«Ey îmân edenler!
Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hür hür
üe, köle köle ile, kadın kadın ile (kısas olunur). Fakat kimin (hangi kaatilîn) lehinde maktulün kardeşi (velisi) tarafından cüz'î bir şey afv olunursa (hemen
kısas düşer), artık örfe uymak (şer'in ve aklın iyi gördüğünü) ona güzellikle
ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir.» [1]
Kısas, kavad'ın müteradifi, Ödeşme, misli ile ceza demektir.
Müsavat mânasına gelir. Gerek adam Öldürme («kısas fi'I-nefs» kan intikamı), gerek ölüme sebebiyet vermiyen yaralara (kısas fî mâ
dûn el-nefs) şâmildir.
Kısas, Arap câhiliyye devrinde mevcut olan kan intikamı, Kur'ân ile ilâhî bir müessese hâline gelmiş olup, yalnız
suçlunun Öldürülebileceği kaydı ile mukayyettir ve mâhiyeti itibarı ile de,
her zaman suçlunun kendisine müteveccih olmamakla beraber, tam kısas.m tatbikmdan ibaret bulunan hudutsuz kan kavgasından ayrılır.
Nitekim îsrâ sûresi âyet otuz üçte buyu-ruluyor ki: «Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep
olmadıkça, kıymayın. Kim mazlum olarak Öldürülürse biz onun velîsine
(mirasçısına maktulün hakkını talep hususunda) bir salahiyet vermişizdir. O da
katilde israf etmesin (kaatiîden başkasına da cezayı
tatbika çalışmasın, başkasını öldürtmesin). Çünkü o
zâten yardıma mazhar edilmiştir.» Böylece intikamcının
(maktulün mirasçısının) suçludan başkasını öldürmesi men'e dilmektedir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.V.)in hayatına dair nakillerden toplanan
vakıalar yukarıda belirttiğimiz hususlara tamamen uymaktadır. Medine cemâatinin
Medine devrinin ilk zamanlarına ait nizamlarında şu kayıt vardır: Bir kimse
bir mü'mini öldürür ve bu suçtan dolayı hüküm
giyerse, kısas tatbik edilir; meğer ki, intikamcı (mirasçı) başka türlü tatmin
edilmiş olsun; bütün mü'minler adam öldüren kimseye
karşı cephe almağa mecburdurlar ve cephe almaktan başka türlü de
davranamazlar. Böylece kısas kabile hayatından dinî ve siyasî cemâat sahasına
girdi.
Ayet-i Kerimede geçen «kütibe» fiili
«farz kılındı» manasınadır Cenâb-ı Hak bununla
kısasın yolunu ve tatbik şeklini bildiriyor.
Cumhur bu âyetle, hür
kimsenin köle karşılığında öldü-rülemiyeceğini
istidlal etmiştir. Ebû Hanîfe
ve arkadaşları (Al lah hepsinden razı olsun), Ibnü Hbî Leylâ ve Davud'a göre. Hür kimse, kaatilin
efendisi değilse, köle karşılığında öldürülür. Kaatil
onun efendisi olarak bulunuyorsa, bil'icmâ' öldürülmez.
Nahaî'den yapılan rivayete göre: Mutlaka öldürülür, şeklindedir.
Bu, Hazret-i Ali (R.A.) ve tbnü Mes'ud
(R.A.)dan ri vâyet
olunmuştur.
Böyle diyenlerin
delili: âyetidir.[2] Ebû
Hanîfe ve arkadaşları buna cevap vererek demişler ki
âyeti âvetini tef-sir ediyor; ve âyeti
Allah'ın İsrâîl oğullarına meşru kıldığı bihükümdür
ki Tevrat'ta geçer.
Nahaî, Katâde ve Hakem bin Utbe'nin delili ise, Peygamber (S.A.V.)in «Müslümanların
kanlan eşittir, aynı seviyede tutulur.» Hadîs-i şerifte köle ve hür diye bir
kayıt ve tasrîh yoktur, sadece müslüman tâbiri
kullanılmıştır.
Buna cevap verenler
demişler ki: Hadîs-i şerîf mücmeldir, âyet ise açıktır. Bu cevaba da şöyle bir
itiraz vâki olmuştur: âyeti mefhum itibariyle hür hür
ile, köle köle ile kısas edilir,hükmünü ifâde eder. «Hür köle ile kısas
olunmaz» hükmüne delâlet eden bir cihet yoktur.
Bu husustaki geniş
izahat usûlü'L-fıkıh kitaplarında ve ayrıca fıkıh
kitaplarında mevcuttur.
Ayrıca Sevrî ve Küfe âlimleri, bu âyetle «Müslüman kâfir ile (onun
karşılığında) kısas olunur» hükmünü istidlal etmişlerdir. Çünkü «hür» kelimesi
müslümana da kâfire de şâmildir. Bunun gibi «köle»
ve «kadın» kelimeleri de aynı şümulü taşır. Diğer âyetteki, cümlesinde geçen «nefs» kelimesi müslümana, kâfire,
köleye, erkek ve kadına şâmildir.
Fakat cumhur,
Peygamber (S.A.V.)irı «Müslüman kâfir karşılığında öldürülmez»
hadîsinin âyetteki icmali açıkladığını istidlal ederek, müslümanın
kâfir ile kısas olunmıyacağı hükmüne varmışlardır.
Bâzı âlimlerimiz de bu
âyetle, «erkeğin kadın ile kısas olun-mıyacağmı»
istidlal etmişler; ancak kadmm velîsi diyet fazlalığını
telâfi ederse, o zaman kısas yapılır. Nitekim İmâm-ı Şâfıî
ve İmâm Mâlik, İmâm Ahmed, İshâk,
Sevrî ve Ebû Sevr bu hükme
varmışlardır. Cumhura göre, bir fazlalık düşünülmek-sizin, erkek kadın ile
kısas olunur. Hakikat de budur.
Kaatil, maktulün kardeşi (velîsi - mirasçısı) tarafından
kana karşılık bir diyet almak suretiyle afv olunursa,
bu hususta artık maktulün velîsi mâruf olana uymalı, kaatil
de gereken diyeti en güzel yolla ödemelidir.
Alimlerden bir kısmı,
âyeti şöyle tefsir etmişlerdir: İbâ-rede geçen «min» velîye, «ehîhi» kaatile işarettir.
elçi den murad, «diyet»tir.
Buna göre mânâ: Velî kısastan vazgeçip diyet ile afv etmeye meylederse, kaatil bu
hususta muhayyerdir, isterse diyet verir kurtulur, isterse canını kısas için
teslim eder. Nitekim İmâm Mâlik'den de böyle rivayet
olunmuştur. Diğer imamlara göre: Velîler diyete razı olmadıkça kaatil için hiç bir veçhile ihtiyar yoktur.
«Şey'» kelimesinin
nekre (belirsiz) getirilmesi, afv etmenin az bir
diyet karşılığında olmasına ve vârislerden birinin afve
yanaşmasına şâmil olması içindir.
îbnü Abbâs (R-A.)dan yapılan
rivayete göre, kabilelerden kadın için erkek kısas yapılmazdı. Erkek erkek ile, kadın kadın ile kısas
olunurdu. Bunun üzerine âyeti indi. Böylece hür olan kadın ve erkek; köle olan
kadın ve erkek karşılıklı kısas hükmüne girmiş oldular,
İbnü Cerîr el-Taberî ve İbnü Merdveyh'in Ebû Mâlik'den çıkardıkları bir rivayette, Ensardan
iki kabile arasında savaş olmuştu, birinin diğeri üzerinde bir kudret ve
üstünlüğü vardı, zayıf taraftan fazla bir şey almak istiyorlardı. Cenâb-ı Peygamber (S.A.V.) bunların arasını bulmak için
gelmişti. Bunun üzerine âyeti indi. Fazlabğın adalete uygun olmadığına işaret ediliyordu.
İbnü Abbas'a (R.A.) göre bu âyet, , âyetiyle neshedilmiştir. Yine İbnü Abbas'a göre: cümlesi, katl-amed (kasden öldürme)de maktulün ehli afve
taraf olursa, mâruf olana uyulur. Kaatil de diyeti en
güzel şekilde öder.
Velî diyet aldıktan
sonra kaatili öldürecek olursa ne lâzım gelir? İmâm
Mâlik ve îmâm-ı Şafiî'ye göre, Ölüm cezasına mahkûm olmamış bir adamı Öldürmek
gibidir; velîsi isterse kısas talep eder, isterse afv
eder.
Katâdc İkrime ve Süddî'ye göre, kısas tatbik edilerek öldürülür. Hasan el-Basrî'ye göre, yalnız diyet geri alınır ve diğer cezası âhirete bırakılır. Abdurrezzak, İbnü Ebî Şcybe,
Ah-med bin Hanbel, İbnü Ebî Hâtem
ve Beyhakî'nin Ebû Şüreyye el-Huzâî'den yaptıkları
rivayette. Peygamber (S.A.V. buyurdular ki:
«(Kasden)
öldürülen kimsenin velîsi (mirasçısı) üç şeyden birini (isteyip tatbik
ettirmekte) serbesttir: 1- Kısas
(misilleme yapmak) yâni kaatilin öldürülmesini
istemek, 2- diyet almak, 3- afv
etmek. Dördüncü bir şey isterse onun ellerini tutun. Kim bu hükümlerin dışına
çıkıp haddi aşarsa,
onun için cehennem
ateşi vardır ve orada ebedî kalıcıdır.» [3]
Bütün bu rivayetlerden
çıkarılan hükümler;
1- Kısas
farz kılınmıştır.
2- İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
ve arkadaşlarına göre: Hür kimse efendisi değilse köle ile öldürülür (kısas
yapılır).
3- Cumhura eöre, «Müslüman kâfir karşılığında öldürülmez (kısas yapilmaz).
4- Imâm-ı Şafiî, İmâm Mâlik ve îmanı Ahmed
bin Han-bel'e (Allah hepsinden razı olsun) göre: Erkek kadın ile kısas
olunmaz, ancak kadının velîleleri erkek diyetine
karşılık olmak üzere maktule namına diyet fazlalığını verirlerse o takdirde
kısas yapılır. Fakat cumhura göre: Diyet farkı nazara alınmadan kısas yapılır.
5- Maktulün
velîlerinden biri kısastan vaz geçerse, diğer
velîler ısrar etse bile kısas düşer ve en uygun yolla diyet alınır. Bu amden öldürülen hakkındadır.
6- Diyet
alındıktan sonra maktulün velîlerinden biri kaa-tili öldürecek olursa, İmâm-ı Şafiî'ye ve İmâm Mâlik'e
göre: Hakkında kısas hükmü tatbik olunur. Hasan el-Basrî'ye
göre, diyet geri alınır ve cezası âhirete bırakılır.
İmamlardan çoğuna göre de böyledir. [4]
Cezayı gerektiren
katil (adam öldürme)ler beş türlüdür:
1- Amden öidürmek; (bilerek istiyerek, öldürülmesi dînen meşru olmayan bir insanı
kesici, yaralayıcı bir âletle Öldürmek) gibi.
2- Şibh-i amd, (bilerek kasden öldürmeye benzer şekilde, yine öldürülmesi dînen
caiz olmayan bir insanı kesici ve yaralayıcı âletten sayılmayan bir şey ile
öldürmek). Meselâ: Küçük bir taş veya ağaç parçasıyla veya tokat ve yumrukla
meydana gelen Ölüm bu kabildendir. Buna «şibh-i hatâ»
da denilir.
3- Hatâen öldürmek, (istiyerek ve
elde olmıyarak yâni kasde mukarin olmaksızın yanlışlıkla birini öldürmek).
Bu da iki kısımdır:
a) Failin zannmda vuku bulan hatâ. Av sanarak atılan kurşunla bir
insanı öldürmek gibi.
b) Failin
filinden meydana gelen hatâ. Belli bir insana atılan kurşunun kazaen diğer bir
insana isabet edip Öldürmesi gibi.
4- Hatâ
mecrasında câri olan öldürme. Elde olmıyarak, ihtiyar
dışında vâki bir fiille meydana gelen ölüm gibi. Meselâ: Hamalın sırtındaki
yükün kazaen düşüp bir insanı Öldürmesi..
5- Birinin
ölümüne sebebiyet vermek. Meselâ umuma ait yolda izinsiz kazdığı kuyuya birinin
düşüp ölmesi..
Aniden öldürmenin
hükmü: Şartlar tahakkuk ettiği takdirde kısas lâzım gelir. Kaatil
maktulün mirasçısı ise, miras ve vasiyetinden mahrum olur. Maktulün velîsi
diyete razı olursa, kısas düşer. Amden öldürmeden
dolayı keffaret gerekmez.
Şibh-i amdin hükmü: Ağır diyet
ile keffaret gerekir. Kaatil
vereseden ise, miras ve vasiyetten mahrum olur; ayrıca la'-zîr
(tekdir ve azarlama) görür.
Hatâen öldürmenin hükmü: Tastamam diyet ile maktulün
veresesinden ise miras ve vasiyetten mahrumiyeti gerektirir. [5]
Hatâ mecrasında câri
olan öldürmenin hükmü: Tastamam diyet ile keffaret
lâzım gelir. Ayrıca maktulün mirasçılarından ise miras ve vasiyetten mahrum
olur.
Birinin ölümüne
sebebiyet vermenin hükmü: Sadece tastamam diyet vermektir.
Geniş izahat için
fıkıh kitaplarına müracaat edilmesi.. [6]
Diyetlere gelince:
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye göre, altın, gümüş ve deve olmak üzere üç nev'e ayrılır. İmâmeyne göre;
bunlardan başka sığır, koyun ve elbise de olabilir.
Hür bir erkeğin
tastamam diyeti, bin dînar veya on bin dirhem-i şer'î gümüş veya yüz deve veya
iki yüz sığır veya iki bin koyun veyahut her iki parçadan ibaret olmak üzere
iki yüz kat elbisedir.
Hür bir kadının
diyeti, bunların yarısıdır.
Köle ve cariyelerin
diyeti, kıymetlerine göre takdir edilir.
Diyetlerin diğer
nevileri için fıkıh kitaplarına müracaat edilmesi. [7]
«Ey salim akıl
sahipleri! Kısasda sizin için (umumî) bir hayat
vardır. Tâ ki (katilden) sakınasımz.» [8]
İslâm'a göre, Kısas,
her bakımdan âdil bir hükümdür; bütün yönleriyle yaşayanlara hayat bahşeder.
Hiç bir hukuki müeyyide kısas ve diyet kadar hayat ve huzur getirememiştir Cenâb ı Hak, hissiyle hareket edip günahlara dalan
kullarının ne ile ıslâh olacağını herkesten daha iyi bildiği için onların düşünce
ve davranışlarına uygun müeyyideler koymuştur. Kur'-ân-ı Kerîm «Kisasda sizin için hayat vardır» derken cem'iyeti
ve cem'iyet içindeki azgm ferdleri ıslâh etmenin yollarından birini beyân ediyor:
a) Kısas
ıslâh edici bir hükümdür, yaşayanlara hayat kapısını açık tutar.
b) Kısas
olunacağını bilen bir kimse kasden adam öldürmeye
kolay kolay cesaret edemez. Bu bakımdan kendisi için
de, öldürmek istediği fakat öldüremediği kimse için de hayat yolu kapanmaz.
c) Kasden adam öldüren kimse hakkında kısas tatbik edilince
maktulün velîleri (mirasçıları)nin intikam hisleri
tatmin edilmiş olur ki bu sebeble kan gütme dâvası
başlamaz.
Hüküm böyle olunca cem'iyet içinde adam öldürme hâdiseleri yok denecek kadar
azalır. Huzur ve emniyet içinde yaşama gücü artar.
Şunu da ilâve edelim
ki: İslâm hukukunda Cenâb-ı Allah'ın hadd veya ta'zîr ile yasakladığı
şer'î mahzurlara «suç» adı verilir. Mahzurlar ise, ya
yasaklanan bir fiili işlemek veya emrolunan bir fiili
terketmektir.
Bu iki husustan
birincisini işlemek, ikincisini terketmek cem'iyet düzeni için zararlı olur; bu zarar ya onların îtikadleri, ya ferdlerin hayâtı veya mal ve
namusları ile ilgilidir. Karşılığında müeyyide olarak ceza konulmayan emir
veya nehyin te'siri lâftan
ibaret kalacağı için yüce İslâm dîni cem'iyet ve
milletlerin huzur ve nizamını korumak, gerçek adalet ve eşitliği sağlamak için
bir takım dünyevî ve uhrevî cezalar koymuştur. Kısas da bunlardan biridir.
1789'da Fransa'da
neşredilen însan Haklan Beyannamesi, 1350 yıl önce Kur'ân'm
getirmiş olduğu insan hakları karşı-smda pek sönük
kalmıştır. Çünkü Kur'ân bunun çok daha mükemmelini
en âdilâne bir yolla halletmiştir. [9]
Kısas ve ölüm cezası
hakkındaki hükümlere diğer dinlerde ve Hamurabi
kanunlarında da rastlamaktayız. Ayrıca son yüzyıl içinde otorite sayılan
hukukçuların bu hususta birbirine uymayan görüş ve iddiaları da şâyân-ı tedkiktir. Bunlara da kısaca temas etmekte fayda mülâhaza
ediyoruz.
Tevrat'da deniliyor ki:
«Bir kimseyi vurarak
öldüren kimse, mutlaka öldürülecektir. Ama istiyerek
olmayıp da Tanrı rastgetirdiyse onun sı-ğmabilmesi için sana bir yer tâyin edeceğim. (Çıkış:
21/13).
Böyle, istemeden adam
öldürenlerin kan dâvasından kurtulabilmeleri için belirli şehirler
ayrılmıştır).
«Bir kimsenin
komşusuna garezi olur ve onu hile ile öldürürse, öldürülmesi için onu mizbahimdan bile alacaksın. » (Çıkış: 21/14).
«Babasını ve anasını
döven kimse mutlaka öldürülecektir.» (Çıkış: 21/15).
«Adamlar kavga ederlerken,
biri, arkadaşına taş veyahut yumrukla vurursa, vurulan ölmez, fakat yatağa
düşerse; kalkar ve dışarıda değneği ile gezerse, o zaman ona vuran suçsuz
olacaktır; ancak kaybettiği vaktin bedelini ödiyecck
ve onu iyice tedavi ettirecektir.» (Çıkış: 21/18-19).
«Adamlar kavga
ettikleri sırada bir gebe kadına vurulur ve kadın çocuğunu düşürürse, ama
kendisine bir zarar olmazsa, kocasının takdir edeceği diyeti, yargıçların vasıtasiyle ödi-yecektir. Ama eğer zarar olursa, o zaman can yerine can,
göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine
yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin.» (Çıkış: 21/22-23).
«Tanrının ismine
küfreden mutlaka öldürülecektir, bütün cemaat mutlaka onu taşlıyacaktır;
garip olsun, yerli olsun, Rabbin ismine küfrettiği zaman öldürülecektir.» (Levililer: 24/16).
«Bir kimse bir adamı
öldürürse mutlaka öldürülecektir.» (Levililer 24/17).
«Bir adam, insan
vurursa, kaatil, şahitlerin ifadesiyle öldürülecektir.
Fakat bir canın ölmesi için tek şahit şehadet et-miyecektir. Ölüme müstahak olan kaatilin
canı için diyet almı-yacaksmız,
o mutlaka öldürülecektir.» (Tesniye: 18/11).
Hamurabi kanunundaki cezaların da aynı ağırlıkta olduğunu
görüyoruz.
İslâmiyet kısas
bahsinde Mûsâ şeriatını haylice ta'dil ederek kısası
yalnız katil dâvalarına hasretmiş ve ayrıca bu hususta da maktulün velîsi razı
olursa diyet ve afvı kabul etmiştir.
18. Yüzyılda Montesquiev, ölüm cezasının cemaat yararına uygun bir
müeyyide olduğunu ileri sürdü. Voltaire ve ondan
sonra Beccaria bunun aksini iddia ettiler.
XIX ve XX. yüzyılda
ölüm cezasının kaldırılması fikri daha yaygın hâle geldi. Yetkililerin tesbitine göre: 184S'de Fransa'da, 1862'de Yunanistanda, 1870'de Hollanda'da, 1905'de Norveç'de, 1921'de îsveç'de,
1930'da Danimarka'da, 1937'de İsviçre'de, 1944'de İtalya'da, 1949'da Almanya ve
Finlandiya'da ve en son 19 şubat 1956'da İngiltere'de kaldırılmışsa da ıslâh
edici çâre olamamıştır. Ağır suçîar daha fazlasiyle işlenmeye başlanmış, bu yüzden birçok medenî
memleketlerde ölüm cezası tekrar meriyete konulmuştur.
Görülüyor ki İslâm
dini kısası bir takım uygun şartlarla tatbik sahasına koymuş ve cem'iyeti ıslâhta veya adam öldürmekten kaçınmakta dâima
müessir olmuştur. Evet, kısasta bizim için hayat vardır. Çünkü ilâhî hükmün
gayesi, öldürmelerin tevalisini Önlemek ve yaşayanları emniyet içinde korumaktır.[10]
«Biz İsrâiloğullarma onda (Tevrat'da)
şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır.
(Hulâsa bütün) yaralar birbirine kısastır. Fakat kim bu hakkını sadaka olarak
bağışlarsa o kendi (günâhına) kef-faret,
(yarhğanmasına vesiledir). [11]
Ayet-i Kerîmede geçen
(ketebnâ) fiili, birinci şahıs çoğul içindir, tâ'zîm makamında getirilmiştir; (faraznâ)
ile tefsir edilir ki meâlen, «Biz Tevrat'da İsrâiloğulları üzerine
şunu da farz kıldık» demek olur.
Kısas (misilleme)nin İsrâiloğullarma da farz
kılındığı ve bu hükmün Tevrat'da ayrıntılarıyla beyân
edildiği kaydediliyor. Siyak ve sibaktan, bunun îsrâiloğullariyle
ilgili bir hüküm olduğu ve onların bu hükümle dosdoğru amel etmedikleri anlaşılıyor.
Aynı hükmün İslâmiyette de carî ve mer'î olup olmadığını hadîs-i şeriflerin yardımiyle tedkik ve tahkik etmiyenler veya edip de bu neticeye varamıyanlar
âyet-i kerîmeyi şu mealde mânâlandırmışlardır: «Biz îsrâiloğullarma Tevrat'da farz
kıldık: Can cana, göz göze, burun buruna, kulak kulağa, diş dişe karşılıktır.
Yaralar da ödetilir. Her kim onu afv ederse kendi
günâhı için keffaret olur. Her kim Allah'ın indirdiği
hükümlerle hükmetmezse işte zâlimler onlardır.»
Şimdi aynı hükmün
İslâm'da da mer'î olup olmadığı üzerindeki görüş
farklarını sıralıyalım:
a) îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ile ilim ehlinden bir
cemaat bu âyetle istidlal edip demişler ki: «Müslüman zımmî
ile kısas yollu öldürülür. Çünkü aynı hüküm Müslümanlıkta da mer'îdir ve zimmı de bir candır
ve can cana karşılıktır. Züh-rî'nin
Hazret-i Enes b. Mâlik (R.A.)den yaptığı rivayette,
Haz-ret-i Peygamber (S.A.V.)in nefsten sonra gelen
el-ayn kelimesini müste'nefe
olarak merfu' okuduğu bildiriliyor. Bu rivayete göre
nefsten sonra ifâde edilen hükümlerin doğrudan doğruya
Müslümanlara ait olduğu neticesine varılıyor.[12]
b) İmâm-ı
Şafiî ile ilim ehlinden diğer bir cemâate göre ise, âyet bizden önceki şeriatın
keyfiyetini ve îsrâiloğullarmm bununla amel
etmediklerini haber verir mahiyettedir, bize şâmil ve İslâm'da mer'î bir şeriat değildir.
c) Cumhura
göre bizden evvelki şeriat nesholmamış-sa bizim için de şeriattır. Usûlcularla
fukahâdan bir cemaat de «Bizden önceki şeriat mukarrar olarak ifâde edilir ve neşrolunmadığına dair bir
delil bulunmazsa, o bizim için de şerî-attır»
demişlerdir.[13] Hak olan görüş de budur.
Nitekim İbni Kesir âyetin tefsirinde der ki:
«İmamların hemen hepsi erkeğin kadına karşılık öldürüleceğini ihticac etmişlerdir. Çünkü âyet "bu mânayla umum ifâde
ediyor.
Bununla alâkalı
hadîslere gelince:
Hazret-i Peygamber
(S.A.V.) Arar bin Hazm'a yazdığı (yazdırdığı) yazıda şu cümle de yer
alıyordu :
«Şühesiz
kî erkek kadına karşılık (kısas yollu) öldürülür.
[14]
ikinci hadîste: kadın
olsun, erkek olsun Müslümanların kanları
birbirine müsavidir; denk gelir.» [15]
Hazret-i Ali'ye göre
erkek kadını öldürürse ona karşılık öldürülmez, ancak Öldürülen kadının
velîleri erkeğin velîlerine yarım diyet verirlerse, o takdirde kısas yapılır.
İmâm Ah-h med bin Hanbel de
bu rivayeti tutmuştur. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bunun hilafını ihticac etmiştir. Az yukarıda da belirttiğimiz gibi Ebû Hanîfe âyet-i kerimenin umum
ifâde ettiğini dikkate alarak hüküm istinbat etmiş ve
«Müslüman zimmîye karşılık, hür kimse de köleye karşıhk (kısasen) öldürülür» neticesine
varmıştır. Cumhur bu görüş ve ihticaca muhalefet edip
sened olarak Sahîheyn'de geçen
«Müslüman kâfire karşılık (kısasen) öldürülmez»
hadîsiyle, selef-i sâ-lihînden
bu hususta vârid olan birçok haberleri almışlardır.
Selef hür kimseyi köleye karşılık, Müslümanı da
kâfire karşılık öldürmemişlerdir.
İmâm-ı Şafiî diyor ki:
«Belirtilen hususta icmâ' Ebû
Hanîfe'nin görüş ve ihticacma
uygun mahiyette vâki olmamıştır» Cumhurun görüşü icma'a
uygundur.»
Şevkânî Müntekaa şerhinde diyor ki:
Âyet-i kerîmede Allah'ın emrine muhalefet ettikleri için İsrâiloğullarına
tenbîh ve ihtar vardır. Çünkü onlar canlar arasında
fark gözettiler; Benî Nadîr ile Benî Kurayza'yı bu
hususta eşit tutmadılar. Aristokratlarla halk tabakası arasında da aynı
eşitsizlik mevcuttu. Halbuki Tevrat'da cana can veya
can cana karşılıktır, hükmü yazılı idi. İsrâiloğulları
bu açık hükmün hilâfına Benî Nadîr'den olanların diyetini daha çok tuttular;
onlardan biri Benî Kurayza'dan birine karşılık kısasen öldürülmezdi.»
Ayette geçen nin meal ve tefsirinde
de görüş farkı vardır:
a) İlim
ehlinden bâzısına göre bunlar birbirine matuftur; hepsi de mensup okunur, âmil
(inne)dir. Nâfi', Âsim, A'meş ve Hamza böyle okumuşlardır. Bu kırâete
göre, hükümlerin hepsi Tevrat'da yazılı imiş.
b) İbn-i Kesîr, îbn-i Âmir, Ebû Amr ve Ebû
Cafer ise, (cürûh) müstesna diğerlerini mensup
okumuşlardır. Bu kırâete göre, (cürûh)a
kadar olan cümleler birbirine matuftur, Tevrat'da
yazılı bulunduğuna delâlet eder. (Cürûh) «Yaralar birbirine kısastır» hükmü ise bize ait bir
hükümdür.
c) Kisâî ve Ebû Ubeyd
ise (nefs)ten sonra gelenleri rner-fu'
okumuşlardır. Bu kırâete göre «cana can» hükmü Tevrat'da yazılı imiş, geri kalanlar cümle-i müste'nefe olarak bize ait hükümler ihtiva eder.
Ayet-i kerimenin
delâlet ettiği diğer hüküm ve hususlara gelince: Kitabımızın hacmi buna müsait
olmamakla beraber ahkâm istinbatina medar olduğu ve
bu sebeble müctehidlerin ihticacda bulunduğu için özetini vermeyi faydalı görüyoruz.
1. Önce
kulağı veya eli veyahut herhangi bir azayı kestikten sonra öldüren kimse
hakkında misilleme nasıl yapılır? îmâm-ı Şafiî'nin arkadaşlariyle Ebû Hanîfe'ye göre kaatile aynı
muamele yapılır, yâni önce kestiği azaya karşılık aynı âzası kesilir ve sonra
öldürülür. Mâlikîlere göre kaatil bile bile böyle
yapmışsa aynı şey onun hakkında da tatbik edilir. Dövüşme ve boğuşma esnasında
can havliyle olmuşsa sadece kılıçla öldürülür.
2. Kısaslamada sağ sola veya bunun aksi karşılık tutulabilir
mi? İbn-i Şübrüme'ye göre
cümleler umum ifâde ettiğinden sağ göz sol göze ve sol göz sağ göze karşılık
tutulabilir. Diğer azalar arasmdki misillemede de
aynı usûl tatbik edilebilir. Ekseri âlimlere göre ise, sağ göz sağ göze
karşılık olabilir. Ancak sağ göz mevcud olmazsa sol
göz karşılık tutulur.
3. Diğer
yaralara gelince:
Mafsal (oynak)dan ise
bi'1-icmâ kısas lâzım gelir. Meselâ el veya ayağın
bilekten kesilmesi halinde kısas gerekir. Çünkü misilleme yapmak mümkündür.
Yaralama mafsalda değil de kemik kısmında olursa, İmâm Mâlik'e gode uyluk, bel kemiği ve benzeri mühim kemikler hariç
diğerlerinde kısas gerekir. Ebû.Hanîfe
ile arkadaşlarına göre dişten başka hiç bir kemikte kısas yoktur. İmâm-ı
Şafiî'ye göre, istisnasız hiçbir kemikte kısas uygulanmaz Bu son kavi, Ömer bin
Hat-tâb ve İbn Abbas (R.A.)dan mervîdir. Atâ', Şa'bî, Hasan el Basrî, Zührî, İbrahim Nahaî ve Ömer bin
Abdülâziz de bu rivayeti tutmuşlardır. Süfyân el~Sevrî ile Leys bin Esed de aynı görüştedirler. İmâm Ahmed
bin Hanbel'in mezhebinde meşhur olan budur. İmâm-ı A'zam Ebû HanîPe
ise, Rübeyyi' binti Nadr'ın hadîsiyle hüccet getirmiştir. Rübeyyi'
Ümmü Haris, bir cariyenin dişini kırmıştı. Durum
Hazret-i Peygambere arze-dilince kısas yapılmasını
buyurmuşlardı. Rübeyyi'in erkek kardeşi Enes bin Nadr (R.A.) buna üzüldü
ve:
— Ya Resûlellah1 Kız
kardeşimin dişi mi kırılacak?
— Enes! Allah'ın
Kitabı kısas emrediyor.. Bunun üzerine Enes:
— Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a andolsun ki (Kitab böyle
emretmekle beraber buna bir çâre bulup) kız kardeşimin dişi kırılrnamalıdır?
Diyerek afv edilmesini recâ
etti. Enes'in arzusu te'sirini
göstermişti, davacılar kısastan vazgeçti ve böylece Rübeyyi'in
dişi kısas yapılmadı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (S.A.V.): «Allah'ın kullarından
öylesi var ki (bir husus hakkında Allah üzerine yemin edecek olursa, Allah onun
yemininin yerine gelmesini te'min eder.» [16]
Netice olarak: Kısas
kul hakkına taallûk eder; sübût bulduğu takdirde o hakkı lasadduk
olarak bırakmak kulun arzu ve irâdesine bırakılmıştır. Bu hususta hukukullah da bir farizadır, fakat hukuk-ı şahsiyye zımnında tahakkuk eder. O halde hak sahibi dâva
etmedikçe kısas yapılmaz. Dâva ettiği zaman ise kısas farz olur. Ancak dâva
etmek ona farz değildir; bilâkis afvetmesi menduptui. Çünkü kısasta hayat vardır. Afvetmek
bu maksada çok uygundur.[17]
1. İmâm-ı A'zarn Ebû Hanîfe'ye
göre müslüman zimmiye, hür
de köleye, karşihk (kısas yollu) öldürülür.
2. Erkek de
kadına karşılık öldürülür. İmâm Ahmed bin Hanbel'e göre maklûlenin velîleri
yarı diyet verirlerse erkek öldürülür.
3. Aza
kestikten sonra öldürene kısas olarak aynı muamele yapılır. Bu, İmâm-ı
Şafiî'nin arkadaşlariyle Ebû
Hanîfe'ye göredir. İmâm Mâlik'e göre kasden, bile bile böyle yapmışsa
aynen kısas yapılır, boğuşma ve müdafaa sadedinde yapmışsa, sadece kılıçla
öldürülür.
4. Sağ sola,
sol da sağa karşılık (kısas) yapılabilir.
5. Mafsaldan
yaralama veya kesilmede misilleme yapılır. İmâm-ı Şafiî'ye göre hiçbir
kemikte mafsal olsun olmasın kısas yapılmaz. Ebû
Hanîfe ve arkadaşlarına göre dişten başka kemiklerde
kısas yapılmaz.
6. Davacı afvederse kısas hakkı kalkar. Çünkü dâva etmek farz
değildir. Afvetmek ise menduptur.[18]
«Bir mü'minin diğer bir mü'mini
yanlışlık eseri olmayarak öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini
yanlışlıkla Öldürürse mü'min bir köleyi âzâd etmesi ve (ölenin) ailesine (mirasçılarına) teslim
edilecek bir diyet (kan babası) vermesi lâzımdır. Meğerki onlar (o diyeti)
sadaka olaıak bağışlamış olsunlar. Eğer öldürülen mü'min olmakla beraber size düşman bir kavimden ise o zaman
(öldürenin) mü'min bir köle âzâd
etmesi lâzımdır. Şâyed kendileriyle aranızda andlaşma olan bir kavm-den ise o
vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir de mü'min
bir köle âzâd etmek gerekdir.
Kim (bunları) bulamazsa, Allah (tarafın)dan tevbesi(nin kabulü) için birbiri ardınca ski ay oruç tutması îcab eder. Allah, her şey'i bilendir, gerçek hüküm ve
hikmet sahibidir.» [19]
İnsan, insan olduğu
için muhteremdir. îmân nuruna kavuşup «mü'min»
sıfatım alınca daha çok muhteremdir. Adam Öldürmek gibi kötü bir cinayet, onun
bu vasfıyla asla bağdaşmaz. Aynı mânayla onun öldürülmesi de büyük bir cinayet
sayılır. Mâide sûresi, 32. âyetle buna işaret
edilerek buyuruluyor ki: «Bundan dolayıdır ki İsrail
oğullarına şu hakıykatı hükmettik: Kim bir canı, bir
can mukabilinde veya yeryüzünde fesad çıkarmaktan
dolayı olmıyarak, öldürürse bütün insanları öldürmüş
gibi olur. Kimde onu kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gibi olur.»
Yanlışlıkla da olsa
bir mü'minin hayal hakkını yok etmek büyük bir günah
ve ağır bir vebaldir. İslâm dini bu hususta en ufak bir yanlışlık ve
dikkatsizliği bile afvetmemiş, herkesin hayat hakkını
tam bir güven içinde korumak sadedinde bir takım ağır cezaî müeyyideler koymuştur.
Meselâ: Bir mü'mini yanlışlıkla öldüren kimsenin bir mü'-min köle âzâd etmesi (hürriyetine
kavuşturması) ve ölenin mirasçılarına teslim edilmek üzere bir diyet (kan
bahası) vermesi gerekli kılınmıştır. Buna imkânı bulamıyan
kimse iki ay aralıksız üstüste oruç tutmak suretiyle
yüklendiği vebali kısmen olsun hafifletmiş olur.
Kısasta nasıl hayat
varsa, yanlışlıkla adam öldürme olaylarını önlemek için konulan cezaî
müeyyidelerde de o nisbette hayat, huzur ve emniyet
vardır:
a) Bir mü'minin ölümüne sebebiyet vermemek veya onu yanlışlıkla
öldürmemek için daima dikkatli
olmak lâzımdır. Çünkü:
b) Bu yüzden
malî bir külfet altına düşüp iktisaden sarsılmamak
için herkesin canını korumaya
göstereceği dikkat, kendi nefsini korumak için gösterdiği dikkat kadar veya ona
yakın bir ölçüde olması gerektir.
c) Fertleri
böyle düşünüp dikkatli olan bir cem'iyette herkes
rahat ve güven içinde yaşar.
Bu konuda iki türlü cezânm konulmasının bir takım sebepleri vardır; ekseri
tefsîrciler bunu şöyle ifâde etmişlerdir: Bir köle âzâd
etmek, maktulün nefsindeki ilâhî hakkı tatile bedel bir keffareîtir.
Diyet (kan bahası) ise kul hakkı olan bir borçtur. Çünkü hayatı lütfeden Allah
hürriyeti de lütfetmiştir. Bir mü'minin hayat hakkını
yanlışlıkla yoketmek mukabilinde bir köleyi
hürriyetine kavuşturmak ve ölenin vârislerine diyet vermek kısmen de olsa bu
hakkı yoketmekten doğan günâhı örtmeye medar olur.
İslâm hukukçularının
bu âyetten çıkardıkları hükümlere gelince: Allah'ın Kitabında diyetin miktarı
tâyin edilmemiştir. Bu hususta Resûlüllah'm hadîs-i
şeriflerinden anlaşılan miktar ise şöyledir:
Yanlışlıkla öldürülen
hür bir müslümanm diyeti yüz devedir. Bu te'min edilemediğinde, bir kavle göre yüz devenin kıymeti
dirhem veya dînar olarak takdir edilir. Diğer bir kavle göre ise, bin dînâr
veya oniki bin dirhem verilir.
Abdullah bin Anır bin
Âs (R.A.) diyor ki: «Resûlüllah (S. A.V.) devrinde
diyet sekizyüz dînâr veya sekiz bin dirhem idi. Kitab ehli (Yahudi ve Hıristiyan) olanların diyeti ise, müslü-man diyetinin yarısı idi.
Bu hal Hazret-i Ömer (R.A.) devrine kadar devam etti. Sonra roüslümanîardan
biri şöyle bir teklifte bulundu: «Artık bizlerde deve çok azaldı. Diyet
hususunda başka bir şey takdir edilse olmaz mı?» Hazret-i Ömer bu teklife
uyarak altın para kullananlara bin dînâr, gümüş para kullananlara onikibin dirhem büyük baş hayvan sahiplerine ikiyüz sığır, koyun keçi sahiplerine bir koyun - keçi,
hazır elbisecilere iki yüz hülle takdir etti. Ehl-i
kitabın diyetini eskiden olduğu hâl üzere bıraktı.» [20]
Fukahâdan bir kısmına göre diyette vâcib
olan miktar: Yüz deve veya bin dînâr veya onikibin
dirhemdir. Bu, Urve bin Zübeyr
ve Hasan el-Basrî'nin kavlidir. İmâm-ı Şafiî ile İmâm
Mâlik'e göre de böyledir. Diğer bir kısmına göre de: Yüz deve veya bin dînâr
veya onbin dirhemdir. Bu, Süfyân
Sev-rî ile re'y tarafdarı olan âlimlerin görüşüdür.
Kadın diyeti erkek
diyetinin yarısıdır. Ehl-i zimmet kitab
ehli olursa, diyeti, müslüman diyetinin üçte biridir.
Mecûsî veya putperest olursa beşte biridir. Bu, Saîd
bin Müseyyeb ile îmâm-ı Şafiî'nin kavlidir. İbnü Mes'ud, Süfyân
Sevrî ve re'y tarafdarı olanlara göre ise, zimmî
ile muahidin diyeti müslü-man diyeti kadardır. İmâm Mâlik i]e İmâm Ahmed'e göre: Zimmînin diyeti müslüman diyetinin yarısıdır. Bu, Ömer bin Abdülâziz'den mervîdir.
Nitekim Ebû Davud'un yaptığı rivayette
Hazret-i Peygamber (S.A.V.) «Kendisiyle muahede yapılan kimsenin diyeti, hür müslümanm diyetinin yarısıdır.»
Neseî'nin yaptığı rivayette:
«Zımmî'nin
diyeti, Müslümanların diyetinin yarısıdır. Zimmîden maksad Yahudi ve Hıristiyanlardir.»
Keffarete gelince:
Varsa mü'min bir köle âzâd etmektir.
Maktul ister müslü-^man,
ister muâhıd, ister erkek, ister kadın, ister hür,
ister kö-'îe olsun, farketmez. Bu te'min edilemezse,
iki ay aralıksız üst-üste oruç tutmaktır.
Köle hususunda görüş
farkı vardır:
a) Azâd edilen kölenin mü'min olması
şarttır; bu itibarla kâfir köle âzâd etmekle keffaret verilmiş olmaz.
b) İbnü Cerîr, İbnü
Abbas, Şa'bî, İbrahim Nahaî ve Hasan el-Basrî'ye göre,
henüz küçük yaşta olup namaz kılmasını biîmiyen, îmân
nedir idrâk edemiyen köleyi âzâd
etmek kâfi gelmez. İmâm-ı Kurtubî der ki: «Bu babda sahih olan da budur.»
c) Cumhura
göre, köle müslüman olduktan geri ister küçük, ister
büyük olsun farketmez.
İmâm Ahmed'in yaptığı rivayette: Ensardan
bir adam siyah bir câriye alıp Hazret-i Peygamber'e geldi ve:
— Ya
Resûlellah! Üzerimde bir köle âzâd
etme keffareti vardır. Şu cariyeyi mü'mine olarak görüyorsan âzâd edeyimr diye sordu. Hazret-i Peygamber (S.A.V.) o cariyeye
sordu:
— Allah'tan başka tanrı olmadığına şehadet eder misin?
— Evet..
— Benim hak peygamber olduğuma şehadet eder misin?
— Evet..
— Öldükten sonra tekrar dirilip kalkmaya îmân
eder misin?
— Evet..
Bunun üzerine Hazret-i
Peygamber (S.A.V.) o adama: «Bunu âzâd edebilirsin!»
buyurdular.
İmâm-ı Şafiî ile İmâm
Mâlik'e göre, bu konuda genel hüküm şöyledir: «Ölünce cenaze namazının
kılınması şer'an gerekli olan her hangi bir köleyi keffaret olarak âzâd etmek kâfi
gelir.»
İmâm Mâlik buna
ilâveten diyor ki: «Namaz kılıp oruç tutan kölenin âzâdı bu babda
daha iyi olur.»
d) Cumhur-i
ulemâya göre, kör veya iki ayağı veya iki eli kesik veya felçli olan köle keffaret hususunda kâfi gelmez.
Ekseri fukahâya göre, bir ayağı topal veya bir gözü kör olan köle keffaret olarak âzâd olunabilir.
İmâm Mâlik, İmâm-ı Şâfü ve ekseri ulemâya göre: İki elinden ve iki ayağından
biri kesik olan köle de kâfi gelmez. Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre kâfi gelir.[21]
Diyetin hangi
develerden verileceği hakkında da görüş farkı vardır:
a) Resûlüllah (S.A.V.):
«Yanlışlıkla öldürülen
kimsenin diyeti, otuzu bintimahad, otuzu bintilebûn, otuzu hıkka ve on'u ibnilebûn olmak üzere yüz devedir.» [22]
Hattâbî diyor ki: «Ulemâdan bu hadîsi nakledip sened olarak getiren bir kimse bilmiyorum. Bildiğim, ekseri
âlimlerin, «yanlışlıkla öldürülenin diyeti ahmaslır»
dedikleridir. Re'y tarafdarı
olanlara göre de böyledir.
b) İmâm Ahmed'e göre: Yüz devenin beşte biri bintime-had,
beşte biri benîmahad,
beşte biri bintilebûn, beşte biri hıkka,
beşte biri de cezeadır.
c) İmâm
Mâlik ve İmâm-ı Şafiî'ye göre: Beşte biri hıkka,
beşte biri cezea, beşte biri bintilebûn,
beşte biri bintimehad, beşte biri de ibnilebûndur. Bu, Ömer bin Abdülâziz, Süleyman bin Yesar, Zührî, Rabîa
ve Leys bin Sa'd'm
kavlidir. [23]
Belirtilen diyeti kaatil mi öder, yoksa âkile (baba tarafından olan
akrabası) mı öder?
Kurtubî'nin beyânına göre, Peygamber (S.A.V.)in yanlışlıkla
öldürme olayında diyeti âkileye hükmettiği rivayet
yoluyla sabit olmuştur. [24] İlim
ehli de bu rivayeti muteber saymıştır. Aynı zamanda bu hususta icma' vâki' olmuştur.
Yalnız diyetin üçte
birinden fazlasının âkileye gerektiği üzerinde
durulmuştur:
Cumhur-i ulemâya göre,
hatâen katilde diyetin üçte birini tecavüz eden
miktar âkileye yükletilir. İmâm-ı Şafiî ve bir kısım
fukahâya göre cinayet az olsun, çok olsun hatâen katlin diyeti cânînin âkilesine
yükletilir. [25]
1.
Yanlışlıkla öldürülen bir mü'minin diyeti, yüz
devedir. Bu olmadığı takdirde kıymeti ödenir.
2. Kadının
diyeti erkeğin diyetinin yarısıdır.
3. İmâm-ı
Şafiî'ye göre: Kitab ehlinden zımmî
olanların diyeti, Müslümanların diyetinin üçte biridir. Mecûsî ve putperest
olursa, beşte biridir.
İmâm Mâlik ve İmâm Ahmed'e göre: ımmî'nin diyeti,
Müslümanların diyetinin yarısıdır. Süfyân Sevrî ve ıe'y taraf-darlarına
göre, zımmî ile muahıdin
diyeti, Müslümanların diyeti kadardır.
4. Hatâen öldürmenin keffareti, mü'min bir köle âzâd et» raektir. Bu te'mîn edilemediği
takdirde iki ay aralıksız oruç tutmaktır.
5. Diyetin ya hepsi veya üçte birinden fazlası âkileye
yükletilir. [26]
«Hırsızlık eden erkek
ve hırsızlık eden kadının yaptıklarına ceza ve Allah tarafından ibret verici
bir ukubet olmak üzere ellerini kesin. Allah Azîz ve Hakîm'dir.» [27]
Bir milletin huzur ve
emniyet içinde yaşayabilmesi için o milletin bünyesindeki parazitlerin,
mütecaviz ve zâlimlerin, ahlâksız ve şirretlerin işledikleri suçun nev'ine göre ceza görmeleri ve bu husustaki cezaî
müeyyidelerin, suçun tekrar edilmesine imkân bırakmıyacak
veya azaltacak bir nitelikte olması şarttır. Aksi halde işlenen suçların,
irtikâp edilen haksızlık ve zulmün ardı-arkası kesilmez. Bu bakımdan İslâm
Hukukunda te'min-i maslahat ve tevzi-i adalet ana
prensip olarak gösterilmiş, hüküm vaz'edilirken bu
prensipler dikkate alınmıştır. Ayrıca insanlığın yararına şu beş amacın
korunması hedef olarak tâyin edilmiştir:
1- Canı
muhafaza,
2- Malı
muhafaza ve bunların emniyeti,
3- Dini
muhafaza,
4- Aklı
muhafaza.
5- Ve nesli
muhafaza.
Bu saydıklarımıza
paralel olarak suç işleyenlerle, bundan zarar görenler ve cezayı tatbik
mevkiinde olanlar arasında içtimaî adalete medar olacak bir vasatın mevcud olması gerektir. Aksi halde tatbik edilen ceza
gayr-ı âdil olabilir. Meselâ:
a)
Fakirlerin hakkı tastamam verilmeyen, onlara iş
sahası te'min edilmeyen, bilâkis her gün
biraz daha onların sefalet ve sıkıntısını artıran cem'iyetlerdeki
sakîm zihniyet,
b) Gençlerin
şehvetini tahrik eden ve onların nefsânî arzularını
gıcıklayan gayr-i ahlâkî yaşayış ve buna çare aramıyan
bozuk bir düzen,
c) Eğitici
vasıtaların ahlâk kuralları dışında hazırlandığı ve aynı zamanda sansür
edilmediği halka dönük bir idare gibi sebepler bu vasatı ihlâl eder.
Bunun için İslâm dini,
«herkes emr u idaresi altında bulunanlardan
sorumludur» der ve bunu aile reisinden tâ devletin en yüksek kademesinde
bulunan zâta kadar teşmil eder.
îşte bu ve benzeri bir
takım sebepler ferdleri, hattâ cem'i-yet ve
milletleri hırsızlığa, rüşvete, irtikâba ve ahlâksızlığa sev-keder. O halde bu
kabil sebeplerin teşvik edici havası içinde muztar
kalıp hırsızlık eden bir adama, hırsızlık cezası olarak eî
kesme tatbik edilmez. Çünkü cem'iyet ve idareciler el
birliğiyle onu bu suçu işlemeye âdeta zorlamıştır. Nitekim bize kadar gelen
sahih rivayetlerden öğreniyoruz ki, Hazret-i Ömer (R.A.) kıtlık senesinde
hırsızlık haddini (el kesme cezasını) uygulamamıştir;
daha hafif cezalar tatbik etmiştir.
Hırsızlıktan dolayı el
kesme cezası İslâmdan önce vardı. Câhiliyye
devrinde Velîd bin Muğîre'nin
tatbik ettiği meşhurdur. İslâmda ise ilk eli
kesilen, erkeklerden Hıyar bin Adiy bin Nevfel bin Abdimenâfdır.
Kadınlardan Benî Mahzûm kabilesinden Mürre binti Süfyân
bin Abdil'esed'dir.
Hazret-i Peygamber
(S.A.Y.) devrinde yalnız bu ikisinin eli kesilmiş ve başka da bir hırsızlık
hâdisesi tesbît edilememiştir. Hazret-i Ebûbekr (R.A.) devrinde Esma binti
Umeys'-in gerdanlığını çalan bir Yemenlinin eli
kesilmiştir. Hazret-i Ömer (R.A.) devrinde de yalnız bir hırsızlık olayı tesbît edilmiş ve bu yüzden İbn-i
Semûre'nin eli kesilmiştir. [28]
Demek ki Resûlüllah Efendimiz ile iki halîfesi devrinde (22 yıl
içinde) üç hırsızlık hâdisesi görülmüş ve gerekli ceza verilmiştir.
Acaba her hırsızlıktan
dolayı el kesilebilir mi? Yoksa bunun bir takım şartları var rnı? Âyet-i Kerîmenin zahiri umum ifâde eder; yâni
hırsızlık az olsun çok olsun yaptığı tesbît
edilen her hırsızın eli kesilir. Fakat âyetin asıl delâlet ettiği mâna böyle
değildir. Çünkü âyeti, varsa başka bir âyetle, yoksa hadîslerle tefsîr etmek
gerekir. Aksi halde ilâhî muradın dışına çıkılmış olur.
Bu hususta başka âyet
olmadığına göre hadîslere müracaat edelim.. Âyet-i Kerîme'nin tefsirinde
Hazret-i Peygamber (S.A.V.)
buyuruyorlar ki:
«Hırsızın eli ancak
(çaldığı şey'in) bir dinarın dörtte biri veya daha fazla (değerinde) olursa
kesilir.» [29]
O halde âyette
«hırsızlık eden»den murad, bu nisbette
hırsızlık yapanlardır.
Bu, Ömer bin Hattâb, Osman bin Afvan ve Ali
bin Ebûtâlib'in kavlidir. Ömer bin Abdülâziz, Leys, İmâm-ı Şafiî ve Ebû Sevr'e
göre de böyledir. İmâm Mâlik'e göre çalman şey bir dî-narm
dörtte biri veya üç dirhem değerinde [30]
olursa el kesilir. Bu duruma göre îmâm Mâlik altın ile gümüşten her birini
kendi nefsinde asıl (birim) olarak kabul etmiştir.
İmâm Ahmed bin Hanbel ve İshâk'a göre, çalman altın ise dînârın dörtte biri, altın
ve gümüşten başka bir şey ise, ya dî-narın dörtte
biri veya üç dirhem kıymetine tekabül ederse el kesilir. Bunların hücceti, İbn Ömer (R.A.)dan yapılan şu rivayettir: «Adamın biri
başkasına ait bir kalkan çalmıştı. Onu yakalayıp Hazret-i Peygamber'e
getirdiklerinde, kıymetlendirilr meşini emretti. Üç
dirhem olarak kıymetlendirildi.» Fakat bu hususta en sahîh rivayet Hazret-i Âişe'nin dînârın dörtte biri olduğuna dair yapmış olduğu
rivayettir.
Ebû Hanîfe, arkadaşları ve
îmâm-ı Sevrî'ye göre, hırsızlık edenin eli ancak,
kıymet olarak on dirhem veyahut tartı veya ayın olarak bir dînâr ile
kesilebilir. Şu şartla ki çaldığı şey'i, sahibinin mülkünden çıkarmış olsun..
Bunların delili,
çalman kalkanın on dirhem olarak kıy-metlendirildiğine
dair İbn-i Abbas (R.A.)dan yapılagelen rivayettir.
Yukarıdaki şarttan
başka bir de, malın muhafaza edildiği yerden çalınması şarttır.
Hasan bin Ebû Hasen'e göre ise, hırsızın,
çaldığı elbise ve eşyayı evin bir yerinde toplarsa yine eli kesilir.
Belirtilen miktarı
birkaç kişi müştereken çalacak olursa:
Şâfiîlere göre
hepsinin eli kesilir. Diğer imamlar aynı görüşte değildirler.
Hırsız el kesilme
cezasına çarpılınca, çaldığı malı veya bedelini ödemeğe borçlu tutulur mu? Ebû Hanîfe'ye göre, hayır. İmâmı
Şafiî'ye göre evet. İmâm Ahmed de aynı görüştedir.
Mâlikîlere göre çalınan mal telef olmamışsa sahibine verilir. Telef olmuşsa,
hırsızın malî durumu müsaidse buna borçlu olur,
fakirse borçlu olmaz.
Bu hususta Hanefîlerin
delili «Hırsıza hadd ikaame
edilince artık (çaldığı malı ödemeye) borçlu değildir,» hadîsidir.
Çalman bir malı
hırsızdan çalan kimsenin eli kesilir mi?
Mâlikîlere göre
kesilir. Şâfiîlere göre kesilmez. Çünkü ikinci hırsız o malı asıl sahibinden ve
muhafaza edildiği yerden çalmamıştır.
El kesme cezası tevbeyle düşer mi?
a) Atâ' ve bir cemaate göre, eli kesilmeye imkân
bulunmadan tevbe ederse hadd
sakıt olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk
38.âyet i müteakip: «Fakat yaptığı o haksız hareketinden sonra tevbe (ve rücû') eder,
kendini düzeltirse, şüphesiz ki Allah onun tevbesini
kabul eder. Çünkü Allah Azîz ve Hakîm'dir» buyuruyor. Nitekim İmâm-ı Kurtubî (min ba'di zulmihî)yi (min ba'di sırkatihî)
diye tefsir etmiştir,
b)
Şâfiîlerden bir kısmı, muhârib haddine kıyasla buna kaaildirler. Çünkü onlara göre istisna vücubdandır,
yâni müstesna minh, vücubdur.
Böylece bütün hadleri buna hamletmek gerekir.
c)
Mâlikîlere göre el kesme cezası tevbeyle sakıt olmaz.
İbn Kesîr'in rivayet ettiği bir hadîste bu hususun
îzahı yapılarak buyuruluyor ki: Hırsızlık yapan bir
kadını Hazret-i Pey-gamber'e getirdiler ve:
— Ya Resûlellah! müsâade buyurursanız (bunun eli kesilmesin de)
biz ona bedel kurtuluş akçesi verelim.
— Hayır, elini kesin!..
— Fidye olarak beşyüz
dînar verelim (olmaz mı?). Hazret-i Peygamber (S.A.V.):
— Hayır, elini kesin!., buyurdu.
Emir yerine
getirildikten sonra kadın Hazret-i Peygam-ber'e müracaatla:
— Ya Resûlellah! Tevbe edebilir miyim?
— Evet, bugün sen annenden doğduğun günde
olduğu gibi hatâlarından temizlendin!, buyurdular. Bunun üzerine: «Fakat
yaptığı o haksız hareketinden sonra tevbe eder, kendini
düzeltirse...» mealindeki âyet indi. [31]
İki sözgötürmez hadîs kitaplarının tesbîtine
göre: Bu kadının elinin kesilmemesi için şefaatte bulunanların bu hareketine
karşı Hazret-i Peygamberin rengi değişmiş ve şöyle buyurmuştur:
«Azîz ve Celîl olan Allah'ın hadlerinin (tatbik edilmemesi için)
şefaat mi ediyorsun? Bilmiş olun ki: Sizden evvelkileri, onlardan şerefli bir
kimse hırsızlık yaptığında bırakır, zayıf bir kimse yaptığında elini
keserlerdi. Bu haksızlık onları helak etmiştir. Nefsim kudret elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fâtım'a da
hırsızlık etse elini keserim.»
Bunun için Îbnü'l-Arabî, Şâfiîlere seslenerek diyor ki: «Subhanellah! Nerede kaldı mes'eîelerin
derinliğinden istin-bat ettiğiniz fıkhın ve şer'î hükümlerin inceliği? Muhârib had-diyle bunun arasında
ne münasebet vardır? Hal ve hikmet bu iki had arasını ayırmıştır.
O halde tevbe makbuldür, fakat el kesme keffarettir. Yâni hırsız tevbe de
etse yine keffaret olarak eli kesilir.»
Geniş bilgi için fıkıh
kitapları (sirkat) bahsine bakılsın. [32].
1. Te'min-i maslahat ve tevzi-i adalet ana prensiptir.
2. Hırsızın
eli kesilir.
3. El kesme
cezasının uygulanabilmesi için çalman şey'in en az dînarm
dörtte biri olması veya o değerde bulunması şarttır. Bu, îmâm-ı Şafiî ile tmâm Sevre'e göredir. İmâm
Mâlik'e göre, ya dinarın dörtte biri veya üç dirhem
olması veya bu değerde bulunması şarttır. Hanefîlere göre, ya
bir dînâr veya on dirhem olması veya bu değerde bulunması şarttır.
4, Hırsızın
eli kesilince artık çaldığı malı ödemeğe borçlu tutulmaz,
5. El kesme
cezası tevbeyle sakıt olmaz. [33]
[1] Bakare sûresi, âyet: 178
[2] Mâide sûresi, âyet:
45.
[3] Velîden maksad, yukarıda da
belirtildiği gibi, Öldürülenin işlevini dü-zenliyen mirasçılarıdır. Maktulün hakkını taleb hususunda onlara bir salâhiyet ierîlnîhtii"..
Bu salâhiyet su üç husustan birini seçmekle kullanılır. Kısas, diyet, ai'v.. Şayet maktulün vârisleri yoksa bu hakkı hükümdar
kullanmaya yetkilidir.. İsrâ sûresi, 33. âyetle buna
işaret edilerek buyuruluyor ki: «Kim mazlum olarak
öldürülürse, biz onun velîsine (mirasçısına, yoksa onun işlerini tedvire
yetkili olan hükümdara) bir sultan (salâhiyet vermişizdir. O da katilde israf
etmesin. Çünkü o, cidden yardıma mazlıar edilmiştir.»
[4] Celal Yıldırım, Kur’an
Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/133-138.
[5] Bak, Nisa sûresi 92. âyetin açıklamasına.
[6] Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı
Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/138-140.
[7] Celal Yıldırım, Kur’an
Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/140.
[8] Bakare sûresi, âyet: 179
[9] Celal Yıldırım, Kur’an
Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/140-141.
[10] Celal Yıldırım, Kur’an
Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/142-143..
[11] Mâide sûresi, âyet: 45.
[12] Tefsîr-i İbn Kesîr C. 2, S. 62.
[13] Ebû Dâvud, Tirmîzî. Hâkim Müstedrek'de
Abdullah bin Mübârek'den. Tirmizî bu rivayet için:
«Hasenün garibim» diyor.
[14] Neseî, İbn-i
Kesîr Tefsiri, C. 2, S. 62.
[15] İbni Kesir Tefsiri C. Z, S.
62.
[16] Buîıâri, Müslim ve diğer eshâb-ı sünen.
[17] Geniş bilgi için bak:
Tefsîr-i Kurlubî C. 6, S.
208/ Ebûbekr Râzî'nîn Ahkâmü'l-Kur'ân C. 2, S. 439 - 442. İstanbul baskı 1335.
Celal Yıldırım, Kur’an Ahkamı Ve Mezhep
İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/144-149.
[18] Celal Yıldırım, Kur’an
Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/149.
[19] Nisa sûresi, âyet: 92.
[20] Ebû Dâvud.
[21] Bu hususta geniş bilgi için bak, Kurtubî
Tefsiri C. 5, S. 314-315.
[22] Ebû Dâvud.
[23] Fazla bilgi için bak Kurtubî
Tefsiri C. 5, S. 318.
[24] Tefsîr-i Kurtubi, C. 5, S.
320.
[25] Celal Yıldırım, Kur’an
Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/150-155.
[26] Celal Yıldırım, Kur’an
Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/155-156
[27] Mâİde sûresi, âyet:
3S.
[28] Tefsîr-i Kurtubî, C. 6, S.
160.
[29] Dinar, sikke demektir ki, 4,25 gr. agırlığındadır.
Muamelâtta resmi dî-nar 4,25 gr. olarak bugüne kadar muteber kalmıştır. Arap
müelliflerinin verdikleri malumata dayanan kıymet hesaplarında, başka bir
rayiç ayrıca bildiril-mediği takdirde, dâima 4,25 gr.
saf altını hâvî dînâr nazar-ı i'tibare
alınmıştır. Bak: İslâm Ansiklopedisi DÎNAR maddesine..
[30] Halîfe Ömer devrinde bir dirhemin 2,97 gı. olduğu söylenir. Daha sonraları 3.148 gr. hk bir vezin adı almıştır. Bugün fıkıh kitaplarının verdiği
kı-rât-ı şer'î ve kırât-ı
örfî üzere şöyle tesbît olunmuştur: Bir Dirhem-İ
ser'î 3.365 gr. Bir dirhem-i örfi ise 3.207 gr. dır ki bu ağırlık birimi olarak
kg. kabul edilmeden önce İstanbul'da ağırlık birimi olarak kabul edilmiştir.
[31] İbn Kesir, İmâm Ahraed bin Ilanbel'den.. C. 1, S.
56 - 57. Bu kadın, aa yukarıda bahsettiğimiz Benî Mahzûnı
kabilesinden olandır.
[32] Celal Yıldırım, Kur’an
Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/156-161.
[33] Celal Yıldırım, Kur’an
Ahkamı Ve Mezhep İmamlarının Görüş Farkları, Bahar Yayınları: 2/161-162.