekim Cenabı
Hak «Zuhruf» sûresinin başında şöyle buyurmaktadır:
«Ha, Mim. Delilleri ve
beyanları haiz bulunan Kitab hakkı için anlivasınız diye onu arapça bir Kur'an
kıldık. O nezdimizdeki ana kitab-ta çok yüce ve hikmetle dolu bir kitabtır.»
(Ez Zühruf: 1-4).
[8]
Cenabı Hak (C.C.)
Kur'an'ı üç inişle göndermekle şereflendirmiş-tir. Birinci iniş: «Levh-i
Mahfuz»dan olan inişidir. Bunun delili «Hayır, o yüce bir Kur'andır, mahfuz bir
levh'dedir» (El-Buruç: 21-22) âyetidir. Levh-i Mahfuzda oluşunun yolunu ve
zamanını Allah'tan başka kimse bilemez. Ancak Allah'ın gayba muttali ettiği
kullar bilir. Bu iniş def a-jg ten
olmuştur, parça parça olmamıştır. İkinci iniş, yeryüzüne en yakın olan gökteki
«beytil izzete» inişidir. Bunun delili «Duhan» sûresinin «Şüphesiz ki biz onu
mübarek bir gecede indirdik» âyetiyle Kadir süresindeki «şüphesiz ki biz onu
kadir gecesinde indirdik» âyeti ve Bakara sûresinin «Ramazan ayı ki onda
Kur'an inmiştir» âyetleridir. Bu üç âyet, Kur'an'ın bir tek gecede indiğini
gösterirler. Ve o gece de mübarek bir gecedir ve o gecenin adı «Kadir Gecesi»
dir. Ve o gece Ramazan gecelerindendir. Bu âyetlerin bahsettiği iniş, defaten
olmuştur. Çünkü Kur'an'ın üçüncü inişi kesin delilerle sabit olmuştur ki, bir
gecede değil, çeşitli zamanlar ve çeşitli mekânlarda, uzun seneler, Hz.
Muhammed Mustafa'ya (S.A.V.) hadiseler ve olaylar nisbetinde inmiştir. İşte bu
âyetlerdeki iniş Hz. Muhammed'e olan iniş değildir. Bunu sahih hadisler de
açıkça belirtmektedirler. Meselâ: Hakim, Said bin Cübeyr'den, O da İbni
Abbas'tan rivayet etti; «Kur'an zikirden ayrıldı. Yeryüzüne en yakın olan
gökteki izzet evine konuldu. Cebrail oradan Resulü Ekrem'in kalbine
indiriyordu.»
İkinci hadis Nesei,
Hakim, Beyhaki, Davud bin Ebi Hind'in tarikiyle İkrime'den, O da İbni Abbas'tan
rivayet etmiştir: «Kur'an def'a-ten yeryüzüne en yakın olan göğe Kadir
gecesinde indirildi. Sonra oradan yirmi sene zarfında indi.» İbni Abbas bunları
söyledikten sonra şu âyeti celîleyi okudu:
«Onlar senin için bir
mesele getirdiklerinde biz onu hak ve en güzel tefsir ile red ederiz.» (El
Furkan: 33).
«Kur'an'ı insanlara
dura dura, ağır ağır, tek tek, okuyasın diye ayırıp tedricen indirdik.» «El
İsra: 106).
El Hakim, El Beyhaki
ve başka hadis alimleri Mensur'dan, Said bin Cübeyr'den, İbni Abbas'tan rivayet
ettiler: «Kur'an defaten yeryüzüne en yakın göğe indi ve yıldızlar yerinde
idi. Cenabı Hak onu Reulünün üzerine, parça parça indiriyordu.»
— İbni Merduyah (veya Medevih) ve Beyhaki, ibni
Abbas'tan rivayet ediyor:
Atiyye bin Esved, îbni
Abbas'tan sordu:
— «Şu ramazan ayı ki, onda Kur'an inmiştir»
âyetiyle «Şüphesiz biz Kur'an'ı Kadir gecesinde indirdik» âyeti hakkında. Acaba
Kadir gecesi Şevval'de midir, Zilka'de ayında mıdır, Zilhicce'de midir,
Mu-harrem'de midir, Sefer'de midir, Rebiulevvel'de midir diye şüphe geldi.
îbni Abbas: «Kur'an,
Ramazanda, Kadir gecesinde defaten dünyamıza en yakın göğe indi. Sonra
peyderpey diğer aylar ve günlerde Resulü Ekrem'e oradan indi» dedi.
îşte şu hadisler sahih
hadislerdir. îmamı Suyuti bunları şöyle nakletmiştir. Hepsi İbni Abbas üzerinde
duran hadislerdir. Ancak «Merfu» hadisin hükmünü taşıyorlar. Sahabi bir şeyi
kendi reyiyle değil ancak Peygamberden işittiği takdirde söyler. İbn-i Abbas'm
İsrai-liyyattan da almamış olduğu bilinir. Binaenaleyh bu hadislerin hükmü
«Merfu» hadis hükmündedir. Kur'an-ı Kerim'in «izzet evi»ne inmesi «gayb»
haberlerindendir ki, bu ancak peygamber tarafından verilmiş olabilir. İbni
Aboas'ın İsrailiyyattan naklettiği sabit olmamıştır. Binaenaleyh bunlar delil
olurlar. Bu iniş bir gecede defaten olmuştur ve bu gece de Kadir gecesidir.
Sonra peyderpey gelmiştir.
Üçüncü iniş en son
iniştir. Peyderpey Resulü Ekrem'e yirmiüç senede gelmiş, bütün kâinatı nura
garketmiş, hidayeti bütün insanlık âlemine yetiştirmiş, vahyin emrini Cibril
vasıtasıyla Hz. Muhammed'in kalbinin üzerine koymuştur. Delili de Eş Şuara
sûresinin 91-93 âyetleridir: «Onu Ruhul Emin» indirdi. Halkı azabtan
kurtaranlardan olasın diye onu senin kalbine indirdi. Açık arapça bir dille
indirmiştir.»
[9]
Bu haber, gaybın
haberlerindendir. İnsan burada herhangi bir kimsenin fikrine ve reyine tam
kanaat getirmez. Ancak sahih bir delil, hatadan korunmuş olan Peygamber'den
varid olursa, o vakit insan mutmain olur. Oysa bu husustaki delillerin hepsi
şuradan buradan alınma sözleridir. Bunları evvelâ zikredip, sonra görüşümüzü
açıklayalım:
1-
Ettayyibî: Umulur ki Kur'an'ın melek üzerine nüzulü, melek onu ruhi bir şekilde
Cenabı Haktan almıştır veya Levhi Mahfuza bakarak ezberlemiştir. Sonra da
Resulü Ekrem'in üzerine indirmiş ve ilkâ etmiştir, der. Görüldüğü gibi, Et
Tayyıbi «umulur ki» tâbirini kullanıyor. Bu ise tam derde deva olmaz, katiyet
ifade etmez. Ve gerçek şekilde inşam maksuda erdiremez.
2- El
Maverdi hikâye etti: «Hafaza melekleri Kur'an'ı yirmi günde, Cebrail
üzerine parça parça indirdiler. Cebrail de Hz. Muham-med'in üzerine parça
parça yirmi senede indirdi.»
Bunun manası şudur:
Cebrail halazalardan Kur'an'ı yirmi parça olarak aldı ve o şekilde indirdi.
Fakat El Maverdi'nin bu sözü kimden naklettiği ve bu sözün delilinin ne olduğu
ortada yoktur.
3- El
Beyhaki «Şüphesiz ki biz Kur'an'ı Kadir gecesinde indirdik» âyeti celilesinin
manasında şunu söylemiştir:
«Allah daha iyi bilir,
fakat Cenabı Hak (C.C.) bu âyette şunu ilân ediyor:
«Biz meleğe, yani
Cibril'e Kur'anı duyurduk, yani anlattık ve onun dinlediğini indirdik.» Yani
Cebrail Kur'an'ı duyarak Allah'tan almıştır demek istiyor Beyhaki. Görünürde
İmam Beyhaki'nin bu sözü diğer sözlerden daha kuvvetlidir. Çünkü burada;
Cebrail Kur'an'ı Allah'tan almıştır yönü vardır. Bu da kuvvetli bir yöndür. Ve
bunu Et Teberani'nin «En-Nevas bin Sem'an»dan merfu olarak rivayet ettiği hadis
de teyid etmektedir. Hadis şudur: «Allah vahy ile konuştuğu zaman gökler
şiddetli bir şekilde Allah'ın korkusundan titriyordu.» Göklerin ehli bunu
işittikleri zaman ağlayarak secdeye kapanıyorlardı. Onlardan önce başını
kaldıran Cebrail Aleyhisselâm oldu. Cenabı Hak onunla konuşuyor, iradesini ona
vahyediyordu. O da meleklere götürüyordu. Hangi gökten geçerse oranın ehli
soruyorlardı: Rabbimiz ne buyurdu? Cebrail Aleyhisselâm:
— Rabbimiz hakkı
buyurdu! der ve Kur'an'ı emrolunduğu yere kadar götürürdü.
Bu delillerin hangisi
olursa olsun, konumuz ile pek fazla bir ilgisi yoktur. Çünkü biz kesinlikle
inişin mercii Allah (C.C.) olduğuna ulanıyoruz.
[10]
Cebrail'in Hz.
Muhammed (S.A.V.) üzerine indirdiği Kur'an'dır. Fatiha'nın başından En Nas
sûresinin sonuna kadar olan hakiki, muciz, ve gerçek lâfızlardan ibaret bulunan
Kur'an'dır. İşte o lâfızlar Allah'ın kelâmıdır. Ne Cibril'in ne Hz.
Muhammed'in (A.S.) o lâfızlarda herhangi bir müdahalesi yoktur. Ne inşa
etmiştir ne de tertib... Tertip eden Allah'tır. Onun için Kur'an Allah'a nisbet
edilmiştir başkasına değil... Her ne kadar Hz. Cebrail ve Hz. Muhammed ve
onlardan sonra milyonlarca insan Kur'an'ı okumuş ise de ...Kur'an Allah'ın
kelâmıdır. Zira onu tertib eden Allah'tır. Nitekim bir insan kalbinde bir kelâm
inşa ediyor, tertib ediyor. Sonra yazıyor. Yazdıktan sonra milyonlarca insan,
milyonlarca gün, milyonlarca sene ta kıyamete kadar okusa dahi yine bu kelâm o,
tertip eden insana nisbet edilir, başkasının kelâmıdır denilmez.
Bazı kimseler «Cebrail
(A.S.) Muhammed (A.S.) a Kur'an manalarım indirmiş, Peygamber de arap
lügatinden lâfızlarla o manayı ifade ve tabir etmiştir» demişlerdir. Bazıları
da lâfız Cebrail'indir, Allah ona sadece manayı vahyetmiş» demişlerdir. Bu iki
söz de batıldır. Ve günahkârlıktır. Âyet, sünnet ve icma-ı ümmetin açık olan
yönlerine ters düşer. Dolayısıyla bu sözler hiçbir kıymet taşımazlar. Hatta bu
sözlerin müslümanlann kitablanna sokulması düşmanları tarafından olsa gerektir.
Eğer Kur'an'ın lâfzı Cebrail'in veya Hz. Muhammed'in olursa Kur'an nasıl muciz
olabilir? Sonra nasıl «Allah'ın kelâmıdır» denilebilir. Oysa bu iddialara göre
lâfız Allah'ın değil! Halbuki Cenabı Hak, Kur'an'da «Allah'ın kelâmını
işitinceye kadar» (Et-Tevbe: 6) buyurmuştur. Hakikat şudur: Cebrail'in
Kur'an'daki müdahalesi sadece Resulü Ekrem'e onu naklederek vahyetmektir.
Resulüllahm Kur'an'daki dahli onu melekten dinlemek, işitmek, sonra insanlara
tebliğ etmek, sonra beyan ve tefsir etmektir. Sonra onu tatbik edip infaz
etmektir. Biz Kur'an'da Kur'an'ın Cebrail'in veya Hz. Muhammed'in inşası
olmadığını okuyoruz. Rabbimiz «El-Araf» sûresi 203. âyetinde şunları buyuruyor:
«Eğer onlara bir âyet getirmezsen niçin kendin uydurmadın? derler. De kî: Ben
ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana tabi olurum. Bu Kur'an size Rabbiniz
tarafından basiretler ve delillerdir. Ve mümin kavim için hidayet ve
rahmettir.»
Başka bir âyet-i
celile:
«Muhakkak Kur'an sana
hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi tarafından veriliyor.» (En Nemi: 6).
Bu söylediklerimiz Hz.
Muhammed'in üzerine inen Kur'an'ın hakkındadır. Kur'an'dan başka Kutsi
Hadisler de Resulü Ekrem'e vahiy yoluyla gelmiş, fakat «vahy-i metluv»
değildir. İmam Suyuti, El Cü-veyni'den naklederek diyor:
«Allah'ın indirilmiş
kelâmı iki kısımdır. Bir kısmını Cenabı Hak, Cebrail'e yanına gönderilmekte
olduğun peygambere söyle! Cenabı Hak (C.C.) şöyle şöyle yapsın, şöyle şöyle
emrediyor. Cebrail Rabbinin dediğini anladı ve onu Peygambere indirdi. Rabbinin
söylediğini peygambere tebliğ etti. Fakat o, Allah'ın ibaresinin aynısı
değildi. Tıpkı padişah, güvendiği bir kimseye «git falana de ki, padişah sana
hizmete devam etsin, savaş için askerlerini toplasın» diyor gibi. Eğer elçi
«padişah sana benim hizmetimde gevşeklik gösterme. Askerin dağılıp gitmesine
manî ol. Onları savaşa teşvik et» diyor dese, elçi yalan söyledi veya «elçilik
vazifesinde kusur yaptı» denilemez.
Resulullah'ın üzerine
inen ikinci kısım, Cenabı Hak, Cebrail'e «Peygamberime şu kitabı oku» demiş,
Cebrail de onu Allah'tan tağyir, tebdil etmeksizin, değiştirmeksizin indirmiş,
peygambere olduğu gibi okumuştur. Bu da tıpkı padişahın bir emirname yazıp emin
bir elçiye teslim edip «git bu emirnameyi falan adama oku» demesi gibidir. Elçi
ondan ne bir kelime eksiltir, ne bir harf değiştirir, olduğu gibi okur.
îmam Suyuti, El
Cüveyni'nin bu sözünü naklettikten sonra diyor ki: Kur'an'ı Kerim ikinci
kısımdır. (Yani vahyi metluvdur). Birinci kısım ise, sünnet-i seniyyedir.
Nitekim varid olmuştur ki, «Cebrail Kur'an'ı indirdiği gibi sünneti de
indiriyordu»
[11] İşte bu noktadan ötürü
sünneti bilmana rivayet etmek caiz, çünkü Cebrail bilmana Resulü Ekrem'e
vahyetmiştir. Fakat Kur'an'ın okunması bilmana caiz değildir. Çünkü Cebrail
Aleyhisselâm Kur'an'ı bilfarz Resulü Ekrem'e vahyetmiştir. Onu bilmana eda
etmek mubah değildir. Buradaki sır şu olsa gerektir: Maksad Kur'an'ın lâfızlanyla
ibadet etmek, lâfıziyla başkasını hayrette bırakmaktır. Hiç kimsenin
kudretinde yoktur ki, Kur'an lâfzının yerine kaim olan bir lâfız getirsin. Bir
de Kur'an'ın her harfinin altında çeşitli manalar vardır ki, zapt u rapt
altına alınamayacak kadar çoktur. Hiç kimse bu manaları kapsayıcı bir bedel
getiremez. Burada ümmete kolaylık kastedilmiştir. Zira ümmete gönderilen ilahî
buyruklar iki kısma ayrılmış, bir kısmı (Kur'an), vahyedilen lafzıyla rivayet
ediliyor. Bir kısmı da [Hadis] manasıyla rivayet edilir. Eğer hepsi lâfızla
rivayet edilen kısımdan olmuş olsaydı zor gelirdi. Veya hepsi bil mana olsaydı
tebdil ve tahriften insan emin olmazdı.
[12]
Kur'an'ın nüzulü
Resulü Ekrem'in peygamber olduğu günden başladı. Hayatının sona ermesinin
yakınlaştığı zamana kadar devam etti. Bu müddet ya yirmi, ya yirmiüç veya
yirmibeş senedir. Zira Resulü Ekrem'in peygamber olduktan sonra Mekke'de on
sene mi, onüç sene mi, onbeş sene mi kaldığında siyer alimlerinin ihtilâfı
vardır. Medine'deki kalışı ise itifakla on senedir. Teşrii İslâm tarihini
tedkik eden bazı kimseler «Resulü Ekrem (S.A.V.) Mekke'de oniki sene beş ay
onüç gün durmuştur. Mübarek doğumunun 41. senesinin Ramazanın 17. sinden elli
dördüncü senesinin Rebiüıevvelinin başına kadar.. Hicretten sonra Medine-i
Münevvere'de ikâmeti ise, dokuz sene dokuz ay dokuz gündür. 54. yaş senesinin
Rebiülevvel ayının birinde Medine ikâmeti başlamış, 63. senesinin Zilhicce
ayının ondokuzuna kadar devam etmiştir.
Bu tahkik, «Resulü
Ekrem, Mekke'de onüç sene durdu, Medine'de on sene durdu, Kur'an'ın
vahyedildiği zamanın miktarı yirmiüç senedir» diyen söze daha yakındır.
Kur'an'ın parça parça
inmesinin delili şu âyeti celîlelerdir:
«Kur'an'ı insanlara
dura dura yani ağır ağır, tek tek okuyasın diye ayrı, parça parça, yani
tedricen sana indirdik» (El İsra: 106).
«Kâfirler niçin Kur'an
ona toptan nazil olmadı, dediler. Onu böyle indirmişiz. Kalbini onunla
sebatlandırmak içindir. Onu sana parça parça okuyup kıraat ettik. Onlar senin
için bir mesele getirdiklerinde biz onu bir hak ile ve en güzel tefsir ile red
ederiz.» (El Furkan: 32-33).
Rivayete göre Yahudi
ve müşrikler Kur'an'ın parça parça inmesi hususunda Resulü Ekrem'i ayıpsadılar.
Defaten inmesini Resulullah'a teklif
ettiler. Onlara cevab olarak Cenabı Hak bu iki âyeti indirdi. Allah'ın bu red
cevabı iki emre delâlet eder:
Birincisi;
Kur'an Resulü Ekrem'e parça parça geldi.
İkincisi,
semavî kitablar yani Kur'an'dan önceki semavî kitablar defaten indiler. Nitekim
bu husus alimler arasında yaygındır. Fakat ileride «Nisa» sûresinde sadece
Tevrat'ın defaten indiği hükmü gelecektir.
[13]
Hulâsa olarak dört
hikmette derliyebiliriz. Birinci hikmet: Cenabı Peygamberin kalbine kuvvet
vermektir. Zira vahyin zaman zaman gelmesi, meleğin zaman zaman Allah
tarafından Resulullaha indirilmesi kalbini sevinçle dolduruyordu. Göğsü
açılıyordu. Bir de zaman zaman gelmesinde Resulü Ekrem'de ezberleme ve anlama
kolaylığı meydana geliyordu. Hükümler ve hikmetlerinin bilinmesi daha kolay
oluyordu. Bunların yani bu parçaların her gelişinde yeni bir mucize varid oluyordu.
Zira her parçanın gelişinde Kur'an'm muarızları muarazaya davet ediliyordu.
Muaraza etmedikleri için de aciz oldukları ortaya çıkıyor ve yeryüzü adeta
kendilerine dar geliyordu, Kur'an'm parça parça gelmesiyle adeta Cenabı Hak
zaman zaman düşmanlarıyla şiddetli çarpışma durumunda olan Resulünün halini
sorardı. Bu da Resûlül-lah'a bir kolaylık getirirdi. Dolayısiyle teselli
bulurdu. Cenabı Peygamber (S.A.S.), sevinirdi. Nitekim bu durumu Rabbimiz
şöyle beyan buyurmaktadır:
«Bir de kâfirler
Kur'an ona toptan indirilseydi ya! derler. Biz onu kalbine iyice yerleştirelim
diye böyle âyet âyet indirdik ve onu güzel bir şekilde beyan edip âyet âyet
okuduk.» [El-Furkan - 32]
İkinci hikmet: Bu yeni
gelişen ümmeti ilim ve amel yönünden peyderpey (tedricen) terbiye etmektir.
Eğer Kur'an medrese ve mek-teb görmemiş, yüzde biri ancak okur yazar olan,
yazma âletlerinden yoksun bulunan ümmet üzerine defaten nazil olsaydı, bir
yönden maişetlerinin teminiyle, bir yönden de yeni dinlerini silâh ve kan ile
müdafaa etmekle meşgul olan bu ümmet, defaten nazil olan Kur'an'ı ezberlemekten
aciz kalırdı. Bunun için Cenabı Hakkın yüce hikmeti tedricen inmeyi ve onlara
da ezberlenmesinin kolaylaştırılmasını icab etti. Bir de onları daha önceki
batıl akidelerinden boşaltmak için peyderpey inen âyetler zemin hazırlıyordu.
Kötü âdetleri terketmek, rezil huylardan vazgeçirmek hedefi güdülüyordu...
Onları gün be gün talim ettiriyordu. Gerçek akidelere sahib olmaları, sıhhatli
ibadetleri edinmeleri, faziletli ahlâkları kazanmaları için adeta peyderpey
gelen Kur'an zemin hazırlıyordu. Bu, Cenabı Hakkın ilâhi siyasetidir. Ve yüzde
yüz isabetlidir. Zira bütün siyasetleri yaratan Allah'ın siyaseti yanlış
olamaz. «Tevhid» ve «Haşr» akideleriyle kalblerini diriltmeye, şirk ve başıboşluktan
kurtulmalanyla İslâmî bir neş vu nemaya yönelik olan bu ilâhi hikmet böylece
devam ederek geldi. Cemaatler ve değişik milletleri İslâm potasında eritmek
için bu Kur'an'm bir icazıydı. Sabır veya tüm silâhlarıyla müminlerin kalbini
tesbit etmek için Kur'an tedricen geliyordu. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'in
birçok âyetleri vardır. Misal olarak Nur sûresinin şu âyetini ele alalım:
«Sizden iman eden ve
amel-i salih işleyenlere Allah kendilerinden önce geçenleri nasıl kâfirlerin
yerlerine getirdiyse, onları da yeryüzünde müşriklerin yerine getireceğini,
onlar için razı olduğu dinlerini, tslâmı, payidar kılacağım ve korkudan sonra
onları kafi bir eminliğe çevireceğini vadetmiş ve bana ibadet edin ve bana
hiçbir şeyi ortak tutmayın diye emreyiemiştir. Bundan sonra küfredenler
fâsıklardır.» (Nur: 55).
Üçüncü hikmet:
Hadiseler ve olaylar ile yürümektir. Evet, hadise ve olayların yenilenmesi,
ayrı ayrı zamanlarda vuku bulması münasebetiyle âyetleri indirmektir. Her
hadise başgösterince, ona cevab olarak Kur'an âyetleri inmiştir. Binaenaleyh
Cenabı Hak onlara o hadiseye uygun hükümlerini açıklamış oluyordu. Bunun
hikmeti önce Re-sûlüllaha yöneltilen suallere cevap olsun diyedir. İster o
sualler Resû-lüllah'm peygamberliğini gerçek manada anlamak için sorulsun, isterse
onu yanıltmak için sorulsun. Bu suallere cevab olsun diye zaman zaman parça
parça, âyet âyet, ve sûre sûre Kur'an nazil olmuştur. Misal olarak şu âyetleri
gösterebiliriz:
«Senden ruh hakkında
sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrinden-dir. Size ilimden çok az bir şey
verilmiştir.» (El İsra: 85).
«Sana Zülkarneyn
hakkında sorarlar! De ki: Size ona dair bir haber anlatacağım. Onu yeryüzünde
kuvvet ve kudretle iktidar sahibi yaptık. Ve ona her şeyden bir sebeb verdik. O
da sebeblerden birine tâbi oldu.» (Kehi: 83-84).
Bu gibi sualler Resulü
Ekrem'i susturmak için sorulan suallerdi. Bir de gerçeği anlamak için sorulan
suallere dair bir misal verelim:
«Neyi nafaka olarak
vereceklerini senden sorarlar. De ki: Baba ve anaya, akrabaya, yetimlere,
fakirlere ve yolculara istediğinizi infak ediniz. İşlediğiniz her hayrı Allah
bilir.» (El Bakara: 215).
«Olur ki, dünya
hususunda, âhiret işlerinde de iyice düşünürsünüz. Ve senden yetimler hakkında
sorarlar. De ki:
Onların durumlarını
ıslah hayırdır. Onlarla yaşamanız ve münasebetlerinizde onların kardeşleriniz
olduğunu düşününüz.» (El Bakara: 220).
Şüphesiz ki, bu
sualler Resulü Ekrem'e değişik zamanlarda sorulurdu. Onlar durmadan suale
devam ederlerdi. Cevabın da o vakitlerde, yani değişik zamanlarda inmesi en
uygunuydu. Bir de, hadiseleri tam zamanında beyan etmek, onlar hakkında
Allah'ın hükmünü bildirmek gayesi güdülüyordu... Hadiselerin hepsi bir zamanda
olmuyordu. Çeşitli zaman ve değişik vakitlerde oluyordu. Öyleyse Cenabı Hak o
hadiseleri değişik zamanlarda indirdiği âyetlerle cevaplandırırdı. Bunun
Kur'an'da birçok misali vardır. Fakat numune olarak Nur sûresinden şu âyeti
alalım:
«O iftira haberini
getirenler içinizden bir zümredir. Bu iftirayı sizin için bir kötülük
sanmayın. Bilâkis o hakkınızda bir hayırdır. Onların her birine kendi
kazandığı kadar günah vardır. Onlardan günahın büyüğünü yüklenen için büyük bir
azab vardır.» (En Nur: 11).
Bu âyetten başlayarak
10. âyete kadar olan âyetler kâinatın en korkunç hâdiselerinden birisi olan bir
olay hakkında nazil olmuştur. Müminlerin annesi ve Resulü Ekrem'in değerli eşi
Aişe validemiz itham edilmişti. Cenabı Hak bu âyetleri indirerek bu meseleyi
hallu-fasl etmiştir. Burada bir çok sosyal dersler vardır. Durmadan insanlar
için okunur. Kıyamete kadar da okunacak. Tahir ve Resûlüllah'a eş olacak kadar
Cenabı Hak tarafından yüceltilmiş validemizin beraetini ilân ve tescil
edecektir!... Bu misallerden birisi de «El Mücadele» sûresinin başındaki
âyettir:
«Kocası hakkında
seninle mücadele eden ve Allah'a şikâyet etmekte olan kadının sözlerini Allah
işitti. Allah sizin konuşmanızı zaten işitiyordu. Muhakkak ki Allah
işiticidir, görücüdür.» (El Mücadele: 1).
Bu âyet ile onu
takibeden ikinci ve üçüncü âyetler Sa'lebe kızı Havle, Resulü Ekrem'e şikâyete
geldiği zaman indiler. Havle:
— Kocam, Es Samit oğlu Evs, benden muzaheret
etmiştir. Yani zihar yemini yapmıştır.
Resulü Ekrem:
— Sen boşanmışsın! dedi.
O da Resulü Ekrem'e:
— Benimle beraber küçük çocuklar vardır. Eğer
onları Evs'e teslim edersem zayi olacaklardır. Eğer kendimle beraber
götürürsem açlıktan öleceklerdir, diye mücadele etti.
Cenabı Hak, bu
hadiseyi izah etmek için bu âyetleri nazil etmiştir.
Üçüncü hikmet:
Âyetlerin parça parça gelmesinin üçüncü nedeni, müslümanlann yanlışlıklarını
tashih etmek, veonlan hatadan sevaba irşad etmektir. Bu yanlışlıklar ve hatalar
hep bir zamanda değil değişik zamanlarda olduğu için değişik zamanlarda
âyetler nazil olurdu. İstersen Al-i İmran sûresinin şu âyetini oku:
«Hani sen müminlere
harb için yer hazırlamak üzere erkenden ailenden ayrılmıştın. Allah Semiidir,
Alim'dir. Sizden iki zümre, velileri ve yardımcıları Allah olduğu halde
bozgunluğa meylettiler. Müminler Allah'a tevekkül etsinler.» (Al-i İmran:
121-122 ve devamı).
Evet, bütün bu âyetler
Uhud savaşı hakkında nazil olmuştur. Müslümanları bu korkunç savaşta v ebu
darlıktaki yerlerinde yapmış oldukları hatalarını irşad etmek dersi vardır bu
âyetlerde... Ve bunun benzeri Kur'an'da çoktur. Bir de Allah'ın düşmanı olan
münafıkların hallerini keşfetmek, Resulü Ekrem ve müminlerin gözünün Önündeki
perdelerini yırtıp iç âlemlerini onlara göstermek ve onlardan hazer etmelerini
teinin etmek ve şerlerinden emin olmayı elde etmek için âyetler zaman zaman
nazil olunur. İsterseniz bu hususta şu âyeti beraberce inceleyelim:
«İman etmedikleri
halde «biz iman etlik» diyen insanlar vardır. «Allah'a ve âhiret gününe
inandık» diyenler vardır. Allah'ı ve iman edenleri güya aldatırlar. Halbuki
onlar kendilerini aldatır ve bunun da farkında değildirler.» (El Bakara: 8-9 ve
devamı).
Bu onüç âyeti celîle
münafıkları rezil etmek için inen âyetlerdir. Nitekim Cenabı Hak, «Et Tevbe»
süresindeki âyetlerde de onları rezil etmiştir. Ve nitekim Kur'an çeşitli
münasebetlerde münafıkların çirkin yüzlerini örten perdeleri kaldırmıştır. Ve
böylece münafıklar da belirlenmiş olmuşlardır.
Dördüncü hikmet:
Kur'an'm kaynağına, yani Kur'an'm sadece Allah'ın kelâmı olduğuna insanları
irşad etmektir. Ne Hz. Muham-med'e ve ne de herhangi bir kimseye Kur'an gibi
bir kelâm getirmenin mümkün olmadığına insanların dikkatini çekmektir. Bunun
izahı şöyledir: Kur'an'ı başından sonuna kadar okuyorsunuz. Görüyorsunuz ki,
serdedilmesi yıkılmaz bir şekilde, tertibi ince, ruhu metin, âyetlerin bitişmesi
kuvvetli, bir kısmı diğerine sarılmış, değişik âyetler ve sûreler değişik
cümleler olduğu halde birbirleriyle münasebetdardır. İcazın kanı hepsinde var.
«EH£»inden «Ya»sma kadar muciz bir şekilde ter-tib edilmiştir. Parçalan
arasında kopukluk göremezsin. Terslik ve zıtlaşma yok. Sanki eritilip kalıba
dökülmüş altm bir halkadır. Sanki bitişik bir gerdanlıktır. Gözleri kamaştıran
bir mücevher gerdanlık... Harfler ve kelimeleri tanzim edilmiş, cümleler ve
âyetleri yeknesak, sonları başlangıçlarına uygun olarak gelmiştir. Başlangıcı
sonuna mü-nasib olarak başlamıştır. «(Elif, Lam, Râ) bu âyetleri muhkem.. Sonra
ihtiyaca göre tefsil olunmuş, Adil, galib ve hâkim olan Allah tarafından
gönderilmiş bir kitabtır.» (Hud: 1).
[14]
Vahyin şer'i dilde
manası şudur: Cenabı Hakkın kullan arasından seçmiş olduğu bir kuluna bildirmek
istediği hidayet ve ilmin çeşitleri-
ni göndermektir. Fakat
bu gönderme gizli bir yolla olur. Beşerin adeti olmayan bir yolla... Bunun için
vahyin çeşitleri vardır. Hz. Musa ile konuştuğu gibi... Bazan Cenabı Hak direkt
kuluyla konuşur. Bazan ilham yoluyla oluyor. Yani Allah seçmiş olduğu kulunun
kalbine zaruri ilimden bir yön üzere ilham atar. Kul onu asla uzaklaştıramaz
ve onda şüphe de edemez. Vahyi bazan doğru bir rüya olur. Bu rüya, gecenin
gidip gündüzün gelmesi gibi açık ve seçik bir şekilde meydana gelir. Bazan
vahyin «Emini)) Cebrail vasıtasıyla oluyor. Cebrail kerim bir melektir. Kuvvet
sahibidir. Arş sahibinin katında mekindir. Orada itaat olunur ve emindir. İşte
bu çeşit vahyi, vahyin en meşhuru ve en fazlasıdır. Kur'an'ın vahyi tamamen bu
kabildendir. «Vahyi-celî» denildiğinde, bu tür vahy kastediliyor. Cenabı Hak,
«Eş-Şuara» sûresinde buyurmuştur:
«Onu Ruh-ul Emin
indirdi. Halkı azabla korkutanlardan olasın diye onu senin kalbine indirdi.
Açık arapça bir dil ile indirmiştir. Gerçekte o evvellerin kitablannda da
vardır.» (Eş Şuara: 193-196),
Vahy meleği de çeşitli
uslûblerle iniyordu. Bazan meleklik ve hakiki suretinde Resûlüllaha iniyordu.
Bazan insan suretinde Resûlül-lah'a görünüyor ve Resûlüllah'ın yanında hazır
olanlar da onu görür ve sözlerini dinlerler. Bazan gizlice Resûlüllah'ın
üzerine iniyor ve görünmüyordu. Fakat Resûlüllah'taki değişiklik ve uykuda
olan bir insandan gelen ses gibi ses çıkarması vahyin inişini haber veriyordu.
Re-sûlüllah bir zaman, sanki bayılıyormuş gibi, bir gaybubete dalıyor. Halbuki
baygınlık diye birşey yoktu. Ondan sonra ayılyor, aldığını vahyin kâtiblerine
yazdırıyordu. Resûlüllah'ın bu dalgınlığı, ruhanî meleğin mülakatında istiğrak,
beşeri ve normal halinden uzaklaşmak-dı. Bu durum, cisim üzerinde tesir
yapardı. Bunun için Resûlüllah'tan ses çıkar ve cismi pek ağır bir hale
gelirdi. Bazan en şiddetli soğuk olduğu halde mübarek alnından ter dökerdi.
Bazan da vahyi Resulü Ekrem'in üzerine çıngırağın sesi gibi inerdi. Nasıl ki
çıngırak sallandığı zaman dinleyenin kulağında bir ses oluyorsa, vahy da o
şekilde geliyordu. Bu, vahyin çeşitlerinden en şiddetlisi idi. Bazan da
Resûlüllah'ın yanınla olanlar, Resulü Ekrem'in mübarek yüzünün yanında annın
sesine benzer bir ses, bir vızıltı duyarlardı. Fakat hiçbir konuşmayı anlamazlar
ve denilenin farkında olmazlardı. Resûrüllah'a gelince, o dinler, ezberler ve
iki kere iki dört edercesine bilir ki bu Allah'ın vahyidir. Bunda herhangi bir
iltibas ve şüphe kalmazdı. Vahy bittikten sonra kendisine vahyedilenin kalbinde
hazır olduğunu bulur ve hafızasında nakşedilmiş olduğunu görürdü. Sanki bir
kâğıda yazılmış gibi idi. Vahyin bu çeşitlerine dair deliller, Kur'an ve
Hadis'te çoktur. Misal olarak şu âyetle iktifa edelim:
«O nevasından
söylemez. O, [konuşması] kendisine Allah tarafından vahyolunan bir vahiydir.»
(En Necm: 3-4).
Buhari tarafından Aişe
validemizden rivayet edilen şu hadis te
bunun misallerinden biridir:
«Haris bin Hişam
Resûlüllah'tan sordu:
— Ey Allah'ın Resulü!
Sana vahy ne şekilde geliyor?
Resûlüllah cevaben
dedi ki:
— Bazan çıngırak sesi gibi geliyor. Bu benim
için vahyin en şid-detlisidir. Bu ses
sustuktan sonra söylenenlerin hepsini
ezberlediğimi görüyorum. Bazan melek bana bir kişi şeklinde görünüyor.
Konuşuyor. Onun konuştuğunu hissediyorum. Aişe validemiz diyor ki:
— Resûlüllahı gördüm, çok soğuk bir günde
vahyin üzerine indiği zaman... Vahiy bittikten sonra bakıyordum ki, mübarek alnında ter buram buram akıyordu.»
[15]
Vahyin düşmanları,
Allah'ın sistemine iman etmiyenler ancak denemiş oldukları yoldan akla iman
ederler. Ancak ıstılahlarında yeni dedikleri ilme inanırlar. O ilim, kesin
marifetlerden bir parçadır. Onu yeni araştırma düsturları meydana getirmiştir.
Bunlar ancak «Hissin» yani duyular kapsamına giren bir şeyi itiraf ederler.
Sadece aklî ve ruhî olan bir şeyi kabul etmezler. Böylece nefislerini madde
zindanında hapsetmişler, maddenin Ötesini yani metafiziği uzun devir ve
zamanlar inkâr edip durdular. En uzak hududlara kadar şüpheye daldılar.
İlahiyat, peygamberlik ve vahy hakkında daima hafife alıcı sözler söylediler.
Cahiliyyetin en zâlim devirlerinde bile varılmayan hududa vardılar. Fakat ilim
kayası onların alınlarına çarpmasaydı
bu inkârdan vazgeçmezlerdi. Evet ilim aşılmaz bir kaya gibi önlerine çıktı,
alınları ilim kayasına çarptıktan sonra uyandılar ve vahyin mümkün olduğuna
inanmaya başladılar.
Bu ilmî ve uyarıcı
delillerden birisi Hipnotizmadır. Milâdın 18. yüzyılında Alman doktor Mısmer
tarafından keşfedilmiştir
[16] Bu
doktor ve talebeleri tam bir asırlık zaman içerisinde bu ilmî delili ispata ve
alimleri bunu itirafa mecbur etmeye çalışmışlardır. Sonunda ilmen delil olması
kabul edilmiştir. Ve bu da yüzbinlerce defa denendikten sonra olmuştur.
Hipnotizma vasıtasıyla şu hakikatlan ispat etmişlerdir:
1- İnsanın
bâtın bir aklı vardır. Bu akü, adet aklından çok üstündür.
2- İnsan
hipnotizma edildiği halde görür, dinler, uzak mesafelerden. Perde arkasını
okur. Gelecekte olanlardan haber verir.
Oysa haber verdiği nesneler için iç âleminde az bir alâmet ve emare dahi
yoktur.
3-
Hipnotizmanın birçok dereceleri vardır, biri diğerinden üstündür. Bu
dereceleri insan geçtikçe bâtın aklı da artar durur.
4- İnsan
bazan öyle bir dereceye varır ki, bu derecede muteves-silin yani elçilik
yapanın ruhu cesedinden çıkıyor. Görülmeksizin onun yanında yer alır. Cesede bakıyorsun ölü gibidir. Eğer ruh ile cisim arasındaki gizli ilgi
olmasaydı belki de düşerdi.
5- Bunun
arkasında ruhun varlığını ispat etmişlerdir.
6- Ruh
tamamen cesedden müstakildir hakikatına varmışlardır.
7- Ruh
cesedin yok olmasıyla yok olmaz hakikatina varmışlardır.
8- Ruh
maddeden sıyrıldığı takdirde daha önceki ruhlarla ittisal edebilir hakikatına
varmışlardır ve daha nice şeyleri bu vasıta ile tesbit etmişlerdir. Biz onların
tesbit ettiklerini teslim ediyor ve vardır diyoruz. Fakat onların bütün dediklerini tasdik
etmiyoruz. Bu ilmin batı dünyasında birçok yardımcıları vardır. Bu ilim için
tesis edilmiş müesseseler, bu hususta yazılmış kitablar, bu ilim için inşa
edilmiş hastaneler vardır. Halk ruhî tedavileri oralarda görmeğe gidiyor. Bu
ilmin hakkında derin derin gitmek, tarihini belirtmek, deneylerini ortaya
sermek, faidelerinden bahsetmek bizim konumuz değildir. Fakat mücmel bir fikir
vermek istiyoruz. Bu fikir sana Cenabı Hak bu asırda nice apaçık âyetleri,
hangi hududa kadar getirmiştir. Hem de metafiziği inkâr eden tabiatçıların
eliyle. Bu tabiatçılar bu sayede Allah'tan gelen bir nimet ile inkârdan
vazgeçmişler ve metafiziği ispata yanaşmışlardır. Bunlar Cenabı Hakkın şu
âyetinin tezahürü olsa gerektir:
«Biz onlara a fakta ve
kendi nefislerinde âyetlerimizi yakında göstereceğiz. Kur'an'm hak olduğu
apaçık ortaya çıkacaktır. Sana Bab-binin her şeye şahid olması yetmez mi?»
(Fussilet: 53 ve diğer âyetleri).
Denemelerle sabit
olmuştur ki, hipnotizmacı hipnotizma etmiş olduğu adamın nefsinden istediğini
silebilir, ismini silebilir. Ona başka bir isim takabilir. Onu ikna edebilir.
Hatta dinî akidelerini bile silebilir. Fakat dinî akideleri silen bir
hiptonizmacı, hipnotizma edilmiş adam gibi, dinden çıkacağına dikkat etmelidir.
Cenabı Hak bizi hak yoldan ayırmasın. İşte bu hiptonizma ile yani bu ilmî yol
ile vahyi inkâr edenler biraz yaklaşmışlardır. Hipnotizma olayında olduğu gibi,
bir mahlûk diğer bir mahlûkun nefsinde tesir etmeye kadir olduktan sonra
Kâinatın sahibi Meleğin vasıtasıyla Hz. Muhammed'in nefsinde tesir edemez
iddiası hangi akıl ve hangi vicdan tarafından kabul edilir?
İkinci delil; telefon,
telsiz, mikrofon ve radyo gibi araçlardır. İnsan bu âletler, bu araçlar
vasıtasıyla uzak memleketlerde, dünyanın öbür ucunda bulunan kimselerle
konuşabilir, istediğini ona anlatabilir. Bu maddî acaiblikler bu işleri
yaptıktan sonra acaba kudret-i mutlaka sahibi olan Allah vahy yoluyla
maksudunu anlatmaktan aciz olabilir mi?
Üçüncü delil; ilim,
cansız nesneleri çeşitli ses ve nağmelerle Kur'-an, türkü, şarkı ve
konuşmalarla doldurmaya kadir olmuştur. Fonograf ve kasetler gibi. Acaba buna
ilim muktedir olur da kadr-i mutlak, melek vasıtasıyla veya vasıtasız bir
şekilde kullarının arasında saf ve berrak nefislere sahib olan bazı kimselerin
kalbini mukaddes kelâmla doldurup onu halka hidayet rehberi yapmaya kadir değil
midir?
Dördüncü delil;
dünyamızın bazı hayvanlarında görüyoruz ki, düşünce neticesinde bile yapılması
pek zor olan nizamlı ve intizamlı işler yapıyor. Bu da bize kesin bir kanaat
veriyor ki, bu iş, o hayvandan değil, yüksek bir iradeden geliyor. O irade ona
o şekilde vahyediyor, ilham ediyor, o da o acaiblikleri yapıyor. Arı ve
karıncalar gibi hayvanlar misal olarak verilebilir. Madem ki hayvan âleminde
bu olmuştur acaba insan âleminde bunun olması daha güzel değil midir? Çünkü
insanların en yüce ufukla, irtibat kurması bakımından daha musa-id olduğu
ortadadır.
Beşinci delil «abkariyye»
denilen haldir.
Bu hali, «eflatun» şöyle
tarif etmiştir: «abkariyye ilâhî bir haldir. Beşeriyet için yüce ilhamlar
doğurduğunu meydana getirir.»
Biz bu hale süperlilik
deriz. Olağan üstü bir haldir. Allah dilediği kuluna ihsan eder. Vahyi
hususunda şaşkın duranları dosdoğru yola getiren ve gerçeğe hidayet eden bir
haldir abkariyyet.
Felsefeciler abkariyye
yüce bir haldir. Aklın orada hiçbir dahli yoktur» derler. Tabiatçılar
«Abkariyye tabiattan gelen bir halledir. Okumak ve düşünmekle elde edilmez»
derler.
Altıncı delil: Yeni
ilim kabul ediyor ki, bazı insanların ruhanî bir tarzda görünmeleri müşahede
edilmiştir. Bu, alimlerin rüyalarında bile oluşmasını tahmin etmedikleri bir
hârikadır. Halbuki bu harikayı meydana getiren ve kendisinde bu harika görünen
belki bunun farkında bile değildir. Hem bu harikayı hisse dayanır herhangi bir
maddi nedenle nedenlendirmesi de mümkün değildir. Bu görünürleri denediler.
Yeryüzünün en büyük sihirbazlarını bunu görmek için celbedip getirdiler. Fakat
sihirbazlar, bunun «SİHİR» olmadığına, ancak ruhanî hadiseler olduğuna şahidlik
edip, meharet ve el çabukluğunun bunda hiç dahli yoktur dediler.
[17]
İlmî delilerden vahyin
mümkün olduğunu anladın. Şimdi sana aklî delili arzedelim: «Vahyin oluşunu sâdık ve mâşum olan Hz. Muhammed
(S.A.V.) haber vermiştir. Her ne ki sâdık ve masum zat onun oluşundan haber
verirse o hak ve sabittir. Öyleyse vahy de hak ve sabittir.»
Resulü Ekrem'in vahyin
olacağını haber vermesinin delili, Kur'an ve sünnettir. «Sâdık ve masumun her
söylediği oluyor» cümlesinin delili ise, sıdk ve ismetin muktezasıdır. Yani
doğruluk ve masumluk bunu ister. Hz. Muhammed'in sâdık ve masum olmasına delili
ise, onun elindeki Kur'an ve diğer mucizelerdir. Bu mucizeleri sanki Cenabı
Hak (C.C.) tecelli etmiş ve kullarına:
«Benim kulum Muhammed
(S.A.V.) dinden getirip size tebliğ ettiği herşeyinde doğru söylüyor. Çünkü
onları ben ona vahyettim!» demiştir, yerindedir.
[18]
Bu bahis tevkifidir.
Yani Resulü Ekrem'den nasıl işitilmişse, öylece durdurulur ve yorum yapılmaz.
Burada aklın herhangi bir çalışma imkânı da yok. Ancak akıl mevcut deliller
arasında tercih yapabilir veya zahirdeki çelişkileri defetmeye çalışabilir. İlk
ve son nazil olan âyetlerin bilinmesinde birçok faideler vardır. Bunlardan
birincisi; «na-sih» «mensuh» ten ayırd edilmiş oluyor. İkincisi ise teşrii
İslâmîn tarihi bilinmiş oluyor. Onun tedrici seyri murakabe edilmiş oluyor. Ve
bunun arkasında îslâmın hikmet ve siyasetine akü vâsıl oluyor. Bir de Kur'an'ı
Kerime verilen ehemmiyet ve inayetin vardığı derece ve noktayı belirtmek
faydası burada vardır. Öyle ki Kur'an'da Mekke devrinde inenle Medine devrinde
inen, seferde inen ile hazerde İnen bilindiği gibi ilk inen âyetle son inen
âyette bilinmiştir. Şüphe yoktur ki bunların bilinmesi, insanın müslümanlığa
güvenmesini daha da artırır. Kur'an'ın tağyir ve tebdilden salim kaldığının
delili olur. Nitekim Cenabı Hak (C.C.) Kur'an'ında «Allah'ın kelimelerini
değiştirmek yok. İşte bu değiştirmemek en büyük zaferdir» (Yunus: 64) buyurdu.
İlk nazil olan âyet
hakkında dört görüş vardır:
Birincisi; tkra
sûresinin «insana bilmediğini bildirdi, öğretti» âyetine kadar olan kısımdır.
En doğru görüş de budur. Zira, Buharî bu hususta Aişe validemizden şu hadisi
rivayet ediyor:
«Peygambere ilk gelen
vahy, uykudaki sâlih rüyalardır. Cenabı Peygamberin gördüğü rüya, sabahın
geceden ayrılması gibi vukubu-lurdu. Sonra Resûlüîlah'a uzlet, (yani
insanlardan uzak yaşamak) sevdirildi. Cenabı Peygamber Hirâ mağarasına
gidiyor. Aile efradına gelmeden birkaç gece orada ibadet ediyordu. Bunun için
azıklarını alıyordu. Azığı bittikten sonra Hz. Hatice'ye gelip yine onun
benzeri, yani oradaki bekleyişin benzeri için azık alır giderdi. Böylece vahy
gelinceye kadar devam etti. [Resûlüllah Hira mağarasında iken vahy geldi.]
Melek Resûlüllaha geldi: Bu durumu Resûlüllah şöyle anlatır: «Melek:
— Oku! dedi.
— Ben okuyucu değilim
ki! dedim. Bunun üzerine Melek beni tutup, bağrına bastı. Son takatıma, yani dayanabileceğim son noktaya geldikten
sonra beni bıraktı. Ve dedi:
— Oku!
Ben cevap verdim:
— Ben okumuş değilim!
Tekrardan melek beni
ikinci kez tuttu, dayanacağım son noktaya kadar beni sıktı. Sonra beni bıraktı
ve dedi ki:
— Oku! Dedim ki:
— Ben okumuş değilim!
Üçüncü kez beni tuttu
ve sıktı. Sonra beni bıraktı ve buyurdu:
— Rabbinin ismiyle
oku! O rab ki yarattı. İnsanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Senin Rabbin en
keremlidir.» (Alak, 1-2).
Bazı rivayetlerde
«bilmediğini insana Öğretti» âyetine varıncaya kadar okudu. Resûlüllah bu
âyetleri alıp Hatice validemize döndü. Kalbi titriyordu. El-Hakim
«Mustedrek»incle, El-Beyhaki «Delâl»inde Aişe validemizden rivayet ettiler:
— Kur'an'm ilk inen
sûresi Âlak süresidir.»
Et-Tebarani «Kebir»
inde Ebu Rica el-Atarani'den rivayet ederek şu hadisi getirdi:
«Ebu Musa bizi
okutuyordu. Biz halka halinde oturuyorduk. Onun sırtında iki beyaz elbise
vardı, «tkra' bismi Rabbike» âyetini okuduğu zaman «Bu, Hz. Muhammed'in üzerine
inen ilk sûredir» diyordu.
Bu hususta daha başka
eserler de varid olmuştur.'
îkinci görüşe gelince:
Bu görüşe göre ilk inen sûre «El Mudessir» süresidir. Bunlar Müslim ve
Buharî'nin Ebu Seleme bin Afadurrah-man bin Avf'ten rivayet ettiği hadisle
istidlal etmişlerdir:
Kaab bin Abdullah'tan
sordum:
— Kur'an'm hangi sûresi ilk indi? Dedi ki:
— El Mudessir sûresi.
Ben:
— Yoksa Âlak sûresi
mi? diye sordum. Dedi ki:
— Ben size Resûlüllah'ın bize söylediğini
söylüyorum. Resûlüllah buyurdu:
— «Hira mağarasında
bulunuyordum. Zamanım bittiği sırada indim.
Vadinin tam ortasına gelmiştim.
Çağrıldım. Önüme baktım, arkama
baktım, sağıma baktım, soluma baktım. Sonra göklere baktım. Gördüm ki, o, yani
Cebrail, yer ile gök arasında bir Kürsinin üzerinde oturmuştur. Beni bir
sarsıntı tuttu. Hatice'ye geldim. Onlara: «Beni örtmelerini» söyledim. Bunun
üzerine Cenabı Hak:
«Ey örtünen! Kalk ve
korkut» (El-Muddesir: 1) âyetini gönderdi.»
Fakat bu rivayet, bu
sûrenin ilk inen sûresi olduğunun tam delili olamaz. Çünkü mümkündür ki
Resûlü-Ekrem vahyi aldıktan sonra mağaradan inmiş, ikinci kez Cebraili görmüş
ve bu hadise başından geçmiş, evine gelip örtünmüş ve örtündükten sonra da bu
âyet nazil olmuştur. Zaten Müslim ve Buharî'nin Ebu Seleme'den onun da
Ca-bir'den rivayet ettiği ikinci bir rivayet te bunun söylediğimiz tarzda
olduğunu desteklemektedir. Şöyle ki:
«Ben yürüyordum.
Ansızın gökten bir ses geldi. Gözümü kaldırıp gök tarafına baktım. Gördüm ki
bana Hira'da gelen melek... Yer ile gök arasında bir kürsinin üzerinde oturmuş.
Ben yere temas edinceye kadar diz çöktüm. Bundan sonra aile efradıma geldim.
Beni örtünüz, beni örtünüz, dedim. Sonra Cenabı Hak:
— «Ey örtünen!
Kalk ve korkut. Rabbine tekbir getir.Elbiseni temizle. Necasete gelince...
Ondan da uzaklaş!» (El-Muddesir: 1-5).
Necasetten maksat
«putlaradır. Yani onlardan uzak dur. Cenabı Peygamber (S.A.S.) «yere temas
edinceye kadar diz üstü çöktüm» dedi. Yani mübarek cismi ağırlaştı, korku ve
dehşetten dolayı yere çöktü. Cabir'in «Kur'an'ın ilk nazil olan sûresi
El-Mudessir» süresidir» dediği bu rivayetin zahirinden de anlaşılacağı üzere
Resûlüllah'ın hadiseyi anlatmasına istinad ediyor. Resûlüllah daha önce
Meleğin kendisine geldiğini ve vahyi getirdiğini söyledikten sonra mağaradan
inip evine gelirken ikincih adise ile karşılaştığını anlatırken, Cabir dinlemiş,
hadisenin başını ise işitmemiş, sadece orta kısmını işitmiştir. Ve bundan
dolayı da böyle söylemiştir.
Üçüncü görüş, «Fatiha
sûresi ilk inen sûredir» diyor. Bu görüşün sahibleri de «El-Beyhaki'nin «El
Delaibde EbiMeysere Ömer bin Şe-rahbil'den rivayet ettiği hadistir. «Resûlüllah
Hz. Hatice'ye: «Ben tek başıma mağarada bulunuyordum. Bir ses işittim. Yemin
ederim Allah'a ki, nefsim için korktum ki bu bir enir olsun. Bir hadise
olsun!» Hatice o zaman: «Allah'a sığınıyorum. Cenabı Hak senin basma kötü bir
hadise getirmez. Gerçekten sen emaneti yerine getirensin, silayi rahm yapansın.
Doğru konuşansın.» dedi. Bu olaydan sonra Ebu Bekir Sıddîk Resûlüllah'ın evine
geldiğinde Hz. Hatice Resûlüllah'ın başından geçeni Ebu Bekr'e nakletti. Ve:
«Ey Eba Bekir!
Muhammed'Ie beraber Varaka'ya git.» dedi.
Ebu Bekir Sıddîk,
Resulü Ekrem'le beraber Varaka'ya gittiler ve hadiseyi kendisine söylediler.
Resûlüllah Varaka'ya şöyle dedi:
— Tek başıma mağaraya
girdiğim zaman arkamda bir ses işittim:
— Ey Muhammedi Ey
Muhammedi
diyordu. Ve sahraya
düşüp koştum!» Varaka, Resûlüllah'a:
«Sakın bunu yapma! O
sana geldiği zaman sebat göster. Onun dediğini dinleyinceye kadar. Sonra bana
gel, haber getir!» dedi.
Resulü Ekrem mağaraya
sığındığı zaman yine ses geldi:
«Ey Muhammedi De ki: Bismillahirrahmanirrahiym. Elhamdu
Lillahi Rabbil
Alemin.» [Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle. Hamd
âlemlerin Rabbine
mahsustur.]
Ve sûre «veleddalin»e
kadar devam etti» dedi.
Fakat bu hadis, bu
sûrenin ilk inen sûre olduğuna delil olamaz. Zira bu rivayetten anlaşılmıyor
ki, bu sûre nübüvvetin fecrinde, vahyin ilk gelişinde ve Hira mağarasında ilk
işidilen sûredir. Ancak anlaşılıyor ki, bu hadise vahy başladıktan sonra'
olmuştur. Resulü Ekrem önce Hz. Hatice
ile Varaka'ya gitmiş, ikinci kez Hz. Ebu Bekir'le gitmiş ve bu hadise ondan
sonra olmuştur. Birkaç defa arkasından ses işitmiş, Varaka bu sesleri işittiği
zaman «Sebat göster, sana ne dediğini dinle» dedikten sonra olmuştur. Biz bu
husustan bahsetmiyoruz. Kur'an'ın mutlak şekilde ilk gelen sûresinden
bahsediyoruz. Bir de, Cabir'in bu hadisi, hadisi «Mursebdir. Sahabi onun
senedinden sakıt olmuştur. Vahyin başlangıcı hakkındaki Buharî'nin Hz. Aişe'den
rivayet buyurduğu hadisle muaraza edemez. Çünkü Buharî'nin hadisi «Merfu»dur.
Binaenaleyh üçüncü görüş tamamen iptal olmuş oluyor. Dördüncü görüşe gelince;
Kur'an'ın ilk inen âyeti «Bismülahirrahrna-nirrahiym»dir. Bu görüşü
savunanların delili «El Vahidi»nin (fikrime» den, Hasan'dan rivayet ettiği
hadistir. Kur'an'ın ilk inen kısmı «Bis-millahirrahmanirrahiym» ile «El-Âlak»
sûresinin evvelidir. Bu şekildeki istidlal merduttur. Zira bu hadis
«Mursel»dir. Hadis-i «Merfu» ile muaraza edemez. İkincisi, besmele zaten tabii
olarak her sûrenin başında iniyor. Ancak istisna edilen sûre hariçdir.
Binaenaleyh besmele sûrenin ilk inen kısmıyla beraber inmiştir. O daha önce
indi denilemez. Yani başlıbaşına daha önce indi şeklinde bir görüş olamaz.
[19]
Kur'an'ın mutlak
manada en son inen âyeti «O günün dehşetinden sakınınız ki o günde Allah'a
dönüştürülmüş olursunuz. Sonra her nefis kesbettiğinin karşılığım görür. Tamı
tamına alır ve onlara zulmedilmez» (El-Bakara: 281) âyetidir. En Nesei, îkrime
tarikiyle İbni Abbas'tan rivayet etmiştir. İbni Ebi Hatem de aynı şekilde şu
rivayeti yapmıştır:
«Kur'an'ın en son
ineni «vetteku yevmen» âyetidir. Resulü Ekrem bu âyetin inişinden sonra dokuz
gece yaşadı. «Rebiülevvel aynıdan iki gece geçtikten sonra vefat etti.»
İkinci görüş,
Kur'an'ın en son inen âyeti, «El-Bakara» sûresinin iki yüz yetmiş sekizinci
âyetidir:
«Ey Allah'a iman
edenler! Allah'ın azabından korkunuz. Ribadan geri kalanı bırakınız. Eğer iman
etmiş iseniz.»
Bunu Buharî, İbni
Abbas'tan, Beyhaki de İbni Ömer'den rivayet etmiştir. Üçüncü görüş, Kur'an'ın
en son inen âyeti «borç» âyetidir.
«Ey iman edenler!
Birbirinize belli bir zamana kadar bir borç verdiğinizde onu yazınız...»
(El-Bakara: 282).
Hadisi, İbni Cerir,
Said bin Museyyeb'den rivayet etmiştir. «Kur'-an'ı Kerim'in en son arş'tan
ayrılan âyeti riba ve borç ayetleridir.i>
diyen Ebu Ubeyde, El
Dedail'de İbni Şahab'tan rivayet etti. Bu hususta ulema ihtilâfa düşmüştür.
Her biri bir esere istinad etmiştir. Burada Resulü Ekrem'den gelen «Merfu» bir
hadis yoktur. İşte olmadığından dolayı da böyle şüpheler ileri sürülmüştür ve
ihtilâf çoğalmıştır. Fakat bütün bu görüşleri birleştirme imkânı vardır.
Suyuti, El İtkan',-da şöyle diyor:
«Bu âyetler mushafta
olduğu gibi, bir defada inmişlerdir. Çünkü' hepsi bir konu hakkındadırlar. Bu
rivayetleri getiren her bir âlim, bu konunun bir parçasını almış, «Bu en son
inen âyettir» demiştir. Rivayetleri şahindir. Fakat hepsi bir defa, bir konuda
inmişlerdir.»
Dördüncü görüş;
Kur'an'ın son inen âyeti, Al-i îmran sûresinin: «Rableri onların isteklerini
kabul etti. Kesinlikle ben sizden, ister erkek olsun ister kadın, herhangi bir
çalışanın çalışmasını zayi etmem.» (Ali-İmran 159.) âyetidir.
Beşinci görüş;
Kur'an'ın en son inen âyeti, «kim ki kasten bir mümini öldürürse onun cezası
cehennemdir. Orada ebedî kalır. Allah ona gazab eder. Allah ona lanet eder ve
onun için büyük bir azab hazırlar.» (En-Nisa: 39)
Altıncı görüş; en son
inen âyet, «senden fetva taleb eder. De ki: Allah, «KELALE» hakkında size fetva
verir.» (En Nisa sûresinin son âyetidir.)
Yedinci görüş; «son inen Maide süresidir» diyor.
Sekizinci görüş, «son
inen Et-Tevbe sûresinin son âyetidir» «Size, nefislerinizden bir peygamber
geldi.»
Dokuzuncu görüş; son
inen Nahl sûresinin son âyetidir. Onuncu görüş; son inen En-Nasr süresidir,
diyor.
Bütün bunların
delilleri, El Itkan ve El Burhan gibi kitablarda zikredilmektedir. O kitablara
müracaat edilsin.
[20]
Kur'an'ı Kerim iki
kısma ayrılır. Bir kısmı, herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın Cenabı Hakkın
katından inmiş, sadece halkın hidayeti içindir. Bu kısım Kur'an'm çoğunu
teşkil ediyor. Bu kısmın inişi hakkında herhangi bir araştırma ve beyana
ihtiyaç yoktur. İkinci bir kısım vardır ki sebeblerden birine bağlıdır. İşte
biz bundan bahsedeceğiz. Fakat sebeblere bağlı olan bütün âyetleri tek tek
bahis konusu yapma imkânı yoktur. Bu hususta birçok kitablar telif edilmiştir.
Meselâ Buharînin üstadı Ali bin «El-Medini», «El Vahidi», «El Ca'beri», «İbni
Hacer», «Es-Suyuti» bu hususta kitablar yazmışlardır. Meselâ Suyuti'nin
«Lübadun-Nukul fî eshab'in-Nuzul» adlı kitabı meşhurdur.
Bir âyeti celîle veya
bir kaç âyeti celîle bir hadiseden bahsederek veya onun hükmünü beyan edere
kinerlerse, o hadise nüzul (iniş) sebebi oluyor. Resûlülah'm devrinde bir
hadise oluyor ve bir sual peygambere tevcih ediliyor. Bir âyet veya birkaç
âyet nazil oluyor, o hadiseyi aydınlatıyor, o sualin cevabını veriyor. İşte o
hadise, o sual «se-beb-i nüzul» oluyor.
[21]
Esbabı nuzul'ü
bilmenin birçok faidelerİ vardır. Meselâ: Allah'ın bu hadisedeki hikmeti tayin
etmekteki hikmetini bilmek. Ayeti bu sayede anlamak ve âyetteki müşkilât ve
şüpheleri defetmek gibi. «El Vahidi» diyor ki:,
«Âyetin kıssasını yani
sebebini bilmeden âyeti tefsir etmek mümkün değildir.»
Şeyhul-İslâm İbni
Teymiyye:
«Nüzulün sebebini
bilmek, âyetin anlaşılmasına yardımcı olur. Çünkü sebebi bilmek müsebbibi
bilmek demektir.» eliyor.
Buna bir iki misal
verip geçelim:
Birinci Misal :
«Doğu ve batı, her yer
Cenabı Allah'ındır. Hangi tarafa yönelirseniz orası Allah'a ibadet yönüdür.
Şüphesiz ki Allah'ın mağfireti geniştir ve Allah herşeyi bilicidir.»
[El-Bakara: 115] buyurdu.
İşte bu âyet zahiri
ile delâlet eder ki, insan hangi yöne yönelip namaz kılarsa olur. Ve insana
Kabe yönüne yönelmenin vacib olmadığını iş'ar eder. Fakat bu âyet hususî olarak
seferde kılman nafile namazlar hakkında veya içtihadı ile namaz kılıp sonra
yanlış olduğu beyan olunan kimse hakkında nazil olduğu bilindiğinden
anlaşılıyor ki, bu âyetin zahiri manası murad değildir. Maksad sefer
nafilelerinde misafire veya kıble hakkında içtihad edip de namazını kıldıktan
sonra yanlış olduğunu gören bir kimseye kolaylık getirmek içindir.
İbni Ömer'den rivayet
ediliyor: «Bu âyet devenin sırtında hangi yöne giderse gitsin nafile namaz
kılan bir misafirin namazı hakkında nazil olmuştur».
Bazı kimseler; bir
kavim kıblenin hangi tarafta olduğunda şüpheye düştüler. Çeşitli yönlere
yönelip namazlarını eda ettiler. Sabah olduğu zaman baktılar ki, yanlış kıble
tayin etmişler. Bu âyet o zaman nazil oldu ve onları mazur gösterdi» dedi.
İkinci Misal:
Sahih'te rivayet
ediliyor ki, Mervan bin Hakem için şu âyet-i celîle müşkül görüldü: «O
ettikleri fenalıklar asevinen ve yapmadıkları şeyde övülmeyi seven kimseleri de
sakın azabtan kurtulmuş bir yerde sanma. Onlar için çok acıklı bir azab
vardır.» (Al-i tmran: 188). Mervan, eğer herhangi bir kimse verilene sevinip,
yapmadığı bir işten Ötürü de övülmesine seviniyorsa ve bu da azab görmesine
sebeb oluyorsa kesinlikle hepimiz azab göreceğiz. Mervan'ın bu şüphesi devam
etti. Ta ki, İbna Abbas, ona: «Bu âyet ehl-ı kitab hakkında nazil oldu. Resulü
Ekrem onlara birşey sordu. Onlar da Resulü Ekrem'den o sorulanı gizlediler.
Başka birşeyden haber verdiler, güya Resûlüllah'ın sualine cevabı vermişlerdi
bundan ötürü de Resûlüllah'ın kendilerini övmesini istediler. İşte bu âyet o
zaman nazil oldu.» İbni Abbas bunu böyle
beyan edince Mervan'ın şüphesi bertaraf oldu ve Cenabı Haklan Kelâmından neyi
kasdettiğini anladı.
Üçüncü Misal:
Zubeyr oğlu Urve'nin
Safa ile Merve arasında say'etmenin faziletini anlamak isteyip çözemediği şu
âyettir:
«Gerçekten Safa ile
Merve Allah'ın emrettiği haccm alâmetlerin-dendir. Bunun için hac veya umre
kasdiyle kim kâbeyi ziyaret ederse yine Safa ile Merve'yi tavaf etmesinde bir
günah yoktur. Her kim de bir hayr işlerse muhakkak Allah şakirdir, mükâfatım
verir. Alimdir, her şeyi bilir.» (El Bakara: 158).
Urve'nin şüphesi şu
noktadan geliyor: Âyet, Safa ile Merve'yi ziyaret etmeyen bir kimseden günahı
uzaklaştırıyor. Eğer farz olsaydı nasıl günah uzaklaşırdı? Bu şüphesi, halası
Hz. Aişe'den âyetin mânâsını soruncaya kadar devam etti. Hz. Aişe, Urve'ye:
«(Âyet günahı
kaldırıyor. Bunun mânâsı farziyeti kaldırmak değildir. Bunun mânâsı, o gün
insanların zihinlerinde yerleşen «Safa ile Merve arasındaki say cahiliyet
amellerindendir» fikrini kaldırmaktadır. Çünkü Safa'nm üzerinde «İsaf» isimli
put, Merve'nin üzerinde de «Naile» isimli put vardı. Bunların ikisinin arasında
say'etmek müslü-nıanlara ağır geliyordu. Müşrikler, İslâmiyet gelmezden önce,
bu arada sayederken o putlara dokunuyorlar, sürünüyorlardı. İslâm geldiğinde
ve putları kırdığında müslümanlar Safa ile Merve arasında sayet-mekten
sakındılar. Ve âyet-i celîle bunun için nazil oldu.
[22]
Nüzulün sebebini ancak
«nakl-i sahih» a dayanarak biliriz. «El Vahidi», senediyle îbnl Abbas'tan
rivayet etti:
Resûlüllah buyurdu:
«Hadisten kaçınınız.
Ancak bildiğinizi naklediniz. Şüphe yoktur ki, kasten benim kesemden birşey
uyduran ateşteki yerine hazırlansın. Kim ki ilimsiz olarak Kur'an'm üzerine
yalan söylerse ateşteki yerini hazırlasın.»
İşte bundan dolayıdır
ki, nüzul sebeblerinde ancak rivayete ve si-ma'a dayanarak fikir yürütebiliriz.
Binaenaleyh bir sahabiden sebebi nüzul rivayet edilirse, makbuldür. İster onu
destekleyen bir delil olmasa dahi.. Çünkü sahabinin sözü içtihad edilecek
yerde olmadı mı hadisi «Merfu» hükmünü alıyor. Sahabi bunu kendi nefsinden
söyleyemez. Sebeb-i nüzul «Mursel» bir hadisle (yani sahabi senedinden sakıt
olan bir hadisle) rivayet edilirse, onun hükmü kabul edilmemesidir. Ancak
sıhhatli oldu mu, başka bit «Murseble desteklendi mi kabul edilir. Ve ravi
Mucahid İkrime, Said bin Cübeyr gibi sahabelerden tefsir ilmini alan imamlardan
birisi olacaktır.
[23]
Bu, zor bir konudur.
Bu hususta çok âlim konuşmuştur. Bunların konuşmalarını hülasa olarak alacağız.
Lâkin bu konu ancak sahih bir hadisle sabit olur. Kur'an'm yedi harf üzerinde
nazil olduğunu tesbit eden o sahih hadisi sahabelerden Hz. Ömer, Hz. Osman,
Ibni Mes'ud, İbni Abbas, Ebu Hureyre, Ebu Bekr, Ebu Cehm, Ebu Said el-Hudri,
İbni Talha el-Ensari, Ubey bin Kâab, Zeyd bin Erkam, Semurre bin Cündep, Selman
bin Surde, Abdurrahman bin Avf, Amr bin Ebu Seleme, Amr bin As, Muaz bin
Cebel, Hişam bin Hakim, Enes, Huzeyfe, Ebu Eyyub el Ensari'nin hanımı Ümmü
Eyyub rivayet etmişlerdir.
El Hafız Ebu Ya'le
'Mesned-i Kebir'inde şöyle diyor:
Hz. Osman (R.A.), bir
gün minberde Resûlüllah'tan «Kur'an yedi harf üzerine indi, onların hepsi de
şifa verici ve kifayet edicidir.» hadisini dinleyen her kişiye ayağa kalkması
için yemin veriyorum ^edi. Bunun üzerine sahabeler sayılmayacak kadar ayağa
kalktılar, şehadet ettiler ki, Resulü Ekrem: «Kur'an yedi harf üzerine indi. Bu
harflerin hepsi şifa verici ve kifayet edicidir.» dedi.
Bunun üzerine Hz.
Osman (R.A.): «Ben de sizinle beraber bunu Resûlüllah'tan dinlediğime şahidlik
ederim» dedi.
İşte bütün bu
sahabelerin hadisi bu şekilde rivayet etmeleri, hadisin tevatür olduğuna
kanaat getirmiştir. Bu hadisi destekleyen ve manasını açıklayan bazı hadisleri
daha nakledelim;
1 -
Buharî
ve Müslim, sahihlerinde îbni Abbas'tan rivayet ettiler:
«Resulü Ekrem, Cebrail
bana bir harf üzerinde okuttu. Ona müracaat edip daha fazlasını istedikçe o
bana fazlasını öğretiyordu. Ta yedi harfe varıncaya kadar, buyurdu!»
Müslim bu hadisin
sonuna şunu ekliyor:
— İbni Şıhab: «Benim kulağıma geldi ki, bu yedi
harf, her hangi bir helâl ve haramın hususunda
değişmeyen ve bir olan emir huşu şundadır.» dedi.
2 - Buharî ve Müslim rivayet ettiler: [fakat lâfız
Buharî'nindir]: «Hz. Ömer (R.A.) dedi:
Resûlüllah'm hayatında
Hişam bin Hakim'den dinledim. El Für-kan sûresini okuyordu. Okumasına kulak
verdim. Birçok harf üzerinde okuduğunu gördüm. Fakat Resûlüllah (S.A.V.) bana
o, harf leri okut-mamıştı. Nerde ise namaz içinde onun gırtlağına yapışacaktım.
Selâm verinceye kadar bekledim. Sonra yakasından tuttum. Abasını [veya kendi
abamı] boynuna geçirip yanıma çektim:
— Sana bu sureyi kim
okuttu? diye sordum,
— Bana Resûlüllah (S.A.V.) okuttu. Cevabını
verince. Ona:
— Yalan söylüyorsun!
dedikten sonra şunları söyledim:
— Yemin ederim,
Allah'ın Resulü bana bu sûreyi [yani senin okuduğun bu sûreyi] okuttu. [Senin
okuttuğun vecihleri bana öğretmedi deyip] onu çeke çeke Resûlüllah'a getirdim.
Dedim ki:
— Ey Allah'ın Resulü! Ben şu adamdan dinledim.
El Furkan sûresini senin bana okutmadığın harf üzerinde okuyor. Halbuki sen bana
Furkan sûresini okuttun, diye sorunca.
Resulü Ekrem:
— Ey Ömer! Onu bırak.
Ey Hişam oku, dedi.
Hişam benim dinlediğim
okuyuşu tekrarladı. Resulü Ekrem:
— Böylece, [yani Hişam'm okuduğu gibi] nazil
olmuştur, dedikten sonra buyurdular:
— Şüphesiz ki bu Kur'an yedi harf üzerinde
inmiştir. Sizin kolayınıza geldiği harfle okuyunuz.»
3 - Müslim,
senediyle Ubey bin Kâab'dan rivayet etti:
Ben mesciddeydim. Bir
kişi girip namaz kıldı. Benim bilmediğim bir okuyuşla okudu. Başkası geldi, o
da arkadaşının okuyuşunun gayrisi olan bir şekilde okudu. Namazı bitirdikten
sonra hepimiz Resûlüllah'm huzuruna gittik. Sordum:
— Ey Allah'ın Resulü! Bu adam benim hoşuma
gitmeyen bir şekilde okudu. Sonra bu adam geldi. O da bunun okuyuşunun
gayrisini okudu? Cenabı Peygamber bunun üzerine o adamların ikisine emretti:
— Okuyun!
İkisi de okudu. Cenabı
Peygamber:
— İkisinin de durumu güzeldir, dedi. Benim
nefsime cahiliyyette olduğum zamandan daha fazla Resûlüllahı yalanlamak şüphesi
düştü. Resulü Ekrem benim kalbime gireni görünce göğsüme vurdu, ter alnımdan
aktı. Sanki ben Cenabı Hakka bakıyordum gibi korku ve dehşet içerisinde
kaldım. Bana:
— Ey Ubeyy! Allah bana gönderdi ki, Kur'an'ı
bir harf üzerinde okuyayım. Benim ümmetime kolaylaştır, diye ona başvurarak bunu geri çevirdim.
İkinci kez bana gönderdi «İki harf üzerine oku». Benim ümmetime kolaylaştır,
diye O'na geri çevirdim. Üçüncü kez bana emir gönderdi: «Yedi harf üzerinde
Kur'an'ı oku. O reddedişlerinin her birisiyle sana bir istek ruhsatı verdim,
benden iste!» dedi. Dedim ki: Allah'ım! Ümmetimi affet! İkinci kez, Allahım,
ümmetimi affet! dedim. Üçüncü isteğimi, İbrahim
(A.S.) de dahil halkın bana hürmet ettiği bir güne geciktirmişimdir.»
4 - Müslim, senediyle,
Ubeyy bin Kâab'dan rivayet etti: «Resûlüllah (S.A.S.), Beni-Ğifar gölünün
yanındaydı. Cebrail (A.
S.) geldi:
— Allah sana emrediyor ki, ümmetine Kur'an'ı
bir harf üzerinde okuyasın, dedi.
Cenabı Peygamber:
— Ben Allah'tan talebde bulunuyorum ki; beni
affetsin, mağfiret etsin. Ümmetim buna güç yetiremez.
Sonra Cebrail
Aleyhisselâm, ikinci kez Resûlüllah'a (S.A.S.) geldi:
— Allah sana emrediyor, ümmetine Kur'an'ı iki harf üzerinde okuyasın.
Resûlüllah:
— Ben Allah'tan
affedilmemi ve mağfiret edilmemi taleb ediyorum. Kesinlikle ümmetim buna güç
yetiremez.
Sonra Cebrail üçüncü
kez Resûlüllah'a geldi:
— Şüphesiz ki, Allah sana emrediyor, ümmetine
Kur'an'ı üç harf üzerinde okuyasın.
Resûlüllah:
— Ben Allah'tan affını ve mağfiretini taleb
ediyorum. Kesinlikle ümmetim buna güç getiremez.
Sonra Cebrail dördüncü
kez geldi ve dedi:
— Allah sana emrediyor ki; ümmetine Kur'an'ı
yedi harf üzerinde okuyasın. Hangi harf üzerine okurlarsa isabet etmiş
olurlar.»
Benî-öifar golü,
meşhur bir yerdi. Orada su birikiyordu. Adına «Beni Ğifar Gölü» deniyordu.
Çünkü Gifariler orada konaklamışlardı.
5 - Tirmizi,
Ubey bin Kâab'dan rivayet etti.
Resulü Ekrem, Merve
taşlarının yanında Cebrail'e rastladı. Resûlüllah, Cebrail'e:
— Ben ümmi bir ümmete gönderildim. Onların
içinde ihtiyarlar vardır. Yaşlı acuzeler vardır, gençler vardır. [Bir harf üzerinde okumaya güçleri yetmez]
deyince.
Cebrail:
— Onlara emret, Kur'an'ı yedi harf üzerinde
okusunlar!
Tirmizi bu hadisin
«Hasen» ve sahih olduğunu söylüyor. Bir lâfızda da «Kim ki Kur'an'ı o yedi
harftan birisiyle okursa, o, onun okuduğu gibidir.» Huzeyfe'nin lâfzında «Ben
ümmi bir ümmete peygamber olarak gönderildim ki, onlarda erkek-kadın, genç kız,
hiçbir kitab okumamış piri-fani ihtiyarlar vardır.»
Cebrail:
— Şüphesiz ki Kur'an yedi harf üzerinde nazil
oldu» dedi.
6 - İmam
Ahmed, senediyle, Ebi Kays'ten, o da efendisi Amr ibn As'tan rivayet etmiştir.
Bir kişi Kur'an'dan
bir âyet okudu. Amr ona: «O âyet şöyle şöyledir» dedi. Ve bunu Resûlüllah'a
söyledi. Cenabı Peygamber:
«Şüphesiz ki, bu
Kur'an yedi harf üzerinde nazil olmuştur. Hangi harfle okursanız isabet etmiş
olursunuz. Mücadele etmeyiniz» buyurdu.
7- El Hakim
ve İbnu-Hibban senetleriyle, İbni Mes'ud'dan rivayet ettiler. Resûlüllah bana
«Ha mim» sûrelerinden birisini okuttu. Camiye gittiğimde, bir kişiye «oku»
dedim. Baktım ki o, başka harflerle okuyor. O harfleri ben okumamıştım. «Bana Resûlüllah bu harfleri okuttu»
deyince beraberce Resûlüllah'a gittik ve durumu söyledik. Re-sûlüllah'ın
mübarek yüzü morardı ve buyurdu:
— «Sizden önceki ümmetleri helak eden ihtilâfa
düşmektir.» Sonra Resulü Ekrem, Hz. Ali'ye gizli birşey söyledi. Hz. Ali de:
«Resûlüllah size
emrediyor ki, herbiriniz Öğrendiği şekilde okusun» dedi. Böylece, huzurdan
çıktık. Her birimiz arkadaşının okumadığı harfleri okuyordu.
8 - Buhari, Abdullah bin Mes'ud'dan rivayet etti.
«Ashabdan birisinin
bir âyeti okuduğunu işittim ki Resûlüllah onun hilâfına okuyordu. Onun elinden
tuttum Resûlüllah'a götürdüm. Buyurdu:
— İkiniz de iyi okuyorsunuz. Oku.
Bu hadisin
ravilerinden birisi olan Şü'be: «En büyük bilgim Resûlüllah'ın:
— Şüphesiz ki sizden öncekiler ihtilâfa düştüler, helak oldular dediğidir» dedi.
9 - Et
Taberi ve et Teberani, Zeyd bin Erkam'dan rivayet ettiler: Bir kişi
Resûlüllah'a geldi:
— İbni Mes'ud bana bir sûre okuttu. Aynı sûreyi
Sabit oğlu Zeyd de bana okuttu. Aynı sûreyi Ubeyy bin Kâab'da okuttu. Hepsinin
okuması değişikti. Hangisinin okumasıyla okuyayım» diye sorunca Resulü Ekrem
sükût etti. Hz. Ali onun yanındaydı. Hz. Ali:
— Sizden her biriniz öğrendiği gibi
okusun. Hepsi güzel ve iyidir,»
buyurdu.
Tabii Hz. Ali'nin
sözleri Resûlüllah'ın huzurunda söylendiği için hadis oluyor.
— Şüphesiz ki, bu Kur'an yedi harf üzerinde
nazil olmuştur. Binaenaleyh (o yedi harfle) okuyunuz! Herhangi bir günah
yoktur. Fakat rahmetin anmasını azabla sonuçlandırmayınız, azabın da anmasını
rahmetle sonuçlandırmayınız.»
Bu hadisi şeriflere
bakan kimse, bunlardan bariz birçok deliller çıkarabilir. O deliller, hidayetin
nişanları, nur'un kaynakları olurlar İnsanı hak ve sevaba irşad eder. Yedi
harfin manasını doğru bir şekilde insana öğretir. Ve bu hadislerden insan
birtakım mizanlar edinebilir ki bu ihtilâftan meydana gelen her şeyi bu
mizanla tartar ve doğruyu bulur. Birinci delil; Kur'an'm yedi harf üzerinde
nazil olmasının hikmeti, müslüman ümmete kolaylık olsun diyedir. Hele bilfiil
Kur'an'a muhatab olan, okuma ve yazmaktan mahrum bulunan o günkü arab milleti daha
da bu kolaylığa muhtaçtılar, çünkü arap-lar birçok kabile idi. Onların arasında
lehçe ihtilâfları, ses çıkarma ihtilâfları ve edâ ihtilâfları vardı. Bazı
kelimeleri bazı manalarda şöhret bulmuştu. Başka yerlerde aynı şöhrete sahib
olmamak meseleleri vardı. Buna rağmen hepsini Araplık ve genel dilleri biraraya
getirirdi. Eğer herkes aynı tarzda Kur'an okumaya mecbur edilseydi, bunlara
gayet zor gelirdi. Bunun için Cenabı Peygamber: «Benim için ümmetime
kolaylaştır» diye Allah'a yalvarıp talebde bulunuyordu. Bunun için Cenabı
Peygamber (S.A.V.) «Ben Allah'ın affını ve mağfiretini ta-leb ediyorum.
Şüphesiz ki ümmetim buna güç yetiremez» diyordu.
Bunun için Cenabı
Peygamber, Cebrail'e rastladığı zaman: — Ey Cebrail! Ben ümmi bjr ümmete
gönderildim. Onların içinde erkek, kadın, genç kız hiç bir kitabı okumamış
piri-fani ihtiyar vardır)} dedi.
İkinci delil:
Resûlüllah'm
«Daha fazlasını istiyorum ki, ümmetime kolay gelsin» diye istekleri altı defa
tekrar etmesidir. Bu da vahyin emini Cebrail'in Resûlüllah'a okuduğu ilk harfin
gayrisiydi. Böylece tam yedi harf oluyor. Bu durum îbni Abbas'ın hadisinden
anlaşılıyor: «Cebrail (A.S.) bana bir harf üzerine okuttu. Ben ona müracaat
ettim. Ben fazlasını istedikçe, o da fazlalaş tirdi. Ta ki yedi harfe vasıl
oldu.»
Ebu Bekre'nin
hadisinde Resulü Ekremin (S.A.V.):
«Ben Mikâü'e baktım.
Sükût etti. Anladım ki sayı yedide bitmiştir.» buyurduğu rivayet edildi.
Üçüncü delil:
Bu harflerden birisiyle okuyan bir kimse doğruyu bulmuştur. Nitekim
Resûlüllah'm «Hangi harf üzerinde okurlarsa, isabet etmişlerdir» hadisi,
kıraatta ihtilâf edenlerin her birisine: «Doğru okudun» buyurması ve kendisine
gelne iki kişiye «ikiniz de iyi okumuşsunuz» diye takdir etmesi ve Amr ibn As'tan
gelen hadiste: «Hangi harfle okursanız isabet etmişsiniz» demesi buna delâlet
eder.
Dördüncü delil:
Kıraatlarm hepsi muhtelif olmalarına rağmen Allah'ın kelâmıdır. Beşerin
onlarda herhangi bir müdahelesi yoktur. Hepsi Allah'ın katından nazil olmuştur.
Resûlüllah'tan öğrenilmiştir. Buna geçmiş hadisler delâlet ederler. Hadisler,
sahabelerin kıraatla-nnda Resûlüllah'a başvurduklarını da ispat eder. Hep
kıraatlannı Resûlüllah'tan alıyorlardı. Ve Resûlüllah ta: «işte böylece nazil
olmuştur» buyuruyordu.
Beşinci delil:
O yedi harften herhangi birisiyle okuyan bir kimseyi menetmek caiz değildir.
Resûlüllah'ın «sakın o hususta mücadele etmeyiniz, çünküb u husustaki mücadele
küfürdür» hadisi buna delâlet eder. Bir de Resûlüllah'm Hz. Ömer'e, Ubeyy'de,
İbni Mes'ud'a ve Amr ibni As'a itiraz ettikleri kimseler hususunda uymaması da
buna delâlet eder. Ve Resûlüllah'ın Ubey'in göğsüne vurup ona ağır gelen
meselede «şu ihtilâfı kabul et» demesi de buna delâlet eder.
Altıncı delil:
Eshab-ı Kiram, Kur'an'i müdafaa etmek hususunda var kuvvetleriyle
çalışıyorlardı. Kur'an'ı muhafaza etmekte en büyük kahramanlıkları
gösteriyorlardı. Kur'an'da herhangi bir olay başgös-terirse uyanıktılar. İster
Kur'an'ı eda etmek hususunda, ister lehçelerin ihtilâfı hususunda olsun, uyanıktılar.
Bütün himmetleriyle Kur'-an'dan herhangi bir şüpheyi defetmeye hazırdılar. Hz.
Ömer'in, arkadaşı Hişam bin Hakim'in boynuna kendi cübbesini veya Hişam'ın
cüb-besini dolayıp Resûlüllah'a çekmesi de buna delâlet eder. Halbuki Hişam
doğru söylüyordu. Ve Hz. Ömer'e «Resûlüllah bana bunu okuttu.» demek suretiyle
de yakasını kurtarmaya çalıştı. Fakat Hz. Ömer ikna olmadı ve onu Resûlüllah'a
mahkemeye götürdü. Resûlüllah, Hişam'ın doğru olduğuna hükümv erinceye kadar
Ömer yakasını bırakmadı.
[24]
«harf» kelimesi,
birçok manaya geliyor. Kamus sahibi bu manaları şöyle izah ediyor: «harf, her
şeyin kenarı, ucu ve keskinliği, harf, dağın duruğu, Hece harflerinden herhangi
biri, harf, karnı çekilmiş veya zaif veya büyük deve, harf, suyun aktığı yatağ,
Selim memleketinde siyah tepeler manasına gelir. «Halkdan bazı kimseler
vardır ki, Allah'a bir harf üzerinde kulluk yapar.» (El-Hacc: 11). Yani tek
yönlü kulluk yapar. Genişlikte yapar. Fakat darlıkta kulluk yapmaz. Veya
şüpheli kulluk yapar. Tam inanmamıştır. O halde Kur'-an'ın yedi HARF üzerinde
inmesi, Arab lugâtlarmdan yedi lugât üzerinde inmesi demektir. Manası «Bir
harfde yedi lügat vardır demek değildir.» Evet, tek harf, yedi, on ve daha
fazla vecihler üzerinde gelmiştir. Fakat Hadîsin manası «Bu yedi lügat
Kur'an'm tamamında serpilmiştir» demektir. Manası, «Kur'an'da bulunan her
kelime yedi vecih üzerinde okunur» demek değildir. Ancak manası, Allah, Kâri
(okuyucu) ya genişlik getirmiştir. Kur'an'a serpilmiş bu yedi lûgattan
hangisiyle okursa olur. Fakat bu lûgatlar da yediyi geçmezler.»
kıraatlar (okuyuşlar)
ne kadar olursa olsun onların tek kelimede kaç yolu bulunursa bulunsun bu yedi
vechi aşamazlar. Meselâ: «malikiyevmiddin» kelimesi yedi veya on tarzda
okunmuştur. «abedet-ta gute» yirmi iki tarzda okunmuştur. Fakat bütün bunlar
yedi harfin hududları dahilindedir. Acaba bu yedi HARF nedir? Bunun tefsirinde
bir çok değişik mezhebler ortaya çıkmıştır. Onlardan biri yukarıda Kamustan
naklettiğimiz gibi yedi lügattir der. İkinci tefsir, imam Ebul-Fâdıl Er-Razînin
«El-Levâih» adlı kitabında belirttiği ve savunduğu tefsirdir: «Kelâm, ihtilâf
da yedi harfin hududunu aşamaz:
1) Müfred (Tekil), Tasniye (ikil), Cem' (çoğul),
Tezkîr (erkek) ve Tenis (dişi)likte isimlerin ihtilâfıdır.
2) Bunun
misali El-Mü'minun sûresinin sekizinci âyetindeki,
«emanet» kelimesidir. Çoğul olarak okunduğu gibi, tekil olarak «emanet» diye de okunmuştur.
3) Fiilin
mazi (geçmiş), muzarî, (gelecek) ve emir tarzındakiihtilâfıdır. Buna örnek
«Es-Sebe» sûresinin ondokuzuncu âyetindeki, «baîd» kelimesi emir olarak
okunduğu gibi «beaade» diye mazi olarak da okunmuştur.
3) îrab
vecihlerinin ihtilâfıdır. Bunun misali: El-Bakara sûresinin ikiyüz seksen
ikinci âyetindeki, «+kelimesi Fethe ile okunduğu gibi «yudarru» diye zamme (ötre) ile de okunmuştur. Birinci kıraatta
«L» nehyi harfi, ikincisinde
nefiyi (olumsuzluk) harfidir. Bir de
«El-Buruc» sûresi onbeşinci âyetindeki «el-mecidu» kelimesi ötre ile okunmuş
«zû» mn sıfatı, «el-mecidi» diye esre ile okunmuş «El-Arşi»nin sıfatı olmuştur.
4) Naks (ek siltme) ve Ziyade (artırma) ile olan
ihtilâfdır. Misal: «Elleyl» sûresinin
üçüncü âyetinde «vemâ halekez-zekere
vel-ünsâ» (Yemin olsun erkek ile dişiyi
yaratana) okunduğu gibi (yaratan)
manasında olan «haleke» fiili düşürülüp «vez-zekeri vel-ünsa» (Yemin olsun
erkek ve dişiye) diye de okunmuştur.
5) Takdim ve
tehir ile olan ihtilâfdır. Bunun Örneği «kaf» sûresinin ondokuzuncu âyetidir.
Burada: (tve caet sekretul-mevti bîl hakki» (Bir de Ölüm sarhoşluğu [can çekişme] gerçek
olarak gelmiştir.) okunduğu gibi «VE cae sekretul-hakkı bîl-mevtî» (Bir de Hak
sarhoşluğu ölüm ile gelmiştir) diye de okunmuştur.
6) İbdal (değiştirme) ile olan ihtilâfdır. Bunun
misali: «El-Bakara» sûresinin ikiyüz elli dokuzuncu âyetindeki «nünşizühâ» kelimesidir. Bu
kelime «nün şîrühâ» diye de okunmuştur. Yani «ze» harfi «RE» harfi Ue
değiştirilmiştir.
7) Lehçeler
İhtilâfıdır. Fethe (üstün), İmale (Med elifini, Med yasma meyülendirerek okumak)
Tarkiyk (inceltmek), Tefhiym (kalınlaştırmak), izhar
(belirtmek) ve İdğam (iki harfi birbirine geçirif şeddeli okumak) gibi
ihtilâfdır. Örneği «Taha» sûresi âyet
dokuzda «etâ» kelimesiyle «musa» kelimesi Fethe (üstün) ile okunduğu gi bi
imale ile de okunmuştu.
Bu vecihde isim ile
fiil arasında fark yoktur. Harf da onlar gibi dir. Meselâ: Kurân'da ((belâ»
kelimesi hem fethe hem de imale üt okunmaktadır.
«Kur'an yedi harf
üzerinde indi» hadisinin en güzel tefsiri imam Razî'nin bahsi geçen tefsiridir.
Bu tefsiri büyük âlimlerden bir çok kimse ihtiyar etmiştir. İbnu-Küteybe'nin,
İbnui-Cezerî'nin, Kadı İb-nu-Tayyib'in görüşleri de buna yakındır. Hatta
İbnu-Hacer; Er-Razî'-nin tefsiri İbnu-Küteybe'nin törpilenmiş mezhebidir. Yani
Razî onun mezhebini daha net bir hale getirerek takdim etmiştir, dedi.
Îbnul-Cezerî
kıraatların sahihini, şazını, zailini ve münkerini araştırdım, gördüm ki,
ihtilâf ancak yedi veçhe dönüşür durur dedi ve şunları kaydetti:
1) Mana ve
surette olmaksızın sadece harekelerde ihtilâf,
2) Veya
sadece manada değişikliktir. «El-Bakara» sûresi âyet otuzyedide «Ademu» ve «kelîmatin»
okunduğu gibi «Ademe» ve «Kelimatun»
diye de okunmuş sadece manâ değişmiştir.
3) Suretin değil, manânın değişmesiyle harfler
de ihtilâf «tet-luve» ve «tebluve» de olduğu gibi.
4) Manâ
değil, suretin değişmesiyle harflerde ihtilâf
«basta-tenö ile «besteten» yani «Sad» harfiyle yazılan ile «sin»
harfiyle yazılan kelimelerin ihtilâfı gibi...
5) Hem
suretin hem de manânın bozulmasıyle harfler de ihtilâf-dır. Örnek: El-Cuma' sûresinde
«fesâv» ile «femdü» kelimeleridir.
6) Veya
takdim ve tahirde olur. Misal «feyaktulüne»
ve yuktalüne» (Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen...
Et-Tevbe: 111). Birinci Fiil'malûm (etken) olmakla beraber Mu-zariaat harfi
olan baştaki «Y» da Fethe (üstün) ile
okunmuştur. İkinci fiil Mechûl (edilgen) olmakla beraber baştaki «YA» ötre ile
okunmuştur.
7)
Veya
ziyade ve noksanlık ile olan harflerin ihtilâfıdır. Misal olarak «El-Bakara»
sûresinin yüz otuz ikinci âyetinde «vassa» ile «evsa» kelimeleri verilebilir.
Bunlar, yedi lehçedir
ihtilâf bunları aşamaz. Ancak hudutları dahilinde cereyan eder.
İbnul-Cezerî'nin kelâmı burada son buldu.
Kadı İbnu-Tayyib'in de
burada tefsiri vardır. Fakat kısa kesmek ve bu meseleyi «Kur'an ilimleri» adlı
kitabımızda uzun uzun bahsettiğimizden bu kadarla kifayet edelim. İbnu-Cerir
et-Taberî ve ekolu; «Hz. Osman'ın Mushaflarında ancak bu yedi harfden birisi
vardır. Bu yedi harf Resûlüllah'ın zamanında Hz. Ebu-Bekir, Hz. Ömer ve Hz.
Osman'ın da zamanının başlangıcında vardı. Sonra Hz. Osman'ın başkanlığında
toplanan ümmet, müs-lümanlarm birliğini sağlamak için o yediden bir tek harfle
iktifa edip diğerlerini bırakmak kararını aldı. Ümmetin üzerinde icma ettiği o
harfle Hz. Osman Mushafları yazdırdı» dediler. Fakat İbni-Cerir'in bu görüşünü
«Menahilal-îrfan» sahibi çürütmektedir
[25]
Bazıları; yedi harfden
maksad, yedi kıraattir, dedi. Başka birisi; yedi harfden murad, yedi vecihdir.
Bu vecihler, tilavetteki idğam, izhar, tefhiym, terkiyk, imale, işba' medd,
kasr, taşdid, tahfif ve telyine raci'dir dedi.
Bazıları; yedi harfden
kasdolunan, tek kelime ve tek mânâda cari olan değişik lafızlardır veya arab
lüğatlarmdan yedi lügattir dedi. Meselâ: «Helumme» «Akbil» «Taale» «Accil»
«Esri'» «Kasdî» «Nahvî» kelimeleri bir tek mânâda kullanmıştır «yönel» «gel»
«yüzünü çevir». Bu görüş, fâkihlerin cumhurunun ve hadîsçilerin çoğunun
görüşüdür. Sufyan, İbnu-Vehb, İbnu-Cerir ve Tahavî gibi zatlann görüşüdür.
Bazıları da Kur'an'ın
yedi harf üzerinde inmesi demek, Kureyş, Hüzel, Sakiyf, Havazın, Kmane, Tamiym
ve El-Yemen kabilelerinin lügatlan üzerinde inmesi demektir. Bunlardan dışarı
çıkmaz. Zira Arablann en fasih lügatleri bu yedi lügattir dedi.
Âlimlerin çoğu bu
görüşü paylaştığı için bazıları bunu en sıhhatli görüş kabul etmiştir.
«El-Bayhakî» tashih buyurmuştur «el-Abherî» ihtiyar etmiştir. Başda geçtiği
gibi Kamus-sahibi de beğenmiştir.
Bazıları da «Yedi
harfden maksad; Kur'an'da bulunan yedi sınıf-dır» dedikten sonra bu sınıfların
tayininde ihtilâfa düştüler. Kırka yakın fikir beyan edildi. Onlar da
haklıdır, zira Kur'an'ı Kerim sonu gelmez bir ilâhî denizdir.
1) Bu
sınıflar: Emir, Nehyi, Helâl, Haram, Muhkem, Müteşabih ve Misallerdir.
2) Vad,
Vaid, Helâl, Haram, Vaizler, Darbu Mesailer ve Hüccetlerdir.
3) Muhkem, Müteşabih, Nasih, Mensuh, Husus, Umum
ve Kıssalardır.
4) Umumu
kasdedilen amm lafız, hususu kasdedilen has lafız, hususu kasdedilen Amm lafız,
umumu kasdedilen has lafız, indirilmesi tevil edilmesine ihtiyaç bırakmayan
lafız, âlimlerden başkası hükmünü bilmediği lafız ve ilimde rüsûh
kesbetmişlerden başkası mânâsım bilmediği lafızdır.
5) Rububiyet
(Rablık) in belirtilmesi, Vahdaniyetin isbatı, Ülû-hiyetin tazimi, Allah için
kulluk yapmak, Allah'a şirk koşmaktan uzaklaşmak, sevaba
teşvik etmek, ve ikabdan korkutmaktır.
6) Mutlak,
Mukayyed, Amm, Hass, Nass, Müevvel, Nâsih, Mensuh, İstisna ve kısımlardır.
7) Hazıf,
Sıla, Takdim, Te'hir, îstiâre, Tekrar, Kinaye, Hakikat, Mecaz, Mücmel,
Müfesser, Zahir ve Gariptir.
Evet bunları ve daha
zikretmekten kaçındığımız nice fikirler bu sahada söylenilmiştir. Tafsilâtını
istiyen kardeşlerimiz «Kür'an İlimleri» adlı eserimize müracaat etsin. Tevfık
Allah'dandır.
Yalnız burada İmam
Celâleddin Abdurrahman Es-Suyutî'nin bir kelâmını nakletmeden geçmiyeceğim:
«Bu vecihlerin çoğu
birbirinin içindedir. Fakat istinad ettikleri delili bilemiyorum. Kimden
naklettiklerini anlamıyorum. Neden her biri, o, yedi harfi yapmış olduğu
tefsire tahsis etmiştir? Halbuki hepsinin söylediği Kur'an'da vardır? O halde
tahsisin mânâsını çözemiyorum!. Bu görüşlerde bazı şeyler ileri sürülüyor ki,
mânâlarını gerçekten bilemiyorum. Bu görüşlerin çoğu üstelik Hz. Ömer'in,
Hişarn b. Hakiymin şahindeki, hadisine aykırıdır. Zira bahsi geçen iki büyük
sahabide ne hadîsin tefsirinde ne de hükümlerinde ihtilâf etmediler. Onlar
ancak harflerin kıraatinde ihtilâf ettiler. Avamdan bir çok kimse, o yedi
harfden murad, o meşhur yedi kıraattir zannına kapıldı. Fakat bu zann çirkin
bir cehalettir.»
[26]
Müslümanlar çeşitli
memleketlere dağılmışlardı. Kur'an yeniden okunmayı gerektiren bir hadise
olmuştu. Müslümanlraın, Resûlüllah'ın ve vahyin zamanından uzaklaşmaları bahis
konusuydu. İslâm memleketlerinin her yöresinin inşam, araîannda meşhur olan
sahabinin okuma tarzına uyardı. Meselâ: Şamlı'lar Ubey bin Kâab'm okuyuş
stiliyle, Kûfe'Iiler Abdullah bin Mes'ud'un kıraatıyla, başkaları da Ebu Mus'el
Eş'ari'nin okuyuş biçimiyle okuyorlardı. Bu kıraatlar arasında eda ve kıraat
vecihleri yönünden İhtilâflar vardı. Bu ihtilâf nizaa yol açmıştı. Bu ihtilâf,
tıpkı Kur'an'ın yedi harf üzerinde nazil olduğunu bilmezden önce ashabı
kiramın arasındaki ihtilâfa benziyordu. Belki daha şiddetliydi. Çünkü bunlar
peygamberlik halinden uzak oldukları gibi Resûlüllah da aralarında yoktu ki
onun hükmüyle sakinleşsinler. Hepsi onun reyine tâbi olsunlar. Hastalık
gittikçe kanserleşmeye yüz tuttu. Hatta müslümanlardan biri diğerlerini tekfir
etmeye başladılar. Yeryüzünde fitne ve fesadın yayılması yaklaşmıştı. Eğer bu
tuğyan durdurulmazsa onun ateşi bütün İslâm memleketlerini sarabilirdi. Hicaz
ve Medine de bu ateşten kurtulamazdı. Küçük ve büyük hepsi yanıp gidecekti.
İbni Ebu Davud «El Mesalih»de Ebu Kilabe yoluyla şu hadisi rivayet ediyor:
«Hz. Osman'ın hilâfeti
zamanında, bir muallim, ashabdan birisinin; diğer bir muallim de Daşka
birisinin okuyuşunu öğretiyordu. Bu iki hocadan ders alan iki öğrenci bir
araya geldiğinde, ihtilâfa düşerlerdi. Bu ihtilâf, o iki öğretmene
arzediliyordu. Her birisi haklı olduğunu savunuyordu. Böylece biri diğerini
tekfir edecek dereceye varmıştı cidal... Bu durum Hz. Osman'ın kulağına geldi.
Hz. Osman okuduğu hutbede şunları söyledi:
«Siz benim yanımda
ihtilâfa düşüyorsunuz. Acaba benden uzak olan memleketler daha fazla ihtilâfa
düşmez mi?»
Osman (R.A.) doğru
söylemişti. Uzak memleketlerdeki ihtilâf daha da şiddetli, Medine ve
Hicaz'daki ihtilâflardan daha korkunçtu. O memleketlerin kıraatlerinde
ihtilâfları dinleyenler bir araya geldiklerinde hayret ederlerdi. Bu hayrette
İnkâra kadar giderlerdi. Bu hayret onları şüpheye ve birbirlerinin sakalına
yapışıp kavga etmeye kadar sürüklemişti. Şüphe uyanmıştı, başlan ve kelleleri
koparmaya çalışırdı, müslümanları kitablarında ihtilâfa düşen Yahudi ve
Hristiyanların düştükleri bir derekeye düşürmeye sürükler dururdu. Bununla beraber
o memlekette yaşayanlar Kur'an'ın üzerinde nazil olduğu yedi lehçeyi
bilmiyorlardı. Ve bilmeleri de mümkün değildi. İşte bu sebeb ve hadislerden
dolayı, Hz. Osman keskin reyi ve doğru görüşüyle bu deliğin fazla büyümemesine
çalıştı, onu yamamaya gayret etti. Bu hastalığı temelinde kazıyıp yoketmeye
yöneldi. Ve bu cidal maddesini tamamen söküp attı. Mushafları yazıp o
memleketlere göndermeye karar verdi. Mushaflar yazıldıktan sonra bütün
insanlara bunların haricinde bulunan sahifeleri yakmaya ve bu ana mushaftan
başka hiçbir sahifeye güvenmemeye emretme karan aldılar. Ancak böylece yara
tedavi edilebilirdi. Hz. Osman'ın o mushaflan, bu ihtilâf karanlığında hidayet
nurları saçan bir özellik belirtir. Hz. Osman sahabelerle beraber almış olduğu
bu hikmetli karan infaza çalıştı. Hicri tarih 24 ü gösteriyordu. 25. senenin
başlangıcıydı. Sahabelerin hayırlılarından ve güvenilir hafızlardan olan dört
kişiye bu işi havale etti. Komisyon üyeleri Zeyd bin Sabit, Abdullah bin
Zübeyr, Said bin As ve Abdur-rahman bin Haris bin Hişam'dı. Bunlann üçü
Kureyş'ten, Zeyd ise «ensar»dandı. Hz. Osman, müminlerin annesi Hz. Hafsa'ya
haber göndererek, «yanındaki mushaf sahibelerini kendisine göndermesini» istedi.
Bu dörtlü komisyon başladı yazmaya... Bazı rivayetlerde komisyona on iki
kişinin seçildiğinden bahsedilir. Sahabilere danışmadan hiçbir şey yazmazlardı.
Ve böylece sahabeler, bugün Mushaflarda gördüğümüzün, Resûlüllah'ın okumuş
olduğuna şehadet etmeden yazmazlardı. Ancak Kur'an olduğunu bildikleri ve
Resulü Ekrem'in Cebrail'in yanında son senedo iki defa tekrarladığında mevcut
olduğunu bildikleri âyetleri yazarlardı.
İslâm memleketlerinin
çokluğu dolayısıyla Hz. Osman bu mus-haflardan birkaç tane yazdırdı. İsbat,
Hazıf, Tebdil ve başka noktalarda mutafavit olarak yazıldı. Çünkü Hz. Osman
yedi harf üzerinde kapsayıcı olmasını istiyordu. Bu mushaflar noktalar ve
şekillerden hali bırakılmıştı. Ta ki bu ihtimal yerine gelsin. Meselâ bazı
kelimeler noktalardan şekillerden tecerrüd ederse, birçok vecihle
okunabilir. «Tebeyyenu» kelimesi
noktasız ve şekilsiz olursa «tesebbetu» okunabilir. «Nunşiru» kelimesi
«Nunşizu» okunabilir. Tabii Kur'an harfleriyle yazıldığı takdirde böyledir).
Ve böylece ana mushafta kırat olarak yedi harf rivayet edildi. Kureyşten olan
kâtiblere «siz Zeyd ile herhangi bir kelimede ihtilâf ettiğinizde onu Kureyş'in
lisaniyle yazınız, çünkü Kur'an onların lisaniyle nazil olmuştur» emrini verdi.
Onlar da böyle yaptılar. Sahifeler mushaflara yazıldıktan sonra Hz. Osman bu
sahife-leri Hz. Hafsa'ya gönderdi. Her memlekete yazılan mushaflardan bir tanesi
gönderildi. Bunlann haricinde kalan diğer parçalann hepsinin yakılmasını
emretti. Bu hususta Buhari, «İbnu Şihabatan gelen bir se-nedle «Sahih»inde
şöyle rivayet ediyor:
«Enes bin Malik bana
söyledi:
Huzeyfe bin Yeman Hz.
Osman'ın yanma geldi. Hz. Huzeyfe, Ermenistan ve Azerbaycan savaşlarında hem
Şam'lılarla, hem de Irak'-lılarla arkadaşlık etmişti. Bunlann Kur'an'Ia ilgili
ihtilâflannı Hz. Osman'a korkunç bfr şekilde anlattı. Huzeyfe, Osman'a şöyle
dedi:
— Ey müminlerin emîri!
Yahudi ve hristiyanlann ihtilâfı gibi ki-tabda ihtilâfa düşmezden önce bu
ümmete yetiş!
Böylece Osman (R.A.)
Hz. Hafsa'ya haber gönderdi. «Bana sahif eleri gönder ki mushaflara yazayım; sonra sahif eleri sana iade ederiz.»
Hafsa Validemiz Hz.
Osman'a sahifeleri gönderdi. Hz. Osman, Sabit oğlu Zeyd, Abdullah bin Zubeyr,
Said bin As, Abdurrahman bin Haris bin Hişam'a emretti. Bu sahif eleri mushaf
lara yazdılar. Osman, Kureyş'ten olan üç kişiye «siz ve Sabit oğlu Zeyd,
Kur'an'm bir şeyinde ihtilâfa düştüğünüzde onu Kureyş'in lisaniyle yazınız,
çünkü Kur'an ancak bu lisanla inmiştir» demiştir. Onlar da öyle yaptılar.
Sahifeleri mushaflara geçirdikten sonra Hz. Osman onları Hafsa'ya iade etti.
Her menle-kete yazılanlardan bir nüsha gönderdi. Bunların dışında kalan Kur'an
parçalanm, isterse hepsi mushaflarda yazılmış olsun, isterse sahife-lerde
yazılı bulunsun, yakılmasını emretti. Bunu, bir taraftan ihtilâfa düşme
tehlikesinin kökünü kazımak için öbür taraftan da Allah'ın kitabı konusunda
bütün müslümanları bir noktada toplamak için ve başka nüshalarda mevcud olmayan
diğer özelliklerle donatılmış o mushaflara yapışmalan için yaptı.
ıdu. Allah kaviy ve
galib'tir. (El Ahzab: 25).
Allah Osman'dan razı
olsun. O bu güzel ameliyle Allah'ı razı etti. ur'anı korudu, ümmetin kelimesini
birleştirdi. Fitnenin kapısını ka-ıttı. Ve müslümanlar halâ da onun o güzel
çalışmasının meyvesini yorlar. O, Kur'an'ları ve sahifeleri yaktı diye
kınanamaz. Çünkü onun Başka sahifeler ve mushaflarda mevcud olmayan ve Hz.
Osman'ın mushafında mevcud olan Özellikler şunlardır:
1- Hz.
Osman'ın mushaflarına ancak «tevatür»
yoluyle sabit alan âyetler yazılmıştır. Rivayeti AHAD ije gelen cümleler
ve tâbirler yazılmamıştır.
2 -Tilâveti
(okuyuşu) neshedilen âyetler yazılmamıştır.
Çünkü Cebrail'in
kontrolunda Resûlüllah'ın en son
okuyuşunda bunlar yer almamıştır.
3- Sûreler
ve âyetlerin şu anda biliner.
şekilde tertib edilmesi rardır. Ama Hz.
Ebu Bekir'in sahifelerinde bu yoktu. Âyetleri müreteptir, fakat sûreleri
değildir.
4-
Değişik
kıraatıe: ve Kur'an'ın üzerinde inmiş olduğu yedi iarfi derliyen
tarzda yazılmıştır. Çünkü noktalar,
şekiller yazılma-nıştı. Tek- resim
kaldırmadığında kıraat vecihleri mushaflar üzerinde •evzi edilmişti.
5-
Kur'an
olmayan her şeyden tecrid edilmişti. Sahabelerin ma-talann şerhi olsun diye
mushaflann başlıklarında yazdıkları bazı yallar vardı. Nasih-mensuh'un
beyanları vardı. Bunlar hafzedilmiştir.
lahabeler Hz. Osman'ın emrini tuttular. Mushaflanm yaktılar. Hepsi [z. Osman'ın
mushafı üzerinde birleştiler. Ümmetin
bunlar üzerinde ;ma etmesi ve kelimenin bir olması sağlandı. Hatta Abdullah bin les'ud evvelâ Hz. Osman'ın
mushaflarını kabul etmedi.Mushafım akmadı. Bilâhere cemaatin toplantısına dönüş
yaptı ve bu mushafla-m meziyetlerini gördükten sonra kendisininkini yaktı.
Böylece şikak e nifakın mikropları tamamen öldürüldü. İbni Mes'ud'un, Ubey bin
&b'ın, Hz. Aişe'nin, Hz. Ali'nin, Ebu Huzeyfe'nin mevlâsı Salim'in ıushaflan tamamen ortadan
kalktı. Ya su ile yıkandı veya ateşte ya-tldı.
«Cenabı Hak müminleri aralarında savaşmak tehlikesinden ko buradaki
hedefi doğru idi. O, sahabilere danışmadan önce bunu yapmadı. Hepsinin
muvafakatim aldı. Yardımlarını elde etti. Teyidlerini, teşekkürlerini aldıktan
sonra bunu yaptı.
Ebu Bekir el Ensarî,
Suhey bin Gafele'den rivayet ediyor:
— Hz. Ali'den dinledim, diyordu:
— Ey nas! Allah'tan korkunuz. Sakın Osman'ın aleyhine çalışmaktan
uzaklasınız. «O, mushaflan yakandır» sözündne hazer ediniz. Allah'a yemin
ederim, o, Resûlüllah'ın ashabi'ndan bir cemaatinin reyini almadan bunu
yapmadı (danıştı öylece yaptı)».
Amr ibn Said diyor:
Hz. Ali «Eğer Osman'ın
zamanında idareci ben olsaydım mushaflar hakkında Osman'ın yaptığını aynen
yapardım» diyor.
Bu konuda Hz. Osman'a
birçok tân tevcih edilmiştir. Onlardan birisini ele alıp cevabını verelim:
Rafızi ifratçılanndan
bazıları, «Hz. Osman, ondan evvel Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Kur'an'ı tahrif
edip, âyet ve sûrelerinin çoğunu is-kat ettiler» diye iddia ederler. Ve bu
ifratçılar hocaları Hişam bin Sa-lim'den, Ebu Abdullah'tan rivayet ediyor ki,
Cebrail'in Hz. Muham-med'e getirdiği Kur'an onyedi bin âyet idi. Yine
Rafizilerden Muham-med bin Nasr, «El-Beyyîne» sûresinde Kureyş'ten yetmiş kişinin
ve babalarının isimleri vardı diye iddia ediyor! Yine ifratçı Rafizilerden
Muhammed bin Cehennem'el-Hilali hocası Ebi Abdullah'tan rivayet ediyor: «Bir
ümmet diğer bir ümmetten daha ziyadedir...» (Nahl: 92). Lâfızları Allah'ın
kelâmı değildir (!) Ve tahrif edilmiştir! Kur'an'mbu tâbirinin yerinde «Diğer
imamlardan daha temiz imamlardır» tâbiri vardı. yani ümmet tâbiri yerinde eimmet
[imamlar] tâbiri vardı diyor.
Ğulat-ı Şia'dan
bazıları da «Kur'an'da bir s» re vardı, onun adı «El-Vüaye» sûresiydi ve tamamen
iskat edildi diye iddia ederler. Ve yine «El Ahzab» sûresinin çoğu iskat
edilmiştir. Çünkü o, «el En'am» sûresi kadardı. Ehl-i Beyt'in fazileti ile
ilgili âyetleri oradan iskat ettiler diye İddia ediyorlar. Gulat-ı şiarım
fikrine göre, doğu ve batıda yaşayan müslümanlann, bugün ellerinde bulunan
Kur'an, (Haşa) Tevrat ve încil'den daha muharreftir. Telifi onlardan daha
zayıf, onlardan daha fazla batılları derleyen bir kitabtır. Allah bu ifratçı
Rafızıları öldürsün. Ne zaman bunlar düşüneceklerdir. Batının yetiştirdiği «müsteşrik»
adlı İslâm düşmanları da ancak bu kadar Kur'an'a hücum edebilmişlerdir!
Bu Rafizilerin
ithamları, evvelâ sened ve delilden mücerred ithamlardır. Ne senedi vardır, ne
de delili. Esasında bunları zikretmemize gerek de yoktu. Eğer bazı mülhidler
bu sözleri ağızlarına sakız yapma-saydılar. Ne zikreder, ne de cevab verirdik.
Bu iddialarının batıl olduğuna dair onların hiç bir delil bulamamaları yeter
de artar. Fakat delil olmamasına rağmen bunların hamakat ve sefahatlan böyle
söylemelerini gerektirmiştir. «Allah kimi rezil ederse onu aziz edebilecek bir
kimse bulunmaz. Allah dilediğini yapar.» (Hacc: 18) âyeti onlara güzel bir
cevabtır.
İkinci delil:
Şia âlimleri de bu
hurafelerden, bu ahmaklıklardan uzak dururlar. Yani bu iddialara sahib
çıkmazlar. İsterseniz Şiâ imamlarından birisi olan Et Tibrisi'nin ve Şii
kaynağı kabul edilen «Mecmaul Beyanındaki söylediklerine kulak verelim:
«Kur'an'da ziyade yani
fazlalık meselesine gelince.. Bunun batıl bir iddia olduğunda bütün bir ümmet
icma' etmiştir. Kur'an'da noksan yani eksiklik meselesine gelince.. Bu, bizim
arkadaşlarımızdan bazıları ve Haşevi'lerin bir gurubundan rivayet edilmiştir.
Fakat doğru ve sahih olanı bunun hilafıdır. Bunun böyle olmadığına «El Murteda»
kail olmuş ve bu hususta son sözü söylemiştir.»
YineEt Tibrisi «Mecma
ul Beyan»da diyor ki:
«Kur'an'daki ziyade
iddiasına gelince.. O, kesinlikle batıldır. Noksanlık meselesi ise, bunun
muhal olması daha şiddetlidir. Dava şöyle devam etti: Kur'an'ın nakledilmesinin
sıhhatti oluşuyla ilgili ilim, memleketler, büyük hadiseler, büyük olaylar,
meşhur kitablar ve yazılmış Arap şiiriyle ilgili ilim gibidir. Belki bu
hususta daha fazla inayet gösterilmiştir. Bu nakil ve koruma hususunda daha
fazla titizlik gösterilmiştir. Kur'an nakli öyle bir hududa varmıştır ki,
başkası o hududa varamamıştır. Çünkü Kur'an, peygamberliğin mefharesi, şer'i
ve dinî hükümlerin mehazıdır. Müslüman âlimleri onu hıfzetmek ve himaye
etmekte en son dereceye kadar gitmişlerdir. Hattâ onun iğrabın-ran,
kıtaatlarından, harflerinden, âyetlerinden ihtilâf edilen her noktayı
bilmişlerdir. Nasıl onun değiştirilmiş veya eksik nakledilmiş olması mümkün
görülebilir? Halbuki onun hakkında yüzdeyüz doğru olan bir inayet ve yüzdeyüz
isabet eden bir zapt u rapt vardır.»
Üçüncü delil:
Tevatür, ve ümmetin
icmaı kaim olmuş ki, mushafın iki kapağı arasında bulunanlar, eksiksiz ve
noksansız, ziyadesiz Allah'ın kitabıdır ve burada tağyir ve tebdil yok.
Tevatür ise ilim yollarından açık bir yoldur. îcma hakkın yollarından kuvvetli
bir yoldur. «Acaba haktan sonra dalâletten başka ne olabilir?» (Yunus: 32).
Dördüncü delil:
Hz. Ali (R.A.) bizzat
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman'ın zamanında derlenen Kur'an hadisesini öğmüştür.
Oysa bu ifratçılar Hz. Ali'ye yardım ettiklerini ve bu hezeyanları ile onun
tarafını tuttuklarını iddia ediyorlardır. Umarım ki, Hz. Ali'nin şu sözünü
unutmadınız:
«Ecir yönünden
mushaflar hususunda en büyük insan Ebu Bekir'dir. Allah'ın rahmeti Ebu
Bekir'in üzerinde olsun. O kitabullah'ı ilk derleyendir.
Hz. Osman'ın derlemesi
hakkında da şunları söyledi:
«Ey nas! Allah'tan
korkunuz. Osman hakkında ifrata kaçmaktan sakınınız. «Osman mushafları
yakandır» sözünden hazer ediniz. Allah'a yemin ederim, o, bizden yani
Resûlüllah'ın ashabından bir cemaatin reyini aldıktanso nra onları
yaktırmıştır.»
Ve şu sözünü de
unutmamışsmızdır:
«Eğer Osman'ın yerinde
idareci ben olsaydım Osman'ın mushaflar için yaptıklarını aynen yapardım.»
İmam Ali bu sözleriyle
bahis konusu olan müfritlerin dillerini kesmiş olmuyor mu? Onların hilelerini
kendilerine çevirmiyor mu? Onlar acaba nereye gideceklerdir?
Beşinci delil:
Halifelik Hz. Ali'ye
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan sonra geçmiştir. Acaba bunlar
Kur'an'da haşa fazlalık veya eksiklik etmiş olsalardı niçin Hz. Ali bunu
haykırmıyordu? Niçin seleflerinin gittiği yanlış yolu halk için tashih
etmiyordu. Halbuki bu müfterilerin inancına göre Hz. Ali masum (yani günah
işlemeyen) bir imamdır. Böyle bir şeyi bilip de ilân etmezse günah olmaz mı?
Halbuki AH (R. A.) Kur'an hafızlarının başında gelen bir hafızdı. Allah'ın
dinine ve İslama yardım etmek hususunda Allah'ın en şeci kullarından birisiydi.
Ondan sonra oğlu Hz. Hasan'a hilâfet geçti. Altı ay halîfe oldu. Acaba niçin bu
fırsatı değerlendirmedi de kitabullah'ın hakikatini ümmete ilân etmedi? Ey
müslüman! Gulat-ı şia'mn bu iftiraları ancak deliller tarafından söylenebilir.
Bu iftiraları ancak aklından şikâyeti olanlar tasdik edebilir. Allah imanımızı
muhafaza eylesin. Ümmeti şerlerinden korusun.
Bununla beraber ashab-ı
kiram tamamen adildir. Onların adaleti hususunda «Ehl-i sünnet ve'l cemaat»
ihtilâf etmemiştir. Onların adaletine ancak bid'atçılar ve zındıklar tanda
bulunmuştur. Ebu Zer'a Er-Razi diyor ki:
«Bir kişinin ashab-ı
kiram'ı nakzettiğini görürsen bil ki o zındıktır. Çünkü Resul haktır, Kur'an'm
getirdiği haktır. Onu bize getiren de sahabedir. Bu zındıklar evvelâ sahabeleri
cerhetmek istiyorlar ki, ikinci mertebede Kur'an ve sünneti iptal
edebilsinler. Buna dikkat etmek lâzımdır. İstersen sahabe hakkında Cenabı
Hakkın şehadetini beraberce okuyalım:
«Muhammed Allah'ın
peygamberidir. Onun beraberinde bulunanlar (yani eshab-ı kiram) kâfirlere
karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları rüku ve
secde eder halde Allah'tan se-vab ve nza istediklerini görürsün. Secde
eserinden nişanlan yüzlerin-dedir. İşte onların Tevrat'taki vasıflan budur.
İncil'deki vasıflan da şu:
Onlar filizini
çıkarmış bir ekine benzerler. Derken o filizi kuvvetlenmiş de kalınlaşmış.
Nihayet gövdeleri üzerinde doğrulup kalmış, ekicilerin hoşuna gidiyor. Bu
teşhis kâfirleri öfkelendirmek içindir. On-
Iardan iman edip salih
amel işleyenlere Allah katında bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.»
(El-Fetih: 29).[27]
Kur'an âyetlerinin
bilinme yolu ancak ŞARİ'in açıklamasından geçer. Sari' nerenin üzerinde durmuş,
ne söylemişse onun üzerinde durmak lâzımdır. Bu konu kıyas ve rey ile bilinecek
konu değildir. Sadece talim ve irşad yeridir. Çünkü âlimler «Elif», «Lâm»,
«Mim», «Sad'ı» bir âyet saymışlar, fakat «Elif», «Lam», «Mim», «Ra'»yi bir âyet
saymamışlar. «Yasin»'i bir âyet saymışlar, fakat «Ta», «Sin»'i bir âyet
saymamışlar. «Ha», «Mim», «Ayn», «Sin», «Kaf»'ı iki âyet saymışlar. Onun
benzeri olan «Kaf», «Ya», «Ayn», «Sad»'ı iki âyet saymamışlar, bir âyet
saymışlardır. Eğer kıyasa bakılsaydı benzerlerin hükmü bir olmalıydı ve
ihtilaflı gelmemeliydi. Madem ki mesele tevkifidir bu ihtilâf sana herhangi
bir şüphe getirmesin. Çünkü herkes kendisine tebliğ edilen veya bildirilenin
nezdinde durmuştur. Bir tek kelimeyi, nasıl bir âyet saymışlardır, dememelisin.
Çünkü şârii öyle saymıştır. Nitekim «Errahman» sûresinin başındaki «Errahman»
kelimesi bir âyet, yine aynı sûredeki «mudhametan» kelimesi bir âyet sayılmıştır.
Buhari, Ebu Davud ve Nesei, Ebu Said bin El Mualla'dan rivayet ettiler:
«Mescidde namaz
kılıyordum. Resûlüllah beni çağırdı. İcabet etmedim. Sonra kendisine gelerek:
— Ey Allah'ın Resulü! Ben namaz kılıyordum!»
dedim.
Cenabı Peygamber:
— Allah dememiş mi «Ey iman edenler! Sizi
çağırdıkları zaman Allah ve Resûlü'ne icabet ediniz.» (El-Enfal: 24).
Sonra Resûlüllah şöyle
dedi:
— Sana bir sûre öğreteceğim ki, o, Kur'an'm en
büyük süresidir. Camiden çıkmazdan evvel bu olacaktır.
Sonra elimden tuttu.
Camiden çıkmak istediğim zaman, sordum:
— Kur'an'm en büyük sûresi olan bir sûreyi sana öğreteceğim, elemedin mi?
Cenabı Peygamber:
— O, Fatiha süresidir! Fatiha sûresi
tekrarlanan yedi âyettir. Ve bana verilen yüce Kur'an'dır! dedi.»
Bu hadis Fatiha sûresinin
yedi âyet olduğuna, Kur'an'daki tekrarlanan yedi âyetten maksadın Fatiha
sûresi olduğunu beyan eder.
Tirmizi, Hakim, Ebu
Hüreyre'den rivayet ettiler:
«Her şeyin bir hörgücü
vardır. Kui'an'ın hörgücü Bakara süresidir. Orada bir âyeti celîle bulunuyor
ki, Kur'an âyetlerinin efendisidir. O âyet de «El Kürsi» âyetidir.»
Müslim, Tirmizi, Ubey
bin Kâab'dan rivayet ettiler: Cenabı Resul buyurdu:
— Ey Ebel Munzir!
Senin nezdindeki (hifzinde olan) kitabullah'ın hangi âyetinin daha büyük
olduğunu biliyor musun?
Ben: Âyet el Kürsi
daha büyüktür dedim. Bunun üzerine Cenabı Peygamber elini göğsüme vurdu ve:
— Ey Eba Münzir!
Göğsün ilimle aydınlansın. Veya ilim senin için kolaylaştınlsın, dedi. Ve beni
takdir etti.»
İmam Ahmed
«Müsned»inde İbni Mes'ud'dan rivayet etti: «Resûlüllah bana «Âl-i Hâ, Mim'den
olan otuzluk sûrelerin birini okuttu.» İmam-ı Ahmed, «Bu sûreden maksad «El
Ahkaf»tır.Çünkü bir sûrenin âyetleri otuzdan fazla ise ona «otuzluk» denilir»
dedi.
Bazan ((âyet»
tâbirinden âyetin bir parçası veya ekserisi kastedilir. Fakat bu kasd mecaz
yoluyledir.
[28]
Tıbyan sahibi şunu
söyledi;
Kur'ân âyetlerinin
adedine gelince: Sayanlar altı bin ikiyüz küsur âyet olduğunu söylüyorlar.
Ancak bu «küsur» de ihtilâf, vardır. Medine'nin ilk sayımına göre onyedi
âyettir. Nafi' bu kanaattadir. Medine'nin son sayımında Şeybe'ye göre «ondört
âyettir». Ebu Cafer'e göre on âyettir. Mekke sayınıma göre yirmi, Kûfe'lilerin
sayımında ise otuz âyettir. Bu, ayna zamanda «Hamzatuz-Zeyyat»dan da rivayet edilmiştir.
Basra'lılara göre beş âyettir. Ebu Asım el Cebeli'den böyle rivayet edilmiştir.
Bir rivayete göre ise, dört âyettir. Eyyub bin Mütevekkil el Besrî böyle
demiştir. Besrî'lilerden gelen diğer bir rivayette ise ondo-kuz âyettir. Bu da
Kattade'den rivayet edilmiştir. Şam'lıların sayımında yirmi altı âyettir.
Yahya bin el Harisi ez-Zimmari'den böyle rivayet edilmiştir.
Et-Tıbyan Sahibi:
«Mekke sayımı Abdullah
bin Kesir'e nisbet ediliyor ki, yedi kur-radan birisidir. Mucahid, İbni
Abbas'tan, o da Ubey bin Kâab'tan rivayet ediyor.
Medine'lilerin sayısı
ise iki kısımdır: İlk sayım ve son sayım. Birinci sayım belli bir kişiye
nisbet edilmemekle beraber Kûfeiiler Me-dine'lilerden «Mürsel» olarak
nakletmişlerdir. Medine'lilerin ikinci sayımı ise, «on kıraat âlimlerinden
ikisi olan Ebi Cafer bin Yezid ve Misbah oğlu Şeybe'ye nisbet edilmektedir.
İsmail bin Cafer bin Ebi Kesir el Ensari, Süleyman bin Cemmaz vasıtasıyla
onlardan rivayet etmiştir.»
Kur'an âyetleri uzun
ve kısalık yönünden de değişiktir. Kur'an'ın en uzun âyeti «El Bakara»
sûresinin «borç»la ilgili âyetidir. En kısası ise «Yasin» kelimesidir. Sûrei
Yâsin'in başında gelmiştir. Bazı kimseler âyetlerin sayısının bilinmesinde
herhangi bir faide olmadığı iddiasındadırlar. Fakat bunun bilinmesinde üç
faide olduğunu beyan etmek suretiyle sözkonusu iddiaları çürütelim:
Birinci faide :
Bilinsin ki, her üç
kısa âyet Resûlüllah'ın bir mûcizesidir. Uzunluğu ile üç kısa âyete denk olan
bir uzun âyet de böyledir. Çünkü Cenabı Hak düşmanlara meydan okunmasını bir
sûre ile ilân etmiştir: «Eğer kulumuza indirdiğimizden şüpheniz varsa, onun
benzeri bir sûreyi getiriniz.» [El-Bakara 23].
Bu sûre, uzun sûrelere
denildiği gibi kısa sûrelere de denir. Kur'an'ın en kısa sûresi «El Kevser))
süresidir. Bu da üç âyettir. Hepsi de kısa âyetlerdir. Böylece sabit olmaktadır
ki her üç kısa âyet mucizedir ve onlara denk gelen uzun bir âyet de onlar
kuvvetindedir.
İkinci f aide:
Fasılalar üzerinde
durmanın sünnet olduğunu savunan bir kimseye göre, âyet başlarında durmak
güzel bir şeydir. Çünkü delil olarak getirilen hadisin zahiri bunu gerektirir.
Hadisi Ebu Davud, Ümmü Se-leme'den rivayet ediyor:
aCenabı Peygamber
Kur'an'ı okuduğu zaman âyet âyet okurdu. Meselâ «Rigmiiiahirrahmanirrahiym»
der, durur. Sonra «El hamdu lillahi Rabbil Aleminne başlar, yine durur. Sonra
«errahman», «erra-him»i okur yine dururdu!...
Üçüncü faide:
Namaz ve hutbede
âyetlerin gerekli olmasıdır. İmam-ı Suyuti şunu söyledi:
Âyetlerin adetlerinin
ve fasılalarının bilinmesine, bir takım fıkhı hükümler bağlıdır. O ahkâmlardan
biri Fatiha sûresini bilmiyen bir kimse hakkında âyetlerin bilinmesi itibar
edilir. Çünkü bu kimseye, Fatiha yerinde yedi âyet okumak vacibdir. Ayetler
bilinmese, insan nerden bilecektir ki, kaç âyet okumuştur. Hutbede de âyetlerin
bilinmesine itibar edilir. Çünkü hutbede bir âyetin tam olarak okunması
va-cibtir. Eğer uzun değilse âyetin bir parçası kâfi değildir. Uzun olduğu
takdirde de, cumhurun tahkikine göre, kâfi gelmez.
[29]
Ümmet, bugün mushaflarda
gördüğümüz gibi, Kur'an âyetlerinin tertibi, Resûlüllah'tan ve dolayısıyla
Allah'tan gelen bir emirle olduğunu ittifakla kabul etmiştir. Yani
tevkıfî'dir. Rey ve içtihadın burada hiçbir müdahelesi yoktur. Cebrail (A.S.),
bir çok âyetleri Resûlül-lah'ın kalbine indirir, her âyetin hangi sûreden
olduğunu ve yerini gösterirdi, sonra Resûlüllah ashabına öylece okur, vahy
kâtiblerine âyetin içerisinde yazılacak sûreyi ve âyetin yerini gösterirdi.
Bunu namazında. vaazlarında ve ahkâmda onlara okur tekrarladı. Her sene Cebrail
ile Kur'an'ı baştan sonuna kadar bir defa tekrarlardı. Son senede ise iki defa
tekrarlamıştır. İşte bu tekrarlama bizim için bugün mushaflan-mızda yazılı
olduğu tertib gibi idi.
[30]
Sûre lûgatta «konak»
demektir. Kur'an'm belli kısımlarına sûre denir. Çünkü o da, konaktan sonra
konaktır ve bir bölümü diğerinden ayırmaktadır, istilanda sûre'nin tarifi
«Kur'an âyetlerinden müstakil bir gurubtur, başlangıç ve sonuçlan vardır.»
Şehir etrafındaki «sur» dan alınmıştır. Çünkü sur*un taşları birbirinin yanına
konulması gibi sûrenin kelime ve âyetleri de birbirinin yanına konmuştur.
Kur'an'm sûrelere taksim edilmesinin hikmeti; insanlara kolaylık olsun, onları
Kur'an okumaya teşvik etmek içindir. Çünkü eğer hepsi bir «sûre» olup bölüm,
bölüm ayrılmasaydı insanlara onu ezberlemek ve anlamak zor gelirdi. O denizin
dalgalarına dalmak onlan yorardı. Bir de hadisin konusuna, konuşmanın mihengine
delâlet etmezdi. Çünkü her sûrenin belli bir konusu vardır, ondan bahsediyor. Meselâ
Bakara sûresi İsrail ineğinden, Yusuf sûresi Hz. Yusuf'tan, Nemi sûresi Hz.
Süleyman'ın karıncasından, Cin sûresi cinlerden bahseder.
Sûrenin mûciz olması
ile uzun olmasına bağlı değildir. Sûre ne kadar kısa olursa olsun mûcizdir
kanaatini ispatlamak hikmeti de burada bahis konusudur.
[31]
Kur'an sûreleri dört
kısma ayrılır: «Tuval» (yani uzunlar) «Miin» (yani yüzden yukarı) olanlar ve
«Mesani» (tekrarlananlar) ve ((Mufassallar». «Tuval» yedi sûredir: «El
Bakara», «AH İmran», «En Nisa», «El Maide», «El-En'am» ve «El A'raf» tır.
Bunlar altı sûredir. Yedincide «Enfal» ile «Tevbe» birlikte midir veya Yunus
sûresi midir, diye ihtilâf vardır. «Miin» sûreler ise, âyetleri yüzden fazla
olanlardır. Mesani sûreler ise, âyetlerin adedi yüzden sonra gelenlerdir.
«El-Fer-ra» «âyetleri yüzden aşağı olan sûrelere denilir. Çünkü onlar diğer sûrelerden
daha fazla tekrar edilirler. Zaten mesani'nin lügat manâsı da tekrar
edilmektir» dedi. Mufassal'lar ise, Kur'an'm son sûreleridir. Başlangıcı hangi
sûredendir diye ihtilâf vardır. Bazıları «Kaf», bazıları başka demişlerdir.
İmam Nevevi'nin tasrihine göre; Hucurat sûresinden başlar. Bunlara mufassal
denilmiştir. Çünkü sûreler arasında sık sık besmele ile kesinti yapılmaktadır.
Bazıları Mensuh âyetler bunlarda az olduğu için «Mufassal» dendiğini
bildirmiştir. Ve bundan dolayı bu sûrelere «El Muhkem» de denilmiştir. Nitekim
Buhari Saidbin Cübeyr'den rivayet etti:
«Sizin Mufassal
dediğiniz sûreler muhkemdir.»
Mufassal da üç
kısımdır: Tual, Evsat, Kusar... Uzun, orta, kısa... Tuvaller Hucurat'tan
«El-Buruc» sûresine kadar olanlardır. Evsat ortanca, Mufassallar ise, «Et
Tarik» tan başlar, Beyyine sûresine kadar devam eder. Kusar ise, «Ez-Zilzal»
den başlar sonuna kadar gider. Kur'an'ın en kısa sûresi El-Kevser'dir. En uzun
«El-Bakara»dır. Âyetlerinin çoğu uzundur. Hatta Kur'an'ın en .usu» âyeti bu
sûrededir.
[32]
Tarihçiler, Mekke'deki
Kureyşi'lerin yazıyı Harb bin Ümeyye .bin Abdişems yoluyla aldıklarında hemen
hemen ittifak etmişlerdir. Fakat Harb'ın kimden aldığında ihtilâf vardır.
Ebu-Amr ed-Dani'nin rivayetine göre; Harb hattı Abdullah bin Cedean'dan
öğrendi. El Kel-bi'nin rivayetine göre Harb, yazıyı Bişr bin Abdulmelik'ten
öğrendi. Sonra îslâm dini geldi. Arapların ümmîliğine (yazı yazmamalarına ve
okumamalarına) karşı savaştı, onu silmeye çalıştı. Yazının yüce bir meziyet
olduğunu ilân etti.
«Yaradan Rabbinin
ismiyle oku.» [El-Alak: 1] emri geldi.
Görüldüğü gibi burada
Cenabı Hak, Resulünü ve dolayısıyla insanları okumaya teşvik ediyor.
«Senin Rabbin kalemle
öğreten o en Kerim'dir. İnsana bilmediğini öğretmiştir.» [el-Alak: 2]
fennânıyle devam etti.
«Kalemle öğretilen»
yazıdır. Yazının şerefi de böylece bildirilmiş olmaktadır.
«Nun» sûresinde Cenabı
Hak, kalemle ve kalemin yazdıklanyla yemin ediyor. Bu da yazının İslâmda ne
derece ehemmiyetli olduğunu bildiriyor. Resulü Ekrem, ashabına yazıyı öğrenmeyi
ve güzel yazmaya teşvik ederdi. Hatta varid olmuştur ki, Bedir savaşında
müşriklerden altmış kişi esir alındı. Resulü Ekrem: «Kim ki ashabımdan ou
kişiye okuma yazma öğretirse onu bırakırım» dedi ve böylece 60 kişinin her
birisi veya bazıları on kişiyi öğrettikten sonra tutsaklıktan kurtuldu. Bu
hadiste okuma ve yazmanın hürriyete denk tutulduğu hakikati gözler önüne
serilmiştir. İşte böylece cehaletin zulmetleri paramparça oldu. İslâmın nuru
onları peyderpey izale ederek yerlerini ilim, yazı ve okumaya bıraktırdı.
[33]
Daha önce de
Resûlüllah'ın vafay kâtiblerinin olduğu haberini sana vermiştik. Resûlüllah'ın
döneminde Kur'an nelere yazılmıştır? Hz. Ebu Bekir'in döneminde nelere yazıldı?
Hz: Ömer'in ve Hz. Osman'ın döneminde nasıl yazıldığını öğrendin. Resûlüllah'ın
ve ashabının Kur'an'ın yazılmasına vermiş olduğu önemi de öğrendin. Hulefai
er-baa, Muaviye, Eban bin Said, Halid bin Velid, Ubey bin Kâab, Zeyd bin Sabit,
Sabit bin Kays, Erkan bin Ubeyy, Hanzele bin Rebi ve diğer sahabeler Resulü
Ekremin vahy kâtipleri idiler.
[34]
Bu tâbirden maksad,
Kur'an kelimelerini ve harflerini yazmakta Hz. Osman'ın seçmiş olduğu yoldur.
Acaba mushafm resmi tevkifi midir? Bazı âlimler tevkifidir ve ona muhalefet
caiz değildir demişlerdir. Bu, cumhurun mezhebidir. Onlar istidlal ederek
diyorlar ki, «Resulü Ekrem'in vahy kâtibleri vardı. Kur'an'ı fiilen bu resimle
yazdılar. Resûlüllah da onların yazılarını kabul etti. Resûlüllahın zamanı
geçti, Kur'an bu yazı üzerinde idi. Burada tadil ve tebdil olmadı.»
Bu delilin hulasası
şudur: Hz. Osman tarafından yazılan mushaf-lann resmi, evvelâ Resûlüllahın
ikrarını, sonra oniki binden fazla olan ashabın icmaını, ashabtan sonra
tabiînin ve müctehid imamların devrinde ümmetin icmaını elde etmiştir. Bu icma
bu resmin hilâfına gitmenin caiz olmadığının denlidir.»
Resmi Osmaniyi iltizam
etmek hakkında âlimlerin sözleri Es-Sa-hevî, senediyle rivayet ediyor ki îmanı
Malik'ten soruldu:
«Acaba bir insan öir
mushaf yazdmrsa halkın bu gün ihdas ettiği heceleri yazınız, dese yazdırabilir
mi?»
İmam Malik:
«Ben bu fikirde
değilim. Ancak Hz. Osman'ın devrindeki şekilde yazar.» cevabını verdi. Bu cevab
hakikatin tâ kendisidir. Zira burada ilk halin korunması bahis konusudur.
Ebu-Âmr Reddani; ümmet
âlimlerinden İmam Malik'e muhalefet edeni yoktur dedi.»
İmam Ahmed bin Hanbel,
«Mushafi Osman'ın hattına muhalefetten Kur'an yazmak haramdır,» dedi.
Fıkhi Şafii'den olan
«El Menhec»in haşiyelerinde şu hüküm yer almaktadır: Riba kelimesi «vav» ve
«Elif»le yazılır. Nitekim resmi Os-manide bu şekilde yazılmıştır. Kur'an'da
«Riba» kelimesi «ya» veya elifle yazılmaz. Çünkü onun resmine ittiba etmek
peşinde yürünen sünnettir.»
Hanefi fıkhında «El
Muhit ül Burhani» adlı kitabta şu ibare vardır:
«Resmi Osmaninin
gayrisiyle Kur'an yazmak uygun değildir.»
Allame Nizamuddin-i
Nisaburi:
«İmamlardan bir
cemaat; Kurra, âlim ve hattatların ana mushaf -ta ki, resme tâbi olmaları
vacibtir. Çünkü bu Zeyd bin Sabit'in yazdığı resmdir ve Zeyd de Resûlüllah'ın
emri ve vahyi kâtibiydi dediler!...» diyor.
El Beyhaki Şuab ul
İmam'da:
«Kim ki bir mushaf
yazarsa Hz. Osman'ın mushaflarmın yazmış olduğu heceyi korumalı, onlara muhalefet
etmemeli, onların yazdıklarından herhangi bir şeyi bozmamalı. Çünkü onların
ilmi daha çok, kalb ve dilleri daha doğru, emanetleri daha büyük idi. Bizim
onlardan daha ileriye geçmiş olduğumuz zihabına kapılmamız doğru değildir!»
dedi.
îkinci bir görüşe
göre, mushafm resmi istilahidir, tevkif i değildir. Bu görüşe göre; ona
muhalefet etmek caizdir. Bu, İbni Haldun'un mu-kaddimesindeki reyidir. Kadı Ebu
Bekir «el-îtisar»da İbnu-Haldun'un reyini destekliyerek demiştir: Yazıya
gelince, Allah bu ümmete o hususta hiçbir yazı türüne tâbi olmayı farz
kılmamıştır. Zira Kur'an'ın kâtiblerine, mushafların hattatlarına illâ şu resme
tabi olacaksınız, bunun gayrisine iltifat etmeyeceksiniz diye bir şeyi vacib
kılmamıştır. Ve böyle bir vucub dinlemekle olur. Oysa Kur'an'ın naslarında ve
mefhumunda Kur'an'ın resmi ve zabtı ancak şu özel şekilde olur diyen bir kimse
olmadığı gibi herhangi bir hudud çizip bunu aşmak caiz değildir diyen bir nass
da yoktur. Hadisin nassmda da bunu gerektiren bir şey yok. Ümmetin icmamda da
bu yok. Şer'i kıyaslar da buna delâlet etmez. Bilâkis sünnet her kolay
şekliyle Kur'an'ı yazmanın caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenabı Peygamber
Kur'an yazmayı emrediyordu. Onlara muayyen bir vecih açıklamıyordu ve hiç
kimseyi başka vecihlerle yazmaktan da menetmedi. Bunun için de mushafların
yazılan değişik oldu. Bazıları kelimeyi lafzın mahreci üzerine yazıyordu.
Bazıları, ziyade ve eksiklik yapıyordu. Onun bir istilan olduğunu ve insanlara
bu halin güç gelmiyeceğini biliyor..»
El-Burhan ile Tıbyan
sahibleri, îzz bin Abdüsselâm'ın:
«Kur'an'ın her hangi
bir hatla yazılması caizdir. Hattâ avam, halk için bugün halk arasında meşhur
olan ıstılahların üzerinde Kur'an yazmak vacibtir. Resmi Osmani ile onlar için
yazmak caiz değildir. Çünkü hataya düşebilirler. Ancak bununla beraber Resmi
Osmaniyi korumak da vacibtir. Tabii bu selefi salihinden miras olarak bize kalan
nefis eserlerden birisidir. Cahillerin cehaleti için bunlar ihmal edilemez.
Belki ariflerin elinde kalır ki, yeryüzü ariflerden hiçbir zaman hali
değildir!» bu fikrini benimsemişlerdir...
Acaba bu devirde Hz.
Osman'ın yazdırdığı Mushaflar nerededir?
Bizim elimizde şu anda
Hz. Osman'ın Mushaflarmın varlığına dair kesin bir delil yoktur. Onların
yerlerini tayin etmek de imkanımız dahilinde değildir. Ancak bizim en fazla
bildiğimiz şudur ki, «îbnu Cezerî» Şam ahalisine gönderilen mushafı görmüştür.
Mısırda da mushaf lardan birisini daha görmüştü
[35]
Hz. Osman
Mushaflarının hiçbirisinin bu zamanda olmaması bize Hiçbir zarar vermez. Çünkü
güvenilen konu burada nakildir. Güvenilir bir insanın bir diğer insandan
nakletmesi, bir imamın diğer bii imamdan nakledip tâ Resûlüllaha silsile
yoluyla çıkarmasıdır. Kur'-an'ın bu şekilde nakledilip gelmesi mütevâtirdir.
Bir de Hz. Osman'ın yazmış olduğu mushaflar önünde yüzbinlerce mushaflar her
asır ve her şehirde yazılmıştır. Hz. Osman'ın Mushafında yazdığı yazısı muhafaza
edilmiştir.
Hz. Osman onları İslâm
diyarlarına gönderir göndermez her taraftan ümmeti Muhammed o Mushaflann
üzerine hücum etti. Şark ve garbta mushaf konusunda müminlerin kelimeleri
birleşti ve yüzbin-lefce mushaf o mukaddes mushafın aslından yazıldı. Tecvid,
taskil [cilalanmak] ve tahsin eli çeşitli şekillerde mushafa uzatıldı, maddesi, şekli, yazısı,
hacmi, kâğıdı, cildi, tezhibi herşeyi güzelleşti. Bunlar bizi pek fazla
ilgilendirmez. Ancak manevi ve cevheri
güzelleştirmeler vardır ki, onlar harflerin nutkuna, kelimelerin birinin
diğerinden yarılmasına, benzerliklerin arasındaki ayrılıkların tahsis edilmesinde, noktalar koymak,
şekiller yapmak suretiyle meydana
gelmiştir. İşte bizi ilgilendiren budur. Bazıları, noktalar îslâmdan önce de
biliniyordu. Hz. Osman'ın mushaflannda bütün vecihler okunsun diye bırakılıp
yazılmamıştır. Bazıları da noktalar Hz. Ali'nin talebesi Ebul-Esved Ed-Deelî
tarafından konulmuştur diyorlar. İster
daha önce noktalar olsun, ister Ebul Esved tarafından konulsun, harflerin
noktalanması, ve harekelenmesi ancak
Abdülmelik bin Mervan'ın devrinde oldu. Çünkü halîfe İslâm diyarının
genişliğini, arap olmayan milletlerin araplara karıştığını ve Acemlik lügatin
selâmetinin haleldar ettiğini gördü. Mushafları okumak hususunda iltibasın
meydana gelmeye başladığını hattâ bazılarının mushafın kelimelerini ve
harflerini ayırd-etmek çok zor geldiğini müşahede eden Abdülmelik, dürüst
düşüncesiyle ümmeti bu tehlikeden
kurtarmaya teşebbüs etti. Genel
valisi Haccac'a bu mühim emirle ilgilenmesini istedi. Haccac da müminlerin emîrine itaat ederek iki kişiyi bu müşkilâtı halletmeye
gönderdi. Onlar; Nasr bin Asım el Leysî ve Yahya bin Ya'mer [veya Ya'mur]
er-Ridvani'dir. İkisi de ilmi seviyeleri yüksektir. Kendilerine tevdi edilen
görevi yerine getirecek nitelikte idiler. Hem ilim, hem amel, hem salah, hem
takva, hem de lügatin asıllarını, kıraatin vecihlerini bilmek hususunda ikisi
de mahirdi ve ikisi de Ebul-Esved ed Deelînin talebelerinden idi. Alimler
«sadri evvelde [ilk zamanlarda] mushaflann noktalanmasını, şekillendirilmesini
mekruh görürlerdi. Kur'an'ın mücerredine hiçbir şeyin karışmasını iyi
görmezlerdi. Tağyirden korkarak bunu dikkatle izliyorlardı. Delilleri İbni
Mes'ud'dan gelen şu eserdi:
«Kur*an'ı tecrid
ediniz. Ona herhangi bir şey karıştırmayınız.»
Fakat zaman bildiğiniz
gibi bozulmuştur. Müslümanlar Kur'an'ın noktalandırılmasına,
harekelendirilmesine, harf şekilleri konulmasına, hizibler, öşürler
konulmasına mecbur oldular. Nokta ve şekillerden tecrid edilmesi, tağyirine
sirayet eder diye idi. Binaenaleyh kerahiyet de böylece kalkmış oluyor. Çünkü
hüküm illetiyle varlık ve yokluk yönünden deveran ediyor, kaidesi vardır. İmam
Nevevi «et Tibyan» isimli eserinde şunu söyledi:
«Alimler Kur'an'ı
noktalandırmak ve şekillendirmek mustahabtır. Çünkü bu Kur'an'da yanlış okumayı
önler dediler...»
Eş Şabi'nin,
En-Nahai'nin noktalamayı mekruh görmelerine gelince... O onların zamanındaydı.
Kur'an'ın tağyirinden korkuluyordu. Artık bugün Kur'an'ın tağyiri diye bir şey
yok. Noktalamanın Resû-lüllah'tan sonra ihdas edilmiş bir olay olması buna mani
olamaz. Çünkü nice güzel ve sonradan peydah edilmiş olaylar vardır ki
men-edilemezler. İlim tasnifi, cami, medrese ve mektebler yapmak ve minareler
inşa etmek gibi.
Kurban bilahare otuz
cüze, her cüz de iki hizbe, bazıları da dört hizbe taksim edilmiştir. Ayetlerin
rakkamlan, sûrelerin başındaki isimlerin, Mekki veya Medeni olup olmadığının
yazılması, öşürlerin, rubulerin, cüzlerin alâmetlerin sahifelere konması, hepsi
sonradan ihdas edilmiştir. Bazı âlimler bunu caiz, bazıları da mekruh
görmüşlerdir. Fakat gaye Kur'an'ı kolayca okutmak olduğu için durum pek de zor
değildir.
[36]
Kâinatta gördüğümüz ve
dinlediğimiz hiçbir kitab Kur'an'ın taşıdığı iclal ve takdise nail
olamamıştır. Cenabı Hak onun hakkında
«O meknun bir
kitabdır. Onu ancak tertemiz, yani cenub olmayan ve abdestli olanlar
elliyebilir.» Ve bu hususta Allah yemin etmiştir:
«Yıldızların
mevkilerine kasem ediyorum.
Bu kasem, eğer
bilirseniz, büyüktür. Şüphesiz ki o kesinlikle kerim bir Kur'an'dır. Meknun
bir kitabtadır. Onu ancak küçük ve büyük hadesten tahir olanlar elleyebilir.
Alemlerin rabbından inmiştir.» [El-
Vakıa; 75-76].
Resûlüllah Kur'an'm
düşman memleketlere götürülmesini dahi menetmiştir. Çünkü onlann eline
düşebilir. Bu hadis, Müslim ve Bu-hari'de rivayet edilmiştir. Bazı âlimler
Kur'an'ı çerçöp içerisine atanın kâfir olduğuna dair fetva vermişlerdir. Zımmî
dahi olursa kâfire, Kur'an'ı satanın haram işlemiş olduğuna fetva
vermişlerdir. Kur'anı ellemek ve almak için abdestli olmayı şart koşmuşlardır.
Hatta Kur'an'm üzerindeki kılıf ve bitişik olan kapağı, içinde bulunduğu sandık
da böyledir demişlerdir. Güzel yazılmasını, yazısının gayet açık olmasını,
harflerinin yerli yerinde bulunmasını müstehab görmüşlerdir. İmam Nevevi
«Kur'an içeri girdiğinde ayağa kalkmak müstanabtır» der. Çünkü âlimler ve
hayırlı insanlar için ayağa kalkmak müstahab olduğuna göre mushaf daha
evlâdır. Allah Kur'an'a karşı hürmetli olmamızı nasib eylesin.
[37]
Kıraat, Kırae'nin
cemiidir. Kırae «karae» fiilinin maştandır ve okumak manasınadır. Istılah da
imamlardan birisinin Kur'an nutkunda diğerine muhalefet ederek tâkib ettiği
mezhebi demektir. Fakat bununla beraber ondan gelen rivayet ve yollar ittifak
halindedir. Bu muhalefetin harflerin, veya heyetlerinin nutkunda olması hiç bir
şey değiştirmez.
İbn Cezeri «Müncid ul
Mükrün» adlı eserinde «Kıraatlar Kur'an kelimelerini eda etmek keyfiyetlerini
bilen ve ihtilâflarını nakledenlere nisbet edilen ilimdir. Mukri şifahen
rivayet eden âlimdir. Eğer şifahen bu ilmi rivayet edenden rivayet etmezse,
«Et-Teysir» gibi bir kitabı ezberlerse dahi içindeki kaidelere göre okumaya yetkili değildir.
Ancak şifahen silsile yoluyla okuyabilir. Çünkü kıraatlerde ancak sima' ve
şifahi olarak bilinecek birtakım şeyler vardır...» denilmektedir.
[38]
Ashabı kiram kıraati
Resûlüllahtan değişik şekillerde öğrenmişlerdi. Bazıları bir harfle [vecihle],
bazıları iki, bazıları daha fazla harflerle öğrenmişti. Yani Resûlüllah
Kur'an'm üzerinde indiği yedi harften bazılarına bir, bazılarına iki, üç veya
dört veya bazılarına tamamını öğretmişti. ResûIülİah'ın vefatından sonra ashab
İslâm memleketlerine dağıldılar. Bunun için. Tabiîn onlardan değişik kıraatlar
öğrendiler. Tebeitabiîn de tabiînden böylece ders aldılar ve böylece silsile tâ
kurra imamlarının zamanına kadar devam edip geldi. Bu imamlar ihtisas yaptılar.
Bütün vakitlerini kıraatlara hasrettiler. Onları zabtettiler, neşrettiler.
Böylece kıraat ilmi ve ihtilâfları ortaya çıktı. İhtilâfların Kur'an'm üzerinde
inmiş olduğu yedi harf (vecih) üzerinde cereyan ettiği bilinmelidir. Bunlar,
Allah'ın katından gelen harflerdir. Ne ResûIülİah'ın, ne de herhangi bir
kimsenin katından gelmiş değillerdir. Kıraat konusunda Mushaflar hiçbir zaman
dayanak noktası değildirler. Onlar ancak ahkâmda dayanılacak noktadırlar.
Kıraat şifahen Resulü Ekrem'den ashaba, ashabtan tabiîne, tabiînden
tebeitabiîne kadar devam etmiş gelmiştir. Bu hususta Tayyibe'nin sarihi Nuveyri
şunu söylüyor:
«Kur'an'm naklinde
itinıad, hafızlar üzerindedir. Bunun için Hz. Osman memleketlere gönderdiği her
Mushaf'la beraber bir de hafız gönderdi. Ve her memleket Mushaflarmdaki şekille
okudu. Ve Resûlül-lah'tan okumuş sahabelerden okudular. Sonra kıraat imamları
geceli gündüzlü kendilerini bu işe tahsis ettiler ve bu hususta uyulacak
imamlık mertebesine vardılar. Bu kurra imamlardan sonra kurralar İslâm diyannda
çoğalıp dağıldılar. Tabakaları bilindi. Sıfatlan değişmiş oldu. Bazıları
birrivaye ve biddiraye tilaveti çok güzel bilirdi. Bazıları bunlardan birisini
çok güzel tahsil etmişti. Bazıları daha fazlasını çok güzel tahsil etmişti.
Böylece ihtilâf çoğaldı, birleşme noktalan azaldı. Bu durum başgösterdikten sonra,
ümmetin süper zekâlı âlimleri, imamları kalkıp var kuvetleriyle bu hususta
çalıştılar, sahih olanı batıldan ayırdılar. Harfler ve kıraatlan derlediler.
Vecih ve rivayetleri nisbet ettiler. Sahih ve şaz'ın beyanını yaptılar. Asıl
kaideler tesis ettiler ve rükünler koydular.
[39]
Ashabın arasında
Kurban okumak ve okutmakta en meşhurlar: Hz. Osman, Hz. Ali, Ubey bin Kâab,
Zeyd bin Sabit, İbni Mes'ud, Ebu Derda, Ebu Mus'el Eş'ari gibi sahabelerdi.
Tabiinden îbni
Müseyyeb, Urve, Salim, Ömer bin Abdulaziz, Süleyman bin Yesar, kardeşi Ata,
Zeyd bin Eşlem, Müslim bin Cündüp, İbni ŞahabZühri, Abdurrahman bin Hürmüz,
Muaz bin Haris, Medine'de, meşhur idiler. Mekke'de ise Ata, Mücahid, Tavus,
İkrime, İbni Ebi Müleyke, Übey bin Umeyr meşhur idiler. Basra'da Amr ibni
Abdu-kays, Ebu Ali'ye, Ebu Reca, Nasr bin Asım, Yahya bin Ya'mer, Cabir bin
Zeyd, Hasan Basri, İbni Şirin, Katâde ve başkaları. Küfe'de ise Al-kame, El
Esved, Mesruk, Ubeyde, Er Rabi, İbn Hayseme, Haris bin Kays, Ömer bin Şarahbü,
Amr bin Meymun, Ebu Abdurrahman es Sü-lemi, Zürr b. Hubeyş, Ubey bin Fadele,
Ebu Zür'a bin Amr, Said bin Cübeyr, Nehai. Eşşabi... Şam'da El Muğire bin Ebi
ŞahabelMahzumi, — Bu zatı Hz. Osman Medine'den mushafla beraber Şam'a göndermişti—
Huleyd bin Said, —Bu da Ebu Derda'nın talebesiydi— meşhur idiler. Medine'de Ebu
Cafer Yezid bin Kaka, sonra Şeybe bin Nisa, sonra Nafi bin ebi Naim. Mekke'de
Abdullah bin Kesir, Hamid bin Kays el Araç, Muhammed bin Muhaysm. Küfe'de Yahya
bin Vessab, Asım bin Ebu Nücûd, Süleyman el-A'maş, sonra Hamza, sonra Kisayr.
Basra'da Abdullah bin Ebi îshak, İsa bin Amr, Ebu Amr bin Ala, Asım el-Cahderi,
sonra Yakub el Hadrami... Şam'da Abdulah bin Amr, Atiyye bin Kays el-Kilabi,
İsmail bin Abdullah, İbn ul Muhacir, sonra Yahya bin Haris ez-Zimari, sonra
Şureyh bin Yezid el-Hadrami, kırat ilminde meşhur oldular.
[40]
Bazıları yedi,
bazıları on, bazıları ondörttür, demiştir. Bütün bunlar, meşhur olmuş
kıraatiardır. Yedi Kurra
şunlardır: Nafi, Asım, Hamza, Abdullah ibn Amr, Abdullah bin
Kesir, Ebu Amr bin Ula, Ali-yil Kisai... On kıraat ise bu yedi kıraatla beraber
Ebu Cafer, Yakub ve Halefin kıraatlarından meydana gelir. Kıraat ilmi uzun bir
zaman unutulmuş gibiydi. Sonra bu ilmin yazılma devri başladı. Hatta yedi
meşhur kıraat bile ortada yoktu. Kıraatta ilk telif yapan «Ebu-Ubey-de» Kasım
bin Selâm, Ebu Hatim es Sicistani, Ebu Cafer Taberi ve İsmail Kadı gibi
zatlardır. Bunlar kıraatlar hakkında birçok şeyler söylediler. Bu yedi
kıraatin üzerine eklenen birçok rivayetler naklettiler. Sonra iki yüzüncü hicri
yılda İslâm memleketlerinde kiraat-i seb'a şöyle kondu: Halk Basra'da Ebu Amr
ve Yakub'un kıraati üzerinde oldu. Küfe'de Hamza ve Âsım'm, Şam'da İbni Amr'in,
Mekke'de îbni Kesir'in, Medine'de Nafi'nin kıraati üzerine devam ettiler.
Kıraati Seb'a böylece ta üçüncü hicri asra kadar devam etti. Bu asırda
Bağdad'da İbni Mücahid Ahmed bin Musa bin Abbas ortaya çıktı. Bu yedi imamın
kıraatlannı derledi. Ancak Yakub'un yerine El Kisai'nin ismini yazdı. Sadece
bunlar üzerinde durdu. Bunların üzerinde durması herhangi bir kasta bağlı
değildi. Çünkü o ancak zabtu-rabt, eminlik sıfatlarında ileride bulunan ve
uzun zaman kıraat ilmine hizmet eden, ve ittifakla kendisinden kıraat
alınabilir denilen âlimlerin kıraatlannı nakletmeyi kasdetmiştir. Ve bu
sıfatlan ancak yedi kurrada buldu. Onun için onların kıraatlannı nakletti. Aksi
takdirde kıraat imamları yedi değil çoktur. Bu yedi kişiden ilim bakımından
daha üstünleri de vardır. Binaenaleyh ibn Mücahid'in bu yedi kişi üzerinde
durması kurralan bu yedi kişiye hasretmek demek değildir. Belki onun aradığı üç
vasıfı ancak bu yedi kişide görmştür. Ondört kıraat ise söylediğimiz on kıraat
üzerine Hasan Basri, İbni Muhaysin, Yahya el Yezidi ve Şanbuzi'nin kıraatlan
eklenirse meydana gelir. Kıraat bahsi engin ve derin bir bahistir. Tafsilât El
İtkan, Menahil il-İrfan ve El Burahn gibi eserlerdedir. Oralara müracaat
edilsin.
[41]
Karmaşık, ihtilaflı,
cidal ve münakaşa dolu bir konudur. Fikirlerin çarpışmış olduğu bir konu...
1) Bazılan
kıraati seb'a hakkında «tevatür lâzım gelmez» diyen kâfir olur, çünkü Kur'an'm
tevatür olduğunu inkâr etmeyi gerektirir demişlerdir (!) Bu Endülüs müftisi
Üstad Ebu Said Ferac bin Leh-be nisbet edilen bir fetvadır. Birçok kimse onun
fetvasını desteklemiş ve birçok kimse de reddetmiştir. Fakat istinad ettiği
delil pek elverişli bir delil değildir. Çünkü «kıraatlar mutevatir değildir»
demek Kur'-an'ın mutevatir olmadığını gerektirmez. Kur'an ile kıraati seb'a arasında
fark vardır. Mümkün ki Kur'an, kıraati seb'anın gayrisi olan bir kıraatla
mutevatir olsun. Veya bütün kurranın üzerinde ittifak ettiği bir noktada
mutevatir olsun. Veya isterse kurra olsun isterse olmasın, büyük bir cemaatin
ittifak ettiği noktada, mutevatir olsun. Kıraati sebada ise gayri mutevatir
olsun.
2) Bazıları
birinci görüşün aksine kıraati seb'ayı pek fazla zayıf düşürerek durumlarını
pek önemsenmeyecek şekilde beyanatta bulunmuştur. «Bunlar ile diğer kıraatlar
arasında fark yoktur» iddiasına kalkışmıştır. Ve «Hepsi "Ahadî"
rivayetlerdir» hükmünü vermişdir. «Bu
kıraati seb'a için nıutevatirdir diyen bir kimse küfre kadar gider!» iddiasında
bulunulmuştur. Bu fikir de sağlam bir delile
dayanmamaktadır. Bir şey bazen bir kavmin yanında mutevatir olur,
başkalarının nezdinde mutevatir olmayabilir. Bir vakitte mutevatir olur, başka
bir vakitte olmayabilir. Binaenaleyh bu husustaki birbirlerini suçlayanların
zannı bu hükümleri gerektirmez.
3) «Cem'ül Cevami» kitabının sarihi ve muhaşileri şunları diyorlar:
«Kıraati seb'a tam bir
tevatürle mutevatirdir. Yani yalan üzerinde bir araya gelmeleri mümkün olmayan
bir cemiyet, bir toplum Resu-lûllahtan onları nakletmiştir. O toplumdan da öyle
bir toplum, o toplumdan da o tarzda bir diğer toplum nakletmiş gelmiştir.
Kurranın senedlerinin «Ahadi» olması buna hiçbir zarar vermez. Zira onu bir cemaata
tahsis etmek kıraatin başkasından gelmesine mani olmaz. Belki vaki şudur ki o
kıraati her memleket ahalisinden imamlarının kı-raatıyla onlar kadar büyük bir
cemaat almıştır ve böylece gelmiştir. Sadece mezkûr imamlara ve senedlerinde
zikredilen Hâvilerine isnad edilmek ancak onların harflerini [vecihlerini] ve
bu sahada yetişen büyük hocalarını zabtu-rabt etmelerinden ileri geliyor.»
Subki'nin bu görüşü de
münakaşa edilebilir. Zira eğer bütün o kıraatler mutevatir olsaydı kurra
onların herhangi bir şeyinde ihtilâfa düşmezdi. Fakat birçok şeyinde ihtilâf
etmişlerdir. Öyleyse hepsinin mutevatir olması kabul edilemez.
4) İbni
Hacib da, kıraati seb'anın tevatürüne kaildir. Ancak kıraati seb'anın «Medd»,
«İmale» ve «Hemze»'nın tahfifi gibi eda kabilinden olanı mutevatir değildir
diyor. Fakat İbni Hacib'in Meddi, imale ve hemze tahfifini mütevatirden
saymamasını İbn ul-Cezeri uzun uzadıya tenkid konusu yapmıştır.
5) Ebu Şa'me
kurralardan nakletmesinde bütün yolların ittifak ettiği kıraati seb'anın
mutevatir olduğunu iddia etmiştir. Kurcalardan nakledilmesinde ihtilâf
edilenler ise, mutevatir değildir demiştir. İster İbn ul Hacib'in dediği gibi
ihtilâf, kelimenin edasında olsun, ister lafzında olsun «Menahüul İrfan» sahibi
Ebu Şa'menin reyi en kuvvetli reydir diyor ve dört nedenle destekler: Birinci
nedeni; diğer reylere yapılan itirazlar Ebu-Şame'ye yapılmaz. İkincisi, hem
vakide hem delilde birşeye dayanmaktadır. Üçüncüsü, kıraat ve Kur'an ilimlerinde
çok mahir olan mütehassıs bir zattan bu rey sudur etmiştir. Dördüncüsü,
müdekkiklerin kıraati seb'a hakkındaki fikriyle bu fikir birleşiyor.
Tetkik neticesinde
sadece yedi kıraat değil on kıraatin tamamının mutevatir olduğunu görmüş
oluyoruz. Usul âlimlerinin ve kurralann reyi de budur. İbnu Subki, İbn ul
Cezeri, Nuveyri gibi zatlar bu ka-naattadırîar. Ebu Şa'menin de reyi budur.
Zira bu hususta en yetkili olan İbnul-Cezeri «Muncidul-Mukriin» adlı eserinde
şöyle diyor: «İkinci fasıl, kıraati a'şranin (on Kıraatin) tavan ve taban
bakımından içtima ve iftirak halinde mutevatir (olduğuna dairdir). Bu konuyu
uzun uzadıya şerh ettikten sonra Ebu Şa'menin de bu kanaatte olduğunu dermeyan
ediyor!.
[42]
Biz bu konuyu,
kurranın kısaca hal tercemesihi belirtmek suretiyle bitirelim.
1- «Ibn-Âmr»
adı Abdullah el-Yahsubi'dir. Yahsub Himyer kabilesinden bir boyun adıdır.
Künyesi Ebu-Nuaym ve Ebu İmrandır. Tabiindendir. Sahabelerden Vasıl bin Eska'
ve Numan bin Beşir'i görmüştür. Kıraati, Muğire bin Ebi Şahab El-Mahzumi'den, o
da Hz. Osman'dan almıştır. Bazıları «İbnu Âmr» bizzat Hz. Osman'dan kıraati
almıştır dediler. «İbnu-Amr» 118. senede Şam'da vefat etti. Onun kıraatim
rivayet etmekle Hişam ibn Zekvan şöhret buldu.
2- «İbn
Kesir» Ebu Muhammed veya Ebu Ma'bed Abdullah bin Kesir ed-Dari'dir. Mekkei
Mükerreme'de kıraat ilminde imam idi. Yumuşaklık ve vekar sahibiydi.
Sahabelerden Abdullah bin Zubeyr, Ebu Eyyub el-Ensari, ve Enes bin Malik'i
gördü. Mücahidden, o da Ibnu Ab-bas'tan, o da Ubey bin Kaab'dan, o da
Resûlüllahtan rivayet etmiştir. Abdullah bin es-Saib el-Mahzumi'den kıraat ilmini okumuştur. Abdullah bin Saib de Ubey bin Kaab, ve Ömer
bin Hattab'tan kıraati öğrenmiştir. Onlar da Resûlüllahtan... İbni Kesir
hicretin 120. senesinde Mekke'de vefat etmiştir. Ondan rivayet etmekte El-Bizzi ve Künbul şöhret bulmuşlardır.
3- Âsim, Ebu
Bekir bin Ebun-Necud el Esedi'dir. Çok güzel okuyan bir zattı. Tahrir, ıtkan,
fesahat ve sesin güzelliğinde çok
ileride idi. Zirr bin Hubeyiş'den de Abdullah bin Mesud'dan, o da Resûlüllahtan
ders aldı. Ebi Abdurrahman Abdullah bin Habib es Suleminin de yanında okudu.
Abdullah aynı zamanda Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in de hocalığını yapmıştır.
Ebu-Abdurrahman Hz. Ali'nin yanında okumuştur. Hz. Ali de Resûlüllah'tan
okumuştur. Âsim, hicretin 127. senesinde Küfe'de vefat etti. Râvisi, Şube ve
Hafs'tır.
4- Ebu Amr,
Zebban bin ulâ bin Ammar el
Basri'dir. Doğru, emin ve dinde
güvenilir olmakla beraber kıraat ilminde insanların en bilgini idi. Mücahid bin
Cabir, Said bin Cübeyr'den, İbn Abbas'tan Ubey bin Kaab'tan, o da
Resûlüllah'tan rivayet etmiştir. Ebu
Cafer, Zeyd bin Ka'ka ve Hasanı Basri gibi zatlardan meydana gelen bir cemaattan
okudu. Hasan da Hattan ve Ebu Âliye'nin yanında, Ebu Âliye de Hz. Ömer'in
yanında okudu. «Ebu-Amr» hicretin 154. senesinde vefat etti. Onun meşhur ravilerinden
birisi ed Durî, diğeri ise, Es-Su-si'dir. Fakat bunlar Ebi Muhammed Yahya bin
Mübarek el Adevi vasıtasıyla rivayet etmişlerdir.
5- Hamzadır.
Ebu Ammare Hamza bin Habisi Ez-Zeyyat
Kü-fe'lidir. îkrime bin Rebi' et-Teymi'nin »zadlısıdır. Ebu Muhammed Süleyman bin Mehran el
Ameşi'nin yanında okumuş. O da Yahya bin Vessab'ın yanında, o da Zirr bin
Hubeyş'in yanında, o da Hz. Osman'ın, Hz. Ali'nin ve İbnu Mes'ud'un yanında
okumuştur. Onlar da Resû-lüllah'm yanında okumuşlar. Ehli takva ve kitabullahı
bilen, tecvitçi, feraiz ve arapça gramerini bilen bir zattı. Aynı zamanda hadis
hafızı idi. Hicretin 156. senesinde Hilvan'da vefat etti. Onun meşhur ravileri
Halef ve Hallad'dır. Fakat Ebu İsa Süleym bin İsa el-Hanefi el Küfi'nin
vasıtasıyla rivayetini yaptılar.
6- Nafi'dir.
Ebu Rüveym Nafi bin Abdurrahman bin Ebu Naim el Medenidir. Kıraatim Ebu Cafer
el Kari'den almıştır. Ve aynı zamanda tabiinden yetmiş kişinin yanında
okumuştur. Onlar da Abdullah bin Abbas, Ebu Hüreyre'den, o da Ubey bin
Kaab'tan, o da Resûlüllah'tan almıştır. Nafi, Medine-i Münevvere'de Reis ul
Kurra idi. Hicretin 169. senesinde vefat etmiştir. Onun meşhur ravileri Kâlun
ve Verş'tir.
7- El Kisaî
Ebul Hasan Ali bin Hamza El Kisai en Nahvidir. Ki-sai lakabım aldı. Çünkü
ihramda iken abâ giyiyordu. Ebu Bekr el Ensa-ri, «Kıssaide birçok emr bir araya gelmiştir.
Şöyle ki, herkesten daha fazla nahiv ilmini biliyordu. Garibleri bilmek
hususunda zamanının tek kişisiydi. Kur'an'ı bilmek hususunda emsalsizdi. İnsanlar çokça onun meclisine koşuyorlardı.
İnsanlara sesini duyurmak için kürside oturur, Kur'an'ı başından sonuna kadar
okurdu. Onlar dinlerler ve ondaki
kaidelerini zabtederlerdi. Hicretin 189. senesinde vefat etmiştir. Meşhur
ravileri Ebul-Haris ve Ed Duri'dir.
8- Ebu Cafer
Yezid bin el Ka'ka el Kari'dir. Ka'ka,
Medine'de bir yerin adıdır. Abdullah bin Abbas, ve Ebu Hüreyre'den, onlar da Ubey bin Kaab'tan,
o da Resûlüllah'tan ilim almıştır. Ebu Cafer hicretin 130. senesinde vefat
etmiştir. Tabiinden idi. Büyük bir mertebeye sahibti. Onun rivayetiyle meşhur
olan Ebu Musa İsa bin Verdan el-Hazza ve Ebu Rebi Süleyman bin Müslim bin
Cemmaz'dır.
9- Yakub'tur.
Ebu Muhammed Yakub bin îshak
el-Hadremi'-dir. Ebu Munzir Selâm bin Süleyman et-Tavilin yanında
okumuş, Selâm da Asımın veEbu-Âmnn yanında okumuştur. Yakub hicretin 205.
senesinde vefat etmiştir. Rivayetini yapan Revh bin Abdulmümin ve Rüveys
lâkablı Muhammed bin Mütevekkil el-Lu'lu'i'dir.10 10- Halef dir. Ebu Muhammed Halef bin Hişam bin Saleb bin Halef bin
Salebtır. Selimin yanında okumuş, ö da Hamza'dan Yakub bin Halife el-Aşa'dan el
Mufeddel ed-Dübin'in arkadaşı Ebu Zeyd Said bin Evs el-Ensari'den Ebban el-Attar'ın
yanında okumuştur.Bütün bunlar da Asım'dan ders almışlardır. Halef Hicretin
229. senesinde vefat etmiştir. Kendisinden rivayet etmekle şöhret bulan, Ebu
Yakub Is-hak bin İbrahim bin Osman bin Abdullah el-Maruzî. [Bu zat da hicretin
286. senesinde vefat etmiştir] ile Ebul Hasan İdris bin Abdulke-rim
el-Haddad'dır.
11- Hasan
Basri'dir. Hasanı Basri, Hasan Ebul Hasan Yesar Ebu Saidil el-Basri'dir ve
meşhur bir zattır. Tabiînin başıdır. Hicretin 110. senesinde vefat etmiştir.
12- İbnu
Muhaysan Muhammed bin Abdurrahman es-Sehmî el-Mekki'dir. Mekke ehlinin kurra
başıdır İbni Kesir'le beraber. Hicretin 123. senesinde vefat etmiştir.
13- Yahya el
Yezidi'dir. Yahya bin Mübarek bin Muğire'dir. Basralı'dır. «El Yezidi» lakabı ile meşhurdur. Hicretin
202. senesinde vefat etmiştir.
14- Eş
Şenbuzi'dir. Muhammed bin Ahmed bin İbrahim bin Yusuf Bin Abbas bin Meymun Ebu
Ferec en Şenbuzi'dir.Bağdat'lıdır. Hicretin 388. senesinde vefat etmiştir.
Allah'ın rahmeti, mağfireti ve affı onların üzerinde olsun. Amin.
İşte kıraat ilmine,
millet ve ümmete bu hususta hizmet eden, ki-tab ve sünneti koruyan zatlar
bunlar ve diğer* benzerleridir...
[43]
Tefsir lûgatta izah ve
açıklamak demektir. Istılahta «Tefsir, bir ilimdir, orada Allah'ın muradına
delâlet etmek bakımından ve beşerin takati yetecek kadar Kur'an'dan
bahsedilmektedir.»
Diğer bir tarife göre
«Tefsir bir ilimdir ki orada nüzula, sened, eda, lafızlar ve o lafızlar ile
hükümlere bağlı bulunan mânâlar yönünden bahsedilmektedir.»
[44]
Lugavi mânâlarının en
meşhurunda tefsirin muradıfı (eş manâlısı) dır. Tefsircilerin ıstılahında
mânâları değişir. Bazıları «Tefsir, tevile umum ve hususta mukabil düşer.
Tefsir mutlaka âm, Tevil mutlaka hastım demişlerdir. Bazıları «Tefsir Tevile
mübayindir. Tefsir kesinlikle «Allah'ın muradı şudur» demektir. Tevil ise,
ihtimallerden birisini kesinlik olmaksızın tercih etmektir» dedi. Bu son
görüş, «El-Ma-turidi»nin görüşüdür. Veya «Tefsir, rivayet yoluyla lafzın
beyanıdır. Tevil, dirayet yoluyla lafzın beyanıdır». Veya «Tefsir ibarenin konumundan
istifade edilen mânâların beyanıdır. Tevil işaret yoluyla istifade edilen
mânâların beyanıdır.» Bu son görüş, sonradan gelen âlimlerin yanında şöhret
bulmuştur. Buna «el-Alusi» tefsiri Ruhul-Meanî'-de işaret etmektedir.
Tefsir iki çeşittir:
1- Kuru bir
tefsirdir. Lafızların hallinden, cümlelerin irabından, Kur'an'ın nazmındaki
nükte, belagat ve fenni işaretlerden bahseder. Bu çeşit tefsir, tefsir
olmaktan daha fazla arapça gramerinin tatbikatına yakındır.
2- Bir çeşit
tefsirdir ki bu hududlan aşar. En yüce hedef Kur'an'ın hidayetlerini
açıklamak, talimlerini bildirmek, Allah'ın Kur'an'-da insanlar için koymuş
olduğu nizamları ve hikmetini belirtmektir. Ruhları cezbedecek, kalbleri
açacak, ve nefisleri Kur'an'ın hidayetiyle hidayetlenmeye çağıracak tarzda olan
bir tefsir... İşte bu ikinci çeşidi «Tefsir» adını almaya daha uygundur. Ve
tefsirin faziletinden ve ihtiyacından bahsettiğimiz zaman, bu ikinci çeşidi
kastetmiş oluyoruz. Tefsir Kur'an'ın hazinelerinin ve içindeki dünyevi ve
uhrevi azıklarının anahtarıdır.
Tefsirsiz bu hakikatlara varmak
mümkün olamaz. Tefsiri bilmeyen bir insan milyonlarca defa Kur'an
lafızlarını tekrar etse dahi hakikata varamaz. İmam Suyuti «El-İtkan» adlı eserinde tefsir hakkında şunları
söylüyor:
«Kur'an Araplara en
fasih zamanında «Arabî lisan» ile inmiştir. O devirdeki insanlar onun zahirini
ve hükümlerini bilirlerdi. Onun içindeki incelikler ise, ancak araştırmak ve
dikkat etmek ve peygamberden sormaktan sonra anlaşılır.
Ashabı kiram «Emin
olmak, iman edip imanlarım zulm ile karıştırmayanlar içindir. Hidayete erenler
de onlardandır.» (El-Sn'am: 82) âyeti nazil olduğu zaman Resûlüllah'tan
sordular:
«Hangimiz var ki
nefsine zulmetmemiş olsun?»
Bu suallerine cevab
olarak Cenabı Peygamber âyetteki «zulüm» kelimesini «şîrk» ile tefsir etti.
Zulmün şirk mânâsına olduğuna dair Lokman sûresinin 13. âyetini okudu:
«Kesinlikle şirk büyük bir zulümdür.»
Ashabı Kiramın muhtaç
olduğu nesneye biz de muhtacız. Belki bizim ihtiyacımız tefsirde daha fazladır.
Çünkü öğrenmeksizin biz lû-gatuı mânâlarını ve sırlarını bilemeyiz. Böylece
tefsirin faidesi; hatırlatmak, ibret almak, ahlâk, muamelat, ibadet ve
inançlardaki ilâhî hidayetin bilinmesidir. Böylece fert ve toplumlar dünya ve
âhiret saadetini elde etmiş olurlar. Tefsir ilmi dinî ve arabî ilimlerin en
şerefli-sidir. Çünkü konusu Kur'an'dır, faidesi büyüktür. «tefsir» ismini
almasının nedeni orada keşif ve açıklama vardır. Bütün ilimlerde keşf ve
açıklama olduğu halde onlara «tefsir)) denilmemiş, fakat bu ilme «tefsir»
denilmiş. Çünkü bu ilmin kıymeti çok yücedir. Ve çok fazla hazırlıklı olmaya
ihtiyacı vardır. Allah'ın kelâmından Muradı nedir onu beyan etmek büyük bir
çalışma ve titizlik ister.
[45]
îbni Abbas'tan vârid
olmuştur: Tefsir dört kısımdır. Birincisi hiçbir kimsenin bilmemesinde mazur
sayılmayacağı helâl ve haram tefsiridir. İkincisi, Arapların dilleriyle yapmış
oldukları tefsirdir. Üçüncüsü, âlimlerin yapmış olduğu tefsirdir. Dördüncüsü,
Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir tefsirdir. Ez-Zarkeşî «El Burhan» adlı
eserinde: «Bu taksim doğrudur» diyor. Arapların lisanlanyla bildiği tefsir
kısmı, lügat ve irab yönünden arap lisanına dönüşen kısmıdır. Tefsir âlimi
lügatin mânâlarım ve isimlerin mânâlarını bilmelidir. Fakat okuyucuya bu lâzım
gelmez.
Hiç kimsenin
bilmemekte mazur sayılmayacak tefsirine gelince; bu kısım ahkâm sistemlerini ve
tevhid delillerini kapsayan Kur'an naslarından bilinen ve zihinlere süratle
gelen mânâların tefsiridir. Açık bir mânâyı ifade eden ve mânâsı Allah'ın
muradı olduğu bilinen her lafzın tefsiridir. Bu kısım tefsirde teville iltibas yoktur.
Meselâ: «Bil ki şüphesiz O, ondan başka ilâh olmayandın) (Muhammed: 19) âyeti
celîlesinden herkes tevhid mânâsını idrak eder.
Allah'tan başkasının
bilmediği tefsire gelince; kıyametten, ruhtan bahseden âyetlerin tefsirleri
ile sûrelerin başında gelen hece harflerinin ve Kur'an'da bulunan her müteşabi
hâyetin tefsiri gibi... Bu âyetlerde içtihad etmeye cevaz yoktur. Ancak
bunların tefsiri sima yoluyla (yani, peygamberin Allah'tan ve Cebrail'den
öğrendiği bir yolla) bilinir.
Alimlerin bildiği
tefsire gelince; bu tefsir onların içtihadına dönüşür. İşte ekseriyetde buna
tevil denilir. Bu tefsir hükümlerin istin-bat edilmesi, mücmelin açıklanması ve
umumun tahsis edilmesi gibi bir tefsirdir.
Bazı âlimler başka bir
itibarla tefsiri üç kısma taksim etmişlerdir:
1) Tefsiri Bîrrîvaye
(yani hadisle Kur'an'ı tefsir etmek,, buna aynı zamanda «Tefsiri bilme'sur»
yani hadis ve sahabelerden gelen eserlerle bilinen tefsir denir.
2) Tefsiri «Bîddıraye».
Buna aynı zamanda tefsiri «Bîrrey» de denilir. Yani insan ilme dayanarak içtihad
eder ve tefsir yapar.
3) Tefsiri «Bilişare».
Buna «Tefsiri işarî» de denir.
Tefsiri birrivaye,
Kur'an'da, veya sünnette veya sahabe kelâmında Allah'ın kitabındaki muradı
ilâhisini beyan eden tefsirdir. Kur'an'-ın Kur'anı tefsirine misal:
«Gece ile gündüzü
ayıran fecrin beyaz ipliği, gecenin siyah ipliğinden size seçilinceye kadar
yiyin, için, sonra ... geceye kadar orucu tam tutun.» [El Bakara: 187].
Burada gündüzün
mânâsım ifade eden «mînel fecr» kelimesi beyaz ipliğin tefsiridir.
[46]
Daha önce geçtiği gibi
Cenabı Peygamber âyetteki zulmü «şirk» ile tefsir etmiştir. Kur'an'ın ashabın
sözleriyle tefsirine gelince.. «El Hakim» «El Mustedrek»inde vahyi ve Kur'an
nüzulünü müşahede eden sahabinin tefsiri «Merfu» hadisin hükmünü alıyor,
demiştir.
Tabiinden nakledilen
tefsire gelince; bu tür tefsirde âlimlerin ihtilâfı vardır. Bazıları bu tür
tefsiri, Bil-Mesur ile olan tefsirden kabul ediyorlar. Çünkü bunlar yüzdeyüze
yakın bir oranla sahabeden gelmiştir der. Çünkü bunlar yüzdeyüze yakın bir
oranla sahabeden gelmiştir der. Bazıları, tefsiri birreydir diyor. İbni Cerir
Et-Taberi'nin tefsirinde, Sahabe ve Tabiînden "birçok nakiller vardır.
Ancak Hafız İbni Kesir der ki: «Tefsiri bilme'surun ekserisine Yahudi
zındıklarından fars zındıkları ile ehli kitabın müslüman olanlarından gelen rivayetler
karışmıştır. Bazıları; geçmiş peygamberleri, onların ümmetlerini, onların
kitab ve mucizelerini «ashab-ı kehf» gibi kimselerin tarihleri hakkında «İREME
zatul-imad» şehri ve Babil sihri hakkında, «UÇ» bin Ünuk adlı devasa mahlûk
hakkında ve kıyamet alâmetlerinden olan birtakım emirler hakkında gelen
rivayetlerin çoğu hurafe ve iftiralardır, dedi. Bunun için İmam Ahmed «üç şey
vardır ki onların ash yoktur demiştir:
1) Tefsiri
birrivaye,
2) Melahim,
yani âhir zamanda cereyan edecek harpler ve
3) Meğazi,
yani gazalardan bahseden kitablar.» İmam Ahmed bunların temeli yoktur demek
istemiyor. Yani zihinlere geliyor ki bunların sıhhatlisi azdır. Sıhhatli
olmayanı daha fazladır. Yoksa umumiyetle bunların aslı astarı yoktur demek asla
doğru olamaz. Çünkü tefsir hakkında sarih rivayetler vardır. Bunda da şüphe
yoktur. İmam Ahmed bizzat Ali ibni Ebi Talha'nın İbni Ab-bas'tan rivayet ettiği
sahih tefsir sayfası hakkında nakil yapmıştır. Sünenler Kur'an tefsiriyle
doludur.
[47]
Hulefai Erbaa (yani
dört halife), İbni Mes'ud, İbni Abbas, Ubey bin Kâb, Zeyd bin Sabit, Ebu Musa
el Eşarı, Abdullah bin Zübeyr gibi zatlardır. Dört halifeden en fazla tefsir
Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Diğer üç halifeden pek fazla tefsir rivayet
edilmemiştir. Sebebi de bunların erken vefat etmeleridir.
Ma'mer Veht> bin
Abdullah bin Ebu Tüfeyl'den rivayet ediyor: Hz. Ali, hutbede «Benden sorunuz.
Allah'a yemin ederim, ne sorarsa-ıiz size haber veririm. Allah'ın kitabını
sorunuz. Yemin ederim, han-i âyet olursa olsun onun gece mi gündüz mü, dağda mı
ovada mı nail olduğunu biliyorum» dedi. Başka bir rivayette «Hz. Ali; yemin
edi-or ki, hangi âyetin kimin hakkında ve nerede nazil olduğunu biliyo-um.
Benim Rabbim bana çok idrak edici bir kalb ve çok (soran) bir [il ihsan
etmiştir, dedi.»
Tefsir rivayetleri
çokça îbni Mesud'dan gelmiştir. İbni Mesud'un ıe derece yüce bir ahlâka sahib
olduğunu sen bilirsin. Ebu Naim, Ebul luhteri'den rivayet ediyor: «Hz. Ali'ye
dediler: Bize İbni Mes'ud.dan laber ver. Hz. Ali: O Kur'an ve sünneti bildi ve
sonra nihayete vardı, lim olarak bu kâfidir. Yeter artar dedi.»
İbni Abbas'a gelince
Kur'an'm tercümanıdır. Bu hususta Resû-iillah'ın şehadeti vardır: Mücahid îbni
Abbas'tan şu hadisi rivayet edi-or: Resûlüllah bana: «Sen Kur'an'm en güzel
tercümanısın dedi.» leyhaki, «Delailül-Kur'an'da îbni Mes'ud'dan rivayet etti:
«Kur'an'm n güzel tercümanıdır Abbas oğlu Abdullah. Resûlüllah ona: Ya rab! mu
dinde fakın kıl ve ona tevil ilmini öğret» diye dua etti.»
Fakat buna rağmen îbni
Abbas'a nisbet edilen tefsir hususunda ok dikkat gerekiyor. Çünkü İbni Abbas'ın
kesesinden birçok tefsir apılmıştır.
Ubey bin Kâb bin Kays
«el-Ensari», vahyin kâtiblerinden birisi, lduğu gibi tefsirde de çok fikir
beyan eden bariz âlimlerden biridir. Ziraatta da bariz bir âlimdir. Ebu Cafer
er Razi, Rebi bin Enes'den, da Ebu-Âliyeden o da Ubey bin Kâb'tan tefsir
rivayet etti. Senedi sa-ûhdir. Zeyd bin Sabit, Ebu Musa «el-Eşari», Abdullah
bin Zübeyr ;ibi zatlara gelince tefsirde meşhur olmakla beraber, bu zatlardan
lort halifeden daha az tefsir nakledilmiştir. Sahabelerden birçok kim-e tefsir
ilmine çalışmıştır. Ancak azdırlar. Enes, Ebu Hüreyre, İbni !>mer, Cabir,
Âmr İbn As, Müminlerin annesi Hz. Aişe bunlardandır.
[48]
Tefsir bakımından
sahabelerin en fazlası İbni Abbas'tır. Kur'an'ın ercümamdır. Kendisinden çok ve
sayılmayacak kadar rivayetler ve
[49]
Tabiîn üç tabakaya
ayrılmıştır. Mekke, Medine ve Irak tabakalarıdır. Mekke tabakası tefsir
ilminde en âlim kişilerdi. Suyuti, İbni Tey-miye'den naklediyor:
«Tefsiri en güzel
bilenler Mekke'lilerdir. Çünkü onlar İbni Abbas'm talebeleridir. Mücahid,
Atabin Ebu Ribah, İkrime, Said bin Cübeyr ve Tavus bu tabakanın başında
geliyorlar. Mücahid'in tefsirine gelince; o, İbni Abbas'tan yapılan
rivayetlerin en kuvvetlisidir. İmam Şafii, Buhari ve ilim imamlarından
başkaları da onun tefsirine itibar etmişlerdir. İmamı Nevevi, Mücahid'den bir
tefsir nakledilirse, o kâfidir demiştir. Fudayil bin Meymun: Mücahid'den
«Kur'an'ı otuz defa îbni Abbas'ın kontrolunda arzettim, yani tefsirini ve
açıklamasını onun yanında yaptım dediğini dinledim diyor.»
[50]
Yine.ondan gelen bir
rivayet: «Mushafı İbni Abbas'ın yanında üç defa arzettim (onun kontrolunda
okudum). Onun her âyetinin üzerinde durur İbni Abbas'tan mânâsını sorardım.
Kim hakkında ve nasıl nazil olmuştur diye mânâsını sorardım.» dedi.
Ata ve Said'e gelince;
onlar da İbni Abbas'tan gelen rivayetlerde mevsuk ve güvenilirdirler.
Süfyanı Servi; Tefsiri
dört kişiden alınız: Said bin Cübeyr, Mücahid, İkrime ve Dahhak'tan...» dedi.
Kattade ((Tabiînin en
âlimi dört kişidir; Ata bin Ebi Ribah mena-sıkı en güzel bilendir. Said bin
Cübeyr; Tefsiri, ikrime Siyeri, Hasan, halâl ve haramı en iyi bilendir» dedi.
Ebu Hanife «Atadan
daha üstün bir kimseyi görmedim» diyor.
îkrime'ye gelince;
İmam Şafii «Allah'ın kitabım İkrime'den daha güzel bilen bir kimse yeryüzünde
kalmamıştır» dedi.
İkrime der ki «İbni
Abbas benim ayaklanma (kaçmamam için) bukağı vuruyordu. Bana Kur'an ve sünneti
öğretiyordu.»
[51]
Tavus bin Kisan el
Yemani'ye gelince; o da ilim ve amel kahra-manlanndandır. Elliye yakın sahabi
görmüştür. Kırk defa Allah'ın beytini ziyaret etmiştir. Duası makbuldür. îbni
Abbas: «Ben Tavus'u cennet ehlinden zannediyorum.» diyordu.
Medine'lilerin
tefsircilerine gelince: Zeyd bin Eşlem, Ebul Âliye, Muhammed bin Kâb el Kurezi
gibi zatlardır.
Irak tabakasına
gelince: Onlardan birisi Mesruk bin el Ecda'dır, zahid bir insandı. İbni
Mes'ud'un talebesiydi. İbnu-Muin: Mesruk Sık-kadır. Nasıldır diye sorulmaz.»
dedi.
Mesruk bir çok müşkil
meselede Kadı Şureyh'in müsteşarı idi. Sabi, Ebu Vail, ve daha niceleri
Mesruk'tan rivayet ettiler.
Kattade bin Deâme İbni
Mes'ud'un ravilerindendir. İbni Şirin bu zatın zabt ve hıfz bakımından mazbut
olduğunu söylüyor. îbnu Mü-seyyeb, «Kattade'den daha fazla hıfzedici bir
Irak'lıyı görmedim» dedi. Ancak Kattade kaza ve kader meselelerine dalıyordu.
Onun için de bazı insanlar ondan rivayet etmekten kaçındılar.
Irak tefsircilerinden
biri de Ebu Said Hasan el Basri'dir. Mevsuk, âlim ve mütteki idi. Ata bin Ebu
Müslim el-Horasani, Mürret ül Heme-dani de Irak müfessirlerindendir. Bunlar,
reylerini, ve ilimlerini sahabeden aldılar. Tebei tabiîn de bunlardan tefsir
ilmini almışlardır. Zira Cenabı Hak «Şüphesiz ki biz zikri yani Kur'an'ı
indirdik ve şüphesiz ki biz onun koruyucularıyız [El-Hıcır: 9] buyurmuştur.
Allah'ın Resulü de: «Bu ilmi her haleften adil kimseler alacaklar, ifratçılarm
tahriflerinden onlar bu ilmi temizleyecekler. Batılcılann batıl fikirlerini
silip atacaklar. Cahillerin tevillerini tamamen sökeceklerdir» buyurmuştur.
Tabiinden rivayet
edilen tefsirde mülahaza edilecek çok mühim itibarlar vardır:
1) Onlar
nübüvvet zamanına yetişmediler. Resûlüllah'ın nurla-nyla bizzat
şereflenmediler. Böylece zanna galib geliyor ki, onlardan rivayet edilen tefsir
ancak onların rey ve içtihadlandır. Resûlüllah'a senedi yükselen hadisi «Merfu»
hükmünü taşıyamaz. Fakat ashabın tefsiri bu hükmü taşıyordu. Nitekim biz daha
önce bunu belirttik.
değişik yollar
gelmiştir. En güzelleri Ali bin Ebu Talha «el Haşimi» tarafından rivayet
edilen tefsirdir.
Ahmed bin Hanbel;
«Mısır'da tefsir hususunda bir sahife vardır. Onu Ali bin Ebi Talha rivayet
etmiştir. Eğer bir kişi sadece onu elde etmek için Irak'tan Mısır'a giderse,
fazla masraf edildi denilmez.» dedi. İbni Hacer, «Bu nüsha Ebu Salih nezdinde
idi. Onu Muaviye Ebi Salih'ten o da Ali bin Ebi Talha'dan, o da İbni Abbas'tan
rivayet etmiştir.» dedi. Buhari «Sahih» inde İbnu Abbas'ın tefsirine çok
yerlerde itimat ediyor. Bazıları; İbni Ebi Talha İbni Abbas'ı dinlememiş, ancak
Mücahid'den veya Said bin Cübeyr'den onun tefsirini dinlemişdir» dedi. İbni
Hacer, vasıta kuvvetli olduktan sonra fark yok. isterse bizzat İbni Abbas'tan
isterse vasıtadan dinlemiş olsun, dedi. İbni Cerir et Taberi İbni Ebi Hatem,
İbni Munzir, ibni Abbas'ın bu tefsirinden çok rivayetler etmişler. Fakat onlar
ile Ebi Salih'in arasında vasıtalar vardır.
İbni Abbas'tan gelen
güvenilir rivayetlerin birisi de, Kays'm Ata bin Said, veya Said bin Cübeyr'den
rivayetidir. Bu rivayet Müslim ve Buhari'nin şartlan üzerinde sahih bir
rivayettir, ibni İshak'ın Mu-hammed bin Ebi Muhammed'den, onun da îkrime'den
veya Said bin Cübeyr'den rivayeti de güzeldir. İbni Abbas'tan gelen en zayıf
rivayet «El-Kelbi»nin Ebi Salih'ten îbni Abbas'tan yaptığı rivayettir. Mukatil
bin Süleyman'ın, Dahhak bin Muzahim'in ibni Abbas'tan rivayetleri de böyledir.
Ve Munkati (kesintili) dir. Çünkü Dahhak İbni Abbas'ı görmemiştir. İmam
Şafii'den, «Tefsir hususunda İbni Abbas'tan ancak yüz hadise benzer bir şey
sabit olmuştur.» rivayeti vardır. îbni Abbas'tan başka diğer sahabilerderi de
tefsir rivayeti yapılmıştır:
1) Abdullah
Bin Mes'ud'dan tefsir rivayet edildi. Bu zat, altıncı müslüman ve Resûlüllah'ın
hizmetkârıydı. Resûlüllah'm pabuçlarını gezdiriyordu. Peygamberle beraber ve
korumak için önünde yürüyordu. Bu bakımdan edebini Resûlüllah'tan almıştır.
îbni Mes'ud'un bu hasletleri için, onu Allah'ın kitabını, «Muhkem» ve
«Muteşabih» âyetlerini, helâl ve haramını en güzel bilen sahabelerden
saymışlardır. «El-Itkannda Suyuti, «İbni Mes'ud'dan rivayet edilen tefsir; Hz.
Ali'den gelen tefsirden daha fazladır» der. İbni Cerir ve başkası İbni
Mes'ud'dan şu rivayeti yaptılar:
«Kendisinden başka
Mabud bulunmayan Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın kitabından inen her âyetin
kimin hakkında ve nerede nazil olduğunu biliyorum. Eğer benden daha fazla
Allah'ın kitabım bilen birisini görebilseydim ve onun bulunduğu yere develer
varsaydı mutlaka oraya gider ve ondan Allah'ın Kitabını Öğrenirdim.» dedi.
2) Ali bin
Ebi Talib'tir (R.A.): Resûlüllah'ın amcasının oğlu, damadı, dördüncü halîfe,
doğup büyümesi İslâm içinde olmuş, hiç bir zaman puta secde etmemiş, ResûlüIIah'la
kopmaz bağı olduğu için, bu durum onun nefsinin nurlanmasında, maddesinin
verimli olmasında ve ilminin bollaşmasında büyük tesir yapmıştır. Hak Teâlâ ona
saf bii fıtrat, nâdir bir zekâ ve hibe edilmiş bir akıl ihsan etmiştir.
İhtilâflar haletmede örnekti. Ali bin Ebi-Taiib için «Q öyle bir kaziyedir ki,
onu halledecek bir Ebul Hasanı yoktur»,
yani Ali'si yoktur, deniliyordu İbni Abbas «Ben Kur'an tefsiri hususunda
aldıklarımı Ali bin Ebu Ta-lib'den öğrendim» der. İbni Abbas'ın bu şahadeti Hz. Ali için yeterli değil midir?
Fakat bu ilim ummanı,
şecaat ve celâdet deryası Hz. Ali sevgisinde israf ve ifrata kaçan bir takım
taraftarlarıyla müptelâ oldu. Onu takdir etmede hududu aştılar. Onun nefsinde
olmayan şeyleri ona nis-bet ettiler. Onun söylemediklerini onun kesesinden
uydurdular. Bunun için Hz. Ali'den rivayet edilen haberlerin çoğunda DESS
(katma) vardır. Rivayet ricali bu hususu tetkik ettiler. Sıhhatli olam sihhatli
olmayandan ayırdılar
[52]
3) Ubey bin
Kâb el Ensaridir. Kurra âlimlerindendir. Vahyi kâtibidir. Bedir savaşma
katıldı. Hakkında şu hadis rivayet edilmiştir:
«Onların Allah
kitabını en fazla, en güzel okuyanı Ubeyy bin Kâb'-tır.»
Ebu Cafer er Razi,
Rebi'den, o Ebu-Âli'den, o da Ubey bin Kâb'tan tefsir hususunda büyük bir nüsha
nakletmiştir. îbni Cerir ve İbni Ebi-Hatem ondan çok nakiller yapmıştır. Hakim
«Mustedrek»inde ve İmamı Ahmed Musned'inde ondan rivayet etmişlerdir.
2) Onların tefsirinde isnad-ı sahih pek nadirdir.
3) Onların tefsirleri
îsrailiyyat ve Fars zındıkları
tarafından icad edilen bir takım hurafeleri kapsamaktadır. Başka
hurafeleri de ehl-i kitabın müslümanlanndan hüsnü zanla almışlardır. Binaenaleyh
«Tefsiri birrivaye» hakkında son olarak şunları söyleriz:
«Kur'an'ın bazı
âyetleriyle diğerlerini tefsir etmekte, Kur'an'ı sıhhatli ve Resûlüllah'ın
«Merfu» hadisleriyle tefsir etmek hiç şüphe yoktur ve makbuldür. Bu tür tefsir
baş tacıdır. Sahabelere ve Tabiîne nisbet edilen rivayetlerle tefsir edilmesine
gelince: Bazı yönlerden bu tür tefsire zayıflık karışmıştır:
1) İslâm
düşmanları bu dini yıkmak istemişler, ok ve kılıçlarla kazanamadıkları harbi
dine uydurmaları katmak suretiyle savaşı kazanmaya kalkışmışlardır.
2) Aşın
görüşlerin sahihleri, görüşlerini temyiz etmek için sahabe ve tabiînin
kesesinden birşeyler uydurmuşlar. Meselâ Hz. Ali'nin ifrat derecede sevenleri,
Hz. Ali'de olmayan şeyleri ona nisbet
etmişlerdir. Abbasilerin. saltanatı zamanında idarecilerin gözlerine girmek için, îbni Abbas'a
söylemediğini nisbet eden ifratçılar da bu kabildendir.
3) Sahih,
gayri sahihe karışmıştır. Sahabe ve tabiîne birçok söz nisbet ediliyor. Ne
isnad var ne de tetkik. Bu tür davranış hakkı batıla karıştırmış durmuştur.
4) Bu
rivayetler israiliyatla doludur ve birçok batıl hurafeler bu rivayetlere
karışmıştır. Akaidle ilgili meseleleri asla ve kafa bu rivayetlerden almak
caiz değildir. Çünkü akaid hususunda kesin delil lâzımdır.
5) Tevrat ve
İncil gibi önce gelen kitablardan sıhhatli bir şekilde dahi nakiller
yapılırsa, Resûlüllah bize o hususta menfi veya müs-bet fikir beyan etmemeyi
emretmiştir. Onları tasvib etmiyoruz. Çünkü tahrif olunmuş kısımdan nakletmiş
olabilirler. Tekzib de etmiyoruz, çünkü
naklettikleri doğru âyetler olabilir.
Cenabı Hak onların hakkında «kitabdan bir nasib onlara verilmiştir»
[Âl-i İmran: 32] buyurmuştur.
İbn Teymiye «Tefsirdeki
ihtilâf, iki çeşittir: 1) Bir çeşidi vardır ki, dayanağı sadece nakildir. 2)
Diğer bir çeşidi vardır ki, nakilden başka şeylerden anlaşılır. Nakledilenler
ya Peygamberden veya başka-sındandır. Menkulün de bir kısmı vardır ki, onun
sahih olanını gayri sahihinden ayırmak mümkündür. Diğer bir kısmı vardır ki
sahihini ayırmak mümkün değildir. İşte sahihinden zaifinin bilinmesi mümkün
olmayan kısım genellikle faidesizdir ve onu bilmekte herhangi bir ihtiyacımız
yoktur. Meselâ: Ashab-ı Kehfin köpeğinin renginde ve ismindeki ihtilâflar
gibi. Beni İsrail'de öldürülen adama ineğin hangi parçasıyla vurulmuştur
hususundaki ihtilâflar gibi. Hz. Nuh'un gemisinin ne kadar olduğunu,
ağaçlarının nereden getirildiğini, Hz. Hızır'ın öldürdüğü çocuğunun isminin ne
olduğu şeklindeki meselelerle ilgili ihtilâflar gibi. İşte meselelerin bilgisi
nakilden geçer. Sahih olarak Re-sûlüllah'tan nakledileni kabul ederiz. Kâb ve
Vahb gibi ehli kitabdan gelen nakilleri ne tekzib, ne de tasdik ederiz. Çünkü
Resûlüllah «Ehli kitap size birşey nakletti mi ne onları tasdik, ne de tekzib
ediniz» buyurmuştur. Tabiînin bazılarından nakledilenler de böyledir. Her ne
kadar o, ehli kitabdan naklettiğini söylemese bile... Binaenaleyh tabiin
ihtilâfa düştüğü zaman, birisinin sözü diğerine karşı hüccet olamaz.
Sahabelerden sahih bir şekilde nakledilenlere gelince: Nefis onu daha fazla
benimser. Çünkü muhtemeldir ki sahabi, onu bizzat Resûlüllah'-tan veya
Resûlüllah'ı dinleyen birisinden dinlemiştir. Sahabelerin ehli kitabdan nakli
tabiînin ehli kitabdan naklinden daha azdır. Sakın İbni Haldun, İbni Teymiye ve
başka âlimlerin sözleri seni Abdullah bin Selâm, Vehb bin Munevbih ve
Kâbul-Ahbar gibi zatların aleyhine götürmesin. Zira Abdullah bin Selâm
sahabidir. Onu Abdullah bin Sebe ile bir tutan mutlaka yanılmıştır. Veya
Abdullah İbni Sebe habis bir Ya-hudiydi. Esasında müslüman değil, İslâmı
zahirde kabul etmişti. İslama şerr getiriyordu. Hz. Ali'ye tâbi oldu. Ve
«Allah Hz. Ali'nin bedeninde tecelli etti» saçmalığını söyledi. Hz. Osman'a
tân etti. İki hakemin Sıffiyn'de hüküm verdikleri anda rafizliğini ilân etti,
insanları o, günahkârlık olan sapıklığına davet etti. Hakikat şudur ki, bu üç
insan Abdullah bin Selâm, Vehb bin Munebbih ve Kâbul-Ahbar adil ve güvenilir
insanlardır. İbni Selâm sahabidir. Cennetle müjdelenmiştir. Bu konuda Tirmizi
Muaz'dan şu hadisi rivayet ediyor:
«İbni Selâm cennetteki
on kigjnin onuncusudur.»
«Beni-İsrail'd en onun
benzeri üzerine bir şehid şahidlik etti» [El-Ahkaf: 10] âyeti ile «yanında
kitab ilmi olan» [Er-Rad: 43] âyeti onun hakkında nazil olmuştur.
Vehb bin Munebbih'e
gelince: O güvenilir, geniş ilme sahib bir tabiindir. Ebu Hureyre'den çok hadis
rivayet etmiştir. Sahihi Müslim ve sahihi Buhari'de hadisi vardır. Kardeşi
«Hemam bin Münebbih'-den rivayet etmiştir ki: Vehb İbadete o kadar dalmıştı ki
yirmi sene yatsı abdestiyle sabah namazını kıldı.»
Kâb'a gelince: O da
büyük bir tabiîndir. Hz. Ebu Bekir'in hilâfetinde müslüman oldu. Sahabiler
kendisinden rivayet etmek suretiyle onun âdil olduğunu gözler önüne serdiler.
Hem o sahabilerden, hem de sahabiler ondan rivayet ettiler. Tabiîin de ondan
rivayet ettiler. Sahihi Buhari'de hadisi vardır. Onların şahsiyeti hakkında
söylenen ve onlardan nakledilenler arasında fark yapmak gerektir. Şahsiyetleri
mutemed ve takdire şayandır. Nakillerine gelince, sahihi var, gayri sahihi
var. Fakat sahih olmayan nakillerinden dolayı onları itham ederek cerhetmek
doğru değildir. Zira kimliklerini bildin...
[53]
Tebei tabiîn devri
geldiğinde birçok tefsir telif edildi... Sahabe ve tabiînin sözleri derlendi.
Süfyan bin Uyeyne'nin, Vaki 'bin Cerrah'ın, Şube bin Haccac'ın Yezid bin
Harun'un, Abdurrezzak'm, Adem bin Ebi îshak, İshakbin Rahuye, RuhbinUbade,
Abdbin Ubeyd, Ebu Bekir bin Ebi Şeybe, Ali bin Ebi Talha Buhari ve diğerleri
tefsir naklet-miştir. Onlardan sonra İbni Cerir et Taberi meşhur kitabını
yazdı. İb-nu Cerir'in kitabı tefsirlerin en büyüklerindendir. Sonra İbnu
Ebi-Ha-tip, İbni Hacer, El-Hakem, İbnu-Merduyeh ve İbnu-Hibban Tefsir yazdılar.
Bunların teliflerinde, ancak sahabeye, tabiîne ve tebe-i tabiîne isnad edilen
tefsirler vardır. Fakat (224 - 310 da vefat eden) İbni Cerir'in tefsirinde
sözleri kritik etmiş, bazılarını diğerine tercih ederek irab ve ahkamı istinbat
ederek söylemiştir.[54]
Nevevî Et-Tehzib'inde
şunları söylüyor: «İbni Cerir'in tefsir hakkındaki kitabına gelince; onun
benzeri yazılmamıştır. Şafülerin üstadı Ebu Hamid el İsferayini «Eğer bir
kimse İbni Cerir'in tef şirini elde etmek için kalkıp Çin'e gitse bu fazla
sayılmaz.» dedi. İbni Cerir se-nedleri yazmış, uzağı yaklaştırmış, başkasının
derlemediğini derlemiştir. Fakat bazen haberleri sahih olmayan senedlerle
sevkediyor ve sıhhatli olmadıklarına da dikkati çekmiyor. Bu da halkın sened
halini çokça bildiği bir devirde kitabını yazmasından ileri geliyordu. Tefsiri
bugüne kadar mevcuttur, elimizdedir. Ve diğer tefsirlere kaynak olmaktadır.
Ebu-Leys
Semerkandi'nin de tefsiri «Bil mes'ur»u vardır. Sahabe ve tabiînden birçoğunun
sözlerini orada naklediyor. Ancak senedleri zikretmiyor. Ebu Leys'in tefsiri
basılmamıştır. Fakat kütübhanelerde mevcuttur.
«Eddurul mensur fit
tefsir bil-mes'ur» adlı ve imam Suyuti tarafından yazılmış bir tefsiri bil
mes'ur daha vardır. İmam Suyuti El îtkan'da der ki:
«Bir tefsire başladım.
Menkul tefsirlerin hepsini derliyor. Makul sözlerin hepsi onda var. İstinbat,
işaret, i'rablar, Iûgatlar, belagat noktalan ve bedii güzellikleri orada
vardır. Onun adı «Mecma ul Bahreyn ve matla ul bedreyn»dir. Ve «El-İtkan»
kitabını da ona mukaddime yazdığını söylüyor. El-İtka'nm sonunda Resûlüllah'a
ref edilmiş Fatihanın başından En Nas sûresine kadar olan tefsiri bil mes'urun
bir kısmını zikrediyor.
İbni Kesir de tefsiri
bil me'sur yazmıştır. Eğer onun tefsiri bütün tefsirlerin en sıhhatlisi olmazsa
bile şüphesiz ki en sıhhatli tefsirlerden birisidir. Tefsirinde Peygamberden,
büyük sahabi ve tabiînden rivayet yaptı. îbni Kesir îmadüddin ebul Fidâ İsmail
bin Hatib'dir. Hicri (705) de doğmuş (774) de vefat etmiştir.
Allâme Ebu Muhammed
Hüseyin bin Mes'udel-Beğavi»nin tefsiri ise, «Mealim ut-Tenzil» adını taşıyor,
orada Mes'uru senedlerden tecrid ederek nakletmiştir.
Bakıyye bin Muhallid
bin Yezid bin Abdurrahman el Endülüsü el Kurtubi'nin de tefsiri vardır. Büyük
allamelerden birisi olan bu zat tefsir ve sened sahibidir. Yahya bin Yahya el
Leysi'den almış, sonra Endülüs'ten doğuya göçetmiş. Hicaz, Mısır ve Bağdat'ta
büyük âlimlerin derslerinde bulunmuş, Anmed ibni Hanbel'den hadis rivayet etmiş,
Küfe'de Ebu Bekir bin Ebu Şeybe'den, Mısır'da Yahya bin Buke-yir'den, Hicaz'da
Ebu Mus'ad ez Zuhri'den hadis rivayet etmiştir. Di-mekşte Hişam bin Ömer'den
hadis rivayet etmiştir (284), hocası vardı, îmam, Zâhid, daima oruçlu, sâdık ve
duası kabul olunan bir zattı. İlimde bir deniz gibiydi. Hiçbir kimseyi taklid
etmiyordu. Hadiste ve tefsirde hiç kimse onun kadar senede sahib değildi.
İbniHazm der ki: «Kesinlikle ifade ediyorum ki, tslâmda Bakıyye bin Muhallid'in
tefsiri gibi hiçbir tefsir yazılmamıştır. Ne fbni Cerir'in tefsiri öyledir, ne
de başkası.» Hicri (204) de doğmuştur. Vefatı kesinlikle belli değildir. Tetkik
neticesinde görüyoruz ki her âlim hangi fende daha kuvvetli ise tefsirinde o
fen daha fazla işleniyor. Meselâ Fahreddin Razi gibi akli ilimlerde faik olan
kimseler akvalı hükemanın, felsefecilerin sözlerini ve şüphelerini ve onlara
verilen cevabları tefsirlerinde naklediyordu. Fıkıhta bariz âlim olan Kurtubi
de fıkhî dalların delillerini tefsirinde sayıp durmaktadır. Muhaliflerin
reddine çalışıyor. Nahivde âlim olan Ez Zeceac ve «El-Besit» adlı kitabında El
Vahidi ve «El Bahr»inde Ebu Hayyan en fazla i'rabe ve i'rab vecihlerine yer
vermektedirler. Nahiv kaidelerini zikretmektedirler.
Sapık görüş sahibleri
ise, mezheblerini tecviz edecek şekilde âyetlerin tevili ile çalışırlar.
Haberciler, kıssalar ve haberleri seleften nakletmeye bütün dikkatlerini
sarfederler. îster bâtıl olsunlar ister sahih... İşaretçiler ile Tasavvuf
erbabı, Tarğib, terhip, zühd, kanaat ve riza taraflarına daha fazla ihtimam
verirler. Kur'an'ı meşreb ve zevklerine uygun bir şekilde tefsir ederler.
Hulasa: Her fende yetişen insanın tefsirinde o fennin yer aldığını görüyoruz.
Herhangi bir fikir ve görüşe davet eden insanların tefsirlerinde de o tür
te'villeri görüyoruz. Bazıları, Kur'an'ı «Tabiat», «Kimya», «Matematik» ve
cebir gibi fenleri kapsadığım iddia ederler.
Hulasa tefsir yazan
âlime şunu mülâhaza etmek gerekir: «Kur'an hidayet ve icaz kitabıdır. Onun en
yüce hedefi Allah'ın kelâmındaki
hidayetlerini
belirtmektir. İcazın kitabullahtaki yerlerini beyan etmektir: «Ta ki helak
olan delilden sonra helak olsun, d iril en kimse de delille dirilsin. Şüphesiz
ki Allah semi ve bilicidir» [El-Enfal: 42], bu hususu bildiriyor.[55]
Sahabinin, tabiînin
tefsiri, sahabi ve tabiînlerin sözlerine sahih isnadlarla dayananlarını tefsiri
ve sahih me'sur ile ilmi ve mutedil fikirlerden karma olarak tefsir yazanların
tefsirleri, makbuve mahmud bulunan doğru olan tefsir kısmına dahildir. Bizim bu
devirdeki tefsirlerin bu kısma dahil olmasını Allah'tan niyaz ediyoruz. Hevaî
nefsin peşinden giden, bid'atleri terviç etmeye alışan, bidatin hükümlerini
icraya gayret gösterenlerin tefsiri ise, merdud ve mazmum tefsirdir. Bid'atlara
en fazla dalan «Er Rumani», «El Cübai», «Kadı Abdul-cebbar» gibi kimselerin
tefsirleri, hevai nefse tâbi olanların tefsiridir. Zemahşeri hakkında âlimler
ihtilâf etmiştir. Bazıları Zemahşeri'nin «Keşşaf» ını tefsiri Mazmumdan
saymışlar, çünkü orada Mutezile mezhebi terviç edilmektedir, demişler.
Bazıları da «Keşşaf» ta büyük fai-deler vardır. Onun mühim faideleri diğer
yönünden daha ağır basar. Onun için makbul ve mahmud kısımdandır demişlerdir.
Kanaatımızca ikinci görüş daha isabetlidir. Biddıraye tefsirlerin kaynağı
sayılan ((keşşaf» bir kenara itilmemelidir. İtizalı öğen yerlerine ehli sünnet
işaret etmiştir. Bilinmiştir.
[56]
Bil ki, bazı fertler
hatta bazı milletler rey ve mezheblerini terviç etmek için taassub
göstermişlerdir. Onların reylerine muhalif olana bid'atçı demişlerdir. Bu
muhalif, âyeti caiz bir şekilde tevil etse, delil ve burhanı olsa dahi
bidatcıdır. Onlar mezheblerini ve fikirlerini terazi kabul ederler. Veya
Kur'an, Sünnet ve İslâm onların fikri imiş gibi bir davranış içerisine
girerler. Böylece şeytan onları kandırdı ve gururları kendilerini kör etti.
Kitab, sünnet ve İslâmın mezheb ve meşreblerin-den daha geniş olduğunu
unuttular. Şu âyeti sanki hiç okumamışlardır:«Hepiniz birden Allah'ın ipine
sanlınız. Sakın paramparça olmayınız.
Allah'ın sizin
üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Hatırlayınız o zamanı ki, siz düşman
idiniz. Allah kalblerin arasında ülfet peydan etti. Onun nimeti sayesinde
kardeş oluverdiniz.» [Al-i îmran: 103].
Ve sanki şu âyeti de
okumamışlardı:
«Dinlerini paramparça
edenlere ve çeşitli guruplara ayrılanlara gelince; sen hiçbir şeyde onlardan
değilsin.» [El'enam: 159].
Ve yine şu âyeti de
unutmuşlardır:
«Sakın siz ayrılığa
düşüp beyyine kendilerine geldikten sonra ihtilâf edenlerden olmayınız. Onlar
var ya, onlar için elem verici ve büyük bir azab vardır.» [Âl-i İmran: 150].
Bundan dolayı herhangi
bir müslümanı küfür, bid'at ve heva ile itham etmemeliyiz. Bize İslâmî bir
reyle, bir fikirle muhalefet ediyor diye bu şeyler yakıştırmamalıdır. Çünkü
küfür ve bid'at en şeni emirlerdendir. Âlimlerimiz bir kelime doksandokuz
yönden küfrü, bir yönden de imanı gerektiriyorsa, en güzel şekilde hareket
edip imam ile tevil etmek gerekir demişler. Hevai nefse tâbi olmamak lâzımdır.
Çünkü Resûlü-Ekrem, «yeryüzünde kendisine kulluk yapılan en mebğuz ve batıl
mabud Allah katında hevai nefstir» diye buyurmuştur. Kur'an'ı Kerim «Hevasını
ilâh olarak ittihaz edeni görüyor musun?» [El-Casiyye: 23] diyerek Resûlüllahı
uyardı.
[57]
Reyden maksat,
içtihattır. Eğer içtihat, cehalet ve dalaletten uzak bulunan ve istinad etmeye
lâyık olan bir şeye dayanıyorsa, onunla yapılan tefsir, Mahmud ve Makbul kısma
dahildir. «Mazmum» değildir. Tefsirde güvenilmesi ve dayanılması gereken
şeyleri Suyuti «el îtkan» da şöyle naklediyor:
«Kur'an tefsirini
taleb etmek hususunda çalışma yapanın çok mehazları vardır. Fakat ana mehaz
dörttür. Birincisi zaif ve mevzudan kaçınmak suretiyle Resûlüllah'tan
nakledilene tâbi olmaktır. İkincisi, sahabinin sözüne yapışmaktır. Çünkü
sahabinin sözü mutlak mânâda «Merfu» hükmünde kabul edilmiştir. Üçüncüsü,
âyetleri başka mânâlara kaydırmaktan kaçmakla beraber lügatin mutlak mânâsına
yapışmaktır. Dördüncüsü, kelâmın gerektirdiği ve ilâhî sistemin delâlet ettiği
mânâya yapışmaktır. İşte Resûlüllah'm İbni Abbas için «ona tevili öğret» diye
dua ettiği bu dördüncü kısma dahildir. Binaenaleyh bu mehazlara sırtını
dayayarak içtihadi ile tefsir yapan bir kimse güzel bir tefsir yapmıştır,
tefsiri caizdir ve tefsir demeye elverişlidir. Kim ki bu asıllardan uzaklaşarak
Kur'an'ı tefsir ederse, onun tefsirine itibar edilmez. Tefsiri itibar
derecesinden sakıttır. «Tefsiri gayri caiz» veya «Tefsiri Mazmum» ismini
almaya lâyıktır. Binaenaleyh içtihadla yapılan ve caiz olan tefsirde,
Resûlüllah'tan ve ashabı güzinden nakledilene itimad etmek gerekiyor. Bu tür
tefsir sahibinin lügat kanunlarını bilmesi lâzımdır. Uslubleri hakkında bilgi
sahibi olmalıdır. Allah kelâmını bilinen şekilde yüklenmesi için seri
sistemlerin bilicisi olmalıdır. Tefsirde kaçınılması gereken emirlerin başında
geleni lügat ve şer*i sistemlerin cahili olduğu halde Allah'ın kelâmının
tefsirine acelece yönelmek, Allah'ın kelâmını fasit görüşlere bina etmek, ilmi
Allah'a mahsus olan âyetlere daldıkça dalmak, delilsiz bu âyette Allah'ın muradı
şudur demekten kaçınmak heva ve hevesiyle beraber yürümekten sakınmaktır. Yani
cehalet ve dalâletten uzak olmaktır. Kur'an'da üç çeşide taksim edilen
ilimlerin olduğunu bilmesi lâzımdır. Birinci iüm, Allah'ın, mahluklarından
herhangi birisine vermediği ve hiç kimseyi muttali etmediği bir ilmidir.
Cenabı Hak sadece onü kendisine tahsis etmiştir. Zatının ve sıfatlarının
hakikatini.bilmek, Ondan başkasının bilmediği gaybi konuları bilmek bu tür
ilimdir. Bu konularda hiç kimse için konuşmak caiz görülmemiştir, ikincisi;
Cenabı Hakkın izniyle Peygamberinin muttali olduğu ve Peygambere mahsus olan
ilimdir. Bu ilimde de Peygamberden başkasının veya Peygamberin izin verdiği
kimseden başkasının konuşması caiz değildir. Sûrelerin başındaki hece harfleri
bu kabildendir. Üçüncü ilim, Allah'ın Peygamberine öğrettiği ve Peygamberin de
onları tebliğ etmekle görevlendirildiği ilimdir. Bu da iki kısma ayrılıyor. Bir
kısmında konuşmak ancak dinlemek suretiyle caiz olabilir. Nasıh, Mensuh,
Kıraatlar, Geçmiş ümmetlerin kıssaları, nüzulün sebebleri, haşr, neşir ve
Miadın haberleri gibi... İkinci bir kısım vardır ki düşünce ve istidlal yoluyla
elde edilir.
îşte muteşabih
âyetlerle ilgili olan kısımlar gibi bazısının caiz olmasında ihtilâf vardır.
Ahkâm âyetleri, Mevize âyetleri, darbı meseller, hikmetler ve benzerleri gibi.
Bazılarının da cevazında ittifak vardır.
[58]
Lügat, Nahiv, Sarf,
Belagat ilimleri, Usul-i fıkıh, Tevhid ilmi ve esbabı nüzulün bilinmesi,
kıssaların, Nasıh ve Mensuhun bilinmesi, Kur'an'ın mücmel ve müphemini beyan
eden hadislerin bilinmesi ve Mevhibe ilmidir. Bu ilim, bildiği ile amel eden
kullarına Allah tarafından veriliyor. Kalbinde bid'at, kibir, dünya sevgisi,
günahlara meyil olan bir kimseye verilmez. Çünkü Cenabı Hak, Kur'an'ında
«Gelecekte âyetlerimden yeryüzünde haksız olarak tekebbür edenleri uzaklaştıracağım»
[:E1-A'raf: 146] buyuruyor. Bu zikrettiğimiz şartlar ve bütün bu ilimler ancak
tefsirin en yüce mertebelerinin tahkiki için gereklidir. Kur'an'ın genel
mânâları ki, onlardan kişi Mevlâsmm, vaz-u nasi-hatlannı idrak eder. Ve Kur'an
lafzı söylendiğinde, insanın hemen anladığı mânâlar ise, onlar hemen hemen
bütün insanlar arasında müşterek bir konu olmaya yakındırlar. Tedebbur için
emredilen tefsir kısmı işte budur. Cenabı Hak bunu kolay ve seni etmiştir.
Tefsir mertebelerinin en küçüğüdür bu.
[59]
Tefsiri biddirayede
telif yapan en meşhur âlimler, ve müfessirler şunlardır:
1- Celaleyn
yani Celâleddin Muhammed ul Muhalli ile Celâled-din Abdurrahmam Suyuti'nin
tefsiridir.
2- İmam
Beyzavi Nasuriddin bin Said «Envarı Tenzil ve Esrarı Tevil» adlı tefsirin
sahibidir.
3- îmam
Fahreddin Razi Muhammed bin Allame Ziyaeddin
Ömer'dir. «hatibîr-rey» diye meşhurdur. «Mefatih ul Gayb» adlı tefsiri yazmıştır.
4- Ebu Suud
Muhammed bin Muhammed bin Mustafa et-Tahavi'dir. «îrşadul Aklıs-Selim ilâ
mezayel Kur'anıl Kerim» adlı tefsir yazmıştır.
5- Allame
Şahabeddin el-Alusi, «Ruhul-Meanı»
tefsirinin sahibidir.
6- Nizameddin
Hasan Muhammed en-Nişaburi, «Garaibul-Kur'-an ve Reğaibul Furkan» adlı tefsirin
sahibidir.
7- Allame Muhammed
Şibli el Hatib'dir. «Essıracul-Munir Fü-lanet Alâ Marifeti Kelâmı
Rabbinel-Habir» adlı tefsirin sahibidir.
8- Ebul
Berekât Abdullah bin Ahmed bin Mahmud en Nesefi'-dir. Medarik-ül-Tenzil» adlı
tefsirin sahibidir.
9- Alauddin
Ali bin Muhammed bin İbrahim el-Bağdadi, Tefsiri «Hazin» sahibidir.
Bu dokuz müfessir
(tefsir sahibi) ((Tefsiri biddiraye»nin meşhur müfessirlerindendirler. Bu
zamanda en fazla okunan tefsirler, bu zatların tefsirleridir. Hepsi Sünnîdir.
[60]
Bunların başında
Zemahşeri'nin (467-538) «El-Keşşafi» gelir. Sonra Kadı Abdulcebbar'm
«Tenzihül-Kur'an an'il Metaini» adlr tefsiri gelir.
[61]
Ehli Batının
tefsirlerine gelince: Ehli batın Kur'an'ın zahirine yapışmayı bırakan ve
«Kur'an'ın zahiri ve batını vardın» diyen kimselerdir. «Kur'an'dan murad
zahiri değildir, batınıdır»
[62]
diyorlar. Bunun
delili olarak şu âyeti
getiriyorlar: «Onların aralarına bir sur ile perde çekildi. O surun batınında
bir kapısı vardır. Onda rahmet vardır. Zahiri ise, onun tarafında azab
vardır.» [El-Hadid: 13].
Batıniler birçok
fırkaya ayrılırlar.
1- El-Keramıtiyye
fırkasıdır. Bunlar;
«vasıt» iline bağlı
bulunan kirmit köylü «Hamdan Kirmit»i isimli bir adama nisbet ediliyorlar!..
2- El-İsmailiyye
Fıraksiyonudur. Caferi Sadık'ın en büyük oğlu İsmail'e nisbet ediliyorlar ve
İsmail'in imam olduğuna inanıyorlar. Veya Muhammed bin İsmail'e intisab
ettiklerinden dolayı İsmailiyye lâkabını almışlardır.
3- Es
Sabiyye fırkasıdır. Yedi sayısına nisbet edilmiştir. Çünkü her yedi kişide bir
imam vardır kanaatindedirler.
4- El
Hürmiyye, taifesidir. Hürmete nisbet edilmişler. Çünkü haramı helâl bilirler.
5- ei
Babukiyye, fırkasıdır. Liderleri Babık
el Harmiye'ye uyduklarından dolayı bu ismi almıştır. Bu adam Azerbaycan'da
ortaya çıkmıştır.
6- El
Mahmere gurubudur. Kırmızı elbise giydiklerinden dolayı bu ismi almışlardır.
Batinilerin mezhebi
umumi olarak kanser gibidir. Bu hastalık onlara Mecusilerden sirayet etmiştir.
Onların Kur'an'da birçok fasit ve bozuk tevilleri vardır. Meselâ: «Süleyman
Davude vâris oldu» [Nemil: 16] âyetinin tevilinde «Hz. Ali ilminde Resûlüllah'a
vâris oldu» demektir (!) diyorlar. «Cenabetin mânâsı; duası kabul olunanın
müstahak olduğu rütbeye varmazdan önce sırrını, ifşa etmesidir» diyorlar.
«Gus-lün mânâsı, böyle yapan bir kimsenin ahdini yenilemesi demektir» diyorlar.
«Taharetin mânâsı, İmamın mutabaatından başka her mez-hebten teberri edip uzak
durmak demektir» diyorlar, «Teyemmümün mânâsı; mc'zunden inabet alacaksın, ta
çağına imamı görünceye kadar» demektir, diyorlar... Siyamin mânâsı, oruç değil
sırrı açığa vurmaktan kaçmaktır.» «Kabe» Peygamberdir. Rab Ali'dir. «Sefa
Peygamberdir, Merve Ali'dir» İbrahimin ateşi, Nemrud'un gazabıdır. Musa'nın
asası delilidir» diyorlar. Ve daha nice hurafe ve batıllar!... Bütün bu fasit
ve bozuk teviller, müslümanlara ve İslama herşeyden daha fazla zarar getiren
tevillerdir. Çünkü bunlar Rur'an'm ve İslâmiyetin temelini taş be taş yıkıp
atıyorlar. İslâmm ipinden (emirlerinden) açıp da çıkmayı iktiza ediyorlar!
Çünkü bunlara göre, Kur'an ve sünnet (haşa) fahiş bir başıbozukluk içindedir.
Bunlara göre» istediğini Kur'an ve sünnetin tevilinde söyleyebilirsin. Sanki
Kur'an ve sünnet mânâsız kelâmlar imiş... Veya hayvanlar için helâl kılınmış
bir otlak (!)
[63]
Şia büyük bir taifedir. Hz. Ali'yi sevmekte, takdir etmekte mübalağa etmişlerdir. Halbuki mübalâğa faziletlerde dahi olursa israftır. İsraf da İslâmda haramdır. Bunun için ahlâk âlimleri «Fazilet, iki rezaletin arasında köprüdür» demişlerdir. Ve yine derler ki, «Bir şey hududunu aştı mı tersine dönüşür.» Bunun için İslâm Resûlüllah'm sevgisinde ve takdirinde dahi itidalli hareket etmeyi emrediyor. İşte Kur'an: «De ki, ben nefsim için ne faide ne de zarar elde etmiş değilim. Ancak Allah'ın dilediği olur. Eğer gaybı bilseydim hayırdan çoğunu İster, elde ederdim. Kötülük bana dokunmazdı. Ancak ben iman edenler için korkutucu ve müjde verici bir peygamberim» [El-A'raf: 188].
Resulü Ekrem de ümmetine şöyle sesleniyor:
«Hristiyanların Meryem'in oğlunu mübalağalı Övdükleri gibi beni övmeyiniz. Fakat benim için Allah'ın kulu ve Resulüdür deyiniz.»
Fakat şialar Hz. Ali'nin sevgisinde ve takdirinde mübalâğa etmişlerdir. Şialar birçok fırkaya ayrılmışlardır. Bazıları küfre varıncaya kadar «Teşeyyü»de ileri gitmiştir. Bu gullat ve aşırı gurubun başında Yemen yahudisi Abdullah bin Sebe vardır. Zira Allah'ın düşmanı îbnu Sebe, müslüman oluşunu ancak müslümanlara ve İslama zarar versin diye ilân etmiştir. Bu gurub, tarih boyunca müslümanlarla savaş halindedir. Hatta varid olmuştur ki imam Ali bizzat bunların üzerine savaşçılar göndermiş, onlarla savaşmış ve onlan kovmuştur.
Şianm başka bir gurubu vardır ki, mutedil insanlardan meydana geliyor. Küfrün derekesine düşmemişlerdir. Her ne kadar bu gurup «ehli sünnet vel cemaat»a Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın tafdili (üstünlükleri) hakkında muhalefet edip, Hz. Ali'yi hilâfette bu zatlara takdim etmişlerse de, küfriyata kadar ifrat etmemişlerdir. Bu mutedil şianın da çeşitli mezhebler ve çeşitli görüşleri vardır. Kitab ve tefsirleri vardır. Delil ve tevilleri vardır. Şia tefsirlerinden «Mir'at ül Envar ve Mişkat ul Esrar» meşhur bir tefsirdir. Müellifi «El Mevlâ Ab-dullatif el-Kazilanî»dir, «Necef»lidir. Bu tefsir batım tevillerine benzer birçok tevilleri kapsamaktadır. Kur'an'da geçen «arzı» kelimesini dîn, imamlar, şia, ve ilim mahalli olan kalblerle tevil ediyor. Cenabı Hakkın «Acaba Allah'ın yeryüzü geniş değil midir ki siz oraya hicret edesiniz» [Nisa: 97] âyetindeki arz (yer) kelimesini «DİN» le, bazan da «Allah'ın Kitabı» ile tevil ediyorlar. «Onlar yeryüzünde yürümediler mi?» [Yusuf: 1,09] âyetindeki «yer» kelimesini 'Kur'an ile tevil ediyorlar. Gördüğün gibi lafzi, cahillerce bile malûm olan mânâsından uzaklaştırıp delilsiz olarak garib mânâlara hamlediyorlar. Onları bu fasit tevilleri yapmaya ancak «taassub» (yani mezhebine körü körüne bağlılık» iteler. Bu ise dalalettir. Bunun dalaleti «batınî» ve «bahai»lerin sapıklığından daha az değildir. «Allah kimi dalalete götürürse onu hidayete erdiren yoktur.» [Er-Rad: 32]. [64]
Kur an'ı zahirin gayrisiyle, gizli bir işaretten ötürü tevil etmektir. Bu gizli işaret, güya erbab-ı sülüke ve tasavvuf erbabına, seyru sülük halinde beliriyormuş. Böyle bir tefsir ile zahiri mânâyı bir araya getirmek mümkündür. Ulema böyle bir tefsirin caiz olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir: Ez Zerkeşi «El Burhan»da dedi ki, «Sofuların Kur'an tefsiri hakkındaki görüşleri tefsir sayılamaz. Tilaveti Kur'an anında hissettikleri bir takım vecd ve mânâlardır. Meselâ bazıları, şu âyette «Ey İman edenler! Önce kâfirlerden size yakın bulunanlarla savaşın» [Et Tevbe: 123] geçen «kâfirlerden» maksad «nefisler» dir dediler. Maksadlan; bize en yakın olanla savaşmak emredilme-sinin sebebi yakınlıktır. İnsanoğluna en yakın olan da nefsidir, demektir. İbni Salah «Feteva»smda; «Tefsir âlimi imam Ebul Hasan el Vahidi» den şunu gördüm diyor:
«Ebu Abdurrahman es-Sülemi «Hakaiküt-Tefsir» adlı bir kitab telif etmiştir. Eğer bu kitabının tefsir olduğuna inanıyorsa kendisi kâfir olmuştun» diyor. İbnu Salah: Ben de derim ki, öyle ise tasavvufta güvenilir şahıslar tarafından tefsir hususunda birşeyler söylenilirse, onu tefsir olarak zikretmemişlerdir, kelimenin şerhini yapmaya da kalkışmamışlardır. Eğer böyle olsaydı o zaman batini mesleğini seçmiş olurlardı. Bu tür tefsirleri ancak Kur'an'ın getirmiş olduğu hakikatin bir naziresidir Zira nazire diğer nazire ile zikredilebilir. Bununla beraber keşke onlar bu tür tefsirlerde bulunmasaydılar. Çünkü onların bu tür tefsirlerinde itham ve iltibas vardır» dedi. En Nesefi «Akaid» inde «Nasslar zahirlerine delâlet ederler zahirlerini bırakıp ehli batılın iddia ettiği mânâlara geçmek ilhad ve küfürdür.» der!.. Et Taftazani, Nesefi'nin şerhinde şöyle diyor:
«Mülhidlere; «Batiniyye» fırkası denilir. Çünkü onlar Nassların zahirileri üzerinde olmadığını, belki nassların Muallim tarafından ancak bilinen batini mânâları olduğunu iddia ederler (!)... Batınîyyenin iddialarında maksadlan: Allah'ın sistemini tamamen yoketmektir.
Mudakkiklerden bazılarının «Nasslar zahirlerine delâlet eder. Bununla beraber onlarda gizli işaretler vardır ve inceliklere delâlet ederler. İncelikler de ancak sülük erbabına inkişaf eder. Bu incelikler ile Nasslardaki zahiri mânânın birleşmesi de mümkündür» dedikleri ise imamın kemalinden irfamn katıksız oluşundan ileri gelmektedir.» dedi.
İşte buradan anlaşılıyor ki, Sofuların tefsiri ile Batini mülhidlerin tefsiri arasında fark vardır. Sofular zahiri mânânın olduğunu kabul etmekle beraber insanları ona teşvik de ederler. «Herşeyden önce zahiri mana gerektir» derler. Çünkü Kur'an'ın sırlarını fehmettiğini iddia eden, eğer zahiri mânâyı hakim kılmazsa, o vakit kapıyı geçmeden önce, «Ben evin tavanındayım» diyen bir kimsenin durumuna düşmüş olur. Batiniler ise, onlar «zahiri mânâlar muradi ilâhi değildir (!) Mu-rad ilâhî ancak batini mânâdır» derler. Onların maksadı İslâmı yok etmektir.
Suyuti «El İtkan»da İbn Ataullah'tan rivayet ediyor: «Bil ki şu taifenin, (sofular taifesini kastediyor), Allah'ın ve Resûlü'nün kelâmına garib mânâlarla tefsirleri vardır. Bu zahirden uzaklaşmak demek değildir. Fakat zahir, âyetten anlaşılan ve âyetin kendisi için inmiş olduğu mânâdır. Lisan örfünde âyet ona delâlet eder. Ama bu taifenin bir takım batini anlayışları vardır ki, âyet veya hadisin zikredildiği anda Allah tarafından kalbi açılmış bir kimseye o mânâ görünür. Nitekim hadiste «Her âyetin sırt ve karnı vardır.» diye varid olmuştur. Binaenaleyh sofulardan bu mânâları telâkki etmek ile senin arana bir mani girmesin. Mücadelecinin sana, «Bu tür teviller Allah'ın kelâmını ve Resûlüllah'ın hadisini başka yöne havale etmektir» demesine kanma. Zira bu, başka yöne havale etmek değildir. Eğer onlar «Âyetin mânâsı ancak şu batini işarettir» deselerdi mücadelecinin dediği doğru olurdu. Halbuki onlar bunu söylemiyorlar. Âyetlerin zahirlerini olduğu gibi kabul ederler. Âyetin konusu, âyetten muraddır derler. Cenabı Hak tarafından kalblerine verilen ilhamla bir takım iş'ari mânâları da anlamış olurlar.»
«menahilul-irfan»da «îşari tefsirlerin mühimleri «En Nisa-buri»nin, «El Alusi»nin, «Et Tusteri»nin ve Muhiddin bin Arabi'nin tefsirleridir.» denilmektedir. Fakat son ikisinde fâkihîerin ihtilâfı vardır. Ebu-guud efendi Muhyeddin bin Arabi'nin kitaplarını okumak caiz değildir der. [65]
Daha önce de ifade ettik. Her insan hangi sahada mütehassis ise, tefsirlerinde o saha ağır basıyor. Sünninin telifi, ehli sünnetin nurlarından daha fazla bahsediyor. Mutezili'nin telifi itizal kokusunu veriyor. Şiinin telifinde «Teşeyyu» rüzgârı esiyor!. Kelâmcının tefsiri de mutlaka kelâm kokacaktır. Kolâmcı mufessirlerin başında imam Fah-reddin Er-Razi geliyor. Bu zat «Mefatih ul Gayb» adlı tefsirinde her münasebet düştükçe zeyğ ve inhiraf ehline hücum edip durmaktadır. İlâhi filozofların mesleğini takib etmektedir. Bunun için [Büyük tefsirde tefsirden başka her şey çoktur] denildi. [66]
Bu konunun özel bir ehemmiyeti vardır. Bu ehemmiyet beş vecih-ten ileri geliyor:
1- Bu konu uzun etekli, çok. furulu ve çeşitli yönleri olan bir konudur.
2- konu ince meseleleri kapsamaktadır Bu meseleler usul âlimleri arasında ihtilâf meydanı olmuştur. Uyanıklık ve tetkike insanı davet eder, İnsaf ve tevfikle beraber güzelce seçmeye davet eder.
3- îslâmın düşmanları olan mulhidler tebşirciler ve müsteşrikler nesih hususunu İslâm nizamında bir nakıse olarak ele almışlar ve ondan zehirli silâhlar edinip dinin göğsüne o zehirli silâhları saplamaya çalışmışlardır. Kur'an'm kudsiyetini ihlâl etmeye gayret göstermişler. Şüphelerinin ipini pek de muhkem bir şekilde eğirmişlerdir. Taanlannı terviç etmeye var kuvvetleriyle çalışmışlardır. Hatta ilim ve din mensubu bulunan bir takım müslümanların aklını çelmişler. Onlar da vaki olan nesih yoktur deyip işin içinden çıkmaya çalışmışlardır. Ve bu inkârlarında daldıkça dalmış, en uzak ihtimalleri bile getirmişlerdir. Caiz olmayan nice teviller yapmışlardır!..
4- Nasih ve Mensuhu bilmek teşrii îslâmın yürümesinden perdeyi kaldırıyor. İnsanı halkın terbiyesinde ve beşerin- siyasetinde Halikin hikmetine muttali kılıyor.
5- Nasih ve Mensuhu bilmek, İslâmın anlaşılmasında büyük bir rükündür. Sıhhatli hükümlere varmakta büyük bir vesiledir. Hele birbiriyle çelişen deliller varsa ve aralarındaki çelişkinin kaldırılması mümkün değil ise, ancak daha önce inen hangisidir, lahik hangisidir bilinmekle mümkün ve hangisi Nasih, hangisi Mensuhtur bilinmekle bu çare bulunursa, o zaman buna daha ihtiyaç vardır. Bunun için bizim salih selefimiz bu yönden Nasih ve Mensuha çok önem veriyorlardı. Bu hususta maharet kazandıkça kazanmaya çalışıyorlardı. İnsanların dikkati nazarini bu konuya çekmek isterlerdi. Hatta eserde varid olmuştur ki İbni Abbas (Allah ikisinden de razı olsun) «kime hikmet verilmişse ona bol hayır verilmiştir» [Bakara: 269] âyetindeki ((hikmet» kelimesini Kur'an'daki Nasih ve Mensuh Muhkem ve Mu-teşabihin Mukaddem (önce inen), Müehher (sonra inen) Helâl ve Haramım bilmekle tevil etmişdir. Varid olmuştur ki, Hz. Ali, mescidde vaz-u nasihat eden bir kişiyi gördü. Ve «Bu kimdir?» diye sordu. Dediler ki, «Halkı vaazetmek suretiyle korkutan bir kişidir». Hz. Ali: «Bu, halkı korkutan biri değildir, bu öyle bir kişidir ki ben filan oğlu filanım, gelin beni tanıyınız der!...» Hz. Ali ondan sordu: «Sen Nasihi Mensuhtan ayırd edebilir misin?» «Hayır» dedi. Hz. Ali: «O halde bizim mescidimizden çık, burada vaazetme» dedi. Yine Hz. Ali'den rivayet ediliyor. «Bir kıssacı (vaazda hikâyeler nakleden) in yanından geçti ve sordu: «Nasih ile Mensuhu ayırd edebilir misin?» Kıssacı: «Hayır», dedi. «Öyleyse sen helak oldun ve halkı da helak ettin. Yani nefsini helake arzettin. Halkı da helak olmaya arzetmeye çalışıyorsun. Çünkü Nasih ve Mensuhu bilmediğin için konuşmaya hakkın yoktur,» dedi.
İşte bu beş vecihten ötürü biz biraz «nesih» konusunu deşmeye çalışacağız: Neshin, lügat mânâsı; 1) Bir şeyi giderip yoketmek demektir veya 2) Bir şeyi var olmakla beraber bir yerden başka bir yere götürmek demektir. [67]
Neshin, istilahta biiçok tarifi yapılmıştır. Biz onların hepsini zikretmekten vazgeçip sadece hakikate en yakın gördüğümüzü seçelim: «Nesh, şer'i hükmü şer'i bir delille kaldırmak demektir.» Şer'i hükmün kaldırılmasından maksad, mükelleflerin fiillerine bağlılığı kesilir demektir. Yoksa o hüküm nefs^ ul emirde kalkmıyor. Çünkü o gerçektir, gerçekler kalkamaz. Şer'i hüküm, Allah'ın mükelleflerin fiillerine bağlı olan hitabıdır. Bu hitab, ya taleb, veya men' veya tahyir (yani seçenek mükellefe aid olmak) suretiyle yapılmıştır. Ya da o şeyin sebeb olması, veya şart veya mani veya sıhhatli veya fasid olması suretiyle yapılmıştır. Şer'i delil; mutlak mânâda Allah'ın vahyidir. İster vahyi metluv, ister gayri metluv olsun. Böylece hem kitab hem sünnet tarife dahil olmuş oluyor. Kıyas ve icmaa gelince: Onların neshedilme-sinde veya onlarla başka bir kelâmın nesh olunmasında ihtilâf vardır. Neshin tahakkukunda dört emrin gerekliliği vardır:
1- Mensub şer'i bir hüküm olacaktır.
2- Hükmün ref'ine aid delil de şer'i bir hüküm olacaktır.
3- Bu refedici delil, birinci hükmün delilinden sonra olacaktır, onunla bitişik olmayacaktır.
4- Bu iki delilin arasında gerçek mânâda bir çelişme olacaktır.
İşte bunlar Neshin oluşmasının dört şartıdır. Bu dört şartın gerekliliğinde ittifak vardır. İhtilaflı olan birtakım şartlar daha vardır.
Meselâ: Bazıları «Kur'an'm neshi ancak Kur'an, sünnetin neshi de ancak sünnet ile olur» demiştir. Bazıları da «Nasih, JVlensuh hükmündeki delili kapsayıcı olacaktır» demiştir. Bazıları da «Nasih Mensuhun mukabili olacaktır, tıpkı emrin nehyin mukabili olduğu ve darlığın genişliğin karşıtı olduğu gibi...»
Bazı görüş sahipleri de: «Nasihla Mensuh iki kesin nass olacaktır» dediler. [68]
Nesh ile Beda arasındaki fark, Beda, arap lügatinde yaklaşık olan iki mânâda kullanılır:
1- Gizlilikten sonra belirginlik.
2- Daha önce mevcud olmayan bir fikrin yeniden neşet etmesi demektir.
Bu ikinci mânâ Beda'yı müdafaa edenlerin mezhebine daha uygun ve münasibtir. Çünkü onların ibarelerinde ikinci mânâ kullanılmış, birinci mânâ değil. Caferi Sadık (R.A.)'a yalandan nisbet ettikleri şu kelimelerde olduğu gibi: «Allah'a İsmail hakkında görünen (fikir) hiç bir şeyde ona görünmemiştir...»
Aklen Beda iki manâsıyla da Allah hakkında muhaldir. Çünkü bu mânâlar, önce cehalet, sonra ilmi iktiza ederler. Cehalet de, sonradan peydah olan ilim de Allah için muhaldir. Çünkü şu kâinata doğruca bakmak, bize kâinatın yaratanını ve, Müdebbirini (tedbir edicisini) gösterir. Görüyoruz ki o, Müdebbir ve yaratan ezelen ve ebeden mutlak, muhit, olmuşu ve olacağı kapsayan geniş bir ilme sahibtir. Yine bu sıhhatli bakış bize Cenabı Hakkın hadis (sonradan olmasının mümkün olmadığı gibi hadislere merkez olmasının da mümkün olmadığını gösterir. Aksi takdirde bu kâinatı varetmekten aciz kalırdı. O, insanları hayrette bırakan kâinatı tedvir edemezdi.
Beda'nm Allah için Muhal olduğunun nakli delilleri ise, sayılmayacak kadar çoktur. Cenabı Hakkın ilmen herşeyi ka'psamakta olduğuna delâlet ederler. Hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmadığını isbatlarlar. İşte âyet:
«Gerek yerde gerekse nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, kitabda bulunmasın. Şüphesiz ki bu Allah İçin kolay bir şeydir.» [El-Hadid: 22].
«Gaybm anahtarları Allah'ın katındadır. Onlan ancak Allah bilir. Allah karada ve denizde olanı bilir. Herhangi bir yaprak düşerse, Allah onu bilir. Yerin karanlıklarında bulunan hiçbir dâne yoktur ki, hiçbir yaş hiçbir kuru yoktur ki açıklayıcı bir kitabta bulunmasın.» [El-En'am: 59].
«Allah her flîşîniTi yüklendiğini, rahimlerin coşup dışan atacağını ve alıkoyduğunu bilir. Herşey Allah'ın katinde bir ölçü iledir. Gaybm ve şehadetin âlimidir. Yüceler yücesidir. Allah'a göre sizden sözü gizli söyüyen ile açık söyleyenin arasında fark yoktur. Geceleyin gizlenen gündüzleri yürüyen arasında fark yoktur.» [Er-Rad: 8-10].
Daha bu âyetlerden başka nice âyet ve hadisler vardır. Fakat bu aklî ve de naklî pırıl pırıl parlayan delillere rağmen nefislerini ateşe atan bazı kavimler yine dalalete gitmişlerdir. Gözlerini kâinatın konuşan kitabından çevirmişler, kulaklarını Allah'ın ve Peygamberin kelâmını dinlemekten kapatmışlar. «Nesih, Beda'dan bir çeşittir» demişler veya «Nesih Bedayi gerektirir» iddiasında bulunmuşlardır. Böylece şüpheye girmişler ve halkı da şüpheye sevketmişlerdir. «Eğer Allah için yeniden bir maslahat başgöstermeseydi, yeni bir fikir olmasaydı ahkâmını kaldırmazdı ve talimlerini tebdil etmezdi» diye ortaya çıkmışlardır. Unutmuşlar veya kendilerine unutturulmuştur ki Cenabı Hak hükümlerinden bazılarını diğer "bir kısımla neshettiği zaman, ona gizli olan bir emir yeniden ona görünmüş değildir. Daha önce olmayan bir fikir yeniden neşet etmiş değildir. Ancak Cenabı Hak Nasih ve Men-suhu ezelde, ve kullarına sistem olarak göndermezden evvel biliyordu. Halkı yaratmazdan önce, gök ve yeri yaratmazdan evvel malumu idi. Ancak şunu da biliyordu ki, Mensuh olan ilk hüküm bir hikmete veya bir maslahata bağlıdır. O da belli bir vakitte nihayete erecektir. Bunun yanında bildi ki, Neshedici âyet veya hadis bu belli zamanda gelecektir. O da bir hikmete bağlıdır ve başka bir maslahatla doludur. Şüphe yoktur ki, hikmet ve maslahatlar insanların değişmesiyle değiştirilen, zatlar ve durumların teceddüd etmesiyle (yenilenmesiyle) teceddüd ederler. Hükümler ve hikmetleri, kullar ve maslahatları nasihlar ve mensuhlar hepsi daha önce Allah'ın malumu olan şeylerdir. Onun katında belirgindirler. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli değildi. Nasihteki yenilik ancak Allah'ın kullarına öğrettiği şeyin açıklamasıdır. Yeniden bu nasih Allah'a (haşa ve kella) görünmüş bir olayının izahı değildir. Nitekim «Bunlar bir takım şeyler vardır, Allah onları açığa vuruyor yeniden yapmıyor» denilmiştir. Âyette de: «Senin Rab-bin unutkan değildir» [Meryem: 64] diye dikkat çekilmiştir. Yahudiler ve Rafiziler bu sapıklıkta ittifak ettiler, ille de Nasih «Beda»yı gerektirir dediler. Fakat bu noktada ittifaktan sonra iki korkunç yönde ihtilâf ettiler. Yahudiler, neshi inkâr ettiler ve inkârda da ifrata düştüler. «Nasih «Bedauyı gerektirir, beda da muhaldir» dediler. Rafiziler ise, «Nasih vardır» dediler. Sonra kendilerince Nashin gereği olan «Be-da»mn ispatı hususunda da ifrata düştüler. Bu ifratı sarahaten ve utanmadan Cenabı Hakka uisbet ettiler. Fakat onların iddialarını aklî ve naklî delillerle daha önce çürüttük... Hikmetin üzerine bina edilmiş Nasih ile Maslahatın gözetilmesiyle cehalet ve sonradan peydan edilmiş malûmatı gerektiren «Bedâ» arasında farkın olduğunu gözlerin önüne serdik. Onların, «Nasih «Beda»yı gerektirir» iddialannda iki emre yapıştılar. Birinci emir: «Allah dilediğini siler ve dilediğini tes-bit eder. «ümül-kitab» Allah'ın katındadır» [Rad: 38] âyetidir. Fakat bu âyeti kerimede onlar için herhangi bir delü yoktur. Belki bu âyet onların fikrini reddeder. Çünkü Resûlüllah'a «nesh» hâdisesini ayıp olarak sayanların reddi bahsinde bu âyet nazil olmuştur. Âyetin mânâsı: «Cenabı Hak, ilminin, irade ve hikmetinin uygunluğu yönünden, sistemlerinden ve halkından dilediğini değiştirir. Allah'ın ilmi ise, bozulma ve tebdil kabul etmez» demektir. Bozulma Allah'ın ilminde değil, malûmundadır. Bilgide değil, bilinendedir. Çünkü Cenabı Hak «ümmül-kitab Allanın katındadır» buyurur. Yani bozulmayan ve yeniden yazılamayan sabit kaynak Allah'ın katındadır. Öyleyse «Mahvu-îsbat» (yaz-boz) o, sabit kaynaktaki ezeli ilme göre vaki oluyor. Cenabı Hak bir sistemi bozar, başka birisini onun yerine ikame eder. Bir hükmü bozar, başka bir hükmü koyar. Hastalığı götürür, sihhati getirir. Fakirliği götürür zenginliği getirir. Hayatı götürür, ölümü getirir. Böylece Allah'ın yed-i kudreti durmadan halkında tedbirinde ve sistemlerinde tağyir ve tebdil yönünden durmadan çalışmaktadır. Ancak hak odur. Ona tebdil ve tağyir gelmez. Onun ilmine «Mahvu-isbat» (yaz-boz) varamaz. İlmi ezeli ve ebedidir.
Hulasa olarak deriz ki; «Nesih ilimde değil, malûmda tebdildir. Halikta değil mahlukta tağyirdir». Bunun için âlimlerimizden çoğu «nesih»! şöyle tarif etmiştir: «Zamanla yavaş yavaş zihinlerimizde devamlılığı yerleşen şer'i bir hükmün sona ermesinin beyanıdır.» Sonra bu tarifi ihtiyar etmesinin nedenlerini şöyle izah etmişlerdir:
Bu tarif, açıkça «Beda»yı ortadan kaldırdığı gibi, Neshin bizim hakkımızda tebdil. Şeriat sahibinin hakkında sadece kuru bir açıklama olduğunu da beyan eder dediler. İkinci emir Rafiziler, tahir imamlara (Hz. Ali'nin evlâd ve torunlarına) nisbet ettikleri birtakım sözlere sarılarak «Nesih «Beda»yı gerektirir (!)» demişlerdir. O sözlerden bazıları şunlardır: Hz. Ali (K.V. R.A.) «Eğer «Beda» olmasaydı kıyamete kadar olacak her şeyi size haber verecektim.» dedi diyorlar (!).. Yani (Hasa) Allah'ın hükmünde zaman zaman değişme olur. O olmasaydı size şu anda plânlananı haber verirdim!.. Kanaatmda olduğunu ileri sürerler. Hz. Ali onların bu iftiralarından uzaktır.
Cafer-i Sadık: «İsmail hakkında Allah'a sonradan görülen fikir, hiçbir şeyde Ona görünmüş değildir.» Yani (haşa vekella) İsmail (A. S.) hakkında yaptığı fikir tashihi hiçbir şey hakkında yapmamıştır.
Musa bin Cafer'den de şu ibareyi naklediyorlar:
«Beda fikri hem bizim, hem de cahiliyetteki ecdadımızın dinidir.»
Bu ibareler, iftiralardır, yalanlardır, deriz. Bu iftiraların ilk ipliğini yalancı «Es-Sakafî» örmüştür. «Sakafî» kendi nefsini masum sayardı. Ve gayb ilmini bildiğini iddia ederdi. Zamanla yalanlan ve rezaleti ortaya çıktığında şunları söyledi:
«Allah bana onu vaadetti. Ancak sonradan bu vaadin gayrisi ona göründü (!)...» Yani (haşa) fikir değiştirdi. Onun için dediklerim olmadı demek istiyor. Eğer «Sakafî» bu küfriyatların kendisine ait olduğunu söyleseydi, halk kendisinden intikam alırdı. Bu korkusundan ötürü o saçmalıkları Peygamberlik evinin büyük âlimlerine nisbet ediyor. Halbuki onlar bu sözlerden muberradırlar. Bu. lânetlik adamla onun etrafı küfür üzerine küfürle delil getiriyorlar. Yalan üzerine yalanlar ile istidlal ediyorlar. Hastalığı hastalıkla tedavi etmeğe kalkışıyorlar. «Allah kimi dalalete götürürse onu hidayete götürecek yoktur.» [Er-Rad: 32]. [69]
Neshin şer'i bir hükmün şer'i bir delille kaldırılması olduğunu bildin. Tahsis ise «âm bir kelimenin fertlerinden bazılarında kullanılması demektir.» diye tarif etmişlerdir. Bu iki tarife bakılırsa, Tahsis ile Neshin arasında kuvvetli bir benzerliğin olduğu hemen ortaya çıkar. Nesinde, hükmün bazı zamanlara tahsis edildiğine benzer bir durum vardır. Tahsiste ise hükmün bazı fertlerden kaldırılmasına benzer bir durum vardır. İşte bu benzerlikten bazı âlimler şüpheye girmişler. Bazıları da İslâmda neshin oluşunu inkâra kalkışmıştır. «Bizim nesih dediğimiz her konu tahsistir» demiştir. Bazıları da; Tahsisin bazı suretlerini Nesh babında görmüşler. Bundan ötürü Mensuhat (Nes-hedilenler) gerek olmaksızın sayılan çoğalmaya başlamıştır. Fakat mudekkik âlimler Nesh ile Tahsis arasında yedi ayırt edici illet ve nedenler zikretmişler. Bunları «Menahilil İrfan» ve «El Itkan»dan öğrenebilirsiniz. [70]
Nesh hususunda dinlerin sahihleri üç yol seçmişlerdir:
1) Birinci yol, aklen caizdir ve sem'an vaki olmuştur. Bu hususta müslümanlar icma halindedirler. Ebu Müslim el İsfehanî ve talebeleri ortaya çıkmazdan önce bu icma devam ederdi. Hristiyanlar da daha önce bu hususta icma halindeydiler. Fakat sonra icmalarını bozdular. Ve gemi azıya aldılar. Yahudi taifelerinden «El-İseviyye» taifesi de, bu hususu tasdik etmektedir.
2) İkinci görüş, nesih, aklen de sem'an de memnudur. Bu görüşe bu yirminci asırdaki bütün Hristiyanlar meylettikleri gibi, İslama yapmakta oldukları hücumlarında «neshi» bir eksik olarak ileri sürüp dile getirmekten de geri kalmadılar. Yahudilerin «Eşşemuniyye» taifesi de Nesih meselesinde Hristiyanlarla beraberdir.
3) Üçüncü görüş, nesh aklen caiz sem'an mumtenidir. Bu fikri yahudilerin üçüncü taifesi olan «El-înaniyye» ileri sürdü ve bu fikir aynı zamanda Müslümanlardan da «Ebu Müslim el-Isfehanî»ye de nis-bet edilmektedir. Fakat ondan bu hususun nakli pek kuvvetli değildir. Cumhur ulemaya muhalefetini Öyle bir şekilde tevil ediyor ki sanki bu ters düşüncesi sadece lâfızla imiş mânâda değilmiş!... [71]
Aklî delilleri:
1) Aklen neshin kabulünde herhangi bir mahzur yoktur. Binaenaleyh aklen mahzurlu olmayan herşey varolabilir, öyleyse netice olarak nesih de vardır. «Ehli-sünnet velcemaat» derler: Kulları için es-leh olan hiçbir şeyin yapılması Allah'a farz değildir. Belki Allah faili muhtardır. İhtiyar ve meşiyetiyle, kibriya ve azametiyle dilediğini kullarına emreder, dilediğini yasaklar. Hükümlerini dilediği tarz üzerinde bırakır. Bunlardan dilediğini de kaldırır. Onun kaza ve kaderini reddedecek hiçbir kuvvet yoktur. Kulların maslahatını gözetmek de ona gerekmez. Fakat bunun mânâsı; Allah boşuboşuna iş yapar veya Müstebittir veya zalimdir» demek değildir. Mânâsı Cenabı Hakkın hükümler ve fiilleri engin hikmetten, geniş ilimden hali değildir. O tuğyan ve zulümden münezzehtir. «Senin Rabbin kullarına zulmedici değildir» (Fussilet: 46) «Senin Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez» (El-Kehf: 49). «Şüphesiz senin Rabbin bilici ve hikmet sahibidir» (Yusuf: 6).
Mutezileye göre; hükümlerinde kulların maslahatını gözetmek Allah'a vacibtir. Kullar için nerede maslahat varsa onu Allah emretmiştir. Zararlıyı yasaklamıştır. Maslahat ile Mefsedet arasında olan bir şeyi ise, bir defasında emretmiş, başka bir defasında yasaklamıştır.
Nesh nasıl aklen mahzurlu olacaktır? Oysa biz şahısların ihtilafıyla maslahatların da değiştiğini görüyoruz. Zaman ve halin değişmesiyle elverişli durumların değiştiğini görüyoruz. Doktor hastasına hasta oldukça filan ilâcı almasını emrediyor. Hastalıktan iyileştiğinde o ilâcı içmesini yasaklıyor. Terbiyeci çocuğa en hafif gıdaları veriyor.
Geliştiği zaman da ona ana sütünü yasak ediyor. Onu sütten başka gıdalarla besliyor. Böylece hafiften ağıra doğru yol alır, ağırdan daha ağıra gider. Bu da kuvvet ve yetişkinliğine bağlı bir durumdur. Öğretmen ilk başlayan talebelerine en kolay malûmatları verir. Sonra en kolay işinden, kolayına, sonra kolay işinden ele zoruna, zorundan da en zoruna doğru gider. Sonunda onları fikirlerin en incesine kadar götürür. Onların fikren yücelmesini, aklen kemal bulmalarını takib ediyor. Ümmetler de böyledir. Fertlerin çeşitli devirdeki tırmanışları gibi tırmanmaktadırlar. Onların siyaset ve hidayetinde önce onların hallerine münasib sistemlerin getirilmesi lâzım gelir. Onlar o halden başka bir devreye geçtiklerinden sonra, önceki sistem onlara artık uygun düşmez. Onlara ikinci bir sistemin getirilmesi uygundur. Aksi takdirde hikmet ve ahkâmın arasındaki rabıta ve kuvvDtlilik haleldar olur. Halkın tedbiri bizim gördüğümüz bedii (iyilikte hayret verici) ve dikkat üzerinde olmaz. İşte Bakara sûresinin şu âyeti bu hakikate işaret etmektedir: «Biz bir âyetin hükmünü diğer bir âyetle değiştirirsek veya unutturursak yani geri bırakırsak ondan daha hayırlısını yahut ta onun benzerini getiririz. Cenabı Allanın herşeye kadir olduğunu bilme-din mi?» (El Bakara: 106). Bu âyetten anlaşılıyor ki; Allah tarafından kaldırılan her âyet, hikmet ve maslahata binaen kaldırılmıştır. Yani lâfızı izale edilmiş veya hükmü veya hem lâfız hem de hükmü birden izale edilmiştir. Bedelli veya bedelsiz kalmıştır. Çünkü Cenabı Hak kullarına başka bir çeşidini getirir ki, o, giden âyetten daha hayırlı düşer onlara. Veya en azından onun bir benzerini getirir. Hayır-lüık bazan faidede, bazan da sevabta olur. Bazan de bunların ikisinde beraber olur. Misliyet ise, ancak sevabta olur.
2) İkinci delil, neshi inkâr edenleri ilzam eden (susturan) bir delildir: Eğer nesh aklen caiz ve sem'an vaki olmasaydı, o vakit «Şâ-ri'in (Kanun koyucu Allah) kullarına muvakkat ve vakti gelince sona eren bir emirle emretmesini caiz görmezlerdi. Fakat bunu aklen caiz görüyorlar. Ve sem'an da bu vakidir. Niçin o vakit neshi caiz görmüyorlar? Bunu da caiz görsünler. Çünkü neshin mânâsı; «Birinci hüküm Allah katında malûm olan bir zamana kadar gelmiş ve o zamandan sonra kalkmıştır. Ancak bu durum daha onca bize malûm değildi, Allah, onu kaldırmak ve neshetmekle bize de bildirdi. Bu pek etkileyici bir fark olmamalıdır. Meselâ Sâri' Ramazanın ilk gününde «Bu ayın sonuna kadar oruç tutunuzu diyor. Öu emri, Ramazanın ilk gününde «oruç tutunuz» diye kayıdsız verilen emrine eşittir. Ramazan ayı bittikten sonra Şevvalin ilk gününde «Oruçlarınızı yiyiniz» diyor. İşte bu son emir, nesihtir. Bunda şübhe yoktur. Neshin inkarcıları birinci misalin cevazini ikrar ettiler. O halde bu ikinci misali de caiz görsünler. Çünkü ikinci misal, birinciye eşittir. Eşitler hükmen muttehid olmalıdır. Aksi takdirde müsavi olamazlar.
3) Üçüncü delil; eğer nesh aklen caiz, sem'an vaki olmasaydı Resûlüllahın bütün insanlara peygamber olarak gönderilmesi sabit olmazdı. Fakat Resûlüllahın risaleti bütün insanlar içindir ve umumidir. Bu durum, kesin delillerle sabittir ve uzun izahı gerektiren pırıl pırıl parlayan emirlerle vakidir. Çünkü Resûlüllah'ın gelmesiyle, daha önce gelen şeriatlar baki değildirler. Mensuhturlar. Bu son şeriatla onlar kaldırılmıştır. Öyleyse nesih caizdir ve vakidir Eğer nesih caiz .ve vaki olmasaydı ilk şeriatların baki kalması lâzım gelirdi. Eğer onlar baki kalsaydı Resûlüllahın bütün insanlara peygamber olarak gönderilmesi sabit olmazdı. [72]
Neshin oluşuna delâlet eden sem'î deliller iki çeşittir. Birincisi neshi inkâr eden yahudi ve hristiyanlara karşı getirilen delildir. Bu delil HesûlüUahın Peygamberliğinin isbatına bağlı değildir. Diğeri, Resû-lü-Ekrem'in Peygamberliğine inandığı halde neshi inkâr edenlere karşı getirilen delildir. Ebu Müslim el İsfehanl, yahudilerden (tel İseviyye» gurubu gibi. Evet bu gurub da Hz. Muhammedin risaletini kabul ediyorlar. Fakat sadece araplara peygamber olarak gönderilmiştir derler. Bu kimselere «Madem ki Resûlüllahın risaletini tasdik ediyorsunuz onun her getirdiğini de tasdik etmek mecburiyetindesiniz. Bu getirilenlerden birisi de davasının umumiliği ve neshin kitab ve sünnette va-rid olduğudur! demek lâzım geliyor.
Ehl-i Kitaba karşı kullanılan nesh delilleri:
Bu delillerle kitablan doludur. Onları susturmak için, kitablannın tamamına inanmadığımız halde, bazı misaller vereceğiz. Birincisi, Tevrat'ın birinci sıfrın (kitabın) da gelmiştir: «Cenabı Hak, Nuh (A.S-) gemiden çıktığı zaman, ona «Diri olan her hayvanı senin ve zürriyetin için yiyecek kıldım. Bitkinin daneleri gibi mutlak mânâda onların hepsini size yiyecek kıldım. Ancak kan hariçtir. Onu yemeyiniz.»
Yahudiler, Cenabı Hakkın, Nuh'tan sonra ilâhi sistemlerin etbaı-na birçok hayvanın etini haram kıldığını itiraf ediyorlar. Demek birinci hükmünü neshetti.
2- Tevratta gelmiştir: «Cenabı Hak, Ademe kızlarını öz oğullarıyla evlendirmeyi emretti.» Yine varid olmuştur ki; «Her doğuruşta Havva bir erkek ile bir kız doğurdu. Ve her erkeğin ikizini diğer erkeğe veriyordu.» Böylece ayrı karınlarda meydana gelen çocuklar ayrı babaların evlâdı imiş gibi ayrı annelerden, ayrı neseblerden geliyormuş gibi muamele görüyordu. Sonra bütün dindarlar, müslümanlar ve ya-hudiler ve hristiyanlar ve batıl dinlerin sahibleri bile kardeşlerin evlenmesini haram gördüler. Bu durum, Âdem dönemindeki sistemi nesih etmek değil midir?...
3- Allah îbrahime oğlunu kesmeyi emretti. Sonra Allah ona «oğlunu kesme» dedi. İşte neshin inkarcıları bunu ikrar ediyorlar. Bu nesih değil de nedir?
4- Dünya çalışması cumartesi günleri helaldi. Dünya çalışmalarından birisi de avlanmaktır. Sonra Allah yahudilere, itiraf ve ikrar ettikleri gibi Cumartesi günü avlanmayı haram kıldı. Bu nesih değil de nedir?
5- Allah Beni İsrail'e emretti ki onlardan buzağıya tapanı öldürsünler. Sonra bu öldürme emrini kaldırdı.
6- Hazreti Yakub'un şeriatinde iki kızkardeşini birden insan nikâhı altına alabilirdi. Sonra Hz. Musa'nın şeriatinde bu kaldırıldı, haram kılındı.
7- Boşanma Hz. Musa'nın şeriatinde meşruydu. Sonra Hz. İsa'nın şeriati geldi, onu haram kıldı. Ancak Hz. Isa şeriatine göre zina ettiği sabit olursa, kadın taşlanır...
8- Meta İncilinde Hz. İsa'dan naklediyorlar:
«— Ben ancak İsrail evinin kaybolmuş kuzusuna gönderildim.»
Bu ibare delâlet eder ki, Hz. İsa'nın peygamberliği mahalli ve özel olarak yahudüer için olan bir peygamberlikti. Sonra Markos İncilinde Hz. İsa'dan naklettiler: «Bütün aleme gidiniz. İncil ile bütün insanlara meydan okuyunuz onları dinler haline getiriniz!» Eğer iki İncil hakkında hüsnüzan edersek, ikincisi, birincisini nesih etmektir. Bundan başka bir açıklaması yoktur.
9- Tenasül uzvunu sünnet etirmek, İbrahim, Musa ve İsa (A. S.)'in dininde farzdır. Fakat havariler Hz. İsa'nın ref inden sonra gelip sünnet etmeyi yasakladılar. Bu durum Havarilerin eserlerinde vardır. Bu ya nesihtir veya iftira ve yalandır. Çünkü Hz. İsa'dan sünnet ameliyesine dair bir tek kelime dahi rivayet edilmemiştir.
10- Domuz etinin yenmesi yahudilikte haramdır. Hz. İsa'nın devri geçti. Onun helâl olduğuna dair birşey söylemedi. Fakat Havariler Isa (A.S.)'dan sonra geldiler. Domuz etini de helâl kıldılar. Ya bu nesihtir veya iftira ve yalandır. [73]
Birincisi «El Bakara» sûresinin 106. âyeti.
İkincisi ise «Er Rad» sûresinin 39. âyetidir.
Bu iki âyetin de izahı daha önce geçti.
Üçüncüsü, Cenabı Hakkın «En Nahl» 101. âyetindeki şu sözüdür:
«Biz bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirdiğimiz zaman, önceki âyetin hükmünü kaldırdığımız vakit, Allah ne indirdiğini pek iyi bilmişken kâfirler (Muhammed (A.S.)e dediler ki, sen ancak bir iftiracısın. Hayır, onlann çoğu Kur'an'ın hakikatinin ve hüküm değiştirmesinin faydasını bilmezler.»
Dördüncüsü, «O yahudilerin zulümleri, birçok kimseleri Allah yolundan çevirmeleri, kendilerine yasaklanan faizi almaları ve haksız yere insanlann mallarını yemeleri sebebiyledir ki, önce kendilerine helâl kılınmış pak ve hoş şeyleri kendilerine haram etti. Onlardan kâfir bulunanlara acıklı bir azab hazırladık.» (En-Nisa: 160).
Bu âyeti celîle daha önce helâl olanın haram edildiğini ifade ediyor. Bu nesh değil de nedir? «Onlara helâl ettim» kelimesinden anlaşılıyor ki, ilk hüküm de şer'i bir hükümdür, aslî bir beraat değildir.
Beşincisi; ümmetin selefleri, İslâm sistemiyle diğer sistemler nesh edildiği gibi nesih bu sistemde de vaki olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonradan bazı delillerle daha önce bazı hükümler yürürlükten kaldırılmıştır.
Altıncısı; Kur'an'da birçok âyet vardır ki hükümleri neshedilmiştir. Bu, içinde bir çok delil durulmuş olan bir delildir. Çünkü neshedilen âyetin herbirisi, neshedicisiyle beraber, neshin oluşuna delâlet eden kâmil birer delildirler. Çünkü oluşun isbatında bir tek delil kâfidir. [74]
İslâm şeriatinde nesh vaki olduğu gibi onunla nesh olunmuştur. Yani nasıl ki Allah İslâmla daha önceki dinlerin tamamını neshetmiş ise öylece bu dinin bir takım hükümlerini de diğer bir takımıyla nes-hetmiştir. Başka dinlerin İslâm ile neshedilmesinin hikmeti şudur: Allah'ın sistemi en mükemmel sistemdir. Vardığı merhale de en mükemmel olduğu için insanlığın ihtiyaçlarına cevab verebilir. Bunun açıklaması şöyledir: İnsan oğlu çocuk gibi durumdan duruma girdi. Her devresinde ona münasib bir hal oldu. Daha önceki devrenin haline benzemez. Zira insanoğlu ilk varhk âlemine yaklaştığında çocuk gibi idi. Saf, zaif ve cahildi. Sonra yavaş yavaş bu durumlardan kurtuldu. Bu devreleri geçirdi. Aklın küçüklüğü, cehaletin körlüğü, gençliğin delikanlılığı, kuvvetin galib gelmesi gibi değişik durumlardan geçti. Bunun için de değişik sistemlerin varlığını istedi. Olgunlaşma ve gelişme anma vardığında memleketler ve uluslar arasında medeni bağlar kurulduğunda îslâmın tertemiz dini geldi ve diğer dinlerin sonuncusu oldu. Diğer şeriatların tamamlayıcısı, hayatın ve insanlık maslahatının bütün unsurlarını derleyici, kaideleri koyucu, ruh ve cesed isteklerinin arasını bulucu, ilim ve din arasında kardeşlik meydana getirici, insanı Allah'a, fert, aile, cemaatlar, milletler, hayvan, bitki ve cemadattan meydana gelen bütün âleme bağlayıcıdır. Bu durum gerçekten onu genel, ve insanlık yeryüzünde kaldıkça kalacak bir din olduğunu isbatladı.
İslâmın bazı hükümleriyle diğerlerini neshetmedeki ilâhî hikmete gelince, bu durum, ümmetin siyasetine, ve terakki etmesine yöneliktir. Şöyle ki, Müslüman ümmeti başlangıcında, Resûlüllahm davasını ilk işittiğinde zor bir intikal devresi geçiriyordu. Bunun yanında inançlarını terketmek, daha önce miras olarak aldığı örf ve âdetlerini bırakmak ona pek zor geliyordu. Hele İslâmın ilk muhatabı olan arap-ların örf ve âdetlere bağlılıkları, İslâmdan önceki akidelerini (inançlarını) müdafaa etmeleri daha da ileride idi. Zira inanç ve âdetlerini, me-dari iftiharları olarak korumaya çalışırlardı. Eğer bir defada dinin bütün hükümleri onlara söylenseydi bu, maksuda ters düşerdi, islâm daha beşikte iken ölürdü, onu kabul ve onu müdafaa eden hiçbir yardımcı bulamazdı. Çünkü insanın alıştığından birden kurtulması çok güç ve kolay olmayacak bir durumdur. İşte bundan dolayı insanlara İslâm nizamı peyderpey geldi. Onları okşuyordu. Onları yavaş yavaş kemale doğru götürüyordu. Fırsat bekliyordu. Ta ki onları en kolaydan kolaya, kolaydan zora, zordan da en zora götürsün. Böylece emir tamam olup İslâm muzaffer oluncaya kadar devam etti.
En zor hükmü en kolay bir hükümle neshedip kaldırılmasının hikmeti; halkın yükünü tahfif etmek (hafifletmek), onlara refah getirmek, Allah'ın onlar üzerindeki fazl ve rahmetini belirtmektir. Böylece onları Allah'a şükretmeye teşvik etmektir.
Benzeriyle hükmün neshedilmesindeki hikmete gelince, denemektir. Ta ki îman eden muzaffer, münafık da helak olsun. Böylece Cenabı. Hak temizi pisden ayırdetmiş olur.
Hükmün nesh olmasına rağmen tilavetin baki kalmasmdaki ve tilavetin nesh olmasına rağmen hükmün baki kalmasında hikmet nedir?
Birinci şıkkın hikmeti, îslâmın açık bir siyasetini insanlar için tescil etmektir. Ta ki onlar İslâmın hak din, peygamberin doğru bir peygamber, ve Cenabı Hakkın da apaçık bir hak ve hikmet sahibi, Rahman ve Rahim olduğunu bilsinler. Bir de tilavetinden almış oldukları sevabtan mahrum olmasınlar. O neshedilen. âyetlerin kapsadığı belagatı dinleyip lezzetlensinler.
Tilavetin nesih, hükmün baki kalmasının nedenine gelince, o her âyette ona uygun bir şekilde zahir olur. «El-İtkan»a müracaat et. «Evli erkek ve evli kadın zina ettikleri zaman muhakkak ikisini de Recim ediniz.» Âyetin tilâveti niçin nesh olunmuştur. Hükmü kalmıştır görünüz.
Neshi inkâr eden Ebu Müslim el İsfehaninin delillerinden birisi şu âyettir:
«Kur'an'a ne önünden ne arkasından batıl katılamaz. Kur'an, Hakim ve Hamid olan (Allah'ın) katından gelmedir» (Fussilet: 142).
Ebu Müslimin, bu delili getirmekteki şüphesi şöyledir: «Bu âyet, Kur'an'ın hükümlerinin ebediyyen ibtal olmayacağım ifade eder. Neshte ise," geçmiş bir hükmün iptali vardır.»
Biz kısaca Ebu Müslimin şüphesine şu cevablan veriyoruz:
1) Ayette bahsi geçen batıl, Kur'anlığı baki kalmakla beraber hükmü kaldırılmış âyet demek değildir. Aksi takdirde Ebu - Müslimin delili davasını isbatlayamaz. Çünkü o takdirde âyet sadece tilâveti değil hükmü nesih olunmuş çeşidi menetmiş olur. .Oysa Ebu - Müslimin davası tüm neshin olmadığıdır.
2) âyetteki «batıl»m mânâsı, hakka muhalif düşen demektir. Nesh ise haktır. Âyetin mânâsı, «Kur'an'ın akideleri akla muvafıktır. Ahkâmı hikmetle beraber yürür. Haberleri vakıa mutabıktır. Lafızları tağyir ve tebdilden mahfuzdur. Onun sahasına yanlış karışamaz. Çünkü Cenabı Hak «Şüphesiz ki biz zikri (Kur'an'ı) indirdik ve şüphesiz ki onun koruyucusu biziz.» (Hicir: 9) buyurmuştur. Ve yine «Hak ile onu nazil ettik. Hak ile o nazil oldu» (El-îsra: 105) buyurmuştur. Evet, âyetin bu tarzdaki mânâsı «nesh» in yasaklığına değil isbatına daha fazla delâlet eder kanaatmdayız. Zira dediğimiz gibi «Nesih» ilâhî bir tasarrufdur. Bir Hikmetten ileri geliyor. Bir meslihet ona bağlıdır.
Eğer Ebu - Müslim sadece nesih kelimesini kullanmaktan kaçınmak için Nesih yoktur diyorsa, acaba Allah bu kelimeyi kullandıktan sonra kullanmasından kaçınmak ne olur? Ey Ebâ - Müslim! Allah'ın seçişinden sonra seçiş yoktur. tahsis ile neshin arasında fark vardır. [75]
Neshin oluşu için şâri'dan iki delil gelmesi ve ikisinin de gerçekten birbirleriyle çelişmesi gerektir. Onları telif ve cemetme imkânı hiçbir şekilde olmaması gereklidir. O vakit ve o takdirde birisini Nasih, diğerini Mensuh saymamız kaçınılmaz olur. Ta ki, Allah'ın kelâmmdaki çelişmeyi atabilelim. Fakat hangi delil Nasih, hangisi Mensuhtur, bilmek heva ve istekle olamaz. Ancak sıhhatli bir delile dayanmalıdır. Bu delilin birisinin sonradan, diğerinin daha önce geldiğini isbat eder. Böylece daha önce geleni Mensuh, daha sonra geleni de Nasih olur. Bu da ya nassların birisinde daha önce geleni tayin eden bir delil olur. «Sizi kabirleri ziyaret etmekten menetnıiştim. Dikkat ediniz. Kabirleri ziyaret ediniz. Fakat boş konuşmayınız.» ya da, ümmetin icmai ile daha önce gelen tayin edilecektir. Veya sahih bir senedle bir sahabiden daha önce gelen tayin edilecektir. O halde Nesinde ne Müctehidin senedsiz içtihadına ne de Tefsircinin tefsirine ve ne de Mushafdaki yazılışa itimad edilmez. [76]
«Nesih, seri bir hükmün seri bir delille- kaldırılmasıdır» şeklindeki tarifi bize açıkça nesih ancak hükümlerde olur hakikatini bildiriyor. Neshin varlığını kabul edenler bu hususta müttefiktirler. Fakat bu ittifak ibadet ve muamelelerin dalla-rındandır. Bu dalların gayrisi olan akid, ahlâkın genel kaideleri, ibadet ve muamelelerin asılları ve sade haberlerin mânâlarında nesih yoktur. Cumhur ulema bu fikir üzerinedir. Akidelere gelince: Onlar sıhhatli ve sabit hakikatlerdir. Tağyir ve tebdili kabul etmezler. Öyleyse nesih olunmamaları apaçıktır. Ahlâkın ana meselelerine gelince: Onları teşri etmekte Allah'ın hikmeti ve insanların onlarla ahlâklanma-sı apaçık bir emirdir. Zamanın geçmesiyle değişmez. Milletler ve şahısların değişmesiyle değişmez. Öyleyse nesh olması bahis konusu değildir. İbadet ve muamelelerin asıllarına gelince: İnsanların onlara ihtiyacının olduğu apaçıktır. Bu ihtiyaç daimidir. Ta ki, nefislerin tezkiyesi, temizlenmesi, mahlûkun Halikla olan bağını tanzim etsin. Öyle ise burada da nesih olmaz.
Mücerred haberlerin medlullerine gelince: Onların neshi şâri'in haberlerin birisinde yalan söylemesine sirayet ettiği için nesh burada da olmaz. Zira buradaki Nasih, Allah için muhaldir. Naklen muhal olmasının delili ise, «Acaba söz bakımından Allah'tan daha doğru kim vardır.» (En-Nisa: 122). «Acaba hadis bakımından Allah'tan daha doğru kim olabilir» (En-Nisa: 87) âyetleridir. Evet, haberin mânâsı ve medlulü değil lafzinin neshi caizdir. Katıksız olmayan ve înşa mânâsında olan habere gelince; o, ya emre veya nehye delâlet eder. Onlar da fer'i ve ameli hükümlere bağlıdırlar. Binaenaleyh o haberin neshinde ve onunla nesholunmakta şüphe yoktur. Çünkü lafıza değil mânâya itibar edilir!!! [77]
Kur'an'da vaki olan nesh üç çeşide ayrılır;
a) Tilâvet ve hükmün beraber neshedilmesi.
b) Sadece hükmün neshedilmesi.
c) Sadece tilâvetin neshedümesidir.
Birincinin misalini, Hz. Aişe'den gelen şu hadîs vermektedir: «Kur'-an'dan nazil olanların arasında haram kılan on belli emzirmeler vardı!...» Bu hadîs sahih bir hadîsdir. Bu on emzirmenin ne lâfzı Mus-hafda var. Ne de hükmü kalmıştır. Nesh bazan bedelle, bazan bedelsiz olur. Neshedilen hükmün yerine ya Cenabı Hak başka bir hükmü koyar!. İşte bu, bedelle olan nesihtir. Veya neshedilen hükmün yerine başka bir hüküm koymaz: Bu da bedelsiz olan neshtir. Bu da aklen caiz, sem'an vakidir. Ve misalleri çoktur. [78]
İslâm şeriatindeki Nesh bazan Kur'an'la varid olur, bazan sünnetle. Mensuh da böyledir. Bazan Kur'an'la, bazan sünnetle varid olur. Öyle ise Nesih dört kısma ayrılır:
1) Birinci kısım, Kur'an'm Kur'an ile neshedümesidir. Neshin oluşuna kani bulunan müslümanlar, bu Neshin hem cevazına, hem de vukuuna kaildirler. Cevazına gelince: Hem bilmekte hem de amel etmekte Kur'an'ın âyetleri müsavidir. Vukuuna gelince: Daha önce misallerle âyetlerde nasih-mensuh olduğunu tesbit ettik, Gelecek misallerle tesbit edilecektir. Bu kısım üç çeşide ayrılır:
a) Tilâvet ve hükmün beraberce neshi.
b) Tilâvetin değil sadece hükmün neshi.
c) Hükmün değil sadece tilâvetin neshi. [79]
2) İkinci kısım Kur'an'ın sünnetle neshedilmesidir. Alimler bu hususta ihtilâf halindedirler. Kimisi caiz görür, kimisi görmez. Caiz görenler de ihtilâf halindedirler. Onların kimisi vaki olmuştur, kimisi vaki değildir, demişlerdir. Kur an'ın sünnetle neshedilmesinin cevazını savunanlar; İmam Malik, İmam Azam'ın talebeleri, Eş'ari ve mutezilelerden olan bütün kelâmcılardır. Delilleri: Kur'an'm sünnetle neshe-dilmesi ne zatından ötürü ne de başka bir nedenden ötürü muhal olmadığıdır. Zatından ötürü muhal olmadığına gelince; bu açıktır. Başkasından ötürü de muhal olmadığına gelince: Sünnet de Kur'an gibi Allahtan gelen bir vahydir. Çünkü Cenabı Hak «O nevadan konuşmaz. Onun konuşması ancak gönderilen bir vahydir» (Necm: 3-4) buyuruyor. Sünnet ile Kur'an arasındaki fârik, (ayırdedici) meziyet Kur'an'm lafızları, tertibi, inşası Allah tarafındandır. Hadisin lâfızlari, tertib ve inşası ise, Resûlullah'a aiddir. Kur'an'ın özellikleri olduğu gibi Sünnetin de özellikleri vardır. Bunlar bizim konumuz değildir. Madem Allah vahyile, diğer bir vahyini neshediyor ve orada herhangi bir müşkilât da yoktur. O halde bu iki vahyin birisinin diğerini nesih etmesinde ne aklen ne de şer'an herhangi bir mani mevcut değildir. Bunlar Kur'an'ın Sünnetle nesih edilmesini caiz görenlerin delilleridir. Caiz görmiyenlere gelince: Onlar, İmam Şafii, İmam Ahmed ve zahir ehlinin çoğudur. Onlar Kur'an'm sünnetle neshinin menine dair bir çok deliller getirmişlerdir. O delillerden birisi: Cenabı Hak peygamberine «Sana zikri indirdik, ki, sen insanlara gönderileni badiresin» (Nahl: 44) diyor. Bu âyet, ifade eder ki Resûlullah'ın vazifesi Kur'an'ı beyan etmeğe münhasırdır. Eğer sünnet Kur'an'ı neshetşeydi o vakit, sünnet Kur'an'a beyan olmazdı. Aksine onu kaldırıcı olurdu.
Buna cevab olarak denildi ki, sünnetin vazifesi sadece Kur'an'ı açıklamakdır hükmü bu âyetten anlaşılmıyor. Bir de sünnetin vazifesi, sadece Kur'an'm beyanına inhisar ederse, sünnetin tek başına bir sistem getirmesi muhal olur. Halbuki sünnetin tek başına bir sistem getirmesinde ümmet icma etmiştir. Meselâ: Resûlü-Ekrem kuşların pençelilerinin etini haram kılmıştır. Her ısırıcı dişlere sahib olan yırtıcı hayvanların etini haram kılmıştır. Ve yine Resûlü-Ekrem, herhangi, bir kimsenin kendisine vâris olmamasına dikkati çekerek: «Biz peygamberlere gelince, malımız kimseye miras olarak kalmaz. Bizim bıraktığımız sadakadır)) demiştir.
Bir de cevab olarak denildi ki: Sünnetin bizzat tek başına teşri ve tek başına hükümler ifade ettiğini, sünnet söylüyor. Meselâ: El-İrbad bin Sariye (R.A.) rivayet ediyor:
Resûlüllah (S.A.) kalktı ve bize:
«Sizden herhangi bir kimse koltuğuna dayanmış olduğu halde zanneder mi ki Allah bu Kur'an'da olanın haricinde herhangi bir şeyi haram kılmamıştır? Dikkat ediniz. Ben emrettim, va'zettinı ve bir takım şeyleri yasakladım. Onlar ya Kur'an kadardır veya daha çoktur. Şüphesiz ki Allah size helâl kılmamıştır ki siz ehli kitabın evlerine on-lann izni olmadan giresiniz. Onların kadınlarını dövesiniz, onların meyvelerinin yenmesini de helâl kılmadı size.. Ancak boyunlarına farz olan haracı verdikleri zaman yiyebilirsiniz.» [80]
1) «Zina eden kadın ve zina eden erkeğin herbirine yüz değnek
vurunuz» (Nur: 2), âyeti, ister evli olsun, ister olmasın zina edenlere yüz değnek vurma hükmü getirmiştir. Böylece evli olan ve evli olmayan zina edenlerin hepsini kapsıyor. Sonra hadis gelip «Evliler» le ilgili hükmünü neshetti ve evlilere recim cezası getirdi.
2) İkinci delil; «El-Bakara» sûresinin yüz sekseninci âyeti ki,
ana-babaya ve akrabaya miras kalan maldan vasiyet etmeyi emreder. «Varis için vasiyet yoktur» hadîs ile neshedilmiştir.
3) Üçüncü delil; «sizin kadınlarınızdan zina edenler üzerinde sizden dört şahit tutunuz. Eğer onlar şehadet ederlerse, o kadınları ölüm gelip onları götürünceye kadar veya Allah onlara bir yol açın-caya kadar evlerde hepsediniz.» (Nisa: 15) âyeti «Benden tutunuz. Benden tutunuz, Allah onlar için bir yol kıldı. Bakire bakire ile zina ederse yüz değnek vurulacak ve bir sene gurbete gönderilecek. Evli evli ile zina ederse, yüz değnek vurulacak ve sonra recmedilecektir.» hadisi şerifle neshedilmiştir.
4) Dördüncü delil, Cenabı Peygamberin, «Her dişiyle yırtıcı olan hayvan ve her tırnaklanyle yırtıcı olan kuşun eti yenilmez» yasağı yani bu hadis, şu âyeti neshetmiştir:
«Ey Habibim! De ki: Bana vahyedilende yeyen bir kimseye haram edilen birşey görmüyorum. Ancak murdar bîr hayvanın eti veya akıtılmış bir kan veya domuz eti olanlar haramdır ve necistir veya fasıkhk ela ki, Allah'tan başkasının ismi getirilerek boğazlanmıştır.»
(El-Anam: 145). [81]
Burada da ulemanın ihtilâfı vardır. Kimisi caiz görmüş, kimi görmemiştir. Ancak burada caiz görmeyenlerin sesi biraz daha kısıktın Hüccetleri biraz daha zayıftır. İspat edenlere gelince: Onları cevazın delili teyid eder. Bunun için «var» diyenlerin arasında bütün fakıhleri ve kelâmcıları görüyoruz. «Yok» diyenlerin arasında Şafii'den başka şayanı dikkat birisini görmüyoruz. İmam Şafii ile beraber arkadaşlarından az bir gurup da vardır. Bununla beraber Şafii'den bunu nakletmekte .sallantı vardır. Veya hilafı zahirin iradesi görünüyor. Tafsilâtı Menahilul İrfandan oku... [82]
1) Mutevatır bir sünnetin mutevatır bir sünnetle neshedilmesi.
2) Ahadi bir sünnetin Ahadi sünnetle nesholunması.
3) Ahadi bir sünnetin Mutevatır bir sünnetle nesholunması.
4) Mutevatir bir sünnetin Ahadi bir sünnetle nesholunması.
İlk üç kısım, aklen ve şer'an caizdir. Dördüncü kısım ise Mutevatır bir sünnetin Ahadi bir sünnetle nesholunması aklen caiz olduğunda ulemamız ittifak etmiştir. Sonra şer'an caiz midir değil midir diye ihtilâfa düşmüşlerdir. Cumhur «caiz değildir», Zahir ehli ise (zahiriler) «caizdim demişlerdir. Cumhurun delilleri:
a) Mutevatır kesin subutludur. Haberi vahid zannidir. Kafi bir hüküm zanni bir hükümle kalkmaz. Çünkü daha kuvvetlidir. En kuvvetli en zaif le kalkmaz.
b) İkincisi, Hz. Ömer, Fatıma binti Kays: «Resûlullah bana mesken vermedi. Halbuki kocam beni boşamıştı. Ve talakı Bitta yani dönüşü olmayan idi.» demesine rağmen reddetti. Yani bu Ahadi haber ile Kur'an ve Mutevatır haber kaldırmadı. Ashabda Hz. Ömer'in bu görüşünü tasvip ettiler. Böylece icma' oldu. Bu ancak şu demektir: Haberi Ahadî, zandan başkasını ihtiva etmez. Öyleyse daha kuvvetli olan bir haberi neshedemez. En kuvvetli delil burada şu âyettir:
«Boşadığınız fakat iddeti tamamlamamış kadınları gücünüz oranında oturduğunuz yerde-oturtun...» (Et-Talak: 6).
Bir de Meskeni talaki bitte ile boşanmış kadının haklarından birisi, kılan Resûlullahın Mutevatır sünneti vardır. [83]
Bu hususta üç suret vardır: Birincisi; kıyas başka bir kıyasın delâlet ettiği hükmü neshediyor. Buna misal olarak Sari; cömertliğinden ötürü Zeyde ikram etmeyi emrediyor. Biz de cömertliğinden dolayı Ömer'e de ikram etmeyi buna kıyas ediyoruz. Bundan sonra Sari; Bekr'in sarhoş olduğundan dolayı hafife almasını vacib kılıyor. Biz de sarhoşluk illetinden ötürü bahsi geçen Ömer'i de ona kıyas ediyoruz. Bununla ikinci kıyası birinciye tercih ettiğimizde Ömer'in hafife almasının vacib oluşu, ikramın vücudunu ortadan kaldırıyor.
İkincisi, kıyas Nassın delâlet ettiği bir hükmü nesheder. Sari' ne-biz'in mubah olduğunu ilân eder. Sonra sarhoşluk verdiğinden dolayı şarabı haram kılar. Sarhoşluk illeti nebizde olduğundan biz nebizi şa-rab üzerine kıyas ederiz. Böylece nassile sabit olan ibaha hükmü, kıyas ile sabit olan tahrim hükmüyle ortadan kalkar. Üçüncüsü; Nass kıyası nesheder. Sari', şarabı haram kılıyor. Çünkü sarhoşluk veriyor. Biz sarhoşluk verdiğinden dolayı nebizi ona kıyas ediyoruz. Bundan sonra Sari', nebizin mubah oluşuna dair Nass yapıyor. Böylece nebizin kıyasen sabit olan hürmeti nassen sabit olan ibahatiyle ortadan kalkar ve nesholunur. [84]
İmam «Celaleddini Suyuti» «Neshi meşhur olan âyetler yirmi iki âyettir» diyor. Ve o âyetleri teker teker sayıyor. Tafsilât isteyen «El-İtkanoa baksın. [85]
Muhkem ve muteşabihln mânâlarında âlimlerin fikirleri:
a) Muhkem, neshi muhtemel olmayan ve apaçık mânâya delâlet eden zahir âyettir. Müteşabih ise gizli bir âyettir ki, aklen ve naklen onun mânâsı idrak edilemez. Onun ilmi Allah'a aittir. Kıyametin kopması ve sûrelerin başındaki hece harflerinin bilgisi gibi.
b) Muhkem, maksudu kendisinden anlaşılan âyettir. Bu ya zuhurla olur veya teville olur. Müteşabih ise, onun ilmi ancak Allah'a mahsustur. Kıyametin kopması, deccalm çıkması ve sûrelerin başındaki mukatta harfler gibi.
c) Muhkem, ancak tevilin bir tek vechine muhtemel olan âyettir. Müteşabih ise birçok vechi muhtemel olan âyettir.
Birinci rey, Hanefilerin, İkincisi, ehli sünnetin reyidir. Üçüncü rey İbni Abbas'ındır. Usul âlimlerinin ekserisi İbni Abbas'ın reyi üzerinde yürümüşlerdir.
Dördüncü rey, Muhkem nefsiyle müstakil olup başka bir beyana muhtaç olmayan âyettir. Müteşabih, nefsiyle müstakil olmayan, belki başka beyana muhtaç olan âyettir. Bazan bununla, bazan da ötekiyle beyan ediliyor. Ki onun tevilinde ihtilâf vardır. Bu fikir aynı zamanda İmam Ahmed'den de nakledilmiştir.
Beşincisi, Muhkem, nazmi ve tertibi sedid olan âyettir. O âyet ki, münafat olmaksızın müstakim bir mânâya götürür. Müteşabih ise, lügat bakımından istenilen mânâsını hiçbir ilim kapsamaz. Ancak beraberinde bir emare veya karine bulunursa, o zaman mesele değişir. «Müşterek» bu mana ile Müteşabihe dahildir. Bu fikir de İmam Hara-meyn'e nisbet edilmiştir.
Altıncısı, muhkem manası açık, herhangi bir işkal (kapalılık) içinde olmayan âyettir. İhkâm kökünden alınmıştır. îtkan (yani çok güzel yapılmış) mânâsını taşıyor. Müteşabih ise, bunun tam tersidir. Bu fikre binaen Muhkem, nass (kesin) ve zahir olan âyetleri içeren âyet bölümüdür. Müteşabih, müşterek isimlerden olan ve Allah'ın hakkında teşbihi îham eden lafızlardan meydana gelen âyetlerdir. Bu söz muteehhirlerin bazısına nisbet edilmiştir. Fakat hakikatte bu rey Et-Tayyibinnin reyidir. Zira İmam Suyuti'nin nakline göre Et-Tayyibi ondan: Muhkemden maksad, mânâsı açık olan âyetlerdir. Müteşabih bunun tersidir. Zira bir mânâyı kabul eden lâfız, ya başka mânâyı da taşır veya taşımaz. İkincisi Nassdır..» demektedir. [86]
Müteşabih-liğin menşei kıssaca, şâri'in kelâmından neyi kastettiğinin gizliliğidir. Tafsilen deriz ki, Müteşabihliğin bir kısmının gizliliği lafza, bir kısmının da gizliliği mânâya, diğer bir kısmının gizliliği de hem lâfza hem mânâya dönüşür.
Birinci kısım, müteşabih oluşu lâfızdaki gizliliğe raci olan kısımdır. Bu, hem mufret ve hem de mürekkeb oluyor. Mufredin müteşabih oluşu garib oluşundan veya iştiraki cihetinden gelen-gizliliğinden neşet eder. Mürekkebin müteşabih oluşunun neşeti ya çok kasa veya çok uzun oluşundan veya tertibi yönünden geliyor. Birinci kısmın misali sûrelerin başında bulunan hece harfleridir. Çünkü buradaki teşabih ve gizlilik şüphesiz ki lâfızlar yönünden gelmiştir.
İkinci kısım, mânâdaki gizlilikten müteşabihliği neşet eden kısımdır. Kur'an'ı Kerim'de Allah'a vasıf olarak gelen kelimeler ile, kıyametin dehşetlerine dair gelen kelimeler gibi. Bu kısmın başında sıfat teşabühleri geliyor. Burada teşabih lâfızda, lâfızdaki gariplik ve iştiraklilikten gelmemiştir. Belki birçok mânâ arasında müşterek oluşundan veya icazından veya uzunluğundan gelmektedir. Öyleyse bu teşabüh sadece mânâ yönünden gelmiş sayılıyor.
Üçüncü kısım, teşabüh hem lâfız hem mânâdaki gizliliğe raci olan kısımdır. Bunun birçok misalleri vardır. Nümüne olarak şunu söyleyelim: «Evlere arkalarından girmeniz hayır değildir» (El-Bakara: 189). Arapların cahiliyyeti zamanındaki âdetlerini bilmeyen bir insan bu âyetin mânâsım hakkıyle anlayamaz. Varid olmuştur ki Ensardan bazıları vardı ki ihram bağladıkları zaman, ne bir duvarın gölgesinde oturur, ne bir eve ne de bir çadıra girerdi. Kapılardan girmiyordu. Eğer evlerde oturanlardan ise, evlerin arkasında bir kapı, (delik) açar, oradan girip çıkardı. Eğer çadır ehlinden ise, çadırın arkasından girip çıkardı. Cenabı Hak bu âyeti nazil etti. «Evlere arkasından girmek iyilik değildir. İyilik Allah'tan korkanın amelidir» (El-Bakara: 189). İşte buradaki gizlilik kısa olduğundan dolayı lâfza racidir. Eğer bu âyet açıhp bast edilseydi Arablann cahiliyetteki adetinin onunla beraber bilinmesi lâzımgelirdi. Aksi takdirde bu nessin mânâsı anlaşılmazdı. [87]
1) Beşerin hakikatine varmaya güç yetiremediği kısımdır. Allah'ın zat ve sıfatlarının hakikatlerini bilmek, kıyametin ve diğer gay-bi meselelerin vakit ve zamanlarının bilinmesi gibi. Bu ilim Allah'a mahsustur. «Gaybın anahtarları Allah'ın yed-i kudretindedir. Onlan ancak o bilir» (El-Enam: 59).
«Allah'ın katmdadır kıyametin kopuş zamanını bilmek. Allah yağmuru indirir. Rahimlerdekini Allah bilir. Hiçbir nefis yarın neyi kazanacaktır, bilmez. Hiçbir nefis nerede ölecektir bilmez. Şüphesiz ki Allah bilicidir ve haberdardır.» (Lukman: 34). İkinci çeşidi, araştırma ve okuma yoluyla her insanın güç yetirebileceği muteşabihtir. Mute-şabih oluşu icmalden veya basttan veya tertipten ileri gelen muteşabih âyetler gibi.
Muteşabihin üçüncü nevi âlimlerden herkesin değil, ancak havasın bildiği ilimdir. Bunun bir çok misali vardır.
Rağıb el-îsfehani «Muteşabih üç çeşittir. Bir çeşidi vardır ki onu bilmeye yol yok. Kıyametin kopması «Dabbetul-Arz»ın çıkışı ve benzeri hâdiseler. İkinci bir çeşit vardır ki, insanların onu bilme ve varma yolu vardır. Garib lâfızlar ve muğlak (kapalı) hükümler gibi. Üçüncü bir çeşidi vardır ki iki emrin arasında mütereddittir. Sadece ilimde ra-sih olan bazı insanlar onu bilir. Diğerlerine gizlidir. İşte Resûlü-Ek-rem'in İbni Abbas için «Yarab onu dinde fakın et, ona tevili Öğret» duası buna işarettir. [88]
Cenabı Hakka ilmi mahsus olan muteşabihlerde şu hikmetler görülmektedir:
Birinci hikmet: Herşeyin marifetine güç yetiremeyen şu zaif insana Allah'ın rahmeti vardır. Dağa, Rabbi tecelli ettiği zaman parçalandığına ve Musa (A.S.)'in yere serildiğine göre, eğer Allah zat ve sıfatlarının hakikatiyle insana tecelli etseydi acaba insanın hali ne olurdu? İşte bu kabilden olarak Cenabı Hak kıyametin bilgisini mer-hameten insanlara bildirmemiştir. Ta ki tenbellik yapmasınlar ve hazırlığa yönelsinler. Halik Teâlâ onlan daima uyamk tutuyor. İşte bunun için Cenabı Hak ecellerinin marifetini kullarından, gizlemiştir. Ta ki ömürlerinin denizinde yaşasınlar.
İkinci hikmet: Kullan denemektir. Bakalım doğru konuşan peygamberin haberine güvenip gayba iman eder mi etmez mi? Hidayet olunanlar kesinlikle bilmedikleri halde «Biz iman ettik derler» kalble-rinde hastalık olanlar onu inkâra kalkışırlar. Halbuki Rablerinden gelen, hakkın ta kendisidir.
Üçüncüsü: Fahreddin Razi'nin «Kur'an hem havassın hem de avamın çağırmasını kapsamaktadır. Avamın tabiattan emirlerin çoğunda hakikatleri idrak etmekten uzaktır. Avamdan birisi.ilk anda cisim olmayan, herhangi bir mekânda mekânlaşmayan ve kendisine işaret edilme imkânı olmayan bir mevcudun ispatını dinlerse, zannedecek ki bu yokluktur ve katıksız ademdir. Böylece ta'til hastalığına düşmüş olur. Binaenaleyh avam için en elverişli olan, onların hayal ve vehimlerine uygun bir takım mânâlara delâlet eden lâfızlarla hitab etmektir. Bu hitab, açık ve sarihe delâlet eden lâfızlarla karışık olacaktır. Başlangıçda kendilerine yapılan hitab Müteşabih kabilindendir.
Açık hakikati ifade eden ikinci kısım Muhkemi olan kısımdır!» dediği nedenlerdir...
Dördüncüsü; insanın aciz ve cahilliğine delil ikame etmektir. Evet insanın istidadı ne kadar olursa olsun, ilmi ne kadar fazla olursa olsun. O, Müteşabihleri bilmemekle aciz ve cahil olduğunu anlar. Burada aynı zamanda Allah'ın delici kudretine şahit ve delil ikame etmek de vardır. «Herşeyi ilmiyle kapsayan sadece odun» hakikatini de gözler önüne seriyor. «Bütün insanlar onun ilminden ancak onun dilediğini kapsayabilirler» hakikatini de getiriyor. İşte burada kul Allah'a başını eğiyor, korkuyor, Allah'ın kibriyası önünde eğiliyor. Meleklerin daha önce dediğini tekrarlıyor: «Sen ortaktan münezzehsin. Senin öğrettiğin hariç, bizim herhangi bir ilmimiz yoktur. Şüphesiz ki sen, evet sadece sen mutlak mânâda bilici ve hikmet sahibisin.» {El-Bakara: 32).
Allah'ın sıfatlan hakkında varid olan Müteşabih âyetlerin tefsirinde en güzel rey şudur: «Ehli sünnet vel cemaat»m âlimleri Müteşabih âyetlerle ilgili üç noktada ittifak etmişlerdir. O üç noktanın ötesinde ihtilâfa düşmüşlerdir.
1) Önce zahirleri Allah için muhal olan âyetleri tevil hususunda ittifak etmişler. Ve bu zahiri mânâlar kesinlikle şâri'in maksadı değildir itikadında ittifak etmişlerdir.
2) İkincisi, İslâmı müdafaa etmek bu müteşabih âyetleri tevil etmeye bağlı ise, onun şüphecilerin şüphelerini bertaraf etmek şeklinde tevil edilmesi, farz olduğunda ittifak etmişlerdir.
3) Üçüncüsü, muteşabihin her ne kadar bir tek tevili var ise, ve o tevil her tevilden daha önce ondan anlaşüıyorsa da onu icmaen kabul etmek vacibtir. Şu âyet gibi: «Siz nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir» (El-Hadid: 4) Bizzat halkla beraber olmak Allah için muhaldir. Binaenaleyh bunun bir tek tevili kalıyor. O da ilmen, Sem'-an, (işitmek), Başaran (görmek), kudreten ve iradeten insanları kapsamak suretiyle beraberliktir.
Bu üç noktanın ötesinde âlimlerin ihtilâfına gelince: bu da üç görüş ve üç mezheb üzerinde olmuştur. Birinci mezheb, selefin mezhebidir. Bu görüşe «El-Müfevvide» mezhebi de denir. Selef bu Müteşabih âyetlerin mânâlarını sadece Allah'a havale eder. Allah'ı bunların zahir ve Allah için muhal görünen mânâlarından tenzih eder. Selefin görüşünü destekleyen aklî ve naklî olmak üzere iki delil vardır. Aklî delil şudur: «Bu Müteşabihlerden maksadı tayin etmek ancak lügat ve arap istimallerinin kanunları üzere cari olur. Bu ise, zandan başkasını ifade etmez. Oysa Allah'ın sıfatları zan ile sabit olmayan inançlar kategorisine dahildir. Akaidde ise, kesinlik lâzımdır. Nakli delil hususunda selef bir çok emre itimad etmektedir. O emirlerden birisi Hz. Aişe validemizin hadisidir: «Ne zaman ki Kur'an'ın Müteşabih âyetlerine tâbi olanları görürsen onlar Allah'ın [Zayğ-Ehli] diye adlandırdığı kimselerdir. Onlardan s ak m mu.»
Bir de Tabarani'nin EI-Kebir'inde, Ebu Malik El Eş'ari'den rivayet ettiği şu hadistir: «Ümmetim için ancak üç hasletten korkuyorum:
1- Mallan çoğalacak, birbirlerine hased edecek ve savaşa tutu-şacaklardır.
2- Kur'an onlar için açılacak. Onu mümin tevilini aramak suretiyle alacak. Halbuki onun tevilini Allah'tan başkası bilmez...»
Bir de İbnu Merduye'nin babasından, o da babasından o da Resû-lüllahtan rivayet ettiği şu hadistir: «Kur'an inmemiştir ki bir kısmı diğerini yalanlasın. Binaenaleyh Kur'an'dan bildiğinizle amel ediniz. Müteşabih olana da olduğu gibi îman ediniz.»
Bir de ed Darimi'nin Süleyman bin Yesar'dan rivayet ettiği hadistir:
«îbnu Sübeyğ» adlı bir kişi Medine'ye gelip Kur'an'ın Müteşabih-leririi âlimlerden sormaya başladı. Hz. Ömer onu huzuruna çağırdı. Onu dövmek için hurma dallarından sopalar hazırlamıştı. Hz. Ömer, «İbni Sübeyğ»e: «Sen kimsin?» dedi. İbni Sübeyğ: «Ben Subeyğin oğlu Abdullahım» dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer bir hurma dalım eline aldı. Kafasından kanlar akıtıncaya kadar onu dövdü. Diğer bir rivayette «Sırtında yara belirinceye kadar onu dövdü.» Sonra onu bıraktı. Yaralan iyileşince tekraren onu dövmeye kalktı. Sonra bıraktı. Yaralan iyileşince vurmak üzere tekrar huzuruna çağırdı. Adam: «Ey Ömer, eğer beni öldürmek istiyorsan, güzel bir şekilde beni öldür» dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer ona memleketine dönme iznini verdi ve memleketinin valisi Ebu Mus'el Eş'ariye: «Müslümanlardan hiç kimse bu adamın yanına oturmayacaktır!» diye yazdı.
Allah Ömer'den razı olsun. Fitne kapısını açmak isteyen «İbn Sü-beyğai dövdükten sonra artık bu kapıyı açmaya hiç kimse cesaret edemedi.
O naklî delillerden birisi de şu rivayettir:
Birisi «istiva»nın mânâsını İmam Malik'ten «Rahman arşın üzerinde istiva etmiştir» (Taha: 5) âyetindeki istiva'nın mânâsım sordu, tmam Malik şu cevabı verdi:
— İstiva malûmdur. Keyfiyeti meçhuldür. Istivayi sormak bid'at-tir. Zannederim kî sen kötü bir kişisin. Bu kişiyi benim huzurumdan çıkarınız» diye ilâve etti.
îmam Malik «istiva malûmdur» demekle mânâsı zahirdir. Fakat bu zahir mânâ murat değildir. Çünkü bu, muhal olan bir teşbihi gerektirir. «Keyfiyet meçhuldür», yani Şâri'in muradın: tayin etmek bizim meçhulümüzdür. Ona dair nezdimizde herhangi bir delilimiz yoktur. «Onu sormak bid'attır.» Yani bu muradın tayini hususunda soru sormak bidattir. Sormamak gerektir.
İkinci mezheb ise, halefin mezhebidir Bu mezheb aynı zamanda «Mezhebül-Müevvile» diye adlandırılmıştır. Yani tevilciler mezhebi. Bunlar da iki fırkaya ayrılmışlar. Bir fırka o âyetleri Sem'i ve kesin olarak malûm olmayan sıfatlarla tevil ederler. Bu sıfatlar, Allah'ın malûm sıfatlarından fazla olarak, sabittirler. Bu görüş Ebul Hasan'il Eş'ariye nisbet edilmiştir. İkinci bir gurup onlan sıfatlarla veya kesinlikle bildiğimiz mânâlarla tevil ederler! Zahiri muhal olan lafzı lügat bakımından caiz olan bir mânâya hamlederler. Aklen ve şer'an Al-laha lâyık olan bir manaya hamlederler. Bu görüş Ubeyde bin Burhan ve muteehhirlerden bir cemaata nisbet edilmektedir. îmam Suyuti'-ye göre Îmamul-Haremeyn de bu reye kaildir. Fakat bilahare «Er-Ri-saletün Nizamiye» adlı eserinde bu fikirden döndüğü tesbit edildi. Ve şunları söyledi: «Dinen bizim razı olduğumuz, aklen bizim din olarak kabul ettiğimiz ümmetin selefine tâbi olmaktır. Çünkü onlar Müteşa-bih âyetlerin mânâlarına dokunmamak suretiyle hayatlarını devam ettirdiler. Çünkü bu mezheb ortanca gurubun mezhebidir.»
Üçüncü mezheb, Mütevessitlerin mezhebidir. İmam Suyuti bu mezhebi naklederek şunları söyledi: «İbnu Dakikul-İyd» selef ile halef mezhebi arasında bir mezheb ihdas ederek;
«Tevil arap diline yakın ise inkâr edilemez. Kabul ederiz. Eğer uzak ise, ondan tevakkuf ederiz. Fakat Allah'ın ondan kastettiği tarzda ona iman ederiz. Bu lâfızlardan, mânâsı açık ve araplarm konuşmasından anlaşılır olanı tereddüd göstermeden kabul ederiz. Nitekim «Kişinin Allah'a karşı aşırı gitmeden Ötürü bana yazıklar olsun, gerçekten ben alaya alanlardandım» diyeceği günden salanınız.» (Ez-Zümer 56) âyetinden Allah'ın hakkı ve onun için insanın boynuna farz olan mânâyı kabul ettiğimiz gibi,..a dedi. [89]
«Uslüb» kelimesi arap lügatinde birçok şekilde, birçok mânâda kullanılmıştır. Ağaçlar arasındaki yol, herhangi bir fen, yüz, mezheb, burun dikmek ve arslan boynu. Hatibin konuşmasındaki yoluna da «Uslüb» deniliyor. Luğavî mânâsına en uygunu da budur. «Uslub»ün istilahi mânâsı: Edebiyatçılar ve gramer âlimleri; üslubun kelamî bir yol olduğunu, hatip konuşmasını telif ederken ve lâfızlarını seçerken takip ettiği yol olduğunda ittifak etmişlerdir. Veya uslüb, mânâlarını eda etmek ve konuşmasındaki maksadını bildirmek "hususunda konuşan insanın tek basma seçmiş olduğu konuşma mezhebidir.
Kur'an üslubunun mânâsı; kelâmını telif ederken ve lâfızlarını seçerken Kur'an'm getirmiş olduğu yoldur. Kur'an'm özel bir üslubunun olmasında herhangi bir gariplik olamaz. Çünkü gerek ilâhi olsun, gerek beşeri olsun her kelâm için özel bir uslub vardır. Konuşanların uslublan, ister şiir ister nesir olsun, kelâmlarını arzetmekteki yollan, şahısları adedincedir. Hattâ bir tek şahıs dahi çeşitli konulan işlediğinde ve çeşitli fenleri deştiğinde çeşitli uslublar vardır, «Uslub», kelâmı meydana getiren mufred ve terkiblerin gayrisidir. O, Müellifi konuşmasında müfred ve terkibleri seçmesinde takib ettiği yoldur. İşte bu sırra binaen uslublar değişiktir. Halbuki kelimeler ve müfredat bütün uslublara hizmet ediyor. Terkibler hepsinin cümlesinde vardır. Müf-redlerin birleştirilip terkip yapılma kaideleri ve cümlelerin tekevvünü hepsi içindir. Kur'an'ın arap lugatmdan ve araplann bildiği uslubtan çıkmayışının müfred ve cümleler ve cümlelerin kanunlarının olduğu gibi Kur'an'da gözetilmesinin sebebi ve sırrı budur. O arapça ve araplann bu nahiyede melufu olan tarzda gelen bir kitabtır. Onların harflerinden kelimeleri oluşmuş, kelimelerinden terkipleri meydana gelmiştir. Bu müfredleri cümle yapılmakta takib edilen genel kaideleriy-le ve terkiblerinin oluşturulmasıyla telifi meydana çıkmıştır. İnsanı acizde bırakan ve dehşet veren şudur ki Kur'an araplann üzerine onlarca malûm olan babtan girmiştir. Onlann müfredatını ve terkibleri-ni kullanmıştır. O devirde bu müfred ve terkibler hususunda araplar geniş bilgiye sahib idiler. Bu hususta yansırlardı. Ve bu sahada doruk noktaya çıkmışlardı. Bütün bunlarla beraber Kur'an tek olan üslubuyla onlan aciz kılmıştır. Kelâm tarziyle onları hayrette bırakmıştır. Eğer onlann bildiği bu kapıdan değil de başka kapılardan onlara gelseydi o zaman mazur sayılabilinirlerdi.
«Eğer biz onu yabancı bir dilden Kur'an yapsaydık muhakkak şöyle diyeceklerdi:
— Âyetleri açıklansaydı ya! Bir araba yabancı bir dille söylenir mi? derlerdi. Ey Resulüm! Onlara de ki; o Kur'an iman edenlere hidayet ve şifadır. îman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık var. Kur'an onlara karşı bir körlük ve şüphedir. Onlar uzak bir yerden çağırılanlar gibidirler.» (Fussilet: 44). [90]
İnsafla Kur'an'a bakan bir insana, icazın değişik şekilleri görünür. Nitekim bir parça elmasa dikkatle bakan değişik renkleri orada gördüğü gibi. Kur'an-ı Kerim cezbedici ve hayret verici, üslubuyla gelmiştir. O üslup ki daha Önce belirttiğimiz özelliklere sahibtir. Bu özelliklerin tamamı değil bir teki dahi Kur'an'dan başka olan kelâmlarda Kur'an'da mevcut olduğu oranda ve nisbette mevcut değildir şüphesiz ki. Böyle olan her kelâm mucizdir. Öyleyse Kur'an da mucizdir. Re-sûlü-Ekrem Kur'an ile o devrin fesahat ve belagat kahramanlanna meydan okumuştur. Onlann dillerini Kur'an'a bu hususta tân etmekten kesmiştir. Oysa o zamanda fesahat ve belagatın revaç bulduğu panayır ve pazarlar mevcud idi. Kur'an'ın muhatabı bulunan millet, ancak bu nahiyeden diğer milletlerden üstün idiler. Madem ki onlar Kur'an'ın muarazasından aciz kaldılar öyle ise başkası daha aciz ve daha yorgun düşebilir. Rabbimiz Kur'an'ında:
«Ey Resulüm, de ki: Yemin olsun eğer insanlar ve cinler bu Kur"-an'ın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler.» (El İsra: 88).
Bu Kur'an'ın en acaib emri şudur ki, Kur'an önce fesahatin kah-ramanlan olan arap fasih ve şairlerini tamamına karşılık bir benzerlik getirsinler diye çağırdı ve meydan okudu. Sonra on sûre kadar getirsin diye iniş yaptı, Sonra bir tek sûreye karşılık getirsin diye meydan okudu. Bütün bu meydan okumalanna rağmen onlar Kur'an karşısında acizden acze düştüler ve hezimetten hezimete uğradılar. Kur'an ise, her meydan okuyuşunda bir zaferden diğer bir zafere» bir yardımdan diğer bir yardıma yükselirdi.
Düşün, Kur'an'ı Kerîm Et Tur sûresinde ilk defa onlara meydan okuduğunda şöyle dedi:
«Yoksa O, Allah kesesinden uydurdu mu diyecekler? Hayır onlar iman etmezler. Onun benzeri bir hadîsi getirsinler eğer doğru iseler.» (Tur: 33-34).
Bu meydan okuyuştan sonra onlann sustuğunu görünce Hud süresinde şöyle buyurdu:
«Yoksa diyecekler ki o kendiliğinden mi uydurdu? De ki, onun benzeri on sûre getiriniz. Onlar iftira ve uydurmalardan mürekkeb olsun. AUahtan başka dilediğinizi yardıma davet ediniz, eğer doğru iseniz. Eğer bu suale cevap vermeseler biliniz ki, sana inen Allanın ilmiyledir. Biliniz ki, Allahtan başka Mabud yoktur. Acaba siz müslü-man olacakmısımz?» (HudM3-14).
Onlar bu meydan okuyuştan da aciz kaldıklarında Kur'an üçüncü kez ipi daha da gevşeterek onları «El Bakara» sûresinde şöyle ça- |ğırdı:
«Kulumuzun üzerine indirmiş olduğumuz Kur'an'da şüpheniz var lise onun benzeri bir sûre getiriniz. Allahdan başka şahitlerinizi de yardıma davet ediniz, eğer doğru iseniz. Eğer bunu yapmazsanız ve yapamazsınız da, o vakit yakıtı insan ve taş olan ve kâfirler için hazırlanan ateşten sakınınız» (Bakara: 23-24).
Onların bu meydan okuyuşlardan sonraki aciz kalışları daha şeni' ve daha kötü idi. Allah kıyamete kadar hezimeti onların defterine yazdı. Onlar yapmadılar ve yapamazlardı. Delilleri paramparça edildi. Rezil oldular. Allah'ın emri, onlar istemese de, belirip yerine geldi. [91]
Tarih kaydediyor ki, yalancı Müseyleme, aKur'an gibi bir kelâm bana vahyedildi» dedi. Sonra halkın huzuruna çıkıp şu hezeyanları okudu. «Biz sana cumhurları vermişiz. Sen Rabbine namaz kıl ve açıkla.» mânâsına gelen «inna ağteyna kalcemahire... fesalli li rabbike ve cahir...» Başka bir hezeyanı da «Vettahinati tahnen vel acinatiacnen velhabizatı Hübzen» «öküten, yoğuran ve pişirene yemin ederim...» hezeyanları idi. Bunları okuduğu zaman dinleyenlerin hepsi kahkaha ile gülüp yerlere serildiler. Bu rekik ve serserice gelen kelimeler ner-de, Kur'an'm o yüce mânâları taşıyan kelimeleri nerede? Muaraza; lugatta, üslupta ve mânâda muaraza edilen kelâma, (Muarizin) denk veya daha üstün olmasıyla mümkün olabilir. Bu muariz kâfirler acaba böyle bir muaraza yapabilirler mi? Tarih rivayet ediyor ki, Eb'ul-Ulâ «el Maarri», Ebu Tayyib «el Mutenebbi», ve ibnul Mukaffa', Kur'-an'a muaraza etmek hastalığına tutuldular. Bu isteklerini açığa vurur vurmaz kalemleri kırmak ve sahifelerini yırtmak şekliyle bundan vazgeçtiler. Çünkü onlar bizzat yolun çok güç ve bu hususta hedefe gitmenin muhal olduğunu sezdiler!.. Onlar kalblerinin derinliklerinde Kur'an'm belagatını ve icazkârlığım ilk zamanlarında itikad ederlerdi. Ona yeni bir delili eklemek istiyorlardı. Bu da kalblerinin mutmain olması içindi. Soruyorum: Arapçada bu kadar ileri giden bu insanlar zatlanyla böyle şeyleri hissetmemişlerse acaba kim hissedecektir?
Evet onlar Kur'an'm belagat ve icazını hissetmişlerdi. Zamanımızda «BahaİDİer ve «Kadiyani»lerin de Kur'an'a muaraza olsun diye birtakım kitablar yazdıkları şayiası vardır. Fakat bunlar halkın huzurunda mahcub olmaktan korkup bu kitabları piyasaya sürmediler. Ancak son zamanlar bu paçavraları yavaş yavaş piyasaya sürmekteler. Fakat rezil olmaktalar. Allah «Kur'an'ı biz indirdik ve onun koruyucusu biziz» (El-Hıcır: 9) buyurmaktadır. [92]
Kur'an'da binlerce mucize vardır. Biz daha önce Kur'an'm (6200) den fazla âyetten müteşekkil olduğunu söyledik. Ve şimdi de görüyoruz ki meydan okumanın ipi bir sûreye kadar uzamıştır. Bir sûre Kevser sûresi de olabilir. Bu sûre ise üç âyettir. Hem de kısa âyetlerdir. Bunlara denk bir tek âyet veya iki âyet de olabilir. Binaenaleyh Kur'-an'ın her uzun âyeti veya üç kısa âyeti bir «Mucize» teşkil ediyor. Kur'an'ın üslubu için yedi özellik vardır ki bir tanesi tam olarak herhangi bir kelâmda bulunmuyor. İşte bu nedenle deriz ki, Kur'an bir tek «Mucize»yi değil, binlerce Mucizeyi kapsamaktadır. Her ne kadar bazı sathi kimseler böyle demişlerse de, onların sathiliğine bakılmaz. Kur'an'ın derlediği icaz vecihleri de bunlara eklersek, bize çeşitli Mucizeler görünecektir. Sayı ve tadat ile zaptedilemeyecek kadar Mucizeler... Birden çoğu, fertten bir milleti meydana getiren ortaktan münezzehtir. Kur'an'ın Mucizeleri ebedidir. Kur'an'ın bu kapsadığı Mucizelerle beraber ebedi oluşunda şüphe yoktur. Zamanın geçmesiyle eskimez. Resûlüllahın ölümüyle ölmedi. O, hayattadır. Dünyanın ağzında her yalanlayıcıyı susturacak kuvvet ve kudrettedir. Her münkire meydan okumaktadır. Dünyanın bütün uluslarını, içindeki İslâm hidayeti ve insanoğlunun saadetine davet etmektedir. İşte İslâm peygamberinin Mucizeleriyle kendisinden önceki Mucizeler arasındaki fark buradan geliyor. Allah'ın selât ve selâmı bütün peygamberlerin üzerinde olsun. Muhammed (A.S.)'ın Kur'an'daM Mucizeleri binlerce-dir. Kıyamete kadar devam etmeleriyle tamamlanmıştır. Ta ki Cenabı Hak yeryüzünü ve onda olanların hepsini miras olarak elde edinceye kadar... Diğer peygamberlerin Mucizelerinin ise, adetleri mahdud, müddetleri kısaydı. Onların zamanının bitmesiyle bittiler. Onların ölümüyle öldü. Kim onları şu anda ararsa ancak onları kane'nin haberinde bulabilir. (Yani geçmiş bir hadise olarak bulabilir). Mucizelere Kur'an'dan başka bir kaynak şahitlik yapmaz. Bu da Kur'an'm diğer kitablar ve diğer peygamberlere karşı yapmış olduğu minnettir. Cenabı Hak «Biz senin katına Hak ile kitabı kendisinden önceki kitabı tastikleyici olduğu ve ona şahidlik edici olduğu halde indirdik.» (Mai-de: 48) dedi... Başka bir âyette «Resul kendisine inene iman ediyor. Müminlerin tamamı da Allaha, meleklerine, kitablanna, peygamberlerine iman ederler. Biz peygamberler arasından herhangi birisini, peygamberlik yönünden, fark etmeyiz.» (El-Bakara: 285) buyuruyor. [93]
Bunun mânâsı şudur: Kur'an'da kevni ilimler nisbetiyle beş itibar rivayet edilmiştir. Bu itibarlar herhangi bir mahlûktan gelemez. Hele ümmi bir milletin arasında yetişen Hz. Muhammed'den hiç sadır olamaz. İtibarlann birincisi, Kur'an kevnî ilimleri kendisine konu yapmamıştır. Çîünkü kevnî ilimler «Neşvünema» kanunlarına tabidirler. Onların tafsilâtında incelik ve gizlilikler vardır. Avam tabakası bunları anlamaz. Sonra yolunu şaşırmış insanlık âlemini kurtarmak çabası yanında böyle ilimler hiç te kıymet taşıyamazlar. Cin ve insanları dünya ve âhiret saadetine hidayet etmek nerede? Bu ilimler nerede?.. Da-Ik önce dediğimiz gibi Kur'an hidayet ve icaz kitabıdır. Binaenaleyh hidayet ve icazın hududlarmın dışına çıkmak Kur'an'a uygun düşmez. Kevnî ilimlerden birşey Kur'an'da zikredilmişse, bu hidayet ve halkı yaradana götürmek için zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerim bu kevnî ilimleri mutlak olarak zikrettiğinde Heyette, Felekiyatta, Tabiat ve Kimyada bulunan ilmi hakikatlere işaret etmeyi kastetti. Matematik meselelerinden birisini, Cebir veya Hendese meselelerinden birisini halletmeye çalışmıyor. Tıp ilmine ikinci bir bab eklemek istemiyor. Teşrih ilmine başka bir haslet katmak hevesinde değildir. Hayvan, bitki veya yer tabakalarının ilminden bahsetmek istemiyor. Lâkin bazı araştırmacılar Kur'an ilminde geniş kapsamlı bir araştırma yapmaya kalkışmışlardır, kevnî ilimlerden bildiklerini Kur'an ilimlerine katmışlardır. Her ne kadar niyetleri ve fiilleri temiz ise de, onlar bu hususta yanlıştırlar ve israf ediyorlar. Fakat niyet ve şuur ne kadar güzel olursa olsun insanoğlu için vaki olmayanı söylemeyi ruhsatlı kılmaz. Allah'ın kitabını vazifesi olmayan bir mânâya hamletmeye ruhsat vermez. Hele Kur'an vazifesini defaatla tekrar edip durmaktadır. «Bu ki-tab! Onda şüphe yoktur. O, muttakiler için hidayet kaynağıdır.» (El-Bakara; 2).
«Size Allahtan bir nur, bir açıklayıcı kitab gelmiştir. Allah o ki-tabla, Allah'ın ridvanına, selâmın yollarına tâbi olan kimseyi hidayet eder. Ve onları izniyle karanlıklardan nura çıkarır ve onları dosdoğru yola hidayet eder.» (Maide: 15).
Dikkate şayan bir nokta vardır: Kur'an'm azameti yeni bir vazife Kur'an'a getirmekle bilinmez. Allah'ın kitabında delil ve burhan olmayan bir mânâya Kur'an'ı hamletmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü Kur'an'm bu âlemdeki hidayet konusundaki vazifesi, insanlık âlemini kurtarmadaki vazifesi hayatta daha mühimdir. Bir de Kevnî ilimler Allah'ın hidayetinden yoksun ve vahyinden tecerrüd ederse, insanlık âleminin başına belâ olur. Şu insanlık âlemini tehdid eden atomlar, na-palm bombalan ve diğer dehşet saçan silâhlar imansızların ve Kur'an'a inanmayanların elinde olduğu için kâinatı rahatsız etmektedir. Kur'an mücmel olarak bu ilimlere insanları çağırır. İnsanları araştırmaya, dikkat etmeye, kâinattaki nimet ve ibretlerden faydalanmaya davet ediyor. İşte âyet: «Ey Habibim! De ki, ey insanlar, dikkat ediniz. Göklerde ve yerde ne vardır?» (Yunus: 101). Başka bir âyet: «Göklerde ve yerde mevcut olanın hepsini onun bir lutfu olarak size musahhar kılmıştır. Bu hususta düşünen bir kavim için âyetler vardır.» (El-Casiyye: 13).
Üçüncü ibret, Kur'an şu kevnî ilimleri arzettiği zaman bütün bunlar Allah'ın yarattıkları, onun muradına başeğmiş ilimler olduğunu hissettiriyor. Delâlette olup da «Bu kevnî ilimler başhbaşma tesir eder, onlar kâinata sahihtir (!)» diyenlerin zihinlerine bağlanan pislikleri bizden uzaklaştırmıştır. İşte âyet: «Şüphesiz Allah gökler ve yeri kaymaktan, yerinden zail olmaktan tutar. Eğer onlar zail olurlarsa Allahtan başka hiç kimse onları tutamaz.» (Fatır: 41).
Bir de Kur'an bize bu kevnî ilimlerin tamamının yok olmaya mahkûm olduklarını bildiriyor. İşte Kur'an: «Herşey, Allah'ın zatı hariç, helak olucudur.» (El-Kasas: 88). Başka bir âyet: «Kadrine uygun bir tarzda onlar Allah'ı takdir edemediler. Yeryüzünün tamamı kıyamet gününde Allah'ın kabzasındadır. Gökler durulmuş sağındadır.» (Ez-Zümer: 64). Başka bir âyet: «Yer başka bir yerle, ve göklerin de başka bir gökle değiştirildiği, her şeyle üstün gelen Allah'ın huzuruna çıktıkları günde...» (İbrahim: 48).
Dördüncü vecih, Kur'an kevnî bir âyeti arzettiği zaman, evrenin ilimlerini kapsayıcı bir uzmanın, gökler ve yerin sırlarım bilen bir üstadın bahsetmesi gibi bahsediyor. İşte kevnî ilimlerle meşgul olan bazı kimselerin aklına dehşet veren nokta budur. Bu noktadır ki, kevnî ilimleri Kur'an ilimlerinden saymaya onları sürüklemiştir.
Beşinci vecih; Allah'ın kevnî âyetlerinden bahsederken Kur'an'm seçmiş olduğu uslub, yüksek ve beliğ bir uslubtur. Beyan ve icmali bir arada getirmiştir. Misal olarak şu âyeti celîleyi zikredebiliriz: «Herşey-den çift yarattık. Umulur ki siz hatırlamış olasınız.» (Ez-Zariyat: 49). Bu âyetin nazil olduğu günden bugüne kadar insanlar onu okudu. Herkes Allah'ın kudret ve kuvvetine delâlet etsin diye Allah eşyadan şekil ve özellikleri değişik olan çeşitler yarattı. Fakat bu hususu söyledikten sonra ihtilâf ettiler. İslâmm başlangıcındaki âlimler «Ayeti ce-lüedeki «Çift» ten maksat karşılıklı olan iki emirdir. Sadece erkek ve dişi değildir.» dediler. Bu hususta Hasan Basri'den rivayet edildi ki, «Çiftleri gece ve gündüz, gök ve yer, ay ve güneş, deniz ve kara, hayat ve ölümle tefsir etmiştir. Allah ise ferttir. Onun benzeri yoktur. Mu-teehhirler ise âyetten şu mânâyı anlamışlardır: «Bu çift, erkeklik ve dişilik özellikleriyle karşıt olan iki emirdir.» Ve diyorlar ki varlık âleminde hiçbir şey yoktur ki onun erkeği ve dişisi olmasın, isterse insan, isterse hayvan, isterse cemadat, isterse bizim bilmediğimiz diğer peyler olsun. Buna delil olarak şu âyeti zikrediyorlar. «Yer küresinin bitirdiği bitkilerden, insanoğlunun nefsinden ve insanoğlunun bilmediklerinden bütün çiftleri yaratan Allah ortaktan münezzehtir.» (Yasin: 36). Müteehhir âlimler derler ki; kevnî ilimlerin, asli kaidelerinde wrson "tesbit edilen kaide, şudur: Kâinattaki bütün kökenler iki çiftten meydana gelir. Yeni ilmin diliyle: elektron ve proton... denilmektedir bu çiftlere.
Dikkat edilsin, Kur'an ilimden kaçmıyor. Fakat insanları ilme davet ediyor. Binasını onun üzerine ikame ediyor. Onlar evvelâ ilmi ispat ettiler, ona güvendiler, onu tahkik ettiler. Sonra onu Kur'an'da aradılar. Şüphe yoktur ki aradıkları gün gördüler. Biz yüce marifetleri dünya marifetlerine götürüp muhakeme etsek bu, hikmet ve insafa girmez. Kur'an'ı beşerden yanılmış bir gurubun bulunduğu bu dar kafeste hapsetmek, münasib değildir. Belki boynumuza farz olan; Kur'an'ı maddenin karanlığının zincirlerinden kurtarmak, Kur'an'ın göklerinde pervaz etmek. Orada nurani ve mutlak marifetleri uzaktan seyretmek, pırıl pırıl parlayan ilâhi hakikatleri görmektir. Hepimiz daima Allah'tan gelen bu kitabın mevizelerini daha berraklaştırıp üstün hidayetlerini daha mert bir şekilde insanlık âlemine nakletmek için çalışmalıyız. Biz onun işaret ettiği kevni ilimler hakkında tafsilâta ancak delil ve burhan olursa girişmeliyiz. Aksi takdirde Kur'an'ı uygun düşmeyen tevillere götürmüş oluruz. Bu hususta onların ilmini Kadir ve Alim olan Cenabı Hakka havale edelim. Meleklere Adem diliyle acizlikleri bildirildiği zaman dediklerini izleyip tekrarlayalım: «Sen ortaktan münezzehsin. Senin bize bildirdiğinden başka bir ilmimiz yok. Şüphesiz ki sen âlim ve hakimin ta kendisisin.» (El-Bakara: 32). [94]
Kur'an birçok gaybî haberleri kapsamaktadır. Kur'an inmezden önce Hz. Muhammed de onlan bilmiyordu. Zaten Hz. Muhammed gibi bir zatın açıkça onlara delâlet eden delillerle onu bilme imkânı da o devirde mevcut değildi. Bununla beraber bu gaybî meseleleri derleyen Kur'an'ın Hz. Muhammed'in veya başka bir mahlûkun nefsinden ne-bean ettiğini (fışkınp çıktığını) akıl kabul etmez. O gayblerin âllami olan Allah'ın kelâmıdır.. Varlık âlemini ayakta tutan, âlemin dizginini elinde bulunduran Allah... «Gaybın anahtarları onun katındadır. Ondan başkası o anahtarları bilmez. O, yer ve denizde olanı da biliyor.» (El-Enam: 59).
Tarihin içine gömülmüş ve Hz. Muhammed'in zamanından uzak ulunan peygamberlerin, Hz. Muhammed'in zamanında daha olma-nş veya bilahare meydana gelmiş veya gelecek hadiseler hakkında-i kıssalar, istikballe ilgili kıssaların hepsi Kur'an'daki gaybî mesele-îrdir. Bunlardaki icaz sırn hepsinde denildiği gibi vaki olmuştur. Lur'an'ın haber verdiği şekilde ortaya çıkmıştır. Eğer maziden haber ermişse tarihin şahidliği onu doğrular. Eğer hazınn gaybından ha-er verirse, peygamberlerin getirdiği ile dünyada yeni keşfedilen de-eyler ve ilimler onu tasdik ederler. Eğer müstakbelin gaybından ha-er verirse, bunu gecelerin doğruluğu, gündüzlerin getirdiği tasdik der. [95]
Geçmiş zamana aid olan gaybler Kur'an'da pek çoktur. O yüce ve füce olduğu gibi Kur'an'ın karihasından tereşşüh eden kıssalar onu msil etmektedir. Resulü Ekrem'in bu hususta herhangi bir dahil oktur. Meselâ Hz. Nuh'un kıssası gaybî emirlerdendir. Allah orada Bunlar gaybm haberlerindendir. Sana onları vahyediyoruz. Ne sen ne kavmin daha önceleri bunları bilmiyordunuz» (Ali-îmran: 44).
Onlardan birisi de Hz. Musa'nın kıssasıdır. O tafsilâtlı kıssa ki, enabı Hak orada şunları söylüyor: «Ey Resulüm 1 Biz Musa'ya o emri rahyettiğimiz zaman sen batı yakasında değildin. Onu görenlerden de âeğildin. Fakat biz (Musa'dan sonra) birçok ümmetler yarattık da onların üzerinden yıllar uzadı. Herşey çöktü. Sen Medyen halkı içinde durmuş da âyetlerimizi onlara okumuş da değilsin. Ancak biz seni peygamberlerden olarak gönderdik. Musa'ya nida ettiğimiz vakit de Tur dağının yanında değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak indirildi. Ta ki senden önce kendilerine bir peygamber gelmemiş olan bir kavmi korkutasm. Olur ki nasihat kabul ederler.» (El-Kısas: 44-46).
Hz. Meryem'in kıssası da mazinin gayblerinden bir misaldir. Rab-simiz orada şunu söylüyor:
«Bunlar gaybm haberlerindendir. Sana vahyediyoruz. Onlar kalemlerini suya atıp hangisi Meryemi büyütecektir diye kur'a çektiklerinde sen yanlarında değildin. Onlar mücadele ettiklerinde de sen yanlarında değildin.» (Âli-İmran: 44). [96]
Bundan bizim maksadımız, Allah; melek, cin, cennet, cehennem ve benzerleriyle ilgili âyetlerdir. Onları görmeye Resûlüllahm imkânı olmadığı gibi, onların hakkında vahy gelmeseydi onları bilmezdi de.. Bunun birçok misali Kur'an'da olduğu için tafsilâtına girişmiyoruz. [97]
Müstakbelin gaybına örnek olarak Kur'an'da Rum hadisesini gösterebiliriz. Kur'an «Bir kaç sene zarfında Rumlar Farslara galib gelecektir» (Rum: 3) buyuruyor. İşte âyet: «Elif, Lâm, Mim. Rumlar mağ-lûb oldu. Arap ülkesine en yakın yerde. Halbuki onlar bu yenilgilerinden sonra muhakkak galib geleceklerdir. Birkaç yıl içinde. Eninde ve sonunda emir Allah'ındır. O gün müminler ferahlanacaktır.» (Er Rum: 1-5).
Bunun açıklaması şudur: Hristiyan olan Roma devleti putperest olan Fars devletinin önünde hezimete uğradı. Sene (614) Miladi. Müslümanlar dindar bir devletin putperest bir devletin karşısında mağlûb olmasından müteessir oldular. Müşrikler de ferahlandılar ve müslü-manlarla alay ederek:
«Ey müslümanlar! Rumlar da sizin gibi bir kitab sahibi olduklarını iddia ediyorlar. Ateşe tapan mecûsîlerin karşısında mağlûb oldular. Siz de bizim karşımızda mağlûb olacaksınız!» diye alay ettiler! O zaman bu âyetler geldi ve müslümanlara müjde getirdi. Rumlar hezimetlerinden sonra üç veya dokuz sene zarfında Farslara galip gelecekler. Bu müjde Kur'an'la geldiği zaman, Rumların Farslara galib gelmesi zan bile edilmezdi. Aksine mukaddimeler ve sebebler de buna mani gözüküyorlardı. Çünkü üzücü harbler ve savaşlar Rumları perişan bir hale getirmişti. Farslar Rumların ta iç memleketlerine girip orada savaştılar. Çünkü Kur'an «Arap Yarımadasına en yakın olan bir yerde savaştılar» diyor. Fars devleti o zaman kuvvetli bir devletti. En son zafer naralan ata ata savaş meydanından ayrılmıştı. Yani adet bakımından normalde Rumların Farslara galib gelmesi muhal görünüyordu. Bunun üzerine müşriklerden bazıları Hz. Ebubekir'le bu haberin olup olmaması hususunda bahse girdi, Allah vaadini yerine getirdi. Kur'an'ın bu peygamberlik haberi (622) de, Hicret-i Muhammedin ikinci senesinde tahakkuk etti ve Hz. Ebubekir bahsi kazandı.
Müstakbel gaybına ikinci bir misal daha:
Kur'an haber veriyor ki Allah, peygamberini koruyucudur, onu halkın şerrinden hıfzedicidir. Hiç kimse onu öldürmek suretiyle bir yara ona dokunduramaz. Onun şerefli hayatı hususunda hiç kimsenin suikastına maruz kalmayacaktır. İşte âyet:
aAUah seni insanlardan masun kılacaktır» (El-Maide: 67).
Kur*an*ın bu haberi olduğu gibi çıktı. İslâm düşmanlarından hiç kimse Resulü Ekrem'in öldürülmesine teşebbüsünde muvaffak olamadı. Halbuki adetleri çok ve istidadlan da boldu. Ama buna rağmen onlar Resulü Ekrem'in başına gelecek musibetleri bekliyor, fırsat kolluyorlardı. Fakat Resulü Ekrem asker bakımından, istidad bakımından onlardan daha zayıf olmasına rağmen Allah onu korudu. Böyle bir felâkete maruz bırakmadı.
Başka bir misal:
Müslümanların istikbaliyle ilgilenip «onlar açık bir şekilde muvaffak olacaktım diyen âyetlerdir. Kur'an daha müslümanlar Mekke'de bulunuyorken, az ve zaif iken îslâmın belirgin hale geleceğini ve kıyamete kadar yeryüzünde kalacağını haber verdi. İslâmın kitabı olan Kur'an da korunacaktır ve diğer kitablar arasında sadece ona bu korunma imtiyazı verilmiştir haberi de tahakkuk etti..
«uBiz zikri, yani Kur'an'ı indirdik ve kesinlikle biz onun koruyucularıyız» (El-Hıcır: 9).
Diğer bir misal; Kur'an, parlak bir istikbal müslümanlan beklemektedir, diyordu. Bu haberi Kur'an verdiği zaman müslümanlar za-ifti ve madde bakımından böyle bir raddeye çıkacaklarına imkân ve ihtimal verilmiyordu. Evet, Mekke döneminde inen «Es Saffat» sûresinde «Şüphesiz ki bizim askerimiz galiblerin ta kendisidir.» (Es-Saffat; 173) buyrulmuştur. Yine Mekkî olan «Gafir» sûresinde «Şüphesiz ki biz peygamberlerimize ve iman edenlere Dünya hayatında yardım edeceğiz. Şahitlerin kıyamettiği günde de yardım edeceğiz,» (Gâfir: 51).
Medeni olan Nur sûresinde «Sizden iman edip salih amel işleyenlere Allah vaadediyor ki, sizden öncekileri halife kıldığı gibi onları da yeryüzünde halife kılacaktır. Allah tarafından onlar için seçilen dinleri de istikrar bulacaktır. Korkularından sonra emniyet korku bedeli olarak onlara verilecektir.» (En-Nur: 55). [98]
Bunun mânâsı şudur ki Kur'an'da birçok âyetler vardır. Emirlerin mühimlerini kapsamaktadırlar. Bununla beraber âyetler uzun bir bekleyişten sonra nazil oldular. Bu olay delâlet eder ki, Kur'an, Hz. Mu-hammed'in değil Allah'ın kelâmıdır. Eğer Hz. Muhammed'in kelâmı olsaydı niçin Hz. Muhammed bu konuşmayı yapmayıp da bekleyip dururdu? Kur'an'ın Hz. Muhammed'in kelâmı olmadığına dair birkaç misal verelim:
Birincisi Kıblenin değiştirilmesi:
Kıblenin kudsi şeriften Mekke şehrindeki Kabe'ye çevrilmesi delâlet eder ki, Hz. Muhammed kıblenin Kabe'ye çevrilmesi için sıkışıp duruyordu. Ve bunun için de yüzünü göklere kaldırıp adeta yalvarı-yordu. Bir veya bir buçuk sene bu yalvarış devam etti. İbadetlerinde Kudusi Şerife yönelip ibadet etti. Eğer Kur'an onun telifi olsaydı niçin bu yalvarışlar oluyordu? Niçin bu bekleyiş? Eğer desen «o zaman kavmi karşı çıkardı». Deriz ki, Kabe onların arasında «Medari iftihar» vesilesiydi. Aba ve ecdadlarının da «Medari iftihar» larıydı. Kabe'ye yönelmeyi hiç te Resûlüllaha fazla görmezlerdi ve üstelik sevinirlerdi.
İkincisi Ifk hadisesidir: İfk hadisesi (Hz. Aişe'ye yapılan iftira hadisesi) en şe'ni bir hadisedir. Kur'an bu hadise hakkında ancak kırk gün geçtikten sonra nazil oldu. Eğer Hz. Muhammed'in kelâmı olsaydi derhal söyler ve meseleyi kapatırdı. Müfterilere tatbik edilmesi gereken cezaları bir gün dahi beklemeden tatbik ederdi.
Üçüncü misal:
Müşrikler Resûlüllah'tan «ashab-ı kehfi» (Mağaraya sığınanları) sordular, «Zülkarneynai sordular. «Ruhau sordular. Soru soranlara dedi ki:
«Yarın bana gelin size haber vereyim!»
Ve bunu söylerken «inşaattan» tâbirini de unuttu. Böylece vahyi yarın gelmedi ve yarından sonra da uzun bir zaman kesildi. Bu durum Resûlüllaha ağır geldi. Kureyşler de Resûlüllahı yalanladılar ve dediler ki:
«Mı iham m edin Rabbi onu bıraktı, ondan buğzetti.» Bunun üzerine, Cenabı Hak, Duna sûresini indirdi.
«And olsun kuşluk vaktine. Karanlık çöküp de sükûn bulduğu zaman geceye. Ki Rab bin seni terketmedi, ey Resulüm, darılmadi da.» (Ed-Duha: 7).
Dördüncü misal:
«Eğer nefsinizdeki nesneleri açığa vurursanız veya gizlerseniz mutlaka onunla Allah sizi hesaba çekecektir.» (El-Bakara: 284) âyeti-nazil olduğunda ashabın yüreği korkudan parçalandı. Dehşetli bir şekilde korktular. Çünkü âyetten şunu anladılar: «Allah onların kalbinden geçen ne varsa ona karşılık kendilerini hesaba çekecektir. Velev ki kalblerinden geçen kötü şeyler olsun.» Sonra gelip sordular:
«Şu âyet bizim üzerimize indi ve onu yerine getirmeğe gücümüz yetmez.»
Bunun üzerine Resûlüllah onlara:
«— îki kitabın ehli sizden önce, biz dinledik isyan ettik, dedikleri gibi demek nü istiyorsunuz? Siz deyiniz: Biz dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz affını dileriz. Dönüş te sanadır. Senin yanındadır.» (El-Bakara: 286).
Resûlüllahtan bu öğüdü alan sahabi durmadan bu âyeti tekrarlar, Allah'a yalvarırlardı. Tâ ki, «El Bakara» sûresinin son âyetleri geldi:
«Allah herhangi bîr nefse ancak gücü yettiğini teklif kılar.» (El-Bakara: 286).
O zaman kalbleri sükûnet buldu. Nefisleri mutmain oldu. Anladılar ki seçeneklerinin kapsamında olmayan hatarat ve gelip geçici fikirlerden dolayı azab görmeyeceklerdir. Kalbden geçen fikirler, kötü hataratlar, velev ki kâfirlik dahi olsa, mükellefiyet onlarla ilgilenmez. Çünkü onlar kulun kudreti dahilinde değildir. Kur'an'ı Kerîm'de «Allah ancak bir nefse takati nisbetinde teklifte bulunur.» (El-Bakara: 286) denilmektedir. Görüldüğü gibi, Cenabı Peygamber o suallerin cevabını hemen vermemiştir. Çünkü daha vahiy gelmemişti. Eğer bu vahy yalancıların iddia ettikleri gibi onun nefsinden doğmuş olsaydı ashabına derhal haber verirdi, onları kalblerini parçalayan o korku içerisinde bırakmazdı. Eğer bu kelâm onun malı olsaydı, acelece ashabına açıklama yapardı. Aksi takdirde ilmi ketmetmiş olurdu. Halbuki kendisi «İlmi ketmedene lanet vardır. Siz nereye gidiyorsunuz?» buyurmuştur. Sonra bir misal daha zikredelim:
Münafıkların başı Abdullah ibn Ubeyy öldüğü zaman Resulü Ekrem kalkıp ona kendi elbisesini kefen yaptı. Ona af talebinde bulunmayı kastetti. Hz. Ömer Resûlüllah'a:
«Onun için sen nasıl af talebedersin ve onun namazını nasıl kılarsın? Senin Rabbin böyle yapmaktan seni menetmiştir.» diyince Resulü Ekrem:
«Rabbim beni muhayyer kılmıştır. İster onlara af talebinde bulun, ister bulunma, eğer onlar için yetmiş defa af talebinde bulunursan kesinlikle Allah onlann günahım affetmez, demiştir.
Ben de yetmişten fazlasını taleb edeceğim» dedi, sonra namazını kıldı. Cenabı Hak da şu âyeti nazil etti:
«Sakın onlardan herhangi bir kimse ölürse ebediyyen onun üzerine namaz kılma. Onun kabrinin üzerine gitme.» (Tevbe: 84).
Ondan sonra Cenabı Peygamber münafıkların namazını kılmayı terketti.
«Kur'an Resûlüllahın değildir» deyip de Resûlüllahı bu nisbetten tecerrüd eden âyetler:
Kur'an'da okuyor ve birçok âyeti görüyorsun ki, Resûlüllahı Kur1-an'dan bir harfi veya bir kelimeyi bilmemekle tavsif etmektedir. Ve Kur'an'm nazil olmasından evvel «kitab ve imanın ne olduğunu bilmiyordu» der. Allah Hz. Peygambere kitab ve hikmeti verdi. Fakat Re-sûlüllah normal olarak onları alacak durumda olmadığı gibi hazırlıklı da bulunmuyordu. Lâkin peygamberlik sıfatı onu hazırlattı diye Kur'-an Hz. Muhammed'e minnet etmektedir. İstersen şu âyeti beraberce gözden geçirelim:
«Ey Habibim! Allah senin üzerine kitab ve hikmeti indirdi. Senin bilmediğini sana öğretti. Senin üzerinde Allah'ın fazl-u kerimi büyüktür.» (Nisa, 150).
Şura sûresinin sonunda: «Böylece emrimizden sana bir ruhu vah-yettik. Sen kitabın ve imanın ne olduğunu bilmezdin.» (Eş-Şura: 52).
«El-Kasas» sûresinde de şu âyeti okuyoruz:
«Sen kitabın sana verilmesini ümid dahi etmiyordun. Ancak bu Rabbinden bir rahmettir.» (El-Kasas: 86).
Resulü Ekrem bu feyzin kesilmesinden korktuğu için vahy biraz geciktiğinde mahzun olurdu. Tekraren vahyin gelmesini iştiyakla bekleyişe giriyordu. Bu devrelerde vadiler ve dağlara gidip adeta vahyi arıyordu. Hatta bir ara vahyi ararken büyük bir kayalıktan düşmeye yaklaştı. Bütün bunlardan daha fazla, Resulü Ekrem, vahy esnasında elinden birşeyin çıkmasından korkuyor. Bu korkudan sonra Cenabı Hak ona teminat verdi, sükûnete kavuşturdu. Ondan sonra korkuyu bıraktı. Hepsinden daha fazla Allah'ın kendisine vahyettiği ve kendisi tarafından tefsir edilen Kur'an'ı geri alıp götürmekten korkuyordu.. Cenabı Hak bir âyetinde: «Yemin olsun ki, eğer dilesek sana vahyetti-ğimiz Kur'an'ı kalblerden ve yazılı satırlardan gideririz. Onda onu kalblerde ve satırlarda geri çevirecek güce karşı kendine bir vekil bulamazsın. Fakat Kur'an'ı kalbinde ezberlemen ancak Rabbinin bir ihsanıdır. Gerçekten onun senin üzerindeki ihsanı çok büyüktür.» (El îsra: 86-87).
Acaba bu belirttiğimiz âyetlerden sonra zerre kadar İnsaf taşıyan bir kimse çıkıp ta «Kur'an Hz. Muhammed'in kelâmıdır» diyebilir mi? Acaba doğru olur mu ki, bir kimse çıkıp zekâsıyla övülmelerin övülmesi, mucizelerin mucizesi olan bir kelâmı inşa etsin? Böyle bir düşünce doğru olur mu? [99]
Kur'an etki yapmak ve bu hususta muvaffak olmak meselesinde öyle bir noktaya varmıştır ki, gerek daha Önce indirilen ilâhî kitaplar olsun, gerekse insanların kelâmı olsun, onlarda adet olarak bilinen her noktayı geçmiştir. Bunun açıklaması şudur: Kur'an'm getirdiği genel ıslahat ve Kur'an'm yaptığı dünya çapındaki inkılâb ne daha önce olmuş, ve ne de bundan sonra olacaktır. Tarih hiçbir zaman böyle bir olayı kaydetmemiştir. Bu olayı ancak kuvvetli bir vicdanın üzerine kaim olan derin bir imandan gelen esaslar üzerinde kaim olur. O, Esaslar ki, nefisler üzerinde kahir saltanatlarını kurmuşlardır. İnsanların üzerinde nafiz hükümleri caridir. Bu kuvvet sayesinde onlar, daha önce tevarüs ettikleri inançlarını, ünsiyet verdikleri ibadetlerini, üzerinde büyüdükleri ahlâklarını ve kanlarına karışan adetlerini terketmişler-dir. Bu manevî saltanat onları bu yeni dine sarılmaya, miras yoluyla almış olduğu eskilerin hepsini yıkmaya, ve hatta melufleri olan o konularla harbetmeye iteleyen bir saltanattır.
Evet kılıca ve diğer silâhlara başvurmazdan önce Kur'an'ı Kerîm tek başına imanı büyük-küçük bütün topluma üflemiştir. Ve genel bir ruhu onların arasına yaymıştır. Zira Kur'an'ı getiren kişi mekteb ve medrese görmemiş bir kişiydi. Devlet ve saltanatı yoktu, hükümet ve ordusu mevcut değildi. Hiç kimseyi korkutarak herhangi bir yöne yo-neltemezdi. O ancak teşvik ederdi, ikna ederdi. Nitekim Kur'an «Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan beyan olunmuştur» (El-Bakara: 256) buyuruyor. Kılıç ve cihadın İslâmdaki meşruiyeti ise herhangi bir akideyi bir nefse yerleştirmek için değildir. Herhangi bir şahsı zorlayıp veya herhangi bir şahsı tazyik edip hidayete getirmek için değildir. Ancak o Kur'an'ı susturmak isteyen, gerçek çağrının önünde engel teşkil edenleri başeğdirmek içindi. Bu da yeryüzünde fitne olmasın ve din tamamen Allah'ın olsun hedefinden geliyordu.
Kur'an'ın getirmiş olduğu bu esastır Kur'an'm gelişmesini sağlayan. Onun inkılâbının ateşi, ve Hidayetinin nuru bu esastır. Kâinatı Kur'ân davetiyle diriltmek için yayılmakta olan ruh budur. Kur'an'm. muciz üslubundan neşet ediyor bu esas... O uslub ki, nefis ve şuurları titretmiş, kalbler ve akıllan saltanatının altına almıştır. Kur'an'ın öyle manevi bir saltanatı vardır ki, indiği günden itibaren düşmanları daima onun savletinden korkuyor, onun tesir edip de akidelerini darmadağın edeceğinden endişe ediyorlardı. Bir memleketi fethetmeye gelen ordulardan daha fazla Kur'an'dan korkuyorlardı. Çünkü ordular cisimlerin ve heykellerin ötesine gidemez. Kur'an'ın saltanatı ise tâ nefislerin derinliklerine, ruhların enginliklerine kadar uzamyordu. Böyle bir kalkınma, böyle bir gelişmeyi belki tarih kaydetmemişti. Kur'ân bizzat mucizelerinin yönlerinden bu yöne işaret etsin diye Allah Kitabına emrinden bir ruh adını verdi:
«Böylece biz senin yanına emrimizden bir ruh vahyettik» (Eş-Şu-ra: 52).
Kur'an'a bu âyette «Ruh» denilmektedir.
Başka bir âyette «Nur» adım verdi kitabına. «Size Allah'tan açıklayıcı bir kitab ve bir nur geldi.» (El-Maide: 15).
Kur'an'ın müşrik olan düşmanlarına gelince; Kur'an, kuvvetiyle onları celb ve cezbetmiştir. Bu hususta birkaç misal verip geçelim.
Birinci misal; bu müşrikler Kur'an'a savaş açmalarına rağmen gecenin karanlıklarında gelip duvarların üstlerine siniyorlar, Kur'an okuyan müslümanlan dinliyorlardı. Kur'an okunan evlerin yakınlarında gizleniyor, Kur'an'ı dinliyorlardı. Bu durum, Kur'an onların şuurlarına hâkim olmuş noktasından ileri geliyordu. Fakat inad ve gururlan hakka baş eğmeye bir türlü kendilerini bırakmıyordu. Bu manzarayı Kur'an'ı Kerîm şöyle ifade ediyor:
«Hayır, o onlara hak ile geldi. Onların pek çokları hakkı kerih görmektedirler.» (El-Müminun: 70).
İkincisi; küfrün Önderleri, durmadan Resûlüllahı Kur'an'ı Mescid-i Haram'da, araplann toplandığı panayırlarda okumaktan menetmeye çalışıyorlardı. Ve bunun yanında müslümanlan da İslâmlıklarını belirtmekten menediyorlardı. Bu durum, Ebu Bekir Sıddık'ın evinin önünde Kur'an ile açıkça namaz kılmasına kadar devam etti. Kur'an'ı namazın içinde okuyor, kadınlar, çocuklar, onun etrafında halka çeviriyor. Okunan kelâmın tadı ve zevki onlan sermest ediyordu.
Üçüncü misal; onlann bu şekildeki zulümlerine, Resûlüllaha tâbi olanlan ezmelerine rağmen onlar Kur'an'ın tesirinden ürküyorlar ve Kur'an nefislerine nüfuz edecektir diye sarsılıyorlardı. Bunun üzerine Kur'an'ı dinlememek hususunda ittifakla karar aldılar. Kur'an okunduğu yerde onu kanştırmak için fuzuli konuşmalar yapma karannı aldılar. Kur'an-ı Kerim bu manzarayı şöyle ifade ediyor:
«Kâfir olanlar dediler ki: Sakın ha! Şu Kur'an'ı dinlemeyiniz. Onda Iağv yapın (yani okunduğu zaman seslerinizi yükseltiniz). Umulur ki, böylece onu mağlub edersiniz.» (Füssilet: 26).
Dördüncü nokta; müşriklerin kahramanlan, Kureyşin senadidi, küfür ve tuğyan bazan onları öyle bir raddeye getiriyordu ki, onlar âbâ ve ecdadından gelen batıl dinlerini korumak için kılıçlannı kınından çeker, Kur'an davetine ve Kur*an'ı getirene karşı alenen savaşa hazır olduklarını ilân ederlerdi. Az bir zaman sonra inayetin parıltılanndan bir parıltıya tutulur, Kur'an'ın bir sûrede ve bir âyetteki sesine kulak verip hakka başeğer, korkar, Allah'a, Resulüne ve Allah'ın kitabına iman eder ve tâbi olurdu. Bunun delili ikinci Halife Hz. Ömer'in Islâ-mıdır. Siyer kitablan kaydediyor ki, hicretten önce, Resûlüllah daha Mekke'de iken, Medine'den gelip iman eden, Akaba biatında bulunan kimselerle beraber Musab bin Umeyr ile Abdullah bin Ümmü-Mek-tum'u elçi olarak Medine'ye gönderdi. Resûlullah'm bu iki elçisi vazifelerinde son derece muvaffak olmuşlardır. Medinede' fikri bir inkılâb meydana getirmişlerdi. Öyle ki, Evs kabilesinin başı olan Muaz oğlu Sad, yeğeni Useyd bin Hüdeyre «Şu iki kişiye gitmez misin, onlar gelmişler bizim zaif insanlarımızı yoldan çıkanyorlar. Git te onlan bundan menet». Useyid, Resûltillahın elçilerine bu maksatla geldi ve onlara: «Gelip de bizim zaif insanlanmızı saptırmaya sizi getiren ve zorlayan nedir?» dedikten sonra onlan tehdid etti. Ve: «Eğer sizin nefislerinize bir ihtiyacımz varsa, halktan uzaklasınız» dediler.
Allah Mus'ab'tan razı oldu. Mus'ab t>u tehdide rağmen müminin vekar ve sebati içinde Üseyd'e şöyle cevab verdi: «Oturup bizi dinlemez ıisin? Eğer razı olduğun herhangi bir şeyi görürsen kabul edersin, [osuna gitmezse, senin hoşuna gitmeyen şeyi senden uzak tutarız.»
îdi, sonra Mus'ab Kur'an okumaya başladı. Useyd de Kur'an'ı dinli-ordu. Useyd o meclisten müslüman olmadıkça kalkmadı. Sonra aması Sad'e döndü ve ona:
«Yemin ederim Allah'a, o iki kişiden herhangi bir zarar görme-im.» deyince amcası Muaz'm oğlu Sad öfkelendi, bizzat onları tehdit tmek üzere yola çıktı. Mus'ab, Sad'm yeğeni Useyd'i ne ile karşılamış e, Sad'ı da o şekilde karşıladı. Ve mesele Sad'm da müslüman olmayla sonuçlandı. Sad dönüp kabilesini topladı. Onlara «Sizin içinizde »enim mevkiim nedir? Beni nasıl biliyorsunuz?» diye sordu. Dediler
— Sen bizim efendimiz ve efendimizin oğlusun!
Sad:
«O halde sizin erkek ve kadınlarınızın konuşması, siz müslüman lmadıkça bana haram olsun.» dedi. Efendileri Sad'm bu içten gelen arzusu karşısında bütün Evs kabilesi birden İslama girdiler. Mutlu olsun.
Hülasa ve netice olarak deriz ki: hangi yönden Kur'an'a bakarsanız bakınız. Orada pırıl pırıl parlayan nurlardan meydana gelmiş berrak deliller görürsün ki onlar «Kur'an, Allah'ın kelâmıdır» diye nida ediyorlar! Kur'an'da yalandan bir tesir, «şehadet zumdan bir ayıp, cehaletten bir kirlilik göremezsiniz. Gözlerini bu nurlardan kapatıp gör-memezlikten gelen nefislerine başeğip Hz. Muhammed'i yalancılıkla (hâşa) itham edenlere hayret ediyorum. Kur'an Hz. Muhammed'in telifidir. Rabbinin telifi değildir diyenlere şaşmamak elde değildir. Yalancı bir insanın gizliliklerini zaman ortaya çıkarıyor ve rezil ediyor. «Ey ateşle oynayanlar! Ey akü ve mantık kanunlarım hiçe sayanlar! Nefis ve sosyal ilimlerin mahsullerine pek kulak asmayanlar, kâinatın kanun ve sistemlerinden gafil olanlar. Tarihin konularına kulaklarını tıkayanlar. Allah'ın dinine, kitabına ve peygamberine saldırıp alay edenler! Size bir tek kelime söyleriz. Dinleyiniz: «Yalancının nefsine azamet sebeblerini celbetmek için yalan uydurduğu malûm ve makuldür. Fakat sadık ve emin bilinen bir insan, nefsinden büyüklüğün en büyüğü, saadetin en belirgini olan Kur'an'ı nasıl uzaklaştırır? Acaba Kur'an'dan daha büyük bir şey var mıdır ki Hz. Muhammed'in kelâmı olsun da Hz. Muhammed «bu benim değildin» desin. Ve onu nefsine nisbet etmekten kaçınsın. Sadık ve emin (haşa) nasıl yalan uydurabilir? Oysa Mevlâsı bu hususta şu tehdidi savuruyor:
«Eğer o peygamber bazı sözler uydurup bize isnad etmeye kalkış-saydı elbette biz onu kuvvetle yakalar ve ondan intikam alırdık. Sonra da onun muhakkak kalb damannı keserdik. O vakit sizden hiç biriniz ona siper de olamazdınız. Gerçekten o Kur'an takva sahihleri için bir öğüttür. Doğrusu biz de biliyoruz ki, sizde inanmayanlar var. Muhakkak ki o Kur'an kâfirler için bir pişmanlıktır.» (El Hakka: 44-50).
Batı dünyasının bilginleri son devirlerde Kur'an ve Resûlüllah'm hayatını tetkik ettikten sonra şunu itiraf ettiler:
«Şüphesiz ki, Muhammed (S.A.V.) fıtratı sağlam, aklı kâmil, ahlâkı kerim, hadîsi doğru, nefsi afif bir insandır. Az rızka kanaat getirir, malda tamaı yok. Saltanata meyli bulunmayan, kavminin hutbeler irad etmek ve şiirler söylemekle iftihar ettikleri gibi böyle bir iftihar niyeti olmayan, kavminin şirkinden buğzeden, putperestlik hurafelerini şiddetle reddeden bir zattır. Kavminin içki, kumar, halkın malını batıl yolda yemek gibi şehvetlerinden nefret eden bir zat idi. Bütün bunlarla ve onun siyretinde sabit olanlarla peygamberlikten sonraki yakiniyle kesin kanaat sahibi olunuyor ki; o kırk yaşma geldikten sonra güttüğü peygamberlik davasında sadıkdır. «Vahy meleğini görüyorum, o bana bu Kur'an'ı okutuyor, ben Allah'ın Resulüyüm. Kavmimin ve de diğer insanların hidayeti için gelmişim» sözlerinde doğrudur.»
Bu araştırmacıların bazıları da şu hakikati ilân etmekten kendisini tutamamıştır:
«Eğer Kur'an'dan bîr nüsha bir sahraya atılmış olsa, hiç kimse onun ismini ve kaynağım bana söylemese, sadece onu tetkik etmek suretiyle Allah'ın kelâmı olduğuna kanaat getirebilirim! Zira Kur'-an'ın başkasının kelâmı olması mümkün değildir.»
Son olarak müfessirlerin tabakatım tekrar zikredip mukaddimeye son vereceğiz: [100]
Sahabe arasında tefsir âlimi olarak şöhret bulmuş on kişi vardır: Dört halife, Abdullah bin Mesud, İbni Abbas, Ubey bin Kâb, Zeyd bin Sabit, Ebu Mus'el Eşari ve Abdullah.bin Zübeyr'dir. Hulefai erbaadan en fazla tefsir Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Diğer üç halifeden az rivayet vardır. Hicretin 32. senesinde vefat eden Abdullah bin Mesud'-dan, Hz. Ali'nin tefsirinden daha fazla tefsir rivayet edilmiştir. Abdullah biri Abbas ise (hicretin 68. senesinde Taifte vefat etti.) Kur'an'm tercümanıdır. Bu ümmetin en büyük âlimi ve müfessirlerinin de üstadıdır. Tefsir hususunda sayılamayacak kadar fazla tefsir ondan nakledilmiştir. Çünkü peygamber «Ya Rab! Onu dinde fakıh kıl ve ona tevili öğret» diye dua etmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Abdullah İbn Abbas'ın tefsirinden en makbulü, Ali bin Ebi Talha el Haşimi, (Hicretin 143. senesinde vefat etmiştir) rivayetidir. Buharı de bu zatın tefsirine itimad etmiştir. Kays bin Müslim el Kufi (Hicretin 120. senesinde vefat etmiştir) da Ata bin Said'den ve Abdullah bin Abbas'tan tefsir rivayet etmiştir. Siyret sahibi îbni İshak da, İbni Abbas'tan tefsir rivayet etmiştir. Ebu Nasr Muhammed bin Sahib el Kelbi (146. da vefat etmiştir) de rivayet etmiştir. Onun rivayeti en zayıf rivayettir. Hele onunla beraber Muhammed bin Es-Süddi, (Hicretin 186. senesinde vefat etmiştir) olursa o vakit hiç güvenilmez.
Hicretin 20. senesinde vefat eden Ubey bin Kâb'tan Ebu Cafer er Razi, Rebi bin Enes'ten, o da Ebu Âliye'den büyük bir tefsir bölümü rivayet etti. Ubey bin Kab sahabelerin Kur'an'ı en fazla ve en güzel okuyanıydı. Hicretin 45. senesinde vefat eden Zeyd bin Sabit el-Ensari de vahy kâtiblerinden bir zattı. Hz. Ebu Bekir (R.A.) devrinde Kur'an'ı cemettiği sahifelerden, sonra Hz. Osman devrinde kurulan Kur'-an komisyonunda başkan olarak vazife gördü.
Hicretin 44. senesinde vefat eden Abdullah bin Kays el Eş'ari, (ki künyesi Ebu Mus'el el Eşari'dir) nin de tefsiri vardır.
Tabiin devrinde tefsiri en iyi Mekke âlimleri biliyordu. Onların başında Abdullah bin Mes'ud ve İbni Abbas geliyordu.
Hicretin 133. senesinde vefat eden Mucahid bin Cebr Kur'an'ı otuz defa Abdullah îbni Abbas'ın yanında tekrar etti!., İmam Şafii ve Buharî bu zatın tefsirine güvenmişlerdir.
Hicretin 94. senesinde vefat eden Said bin Cübeyr, hicretin 105. senesinde Mekke'de vefat eden İbni Abbas'ın azadlısı îkrime, hicretin 106. senesinde Mekke'de vefat eden Tavus bin Kisani el-Yemenî, hicretin 114. senesinde vefat eden Ata bin Ebi Ribah el Mekkî, İbni Abbas'ın talebelerinden ve Mekke'nin tefsir âlimlerindendirler. Sufyani Servi «Tefsiri dört kişiden: Said bin Cübeyr, Mücahid, İkrime ve Dah-hak'tan alınız» buyurdu. Kattade «Bilki tabiinin en fazla tefsir bileni dört kişidir: Ata bin ebi Ribah, menasık hususunda en ileridedir. Said bin Cübeyr, tefsir hususunda en ileridedir. İkrime, siyeri herkesten daha iyi biliyor. Hasan Basri, helâl ve haramı herkesten daha iyi biliyor.» dedi.
Küfe âlimleri İbni Mes'ud'un talebeleriydi. En meşhurları hicretin 102. senesinde vefat eden Alkame bin Kayş, hicretin. 75. senesinde vefat eden Esved bin Zeyd, hicretin 95. senesinde vefat eden İbrahim en Nehai, hicretin 105. senesinde vefat eden Eş'şabi'dir.
Medine âlimleri hicretin 136. senesinde vefat eden Zeyd bin Eşlem El Adevi'nin talebeleridir. Onun bir tefsiri vardır. Tefsirlerin en meşhurlarından ve kökenlerinden sayılır. Talebeleri; hicretin 182. senesinde vefat eden oğlu Abdurrahman bin Zeyd, hicretin 179. senesinde vefat eden İmam Malik bin Enes, hicretin 121. senesinde vefat eden Hasan el-Basri, hicretin 135. senesinde vefat eden Ata bin Ebu Mus-limi Horasani, hicretin 117. senesinde vefat eden Muhammed bin Kâ-bul-Kürezi, hicretin 90. senesinde vefat eden Ebu Aliye Refi' bin Mih-ran b. Riyahe, hicretin 105. senesinde vefat eden Dahhak bin Meza-him, Hicretin 111. senesinde vefat eden Atiyye bin Said el-Avfî, hicretin 117. senesinde vefat eden Kattade bin Hahame es-Senusî, hicretin 139. senesinde vefat eden Rebi bin Malik, hicretin 127. senesinde vefat eden İsmail bin Abdurrahman Es-Suddi el K&bir'dir.
Üçüncü bir tabaka var ki ashab ve tabiîn sözlerini derlemişlerdir. Hicretin 198. senesinde vefat eden Süfyan bin Uyeyne, hicretin 197. senesinde vefat eden Übeyd bin el-Cerrahi el Kufi, hicretin 160. senesinde vefat eden Şube bin Haccac, hicretin hangi senesinde vefat ettiği belli olmayan Yezid bin Harun es-Sülemi, hicretin 213. senesinde vefat eden Abdurrezzak, hicretin 121. senesinde vefat eden Adem bin Ebi İyas, hicretin 238. senesinde vefat eden îshak bin Rahveh, imam ve hafız olduğu gibi Nişaburludur. Hicretin 205. senesinde vefat eden Rayli' bin Ubade, hicretin hangi senesinde vefat ettiği belli olmayan Abdullah bin Humeyr bin Cehevi, ve hicretin 235. senesinde vefat eden imam, hafız ve Kûfe'li Ebu Bekir bin Ebi Şeybe'dirler. [101]
Bu tabaka şunlardır: Hicretin 343. senesinde vefat eden Ali bin Ebi Talha, hicretin 327. senesinde vefat eden îbni Ebi Hatem Abdur^ rahman bin Muhammed er Razi, hicretin 273. senesinde vefat eden İbni Maceh, (Hadis hafızıdır) Ebu Abdullah Muhammed el Kazvinî, hicretin 410. senesinde vefat eden Ibnu Merdüyeh Ebu Bekir Ahmed bin Musa el İsfehani, hicretin 354. senesinde vefat eden Ebu Şeyh bin Hibban el Busti, Hicretin 236. senesinde vefat eden İbrahim bin El Munzir hicretin 310. da vefat eden Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et Taberi, bu zat, asrının en meşhur tefsircilerinden bir zattı. Suyuti, It-kanmda «onun kitabı, tefsir kitablannın en yücesi ve en büyüğüdür. Çünkü o evvelâ hadislerin vecihlendirilmesine çalışıyor, sonra bazısını diğerine tercih eder, sonra i'raba çalışır. Sonra ahkâmı âyetlerden istinbat etmeye çalışıyor. Onun tefsiri bir bakımdan geçmişlerin tefsirlerinin hepsinden daha üstündür. İmamı En-Navevî, Tehzib sahibi İbnu Ceririn kitabı tefsirde benzeri yazılmamış bir kitabtır, der. Ebu İshak el Isferayini «Eğer bir kişi îbni Cerir'in tefsirini elde etmek için Çin'e dahi giderse çok sayılmaz» der. İbni Cerir arkadaşlarına şunu söylüyordu: «Sizin tefsir ilmine karşı şu anda neşeniz var mıdır?»
Onlar:
«Miktarı ne kadar olacak?» diye sorarlardı. Onlara cevap olarak:
«Otuz bin yaprak olacaktır.»
Dediler ki:
— Bu çalışma hayatı, tamamlanmazdan önce ifna eden bir çalışma olur.
Bunun üzerine İbni Cerir üçbin yaprak kadar tefsirini kısalttı. Subki «Tabakat-i Mufessirin»de böyle söylüyor. [102]
Bu bahsi geçen zatlardan sonra bir gurup insanlar çıktı. Tefsirleri faidelerle dolu, senedleri hafzedilmiş, kitablar telif etmişlerdir,
1) Hicretin 310. senesinde vefat eden Ebu İshak Ez-Zeccac, İbrahim bin Servi en Nahvi onlardan birisidir. Tefsirine «Meanul-Kur'an» ismini vermiştir.
2) Hicretin 377. senesinde vefat eden Ebu Ali el Farisi'dir ki, bu zat lügat ve belagatta delil idi, onun çeşitli fenler hakkında birçok telifi vardır.
3) Hicretin 351. senesinde vefat eden Ebu-Bekr Muhammed bin Hasan (ki Nakkaş diye biliniyor) el-Mısrî'dir.
4) Ebu Caferi Nuhas «Nahiv» âlimlerindendir. Mısır'hdır. Hicretin 338. de vefat etmiştir.
5) Hicretin 437. senesinde vefat eden Mekki bin Ebil Kays en Ne-havi denilen zattır.
6) Hicretin 430. da vefat eden Ebul Abbas Ahmed bin Ahbarul-Mehdevi'dir.
İşte bu dönemde sözler isnadlan hazfedilerek nakledildiği için sıhhatli sözler hasta sözlere karıştı. Herkes gördüğü bir sözü tefsirine yazmaya, kalbine ne gelirse ona güvenmeye başladı. Selefi salihten rivayet edilene pek bakan olmadı. Sır sahasında uyulacak âlimlerin kimler olması gerektiğine de iltifat edilmedi. Karmakarışık bir vaziyet meydana geldi. [103]
1- Ebu Cafer Muhammed bin Cerir Et Taberi, vefatı 310. Doğumu belli değildir.
2- Zemahşeri'nin Keşşafi'dir. (Doğumu: 467, Vefatı: 538).
3- «Envarul Tenzil», Nasiruddin Abdullah bin Ömer el Beyzavi-nindir. (Vefatı 692).
4- Ebul Kasım Hüseyin bin Muhammed er Ragıb el îsfehani, Vefatı 500'cİ yılın başında).
5- «Mefatih ul Gayb», Fahreddini Razî'dir, (Vefatı 610).
6- Hicretin 516. nda vefat eden Hüseyin bin Mes'ud el-Bagavi'-n tefsiridir.
7- Hicretin 774. de vefat eden Hafız îmaduddin Ebul Fida ts-ail bin Kesir'in tefsiridir.
8- Hatibi Şerbinin «Es Sirac el Münir» adlı tefsiri. (Vefatı: 977).
9- Ahisinin «Ruh ul Beyan»ı. (Doğum: 1217, Vefat: 1270).
10- Buhari şerhi AYNÎ.
11- Celaleyn Tefsiri,
12 - «Irşadul-Aklıs-Selim ilâ Mezayel - Kur'an'il-Kerîm» adlı bussuud Efendinin tefsiri. (Vefat: 982).
13- Müslimin en-Nevavi tarafından yazılmış şerhi,
14- Merağinin Tefsiri,
15- Sıddık - Hasan Han el-Buharî el-Kanucî (1248 ) Fet-ul-Beyan adlı tefsiri,
16- Îsmail-Hakkî el-Bursevî Ruhul-Beyan adlı tefsiri,
17- Allame Tantavî Cevherinin el-Cevahir adlı tefsiri,
18- Yirminci asrın şehidi Seyyid Kutbun «Fizilâlil-Kur'an'ı,
19- İbnu-Kayyım el-Cevzînin «et-Tefsirul-Kayyım adlı tefsiri,
20- Büyük âlim Elmalılı Hamdi Yazır hocamızın «Hak dini Kur'-dili adlı Türkçe tefsiri,
21- Büyük Mudekkik Hasan Basri Çantay'ın «Kur'an-ı Hakim b Meali Kerîm» adlı tefsiri,
22- Büyük edip Ömer Riza DoğruTun «Tann Buyruğu» adlı efsiri,
23- Allame Cemaleddin el-Kasımî'nin «Meha sinüt-Tevil» adlı efsiri,
24 - Es-Seyyid Muhammed Reşid Rıza'mn «Tefsirül-Menarı» ad-tefsiri,
25- İmam Celalüddin Abdurrahman es-Suyutî'nin «Ed-Durrül-lensûr Fit-Tefsiri Bil-Me'sûr» adlı tefsiri,
26- «Tenvirul-Mikyas» adlı ve İbnu-Abbas'dan rivayet edilen efsir,
27- İmam-ı Suyuti'nin «el-îtkan Fiûlumil-Kur'ân» adU kitabı,
28- Muhammed Ali es-Sabunî'nin «Tefsiru-Ayatil-Ahkâm» adlı tefsiri,
29- İmam Ebu-Bekr Ahmed er-Razî el-Cessas (Vefat 370) in «Ahkamul-Kur'an» adlı tefsiri,
30- Ebu - Hayyamn «el-Bahrul-Mühit» adlı tefsiri. (Doğumu: 654, vefatı: 745).
31- Ebu-Abdullah Muhammed bin Ahmed el-Kürtubî'nin «el-Ca-mi'U-Ahkâmil-Kur'ân» adlı tefsiri. (Vefatı: 671).
32- Muhammed bin Ali eş-Şevkanî (1173-1250) «Fethül-Kadir» adlı tefsiri,
33- ibnul-Cevzî'nin «Zadul-Mesir Fi İlmit-Tefsir» adlı tefsiri. (Doğumu: 510, vefatı: 597).
34- Ez-Zerkeşî'nin «El-Burhan Fi-Ulumil-Kur'an» adlı tefsiri,
35- Konyalı M. Vehbî efendinin «Hulasetul-Beyan» adlı tefsiri,
36- İmam-ı Safi'nin «Ahkamül-Kur'an» adlı tefsiri,
37- M. Abdül-Azim Ez-Zarkan'ın «Menahüul-İrfan» adlı kitabı.
Bu kaynaklar yanında hadis kitablarının tefsir bölümlerine de müracaat ettik.
Zaman zaman lûğat kitablarına da baş vurduk.
Tefsiri bil-Mesur'da Îbni-Ceriri Taberi, Îbnu-Kesir ve Ed-Durrul-Mensur'un bir çok bölümünü kitabımıza aktardık. Bu bakımdan tefsirimize «Tefsiri-Bir-Rivaye» de denilebilir.
Yaptığımız nakilleri bazen mota mot, bazen de özet olarak aldık.
Naklettiğimiz görüşlere ille katılıyoruz kanaati güdülmemelidir. Bazı ihtilaflı meselelerde tercihimizi sunanz. Bazen her hangi bir tercih yapmaksızın büyük muctehidlerin ihtilâflarını olduğu gibi naklediyoruz. Bundan gayemiz; okuyucuyu bu değerli görüşlere muttali kılmaktır.
Ahkâm bahislerini mümkün olduğu kadar muctehid imamların görüşlerini vererek naklettik.
Bazı yerlerde Alusînin «Ruhul-Meani» adlı tefsirinden «îşâri tefsir» diye adlandırılan bölümü malûmat için, naklettik. Fakat peşinen söyliyelim ki orası sahamızın dışında olduğu için menfi veya müsbet bir tavır almamız mümkün değildir.
Tefsirimiz isminden de anlaşıldığı gibi mevcud tefsirlerin bir özetidir. Kanaatımızca daha lüzumlu gördüğümüz meseleleri ve görüşleri nakletmiş bulunuyoruz. Değişik kıraatlara pek fazla yer vermedik. Bazı istilahlan arabcada kullanıldığı gibi isti'mal ettik. Tefsir içinde adı geçen zatların isimlerinin okunuş tarzını isim ve künyeleri konu edinen kitablardan naklettik. Bazı müsteşriklerin adlarının Frenkçesini bulamadığımız, için zevkimize göre yazdık.
Meal kısmında mevcud meallerden bazı âyetlerde değişiklik görebilirsin. Muhakkak ki, onu ya Beyzavî veya Celâleyn tefsirine göre tanzim ettiğimizi bil.
Tefsirimizin son cildinde genel bir fihristiyle beraber içinde adı geçen zatların tercüme halleri verilecektir.
Cenab-ı Mevlâdan dileğimiz bu Kur'an'a olan hizmetimizi seadeti dareynimize vesile kılmasıdır. Hem beni hem de fakru zaruret içerisinde yetişmem için her fedakârlığa katlanan anne ve babamı affetmesini dilerim yüce Mevlâmızdan... [104]
Kur'anı Kerîm, peygamberlerin en sonuncusu Hz. Muhammed Mustafa'ya (Aleyhisselâtu vesselam) gelen en son ilâhî kitabdır. Bu mübarek Kitab, tâ Kıyamete kadar bütün insanlar ve cinlere yol gösterecek yegâne ilâhî kaynak olarak hüküm sürecektir. Onu her türlü. saldırıdan koruyacağını Allah (Celle Celâlühü) söz vermiştir. «Elbette (Kur'anı) biz indirdik ve elbette onu biz koruyacağız.» (El-Hicir: 9).
Bu mukaddes kitabımız, dinimizin birinci derecede hüküm kaynağıdır. Dört delilin birincisi hattâ derin düşünülürse, delillerin tamamıdır. Bu ilâhî kaynak, bazen bir âyette değişik olarak bir kaç hükmü birden gözlerin önüne serdiği için onu bir roman havasıyla okumak hatalıdır.
Her cümlesini dikkatli ve itinalı okumak, kelimelerini kılı kırk yararcasına tedkik etmek, tekrar ede, ede görünürde kapalı görünen kelimelerin hakikatine bir oranda yaklaşmak her rnüslümanın vazifesidir.
Beşeriyyetiri saadetinin kaynağı olan Kur'ân Arapça olarak inmiştir. O, ilâhî kelâmı aktaran kelimeler geniş kapsamlı kelimeler olduğundan ancak onlar Kur'ân'm muhtevasını taşır, başka dillerde kullanılan kelimeler bu ifadeden yoksun olduğundan Kur'ân başka dillere ancak Mealen nakledilebilir. Hiç bir Meal aslın yüzde - yüzünü ifade edemez ve ibadetlerin ifâsında aslın yerine geçemez. Mealleri okuyan «işte Kur'ân bu kadarcıktır.» diyemez.
Meallanna bakarak Kur'an'm azametinde şüpheye düşenler varsa, kusur kendilerine aiddir. Çünkü Meal, bir bakıma motamot bir çeşit tercüme sayılır!.. Mümkün olduğu kadar Kur'ân'ın kısaca bir mânasını ifade etmeye çalışır. Dünyadaki denizlere yedi deniz daha eklenip Kur'ân'daki kelimelerin ifade ettiği mânaları yazmakda kullanılırsa, o mürekkep yetmiyecektir. Allah kelâmının ifade ettiği mânâlar bitmeden o mürekkep bitecektir. «De ki: Eğer Rabbimin kelimelerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, muhakkak ki,. Rabbimin keli-meleri tükenmeden denizler tükenirdi, bir o kadar daha yardımcı gc-tirşek büe!..u (El-Kehf: 109).
Gerçek budur. Öyle İse hiç bir tercüme, hiç bir Meal, hiç bir tefsir kitabı Kur'ân'ın azametini olduğu gibi aktaramaz. Ancak «Ehli-sünnet vel-cemaat» itikadına uygun yapılmış Meallere, ve «Selefi-sa-linin» in inancına ters düşmiyen tefsirler Rabbimizin yüce kitabına birer anahtardırlar. Birazcık olsun onun engin ve derin mânâlarını aktarmaya yardımcıdırlar. İşte bizimde kaleme aldığımız bu eser, bu sahada bir nebzecik hizmete vesile olsun maksadıyle yazılmıştır. Hatta diyebiliriz ki şimdiye kadar yazılanların bir özetidir. Bal arısının değişik çiçeklerden balı derlemesine benzer. Yoksa «Zamahşerînlerin, «İbnû-Kesiralerin, «Beyzavblerin kalem oynattıkları tefsir sahası nerede biz acizler nerdeyiz?
Mevcud Meallann hepsi de bir dereceye kadar dinî hizmetleri yerine getirmeye gayret sarfettiklerinde şübhem yoktur. Lâkin çoğu kopyacılık yoluyle meydana geldiğinden birisinde bulunan hata ve yanlışlık aynen diğerine de geçmiştir. Örnek olarak «El-Beyyine» sûresinin beşinci âyetini gösterebiliriz. Bakınız mevcud Meallerin çoğunda bahsi geçen âyetin son cümlesi şöyle Meallandırılmıştır: uîşte doğru din budur!..» Halbuki, elimizde bulunan Arapça tefsirlerin hepsinde «tşte bu, dosdoğru milletin dinidir!» şeklinde âyet mânâlandırılmıştır. Yani «Dinül-Kayyimeti» tabiri «Dinül-MUletü-Kayyeti» şeklinde değerlendirilmiştir. «El-Kayyımeti» kelimesi «Muzafün-ileyh» kabul edilmiştir. «Din» kelimesinin sıfatı değildir. Ancak zoraki bir teville olabilir. Zira «Din» kelimesi «Muzekker»dir, «El-Kayyimeti» müennesdir. «Din» kelimesi nekiredir, «El-Kayyimeti» marifedir. Eğer mevcud Meallerin yazdıkları gibi olsaydı aZalika Ed-Dinül-Kayyimü» olması gerekirdi. Her ne İse bu bahisleri bizden sonra gelip yazdıklarımızı inceleyecek nesillerin aziz yazarlarına bırakıp sadede gelelim. Rabbimiz bizi kusurlarımızla başbaşa bırakmasın. Onları affetmek suretiyle bizi paklasın. Bildiklerimizle amel etmemizi ve bilmediklerimizin de ilmini bize nasibeylesin. Amin.
ALİ ARSLAN
Hicrî 1404, Miladî 1984 İSTANBUL[105]
7
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/5-6.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/6-7.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/7-9.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/9-11.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/11-12.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/12-13.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/13-14.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/15.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/15-17.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/17-18.
[11] Bk. Menahilul - İrfan c. 1 - 43 - Darul - İhya -
Kahire bilâ tarih.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/18-21.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/21-22.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/22-26.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/26-28.
[16] Bk. Menahilul-îrfan c. 1 - 59 - Danü - ihya - Kahire
bilâ tarih
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/28-31.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/31-32.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/32-36.
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/36-38.
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/38.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/38-40.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/40-41.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/41-47.
[25] Bk. El-îtkan c. 1-62 Bulak 1378-Kahire..
[26] Bk. Menahılul - İrfan c. 1-161 Kahire Darul-îhya bila
tarih.
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/48-52.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/53-61.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/61-62.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/62-64.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/64.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/65.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/65-66.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/66-67.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/67.
[35] Bak. Menahüul- İrfan, c. 1, s. 372-373 (ve devamı).
Kahire Darûl-îhya.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/67-71.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/71-72.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/72-73.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/73-74.
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/74.
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/74-75.
[42] Bak. Menahüul-İrfan, Fi ulûmu - Kur'an, Cild: 1 — s.
431-32-33-34 Da-rûl-îhya bila tarih.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/75-80.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/80.
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/81-82.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/82-83.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/84.
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/84-85.
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/85-88.
[50] Bak. el-Itkan fi ulumil - Kur'ân c. 2/225, Bulak
Tarihsiz.
[51] Bak. el-îtkan fi ulumil - Kur'ân c. 2/225
[52] Bak. Menahılûl - İrfan c. 1/486 Darul - îhya - Kahire
bilâ tarih
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/88-92.
[54] Bak. el-Itkan Celâleddin Abdurrahman Es-Suyut c. 2/226
Bulak Tarihsiz
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/92.
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/93-95.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/95.
[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/95-96.
[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1/96-98.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/98.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/98-99.
[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/99.
[62] Batıniye sözü, genellikle îsmailiyyeler için
kullanılır. En meşhur kitablan felsefe ve tasavvuf katışimmdan meydana gelir,
inançlarına, göre, imamet, Caferi Sadık oğlu Ismailedir. Ondan sonra oğlu
Muhammededir. İddialarına göre her Batının bir Zahiri vardır. Dehrî olan
Abdullah bin Meyman hicrî ikiyüzün sonlarında ortaya çıktı. Gizli bir cemiyet
kurdu, şeytanı planlar tatbik etti. Cemiyetin dokuz derecesi vardır. Terakki
eden en son dokuzuncu dereceye çıkar. Masonların 33. derecesi gibi. Keramite
ve ihvanı safa bunlardandır. Bak. «Kenzul - ulum vel-Luge M. Fevid vecdi el-vaız mat. Mısır 1323-1905.
îsmailiyye Maddesi.
[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/99-101.
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/101-102.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/102-104.
[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/104.
[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/104-106.
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/106-107.
[69] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/107-111.
[70] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/111.
[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/111-112.
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/112-114.
[73] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/114-116.
[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1116-117.
[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1116-117.
[76] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1117-120.
[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/120.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/120-121.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/121-122.
[80] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/122-123.
[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/123-124.
[82] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/124.
[83] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/124-125.
[84] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/125-126.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/126.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/126-127.
[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/127-128.
[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/128-129.
[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/129-133.
[90] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/133-134.
[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/134-136.
[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/136-137.
[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/137-138.
[94] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/138-141.
[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/141-142.
[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/142-143.
[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/143.
[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/143-145.
[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/145-149.
[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/149-153.
[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/154-156.
[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/156-157.
[103] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/157.
[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
1/157-160.
[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 1