TABERİ TEFSİRİ 2

Aziz Okuyucu, 2

Ebu Cafer Muhammed B.Cerır Et-Taberı 2

Taberinin Doğum Yeri Ve Tarihi 3

Taberının Ilım İçin Yaptığı Seyahatlar. 3

Taberının İlmi 4

Eserleri 6

Tefsirin Tercümesi 7

Önsoz. 8

Bismillahirrahmanirrahîm.. 8

En Büyük Lütuflardan Biri Kur'anın Muhafazasıdır?. 9

Kur'anın Âyetlerinin Mânâları Arap Diliyle İfade Edilmiştir. 9

Arapça Ve Diğer Dillerde Müşterek Olarak Kullanılan Kelimeler. 11

Kur'an Çeşitli Arap Lehçeleri Üzerine İnmiştir. 12

Kur’an Arap Şivelerin Tümüyle İnmemiştir. 16

Aynî Kelimelerin Çeşitli Şekillerde Okunması Yedi Farklı Lehçe Sayılmaz. 20

Kur'anın İndiği Yedi Lehçe Hangileridir?. 20

"Kur'an Cennetin Yedi Kapısından İnmiştir." Hadisi 21

Kur'an Âyetlerinin Mânâsını Anlamak. 22

Kur'anın Tefsirini Bilmeye Teşvik Eden , Bazı Haberler. 24

Kur'anın Tefsir Edilmesine Karşı Çıkanların Yanlış Yorumladıkları Bazı Haberler  24

Önceki Müfessirlerden, Tefsiri Övülen Ve Kınanan Kişiler Hakkında Seleften Hakledilen Bir Kısım Haberler. 26

A/Tesfir Bilgileri Övülen Âlimler: 26

B/Tefsir Bilgileri Yerilen Âlimler: 26

Kur'anın Nasıl Tefsir Edileceği 26

Kur'anın İsimleri 27

Kur'anın Surelerinin İsimleri 28

Surenin Mânâsı 29

Âyetin Mânâsı 29


TABERİ TEFSİRİ

 

Aziz Okuyucu,

 

Allah Tealâ'nm insanlara ihsan buyurduğu en son hidâyet kaynağı olan kitap, Kur'an-ı Kerim'dir. Bütün insanlığı saadet ve kurtuluşa erdire­cek ahkâm ancak Kur'an'dadır. İnsanlık ne kadar inkişâf etse, yine Kur'an'a muhtaçtır. Çünkü Kur'an, tükenmez bir ilim, irfan, hikmet, hidâyet ve burhan hazinesidir.

Hiçbir kimse Kur'an'ın mânâlarının künhüne vâkıf olamaz. Fakat zaman zaman, Kur'an hakikatlerini keşfeden kalpler, mânevi zevk ve neşe duyarlar.

İşte bu, en mükemmel ve mukaddes bir rehber olan hakikat kay­nağını insanlığa anlatmak ve Kitabullah'a hizmet etmek isteyenler, yüz­lerce tefsir kitabı telif etmişlerdir. Her müfessir, kendi ilmî derecesine gö­re Kur'an'ın hakikatlerine tercüman olduğundan, çeşitli tefsirler vücuda gelmiş, her biri bir feyz kaynağı olmuştur.

Kur'an-ı Kerimin en mükemmel tefsiri yine Kur'an'dır. İkinci olarak da Resulü Ekrem efendimizin hadisleridir. Bu şekilde âyet ve hadislerle ve sahabenin sözlerine dayanarak yapılan tefsirlere rivayet tefsiri denir.

Zamanımız âlimlerinden birisi şöyle demiştir: "Bir âlim kendi ilmî derece ve istidadına göre bir tefsir hazırlar. Bunun takriben 50 yıllık öm­rü vardır. Ancak bir tefsir vardır ki, hadis, âyet ve sahabe sözleriyle ya­pılmıştır. Bu tefsirin ömrü kıyamete kadardır. Bunu neşretmek büyük bir hizmettir. Bu tefsir TEFSÎR-I TABERÎ'dir."

Bu tefsirin yazan Ebö Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberî Hicri 224'te Taberistan'da doğmuş, hicri 310'da Bağdat'ta vefat etmiştir.

İbn-i Cerir, büyük bir âlimdir. Tefsirde, hadiste, fıkıhta, edebiyatta, tarihte eşsizdir. Hele hele tefsirde emsali yoktur. Bütün İslâm âlimleri, bunda ittifak etmişlerdir.

İmam Nevevî (R.A) diyor ki: "Tefsîr-i TaberVnin bir misli daha tas­nif edilmemiştir. Bu hususta ümmet ittifak etmiştir."

İmam Suyûtî ise: "Tefsin Taberî, tefsirlerin en cetîli, en azîmidir. Kendi vadisinde şâir tefsirlere fâikdir." demiştir.

Hâsılı Tefsîr-i Taberî ilmî bir harikadır. Bir kaynaktır. Kendisinden önce yazılan bütün rivayet tefsirlerinden temayüz etmiştir.

İşte yayınevimiz, böyle bir eseri okuyucusuna arz etmek için, da­ha önce Kur'an Meali ve muhtelif ilmî kitaplar hazırlamış olan İlmine ve İrfanına güvendiği her ikisi de ilâhiyatçı ve hukukçu olan Kerim Aytekin ve Hasan Karakaya hoca efendilerle yapılan mutabakat üzerine yıllar süren azimli bir çalışma neticesinde 1996 yılında eserin tercümesi Al­lah'ın inayetiyle tamamlanmıştır.

Böyle, bir mübarek eseri büyük bir titizlik ve İnsan üstü gayretle tercüme eden muhterem mütercimlere teşekkür ediyor, eserde varsa yapılan hatalardan dolayı okuyucularımızın affını istirham ediyoruz.

Bize bu eserin neşrini nasib eden Cenab-ı Hakk'a sonsuz hamd ve şükürlerimizi sunuyor, in'âmının devamını niyaz ediyoruz[1]

Mevlüt KARACA

 

Ebu Cafer Muhammed B.Cerır Et-Taberı

 

Hicrî 3. Yüz yılın girişiyle İslami ilimler gelişmiş ve mükemmelliğe yak­laşmıştı. Öyle ki fıkhî mezheplerin, değişmeyen temel esasları konmuş, sahih hadis kitapları telif edilmiş, Arap dili, konuşanların ağızlarından alınmak sure­tiyle derlenmiş, Siyer ve Gazvelerle ilgili kitaplar yazılmış, Arap diii, Fars, Hİrid ve Yunan bilgilerini de kuşatır hale gelmiştir. Böylece âlimlerin önünde ufuklar açılmıştır. İnsanlar ilmin sadece bir dalında bilgi sahibi olma yerine çe­şitli ilimleri birlikte öğrenmişlerdir. Mesela, Lisan ve Gramer bilgileriyle meşgul olan alimler, aynı zamanda Hadis ile ilgili ilimler de edinmişlerdir. Hadis âlimleri de tarihi, çeşitli mezhepleri, Hadis ravi'Ierinin derecelerini öğrenmişler­dir. Bir şair, Lisandan, gramerden yeteri kadar payını aldığı gibi dini bilgilerden de nasibini almıştır. Fıkıh âlimleri de kitap ve sünneti bilme yanında şiirleri ve ata sözlerini ezberlemiş böylece edebiyattan nasiplenmişlerdir.

İslam alemindeki ders halkaları, ilim meclisleri, okullar ve te'lif işleri sa­dece Küfe, Basra ve Bağdat gibi şehirlere has olarak kalmamış doğuda Mavera-ünnehir bölgesindeki Horasan, Rey (Tahran) ve diğer bölgere kadar varmış, ba­tıda ise Şam, Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüse kadar ulaşmıştır. Böylece bu bölgelerdeki şehirler ve köyler, fıkıh âlimleri, kuıralar, muhaddisler, dil bilgin­leri, müfessirler ve diğer ilim dallarındaki âlimlerle dolup taşmıştır.

İşte ilmin dolup taştığı bu dönemde, Muhaddis, Fakih ve Müfessir olan Ebû Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberinin yıldızı parlamıştır. Bu zat, daha ço­cukken kendisini ilme vermiş, erginlik çağına girdikten sonra ilim almak için çeşitli bölgelere seyahati ar yapmış, Yüzlerce râvi ve âlimle görüşmüş ve çeşitli dallarda yazılan kitapları okumuştur. Kısa sürede bir mezhep sahibi İmam ol­muştur. Böylece adını iarihe yazdırmış, her zaman hatırlanmış ve ilminin, itibar edilen bir ilim olmasını sağlamıştır. [2]

 

Taberinin Doğum Yeri Ve Tarihi

 

Ebû Cafer Muhammed b.Cerir et-Taberi, Taberistanın ÂmÖI şehrinde doğmuştur, doğum tarihinin H. 224 veya H. 225 olduğu rivayet edilmiştir,[3] Taberi, küçüklüğünü anlatırken şunları söylemiştir, "yedi yaşımda hafız oldum. Sekiz, yaşımdayken insanlara namaz kıldırdım. Dokuz yaşımdayken hadisleri toplayıp yazmaya başladım. Babam bir gün rüyasında şunu görmüş, Ben Resûlullahm önünde bulunuyormuşum. Yanımda, İçi taş dolu bir torba varmış.

Taşlan alıp Resûlullahın önümle atıyormuşum." Rüyayı yorumlayan kişi elemiş ki: "Bu çocuk büyüdüğünde Resûlullahın dinine karşı samimi olacak ve onun Şeriatını savunacak." İşte bunun üzerine babam, ilim tahsili hususunda bana yardım etmekte çok titiz davrandı. Ben, daha küçük bir çocukken bu hassasiyeti gösteriyordu. [4]

Bu rüya doğru çıkmıştır. Taberi, fıkıh ve diğer ilimleriyle zamanının en önde gelen isimlerinden olmuştur. Sünneti savunmuş bid'aüara karşı savaş ver­miştir. Babası da Taberistandaki büyük arazisi ve maddi imkanları yanında tak­va sahibi bir kimseydi. Oğlunun zeki, ilme âşık, âlimlerle tanışmayı çok seven biri olduğunu görünce ondan hiçbir imkanı esirgememiştir. Nereye giderse git­sin arkasından ihtiyaçlarını karşılamıştır. Böylece oğlunu Halifelerin bahşişle­rinden, Vezirlerin ve idarecilerin yardımlarından uzak tutmuş onu, makam ve mevki hırsından müstağni kılmıştır. Taberîböylece kendisini ilim öğretmeye, hadis rivayet etmeye ve kitap yazmaya vakfetmiştir. Hatta babasının vefatından sonra dahi onun ihtiyaçları, babasının servetinden karşılanmış, böylece hayatı­nın sonuna kadar kimseye muhtaç olmamıştır. [5]

 

Taberının Ilım İçin Yaptığı Seyahatlar

 

Ebu Cafer Muhammed b.Cerir et-Taberî, daha yaşı on iki olmadan do­ğum yeri olan Âmûl şehrinden ayrılmış ve çeşitli bölgelere seyahat yaparak bir çok âlimden ilim tahsil etmiştir. Önce Rey (Tahran) bölgesine gitmiş, orada bu­lunan âlimlerden dersler almıştır. Mesela Ebu Mukatilden Irak fıkhını okumuş, Ahmed b.Hammad ed-Dolabiden gramer öğrenmiş, Selem b.Fadl'dan, Ibn-i İs-hakın "Megazi" adlı eserini okumuş daha sonra meşhur Tarihini, bu eseri esas alarak yazmıştır. Daha sonra İbn-i Humeyd er-Rûzi ile uzun süre beraber olmuş­tur. Taberi bu hususta şunları anlatıyor: "Biz, Muhammed b.Humeyd er-Râzinin yanında kitaplar yazardık. O, bir gecede bir kaç defa yanımıza gelirdi. Bize ne yazdığımızı sorar ve yazdıklarımızı okurdu. Biz, Ahmed b.Hammad ed-Dolabi-nin yanına da giderdik. O, Tahranın köylerinden bir köyde oturuyordu. Tahranla o köyün arasında uzun bir mesafe vardı. Öyle ki, oradan döndüğümüzde deliler gibi oluyorduk. (Sersemleşiyorduk) Sonra da kalkıp Muhammed b.Humeyd'in meclisine gidiyorduk". [6]

Taberi daha sonra Bağdata gitmiştir. Oraya gidişinin asıl sebebi, İmam Ahmed b.Hanbelin orada çok meşhur olması, ilmî sohbet ve toplantılarda adının çokça anılmasıydı. Taberî, Bağdata giderek, İmam Ahmed'den ilim almayı ve onu insanlara aktarmayı düşünüyordu. Ne var ki, o Bağdata varmadan İmam Ahmedin vefat haberini aldı. Bu sebeple orada kalmadı.

Taberi, Bağdattan Basraya geçti. Orada bulunan Muhammed b.Musa, îmad b.Musa, Muhammed b.Abdülâ'lâ, Bişr b.Muaz ve Muhammed b.Beşşar gibi âlimlerin sohbetlerini dinledi.

Daha sonra Küfeye gitti. Orada, Hennad b.Seriyy ve İsmail b.Musadan hadis alıp yazdı. Süleyman b.Hallad ed-Talhî'den kıraat ilimlerini öğrendi. Ayrı­ca zamanının büyük âlimlerinden olan ve sertliğiyle tanınan Ebu Kureyb Mu­hammed b.Alâ el-Hemedanî ile görüştü. Ondan bir çok hadis aldı.

Taberi oradan tekrar Bağdata döndü. Bu defa Kur'an ile ilgili ilimleri tah­sil etti. Zamanının kurrası olan Ahmed b.Yusuf et-Tağlebiden uzun süre ders al­dı. Sonra kendisini Şafii fıkıhına verdi. Orada, Şafii mezhebinin üeri gelen âlimlerinden Hasan b.Muhammed es-Sabah ve Ebu Said ei-Istahrî bulunuyor­lardı, Taberi kısa bir süre sonra Şafii mezhebini esas aldı ve yıllarca o mezhebe göre fetva verdi.

Daha sonra Mısıra gitti. O dönemde Mısırda Şafii mezhebi âlimlerinden İsmail b.İbrahim el-Müzeni, Rebi b.Süleyman, Muhammed b.Abdullah b. ei-Hakem ve kardeşi Abdurrahman bulunuyorlardı. Taberi Mısıra giderek onlarla görüşmeyi İstemişti. Ancak Mısıra giderken Şam bölgesi sahil şehirlerine uğra­dı. Özellikle Beyrutta uzunca bir süre kaldı. Orada, kurra olan Abbas b.Velid el-Beyruti ile görüştü. Yedi gün içinde Şamlıların kiraatına göre Kur'an-i Kerimi onun huzurunda okuyup bitirdi. Sonra Mısırın Fustat Şehrine H. 253 yılında vardı. Taberi ile ilk görüşen kişi Fustat âlimlerinden Ebul Hasen es-Serrac eî-Misrî oldu. Bu zat Taberiye fıkıh Hadis, lisan, gramer ve şiirle ilgili sorular sor­du. Taberinin bütün meselelerde âlim olduğunu ve ilimlerden payını yeteri ka­dar, aldığını gördü. Taberinin Mısırda kalışı uzun sünnüştür. Mısırda iken Şama gidip tekrar geri dönmüştür, dönüşünden sonra Rebi',Müzeni ve Abdüihakimin iki oğlundan Şafii fıkhını, İbn-i Vehb'in talebelerinden Maliki fıkihmı ve kurra-ların reisi olan Yunus b.Abdül'alâ es-Sedefîden, Hamza ve Verş'in kıraaatlanm öğrenmiştir.

Taberi son zamanlarında Bağdata yerleşmeyi düşünmüş ve uzun seyahat-lardan sonra tekrar oraya dönmüştür. Orada hadis rivayet etmiş, kitaplar yazmış, eserler okumuş ve çağının büyük âlimteriyle arkadaşlık yapmıştır. Taberi, ken­disini okuma ve yazmaya vakfetmiş bunun dışında herhangi bir iş yapmamakta kararlı olmuştur.

İbn-i Asâkir diyor ki: "Abbasi devletinde Hâkânî, başvezirliğe getirilince Taberiye bir çok ma! göndermiş Taberi ise gönderilenleri geri çevinniş, Hakânî, Taberinin Kadı olmasını İstemiş Taberi bunu da reddetmiş, Hâkânî yine Taberi­nin haksızlıkları önleme şurasının başına geçmesini istemiş Taberi bunu da ka­bul etmemiştir. Bunun üzerine arkadaşları ona sitem ederek şunları söylemişler­dir: "Bunda senin için sevap var. Kaybolan bir sünneti ihya etmiş olacaksın." Taberi ise onlara sert bir şekilde şu cevabı vermiştir: "Sanıyordum ki ben bunla­rı isteyecek olsam sizler beni bundan men edersiniz. Fakat aksi oldu. [7]

Taberi Bağdatta Rahbet-i Yakup mahallesinde kendisine bir ev yaptırdı. Zamamni orada ibadetle, okumakla, yazmakla ve telif ile geçirdi. Evinde huzur­la yaşıyor, Halife ve valiler dahil herkes tarafından saygı ile karşılanıyordu. Ni­hayet H.310 yılının Şevval ayının sonuna iki gün kala bir cumartesi günü vefat etti. Ve evine defnedildi.

Hatibüi Bağdadî diyor ki: "Kabrinin üzerinde aylarca cenaze namazı kı­lındı. Ölümüne üzülen birçok âlim ve edebiyetçı, hakkında şiirler yazdı. [8]

 

Taberının İlmi

 

Taberi bütün ilim dallarında ilim yapmış ve her sahadan yeteri kadar na-sebini almıştır. Öyle ki çağının tartışmasız İmamı sayılmıştır. Hemşehrisi olan Abdülazİz et-Taberi bu hususta şunları söylemektedir: "Taberi, kıraat, hadis, fı­kıh, tefsir, gramer, matematik ve diğer ilimlerin her birinde ihtisas yapmış gibi derin bilgilere sahipti. Fakat özellikle fıkıh, tefsir, hadis ve kıraat İlimlerinde meşhur olmuştur. Bu ilimlerdeki gücünü şöyle ifade etmek mümkündür:

a- Fıkıh: Taberi fıkıh şahabında, bütün fıkhî mezhepleri okumuş fakat özellikle Şafii mezhebinde mütehassıs olmuştur. Her ne kadar müstakil bir mez­hep sahibi gibi hareket etmişse de genellikle Şafii mezhebine bağlı kalmıştır. Öyle ki Bağdatta on sene bu mezhebe göre fetva vermiştir. Bununla birlikte me­selelerin derinliklerine inip uzun araştırmalardan sonra kendisini müstakil bir mezhep sahibi kabul etmiş ve bu mezhebini, yazdığı büyük küçük fıkıh kitapla­rında zikretmiştir. Mezhebinin özelliklerini "Latifül Kavi" isimli eserinde beyan etmiş ayrıca "El-Basit" ve "İhtilafül Fukaha" adlı eserlerinde, İmam Malik, Ebu Hanife, Şafii, Süfyan es-Sevri, Evzai, Ebu Yusuf, Muhammed b. el-Hasen, ibra­him b.Halid el-Keibi gibi âlimlerin görüşlerini birbirleriyle mukayese ederek, delilleriyle birlikte zikretmiş ve kendisinin tercih ettiği hükmü de belirtmiştir. Kendisinden sonra gelen bir kısım âlimler onun mezhebine tabi olmuşlardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Ali b.Kamil, Ebul Ferec el-Muafı b.Zekeriyya en-Nehrevanî (Taberinin mezhebini bu kişi yaymıştır)

b- Hadis: Taberi hadis sahasında da zamanının önde gelen âlimleri arası­na girmiştir. Öyle ki Zehebi onu altıncı mertebedeki Muhaddislerden sayarken Nevevi "Tehzibül Esma vel Lügat" adlı eserinde Taberiyi Tirmizî ve Neseî'nin mertebelerinde zikretmiştir. Taberip.ir bu sahadaki en meşhur eseri 'Tehzib el-Asâr" isimli eseridir. Bu eser hakkında Şunlar söylenmiştir. "Bu eser Taberinin harika eserlerinden biridir. Eserine, kendisine göre senet zinciri sahih olan ve Hz. Ebubekirden rivayet edilen hadislerle başlamıştır. Taberi, rivayet ettiği her hadis hakkında yorum yapmış ilk önce hadisin muhtemel olan illetlerini sonra hadisin rivayet tariklerini daha sonra hadisten çıkarılacak fıkhi hükümleri, sün­netleri, âlimlerin bu husustaki ihtilaflarını ve her birinin delillerini zikretmiş da­ha sonra hadisin ne mânâ ifade etiiğini, onda geçen garip kelimelerin izahını be­yan etmiş daha sonra İnkarcıların, o hadise nasıl dil uzattıklarını açıklamış, onlara cevap vermiş ve iddialarının geçersiz olduğunu beyan etmiştir. Böylece on kişiden gelen, Ehl-i Beytten rivayet edilen ve Abdullah b.Abbastan nakledilen hadislerden büyük bir eser meydana getirmiştir. Taberinin bunları yapmaktan asıl maksadı, Resulullahtan nakledilen bütün sahih hadisleri rivayet etmek, ted-kİk ettiği bu hadisler gibi bütün hadisleri tedkik etmekti. Böylece hadislere dil uzatan herhangi bir kimseye itham sahası kalmasın, ilim erbabının muhtaç oldu­ğu her şeyi gözlerinin Önüne sersin. Bu yolla Kur'an ve sünnetten ibaret olan Şe­riatı tedvin etmiş olsun. Fakat bu hedefine ulaşamadan vefat etmiştir. Ondan sonra gelen insanlar Taberinin şerh ettiği şekliyle tek bir hadisi dahi şerh ede­medi. [9]Taberi hadis ilminin etkisinde kaldığı için tarihini de Muhaddislerin usulüyle, raviler zincirinden naklederek yazmıştır.

c- Kıraat: Taberi kıraat ilimlerini, Bağdat. Kûie, Şam ve Mısır kurralann-dan okuyup öğrenmiştir. Özellikle Haınza ve Verdin kuantlarını, Mısırda, Yu­nus b.AbdüI'alâdan almıştır. Taberi belli bir zaman sonra. Fıkıh ve Tebirdc ol­duğu gibi, kendisi için belli bir kıraat şekli tevhit etmiş ancak huıiü tesbıi öder­ken meşhur kiraatlardan ayrılmamaya çalışmıştır. Kıraat ilimleri h;ıkkıikl;ı "Fi-Faslu Beynel Kıraat" isimli eserini yazmıştır. Bu eserde Kur'anın kıranlarında kurraların nasıl ihtilaf ettiklerini, kıraatlara göre kurraların isimlerini, Mekke, Medine, Basra ve Şam kurraiarının adlanın zikretmiştir. Ayrıca her kıraati diğe­rinden ayırmaya çalışmış ve herbirinin dayanağını, tevilini ve okuyucusunu be­lirtmiştir. Kendisi de bu kıraatlardan birini seçmiş, onu seçmesinin sebeplerini ve o kıraatin daha sahih oluşunun delillerini zikretmiştir. Böylece âyetleri tefsir etmeye, onları gramer açısından tahlil etmeye muktedir olduğunu ortaya koy­muştur. Taberi, Kur'an-ı Kerimin çeşitli kıraatlannı bilmesinin yanında kendisi de güzel okuyanlardandı. Mücahidin oğlu Ebubekir, teravih namazı kılmak için mescide giderken Taberinin, Rahman suresini okuduğunu işitmiş ve onun hak­kında: "Allah tealâmn bu sureyi bundan daha güzel okuyan birini yarattığını sanmıyorum." demiştir.

Taberi aynı zamanda edip bir kimseydi. Eserlerinde en değerli şiirleri, hutbeleri, mektupları ve vasiyetlerini zikretmesi, yer yer bizzat kendisinin de şi­irler söylemesi bunu göstermektedir. Bir şiirinde şunları söylemektedir:

İki ahlak vardır ki razı olmam onlara

Zenginliğin şımarıklığı, fakirliğin zilletidir.

Zenginleşirce şımarma, fakir olunca da daim

İffetli ve vakarlı ol,

Taberi, görüşleri güzel, tuttuğu yol hoş olan bir kimseydi. Her gece mut­laka Kur'an okurdu. Görüşlerinde Selefin görüşünü esas alır ve ehl-i sünnet yo-nuLunu takibederdi. Yazdığı eserleriyle ne bir makam ne de bir madde hedefli­yordu. İffetli, vakarlı, elbisesi ve vücudu temiz, sohbeti hoş, arkadaşlık hukuku­nu bilen, konuşması tatlı, nükteleri manidar olan bir kimseydi.

d- Tarih: Taberinin, "Tarih er~Rüsul vel Müluk" veya "Tarih ef-Ümem vel Müluk" isimli tarih kitabı Arapça olarak yazılan tarihlerin en geniş olanıdır. Taberi bu eserini planlı bir şekilde yazmış, bilgileri tarama yoluyla toplamış, rivayetlerinde son derece titiz davranmıştır. Öyle ki kendisinden Önce geçen, Yakubî, Belazurî, Vakidî ve İbn-i İshak gibi tarihçilerden daha mükemmel ve daha güvenilir bir eser meydana getirmiştir. Böylece kendinden daha sonra ge­len, Mes'ûdî, İbnül Esir ve İbn-i Haldun gibi tarihçilere de imkânlar hazırlamış­tır.

îslamdan önce cahiliye döneminde Araplann tarihi, ezberlenerek muhafa­za edilen ve insanların ağzından, konuşularak aktarılan bir kısım şiirler, ata söz­leri, meşhur olaylar ve aşırılıklarla dolu kıssa ve efsanelerden ibaretti. Sadece Hiyre ve Yemende, köşklerin ve kalelerin duvarlarına yazılan bir de çeşitli ma-bedlerin ve manastırların içlerinde bulunan yazılar, nakilcüerin senet zinciriyle yazılmıştı.

Resûlullah (s.a.v.) yeni bir din getirdi. Bir çok olaylarla karşılaştı. Bu ne­denle onun dönemindeki ve ondan sonra gelen Hulefa-i Raşidin dönemindeki olayların yazılarak zaptedilmesi icabetti. Konuyla ilgili ilk kitabı Hz. Zübeyrin oğlu Urve yazmıştı. Ondan sonra da Hz. Osm anın oğlu Eban yazmıştı. Nihayet İbn-i lshakın kitabıyla Siret ilmi zirveye ulaştı. Daha sonra müslümanlar arka arkaya fetihler yaptılar. İranı tamamen fethettiler. Bizansın tahtını sarstılar. Böylece daha önce görmedikleri çeşitli insanlarla ve kültürlerle karşılaştılar. Alimler bunların dillerini ve örflerini öğrenerek tslamı tebliğe çalıştılar. İdareci­ler de onların eski sistemlerini ve tarihlerini öğrenek sevkü idareyi huzurla de­vam ettirmek istediler. Bu nedenle tarih, yepyeni bir şekil aldı. Tarih bilgilerine, "Haberler" onları nakledenlere de "Haberciler" adı verildi. Artık yazarlar, tarihi olayları tesbit ederek yazmak için kollarını sıvamışlardı. Muhammed b.Saib el-Kelbî, nesebler hakkında bir kitap yazdı. Avane b.el-Hakem, Üıneyye oğulları­nın haberleri hakkında bir kitap yazdı. Ebu Mihnef, İıtidat hakkında, Cemel ve Siffîn olayları hususunda bir kitap yazdı. Seyf, fetihlere ait haberler hakkında, Ibn-i Hişam da Himyer Kralları hakkında birer kitap yazdılar. H. 2. yüz yılın sonlarına doğru, tarihle ilgili eserler gittikçe arttı.O dönemde divanların oluştu­rulması, ordu kütüklerinin tutulması ve benzeri kurumların otunnası neticesinde yazılı tarihe ihtiyaç iyice artmıştı. Ayrıca Farsça, Yunanca ve Süryaniceden çokça kitap tercüme edilmesi, şehirler ve milletler arası seyahatlann artması, kültür ve medeniyetlerin birbirleriyle kaynaşması, yazılı tarihin gelişmesini da­ha da artırdı. Bu nedenle bazı değerli âlimler tarih hakkında büyük kitaplar yaz­maktan kaçınmadılar. Vakidî fütuhatla ilgili kitapları, Belazurî, el-Büldan ve Ensabül Eşraf isimli titaplanni, İbn-i Kuteybe, el-Mearif, Dînûrî, el-Ahbaruttı-val isimli eserlerini yazdılar. Nihayet siraTaberiye gelmişti. O da tarihle ilgili olan meşhur kitabını yazdı. Taberinin, bu kitabı ne zaman yazmaya başladığı kesin olarak bilinmemekte ise de onu, tefsirinden sonra yazdığı, kendi ifadele­rinden anlaşılmaktadır. Tahminen H. 290 yıllarında yazmaya başlamış H.3O3 yıllarında bitirmiştir, Taberi tarihine kaynak olarak, kendisinden önce yazılan ve nakledilen bütün kitap ve rivayetlerden istifade etmiştir. Araplann İslamdan Ön­ceki tarihlerini, Ubeyd b. Serye eİ-Cürhûmî, Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve Vehb b. Münebbih'ten almış, Farsların haberlerini, Arapçaya tercüme edilen Abdullah b.el-Mukaffa ve Muhammed b.Saİd el-Kelbî'inin ve berzerlerinin eserlerinden almış, Siret ilmini Hz. Osmanın oğlu Eban, Hz. Zübeyrin oğlu Ur­ve, Şerahbil b.Said, Musa b.Ukbe ve İbn-i İshaktan almıştır. İrtidat olaylarım ve fetihleri, Seyf b.Ömer el-Esedî'den, Cemel ve Siffîn vakalarını Ebu Mihnef ve Medainî'den, Emevilerin tarihini, Avane b.el-Hakemden, Abbasilerin haberleri­ni, Ahmed b.Ebi Hayseme'nin kitaplarından iktibas etmiştir. Taberi tarihini mu haddislerin üslubuyla rivayet zinciri içinde nakletmiştir.

e- Tefsir: Taberi ilmini "Camiül Beyan Fi Tefsiril Kur'an" isimli büyük eserinde göstermiştir: Bu tefsirini te'lif etmesi hakkında şunları Söylemektedir. "Ben daha küçük yaştayken böyle bir tefsir yapmayı gönlümden geçiriyordum. Bu hususta Allah teâlâya istihare yaptım. Hakkımda bu işin hayırlı olup olmadı­ğını bildirmesini diledim. Tefsire başlamadan üç yıl önce rabbimden bana yar­dım etmesini niyaz etmiştim. Rabbim de bu hususta bana yardımını esirgeme­di.."

Taberi, Tefsirini, Kur'an-ı kerimin cüzlerinin sayısına göre otuz cüz ola­rak düzenlemiştir. Tefsirinin Ön bölümünde, Kur'anın mucize olduğunu, kıraat şekillerini, surelerin isimlerinin manalarını beyan eden risale mahiyetinde bir giriş yazmıştır. Sonra Kur'an-ı Kerimin her âyetini kısım kısım izah etmiş, o hu­susta zikredilen sahabilerin, tabiinin, tebe-i tabiinin sözlerini, kurcalara ait kıra-atları, âyetlerin nâsih, mensup olup olmadıklarını, âyetlerden çıkarılacak hü­kümleri, bid'atçıların Öne sürmek istedikleri bid'atları reddedip onlara verdiği cevaplan zikretmiş, o zamana kadar yazılmış olan güvenilir tefsirlerden bol bol alıntılar yapmıştır. Özellikle Abdullah b. Abbas, Said b.Cübeyr, Mucahid, Kata-de, Hasan-ı Basrî, İkrime ve Dehhaktan çokça nakiller yapmıştır. Buna mukabil güvenilmeyen tefsirlerden alıntı yapmamıştır. Çünkü bunlar ona göre itham al­tında bulunan kimselerdir. Diğer yandan tarih ve Siret kitaplarında da bunlardan alıntı yapmıştır.

Taberinin tefsiri, dünyaca meşhur bir tefsirdir. Bu tefsir hakkında fakih Ebu Hamid el-İsferayini şöyle demiştir:" Şayet bir kişi, Muhammed b.Cerir et-Taberinin tefsirini elde etmek için Çin'e kadar gidecek olsa bu tefsir için gere­kenden daha fazlasını yapmış sayılmaz. [10]

 

Eserleri

 

Taberinin bir çok eseri vardır. Onlardan en meşhurları şunlardır:

1- Adabül Menasik: Bu eserde Hacca gidecek olan kimsenin, evinden ay-nlmasından başlayarak Haccmı tamamlamasına kadar nasıl davranacağı ve ne­relerde neler yapacağı zikredilmektedir.

2- Âdâbünnüfus: Bu eserde, insana isabet edebilecek bütün manevi sıkın­tılar ve onların nasıl giderileceği zikredilmektedir. Taberi bu eserinde, önce kal­be sonra dile sonra göze sonra kulağa sonra da diğer bütün azalara isabet edecek husuları sırayla zikretmiş bu hususta Resulullahtan, sahâbilerden ve ehl-i Tak­vadan nakledilen görüşleri zikretmiş, bu görüşlerden hangisinin sahih olduğunu açıklamaya çalışmıştır.

3- İhtilaftı Ulemail Emsar Fi Ahkâmi Şeraiil İslam: Taberi bu eseriyle Fı­kıh âlimlerinin görüşlerini nakletmeye çalışmıştır. Bunlar da İmam Malik, Ev-zai, Sevri, Şafii, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed b.Hasan ve İbrahim b.Ha-lid'dir. Taberi bu eserinde, hangi görüşü tercih ettiğini zikretmemiştir. Çünkü o bu işi, "Latifül Kavi" adlı eserinde yapmıştır.

4- Gadir Hum Hadisleri: Bazı insanlar Gadir Hum ile ilgili herhangi bir hadisin bulunmadığını, zira Resulullah Gadir Hum'da bulunurken Hz. Alinin yemende olduğunu iddia etmişlerdir. Bunun üzerine Taberi bu eserini yazmış, önce Hz. Alinin faziletlerini anlatmış daha sonra da Gadir Hum ile ilgili hadisi çeşitli tariklerden zikretmiştir. İbn-i Kesir bu mesele ile ilgili hadislerin Taberi tarafından iki ciltlik kitap haline getirildiğini söylemiştir.

5- Basitül Kavi Fi Ahkamı Şeraiil İslam: Taberi bu eserinde iik önce gö­rüşlerini tercih ettiği sahabileri ve kendilerinden fıkıh aldığı âlimleri şehirleriyle birlikte zikretmiş daha sonra fıkha ait taharet, namaz, zekat, şartlar, kadılar, si­ciller, vasiyetler, kadıya ait hükümler ve fıkıh usulüne ait meseleleri zikretmiş­tir.

6-  El-Basir Fi Mealim ed-Din: Taberi bu Kitabında, Taberistan halkına, ihtilaf ettikleri isimler ve kişiler hakkında bilgiler sunmuş, bid'at ehlinin mez­heplerini zikretmiştir.

7- Tarihürrüsul velmüluk: Bu eseri, daha Önce de zikredilen meşhur tarih kitabıdır.

8- Tehzibü Âsâr ve tafsilü es-Sabiti Minel Ahbar: Bu kitabı, üstünlük de­recelerine göre alfabetik sıraya konulan sahabilerin rivayet ettikleri hadislerden, önde gelen sahabilerin bir kısmının naklettiği hadisleri ihtiva etmektedir. Daha önce Taberinin bu kitaptaki usulü zikredilmiştir.

9-  El-Camiu Fil Kıraat: Taberi bu eserinde, Kur'an-ı Kerime dair çeşitli kıraatları zikretmiştir. Bu eseri Cezeri görmüş ve kıraatim ondan almıştır. Ese­rin büyükçe harflerle ve on sekiz ciltten ibaret olduğu, içinde yirmi küsur kıraa­tin zikredildiği nakledilmektedir.

10-  Hadis et-Tayr: İbn-i Kesir, Taberinin böyle bir kitabı olduğunu zik­retmiştir.

11- El-Hafıf Filfikhi: Bu kitabını daha sonra zikredilecek olan "Latif el-Kavl Fi Ahkam eş-Şarai el-İslam" isimli eserinden kısaltmıştır. Bu kitapta âlim olanın da talebenin de faydalanacağı meseleler özetle zikredilmiştir.

12-  Zeyl el-Müzeyyel: bu kitapta Resulullahın sahabilerinden, onun dö­neminde ve kendisinden sonra Kureyşten ve diğer kabilelerden tabiin ve Selef-i Salibinden, onlardan sonra gelenlerden ve Taberinin hocalarından, öldürülen ve Ölenlerin tarihleri, Resulullaha zaman bakımından yakınlıklarına göre zikredil­miştir. Taberi bunlara isnaü edilen asılsız iddiaları reddetmiş ve onları savun­muştur. Hasan-ı Basri, Katade, İkrime vb. Kimseler bunlardır. Taberi ayrıca bu eserinde zayıf olduğu söylenen ravileri de zikretmiş, ravilerle ilgili çeşitli malu­matlar vermiştir. Bu kitabı çok değerli bir eserdir.

13-  er-Reddü Alel Hurkusiyyi: Taberi bu kitabını önce Hz. Alinin ordu­sunda olup ta daha sonra ondan ayrılan Haricilerden bîr fırkaya cevap olarak yazmıştır.

14- er-Reddü Ala Zilesfar: Taberi bu eseriyle Davud b.Ali el-İsbahanİ'ye cevap vermiştir.

15- er-Reddü Ala İbn-i Adi! Hakemi Alâ Malik: Bu eseûyle İbn-i Abd el-Hakem'in İmam Malik hakkında yazdığı olumsuz şeylere cevap vermiştir.

16-  Sarih es-Sünne: Tabeıi bu risalesinde mezhebini ve itikadını zikret­miştir. Kitabının son bölümü itikad hakkındadır.

17- Turuk el-Hadis: Taberi bu eserini hadis hakkında yazmıştır.

18-  İbaretu er-Rü'ya: Bu eserinde bir kısım hadimleri toplamış fakat ta-mamlayamadan vefat etmiştir.

19-KitabülEdebVettenzil.

20-  Kitap el-Fadail: Bu eserinde dört Halifenin faziletlerini zikretmiştir. Bu eseri telif etmesinin sebebi, bir taraftan Hz. Aliyi küçümseyenleri diğer ta­raftan onu masum sayanları onaya çıkarmak istemesidir.

21- Latif el-Kavl Fi Ahkâm eş-Şeraİ el-İslam: Taberi bu eserinde mezhe­bini kitap haline getirmiştir. Bu kitap en değerli kitaplarından ve Fıkıh kitapları­nın da en güzellerindendir.

22- Muhtar el-Feraiz: Bu eser, miras taksimiyle ilgilidir.

23- EI-Müsned el-Mücerred: Bu eseri hadisle ilgilidir.

24-  Kitap el-Vakf: Bu eserini, Halife el-Muktefi için yazmıştır. Bu eser­de, Vakıf hakkında âlimlerin ittifak ettikleri konulan zikretmiştir.

25-  Camiül beyan Fi Tefsiri I Kur'an: Bu eseri, elimizde bulunan tefsiri­dir. Eserini Bağdatta yazmıştır. Eseri, H.238 de yazmaya başlamış ve 290 ylin-da bitirmiştir. Bu eser çeşitli âlimler tarafından özetîenmeye çalışılmış son za­manlarda da Mahmut Şakir tarafından 15. Cüze kadar tahkik edilmiştir. [11]

 

Tefsirin Tercümesi

 

Taberi, izah edildiği gibi derin ilmi ve geniş tedkikleriyle dikkatleri üze­rinde toplamış bir âlimdir. Yine izah edildiği gibi çok sayıda eseri vardır. Ancak bunlardan Tefsiri ve Tarihi en çok şöhret bulanlarıdır. Bu sebeple ona "Tefsirci-lerin ve tarihçilerin babası" unvanı verilmiştir. Biz burada, onun bu büyük eseri hakkında kısaca bilgi verecek ve onu nasıl tercüme etmeye çalıştığımızı belirte­ceğiz.

Bilindiği gibi Tefsirinin adı "Camiül Atyan Fi tefsiril Kur'an"dır. "T-tberi Tefsiri"diye şöhret bulmuştur. Bu tefsir uzun süre ortalarda görülmemiş haîıa bir ara kaybolduğu sanılmış fakat sonra bulunarak baskısı yapılmış ve okuyucu­ların istifadesine sunulmuştur. Bildiğimiz kadarıyla mühim baskılarından biri, 1954 yılında, âyetler numaralanmak sureteyle, "Mustafa el- Bâbî el-Hualebi" ortaklığı tarafından Mısırda 30 Cüz olarak yapılan baskısıdır. Mısırlı âlimlerden iki kardeş olan Ahmed Muhammed Şakir ile Mahmut Muhammed Şakir tarafın­dan tahkik edilip bir haşiye ilavesiyle tahriçli olarak basılmaya başlanmış fakat henüz tamamlanmamıştır.

Elimizde bulunan ve tercümeye esas aldığımız nüsha ise "Darülfikr (Bey­rut) tarafından 1978 tarihinde basılmış 10 Ciltlik nüshadır.

Taberinin Tefsiri, bir rivayet tefsiridir. Taberi bu tefsirinde âyetlerin iza-. hım, önce hadis-i şeriflere sonra sahabe, tabiin ve kendisinden önce gelen âlimlerin rivayetlerine dayanarak yapar Hadis ve sahabe kavlinin bulunmadığı yerlerde, geçmiş âlimlerin izah tarzlarını ve görüşlerini anlatır. Bu deliller de bulunmazsa Arap dili bilgisine dayanarak âyetleri açıklamaya çalışır. Ayrıca kendi görüşünü ve tercihini de beyan eder.

Tefsirinde İsrailiyata da rastlanmaktadır. Ancak Taberi, âyetlerin izahın­da geçen bu çeşitli hikayeleri anlatıp geçmekte, onlar üzerinde fazlaca durup yorum ve tercih yapmamaktadır. O, tercihlerini ilmi konularda, çoğunlukla kıra­at ve ahkam haberleri üzerinde yapmaktadır. Olayları ve olaylar üzerindeki çe­şitli görüş ve rivayetleri de zikretmekte fakat sonunda o konudaki kıssanın öyle veya böyle olmasınm bizim için önemli olmadığını söyleyerek sonuca varmak­tadır.

Mesela, Hz. Âdeme, cennette meyvesini yemesi yasak edilen ağacın ne olduğu hususundaki rivayetleri anlatıp "bunun, buğday, incir veya üzüm oldu­ğunu söyleyenler vardır. Fakat Allah teala gerek Kur'anda gerekse sahih olan sünnette bu ağacı bize bildimıemiştir. O halde o ağacın ne olduğunun bilinme­sinde ve ağacın tayinine çalışılmasında bizim için bir fayda yoktur." diyerek gö­rüşünü beyan etmektedir. Tefsirin ana hatlarıyla özellikleri bunlardır.

Taberi tifsirinin tercümesine karar vemıeden Önce nasıl bir çalışma yapa­cağımızı etraflıca düşündük. Taberi metninin aynen tercümesinin çok uzun ola­cağı ve yer yer yapılan rivayetlerin, anlatılan kıssaların da okuyucuya bir şey kazandırmayacağı kanaatına vardık. Bu sebeple Taberinin metnini özetlemeye ve zübdesini yapmaya karar verdik. Ancak Bakara suresinin hemen hemen ta­mamını tercüme ettik ki okuyucu daha başlangıçta tefsirin özelliklerini anlasın. Tefsirin zübdesini yaparken İsrailiyata kaçan rivayetleri almaktan kaçınmaya çalıştık.

Taberinin zikrettiği hadislerden, sahih hadis kitaplarında mevcut olanları, kaynaklarını göstererek tahric ettik. Ancak Kütüb-i Tis!ada kaynağını bulamadı­ğımız metinleri almamaya çalıştık. F. akat âyetin izahı bakımından alınmasını ge­rekli gördüğümüz hadisleri, Taberinin rivayeti olarak aynen tercüme edip aldık.

Çeşitli görüşlerin beyan edildiği izahlarda, görüşleri özetledikten sonra Taberinin tercih ettiği görüşü de mümkün mertebe belirtmeye çalışıtık. Bu ara­da tekrar mahiyetindeki izahları almadık. Ayrıca itikadı yönden Cebiryecilik ifade eden yorumlan almaktan kaçınmaya çalıştık.

Taberinin zikretmediği fakat konu ile ilgili olan diğer âyet ve hadisleri de yer yer tahric ederek aldık.

Ayrıca surelerin başına, o sureîerdeki ahkamın ve kıssaların ve surenin beyan ettiği diğer hususların özeti mahiyetinde, sureyi tanıtıcı bir giriş koyduk.

Böylece "Taberi Tefsirinin zübdesi" diyebileceğimiz bir metin çıktı orta­ya. Okuyucuya faydalı olabiklikse ne mutlu bize.

Bu vesile ile büyük tefsir üstadı İbn-İ Cerir et-Taberiye rahmet diliyor, çalışmalarımız esnasında elimizde olmayarak yaptığımız hatalardan dolayı ce-nab-ı Haktan affımızı niyaz ediyoruz[12]

Hasan KARAKAYA                                  Kerim AYTEKİN

 

Önsoz

 

Bismillahirrahmanirrahîm

 

Bu kitap Hicrî 306 yılında Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberiye ta­rafından hazırlanmıştır.

"Hikmetlerinin emsalsizliği akıllan mağlup eden, delillerinin inceliği dü­şünceleri yenen, sanatındaki dehşet ve harikası inkarcılara mazeret bırakmayan ve delillerinin dilleri kâinatın kulaklarına "Allahtan başka hiç bir ilah yoktur." diye haykıran Allaha hamdolsun. O Allah ki onun, kendisine denk olabilecek ne bir dengi ne kendisine benzeyecek bir benzeri ne de yardımcı olacak bir ortağı vardır. Onun ne çocuğu ne de babası vardır, Onun ne eşi ne de emsali vardır. O, kahredici gücü karşısında zorbaların boyun eğdiği bir Cebbardır. O, izzet ve şe­refi karşısında haşmetli Kralların zelil düştüğü, heybeti karşısında bütün heybet sahiplerinin korkup boyun eğdiği ve yaratıkların hepsinin, ister istemez kendisi­ne itaatta teslim olduğu bir azizdir. İşte Aziz ve Celil olan Allah, bu hususta şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde olanlar, ister istemez Allaha boyun eğerler. Gölgeleri de sabah akşam Allah'a boyun eğerler.ıl[13]O Allah öyle bir Allahtır ki, her varlık onun birliğine davet eder. Her hisseden şey, onun varlığı­nı gösterir. Çünkü o, mevcudata ve hissedilen şeylere sanatının damgasını vur­muştur. O damga da eşyada görülen eksilme, artma, acizlik, ihtiyaçlı olma, âfetlerin meydana gelmesi ve kesin delil olmaları için gereken hadiselerin bir­birlerini takibetmesi gibi nişanelerdir. O Allah ki. kâinattaki varlığını ve birliği­ni gösteren delillerine bir ilave olarak ve kaibleri aydınlatan hüccetlerine bir destek oimak üzere Peygamberler göndermiştir Peygamberlerini, kullan nez-dinde doğruluğu açık olan, akıllarda delili bulunan hükümlerle davetçiler olarak gönderdi ki "Peygamberler geldikten sonra insanların Allaha karşı ileri sürecek­leri herhangi bir mazeretleri kalmasın. [14] Ayrıca akıl ve ilim sahibi insanlar dü şünüp öğüt alsınlar.

Allah teala Peygamberlerini yardımlarıyla destekledi. Onları, doğrulukla­rını ortaya koyan delillerle, diğer yaratıklarından ayırdı. Evet onlan. kesin delil­lerle ve kulları âciz bırakan âyet ve mucizelerle destekledi ki, onlar hakkında herhangi bir kimse "Bu Peygamber de sizin gibi beşerden başka bir şey değildir. Yediklerinizden yer, içtiklerinizden içer. Yemin olsun ki eğer sizin gibi bir be­şere itaat ederseniz, o takdirde siz, muhakkak ki hüsrana uğrayanlardan olursu­nuz. [15]demesin, Allah teala, bu Peygamberlerini, kendisiyle yaratıkları arasın­da elçiler ve vahyini emanet ettiği kimseler kıldı. Onları lütfuna mazhar kıldı ve elçiliğine seçti. Yine Allah teala, Peygamberherden her birine özel meziyetler vererek ve bir kısım ikramlarda bulunarak onlan çeşitli rütbelerde ve farklı de­recelerde yarattı. Nitekim, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte bu Pey­gamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. [16] Evet, Peygamberlere verilen dereceler, birbirinden üstün ve farklı derecelerdir. Mesela, Allah teala. Peygamberlerinden bazılarına, bizzat kenisiyle konuşma ikramında bulunmuş, bazılarını Cebrail ile desteklemiş ona ölüleri diriltme, sakatlan, körleri iyileştir­me özelliğini vermiştir. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)i de en yüce derecelerle ve en üstün mertebelerle şereflendirmiş ona ikramlarından en bol kısmını bahşetmiş. Peygamberlik derecelerinden en büyüğünü tahsis etmiş, onu, sahabileri ve kendisine iman edenleri en çok sayıda olan bir Peygamber kılmıştır. Evet, Allah teala, Hz. Muhammed'i mükemmel bir davetle ve umumi bir Peygamberlikle göndermiş, onu bizzat himayesine almış ve onu, her inatçı zorbadan ve isyankâr Şeytandan, bizzat kendisi korumuştur. Böylece bu Pey-gamberiyle dini ortaya çıkannış, karanlık yollan aydınlatmış, hakkın nişane ve işaretlerini gereken yerlere dikmiş, şirkin meş'ale ve fenerlerini söndünnüş ve onunla bâtılın başını ezmiş sapıklığı. Şeytanın tuzaklarını, putlara ve heykellere tapmayı ortadan kaldırmıştır.

Allah teala, Peygamberini öyle bir delille (Kur'anla) desteklemiştir ki bu delil, kıyamete kadar baki, zamanın değişmesiyle değişmeyen, her süre geçtikçe aydınığı daha da artan bir delildir. Evet, Allah teala. diğer Peygamberler arasın­da, Hz. Muhammed'e bu gibi özellikleri vemıiştir. Çünkü, diğer Peygamberler­den bazılan zorbalar tarafından mağlup edilmiş, bazılan isyankâr ümmetleri ta­rafından zelil düşürülmüş, böylece kendileri gittikten sonra izleri silinmiş ve ad­lan anılmaz olmuştur. Diğer bir kısım Peygamberler de, sadece bir kavme veya bir topluluğa yahut zamanında yaşayan insanlara Peygamber olarak gönderil­miştir. Halbuki bizim Peygamberimizi bütün varlıklara Peygamber olarak gön­dermiştir ve kendisinden sonra bir daha Peygamber gelmeyecektir. Bize böyle bir Peygamberi tasdik etme ikramında bulunan, bizi ona uyma şerefine eriştiren ve bu Peygambere ve getirdiklerine iman etmeyi bize nasibeden Allah'a hamdolsun. Ey Allah'ım, sen o Peygambere en güzel salâtınla salâl ve en üstün sela­mınla selam.ve en mükemmel tahiyyatınla tahiyyat eyle! [17]

 

En Büyük Lütuflardan Biri Kur'anın Muhafazasıdır?

 

Şimdi gelelim meselemize: Allah tealanın, Peygamberimiz Hz. Muham­med (s.a.v.)'in ümmetine tahsis ettiği en önemli faziletlerden, bu ümmeti şeref­lendirdiği en üstün mertebelerden ve bu ümmete lütfettiği en büyük ikramlardan biri de Peygamberimize gönderdiği vahyi ve indirdiği Kur'anı koruması ve hi­mayesi altına almasıdır. O indirilen Kur'an ki Allah onu, Müslümanların Pey­gamberlerinin hak Peygamber olduğuna bir delil göstermiş ve Peygambere tah­sis ettiği üstünlüğü gösteren açık bir alamet ve kesin bir delil kılmıştır. Allah, bu Kur'an ile Peygamberini, her yalancı ve iftiracıdan ayınnış ve bunun sayesin­de müminleri de inkarcılar, kâfirler ve müşriklerden ayırdetmiştir. O Kur'an ki yeryüzünün her yerinde bulunan küçük büyük bütün cinler ve insanlar, onnn tek bir benzerini yapmak için bir araya gelecek olsalar, asla yapamazlar. Onlar bunu yapmak için birbirlerine yardımcı olsalar da bunu başaramazlar. Allah, o Kur'anı, müminler için, karanlıkları aydınlatan bir nur, şüpheleri bertaraf eden bir aydınlık, sapıklığa götürecek yollarda doğruyu gösteren bir rehber, kurtuluşa ve hak yola ileten bir kılavuz kılmıştır. Nitekim bir âyetinde "Allah o kitapla, rı­zasına tabi olanları selamet yollarına eriştirir. Onları izni ile karanlıklardan ay­dınlığa çıkarır ve onlan doğru yola iletir. [18] bu yunn aktadır. AHah, Kur'anı, uyumayan gözüyle korumuş, onu, yıkılmayan sur'u ile kuşatmıştır. Zaman geç­mekle onun sütunları zayıflamaz, nişan ve alâmetleri yok olmaz. Ona uyan kimse hiçbir zaman doğru yoldan ayrılmaz, ona sahiplik eden, hidayet yolundan sapmaz. Kim ona uyarsa kurtuluşa erer. Hidayete kavuşur. Kim de ondan ayn-lırsa sapar ve azar.

Kur'an müminlerin, ihtilaf anında kendisine sığındıkları sığınaklan, başlanna felaketler geldiğinde, içine çekildikleri müstahkem mevkileri, şeytanın vesveselerine karşı kendilerini savundukları kaleleridir. Kur'an, müminlerin, bo­yun eğdikleri hikmetli hakemleri ve rablerinin eninde sonunda kendisine baş vurdukları kesin hükmüdür. Müminler, kendi rızalanyla ona baş vururlar, rable­rinin sağlam ipi olan o Kur'ana sımsıkı sarılarak kendilerini tehlikeden koru­muş olurlar. Ey Allah'ım, sen bizleri, Kur'anm muhkem ve müteşabihi, helal ve haramı, umum ve hususu, mücmel ve müfesseri, nâsih ve mensuhu, zahir ve batını, âyetlerinin te'vili ve zor olanlannın tefsiri hakkında doğru söz söylemeye muvaffak kıl. Sen bizlere, ona sımsıkı sanlmayı, muhkem âyetlerine sığınmayı, müteşabih âyetlerine teslim olmakta sebat eylemeyi nasibet ve bizlere, onu koruman nimetine ve onun sınırlarını öğretmen lütfuna karşı sana şükretmeyi na-sibet. Şüphesiz ki sen, duaları çok yi işiten ve kabul etmesi yakın olansın. Ey Allah'ım, sen, Muhammed (s.a.v.) ve onun ailesine çokça saiât ve selam eyle. Ey Allah'ın kullan, Allah size merhamet eylesin. Bilin ki öğrenilmesi için çaba. harcanmaya en layık olan ve bilinmesiyle hedefe ulaşılan şey, elde edilmesiyle Allah'ın rızasına erişilen bilgidir. Bilenini doğru yola ve hidayete götüren bilim­dir. Böyle bir bilgiyi talep edene bu meziyetleri bünyesinde toplayan kaynak, Allah'ın, içinde şüphe bulunmayan kitabı ve şek olmayan vahyidir. Onu okuyan, çokça hazineler elde eder ve büyük mükâfaatlar kazanır.

O kitap ki: "Ona bâtıl ne önünden ne de arkasından sokulabilir. O, hikmat sahibi ve hamde layık olan Allah tarafından indirilmiştir. [19] Şimdi biz, bu Kur'anın âyetlerini açıklamakta, ondaki mânâları izah etmeye çalışmaktayız. İn­şallah bizler bu hususta insanların, Kur'anı öğrenmede muhtaç olduktan bütün şeyleri kapsayan, kendisinin dışındaki kitaplara ihtiyaç bırakmayan bir kitap ha­zırlamaktayız. Biz bu hususta bize ulaşan bilgilere göre ümmetin, üzerinde itti­fak etmesiyle ittifak edilen delilleri ve ümmetin, üzerinde ihtilaf etmesiyle ihti­laf edilen delilleri bildireceğiz. Ümmetin mezheplerinden her birinin gerekçesi­ni açıklayacağız. Bu mezheplerden, T)ize göre hangisinin isabetli olduğunu be­lirteceğiz. Bunları, mümkün olan en veciz yolla ve mümkün olan en kısa şekilde izah edeceğiz. Allah'tan, bize yardım etmesini, bizi, sevgisine yaklaştıracak ve gazabından uzaklaştıracak şeylere muvaffak kılmasını niyaz ederiz.

Ey Allah'ım, senin salât ve selamın, yaratıklarının seçkini olan Hz. Mu­hammenin ve onun ailesinin üzerine olsun. Biz, söze kendisiyle başlanılması daha evla olan hususları açıklamakla başlayacağız. Bunlar da Kur'an-ı Kerimin âyetlerinin mânâlarından karışıklığa vesile olacak kısımlarını açıklamadır. Zira Arapçayi iyi bilmeyen ve dil kurallarına hakim olamayan kişiler, âyetlerin mânâlarını anlamakta zorluk çekerler ve onları birbirine karıştırırlar. [20]

 

Kur'anın Âyetlerinin Mânâları Arap Diliyle İfade Edilmiştir.

 

Şurası bir gerçektir ki, ifade yönünden Kur'anın âyetlerini mânâlarıyla, Kur'an kendi diliyle inen zatın, yani Peygamberin konuşmasının mânâları aynı­dır, aralarında fark yoktur. Allah tealanm, Kur'anı bu şekilde indirmesi büyük bir hikmete mebnidir. Bununla beraber Kur'anın âyetlerinin mânâları konuşulan diğer sözlerden daha üstündür.

Allah tealanın, kullarına olan en büyük nimetlerinden ve yaratıklarına verdiği en büyük lütuflanndan biri de, ifade etme ve açıklama kabiliyetidir. İnsanlar, kalblerinde olan şeyleri bu kabiliyetle açığa vururlar. Yapmaya karar verdikleri işleri onunla ortaya koyarlar. Allah teala, ifade etmek kabiliyetiyle, dilleri kolaylaştırmış ve zor şeyleri insanlara boyun eğdirmiştir. İnsanlar, ifade etme kabiliyetleriyle Allahı bilirler. Onu teşbih ve takdis ederler? İhtiyaçlarını onunla karşılarlar. Aralarımla onunla tartışırlar. Birbirleriyle o kabiliyet sayesin­de tanışır ve işlerini onunla yürütürler.

Allah teala, ifade etme kabiliyeti bakımında, kullarını birbirinden farklı yaratmıştır. Bu hususta şöyle buyurulmaktadır: "... Ve sizi derecelerle birbiri­nizden üstün yapan Allah'tır.. [21] Bir kısım insanlar, uzun uzadıya konuşan ha­tipler, dilleri keskin ve beliğ kimselerdir. Diğer bir kısım insanlar ise konuşmak istediklerini açıklamaktan âciz, kalblerinde bulunanları ifade etmekten dolayı zorluk çeken kimselerdir. Allah tealanın, meramını ifade etmekte en üstün kıl­dığı kimse ise tebliğ ettiğini en müessir bir şekilde tebliğ eden, içindekilerini en güzel şekilde açıklayan kimsedir. Allah teala, indirdiği Kur'an-ı Keriminde ve onun muhkem âyetlerinde, kendilerine, güçlü ifade kabiliyeti bahşettiği kimse­lerin, dilsiz ve âcizlerden üstün olduklarını beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Süs ve zinet içinde büyütülmüş mücadele gücünden yoksun olanı mı Allah'a is-nad ediyorsunuz? [22] Böylece akıl ve idrak sahipleri için açıkça belli olmaktadır ki, ifade kabiliyeti güçlü olan beyan ehlinin dilsiz, kekeme ve meramını ifade­den âciz olanlardan üstünlüğü, açıklamak istediği şeyleri net bir şekilde açıkla-masıyladır. Kekemenin üstün olmayışı ise bundan âciz almasıyladır.

Madem ki bir insanın, diğerinden üstün oluşu, açıklamak istediği şeyleri, net bir şekilde açıklamasıyladir ve insanlar da bu hususta farklı kabiliyetlerde­dirler o halde, beyan ve ifade etmenin en üstün olanı da ifade eden kimsenin ifadesini en açık bir şekilde ortaya koyan, maksadını açıklayan ve dinleyicisine en iyi şekilde anlatan açıklamadır. Şayet, açıklama ve ifade etme bu ölçüyü de aşar, yaratıkların kudretinin üstüne çıkar ve bütün kulların ifade etmekten âciz kaldıkları bir derecede olursa işte böyle bir beyan, bir ve kahredici olan Al­lah'ın, Peygamberleri için bir delil ve hak olduklarının bir hüccetidir. Tıpkı ölü­leri diriltmek, alaca hastalığını ve körlüğü iyileştirmek ve iki aylık mesafeyi bir gecede gitmek gibi. Evet, nasıl ki ölüleri diriltme, cüzzamlıyı ve körü iyileştir­me, tıbbın zirvesine ulaşanların ve tedavide en önde olanların yapamayacakları şeyler olmaları hasebiyle Peygamberler için birer delil ve nişaneyse, yine nasıl ki bir gecede iki aylık bir mesafeye gitmek, yaratıkların gücü üstünde bir olay olması hasebiyle Peygamberler için birer deli! ve nişaneyse keza bütün yaratık­ların ifadesinin üstünde ve onlann âciz kalacakları ifade şekli de yani Kur'aıvı Kerimde Peygamberler için bir delil ve nişanedir. Madem ki bu durum beyan ettiğimiz gibidir, o halele şu husus açıklığa kavuşmuştur ki zamanlarında belagat ve hitabetin, şiir söylemenin, fesahatin, seçili yazının ve kehanetin önderleri olan bir kavme tek bir kişinin meydan okuyarak yaptığı beyan, naklettiği kelam ve takibettiği mantıktan daha yüce bir mantık, daha şerefli bir kelam ve daha et­kili bir hikmet yoktur. Öyle ki o ilahi beyanı tebliğ eden kişi kendisine meydan okuduğu insanların her hatibine, her beliğine, her şairine, her fesahathsına, her seçili konuşanına ve her kâhinlik yapanına meydan okumuştur.

Onların fikirlerinin basit ve akıllarının kıt olduğunu bildirmiştir. Onların, dininden uzak olduğunu beyan etmiş, hepsini kendisine tabi olmaya, hak Pey­gamber olduğunu kabul etmeye, onu tasdik etmeye ve kendisinin, Allah tarafın­dan gönderilen bir Peygamber olduğunu ikrar etmeye davet etmiştir. Onlara bil­dirmiştir ki, söylediklerinin doğru olduğunu gösteren ve Peygamberliğinin ger­çek olduğunu ortaya koyan delil ve hüccetler, onlara getirdiği beyan, hikmet ve îurkandır. Peygamber bunu onların diliyle getinniş, onların mantıklarına uygun bir mantıkla beyan etmiştir. Sonra da onlara bildirmiştir ki, onlar, onun bir kıs­mını getirmekten dahi âcizdirler. Ona güç yetiremezler. Onların hepsi de acizliklerini ikrar etmiş, ona inanmaya boyun eğmişler ve bizzat kendilerinin acizliklerine şahitlik etmişlerdir. Ancak içlerinden, gerçekleri görmezlikten ge­len, hakikatlar karşısında kör kesilen, böbürlenip gerçeklerden kaçan kişiler müstesnadır. Bu gibi insanlar, âciz olduklarını bildikleri şeyi gerçekleştirmeye çabaladılar. Güçlerinin yetmediğini kesin olarak bildikleri şeyi yapmaya girişti­ler. Böylece daha önce bilinmeyen geri zekalılıklarını ve lisanlarının acizliğini ve kekemeliğini ortaya çıkardılar. Tecrübesiz ve âciz bir insanın, cahil ve ah­mak bir kişinin yapacağı bir şeyi yaptılar ve bunlardan bazıları, Kur'an-ı Keri­me nazire olarak şunları söylediler.

"Un Öğüttükçe öğütenlere, hamur yoğurdukça yoğuranlara, ekmek pişir­dikçe pişirenlere, tirit yaptıkça yapanlara, lokmaladıkça lokmalayanlara yemin olsun ki...

Evet, işte bunlar gibi, yalan olan iddialarına benzeyen bir kısım ahmak lıklarda buunmuşlardır. Madem ki varlıkların açıklama derecelerinin üstünlük­leri ve konuşma seviyelerinin farklılıkları, daha önce beyan ettiğimiz şeylerle gerçekleşmektedir ve zikri yüce ve isimleri kudsi olan Allah teala da hikmet sa­hibi olanların en hikmetlisi ve akıllıların en akıîlısıdır. O halde, Allah'ın açıkla­masının en güzel açıklama ve onun kelamının en üstün kelam okluğu malum­dur.

Allah tealanın açıklamasının, bütün yaratıklarının açıklamasından üstün­lük derecesi, bizzat kendisinin bütün yaratıklarından üstün olma derecesi gibi-dir.Madem ki durum böyledir ve madem ki, muhatabına, anlaşılmayacak şekil­de hitabedenin sözü tarafımızdan anlaşılmamaktadır o halde, bilinmelidir ki Al­lah teala, yaratıklarından herhangi birine anlayamayacakları şekilde hitabetmez. Ancak onların anlayacağı bir şekilde hitabeder. Ve kullarına ancak dilinden an­layacaktan Peygamberler gönderir. Zira kendilerine Peygamber gönderilen ve ilahi vahye muhatap olan insanlar, kendilerine konuşulanları anlamazlarsa bun­lar için Peygamberin gelmesiyle gelmemesi arasında fark yoktur. Çünkü bunlar konuşulanlardan ve Peygamberlerden istifade edemezler. Allah teala herhangi bir fayda sağlamayan bir hitap yaptırmaktan ve söyledikleri anlaşılamayan bir Peygamber göndennekten münezzehtir. Çünkü insanlar olarak bizim içimizden birinin böyle yapması bile bir eksikliktir ve abesle iştigaldir. Allah teala ise bunlardan beri ve münezzehtir. Bu sebeple Allah teala Kur'an-ı Kerimde: "Biz, her Peygamberi, emrolunduklarını, gönderildikleri insanlara kolayca anlatabil­meleri için kavimlerinin diliyle gönderdik.. [23] buyurmuştur. Yine Allah teala, Peygamberi Hz. Muhammed'e: "Diz Kur'anı sana ancak insanlara, ihtilaf etlik­leri hususların gerçeğini açıklaman için ve iman eden bir kavme hidayet rehbe­re rahmet kaynağı olsun diye indirdik. [24] buyurmaktadır. Elbette ki Kuranın ne olduğunu bilmeyen kimseyi. Kur'anla hidayete kavuşturmak müm­kün değildir. Zira kişi, doğru olduğunu bilmediği bir yolun doğruluğunu kabul etmez. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, Allah, her kavme gönderdiği Pey­gamberi, o kavmin diliyle göndermiş ve her Peygamberine gönderdiği kitabı da, kendisine kitap verdiği Peygamberin diliyle göndermiştir. Buradan üa anlaşıl­maktadır ki, Allah tealanın Hz. Muhammed'e indirdiği Kur'an, Hz. Muham-med'in diliyle indirilmiştir. Hz. Muhammed'in lisanı Arapça olduğuna göre Kur'an-ı Kerimin de Arapça olduğu açıktır. Nitekim rabbimizin muhkem kitabı da bunu söylemiştir. "Şüphesiz ki biz bu kitabi, okuyup anlamanız için Arapça bir Kur'an olarak indirdik." [25]"Ey Muhammed, uyarıcılardan olasın diye bu Kur'anı açık bir Arapça lisanı ile senin kalbine, Ruhııl Emin olun Cebrail in-dirmiştir. [26]

Delillerle söylediklerimiz açık ve seçik olduğuna göre Allah tealanın. Peygamberimiz Hz,. Muhammed (s.a.v.)'e indirdiği kitabın ihtiva ettiği manâların, Arap dilinde ifade edilen mânâlara uygun düşmesi sebebiyle Allah tealanın kitabı beşerin ifade ve beyanlarından üstün ise de Kur1 anın zahirinin, Arapçanın zahirine muvafık olması gerekmektedir. Madem ki Kur'an-ı Kerim,

Arapça'nın ifade şekillerini ve üslubunu ihtiva etmektedir o halde Kur'an-ı Ke­rimde Arap dilinin bütün özellikleri mevcuttur. Mesela, Arapçadaki icaz, ihtisar, bazı hallerde açık ifade yerine gizli ifade, çok kelime yerine az kelime zikretme, diğer bazı durumlarda da sözü uzatma, çok kelime zikretme, tekrar etme, mânâları kinaye yoluyla değil açık seçik lafızlarla beyan etme, Âmm yerine Hâss bir ifade kullanma veya Hâss yerine Âmm ifade kullanma, açık ifade yeri­ne kinaye, mevsuf yerine sıfat, sıfat yerine mevsuf kullanma, devrik cümîe kul­lanma, cümlenin bir bölümünü zikredip tümü için yetinme, hazfedilmesi gere­keni açıkça kullanma, açıkça kullanılması gerekeni hazfetme gibi bütün sanat­lar, Hz. Muhammed'e Alİah teala tarafından indirilmiş olan Kur'an-ı Kerim de de aynen mevcuttur. İnşallah, biz, yeri geldikçe, Allah'tan yardım ve kuvvet ala­rak bütün bunları açıklayacağız, [27]

 

Arapça Ve Diğer Dillerde Müşterek Olarak Kullanılan Kelimeler

 

Eğer bir kimse diyecek olursa ki, "Sen dedin ki, Allah tealanın, yaratıkla­rından herhangi birine, anlamadığı bir sözle hitabetmesi ve insanlara, anlama­dıkları bir dille konuşan Peygamber göndermesi caiz değildir. Allah insanlara, ancak anlayacakları şeylerle hitabeder ve insanlara, ancak anlayacakları bir dille Peygamber gönderir. "O halde sen şu sahabilerden rivayet edilen ve Arapçanm dışındaki dillerden alındığı söylenen şu kelimeler hakkında ne dersin?

a- Ebu Musa el-Eş'ari: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve Peygambe­rine iman edin ki, Allah da size rahmetinden iki misli versin.. [28] âyetinde ge­çen ve "iki misli" diye tercüme edilen kelimesinin, Habeş lisanından alındığını ve Arapça karşılığının "İki kat" mânâsına gelen  okluğu­nu söylemiştir.

b- Abdullah b. Abbas, "Şüphesiz ki gece ibadete kalkmak daha tesirli ve okumak daha elverişlidir. [29] âyetinde geçen ve "ibadete kalkmak" diye tercü­me edilen kelimesinin Habeş dilinden alındığını, Arapça karşı­lığının "Ayağa kalkma" mânâsına gelen  olduğunu söylemiştir.

c- Ebu Meysere: "Şüphesiz ki biz, Davuda, nezdimizden bir üstünlük ver dik. "Ey dağlar ve kuşlar, Davud'la birlikte teşbih edin." dedik. [30] âyetinde ge­çen ve "Teşbih edin" diye tercüme edilen kelimesinin Habeş dilin­den alındığım ve Arapça'da karşılığının "Teşbih et" mânâsına gelen kelimesi olduğunu söylemiştir.

d- Yine Abdullah b. Abbastan "O suçlular, arsiandan ürkmüş yaban eşekleri gibi kaçışıyorlar. [31] âyetlerinde zikredilen ve "Arslan" diye tercüme edilen kelimesi sorulmuş o da bu kelimenin Arapça karşılığı­nın "Arslan" mânâsına gelen Farsçada yine Arslan mânasına gelen Nabticede ve Habeşçede olduğunu söyle­miştir.

e- Said b. Cü'beyr d emiştir ki: "Kureyşliler: "Bu Kur'an Arapça olmayan dillerle ve Arapçayla inse ya." demişler Allah teala da bunların sözlerini âyette zikrederek "Eğer biz Kur'anı yabancı bir dille indirseydik, iman etmeyenler mutlaka "Ayetleri uzunuzadıya açıklamaydı ya Kur'an yabancı bi dilde, indiri­len ise Arap, nedir bu?" derlerdi. Ey Muhammed de ki:" O Kur'an, iman edenle­re bir hidayet rehberi ve şifadır... [32] buyurmuş, bu âyetten .sonra da Kur'anda her dilden kelimeler indirmiştir. Mesela ifailesinde­ki kelimesi Farsçadan alınıp Arupçala^tmlımştıı. Farsça aslı ve kelimeleridir.

f- Yine Ebu Meysere "Kur'anda her diklen kelimeler vardır." demiştir Bu ve benzeri çeşitli rivayetler varılır. Bunlar Kur'anda, Arapça olmayan kelimele­rin bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bunlar hakkında ne dersin? diye sorulacak olursa bunlara cevaben denilir ki "Bütün bu rivayet edilen görüşler, bizim söy­lediğimizin dışında bir şey değildir. Çünkü bunu söyleyenler bu kelimeleri Kur'anm inmesinden önce Arapların bilmediklerini söylememişlerdir ki bizim söylediğimize muhalif bir şey olsun. Onlar, "Bu kelimenin Habeş dilinde mânâsı şudur." "Şu kelimenin Farsçada mânâsı budur." şeklinde konuşmuşlar­dır. Çeşitli milletlerin aynı kelimeyi aynı mânâda kullanmaları yadırganmazken sadece iki milletin bir kelimeyi aynı mânâda kullanması nasıl yadırganabilir? Mesela, bizim bildiğimiz çeşitli dillerde bir kelimenin muhtelif milletler tarafın­dan aynı mânâda kullanıldıkları vakidir. Mesela dirhem, dinar, divit, kalem, kır-tas ve daha nice kelimeler mevcuttur. Bu kelimeler Arapçada ve Farsçada aynı­dır. Belki de bilinmeyen diğer dillerde de bunlar böyledir. Şayet bir kimse bu gibi kelimelerin aslının Farsça olup Arapça olmadığını veya Arapça olup Fars-ça olmadığını yahut bir kısmının Arapça diğerlerinin Farsça olduğunu ya da bunların asıllarının Arap menşeli olup yabancı dillere oradan geçtiğini yahut da bunların asıllarının Fars menşeli olup sonradan Arapçaya intikal ettiğini söyle­yecek olursa cahillik etmiş olur. Çünkü bu kelimeler, aynı lafızla ve aynı mânâ ile iki dilde de kullanılmaktadır. Ne Araplar bu kelimenin aslen kendilerinden çıkmasına Farslardan daha layıktırlar ne de Farslar Araplardan daha layıktırlar. Aksini iddia eden, iddiasının doğruluğunu ispatlayacak ve şüpheyi ortadan kaidıracak kesin bir delile dayanmak zorundadır Binaenaleyh bize göre bu gibi ke­limeler hakkında doğru oian görüş "Bu kelimeler Arapça Farsça veya Habeşçe kelimelerdir." diyen görüştür. İşte biraz önce kendilerinden bahsettiğimiz ve bir kısım kelimelerin, Habeşçede veya Farsçada kullanıldığını söyleyenlerin mak­sadı da budur. Çünkü bunlar, bu kelimelerin, Arapçamn dışındaki dillerde kulla-. nıldığını söylerken, bunların Arapçada kullanılmadıklarını iddia etmemişlerdir.

Şayet, gafd biri, bir kimsenin iki babasının olamayacağı gibi, bir kelime­nin de iki dilde bulunmuş olamayacağını zannedecek olursa o kimse bu kanaa­tinde cahilce davranmıştır. Zira, insanoğlunun soyu, Allah tealanın "Evlatlıkları kendi babalarının adıyla çağırın. Bu Allah nezdinde daha adaletlidir... [33] âyetinde beyan ettiği gibi tek bir kişiden gelir. Halbuki bir kelime, kullanıldığı dile nisbet edilir. Eğer bir kelimenin, muhtelif milletlerin dilinde aynı mânâda kullanıldığı tesbit edilecek olursa bu kelimeyi o dillerden her birine nisbet et­mekte bir mahzur yoktur. Zira o milletten hiç biri o kelimenin kendi diline nis­bet edilmesine diğerlerinden daha layık değillerdir. Nitekim bir arazi bir dağ ile bir ovanın arasında bulunacak olsa da hem dağ hem de ovanın havasını içinde taşıyacak olsa o araziye bir bütün olarak, ovalık ve dağlık arazi demek müm­kündür. Sadece bunlardan birine nisbet edildiğinde de yalan söylenilmemiş olur. Bir kaç dilde kullanılan müşterek kelimeler de bu türdendir. Kullanıldığı bütün dillere nisbet edilmesi doğru olduğu gibi bu dillerden sadece birine nisbet edilmesi de doğrudur. "Kur'an-ı Kerimde her dilden kelime vardır." diyenlerin maksadı da -Allah daha iyi bilir ya- bize göre budur. Yani Kur'an-i Kerimde ba­zı kelimeler bulunmaktadır ki bu kelimeler aynı mânâda diğer birçok milletle­rin dillerinde kullanılmaktadır. Bu sözü söyleyenlerin maksatlarını başka şekil­de izah etmek mümkün değildir. Çünkü Allah'ın kitabını kabul eden ve onu okuyan hiçbir akl-ı Selim sahibi Kur'anın bir bölümünün Farsça diğer bir böiü-münün Arapça başka bir bölümünün Nabtice veya Habeşçe olduğunu söylemesi beklenemez.

Çünkü Allah teala, Kur'an-ı Kerimi Arapça olarak gönderdiğini beyan et­miştir. Hasılı, Seleften "Kur'an-ı Kerimde her dilden kelime vardır." şeklinde nakledilen sözler, Kur'an-ı Kerimde geçen bir kısım kelimeler Arapçanm dışın­da başka dillerde de kullanılmaktadır." demektir. Bu kelimelerin aslen belli bir dile mensup olup diğer bir dilde sonradan kullanıldığına dair herhangi bir delii bulunmadığından bu gibi iddialarda bulunmak ta tutarsızdır. [34]

 

Kur'an Çeşitli Arap Lehçeleri Üzerine İnmiştir

 

Taberi, Kur'an-ı kerimin bütün kelimeleriyle Arap dilinde indiğini ispat­ladıktan sonra Arap dilinin, bir çok lehçeleri kapsadığını, Kur'an-ı Kerim inerken bu lehçelerden sadece yedi lehçe üzerine indiğini Resulullahın, bir hadis-i şerifinde bunu beyan ettiğini, ancak Kur'an-ı Kerim tek bir mushaf haline getiri­lirken bu lehçelerden sadece Kureyş lehçesinin esas alınarak Kur'anın toplanıp yazıldığını, bu itibarla elimizde bulunan Kur'anın tek lehçe üzere tesbit edildiği­ni zikretmiştir.

Taberİ bu hususta da Özetle şunları zikretmiştir: "Söylediklerimizi anla­maya muvaffak kılınan insanlara daha önce açıkladık ki Aziz ve Celil ulan Al­lah, Kur'anın tamamını Arapça indirmiştir. "Kuranda Arapça olmayan bölümler vardır." şeklinde iddiada bulunanların iddiaları fasittir. Şimdi ise diyoruz ki "Kur'an tümüyle Arapça indirilmişse o, çeşitli kabilelerden bir araya gelen Arapların bütününün lehçesiyle mi inmiştir yoksa sadece bir kısmının lehçesiyle mi inmiştir? Vakıa şudur ki: "Şüphesiz ki biz bu kitabı, okuyup anlamanız için Arapça bir Kur'an olarak indirdik." âyet-i kerimesi ve benzeri âyetler, Kur'an-ı Kerimin Arapça indirildiğini beyan etmişlerdir. Bu ifadelerden, Kur'anın Arap şivelerinden özel belli şivelerle indiğini anlamak ta. bütün şive­lerle indiğini anlamak ta mümkündür. Bizim bu hususta kesin bir bilgiye ulaş­mamız için Kur'an-i Kerimi açıklama yetkisi kentlisine verilen Rasulullah'ın açıklamasına müracaat etmekten başka çaremiz yoktur. Bu hususta Resulul-lah'tan, birbirini dektekieyen bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bunları şöylece zikretmek mümkündür.

a- Ebu Hureyreden. Resulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Kur'an yedi [35] (lehçe) üzere indirilmiştir. Kur'an hakkında tartışmaya girmek kâfirliktir." Pesuluilah bun» üç kere tekrar ettikten sonra şöyle buyurdu: "Siz Kur'anılan bildiğinizle amel edin. Ondan bilmediğinizi ise bilenine so run. [36] Diğer bir rivayette de yine Ebu Hureyreden Resulullah'ın şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir:

"Kur'an yedi harf (lehçe) üzere indirilmiştir. kelimeleri bunlardandır.'[37]

b- Abdullah b. Mes'udun da ResuluUah'm şöyle buyurduğunu rivayet etti­ği nakledilmiştir. "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir. Her harfin zahiri ve bâtını vardır. Yine her harfin bir sınırı vardır. Ve her sınırın da bir denetleme yeri vardır. [38] Hadis-i Şerifte geçen "Her harfin bir sının vardır." ifadesinden maksat şudur: Kur'anm indirildiği yedi yönden her yönünün bir sının vardır ki bu sının Allah teala koymuştur ve hiçbir kimsenin bu sınırı aşması caiz değil­dir? Mesela haramlann bir sının vardır, kimse bu sının geçemez. Hadiste geçen "Her harfin zahiri ve bâtını vardır." ifadesinden maksat da şudur: "Kur'anda zik­redilen yönlerden her bir yönün, okunan bir zahiri vardır. Bir de ihtiva ettiği te'vili vardır."

Yine hadis-i şerifte zikredilen "Her sınırın da bir denetleme yeri vardır." ifadesinden maksat ise şudur. "Allah tealanm, Kur'anda sınırlarını çizdiği helal­lerinin, haramlarının ve diğer hükümlerinin belli miktarlarda sevap ve cezalan vardır. Allah teala âhirette bunlara bakacak ve kıyamette onlan kontrol edecek­tir. Nitekim Hz. Ömer bu mânâyı ifade eden bir sözünde şöyle demiştir: "Yer­yüzünde bulunan bütün san (altın) ve beyazlar (gümüşler) benim olsaydı elbette ki ben onları âhirette denetleme ve hesaba çekilme yerinin dehşetinden dolayı feda ederdim."

Hadis-i şerifte geçen "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir" ifadesi, müfes-sirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir: Taberi, daha sonra da temas edileceği "gibi, bu görüşlerden sadece biri olan "Yed harften maksat, yedi lehçe­dir." görüşünü almış ve  Kur'anın yedi lehçe üzere indiğini ve günümüzde bu lehçelerden sadece birinin geçerli olduğunu söylemiştir ki o da Zeyd b. Sabitin kıraati olan lehçedir. Ancak Übey b. Kâ'b, Enes b. Mdik, Huzeyfetül Yeman, Zeyd b. Erkam, Semüre b. Cündeb, Süleyman b. Suret, Abdullah b. Abbas, Ab­dullah b. Mes'ud, Abdurrahman b.  Avf, O-sman b, Affuı, Ömer b. el-Hattab, Amr b. Ebu Seleme, Amr b. el-Ass, Muaz b. Cebel, Hişam b. Hâkim, Ebu Bek-re, Ebu Celim, Ebu Said el-Hudri, Ebu Talha, Ebu Hureyre ve Ebu Eyyub e!-Ensari gibi sahabilerden  rivayet edilen ve mütevatir olduğu söylenen bu hadis-i şerifin izahında Suyutinin de zikrettiği gibi, kırk kadar görüş zikredilmiştir. [39]Bu görüşlerden bir kısmını şu şekilde özetlemek mümkündür.

Bir kısım âlimler, bu hadis-i şerifin, mânâsı anlaşılamayan müşkil hadislerden olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu hadiste zikredilen "Harf" kelimesi Arapçada alfabe harfi, bir şeyin kenan, yön, kelime, dil ve şive anlamlarına gel­mektedir. İbn-i Sem'an en-Nehavi bu görüştedir.

Diğer bir kısım âlimler "Buradaki yedi harften maksat, yedi yön demek­tir. Yani, Kur1 anın yedi yönü vardır. Bunlarda da emirler, yasaklar, helaller, ha­ramlar, muhkemler, müteşabihler ve kıssalardır." demişlerdir.

Başka bir kısım âlimlere göre buradaki yedi harften maksat, kelimenin sonundaki irabdır. Diğer bazılanna göre, âyetlerin sonundaki hatimelerdir. Baş­ka bir kısmına göre bir mânânın yedi şekilde ifade edilebilmesi demektir. Ba­zılanna göre, kıraatlarda imale, fetih, terkik, tefhim, tehmiz, teshü, idgam ve iz­har demektir. Daha birçok izahlar vardır. Taberi ise konuyla ilgli olarak şu ha­dis-i şerifleri rivayet etmiş ve yer yer izahlarda bulunmuştur.

I-Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

Resuiullah bana Ahkaf suresini okuttu. Onu başka birine de okutmuştu. O kimse Ahkaf suresinin bir âyetinde bana muhalefet etti. Dedim ki: "Bunu sana kim okuttu?" Dedi ki: Resuilah okuttu." Ben de ona dedim ki: "Resuiullah onu bana da şöyle şöyle okuttu." Bunun üzerine Resuluîlaha vardım. Onun yanında bir adam bulunuyordu. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen bana, şöyle ve şöyle okutmamış miydin? "Resuiullah: "Evet." dedi Diğer adam da: "Sen bana da şöy­le ve şöyle okutmamış miydin?" dedi Resuiullah ona da evet dedi ve yüzünün rengi değişti. Bunun üzerine Resulullah'm yanında bulunan kişi (Hz. Ali) "Her-biriniz işittiği gibi okusun. Sizden önceki ümmetler,  (Peygamberlerine karşı) ihtilafa düşmeleri'yüzünden helak olmuşlardır." dedi. Bilemiyorum ki o kişi (Hz. Ali) bu sözü Resulullah ona emretti de mi bize söyledi? Yoksa kendi tara­fından mı söyledi? [40]

2- Yine Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

"Kur'an-ı Kerimin surelerinden birinin hakkında tartıştık. Ayetlerin otuz beş veya oîuz altı oldğunu söyledik. Sonra Resulullah'a gittik. Ali'nin ona gizli bir şeyler söylediğini gördük. Dedik ki: "Bizkıraaîîa ihtilaf ettik." Bunun üzeri­ne Resulullah'm yüzü kızardı ve Ali dedi ki: "Resulullah. bildiğniz gibi okuma­nızı emrediyor. [41]

3- Zeyd b. Erkam diyor ki: "Bir adam Resulullah'a geldi ve ona: "Abdul­lah b. Mes'uü bana, Zeydin ve Übey b. Kâ'bın daha önce okutmuş oldukları bir sureyi okuttu. Onların kıraatlan birbirinden farklı. Ben hangisinin kıraatini ala­yım?" dedi. Resulullah cevap vermeyip sustu. Yanında da Alt bulunuyordu. Ali: "Herkes öğrendiği gibi okusun. Hepsi de güzeldir, hoştur." detli. [42]

4-  Ömer b. el-Hattab diyor ki:

"Resulullah hayattayken Hişam b. Hâkimin, Furkan suresini okuduğunu işittim. Onun okumasına iyice kulak verdim. Bir de baktım ki o, ResuluTlah'm bana okutmadığı bir çok lehçe üzere okuyor. Ben nerdeyse namazda olduğu halde üzerine atılacaktım. Fakat selam verinceye kadar1 sabrettim. Selam verince yakasından tutup çektim ve dedim ki: "Okuduğunu işittim. Bu sureyi sana kim okuttu?" Dedi ki: "Onu bana Resulullah okuttu." Dedim ki: "Yalan söylüyorsun. Resulullah onu bana, senin okuduğundan farklı bir şekilde okuttu. Ben onu tu­tup Resulullah'a götürdüm ve dedim ki: "Ben bunun, Furkan suresini senin ba­na okutmadığın bir çok harfler üzere (lehçeler) üzere okuduğunu işittim." Resu-İullah: "Onu bırak," dedi ve devamla buyurdu ki: "Oku ey Hişam." O da kendi­sinden işittiğim kıraat şekliyle okudu. Resulullah buyurdu ki:"Bu sure bu şekil­de indirildi." Sonra bana: "Ey Ömer sen de oku." dedi. Ben de Resulullah'm ba­na okutmuş olduğu şekliyle okudum. Resulullah buyurdu ki: "Bu sure bu şekil­de indirildi. Şüphesiz ki bu Kuran yedi harf üzere indirildi. Siz, ondan kolayını­za geleni okuyun[43] Diğer bir rivayette şunlar zikredilmektedir: Bir kişi, Ömer b. el-Hattab'ın yanında Kur'an okumuş. Hz. Ömer'de onun okuyuşunu düzeltmek istemiştir. Bunun üzerine Kur'an okuyan kişi, "Ben bunu Resulul­lah'a okudum. O, bir değişiklik yapmadı." demiştir. Resulullah'm yanma varıp, ihtilaflarını ona bildirmişler ve Kur'an okuyan kişi "Ey Allah'ın Resulü, şu ve şu âyetleri sen bana okumadın mı?" diye sormuş Resulullah'da "Evet." demiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer'in kalbine bir şeyler gelmiş Resulullah da Ömer'in yü­zünden bunu anlamış ve onun göğsüne vurarak şöyle buyurmuştur: "Şeytanı kendinden uzaklaştır. Şeytanı kendinden uzaklaştır. Şeytanı kendinden uzaklaş­tır. Ey Ömer, Kur'amn hepsi doğrudur? Yeter ki rahmet âyetini azap âyeti yeri­ne azap âyetini de rahmet âyeti yerine koyma. [44] Başka bir rivayette de Resu lullah Ömere şöyle demiştir: "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir. Hepsi de Şâfi (Şifa verici) ve kâfi (yeterli)dir[45]

5-  Alkame en Nehai diyor ki: "Abdullah b. Mes'ud, Küfeden ayrılırken onu uğurlamak için arkadaşları yanına toplanmışlardı. Abdullah b. Mes'ud on­larla vedalaşırken şunları söyledi: "Sakın Kur'an hakkında tartışmayın. Çünkü Kur'an, birbiriyle çelişmeyen, yok olmayan ve çokça tekrar edilmekten dolayı değişikliğe uğramayan bir kitaptır. Şüphesiz ki İslamın şer'î hükümleri, cezalan ve farzları onda aynıdır, değişmez. Şayet Kur'anın kıraat şekillerinden biri, di­ğerinin emrettiğini yasaklar mahiyette olsaydı işte o zaman Kur'anda ihtilaf olurdu. Fakat durum böyle değildir. Kur'an bütün kıraati an içermektedir. Bu­nunla birlikte cezalarda, frazlarda ve İslam'ın diğer hükümlerinde herhangi bir farklılık yoktur. Öyle zamanlar olmuştur ki, biz Kur'anın okunması hususunda Resulullah'm yanında tartışıyorduk. O da bize okumamızı emrediyor biz de okuyorduk. Dinledikten sonra hepimizin güzel okuduğunu söylüyordu. Eğer ben, Allah'ın, Peygamberine indirdiği bu Kur'am benden daha iyi bilen birini bilmiş olsam mutlaka onu arar bulur ve onun bilgileriyle kendi bilgilerimi artın-rım. Ben, Resulullah'm lisanından yetmiş sure okudum. Ben, her yıl Ramazan ayında Kur'anın, ResuhıHah'a okutulup dinlendiğini, nihayet vefat ettiği yılda bunun iki kere yapıldığını biliyordum. Resulullah, Kur'an'ın, kendisine okutulup dinlenmesinden sonra ben onu okuyordum. O da bana, güzel okuduğumu söylü­yordu. Kim benim kıraatim üzere okuyacak olursa sakın ondan yüzçevirerek bırakmasın. Yine kim de Kur'am, bu kıraatlardan biri üzere okuyorsa ondan yüzçevirerek bırakmış olmasın. Zira Kur'andan bir âyet inkâr eden kimse onun tümünü inkâr etmiş olur. [46]

6- Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Cebrail bana Kur'am bir harf üzere okut­tu. Ben Cebraile bir talepte bulundum. Ben ondan, kıraati arı artırmasını işitiyor­dum. O da artırıyordu. Nihayet yedi harf üzere okunmasına kadar ulaştı. [47] İbn-i Şihab ez-Zühri bu hadisin izahında şöyle demiştir: "Bana ulaştığına göre buradaki yedi harften maksat, tek bir mesele hususunda yedi lehçedir. Bu kıraatlar helal ve haramı değiştirmeyen kiraatlardır.

7- Ümmi Eyyub, Resulullah'm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kuran yedi harf üzere inmiştir hangisini okursan senin için yeterli-dir; [48]

8-Übeyb. Kâ'b diyor ki:

"Ben, bir adamın Kur'an okuduğunu işittim. Dedim ki "Bunu sana kim okuttu?" Dedi ki: "Resulullah okuttu." Dedim ki: "Haydi ResuluUah'a gidelim." ResuIuİlah'a gittim ve dedim ki: "Sen şunun okumasını iste," Bunun üzerine Re­sulullah "Oku" dedi. Adam okudu. Resulullah: "Güzel okudun." dedi. Ben de dedim ki: "Sen bana şöyle şöyle okutmamış rmydın?" Resulullah: "Evet, sen de gjzel okuyorsun." dedi. Ben de elimle işaret ederek: "İkimize de "İyi okudun." diyorsun." dedim. Bunun üzerine Rusuluilah, eliyle göğsüme vurdu sonra buyurdu ki: "Ey Allah'ım, sen, Übey'den şüpheyi gider." Bunun üzerine benden bir ter boşandı içim korkuyla doldu ve Rasulullah buyurdu ki: "Ey Übey, bana iki melek gelmişti. Biri bana "Sen Kur'anı bir harf (lehçe) üzere oku." dedi. Diğeri ise "Artırmasını iste." dedi. Dedim ki: "Artır." bunun üzerine o melek dedi ki: "İki harf (lehçe) üzere oku." diğer melek dedi ki: "Artırmasını iste." Dedim ki: "Artır" yine o melek dedi ki: "Üç harf (lehçe) üzere oku." Diğer melek te dedi ki: "Yine artırmasını iste." dedim ki: Artır." O melek: "Dört harf (lehçe) üzere oku." dedi. Diğer melek: "Artırmasını iste." dedi. Dedim ki: "Artır." O melek dedi ki: "Beş harf (lehçe) üzere oku. "Diğer melek dedi ki: "Artırmasını iste. "Ben de "Artır." dedim. O melek te "Altı harf (lehçe) üzere oku." dedi. Diğer melek "Artırmasını iste." dedi. O melek te "Yedi harf (lehçe) üzere oku. Kitfan yedi harf (lehçe) üzere inmiştir." dedi. [49]

9- Übey b. Kâ'b yine diyor ki:

Benim Müslüman olmamdan itibaren şu hadise dışında, göğsümü hiçbir şey tırmalamamış!!. Hadise şöyle olmuştu: "Ben bir âyet okudum, başka biri de o âyeti benim okuduğum kıraatin dışında bir kıraatla okudu. Ben ona dedim ki: "Bu âyeti bana Resulullah (s.a.v) okuttu." O adam da: "Bu âyeti bana da Resıı-İuilah okuttu." dedi. Bunun üzerine Resulullaha vardım ve ona: "Ey Allah'ın Peygamberi, şu ve şu âyeti sen bana şöyle ve .şöyle okutmadın mı?" dedim. "Re­sulullah "Evet." dedi. O adam da Resulullah'a: "Sen bana da şöyle ve şöyb okutmadın mı?" dedi. Resulullah: "Evet." dedi ve devamla şöyle buyurc'u: "Cebrail ve Mikâil (a.s.) bana geldiler. Cebrail sağ tarafıma Mikâil de sol ta afıma oturdular. Cebrail (a.s.) dedi ki: "Sen, Kur'anı bir harf üzere oku. "Mikâil de bana dedi ki: "Cebrailin artırmasını iste. Cebraüin artırmasını iste... Nihayet Cebrail yedi harfe (kiraata) kadar ulaştı. Her kıraat safi (şifa veren) ve Kâfidir (yeterlidir) [50]Bu hadis-i şerifin son bölümü, diğer bir rivayette şöyledir:

"Bukiraptlardan hiçbiri yoktur ki, onlar, şâfı ve kâfi olmasın. Senin demen bu kıraatlardandır. Yeter ki azap âyetini rahmet âyetiyle rahmet âyetini de azap fıyetiyle bitirme. [51]

10- Übey b. Kâ'b başka bir rivayette diyor ki:

"Resulullah, Merv taşları yanında Cebrail ile karşılaştı ve ona: Ey Cebra­il, ben, okur yazarlığı olmayan bir ümmete Peygamber olarak gönderildim. On­ların içinde yaşlı kadın., yaşlı erkek, genç erkek, çocuk, kız çocuğu ve hiçbir şey okumamış erkekler bulunmaktadır." Cebrail de dedi ki: "Ey Muhammed, şüphesiz ki Kur'an, yedi harf (kıraat) üzere indirilmiştir. [52]

ll- Übeyb. Kâ'b diyor ki:

"Bir gün ben Mescide gitmiştim. Bir adam gelip namaz kılmaya başladı. Namazda, okuduğu kıraatini yadırgadım. Sonra başka bir adam geldi. O da baş­ka bir kıraatla okudu. Biz, namazı bitirince hep birlikte Resuluîlah'ın yanına vardık. Resuhıllah'a dedim ki: "Bu adam, benim,yadırgadığım bir kiraatla Kur'an okudu. Diğeri sonra gelip o da daha başka br kıraatla okudu. "Bunun üzerine Resulullah; onlara okumalarını emretti. İkisi de okudu. Resulullah ikisi­nin de okuma şeklini güzel buldu. Bunun üzerine, içime öyle bir yalanlama duygusu düştü ki ben, cahiliye döneminde bile böyle bir duyguya kapılmamıştım. Resulullah (s.a.v.) beni kaplayan bu hali görünce göğsüme vardu. Benden öyle bir ter boşandı ki, sanki ben, korkumdan Allah'ı gözümün önünde görüyormuşum gibi oldum. Resulullah bana, "Ey Übey, Kuranı bir harf (kıraat) üzere oku­mam için emir gönderildi. Ben bu emir üzerine rabbime baş vurarak "Ümmeti­me Kuranı okumayı kolaylaştır." dedim. Bana, iki harf (kıraat) üzere okumam emri geri gönderildi. Tekrar ben, rabbime baş vurdum ve "Ümmetime Kur'an okumayı kolaylaştır." dedim. Daha sonra bana yedi harf (kıraat) üzere okumam için emir geri gönderildi ve bana denildi ki: "Bana her müracaat etmene karşılık sana, isteyeceğin bir dileğin verilecektir." Ben de dedim ki: "Ey Allah'ım, sen ümmetimi affet, ey Allah'ım sen ümmetimi affet." Üçüncü isteğimi ise, bütün yaratıkların ve hatta İbrahim (a.s.)'m Bana başvuracakları (benim şefaat etmemi isteyecekleri) güne bıraktım." [53]

12- Übey diyor ki:

"Resulullah Gifar oğullarına ait bir gölün kenarında bulunuyordu. Ona, Cebrail (a.s.) geldi ve ona dedi ki: "Allah sana emrediyor ki "Ümmetin Kur'anı bir harf (lehçe) üzere okusun." Resulullah dedi ki: "Ben, Allah'tan afiyet ve mağfiret dilerim. Şüphesiz ki ümmetimin buna gücü yetmez..." Cebrail Resulul-lah'a ikinci defa geldi ve dedi ki: "Allah sana emrediyor ki, ümmetin Kur'anı iki harf (lehçe) üzere okusun." Resulullah dedi ki: "Ben, Allah'tan afiyet ve mağfi­ret dilerim. Şüphesiz ki ümmetimin buna gücü yetmez." Sonra Cebrail üçüncü defa ona geldi ve dedi ki: "Allah sana emrediyor ki" Ümmetin Kur'anı.üç harf (lehçe) üzere okusun." Resulullah dedi ki: "Ben Allah'tan afiyet ve mağfiret diterim. Şüphesiz ki ümmetim buna güç yetiremez." Sonra Cebrail Resulullah'a dördüncü defa geldi ve ona dedi ki: "Allah sana emrediyor ki, ümmetin Kur'anı yedi harf (lehçe) üzere okusun. Onlar hangi harf (îehçe) üzere okuyacak olurlar­sa isabet etmiş olurlar." [54]

13- Ebu Bekre, diyor ki:

Cebrail Resulullah'a goidi ve ona: dedi ki: "Ey Muhammed, sen Kur'am bir harf üzere oku." Mikfüi dedi ki: "Artırılmasını iste." Resululiah da artırılma­sını istedi. Cebrail dedi ki: "Sen onu iki harf üzere oku." Mikâil dedi ki: "Artırıl­masını iste. Resulullah'da artırılmasını istedi. Cebrail de onu yedi harfe (lehçe­ye) ulaşıncaya kadar artırdı ve dedi ki: "Hepsi de şâfi ve kâfidir. Yeter ki azap âyetini rahmet âyetiyle, rahmet âyetini de azap âyetiyle bitirmiş olma. Bu kıra­ati ar senin  = Gel,=Yönel, Haydi, deme» veya Git, = Koş, = Acele et demen gibi ifadelerdir. [55]

14- Ebu Cüheym diyor ki:

"İki adam, Kur'an-ı Kerimin bir âyeti hakkında ihtilaf etti. Birincisi dedi ki: "Ben bunu Resulullah'tan öğrenip aldım." Diğeri de "Ben de bunu Resuluİ-lah'tan öğrenip alüım." dedi. İkisi de Resuİullah (s.a.v.)den sordular. O da bu­yurdu ki: "Kuran yedi harf üzere okunur. Kur'anda tartışmaya girmeyin. Çünkü

Kur'anda tartışmaya girmek inkâra düşmektir[56]

15-  Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Resululiah (s.a.v.) buyurdu ki: "Bana Kur'am yedi harf (lehçe) üzere okumam emredildi. Hepsi de kâfi ve Safidir." [57]

16- Ebu Hureyre diyor ki: Resululiah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu Kur'an yedi harf (lehçe) üzere indirilmiştir. Siz onu okuyun.Bunda size bir zorluk yoktur. Fakat, rahmetin arkasından azabı anarak ve azabın arkasından da rahmeti anarak âyeti tamamlayın. [58]

 

Kur’an Arap Şivelerin Tümüyle İnmemiştir.

 

Bu hususta Taberi özetle şunları zikretmektedir. "Arap şivelerinin yedi­den fazla oldüğ muhakkaktır. Hatta sayılamayacak kadar çoktur. Resululiah, Kur'anm bu şivelerden sadece yedisiyle indiğini beyan etmiştir. Hadis-i şerifler­de geçen "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." ifadesinden maksat da, Kur'anm yedi lehçe üzere indiğini bildirmektir. Şayet denilecek olursa ki "Bu ifadenin, Kur'anm yedi lehçe üzere indiğini beyan ettiğine dair delilin nedir? Çünkü senin bu izahına karşı çıkanlar, bu ifadeyi şöyle izah etmişlerdir: Kur'an yedi yönde indirilmiştir. Onlar da emirler, yasaklar, teşvikler, korkutmalar, kıssalar, ör­nekler vb. şeylerdir. Ayrıca bu gibi izahlar da ümmetin geçmişlerinden ve âlimlerin seçkinlerinden nakledilmiştir?" Cevaben denilir ki: Kur'anm yedi yön­le indiğini söyleyenler, bizim Kur1 anın yedi şive üzere indiğini söylememize, zannettiğin gibi ters bir şey söylememişler ve bizim zikrettiğimiz haberi senin söylediğin gibi te'vil etmemişler, sadece Kur'anm yedi vecih üzere indiğini söy­lemişlerdir ki, bu da doğrudur. Biz, onların söylediklerini ifade eden haberleri Resulullahtan ve sahabelerinden kısmen naklettik. Yeri geldiğinde de geri kala­nın tamamını nakledeceğiz. Daha önce zikrettiğimiz ve onların bu yorumunu doğruluyan haberlerin biri de Übey b. Kâ'bdan gelen şu haberdir. Übey, Resu-lullah'ın şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Ben Kur'am, cennetin yedi kapısın­dan, yedi harf üzere okumakla emrolundum." [59] Buradaki yedi harften maksat, daha önce de izah ettiğimiz gibi, yedi lehçedir. "Cennetin yedi kapısı'ndan mak­sat ise Kur'anm ihtiva ettiği emirler, yasaklar, teşvikler, korkutmalar, kıssalar ve misallerdir. Bunlara "Cennetin kapılan" denmesinin sebebi, kişinin bunlarla amel ettiği takdirde cenneti kazanması d ir. Görüldüğü gibi, Selef âlimlerinden bu gibi te'villerde bulunanlar, Allah'a hamdolsun ki bizim söylediğmize muhalif bir şey söylememişlerdir. Bizim, hadiste zikredilen "Yedi harften masadın "Yedi lehçe'-1 ve  "Yedi kıraat" olduğunu söylememiz bu hususta Ömer b. El-Hattab, Abdullah b. Mes'ud, Übey b. Kâ'b ve diğer sahabilerden rivayet edildiği sabit olan sahih haberlere dayanmasındandır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu gibi sahabiler, Kur'an-ı Kerimin, mânâsında değil okunuşunda ihtilaf etmiş­ler ve bu ihtilaflarını gidermek üzere Resulullah'a başvurmuşlar Resulullah da herbirine Kur1 an okutmuş ve farklı kıraatlannı uygun bulmuştur. Öyle ki onlar­dan bazıları Resulullah'ın muhtelif kıraatlan uygun görmesini yadırgamış, içine vesvese girmiş ve şüpheye düşmüştür. ResuluUah da, onlardan şüpheye düşen­lerin şüphesini gidermek için "Allah bana, Kur'am yedi harf üzere okumamı emretti." buyurmuştur. Elbette ki birbirleriyle ihtilaf eden sahabileri, okudukları kıraatlann ifade ettiği, helal, haram, vaad tehdit vb. hükümleri hakkında tartış­mamışlardır. Şayet bunu yapmış olsalardı Resulullah'ın, herkesin görüşünü tas­vip etmesi imkânsız olurdu. Çünkü bu takdirde, Allah tealanın, bir kıraatin ifa­desine göre bir şeyi farz kılmış olması diğer bir kıraatin ifadesine göre de onu yasaklamış olması başka bir kiraatın ifadesine göre de onu mubah kılmış olma­sı gerekirdi ki bu da Allah tealanın, hikmet dolu kitabında beyan buyurduğu şu âyet-i kerimeye ters düşerdi. "Kur'anı düşünmüyorlar mı? Eğer Kur'an, Al­lah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirine zıt olan bir çok şey bulurlardı*44^ Allah tealanın, kitabında böyle bir şey olmadığını beyan etmesi, Muhammed (s.a.v.)'in diliyle indirilmiş olan kitabının bütün hükümlerinin, tüm yaratıkları için aynı olduğunu, yaratıklarından bir kısmına başka, diğer bir kıs­mına başka olmadığını göstermektedir ve yine bu, bizim "Kur'an yedi harf üze­re inmiştir." ifadesini "Yedi lehçe" şeklinde izah etmemizin doğrulunğu ortaya koymaktadır ve bizim görüşümüzün aksine "Bundan maksat, yedi ayrı mânâdır." diyenlerin iddialarını çürütmektedir. Zira, Kur1 anın okunuşunda ihti­laf edenler. Resulullah'a vardıklarında, Resulullah onlann okuyuşlarının hepsini tasvip etmiştir. Şayet Resulullah'ın, onlann kıraat şekillerini değil de kıraatla-nndan anlaşılacak farklı manâları tasvip ettiği söylenecek olursa, Resulullah'a, Allah tealanın, kitabında olmadığını biidirdiği bir şeyi isnad etmek olur ki bu da bâtıldır. Halbuki Resulullah'ın bir şey hakkında, birbirine zıt iki hüküm verdiği­ne dair veya ümmetine böyle birşeyi yapmalarına izin verdiğine dair herhangi bir delil yoktur. Tam aksine dair delil vardır. Evet, bütün bunlardan anlaşılıyor ki "Kuran yedi harf üzere inmiştir." ifadesinden maksat. Kur'an Arap lehçelerin­den yedi lehçe üzere inmiştir. Bu lehçelerden hangisiyle okunursa Kur'anın ifa­de ettiği manâ değişmez. Bu sebeple Resulullah, Kuranı çeşitli lehçelerde oku­yup ta, birbirleriyle tartışmaya giren sahabilerinden her birinin kıraat şeklini doğru bulmuş ve güzel olduğunu söylemiştir. Diğer yandan, Kur'an-ı Kerimin okunuşu hakkında birbirleriyle tartışan ve Rsulullah'a başvuran sahabilerin hep­si Allah tealanın, kitabında dilediği emir ve yasaklan zikredebileceğine ve dile­diği vaad ve tehditlerde bulunabileceğine inanmış ve boyun eğmişlerdir. Anıkonlann, bir kısım hükümlere karşı çıkarak birbirleriyle tartışmış olmaları düşü nülemez. Onların sadece bir kısım kelimelerin okunuşlannda ve lehçelerin fark­lı oluşlannda tartışmalar mümkündür. Ayrıca, Kur'an okuyan sahabilerin tartış-malarının, sadece Kur'amn kıraati hakkında olduğunu, Resul ullah'tan zikrettiği­miz şu haber, bir Nass olarak göstermektedir. Ebu Bekre diyor ki Resuluîlah'a

"Cebrail (a.s.) geldi ve dediki: "Ey Muhammed, "Sen Kur'anı bir harf üzere oku." Mikâil dedi ki: Artırılmasını iste. "Resululah da artırılmasını istedi. Cebrail de dedi ki: "Sen onu iki harf üzere oku." Mikali dedi ki: "Artırılmasını iste." Resulullah da artırılmasını istedi. Cebrail de onu yedi harfe (lehçeye) ula­şıncaya kadar artırdı ve dedi ki: "Hepsi de Safi ve Kâfidir. Yeter ki azap âyetini rahmet âyetiyle rahmet âyetini de azap âyetiyle bitirmiş olma. Bu kıraatlar senin = Gel, =Yörel, = Haydi, demen veya = Git, = Koş ve - Acele et. demen gibi ifadelerdir. [60] Evet, bu haber açıkça gösteriyor ki, üzerinde ihtilaf edilen yedi harften maksat, yedi kıraattir ve gibi mânâları aynı fakat lafızları farklı olan kelimelerin farklı şekilleridir. Yoksa muhtelif hükümleri gerektiren mânâların ihtüaf; değii-dir. Selef ve halef âlimleri de bu ihtilafı bu şekilde izah etmişlerdir.

a- Abdullah b. Mes'udun şunları söylediği rivayet edilmiştir: Ben, Kurra-ian dinledim, onlan birbirlerine yakın buldum. Sizler, Öğrendiğiniz gibi oku­yun. Taassuptan kaçının. Zira bu kıratlar, sizden birinizin = Hay­di, Gel demesi gibidir.

Abdullah b. Mes'ud diğer bir rivayette de şöyle demiştir: "Sizden kim Kur'anı bir harf üzere okuyacak olursa onu bırakıp başkasına dönmesin. Şayet Allah'ın kitabım benden daha iyi bilen birisini tanımış olsaydım, mutlaka onun yanına vanrdırn."

Taberi diyor ki: "Elbette ki, Abdullah b. Mes'ud" Sizden kim, Kur'anı bir harf üzere okuyacak olursa, onu bırakıp başkasına dönmesin." sözüyle, "Sizden kim: Kur'andaki emir ve yasağı okuyacak olursa onu bırakıp ta vaad ve tehdidi okumasın. Kim de Kur'andaki vaad ve tehdidi okuyacak olursa onu bırakıp kıssalan ve misalleri okumasın." demek istememiştir. Fakat o bu sözüyle "Kim, Kur'anı bir kıraat üzere okursa o kıraati bırakıp ta diğer kıraat ile okumasın." demek istemiştir. Nitekim Araplar, bir kişinin kıraatına da "Harf derler. Alfabe harflerinden birine de "Harf1 derler. Yani demek istemiştir ki: "Kim, Übey b. Kâ'bın kıraatiyla veya Zeyd b. Sabitin kıraatıyla yahut Resulullah'ın sahabilerin-den herhangi birinin okuduğu yedi kıraattan biriyle Kur'anı okuyacak olursa, bu kıraati hoş görmeyerek terkedip başka bir kiraata geçmesin. Zira bu kıraaîlardan bir kısmını inkâr etmek, tümünü inkâr etmek gibidir.

b- A'meş diyor ki: "Enes b. Mâlik şu âyet-i kerimeyi "Şüphesiz ki gece ibadete kalkmak daha tesirli, okumak daha isabetli [61] şeklinde okumuş bir kısım insanlar da ona "Ey Ebu Hamza, âyetin sonu ( 'ya (yî ) şeklindedir." demişler o da kelimeleri hep ay­nı şeyi ifade ederler." diye cevap vermiştir.

c- Leys, Mücahid'in, Kur'anı beş harf üzere okudğunu rivayet etmiş. Sa­lim, Said b. Cübeyrin, iki harf üzere okuduğunu rivayet etmiş, Muğire de, Yezid b. Veüciin, üç harf üzere okuduğunu rivayet etmiştir.

Taberi diyor ki: "Şimdi Resulullah'ın "Kur'an yedi harf üzere inmiştir." hadisini "Kur'an emir, nehiy, vaat, tehdit, mücadele, kıssa ve misal olmak üzere yedi vecih üzere inmiştir." şeklinde te'vil etmeye kalkan kimse ne diyecektir? Mücahidin, bunlardan sadece beşini, Said b. Cübeyrin ikisini ve Yezid b. Veli-din de ifçünü okuduğunu mu söyleyecektir? Şayet bunu iddia edecek olursa bu gibi zatların, Kur'an hakkındaki bilgileri ve ihtisasları hususunda, onlara isnadı doğru olmayan bir tahmine girişmiş olur. Zira bunlar, Kur'anı çok iyi bilen kişi­lerdir.

d- Muhammed b. Kâ'b diyor ki: "Bana anlatıldığına göre Cebrail ve Mi-kail Resulullah'a gelmişler ve Cebrail Resuluiiah'a "sen Kur'anı iki harf üzere oku." demiş Mikâil de ona: "Artırılmasını iste." demiştir. Bunun üzerine Cebra­il: "Sen Kur'anı üç harf üzere oku." demiş Mikâil de yine Resulullah'a: "Sen onun. artırılmasını iste." demiş, nihayet yedi harfe kadar artırmıştır. Muhammed b. Kâ'b diyor ki: "Bu kıraatlar, helalin haramın, emirin ve yasağın değişmesine yol açmayan kıraatlardır. Bunlar, senin gibi ayrı kelimelerle aynı mânâyı ifade eden sözlerin gibidir. Mesela, bizim kıraatımızda şu âyet,

şeklindedir. Abdullah b. Mes'udun kıraatında ise şeklindedir. (Burada geçen kelimesi de kelimesi de aynı mânâdadır ve "Çığlık atmak" demektir.

e- Şuayb diyor ki: "Ebul Âliyenin yanında bir kişi Kur'an okuduğunda Ebul Âliye ona "Bu senin okuduğun gibi değildir." demiyor, ona "Ben de bu âyeti şöyle ve şöyle okuyorum." diyordu. Ben, Ebul Âliyenin bu durumunu İb­rahim en-Nahaiye anlattım. O da dedi ki: "Sanırım ki arkadaşın "Kim, Kur'anın okunduğu bir kıraati inkâr edecek olursa, onun tümünü inkâr etmiş olur." sözü­nü duymuştur.

f- Said b. el-Müseyyeb demiştir ki: "Allah tealanın" şüphesiz biz, kâfirlerin, "Bu Kur'anı Muhammed'e bir adam öğretiyor." dediklerini çok iyi bi­liriz"[62] âyetinde zikrettiği "Bir adam'ın fitneye düşmesine sebep şuydu: O kişi, Resulullah'a gelen valiyi yazıyordu. ResuluIIah ona sonlarında veya gibi ifadeler bulunan âyetleri yazıdırdıkîan sonra vahyin in­diği anda çok meşgul oluşundan dolayı âyeti yazdırdığı kimseye daha sonra da âyetin sonu miydi yoksa yahut miy­di? diye soruyor, onun ne yazdığını böylece kontrol etmiş oluyordu. Ve onun yazdığına "Tamam senin yazdığın gibi" diyordu. İşte bu durum bu kişiyi fitneye düşürdü ve o, kendi kendine "Muhammed bu işi bana bıraktı. Ben dilediğimi yazayım." diyordu. Said b. el-Müseyyebin anlattığına göre işte âyet sonlarındaki bu gibi ifadeler yedi kiraattandır.

g~ İbrahim en-Nehai Abdullah b. Mes'udun şöyle dediğni rivaeyt etmiştir: "Kim Kur'andan bir kıraat şeklini veya bir âyeti inkâr edecek olursa şüphesiz ki onun tümünü inkâr etmiş gibi olur. Kuranın yedi harf üzere inmesi demek, on­daki bir kelimenin mânâsının, eş anlamda yedi kelimeyle ifade edilebilmesi de­mektir. "Gel" emrinin "Bana", "Seni kastedi­yorum" "Bana doğru," Yakınıma, gibi kelimelerle ifade edi­lebilmesi buna misaldir. Yoksa "Kur'an yedi harf üzere indi." ifadesi, ondaki herhangi bir kelimenin yedi şekilde okunması demek değildir. Keza Arapların yedi lehçesi, Kur'anın çeşitli yerlerine dağıtılmış demek değildir.

Taberi diyor ki: "Eğer bir kimse diyecek olursa ki: "Madem ki Resulul­lah'ın, "Kur'an yedi harf üzere indirildi." sözünün te'vili senin izah ettiğin ve le­hine deliller gösterdiğin gibidir, o halde sen bize Allah'ın kitabında, yedi lehçe­ye göre okunmuş olan bir yer bul da biz de bununla senin sözünün doğru oklu­ğuna kanaat getirelim.

Şayet böyle bir şey bulamayacak olursan Resulullah'ın bu sözünü "Kur'an yedi mânâ (ifade şekli) ile inmiştir. Bunlar da emir, nehiy, vaad, tehdit, mücade­le, kıssa ve misallerdir." şeklinde yorumlayan görüşün doğru olduğu, senin görüşünün de fasit olduğ ortaya çıkar. Veya cevaben diyeceksin ki: "Yedi kıraat, Arap kabilelerinden yedi kabilenin şivesidir. Bu şiveler Kur'anın tümüne yayıl­mış durumdadır. "Sen bu sözünle meseleye dikkatla bakmayan kimselerin söy­lediği sözü söylemiş olacaksın ki bunun da fasit bir söz olduğu, akıl sahibi bir insana uzak değüdir. Bu sözün yanlışlığı hemen anlaşılır. Zira sen, Hz. Ömer, Abdullah b. Mes'ud, Übey b. Kâ'b gibi sahabilerden hadisler rivayet ederek Kur'an-ı Kerimin yedi harf üzere indiği ifadesini, Kur'anın yedi lehçe üzere in­diği şeklinde yorumlamış oldun." Eğer yedi kıraat Kur'anı kerimin çeşitli yer­lerine yayılmış ve tesbit edilmişse arlık bunlar hakkında sahabilerin ihtilaf et­memeleri gerekir. Dolayısiyle sahabilerden nakledilen haberlerin sıhhatsız ol­ması icabeder. Zira öğretici aynı ve bilgi de aynı olduğu halde öğrencilerin ihti­laf etmeleri beklenmeyen bir şeydir. Yani Kur'anı okuyanlar onun hangi bölü­mü, Araplardan kimlerin lehçesiyle inmişse onu o lehçe ile okur. böylece ihti­laflara da mahal kalmazdı. Halbuki senin zikrettiğin haberlerde sahabilerin Kur'anı okurken birbirleriyle ihtilaf ettikleri ve neticede Resulullah'a başvurduk­ları, Resulullah'ın da herbirini dinledikten sonra hepsinin kıraatim da hoşgördü-ğü zikredilmektedir. Bu da gösteriyor ki yedi lehçe, Kur'anın çeşitli taraflarına dağıtılmış ve Kur'anın bir kısmı bir lehçeyle diğer bir kısmı başka bir lehçeyle inmiş ve öylece tesbit edilmiş değildir.

Taberi diyor ki: "Bu soruyu yöneltene cevaben denilir ki: "Kur'anın yedi harf Üzere inmesinin mânâsı, senin anlamış okluğun bu iki şekilde de değildir. Bunun mânâsı, Kur'andaki herhangi bir mânâyı eş anlamda yedi kelimeyle ifade etmektir. Böylece mânâ bir fakat kelimeler farklı olur kelimelerinde olduğu gibi. Eğer diyecek olursa ki: "Sen, Allah tealanın kitabının neresinde bir yer bulabilirsin ki farklı lafızlarla yedi şivede .okunmuş fakat bu lafızların mânâsı da aynı olmuştur'? Böylece biz de senin, hadisi yorumlama şeklini kabul etmiş olalım." Cevaben denilir ki: "Biz bugün böyle bir şeyin mevcudiyetini iddia etmiyoruz. Biz sadece Rsulullahın: "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." ifadesini, yukarda zikredilen haberlere dayanarak bu şekilde yo­rumluyor, muhaliflerimizin yorumladığı gibi yorumlamıyoruz. Eğer diyecek olursa ki "Şayet mesele senin anlattığın gibiyse yedi kıraattan diğer altı kıraat niçin mevcut değildir? Halbuki Resulullah bunları sahabilerine okutmuş, onla­rın bu kıraatlan okumalarım emretmiş ve Allah teala da bu kıraatları bizzat tava­fından indirmiştir. Yedi kıraatin bu altı kıraati neshedilip ortadan kaldırılmış mıdır? Eğer böyleyse buna dair delil nedir? Yoksa bu altı kıraat, muhafaza edil­meleri emredildiği halde ümmet tarafından unutulmuş mudur? Yahut durum ne­dir? Cevaben denilir ki: Bunlar ne neshedilip kaldırıldı ne de korunmaları emre­dildiği halde ümmet tarafından zayi edildi. Çünkü Ümmet, Kur'anı korumakla emrolunmuş, onu çeşitli şekillerde okumakta ve bu kıraatlardan dilediğini koru­makta serbest bırakılmıştır. Bu mesele tıpkı yeminini bozan kimsenin keffaretlerden herhangi birini seçmekte serbest olması gibidir. Maddi durumu iyi olan bir insan yemin edip te yeminini bozacak olursa o, yeminine keffaret olarak, di­lerse bir köleyi azad eder, dilerse on kişiyi doyurur, dilerse on kişiyi giydirir. Nasıl ki yeminin keffaretini yerine getiren bu kimse, bunlardan herhangi birini yaptığında, Allah'ın üzerine farz kılmış olduğu hakkı ifa etmiş olur. İşte bunun gibi, ümmet de Kur'an-ı Kerimi muhafaza eder ve herhangi bir sebepten dolayı da, seçmekte serbest bırakıldığı yedi kıraattan birini alıp onunla Kur'an okuya­cak olursa, Allah'ın, yükümlü kıldığı görevi yerine getirmiş olur. Diğer altı kıra­ati okumaması onun için bir sorumluluk getinnez. Fakat bunlardan herhangi bi­rini okuması, okuyan kimse için yasaklanmış değildir.

Eğer denilecek olursa ki"Yedi kıraattan, belli bir kıraat üzerine karar kılı­nıp diğer altı kıraattan herhangi biri üzerine karar kilınmayışının sebebi nedir? Cevaben denilir ki: "Bu hususta şunlar rivayet edilmektedir.

a- Zeyd b. Sabit diyor ki: "Resulallah'ın çok sayıda sahabisi Yemame'de (Mürtedlerle yapılan savaşta) öldürülmüştü. Ömer b. el-Hattab Ebu Bekir'in ya­nına vararak ona "Resulullah'ın sahabileri Yemamede, kelebeklerin kendilerini ateşe attıkları gibi savaşın kucağına attılar? Korkuyorum ki bundan sonra katıla­cakları her savaşta da öldürülünceye kadar aynı şeyi yapacaklardır. Bunlar, Kur'anı kalblerinde taşıyan insanlardır. Bunlar ölürse Kur'an zayi olur, unutulur. Sen Kur'am toplayıp yazdirsan nasıl olur?" dedi. Ebubekir bundan çekindi ve dedi ki:"Ben, Resulullah'ın yapmadığı bir şeyi mi yapacağım?" Bu hususta Ömerle Ebubekir karşılıklı olarak meseleyi incelediler. Sonra Ebubekir birini gönderip Zeyd b. Sabiti yanına çağırdı. Zeyd diyor ki: "Ben Ebubekir'in yanına girdim. Ömer bir tarafa çekilmiş duruyordu. Ebubekir dedi ki: "Bu beni bir iş yapmaya çağırdı. Ben onun davetini kabul etmedim. Sen vahiy kâtibisin, eğer onun görüşüne katıhrsan ikinize uyarım. Benim görüşüme katıhrsan onun dedi­ğini yapmam." dedi. Zeyd diyor ki: "Ebubekir, Ömer'in istediğini anlatirken Ömer konuşmuyordu. Ben de bu tekliften kaçındım ve dedim ki: "Biz, Resulul­lah'ın yapmadığı bir şeyi mi yapacağız?" Nihayet Ömer "Yaparsanız size hangi sorumluluk gelir?" dedi. Biz de birbirimizin yüzüne baktık ve dedik ki: "Hiçbir şey. Vallahi bunu yaparsak bizim aleyhimize hiçbir şey olmaz." Bunun üzerine Ebubekir bana emretti. Ben de Kur'anı deri parçalarına, kürek kemiklerine, hur­ma dallarına yazdım. Ebubekir ölünce, Ömer bunu bir sahifede (defterde) topla­yıp ta yazmıştı, onun yanında bulunuyordu. Ömer ölünce de bu sahife, Ömer'in kızı ve Resulullah'ın zevcesi Hafsanın yanında bulunuyordu. Sonra Huzeyfe b. el-Yeman, Erminya sınırında yaptığı bir savaştan geri dönmüştü. Evine gitme­den Osman b. Affan'ın yanına vardı ve ona "Ey Müminlerin emiri, insanların yardımına yetiş" dedi. Osman: "Ne var?" dedi. Huzeyfe de dedi ki: "Ben, Er­minya sınırında savaşıyordum. Orada Iraklı ve Şamlılar da bulunuyordu. Şam­lılar, Kur'ani übey b. Kâ'bm kıraatma göre okuyorlar böylece Iraklıların işitmediği bir şeyi yapmış oluyorlar. Iraklılar da onlara kâfir diyorlar. Iraklılar da Ab­dullah b. Mes'udun kıraatıyla okuyorlar. Onlar da Şamlıların işitmediği bir şeyi yapıyorlar, Şamlılar da onlara kâfir diyorlar." Zeyd diyor ki: "Buun üzerine (Xs-man b. Affan bana, kendisi için bir mushaf yazmamı emretti ve dediki: "Ben se­nin yanına zeki ve fasih birini vereceğim. İkiniz ittifak ettiğiniz âyetleri olduğu gibi yazın. Üzerinde ihtilaf ettiğinizi ise bana sunun." İşte o zaman Osman, Eban b. Said b. el-As'ı Zeydin yanına vermişti. Zeydin anlattığına göre onlar, Talutun hükümdar olacağının alameti, Ta-butun size gelmesidir..." âyetine vannca Zeyd: "Bu kelime dur." de­miş Eban ise (Bu kelime dur." demiştir. Zeyd diyor ki: "Biz bu meseleyi Osmana arzettik o da diye yazdı. Ben, yazma işini bitirdikten sonra yazdığımı gözden geçirdem. Mushafta "Müminler içinde Öyle erler vardır ki Allah'a vermiş oldukları ahde sada­kat gösterdiler. Onlardan kimi bu uğurda canlarını feda etti. Kimi de bu şerefi beklemektedir. Onlar, Allah'a verdikleri sözü asla değiştirmediler. [63] âyetini bulamadım. Ben, muhacirlere arzettim. onlardan bu âyeti sordum. Fakat bunu, onlardan herhangi birinin yanında bulamadım. Sonra meseleyi Ensara arzettim. Bu âyeti onlardan sordum ve bunu onlardan herhangi bir kimsenin yanında da bulamadım. Nihayet onu Huzeyme b. Sabitin yanında buldum ve onu yazdım. Yazdığımı bir daha gözden geçirdim. Bu defa da yazdıklarımın içinde şu iki âyeti bulamadım.

"Ey insanlar, şüphesiz ki size kendinizden bir Peygamber gelmiştir. Sı­kıntıya düşmeniz ona ağır gelir. O size son derece düşkündür. Müminlere çok şefaatli ve çok merhametlidir. Ey Peygamber, eğer yüzçevirirlerse de ki: "Allah bana yeter. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Ben ona güvendim. O yüce  arşın rabbidir. [64]

Yine meseleyi muhacirlere arzettim. Bu âyetleri, onlardan herhangi bir kimsenin yanında bulamadım. Sonra meseleyi Ensara arzettim. Bu âyetleri on­lardan sordum. Onlardan herhangi bir kimsenin yanında da bulamadım. Nihayet bu âyetleri de başka birisinin yanında buldum. Bu kimseye de "Huzeyme" ismi veriliyordu. Ben bu iki âyeti Tevbe suresinin sonuna yerleştirdim. Onlar üç âyet olsaydı onları tek başına bir sure yapardım. Sonra yazdıklarımı tekrar gözden geçirdim. Onların içinde herhangi bir şey görmedim. Sonra Osman, Hafsaya bir adam göndererek ondan Hz. Ömerin yazdırdığı Kur'anı istedi ve Hafsaya onu tekrar geri vereceğine dair yemin etti. Bunun üzerine Hafsa o sahifeyi Osman'a verdi. Osman, yazılan mushafı o sahi leyle karşılaştırdı. Bunların herhangi bir noktada çakışmadıkları, tam bir ayniyet ifade ettikleri görüldü. Bundan sonra Osman, sahifeyi Hafsaya iade etti. Böylece içi rahatladı. Osman, insanlara ımıs-haflar yazmalarını emretti. Hafsa ölünce Osman, Abdullah b. Ömer'e Hafsa'nin sahifesi için önemli bir heyet gönderdi. Onlar da gidip bu sahifeyi yıkadılar, (sikliler).

b- Ebu Kılabe diyor ki: "Osman'ın Hilafeti döneminde muallimlerden her biri belli bir adamın kıraatina göre Kur'aıı okutuyorlardı. Böylece çeşitli mual­limlerden Kur'an Öğrenen çocuklar birbirleriyle karşılaştıklarında ihtilaf ediyor­lardı. Nihayet bu iş muallimlere de sıçradı. Öyle ki onlar birbirlerinin kıraatlan-nı inkâra kalkıştılar. Mesele Osman'a intikal etti. Osman bu hususta bir hutbe irad ederek şöyle dedi: "Sizler benim yanımda bulunurken Kur'aıı hakkında ihti­lafa düşüyor ve birbirinizin yanıklığını söylüyorsunuz. Benden uzak olan diğer şehirlerin insanlan ise Kur'an hakkında daha fazla ihtilaf ediyor ve birbirlerini daha fazla suçluyorlar. Ey Muhammed (s.a.v.)'in sahabileri, toplanın Kur'anı in­sanlara rehber olacak şekilde bir mushaf haline getirin." Ebu Kılabe diyor ki: "Enes b. Malik dedi ki; "Ben de Kur'anı söyleyerek yazdırtanlardanım. Bazen bir âyet hakkında ihtilaf ediyor ve onu, bizzat Resulullah'tan öğrenen kişi hatır­lıyordu. Bazen o kişi bulunamıyor veya vadilere gitmiş oluyordu. Ayetin başım ve sonunu yazıyorlar, adam gelinceye veya getirilinceye kadar âyetin yerini boş bırakıyorlardı. Kur'anı toplayanlar onu mushaf haline getirince Osman, şehirle­rin halkına mektup yazarak bildirdi ki "Ben şöyle şöyle yeptım ve bunun dışın­da olanları imha ettim. Sizler de ellerinizde bulunanları imha edin." Başka bir rivayette, Enes b. Malik şunları söylemiştir. "Huzeyfetül Yeman, Müslümanla­rın, Kur'anı okurken ihtilaf etmelerini ve bu yüzden Yahudi ve Hristiyanlann durumuna düşeceklerinden korktuğunu Hz. Osman'a haber verince Hz. Osman olaydan çok korktu Hafsaya bir adam göndererek Ebubekir'in, Zeyd'e toplattır­dığı sahifeleri ortaya çıkarmasını istedi ve Osman bu sahiflereden   Mushaflar kopya ettirdi. Bu mushaflan çeşitli yerlere gönderdi.

c- Zühri diyor ki: "Resululiah vefat ettiğinde Kur'an-ı Kerim bir araya toplanmamıştı. Âyetler hurma dallarına ve o dalların köklerine yazılı idi, Sa'saa diyor ki: "Mirasçı olarak asılı ve füruu bulunmayan kimseye, diğer akrabalarını mirasçı kılan ve Kur'an-ı Kerimi bir araya toplatan ilk insan Ebubekirdir.

Taberi diyor ki: "Zikredilen bu haberler ve buna benzeyen ve burada zik­redilmeleri halinde bu kitabı bir hayli uzatacak olan diğer haberler göstermekte­dir ki, Müslümanların imamı ve müminlerin emiri olan Osman b. Affan (r.a.) Müslümanların iman ettikten sonra inkâra düşeceklerinden korkarak ve onların perişan olmalarına acıyarak Kur'an-ı Kerimi tek bir mushaf halinde toplamış ve bu mushafta da Kur'anın yedi kiraatından birini tesbit etmiştir. Zira, bizzat Hz. Osman'ın döneminde. Kur'anın inmiş olduğu yedi kıraattan bir kısmını yalanla­yanlar ortaya çıkmıştır. Halbuki bu kıraatları sahabiler, bizzat Resulullah'tan işitmişler ve Resululiah onlara, bu kıraatlardan herhangi birini yalanlamayı ya­saklamış ve bunlar hakkında tartışmaya girmelerinin kendilerini inkâra düşüre­ceğini bildirmiştir. İşte bu sebepler Hz. Osman'ı Kur'anı bir araya toplamaya ve kıraatlardan sadece birini tercih etmeye sevketmiş ve diğer kiraatlan belirten nüshaları imha ettirmiştir. Ümmet de Hz. Osman'ın bu davranışına güvenmiş ve omm yaptıklarını doğru ve isabetli bulmuştur. Bu nedenle âdil imamları olan Hz. Osman'ın, terkedilmesini istediği altı kıraati bırakmış tek kıraata bağlı kal­mışlardır. Neticede bu kıraat şüyu' bulmuş ve diğer kiraatîar silinip gitmiştir. Bugün artık onlardan herhangi birini okumaya imkân yoktur. Zira bunlar orta­dan kalkmış, eserleri yok olmuş ve Müslümanlar bizzat ekndilerini ve kendile­rinden sonra gelecek kuşakların selametini düşünerek altı kıraati terkedip bir kı­raata uymaya devam etmişlerdir. Fakat onlar, diğer kıraatların varlığını da inkâr etmemişlerdir. Günümüz Müslümanlarının da âdil ve müşfik imamları Hz, Os­man'ın tercih ettiği kıraata bağlı kalmaları ve diğer altı kıraati terketmeleri ge­rekmektedir.

Taberi diyor ki: "Eğer bilgisi zayıf olan birisi çıkıp diyecek olursa ki "Resulullah'm okuttuğu ve okunmalarını emrettiği kıraatları ümmetin terketmesi nasıl caiz olabilir? Cevaben denilir ki: "Resululiah sahabilerine bu kıraatları okumalarını emrederken farz veya vacip olduklarını bildirmek için değil, mubah okluklarını emretmek için bildirmiştir. Şayet Resululiah onlara farz veya vacip olduğunu bildirmek için emretmiş olsa, onlar da bunu bilmiş olsalardı herhangi bir kimsenin, doğruluğunu bildiği bir kıraati terketmesi caiz olmazdı. Bilakis onu teketmemek vacip olurdu. Ümmetin bu gibi kıraatları terketmesi, kendileri­nin bu gibi kıraatları okumakta serbest bırakıldıklarının açık bir delilidir. O hal­de ümmetin yedi kıraattan altısını terketmesi, kendileri için vacip olan bir şeyi terketmeleri değildir. Bilakis ümmet bu kıraatları terkederek üzerlerine gerekli olanı yapmışlardır. Zira onlar, bu kıraatları terkederek ümmetin ihtilafa düşmesini Önlemişler, Müslümanların, bir kısım kıraatları inkâr ederek, kâfirliğe düş­me tehlikesini bertaraf etmişlerdir. [65]

 

Aynî Kelimelerin Çeşitli Şekillerde Okunması Yedi Farklı Lehçe Sayılmaz.

 

Taberi diyor ki: "Bir kelimenin şeklinin aynı kalması şartıyla onu ötre, üstün veya esreli okumak yahut o kelimeyi harekeli veya sakin okumak ya da bir harfi diğer harfle değiştirerek okumak, Resulullah'ın "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." hadis-i şerifinin şümulüne girmemektedir. Çünkü hadis-i şerifte yedi harften (lehçeden) herhangi birisi hakkında tartışmaya girişmenin, kişiyi inkâra düşüreceği zikredilmiştir. Halbuki, bir kelimenin çeşitli harekelerle okunması hakkında tartışmaya girişmek, kişiyi inkâra sürüklemez. Hiçbir âlim böyle bir iddiada bulunmamıştır. [66]

 

Kur'anın İndiği Yedi Lehçe Hangileridir?

 

Taberi diyor ki: Eğer bir kimse diyecek olursa ki "Sen, Kur'anın indiği yedi lehçeyi biliyor musun? Bu lehçeler Arap lehçelerinden hangisidir? Ceva­ben deriz ki: "Kur'anın inmiş olduğu altı lehçeyi, bizim bilmemize gerek yoktur. Zira biz onları bilsek dahi. yukarıda zikrettiğimiz sebeplerden dolayı bugün Kur'anı o lehçelerle okumayız. Bununla birlikte, denilmiştir ki: "Bu lehçelerden beşi Hevazin kabilesinin kollarına aittir. İkisi ise Kureyş ile Huzaa kabilelerine aittir. Ancak bu rivayetlerin hepsi Abdullah b. Abbas'a dayandırılmaktadır. Fa kat, Abdullah b. Abbas'tan bunları rivayet edenler, nakilleri delil gösterilmeye­cek kimselerdir. Zira, beş lehçenin Hevazin kabilesinin kollarına ait olduğunu, Abdullah b. Abbas'tan rivayet eden zat, Kelbi'dir. O da Ebu Salih'ten rivayet et­miştir. Diğer iki lehçenin Kureyş ve Huzaa kabilelerine ait olduğunu, Abdullah b. Abbastan rivayet eden kimse ise Katade'üir. Katade ise Abdullah b. Abbas'la ne görüşmüş ne de onu dinlemiştir. Taberi diyor ki: "Hevazin kabilesinin kollan Sa'd b. Bekr, Haysem b. Bekr, Nasr b. Muaviye ve Sakiyf tir.

Taberi yine diyor ki: "Resulullah'ın "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir. Hepsi de safi ve kâfidir." hadisindeki "Safi ve kâfi" kelimelerinin mânâsı, Allah tealanın, şu âyetinde de beyan ettiği gibi, Kur'an müminlerin kalblerine gelen çeşitli manevi hastalıkları Şeytanın.vesveselerini tedavi eder ve kulu, diğer bü­tün öğütlerden müstağni kılar ve onlara muhtaç bırakmaz." demektir. Allah tea-la bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, size, rtıbbinizden bir gelmiştir. O, kalhlerdeki hastalıklar için bir şifa, iman edenler için bir hidayet ve rahmettir. [67]

 

"Kur'an Cennetin Yedi Kapısından İnmiştir." Hadisi

 

Taberi diyor ki: "Resulullahtan nakledilen bu hadis-i şerifin Iafızlannda raviler ihtilaf etmişler onu farklı lafızlarla rivayet etmişlerdir.

a- Bu hadisi, Abdullah b. Mes'udun Resuiullahtan şu şekilde rivayet ettiği nakledilmektedir. Resulullah (s.a.v.) buyunnuştur ki; "Önceki kitap tek bir kapı­dan ve tek bir harf (lehçe) üzere inmişti. Kur'an ise yedi kapıdan ve yedi harf (lehçe) üzere inmiştir. Bunlar da, yasaklar, emirler, haramlar, helaller, muhkem­ler, müteşabihler ve misallerdir. Kur'anın helalini helal görün haramını da ha­ram. Emroîunduğunuz şeyleri yapın. Size yasaklananlardan da vazgeçin. Kur'anın misallerinden ibret alın. Muhkemiyle amel edin. Müteşabihine de iman edin ve deyin ki: "Biz buna iman ettik. Hepsi de rabbimizin kalındandır."

b- Yine bu hadisi Ebu Kılabenin, Mürsel bir şekilde Resulullahtan şu şe­kilde rivayet ettiği nakledilmiştir. Ebu Kıiabe demiştir ki: "Bana ulaştığına göre Resulullah şöyle buyurmuştur: "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir. Bunlar, emirler, yasaklar, teşvikler, korkutmalar, cedcller, kıssalar ve misallerdir."

c- Bu hadisi Übey b. Kâ'bin da Resulullahtan şu şekilde rivayet ettiği nakledilmektedir: Übey dedi ki: "Resulullah bana şöyle buyurdu" "Allah bana emretti ki Kur'anı tek harf üzere okuyayım. Ben de dedim ki: "Rabbim, sen bunu, ümmetime hafiflet. "Allah teala buyurdu ki: "Sen onu iki harf üzere oku." Dedim ki: "Rabbim sen onu ümmetime hafiflet." Bunun üzerine Allah bana em­retti ki: "Kur'anı cennetin yedi kapısından yedi harf üzerine okuyayım. Bunların hepsi de safi ve kâfidir."

d- Yine bu hususta Abdullah b. Mes'udun, bu rivayet edilenlere muhalif olarak şunları söylediği rivayet edilmektedir. "Şüphesiz ki Allah Kur'anı beş harf üzere indirmiştir. Bunlar, helaller, haramlar, muhkemler, müteşabihler ve misallerdir. Sen, Kur'anın helalini helal, haramını da haram kabul et. Muhkem âyetlerle amel et. Müteşabih olanlarına da iman et ve misallerinden de öğüt al.

Taberi diyor ki: "Resulullahtan nakledilen bu haberlerin hepsinin mânâları birbirlerine yakındır. Çünkü bir kişinin "Falan kişi bu işin kapılarından bir kapısının üzerinde durmaktadır." demesi veya "Falan kişi, bu işin yönlerin­den bir yönü üzerinde durmaktadır." demesi yahut, "Falan kişi bu işin tarafların­dan bir tarafında durmaktadır." demesi yahut, "Falım kişi bu işin taraflarından bir tarafında durmaktadır." demesi aynı mânâya gelir. Gönnczinisin ki Allah te­ala kendisine yapılan ibadetlerden sadece bir yönüyle ibadet yapan bir kavmi vasıflandırırken, bunların, kendisine sadece bir harf üzere ibadet ettiklerini be­yan etmiş ve şöyle buyurmuştur. "İnsanlardan öylesi vardır ki, AUaha bir harf üzere (yarım yamalak) ibadet eder. [68] Buradaki bir harften maksat, bir yönüzere" demektir. Yani onlar Aliaha şüphe ile ibadet ederler, kesin olarak değib Resulullahtan çeşitli şekillerde rivayet edilen bu hadisi de bu kabildendir. Yani Resulullahm "Kur'an yedi kapıdan indirilmiştir." Veya "Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." ifadelerinin mânâları aynıdır. Bütün bunların mânâsı, Resululla­hm, Allah tealanın ümmetine verdiği özellikleri ve faziletleri zikretmektedir. Zi­ra bizim kitabımızdan önce inen her ilahi kitap, tek bir lehçe ile inmiştir. Diğer lehçelere çevirildiğinde onun tercümesi ve tefsiri sayılmıştır. Onun, Peygambe­rine indirdiği bir okuyuş şekli sayılmamıştır. Halbuki bizim kitabımız yedi leh­çe üzere indirilmiştir. Okuyucu bu lehçelerin hangisiyle.okuyacak olsa Kur'anı tilavet etmiş olur. Onu tercüme veya tefsir eden sayılmaz. Kişi, Kur'anı bu yedi lehçenin dışında herhangi bir lehçeye çevirecek olursa ve o zaman da mânâsım aktarmış olursa onu tercüme etmiş sayılır. İşte Resulullahm "Önceki kitaplar tek harf üzere indirilmişti. Kur'an yedi harf üzere indirilmiştir." adisinin mânâsı ise Allah tealanın, önceki peygamberlerine indirdiği kitaplardan bazıla­rında, cezaiar, hükümler, helaller ve haramlar bulunmuyordu. Mesela, Hz. Da-vuda inen Zebur böyleydi. Çünkü o, bir kısım hatırlatmalar ve öğütlerden iba­retti. Hz. İsa'ya inen İncil de böyleydi. Çünkü o da sadece Allah'ı ululamak, ona hamdetmek, insanların kusurlarına bakmamak ve kötülüklerden yüzçevir mek gibi hususlan ihtiva ediyordu. Bunların dışındaki hükümleri ihtiva etmiyordu. Kur'an'dan önce inen diğer kitaplar da Kur'anın kapsadığı yedi çeşit hükümden bazılarını kapsıyorlardı. Bizim kitabımız olan Kur'an ise bu yedi hükmün tümü­nü de kapsamaktadır. Allah bu özelliği Hz. Muhammed'e ve ümmetine vermiş­tir. Halbuki daha önceki kitapların muhteviyatıyla yükümlü olan ve onları yeri­ne getirerek ibadet edecek olan kullar. Allanın cennetini kazanmak ve onun rı­zasına erişmek için kitaplarının indiği tek yoi ve yönden başka bir yol bulamı-yorlaidi. Sadece o yol kendilerini cennete ulaştırıyordu. Halbuki Allah teala Hz. Muhammed'e ve ümmetine insanları Allah'ın rızasına eriştirecek ve cenneti ka­zandıracak yedi yönü ve yedi yolu bulunan bir kitap vermişti. Eğer bu ümmet, bu kitabı hakkıyla uygulayacak olursa yedi yoldan cennetin yedi kapısına ulaşa­bilecektir. Bu yedi yolu şöyle izah etmek mümkündür.

a- Allah'ın kitabındaki emirlerini tutmak cennetin kapılarından bir kapı­dır.

b- Allah'ın kitabında yasakladığı şeylerden kaçınmak cennetin kapıların­dan ikincisidir.

c- Allah'ın; kitabında helal kıldığı şeyleri helal saymak cennetin kapıla­rından üçüncü bir kapıdır.

d- Allah'ın, kitabında haram kıldığı şeyleri haram kılmak cennetin kapıla­rından dördüncü bîr kapıdır.

e- Allah'ın kitabındaki ilmini ancak kendisinin bildiği müteşabih âyetlere boyun eğmek ve bunların Allah katından olduğunu ikrar etmek cennetin kapıla­rından altıncısıdır.

g- Kur'anda zikredilen misaller ve öğütlerden ibret almak ta cennetin ka­pılarından yedincisidir.

Evet, Allah teala Kur'andaki yedi yönlü mânâ ve Kur'anm indiği yedi ka­pıyı kullan için rızasına erişme ve cennete ulaştırma yolları kılmıştır. İşte Resu-luilahın "Kuran cennetin yedi kapısından inmiştir." hadisinin mânâsı budur. [69]

 

Kur'an Âyetlerinin Mânâsını Anlamak

 

Bu hususta Taberi özetle şunları zikretmiştir. "Kur'an-ı Kerim'in âyetleri, ihtiva ettikleri mânâları anlamak yönünden üç kısma ayrılmaktadır. Bir kısım âyetler vardır ki bunların mânâlarını ancak Allah teâlâ bilir. Diğer bir kısım âyetler de vardır ki bunların mânâları ancak Resulullahın açıklamasıyla bilinir. Başka bir kısım âyetler de vardır ki bunların mânâlarının bir kısmını Kur'anın indiği Arap dilini bilen herkes bilir. Taberi bunların izihını özeüe şöyle yapmıştır.

Taberi diyor ki: "Daha önce Kur'an-ı Kerimin tümünün Arapça olduğuna ve onun, Arapların tümünün lehçeleriyle değil sadece bir kısmının lehçeleriyle indiğine, bugün Müslümanların mushaflannda bulunan ve okudukları lehçenin de bu lehçelerden sadece bir kısmını teşkil ettiğine dair deliller zikretmiştik. Yi­ne biz, Kur'anm ihtiva ettiği, nurları, delilleri, hikmetleri ve beyanları açıklarken Allah tealanın, Kur'ana yerleştirdiği hükümlerin, emirlerin, yasaklar, helaller, haramlar, vaadler, tehditler, muhkem âyetler, müteşabih âyetler olduklarını söy­lemiş ve bunların çeşitli hikmetler taşıdıklarını beyan etmiştik. Bu beyanları­mız, Kur'anı anlamaya muvaffak olanlar için yeterlidir. Şimdi de diyoruz ki "Kur'anın âyetlerinin mânâları da onları anlayacaklar açısından üç kısma ayrıl­maktadır.

1- Ayetlerin bir kısım mânâian vardır ki, bunları ancak bir ve kahredici olan Allah teala bilir. Bunlar da, kıyametin kopma anı, sur'a üfleme zamanı ve İsa'nın inme vakti gibi bir kısım olayların zaman ve vadeleriyle ilgili bilgilerdir. Bu olayların ne zaman gerçekleşeceklerini ve bu zamanın ne kadar olacağını Allah'tan başka kimse bilmez. Çünkü Allah teala bunların bilgilerini kendisinde saklı tutmuştur. Nitekim bu hususta şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammet!. sana kıyametten soruyorlar ne zaman kopacak dîye. De ki "Onun ilmi ancak Rakbi-min kalındadır. Kıyametin vaktini ancak o açıklar. O kıyaınct, göklerde ve yer­de ağır basmıştır. Size ansızın gelecektir. Gerçekten onu biliyor muşsun gibi senden sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah karındadır. Fakat insanlarımı çoğu bunu bilmezler. [70]  Resulullah bu gibi bir olayı zikrettiğinde, bunların gerçekleşmelerinden önce ortaya çıkacak olan alâmetlerinden söz ediyordu. Ni­tekim bir gün, Deccalin çıkacağı meselesi bahse konu olunca, sahabilerine şöyle buyurmuştu: "Nevvas b. Sem'an diyor ki:

"Bir gün sabahleyin Resullullah Deccalı anlattı. Onu anlatırken sesini ba-zan kıstı bazan yükseltti. Bizler de Deccal'ın, hurmalıklardan birinin içinde ol­duğunu zannettik. Resulullah'ın yanına vardık. Bizi görünce durumumuzu anla­dı ve buyurdu ki: "Ne oldu size?" Biz de dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen sa­bahleyin Deccal'ı anlattın. Onu anlatırken sesini bazan kıstın bazan yükselttin. Öyle ki bizler onu bazı hurmalıklar içinde zannettik." Resulullah da buyurdu ki: "Ben sizin için, Deccal'm dışındaki şeylerden daha fazla korkuyorum. Şayet, ben sizin içinizdeyken Deccal çıkacak olursa ona karşı sizin savunucunuz ve mücadele vereniniz ben'im. Eğer, ben sizin içinizde olmadığım bir zamanda çı­kacak olursa, herkesin savunucusu kendisidir. Allah her müslüman için benim vekilimdir. O Deccal, saçı çok kıvırcık bir gençtir. Bir gözü patlaktır. Ben onu, -Abdüluzza b. Katan'a benzetir gibi oluyorum. Sizden kim, ona yetişecek olursa, ona karşı Kehf suresinin baş tarafını okusun. [71]

2- Ayetlerin diğer bir kısım mânâları da vardır ki bunlar ancak Peygam­ber (s.a.v.)'in açıklamasıyla bilinirler. Bunlar da âyetlerde zikredilen ve farziyet, mendupluk ve irşad ifade eden emirlerin çeşitlerini bilmek, nehiylerin kısımları­nı bilmek, çeşitli haklar ve cezalarla ilgili olan hükümlerin sebeplerini bilmek, farzların miktarlarını bilmek ve yaratıklarından bir kısmının diğerleri için ne kadar lazım olduğunu bilmek vb. şeylerdir. Bu hususları Resulullah açıklamadan her hangi bir kimsenin bu meseleler hakkında görüş beyan etmesi caiz değildir. Resulullah bunları ya bizzat kendisi açıklamış veya ümmetine, açıklamaları için bir kısım delil ve işaretler zikretmiştir. Kur'anın âyetlerinin mânâlarından bir kısmının ancak Resulullahm açıklamasıyla bilineceği şu âyet-i kerimelerden an­laşılmaktadır. "Onları mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da Kur'anı in­dirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayanın. Belki düşünürler. [72]Sana kitabı indiren O'dur. Onun bir kısım âyetleri muhkemdir. Mânâsı açıktır. Bu âyetler kitabın esasıdır. Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir. Anlaşılması güçtür. Kalblerindc eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açık­lamak niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sa dece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise: "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimizin kalındadır. Bunları ancak akıl sahipleri düşünür.' Kur'an-ı Ke­rimin, kulların kendi görüşleriyle tefsir edilemeyeceğini beyan eden şu haberler de göstermektedir ki, Kur'an âyetlerinin mânâlarından bazılarını Resulullahm açıklaması olmadan idrak etmek mümkün değildir. Bu bakımdan herhangi bir kimsenin kendi özel görüşüne dayanarak bunlar hakkında söz söylemesi caiz değildir. Velev ki söylediği sözde isabet olsun. O kişi bu sözü söylemekle hata­ya düşmüştür. Çünkü onun isabeti, yakine dayanan bir isabet değil tahmine ve zanna dayalı olan bir isabettir. Allah'ın dini hakkında bir takım zanlara dayana­rak bir şeyler söylemek, Allah'a karşı bilmediği şeyleri söylemek olur ki Allah teala bunu Kur'an'da haram kılmıştır. [73]"De ki: RAbbim açık ve gizli hayasızlıkla­rı, günah işlemeyi, haksız yere yapılan zulmü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı söylemenizi ha­ram ki ldı," [74]

Kur'ân-ı Kerimin bir kısım mânâlarını kulların kendi görüşleriyle açıkla­yamayacaklarını beyan eden haberlerden bazıları şunlardır: Abdullah b. Abbas, Resulullahm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kim, Kur'an hakkında, kendi görüşüyle bir şey söyleyecek olursa, ce­hennem ateşinde yerini hazırlasın. [75]Diğer bir rivayette, Abdullah b. Abbas Resulullahm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

"Kim Kur'anhakkmda bilgisi olmadığı halde bir şey söyleyecek olursa o kimse cehennem ateşinde yerini hazırlasın." [76]

Hz. Ebubekir (r.a.)'m şunu söylediği rivayet edilmektedir. "Şayet ben, Kur'an hakkında görüşüme göre bir şey söyleyecek olursam veya bilmediğim bir şeyi diyecek olursam, hangi yer beni üzerinde daşır? Hangi gök beni gölge­lendirir?"

Cündeb b. Abdullah el-Beceli diyor ki: "Resulullah buyurdu ki:

"Kim. Aziz ve Cclil olan Allah'ın kitabı hakkında, görüşüne göre bir şey söyleyecek olursa, isabet ettirse dahi hata etmiş olur. [77]

Görüldüğü gibi Resulullah (s.a.v.) Kur'an hakkında kendi görüşüne daya­narak te'vile girişen insanın, isabet etmiş oisa dahi hata etmiş olacağını bildir­miştir. Çünkü böyle bir davranışta bulunması hatalıdır. Zira, açıklamaya çalıştı­ğı mânâlar ancak Resulullahm açıklamasıyla bilinecek mânâlardandır. Kulların kendi görüşleriyle açıklayabilecekleri mânâlar söz konusu olursa elbette ki, kul­ların bunları kendi görüşleriyle açıklamaları caizdir.

3- Kur'ânm âyetlerinin mânâlarından bazıları da vardır ki onlan Kur'ânm indiği Arap dilini bilen her kişi anlayabilir. Bunlar da, Kur'ânm irabı ve özel isimleri zikredilen şeyleri bilme ve özel sıfatlan beyan edilen hususları idrak et­medir. Mesela bir kişi, "Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayın." denildiği zaman onlar "Biz ancak ıslah edicileriz." derler. [78] âyetini dinlediği zaman "Bozgunculuk yapma"nın, terkedilmesi gereken zararlı bir şey olduğunu "îsiah etme"nin ise yapılması gereken faydalı bir şey olduğunu anlar. Fakat o, Allah

tealamn, neleri bozgunculuk çıkarma kabul ettiğini, neleri de ıslah etme saydığı­nı bilemez. Bunları bilmek ancak Resulullahm bildirmesiyle olur. Yani kul, Kur'an'da Özel isimleri zikredilen eşyayı ve özel sıfatları beyan edilen sıfatlan­mış olanları da bilebilir. Fakat o, bu eşyaya ait hükümlerin ve sıfatların neler ol­duklarını bilemez. Bazılarım ancak Resulullahm beyanı ile bilebilir. Ayrıca, ba­zı mânâları da vardır ki onlan Allah kendisinde saklı tutmuştur.

Taberi diyor ki: "Bizim, âyetlerin mânâlarını üç kısmı ayırmamız, Abdul­lah b. Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre de zikredilmiştir. Ebuzzinad diyor ki: "Abdullah b. Abbas dedi ki: "Tefsir dört çeşittir. Bazı tefsirler vardır ki onu Araplar, dillerinden dolayı bilirler. Bazı tefsirler de vardır ki hiçbir kimse onu bilmemekte mazur görülemez. Bazı tefsirler de vardır ki onu, âlimler bilir. Yine bazı tefsirler vardır ki onu ancak Allah bilir. Taberi diyor ki: "Abdullah b. Ab-basın "Bazı tefsirler de vardır ki onu bilmemekte hiçbir kimse mazur görül­mez." şeklinde zikrettiği ifadeden maksat, Kur'amn mânâlarım anlama yolların dan birini beyan etmek değil, bazı tefsirlerin mutlaka öğrenilmesi gerektiğini beyan etmektir.

Taberi diyorki: "Bizim, âyetlerin mânâlarını üç kısma ayırmamız, Resu-lullahtan nakledilen ve senedi tartışılabilir olan şu hadiste de zikredilmiştir. Ab­dullah b. Abbasın, Resulullah'ın şöyle söylediğini rivayet ettiği nakledilmiştir: "Kur'an dört harf üzere indirilmiştir. Bunlar, helal ve haramlardır ki hiçbir kim­se bunları bilmediğinden dolayı mazur görülemez. Bîr de bir izah şeklidir ki onu Araplar tefsir ederler. Bir de bir tefsir şeklidir ki onu âlimler tefsir ederler. Bir de müteşabih âyetlerdir ki onları ancak Allah bilir. Allah'ın dışında kim bunları bildiğini iddia edecek olursa o yalancıdır.

Taberi diyor ki: "Kur'ân-ı Kerimin, tefsir edilmesini teşvik eden haberler ve bir kısım sahabilerin, Kur'anı tefsir etmeleri, işte Kur'âmn mânâlarından ba­zılarının kuliar tarafından bilinebileceğini göstermekte ve bu üçüncü kısımda zikredilen mânâlara işaret edilmektedir. [79]

 

Kur'anın Tefsirini Bilmeye Teşvik Eden , Bazı Haberler

 

1- Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Bizden bir adam, on âyet öğrendiğinde, onların mânâlarını Öğrenip onlarla amel eünedikçe o âyetleri bırakıp başkalarına geçmezdi.

2- Ebu Abdurrahman diyor ki: "Bize Kur'an okutanlar diyorlar ki: Onlar, Resulullah'tan kendilerine Kur'an okutmasını isterlermiş. Onlar, on âyet Öğren­diklerinde o âyetlerde geçen hükümlerle amel etmeden onlan bırakıp geçmez-lermiş. Böylece bizler, hem Kur'ani hem de Kur'anla amel etmeyi birlikte öğrenelik,

3-  Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabında hiçbir âyet inmedi ki ben onun ne hakkında indiğini ve nerede indiğini bilmeyeyim. Şayet Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen herhangi bir kimsenin, binekle gidilebilecek bir yerde olduğunu bilmiş olsam mutlaka ona giderim.

4- Mesruk diyor ki: "Abdullah b. Mes'ud, önce bize bir sureyi okur sonra gün boyu onu bize anlatır ve tefsir ederdi.

5- Şakiyk b. Seleme diyor ki: "Hz. Ali Abdullah b. Abbasi Hac emin ta­yin etti. İbn-i Abbas öyle bir hutbe okudu ki, onu Türkler ve Rumlar dahi duy-salar Müslüman olurlardı. Sonra Nur suresini okudu ve onu tefsir etmeye girişti.

6-  Yine Şakiyk b. Seleme diyor ki: "Abdullah b. Abbas Bakara sûresini okuyup tefsir etmeye başladı. Dinleyenlerden biri "Bunu, Deylemiler bile işite­cek olsalar Müslüman olurlardı." dedi.

7- Saiü b. Cübeyr dedi ki: "Kim, Kur'anı okur da sonra onu tefsir etmeye­cek olursa o, bir kör veya bir Bedevi gibidir.

Taberi diyor ki: "Allah tealanm da kullarını Kur'andaki âyetlerden öğüt almaya ve onlan açıklamaya teşvik etmesi gösteriyor ki, kullan kendilerine ka­palı tutulmayan âyetlerin tevillerini bilmekle yürkümlüdürler. Bu hususta, Allah teala şöyle buyurmuştur: "Bu Kur'an, âyetlerini iyice düşünsünler, akü sahiple­ri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz bir kitaptır, [80]Şüphesiz ki biz, bu Kur'anda, öğüt alsınlar diye insanlara her türlü misali verdik. [81] Görüldüğü gibi âyet-i kerimeler Kur'anm okunup düşünülmesini ve ondan öğüt alınmasını emretmektedirler. Bu da Kur'anın tefsir ve te'vilini bilmeyi gerektirir. Zira, ken­disine söyleneni anlamayana ve ne demek olduğunu bilmeyene "Sen, bu anla­madığın şeylerden ibret al." demek mümkün değildir. Eğer kullara Kur'anı dü­şünmeleri ve öğüt almaları emredilmişse elbette ki onlann Kur'anı anlamaları da emredilmiş olur. Mesela Arapçayı bilmeyen bir kısım insanlara, içinde misaller, öğütier ve hikmetler bulunan Arapça bir kaside okusan da onlara "Siz bu kasi­dedeki misallerden ibret alın, öğütlerden yararlanın." desen bu sözünün bir mânâsı olur mu?" Şayet onlar, Arapçayı biliyor ve söylediklerini anhyorlarsa onlara bu gibi tavsiyelerde bulunabilirsin. İşte Kur'an-i Kerim için de durum böyledir. Allah teala kullarına, Kur'anın âyetlerini düşünmeyi ve onda zikredi­len misallerden ibret almayı emrettiğine göre anlatılıyor ki, Allah teala, kulları­nın Kur'anı anlamalarını ve onu tefsir etmelerini istemektedir. Bu da gösteriyor  ki, Allah teala kullarına, bilgisini kendi nezdinde saklı tuttuğu âyetlerin dışında­ki âyetleri bilmeyi emretmiştir. Bu husus açık bir şekilde ortada olduğuna göre, müfessirlerin, Allah tealanın kitabını tefsir etmelerine karşı çıkanların görüşleri­nin fasit olduğu meydandadır. [82]

 

Kur'anın Tefsir Edilmesine Karşı Çıkanların Yanlış Yorumladıkları Bazı Haberler

 

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Sen, Kur'anın tefsir edilmesini savunuyorsun, bu hususta zikredilen şu haberler hakkında ne dersin?

a- Hz. Aişe (r.a.)'m şöyle dediği rivayet edilmektedir. "Resululİah, Kur'anın âyetlerinden hiçbir şeyi tefsir etmezdi. O sadece Cebrailin kendisine öğrettiği sayılı bir kısım âyetleri tefsir etmişti.

b- Ubeydullah b. Ömer diyor ki: "Ben, Medinenin fıkıh âlimlerine yetiş­tim. Onlar, Kur'anın tefsiri hakkında bir söz söylemeyi çok büyük bir hadise gö­rüyorlardı. Salim b. Abdullah, Kasım b. Muhammed, Said b. el-Müseyyeb ve Nâfı bunlardandı.

c- Yahya b. Said diyor ki: "Ben, bir adamın, Said b. el-Müseyyebden Kur'anın âyetlerinden birinin tefsirini sorduğunu işittim. O da dedi ki: "Ben, Kur'an hakkında bir şey söylemem." Diğer bir rivayette şöyledir: "Said b. el-Müseyyeb, Kur'antn, bilinen âyetleri dışında herhangi bir âyet hakkında konuş­mazdı."

d- Yezidb. Ebi Yezid diyor ki: "Biz, Said b. el-Müseyyebden, helalleri ve haramları sorardık. O, insanların, bu hususları en iyi bileni idi. Fakat biz ona, Kur'anın âyetlerinden bir âyetin tefsirni sorduğumuzda o sanki hiç duymamış gibi susardı.

e- Amr b. Mürre diyor ki: "Bir adam, Said b. el-Müseyyebden "Kur'âmn bir âyetinin tefsirini sordu. O da dedi ki: "Sen, Kur'anın âyetlerini benden sor­ma. (İkrimeyi kastederek) Sen onu, Kur'andan herhangi bir şeyini, gizli kalma­dığını zannedene sor."

f- Muhamrned b. Şîrîn diyor ki: "Ben, Ubeyde es-Selmaniye bir âyetin mânâsını sordum. O da bana dedi ki: "Doğrudan ayrılma. Kur'amn. neyin hak­kında indiğini bilenler, artık ölüp gittiler.

g- İbn-i Ebi Müleyke diyor ki: "Abdullah b. Abbas'tan bir âyetin mânâsı soruldu. O, sorulan bu âyet hakkında herhangi bir şey söylemedi. Bu âyet öyle bir âyetti ki o sizden birinize sorulacak olsaydı elbette ki onun hakkında bir şey söylerdiniz.

h- Velid b. Müslim diyor ki: "Talk b. Habib, Cündeb b. Abdulfaha geldi ve ondan, Kur'anın âyetlerinden birinin mânâsını sordu. Cündeb ona dedi ki: "Çık dişan. Eğer Müslüman isen dışarı çıkarsın veya benimle oturmazsın."

1- Şa'bi demiştir ki "Üç şey hakkında ölünceye kadar söz söylemem. Bun­lar, Kur'an, Ruh ve görüş'tür. (Kıyas ve ictihaddır).

Taberi diyor ki: "Zikredilen bu haberlere cevaben denilir ki:

a- Hz. Aişeden nakledilen hadis, bizim söylediklerimizi doğrulamaktadır. Çünkü biz, Kur'ânın âyetlerinin bir kısım mânâları vardır ki o mânâlar ancak ResuluIIahm açıklamasıyla bilinebilir? deniştik. Bu açıklamalar da Allah teala­nın, emirlerinde,, yasaklarında, helallerinde, haramlarında, cezalarında, farzla nnda ve yüce dinindeki diğer şer'î hükümlerin mücmel (kapalı) olan kısımlarını izah etme şeklindedir. Zira, bu gibi hükümler Kur'ânın zahirinde veciz bir şekil­de zikredilmişlerdir. Kulların, bunların açıklanmasına ihtiyaçları vardır. Bunla­rın mânâlarını bilme yolu ise ancak Allah tealanın, Peygamberinin diliyle açık­lamasıyla olur. Bu sebeple bu mânâları, Resululİah açıklamadan herhangi bir kimse bilemez. Resululİah da, Allah tealanın, kendisine, Cebrail veya diğer me­lekler vasıtasıyla öğretmedikçe bilemez. İşte, Hz. Aişe'nin hadisinde zikrettiği ve ancak Cebrail'in, Resulullah'a açıklamasından sonra, Resulullah'ın da sahabi-lerine açıkladığını bildirdiği ve bu âyetlerin de sayılı âyetler olduğunu anlattığı âyetler bunlardır. Evet, Resulüllah'ın, Cebrail'in açıklamasıyla, sahabilerine öğ­rettiği âyetler sayılıdır. Bunda şüphe yoktur. Hatta daha önce de zikrettiğimiz gibi Kur'ânın bir kısım âyetleri de vardır ki, Allah teala, onların mânâlannı ken­disinde saklı tutmuş ve onları hiçbir kimseye öğretmemiştir. Onların mânâlarım ne melek-i Mukarreb ne de Nebiyy-i Mürsel bilebilmiştir. F.akat kullar, bu âyetlerin Allah katından olduğuna ve bunların mânâlarını ondan başka kimsenin bilmediğine iman ederler. Bununla birlikte, kulların, mânâlarını mutlaka bilmek ihtiyacında oldukları âyetleri, Allah teala Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed'e öğretmiş o da ümmetine öğretmmiştir. Nitekim: "Onları mucizelerle ve kitap­larla gönderdik. Sana ûa Kur'ânı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıkla-yasm. Belki düşünürlcı [83] âyet-i kerimesi bu gerçeği ifade etmektedir. Hz. Aişeden nakledilen hadis-i şerifi genel mânâda alarak, Resulullah'ın, Kur'ânın âyetlerinden sadece belli âyetleri tefsir ettiğini söylemek, Kur'anın Resulullah'a. onu insanlara açıklamaması için indirildiğini söylemek demek olur ki, bunu da ancak anlayışsız kimseler söyler. Allah tealanın, Resulullah'a, kendisine indiri­leni, insanlara tebliğ etmesini emretmesi ve onu ancak insanlara açıklaması için indirdiğini bildirmesi kesin bir delildir ki Resululİah, bu vazifesini yerine getir­miştir. Diğer yandan, Abduîiah b. Mes'udun "Bizden bir adam, on âyet öğrendi­ğinde, onlan bırakıp başka âyetlere geçmezdi." sözü gösteriyor ki Kur'an-ı Kerimin sadece belli âyetlerinin değil, Allah tealamn, bilgilerini kendisinde saklı tuttuğu âyetlerin dışındaki bütün âyetlerin mânâlarının anlaşılmasına çalışılmış­tır. Yine, Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bu haber Hz. Aişe'den rivayet edilen hadisin yanlış yorumlandığını göstermektedir. Bir kısım aklı kıt insanların zan­nettiği gibi bu hadisin mânâsı "Resuluîlah, ümmetine Kur'anın âyetlerinden an­cak pek azını açıklardı." demek değildir. Bunun mânâsı, "Resuluîlah ümmetine ancak Allah tealanın bildirmesiyle mânâlarını bilebileceği âyetleri Cebrailden öğrendikten sonra ümmetine açıklardı. Bunların sayısı da az idi." demektir.

Diğer yandan Hz. Aişe'den rivayet edilen bu hadisin senedinde Cafer b. Muhammed ez-Zübeyri bulunmaktadır. Bu zat, hadis rivayet edenler arasında tanınmayan biridir. Bu itibarla, hadisin senedi, delil gösterilmeye müsait değil­dir ve bunu delil göstermek caiz olmaz.

b- Bir kısım Tabiinden zikredilen ve Kur'anın tefsirinden kaçındıklarını beyan eden haberlere gelince bunlar için deriz ki "Tabiinden, Kur'ânı tefsir et­mekten çekinenler, çeşitli meseleler karşısında fetva vermekten kaçınan kimse­ler gibidirler. Halbuki bunlardan herbiri, Allah tealanın, dinini kemale erdirdik­ten sonra Peygamberini vefat ettirdiğini kabul etmektedirler. Ve bunlardan her­biri ortaya çıkan her mesele hakkında Allah'ın ya açıkça veya dolaylı yolla bir hükmü bulunduğunu bilmektedirler. Bu nedenle, bunların, fetva vermekten ka­çınmaları, bu hususta herhangi bir hükmün bulunduğunu inkâr etmelerinden de­ğil İctihadlannda Allah tealanın, âlim kullarını yükümlü kıldığı seviyeye ulaşa­mayacaklarından korkmalarındandır. İşte, Selef âlimlerinden, Kur'anı tefsir et­mekten çekinenlerin durumları da böyledir. Onlar bundan, tefsirlerinde isabetli olamayacakları korkusundan dolayı kaçınmışlardır. Yoksa Kur'anı tefsir etme­nin, ümmetin âlimlerine yasaklanmasından veya içlerinde ümmetten bunu yapa­cak âlimlerin bulunmamasından değildir. [84]

 

Önceki Müfessirlerden, Tefsiri Övülen Ve Kınanan Kişiler Hakkında Seleften Hakledilen Bir Kısım Haberler

 

A/Tesfir Bilgileri Övülen Âlimler:

 

a- Abdullah b. Abbas:

Abdullah b. Mes'ud: "Kur'anın tercümanı Abdullah b. Abbas ne güzel bi­ridir." demiştir. İbn-i Ebi Müleyke diyor ki: "Ben, Mücahidin, Abdullah b. Abbas'tan Kur'anın tefsirini sorduğunu gördüm. Yanında da biri bulunuyordu. Abdullah b. Abbas da ona diyordu ki:,"Yaz" Mücahid ona o kadar sordu ki, bü­tün tefsiri sormuş oldu.

Mücahid diyor ki: "Ben, Kur'anı üç defa Abdullah b. Abbas'a Fatihadan

sonuna kadar okudum. Her âyeti okuduktan sonra duruyor ve mânâsını soruyor­dum."

b- Mücahid:

Süfyan es-Sevri diyor ki: "Sana Mücahidden bir âyetin tefsiri gelecek olursa o senin için kâfidir.

c- Kelbi:

Katade demiştir ki: "Tefsirde hiçbir kimse kalbî ile at koşturamaz. (Yan­şamaz) [85]

 

B/Tefsir Bilgileri Yerilen Âlimler:

 

a- Dehhak:

Abdül Melik b. Meysere eliyor ki: "Dehhak, Abdullah b. Abbas ile görüş­memiştir. Onunla, Rey'de (Tahran'da) Said b. Cübeyr görüşmüş ve ondan tefsir öğrenmiştir.

Meşşaş diyor ki: "Ben, Dehhaka dedim ki: "Sen, Abdullah b. Abbas'tan bir şey işittin rni? O da: "Hayır." dedi.

b- Ebu Salih:

Zekeriyya diyor ki: "Şa'bî, Ebu Salihin yanından geçer, onun kulağından tutar ve onu kovalardı. Ve ona derdi ki: "Sen, Kur'anı okumadığın halde onu tefsir ediyorsun ha?"

c- Süddi:

Salih b. Müslim diyor ki: "Şa'bî, Süddî Kur'anı tefsir ederken onun yanır.-dan geçti ve ona "Senin kıçına davulla vurulması senin için bu mecliste otur­mandan daha hayırlıdır." dedi.

Abdurrahman en-Nehai diyor ki: "Ben, İbrahim en-Nehai ile beraberdim. O Süddiyi gördü ve dedi ki: "Dikkat edin bu adam, kavmin tefsiri ile tefsir edi­yor. [86]

 

Kur'anın Nasıl Tefsir Edileceği

 

Taberi diyor ki: "Kur'anın tevili hakkımla bu kitabımızda daha önce de­dik ki: "Kur'anın tümünü te'vil etme üç kısımda mütalaa edilir. Kur'anın bir kı­sım mânâları vardır ki, bunlara ulaşmanın hiçbir yolu yoktur. Bunlar da Allah tealanın, bilgilerini kendisinde saklı tuttuğu ve bütün yaratıklarından gizlediği mânâlardır. Bu mânâlar da, kıyametin kopma zamanı, İsa'nın inme vakti, güne­şin batıdan doğma ânı ve Sur'a üfleme zamanı gibi bir kısım hadiselerin vakit ve vadeleridir. Kur'anın âyetlerinin bir kısım mânâları da vardır ki, Allah teâlâ. bunların mânâlarını bilmeyi Resuiullah'a mahsus kılmış ve onun aracılığı ile de ümmetine öğretmiştir. Bu mânâlar da Allah teâlâmn kullarının bilmeye muhtaç oldukları ve ancak Resulullahın açıklamasıyla Öğrenebilecekleri mânâlardır. Üçüncü bir kısım mânâları vardır ki, bunları, Kur'ânın indiği dili bilen herkes bilir. Bu mânâlar da, garip olan âyetlerin mânâlarım te'vil etmek, irablarını bil­mek gibi mânâlardır. Madem ki durum böyledir o halde müfessirlerden, Kur'ânın te'vilinde doğruyu isabet ettirmeye en layık olanı, tefsir yaparken kul­landığı delili en açık ve seçik olan kimsedir. Bu da şu şekilde tefsir ve tevil edendir.

1- Mânâları ancak Resulullahın açıklamasıyla bilinen âyetleri tefsir eder­ken:

a- Açıklanmaları hususunda Resulullahtan bolca nakiller bulunan âyetleri bu nakilleri zikrederek tefsir etmeye çalışandır.

b- Açıklanmaları hususunda Resulullah'tan bolca nakiller bulunmayan âyetleri, Âdil ve Zabit şahıslardan nakiller yaparak açıklayan veya sahih delalet? lere dayanarak tefsir etmeye çalışandır.

2- Mânâlan, Resulullahın açıklaması olmadan ve dil kurallarına dayanıla­rak bilinebilecek âyeteri ise tefsir ederken:

a-  Âyetleri Arapların fasih şiirlerinden deliller zikrederek tefsir etmeye çalışandır.

b- Arapların konuşmalarından ve bilinen ve yaygın olan lügatlanndan de­liller getirerek tefsir etmeye çalışanlardır. Yeter ki bu müfessirler sahabi ve imamlardan oluşan Selefin, tabiinin ve ümmetin âlimlerinden oluşan Halefin söylediklerinin dışına çıkmış olmasınlar. [87]

 

Kur'anın İsimleri

 

Taberi diyor ki: "Allah (eala, Hz. Muhammed'e indirdiği kitabım dört isimle isimlendirmiştir.

1- Kur'an: Bu isim şu âyetlerde zikredilmiştir. "Şüphesiz ki bu Kur'an, in­sanları en doğru yola götürür. Salih ameller işleyen müminlere büyük birmüka-faat olduğunu, âhirete iman etmeyenlerin de can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler. [88]Muhakkak ki bu Kur'an İsrailoğullarına, ihtilaf ettikleri şeylerin çoğunu anlatmaktadır. [89]

Kur'an kelimesinin mânâsı hakkında müfessirler ihtilaf eürnşlerdir:

a- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir rivayete göre, Kur'an kelimesi  kökünden mastardır. Bu mastar fiillerinin mastarları gibidir. Abdullah b.Âbbas "Biz onu Cebraile okuttuğumuz zaman sen onun okuyuşunu takibet. [90]âyetini şöyle izah etmiştir: "Biz onu, sana açıkladığımız zaman sen onunla amel et." Taberi, Abullah b. Abbas'ın bu iza­nıyla "Biz onu, okuyarak açıkladığımız zaman, okuyarak açıkladığımızla sen amel et." demek istediğini söylemiş ve Abdullah b. Abbas'ın bu âyette geçen "Kur'an" kelimesini "Okumak" mânâsında aldığım ve "Kıraat etmek" şeklinde izah ettiğini söylemiştir.

b- Katade'den rivayet edilen diğer bir görüşe göre Kur'an kelimesi kökünden gelmektedir. Mânâsı da "Bir araya getirmek ve kaynaştırmak" demektir. Bu ifade "Bu deve, rahmini asla bir döl üzerinde büzüştürüp toplamamıştır." deyiminde de görülmektedir. Nitekim Amr. b. Gülsüm şu şiirinde bunu ifade etmektedir.

"O kadının kolları beyazdır. O, döl üzerine rahmini büzüp toplamamış bi­ridir."

Said b. Ebi Urube diyor ki: "Katade "Onu bir araya toplamak ve akıtmak, şüphesiz bizim işimizdir. [91]şeklinde tercüme edilen âyeti "Onu korumak ve birbirleriyle kaynaştırmak bize aittir." şeklinde izah et­miş "Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman sen onun oku­

miş yuşunu takibe t. [92]şeklinde tercüme edilen âyetin de "Biz onu sana okuduğu­muz zaman sen onun helaline uy, haramından kaçın." şeklinde izah etmiştir.

Taberi diyor ki: "Abdullah b. Abbas'ın da, Katade'nin de, naklettiğimiz görüşlerine dair Arap dilinde sahih bir yön vardır. Ancak biraz Önce zikredilen iki âyetin tefsirinde Abdullah b. Abbas'ın izahı daha evladır. Zira Katade'nin izahına göre Kur'an toplanıp bir araya gelinceye kadar Resulullah'ın, kendisine vahyedenlere tabi olma zarureti olmadığı anlaşılmaktadır. Halbuki Allah teâlâ, Kur'anm birçok âyetinde ResuluHah'a, kendisine vahyedilenlere uymasını em­retmiş, Kur'an bir araya toplanıncaya kadar vahyedilenlerden herhangi bir şeye uymamasına dair hiçbir ruhsat vermemiştir. Bu itibarla zikredilen bu âyet-i keri­meleri de Kur'anm diğer âyetleri ışığında tefsir etmek gerekmektedir. Şayet Kı­yamet suresinin on sekizinci âyeti, Katadenin izahına göre "Biz Kur'anm âyetlerini toparlayıp bir araya getirdiğimiz zaman sen, toparlayıp bir araya getireliğimiz şeylere uy." şeklinde tefsir edilecek olursa bu takdirde Resulullahın: "Yaratan rabbinin adıyla oku. [93] emrine uyması, Kur'ânın diğer âyetleri de gelip toparlanmadan, yine Resulullah'ın: "Ey sarınıp bürünen Peygamber, kalk uyar[94] emrine, Kur'anın diğer âyetleri de gelip toparlanmadan uyması ge­rekli olmazdı. Böyle bir tezi savunmak ta ümmetin görüşünün dışına çıkmak olurdu. Madem ki Resulullah'ın, Kur'an-ı Kerimin her âyetinin hükmüne uyması gereklidir ve bu âyetlerin bir araya getirilip getiriimemeleri, Resuluilah'ın o âyetlerin hükümlerine uymasının gerekliliği yönünden farksızdır o halde Abdul­lah b. Abbasm, Kıyamet suresinin on sekizinci âyetini te'vil şekli daha evladır.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Kur1 an kelimesi mastardır ve mânâsı da "Okumak" demektir. Kur'ana bu ad nasıl verilebilir? Çünkü Kur'an "Okumak" değil "Ouknan"dır? Cevaben denilir ki, Arapçada mastarların ism-i Meful mânâsında kullandıklarının örneği çoktur. Mesela "Mektup"a "Kitap"da denilmektedir. Mesela bir şair karısını boşadığıni belirten bir mektubu anlatır­ken şöyle demiştir:

"Bana tekrar dönmek mi istiyorsun? Halbuki senin boşanman hakkında, zamkın yapışmasına benzeyen bir yazı vardır." Şair bu şiirinde, kitap kelimesi­ni, mektup mânâsında kullanmıştır.

2- Furkan: Bu isim şu âyette zikredilmiştir: "Âlemlere uyarıcı olsun diye Kulu Muhammede furkanı (Hakkı bâtıldan ayıran Kur'anı) indiren Allah, yüce­ler yücesidir. [95]Müfessirler bu kelimenin mânâsı hakkında da çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- İkrime ve Suudi'nin, bu kelimenin mânâsının "Kurtulmak" olduğunu söyledikleri rivayet edilmektedir.

b- Abdullah b. Abbas "Furkan" kelimesinin mânâsının "Çıkış yolu" de­mek olduğunu söylemiştir.

c- Mücahid ise bu kelimenin mânâsının "İki şeyin anısını ayıran" demek olduğunu söylemiştir.

Taberi eliyor ki: "Müfessirlerin "Furkan" kelimesinin mânâsını izah et­mekte ihtilaf etmelerine rağmen hepsinin görüşü birbirine yakındır. Zira, Fur­kan kelimesinin "Çıkış yolu" mânâsında olduğunu söyleyenler bunun, kurtul­mak olduğunu da dolaylı yolla söylemiş olurlar. Yine bu kelimeyi "Kurtulmak" mânâsında kullananlar, iyilik yapımla kötülük yapanı birbirinden ayırmak ve kurtuluşa kavuşturmak mânâsında da dolaylı yolla kullanmış olurlar. Bu itibarla hepsinin tevil şekli de sahihtir. Çünkü söyledikleri sözlerin mânâları, netice iti­bariyle aynıdır. Bize göre "Furkan" kelimesinin asıl mânâsı "İki şeyin arasını ayırmak" demektir. Bu ayırma işi iki kişinin arasında hüküm vermekle ve ya, çatışan iki kişiden birini kurtarmakla yahut, delilini güçlü göstermekle ya da herhangi bir yolla gerçekleşmiş olabilir. Bu izahtan anlaşılmaktadır ki, Kurana "Furkan" adının verilmesi, onun delilleriyle cezalan ve farzlanyla ve diğer hü­kümleriyle, haklıyla haksızın arasını ayırdetmesinden ve hüküm ve yargılarıyla haklıya yardım edip onu kurtarmasından ve haksızı desteksiz bırakıp onu mağ­lup etmesindendir.

3- Kitap: Kur'anin bu ismi şu âyette de zikredilmiştir: "Hamd, kulu Mu-hammed'e kitabı (Kur'anı) indiren ve doğruluktan uzak hiçbir şeyi ona koyma­yan Allah'a mahsustur. [96] Kur'ana verilen bu isim de fiilinden mastardır. Kitabın asıl mânâsı yazarın, Alfabe harflerini birleştirerek veya ayrı ayrı yazmasıdır. Kur'an, yazmak değil yazılandır. Buna rağmen Kur'ana "Mas­tar" ile isim verilmesi, biraz önce izah edilen şiirde de belirtildiği gibi Arapların bazan mastarları ism-i meful mânâsında kullanmalanndandır.

4- Zikir: Kur'ânın bu ismi şu âyette de zikredilmiştir. "Şüphesiz ki zikri (Kur'anı) biz indirdik, onun koruyucusu da biziz." [97] Kur'ana verilen bu ismin iki mânâya gelme ihtimali vardır.

a- Burada zikir kelimesinin mânâsı "Hatırlatma ve anlatma" demektir. Kur'ana bu adın verilişinin sebebi ise Allah teâlânın onu bize anlatmasından ve Kur'anda kullarına, cezalanın, farzlarını, ve diğer hükümlerini zikretmesinden­dir.

b- Bu Zikir kelimesinin mânâsı, anılmak, şeref kazanmak ve iftihar et­mektir. Kur'ana bu ismin verilişinin sebebi, ona iman edenlerin yâd edilmeleri, şeref kazanmaları ve iftihara layık olmalarındandır. Nitekim Allah teala bir âyet-i kerimesinde: "Bu Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür. Yakında hesaba çekileceksiniz. [98] buyurmuştur. Yani bu senin için ve kavmin için bir şereftir." demek istemiştir. [99]

 

Kur'anın Surelerinin İsimleri

 

Taberi diyor ki: "Kur'an-ı Kerimin surelerinin de isimleri vardır. Bu isim­leri bizzat Resulullah koymuştur. Bu hususta Vasile b. el-Eska, Resulullah'ın .şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. "Bana Tevrat'ın yerine

"Seb'uttıval" Yedi uzun süre verilmiştir. Zeburun yerine "Elmîîn" Yüz âyetli sureler verilmiştir. İncil'in yerine "Eîmesani" Yüzlüklerin altında olan sureler verilmiştir. Ben, Kısa olan ve aralan besmele ile sık sık ayrılan surelerle üstün kılındım."

Ebu Kılabe diyor ki: "Resulullah buyurdu ki: "Bana Tevrat'ın yerine "Es-sebuttıval" verildi. Zeburun yerine "Eîmesani" verildi. İncil'in yerine "Elmîîn" verildi. Ve ben, mufassal surelerle üstün kılındım."

Abdullah b. Mes'ud demiştir ki:

"Ettival olan sureler, Tevrat gibidir. Elmîîn olan sureler İncil gibidir. EI-mesaniler Zebur gibidir. Kuranın diğer bölümleri ise (diğer Semavi kitaplardan) fazladır. [100]

Taberi bu surelerin hangi sureler olduklarım şu şekilde zikretmiştir:

I- "Essebuttıval" Said b. Cübeyre göre bu sureler, Bakara, ÂM İmran, Nisa, Maide, En'am, Â'raf ve Yunus sureleridir. Abdullah b. Ab-bas'tan da bu görüşü destekler mahiyette bir görüş zikredilmiştir. Bu da şu gö­rüştür. Yezid el-Farisî diyor ki: "Abdullah b. Abbas, Osman b. Affan'la şunları konuştuğunu anlattı. "Ben, Osman b. Affana dedim ki Mesanilerden olan Enfal suresini ve Mîînden olan Tevbe suresini yanyana getirmenize ve aralarına bes­mele yazmanıza ve onlann ikisini "Sebuttıval" arasına koymanıza sizi sevkeden sebep neydi?" Osman dedi ki: "Öyle zamanlar olurdu ki Resulullah'a âyet sayı­lan çok olan sureler inerdi. Ona bir şey indiğinde, yazanlardan bazılarını çağırır ve ona "Bu âyeti şu ve şunlann ziRredildiği sureye yerleştir." derdi. Enfal suresi Medine'de inen surelerin ilk inenlerindendir. Tevbe suresi de Kur'anın en son inen süresidir. Bunlann her ikisinin de içerdikleri âyetlerin muhtevaları da birbi­rine benzemektedir. Ben öyle zannettim ki Tevbe suresi Enfal suresinin devamı­dır. Resululah bu surenin, onun devamı olduğuna dair herhangi bir açıklama yapmadan vefat etti. Bu sebeple ben bu iki sureyi peşpeşe koydum. Aralanna besmele yazmadım ve o ikisini Sebutüvalin arasına yerleştirdim.

Taberi diyor ki: Nakledilen bu haber göstermektedir ki, Enfal süresiyle Tevbe suresinin, Sebuttıvalden olup olmadığı Hz. Osman'a göre kesin olarak beliı değiidir. Abdullah b. Abbas'da bunların Sebuttıvaldan olmadığını açıkça söylemektedir. Bu surelere "Essebuttıval" "Yedi uzun sure" denilmesinin sebebi  ise bu surelerin Kur'anın diğer surelerinden uzun olmalarıdır.

2- el-Mîûn: Bu sureler, Kur'anın âyetleri yüz kadar veya yüzü biraz aşkın yahut yüz'den biraz eksik olan sureleridir.

3- el-Mesani: Bu sureler ise, Mîûn surelerinin, âyetlerinin sayısı bakımın­dan daha altında olan surelerdir. Abdullah b. Abbas bir kısım surelere "Mesani" denilmesinin sebebinin, Allah tealanm bunlarda misalleri, haberleri ve ibretleri arka arkaya zikretmesinden olduğunu söylemiştir. Said b. Cübeyre göre ise bu surelerde farzların ve cezaların peşpeşe zikredilmesi d ir. Başka bir kısım âlimlere göre ise Kur'an-ı Kerimin surelerinin hepsine de "Mesani" denir. Diğer bir kısım insanlar ise "Mesani" adının sadece Fatihe suresine ait olduğunu, bu surenin her rekatta tekrarlanması sebebiyle de kendisine bu adın verildiğini söy­lemişlerdir.

Taberi diyor ki: "İnşallah, Nahl suresinin seksen yedinci âyetinde geçen "Mesani" kelimesini izah ederken bu görüşleri zikredenlerin adlanm ve hangi görüşün tercihe şayan olduğunu bildireceğiz.

4- Mufassal: Bu surelere bu ismin verilmesinin sebebi, aralannda besme­lenin sıkça tekrar edilmiş olmasındandır. [101]

 

Surenin Mânâsı

 

Taberi diyor ki: "Kur'amn her bir suresine denilmiştir. Sure keli­mesinin çoğulu dür. misallerinde oldu­ğu gibi sure kelimesi bu şekliyle hemzesiz olarak okunduğunda asıl mânâsı "Yükselme seviyelerinden belli derecede yükselme" dir. Şehrin çevresini kuşa­tan duvarlara "Sur" denilmesi de bu kabildendir. Sur kelimesinin, "Belli bir se­viyedeki yükseklik mânâsına geldiğini Nâbiğa'nın şu şiiri de göstennektedir. "Görmez misin ki Allah sana öyle bir sur verdi ki, her Kralın, onun altında de­belendiğini görürsün." İşte buradaki Sur'dan maksat, yüksek seviyedeki bir şe­reftir. "Sur" kelimesi bazı âlimler tarafından şeklinde hemze ile de okunmuştur. Buna göre "Sur" kelimesinin mânâsı "Bölüm" demektir. Kur'an-ı Kerimin surelerine hu ismin verilişi, onlardan her birinin Kur'anın bir bölümü olmaMndandır. Çünkü kelimesinin asıl mânâsı "Arta kalan" veya "Ar­tık" demektir. Nitekim, A'şâ isimli şair, kendisinden ayrılan ve kalbinde sevgisi­ni bırakan bir kadına hitaben şöyle demektedir: "O, benden uzaklaştı. Kalbimde ise, uzaklaşmasından meydana gelen devamlı bir acı bıraktı." Bu şiirde "Bırak­tı" diye tercüme edilen kelimesi kökünden gelmektedir. [102]

 

Âyetin Mânâsı

 

Taberi diyor ki:""Âyet" kelimesinin Arap dilinde muhtemel iki mânâsı vardır. Bu mânâlardan biri, "Alâmet" demektir. Âyetlere "Alâmet" de­nilmesinin sebebi ise, bunlardan her birinin kendilerinden önce ve sonra gelen âyetlerin tesbitinde iâmet olmalarıdır. Nitekim Allah teala, şu âyet-i kerimesin­de, âyet kelimesini bu mânâda zikretmiştir. "Meryemoğİu İsa şöyle dedi: "Ey rabbimiz olan Allah'ım, gökten bize bir sofra indir ki, bizden öncekilere de son­rakiler de bir bayram ve senden bir âyet (Mucize) olsun. [103] Yani, "Senin, bi­zim duamızı kabul ettiğine ve istediğimizi verdiğine dair bir alâmet olsun." de­mektir.

"Âyet" kelimesinin diğer bir mânâsı da "Kıssa" demektir. Nitekim bu hu­susta Kâ'b b. Zübeyr bir şiirinde şöyie demiştir: "Dikkat edin, ikiniz de şu sata­şana bir âyet (bir tebliğ) bildirin. O, sözü söylerken uyanık mıydı yoksa uyuyor muydu?" Yani, "Benden ona bir mektup ve bir haber verin." demektir. Kur'ânin âyetlerine, "Kıssa" mânâsına geien bu adın verilmesinin sebebi ise, kıssaların birbirini takibederek zikredilmeleri ndeniür. [104]

 



[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/0

[2] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/1.

[3] Mecanaül Üdeba c. 18 sh. 48

[4] Mecmaül Üdeba, c. 18 sh. 49

[5] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/1-2

[6] Mecmaül Üdcba, c. 18 sh. 49-50.

[7] Tarih-i İbn-i Asakir, c. 18 sh. 356.

[8] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/2-4

[9] Bkz. Tarih-i Ibn-i Asâkir.c. 18 s. 351.                                                                            

[10] Bkz. Tarih-i Bağdat, c. 2 s. 163.

 Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/4-7

 

 

[11] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/7-9

[12] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/9-10.

[13] Ra'd suresi, 13/15

[14] Nisa suresi, 4/165

[15] Müminun suresi. 23/32, 34

[16] Bakara suresi, 2/253

[17] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/1113.

[18] Maide suresi, 5/16

[19] Fussilet suresi, 41/42

[20] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/1314.

[21] En'am suresi, 6/165

[22] Zahruf suresi, 43/18

[23] İbrahim suresi, 14/4

[24] NahI suresi, 16/64

[25] Yusuf suresi, Î2/2

[26] Şuanı suresi, 26/193-195

[27] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/14-18.

[28] Haduİ suresi, 57/28

[29] Müzemmil suresi, 73/6

[30] Sebe suresi, 34/10

[31] Müddessis suresi, 74/50, 51

[32] Fussilet suresi, 41/44

[33] Ahzah suresi, 33/5

[34] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/18-20.

[35] Yusuf suresi, 12/2

[36] Ahmet! h. I laııbel, Müsncıl c. 2, s. 300, 440

[37] Ahnıed h. Manhel, Müsnetl, c.2, s. 332, 440

[38] Taberi, c. 1, s. 9

[39] Bkz. el-Itkan fi Uluınil Kuran c, 15,61-67

[40] Ahmcü h. Hanbel, Müsncd, c. 1, s. 452

[41] a.g.e. s. 106

[42] Taheri.c. l.s. 10

[43] Buharı, K. ct-Tevhid hah: 53, K. cl-İstitabc hah: 9, K. el-Fadail cl-Kurnn hah: 5. K. el-HıiNiımat, hah: 4/Müslinı, K. e I-M (isafımı, bab: 70, IIiidLs No: 818/Iihu Davud. K. es-Ssıiai, hah: 357, MAtlis No: 1475/Ncseî. K. ol-İftitah hah: 37fl'innİ7İ,- K. el-Kıraal, rvıb: 11, H.-Kİis No.2943

[44] Taberi, c. 1,s. 10

[45] Taberi.u.1,s. 1

[46] Taberi.u.1,s. 11

[47] Buhari, K. el-Fadail el-Kur'an hah: 5, K. Bed'UI halk bab: 6/Müslim, K. el-Müsafirin, hah: 272, Hadis No: 819, Ahmed b. Ilanhel. Mtisned, c. 1, s. 264, 299, 313

[48] Ahmed b. Hantal, Müsned c. 6, s. 433, 463

[49] Ahmed b. Hanhel, Müsned, c 5. s. 124

[50] Nasei K. el-iftitah bab 37/Ahmed b. Hanbel Müsned, c. 5, s. 114,112

[51] Ebu Davud, K. es-Salat, bab 357, Hadis No: 1477

[52] Tirmizi, K. el-Kıraat, bab: 11, Hadis No: 2944/ Ahmed b. Hanbel, c.5 s. 400

[53] Müslim, K. el-Müsafirîn, bab: 273, Hadis No: 820/Ahmcd b. Haııbcl, Müsned, c. ."i, s. 129

[54] 38     Müslim, K. el-Müsafîrin, bnh: 274, Hadis No: 821/Iibu Davud, K. cs-Sat.1t. bab: 357, IIN. 1478 Ncsei, K. d-İfıitah, bab: 37/Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 127-128

[55] Ahmed b. Ilanbl, Müsned, c. 5., s. 51

[56] Ahmed b. Hanbei, Müsned, c. 4, s. 170

[57] Taberi, c. 1, s. 15

[58] Taberi, c. 1, s. 15 43 Taberi, c. l,s. 16

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/20-33.

[59] Nisa suresi, 4/82

[60] Ahmed b. Hanbel, c. 5, s. 51

[61] Müzzemmit suresi, 73/6

[62] Nah! suresi, 16/103

[63] Ahzab suresi, 33/23

[64] Tevbe suresi 9/128,129

[65] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/33-43.

[66] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/43.

[67] Yunus suresi, 10/57

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/43.

[68] Hac suresi, 22/11

[69] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/44-46.

[70] A'raf suresi, 7/187

[71] Müslim, K. el-I-iten, hah: 110, Hadis No: 2137

[72] Nahl suresi, 16/44

[73] Âl-i İmran, 3/7

[74] A'raf suresi, 7/33

[75] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an hah: 1, Hadis No: 2951

[76] Tirmizi, K. Tefsir c!-Kur'an bab: 1, Hadis No: 2950

[77] Ehu Davud, K. eM!m, bab: 5, Hadis No: 3652/Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an bab: 1, Hadis No: 3953

[78] Bakara suresi, 2/11

[79] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/46-50.

[80] Sâd suresi, 38/19 62    

[81] Zümer suresi, 39/27

[82] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/50-52.

[83] Njîhl suresi, 16/44

[84] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/52-54.

[85] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/54-55.

[86] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/55.

[87] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/55-56.

[88] îsra suresi, 17/9-10

[89] Nemi suresi, 27/76

[90] Kıyamet suresi, 75/18

[91] Kıyamet süresi, 75/17

[92] Kıyamet süresi, 75/18

[93] Atak suresi, 96/1

[94] Mukaddessir suresi, 74/1, 2

[95] Furkan suresi, 25/1

[96] Kehi suresi, 18/1

[97] Hİcr suresi, 15/9

[98] Zuhruf suresi, 43/44

[99] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/56-59.

[100] Darimi, K. el-Fadail el-Kur'an b. 17

[101] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/59-61.

[102] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/61.

[103] Maidc suresi, 5/114

[104] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/61-62.