Ebu Cafer Muhammed B.Cerır Et-Taberı
Taberinin Doğum Yeri Ve Tarihi
Taberının Ilım İçin Yaptığı Seyahatlar
En Büyük Lütuflardan Biri Kur'anın Muhafazasıdır?
Kur'anın Âyetlerinin Mânâları Arap Diliyle İfade Edilmiştir.
Arapça Ve Diğer Dillerde Müşterek Olarak Kullanılan Kelimeler
Kur'an Çeşitli Arap Lehçeleri Üzerine İnmiştir
Kur’an Arap Şivelerin Tümüyle İnmemiştir.
Aynî Kelimelerin Çeşitli Şekillerde Okunması Yedi Farklı Lehçe Sayılmaz.
Kur'anın İndiği Yedi Lehçe Hangileridir?
"Kur'an Cennetin Yedi Kapısından İnmiştir." Hadisi
Kur'an Âyetlerinin Mânâsını Anlamak
Kur'anın Tefsirini Bilmeye Teşvik Eden , Bazı Haberler
Kur'anın Tefsir Edilmesine Karşı Çıkanların Yanlış Yorumladıkları Bazı
Haberler
A/Tesfir Bilgileri Övülen Âlimler:
B/Tefsir Bilgileri Yerilen Âlimler:
Kur'anın Nasıl Tefsir Edileceği
Allah Tealâ'nm
insanlara ihsan buyurduğu en son hidâyet kaynağı olan kitap, Kur'an-ı
Kerim'dir. Bütün insanlığı saadet ve kurtuluşa erdirecek ahkâm ancak
Kur'an'dadır. İnsanlık ne kadar inkişâf etse, yine Kur'an'a muhtaçtır. Çünkü
Kur'an, tükenmez bir ilim, irfan, hikmet, hidâyet ve burhan hazinesidir.
Hiçbir kimse Kur'an'ın
mânâlarının künhüne vâkıf olamaz. Fakat zaman zaman, Kur'an hakikatlerini
keşfeden kalpler, mânevi zevk ve neşe duyarlar.
İşte bu, en mükemmel
ve mukaddes bir rehber olan hakikat kaynağını insanlığa anlatmak ve
Kitabullah'a hizmet etmek isteyenler, yüzlerce tefsir kitabı telif
etmişlerdir. Her müfessir, kendi ilmî derecesine göre Kur'an'ın hakikatlerine
tercüman olduğundan, çeşitli tefsirler vücuda gelmiş, her biri bir feyz kaynağı
olmuştur.
Kur'an-ı Kerimin en
mükemmel tefsiri yine Kur'an'dır. İkinci olarak da Resulü Ekrem efendimizin
hadisleridir. Bu şekilde âyet ve hadislerle ve sahabenin sözlerine dayanarak
yapılan tefsirlere rivayet tefsiri denir.
Zamanımız âlimlerinden
birisi şöyle demiştir: "Bir âlim kendi ilmî derece ve istidadına göre bir
tefsir hazırlar. Bunun takriben 50 yıllık ömrü vardır. Ancak bir tefsir vardır
ki, hadis, âyet ve sahabe sözleriyle yapılmıştır. Bu tefsirin ömrü kıyamete
kadardır. Bunu neşretmek büyük bir hizmettir. Bu tefsir TEFSÎR-I
TABERÎ'dir."
Bu tefsirin yazan Ebö
Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberî Hicri 224'te Taberistan'da doğmuş, hicri
310'da Bağdat'ta vefat etmiştir.
İbn-i Cerir, büyük bir
âlimdir. Tefsirde, hadiste, fıkıhta, edebiyatta, tarihte eşsizdir. Hele hele
tefsirde emsali yoktur. Bütün İslâm âlimleri, bunda ittifak etmişlerdir.
İmam Nevevî (R.A)
diyor ki: "Tefsîr-i TaberVnin bir misli daha tasnif edilmemiştir. Bu
hususta ümmet ittifak etmiştir."
İmam Suyûtî ise:
"Tefsin Taberî, tefsirlerin en cetîli, en azîmidir. Kendi vadisinde şâir
tefsirlere fâikdir." demiştir.
Hâsılı Tefsîr-i Taberî
ilmî bir harikadır. Bir kaynaktır. Kendisinden önce yazılan bütün rivayet
tefsirlerinden temayüz etmiştir.
İşte yayınevimiz,
böyle bir eseri okuyucusuna arz etmek için, daha önce Kur'an Meali ve muhtelif
ilmî kitaplar hazırlamış olan İlmine ve İrfanına güvendiği her ikisi de
ilâhiyatçı ve hukukçu olan Kerim Aytekin ve Hasan Karakaya hoca efendilerle
yapılan mutabakat üzerine yıllar süren azimli bir çalışma neticesinde 1996
yılında eserin tercümesi Allah'ın inayetiyle tamamlanmıştır.
Böyle, bir mübarek
eseri büyük bir titizlik ve İnsan üstü gayretle tercüme eden muhterem
mütercimlere teşekkür ediyor, eserde varsa yapılan hatalardan dolayı okuyucularımızın
affını istirham ediyoruz.
Bize bu eserin neşrini
nasib eden Cenab-ı Hakk'a sonsuz hamd ve şükürlerimizi sunuyor, in'âmının
devamını niyaz ediyoruz[1]
Mevlüt KARACA
Hicrî 3. Yüz yılın
girişiyle İslami ilimler gelişmiş ve mükemmelliğe yaklaşmıştı. Öyle ki fıkhî
mezheplerin, değişmeyen temel esasları konmuş, sahih hadis kitapları telif
edilmiş, Arap dili, konuşanların ağızlarından alınmak suretiyle derlenmiş,
Siyer ve Gazvelerle ilgili kitaplar yazılmış, Arap diii, Fars, Hİrid ve Yunan
bilgilerini de kuşatır hale gelmiştir. Böylece âlimlerin önünde ufuklar
açılmıştır. İnsanlar ilmin sadece bir dalında bilgi sahibi olma yerine çeşitli
ilimleri birlikte öğrenmişlerdir. Mesela, Lisan ve Gramer bilgileriyle meşgul
olan alimler, aynı zamanda Hadis ile ilgili ilimler de edinmişlerdir. Hadis
âlimleri de tarihi, çeşitli mezhepleri, Hadis ravi'Ierinin derecelerini
öğrenmişlerdir. Bir şair, Lisandan, gramerden yeteri kadar payını aldığı gibi
dini bilgilerden de nasibini almıştır. Fıkıh âlimleri de kitap ve sünneti bilme
yanında şiirleri ve ata sözlerini ezberlemiş böylece edebiyattan
nasiplenmişlerdir.
İslam alemindeki ders
halkaları, ilim meclisleri, okullar ve te'lif işleri sadece Küfe, Basra ve
Bağdat gibi şehirlere has olarak kalmamış doğuda Mavera-ünnehir bölgesindeki
Horasan, Rey (Tahran) ve diğer bölgere kadar varmış, batıda ise Şam, Mısır,
Kuzey Afrika ve Endülüse kadar ulaşmıştır. Böylece bu bölgelerdeki şehirler ve
köyler, fıkıh âlimleri, kuıralar, muhaddisler, dil bilginleri, müfessirler ve
diğer ilim dallarındaki âlimlerle dolup taşmıştır.
İşte ilmin dolup
taştığı bu dönemde, Muhaddis, Fakih ve Müfessir olan Ebû Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberinin yıldızı parlamıştır. Bu zat, daha çocukken kendisini ilme
vermiş, erginlik çağına girdikten sonra ilim almak için çeşitli bölgelere
seyahati ar yapmış, Yüzlerce râvi ve âlimle görüşmüş ve çeşitli dallarda
yazılan kitapları okumuştur. Kısa sürede bir mezhep sahibi İmam olmuştur.
Böylece adını iarihe yazdırmış, her zaman hatırlanmış ve ilminin, itibar edilen
bir ilim olmasını sağlamıştır. [2]
Ebû Cafer Muhammed
b.Cerir et-Taberi, Taberistanın ÂmÖI şehrinde doğmuştur, doğum tarihinin H. 224
veya H. 225 olduğu rivayet edilmiştir,[3]
Taberi, küçüklüğünü anlatırken şunları söylemiştir, "yedi yaşımda hafız
oldum. Sekiz, yaşımdayken insanlara namaz kıldırdım. Dokuz yaşımdayken
hadisleri toplayıp yazmaya başladım. Babam bir gün rüyasında şunu görmüş, Ben
Resûlullahm önünde bulunuyormuşum. Yanımda, İçi taş dolu bir torba varmış.
Taşlan alıp
Resûlullahın önümle atıyormuşum." Rüyayı yorumlayan kişi elemiş ki:
"Bu çocuk büyüdüğünde Resûlullahın dinine karşı samimi olacak ve onun
Şeriatını savunacak." İşte bunun üzerine babam, ilim tahsili hususunda
bana yardım etmekte çok titiz davrandı. Ben, daha küçük bir çocukken bu
hassasiyeti gösteriyordu. [4]
Bu rüya doğru
çıkmıştır. Taberi, fıkıh ve diğer ilimleriyle zamanının en önde gelen
isimlerinden olmuştur. Sünneti savunmuş bid'aüara karşı savaş vermiştir. Babası
da Taberistandaki büyük arazisi ve maddi imkanları yanında takva sahibi bir
kimseydi. Oğlunun zeki, ilme âşık, âlimlerle tanışmayı çok seven biri olduğunu
görünce ondan hiçbir imkanı esirgememiştir. Nereye giderse gitsin arkasından
ihtiyaçlarını karşılamıştır. Böylece oğlunu Halifelerin bahşişlerinden,
Vezirlerin ve idarecilerin yardımlarından uzak tutmuş onu, makam ve mevki
hırsından müstağni kılmıştır. Taberîböylece kendisini ilim öğretmeye, hadis
rivayet etmeye ve kitap yazmaya vakfetmiştir. Hatta babasının vefatından sonra
dahi onun ihtiyaçları, babasının servetinden karşılanmış, böylece hayatının
sonuna kadar kimseye muhtaç olmamıştır. [5]
Ebu Cafer Muhammed
b.Cerir et-Taberî, daha yaşı on iki olmadan doğum yeri olan Âmûl şehrinden
ayrılmış ve çeşitli bölgelere seyahat yaparak bir çok âlimden ilim tahsil
etmiştir. Önce Rey (Tahran) bölgesine gitmiş, orada bulunan âlimlerden dersler
almıştır. Mesela Ebu Mukatilden Irak fıkhını okumuş, Ahmed b.Hammad ed-Dolabiden
gramer öğrenmiş, Selem b.Fadl'dan, Ibn-i İs-hakın "Megazi" adlı
eserini okumuş daha sonra meşhur Tarihini, bu eseri esas alarak yazmıştır. Daha
sonra İbn-i Humeyd er-Rûzi ile uzun süre beraber olmuştur. Taberi bu hususta
şunları anlatıyor: "Biz, Muhammed b.Humeyd er-Râzinin yanında kitaplar
yazardık. O, bir gecede bir kaç defa yanımıza gelirdi. Bize ne yazdığımızı
sorar ve yazdıklarımızı okurdu. Biz, Ahmed b.Hammad ed-Dolabi-nin yanına da
giderdik. O, Tahranın köylerinden bir köyde oturuyordu. Tahranla o köyün
arasında uzun bir mesafe vardı. Öyle ki, oradan döndüğümüzde deliler gibi
oluyorduk. (Sersemleşiyorduk) Sonra da kalkıp Muhammed b.Humeyd'in meclisine
gidiyorduk". [6]
Taberi daha sonra
Bağdata gitmiştir. Oraya gidişinin asıl sebebi, İmam Ahmed b.Hanbelin orada çok
meşhur olması, ilmî sohbet ve toplantılarda adının çokça anılmasıydı. Taberî,
Bağdata giderek, İmam Ahmed'den ilim almayı ve onu insanlara aktarmayı
düşünüyordu. Ne var ki, o Bağdata varmadan İmam Ahmedin vefat haberini aldı. Bu
sebeple orada kalmadı.
Taberi, Bağdattan
Basraya geçti. Orada bulunan Muhammed b.Musa, îmad
b.Musa, Muhammed b.Abdülâ'lâ, Bişr b.Muaz ve Muhammed b.Beşşar gibi âlimlerin
sohbetlerini dinledi.
Daha sonra Küfeye
gitti. Orada, Hennad b.Seriyy ve İsmail b.Musadan hadis alıp yazdı. Süleyman
b.Hallad ed-Talhî'den kıraat ilimlerini öğrendi. Ayrıca zamanının büyük
âlimlerinden olan ve sertliğiyle tanınan Ebu Kureyb Muhammed b.Alâ el-Hemedanî
ile görüştü. Ondan bir çok hadis aldı.
Taberi oradan tekrar
Bağdata döndü. Bu defa Kur'an ile ilgili ilimleri tahsil etti. Zamanının
kurrası olan Ahmed b.Yusuf et-Tağlebiden uzun süre ders aldı. Sonra kendisini
Şafii fıkıhına verdi. Orada, Şafii mezhebinin üeri gelen âlimlerinden Hasan
b.Muhammed es-Sabah ve Ebu Said ei-Istahrî bulunuyorlardı, Taberi kısa bir
süre sonra Şafii mezhebini esas aldı ve yıllarca o mezhebe göre fetva verdi.
Daha sonra Mısıra
gitti. O dönemde Mısırda Şafii mezhebi âlimlerinden İsmail b.İbrahim el-Müzeni,
Rebi b.Süleyman, Muhammed b.Abdullah b. ei-Hakem ve kardeşi Abdurrahman
bulunuyorlardı. Taberi Mısıra giderek onlarla görüşmeyi İstemişti. Ancak Mısıra
giderken Şam bölgesi sahil şehirlerine uğradı. Özellikle Beyrutta uzunca bir
süre kaldı. Orada, kurra olan Abbas b.Velid el-Beyruti ile görüştü. Yedi gün içinde
Şamlıların kiraatına göre Kur'an-i Kerimi onun huzurunda okuyup bitirdi. Sonra
Mısırın Fustat Şehrine H. 253 yılında vardı. Taberi ile ilk görüşen kişi Fustat
âlimlerinden Ebul Hasen es-Serrac eî-Misrî oldu. Bu zat Taberiye fıkıh Hadis,
lisan, gramer ve şiirle ilgili sorular sordu. Taberinin bütün meselelerde âlim
olduğunu ve ilimlerden payını yeteri kadar, aldığını gördü. Taberinin Mısırda
kalışı uzun sünnüştür. Mısırda iken Şama gidip tekrar geri dönmüştür,
dönüşünden sonra Rebi',Müzeni ve Abdüihakimin iki oğlundan Şafii fıkhını, İbn-i
Vehb'in talebelerinden Maliki fıkihmı ve kurra-ların reisi olan Yunus
b.Abdül'alâ es-Sedefîden, Hamza ve Verş'in kıraaatlanm öğrenmiştir.
Taberi son
zamanlarında Bağdata yerleşmeyi düşünmüş ve uzun seyahat-lardan sonra tekrar
oraya dönmüştür. Orada hadis rivayet etmiş, kitaplar yazmış, eserler okumuş ve
çağının büyük âlimteriyle arkadaşlık yapmıştır. Taberi, kendisini okuma ve
yazmaya vakfetmiş bunun dışında herhangi bir iş yapmamakta kararlı olmuştur.
İbn-i Asâkir diyor ki:
"Abbasi devletinde Hâkânî, başvezirliğe getirilince Taberiye bir çok ma!
göndermiş Taberi ise gönderilenleri geri çevinniş, Hakânî, Taberinin Kadı
olmasını İstemiş Taberi bunu da reddetmiş, Hâkânî yine Taberinin haksızlıkları
önleme şurasının başına geçmesini istemiş Taberi bunu da kabul etmemiştir.
Bunun üzerine arkadaşları ona sitem ederek şunları söylemişlerdir: "Bunda
senin için sevap var. Kaybolan bir sünneti ihya etmiş olacaksın." Taberi
ise onlara sert bir şekilde şu cevabı vermiştir: "Sanıyordum ki ben bunları
isteyecek olsam sizler beni bundan men edersiniz. Fakat aksi oldu. [7]
Taberi Bağdatta
Rahbet-i Yakup mahallesinde kendisine bir ev yaptırdı. Zamamni orada ibadetle,
okumakla, yazmakla ve telif ile geçirdi. Evinde huzurla yaşıyor, Halife ve
valiler dahil herkes tarafından saygı ile karşılanıyordu. Nihayet H.310
yılının Şevval ayının sonuna iki gün kala bir cumartesi günü vefat etti. Ve
evine defnedildi.
Hatibüi Bağdadî diyor
ki: "Kabrinin üzerinde aylarca cenaze namazı kılındı. Ölümüne üzülen
birçok âlim ve edebiyetçı, hakkında şiirler yazdı. [8]
Taberi bütün ilim
dallarında ilim yapmış ve her sahadan yeteri kadar na-sebini almıştır. Öyle ki
çağının tartışmasız İmamı sayılmıştır. Hemşehrisi olan Abdülazİz et-Taberi bu
hususta şunları söylemektedir: "Taberi, kıraat, hadis, fıkıh, tefsir,
gramer, matematik ve diğer ilimlerin her birinde ihtisas yapmış gibi derin
bilgilere sahipti. Fakat özellikle fıkıh, tefsir, hadis ve kıraat İlimlerinde
meşhur olmuştur. Bu ilimlerdeki gücünü şöyle ifade etmek mümkündür:
a- Fıkıh:
Taberi fıkıh şahabında, bütün fıkhî mezhepleri okumuş fakat özellikle Şafii
mezhebinde mütehassıs olmuştur. Her ne kadar müstakil bir mezhep sahibi gibi
hareket etmişse de genellikle Şafii mezhebine bağlı kalmıştır. Öyle ki Bağdatta
on sene bu mezhebe göre fetva vermiştir. Bununla birlikte meselelerin
derinliklerine inip uzun araştırmalardan sonra kendisini müstakil bir mezhep
sahibi kabul etmiş ve bu mezhebini, yazdığı büyük küçük fıkıh kitaplarında
zikretmiştir. Mezhebinin özelliklerini "Latifül Kavi" isimli eserinde
beyan etmiş ayrıca "El-Basit" ve "İhtilafül Fukaha" adlı
eserlerinde, İmam Malik, Ebu Hanife, Şafii, Süfyan es-Sevri, Evzai, Ebu Yusuf,
Muhammed b. el-Hasen, ibrahim b.Halid el-Keibi gibi âlimlerin görüşlerini
birbirleriyle mukayese ederek, delilleriyle birlikte zikretmiş ve kendisinin
tercih ettiği hükmü de belirtmiştir. Kendisinden sonra gelen bir kısım âlimler
onun mezhebine tabi olmuşlardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Ali b.Kamil, Ebul
Ferec el-Muafı b.Zekeriyya en-Nehrevanî (Taberinin mezhebini bu kişi yaymıştır)
b- Hadis:
Taberi hadis sahasında da zamanının önde gelen âlimleri arasına girmiştir.
Öyle ki Zehebi onu altıncı mertebedeki Muhaddislerden sayarken Nevevi
"Tehzibül Esma vel Lügat" adlı eserinde Taberiyi Tirmizî ve Neseî'nin
mertebelerinde zikretmiştir. Taberip.ir bu sahadaki en meşhur eseri 'Tehzib
el-Asâr" isimli eseridir. Bu eser hakkında Şunlar söylenmiştir. "Bu
eser Taberinin harika eserlerinden biridir. Eserine, kendisine göre senet
zinciri sahih olan ve Hz. Ebubekirden rivayet edilen hadislerle başlamıştır.
Taberi, rivayet ettiği her hadis hakkında yorum yapmış ilk önce hadisin
muhtemel olan illetlerini sonra hadisin rivayet tariklerini daha sonra hadisten
çıkarılacak fıkhi hükümleri, sünnetleri, âlimlerin bu husustaki ihtilaflarını
ve her birinin delillerini zikretmiş daha sonra hadisin ne mânâ ifade
etiiğini, onda geçen garip kelimelerin izahını beyan etmiş daha sonra
İnkarcıların, o hadise nasıl dil uzattıklarını açıklamış, onlara cevap vermiş
ve iddialarının geçersiz olduğunu beyan etmiştir. Böylece on kişiden gelen,
Ehl-i Beytten rivayet edilen ve Abdullah b.Abbastan nakledilen hadislerden
büyük bir eser meydana getirmiştir. Taberinin bunları yapmaktan asıl maksadı,
Resulullahtan nakledilen bütün sahih hadisleri rivayet etmek, ted-kİk ettiği bu
hadisler gibi bütün hadisleri tedkik etmekti. Böylece hadislere dil uzatan
herhangi bir kimseye itham sahası kalmasın, ilim erbabının muhtaç olduğu her
şeyi gözlerinin Önüne sersin. Bu yolla Kur'an ve sünnetten ibaret olan Şeriatı
tedvin etmiş olsun. Fakat bu hedefine ulaşamadan vefat etmiştir. Ondan sonra
gelen insanlar Taberinin şerh ettiği şekliyle tek bir hadisi dahi şerh edemedi. [9]Taberi
hadis ilminin etkisinde kaldığı için tarihini de Muhaddislerin usulüyle,
raviler zincirinden naklederek yazmıştır.
c- Kıraat:
Taberi kıraat ilimlerini, Bağdat. Kûie, Şam ve Mısır kurralann-dan okuyup
öğrenmiştir. Özellikle Haınza ve Verdin kuantlarını, Mısırda, Yunus
b.AbdüI'alâdan almıştır. Taberi belli bir zaman sonra. Fıkıh ve Tebirdc olduğu
gibi, kendisi için belli bir kıraat şekli tevhit etmiş ancak huıiü tesbıi öderken
meşhur kiraatlardan ayrılmamaya çalışmıştır. Kıraat ilimleri h;ıkkıikl;ı
"Fi-Faslu Beynel Kıraat" isimli eserini yazmıştır. Bu eserde Kur'anın
kıranlarında kurraların nasıl ihtilaf ettiklerini, kıraatlara göre kurraların
isimlerini, Mekke, Medine, Basra ve Şam kurraiarının adlanın zikretmiştir.
Ayrıca her kıraati diğerinden ayırmaya çalışmış ve herbirinin dayanağını,
tevilini ve okuyucusunu belirtmiştir. Kendisi de bu kıraatlardan birini
seçmiş, onu seçmesinin sebeplerini ve o kıraatin daha sahih oluşunun
delillerini zikretmiştir. Böylece âyetleri tefsir etmeye, onları gramer
açısından tahlil etmeye muktedir olduğunu ortaya koymuştur. Taberi, Kur'an-ı
Kerimin çeşitli kıraatlannı bilmesinin yanında kendisi de güzel okuyanlardandı.
Mücahidin oğlu Ebubekir, teravih namazı kılmak için mescide giderken Taberinin,
Rahman suresini okuduğunu işitmiş ve onun hakkında: "Allah tealâmn bu
sureyi bundan daha güzel okuyan birini yarattığını sanmıyorum." demiştir.
Taberi aynı zamanda
edip bir kimseydi. Eserlerinde en değerli şiirleri, hutbeleri, mektupları ve
vasiyetlerini zikretmesi, yer yer bizzat kendisinin de şiirler söylemesi bunu
göstermektedir. Bir şiirinde şunları söylemektedir:
İki ahlak vardır ki
razı olmam onlara
Zenginliğin
şımarıklığı, fakirliğin zilletidir.
Zenginleşirce şımarma,
fakir olunca da daim
İffetli ve vakarlı ol,
Taberi, görüşleri
güzel, tuttuğu yol hoş olan bir kimseydi. Her gece mutlaka Kur'an okurdu.
Görüşlerinde Selefin görüşünü esas alır ve ehl-i sünnet yo-nuLunu takibederdi.
Yazdığı eserleriyle ne bir makam ne de bir madde hedefliyordu. İffetli,
vakarlı, elbisesi ve vücudu temiz, sohbeti hoş, arkadaşlık hukukunu bilen,
konuşması tatlı, nükteleri manidar olan bir kimseydi.
d- Tarih:
Taberinin, "Tarih er~Rüsul vel Müluk" veya "Tarih ef-Ümem vel
Müluk" isimli tarih kitabı Arapça olarak yazılan tarihlerin en geniş
olanıdır. Taberi bu eserini planlı bir şekilde yazmış, bilgileri tarama yoluyla
toplamış, rivayetlerinde son derece titiz davranmıştır. Öyle ki kendisinden
Önce geçen, Yakubî, Belazurî, Vakidî ve İbn-i İshak gibi tarihçilerden daha
mükemmel ve daha güvenilir bir eser meydana getirmiştir. Böylece kendinden daha
sonra gelen, Mes'ûdî, İbnül Esir ve İbn-i Haldun gibi tarihçilere de imkânlar
hazırlamıştır.
îslamdan önce cahiliye
döneminde Araplann tarihi, ezberlenerek muhafaza edilen ve insanların
ağzından, konuşularak aktarılan bir kısım şiirler, ata sözleri, meşhur olaylar
ve aşırılıklarla dolu kıssa ve efsanelerden ibaretti. Sadece Hiyre ve Yemende,
köşklerin ve kalelerin duvarlarına yazılan bir de çeşitli ma-bedlerin ve
manastırların içlerinde bulunan yazılar, nakilcüerin senet zinciriyle yazılmıştı.
Resûlullah (s.a.v.)
yeni bir din getirdi. Bir çok olaylarla karşılaştı. Bu nedenle onun
dönemindeki ve ondan sonra gelen Hulefa-i Raşidin dönemindeki olayların
yazılarak zaptedilmesi icabetti. Konuyla ilgili ilk kitabı Hz. Zübeyrin oğlu
Urve yazmıştı. Ondan sonra da Hz. Osm anın oğlu Eban yazmıştı. Nihayet İbn-i
lshakın kitabıyla Siret ilmi zirveye ulaştı. Daha sonra müslümanlar arka arkaya
fetihler yaptılar. İranı tamamen fethettiler. Bizansın tahtını sarstılar.
Böylece daha önce görmedikleri çeşitli insanlarla ve kültürlerle karşılaştılar.
Alimler bunların dillerini ve örflerini öğrenerek tslamı tebliğe çalıştılar.
İdareciler de onların eski sistemlerini ve tarihlerini öğrenek sevkü idareyi
huzurla devam ettirmek istediler. Bu nedenle tarih, yepyeni bir şekil aldı.
Tarih bilgilerine, "Haberler" onları nakledenlere de
"Haberciler" adı verildi. Artık yazarlar, tarihi olayları tesbit
ederek yazmak için kollarını sıvamışlardı. Muhammed b.Saib el-Kelbî, nesebler
hakkında bir kitap yazdı. Avane b.el-Hakem, Üıneyye oğullarının haberleri
hakkında bir kitap yazdı. Ebu Mihnef, İıtidat hakkında, Cemel ve Siffîn
olayları hususunda bir kitap yazdı. Seyf, fetihlere ait haberler hakkında,
Ibn-i Hişam da Himyer Kralları hakkında birer kitap yazdılar. H. 2. yüz yılın
sonlarına doğru, tarihle ilgili eserler gittikçe arttı.O dönemde divanların
oluşturulması, ordu kütüklerinin tutulması ve benzeri kurumların otunnası
neticesinde yazılı tarihe ihtiyaç iyice artmıştı. Ayrıca Farsça, Yunanca ve
Süryaniceden çokça kitap tercüme edilmesi, şehirler ve milletler arası
seyahatlann artması, kültür ve medeniyetlerin birbirleriyle kaynaşması, yazılı
tarihin gelişmesini daha da artırdı. Bu nedenle bazı değerli âlimler tarih
hakkında büyük kitaplar yazmaktan kaçınmadılar. Vakidî fütuhatla ilgili
kitapları, Belazurî, el-Büldan ve Ensabül Eşraf isimli titaplanni, İbn-i
Kuteybe, el-Mearif, Dînûrî, el-Ahbaruttı-val isimli eserlerini yazdılar.
Nihayet siraTaberiye gelmişti. O da tarihle ilgili olan meşhur kitabını yazdı.
Taberinin, bu kitabı ne zaman yazmaya başladığı kesin olarak bilinmemekte ise
de onu, tefsirinden sonra yazdığı, kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır.
Tahminen H. 290 yıllarında yazmaya başlamış H.3O3 yıllarında bitirmiştir,
Taberi tarihine kaynak olarak, kendisinden önce yazılan ve nakledilen bütün
kitap ve rivayetlerden istifade etmiştir. Araplann İslamdan Önceki
tarihlerini, Ubeyd b. Serye eİ-Cürhûmî, Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve Vehb b.
Münebbih'ten almış, Farsların haberlerini, Arapçaya tercüme edilen Abdullah b.el-Mukaffa
ve Muhammed b.Saİd el-Kelbî'inin ve berzerlerinin eserlerinden almış, Siret
ilmini Hz. Osmanın oğlu Eban, Hz. Zübeyrin oğlu Urve, Şerahbil b.Said, Musa
b.Ukbe ve İbn-i İshaktan almıştır. İrtidat olaylarım ve fetihleri, Seyf b.Ömer
el-Esedî'den, Cemel ve Siffîn vakalarını Ebu Mihnef ve Medainî'den, Emevilerin
tarihini, Avane b.el-Hakemden, Abbasilerin haberlerini, Ahmed b.Ebi
Hayseme'nin kitaplarından iktibas etmiştir. Taberi tarihini mu haddislerin
üslubuyla rivayet zinciri içinde nakletmiştir.
e- Tefsir:
Taberi ilmini "Camiül Beyan Fi Tefsiril Kur'an" isimli büyük eserinde
göstermiştir: Bu tefsirini te'lif etmesi hakkında şunları Söylemektedir.
"Ben daha küçük yaştayken böyle bir tefsir yapmayı gönlümden geçiriyordum.
Bu hususta Allah teâlâya istihare yaptım. Hakkımda bu işin hayırlı olup olmadığını
bildirmesini diledim. Tefsire başlamadan üç yıl önce rabbimden bana yardım
etmesini niyaz etmiştim. Rabbim de bu hususta bana yardımını esirgemedi.."
Taberi, Tefsirini,
Kur'an-ı kerimin cüzlerinin sayısına göre otuz cüz olarak düzenlemiştir.
Tefsirinin Ön bölümünde, Kur'anın mucize olduğunu, kıraat şekillerini,
surelerin isimlerinin manalarını beyan eden risale mahiyetinde bir giriş
yazmıştır. Sonra Kur'an-ı Kerimin her âyetini kısım kısım izah etmiş, o hususta
zikredilen sahabilerin, tabiinin, tebe-i tabiinin sözlerini, kurcalara ait
kıra-atları, âyetlerin nâsih, mensup olup olmadıklarını, âyetlerden çıkarılacak
hükümleri, bid'atçıların Öne sürmek istedikleri bid'atları reddedip onlara
verdiği cevaplan zikretmiş, o zamana kadar yazılmış olan güvenilir tefsirlerden
bol bol alıntılar yapmıştır. Özellikle Abdullah b. Abbas, Said b.Cübeyr,
Mucahid, Kata-de, Hasan-ı Basrî, İkrime ve Dehhaktan çokça nakiller yapmıştır.
Buna mukabil güvenilmeyen tefsirlerden alıntı yapmamıştır. Çünkü bunlar ona
göre itham altında bulunan kimselerdir. Diğer yandan tarih ve Siret
kitaplarında da bunlardan alıntı yapmıştır.
Taberinin tefsiri,
dünyaca meşhur bir tefsirdir. Bu tefsir hakkında fakih Ebu Hamid el-İsferayini
şöyle demiştir:" Şayet bir kişi, Muhammed b.Cerir et-Taberinin tefsirini
elde etmek için Çin'e kadar gidecek olsa bu tefsir için gerekenden daha
fazlasını yapmış sayılmaz. [10]
Taberinin bir çok
eseri vardır. Onlardan en meşhurları şunlardır:
1- Adabül
Menasik: Bu eserde Hacca gidecek olan kimsenin, evinden ay-nlmasından
başlayarak Haccmı tamamlamasına kadar nasıl davranacağı ve nerelerde neler
yapacağı zikredilmektedir.
2-
Âdâbünnüfus: Bu eserde, insana isabet edebilecek bütün manevi sıkıntılar ve
onların nasıl giderileceği zikredilmektedir. Taberi bu eserinde, önce kalbe
sonra dile sonra göze sonra kulağa sonra da diğer bütün azalara isabet edecek
husuları sırayla zikretmiş bu hususta Resulullahtan, sahâbilerden ve ehl-i Takvadan
nakledilen görüşleri zikretmiş, bu görüşlerden hangisinin sahih olduğunu
açıklamaya çalışmıştır.
3- İhtilaftı
Ulemail Emsar Fi Ahkâmi Şeraiil İslam: Taberi bu eseriyle Fıkıh âlimlerinin
görüşlerini nakletmeye çalışmıştır. Bunlar da İmam Malik, Ev-zai, Sevri, Şafii,
Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed b.Hasan ve İbrahim b.Ha-lid'dir. Taberi bu
eserinde, hangi görüşü tercih ettiğini zikretmemiştir. Çünkü o bu işi,
"Latifül Kavi" adlı eserinde yapmıştır.
4- Gadir Hum
Hadisleri: Bazı insanlar Gadir Hum ile ilgili herhangi bir hadisin
bulunmadığını, zira Resulullah Gadir Hum'da bulunurken Hz. Alinin yemende
olduğunu iddia etmişlerdir. Bunun üzerine Taberi bu eserini yazmış, önce Hz.
Alinin faziletlerini anlatmış daha sonra da Gadir Hum ile ilgili hadisi çeşitli
tariklerden zikretmiştir. İbn-i Kesir bu mesele ile ilgili hadislerin Taberi
tarafından iki ciltlik kitap haline getirildiğini söylemiştir.
5- Basitül
Kavi Fi Ahkamı Şeraiil İslam: Taberi bu eserinde iik önce görüşlerini tercih
ettiği sahabileri ve kendilerinden fıkıh aldığı âlimleri şehirleriyle birlikte
zikretmiş daha sonra fıkha ait taharet, namaz, zekat, şartlar, kadılar, siciller,
vasiyetler, kadıya ait hükümler ve fıkıh usulüne ait meseleleri zikretmiştir.
6- El-Basir Fi Mealim ed-Din: Taberi bu
Kitabında, Taberistan halkına, ihtilaf ettikleri isimler ve kişiler hakkında
bilgiler sunmuş, bid'at ehlinin mezheplerini zikretmiştir.
7-
Tarihürrüsul velmüluk: Bu eseri, daha Önce de zikredilen meşhur tarih
kitabıdır.
8- Tehzibü
Âsâr ve tafsilü es-Sabiti Minel Ahbar: Bu kitabı, üstünlük derecelerine göre
alfabetik sıraya konulan sahabilerin rivayet ettikleri hadislerden, önde gelen
sahabilerin bir kısmının naklettiği hadisleri ihtiva etmektedir. Daha önce
Taberinin bu kitaptaki usulü zikredilmiştir.
9- El-Camiu Fil Kıraat: Taberi bu eserinde,
Kur'an-ı Kerime dair çeşitli kıraatları zikretmiştir. Bu eseri Cezeri görmüş ve
kıraatim ondan almıştır. Eserin büyükçe harflerle ve on sekiz ciltten ibaret
olduğu, içinde yirmi küsur kıraatin zikredildiği nakledilmektedir.
10- Hadis et-Tayr: İbn-i Kesir, Taberinin böyle
bir kitabı olduğunu zikretmiştir.
11- El-Hafıf
Filfikhi: Bu kitabını daha sonra zikredilecek olan "Latif el-Kavl Fi Ahkam
eş-Şarai el-İslam" isimli eserinden kısaltmıştır. Bu kitapta âlim olanın
da talebenin de faydalanacağı meseleler özetle zikredilmiştir.
12- Zeyl el-Müzeyyel: bu kitapta Resulullahın
sahabilerinden, onun döneminde ve kendisinden sonra Kureyşten ve diğer
kabilelerden tabiin ve Selef-i Salibinden, onlardan sonra gelenlerden ve
Taberinin hocalarından, öldürülen ve Ölenlerin tarihleri, Resulullaha zaman
bakımından yakınlıklarına göre zikredilmiştir. Taberi bunlara isnaü edilen
asılsız iddiaları reddetmiş ve onları savunmuştur. Hasan-ı Basri, Katade,
İkrime vb. Kimseler bunlardır. Taberi ayrıca bu eserinde zayıf olduğu söylenen
ravileri de zikretmiş, ravilerle ilgili çeşitli malumatlar vermiştir. Bu
kitabı çok değerli bir eserdir.
13- er-Reddü Alel Hurkusiyyi: Taberi bu kitabını
önce Hz. Alinin ordusunda olup ta daha sonra ondan ayrılan Haricilerden bîr
fırkaya cevap olarak yazmıştır.
14- er-Reddü
Ala Zilesfar: Taberi bu eseriyle Davud b.Ali el-İsbahanİ'ye cevap vermiştir.
15- er-Reddü
Ala İbn-i Adi! Hakemi Alâ Malik: Bu eseûyle İbn-i Abd el-Hakem'in İmam Malik
hakkında yazdığı olumsuz şeylere cevap vermiştir.
16- Sarih es-Sünne: Tabeıi bu risalesinde
mezhebini ve itikadını zikretmiştir. Kitabının son bölümü itikad hakkındadır.
17- Turuk
el-Hadis: Taberi bu eserini hadis hakkında yazmıştır.
18- İbaretu er-Rü'ya: Bu eserinde bir kısım
hadimleri toplamış fakat ta-mamlayamadan vefat etmiştir.
19-KitabülEdebVettenzil.
20- Kitap el-Fadail: Bu eserinde dört Halifenin
faziletlerini zikretmiştir. Bu eseri telif etmesinin sebebi, bir taraftan Hz.
Aliyi küçümseyenleri diğer taraftan onu masum sayanları onaya çıkarmak
istemesidir.
21- Latif
el-Kavl Fi Ahkâm eş-Şeraİ el-İslam: Taberi bu eserinde mezhebini kitap haline
getirmiştir. Bu kitap en değerli kitaplarından ve Fıkıh kitaplarının da en
güzellerindendir.
22- Muhtar
el-Feraiz: Bu eser, miras taksimiyle ilgilidir.
23-
EI-Müsned el-Mücerred: Bu eseri hadisle ilgilidir.
24- Kitap el-Vakf: Bu eserini, Halife el-Muktefi
için yazmıştır. Bu eserde, Vakıf hakkında âlimlerin ittifak ettikleri konulan
zikretmiştir.
25- Camiül beyan Fi Tefsiri I Kur'an: Bu eseri,
elimizde bulunan tefsiridir. Eserini Bağdatta yazmıştır. Eseri, H.238 de
yazmaya başlamış ve 290 ylin-da bitirmiştir. Bu eser çeşitli âlimler tarafından
özetîenmeye çalışılmış son zamanlarda da Mahmut Şakir tarafından 15. Cüze
kadar tahkik edilmiştir. [11]
Taberi, izah edildiği
gibi derin ilmi ve geniş tedkikleriyle dikkatleri üzerinde toplamış bir
âlimdir. Yine izah edildiği gibi çok sayıda eseri vardır. Ancak bunlardan
Tefsiri ve Tarihi en çok şöhret bulanlarıdır. Bu sebeple ona "Tefsirci-lerin
ve tarihçilerin babası" unvanı verilmiştir. Biz burada, onun bu büyük
eseri hakkında kısaca bilgi verecek ve onu nasıl tercüme etmeye çalıştığımızı
belirteceğiz.
Bilindiği gibi
Tefsirinin adı "Camiül Atyan Fi tefsiril Kur'an"dır. "T-tberi Tefsiri"diye
şöhret bulmuştur. Bu tefsir uzun süre ortalarda görülmemiş haîıa bir ara
kaybolduğu sanılmış fakat sonra bulunarak baskısı yapılmış ve okuyucuların
istifadesine sunulmuştur. Bildiğimiz kadarıyla mühim baskılarından biri, 1954
yılında, âyetler numaralanmak sureteyle, "Mustafa el- Bâbî
el-Hualebi" ortaklığı tarafından Mısırda 30 Cüz olarak yapılan baskısıdır.
Mısırlı âlimlerden iki kardeş olan Ahmed Muhammed Şakir ile Mahmut Muhammed
Şakir tarafından tahkik edilip bir haşiye ilavesiyle tahriçli olarak basılmaya
başlanmış fakat henüz tamamlanmamıştır.
Elimizde bulunan ve
tercümeye esas aldığımız nüsha ise "Darülfikr (Beyrut) tarafından 1978
tarihinde basılmış 10 Ciltlik nüshadır.
Taberinin Tefsiri, bir
rivayet tefsiridir. Taberi bu tefsirinde âyetlerin iza-. hım, önce hadis-i
şeriflere sonra sahabe, tabiin ve kendisinden önce gelen âlimlerin
rivayetlerine dayanarak yapar Hadis ve sahabe kavlinin bulunmadığı yerlerde,
geçmiş âlimlerin izah tarzlarını ve görüşlerini anlatır. Bu deliller de
bulunmazsa Arap dili bilgisine dayanarak âyetleri açıklamaya çalışır. Ayrıca
kendi görüşünü ve tercihini de beyan eder.
Tefsirinde İsrailiyata
da rastlanmaktadır. Ancak Taberi, âyetlerin izahında geçen bu çeşitli
hikayeleri anlatıp geçmekte, onlar üzerinde fazlaca durup yorum ve tercih
yapmamaktadır. O, tercihlerini ilmi konularda, çoğunlukla kıraat ve ahkam
haberleri üzerinde yapmaktadır. Olayları ve olaylar üzerindeki çeşitli görüş
ve rivayetleri de zikretmekte fakat sonunda o konudaki kıssanın öyle veya böyle
olmasınm bizim için önemli olmadığını söyleyerek sonuca varmaktadır.
Mesela, Hz. Âdeme,
cennette meyvesini yemesi yasak edilen ağacın ne olduğu hususundaki rivayetleri
anlatıp "bunun, buğday, incir veya üzüm olduğunu söyleyenler vardır.
Fakat Allah teala gerek Kur'anda gerekse sahih olan sünnette bu ağacı bize
bildimıemiştir. O halde o ağacın ne olduğunun bilinmesinde ve ağacın tayinine
çalışılmasında bizim için bir fayda yoktur." diyerek görüşünü beyan
etmektedir. Tefsirin ana hatlarıyla özellikleri bunlardır.
Taberi tifsirinin
tercümesine karar vemıeden Önce nasıl bir çalışma yapacağımızı etraflıca
düşündük. Taberi metninin aynen tercümesinin çok uzun olacağı ve yer yer
yapılan rivayetlerin, anlatılan kıssaların da okuyucuya bir şey
kazandırmayacağı kanaatına vardık. Bu sebeple Taberinin metnini özetlemeye ve
zübdesini yapmaya karar verdik. Ancak Bakara suresinin hemen hemen tamamını
tercüme ettik ki okuyucu daha başlangıçta tefsirin özelliklerini anlasın.
Tefsirin zübdesini yaparken İsrailiyata kaçan rivayetleri almaktan kaçınmaya
çalıştık.
Taberinin zikrettiği
hadislerden, sahih hadis kitaplarında mevcut olanları, kaynaklarını göstererek
tahric ettik. Ancak Kütüb-i Tis!ada kaynağını bulamadığımız metinleri almamaya
çalıştık. F. akat âyetin izahı bakımından alınmasını gerekli gördüğümüz
hadisleri, Taberinin rivayeti olarak aynen tercüme edip aldık.
Çeşitli görüşlerin
beyan edildiği izahlarda, görüşleri özetledikten sonra Taberinin tercih ettiği
görüşü de mümkün mertebe belirtmeye çalışıtık. Bu arada tekrar mahiyetindeki
izahları almadık. Ayrıca itikadı yönden Cebiryecilik ifade eden yorumlan
almaktan kaçınmaya çalıştık.
Taberinin zikretmediği
fakat konu ile ilgili olan diğer âyet ve hadisleri de yer yer tahric ederek
aldık.
Ayrıca surelerin
başına, o sureîerdeki ahkamın ve kıssaların ve surenin beyan ettiği diğer
hususların özeti mahiyetinde, sureyi tanıtıcı bir giriş koyduk.
Böylece "Taberi
Tefsirinin zübdesi" diyebileceğimiz bir metin çıktı ortaya. Okuyucuya
faydalı olabiklikse ne mutlu bize.
Bu vesile ile büyük
tefsir üstadı İbn-İ Cerir et-Taberiye rahmet diliyor, çalışmalarımız esnasında
elimizde olmayarak yaptığımız hatalardan dolayı ce-nab-ı Haktan affımızı niyaz
ediyoruz[12]
Hasan KARAKAYA Kerim AYTEKİN
Bu kitap Hicrî 306
yılında Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberiye tarafından hazırlanmıştır.
"Hikmetlerinin
emsalsizliği akıllan mağlup eden, delillerinin inceliği düşünceleri yenen,
sanatındaki dehşet ve harikası inkarcılara mazeret bırakmayan ve delillerinin
dilleri kâinatın kulaklarına "Allahtan başka hiç bir ilah yoktur."
diye haykıran Allaha hamdolsun. O Allah ki onun, kendisine denk olabilecek ne
bir dengi ne kendisine benzeyecek bir benzeri ne de yardımcı olacak bir ortağı vardır.
Onun ne çocuğu ne de babası vardır, Onun ne eşi ne de emsali vardır. O,
kahredici gücü karşısında zorbaların boyun eğdiği bir Cebbardır. O, izzet ve şerefi
karşısında haşmetli Kralların zelil düştüğü, heybeti karşısında bütün heybet
sahiplerinin korkup boyun eğdiği ve yaratıkların hepsinin, ister istemez
kendisine itaatta teslim olduğu bir azizdir. İşte Aziz ve Celil olan Allah, bu
hususta şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde olanlar, ister istemez
Allaha boyun eğerler. Gölgeleri de sabah akşam Allah'a boyun eğerler.ıl[13]O
Allah öyle bir Allahtır ki, her varlık onun birliğine davet eder. Her hisseden
şey, onun varlığını gösterir. Çünkü o, mevcudata ve hissedilen şeylere
sanatının damgasını vurmuştur. O damga da eşyada görülen eksilme, artma, acizlik,
ihtiyaçlı olma, âfetlerin meydana gelmesi ve kesin delil olmaları için gereken
hadiselerin birbirlerini takibetmesi gibi nişanelerdir. O Allah ki. kâinattaki
varlığını ve birliğini gösteren delillerine bir ilave olarak ve kaibleri
aydınlatan hüccetlerine bir destek oimak üzere Peygamberler göndermiştir
Peygamberlerini, kullan nez-dinde doğruluğu açık olan, akıllarda delili bulunan
hükümlerle davetçiler olarak gönderdi ki "Peygamberler geldikten sonra
insanların Allaha karşı ileri sürecekleri herhangi bir mazeretleri kalmasın. [14]
Ayrıca akıl ve ilim sahibi insanlar dü şünüp öğüt alsınlar.
Allah teala
Peygamberlerini yardımlarıyla destekledi. Onları, doğruluklarını ortaya koyan
delillerle, diğer yaratıklarından ayırdı. Evet onlan. kesin delillerle ve kulları
âciz bırakan âyet ve mucizelerle destekledi ki, onlar hakkında herhangi bir
kimse "Bu Peygamber de sizin gibi beşerden başka bir şey değildir.
Yediklerinizden yer, içtiklerinizden içer. Yemin olsun ki eğer sizin gibi bir
beşere itaat ederseniz, o takdirde siz, muhakkak ki hüsrana uğrayanlardan
olursunuz. [15]demesin, Allah teala, bu
Peygamberlerini, kendisiyle yaratıkları arasında elçiler ve vahyini emanet
ettiği kimseler kıldı. Onları lütfuna mazhar kıldı ve elçiliğine seçti. Yine
Allah teala, Peygamberherden her birine özel meziyetler vererek ve bir kısım
ikramlarda bulunarak onlan çeşitli rütbelerde ve farklı derecelerde yarattı.
Nitekim, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte bu Peygamberlerden bir
kısmını diğerlerinden üstün kıldık. [16]
Evet, Peygamberlere verilen dereceler, birbirinden üstün ve farklı
derecelerdir. Mesela, Allah teala. Peygamberlerinden bazılarına, bizzat
kenisiyle konuşma ikramında bulunmuş, bazılarını Cebrail ile desteklemiş ona
ölüleri diriltme, sakatlan, körleri iyileştirme özelliğini vermiştir. Bizim
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)i de en yüce derecelerle ve en üstün
mertebelerle şereflendirmiş ona ikramlarından en bol kısmını bahşetmiş.
Peygamberlik derecelerinden en büyüğünü tahsis etmiş, onu, sahabileri ve
kendisine iman edenleri en çok sayıda olan bir Peygamber kılmıştır. Evet, Allah
teala, Hz. Muhammed'i mükemmel bir davetle ve umumi bir Peygamberlikle
göndermiş, onu bizzat himayesine almış ve onu, her inatçı zorbadan ve isyankâr
Şeytandan, bizzat kendisi korumuştur. Böylece bu Pey-gamberiyle dini ortaya
çıkannış, karanlık yollan aydınlatmış, hakkın nişane ve işaretlerini gereken
yerlere dikmiş, şirkin meş'ale ve fenerlerini söndünnüş ve onunla bâtılın
başını ezmiş sapıklığı. Şeytanın tuzaklarını, putlara ve heykellere tapmayı
ortadan kaldırmıştır.
Allah teala,
Peygamberini öyle bir delille (Kur'anla) desteklemiştir ki bu delil, kıyamete
kadar baki, zamanın değişmesiyle değişmeyen, her süre geçtikçe aydınığı daha da
artan bir delildir. Evet, Allah teala. diğer Peygamberler arasında, Hz.
Muhammed'e bu gibi özellikleri vemıiştir. Çünkü, diğer Peygamberlerden bazılan
zorbalar tarafından mağlup edilmiş, bazılan isyankâr ümmetleri tarafından
zelil düşürülmüş, böylece kendileri gittikten sonra izleri silinmiş ve adlan anılmaz
olmuştur. Diğer bir kısım Peygamberler de, sadece bir kavme veya bir topluluğa
yahut zamanında yaşayan insanlara Peygamber olarak gönderilmiştir. Halbuki
bizim Peygamberimizi bütün varlıklara Peygamber olarak göndermiştir ve
kendisinden sonra bir daha Peygamber gelmeyecektir. Bize böyle bir Peygamberi
tasdik etme ikramında bulunan, bizi ona uyma şerefine eriştiren ve bu
Peygambere ve getirdiklerine iman etmeyi bize nasibeden Allah'a hamdolsun. Ey
Allah'ım, sen o Peygambere en güzel salâtınla salâl ve en üstün selamınla
selam.ve en mükemmel tahiyyatınla tahiyyat eyle! [17]
Şimdi gelelim
meselemize: Allah tealanın, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmetine
tahsis ettiği en önemli faziletlerden, bu ümmeti şereflendirdiği en üstün
mertebelerden ve bu ümmete lütfettiği en büyük ikramlardan biri de
Peygamberimize gönderdiği vahyi ve indirdiği Kur'anı koruması ve himayesi
altına almasıdır. O indirilen Kur'an ki Allah onu, Müslümanların Peygamberlerinin
hak Peygamber olduğuna bir delil göstermiş ve Peygambere tahsis ettiği
üstünlüğü gösteren açık bir alamet ve kesin bir delil kılmıştır. Allah, bu
Kur'an ile Peygamberini, her yalancı ve iftiracıdan ayınnış ve bunun sayesinde
müminleri de inkarcılar, kâfirler ve müşriklerden ayırdetmiştir. O Kur'an ki
yeryüzünün her yerinde bulunan küçük büyük bütün cinler ve insanlar, onnn tek
bir benzerini yapmak için bir araya gelecek olsalar, asla yapamazlar. Onlar
bunu yapmak için birbirlerine yardımcı olsalar da bunu başaramazlar. Allah, o
Kur'anı, müminler için, karanlıkları aydınlatan bir nur, şüpheleri bertaraf
eden bir aydınlık, sapıklığa götürecek yollarda doğruyu gösteren bir rehber,
kurtuluşa ve hak yola ileten bir kılavuz kılmıştır. Nitekim bir âyetinde "Allah
o kitapla, rızasına tabi olanları selamet yollarına eriştirir. Onları izni ile
karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onlan doğru yola iletir. [18] bu
yunn aktadır. AHah, Kur'anı, uyumayan gözüyle korumuş, onu, yıkılmayan sur'u
ile kuşatmıştır. Zaman geçmekle onun sütunları zayıflamaz, nişan ve alâmetleri
yok olmaz. Ona uyan kimse hiçbir zaman doğru yoldan ayrılmaz, ona sahiplik
eden, hidayet yolundan sapmaz. Kim ona uyarsa kurtuluşa erer. Hidayete kavuşur.
Kim de ondan ayn-lırsa sapar ve azar.
Kur'an müminlerin,
ihtilaf anında kendisine sığındıkları sığınaklan, başlanna felaketler
geldiğinde, içine çekildikleri müstahkem mevkileri, şeytanın vesveselerine
karşı kendilerini savundukları kaleleridir. Kur'an, müminlerin, boyun
eğdikleri hikmetli hakemleri ve rablerinin eninde sonunda kendisine baş
vurdukları kesin hükmüdür. Müminler, kendi rızalanyla ona baş vururlar, rablerinin
sağlam ipi olan o Kur'ana sımsıkı sarılarak kendilerini tehlikeden korumuş
olurlar. Ey Allah'ım, sen bizleri, Kur'anm muhkem ve müteşabihi, helal ve
haramı, umum ve hususu, mücmel ve müfesseri, nâsih ve mensuhu, zahir ve batını,
âyetlerinin te'vili ve zor olanlannın tefsiri hakkında doğru söz söylemeye
muvaffak kıl. Sen bizlere, ona sımsıkı sanlmayı, muhkem âyetlerine sığınmayı, müteşabih
âyetlerine teslim olmakta sebat eylemeyi nasibet ve bizlere, onu koruman
nimetine ve onun sınırlarını öğretmen lütfuna karşı sana şükretmeyi na-sibet.
Şüphesiz ki sen, duaları çok yi işiten ve kabul etmesi yakın olansın. Ey
Allah'ım, sen, Muhammed (s.a.v.) ve onun ailesine çokça saiât ve selam eyle. Ey
Allah'ın kullan, Allah size merhamet eylesin. Bilin ki öğrenilmesi için çaba.
harcanmaya en layık olan ve bilinmesiyle hedefe ulaşılan şey, elde edilmesiyle
Allah'ın rızasına erişilen bilgidir. Bilenini doğru yola ve hidayete götüren
bilimdir. Böyle bir bilgiyi talep edene bu meziyetleri bünyesinde toplayan
kaynak, Allah'ın, içinde şüphe bulunmayan kitabı ve şek olmayan vahyidir. Onu
okuyan, çokça hazineler elde eder ve büyük mükâfaatlar kazanır.
O kitap ki: "Ona
bâtıl ne önünden ne de arkasından sokulabilir. O, hikmat sahibi ve hamde layık
olan Allah tarafından indirilmiştir. [19]
Şimdi biz, bu Kur'anın âyetlerini açıklamakta, ondaki mânâları izah etmeye
çalışmaktayız. İnşallah bizler bu hususta insanların, Kur'anı öğrenmede muhtaç
olduktan bütün şeyleri kapsayan, kendisinin dışındaki kitaplara ihtiyaç
bırakmayan bir kitap hazırlamaktayız. Biz bu hususta bize ulaşan bilgilere
göre ümmetin, üzerinde ittifak etmesiyle ittifak edilen delilleri ve ümmetin, üzerinde
ihtilaf etmesiyle ihtilaf edilen delilleri bildireceğiz. Ümmetin
mezheplerinden her birinin gerekçesini açıklayacağız. Bu mezheplerden, T)ize
göre hangisinin isabetli olduğunu belirteceğiz. Bunları, mümkün olan en veciz
yolla ve mümkün olan en kısa şekilde izah edeceğiz. Allah'tan, bize yardım
etmesini, bizi, sevgisine yaklaştıracak ve gazabından uzaklaştıracak şeylere
muvaffak kılmasını niyaz ederiz.
Ey Allah'ım, senin
salât ve selamın, yaratıklarının seçkini olan Hz. Muhammenin ve onun ailesinin
üzerine olsun. Biz, söze kendisiyle başlanılması daha evla olan hususları
açıklamakla başlayacağız. Bunlar da Kur'an-ı Kerimin âyetlerinin mânâlarından
karışıklığa vesile olacak kısımlarını açıklamadır. Zira Arapçayi iyi bilmeyen
ve dil kurallarına hakim olamayan kişiler, âyetlerin mânâlarını anlamakta
zorluk çekerler ve onları birbirine karıştırırlar. [20]
Şurası bir gerçektir
ki, ifade yönünden Kur'anın âyetlerini mânâlarıyla, Kur'an kendi diliyle inen
zatın, yani Peygamberin konuşmasının mânâları aynıdır, aralarında fark yoktur.
Allah tealanm, Kur'anı bu şekilde indirmesi büyük bir hikmete mebnidir. Bununla
beraber Kur'anın âyetlerinin mânâları konuşulan diğer sözlerden daha üstündür.
Allah tealanın,
kullarına olan en büyük nimetlerinden ve yaratıklarına verdiği en büyük
lütuflanndan biri de, ifade etme ve açıklama kabiliyetidir. İnsanlar,
kalblerinde olan şeyleri bu kabiliyetle açığa vururlar. Yapmaya karar
verdikleri işleri onunla ortaya koyarlar. Allah teala, ifade etmek
kabiliyetiyle, dilleri kolaylaştırmış ve zor şeyleri insanlara boyun
eğdirmiştir. İnsanlar, ifade etme kabiliyetleriyle Allahı bilirler. Onu teşbih
ve takdis ederler? İhtiyaçlarını onunla karşılarlar. Aralarımla onunla tartışırlar.
Birbirleriyle o kabiliyet sayesinde tanışır ve işlerini onunla yürütürler.
Allah teala, ifade
etme kabiliyeti bakımında, kullarını birbirinden farklı yaratmıştır. Bu hususta
şöyle buyurulmaktadır: "... Ve sizi derecelerle birbirinizden üstün yapan
Allah'tır.. [21] Bir kısım insanlar, uzun
uzadıya konuşan hatipler, dilleri keskin ve beliğ kimselerdir. Diğer bir kısım
insanlar ise konuşmak istediklerini açıklamaktan âciz, kalblerinde bulunanları
ifade etmekten dolayı zorluk çeken kimselerdir. Allah tealanın, meramını ifade
etmekte en üstün kıldığı kimse ise tebliğ ettiğini en müessir bir şekilde
tebliğ eden, içindekilerini en güzel şekilde açıklayan kimsedir. Allah teala,
indirdiği Kur'an-ı Keriminde ve onun muhkem âyetlerinde, kendilerine, güçlü ifade
kabiliyeti bahşettiği kimselerin, dilsiz ve âcizlerden üstün olduklarını beyan
ederek şöyle buyurmuştur: "Süs ve zinet içinde büyütülmüş mücadele
gücünden yoksun olanı mı Allah'a is-nad ediyorsunuz? [22]
Böylece akıl ve idrak sahipleri için açıkça belli olmaktadır ki, ifade
kabiliyeti güçlü olan beyan ehlinin dilsiz, kekeme ve meramını ifadeden âciz
olanlardan üstünlüğü, açıklamak istediği şeyleri net bir şekilde
açıkla-masıyladır. Kekemenin üstün olmayışı ise bundan âciz almasıyladır.
Madem ki bir insanın,
diğerinden üstün oluşu, açıklamak istediği şeyleri, net bir şekilde
açıklamasıyladir ve insanlar da bu hususta farklı kabiliyetlerdedirler o
halde, beyan ve ifade etmenin en üstün olanı da ifade eden kimsenin ifadesini
en açık bir şekilde ortaya koyan, maksadını açıklayan ve dinleyicisine en iyi
şekilde anlatan açıklamadır. Şayet, açıklama ve ifade etme bu ölçüyü de aşar,
yaratıkların kudretinin üstüne çıkar ve bütün kulların ifade etmekten âciz
kaldıkları bir derecede olursa işte böyle bir beyan, bir ve kahredici olan Allah'ın,
Peygamberleri için bir delil ve hak olduklarının bir hüccetidir. Tıpkı ölüleri
diriltmek, alaca hastalığını ve körlüğü iyileştirmek ve iki aylık mesafeyi bir
gecede gitmek gibi. Evet, nasıl ki ölüleri diriltme, cüzzamlıyı ve körü
iyileştirme, tıbbın zirvesine ulaşanların ve tedavide en önde olanların
yapamayacakları şeyler olmaları hasebiyle Peygamberler için birer delil ve
nişaneyse, yine nasıl ki bir gecede iki aylık bir mesafeye gitmek, yaratıkların
gücü üstünde bir olay olması hasebiyle Peygamberler için birer deli! ve
nişaneyse keza bütün yaratıkların ifadesinin üstünde ve onlann âciz
kalacakları ifade şekli de yani Kur'aıvı Kerimde Peygamberler için bir delil ve
nişanedir. Madem ki bu durum beyan ettiğimiz gibidir, o halele şu husus
açıklığa kavuşmuştur ki zamanlarında belagat ve hitabetin, şiir söylemenin,
fesahatin, seçili yazının ve kehanetin önderleri olan bir kavme tek bir kişinin
meydan okuyarak yaptığı beyan, naklettiği kelam ve takibettiği mantıktan daha
yüce bir mantık, daha şerefli bir kelam ve daha etkili bir hikmet yoktur. Öyle
ki o ilahi beyanı tebliğ eden kişi kendisine meydan okuduğu insanların her
hatibine, her beliğine, her şairine, her fesahathsına, her seçili konuşanına ve
her kâhinlik yapanına meydan okumuştur.
Onların fikirlerinin
basit ve akıllarının kıt olduğunu bildirmiştir. Onların, dininden uzak olduğunu
beyan etmiş, hepsini kendisine tabi olmaya, hak Peygamber olduğunu kabul
etmeye, onu tasdik etmeye ve kendisinin, Allah tarafından gönderilen bir
Peygamber olduğunu ikrar etmeye davet etmiştir. Onlara bildirmiştir ki,
söylediklerinin doğru olduğunu gösteren ve Peygamberliğinin gerçek olduğunu
ortaya koyan delil ve hüccetler, onlara getirdiği beyan, hikmet ve îurkandır.
Peygamber bunu onların diliyle getinniş, onların mantıklarına uygun bir
mantıkla beyan etmiştir. Sonra da onlara bildirmiştir ki, onlar, onun bir kısmını
getirmekten dahi âcizdirler. Ona güç yetiremezler. Onların hepsi de
acizliklerini ikrar etmiş, ona inanmaya boyun eğmişler ve bizzat kendilerinin
acizliklerine şahitlik etmişlerdir. Ancak içlerinden, gerçekleri görmezlikten
gelen, hakikatlar karşısında kör kesilen, böbürlenip gerçeklerden kaçan
kişiler müstesnadır. Bu gibi insanlar, âciz olduklarını bildikleri şeyi
gerçekleştirmeye çabaladılar. Güçlerinin yetmediğini kesin olarak bildikleri
şeyi yapmaya giriştiler. Böylece daha önce bilinmeyen geri zekalılıklarını ve
lisanlarının acizliğini ve kekemeliğini ortaya çıkardılar. Tecrübesiz ve âciz
bir insanın, cahil ve ahmak bir kişinin yapacağı bir şeyi yaptılar ve
bunlardan bazıları, Kur'an-ı Kerime nazire olarak şunları söylediler.
"Un Öğüttükçe
öğütenlere, hamur yoğurdukça yoğuranlara, ekmek pişirdikçe pişirenlere, tirit
yaptıkça yapanlara, lokmaladıkça lokmalayanlara yemin olsun ki...
Evet, işte bunlar
gibi, yalan olan iddialarına benzeyen bir kısım ahmak lıklarda buunmuşlardır.
Madem ki varlıkların açıklama derecelerinin üstünlükleri ve konuşma
seviyelerinin farklılıkları, daha önce beyan ettiğimiz şeylerle
gerçekleşmektedir ve zikri yüce ve isimleri kudsi olan Allah teala da hikmet sahibi
olanların en hikmetlisi ve akıllıların en akıîlısıdır. O halde, Allah'ın açıklamasının
en güzel açıklama ve onun kelamının en üstün kelam okluğu malumdur.
Allah tealanın
açıklamasının, bütün yaratıklarının açıklamasından üstünlük derecesi, bizzat
kendisinin bütün yaratıklarından üstün olma derecesi gibi-dir.Madem ki durum
böyledir ve madem ki, muhatabına, anlaşılmayacak şekilde hitabedenin sözü
tarafımızdan anlaşılmamaktadır o halde, bilinmelidir ki Allah teala,
yaratıklarından herhangi birine anlayamayacakları şekilde hitabetmez. Ancak
onların anlayacağı bir şekilde hitabeder. Ve kullarına ancak dilinden anlayacaktan
Peygamberler gönderir. Zira kendilerine Peygamber gönderilen ve ilahi vahye
muhatap olan insanlar, kendilerine konuşulanları anlamazlarsa bunlar için
Peygamberin gelmesiyle gelmemesi arasında fark yoktur. Çünkü bunlar
konuşulanlardan ve Peygamberlerden istifade edemezler. Allah teala herhangi bir
fayda sağlamayan bir hitap yaptırmaktan ve söyledikleri anlaşılamayan bir
Peygamber göndennekten münezzehtir. Çünkü insanlar olarak bizim içimizden
birinin böyle yapması bile bir eksikliktir ve abesle iştigaldir. Allah teala
ise bunlardan beri ve münezzehtir. Bu sebeple Allah teala Kur'an-ı Kerimde:
"Biz, her Peygamberi, emrolunduklarını, gönderildikleri insanlara kolayca
anlatabilmeleri için kavimlerinin diliyle gönderdik.. [23]
buyurmuştur. Yine Allah teala, Peygamberi Hz. Muhammed'e: "Diz Kur'anı
sana ancak insanlara, ihtilaf etlikleri hususların gerçeğini açıklaman için ve
iman eden bir kavme hidayet rehbere rahmet kaynağı olsun diye indirdik. [24]
buyurmaktadır. Elbette ki Kuranın ne olduğunu bilmeyen kimseyi. Kur'anla
hidayete kavuşturmak mümkün değildir. Zira kişi, doğru olduğunu bilmediği bir
yolun doğruluğunu kabul etmez. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, Allah, her
kavme gönderdiği Peygamberi, o kavmin diliyle göndermiş ve her Peygamberine
gönderdiği kitabı da, kendisine kitap verdiği Peygamberin diliyle göndermiştir.
Buradan üa anlaşılmaktadır ki, Allah tealanın Hz. Muhammed'e indirdiği Kur'an,
Hz. Muham-med'in diliyle indirilmiştir. Hz. Muhammed'in lisanı Arapça olduğuna
göre Kur'an-ı Kerimin de Arapça olduğu açıktır. Nitekim rabbimizin muhkem
kitabı da bunu söylemiştir. "Şüphesiz ki biz bu kitabi, okuyup anlamanız
için Arapça bir Kur'an olarak indirdik." [25]"Ey
Muhammed, uyarıcılardan olasın diye bu Kur'anı açık bir Arapça lisanı ile senin
kalbine, Ruhııl Emin olun Cebrail in-dirmiştir. [26]
Delillerle
söylediklerimiz açık ve seçik olduğuna göre Allah tealanın. Peygamberimiz Hz,.
Muhammed (s.a.v.)'e indirdiği kitabın ihtiva ettiği manâların, Arap dilinde
ifade edilen mânâlara uygun düşmesi sebebiyle Allah tealanın kitabı beşerin
ifade ve beyanlarından üstün ise de Kur1 anın zahirinin, Arapçanın zahirine
muvafık olması gerekmektedir. Madem ki Kur'an-ı Kerim,
Arapça'nın ifade
şekillerini ve üslubunu ihtiva etmektedir o halde Kur'an-ı Kerimde Arap
dilinin bütün özellikleri mevcuttur. Mesela, Arapçadaki icaz, ihtisar, bazı
hallerde açık ifade yerine gizli ifade, çok kelime yerine az kelime zikretme,
diğer bazı durumlarda da sözü uzatma, çok kelime zikretme, tekrar etme,
mânâları kinaye yoluyla değil açık seçik lafızlarla beyan etme, Âmm yerine Hâss
bir ifade kullanma veya Hâss yerine Âmm ifade kullanma, açık ifade yerine
kinaye, mevsuf yerine sıfat, sıfat yerine mevsuf kullanma, devrik cümîe kullanma,
cümlenin bir bölümünü zikredip tümü için yetinme, hazfedilmesi gerekeni açıkça
kullanma, açıkça kullanılması gerekeni hazfetme gibi bütün sanatlar, Hz.
Muhammed'e Alİah teala tarafından indirilmiş olan Kur'an-ı Kerim de de aynen
mevcuttur. İnşallah, biz, yeri geldikçe, Allah'tan yardım ve kuvvet alarak
bütün bunları açıklayacağız, [27]
Eğer bir kimse diyecek
olursa ki, "Sen dedin ki, Allah tealanın, yaratıklarından herhangi
birine, anlamadığı bir sözle hitabetmesi ve insanlara, anlamadıkları bir dille
konuşan Peygamber göndermesi caiz değildir. Allah insanlara, ancak anlayacakları
şeylerle hitabeder ve insanlara, ancak anlayacakları bir dille Peygamber
gönderir. "O halde sen şu sahabilerden rivayet edilen ve Arapçanm
dışındaki dillerden alındığı söylenen şu kelimeler hakkında ne dersin?
a- Ebu Musa
el-Eş'ari: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve Peygamberine iman edin
ki, Allah da size rahmetinden iki misli versin.. [28]
âyetinde geçen ve "iki misli" diye tercüme edilen kelimesinin, Habeş
lisanından alındığını ve Arapça karşılığının "İki kat" mânâsına
gelen okluğunu söylemiştir.
b- Abdullah
b. Abbas, "Şüphesiz ki gece ibadete kalkmak daha tesirli ve okumak daha
elverişlidir. [29] âyetinde geçen ve
"ibadete kalkmak" diye tercüme edilen kelimesinin Habeş dilinden
alındığını, Arapça karşılığının "Ayağa kalkma" mânâsına gelen olduğunu söylemiştir.
c- Ebu
Meysere: "Şüphesiz ki biz, Davuda, nezdimizden bir üstünlük ver dik.
"Ey dağlar ve kuşlar, Davud'la birlikte teşbih edin." dedik. [30]
âyetinde geçen ve "Teşbih edin" diye tercüme edilen kelimesinin
Habeş dilinden alındığım ve Arapça'da karşılığının "Teşbih et"
mânâsına gelen kelimesi olduğunu söylemiştir.
d- Yine
Abdullah b. Abbastan "O suçlular, arsiandan ürkmüş yaban eşekleri gibi
kaçışıyorlar. [31] âyetlerinde zikredilen ve
"Arslan" diye tercüme edilen kelimesi sorulmuş o da bu kelimenin
Arapça karşılığının "Arslan" mânâsına gelen Farsçada yine Arslan
mânasına gelen Nabticede ve Habeşçede olduğunu söylemiştir.
e- Said b.
Cü'beyr d emiştir ki: "Kureyşliler: "Bu Kur'an Arapça olmayan
dillerle ve Arapçayla inse ya." demişler Allah teala da bunların sözlerini
âyette zikrederek "Eğer biz Kur'anı yabancı bir dille indirseydik, iman
etmeyenler mutlaka "Ayetleri uzunuzadıya açıklamaydı ya Kur'an yabancı bi
dilde, indirilen ise Arap, nedir bu?" derlerdi. Ey Muhammed de ki:"
O Kur'an, iman edenlere bir hidayet rehberi ve şifadır... [32]
buyurmuş, bu âyetten .sonra da Kur'anda her dilden kelimeler indirmiştir.
Mesela ifailesindeki kelimesi Farsçadan alınıp Arupçala^tmlımştıı. Farsça aslı
ve kelimeleridir.
f- Yine Ebu
Meysere "Kur'anda her diklen kelimeler vardır." demiştir Bu ve
benzeri çeşitli rivayetler varılır. Bunlar Kur'anda, Arapça olmayan kelimelerin
bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bunlar hakkında ne dersin? diye sorulacak olursa
bunlara cevaben denilir ki "Bütün bu rivayet edilen görüşler, bizim söylediğimizin
dışında bir şey değildir. Çünkü bunu söyleyenler bu kelimeleri Kur'anm
inmesinden önce Arapların bilmediklerini söylememişlerdir ki bizim
söylediğimize muhalif bir şey olsun. Onlar, "Bu kelimenin Habeş dilinde
mânâsı şudur." "Şu kelimenin Farsçada mânâsı budur." şeklinde
konuşmuşlardır. Çeşitli milletlerin aynı kelimeyi aynı mânâda kullanmaları
yadırganmazken sadece iki milletin bir kelimeyi aynı mânâda kullanması nasıl
yadırganabilir? Mesela, bizim bildiğimiz çeşitli dillerde bir kelimenin
muhtelif milletler tarafından aynı mânâda kullanıldıkları vakidir. Mesela
dirhem, dinar, divit, kalem, kır-tas ve daha nice kelimeler mevcuttur. Bu
kelimeler Arapçada ve Farsçada aynıdır. Belki de bilinmeyen diğer dillerde de
bunlar böyledir. Şayet bir kimse bu gibi kelimelerin aslının Farsça olup Arapça
olmadığını veya Arapça olup Fars-ça olmadığını yahut bir kısmının Arapça
diğerlerinin Farsça olduğunu ya da bunların asıllarının Arap menşeli olup
yabancı dillere oradan geçtiğini yahut da bunların asıllarının Fars menşeli
olup sonradan Arapçaya intikal ettiğini söyleyecek olursa cahillik etmiş olur.
Çünkü bu kelimeler, aynı lafızla ve aynı mânâ ile iki dilde de
kullanılmaktadır. Ne Araplar bu kelimenin aslen kendilerinden çıkmasına
Farslardan daha layıktırlar ne de Farslar Araplardan daha layıktırlar. Aksini
iddia eden, iddiasının doğruluğunu ispatlayacak ve şüpheyi ortadan kaidıracak
kesin bir delile dayanmak zorundadır Binaenaleyh bize göre bu gibi kelimeler
hakkında doğru oian görüş "Bu kelimeler Arapça Farsça veya Habeşçe
kelimelerdir." diyen görüştür. İşte biraz önce kendilerinden bahsettiğimiz
ve bir kısım kelimelerin, Habeşçede veya Farsçada kullanıldığını söyleyenlerin
maksadı da budur. Çünkü bunlar, bu kelimelerin, Arapçamn dışındaki dillerde
kulla-. nıldığını söylerken, bunların Arapçada kullanılmadıklarını iddia
etmemişlerdir.
Şayet, gafd biri, bir
kimsenin iki babasının olamayacağı gibi, bir kelimenin de iki dilde bulunmuş
olamayacağını zannedecek olursa o kimse bu kanaatinde cahilce davranmıştır.
Zira, insanoğlunun soyu, Allah tealanın "Evlatlıkları kendi babalarının
adıyla çağırın. Bu Allah nezdinde daha adaletlidir... [33]
âyetinde beyan ettiği gibi tek bir kişiden gelir. Halbuki bir kelime,
kullanıldığı dile nisbet edilir. Eğer bir kelimenin, muhtelif milletlerin
dilinde aynı mânâda kullanıldığı tesbit edilecek olursa bu kelimeyi o dillerden
her birine nisbet etmekte bir mahzur yoktur. Zira o milletten hiç biri o
kelimenin kendi diline nisbet edilmesine diğerlerinden daha layık değillerdir.
Nitekim bir arazi bir dağ ile bir ovanın arasında bulunacak olsa da hem dağ hem
de ovanın havasını içinde taşıyacak olsa o araziye bir bütün olarak, ovalık ve
dağlık arazi demek mümkündür. Sadece bunlardan birine nisbet edildiğinde de
yalan söylenilmemiş olur. Bir kaç dilde kullanılan müşterek kelimeler de bu
türdendir. Kullanıldığı bütün dillere nisbet edilmesi doğru olduğu gibi bu
dillerden sadece birine nisbet edilmesi de doğrudur. "Kur'an-ı Kerimde her
dilden kelime vardır." diyenlerin maksadı da -Allah daha iyi bilir ya-
bize göre budur. Yani Kur'an-i Kerimde bazı kelimeler bulunmaktadır ki bu
kelimeler aynı mânâda diğer birçok milletlerin dillerinde kullanılmaktadır. Bu
sözü söyleyenlerin maksatlarını başka şekilde izah etmek mümkün değildir.
Çünkü Allah'ın kitabını kabul eden ve onu okuyan hiçbir akl-ı Selim sahibi
Kur'anın bir bölümünün Farsça diğer bir böiü-münün Arapça başka bir bölümünün
Nabtice veya Habeşçe olduğunu söylemesi beklenemez.
Çünkü Allah teala,
Kur'an-ı Kerimi Arapça olarak gönderdiğini beyan etmiştir. Hasılı, Seleften
"Kur'an-ı Kerimde her dilden kelime vardır." şeklinde nakledilen
sözler, Kur'an-ı Kerimde geçen bir kısım kelimeler Arapçanm dışında başka
dillerde de kullanılmaktadır." demektir. Bu kelimelerin aslen belli bir
dile mensup olup diğer bir dilde sonradan kullanıldığına dair herhangi bir
delii bulunmadığından bu gibi iddialarda bulunmak ta tutarsızdır. [34]
Taberi, Kur'an-ı
kerimin bütün kelimeleriyle Arap dilinde indiğini ispatladıktan sonra Arap
dilinin, bir çok lehçeleri kapsadığını, Kur'an-ı Kerim inerken bu lehçelerden
sadece yedi lehçe üzerine indiğini Resulullahın, bir hadis-i şerifinde bunu
beyan ettiğini, ancak Kur'an-ı Kerim tek bir mushaf haline getirilirken bu
lehçelerden sadece Kureyş lehçesinin esas alınarak Kur'anın toplanıp
yazıldığını, bu itibarla elimizde bulunan Kur'anın tek lehçe üzere tesbit
edildiğini zikretmiştir.
Taberİ bu hususta da
Özetle şunları zikretmiştir: "Söylediklerimizi anlamaya muvaffak kılınan
insanlara daha önce açıkladık ki Aziz ve Celil ulan Allah, Kur'anın tamamını
Arapça indirmiştir. "Kuranda Arapça olmayan bölümler vardır."
şeklinde iddiada bulunanların iddiaları fasittir. Şimdi ise diyoruz ki
"Kur'an tümüyle Arapça indirilmişse o, çeşitli kabilelerden bir araya
gelen Arapların bütününün lehçesiyle mi inmiştir yoksa sadece bir kısmının
lehçesiyle mi inmiştir? Vakıa şudur ki: "Şüphesiz ki biz bu kitabı, okuyup
anlamanız için Arapça bir Kur'an olarak indirdik." âyet-i kerimesi ve
benzeri âyetler, Kur'an-ı Kerimin Arapça indirildiğini beyan etmişlerdir. Bu
ifadelerden, Kur'anın Arap şivelerinden özel belli şivelerle indiğini anlamak
ta. bütün şivelerle indiğini anlamak ta mümkündür. Bizim bu hususta kesin bir
bilgiye ulaşmamız için Kur'an-i Kerimi açıklama yetkisi kentlisine verilen
Rasulullah'ın açıklamasına müracaat etmekten başka çaremiz yoktur. Bu hususta
Resulul-lah'tan, birbirini dektekieyen bir çok hadis rivayet edilmiştir.
Bunları şöylece zikretmek mümkündür.
a- Ebu
Hureyreden. Resulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kur'an yedi [35]
(lehçe) üzere indirilmiştir. Kur'an hakkında tartışmaya girmek
kâfirliktir." Pesuluilah bun» üç kere tekrar ettikten sonra şöyle buyurdu:
"Siz Kur'anılan bildiğinizle amel edin. Ondan bilmediğinizi ise bilenine
so run. [36] Diğer bir rivayette de
yine Ebu Hureyreden Resulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kur'an yedi harf
(lehçe) üzere indirilmiştir. kelimeleri bunlardandır.'[37]
b- Abdullah
b. Mes'udun da ResuluUah'm şöyle buyurduğunu rivayet ettiği nakledilmiştir.
"Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir. Her harfin zahiri ve bâtını vardır.
Yine her harfin bir sınırı vardır. Ve her sınırın da bir denetleme yeri vardır. [38]
Hadis-i Şerifte geçen "Her harfin bir sının vardır." ifadesinden
maksat şudur: Kur'anm indirildiği yedi yönden her yönünün bir sının vardır ki
bu sının Allah teala koymuştur ve hiçbir kimsenin bu sınırı aşması caiz değildir?
Mesela haramlann bir sının vardır, kimse bu sının geçemez. Hadiste geçen
"Her harfin zahiri ve bâtını vardır." ifadesinden maksat da şudur:
"Kur'anda zikredilen yönlerden her bir yönün, okunan bir zahiri vardır.
Bir de ihtiva ettiği te'vili vardır."
Yine hadis-i şerifte
zikredilen "Her sınırın da bir denetleme yeri vardır." ifadesinden
maksat ise şudur. "Allah tealanm, Kur'anda sınırlarını çizdiği helallerinin,
haramlarının ve diğer hükümlerinin belli miktarlarda sevap ve cezalan vardır.
Allah teala âhirette bunlara bakacak ve kıyamette onlan kontrol edecektir.
Nitekim Hz. Ömer bu mânâyı ifade eden bir sözünde şöyle demiştir: "Yeryüzünde
bulunan bütün san (altın) ve beyazlar (gümüşler) benim olsaydı elbette ki ben
onları âhirette denetleme ve hesaba çekilme yerinin dehşetinden dolayı feda
ederdim."
Hadis-i şerifte geçen
"Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir" ifadesi, müfes-sirler
tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir: Taberi, daha sonra da temas
edileceği "gibi, bu görüşlerden sadece biri olan "Yed harften maksat,
yedi lehçedir." görüşünü almış ve Kur'anın
yedi lehçe üzere indiğini ve günümüzde bu lehçelerden sadece birinin geçerli
olduğunu söylemiştir ki o da Zeyd b. Sabitin kıraati olan lehçedir. Ancak Übey
b. Kâ'b, Enes b. Mdik, Huzeyfetül Yeman, Zeyd b. Erkam, Semüre b. Cündeb,
Süleyman b. Suret, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Abdurrahman b. Avf, O-sman b, Affuı, Ömer b. el-Hattab, Amr
b. Ebu Seleme, Amr b. el-Ass, Muaz b. Cebel, Hişam b. Hâkim, Ebu Bek-re, Ebu
Celim, Ebu Said el-Hudri, Ebu Talha, Ebu Hureyre ve Ebu Eyyub e!-Ensari gibi
sahabilerden rivayet edilen ve mütevatir
olduğu söylenen bu hadis-i şerifin izahında Suyutinin de zikrettiği gibi, kırk
kadar görüş zikredilmiştir. [39]Bu
görüşlerden bir kısmını şu şekilde özetlemek mümkündür.
Bir kısım âlimler, bu
hadis-i şerifin, mânâsı anlaşılamayan müşkil hadislerden olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü bu hadiste zikredilen "Harf" kelimesi Arapçada
alfabe harfi, bir şeyin kenan, yön, kelime, dil ve şive anlamlarına gelmektedir.
İbn-i Sem'an en-Nehavi bu görüştedir.
Diğer bir kısım
âlimler "Buradaki yedi harften maksat, yedi yön demektir. Yani, Kur1 anın
yedi yönü vardır. Bunlarda da emirler, yasaklar, helaller, haramlar,
muhkemler, müteşabihler ve kıssalardır." demişlerdir.
Başka bir kısım
âlimlere göre buradaki yedi harften maksat, kelimenin sonundaki irabdır. Diğer
bazılanna göre, âyetlerin sonundaki hatimelerdir. Başka bir kısmına göre bir
mânânın yedi şekilde ifade edilebilmesi demektir. Bazılanna göre, kıraatlarda
imale, fetih, terkik, tefhim, tehmiz, teshü, idgam ve izhar demektir. Daha
birçok izahlar vardır. Taberi ise konuyla ilgli olarak şu hadis-i şerifleri
rivayet etmiş ve yer yer izahlarda bulunmuştur.
I-Abdullah
b. Mes'ud diyor ki:
Resuiullah bana Ahkaf
suresini okuttu. Onu başka birine de okutmuştu. O kimse Ahkaf suresinin bir
âyetinde bana muhalefet etti. Dedim ki: "Bunu sana kim okuttu?" Dedi
ki: Resuilah okuttu." Ben de ona dedim ki: "Resuiullah onu bana da
şöyle şöyle okuttu." Bunun üzerine Resuluîlaha vardım. Onun yanında bir
adam bulunuyordu. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen bana, şöyle ve şöyle
okutmamış miydin? "Resuiullah: "Evet." dedi Diğer adam da:
"Sen bana da şöyle ve şöyle okutmamış miydin?" dedi Resuiullah ona
da evet dedi ve yüzünün rengi değişti. Bunun üzerine Resulullah'm yanında
bulunan kişi (Hz. Ali) "Her-biriniz işittiği gibi okusun. Sizden önceki
ümmetler, (Peygamberlerine karşı) ihtilafa
düşmeleri'yüzünden helak olmuşlardır." dedi. Bilemiyorum ki o kişi (Hz.
Ali) bu sözü Resulullah ona emretti de mi bize söyledi? Yoksa kendi tarafından
mı söyledi? [40]
2- Yine
Abdullah b. Mes'ud diyor ki:
"Kur'an-ı Kerimin
surelerinden birinin hakkında tartıştık. Ayetlerin otuz beş veya oîuz altı
oldğunu söyledik. Sonra Resulullah'a gittik. Ali'nin ona gizli bir şeyler
söylediğini gördük. Dedik ki: "Bizkıraaîîa ihtilaf ettik." Bunun
üzerine Resulullah'm yüzü kızardı ve Ali dedi ki: "Resulullah. bildiğniz
gibi okumanızı emrediyor. [41]
3- Zeyd b.
Erkam diyor ki: "Bir adam Resulullah'a geldi ve ona: "Abdullah b.
Mes'uü bana, Zeydin ve Übey b. Kâ'bın daha önce okutmuş oldukları bir sureyi
okuttu. Onların kıraatlan birbirinden farklı. Ben hangisinin kıraatini alayım?"
dedi. Resulullah cevap vermeyip sustu. Yanında da Alt bulunuyordu. Ali:
"Herkes öğrendiği gibi okusun. Hepsi de güzeldir, hoştur." detli. [42]
4- Ömer b. el-Hattab diyor ki:
"Resulullah hayattayken
Hişam b. Hâkimin, Furkan suresini okuduğunu işittim. Onun okumasına iyice kulak
verdim. Bir de baktım ki o, ResuluTlah'm bana okutmadığı bir çok lehçe üzere
okuyor. Ben nerdeyse namazda olduğu halde üzerine atılacaktım. Fakat selam
verinceye kadar1 sabrettim. Selam verince yakasından tutup çektim ve dedim ki:
"Okuduğunu işittim. Bu sureyi sana kim okuttu?" Dedi ki: "Onu
bana Resulullah okuttu." Dedim ki: "Yalan söylüyorsun. Resulullah onu
bana, senin okuduğundan farklı bir şekilde okuttu. Ben onu tutup Resulullah'a
götürdüm ve dedim ki: "Ben bunun, Furkan suresini senin bana okutmadığın
bir çok harfler üzere (lehçeler) üzere okuduğunu işittim." Resu-İullah:
"Onu bırak," dedi ve devamla buyurdu ki: "Oku ey Hişam." O
da kendisinden işittiğim kıraat şekliyle okudu. Resulullah buyurdu ki:"Bu
sure bu şekilde indirildi." Sonra bana: "Ey Ömer sen de oku."
dedi. Ben de Resulullah'm bana okutmuş olduğu şekliyle okudum. Resulullah
buyurdu ki: "Bu sure bu şekilde indirildi. Şüphesiz ki bu Kuran yedi harf
üzere indirildi. Siz, ondan kolayınıza geleni okuyun[43]
Diğer bir rivayette şunlar zikredilmektedir: Bir kişi, Ömer b. el-Hattab'ın
yanında Kur'an okumuş. Hz. Ömer'de onun okuyuşunu düzeltmek istemiştir. Bunun
üzerine Kur'an okuyan kişi, "Ben bunu Resulullah'a okudum. O, bir
değişiklik yapmadı." demiştir. Resulullah'm yanma varıp, ihtilaflarını ona
bildirmişler ve Kur'an okuyan kişi "Ey Allah'ın Resulü, şu ve şu âyetleri
sen bana okumadın mı?" diye sormuş Resulullah'da "Evet." demiştir.
Bunun üzerine Hz. Ömer'in kalbine bir şeyler gelmiş Resulullah da Ömer'in yüzünden
bunu anlamış ve onun göğsüne vurarak şöyle buyurmuştur: "Şeytanı kendinden
uzaklaştır. Şeytanı kendinden uzaklaştır. Şeytanı kendinden uzaklaştır. Ey
Ömer, Kur'amn hepsi doğrudur? Yeter ki rahmet âyetini azap âyeti yerine azap
âyetini de rahmet âyeti yerine koyma. [44]
Başka bir rivayette de Resu lullah Ömere şöyle demiştir: "Kur'an yedi harf
üzere indirilmiştir. Hepsi de Şâfi (Şifa verici) ve kâfi (yeterli)dir[45]
5- Alkame en Nehai diyor ki: "Abdullah b.
Mes'ud, Küfeden ayrılırken onu uğurlamak için arkadaşları yanına
toplanmışlardı. Abdullah b. Mes'ud onlarla vedalaşırken şunları söyledi:
"Sakın Kur'an hakkında tartışmayın. Çünkü Kur'an, birbiriyle çelişmeyen,
yok olmayan ve çokça tekrar edilmekten dolayı değişikliğe uğramayan bir
kitaptır. Şüphesiz ki İslamın şer'î hükümleri, cezalan ve farzları onda
aynıdır, değişmez. Şayet Kur'anın kıraat şekillerinden biri, diğerinin
emrettiğini yasaklar mahiyette olsaydı işte o zaman Kur'anda ihtilaf olurdu.
Fakat durum böyle değildir. Kur'an bütün kıraati an içermektedir. Bununla
birlikte cezalarda, frazlarda ve İslam'ın diğer hükümlerinde herhangi bir
farklılık yoktur. Öyle zamanlar olmuştur ki, biz Kur'anın okunması hususunda
Resulullah'm yanında tartışıyorduk. O da bize okumamızı emrediyor biz de
okuyorduk. Dinledikten sonra hepimizin güzel okuduğunu söylüyordu. Eğer ben,
Allah'ın, Peygamberine indirdiği bu Kur'am benden daha iyi bilen birini bilmiş
olsam mutlaka onu arar bulur ve onun bilgileriyle kendi bilgilerimi artın-rım.
Ben, Resulullah'm lisanından yetmiş sure okudum. Ben, her yıl Ramazan ayında
Kur'anın, ResuhıHah'a okutulup dinlendiğini, nihayet vefat ettiği yılda bunun
iki kere yapıldığını biliyordum. Resulullah, Kur'an'ın, kendisine okutulup dinlenmesinden
sonra ben onu okuyordum. O da bana, güzel okuduğumu söylüyordu. Kim benim
kıraatim üzere okuyacak olursa sakın ondan yüzçevirerek bırakmasın. Yine kim de
Kur'am, bu kıraatlardan biri üzere okuyorsa ondan yüzçevirerek bırakmış
olmasın. Zira Kur'andan bir âyet inkâr eden kimse onun tümünü inkâr etmiş olur.
[46]
6- Abdullah
b. Abbas diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Cebrail bana Kur'am bir harf üzere okuttu. Ben
Cebraile bir talepte bulundum. Ben ondan, kıraati arı artırmasını işitiyordum.
O da artırıyordu. Nihayet yedi harf üzere okunmasına kadar ulaştı. [47]
İbn-i Şihab ez-Zühri bu hadisin izahında şöyle demiştir: "Bana ulaştığına
göre buradaki yedi harften maksat, tek bir mesele hususunda yedi lehçedir. Bu
kıraatlar helal ve haramı değiştirmeyen kiraatlardır.
7- Ümmi
Eyyub, Resulullah'm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kuran yedi harf
üzere inmiştir hangisini okursan senin için yeterli-dir; [48]
8-Übeyb.
Kâ'b diyor ki:
"Ben, bir adamın
Kur'an okuduğunu işittim. Dedim ki "Bunu sana kim okuttu?" Dedi ki:
"Resulullah okuttu." Dedim ki: "Haydi ResuluUah'a gidelim."
ResuIuİlah'a gittim ve dedim ki: "Sen şunun okumasını iste," Bunun
üzerine Resulullah "Oku" dedi. Adam okudu. Resulullah: "Güzel
okudun." dedi. Ben de dedim ki: "Sen bana şöyle şöyle okutmamış
rmydın?" Resulullah: "Evet, sen de gjzel okuyorsun." dedi. Ben
de elimle işaret ederek: "İkimize de "İyi okudun."
diyorsun." dedim. Bunun üzerine Rusuluilah, eliyle göğsüme vurdu sonra
buyurdu ki: "Ey Allah'ım, sen, Übey'den şüpheyi gider." Bunun üzerine
benden bir ter boşandı içim korkuyla doldu ve Rasulullah buyurdu ki: "Ey
Übey, bana iki melek gelmişti. Biri bana "Sen Kur'anı bir harf (lehçe)
üzere oku." dedi. Diğeri ise "Artırmasını iste." dedi. Dedim ki:
"Artır." bunun üzerine o melek dedi ki: "İki harf (lehçe) üzere
oku." diğer melek dedi ki: "Artırmasını iste." Dedim ki:
"Artır" yine o melek dedi ki: "Üç harf (lehçe) üzere oku."
Diğer melek te dedi ki: "Yine artırmasını iste." dedim ki:
Artır." O melek: "Dört harf (lehçe) üzere oku." dedi. Diğer
melek: "Artırmasını iste." dedi. Dedim ki: "Artır." O melek
dedi ki: "Beş harf (lehçe) üzere oku. "Diğer melek dedi ki:
"Artırmasını iste. "Ben de "Artır." dedim. O melek te
"Altı harf (lehçe) üzere oku." dedi. Diğer melek "Artırmasını
iste." dedi. O melek te "Yedi harf (lehçe) üzere oku. Kitfan yedi
harf (lehçe) üzere inmiştir." dedi. [49]
9- Übey b.
Kâ'b yine diyor ki:
Benim Müslüman
olmamdan itibaren şu hadise dışında, göğsümü hiçbir şey tırmalamamış!!. Hadise
şöyle olmuştu: "Ben bir âyet okudum, başka biri de o âyeti benim okuduğum
kıraatin dışında bir kıraatla okudu. Ben ona dedim ki: "Bu âyeti bana
Resulullah (s.a.v) okuttu." O adam da: "Bu âyeti bana da Resıı-İuilah
okuttu." dedi. Bunun üzerine Resulullaha vardım ve ona: "Ey Allah'ın
Peygamberi, şu ve şu âyeti sen bana şöyle ve .şöyle okutmadın mı?" dedim.
"Resulullah "Evet." dedi. O adam da Resulullah'a: "Sen
bana da şöyle ve şöyb okutmadın mı?" dedi. Resulullah: "Evet."
dedi ve devamla şöyle buyurc'u: "Cebrail ve Mikâil (a.s.) bana geldiler. Cebrail
sağ tarafıma Mikâil de sol ta afıma oturdular. Cebrail (a.s.) dedi ki:
"Sen, Kur'anı bir harf üzere oku. "Mikâil de bana dedi ki:
"Cebrailin artırmasını iste. Cebraüin artırmasını iste... Nihayet Cebrail
yedi harfe (kiraata) kadar ulaştı. Her kıraat safi (şifa veren) ve Kâfidir
(yeterlidir) [50]Bu hadis-i şerifin son
bölümü, diğer bir rivayette şöyledir:
"Bukiraptlardan
hiçbiri yoktur ki, onlar, şâfı ve kâfi olmasın. Senin demen bu kıraatlardandır.
Yeter ki azap âyetini rahmet âyetiyle rahmet âyetini de azap fıyetiyle bitirme. [51]
10- Übey b.
Kâ'b başka bir rivayette diyor ki:
"Resulullah, Merv
taşları yanında Cebrail ile karşılaştı ve ona: Ey Cebrail, ben, okur yazarlığı
olmayan bir ümmete Peygamber olarak gönderildim. Onların içinde yaşlı kadın.,
yaşlı erkek, genç erkek, çocuk, kız çocuğu ve hiçbir şey okumamış erkekler
bulunmaktadır." Cebrail de dedi ki: "Ey Muhammed, şüphesiz ki Kur'an,
yedi harf (kıraat) üzere indirilmiştir. [52]
ll- Übeyb.
Kâ'b diyor ki:
"Bir gün ben
Mescide gitmiştim. Bir adam gelip namaz kılmaya başladı. Namazda, okuduğu
kıraatini yadırgadım. Sonra başka bir adam geldi. O da başka bir kıraatla
okudu. Biz, namazı bitirince hep birlikte Resuluîlah'ın yanına vardık.
Resuhıllah'a dedim ki: "Bu adam, benim,yadırgadığım bir kiraatla Kur'an
okudu. Diğeri sonra gelip o da daha başka br kıraatla okudu. "Bunun
üzerine Resulullah; onlara okumalarını emretti. İkisi de okudu. Resulullah
ikisinin de okuma şeklini güzel buldu. Bunun üzerine, içime öyle bir yalanlama
duygusu düştü ki ben, cahiliye döneminde bile böyle bir duyguya kapılmamıştım.
Resulullah (s.a.v.) beni kaplayan bu hali görünce göğsüme vardu. Benden öyle
bir ter boşandı ki, sanki ben, korkumdan Allah'ı gözümün önünde görüyormuşum
gibi oldum. Resulullah bana, "Ey Übey, Kuranı bir harf (kıraat) üzere okumam
için emir gönderildi. Ben bu emir üzerine rabbime baş vurarak "Ümmetime
Kuranı okumayı kolaylaştır." dedim. Bana, iki harf (kıraat) üzere okumam
emri geri gönderildi. Tekrar ben, rabbime baş vurdum ve "Ümmetime Kur'an
okumayı kolaylaştır." dedim. Daha sonra bana yedi harf (kıraat) üzere
okumam için emir geri gönderildi ve bana denildi ki: "Bana her müracaat
etmene karşılık sana, isteyeceğin bir dileğin verilecektir." Ben de dedim
ki: "Ey Allah'ım, sen ümmetimi affet, ey Allah'ım sen ümmetimi
affet." Üçüncü isteğimi ise, bütün yaratıkların ve hatta İbrahim (a.s.)'m
Bana başvuracakları (benim şefaat etmemi isteyecekleri) güne bıraktım." [53]
12- Übey
diyor ki:
"Resulullah Gifar
oğullarına ait bir gölün kenarında bulunuyordu. Ona, Cebrail (a.s.) geldi ve
ona dedi ki: "Allah sana emrediyor ki "Ümmetin Kur'anı bir harf
(lehçe) üzere okusun." Resulullah dedi ki: "Ben, Allah'tan afiyet ve
mağfiret dilerim. Şüphesiz ki ümmetimin buna gücü yetmez..." Cebrail
Resulul-lah'a ikinci defa geldi ve dedi ki: "Allah sana emrediyor ki,
ümmetin Kur'anı iki harf (lehçe) üzere okusun." Resulullah dedi ki:
"Ben, Allah'tan afiyet ve mağfiret dilerim. Şüphesiz ki ümmetimin buna
gücü yetmez." Sonra Cebrail üçüncü defa ona geldi ve dedi ki: "Allah
sana emrediyor ki" Ümmetin Kur'anı.üç harf (lehçe) üzere okusun."
Resulullah dedi ki: "Ben Allah'tan afiyet ve mağfiret diterim. Şüphesiz ki
ümmetim buna güç yetiremez." Sonra Cebrail Resulullah'a dördüncü defa
geldi ve ona dedi ki: "Allah sana emrediyor ki, ümmetin Kur'anı yedi harf
(lehçe) üzere okusun. Onlar hangi harf (îehçe) üzere okuyacak olurlarsa isabet
etmiş olurlar." [54]
13- Ebu
Bekre, diyor ki:
Cebrail Resulullah'a
goidi ve ona: dedi ki: "Ey Muhammed, sen Kur'am bir harf üzere oku."
Mikfüi dedi ki: "Artırılmasını iste." Resululiah da artırılmasını
istedi. Cebrail dedi ki: "Sen onu iki harf üzere oku." Mikâil dedi
ki: "Artırılmasını iste. Resulullah'da artırılmasını istedi. Cebrail de
onu yedi harfe (lehçeye) ulaşıncaya kadar artırdı ve dedi ki: "Hepsi de şâfi
ve kâfidir. Yeter ki azap âyetini rahmet âyetiyle, rahmet âyetini de azap
âyetiyle bitirmiş olma. Bu kıraati ar senin
= Gel,=Yönel, Haydi, deme» veya Git, = Koş, = Acele et demen gibi
ifadelerdir. [55]
14- Ebu
Cüheym diyor ki:
"İki adam,
Kur'an-ı Kerimin bir âyeti hakkında ihtilaf etti. Birincisi dedi ki: "Ben
bunu Resulullah'tan öğrenip aldım." Diğeri de "Ben de bunu
Resuluİ-lah'tan öğrenip alüım." dedi. İkisi de Resuİullah (s.a.v.)den
sordular. O da buyurdu ki: "Kuran yedi harf üzere okunur. Kur'anda tartışmaya
girmeyin. Çünkü
Kur'anda tartışmaya
girmek inkâra düşmektir[56]
15- Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Resululiah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Bana Kur'am yedi harf (lehçe) üzere okumam
emredildi. Hepsi de kâfi ve Safidir." [57]
16- Ebu
Hureyre diyor ki: Resululiah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu
Kur'an yedi harf (lehçe) üzere indirilmiştir. Siz onu okuyun.Bunda size bir
zorluk yoktur. Fakat, rahmetin arkasından azabı anarak ve azabın arkasından da
rahmeti anarak âyeti tamamlayın. [58]
Bu hususta Taberi
özetle şunları zikretmektedir. "Arap şivelerinin yediden fazla oldüğ
muhakkaktır. Hatta sayılamayacak kadar çoktur. Resululiah, Kur'anm bu
şivelerden sadece yedisiyle indiğini beyan etmiştir. Hadis-i şeriflerde geçen
"Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." ifadesinden maksat da,
Kur'anm yedi lehçe üzere indiğini bildirmektir. Şayet denilecek olursa ki
"Bu ifadenin, Kur'anm yedi lehçe üzere indiğini beyan ettiğine dair
delilin nedir? Çünkü senin bu izahına karşı çıkanlar, bu ifadeyi şöyle izah
etmişlerdir: Kur'an yedi yönde indirilmiştir. Onlar da emirler, yasaklar,
teşvikler, korkutmalar, kıssalar, örnekler vb. şeylerdir. Ayrıca bu gibi
izahlar da ümmetin geçmişlerinden ve âlimlerin seçkinlerinden
nakledilmiştir?" Cevaben denilir ki: Kur'anm yedi yönle indiğini
söyleyenler, bizim Kur1 anın yedi şive üzere indiğini söylememize, zannettiğin
gibi ters bir şey söylememişler ve bizim zikrettiğimiz haberi senin söylediğin
gibi te'vil etmemişler, sadece Kur'anm yedi vecih üzere indiğini söylemişlerdir
ki, bu da doğrudur. Biz, onların söylediklerini ifade eden haberleri
Resulullahtan ve sahabelerinden kısmen naklettik. Yeri geldiğinde de geri kalanın
tamamını nakledeceğiz. Daha önce zikrettiğimiz ve onların bu yorumunu doğruluyan
haberlerin biri de Übey b. Kâ'bdan gelen şu haberdir. Übey, Resu-lullah'ın
şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Ben Kur'am, cennetin yedi kapısından,
yedi harf üzere okumakla emrolundum." [59]
Buradaki yedi harften maksat, daha önce de izah ettiğimiz gibi, yedi lehçedir.
"Cennetin yedi kapısı'ndan maksat ise Kur'anm ihtiva ettiği emirler,
yasaklar, teşvikler, korkutmalar, kıssalar ve misallerdir. Bunlara
"Cennetin kapılan" denmesinin sebebi, kişinin bunlarla amel ettiği
takdirde cenneti kazanması d ir. Görüldüğü gibi, Selef âlimlerinden bu gibi
te'villerde bulunanlar, Allah'a hamdolsun ki bizim söylediğmize muhalif bir şey
söylememişlerdir. Bizim, hadiste zikredilen "Yedi harften masadın
"Yedi lehçe'-1 ve "Yedi
kıraat" olduğunu söylememiz bu hususta Ömer b. El-Hattab, Abdullah b.
Mes'ud, Übey b. Kâ'b ve diğer sahabilerden rivayet edildiği sabit olan sahih
haberlere dayanmasındandır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu gibi sahabiler,
Kur'an-ı Kerimin, mânâsında değil okunuşunda ihtilaf etmişler ve bu ihtilaflarını
gidermek üzere Resulullah'a başvurmuşlar Resulullah da herbirine Kur1 an
okutmuş ve farklı kıraatlannı uygun bulmuştur. Öyle ki onlardan bazıları
Resulullah'ın muhtelif kıraatlan uygun görmesini yadırgamış, içine vesvese
girmiş ve şüpheye düşmüştür. ResuluUah da, onlardan şüpheye düşenlerin
şüphesini gidermek için "Allah bana, Kur'am yedi harf üzere okumamı
emretti." buyurmuştur. Elbette ki birbirleriyle ihtilaf eden sahabileri,
okudukları kıraatlann ifade ettiği, helal, haram, vaad tehdit vb. hükümleri
hakkında tartışmamışlardır. Şayet bunu yapmış olsalardı Resulullah'ın,
herkesin görüşünü tasvip etmesi imkânsız olurdu. Çünkü bu takdirde, Allah
tealanın, bir kıraatin ifadesine göre bir şeyi farz kılmış olması diğer bir
kıraatin ifadesine göre de onu yasaklamış olması başka bir kiraatın ifadesine
göre de onu mubah kılmış olması gerekirdi ki bu da Allah tealanın, hikmet dolu
kitabında beyan buyurduğu şu âyet-i kerimeye ters düşerdi. "Kur'anı
düşünmüyorlar mı? Eğer Kur'an, Allah'tan başkası tarafından indirilmiş
olsaydı, onda birbirine zıt olan bir çok şey bulurlardı*44^ Allah tealanın,
kitabında böyle bir şey olmadığını beyan etmesi, Muhammed (s.a.v.)'in diliyle
indirilmiş olan kitabının bütün hükümlerinin, tüm yaratıkları için aynı
olduğunu, yaratıklarından bir kısmına başka, diğer bir kısmına başka
olmadığını göstermektedir ve yine bu, bizim "Kur'an yedi harf üzere
inmiştir." ifadesini "Yedi lehçe" şeklinde izah etmemizin
doğrulunğu ortaya koymaktadır ve bizim görüşümüzün aksine "Bundan maksat,
yedi ayrı mânâdır." diyenlerin iddialarını çürütmektedir. Zira, Kur1 anın
okunuşunda ihtilaf edenler. Resulullah'a vardıklarında, Resulullah onlann
okuyuşlarının hepsini tasvip etmiştir. Şayet Resulullah'ın, onlann kıraat
şekillerini değil de kıraatla-nndan anlaşılacak farklı manâları tasvip ettiği
söylenecek olursa, Resulullah'a, Allah tealanın, kitabında olmadığını
biidirdiği bir şeyi isnad etmek olur ki bu da bâtıldır. Halbuki Resulullah'ın
bir şey hakkında, birbirine zıt iki hüküm verdiğine dair veya ümmetine böyle
birşeyi yapmalarına izin verdiğine dair herhangi bir delil yoktur. Tam aksine
dair delil vardır. Evet, bütün bunlardan anlaşılıyor ki "Kuran yedi harf
üzere inmiştir." ifadesinden maksat. Kur'an Arap lehçelerinden yedi lehçe
üzere inmiştir. Bu lehçelerden hangisiyle okunursa Kur'anın ifade ettiği manâ
değişmez. Bu sebeple Resulullah, Kuranı çeşitli lehçelerde okuyup ta,
birbirleriyle tartışmaya giren sahabilerinden her birinin kıraat şeklini doğru
bulmuş ve güzel olduğunu söylemiştir. Diğer yandan, Kur'an-ı Kerimin okunuşu
hakkında birbirleriyle tartışan ve Rsulullah'a başvuran sahabilerin hepsi
Allah tealanın, kitabında dilediği emir ve yasaklan zikredebileceğine ve dilediği
vaad ve tehditlerde bulunabileceğine inanmış ve boyun eğmişlerdir. Anıkonlann,
bir kısım hükümlere karşı çıkarak birbirleriyle tartışmış olmaları düşü
nülemez. Onların sadece bir kısım kelimelerin okunuşlannda ve lehçelerin farklı
oluşlannda tartışmalar mümkündür. Ayrıca, Kur'an okuyan sahabilerin
tartış-malarının, sadece Kur'amn kıraati hakkında olduğunu, Resul ullah'tan
zikrettiğimiz şu haber, bir Nass olarak göstermektedir. Ebu Bekre diyor ki
Resuluîlah'a
"Cebrail (a.s.)
geldi ve dediki: "Ey Muhammed, "Sen Kur'anı bir harf üzere oku."
Mikâil dedi ki: Artırılmasını iste. "Resululah da artırılmasını istedi.
Cebrail de dedi ki: "Sen onu iki harf üzere oku." Mikali dedi ki:
"Artırılmasını iste." Resulullah da artırılmasını istedi. Cebrail de
onu yedi harfe (lehçeye) ulaşıncaya kadar artırdı ve dedi ki: "Hepsi de Safi
ve Kâfidir. Yeter ki azap âyetini rahmet âyetiyle rahmet âyetini de azap
âyetiyle bitirmiş olma. Bu kıraatlar senin = Gel, =Yörel, = Haydi, demen veya =
Git, = Koş ve - Acele et. demen gibi ifadelerdir. [60]
Evet, bu haber açıkça gösteriyor ki, üzerinde ihtilaf edilen yedi harften
maksat, yedi kıraattir ve gibi mânâları aynı fakat lafızları farklı olan
kelimelerin farklı şekilleridir. Yoksa muhtelif hükümleri gerektiren mânâların
ihtüaf; değii-dir. Selef ve halef âlimleri de bu ihtilafı bu şekilde izah etmişlerdir.
a- Abdullah
b. Mes'udun şunları söylediği rivayet edilmiştir: Ben, Kurra-ian dinledim,
onlan birbirlerine yakın buldum. Sizler, Öğrendiğiniz gibi okuyun. Taassuptan
kaçının. Zira bu kıratlar, sizden birinizin = Haydi, Gel demesi gibidir.
Abdullah b. Mes'ud
diğer bir rivayette de şöyle demiştir: "Sizden kim Kur'anı bir harf üzere
okuyacak olursa onu bırakıp başkasına dönmesin. Şayet Allah'ın kitabım benden
daha iyi bilen birisini tanımış olsaydım, mutlaka onun yanına vanrdırn."
Taberi diyor ki:
"Elbette ki, Abdullah b. Mes'ud" Sizden kim, Kur'anı bir harf üzere
okuyacak olursa, onu bırakıp başkasına dönmesin." sözüyle, "Sizden
kim: Kur'andaki emir ve yasağı okuyacak olursa onu bırakıp ta vaad ve tehdidi
okumasın. Kim de Kur'andaki vaad ve tehdidi okuyacak olursa onu bırakıp
kıssalan ve misalleri okumasın." demek istememiştir. Fakat o bu sözüyle
"Kim, Kur'anı bir kıraat üzere okursa o kıraati bırakıp ta diğer kıraat
ile okumasın." demek istemiştir. Nitekim Araplar, bir kişinin kıraatına da
"Harf derler. Alfabe harflerinden birine de "Harf1 derler. Yani demek
istemiştir ki: "Kim, Übey b. Kâ'bın kıraatiyla veya Zeyd b. Sabitin
kıraatıyla yahut Resulullah'ın sahabilerin-den herhangi birinin okuduğu yedi
kıraattan biriyle Kur'anı okuyacak olursa, bu kıraati hoş görmeyerek terkedip
başka bir kiraata geçmesin. Zira bu kıraaîlardan bir kısmını inkâr etmek,
tümünü inkâr etmek gibidir.
b- A'meş
diyor ki: "Enes b. Mâlik şu âyet-i kerimeyi "Şüphesiz ki gece ibadete
kalkmak daha tesirli, okumak daha isabetli [61] şeklinde
okumuş bir kısım insanlar da ona "Ey Ebu Hamza, âyetin sonu ( 'ya (yî )
şeklindedir." demişler o da kelimeleri hep aynı şeyi ifade ederler."
diye cevap vermiştir.
c- Leys,
Mücahid'in, Kur'anı beş harf üzere okudğunu rivayet etmiş. Salim, Said b. Cübeyrin,
iki harf üzere okuduğunu rivayet etmiş, Muğire de, Yezid b. Veüciin, üç harf
üzere okuduğunu rivayet etmiştir.
Taberi diyor ki:
"Şimdi Resulullah'ın "Kur'an yedi harf üzere inmiştir." hadisini
"Kur'an emir, nehiy, vaat, tehdit, mücadele, kıssa ve misal olmak üzere
yedi vecih üzere inmiştir." şeklinde te'vil etmeye kalkan kimse ne
diyecektir? Mücahidin, bunlardan sadece beşini, Said b. Cübeyrin ikisini ve
Yezid b. Veli-din de ifçünü okuduğunu mu söyleyecektir? Şayet bunu iddia edecek
olursa bu gibi zatların, Kur'an hakkındaki bilgileri ve ihtisasları hususunda,
onlara isnadı doğru olmayan bir tahmine girişmiş olur. Zira bunlar, Kur'anı çok
iyi bilen kişilerdir.
d- Muhammed
b. Kâ'b diyor ki: "Bana anlatıldığına göre Cebrail ve Mi-kail Resulullah'a
gelmişler ve Cebrail Resuluiiah'a "sen Kur'anı iki harf üzere oku."
demiş Mikâil de ona: "Artırılmasını iste." demiştir. Bunun üzerine
Cebrail: "Sen Kur'anı üç harf üzere oku." demiş Mikâil de yine
Resulullah'a: "Sen onun. artırılmasını iste." demiş, nihayet yedi
harfe kadar artırmıştır. Muhammed b. Kâ'b diyor ki: "Bu kıraatlar, helalin
haramın, emirin ve yasağın değişmesine yol açmayan kıraatlardır. Bunlar, senin gibi
ayrı kelimelerle aynı mânâyı ifade eden sözlerin gibidir. Mesela, bizim
kıraatımızda şu âyet,
şeklindedir. Abdullah
b. Mes'udun kıraatında ise şeklindedir. (Burada geçen kelimesi de kelimesi de
aynı mânâdadır ve "Çığlık atmak" demektir.
e- Şuayb
diyor ki: "Ebul Âliyenin yanında bir kişi Kur'an okuduğunda Ebul Âliye ona
"Bu senin okuduğun gibi değildir." demiyor, ona "Ben de bu âyeti
şöyle ve şöyle okuyorum." diyordu. Ben, Ebul Âliyenin bu durumunu İbrahim
en-Nahaiye anlattım. O da dedi ki: "Sanırım ki arkadaşın "Kim,
Kur'anın okunduğu bir kıraati inkâr edecek olursa, onun tümünü inkâr etmiş olur."
sözünü duymuştur.
f- Said b.
el-Müseyyeb demiştir ki: "Allah tealanın" şüphesiz biz, kâfirlerin,
"Bu Kur'anı Muhammed'e bir adam öğretiyor." dediklerini çok iyi biliriz"[62]
âyetinde zikrettiği "Bir adam'ın fitneye düşmesine sebep şuydu: O kişi,
Resulullah'a gelen valiyi yazıyordu. ResuluIIah ona sonlarında veya gibi
ifadeler bulunan âyetleri yazıdırdıkîan sonra vahyin indiği anda çok meşgul
oluşundan dolayı âyeti yazdırdığı kimseye daha sonra da âyetin sonu miydi yoksa
yahut miydi? diye soruyor, onun ne yazdığını böylece kontrol etmiş oluyordu.
Ve onun yazdığına "Tamam senin yazdığın gibi" diyordu. İşte bu durum
bu kişiyi fitneye düşürdü ve o, kendi kendine "Muhammed bu işi bana
bıraktı. Ben dilediğimi yazayım." diyordu. Said b. el-Müseyyebin anlattığına
göre işte âyet sonlarındaki bu gibi ifadeler yedi kiraattandır.
g~ İbrahim
en-Nehai Abdullah b. Mes'udun şöyle dediğni rivaeyt etmiştir: "Kim
Kur'andan bir kıraat şeklini veya bir âyeti inkâr edecek olursa şüphesiz ki
onun tümünü inkâr etmiş gibi olur. Kuranın yedi harf üzere inmesi demek, ondaki
bir kelimenin mânâsının, eş anlamda yedi kelimeyle ifade edilebilmesi demektir.
"Gel" emrinin "Bana", "Seni kastediyorum"
"Bana doğru," Yakınıma, gibi kelimelerle ifade edilebilmesi buna
misaldir. Yoksa "Kur'an yedi harf üzere indi." ifadesi, ondaki
herhangi bir kelimenin yedi şekilde okunması demek değildir. Keza Arapların
yedi lehçesi, Kur'anın çeşitli yerlerine dağıtılmış demek değildir.
Taberi diyor ki:
"Eğer bir kimse diyecek olursa ki: "Madem ki Resulullah'ın,
"Kur'an yedi harf üzere indirildi." sözünün te'vili senin izah
ettiğin ve lehine deliller gösterdiğin gibidir, o halde sen bize Allah'ın
kitabında, yedi lehçeye göre okunmuş olan bir yer bul da biz de bununla senin
sözünün doğru okluğuna kanaat getirelim.
Şayet böyle bir şey
bulamayacak olursan Resulullah'ın bu sözünü "Kur'an yedi mânâ (ifade
şekli) ile inmiştir. Bunlar da emir, nehiy, vaad, tehdit, mücadele, kıssa ve
misallerdir." şeklinde yorumlayan görüşün doğru olduğu, senin görüşünün de
fasit olduğ ortaya çıkar. Veya cevaben diyeceksin ki: "Yedi kıraat, Arap
kabilelerinden yedi kabilenin şivesidir. Bu şiveler Kur'anın tümüne yayılmış
durumdadır. "Sen bu sözünle meseleye dikkatla bakmayan kimselerin söylediği
sözü söylemiş olacaksın ki bunun da fasit bir söz olduğu, akıl sahibi bir
insana uzak değüdir. Bu sözün yanlışlığı hemen anlaşılır. Zira sen, Hz. Ömer,
Abdullah b. Mes'ud, Übey b. Kâ'b gibi sahabilerden hadisler rivayet ederek
Kur'an-ı Kerimin yedi harf üzere indiği ifadesini, Kur'anın yedi lehçe üzere indiği
şeklinde yorumlamış oldun." Eğer yedi kıraat Kur'anı kerimin çeşitli yerlerine
yayılmış ve tesbit edilmişse arlık bunlar hakkında sahabilerin ihtilaf etmemeleri
gerekir. Dolayısiyle sahabilerden nakledilen haberlerin sıhhatsız olması
icabeder. Zira öğretici aynı ve bilgi de aynı olduğu halde öğrencilerin ihtilaf
etmeleri beklenmeyen bir şeydir. Yani Kur'anı okuyanlar onun hangi bölümü,
Araplardan kimlerin lehçesiyle inmişse onu o lehçe ile okur. böylece ihtilaflara
da mahal kalmazdı. Halbuki senin zikrettiğin haberlerde sahabilerin Kur'anı
okurken birbirleriyle ihtilaf ettikleri ve neticede Resulullah'a başvurdukları,
Resulullah'ın da herbirini dinledikten sonra hepsinin kıraatim da hoşgördü-ğü
zikredilmektedir. Bu da gösteriyor ki yedi lehçe, Kur'anın çeşitli taraflarına
dağıtılmış ve Kur'anın bir kısmı bir lehçeyle diğer bir kısmı başka bir
lehçeyle inmiş ve öylece tesbit edilmiş değildir.
Taberi diyor ki:
"Bu soruyu yöneltene cevaben denilir ki: "Kur'anın yedi harf Üzere inmesinin
mânâsı, senin anlamış okluğun bu iki şekilde de değildir. Bunun mânâsı,
Kur'andaki herhangi bir mânâyı eş anlamda yedi kelimeyle ifade etmektir.
Böylece mânâ bir fakat kelimeler farklı olur kelimelerinde olduğu gibi. Eğer
diyecek olursa ki: "Sen, Allah tealanın kitabının neresinde bir yer
bulabilirsin ki farklı lafızlarla yedi şivede .okunmuş fakat bu lafızların
mânâsı da aynı olmuştur'? Böylece biz de senin, hadisi yorumlama şeklini kabul
etmiş olalım." Cevaben denilir ki: "Biz bugün böyle bir şeyin
mevcudiyetini iddia etmiyoruz. Biz sadece Rsulullahın: "Kur'an yedi harf
üzere indirilmiştir." ifadesini, yukarda zikredilen haberlere dayanarak bu
şekilde yorumluyor, muhaliflerimizin yorumladığı gibi yorumlamıyoruz. Eğer
diyecek olursa ki "Şayet mesele senin anlattığın gibiyse yedi kıraattan
diğer altı kıraat niçin mevcut değildir? Halbuki Resulullah bunları
sahabilerine okutmuş, onların bu kıraatlan okumalarım emretmiş ve Allah teala
da bu kıraatları bizzat tavafından indirmiştir. Yedi kıraatin bu altı kıraati
neshedilip ortadan kaldırılmış mıdır? Eğer böyleyse buna dair delil nedir?
Yoksa bu altı kıraat, muhafaza edilmeleri emredildiği halde ümmet tarafından
unutulmuş mudur? Yahut durum nedir? Cevaben denilir ki: Bunlar ne neshedilip
kaldırıldı ne de korunmaları emredildiği halde ümmet tarafından zayi edildi.
Çünkü Ümmet, Kur'anı korumakla emrolunmuş, onu çeşitli şekillerde okumakta ve
bu kıraatlardan dilediğini korumakta serbest bırakılmıştır. Bu mesele tıpkı
yeminini bozan kimsenin keffaretlerden herhangi birini seçmekte serbest olması
gibidir. Maddi durumu iyi olan bir insan yemin edip te yeminini bozacak olursa
o, yeminine keffaret olarak, dilerse bir köleyi azad eder, dilerse on kişiyi
doyurur, dilerse on kişiyi giydirir. Nasıl ki yeminin keffaretini yerine
getiren bu kimse, bunlardan herhangi birini yaptığında, Allah'ın üzerine farz
kılmış olduğu hakkı ifa etmiş olur. İşte bunun gibi, ümmet de Kur'an-ı Kerimi
muhafaza eder ve herhangi bir sebepten dolayı da, seçmekte serbest bırakıldığı
yedi kıraattan birini alıp onunla Kur'an okuyacak olursa, Allah'ın, yükümlü
kıldığı görevi yerine getirmiş olur. Diğer altı kıraati okumaması onun için
bir sorumluluk getinnez. Fakat bunlardan herhangi birini okuması, okuyan kimse
için yasaklanmış değildir.
Eğer denilecek olursa
ki"Yedi kıraattan, belli bir kıraat üzerine karar kılınıp diğer altı
kıraattan herhangi biri üzerine karar kilınmayışının sebebi nedir? Cevaben
denilir ki: "Bu hususta şunlar rivayet edilmektedir.
a- Zeyd b.
Sabit diyor ki: "Resulallah'ın çok sayıda sahabisi Yemame'de (Mürtedlerle
yapılan savaşta) öldürülmüştü. Ömer b. el-Hattab Ebu Bekir'in yanına vararak
ona "Resulullah'ın sahabileri Yemamede, kelebeklerin kendilerini ateşe
attıkları gibi savaşın kucağına attılar? Korkuyorum ki bundan sonra katılacakları
her savaşta da öldürülünceye kadar aynı şeyi yapacaklardır. Bunlar, Kur'anı
kalblerinde taşıyan insanlardır. Bunlar ölürse Kur'an zayi olur, unutulur. Sen
Kur'am toplayıp yazdirsan nasıl olur?" dedi. Ebubekir bundan çekindi ve
dedi ki:"Ben, Resulullah'ın yapmadığı bir şeyi mi yapacağım?" Bu
hususta Ömerle Ebubekir karşılıklı olarak meseleyi incelediler. Sonra Ebubekir
birini gönderip Zeyd b. Sabiti yanına çağırdı. Zeyd diyor ki: "Ben
Ebubekir'in yanına girdim. Ömer bir tarafa çekilmiş duruyordu. Ebubekir dedi
ki: "Bu beni bir iş yapmaya çağırdı. Ben onun davetini kabul etmedim. Sen
vahiy kâtibisin, eğer onun görüşüne katıhrsan ikinize uyarım. Benim görüşüme
katıhrsan onun dediğini yapmam." dedi. Zeyd diyor ki: "Ebubekir,
Ömer'in istediğini anlatirken Ömer konuşmuyordu. Ben de bu tekliften kaçındım
ve dedim ki: "Biz, Resulullah'ın yapmadığı bir şeyi mi yapacağız?"
Nihayet Ömer "Yaparsanız size hangi sorumluluk gelir?" dedi. Biz de
birbirimizin yüzüne baktık ve dedik ki: "Hiçbir şey. Vallahi bunu yaparsak
bizim aleyhimize hiçbir şey olmaz." Bunun üzerine Ebubekir bana emretti.
Ben de Kur'anı deri parçalarına, kürek kemiklerine, hurma dallarına yazdım.
Ebubekir ölünce, Ömer bunu bir sahifede (defterde) toplayıp ta yazmıştı, onun
yanında bulunuyordu. Ömer ölünce de bu sahife, Ömer'in kızı ve Resulullah'ın
zevcesi Hafsanın yanında bulunuyordu. Sonra Huzeyfe b. el-Yeman, Erminya
sınırında yaptığı bir savaştan geri dönmüştü. Evine gitmeden Osman b. Affan'ın
yanına vardı ve ona "Ey Müminlerin emiri, insanların yardımına yetiş"
dedi. Osman: "Ne var?" dedi. Huzeyfe de dedi ki: "Ben, Erminya
sınırında savaşıyordum. Orada Iraklı ve Şamlılar da bulunuyordu. Şamlılar,
Kur'ani übey b. Kâ'bm kıraatma göre okuyorlar böylece Iraklıların işitmediği
bir şeyi yapmış oluyorlar. Iraklılar da onlara kâfir diyorlar. Iraklılar da Abdullah
b. Mes'udun kıraatıyla okuyorlar. Onlar da Şamlıların işitmediği bir şeyi
yapıyorlar, Şamlılar da onlara kâfir diyorlar." Zeyd diyor ki: "Buun
üzerine (Xs-man b. Affan bana, kendisi için bir mushaf yazmamı emretti ve
dediki: "Ben senin yanına zeki ve fasih birini vereceğim. İkiniz ittifak
ettiğiniz âyetleri olduğu gibi yazın. Üzerinde ihtilaf ettiğinizi ise bana
sunun." İşte o zaman Osman, Eban b. Said b. el-As'ı Zeydin yanına
vermişti. Zeydin anlattığına göre onlar, Talutun hükümdar olacağının alameti,
Ta-butun size gelmesidir..." âyetine vannca Zeyd: "Bu kelime dur."
demiş Eban ise (Bu kelime dur." demiştir. Zeyd diyor ki: "Biz bu
meseleyi Osmana arzettik o da diye yazdı. Ben, yazma işini bitirdikten sonra
yazdığımı gözden geçirdem. Mushafta "Müminler içinde Öyle erler vardır ki
Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat gösterdiler. Onlardan kimi bu uğurda
canlarını feda etti. Kimi de bu şerefi beklemektedir. Onlar, Allah'a verdikleri
sözü asla değiştirmediler. [63]
âyetini bulamadım. Ben, muhacirlere arzettim. onlardan bu âyeti sordum. Fakat
bunu, onlardan herhangi birinin yanında bulamadım. Sonra meseleyi Ensara
arzettim. Bu âyeti onlardan sordum ve bunu onlardan herhangi bir kimsenin
yanında da bulamadım. Nihayet onu Huzeyme b. Sabitin yanında buldum ve onu
yazdım. Yazdığımı bir daha gözden geçirdim. Bu defa da yazdıklarımın içinde şu
iki âyeti bulamadım.
"Ey insanlar,
şüphesiz ki size kendinizden bir Peygamber gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz ona
ağır gelir. O size son derece düşkündür. Müminlere çok şefaatli ve çok
merhametlidir. Ey Peygamber, eğer yüzçevirirlerse de ki: "Allah bana
yeter. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Ben ona güvendim. O yüce arşın rabbidir. [64]
Yine meseleyi
muhacirlere arzettim. Bu âyetleri, onlardan herhangi bir kimsenin yanında
bulamadım. Sonra meseleyi Ensara arzettim. Bu âyetleri onlardan sordum.
Onlardan herhangi bir kimsenin yanında da bulamadım. Nihayet bu âyetleri de
başka birisinin yanında buldum. Bu kimseye de "Huzeyme" ismi
veriliyordu. Ben bu iki âyeti Tevbe suresinin sonuna yerleştirdim. Onlar üç
âyet olsaydı onları tek başına bir sure yapardım. Sonra yazdıklarımı tekrar
gözden geçirdim. Onların içinde herhangi bir şey görmedim. Sonra Osman, Hafsaya
bir adam göndererek ondan Hz. Ömerin yazdırdığı Kur'anı istedi ve Hafsaya onu
tekrar geri vereceğine dair yemin etti. Bunun üzerine Hafsa o sahifeyi Osman'a
verdi. Osman, yazılan mushafı o sahi leyle karşılaştırdı. Bunların herhangi bir
noktada çakışmadıkları, tam bir ayniyet ifade ettikleri görüldü. Bundan sonra
Osman, sahifeyi Hafsaya iade etti. Böylece içi rahatladı. Osman, insanlara
ımıs-haflar yazmalarını emretti. Hafsa ölünce Osman, Abdullah b. Ömer'e
Hafsa'nin sahifesi için önemli bir heyet gönderdi. Onlar da gidip bu sahifeyi
yıkadılar, (sikliler).
b- Ebu
Kılabe diyor ki: "Osman'ın Hilafeti döneminde muallimlerden her biri belli
bir adamın kıraatina göre Kur'aıı okutuyorlardı. Böylece çeşitli muallimlerden
Kur'an Öğrenen çocuklar birbirleriyle karşılaştıklarında ihtilaf ediyorlardı.
Nihayet bu iş muallimlere de sıçradı. Öyle ki onlar birbirlerinin kıraatlan-nı
inkâra kalkıştılar. Mesele Osman'a intikal etti. Osman bu hususta bir hutbe
irad ederek şöyle dedi: "Sizler benim yanımda bulunurken Kur'aıı hakkında
ihtilafa düşüyor ve birbirinizin yanıklığını söylüyorsunuz. Benden uzak olan
diğer şehirlerin insanlan ise Kur'an hakkında daha fazla ihtilaf ediyor ve
birbirlerini daha fazla suçluyorlar. Ey Muhammed (s.a.v.)'in sahabileri,
toplanın Kur'anı insanlara rehber olacak şekilde bir mushaf haline
getirin." Ebu Kılabe diyor ki: "Enes b. Malik dedi ki; "Ben de
Kur'anı söyleyerek yazdırtanlardanım. Bazen bir âyet hakkında ihtilaf ediyor ve
onu, bizzat Resulullah'tan öğrenen kişi hatırlıyordu. Bazen o kişi bulunamıyor
veya vadilere gitmiş oluyordu. Ayetin başım ve sonunu yazıyorlar, adam
gelinceye veya getirilinceye kadar âyetin yerini boş bırakıyorlardı. Kur'anı
toplayanlar onu mushaf haline getirince Osman, şehirlerin halkına mektup
yazarak bildirdi ki "Ben şöyle şöyle yeptım ve bunun dışında olanları
imha ettim. Sizler de ellerinizde bulunanları imha edin." Başka bir
rivayette, Enes b. Malik şunları söylemiştir. "Huzeyfetül Yeman,
Müslümanların, Kur'anı okurken ihtilaf etmelerini ve bu yüzden Yahudi ve
Hristiyanlann durumuna düşeceklerinden korktuğunu Hz. Osman'a haber verince Hz.
Osman olaydan çok korktu Hafsaya bir adam göndererek Ebubekir'in, Zeyd'e
toplattırdığı sahifeleri ortaya çıkarmasını istedi ve Osman bu
sahiflereden Mushaflar kopya ettirdi.
Bu mushaflan çeşitli yerlere gönderdi.
c- Zühri
diyor ki: "Resululiah vefat ettiğinde Kur'an-ı Kerim bir araya
toplanmamıştı. Âyetler hurma dallarına ve o dalların köklerine yazılı idi,
Sa'saa diyor ki: "Mirasçı olarak asılı ve füruu bulunmayan kimseye, diğer
akrabalarını mirasçı kılan ve Kur'an-ı Kerimi bir araya toplatan ilk insan
Ebubekirdir.
Taberi diyor ki:
"Zikredilen bu haberler ve buna benzeyen ve burada zikredilmeleri halinde
bu kitabı bir hayli uzatacak olan diğer haberler göstermektedir ki,
Müslümanların imamı ve müminlerin emiri olan Osman b. Affan (r.a.)
Müslümanların iman ettikten sonra inkâra düşeceklerinden korkarak ve onların
perişan olmalarına acıyarak Kur'an-ı Kerimi tek bir mushaf halinde toplamış ve
bu mushafta da Kur'anın yedi kiraatından birini tesbit etmiştir. Zira, bizzat
Hz. Osman'ın döneminde. Kur'anın inmiş olduğu yedi kıraattan bir kısmını
yalanlayanlar ortaya çıkmıştır. Halbuki bu kıraatları sahabiler, bizzat
Resulullah'tan işitmişler ve Resululiah onlara, bu kıraatlardan herhangi birini
yalanlamayı yasaklamış ve bunlar hakkında tartışmaya girmelerinin kendilerini
inkâra düşüreceğini bildirmiştir. İşte bu sebepler Hz. Osman'ı Kur'anı bir
araya toplamaya ve kıraatlardan sadece birini tercih etmeye sevketmiş ve diğer kiraatlan
belirten nüshaları imha ettirmiştir. Ümmet de Hz. Osman'ın bu davranışına
güvenmiş ve omm yaptıklarını doğru ve isabetli bulmuştur. Bu nedenle âdil
imamları olan Hz. Osman'ın, terkedilmesini istediği altı kıraati bırakmış tek
kıraata bağlı kalmışlardır. Neticede bu kıraat şüyu' bulmuş ve diğer kiraatîar
silinip gitmiştir. Bugün artık onlardan herhangi birini okumaya imkân yoktur.
Zira bunlar ortadan kalkmış, eserleri yok olmuş ve Müslümanlar bizzat
ekndilerini ve kendilerinden sonra gelecek kuşakların selametini düşünerek
altı kıraati terkedip bir kıraata uymaya devam etmişlerdir. Fakat onlar, diğer
kıraatların varlığını da inkâr etmemişlerdir. Günümüz Müslümanlarının da âdil
ve müşfik imamları Hz, Osman'ın tercih ettiği kıraata bağlı kalmaları ve diğer
altı kıraati terketmeleri gerekmektedir.
Taberi diyor ki:
"Eğer bilgisi zayıf olan birisi çıkıp diyecek olursa ki "Resulullah'm
okuttuğu ve okunmalarını emrettiği kıraatları ümmetin terketmesi nasıl caiz
olabilir? Cevaben denilir ki: "Resululiah sahabilerine bu kıraatları
okumalarını emrederken farz veya vacip olduklarını bildirmek için değil, mubah
okluklarını emretmek için bildirmiştir. Şayet Resululiah onlara farz veya vacip
olduğunu bildirmek için emretmiş olsa, onlar da bunu bilmiş olsalardı herhangi
bir kimsenin, doğruluğunu bildiği bir kıraati terketmesi caiz olmazdı. Bilakis
onu teketmemek vacip olurdu. Ümmetin bu gibi kıraatları terketmesi, kendilerinin
bu gibi kıraatları okumakta serbest bırakıldıklarının açık bir delilidir. O halde
ümmetin yedi kıraattan altısını terketmesi, kendileri için vacip olan bir şeyi
terketmeleri değildir. Bilakis ümmet bu kıraatları terkederek üzerlerine
gerekli olanı yapmışlardır. Zira onlar, bu kıraatları terkederek ümmetin
ihtilafa düşmesini Önlemişler, Müslümanların, bir kısım kıraatları inkâr
ederek, kâfirliğe düşme tehlikesini bertaraf etmişlerdir. [65]
Taberi diyor ki:
"Bir kelimenin şeklinin aynı kalması şartıyla onu ötre, üstün veya esreli
okumak yahut o kelimeyi harekeli veya sakin okumak ya da bir harfi diğer harfle
değiştirerek okumak, Resulullah'ın "Kur'an yedi harf üzere
indirilmiştir." hadis-i şerifinin şümulüne girmemektedir. Çünkü hadis-i
şerifte yedi harften (lehçeden) herhangi birisi hakkında tartışmaya girişmenin,
kişiyi inkâra düşüreceği zikredilmiştir. Halbuki, bir kelimenin çeşitli
harekelerle okunması hakkında tartışmaya girişmek, kişiyi inkâra sürüklemez.
Hiçbir âlim böyle bir iddiada bulunmamıştır. [66]
Taberi diyor ki: Eğer
bir kimse diyecek olursa ki "Sen, Kur'anın indiği yedi lehçeyi biliyor
musun? Bu lehçeler Arap lehçelerinden hangisidir? Cevaben deriz ki:
"Kur'anın inmiş olduğu altı lehçeyi, bizim bilmemize gerek yoktur. Zira
biz onları bilsek dahi. yukarıda zikrettiğimiz sebeplerden dolayı bugün Kur'anı
o lehçelerle okumayız. Bununla birlikte, denilmiştir ki: "Bu lehçelerden
beşi Hevazin kabilesinin kollarına aittir. İkisi ise Kureyş ile Huzaa
kabilelerine aittir. Ancak bu rivayetlerin hepsi Abdullah b. Abbas'a
dayandırılmaktadır. Fa kat, Abdullah b. Abbas'tan bunları rivayet edenler,
nakilleri delil gösterilmeyecek kimselerdir. Zira, beş lehçenin Hevazin
kabilesinin kollarına ait olduğunu, Abdullah b. Abbas'tan rivayet eden zat,
Kelbi'dir. O da Ebu Salih'ten rivayet etmiştir. Diğer iki lehçenin Kureyş ve
Huzaa kabilelerine ait olduğunu, Abdullah b. Abbastan rivayet eden kimse ise
Katade'üir. Katade ise Abdullah b. Abbas'la ne görüşmüş ne de onu dinlemiştir.
Taberi diyor ki: "Hevazin kabilesinin kollan Sa'd b. Bekr, Haysem b. Bekr,
Nasr b. Muaviye ve Sakiyf tir.
Taberi yine diyor ki:
"Resulullah'ın "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir. Hepsi de safi
ve kâfidir." hadisindeki "Safi ve kâfi" kelimelerinin mânâsı,
Allah tealanın, şu âyetinde de beyan ettiği gibi, Kur'an müminlerin kalblerine
gelen çeşitli manevi hastalıkları Şeytanın.vesveselerini tedavi eder ve kulu,
diğer bütün öğütlerden müstağni kılar ve onlara muhtaç bırakmaz."
demektir. Allah tea-la bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, size,
rtıbbinizden bir gelmiştir. O, kalhlerdeki hastalıklar için bir şifa, iman
edenler için bir hidayet ve rahmettir. [67]
Taberi diyor ki:
"Resulullahtan nakledilen bu hadis-i şerifin Iafızlannda raviler ihtilaf
etmişler onu farklı lafızlarla rivayet etmişlerdir.
a- Bu
hadisi, Abdullah b. Mes'udun Resuiullahtan şu şekilde rivayet ettiği
nakledilmektedir. Resulullah (s.a.v.) buyunnuştur ki; "Önceki kitap tek
bir kapıdan ve tek bir harf (lehçe) üzere inmişti. Kur'an ise yedi kapıdan ve
yedi harf (lehçe) üzere inmiştir. Bunlar da, yasaklar, emirler, haramlar,
helaller, muhkemler, müteşabihler ve misallerdir. Kur'anın helalini helal
görün haramını da haram. Emroîunduğunuz şeyleri yapın. Size yasaklananlardan
da vazgeçin. Kur'anın misallerinden ibret alın. Muhkemiyle amel edin.
Müteşabihine de iman edin ve deyin ki: "Biz buna iman ettik. Hepsi de
rabbimizin kalındandır."
b- Yine bu
hadisi Ebu Kılabenin, Mürsel bir şekilde Resulullahtan şu şekilde rivayet
ettiği nakledilmiştir. Ebu Kıiabe demiştir ki: "Bana ulaştığına göre
Resulullah şöyle buyurmuştur: "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir.
Bunlar, emirler, yasaklar, teşvikler, korkutmalar, cedcller, kıssalar ve
misallerdir."
c- Bu hadisi
Übey b. Kâ'bin da Resulullahtan şu şekilde rivayet ettiği nakledilmektedir:
Übey dedi ki: "Resulullah bana şöyle buyurdu" "Allah bana
emretti ki Kur'anı tek harf üzere okuyayım. Ben de dedim ki: "Rabbim, sen
bunu, ümmetime hafiflet. "Allah teala buyurdu ki: "Sen onu iki harf
üzere oku." Dedim ki: "Rabbim sen onu ümmetime hafiflet." Bunun
üzerine Allah bana emretti ki: "Kur'anı cennetin yedi kapısından yedi
harf üzerine okuyayım. Bunların hepsi de safi ve kâfidir."
d- Yine bu
hususta Abdullah b. Mes'udun, bu rivayet edilenlere muhalif olarak şunları
söylediği rivayet edilmektedir. "Şüphesiz ki Allah Kur'anı beş harf üzere
indirmiştir. Bunlar, helaller, haramlar, muhkemler, müteşabihler ve
misallerdir. Sen, Kur'anın helalini helal, haramını da haram kabul et. Muhkem
âyetlerle amel et. Müteşabih olanlarına da iman et ve misallerinden de öğüt al.
Taberi diyor ki:
"Resulullahtan nakledilen bu haberlerin hepsinin mânâları birbirlerine
yakındır. Çünkü bir kişinin "Falan kişi bu işin kapılarından bir kapısının
üzerinde durmaktadır." demesi veya "Falan kişi, bu işin yönlerinden
bir yönü üzerinde durmaktadır." demesi yahut, "Falan kişi bu işin
taraflarından bir tarafında durmaktadır." demesi yahut, "Falım kişi
bu işin taraflarından bir tarafında durmaktadır." demesi aynı mânâya
gelir. Gönnczinisin ki Allah teala kendisine yapılan ibadetlerden sadece bir
yönüyle ibadet yapan bir kavmi vasıflandırırken, bunların, kendisine sadece bir
harf üzere ibadet ettiklerini beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur.
"İnsanlardan öylesi vardır ki, AUaha bir harf üzere (yarım yamalak) ibadet
eder. [68] Buradaki bir harften
maksat, bir yönüzere" demektir. Yani onlar Aliaha şüphe ile ibadet
ederler, kesin olarak değib Resulullahtan çeşitli şekillerde rivayet edilen bu
hadisi de bu kabildendir. Yani Resulullahm "Kur'an yedi kapıdan
indirilmiştir." Veya "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir."
ifadelerinin mânâları aynıdır. Bütün bunların mânâsı, Resulullahm, Allah
tealanın ümmetine verdiği özellikleri ve faziletleri zikretmektedir. Zira bizim
kitabımızdan önce inen her ilahi kitap, tek bir lehçe ile inmiştir. Diğer
lehçelere çevirildiğinde onun tercümesi ve tefsiri sayılmıştır. Onun, Peygamberine
indirdiği bir okuyuş şekli sayılmamıştır. Halbuki bizim kitabımız yedi lehçe
üzere indirilmiştir. Okuyucu bu lehçelerin hangisiyle.okuyacak olsa Kur'anı
tilavet etmiş olur. Onu tercüme veya tefsir eden sayılmaz. Kişi, Kur'anı bu
yedi lehçenin dışında herhangi bir lehçeye çevirecek olursa ve o zaman da
mânâsım aktarmış olursa onu tercüme etmiş sayılır. İşte Resulullahm
"Önceki kitaplar tek harf üzere indirilmişti. Kur'an yedi harf üzere
indirilmiştir." adisinin mânâsı ise Allah tealanın, önceki peygamberlerine
indirdiği kitaplardan bazılarında, cezaiar, hükümler, helaller ve haramlar
bulunmuyordu. Mesela, Hz. Da-vuda inen Zebur böyleydi. Çünkü o, bir kısım
hatırlatmalar ve öğütlerden ibaretti. Hz. İsa'ya inen İncil de böyleydi. Çünkü
o da sadece Allah'ı ululamak, ona hamdetmek, insanların kusurlarına bakmamak ve
kötülüklerden yüzçevir mek gibi hususlan ihtiva ediyordu. Bunların dışındaki
hükümleri ihtiva etmiyordu. Kur'an'dan önce inen diğer kitaplar da Kur'anın
kapsadığı yedi çeşit hükümden bazılarını kapsıyorlardı. Bizim kitabımız olan
Kur'an ise bu yedi hükmün tümünü de kapsamaktadır. Allah bu özelliği Hz.
Muhammed'e ve ümmetine vermiştir. Halbuki daha önceki kitapların
muhteviyatıyla yükümlü olan ve onları yerine getirerek ibadet edecek olan
kullar. Allanın cennetini kazanmak ve onun rızasına erişmek için kitaplarının
indiği tek yoi ve yönden başka bir yol bulamı-yorlaidi. Sadece o yol
kendilerini cennete ulaştırıyordu. Halbuki Allah teala Hz. Muhammed'e ve
ümmetine insanları Allah'ın rızasına eriştirecek ve cenneti kazandıracak yedi
yönü ve yedi yolu bulunan bir kitap vermişti. Eğer bu ümmet, bu kitabı hakkıyla
uygulayacak olursa yedi yoldan cennetin yedi kapısına ulaşabilecektir. Bu yedi
yolu şöyle izah etmek mümkündür.
a- Allah'ın
kitabındaki emirlerini tutmak cennetin kapılarından bir kapıdır.
b- Allah'ın
kitabında yasakladığı şeylerden kaçınmak cennetin kapılarından ikincisidir.
c- Allah'ın;
kitabında helal kıldığı şeyleri helal saymak cennetin kapılarından üçüncü bir
kapıdır.
d- Allah'ın,
kitabında haram kıldığı şeyleri haram kılmak cennetin kapılarından dördüncü
bîr kapıdır.
e- Allah'ın
kitabındaki ilmini ancak kendisinin bildiği müteşabih âyetlere boyun eğmek ve
bunların Allah katından olduğunu ikrar etmek cennetin kapılarından
altıncısıdır.
g- Kur'anda
zikredilen misaller ve öğütlerden ibret almak ta cennetin kapılarından yedincisidir.
Evet, Allah teala
Kur'andaki yedi yönlü mânâ ve Kur'anm indiği yedi kapıyı kullan için rızasına
erişme ve cennete ulaştırma yolları kılmıştır. İşte Resu-luilahın "Kuran
cennetin yedi kapısından inmiştir." hadisinin mânâsı budur. [69]
Bu hususta Taberi
özetle şunları zikretmiştir. "Kur'an-ı Kerim'in âyetleri, ihtiva ettikleri
mânâları anlamak yönünden üç kısma ayrılmaktadır. Bir kısım âyetler vardır ki
bunların mânâlarını ancak Allah teâlâ bilir. Diğer bir kısım âyetler de vardır
ki bunların mânâları ancak Resulullahın açıklamasıyla bilinir. Başka bir kısım
âyetler de vardır ki bunların mânâlarının bir kısmını Kur'anın indiği Arap
dilini bilen herkes bilir. Taberi bunların izihını özeüe şöyle yapmıştır.
Taberi diyor ki:
"Daha önce Kur'an-ı Kerimin tümünün Arapça olduğuna ve onun, Arapların
tümünün lehçeleriyle değil sadece bir kısmının lehçeleriyle indiğine, bugün
Müslümanların mushaflannda bulunan ve okudukları lehçenin de bu lehçelerden
sadece bir kısmını teşkil ettiğine dair deliller zikretmiştik. Yine biz,
Kur'anm ihtiva ettiği, nurları, delilleri, hikmetleri ve beyanları açıklarken
Allah tealanın, Kur'ana yerleştirdiği hükümlerin, emirlerin, yasaklar,
helaller, haramlar, vaadler, tehditler, muhkem âyetler, müteşabih âyetler
olduklarını söylemiş ve bunların çeşitli hikmetler taşıdıklarını beyan
etmiştik. Bu beyanlarımız, Kur'anı anlamaya muvaffak olanlar için yeterlidir.
Şimdi de diyoruz ki "Kur'anın âyetlerinin mânâları da onları anlayacaklar
açısından üç kısma ayrılmaktadır.
1- Ayetlerin
bir kısım mânâian vardır ki, bunları ancak bir ve kahredici olan Allah teala
bilir. Bunlar da, kıyametin kopma anı, sur'a üfleme zamanı ve İsa'nın inme
vakti gibi bir kısım olayların zaman ve vadeleriyle ilgili bilgilerdir. Bu
olayların ne zaman gerçekleşeceklerini ve bu zamanın ne kadar olacağını
Allah'tan başka kimse bilmez. Çünkü Allah teala bunların bilgilerini kendisinde
saklı tutmuştur. Nitekim bu hususta şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammet!. sana
kıyametten soruyorlar ne zaman kopacak dîye. De ki "Onun ilmi ancak
Rakbi-min kalındadır. Kıyametin vaktini ancak o açıklar. O kıyaınct, göklerde
ve yerde ağır basmıştır. Size ansızın gelecektir. Gerçekten onu biliyor muşsun
gibi senden sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah karındadır. Fakat
insanlarımı çoğu bunu bilmezler. [70] Resulullah bu gibi bir olayı zikrettiğinde,
bunların gerçekleşmelerinden önce ortaya çıkacak olan alâmetlerinden söz
ediyordu. Nitekim bir gün, Deccalin çıkacağı meselesi bahse konu olunca,
sahabilerine şöyle buyurmuştu: "Nevvas b. Sem'an diyor ki:
"Bir gün
sabahleyin Resullullah Deccalı anlattı. Onu anlatırken sesini ba-zan kıstı
bazan yükseltti. Bizler de Deccal'ın, hurmalıklardan birinin içinde olduğunu
zannettik. Resulullah'ın yanına vardık. Bizi görünce durumumuzu anladı ve
buyurdu ki: "Ne oldu size?" Biz de dedik ki: "Ey Allah'ın
Resulü, sen sabahleyin Deccal'ı anlattın. Onu anlatırken sesini bazan kıstın
bazan yükselttin. Öyle ki bizler onu bazı hurmalıklar içinde zannettik."
Resulullah da buyurdu ki: "Ben sizin için, Deccal'm dışındaki şeylerden
daha fazla korkuyorum. Şayet, ben sizin içinizdeyken Deccal çıkacak olursa ona
karşı sizin savunucunuz ve mücadele vereniniz ben'im. Eğer, ben sizin içinizde
olmadığım bir zamanda çıkacak olursa, herkesin savunucusu kendisidir. Allah
her müslüman için benim vekilimdir. O Deccal, saçı çok kıvırcık bir gençtir.
Bir gözü patlaktır. Ben onu, -Abdüluzza b. Katan'a benzetir gibi oluyorum.
Sizden kim, ona yetişecek olursa, ona karşı Kehf suresinin baş tarafını okusun. [71]
2- Ayetlerin
diğer bir kısım mânâları da vardır ki bunlar ancak Peygamber (s.a.v.)'in
açıklamasıyla bilinirler. Bunlar da âyetlerde zikredilen ve farziyet, mendupluk
ve irşad ifade eden emirlerin çeşitlerini bilmek, nehiylerin kısımlarını
bilmek, çeşitli haklar ve cezalarla ilgili olan hükümlerin sebeplerini bilmek,
farzların miktarlarını bilmek ve yaratıklarından bir kısmının diğerleri için ne
kadar lazım olduğunu bilmek vb. şeylerdir. Bu hususları Resulullah açıklamadan
her hangi bir kimsenin bu meseleler hakkında görüş beyan etmesi caiz değildir.
Resulullah bunları ya bizzat kendisi açıklamış veya ümmetine, açıklamaları için
bir kısım delil ve işaretler zikretmiştir. Kur'anın âyetlerinin mânâlarından
bir kısmının ancak Resulullahm açıklamasıyla bilineceği şu âyet-i kerimelerden
anlaşılmaktadır. "Onları mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da
Kur'anı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayanın. Belki düşünürler. [72]Sana
kitabı indiren O'dur. Onun bir kısım âyetleri muhkemdir. Mânâsı açıktır. Bu
âyetler kitabın esasıdır. Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir. Anlaşılması
güçtür. Kalblerindc eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak
niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sa dece
Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise: "Biz bunlara iman ettik.
Hepsi rabbimizin kalındadır. Bunları ancak akıl sahipleri düşünür.' Kur'an-ı Kerimin,
kulların kendi görüşleriyle tefsir edilemeyeceğini beyan eden şu haberler de
göstermektedir ki, Kur'an âyetlerinin mânâlarından bazılarını Resulullahm
açıklaması olmadan idrak etmek mümkün değildir. Bu bakımdan herhangi bir
kimsenin kendi özel görüşüne dayanarak bunlar hakkında söz söylemesi caiz
değildir. Velev ki söylediği sözde isabet olsun. O kişi bu sözü söylemekle hataya
düşmüştür. Çünkü onun isabeti, yakine dayanan bir isabet değil tahmine ve zanna
dayalı olan bir isabettir. Allah'ın dini hakkında bir takım zanlara dayanarak
bir şeyler söylemek, Allah'a karşı bilmediği şeyleri söylemek olur ki Allah
teala bunu Kur'an'da haram kılmıştır. [73]"De
ki: RAbbim açık ve gizli hayasızlıkları, günah işlemeyi, haksız yere yapılan
zulmü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve
bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı söylemenizi haram ki ldı," [74]
Kur'ân-ı Kerimin bir
kısım mânâlarını kulların kendi görüşleriyle açıklayamayacaklarını beyan eden
haberlerden bazıları şunlardır: Abdullah b. Abbas, Resulullahm şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kim, Kur'an
hakkında, kendi görüşüyle bir şey söyleyecek olursa, cehennem ateşinde yerini
hazırlasın. [75]Diğer bir rivayette,
Abdullah b. Abbas Resulullahm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Kim
Kur'anhakkmda bilgisi olmadığı halde bir şey söyleyecek olursa o kimse cehennem
ateşinde yerini hazırlasın." [76]
Hz. Ebubekir (r.a.)'m
şunu söylediği rivayet edilmektedir. "Şayet ben, Kur'an hakkında görüşüme
göre bir şey söyleyecek olursam veya bilmediğim bir şeyi diyecek olursam, hangi
yer beni üzerinde daşır? Hangi gök beni gölgelendirir?"
Cündeb b. Abdullah
el-Beceli diyor ki: "Resulullah buyurdu ki:
"Kim. Aziz ve
Cclil olan Allah'ın kitabı hakkında, görüşüne göre bir şey söyleyecek olursa,
isabet ettirse dahi hata etmiş olur. [77]
Görüldüğü gibi
Resulullah (s.a.v.) Kur'an hakkında kendi görüşüne dayanarak te'vile girişen insanın,
isabet etmiş oisa dahi hata etmiş olacağını bildirmiştir. Çünkü böyle bir
davranışta bulunması hatalıdır. Zira, açıklamaya çalıştığı mânâlar ancak
Resulullahm açıklamasıyla bilinecek mânâlardandır. Kulların kendi görüşleriyle
açıklayabilecekleri mânâlar söz konusu olursa elbette ki, kulların bunları
kendi görüşleriyle açıklamaları caizdir.
3- Kur'ânm
âyetlerinin mânâlarından bazıları da vardır ki onlan Kur'ânm indiği Arap dilini
bilen her kişi anlayabilir. Bunlar da, Kur'ânm irabı ve özel isimleri
zikredilen şeyleri bilme ve özel sıfatlan beyan edilen hususları idrak etmedir.
Mesela bir kişi, "Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayın." denildiği
zaman onlar "Biz ancak ıslah edicileriz." derler. [78]
âyetini dinlediği zaman "Bozgunculuk yapma"nın, terkedilmesi gereken
zararlı bir şey olduğunu "îsiah etme"nin ise yapılması gereken
faydalı bir şey olduğunu anlar. Fakat o, Allah
tealamn, neleri
bozgunculuk çıkarma kabul ettiğini, neleri de ıslah etme saydığını bilemez.
Bunları bilmek ancak Resulullahm bildirmesiyle olur. Yani kul, Kur'an'da Özel
isimleri zikredilen eşyayı ve özel sıfatları beyan edilen sıfatlanmış olanları
da bilebilir. Fakat o, bu eşyaya ait hükümlerin ve sıfatların neler olduklarını
bilemez. Bazılarım ancak Resulullahm beyanı ile bilebilir. Ayrıca, bazı
mânâları da vardır ki onlan Allah kendisinde saklı tutmuştur.
Taberi diyor ki:
"Bizim, âyetlerin mânâlarını üç kısmı ayırmamız, Abdullah b. Abbas'tan
nakledilen bir görüşe göre de zikredilmiştir. Ebuzzinad diyor ki:
"Abdullah b. Abbas dedi ki: "Tefsir dört çeşittir. Bazı tefsirler
vardır ki onu Araplar, dillerinden dolayı bilirler. Bazı tefsirler de vardır ki
hiçbir kimse onu bilmemekte mazur görülemez. Bazı tefsirler de vardır ki onu,
âlimler bilir. Yine bazı tefsirler vardır ki onu ancak Allah bilir. Taberi
diyor ki: "Abdullah b. Ab-basın "Bazı tefsirler de vardır ki onu
bilmemekte hiçbir kimse mazur görülmez." şeklinde zikrettiği ifadeden
maksat, Kur'amn mânâlarım anlama yolların dan birini beyan etmek değil, bazı
tefsirlerin mutlaka öğrenilmesi gerektiğini beyan etmektir.
Taberi diyorki:
"Bizim, âyetlerin mânâlarını üç kısma ayırmamız, Resu-lullahtan nakledilen
ve senedi tartışılabilir olan şu hadiste de zikredilmiştir. Abdullah b.
Abbasın, Resulullah'ın şöyle söylediğini rivayet ettiği nakledilmiştir:
"Kur'an dört harf üzere indirilmiştir. Bunlar, helal ve haramlardır ki
hiçbir kimse bunları bilmediğinden dolayı mazur görülemez. Bîr de bir izah
şeklidir ki onu Araplar tefsir ederler. Bir de bir tefsir şeklidir ki onu
âlimler tefsir ederler. Bir de müteşabih âyetlerdir ki onları ancak Allah
bilir. Allah'ın dışında kim bunları bildiğini iddia edecek olursa o yalancıdır.
Taberi diyor ki:
"Kur'ân-ı Kerimin, tefsir edilmesini teşvik eden haberler ve bir kısım
sahabilerin, Kur'anı tefsir etmeleri, işte Kur'âmn mânâlarından bazılarının
kuliar tarafından bilinebileceğini göstermekte ve bu üçüncü kısımda zikredilen
mânâlara işaret edilmektedir. [79]
1- Abdullah
b. Mes'ud diyor ki: "Bizden bir adam, on âyet öğrendiğinde, onların
mânâlarını Öğrenip onlarla amel eünedikçe o âyetleri bırakıp başkalarına
geçmezdi.
2- Ebu
Abdurrahman diyor ki: "Bize Kur'an okutanlar diyorlar ki: Onlar,
Resulullah'tan kendilerine Kur'an okutmasını isterlermiş. Onlar, on âyet Öğrendiklerinde
o âyetlerde geçen hükümlerle amel etmeden onlan bırakıp geçmez-lermiş. Böylece
bizler, hem Kur'ani hem de Kur'anla amel etmeyi birlikte öğrenelik,
3- Abdullah b. Mes'ud diyor ki:
"Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın
kitabında hiçbir âyet inmedi ki ben onun ne hakkında indiğini ve nerede
indiğini bilmeyeyim. Şayet Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen herhangi bir
kimsenin, binekle gidilebilecek bir yerde olduğunu bilmiş olsam mutlaka ona giderim.
4- Mesruk
diyor ki: "Abdullah b. Mes'ud, önce bize bir sureyi okur sonra gün boyu
onu bize anlatır ve tefsir ederdi.
5- Şakiyk b.
Seleme diyor ki: "Hz. Ali Abdullah b. Abbasi Hac emin tayin etti. İbn-i
Abbas öyle bir hutbe okudu ki, onu Türkler ve Rumlar dahi duy-salar Müslüman
olurlardı. Sonra Nur suresini okudu ve onu tefsir etmeye girişti.
6- Yine Şakiyk b. Seleme diyor ki:
"Abdullah b. Abbas Bakara sûresini okuyup tefsir etmeye başladı.
Dinleyenlerden biri "Bunu, Deylemiler bile işitecek olsalar Müslüman
olurlardı." dedi.
7- Saiü b.
Cübeyr dedi ki: "Kim, Kur'anı okur da sonra onu tefsir etmeyecek olursa
o, bir kör veya bir Bedevi gibidir.
Taberi diyor ki:
"Allah tealanm da kullarını Kur'andaki âyetlerden öğüt almaya ve onlan
açıklamaya teşvik etmesi gösteriyor ki, kullan kendilerine kapalı tutulmayan
âyetlerin tevillerini bilmekle yürkümlüdürler. Bu hususta, Allah teala şöyle
buyurmuştur: "Bu Kur'an, âyetlerini iyice düşünsünler, akü sahipleri
ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz bir kitaptır, [80]Şüphesiz
ki biz, bu Kur'anda, öğüt alsınlar diye insanlara her türlü misali verdik. [81]
Görüldüğü gibi âyet-i kerimeler Kur'anm okunup düşünülmesini ve ondan öğüt
alınmasını emretmektedirler. Bu da Kur'anın tefsir ve te'vilini bilmeyi
gerektirir. Zira, kendisine söyleneni anlamayana ve ne demek olduğunu
bilmeyene "Sen, bu anlamadığın şeylerden ibret al." demek mümkün
değildir. Eğer kullara Kur'anı düşünmeleri ve öğüt almaları emredilmişse
elbette ki onlann Kur'anı anlamaları da emredilmiş olur. Mesela Arapçayı
bilmeyen bir kısım insanlara, içinde misaller, öğütier ve hikmetler bulunan
Arapça bir kaside okusan da onlara "Siz bu kasidedeki misallerden ibret
alın, öğütlerden yararlanın." desen bu sözünün bir mânâsı olur mu?"
Şayet onlar, Arapçayı biliyor ve söylediklerini anhyorlarsa onlara bu gibi
tavsiyelerde bulunabilirsin. İşte Kur'an-i Kerim için de durum böyledir. Allah
teala kullarına, Kur'anın âyetlerini düşünmeyi ve onda zikredilen misallerden
ibret almayı emrettiğine göre anlatılıyor ki, Allah teala, kullarının Kur'anı
anlamalarını ve onu tefsir etmelerini istemektedir. Bu da gösteriyor ki, Allah teala kullarına, bilgisini kendi
nezdinde saklı tuttuğu âyetlerin dışındaki âyetleri bilmeyi emretmiştir. Bu
husus açık bir şekilde ortada olduğuna göre, müfessirlerin, Allah tealanın
kitabını tefsir etmelerine karşı çıkanların görüşlerinin fasit olduğu
meydandadır. [82]
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Sen, Kur'anın tefsir edilmesini
savunuyorsun, bu hususta zikredilen şu haberler hakkında ne dersin?
a- Hz. Aişe
(r.a.)'m şöyle dediği rivayet edilmektedir. "Resululİah, Kur'anın
âyetlerinden hiçbir şeyi tefsir etmezdi. O sadece Cebrailin kendisine öğrettiği
sayılı bir kısım âyetleri tefsir etmişti.
b-
Ubeydullah b. Ömer diyor ki: "Ben, Medinenin fıkıh âlimlerine yetiştim.
Onlar, Kur'anın tefsiri hakkında bir söz söylemeyi çok büyük bir hadise görüyorlardı.
Salim b. Abdullah, Kasım b. Muhammed, Said b. el-Müseyyeb ve Nâfı bunlardandı.
c- Yahya b.
Said diyor ki: "Ben, bir adamın, Said b. el-Müseyyebden Kur'anın
âyetlerinden birinin tefsirini sorduğunu işittim. O da dedi ki: "Ben,
Kur'an hakkında bir şey söylemem." Diğer bir rivayette şöyledir:
"Said b. el-Müseyyeb, Kur'antn, bilinen âyetleri dışında herhangi bir âyet
hakkında konuşmazdı."
d- Yezidb.
Ebi Yezid diyor ki: "Biz, Said b. el-Müseyyebden, helalleri ve haramları
sorardık. O, insanların, bu hususları en iyi bileni idi. Fakat biz ona,
Kur'anın âyetlerinden bir âyetin tefsirni sorduğumuzda o sanki hiç duymamış
gibi susardı.
e- Amr b.
Mürre diyor ki: "Bir adam, Said b. el-Müseyyebden "Kur'âmn bir
âyetinin tefsirini sordu. O da dedi ki: "Sen, Kur'anın âyetlerini benden
sorma. (İkrimeyi kastederek) Sen onu, Kur'andan herhangi bir şeyini, gizli
kalmadığını zannedene sor."
f- Muhamrned
b. Şîrîn diyor ki: "Ben, Ubeyde es-Selmaniye bir âyetin mânâsını sordum. O
da bana dedi ki: "Doğrudan ayrılma. Kur'amn. neyin hakkında indiğini
bilenler, artık ölüp gittiler.
g- İbn-i Ebi
Müleyke diyor ki: "Abdullah b. Abbas'tan bir âyetin mânâsı soruldu. O,
sorulan bu âyet hakkında herhangi bir şey söylemedi. Bu âyet öyle bir âyetti ki
o sizden birinize sorulacak olsaydı elbette ki onun hakkında bir şey
söylerdiniz.
h- Velid b.
Müslim diyor ki: "Talk b. Habib, Cündeb b. Abdulfaha geldi ve ondan,
Kur'anın âyetlerinden birinin mânâsını sordu. Cündeb ona dedi ki: "Çık
dişan. Eğer Müslüman isen dışarı çıkarsın veya benimle oturmazsın."
1- Şa'bi
demiştir ki "Üç şey hakkında ölünceye kadar söz söylemem. Bunlar, Kur'an,
Ruh ve görüş'tür. (Kıyas ve ictihaddır).
Taberi diyor ki:
"Zikredilen bu haberlere cevaben denilir ki:
a- Hz.
Aişeden nakledilen hadis, bizim söylediklerimizi doğrulamaktadır. Çünkü biz,
Kur'ânın âyetlerinin bir kısım mânâları vardır ki o mânâlar ancak ResuluIIahm
açıklamasıyla bilinebilir? deniştik. Bu açıklamalar da Allah tealanın,
emirlerinde,, yasaklarında, helallerinde, haramlarında, cezalarında, farzla
nnda ve yüce dinindeki diğer şer'î hükümlerin mücmel (kapalı) olan kısımlarını
izah etme şeklindedir. Zira, bu gibi hükümler Kur'ânın zahirinde veciz bir
şekilde zikredilmişlerdir. Kulların, bunların açıklanmasına ihtiyaçları
vardır. Bunların mânâlarını bilme yolu ise ancak Allah tealanın, Peygamberinin
diliyle açıklamasıyla olur. Bu sebeple bu mânâları, Resululİah açıklamadan
herhangi bir kimse bilemez. Resululİah da, Allah tealanın, kendisine, Cebrail
veya diğer melekler vasıtasıyla öğretmedikçe bilemez. İşte, Hz. Aişe'nin
hadisinde zikrettiği ve ancak Cebrail'in, Resulullah'a açıklamasından sonra,
Resulullah'ın da sahabi-lerine açıkladığını bildirdiği ve bu âyetlerin de
sayılı âyetler olduğunu anlattığı âyetler bunlardır. Evet, Resulüllah'ın,
Cebrail'in açıklamasıyla, sahabilerine öğrettiği âyetler sayılıdır. Bunda şüphe
yoktur. Hatta daha önce de zikrettiğimiz gibi Kur'ânın bir kısım âyetleri de
vardır ki, Allah teala, onların mânâlannı kendisinde saklı tutmuş ve onları
hiçbir kimseye öğretmemiştir. Onların mânâlarım ne melek-i Mukarreb ne de
Nebiyy-i Mürsel bilebilmiştir. F.akat kullar, bu âyetlerin Allah katından
olduğuna ve bunların mânâlarını ondan başka kimsenin bilmediğine iman ederler.
Bununla birlikte, kulların, mânâlarını mutlaka bilmek ihtiyacında oldukları
âyetleri, Allah teala Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed'e öğretmiş o da ümmetine
öğretmmiştir. Nitekim: "Onları mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Sana
ûa Kur'ânı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıkla-yasm. Belki düşünürlcı [83]
âyet-i kerimesi bu gerçeği ifade etmektedir. Hz. Aişeden nakledilen hadis-i
şerifi genel mânâda alarak, Resulullah'ın, Kur'ânın âyetlerinden sadece belli
âyetleri tefsir ettiğini söylemek, Kur'anın Resulullah'a. onu insanlara
açıklamaması için indirildiğini söylemek demek olur ki, bunu da ancak
anlayışsız kimseler söyler. Allah tealanın, Resulullah'a, kendisine indirileni,
insanlara tebliğ etmesini emretmesi ve onu ancak insanlara açıklaması için
indirdiğini bildirmesi kesin bir delildir ki Resululİah, bu vazifesini yerine
getirmiştir. Diğer yandan, Abduîiah b. Mes'udun "Bizden bir adam, on âyet
öğrendiğinde, onlan bırakıp başka âyetlere geçmezdi." sözü gösteriyor ki
Kur'an-ı Kerimin sadece belli âyetlerinin değil, Allah tealamn, bilgilerini
kendisinde saklı tuttuğu âyetlerin dışındaki bütün âyetlerin mânâlarının
anlaşılmasına çalışılmıştır. Yine, Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bu haber
Hz. Aişe'den rivayet edilen hadisin yanlış yorumlandığını göstermektedir. Bir
kısım aklı kıt insanların zannettiği gibi bu hadisin mânâsı "Resuluîlah,
ümmetine Kur'anın âyetlerinden ancak pek azını açıklardı." demek
değildir. Bunun mânâsı, "Resuluîlah ümmetine ancak Allah tealanın
bildirmesiyle mânâlarını bilebileceği âyetleri Cebrailden öğrendikten sonra
ümmetine açıklardı. Bunların sayısı da az idi." demektir.
Diğer yandan Hz.
Aişe'den rivayet edilen bu hadisin senedinde Cafer b. Muhammed ez-Zübeyri
bulunmaktadır. Bu zat, hadis rivayet edenler arasında tanınmayan biridir. Bu
itibarla, hadisin senedi, delil gösterilmeye müsait değildir ve bunu delil
göstermek caiz olmaz.
b- Bir kısım
Tabiinden zikredilen ve Kur'anın tefsirinden kaçındıklarını beyan eden
haberlere gelince bunlar için deriz ki "Tabiinden, Kur'ânı tefsir etmekten
çekinenler, çeşitli meseleler karşısında fetva vermekten kaçınan kimseler
gibidirler. Halbuki bunlardan herbiri, Allah tealanın, dinini kemale erdirdikten
sonra Peygamberini vefat ettirdiğini kabul etmektedirler. Ve bunlardan herbiri
ortaya çıkan her mesele hakkında Allah'ın ya açıkça veya dolaylı yolla bir
hükmü bulunduğunu bilmektedirler. Bu nedenle, bunların, fetva vermekten kaçınmaları,
bu hususta herhangi bir hükmün bulunduğunu inkâr etmelerinden değil
İctihadlannda Allah tealanın, âlim kullarını yükümlü kıldığı seviyeye ulaşamayacaklarından
korkmalarındandır. İşte, Selef âlimlerinden, Kur'anı tefsir etmekten
çekinenlerin durumları da böyledir. Onlar bundan, tefsirlerinde isabetli
olamayacakları korkusundan dolayı kaçınmışlardır. Yoksa Kur'anı tefsir etmenin,
ümmetin âlimlerine yasaklanmasından veya içlerinde ümmetten bunu yapacak
âlimlerin bulunmamasından değildir. [84]
a- Abdullah
b. Abbas:
Abdullah b. Mes'ud:
"Kur'anın tercümanı Abdullah b. Abbas ne güzel biridir." demiştir.
İbn-i Ebi Müleyke diyor ki: "Ben, Mücahidin, Abdullah b. Abbas'tan
Kur'anın tefsirini sorduğunu gördüm. Yanında da biri bulunuyordu. Abdullah b.
Abbas da ona diyordu ki:,"Yaz" Mücahid ona o kadar sordu ki, bütün
tefsiri sormuş oldu.
Mücahid diyor ki:
"Ben, Kur'anı üç defa Abdullah b. Abbas'a Fatihadan
sonuna kadar okudum.
Her âyeti okuduktan sonra duruyor ve mânâsını soruyordum."
b- Mücahid:
Süfyan es-Sevri diyor
ki: "Sana Mücahidden bir âyetin tefsiri gelecek olursa o senin için
kâfidir.
c- Kelbi:
Katade demiştir ki:
"Tefsirde hiçbir kimse kalbî ile at koşturamaz. (Yanşamaz) [85]
a- Dehhak:
Abdül Melik b. Meysere
eliyor ki: "Dehhak, Abdullah b. Abbas ile görüşmemiştir. Onunla, Rey'de
(Tahran'da) Said b. Cübeyr görüşmüş ve ondan tefsir öğrenmiştir.
Meşşaş diyor ki:
"Ben, Dehhaka dedim ki: "Sen, Abdullah b. Abbas'tan bir şey işittin
rni? O da: "Hayır." dedi.
b- Ebu
Salih:
Zekeriyya diyor ki:
"Şa'bî, Ebu Salihin yanından geçer, onun kulağından tutar ve onu kovalardı.
Ve ona derdi ki: "Sen, Kur'anı okumadığın halde onu tefsir ediyorsun
ha?"
c- Süddi:
Salih b. Müslim diyor
ki: "Şa'bî, Süddî Kur'anı tefsir ederken onun yanır.-dan geçti ve ona
"Senin kıçına davulla vurulması senin için bu mecliste oturmandan daha hayırlıdır."
dedi.
Abdurrahman en-Nehai
diyor ki: "Ben, İbrahim en-Nehai ile beraberdim. O Süddiyi gördü ve dedi
ki: "Dikkat edin bu adam, kavmin tefsiri ile tefsir ediyor. [86]
Taberi diyor ki:
"Kur'anın tevili hakkımla bu kitabımızda daha önce dedik ki:
"Kur'anın tümünü te'vil etme üç kısımda mütalaa edilir. Kur'anın bir kısım
mânâları vardır ki, bunlara ulaşmanın hiçbir yolu yoktur. Bunlar da Allah
tealanın, bilgilerini kendisinde saklı tuttuğu ve bütün yaratıklarından gizlediği
mânâlardır. Bu mânâlar da, kıyametin kopma zamanı, İsa'nın inme vakti, güneşin
batıdan doğma ânı ve Sur'a üfleme zamanı gibi bir kısım hadiselerin vakit ve
vadeleridir. Kur'anın âyetlerinin bir kısım mânâları da vardır ki, Allah teâlâ.
bunların mânâlarını bilmeyi Resuiullah'a mahsus kılmış ve onun aracılığı ile de
ümmetine öğretmiştir. Bu mânâlar da Allah teâlâmn kullarının bilmeye muhtaç
oldukları ve ancak Resulullahın açıklamasıyla Öğrenebilecekleri mânâlardır.
Üçüncü bir kısım mânâları vardır ki, bunları, Kur'ânın indiği dili bilen herkes
bilir. Bu mânâlar da, garip olan âyetlerin mânâlarım te'vil etmek, irablarını
bilmek gibi mânâlardır. Madem ki durum böyledir o halde müfessirlerden,
Kur'ânın te'vilinde doğruyu isabet ettirmeye en layık olanı, tefsir yaparken
kullandığı delili en açık ve seçik olan kimsedir. Bu da şu şekilde tefsir ve
tevil edendir.
1- Mânâları
ancak Resulullahın açıklamasıyla bilinen âyetleri tefsir ederken:
a-
Açıklanmaları hususunda Resulullahtan bolca nakiller bulunan âyetleri bu
nakilleri zikrederek tefsir etmeye çalışandır.
b-
Açıklanmaları hususunda Resulullah'tan bolca nakiller bulunmayan âyetleri, Âdil
ve Zabit şahıslardan nakiller yaparak açıklayan veya sahih delalet? lere
dayanarak tefsir etmeye çalışandır.
2- Mânâlan,
Resulullahın açıklaması olmadan ve dil kurallarına dayanılarak bilinebilecek
âyeteri ise tefsir ederken:
a- Âyetleri Arapların fasih şiirlerinden deliller
zikrederek tefsir etmeye çalışandır.
b- Arapların
konuşmalarından ve bilinen ve yaygın olan lügatlanndan deliller getirerek
tefsir etmeye çalışanlardır. Yeter ki bu müfessirler sahabi ve imamlardan
oluşan Selefin, tabiinin ve ümmetin âlimlerinden oluşan Halefin söylediklerinin
dışına çıkmış olmasınlar. [87]
Taberi diyor ki:
"Allah (eala, Hz. Muhammed'e indirdiği kitabım dört isimle
isimlendirmiştir.
1- Kur'an:
Bu isim şu âyetlerde zikredilmiştir. "Şüphesiz ki bu Kur'an, insanları en
doğru yola götürür. Salih ameller işleyen müminlere büyük birmüka-faat
olduğunu, âhirete iman etmeyenlerin de can yakıcı bir azap hazırladığımızı
müjdeler. [88]Muhakkak ki bu Kur'an
İsrailoğullarına, ihtilaf ettikleri şeylerin çoğunu anlatmaktadır. [89]
Kur'an kelimesinin
mânâsı hakkında müfessirler ihtilaf eürnşlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas'tan nakledilen bir rivayete göre, Kur'an kelimesi kökünden mastardır. Bu mastar fiillerinin
mastarları gibidir. Abdullah b.Âbbas "Biz onu Cebraile okuttuğumuz zaman
sen onun okuyuşunu takibet. [90]âyetini
şöyle izah etmiştir: "Biz onu, sana açıkladığımız zaman sen onunla amel et."
Taberi, Abullah b. Abbas'ın bu izanıyla "Biz onu, okuyarak açıkladığımız
zaman, okuyarak açıkladığımızla sen amel et." demek istediğini söylemiş ve
Abdullah b. Abbas'ın bu âyette geçen "Kur'an" kelimesini
"Okumak" mânâsında aldığım ve "Kıraat etmek" şeklinde izah
ettiğini söylemiştir.
b-
Katade'den rivayet edilen diğer bir görüşe göre Kur'an kelimesi kökünden
gelmektedir. Mânâsı da "Bir araya getirmek ve kaynaştırmak" demektir.
Bu ifade "Bu deve, rahmini asla bir döl üzerinde büzüştürüp
toplamamıştır." deyiminde de görülmektedir. Nitekim Amr. b. Gülsüm şu
şiirinde bunu ifade etmektedir.
"O kadının
kolları beyazdır. O, döl üzerine rahmini büzüp toplamamış biridir."
Said b. Ebi Urube
diyor ki: "Katade "Onu bir araya toplamak ve akıtmak, şüphesiz bizim
işimizdir. [91]şeklinde tercüme edilen
âyeti "Onu korumak ve birbirleriyle kaynaştırmak bize aittir."
şeklinde izah etmiş "Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman sen onun oku
miş yuşunu takibe t. [92]şeklinde
tercüme edilen âyetin de "Biz onu sana okuduğumuz zaman sen onun helaline
uy, haramından kaçın." şeklinde izah etmiştir.
Taberi diyor ki:
"Abdullah b. Abbas'ın da, Katade'nin de, naklettiğimiz görüşlerine dair
Arap dilinde sahih bir yön vardır. Ancak biraz Önce zikredilen iki âyetin
tefsirinde Abdullah b. Abbas'ın izahı daha evladır. Zira Katade'nin izahına
göre Kur'an toplanıp bir araya gelinceye kadar Resulullah'ın, kendisine
vahyedenlere tabi olma zarureti olmadığı anlaşılmaktadır. Halbuki Allah teâlâ,
Kur'anm birçok âyetinde ResuluHah'a, kendisine vahyedilenlere uymasını emretmiş,
Kur'an bir araya toplanıncaya kadar vahyedilenlerden herhangi bir şeye
uymamasına dair hiçbir ruhsat vermemiştir. Bu itibarla zikredilen bu âyet-i
kerimeleri de Kur'anm diğer âyetleri ışığında tefsir etmek gerekmektedir.
Şayet Kıyamet suresinin on sekizinci âyeti, Katadenin izahına göre "Biz
Kur'anm âyetlerini toparlayıp bir araya getirdiğimiz zaman sen, toparlayıp bir
araya getireliğimiz şeylere uy." şeklinde tefsir edilecek olursa bu
takdirde Resulullahın: "Yaratan rabbinin adıyla oku. [93]
emrine uyması, Kur'ânın diğer âyetleri de gelip toparlanmadan, yine
Resulullah'ın: "Ey sarınıp bürünen Peygamber, kalk uyar[94]
emrine, Kur'anın diğer âyetleri de gelip toparlanmadan uyması gerekli olmazdı.
Böyle bir tezi savunmak ta ümmetin görüşünün dışına çıkmak olurdu. Madem ki
Resulullah'ın, Kur'an-ı Kerimin her âyetinin hükmüne uyması gereklidir ve bu
âyetlerin bir araya getirilip getiriimemeleri, Resuluilah'ın o âyetlerin
hükümlerine uymasının gerekliliği yönünden farksızdır o halde Abdullah b.
Abbasm, Kıyamet suresinin on sekizinci âyetini te'vil şekli daha evladır.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Kur1 an kelimesi mastardır ve mânâsı da
"Okumak" demektir. Kur'ana bu ad nasıl verilebilir? Çünkü Kur'an
"Okumak" değil "Ouknan"dır? Cevaben denilir ki, Arapçada
mastarların ism-i Meful mânâsında kullandıklarının örneği çoktur. Mesela
"Mektup"a "Kitap"da denilmektedir. Mesela bir şair karısını
boşadığıni belirten bir mektubu anlatırken şöyle demiştir:
"Bana tekrar
dönmek mi istiyorsun? Halbuki senin boşanman hakkında, zamkın yapışmasına
benzeyen bir yazı vardır." Şair bu şiirinde, kitap kelimesini, mektup
mânâsında kullanmıştır.
2- Furkan:
Bu isim şu âyette zikredilmiştir: "Âlemlere uyarıcı olsun diye Kulu
Muhammede furkanı (Hakkı bâtıldan ayıran Kur'anı) indiren Allah, yüceler
yücesidir. [95]Müfessirler bu kelimenin
mânâsı hakkında da çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- İkrime ve
Suudi'nin, bu kelimenin mânâsının "Kurtulmak" olduğunu söyledikleri
rivayet edilmektedir.
b- Abdullah
b. Abbas "Furkan" kelimesinin mânâsının "Çıkış yolu" demek
olduğunu söylemiştir.
c- Mücahid
ise bu kelimenin mânâsının "İki şeyin anısını ayıran" demek olduğunu
söylemiştir.
Taberi eliyor ki:
"Müfessirlerin "Furkan" kelimesinin mânâsını izah etmekte
ihtilaf etmelerine rağmen hepsinin görüşü birbirine yakındır. Zira, Furkan
kelimesinin "Çıkış yolu" mânâsında olduğunu söyleyenler bunun, kurtulmak
olduğunu da dolaylı yolla söylemiş olurlar. Yine bu kelimeyi
"Kurtulmak" mânâsında kullananlar, iyilik yapımla kötülük yapanı
birbirinden ayırmak ve kurtuluşa kavuşturmak mânâsında da dolaylı yolla
kullanmış olurlar. Bu itibarla hepsinin tevil şekli de sahihtir. Çünkü
söyledikleri sözlerin mânâları, netice itibariyle aynıdır. Bize göre
"Furkan" kelimesinin asıl mânâsı "İki şeyin arasını
ayırmak" demektir. Bu ayırma işi iki kişinin arasında hüküm vermekle ve
ya, çatışan iki kişiden birini kurtarmakla yahut, delilini güçlü göstermekle ya
da herhangi bir yolla gerçekleşmiş olabilir. Bu izahtan anlaşılmaktadır ki,
Kurana "Furkan" adının verilmesi, onun delilleriyle cezalan ve
farzlanyla ve diğer hükümleriyle, haklıyla haksızın arasını ayırdetmesinden ve
hüküm ve yargılarıyla haklıya yardım edip onu kurtarmasından ve haksızı
desteksiz bırakıp onu mağlup etmesindendir.
3- Kitap:
Kur'anin bu ismi şu âyette de zikredilmiştir: "Hamd, kulu Mu-hammed'e
kitabı (Kur'anı) indiren ve doğruluktan uzak hiçbir şeyi ona koymayan Allah'a
mahsustur. [96] Kur'ana verilen bu isim
de fiilinden mastardır. Kitabın asıl mânâsı yazarın, Alfabe harflerini
birleştirerek veya ayrı ayrı yazmasıdır. Kur'an, yazmak değil yazılandır. Buna
rağmen Kur'ana "Mastar" ile isim verilmesi, biraz önce izah edilen
şiirde de belirtildiği gibi Arapların bazan mastarları ism-i meful mânâsında
kullanmalanndandır.
4- Zikir:
Kur'ânın bu ismi şu âyette de zikredilmiştir. "Şüphesiz ki zikri (Kur'anı)
biz indirdik, onun koruyucusu da biziz." [97]
Kur'ana verilen bu ismin iki mânâya gelme ihtimali vardır.
a- Burada
zikir kelimesinin mânâsı "Hatırlatma ve anlatma" demektir. Kur'ana bu
adın verilişinin sebebi ise Allah teâlânın onu bize anlatmasından ve Kur'anda
kullarına, cezalanın, farzlarını, ve diğer hükümlerini zikretmesindendir.
b- Bu Zikir
kelimesinin mânâsı, anılmak, şeref kazanmak ve iftihar etmektir. Kur'ana bu
ismin verilişinin sebebi, ona iman edenlerin yâd edilmeleri, şeref kazanmaları
ve iftihara layık olmalarındandır. Nitekim Allah teala bir âyet-i kerimesinde:
"Bu Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür. Yakında hesaba çekileceksiniz. [98]
buyurmuştur. Yani bu senin için ve kavmin için bir şereftir." demek
istemiştir. [99]
Taberi diyor ki:
"Kur'an-ı Kerimin surelerinin de isimleri vardır. Bu isimleri bizzat
Resulullah koymuştur. Bu hususta Vasile b. el-Eska, Resulullah'ın .şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir. "Bana Tevrat'ın yerine
"Seb'uttıval"
Yedi uzun süre verilmiştir. Zeburun yerine "Elmîîn" Yüz âyetli sureler
verilmiştir. İncil'in yerine "Eîmesani" Yüzlüklerin altında olan
sureler verilmiştir. Ben, Kısa olan ve aralan besmele ile sık sık ayrılan
surelerle üstün kılındım."
Ebu Kılabe diyor ki:
"Resulullah buyurdu ki: "Bana Tevrat'ın yerine
"Es-sebuttıval" verildi. Zeburun yerine "Eîmesani" verildi.
İncil'in yerine "Elmîîn" verildi. Ve ben, mufassal surelerle üstün
kılındım."
Abdullah b. Mes'ud
demiştir ki:
"Ettival olan
sureler, Tevrat gibidir. Elmîîn olan sureler İncil gibidir. EI-mesaniler Zebur
gibidir. Kuranın diğer bölümleri ise (diğer Semavi kitaplardan) fazladır. [100]
Taberi bu surelerin
hangi sureler olduklarım şu şekilde zikretmiştir:
I-
"Essebuttıval" Said b. Cübeyre göre bu sureler, Bakara, ÂM İmran,
Nisa, Maide, En'am, Â'raf ve Yunus sureleridir. Abdullah b. Ab-bas'tan da bu
görüşü destekler mahiyette bir görüş zikredilmiştir. Bu da şu görüştür. Yezid
el-Farisî diyor ki: "Abdullah b. Abbas, Osman b. Affan'la şunları
konuştuğunu anlattı. "Ben, Osman b. Affana dedim ki Mesanilerden olan
Enfal suresini ve Mîînden olan Tevbe suresini yanyana getirmenize ve aralarına
besmele yazmanıza ve onlann ikisini "Sebuttıval" arasına koymanıza
sizi sevkeden sebep neydi?" Osman dedi ki: "Öyle zamanlar olurdu ki
Resulullah'a âyet sayılan çok olan sureler inerdi. Ona bir şey indiğinde,
yazanlardan bazılarını çağırır ve ona "Bu âyeti şu ve şunlann ziRredildiği
sureye yerleştir." derdi. Enfal suresi Medine'de inen surelerin ilk
inenlerindendir. Tevbe suresi de Kur'anın en son inen süresidir. Bunlann her
ikisinin de içerdikleri âyetlerin muhtevaları da birbirine benzemektedir. Ben
öyle zannettim ki Tevbe suresi Enfal suresinin devamıdır. Resululah bu surenin,
onun devamı olduğuna dair herhangi bir açıklama yapmadan vefat etti. Bu sebeple
ben bu iki sureyi peşpeşe koydum. Aralanna besmele yazmadım ve o ikisini
Sebutüvalin arasına yerleştirdim.
Taberi diyor ki:
Nakledilen bu haber göstermektedir ki, Enfal süresiyle Tevbe suresinin,
Sebuttıvalden olup olmadığı Hz. Osman'a göre kesin olarak beliı değiidir.
Abdullah b. Abbas'da bunların Sebuttıvaldan olmadığını açıkça söylemektedir. Bu
surelere "Essebuttıval" "Yedi uzun sure" denilmesinin sebebi ise bu surelerin Kur'anın diğer surelerinden
uzun olmalarıdır.
2- el-Mîûn:
Bu sureler, Kur'anın âyetleri yüz kadar veya yüzü biraz aşkın yahut yüz'den
biraz eksik olan sureleridir.
3-
el-Mesani: Bu sureler ise, Mîûn surelerinin, âyetlerinin sayısı bakımından
daha altında olan surelerdir. Abdullah b. Abbas bir kısım surelere
"Mesani" denilmesinin sebebinin, Allah tealanm bunlarda misalleri,
haberleri ve ibretleri arka arkaya zikretmesinden olduğunu söylemiştir. Said b.
Cübeyre göre ise bu surelerde farzların ve cezaların peşpeşe zikredilmesi d ir.
Başka bir kısım âlimlere göre ise Kur'an-ı Kerimin surelerinin hepsine de
"Mesani" denir. Diğer bir kısım insanlar ise "Mesani"
adının sadece Fatihe suresine ait olduğunu, bu surenin her rekatta tekrarlanması
sebebiyle de kendisine bu adın verildiğini söylemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"İnşallah, Nahl suresinin seksen yedinci âyetinde geçen "Mesani"
kelimesini izah ederken bu görüşleri zikredenlerin adlanm ve hangi görüşün
tercihe şayan olduğunu bildireceğiz.
4- Mufassal:
Bu surelere bu ismin verilmesinin sebebi, aralannda besmelenin sıkça tekrar
edilmiş olmasındandır. [101]
Taberi diyor ki:
"Kur'amn her bir suresine denilmiştir. Sure kelimesinin çoğulu dür. misallerinde
olduğu gibi sure kelimesi bu şekliyle hemzesiz olarak okunduğunda asıl mânâsı
"Yükselme seviyelerinden belli derecede yükselme" dir. Şehrin
çevresini kuşatan duvarlara "Sur" denilmesi de bu kabildendir. Sur
kelimesinin, "Belli bir seviyedeki yükseklik mânâsına geldiğini
Nâbiğa'nın şu şiiri de göstennektedir. "Görmez misin ki Allah sana öyle
bir sur verdi ki, her Kralın, onun altında debelendiğini görürsün." İşte
buradaki Sur'dan maksat, yüksek seviyedeki bir şereftir. "Sur" kelimesi
bazı âlimler tarafından şeklinde hemze ile de okunmuştur. Buna göre
"Sur" kelimesinin mânâsı "Bölüm" demektir. Kur'an-ı Kerimin
surelerine hu ismin verilişi, onlardan her birinin Kur'anın bir bölümü
olmaMndandır. Çünkü kelimesinin asıl mânâsı "Arta kalan" veya
"Artık" demektir. Nitekim, A'şâ isimli şair, kendisinden ayrılan ve
kalbinde sevgisini bırakan bir kadına hitaben şöyle demektedir: "O,
benden uzaklaştı. Kalbimde ise, uzaklaşmasından meydana gelen devamlı bir acı
bıraktı." Bu şiirde "Bıraktı" diye tercüme edilen kelimesi
kökünden gelmektedir. [102]
Taberi diyor ki:""Âyet"
kelimesinin Arap dilinde muhtemel iki mânâsı vardır. Bu mânâlardan biri,
"Alâmet" demektir. Âyetlere "Alâmet" denilmesinin sebebi
ise, bunlardan her birinin kendilerinden önce ve sonra gelen âyetlerin
tesbitinde iâmet olmalarıdır. Nitekim Allah teala, şu âyet-i kerimesinde, âyet
kelimesini bu mânâda zikretmiştir. "Meryemoğİu İsa şöyle dedi: "Ey
rabbimiz olan Allah'ım, gökten bize bir sofra indir ki, bizden öncekilere de
sonrakiler de bir bayram ve senden bir âyet (Mucize) olsun. [103]
Yani, "Senin, bizim duamızı kabul ettiğine ve istediğimizi verdiğine dair
bir alâmet olsun." demektir.
"Âyet"
kelimesinin diğer bir mânâsı da "Kıssa" demektir. Nitekim bu hususta
Kâ'b b. Zübeyr bir şiirinde şöyie demiştir: "Dikkat edin, ikiniz de şu sataşana
bir âyet (bir tebliğ) bildirin. O, sözü söylerken uyanık mıydı yoksa uyuyor
muydu?" Yani, "Benden ona bir mektup ve bir haber verin."
demektir. Kur'ânin âyetlerine, "Kıssa" mânâsına geien bu adın
verilmesinin sebebi ise, kıssaların birbirini takibederek zikredilmeleri
ndeniür. [104]
[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/0
[2] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/1.
[3] Mecanaül Üdeba c. 18 sh. 48
[4] Mecmaül Üdeba, c. 18 sh. 49
[5] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/1-2
[6] Mecmaül Üdcba, c. 18 sh. 49-50.
[7] Tarih-i İbn-i Asakir, c. 18 sh. 356.
[8] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/2-4
[9] Bkz. Tarih-i Ibn-i Asâkir.c. 18 s. 351.
[10] Bkz. Tarih-i Bağdat, c. 2 s. 163.
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/4-7
[11] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/7-9
[12] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/9-10.
[13] Ra'd suresi, 13/15
[14] Nisa suresi, 4/165
[15] Müminun suresi. 23/32, 34
[16] Bakara suresi, 2/253
[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/1113.
[18] Maide suresi, 5/16
[19] Fussilet suresi, 41/42
[20] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/1314.
[21] En'am suresi, 6/165
[22] Zahruf suresi, 43/18
[23] İbrahim suresi, 14/4
[24] NahI suresi, 16/64
[25] Yusuf suresi, Î2/2
[26] Şuanı suresi, 26/193-195
[27] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/14-18.
[28] Haduİ suresi, 57/28
[29] Müzemmil suresi, 73/6
[30] Sebe suresi, 34/10
[31] Müddessis suresi, 74/50, 51
[32] Fussilet suresi, 41/44
[33] Ahzah suresi, 33/5
[34] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/18-20.
[35] Yusuf suresi, 12/2
[36] Ahmet! h. I laııbel, Müsncıl c. 2, s. 300, 440
[37] Ahnıed h. Manhel, Müsnetl, c.2, s. 332, 440
[38] Taberi, c. 1, s. 9
[39] Bkz. el-Itkan fi Uluınil Kuran c, 15,61-67
[40] Ahmcü h. Hanbel, Müsncd, c. 1, s. 452
[41] a.g.e. s. 106
[42] Taheri.c. l.s. 10
[43] Buharı, K. ct-Tevhid hah: 53, K. cl-İstitabc hah: 9,
K. el-Fadail cl-Kurnn hah: 5. K. el-HıiNiımat, hah: 4/Müslinı, K. e I-M
(isafımı, bab: 70, IIiidLs No: 818/Iihu Davud. K. es-Ssıiai, hah: 357, MAtlis
No: 1475/Ncseî. K. ol-İftitah hah: 37fl'innİ7İ,- K. el-Kıraal, rvıb: 11,
H.-Kİis No.2943
[44] Taberi, c. 1,s. 10
[45] Taberi.u.1,s. 1
[46] Taberi.u.1,s. 11
[47] Buhari, K. el-Fadail el-Kur'an hah: 5, K. Bed'UI halk
bab: 6/Müslim, K. el-Müsafirin, hah: 272, Hadis No: 819, Ahmed b. Ilanhel.
Mtisned, c. 1, s. 264, 299, 313
[48] Ahmed b. Hantal, Müsned c. 6, s. 433, 463
[49] Ahmed b. Hanhel, Müsned, c 5. s. 124
[50] Nasei K. el-iftitah bab 37/Ahmed b. Hanbel Müsned, c.
5, s. 114,112
[51] Ebu Davud, K. es-Salat, bab 357, Hadis No: 1477
[52] Tirmizi, K. el-Kıraat, bab: 11, Hadis No: 2944/ Ahmed
b. Hanbel, c.5 s. 400
[53] Müslim, K. el-Müsafirîn, bab: 273, Hadis No: 820/Ahmcd
b. Haııbcl, Müsned, c. ."i, s. 129
[54] 38 Müslim,
K. el-Müsafîrin, bnh: 274, Hadis No: 821/Iibu Davud, K. cs-Sat.1t. bab: 357,
IIN. 1478 Ncsei, K. d-İfıitah, bab: 37/Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s.
127-128
[55] Ahmed b. Ilanbl, Müsned, c. 5., s. 51
[56] Ahmed b. Hanbei, Müsned, c. 4, s. 170
[57] Taberi, c. 1, s. 15
[58] Taberi, c. 1, s. 15 43 Taberi, c. l,s. 16
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/20-33.
[59] Nisa suresi, 4/82
[60] Ahmed b. Hanbel, c. 5, s. 51
[61] Müzzemmit suresi, 73/6
[62] Nah! suresi, 16/103
[63] Ahzab suresi, 33/23
[64] Tevbe suresi 9/128,129
[65] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/33-43.
[66] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/43.
[67] Yunus suresi, 10/57
[69] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/44-46.
[70] A'raf suresi, 7/187
[71] Müslim, K. el-I-iten, hah: 110, Hadis No: 2137
[72] Nahl suresi, 16/44
[73] Âl-i İmran, 3/7
[74] A'raf suresi, 7/33
[75] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an hah: 1, Hadis No: 2951
[76] Tirmizi, K. Tefsir c!-Kur'an bab: 1, Hadis No: 2950
[77] Ehu Davud, K. eM!m, bab: 5, Hadis No: 3652/Tirmizi, K.
Tefsir el-Kur'an bab: 1, Hadis No: 3953
[78] Bakara suresi, 2/11
[79] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/46-50.
[80] Sâd suresi, 38/19 62
[81] Zümer suresi, 39/27
[82] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/50-52.
[83] Njîhl suresi, 16/44
[84] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/52-54.
[85] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/54-55.
[86] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/55.
[87] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/55-56.
[88] îsra suresi, 17/9-10
[89] Nemi suresi, 27/76
[90] Kıyamet suresi, 75/18
[91] Kıyamet süresi, 75/17
[92] Kıyamet süresi, 75/18
[93] Atak suresi, 96/1
[94] Mukaddessir suresi, 74/1, 2
[95] Furkan suresi, 25/1
[96] Kehi suresi, 18/1
[97] Hİcr suresi, 15/9
[98] Zuhruf suresi, 43/44
[99] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/56-59.
[100] Darimi, K. el-Fadail el-Kur'an b. 17
[101] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/59-61.
[102] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/61.
[103] Maidc suresi, 5/114
[104] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 1/61-62.