ÜÇÜNCÜ BÖLÜM... 1

KÂİNAT İLE GÜNEŞ - AY VE DÜNYANIN ŞEKİL VE YAPILARI 1

A- KÂİNATIN VE GÖĞÜN ŞEKLİ 1

B - GÜNEŞ-AY VE DÜNYANIN ŞEKİL VE YAPILARI 4

1- Güneşin Şekli, Yapısı, Işık Ve Karanlık Olayı 4

a - Güneşin Şekli Ve Yapısı 4

b - Işık Ve Karanlık Olayı 5

c - Ay İle Güneş Arasındaki Işık Farkı 11

2 - Ayın Yapısı Ve İki Parçaya Bölünmesi Olayı 11

a - Ayın Yapısı Ve Söndürülüşü. 11

b - Peygamber Devrinde Ayın İki Parçaya Bölünmesi Olayı 12

3 - Dünyanın Şekli Ve Yapısı 13

a - Dünyanın Şekli 13

b - Yerkürenin Tabakaları ve Yapısı 17

b1 - Dünyanın Ateş-Gaz Dönemi 19

b2 - Yerkabuğunun Oluşumuna Genel Bakış. 22

b3 - Dağların Oluşumu. 28

b4 - Yeryüzü Su Kaynakları 30

b5 - Hava Tabakası, Bulutlar Ve Faaliyetleri 32

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

KÂİNAT İLE GÜNEŞ - AY VE DÜNYANIN ŞEKİL VE YAPILARI

 

A- KÂİNATIN VE GÖĞÜN ŞEKLİ

 

Buraya kadar ele aldığımız âyetlerden, gök içerisinde yer alan tüm ecrâmsemâviyye (: yıldız, gezegen ve uydular)nin ve hatta tüm bir gökada ve göğün bir dönüş hareketi içerisinde olduklarını anladık. Bir mihver yâni kendi çevresi etrafında dönen bir cismin en tabii şekli elbet onun yuvarlak olmasıdır. Yıldız ve gezegenlerin yuvarlak olmaları ile onlardan oluşan bir gökada veya bir göğün yahut çeşitli göklerden oluşan tüm bir kâinatın yu­varlak olmaları ayrı ayrı şeylerdir. Yıldız ve gezegenlerin yuvarlak olması, burçların ve diğer üst birimler olan gökada ve göklerin de yuvarlak ve küre biçiminde olmalarını gerektirmez.

Burçlar ve daha üst seviyedeki gökadalar veya herhangi bir gök, şekil olarak küre biçimi meydana getirmeseler de neticede tüm kâinatın hepsi yu­varlak bir şekil oluşturmuş olabilirler. Hz. Muhammed (571-632 m)'in, Arş'm gökler üstünde bir kubbe gibi olduğunu, beyan etmesine bakılırsa[1] sonuçta göklerin böyle bir şekil oluşturdukları hükmüne varılabilir. Öteden beriye pek çokları gökyüzünü, yerküresinin kubbesi olarak düşünmüşlerdi.[2] Gökyüzüne bakıldığında onu bir kubbe gibi görmek insanları aldatmış olabilir. Gerçekler her zaman göründüğü gibi olmazlar.

Cisimlerin renk ve nitelikleriyle ilgilenen ve bunların sebeplerini or­taya koymaya çalışan Fahruddîn er-Râzî (544-606 h/1150-1210 m) tefsirinde onların şekilleriyle de ilgilenmiştir. Ona göre, aynı etki altında ka­lan maddeler, aynı şekil ve renk alırlar. O ayrıca, tabiatta en basit şeklin küre olduğu görüşünü benimsemiş bulunmaktadır.[3] O, eserinde; "Âlem küre bi­çimindedir" diyerek[4] toplam kâinatı yuvarlak şekilde kabul etmiştir. Râzî şu aşağıdaki âyeti de bu anlayışına göre yorumlamaktadır veyahutta onun âlemin şekli hakkındaki görüşü bu âyetten kaynaklanmaktadır: Peşi sıra göklerin anlatıldığı bu âyetlerde şöyle denilir:

" - Sizi yaratmak mı daha güç yoksa göğü yaratmak mı ki onu Al­lah bina etmiştir.

-  Onun boyunu O yükseltti ve (sonra) onu tesviye edip düzene koydu.

- Onun gecesini kararttı, gündüzünü de aydınlığa çıkardı" .[5]

Burada ortadaki âyette, göğe yükseklik boyutu verildikten sonra onun tesvi­yesinden bahsedilmektedir. Bulutsu dev kütle bölünüp parçalandıktan sonra her gök, kendine âit bir yerde belli bir yükseklik boyutuna kavuşturulmuş ve bu arada bir de tesviye (:düzenleyip dengeleme) işlemine tâbi tutulmuş­tur[6]. F. Râzî, bu tesviye işlemine dayanarak ve önceki bazı müfessirlerin de görüşünü benimsiyerek bunun âlemin küre biçiminde olduğunu gösterdi­ğini ve küreden başka bir şekil alan bir gökte gerçek bir tesviye yapılmış olamıyacağım, anlatır.[7] Ondan sonra müfessir Neysabûrî (Ö.728 h/1328 m), Tslâmda gök bilimiyle uğraşanların ilgili âyetteki "tesviyemden âle­min yuvarlaklığı hükmünü çıkardıklarım yazar ki[8] Râzî'nin onların başın­da yer alacağı şüphesizdir. Çeşitli İslâmî ilimler alanında eser yazan ilk mü­elliflerden Taberî (224-310 h/838-922 m) ise buradaki tesviye işlemini, gökte her şeyin eşit yükseklikte yapılıp birinin diğerinden daha alçak veya daha yüksek olmadığı, biçiminde yorumlamıştır.[9] Her cismin kendi yapisına has bir derinlik ve yükseklik boyutu olacağından bu görüşü kabul etme­miz mümkün değildir. Uzayda her nesnenin hacmi ve dolayisiyle yükseklik ve derinliği diğerinden farklıdır. Ancak uzayda nesneler, altta ve üstte oluş açısından birbirlerine eşittirler. Çünki boşluklarda yüzen cisimlerin alt veya üstleri yoktur ve uzay boşluğu, kendi içinde yüzen cisimlerin bu tür bir yön­lenmesine imkân vermez.

Daha önce Yaratılış ve Göklerin oluşumu konuları içerisinde gördü­ğümüz gibi, dev bulutsu kütlenin[10] patlayıp bölünmesi (: fatk) ile [11]kopan parçalar bu ilk ve müteakip bölünmeleri meydana getiren güçlerin etki­siyle ve her bir parçanın da büyüklüğü nisbetinde değişik ve gelişigüzel me­safelere dağıldılar. Kur'an'ın bu kaydettiğimiz ilgili âyetlerinden, sözkonusu patlayıp dağılma neticesinde, göklerin, yükseklik ve derinlik boyutu (: semk ) na kavuştukları ve sonra gelişi güzel dağılıştaki dengesizlik­lerin ve pürüzlerin giderilip tesviye işleminin gerçekleştiği ve mesafelerin ayarlanıp dengelerin kurulduğu, anlaşılmaktadır. Gök bu işlemlere uğrarken F. Râzî'nin de dediği gibi tam küre biçimi olmasa bile dış görünüşü itibariy­le fazla eğri büğrü olmıyan bir şekle kavuşmuş olabilir.

Bir göğün dışardan iç görünüşüne gelince burada yıldızlar ve burç­lar düzgün hatlar oluşturmayıp aksine kıvrım kıvrım hat ve çizgilerden oluşan bir görünüş sergilerler. Göğün bu iç görünüş şekli hakkında Kur'an'ı Kerîm 'de şöyle denilir:

" - Andolsun o hareli yollara sahip olan göğe

- Ki siz (inkarcılar) çelişkili görüşler içindesiniz".[12]

Göğün kıvrım kıvrım yâni hareli görünen şekline âyette "hubuk:" de­nilmiş ve inkarcıların tutarsızlık ve çelişkileri düzgün olmayan böylesi hatla-'ra benzetilmiştir. İlk müelliflerden Ferrâ' (ö. 207 h/822 m) ve gene ilk müelliflerden olup Kur'an'ın garip kelimeleri üzerine eser yazan İbn Ku-teybe (ö. 276 h/889 m) ve bunları takibeden Taberî'den başlamak üzere müfessirlerin bir kısmı bu "hubuk" kelimesine böyle bir anlam verdiler. Ayetin ilk bu şekilde yorumlanması ise hicrî 1. asrın ünlü âlimlerinden Dahhâk (ö. 105 h/723 m)'a dayanmaktadır. O ve onu izliyenler; kumluk bir araziye veya durgun suya, şiddetli olmıyan bir rüzgar vurduğunda onla­rın üzerinde oluşan kıvrım kıvrım yol ve çizgilere "hubuk" denildiğini ve göğün de bu şekle sahip bulunduğunu, söyleyip yazarlar. Hatta onlardan bazıları bunu, rüzgarda birbirine dolanıp dalgalanan ekine ve kıvırcık saçlara da benzetirler. Diğer müfessirler ise sözkonusu kelimeye; zînetli ve güzel, yahut sağlam bünyeli gibi daha değişik anlamlar vermişler ve bu güzelliğin de yıldızlardan kaynaklandığını söylemişlerdir.[13] Aslında göğün hareli şek­li yıldız ve gezegenlerin sıralanış biçiminden ortaya çıkmıştır ki buna işaret eden F. Râzı, bir ihtimalde olsa, bununla yıldızların hareketlerinde izle­dikleri yolların kastedilmiş olabileceğini, yazar.[14] Şu kadar varki burada önemli olan yörüngeler değil, onları izleyen yıldız ve gezegenlerin toplam görüntüleridir. Taberî hâriç tutulursa Dahhak'tan başlıyarak birinci gö­rüşü benim siy enler, tefsirde dile ağırlık veren müfessirlerdir ki garip kelime ve ifâdeler sözkonusu olduğunda onların anlayışları önem taşır. Bu âyetten anlaşılan şudurki, göğün iç kesitini uzaktan gözliyen bir kimse onu, rüzgar­dan iç içe kıvrım kıvrım hatlar oluşturan bir su yüzeyi veya böyle bir şekil almış kumlu bir arazi yüzeyi yahut dalgalanan bir ekin gibi göreceklerdir. Âlemde gelişi güzel bir şekillenme hiç bir zaman sözkonusu olamaz. Daha önce kaydettiğimiz Nâziat sûseri âyetlerinden anlaşıldığı gibi gerek bir gö­kada ve göğün toplam dış şekli ve gerek bunların iç düzenlemeden doğan iç kesitlerine ilişkin şekilleri, onu yapan Yüce Gücün verdiği boyutlar (semk) ve bunlarda yaptığı iç düzenleme (: tesviye) lere göre ortaya çıkmış­tır.

Ancak burada "hubuk" ifadesi göklerdeki bu müşahhas görüntünün yânı sıra evrendeki çeşitli türden dalga ve ışınların ve dalga boylarının düz gitmediğini anlatıyor da olabilir. Bu ihtimale göre eğer biz onların seyr ve akışlarım görebilseydik onları söz konusu bu tâbir ile anlatıp nitelenen bir durumda görmüş olacaktık. Kur'an-ı Kerim'de bazan bir tek ifade ile birden çok gerçeklerin dile getirildiği görülür ki burada da böyle bir ihtimale hiç bir engel olmasa gerek. [15]

 

B - GÜNEŞ-AY VE DÜNYANIN ŞEKİL VE YAPILARI

 

1- Güneşin Şekli, Yapısı, Işık Ve Karanlık Olayı

 

a - Güneşin Şekli Ve Yapısı

 

Bizim burada şekilden kasdımız dış görünüş ve yapıdan kasdımız da onun kütlesine âit oluşum ile bu kütlenin sahip olduğu maddeler ve onların özellikleridir. Bilindiği gibi güneş, kendi ailesinin reisidir ve o, aile fertle­rinden olan dünyamızdan yaklaşık 105 bin kat daha büyüktür ve yaşı da 4.6 milyar yıl kadardır.[16] Bu kadar büyük olan güneşimizin diğer dev yıl­dız ve güneşlerin yanında gene de küçük kaldığı bildirilmektedir.[17] Kur'an'daki yer ve göklerin altı safha içerisinde yaratılıp ortaya çıkma­larıyla ilgili âyetlere bakılacak olursa[18] güneşle dünyanın aynı anda yara­tılmaya başladıkları ve sonra her ikisinin ayrı yönlerde gelişme gösterdik­leri hükmüne varılır. Yâni her İkisinin de doğum tarihleri ve yaşlan aynı­dır. Güneş aile içerisinde dünyamızın reisi olmakla beraber o, dünya için vardır ve hatta ailenin diğer tüm fertleri, reisin değil bu yerkürenin hizme-tindedirler. Çünki burada âlemin kendisi için yaratıldığı insan bulunmakta­dır.

Güneşin şekline gelince o, gördüğümüz gibi yuvarlaktır ve onun bu şekli müslümanlar arasında herhangi bir münâkaşa konusu olmamıştır.

Kur'an-ı Kerîm'de ifâde edildiği gibi başlangıçta dünya, güneş ve diğer gezegenler ve daha doğrusu yer ve gökler bitişik (:ratk)[19] ve bu­lutsu (:duhan)[20] tek kütle olduklarına göre ilk safhada dünya ile güneşin aynı tür maddeler ihtiva ettikleri şüphesizdir. Bölünme (fatk) den sonra ise hepsi kendi ortamında bir değişime uğradığından içerdikleri maddeler iti­bariyle farklılaşmalar olmuştur. Bugün yerkürenin ve hatta güneşin ne gibi maddeler ihtiva ettikleri ve bu maddelerin hangi şartlarda bir birlerine dö­nüştükleri ve dönüşmekte oldukları kısmen bilinmektedir. Bu konu tabiatiyle sürekli yeni araştırmalara muhtaçtır.

Dünya, gaz kütlesi olma hâlini milyarlarca yıl Önce geride bıraktığı halde güneş bu durumundan kurtulamamış ve onun üzerinde çok büyük bir hızla hiç durmaksızın hidrojen zerrelerini helyum gazına dönüştüren bir dü­zen kurulmuştur. Güneş, diğer yıldızlar gibi bir yıldızdır ve ısısını kendi merkezindeki nükleer ocaktan alıp yanmaya devam eden dev bir gaz kütlesidir. Işık ve ısımızı, yer yüzü yakıt hazînelerimizi ve çeşitli şekillerde oksijen yenilenmesini bu kütledeki zerresel patlama ve yanmalara borçluyuz.[21] Gü­neşsiz bir hayat düşünülemez ise de o bizim ilâhımız değildir. O, hayata gi­den zincirin en büyük halkalarından birini teşkil ediyor, fakat tüm halkaları yaratantek yüce güç Allah'dır. [22]

 

b - Işık Ve Karanlık Olayı

 

Yeryüzünde, çeşitli yöntemlerle yaktığımızda veya patlattığımızda ışık veren maddeler ve gene ışık ve hararet veren enerji yüklü güçlere sahip nesneler vardır. Odun, kömür, petrol, uranyum mâdeni gibi nesneler, su ve rüzgâr güçleri bunlardandır. Bu ışık ve hararet veren maddelerin çoğunun varlıklarını güneşe borçlu oldukları ve bir kısmının da ilk oluşumlarında gü­neş etkisinin bulunduğu uzmanlarca söylenmektedir. Biz burada esas ışık ve hararet kaynağı olan güneşin ve onun gibi güneşlerin bu özelliklerinden ve bu arada ışık yokluğu karanlıktan sözedeceğiz.

Bugün güneşteki hararet ve ışığın ondaki gaz zerrelerinin patlamala­rından yâni hidrojenin helyuma dönüşmesi olayından kaynaklandığı bilin­mektedir. Biz Peygamber (S)'in şu sözünü bu bilgi ışığında değerlendir­mekten kendimizi alamıyoruz. O şöyle diyorlar:

" Nar (ateş) Rabbine; benim bir kısmım diğer kısmım} yiyor, diye şikâyette bulundu. Yüce Allah da onun, biri yazın öteki kışın ol­mak üzere iki nefes almasına izin verdi. Mâruz kaldığınız en çok sıcak ile sizi en çok üşüten zemheri işte budur"[23]

Benim anlayışıma göre burada Peygamber, cehennemde olup bi­tenler ile güneşte olup bitenler arasında bir ilişki kurdu. Aslında cehennem için yaz ve kış mevsimleri düşünülemiyeceği gibi güneş için de böyle bir şey düşünülemez. Şu kadar varki güneşin her yeri aynı sıcaklık derecesinde değildir ve lekeli yerler ile diğer kısımlar arasında büyük derece farkları vardır.[24] Ateşin yaz ve kış iki nefes alması ile Hz. Peygamber (S)'in ne anlatmak istediğini tam olarak bilemiyoruz. Hadiste bu olay maddelerden birinin diğeri tarafından yenilmesi ile ilgili görülüyor. İnsan nefes aldığında hava onun ciğerlerine ve oradan da hücrelerine kadar gider. Bunun gibi aca­ba güneş, kendisinde açılan bir takım dev delikler vasitasiyle içerisine gaz rüzgârları çekip alıyor da sonra dışarıya başka türden gaz ve enerjiler mi püskürtüyor? Hz. Peygamber bu yukardaki hadisin farklı rivayetlerinden birinde; sıcağın şiddetinin cehennemin kaynamasından olduğunu, söylemiş ve bu sebeple öğle namazlarının daha serin olan vakitlere geciktirilmesini istemiştir[25] ki burada onun cehennemle doğrudan güneşi kasdettiği açıktır. Bu durumda o yukardaki konuşmasiyle, güneş içerisindeki nefes alma ve kaynama olaylarını anlatmış olmaktadır ki bunların mâhiyetini elbet ilgili bilim adamları bilirler. Peygamberin bu sözünde ilginç olan bir ifâdede; ate­şin bir kısmının diğer kısmınca yenilmesidir. Bu da bugün bildiğimiz gü­neşteki hidrojen zerrelerinin helyum gazına dönüşmesi olayına uygun düş­mektedir. Hidrojen sürekli yenilerek varlığını kaybetmekte ve böylece gü­neşin bir kısmı öteki kısmını yemiş olmaktadır. Bu işlem devam ederken güneş, sürekli ışık ve enerji kaynağı olmaya devam etmektedir. Bu işlem el­bet ilelebed devam etmiyecek ve uzmanlarm da belirttikleri gibi bir gün ge­lecek onda soğuma başlıyacaktır. Acaba Hz. Peygamber nar (:ateş) da oluşan İki nefes ile güneşin bu iki safhasını mı anlatmak istediler. Nar için­de en şiddetli zemheri soğuğu nasıl oluşacaktır? Rivayet biliminin pîri sayı­lan ve hadisleri kendi anlayışına göre başlıklar altına yazan Buharalı ün­lü bilgin İmam Buhârî (194-256 h/818-870 m) ünlü hadisçi Müs­lim'in aksine, Peygamber'in sözkonusu sözlerini; "Yaratılışın başlangıcı: Bed'u l-halk" diye bir başlık altına kaydetmiştir ki onun bu olay ile yaratı­lış arasında bir bağlantı kurduğu açıktır. Gerçekten güneşte, anlatılan türden bir işlem olmasa, enerji, ışık ve belkide onun yeterli cazibe gücü olmıyacak ve böylece pek çok şey varlık alanına gelemiyecek ve yeryüzünde hayat başhyamıyacaktır.

Peygamber (S) bir başka konuşmasında cehennem ateşi ile dünya ateşini karşılaştırmış ve şöyle demiştir:

" Siz âdemoğullaruun yakmakta olduğu şu ateş, cehennem ateşi­nin yetmişde bir parçasıdır. Oradakiler dediki; Ey Allah'ın elçi­si! Allah'a yemin olsun ki bu ateş (inkarcılara azap için) şüphesizki yeter? Bunun üzerine Peygamber şöyle konuştu: Cehennem ateşi sizin ateşinizden altmış dokuz derece daha fazla ya­pılmıştır. Dünya ateşinin hepsi onun bir tek derecesinin harare­ti gibidir".[26]

Hz. Peygamber'in benzer bir sözlerine yer veren hadisçi İbn Hibbân Resûlüllah'ın bu konuşmasının sonunda; "Dünya ateşi deniz suyu ile karış­tırılmıştır. Eğer böyle olmasaydı Allah bu ateşte hiç kimseye bir fayda yarat­mamış olurdu" dediğini kaydeder.[27]

Eğer Peygamber (S) yukarda, öyle namazının çok sıcak saatlardan se­rin bir zamana geciktirilmesiyle ilgili sözlerinde olduğu gibi burada da me­caz olarak cehennem sıcağı ile güneşi kastediyorsa bundan, güneşte ortaya çıkan enerji ve hararetin dünya üzerinde bizim kullandığımız tabii ateşten çok daha yüksek derecede olduğu sonucu ortaya çıkar. Onun İbn Hıb-ban 'm kaydettiği sözlerinden anlaşıldığına göre; dünya ateşi de başlangıçta bu derece bir hararete sahip iken sonradan onun su ile derecesi düşürülmüş ve o, insanlar tarafından rahatlıkla kullanılır hâle getirilmiştir. Burada Pey­gamber, dünyanın soğutulmasından bahsediyor ve bu işlem olmadan ateş içinde menfaat bulmanın imkânsızlığına dikkat çekiyor. Hz. Peygamber; ate­şin derecesinin düşürülmesi için su ile karıştırıldığını söylerken bununla o, suyun katkı maddeleri hidojen ve oksijen arasında bir dengenin kurulduğunu ve bu sayede dünyanın güneş gibi olma özelliğini kaybettiğini anlatmak iste­miş de olabilir.

Güneş içerisindeki sürekli patlamalarla buna mâruz kalan zerre (:atom) lerdeki hararet ve çeşitli güçlerin açığa çıktığı ve buradan hâsıl olan ışığın tüm güneş ailesi fertlerini aydınlattığı bir gerçektir. Bu ışığın te­melinde zerrelerin yarılıp parçalanması yatmaktadır. Milyarlarca güneş üze­rinde meydana gelen bu işlem tüm kâinatta ışığın kaynağı olmakta ve evren­de, karanlıkların yarılıp yerlerini sabah ve aydınlıklara terketmelerinin ar­dında, bitmek tükenmek bilmiyen bu sürekli patlamalar ve bir maddeden ötekine sürekli geçişler bulunmaktadır. Burada Kur'an'in şu âyetlerini hâ­tıra getirmemek mümkün değildir.

" - Şühesiz Allah taneleri ve çekirdekleri yarıp yaratandır. Ölü­den diriyi o çıkartıyor. Diriden de ölüyü çıkaran O'dur. işte Al­lah budur. O halde nasıl oluyor da imandan döndürülüyorsu­nuz.

-  O (Karanlıkları) yarıp sabahlan da çıkarandır. O, geceyi bir sükûnet (dinlenme), güneş ve ayı bir hesap ölçüsü olarak yara­tandır. İşte bütün bunlar eşsiz gâlib ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.

- Kara ve deniz karanlıklarında yolunuzu bulaşınız diye sizin için yıldızlar yaratan O'dur. Gerçekten Biz, öğrenecek bir topluma delillerimizi tek tek açıkladık"[28]

Biz daha önceden de açıkladığımız gibi[29] bu âyetlerde söz konusu edilen tane (:habb) ve çekirdekler (:nevâ) müfessirlerce, bitki ve meyve­lerin tane ve çekirdekleri olarak anlaşılmıştır ki bizim de aklımıza ilk gelen budur. Ölüden dirinin ve diriden de ölünün çıkarılıp yaratılmasına gelince bunu bazı müfessirler; bitkiler ve onların tohumları arasında sürekli birbirini meydana getirme olayının yanı sıra, insan ve hayvan yumurta ve tohumları­nın yarılma suretiyle yeni bir canlı meydana getirmeleri şeklinde yorumla­mışlardı.[30] Karanlıkların yarılıp ondan sabahların çıkarılması olayında ise canlı bir unsur bulunmamaktadır. Şu âyet de bunun gibidir:

" (Ey Rabbim) Sen geceyi gündüzün içine koyarsın, gündüzü de geceye sokarsın. Ölüden diri çıkarırsın, diriden de ölü çıkarır­sın. Sen kime dilersen ona sayısız rızık verirsin".[31]

Bu âyette de az önce kaydettiğimiz âyetlerden ikincisinde olduğu gibi karan­lık ve aydınlık olayına değinilmektedir. Özellikle bu yukardaki ilk âyetlerde yüce Allah, yarılıp patlama ile ortaya çıkan canlı olsun cansız olsun her çeşit yeni oluşumlara dikkat çekiyorki kanaatımca zerre (atom) lerin patlaması ve onların yeni nesneler oluşturması ve bu arada enerji ve ışık olayının mey­dana gelişi de buna dahildir. Allah'ın, bir şeyi yarıp yaratan anlamındaki "fâlık" sıfatı, diğerleri gibi bu olayı da gerçekleştirmekte ve böylece tüm kâinatta, âyette belirtilen yarıp bölme yoluyla aydınlıklar (: ısbâh) oluşmaktadır.

Ölü ve dirinin birbirinden çıkarılması olayına gelince, müfessirlerin az önce bahsettiğimiz anlayışlarının yanı sıra bizim ölü ve diriyi, fizik dün­yasında madde zerrelerinin ve enerji gücünün artı (+) ve eksi (-) yüklerine yorumlamamız da mümkündür. Böylece "faik" canlı nesneleri olduğu gibi cansız maddelere ait zerre ve molekülleri yarıp bölme anlamına da gele­cek ve bu işlem ile muazzam bir enerji gücü ortaya çıkacaktır. Nitekim gü­neşte her an bunlar olmaktadır. Bu yeryüzündeki benzeri oluşumlar bizler için sayısız nimetlere yol açtıklarından ilgili âyetin sonunda bu durum da ih­mal edilmeyip dile getirilmiş bulunmaktadır.

Kur'an-i Kerîm'de ışık ve aydınlıkla ilgili olarak; "Yarıp aydınlığı çı­karan: Fâlıku'l-ısbâh" ifadesi gibi kullanılan fiillerden biri de "ihrâc" fi­ilidir ve o bu anlamı İle şöyle bir âyette gelmiştir:

" Allah, göğün gecesini kararttı ve onun aydınlığını ortaya çı­kardı"[32]

Benim anlayışıma göre "ihrâc" fiili Kur'an'da, aşağıdan yukarıya doğru olan yaratılışları gösteriyor.[33] Güneş ışığı da, onun yapısındaki maddelerde bulunan enerji ve hararet gücünün içerden dışarı, alttan yukarı çıkmasıyla oluşuyor. Bu âyet hiç şüphesiz sâdece güneşteki bu oluşumu anlatmıyor. O esas itibariyle bizzat ışık ve hararet kaynağı güneş kütlelerinin yaratılmasını ve evrende onların ışıklarını alıp alamıyan bölgeler ile yeryüzünde oluşan gece ve gündüz olaylarını anlatıyor. Burada yalnız yeryüzü sabah ve gecesi­ni düşünmek ve ışık denilen nesnenin oluşumunu düşünmemek elbet dar bir anlayış olur.

Şüphesizki Kur'an-ı Kerîm 'de kendisinden "duhan"[34] diye bahsedilen dev bulutsu kütle ışık neşreder durumda olamazdı. İlk basit mad­delerin ışık neşreder durumda olduklarını söyliyemeyiz. Fakat bulutsu bir kütle ve bir cisim belli bir yoğunluğa erişince içerisindeki enerjiyi açığa çıka­racak ve onu ışığa dönüştürecek şartlar oluşmuşsa artık o ışık verir hâle gelir. Evrene önce karanlıkların hâkim olduğunu ve sonra da ateş ve ışığın ortaya çıktığını söyliyebiliriz. Kur'an'da yaratılışla ilgili bir âyette karanlıkların aydınlıklardan önce getirilişi sebebsiz olmamalıdır. Bu âyette şöyle denilir:

" Hamd, o gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'adır. (Bu delillere rağmen) yine de o inkarcılar baş­kalarını Rablerine denk tutuyorlar".[35]

Hz. Peygamber, yaratıkların karanlıklar içinden doğru yola çıkışlarını anlatırken onların ışığa sonradan kavuşturulduklarını söyleyerek hem madde hem mâna alanındaki gerçekleri birlikte dile getirmişlerdir.[36] İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) yer ve göklerin bitişik tek kütle hâlinde oldukları[37] sırada sâdece karanlığın bulunduğunu söyler.[38] Fahruddîn er-Râzî'nin de belirttiği gibi aslında karanlık (zulmet), ışığın karşıtı olan bir varlık değil o bir cisim üzerinde ışığın yokluk durumudur.[39] Ona göre, güneşten ayrılıp gelen şualar da aslında bir cisim olmayıp bir arazdır [40]Şüphesizki ışık ve aydınlık bir kısım zerreciklerin böyle bir şey neşretmeğe baş temalarıyla or­taya çıkmıştır. Bu da mevcut bir cismin daha sonra ışık verir bir duruma ge­tirilmesiyle olur. Bunun içindirki az önce sunduğumuz âyette müfessir Zemahşerî (1074-1143 m) ile F. Râzî'nin de belirttikleri gibi karanlık ve ışığın yoktan yaratılmalarından bahsedilmemiştir. Burada yoktan yaratma anlamındaki "halk:" fiili yerine, bir şeyden diğer şeyi yaratma ve bir nesneyi başka bir nesne hâline getirme anlamında olan "cavl:" fiili kullanılmıştır.[41] Gerçekten bu fiil Kur'an'da; daha Önce mevcut olan bir maddeye belli bir nitelik ve özellik kazandırmak veya onu bir işlem ile baş­ka bir nesne hâline dönüştürme anlamlan için kullanılmıştır.[42] Bu da kâinat­ta ışık veren cisimlerin bu duruma sonradan geldiklerini gösterir. Sözkonusu âyette aydınlık (:nûr) tekil, karanlık ise çoğul gelmiştir. Türk Harzem ilinden Zemahşerî bunu; karanlığın, her bir kütlenin kendi gölgesinden kaynaklandığı, ışığın ise bir tek cins olduğu görüşüyle açıklar.[43] Böyle bir durum ise ancak güneş gibi ışık veren kütleler yaratıldıktan sonra ortaya çı­kar. En son Kur'an'la oıtaya konulan hak yol daima bir tek olduğu İçin, bu manevî boyutuyla da Nâr Kur'an'da hep tekil gelmiştir.

Biz karanlık ile mutlak ışıksızlığı yâni ilgili âyette geçen "nûr: ay­dınlık" un karşıtı olan "zulümâfı kastediyoruz. Biz bununla geceyi ve­ya gölgeyi kasdetmiyoruz. Bu konuda F. Râzî bize ışık tutmaktadır. Az ön­ce söylediğim gibi bu ünlü müfessir, karanlığı, ışığın mutlak yokluk durumu olarak görürken o, gö1geye daha başka bir gözle bakmaktadır. Hatta o, göl­genin mutlak ışıksızlık olduğu görüşüne de karşı çıkarak gölge hakkında şun­ları yazar: "Gölge mutlak yokluk değildir. Tam tersi o karanlıkla karışık olan ışıktır. Gerçek şudurki gölge, ikinci ışıktan ibarettir ve bu ikinci ışık da varlı­ğı olan bir nesnedir".[44] Burada Râzî'nin ikinci ışıktan ne kasdettiğini tam olarak bilemiyorum, Fakat burada önemli olan tefsirinde tabiat ve gök bilim­lerine yönelen bu müfessİrin, Her çeşit gök içerisinde güneşten kopup gelen ve yansıyan bir ışık türünün varlığını kabul etmiş olmasıdır. F. Râzî (544-606 h/1150-1210 m) ve çeşitli alanlarda onu izliyen kelamci müfessir Ney­sabûrî (ö. 728 h/1328 m) geceye de bir gölge gözüyle bakarlar. Bunlara gö­re; "Gece, dünyanın gölgesinden ibarettir" [45]Gece bir gölge olunca biz el­bet onun içerisinde de bazı ışık türlerinin varlığını düşünürüz. Fakat kâinatta hiç ışığın olmadığı mutlak karanlık (zulmet) döneminde elbet ne zayıf ve yansıyarak gelen ışıklardan ve ne de gölgeden bahsetmek mümkün olur.

Aydınlık gerçekten Allah 'm en büyük bir.eseridir ve kâinatın ruhu olarak o dâima bizleri büyüleyici ve bizlere hayat veren bir özelliğe sahip olmuştur. Aydınlık, her yaratılan nesne gibi yoklukta iken yüce Allah'ın gü­cü altındadır. Her şeyin bîr ilk olarak elbet başlangıç ve kaynağı Yüce Al­lah'a dayanır ve tüm evrenin ışık ve aydınlık pınarı O'nun yüce güç ve sıfat­larıdır. Nûr âyeti diye isim yapan bir Kur'an âyetinde:

" Allah, yer ve göklerin nurudur..."[46]

denilirken sâdece bu aydınlığın, bu ışığın kaynağma dikkat çekilmiş olun­muyor aynı zamanda bu nurun tüm evren ve hayat için ne demek olduğu çok güzel bir anlatımla ortaya konulmuş oluyor. Hem madde hem mâna, hem canlı ve hem cansız kendi varlığını kendi aydınlığını ve yolunu bu Nûr içinde ve onunla bulmaktadır. Karanlığa gömülenler ise bu nuru, bu aydınlı­ğı rehber kabul etmiyenlerdir. Hulâsa aydınlık her zaman onu ilk gören insanın heyecan ve duygularıyla karşılanmaya değer bir şeydir. Söz konusu âyetin tamamı ise şöyledir: "Allah yer ve göklerin nurudur. O'nun nurunun sıfatı, içinde bir çerağ bulunan bir kandillik (ve bir hücre) benzeridir. O çe-rağ billur bir fanus (kandil) içindedir. O kandil de sanki bir inciye benzer (parlayan) bir yıldızdır ki o, doğuya da batıya da aidiyyeti olmayan müba­rek bir ağaçtan yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulup yakılır. Onun ya­ğı, nerdeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Bu, nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah insanlara işte böyle temsil­ler getirir. O her şeyi bilir". .Burada teşbihler yapıldığı açıktır. Araştırma ve keşiflerle bu görünümden ve konunun mahiyetiyle bilfiil karşılaşılmadan bu anlatımları gerçek boyutuyla kavramak mümkün olmasa gerek. Fakat şimdi­lik gene de insanın söyleyeceği bazı şeyler olacaktır. Burada şark ve garba aidiyyeti olmayan zeytin ağacından bahsedilmiştir ki aslında "şarkta ve garpta" tâbiri dünyanın tamamını ifade eden bir tâbirdir. Bu takdirde sözkonusu ağaç gerçekte bu yerküresinde olmayan bir benzetmedir. Fakat bize an­latılmak istenenin gerçeği vardır ve onu bizim araştırıp bulmamız gerekiyor.

Yukarda verdiğimiz Nûr Sûresi 35. âyette geçen Allah'ın Nûr sıfatı ile 35. sûre olan Fâtır arasında bir ilişki olmalıdır Her ikisinin de sıralamada aynı rakam sırasına konulmuş olmaları bu ilişkiden kaynaklanmış olabilir. Nûr süresindeki bu âyette Allah'ın nurunun yer ve göklerin aydınlık kaynağı olduğu anlatılmak istenmektedir. Fâtır sûresine adını veren yüce Rabbin "fâtır" sıfatı ise O'nun, varlığı ilk baştan yaratırken onu bölüp çeşitlendi­rerek bu yolla insan ve âlemler oluşturması güç ve fiilini ifâde etmektedir. Nûr bütün bu oluşumların iç aydınlığını hareket gücünü ve istikametini ifa­de ediyor olmalıdır. Enerji denilen şey nurun bizzat kendisi değil olsa olsa onun belli bir boyutu veya bir tecellisi olabilir. Meleklerle cinler ara­sındaki fark da bu farklılıktan kaynaklanmalıdır.

Sözkonusu âyetin son ifadelerinden anlaşıldığı üzere insanın Allah'a ait nurun aydınlığını kendi içinde görüp kavraması onun aydınlığı olur. Bu gerçek aydınlıktır. Allah'ın hidayeti, kişinin O'nun nuru ile iç dünyasını ay­dınlatmayı başarması olarak düşünülebilir. Aslında bu Nûr her nesnede ol­duğu gibi kişinin kendi iç dünyasında da vardır. Fakat tüm mânevi güçlerin temerküzünü ifade eden "kalp " kişi tarafından bu aydınlığa kapalı tutulmuş olabilir. [47]

 

c - Ay İle Güneş Arasındaki Işık Farkı

 

Ayın, ışığını güneşten aldığını ve onun sâdece bir yansıtıcı olduğunu bugün herkes bilir. Geçmişte ay hakkında çeşitli şeyler söylenmiş olabilir. Kur'an-ı Kerîm 'de ayın söndürülmüş olduğuna ve güneşin de gösterici yapıldığına dâir bir âyet bulunmaktadır.[48] Bu da esas ışık kaynağının güneş olduğunun bir ifadesidir Kur'an âyetlerinde her zaman; ayın nurlu yapıldığı veya nurlandırıcı özelliği dile getirildiği halde güneş için, az önce sözünü et­tiğimiz âyette geçtiği gibi ya gösterici (: mubsıra) veya diğer âyetlerde ol­duğu üzere "zıya" yahut yanıp parlıyan bir lamba (:sirâc) nitelikleri kul­lanılniştir.[49] Ayın nurlu özelliğini onun, az önce değindiğimiz söndürül­müş durumuyla uyuşacak biçimde açıklamamız gerekir. Âyetlerde ay için kullanılan nurlu sıfatı tabİatiyle onun parlaklığını ifâde ediyor. Biz, nurlu insan, derken böyle bir parlaklığı dile getirmiş oluruz. Güneş için ise Kur'an'da tek değil değişik sıfatlar kullanılmıştır. Meselâ onun bir ziya ol­duğu dile getirilmiştir. Gerek dilci müfessİr Zemahşerî ve gerek F.Râzî, ziyanın nurdan daha güçlü olduğunu yazarlar.[50] Ay için "nûr" onun parlaklığını anlatıyor. Ziya ise doğrudan ışığın kendisidir. Güneşin Kur'an'da; yanıp parlıyan bir lamba (: sirâc vehhâc) olarak nitelendirilişine gelince bu, onun yakıtını kendi içinden alıp dış yüzeyde onu yaktığını ifâde içindir. Çünki bir lamba ve bir çerağ yakıtını kendi içinde bulur. [51]

 

2 - Ayın Yapısı Ve İki Parçaya Bölünmesi Olayı

 

a - Ayın Yapısı Ve Söndürülüşü

 

Bir önceki konuda gördüğümüz gibi Kur'an-ı Kerîm'de ayın sâdece parlaklığı dile getirilmiş ve onun lamba misâli güneş gibi çevresini bizzat kendi ışığı ile aydınlatıcı bir durumundan söz edilmemiştir. Ay ışık üreten bir kütle değildir. Şu kadar varki onun başlangıçta böyle olmadığını gene biz Kur'an'dan öğreniyoruz. Orada ay ve güneş hakkında şöyle deniliyor:

" Biz gece ile gündüzü iki âyet (varlığımızın iki belgesi) yaptık da gece âyeti (ayı) silip söndürdük, gündüz âyeti (güneşi) ise gösterici yaptık. Bunu Rabbinizden bir rızık ve ihsan aramanız, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için böyle yaptık. İşte Biz böy­lece her şeyi gereği gibi anlattık".[52]

Burada gece ve gündüz âyetleri olarak ifâde edilenler, ay ve güneştir. Bu âyette ayın ışığının söndürülüşünden ve buna karşılık güneşin ışık verici duruma getirildiğinden bahsediliyor. Bu da ayın başlangıçta bir ateş kütlesi olduğunu ve daha sonra söndüğünü gösteriyor. Bazı müfessirler, ayın silinip söndürülüşünü onun üzerinde kara lekelere yorumlamışlardır ki bu çok dar bir anlayıştır. Tefsircilerin piri kabul edilen sahabeden Abdullah îbn Abbas (ö. 68 h/687 m) ise bugünki ilmî bulgulara da uygun düşen bir yo­rumda bulunmuştur. Ona göre bu âyet, başlangıçta ayın güneş gibi ışık ver­mekte olduğunu anlatıyor. [53]Harzem ilinden Zemahşerî 'nin yaklaşımı ise daha değişiktir. O bu âyetten; ayın, güneşin tersine, ışıklı ve şualı hiç ya­ratılmadığı sonucunu çıkarmıştır.[54] Bazı tefsir ve benzeri eserlerde Peygamber (S)'in îbn Abbas tarafından nakledilen ve fakat hadis kaynakla­rında bulamadığımız bir sözüne yer verilir. Bu haberde; ay ve güneş her iki­sinin de başlangıçta güneş oldukları ve daha sonra gece ile gündüzü belirle­mek için Cebrail in kanatlarıyla kameri üç kere silip onun ışığını aldığı, anlatılır.[55] Bu Peygamber'e âit bir söz olmasa bile ayın söndürülmüş bir uydu olduğu gerçektir ve bu konuda âyetin ifâdesi de gayet açıktır. [56]

 

b - Peygamber Devrinde Ayın İki Parçaya Bölünmesi Olayı

 

Ayın bölünme olayı Kur'an-ı Kerîm'de şöyle anlatılır:

" - Saat yaklaştı ve ay yarılıp ikiye ayrıldı.

-  Onlar bir mucize görseler ondan yüz çevirirler ve; bu, eskiden beri devam edegelen bir büyüdür, derler.

- Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her iş bir he­defe yönelip varır".[57]

Sahih hadis kaynaklarında bildirildiğine göre hicret öncesi bir dönemde, Mekke müşrikleri Hz. Muhammed (S)'den peygamberliğini isbatlıyacak bir mucize isterler. O da ayı iki parçaya ayrılmış olarak onlara gösterir. Bu mucize Mekke'nin Mina mevkiinde gerçekleşir ve ayın bir parçası Hıra dağının üstünde görünürken öteki parçası dağın berisinde veya öteki tarafında görülür. Bazı hadis kaynaklarında da bu olayın iki kere tekrarlandığı ifâde edilir.[58]

Sözkonusu âyetlerde görüldüğü gibi bunun bir büyü olduğu düşüncesi reddedilmektedir. Büyü düşüncesine kapılan müşriklerden bazıları, bu olayı yolculardan soruşturma yoluna gittiler. Fakat yoldan gelen kervanların ver­dikleri cevap umdukları gibi çıkmadı.[59] O sırada Mekke'ye doğru gel­mekte olan kervanların da bu olayı izlemeleri ve buna karşılık dünyada böy­le bir olayın yankıya yol açmaması, bunun ay tutulması ile karıştırılmasın­dan kaynaklanmış olabilir.

Hadis kaynakları ile müfessirlerin büyük çoğunluğu kamerin ikiye bö­lünmesi olayının peygamber (S) devrinde olduğunu söylerlerken bazı müfessirler de bu olayın kıyamet sırasında olacağını savunurlar.[60] Ay üzerinde ya­pılacak derin araştırmalar, bir gün bu olayı doğrularsa ona şaşmamak gerekir. [61]

 

3 - Dünyanın Şekli Ve Yapısı

 

a - Dünyanın Şekli

 

Dünya yuvarlakmıdır, yoksa düzmüdür? Bu soru öteden beriye insan­ların kafasını meşgul etmiş ve dünyanın düz olduğu kanaati uzun devirler in­san düşüncesine hükmetmiştir. Bugün artık herkes yuvarlak bir dünya üze­rinde yaşadığını bilmektedir.

Kur'an-ı Kerîm'de, dünyanın yuvarlak olduğu açık biçimde söylen-memekte ve fakat onun üzerinde cereyan eden gece - gündüz olayı anlatılır­ken sonuçta insanı, onun yuvarlaklığı düşüncesine götüren ifâdeler kullanıl­maktadır. Daha önce de belirttiğim gibi Kur ' an, insan zihnini geliştirici ve bir İlâhî kitap olarak kendini düşündürücü bir yol izlediğinden bazı gerçek­leri onun önüne, ancak düşünerek ve araştırarak bulabileceği bir biçimde koymuştur. Kur'an'da dünyanın yuvarlaklığına dolaylı olarak işaret eden ba­zı âyetler vardır. Bunların en başında şu âyet gelir:

" Allah, gökleri ve yeri hak (kendi gerçeği ortaya çıksın) diye ya­rattı. Geceyi gündüzün üstüne O dolayıp örtüyor ve O, gündüzü de gecenin üstüne getirip doluyor. Güneş ve ayı da kendi ka­nunlarına boyun eğdiren O'dur. Onlardan her biri belli bir süre için akıp gidiyorlar. Şunu bilinki tek galip O'dur ve O çok ba-ğışlıyandır"[62]

Dünyanın hareketlerine de konu olan bu âyet hakkındaki yorumlara biz ilgili başlık altında yer verdiğimizden burada âyetin sâdece yuvarlaklığını göste­ren tarafını ele alacağız. Bizim tercümede; dolayıp örtme, anlamını verdiği­miz, âyetteki "tekvîr:" fiili küre ile aynı anlamı taşıyan bir kökten gelmektedir. Müfessirlerin de belirttikleri gibi bu fiil; bir şeyi diğer şeye do­layıp sarma, anlamına geliyor. Başa sarık dolama ve elbiseyi vücuda sarma işlemleri için de bu fiil kullan ılmaktadı.[63] Bu da bir sarık bezinin insan ba­şına sarıldığı gibi gece ve gündüzün küre biçimindeki bir dünya üzerinde birbirlerine dolanıp örtüldüklerini bize gösterir. Burada hem gece ve gündüz birbirlerini örterek yer değiştirmekte ve hem de âyetin son kısmından anla­şıldığı gibi dünyanın kendisi bir hareket içinde bulunmaktadır. Yâni şekil olarak dünya insan başı biçiminde olsa bile, sarık dolama olayında başın ha­reketsiz olmasına karşın burada dünyaya hareket verilmiştir.

Dünyanın yuvarlaklığına işaret olan âyetlerden biri de şöyledir:

" Gece de onlar için bir delildir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çıkarırz.[64]

Bu âyette de az önce sunduğumuz âyette olduğu gibi gece ve gündüzün olu­şumu anlatılırken, birinin diğerinden sıyrılıp çıkarılmasından sözedilmekte ve bu oîay için, hayvan derisini yüzme anlamındaki " se1h: " fiili kul-lanılmaktadır.[65] Gece-gündüz olayı, büyük baş bir hayvanın bir taraftan ka­rın derisinin yüzülüp öteki taraftan aynı miktar derinin ona Örtülmesi misâli gibi olmaktadır ki bu da yuvarlağımsı bir nesneye işaret etmektedir.

Kur'an'da yerin düz olduğu söylenmemekle beraber, yeryüzeyinin yayılıp döşenmesi ve bir kısım yerlerinin düzlenmesiyle ilgili âyetler, mü-fessirlerin hemen hepsini, yerin düz olduğu düşüncesine götürmüştür. İn­san kendi karşısında duran bütün semavî kütleleri yuvarlak olarak gördüğü halde nedense o, yeryüzünü uzun devirler bundan istisna etme yoluna git­miştir.

Kur'an-ı Kerîm'de; göğe yükseklik boyutu verilişinin ardından onun tesviye işlemine tâbi tutulduğu ve bu arada gökte gece ve gündüz ola­yını gerçekleştirecek oluşum ve düzenlemelerin yapıldığı anlatılır ve sonra yeryüzeyinin şekil ve yapısal durumuna değinilerek şöyle denilir:

" Bundan sonra da Allah yeri yayıp döşedi"[66]

Müfessirlerce aynı anlamda görülen benzer bir âyet de Şems sûresinde bu­lunmaktadır. Bu sûrede de önce aydınlık ve karanlık olayları, göğün bina edilişi anlatılmakta ve sonra; "Andolsun yere ve onu yayıp, döşeyene" denil­mektedir.[67] Bu âyetlerde geçen "dahv "ve"tahv:"fiilleri­ne bütün eski müfessirlerce yayıp döşeme anlamı verilirken yerin yuvarlak­lığına Kur'an'dan bir delil ariyan çağımız müelliflerinden bazıları bu konuda sözkonusu âyetlerden ilkine yâni içinde "dahv" fiilinin geçtiği âyete tu­tunmaya başlamışlardır.[68] Endülüs'ten ünlü müfessir Kurtubî (ö. 671/1272 m) bu ve diğer benzeri âyetlere dayanarak yerin yuvarlaklığı dü­şüncesini reddederken doğuda İran ve Türk illerinde doğup yetişen ve bu bölgelerde ilmî faaliyetlerde bulunup bir ara Sultan Sancar 'in himaye­lerine mazhar olan Kureyş asıllı Fahruddîn er-Râzî (1150-1210 m) yukardaki sözkonusu âyetlere diğer müfessirler gibi bir anlam vermekle be­raber o bunları yerin yuvarlaklığına aykırı görmemiş ve eserinin pek çok ye­rinde ısrarla yerin yuvarlak olduğunu savunmuştur.[69] Kurtubî 'nin yazdığına göre, deve kuşu yuvasına, yere yaygın yapılışından dolayı âyette geçen "dahv" filinden türeme "udhıyy: "adı verilmiştir.[70] Fakat onun kendisi bundan yerin yuvarlaklığı gibi bir anlam çıkarmamıştır. Az ön­ce söylediğimiz gibi asrımız müelliflerinden bazıları gene bu fiilden türiyen ve deve kuşu yuvası yahut onun yumurtalarını bıraktığı yer anlamına gelen "medhâ"dan hareketle arzın deve kuşu yumurtası şeklinde olduğu sonu­cuna varmışlardır. Tabiiki, konumuzun ilk başında kaydettiğimiz âyetler var­ken bu âyetten böyle bir sonuca gitmeğe çalışmak bir zorlama olmaktadır.

Felsefe sahasında e1-Kindî (ö. 863 m) 'den başhyarak İslâm filozof­ları, dünyanın yuvarlak olduğunu söylüyorlardı. Bir ara Nizamiye Medrese­lerinde de hocalık yapan İmam Gazzâlî (ö. 505 h/1111 m) kendisin­den Öncekiler gibi kitabında; "Yeryüzü küre biçimindedir ve gök onu her ya­nından çevrelemiştir" diyerek bunu açıkça belirtir.[71]

İlk İslâm filozofu el-Kindî'den 350 yıl kadar sonra ve günümüzden S asır önce vefat edip hayatında, dünyanın yuvarlaklığı üzerinde ısrarla du­ran F.er-Râzî; Kur'an'da anlatılan yeryüzünün yayılıp döşenmesi olayım, onun küre biçiminde kalmasına aykırı bir işlem olarak görmemektedir ki ba­na göre de doğrusu budur. Râzî'ye göre arz kütlesi ilk yaratıldığında küre biçimindeyken sonradan nebatatın yetişebilmesi için onun yüzeyi uygun bir hâle getirilmiştir ki Kur'an'da anlatılan yayıp döşeme işte budur.[72] Râzî, arzın yuvarlaklığını söylemekle kalmaz o aynı zamanda bunu ısbata da çalı­şır ve şöyle der; "Yerin gölgesi dâire şeklindedir, bu, arzın da daire şeklinde olmasını gerekli kılar. Şüphesiz ki ay tutulması, dünyanın onun üzerindeki gölgesinden ibarettir. Ay, onunla güneş arasına dünya girdiğinde tutulur. Biz ayın tutulan kısmından bu gölgenin daire biçiminde olduğunu anlıyoruz. Bu sabit bir gerçek olunca yeryüzünün de dâire biçiminde olduğu gerekli olur... Ay tutulması dâima yuvarlak biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu da yeryüzünün her taraftan dâire şeklinde olduğunu gösterir.

İkinci delil şudur ki, yeryüzü yörüngeden uzaklaşmak istemektedir. Arzın bütün kısımları böyle bir istek içinde olduğuna göre bu onun yuvarlak olduğunu gösterir... Diğer yandan yeryüzeyinin engebeleri onu küre biçimin­de olmaktan çıkaramazlar". Râzî bunları anlattıktan sonra çapı yarım metre kadar ahşap bir top yapar ve bunun bazı yerlerine arpa taneleri yerleştirir ve bazı yerlerini de bu arpa taneleri boyunda çukurlaştınr. O bunların onun küre şeklini bozmadıklarım gösterip dağlarla çukur alanların dünyaya nisbetle bu küçük kürenin engebelerinden daha küçük durumda olduklarını anlatır.[73]

Bundan sonra F. Râzî dünyanın yayılıp döşenmesi[74] ve uzatılıp yayılması[75] ile İlgili âyetleri açıklarken bunları delil olarak ileriye sürüp yerin yuvarlak olmadığı düşüncesine kapılanlara karşı çıkar ve şöyle der:

"Arzın yuvarlak olduğu delillerle sabit olmuştur. Bu konuda inatlaş­mak nasıl mümkün olur! Onlar; Allah yeri uzatıp yaydı, anlamındaki âyete dünyanın küre biçiminde olmasını aykırı görüyorlar ve dünya küre biçimin­de olursa yayma işlemi nasıl gerçekleşir, diyorlar. Biz bu görüşü kabul ede­meyiz. Yeryüzü büyük bir cisimdir, Eğer bir küre çok büyük olursa onun her bir parçası düz gibi görünür".[76] Gene eserinin bir başka yerinde dünyanm çok büyük bir küre olduğunu dile getiren Râzî, yeryüzünün uzatılıp yayıl­ması ile ilgili âyetin, ona üç boyut verilmesi anlamında olabileceğini, söy­ler.[77] Bundan sonra Râzî, dünyanın yuvarlaklığına hendese açısından yak­laşır ve; "Hendesî deliller yerin küre biçiminde olduğunu göstermiştir"[78] der. Râzî bu sebeple yeryüzüne diğerleri gibi her zaman "arz" demeyip bazan onun için yeryuvarlağı anlamında "küretüı'l-ard" tâbirini kulla­nır.[79]     .

Sâdece dünyaya değil bütün âleme küre şeklinin hâkim olduğunu sa­vunan ve; "âlem küre şeklindedir" diyen F. Râzî, yerküresi üzerinde iki ayrı uzak noktada bulunan iki insanın birbirlerine karşı durumlarını onun küre biçiminde oluşundan hareketle şöyle anlatır; "Biri doğu diğeri batı nok­tasında duran iki insan düşünelim. Bunların ayak tabanları birbirine karşıt gelir. Bunlardan diğerine nisbetle üstte olan, ikinci kişi açısından bakıldığın­da altta olur". F. Râzî bunlarla da kalmaz, o ayrıca; akşamm ilk saatlerin­de batı ülkelerinde oluşan bir ay tutulmasının, doğu ülkelerinde günün ilk saatlerinde izleneceğini ve gene kuzeye doğru yol alındığında kuzey kutbu­nun gittikçe yükseldiğini ve buna karşılık güney kutbunun o ölçüde alçaldı­ğını ileri sürerek dünyanın doğu-batı ve güney-kuzey her yönden yuvarlak bir kütle olduğunu isbata çalışır.[80] Şüphesiz hiç bir müfessir görüş ve yo­rumlarım Râzî gibi bir isbat yoluna gitmemiştir.

Bir kısım müfessirlerin; yeryüzünün uzatılıp yayılmasıyle ilgili âyet­lerden onun düz olduğu sonucunu çıkarmalarında yanıldıkları açıktır. Bu ka-naata varanlar sözkonusu âyetleri eğer Râzî gibi tabiata ve göklere bakarak açıklasalardı yanılmaları şüphesizki az olurdu. Elbetteki eski düşüncelere kapılıp güneşi dünyanın etrafında döndüren Râzî'nin de bazan büyük ya­nılmaları olmuştur.

Yeryüzünün yayılıp veya uzatılıp döşendiği bildirilen âyetlerde elbet­teki dünyanın dümdüz bir şekle konulduğu söylenmiş olamaz. Eğer böyle olsaydı, kıyamet sırasmda yeryüzünün düzleneceğine dâir olan;

" Yer uzatılıp yayıldığı ve içinde olanları dışarı atıp bomboş kal­dığı zaman"[81]

anlamındaki âyete bir mâna veremezdik. Yer yuvarlak olmalıdırki onun kı­yamet sırasında dümdüz hâle getirilmesi mümkün olabilsin. Yaratıldıktan sonra dünyanın kütle düzenlenmesini anlatan ve yayıp döşeme anlamında olan ilgili âyetlerdeki "medd: fiili, üç boyutlu ve müşahhas nesneleri ifâde eden "madde" kelimesinin türediği köktür ve dünya bu üç boyutu ile yuvarlak bir biçime dönüştürülmüştür.

Ayetler ve onların yorumlarından sonra biz bu konuyu Taberî' (224-310 h/838-922 m)'nin naklettiği Peygamber (S)'in bir sözüyle biti­receğiz:

" Allah (Kıyamet günü) gökleri ve yedi yeri alıp avucuna koyar ve sonra onlarla, çocuğun topuyla konuştuğu gibi konuşup şöy­le der: Tek Allah benim, Ben tek galip olan Allahım"[82]

Kanaatımca bu sözleriyle Hz. Peygamber, göklerdeki bütün dünyaların ve yıldızların top şeklinde olduğuna işaret ediyorlar. Eğer böyle olmasaydı o bunları çocuğun elindeki topun değil başka bir oyuncağın yerine koyardı. Şüphesiz dünya tam bir küre biçiminde olmayıp kutuplan biraz basık orta bölgesi biraz şişkin bir durumdadır. Bunun hep böyle kalıp kalmıyacağım bilemiyorum. Elbet ilgili bilim dalı bu ayrıntılarla uğraşacaktır. Biz bugün yuvarlak dünyamızın bir top gibi hor kullanılmamasını diliyoruz. [83]

 

 

b - Yerkürenin Tabakaları ve Yapısı

 

Yerküre şüphesizki tek bir yoğunlukta ve tek bir maddeden meydana gelmemiştir. Kâinatta yaratılış önce bir tek madde ile başlamış olsa bile daha sonra bu, çeşitlenerek bugünki kâinatın yapısındaki değişik türden maddeleri meydana getirmiştir,[84] Yerkürenin harareti de değişik tabakalara göre deği­şik nisbetlerdedir. Basıncın etkisiyle bunun, bazı yerlerin daha katı ve bazı yerlerin daha yumuşak ve hatta akışkan olmasına yol açması tabiidir. Dün­yanın değişik mâdenlere, değişik hararet ve yoğunluklara sahip olması onun kütlesinde tabakalaşmalara yol açmıştır.

Öteden beriye müslümanlarda, yerin yedi kat olduğu kanaati vardır ve muhtemelen bu kanaat onlara geçmiş dinlerden gelmekte ve Hz. Pey­gamber 'in bazı sözleriyle de doğrulanmaktadır. Peygamber (S)'in bazı ha­dislerinde geçen yedi arz, evrende mevcut yerküreleri ifâde ettiği halde[85] bazı hadislerde ise bu, yerküremizin katlarını ifâde etmektedir. Meselâ Hz. Peygamber; haksız olarak birisinin yerini alanın, kıyamet günü, yedi yere kadar toprağa batırılacağını, söylerken ve gene böyle bir kimsenin boynuna yedi yerin halka yapılacağını bildirirken o[86] yerin katlarına da değinmiş ol­maktadır. Pek çokları bütün bu hadislerde geçen yedi arzı, sâdece dünyanın katları olarak anlamışlar ve bundan başka dünyalara ihtimal vermemişlerdir. Oysa burada ikisi arasında bir ayırım yapmak ve tek önceki kanaata takılı kalmamak gerekirdi. Öte yandan yedi rakamı bazan çokluktan kinaye olarak da kullanılan bir sayı olduğu için yerkürenin yedi tabaka olduğunu kesinkes söyleyemeyiz. Bu gerçekten yedi olabileceği gibi ondan az ve çok da olabi­lir. Burada önemli olan, yerin çeşitli tabakalardan oluşmuş bir kütle olduğu­nu ortaya koymaktır. Bunların ne olduklarım ve sayısını tesbit yerbilimcilere düşecektir.

Biz yerkürenin ayağımızı bastığımız toprak ile su kaplı olan en üst ta­bakasını görüyor ve bir de onun hava tabakasının bir kısmı içinde yaşıyoruz. Biz, yanardağların patlaması sonucu yüzeye çıkan ateş ve akıcı maddelerden de iç kısımların yüzey gibi olmadığını anlıyoruz. Hz. Peygamber (S);

" Şüphesiz denizin altında ateş ve ateşin altında da deniz var­dır''[87]

derlerken hem hâlen yanmakta olan tabakaya ve hem de deniz gibi akışkan bir tabakaya dikat çekmiş oluyorlar. Kur'anı Kerîm 'de ise yer ve gök­lerdeki yanan tabaka ve kütleler ile gaz ve akışkan mâdenlere şöylece temas edilmektedir:

" - Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden asıp gitmeğe gücünüz yetiyorsa haydi geçin. Fakat büyük bir güç vasıtasiyle olmadıkça asla aşıp geçemezsiniz.

- Üstünüze yalın bir ateş ile bir duman salıverilir de birbirinizle yardımlaşıp kurtuluş çaresi bulamazsınız"[88]

Burada son âyette sözü edilen yalın ateş veya ateş seli ile gaz bulutundan ibaret dumanın yerküre içinde değil de göklerdeki yıldiz-güneşler ile henüz tam soğumamış gezegenlere âit olması öncelik kazanmaktadır. Fakat yerin çevresinden göklere olduğu gibi onun derinliklerine doğru nüfuz etmek dü­şünüldüğünde orada da aynı şeylerle karşılaşılması mümkündür ve zannede­rim âyette bunlar her iki gidiş sahası için de sözkonusu edilmişlerdir. Bir ön­ceki âyette insan ve cinlere; yer ve göklerin çevresinden derinliklere doğru gitmeleri, söylendikten sonra ikinci âyette onların üzerlerine boşalan yalın ateş kıvılcımları ile gaz bulutu dumandan veya diğer bir anlayışa göre erimiş bakır selinden sözedi!inektedir. Bu da dünyanın ilk durumu ve bugün mev­cut bazı tabakaları hakkında bir fikir vermektedir. Ateşten yaratılan cinler de bundan etkilendiklerine göre gerek yıldız-güneşlerin ve gerek yerkürenin yanan tabakasının çok yüksek bir hararete sahip oldukları anlaşılıyor. Söz­konusu âyette geçen "şuvâz: "kelimesi, İbn Abbas (r.)'dan başlı-yarak müfessirlerin hemen hepsince; ateş alevi veya içinde hiç bir duman yâni gaz unsuru bulunmıyan yalın ateş kıvılcım ve parçalan olarak anlaşılır­ken Dahhak (ö. 105/723 m) bunu ateş seli olarak anlamıştır. Âyetteki di­ğer kelime "nuhâs: " a gelince İbn Abbas'dan itibaren gene mü­fessirlerin çoğunca bu; içinde ateş unsuru bulunmıyan bir duman olarak mânalandınhrken Dahhak ona; kaynıyan bir yağ tortusu benzeri bir madde, dil­ci Kisâî (ö. 189 h/805 m) de, şiddetli rüzgar içeren bir ateş anlamını ver­mişlerdir. Bu kelimeye tunç anlamı verenler de vardır ki arap dilinde bakır mâdeni için de sözkonusu kelime kullanılır.[89] "Nuhâs", adı geçen mâ­denler anlamıyla ele alındığında onun akışkanlığını kabul etmemiz gereke­cektir. Aksi halde onun âyette anlatıldığı biçimde insan üzerine doğru hü­cum edip gelmesinden sözedilemez. Bu âyetten öyle anlaşılıyorki evren her tarafa tehlike saçan cehennemlerle dolu bir âlemdir ve bu âlemde insanı dünyamız gibi bir yere veya bundan güzeli cennetlere ancak Yüce Allah yerleştirir ve insan sâdece ve sâdece O'nun izniyle böyle yerlere adım atabi­lir. Allah'tan kaçış ariyan insan kâinatın her yerinde kendini İlâhi güçlerle kuşatılmış bulur. Rabbine yönelen insan ise evrenin cehennemlerine karşı korunmakla kalmaz, o eşsiz güzellikler içine yerleştirilir. Sözkonusu cehen­nemler ise bizzat üzerinde yaşadığımız şu yerkürenin iç katlarmda da bulun­maktadır ve yüce Allah âdeta cehennem üzerinde insan oğluna cennet gibi bir dünya bahsetmiştir. Buna göre Evrende cehennemlerin varlıklarına inan­mak kolaydır ve fakat cennete inanmak o ölçüde kolay değildir.

Biz daha Önce değişik yorumlarına yer verdiğimiz demirin indiririşi[90] ile ilgili bir âyetten bahsetmişti.[91] Hatırlanacağı gibi bir kısım müfes-sirler sözkonusu âyette geçen "inzal: indirme" olayım, göklerden geti­rilme tarzında yorumlarlarken, bazıları da buna sâdece yaratma anlamını ver­mişlerdir. Kanaatımca burada "indirme" fiiline, çökertme anlamını ver­mek de mümkündür. Demir yerküremizin yaratılışı sırasında, cevher olarak tamamiyle yüzeyde veya yüzeye yakın derinliklerde bulunup daha sonra merkeze doğru çökme yapmış ve basıncın da etkisiyle İyice yoğunlaşmış ve sonuçta sertlik ve büyük bir güç kazanmış olabilir. İlgili âyette demirin sahi-bolduğu büyük güç ve çetinlikten sözedilişi, onun indiği noktada bu özelliği­ne eriştiğini anlatabilir. Bu inzal fiiliyle bize, hem demir cevherinin serpinti olarak uzaydan geldiği ve hem de onun bundan sonra arzın merkezine doğru çökeldiği anlatılmış olabilir. Bu da yerkürede bir tabaka oluşturacaktır.

Akışkan maddeler veya basınç altında tutulan çeşitli gaz yığınlarından başka, müslümanlarda yerleşen kanaata göre, başlangıçta sıvı haldeyken sonradan donmuş hâle gelen bir tabaka daha bulunmaktadır. Müslümanlar, özellikle sabah namazından sonra Allah'a yapılan şükür duasında bazan câmide bu kanaatlarını; "Yeri, donmuş su üzerine yayıp döşeyen Allah'a şükre­deriz" diyerek ortaya koyarlar. Bu kanaatin nerden kaynaklandığını bilemi­yorum. Genellikle müfessirler, yeryüzeyinîn döşenip şekillendirilmesiyle il-gilİ âyetlerin tefsirinde bu tabaka veya tabakaların su üzerine döşendiği yo­rumunda bulunurlar. Fakat gördüğüm kadariyle onlar, sabah duasında oldu­ğu gibi donmuş ve taşlaşmış bir sudan bahsetmezler. Şüphesizki Hz. Pey­gamber 'in bahsettiği; yerin altındaki deniz, böyle bir sıvı tabaka kabulünü gerektirmektedir. Yer altında katı ve taş tabakaların olduğunu düşünmek ola­ğan bir şey iken sıvı ve akışkan bir tabakayı düşünmek böyle değildir. Bu­gün taşlaşmış olan bazı tabakaların geçmişte akışkan olduklarını düşünmek ise ondan daha zordur ve bu aynı zamanda dünyanın oluşumu hakkında bir fikir verecektir. Biz bundan sonra dünyanın güneşten koptuktan sonraki dik evresini ve daha sonra da onun yüzey yapısını ele alacağız.[92]

 

b1 - Dünyanın Ateş-Gaz Dönemi

 

Bütün gökler ve bütün her şeyde olduğu gibi dünyamız da çeşitli saf­halardan geçerek bugünki yapısına kavuşmuştur. Dünyanın gökle beraber önce dev bulutsu bir kütle (: duhan) içinde yer aldığını[93] ve daha sonraki bir aşamada bu kütlenin bölünüp parçalandığını biz Kur'an-1 Ke­rîm'den öğreniyoruz. Hatırlanacağı gibi biz bunları, yer ve göklerin olu­şumlarını anlatırken genişçe ele almıştık. Yekpare dev kütlenin bölünüp par­çalanması olayı yâni Kur'an'ın deyimiyle "fatk:" hâdisesinden sonra[94] şüphesizki kopan çok büyük parçalar sâdece birbirlerinden uzaklaş­makla kalmadılar onlar ayrıca yeniden bölünmelere mâruz kaldılar. Bu bö­lünmeler sonucu bugünki gökleri oluşturan milyarlarca gökada, yıldız, ge­zegen ve diğer nesneler ortaya çıkmıştır. Biz faal halde olan evrende yeni oluşumların olmıyacağını söyliyemeyiz. Bölünüp parçalanma, bir nesnenin ölümü ve fakat diğer nesnelerin doğumudur. İşte dünyamızda bu şekilde doğmuştur ki Kur ' an 'da onun, bitişik olduğu gök kütlesinden bölünüp ay­rıldığı açıkça bildirilmiştir. Bu bölünme sırasında başlangıçta bulutsu bir yo­ğunluk ve yapıda olan kütlenin, hangi yoğunluk derecesinde olduğunu bile­miyoruz. Fakat böyle bir olayın gerçekleşebilmesi için bu kütlenin bölünüp parçalanmaya veya patlayıp bölünmeğe elverişli bir yoğunluğa erişmesi ge­rekmektedir. Gittikçe artan sıkışma ve yoğunluğun bir ısınmaya ve neticede hararet ve ateşin ortaya çıkmasına yol açacağı aşikârdır. Dünya kendi ana kütlesinden böyle bir aşamada bölünüp ayrılmış olabilir.

Dünyanın, henüz toprak dediğimiz o sihirli nesneye sahip olma aşa­masına gelmeden onun ateş-gaz kütlesi hâlinde olduğu uzmanlarca belirtil­mektedir. Bugün dünyanın bir kısım tabakalarının hâlen bu ateş hâlini sür­dürdüğünü biliyoruz ki yanar dağlar bu ateşi püskürtmekte ve tabii sıcak su­lar da bu kızgın tabaka tarafından kaynatılmaktadır. Biz aslında kendimize çok yakın olan bir cehennem üzerinde ve fakat cennet gibi bir yüzeyde yaşı­yoruz. Hz. Muhammed (571-632 m); denizin ateş üzerinde olduğunu ve ateşin altında da deniz bulunduğunu, söylerlerken yerin ateş ve sıvı tabaka­larım anlatmış oluyorlar.[95]

Dünya ateş kütlesi durumundayken ona yakıt olan çeşitli gazlara sahîp olmalıdır. Bugünde kâinatta hâlen yanmaya devam edip zerresel patla­malarla enerji açığa çıkaran ve çeşitli gazlar püskürten sayısız yıldız-güneş-ler ve onlardan kopan sönmemiş veya yan sönmüş gezegenler vardır. Dün­yamızın ilk hâli de bunlar gibi olmalıdır ki biz evrenin ateş-gaz veya bakır eriyikleriyle dolu tehlikelerine karşı dikkat çeken ve Allah 'a hesap verme­mek için kendine evrenin başka bucaklarında yer aramaya kalkışan insanın, kendisini bu tehlikeler içinde bulacağı uyarısında bulunan âyeti bir önceki konuda görmüştük. Bu âyetten dünyanın iç kısımlarının da aynı tehlikelerle dolu olduğu anlaşılmaktadır ki hayat için gerekli ortam oluşmadan önce dünya yüzeyinin ve hava tabakasının da çok yüksek hararet ve öldürücü gaz­lara sahip bulunduğu bilinmektedir. Bu ortamdan hayata nasıl geçilmiştir? Bu soru evreni öğrenmek için gereken milyarlarca sorudan biridir ve bunun cevabı elbet insanı secdeye kapandıran bir dindarlığa götürecektir. Dünyanın üst tabakası soğutularak söndürülmüş ve böylece toprağın oluşmasına imkân hazırlanmış ve bu arada üstte kullanılacak olan ateşin hararet derecesi düşü­rülmüştür ki biz Hz. Peygamber (S)'in bu konudaki sözlerine, gerekli açıklamalarıyla beraber "Işık ve karanlık olayı" başlığı altında yer vermiştik[96] Bu hadislere göre bizim kullanmakta olduğumuz ateş, cehennem veya güneş ateşiyle kıyaslandığında 70 tam üzerinden 69 derece daha düşüktür. Bu sayı ise bazan gerçek değeri değil, kinaye olarak çokluğu ifâde etmekte­dir. Hz. Peygamber, dünyanın yüksek hararetli ateşinin su ile soğutul­duğunu anlatırken de şöyle diyorlar:

" Dünya ateşi su ile karıştırılmıştır. Eğer böyle olmasaydı, Allah bu ateşte hiç kimseye bir fayda yaratmazdı" [97]

Bu sözleriyle Peygamber  (S) dünyanın soğumasını ve bunun sonucu ateş içinde oluşan hayat ortamını ve ateşin zararlı enerji neşrinden ve muhtemelen radyasyon yaymaktan kurtarılıp faydalı hâle getirilişini anlatı­yorlar. Eğer böyle olmasaydı yüzeyde kullandığımız her ateş parçası, hayat için atom bombası gibi tehlikeli olurdu. Hz. Muhammed bu sözleriyle; suyun katkı maddeleri hidrojen ile oksijen arasında bir denge kuruluşunu ve bu sayede dünyanın güneş gibi veya tam soğumamış gezegenler gibi olma özelliğini kaybedişini de anlatmak istemiş olabilir.

Yüce Allah, daha henüz insanın yaratılacağı toprak ve ona uygun ha­yat ortamı oluşmadan önce dünyanın bu ateş-gaz döneminde Âdem misâli cinlerin babası olan "Cârin"i yaratmıştır. Kur ' an 'da onun yaratıldığı ate­şin İki Özelliği dile getirilmektedir. Ayetlerden birinde onun yaratıldığı ate­şin "mâric:" olduğu ifâde edilmiştir ki[98] müfessirlerin bir kısmı bu­nu; yeşil, kırmızı ve sarı renk karışımı bir ateş alevi veya böyle bir renkte ateş olarak tanımlarlarken diğer bir kısım da tam tersi onu; yalın, katıksız ve güzel bir ateş diye tanımladılar.[99] Gerçekte "mâric" dil bakımından; karışık demektirki dilci Ebû Ubeydeve ondan önce ünlü bilgin Hasan el-Basrî gibiler buna; ateş karışımı, anlamım vermişlerdir.[100] Bu anlayışa gö­re yüzey ateşi bir karışım özelliğine sahiptir ve ilk cin de bu ortamda yara­tılmıştır. Cin harareti çok yüksek bir ateşten yaratılsaydı yerin ve uzayın derinliklerindeki yüksek hararetli ateş kıvılcımları (:şuvâz) dan etkilen­mezdi. Bu dönemde yer yüzeyinde artık bir kül tabakasının oluşmaya başla­dığını düşünebiliriz. Fakat o çok kızgındır ve her taraftan zehirleyici gazlar fışkırtmaktadır. İşte cinler karışık renklerde ateş ve gazların bulunduğu böy­le bir ortamda yaratılmış olmalıdırlar. Zannederim şu âyet cinlerin yaratıldı­ğı böyle bir ortamı anlatıyor:

" Biz daha önce de cânnı, çok zehirleyici ateşten yarattık"[101]

Burada Adem 'in yaratılışından önce ilk cinin yaratılışı anlatılmakta ve ate­şin yakıcılığı değil zehirleyici özelliği dile getirilmektedir. Bu sırada dünya yüzeyinin zehirleyici kızgın kül ve gazlarla kaplı olduğu anlaşılıyor. Tercü­mede zehirleyici anlamını verdiğimiz "s emûm:" kelimesi İbn Abbas ve İbn Mes ' ûd (r.a)'dan başlıyarak bir kısım müfessirlerce duman­sız ateş olarak mânalandınlmıştır ki bu kelime, öldüren veyahutta insan deri­sinin gözeneklerinden içeri giren kızgın hava anlamına da gelmektedir.[102]

Harzemli Zemahşerî (1074-1143 m) ise bu maddenin doğrudan derinin gözeneklerinden giren çok kızgın bir ateş olduğunu yazar.[103] Bütün bunlar, dünyanın belli bir yoğunluk kazandığı ateş-gaz ve ilk soğumaya başladığı dönemler hakkında bir fikir vermektedir. Bizim burada kastımız cinlerin ya­ratılışını anlatmak değil, onların yaratıldıkları ateş ve sıcak gazların özellik­lerinden faydalanarak dünyanın bu dönemi hakkında bir fikir vermektir. [104]

 

b2 - Yerkabuğunun Oluşumuna Genel Bakış

 

Dünyamızı oluşturan kütle, gökleri oluşturan ana kütleden veya gü­neşten ayrıldığı sırada[105] Kur'an'da belirtildiği şekilde ya çok yoğun bulut­su bir gaz kütlesi[106] veya çok sıcak akışkan bir kütle ya da bir ateş kütlesi durumunda olmalıdır. Bundan sonradır ki yerin yoğunluğu bütün bütüne art­mış ve yüzey kısmı yavaş yavaş soğuyup o toprak denen, kâinatın en de­ğerli ve sihirli maddesi oluşmaya başlamşıtır. Toprak tabakanın oluşumu kütlenin her tarafından aynı zamanda başlamış olabileceği gibi oluşum önce bazı noktalardan başlamış da olabilir. Bir kısım Kur'an müfessirleri Hz. Peygamber'in adını vermeden, ilk toprak oluşumunun Mekke'nin bulun­duğu yerden başladığını savunurlar ki bunların en başında tefsircilerin pîri sayılan İbn Abbas (ö. 684/687 m) gelmektedir.[107] Hatta ona göre, yeryü­zünde ilk oluşan dağ gene bu şehirde, Kur'an'ın ifadesiyle insanlığın ilk ma­bedi Beytüllah'm dibine kurulduğu Ebû Kubeys tepesidir.[108] Pey­gamber (S)'den sonraki ilk asrın bilginlerinden Katâde (ö. 118 h/736 m) kendisine ulaşan haberlere dayanarak, yeryüzü toprak tabakası düzenlemesi­nin, Kur'an'da "ümmü" 1-kurâ" olarak nitelendirilen[109] ve diğer bölge­lerle şehirlerin anası ve aslı anlamına gelen Mekke bölgesinden başladığım savunurki[110] biz bu görüşü Buhara Hanlığından İmam Nesefi (ö. 710 h/1310 m) 'de de görmekteyiz.[111] Bir haberde de; dünyadan hiç bir şey yaratılma­dan önce Mekke toprağının yaratıldığı, ifade edilmekte[112] fakat bu da aynı konudaki diğer görüşlerde olduğu gibi Hz. Peygamber'e bağlanmadan riva­yet edilmektedir. Bu görüşlere karşılık Basra şehrinden Hasan el-Basrî (ö. 110 h/728 m) dünyadaki ilk yoğunlaşan çekirdeği Beytülmakdis (Kudüs) ten başlatmaktadır.[113] Şu kadar varki o bu görüşünde tek kalmış gibi görünüyor. Her iki görüşe de yer veren müfessir-filozof Fahruddîn er-Râzî (1150-1210 m); Bir noktada oluşup biriken toprağın, yeryüzeyine o tek noktadan döşendiği görüşünü, yerin yuvarlaklığına ters düşeceği gerek­çesiyle kabul etmemektedir.[114] İbn İshak'tan verilen bir habere göre, İslâm öncesi dönemde Kabe tamir edilirken orada süryanice bir yazı bulunur. Bu yazı da; kendisini Mekke'nin sahibi olarak tanıtan Allah burasını yer ve göklerin yaratıldığı gün yarattığını, söyler.[115] Eğer birincilerin görüşü doğ­ruysa, yeryüzünün en yaşlı toprak ve kayaları Mekke bölgesinde olacaktır. Bunu tesbit elbetteki uzmanlara düşecektir. Burada, toprağın yüzeyde bir noktadan teşekküle başlayıp sonra diğer yerlerde de aynı oluşumun gerçek­leştiği görüşü ile toprağın yalnız bir yerde teşekkül edip yığılarak oradan dünyaya yayıldığı görüşünü birbirinden ayırmak gerekir. Bu ikinci anlayış F. Râzî'nin de belirttiği gibi mantıkî değildir ve müfessirlerin de yayıp döşeme olayını bu şekilde anladıklarını söyleyemeyiz.

Şüphesiz İslâm bilginlerinin arzın yüzey yapısının oluşumuna ilişkin yorum ve görüşlerinin dayanak noktası ilgili Kur'an âyetleridir. Bağrında yaşadığımız bu üst yapının oluşumu hakkında Kur'an'da gerçekten pek çok âyet bulunmaktadır. Meselâ göğün yaratılıp ona yükseklik ve derinlik boyu­tu (:senik) verilişini anlatan âyetlerden sonra şöyle denilir:

" - Allah göğün gecesini kararttı, gün aydınlığını ortaya çıkardı.

- Bundan sonra da O yeryüzünü yayıp döşedi;

- Ondan suyunu, otlağını, çıkardı,

- Dağları derinliklere oturtup sağlamlaştırdı.[116]

Yerin yayılıp döşenmesi anlamında olarak burada "dahv" fiili kullanılmışken, benzer konuların dile getirildiği bir başka sûrede bu sefer "tahv:" fiili kullanılmıştır*"). Yukarda tercümesini verdiğimiz âyette, yayıp döşeme ameliyesi olan (: dahv) ondan sonraki âyetlerle kısmen açık­lığa kavuşturulmuştur. Bu açıklama; üst tabakanın kendi içinde su tutup onu belli yerlerden yüzeye çıkarması, her çeşit bitkinin orada tutunup beslenmesi ve dağların derinliklerden başlıyarak yukarıya doğru dikilmeleri biçiminde yapıldı. Yüzey tabaka öylesine şekillendirildik! hem onun belli yerlerinde denizler, göller ve ovalar ve bunlara karşın dağlar oluştu ve hemde bu enge­beli tabaka kendi içerisinde su tutan ve onu kısmen dışarı veren bir hazine özelliğine kavuşturuldu. Arazi kesimlerinde yüzeye çıkan suların veya yu­kardan yağan yağmurların düz bir satıhta dağılmalarını engellemek ve onları nehirlerde akıtıp belli faydalara yöneltmek gayesiyle yüzey tabaka bu işe uygun biçimde döşendi ki bütün bunlar Kur'an-ı Kerîm'de anlatılan hususlar olmuştur. îbn Abbas (r.) yüzey tabaka düzenlemesi (:dahv) ola­yını; yüzeyin nehirlere, dağlara, geçit ve ovalara kavuşturulması olarak açık­lamıştır ki[117] biz zaten Kur'an'da da bu çeşit düzenlemelerden bahsedildi­ğini görmekteyiz.

Yer kütlesi elbet çok çeşitli imkân ve güçlerle donatılmış bulunmakta­dır. Yüzey tabakanın yayılıp döşenmesi ameliyesi Şam'dan müfessir İbn Kesîr (ö. 774 h/1372 m)'in de belirttiği gibi bu imkân ve güçlerin kuvve­den fiile çıkarılması olayıdır.[118] Üzerinde dolaştığımız ve her türlü ihtiyacı­mızı temin ettiğimiz bu yüzey tabakasına belli şekiller verilebilmesi için şüp­hesiz onun bu şekilleri kabul edebilecek bir yoğunluğa erişmiş olması gere­kir. Bu bakımdan döşeyip düzenleme hâdisesi aynı zamanda belli yoğunluk ve kalınlıkta toprak ve kayaların oluşumunu da içine alan bir süreçtir.

İbn Abbas (r.), İbn Kuteybe (ö. 276 h/889 m) ve Taberî (224 - 310 h/838 - 922 m) gibi ilk müelliflerden itibaren müfessirlerin hemen hepsi "dahv ve tahv" fillerini aynı anlamda; yerin yayılıp döşenmesi ve düzlenmesi olarak açıkladılar ve bu arada bazıları bu ameliyenin, Kur'an-ı Kerîm'de anlatıldığı biçimde tamamlayıcı unsurlarına ve gayesine yer verdi­ler.[119] Hatırlanacağı gibi buda yüzey tabakanın dağ, ova ve geçitlerle ge­rekli suya ve nihayet bitki Örtüsüne kavuşturulması ameliyesidir. Bu arada söz konusu fiiller, bu yakardaki anlamlarına ek olarak gene aynı müfessirle­rin bir kısmınca biraz farklı bir açıklamaya da tâbi tutulmuşlardır. Meaelâ İbn Abbas bir açıklamasında "tahv: fiiline, taksim anlamını verirki[120] bu, toprağın bölüştürülüp dengelenmesini ifâde eder. "dahv:" fiiline de; bir nesneyi yerinden öteye itip sürme, anlamını verenler olmuş­tur.[121] Bunlar düzenleme olayında toprak ve kaya karışımı kütlenin hare­ketlerini ifâde ederler. Gerek F. Râzî ve gerek Endülüslü Kurtubî, deve kuşunun, kendine yuva yapması gayesiyle yeri düzlemesi ve orasını yuvaya uygun hâle getirmesi için yaptığı işleme arapçada "dahv" denildiğini ve bu yuvanın, yere yaygın olmasından ötürü ona aynı fiilden türeme "ud-hıyy " adının verildiğini yazarlar.[122]

Kur'an'dan anlaşıldığına göre ki doğuda Türk illerinden Zemahşerî (1074-1143 m) ile en batıda Endülüslü Kurtubî gibi bazı müfessirler de buna dikkat çekmişlerdir, yeryüzünün yüzeyi önce, kendisinden beklenen faydalar açısından düzensiz ve biçimsiz (: gayri medhuv) durumdaydı ve o sonra gerekli bir düzenlemeğe tâbi tutuldu.[123] Bu arada, gene Kur'an'da anlatıldığına göre, gökler de kendi içinde tesviye ve düzenlemeğe tâbi tutulmuşlardır.[124] Kur'an müfessirlerinin bir kısmı bu iki düzenleme ve geliştirme işleminin aynı süreç içinde başladığını savunurlarken, diğer bir kısmı ise, öncelik ve sonralıktan söz etmişlerdir ki biz "Yer ve göklerin olu­şumu ve oluşum devreleri" başlığı altında incelediğimiz bu konuyu burada tekrarlamıyacağız. Şunu söyliyebilirim ki her iki küme de Kur'an âyetlerin­den yola çıkmaktadırlar.

Toprağın teşekkülü ve yerkütlesi üzerinde hayatın başlıyabilmesi İçin onun dengeli döşenip düzenlenmesi, evrenin en önemli oluşum ve ameli­yelerinden biri olarak görünüyor. Bunun için olmalıdır ki bu durum Hz. Muhammed (S)'in bir duasına konu olmuş ve o, bu duasında Allah'ı özellikle böyle bir yaratıcılığı ile anmıştır. Bu duasında Peygamber, Rabbi-ne; "Ey madhıyyâtı döşeyip düzenliyen" diye seslenmekte ve o "madhıy-yât: " ile de kâinatta dünyamız gibi düzenlenen tüm yer küreleri kasdetmektedir.[125]

Yerin yüzey tabakasının tanzimi ile ilgili olarak Kur'an'da geçen fiil­lerden biri de "medd:dır. Tercüme ve tefsirlerde bu fiile, yukarda açıklamasını yaptığımız fiillerden farklı bir anlam verilmemiş ve buna bazan onlarla aynı anlama gelebilecek "uzatıp döşeme" mânası verilmiştir. Benim anlayışıma göre "medd" olayı ötekilerinin genelliği karşısında biraz daha özel oluşumları ifâde ediyor ve bu tercüme onun anlamını dile getirmekten uzak kalıyor. Kur'an-ı Kerîm'de bu fiil, yerkürenin düzenlenmesiyle ilgili üç âyette geçmekte ve ondan hemen sonra dağların oluşumuna yer verilmek­tedir. Bu da her iki olay arasında bir bağlantı olduğunu gösterir. İlgili âyet sayısının üç olmasının da ayrıca bir anlamı olmalıdır. Bu, oluşumun üç bo­yut üzerinde ceryan ettiğini anlatmak için olabilir. Kur'an'daki sürelerin sıralamşı açısından diğerlerine göre önceliğe sâhib olan âyet meselâ Hasan Basrı  Çantay tarafından şöyle tercüme edilmiştir:

" Allah, yeri enine boyuna uzatıp döşeyen, onda oturaklı oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getirendir ve O, meyvelerin hep­sinden, yine kendilerinin içinde (erkekli-dişili) ikişer çift yarat­mıştır. Geceyi de gündüze O bürüyüp örtüyor ki bütün bunlarda iyi düşünenler için elbet ibretler vardır"[126]

İlgili diğer âyetlerde ise "medd" fiiline, bütün eski tefsirlerde olduğu gibi sâdece yayıp döşeme anlamı verilmiştir ki onlardan birinin tercümesi şöyle­dir:

" Biz yeri de yayıp döşedik ve oraya sabit dağlar yaratıp koyduk. Oralarda, ölçülüp dengelenmiş, her çeşitten nebatlar bitirdik.[127]

Ve nihayet sûre sıralamasına göre bu konudaki son âyetin tercümesi de şöyle yapılmıştır;

" Onlar yere de bakmıyorlarmı, onu nasıl serip döşedik. Ona na­sıl sabit dağlar atıp yerleştirdik ve onda (her sınıftan) içe ferah verici çiftler bitirdik"[128]

"Medd" arap dilinde yayma anlamından çok, uzatma ve bazan da yukarıya doğru çekerek yükseltme anlamlarına gelir. Meselâ nehir ve denizin su ile ka­barması anlamında bu fiil kullanılmıştır. Ayın denizleri kabartmasına "medd" denildiğini de biliyoruz. Bu anlamlan göz Önünde bulundurduğu­muzda "medd"in, ihraç veya inbât (:nebat bitirme) olaylarında olduğu gibi aşağıdan ve içerden yukarıya doğru olan oluşumları ifâde ettiğini söyliyebili-riz. Bu ise "inza1: indirme" fiiliyle ifâde edilen ve meselâ demirin yara­tılışı için kullanılan yukardan aşağıya olan oluşumların zıddıdır. "Medd" kanaatima göre yerin altında sıkışmış güçlerin yer kabuğunu belli yerlerden yukarıya doğru itip şişirmesi olayıdır. Bu bazan yüzeye fışkırma tarzında da olabilir ki biz bunu yanardağların püskürmesi olayında da görüyoruz. Medd olayı ile ilgili âyetlerden anlaşıldığına göre, yerküre bu şekildeki oluşumlarla engebeli bir duruma getirilmiştir. Arazi yer yer içerden yukarıya doğru itilip çekilirken dağların ve onların yanı sıra da nehirlerin oluşumuna imkân veril­miştir ki konuyla ilgili âyetlerin ilkinde bunlar sırayla dile getirilmiştir. Gene bu âyetlerde "medd" yerküresi yüzeyinin engebeli düzenlenişini ifâde etti­ği halde dördüncü bir âyette bu fiil aşağıdan yukarıya ve fakat bu sefer yüzey şeklin düzlenip bozulması anlamında kullanılmıştır. Orada şöyle denilir:

" - Yer çekilip düzlendiği

- Ve içinde ne varsa dışa atıp boşaldığı,

-  Bu konuda Rabbini dinleyip boyun eğdiği zaman-ki zâten yer için bu vazgeçilmez bir görev olmuştur (herkes yaptığına kavu­şacaktır)".[129]

Bu âyetten anlaşıldığı gibi yerküre, kıyamet sırasında içerden dışa doğru fış­kırmalarla dümdüz edilecek yâni dağ, ova ve denizler ortadan kalkacak ve yeryüzünün iç kısmı dışa boşalacaktır. Bu da yer kabuğundaki "medd" olayının içten dışa bir hareket olduğunu daha açık göstermektedir. Eğer "Medd" ilk başta, arzın düzlenmesi olayı olsaydı sonradan yâni kıyamet sırasmda böyle bir düzlemeye ihtiyaç kalmazdı. Eğer yer bazılarının zannet­tiği gibi yuvarlak değil de düz olsaydı o takdirde böyle bir işleme gene ihti­yaç kalmazdı.

İlk oluşum ve düzenleme safhalarında yerkabuğunun bazı kısımları aşağıdan yukarıya itişle yükselirken onun bazı kısımları da tabiatiyle çukurlaştılar. Bu yerler sonradan genellikle denizleri ve bazı bölümler de ovalan oluşturdular. Büyük denizler de kıtaları belirlediler. Bunun için olmahdırki yukarda "medd" olayı ile ilgili kaydettiğimiz ilk âyettin hemen ardından dünyadaki kıtalara ve onların toprak, iklim ve bunlara bağlı bitki örtüsü özelliklerine işaret edilerek şöyle denilmiştir:

" Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar vardır. Üzüm bağlan, ekin­ler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki hepsi bir su ile su­lanıyorlar. Böyleyken Biz yemişlerinde onlardan birkısmıni di-ğererinden üstün yapıyoruz. İşte bunlarda da aklını kullanan topluluklar için elbet (var olduğumuzu gösteren) deliller var­dır"

Üzerindeki engebelere oranla yerküresi çok büyük olduğu için "yayıp döşe­me[130] ifâdesinde buna bir aykırılık görülmemiştir. Hatta bir âyette bu anlam­daki " dahv " yerine tam bir düzlük ifâde eden " sath:" fiili kullanı­larak şöyle denilir:

" - Onlar bakıp gözlemezler mi...

- O dağlan, nasıl dikilmiştir onlar.

- O yeri (gözlemezler mi), nasıl yayılıp döşenmiştir o"[131]

Burada dağlar bir pürüz teşkil etmekle beraber genelde yerkürenin düzlü­ğünden bahsedilmiştir. Ayrıca_dağlar hâriç dünyanın geri kalan ova kısım­larının nasıl bu kadar düz olduklarına ve düz kaldıklarına dikkat çekilmiş­tir.

Hemen bütün müfessirler " medd " fiiline yayıp döşeme anlamını ve­rirlerken gene onların büyük biriasmffcu döşeme işleminin su üzerine yapıl­dığına dâir İbn Abbas (ö. 68 h/687 m)'in bir görüşüne yer verirler.[132] Bu görüş, toprağın su veya akışkan bir tabaka üzerinde teşekkül ettiğini fâde edebileceği gibi toprak tabakasmın hâlen mâî bir tabaka üstünde olduğunu da ifâde edebilir.

Üzerinde gezindiğimiz, köy" ve şehirler kurduğumuz, hayvanları yayıp ekinler ektiğimiz dünyanın bu üst tabakası, insanların bütün bu faaliyetlerini sürdürmelerine uygun bir yapıda olduğu için Allah onu, bazı âyetlerde dö­şek (:firâş)[133] ve bazılarındab-eşik ("mehd:)[134] haline getirdi­ğini anlatırken bir âyette de onu bir yaygı (bisât:) gibi yaptığından söz etmektedir.[135] Bütün bunlar bize yeryüzeyinin muayyen oluşum ve şe­killenme safhalarını anlatıyor olabilirler. İnsan bu yeryüzeyinin hemen he­men her tarafında kendisine beşikteki bir bebek yahut döşekte yatan veya bir yaygıya uzanmış bir adam rahatlığı ile dolaşıp çalışabileceği, yerleşip otura­bileceği yerler bulabilir. Dünya gene Kur'an'm anlatımına göre bu nite­liklerinden dolayı insanların yerleşip kalabilecekleri bir istikrar yeri hâline getirilmiştir.[136] Burası uzay denizi içinde gerçekten bir istikrar ve hayat adaşıdır. Fahruddin er-Râzî'nin Zâriyat sûresi 47-48. âyetlerden anla­dığı şudur ki; önce yer ve göklerin kabası inşâ edilmiş ve daha sonra da gök­lerin tesviyesine ve yeryüzünün de tefrişine geçilmiştir.[137]

Şüphesizki dünya hayata elverişli bir duruma gelinceye dek buraya ka­dar anlatılanlarda görüldüğü gibi çeşitli yapılanmalara mâruz bırakıldı. Hayat için bu yapılanmanın tek başına yeterli olamiyacağı, bunun için dünyanın ay­rıca güneş ailesi içerisinde uygun bir yörüngeye yerleştirilmesinin gerekliliği açıktır. Hatta benim düşünceme göre onun güneşe göre olan konumu, yapı­lanması üzerinde de etkili olacaktır. Rahman sûresinde, göğün yükseltilip ge­rekli her türlü dengeler (:mîzan)in kurulduğu anlatıldıktan sonra yeryüzü­nün de canlılar (: enam) için güneş ailesi arasında mevcut dengeler içeri­sinde uygun bir yere konulduğundan bahsedilmektedir.[138] Burada ilgili âyetteki "vad":" fiilini, müfessirlerin çoğu arzın alçaltilıp döşenmesi olarak anlarlarken[139] Şam beldesinden İbn Kesîr (ö. 774 h/1372 m) ve Mısır'dan es-Suyûtî (ö. 911 h/1506 m) gibiler ona; arzın sağlamlaştırıhp sallamışız duruma getirilmesi anlamını verdiler.[140] Tefsirinde F. Râzî'yi izliyerek uzay bilimiyle ilgilenen Ney sabûrî (ö. 1328 m) ise bu âyeti açık­larken, dünyanın âlemin merkezine konulup orada döşenmesinden sözetmiştir.[141] O, dünyayı âlemin merkezine koymakla hata etmiş olabilir. Fakat onun " vadv " fiiline hem dünyanın âlemde belli bir yere konulması ve hem de döşenip düzenlenmesi gibi bir anlam vermesi diğer tefsirler yanında önem taşımaktadır. Vadv arap dilinde alçaltma anlamına geldiği gibi bir nesneyi belli bir yere koyma anlamına da gelir. Yerküre güneşe nisbetle belli bir yerde belli bir konuma getirildiği gibi onun yüzeyi de alçak ve yüksek kı­sımlardan oluşan bir yapıya kavuşturulmuş ve her iki durum da orada hayatın başlamasına ve çeşitlenmesine yol açmıştır. Nitekim bu âyetten hemen sonra çeşitli türden bitkilerin ve sonra da insanın yaratılış konusu dile getirilmiştir. Burada benim aklıma, başlangıçta şişkin olan yer kütlesinin daha sonra yo­ğunlaşıp büzüşme sonucu alçalıp küçülmesi gibi bir olay da geliyor ve bu vadv fiili diğerleri yanında böyle bir oluşumu da ifâde etmiş olabilir. Gerçek­ten akla durgunluk verecek derecede çok çeşitlenmiş canlılar burada yaratıl­mış ve burası sözkonusu âyette ifâde edildiği gibi onlar için her bakımdan el­verişli bir konuma getirilmiştir. Vadv fiili burada bana göre daha çok, yerkü­renin güneş ailesi içerisinde en uygun bir yere konulusunu ifâde ediyor. Ben bu anlayışıma dayanarak ilgili âyeti şu şekilde tercüme etmekteyim:

" Yeryüzüne gelince onu da Allah canlılar olsun diye (uygun) bil­yeye koymuştur"

Eğer burada bir ihtimal yeryüzeyinin yapılanışı da ifâde ediliyorsa o takdir­de ben her iki anlamı da göz önünde bulundurarak âyetin şu şekilde tercü­mesini de uygun bulmaktayım:

" Yeryüzüne gelince onu da Allah canlılar olsun diye (uygun) bir konuma getirmiştir"

Türkçe tercümelerde sözkonusu "vacy " fiiline ya sâdece yaratma veya alçalttı, döşedi gibi anlamlar verilmiştir. Genelde Kur'an'da her oluşum deği­şik bir fiille ifâde edildiğinden buna yaratma anlamını vermek kolay yoldan işi geçiştirmek olur. Göğün yükseltilişine karşın ona alçaltma mânası ver­mek ise hiç uygun olmaz. Çünki dünya göğün ve güneş ailesinin bir üyesi olarak onların içinde bulunmaktadır ve onlardan ayrı düşmüş değildir. Yer-yüzeyinin döşenip serilmesi anlayışına gelince Kur'an'da bunu ifâde eden çok sayıda başka fiiler vardır ve bu fiil onlardan ayrı bir oluşum ve düzenle­menin ifadesi olmalıdır. Yerküresi, güneş ailesi içindeki değişmez yerine bir kere konulduğundan bu olayı anlatan " vadv " fiili de Kur'an' da bir kere kullanılmıştır.

Biz bundan soma yeryüzeyinin diğer yapılanmalarını; onların en hey­betlisi dağlar ile insanı uzay boşluğu gibi içine çekmekte olan denizleri ve sonra da hava tabakasını ele alacağız. [142]

 

b3 - Dağların Oluşumu

 

Kur'an-ı Kerîm'de dağlar hakkında çok sayıda âyet bulunmaktadır. Dağlar düz ve ova kısımlara nisbetle insanda daha çok "yüce bir Allah" dü­şüncesi meydana getirmektedirler. Diğer yandan dağlar yerkürenin oluşumu hakkında bize daha çok malumat verirler. Bir önceki konudan hatırlanacağı gibi üç ayrı âyette, yerin uzatılması veya aşağıdan yukarıya itilip çekilmesi olayı olan "medd" işleminin ardından hemen dağların oluşumuna geçil­mişti.

Dağlar anlamında Kur'an'ın bazı âyetlerinde "cibâl" yerine revâ-sî: " kelimesi kullanılmıştır ki bu; derine saplanmış ve yerinde sağ­lam duran, anlamını ifâde eder. Geminin demir atması anlamında olarak arapçada gene aynı kökten "irsâ" fiili kullanılır. Biz Nâziat sûre­sinde, yeryüzüyenin düzenlenmesi ile ilgili işler arasında dağların derinlere saplanıp dikilmesinden de sözedildiğini görürüz ki orada bunun için meselâ "irsâ" fiili kullanılmıştır.[143] Buna göre dağlar bir gemiyi yerinde tutmak için demir atmada olduğu gibi derinliklerde bir zemine oturtularak yerlerin­de sağlamlaştırılmış olmaktadırlar. Dağlar için böyle bir isim ve fiilin seçilmiş olması, insan aklına onların akışkan bir tabakaya saplanmış durumda ol­dukları düşüncesini meydana getireceği gibi gene onların hiç olmazsa bazı­larının vaktiyle deniz olan bir yerden yükseldikleri düşüncesini de getirir. Dağ oluşumlarının bazı âyetlerde böyle bir fiille dile getirilişi ve onların bundan türeme bir isim alması kanaatımca bu gerçeği anlatmak içindir. Buna göre nekadar büyük olursa olsunlar bazı dağ silsilelerinin deniz dibinden yu­karıya doğru dikildiklerini ve sonuçta denizi doldurup kapladıklarım düşü­nebiliriz. Derinden yukarıya dikme anlamındaki "irsâ" ya karşın bir kısım âyetlerde, atıp yerine koyma anlamındaki "ilka" fiili kullanılmıştır.[144] Bu, "irsâ""da olduğu gibi dipten yukarıya değil yukardan dibe doğru bir oluşumu ifâdeye uygun düşmektedir. Buna göre biz bazı dağların üstten dibe doğru ve bazılarının da dipten yukarıya doğru teşekkül ettiğini söyliyebili-riz.

Bazı Kur'an âyetlerinin ifâdelerine bakılırsa, yüzey tabakanın sarsılıp da üzerindeki canlıları rahatsız etmemesi için bu tabaka dağlarla sabitleştiril­miştir. Bunun için dağlar uygun bir yapıda teşekkül etmiş ve uygun yerlerine konulmuş olmalıdır. Bu, yüzeyin; nehir, ova ve geçit unsurlarına yer veren bir düzenleme olmalıdır. Kuran 'da bunlara şöyle dikkat çekilir:

" Allah, sizi sallayıp çalkalamasın diye, yeryüzü derinliklerine saplanıp dikilmiş sağlam dağlar koydu ve ayrıca da düz yolda gidip gayenize ermeniz için orada ırmaklar ve yollar yarattı.[145]

Bir başka âyette de dağları oluşturan kütlelerin yerin derinliklerine saplan­mış olduğu ve bunların desteği ile düz alanların sallantısız ve rahat hâle geti­rildikleri de şöyle anlatılır.

" Biz, yeri bir beşik, dağları da kazıklar yapmadık mı".[146]

Burada dağlar bir beşiğin ayaklarına benzetilmişlerdir. Düz ve çukur alanlar bu ayaklara tutunmuş ve orada insan bir beşikteki bebek misâlidir. Bu ayaklardaki hareket elbet düz satihlarda kendisini hissetirecektir. Ayakla­rın derine batması veya yukarıya kayması düz alanlarda sallantılara ve kırıl­malara yol açacaktır. Yer ve göklerin muhtelif oluşum safhalarının anlatıldı­ğı Fussılet suresinde gene "ilka" işleminde olduğu gibi dağların üstten di­be doğru yapılanışı veyahutta dağların üstten dibe yaptıkları baskılar dile ge­tirilirken şöyle denildi:

" Allah orada üstten, ağırlık sabit dağlar yerleştirdi. Orada bol­luk ve bereketler yarattı ve onda, isteyip anyonlara yeter, dört gün (devir) de, onun gıdalarını yaratıp tamamladı" .[147]

Burada üstten dibe doğru bir oluşum mu anlatılıyor yoksa sâdece dağların üstten derinliklere yaptıkları ağırlık ve baskılar mı dile getiriliyor, bu pek açık değildir. Bildiğimiz bir şey varsa burada, canlı hayatın başlamasından önceki dağ oluşumları dile getirilmektedir. Daha sonraki oluşumlar bundan farklı olabilir.

Elbetteki dağlar kütle ağırlıklarıyla derinliklere doğru baskı yaparak yüzey tabakadaki dengeleri ayakta tutmaktadırlar. Bizzat dağın kendisinin bile kökten itibaren yukarıya doğru dengeli bir konumda dikilmiş olması ge­rekir. Rastgele bir dikiliş şüphesizki denge bozukluklarına ve çeşitli çöküntü ve kaymalara yol açar. Bu bakımdan Kur'an-i Kerîm 'de, göklerin eriş­tiği yükseklik boyutuna dikkat çekildiği sırada dağların temelden dikilişleri­ne de dikkat çekilerek şöyle denilmiştir:

" Hiç dağlara bakıp gözlemezlermi? Nasıl dikilmiştir onlar".[148]

Biz verdiğimiz bu bilgilerden sonra şimdi müfessirlerin ilgili âyetler hak­kındaki bazı görüş ve yorumlarına geçeceğiz. Peygamber hâriç tutulursa ilk müfessir sayılan îbn Abbas (ö. 68 h/687 m)'a göre; Allah önce arzın yüzeyini su üzerine döşedi ve fakat yerler bir gemi gibi sallanıp bir tarafa yatıyordu. Bunun üzerine yüce Allah ağır dağlarla yeri sağlamlaştırdı. Pek çok müfessir bazan İbn Abbas'ın ismini vererek bazan da kendi bilgileri olarak eserlerinde bu görüşü dile getirirler.[149] Hatta İbn Kesîr bu se­beple dağların 3/4'ünün suya gömülü olduğunu yazar.[150] Fahruddîn er-Râzî'nin bildirdiğine bakılırsa tefsircilerin çoğunluğu bu olayı gemi­nin ilk suya indirilişine benzetirler. Tik suya indirildiğinde gemi sallanıp durur. Ona ağırlıklar konulduğunda sallantısı geçer ve o düzgün durmaya başlar. Yeryüzeyi de su üstüne döşeli olarak yaratıldığında böyle olmuş ve Allah onu ağır dağlarla sallanüsız duruma getirmiştir. Bu arada F. Râzî, yüzey tabakanın dağlarla aynı süreç içinde yaratılmış olabileceği ihtimali üzerinde de durur.[151] Bunlara karşılık ilk müelliflerden ünlü bilgin Taberî (ö. 224-310/838-922 m) herhangi bir sıvı kütleden bahsetmeden, âyette anlatıldığı şekilde, yeryüzeyinin dağlarla sâkinleştirildiği görüşle­rine yer verir.[152]

Dünya sâdece bir ova olsaydı ondan elbet bugünki kadar faydalana­mazdık. Koca dağlar yalnız iklim değişikliği ile bitki örtüsü ve canlıların çe­şitlenmesine yol açmadılar. Onlar, Kur'an'da belirtildiği gibi yeryüzeyinin en önemli denge unsuru oldular. Biz burada sözümüzü Peygamber (S)'in; Uhud dağı bizi seviyor, biz de onu seviyoruz,[153] sözleriyle bitireceğiz. [154]

 

b4 - Yeryüzü Su Kaynakları

 

Bilindiği gibi yeryüzeyinin büyük bir kısmını tuzlu su alanları olan denizler oluşturmakta ve tatlı su akıtan nehirler de bunlara boşalmaktadır. Nehirler denizleri besler gibi görünüyorsa da aslında daha çok denizler onla­rı beslemektedirler. Denizlerden kalkan buhar, yağmur olarak, nehirler aracı­lığı ile yeniden denizlere gelmekte ve bu döngünün en büyük haznesini de­nizler oluşturmaktadır. Su kaynakları elbetteki sâdece deniz, göl ve nehirler­den ibaret değildir ve toprağın derinlikleri de özellikle tatlı su haznelerine sahiptir. Yağan yağmurların bir kısmı denizler yerine bu hazinelere inmekte ve yüzey tabakadaki yapılamşa göre oradan da bir miktar gene yüzeye çık-maktadı.[155] Böylece su, denizler ve karalar olmak üzere her iki yerde de de depolanmaktadır. Ayrıca hava içerisinde buhar hâlinde küçümsenmiyecek miktarda su bulunmaktadır ve hepsi dâhil olmak üzere yerkürenin belli mik­tar bir su hacmi vardır. Buharlaşma ve yağmura dönüşüm ise gelişi güzel ol­mayıp belli bir ölçü içerisinde gerçekleşmektedir ki Kur'an'da buna şöyle değinilir:

" Biz (belli) bir ölçü içinde gökten su indirdik de onu yeryüzünde yerleştirdik. Hiç şüphesiz Bizim onu alıp götürmeğe de gücü­müz yeter" [156]

Basamak basamak göklerin yaratılışım ele alan âyetten hemen sonra gelen bu âyet, kanaatımca sâdece bugünki yağmur olayını değil belki ondan daha çok yeryüzünde ilk yağmurlaşma olayını ve onun oluşturduğu birikimleri di­le getirmektedir.

Kuran, karaların olduğu gibi denizlerin özellikleri hakkında da ba­zı bilgiler veriyor. Bir âyette, inkarcıların tutumları ile denizin karanlıkları arasında bir benzetme yapılırken denizlerde yekpare dalga ve bulutlarla bir­birinden ayrılan farklı karanlık tabakalardan bahsedilmiştir. Bunlardan öyle­si vardır ki oraya elini sokan, çıkardığında onu tanıyamaz hâle gelir.[157] Ba­zı âyetlerde ise, denizlerde tuzlu sulara karışmıyan ve bulunduğu noktada denizi ikiye bölen tatlı sulardan bahsedilir. Veya iki ayrı denizin bağlantı yerlerinde tatlı sularla oluşturulan engelleyici perdelerden sözedilir. îşte o âyetlerde şöyle denilir:

" Allah iki denizi birbirine salıp katandır. Şu, tatlı ve susuzluğu gidericidir, bu ise tuzlu ve acıdır. Allah aralarına bir perde ve aşılmaz bir sınır koymuştur".[158]

Buna benziyen diğer bir âyet de şöyledir:

" - O, iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir,

- Fakat aralarında birbirine geçişe engel bir perde vardır"[159]

Kur'an'da, suları acı denizlere karşılık suyu tatlı olan denizden de bahsedilmektedir.[160] Bu, buzullaşmış müstakil bir deniz olabileceği gibi az önceki âyetlerde anlatılan, denizlerin belli yer ve derinliklerindeki tatlı su kütleleri de olabilir.

Kur'an'da sayı olarak sekiz denizden[161] ve bu arada birbirine komşu kıtalardan bahsedilmektedir.[162] Bu sekiz denize, Allah'ın bitmez tü­kenmez ilmini yazmaya, denizlerin mürekkep olarak yetmiyeceği anlatılır­ken temas edilir. Biz burada dünyanın büyük denizleri sayısının verildiğini kesin olarak söyliyemiyoruz. Bu arada denizlerdeki menfaatlara dikkat çe­ken, Kur'an'da çok sayıda âyet olduğunu burada hatırlatmak isteriz. Deniz­ler yeryüzündeki hayatı besüyen en büyük kaynaklardır ve yeryüzeyinin 3/4'ü onlarla kaplanmış durumdadır. Bu nisbet dış yüzey hararetinin, hayata elverişli ölçüde sönmesine ancak yetmiştir. însan vücudundaki su nisbeti de bu kadardır ve hayat oradada bu nisbete bağlıdır. Hücrelerden su çekilince vücut yanıp ölüme gider. Yerküre suyunu kaybederse onun da yeniden kor hâline gelmemesi için bir sebep yoktur. Kanaatima göre, insan dünya yüzey tabakasının hulâsasından yaratıldığından onun vücudundaki su nisbeti ile bu tabakayı kaplıyan su nisbeti biririne eşit olmuştur.

ölçümlere göre bu yerkürede her saniye 17 milyon ton su buharlaşıp havaya karışıyor ve her saniye aynı miktar su yeryüzüne iniyor.[163] Bu, gün­de 24,5 milyar ton yapar. Dünyanın yanık bağrı her gün bu miktar su ile su­lanarak ondaki hayat idâme ettirilmektedir. Bunun da en büyük kaynağını denizler ve daha sonra göl, nehir ve ormanlar oluşturmaktadırlar. O halde hiç kimse yerküremizin denizlerini nisbet olarak fazla bulmamalıdır. Burada ilk başlarda kaydettiğimiz âyette ifâde edildiği gibi, su belli bir ölçüye göre buharlaşıp yağmakta ve gene o, yeryüzünde İlâhî bir ölçüyle haznelenmiş bulunmaktadır. Su kaynakları yeryüzünün en kıymetli hazineleridir. Suyu­muz oradan, nefesimiz oradan geliyor. Şimdi biz kendisini teneffüs ettiğimiz esrarengiz bir tabakayı, hava tabakasını ele alacağız. [164]

 

 

b5 - Hava Tabakası, Bulutlar Ve Faaliyetleri

 

Biz insanlar ve hatta canlıların çoğu, yeryüzü üzerinde ve fakat hava tabakası İçerisinde yaşıyoruz. Tabiiki suda yaşıyan canlıları burada bir istis­na olarak söylemeliyiz. Fakat su da sonuç itibariyle hava tabakasındaki belli gazlardan oluşmuştur. Bu tabaka su gibi, hayatın ilk baştan doğuşunda ve sonra da devamında en önemli görevler üstlenmiştir. Dünyanın neresinde olursa olsun hava tabakasına verilen en küçük bir zarar tüm insanlık için bir tehdit sayılmalıdır. Yerküre hava tabakasının kalınlığı yaklaşık 1000 km. ol­makla beraber bunun 80 km. si esas kısmı teşkil eder. Bu tabakanın belli nisbetlerde gazlardan ve su buhanndan oluştuğu bugün bilinen bir gerçektir. Yeryüzündeki tüm bitki ve canlıların hayatı bu nisbetlerin korunmasına bağ­lıdır ve bunlardaki değişme ve buradaki bozulma kendisini derhal hayat üze­rinde hissetirecektir. Gerekli ve içinde yaşanılabilir hava tabakası sınırlı olup uzayın boşluklarında sonsuza doğru uzayıp gitmez. Biz belki bazı gezegen ve uydulardan dünyamıza toprak getirebiliriz ve fakat bozulan havamızı ye­nilemek için oralardan hava getiremeyiz. Veya böyle bir şeyi şimdilik im­kânsız görüyoruz. Hava tabakasının belli kalınlıkta olup sonsuza kadar git­mediğinin ne zaman keşfedildiğini bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da Kur ' an 'm bazı âyetlerinde; bu gök boşluğunun belli bir hava tabakası ol­duğuna ve ondan sonra havasız bir ortamın başladığına işaret edildiğidir. Meselâ bir âyette kuşların, göğün havası (:cevvu's-semâ) İçe­risinde hareket ettikleri anlatılarak şöyle denilir:

Göğün havası içinde (Allah) kanunlarına uyarak uçan kuşları görmediler mi? Bunları orada Allah'dan başkası tutmuyor. Bunda inanan bir toplum için, (Allah'ın varlığına) nice deliller bulunmaktadır".[165]

Bazıları benim burada "göğün havası içinde" diye tercüme ettiğim âyetin ilgili kısmını, yerle gök arasında veya boşlukta, diye tercüme ederler. Kanaatımca bu uygun bir tercüme değildir ve gerçeği tam yansıtmamaktadır ve hatta "havada" demek bile gerçeği yansıtamaz, çünki bu kelime türkçede boşluk anlamında da kullanılır. Daha ilk devirlerde, ünlü bilgin Taberî (ö. 310 h/922 m)[166] ve gene ondan sonra bazı müfessirler, bu âyetin ilgili bölü­münü benim tercümeye aldığım gibi mânalandırdılar.[167] En eskilerden Ka-tâde (ö. 118 h/736 m) ise âyetin ilgili kısmını; "göğün ciğerleri içinde" di­ye tercüme etmiştir.[168] Bu gerçekten ilgi çekici bir mânalandırmadir. Aye­tin bu ifâdesinden yukarıda hava olmıyan bir uzay boşluğunun başladığı an­laşılmaktadır.

Yukarıya doğru çıktıkça teneffüs ettiğimiz oksijen azalıp nihayet yok olmakta, buna karşılık bu üst kısımları belli Ölçülerde diğer gazlar doldur­maktadır. Oksijen azaldıkça insan boğulacak bir duruma gelecek ve bir nok­tadan sonra ölecektir. Kur'an-ı Kerîm, yukarıya doğru çıkacak olan bir insanın bu durumunu, inananla inanmıyan arasında bir mukayese yaparken verir:

" Allah kimi doğru yola götürmek dilerse onun göğsünü Islama açar. O, kimide sapıklıkta bırakmak isterse onun da gösünü son derece daraltır ve sıkar. Öyleki bu kişi göğe zorla çıkıyormuş gibi olur. Allah, îman etmiyeceklerin üstüne işte böyle murdar­lık çökertir" .[169]

Bu âyete göre, kalbini İslama açmiyan kimse, göğe doğru çıkarken göğsü daralan kişi gibi daralır.

Suyun dibe doğru yaptığı basınç gibi havanın da kendine göre yeryü-zeyine bir basınç yapması tabiidir. Canlıların ve kan dolaşım düzeninin ölçü­lü bir basınca ihtiyacı vardır. Fazlalık ve azlık hayatı tehdit eder. Su buharı­nın havaya bir ağırlık verdiği açıktır ki Kur'an'da da yağmur yüklü bulutların ağırlığına temas edilmiştir. Biz yeri gelmişken burada Kur'an'ın bulutlar hakkında söylediklerini ele alacağız. Yağmur yüklü ağır bulutlardan bahse­den âyetlerden birinde şöyle denilir:

" Size korku ve ümit salmak üzere şimşeği gösteren ve ağır (yağ­mur yüklü) bulutlar oluşturan O'dur"[170]

Bu konudaki diğer bir âyetin ifâdesi de şöyledir:

" Allah, rahmetinin önünden (bir öncü olarak) rüzgârları mücde-leyici gönderendir. Neticede bunlar ağırlaşmış bulutları yükle­nip kaldırırlar da Biz onları ölmüş bir bölgeye sevkeder ve he­men ona yağmur indiririz. Bunun ardından orada her türlüsün­den ürünler çakarırız. işte ölüleri de böyle dirilteceğiz. Belki bu olaydan düşünüp ibret alırsınız.[171]

Başka bir âyette ise bulutlar, "yüklenip taşıyıcılar" olarak nitelendiril­mekte ve fakat ne yüklü oldukları söylenmemektedir.[172] Bunlara karşın bir âyette, birbiri üstüne yığılmış bulutlar bir hayâl konusu yapılmış![173] ve öteki bir âyettede bulutların sıkma gücü dile getirilerek şöyle denilmiştir:

"Biz sıkıcı mengenelerden de şarıl şarıl su indirdik".[174]

Burada bulutlardaki su buharının belli bir basınçla sıkıştırılması su­retiyle yağmurun oluştuğu ifâde edilmektedir. Eğer belli yoğunluk ve ba­sınç olmazsa bulutlar mengene görevi göremezler. Bir önceki konudan ha­tırlanacağı gibi eğer söylenen tesbitler doğruysa bulutlar tüm yeryüzünde, günde 24.5 milyar ton buhar kaldırıp gene oraya aynı miktar su vermekte­dirler. Bundan anlaşılıyorki onların yükleri zannedildiği gibi hafif değildir ve bu mengeneler bizim fabrikalarımızdaki tezgâhlardan belki de daha çok çalışıyorlar. Ne için? Elbet bizim hayatımızın devamı için. İnsan, yoklu­ğunda bir bardak suyun kölesi olmaya hazırdır. Fakat su ve hava karşısında insan gereği gibi bir kul olamıyor ve onların karşılıksız ve bedava şeyler olduklarını sanıyor. Bulutlar âdeta yeryüzü bitki örtüsüne ayarlanmış gi­bidirler. Onlar bu örtüyü bulamadıkları yerleri ya sulamazlar veya gereksiz buldukları için oradan toprağı alıp götürürler. Onların görevleri İlâhi bilgisayarlara yüklenmiş gibidir.

Kur'an'da dağlara olduğu gibi bulutlara da çokça temas edilmiştir. Dağların incelenmesi, yüzey tabaka, bulutların incelenmesi de hava tabakası hakkında insana fikir verirler ve insan varlık hakkında edindiği bu ilk bilgi­lerden hareketle daha ötelere doğru adım atar. Hava tabakası içinde bulutlar, yüzey tabakanın çıkıntıları olan dağlar misâlidirler. Kur'an'da bulutların se­rilmesi ve yapılanmalarına da değinilmiştir. Meselâ onların dağılım biçimini konu edinen bir âyette; rüzgârlarca kaldırılan bu bulutların, Allah'ın dileğine göre serildikleri ve gene onun dileğine göre parçalanıp dağıldıkları anlatılır.[175] Buna ilişkin bir başka âyette de rüzgâr ve bulut hareketlerinin tâbi ol­dukları kanunların incelenmesi istenilir.[176] Bulutu oluşturan zerreciklerin birbirleriyle birleşip kaynaşarak bir yığın hâline gelişleri ile havada oluşan doludan dağlar olayı gene Kur'an'da konu yapılmışlardır. Bu konulara ilgi­mizi çeken âyette işte şöyle denilir:

Görmüyormusun (şu gerçeği) ki Allah bulutları kaldırıp sürü­yor ve sonra aralarında bir imtizaç meydana getiriyor, sonra da onları üst üste bir yığın hâline getiriyor. ݧte gördüğün gibi yağmur onların arasından çıkıyor. Allah gökten içinde dolu bu­lunan bazı dağlar indiriyor da dilediğine onunla musibet veri­yor ve dilediğinden de onu uzak tutuyor. Onun şimşeğinin parıl­tısı da nerdeyse gözleri alıp kamaştıracaktır",[177]

Bu âyette bulutu oluşturacak parçacıkların bir yerde toplanarak birbirlerine meze olup kenetlenmeleri ve sonra onların üst üste yığılmaları hâdiselerine dikkat çekiliyor. Bazan bu kenetlenme dağlar gibi dolu yığınlarını bile tutup götürecek kadar güçlü olabiliyor.

Kur'an'da bulutlara genellikle onları kaldırıp götüren rüzgârlarla beraber değinilir. Rüzgârların bu görevine ilâve, bir âyette onların bitki çi­çeklerini döllendirme görevine de değinilmekte ve şöyle denilmekdedir:

" Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik. Gökten de su indirip onunla sizleri sıvardık. Bunun hazinedarları da sizler değilsiniz".[178]

Kur ' an 'm pek çok âyetinde rızık ve nîmet getiren bir nesne olarak tanımlanan rüzgârlar gene bu kitapta, geçmişte bazı azgın toplulukların im­hasında kullanılan bir silâh olarak karşımıza çıkarlar ki biz onun bu kötü ya­nından Allah'a sığınırız. Dünyamızın hava tabakası görünmezliğine rağmen gerçekten sırlarla doludur ve onun bize verdiği hayat ve sunduğu faydalar yanında bazan verdiği zararlar da olur. Fakat en kötüsü bizim ona verdiği­miz zararlardır.

Hava tabakası göklerden çeşitli tür ışın ve dalgalar aldığı gibi yerden de su buharı ve muhtelif gazlar alır. O, yerden aldıklarıyla gökten aldıkları­nın bir kısmını yere iade eder. Yerdeki su kaynaklarından ayrışma sonucu oluşan buhar yeniden yeryüzeyine döner ki bu bir nevi kısır döngü gibidir. Güneş ve yıldızlardan gelen zararlı ışın ve dalgaları kendinde tutan ve bun­ların bir kısmını geri iten hava tabakası böylece iki yönlü bir iade işlemi yapmış olur. Kur'an'da hava tabakasının muhtemelen bu iki işlevine te­mas eden bir âyet bulunmaktadır. Ancak müfessirler bunu sâdece yerden kalkan buharın yeniden yere iade edilişi olarak anlarlar. Âyet, bahsettiğimiz her iki işleve birden değinmiş olabilir. Bu âyet değişik yorum ve anlayışlara uygun olduğundan onu; göklerin, dağılıp açılmadan önceki ilk patlama nok­tasına dönüşümü, olarak anlamamız da mümkündür. Çok kısa olan bu âyet şöyle tercüme edilebilir:

" - Andolsun o dönüşlü olan göğe

 - O yarılan yere".[179]

Bu âyette görüldüğü gibi Kur'an çok kısa ifâdelerle haklarında ciltler dolusu kitaplar yazılacak konulara değinir. Eğer burada göklerin ilk oluşum noktasına dönüşleri kastedilmiyorsa o takdirde bizim buradaki göğü hava ta­bakası olarak anlamamız gerekecek ve onun da çok yönlü iade işlevleri üze­rinde durmamız sözkonusu olacaktır. Âyetteki geriye dönme anlamı taşıyan " racv: fiili aynı sûrenin bir başka âyetinde "irca": yâni geri­ye döndürme anlamında kullanılmıştır.[180] Buna göre sözkonusu âyet "An­dolsun geriye döndürme (imkânına) sahip göğe" tarzında tercüme edilebilir. Kur'an'ın garip kelimeleri üzerine eser yazan 6. hicri asır müelliflerinden Râgıb el-Isbahânî, aldığı su buharını geri döndürmesinden ötürü hava­nın bu şekilde nitelendirildiğini yazar.[181] Aynı asır müelliflerinden Har-zemli Zemahşerî ve daha sonra Fahrudîn er-Râzî; denizlerden kal­kan buharın tekrar oraya döndüğüne ilişkin araplarda mevcut kanaatin bu âyette ifâdesini bulduğunu yazarlar. Söylediğimiz gibi müfessirlerin hemen hepsi bu âyeti yağmur olayı ile açıklamaktadırlar.[182] Daha ilk zamanlardan itibaren sözkonusu âyeti, güneş, ay ve yıldızların batıp yeniden doğuşları olayi ile açıklıyanlar da olmuştuk.[183] Bunlardan herbiri kendi kanunlarına uygun olarak her battıklarında yeniden doğarlar, tâki nihâî sonları gelinceye kadar.

Kendilerine müracaat ettiğimiz müfessirler burada ikinci âyette sözü edilen, yerin yarılması olayım da; yeşeren bitki çekirdek ve tohumlarmca top­rağın yarılıp çatlatılması, biçiminde yorumlamışlardır. Bu yarılma ve ayrışma toprak ve suyun fizikî ve kimyevî ayrışması olarak da düşünülebilir. Şüphesiz burada bir üst âyetteki konu ile de bir bağlantı vardır. Nitekim müfessir-filozof F. er-Râzî (544-606 h/1150-1210 m) ; nebatların yaratılışı için göğü, bir baba gibi verici güc, yeri de bir ana gibi alıcı güc olarak nitelen­direrek her iki âyet arasındaki bağlantıyı ortaya koymaya çalışmıştır.[184]

Yerle gök arasında ister bir takım ışın ve diğer türden dalgalar olsun, ister mücessem maddeler türünden nesneler olsun bir alış-verişin olduğu açıktır. Hatta madde ötesi ve manevî şeyler dahi bu karşılıklı iletişim ve alış­veriş çerçevesi içine girerler. Biz Kur ' an-ı Kerîm'de bu konuyu içeren iki âyet görmekteyiz. Bu âyetlerden birinde aynen şöyle denilir:

" O Allah, gökleri ve yeri altı gün (merhale) de yaratan, sonra hükümranlığı arşı kaplıyandır. Yere ne giriyor, oradan ne çıkı­yor ve gökten ne iniyor, oraya ne yükselip çıkıyorsa Allah onla­rı bilir. Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir ve O, bütün yaptıklarınızı görendir".[185]

Hava tabakası hiç şüphesiz yerküre için bir tavandır ve bu tavan, yumuşaklı­ğına ve seyyâliyetine rağmen bizim binalarımızın tavanlarından çok daha güçlüdür. Ona düşecek olan kocaman bir taş çok kere bize ulaşıncaya kadar toz duman olur. Oysa o taş, değil bizim tavanlarımızı en sağlam yapılarımızı bile yerle bir eder. Hava tabakası sâdece dünyamıza düşmekte olan cisimleri değil yukardan gelen zararlı ışm ve dalgaları da engeller. Bunun yanısıra bu tabaka gökten gelip veya yerden çıkıp da burada kalması gereken ışın olsun, buhar ve çeşitli gazlar olsun ne varsa onları burada veya kendisinde bizim için tutar. Bu tavan bizim için yağmur gibi çok faydalı şeyler de üretir. Bin bir çeşit mahareti olan bu tavan için Kur ' an 'da;

" Biz göğü korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise gökyüzünün (Al­lah'ın varlığını gösteren) delil (ve kanunlarını) görmezlikten gelirler" .[186] denilir ki biz bu âyeti daha önce, hava tabakası açısından ve diğer yönlerden geniş bir incelemeğe tâbi tutmuştuk.[187] Biz Hz. Peygamber (S)'in de bu tabaka hakkında Kur'anda'ki gibi çok özlü bir bilgi verdiğini görürüz. O, kendilerine doğru gelmekte olan bir buluta dikkat çekip dünya göğü hakkın­da bilgi verdiği sırada bu gök için

" O, korunmuş bir tavan ve sarkıp aşmaktan engellenip tutulan bir dalgadır"

ifâdesini kullanmıştı.[188] İbn Abbas (r.) kendisinden gökyüzünün ne ol­duğunu soran bir meraklıya aynen Hz.  Peygamber'in bu sözlerini yazıp göndermiştir.[189] Kur'an'daki bu özlü anlatım ve Peygamber'in bu açıkla­ması bize, içinde çeşitli ışın ve gaz dalgalarının bulunduğu bu hava tabakası­nın, kendi iç dalgalanmalarına rağmen yerinde tutulduğunu ve onun uzayın derinliklerine doğru çekilip gitmediğini gösterir. Böylece onun hem kendisi yerinde korunmakta ve hem de o kendi içinde, çok çeşitli özellikleri olan nesneleri barındırıp onları korumaktadır. Bu özelliği ona bizi de koruma ni­teliği kazandırmıştır. Gök tavanı hemen üstümüzden başlar. Eğer o daha üst taraftan korunmuş olmasaydı felâketler tepemize inme imkânı bulurlardı. Bu bakımdan felâket ve her türlü zararlılara karşı önce bu tavan korunmuş ve daha sonra da bu tavan kendine düşecek koruyuculuk görevini üstlenebile­cek özelliklere sahip kılınmıştır. Önce, dünyamızın içinde bulunduğu göğe verilen düzen çerçevesinde dünyamıza büyük gök cisimlerinin düşüp çarp­ması engellenmiş ve gene bu çerçevede, güneş ve diğer yıldızların dünyada­ki hayatı mahvedecek ölçüde  buraya zararlı serpinti göndermelerine imkân verilmemiştir. Evin tavanı korunmadan elbet ev korunamaz. Dünya da elbet onun tavanı korunmadan korunmuş olamaz. Peygamber (S)'in hava tabakası hakkında yaptığı açıklamasında buradaki ve muhtemelen onun da ötesindeki dalga hareketlerine değinmiş olması ayrıca önem taşımaktadır.

Yerkürenin göğü veya tavanı mesabesinde olan hava tabakasının bir diğer niteliği Kur ' an-ı Kerîm'de;

" Andolsun yükseltilmiş tavana" [190]

anlamında bir âyetle dile getirilmiştir. Bu ifâdeden hava kütlesinin yukardan indirilmeyip aksine onun yerden yükseltildiği anlaşılmaktadır.[191] Buna göre

çeşitli gazlar yanında hayatın kaynağı oksijen de yerden çıkmış olmaktadır. Bu âyetten hemen sonra, müfessirlerin anlam vermede ikiye ayrıldıkları bir âyet bulunmaktadır. Bu âyete ya; "Andoîsun dolup taşan denize" anlamı ve­rilmiş veya; "Andoîsun tutuşup yanan denize' anlamı verilmiştir".[192] Bura­da her iki anlayışın da gerçeklik payına sahip olması ve her birinin gerçeğin bir kısmını dile getirmiş olması mümkündür. Buna göre biz âyeti;

" Andoîsun ısı neticesi yükselip taşan denize"

tarzında tercüme edebiliriz sanırım. Göğü, yükseltilmiş bir tavan olarak nite­lendiren âyetle bu âyetin aynı sûrede alt alta gelmiş olmaları, kanaatımca birbirine bağlı oluşumları ele almaları sebebine bağlıdır. Burada aklımıza gelen, denizlerin dolmasıyla veya ısı neticesi kabarıp tasmasıyla beraber or­taya çıkan oksijen ve diğer gazların yukarıya çıkıp bir hava tabakası oluştur­muş olabilecekleridir. Bu, denizlerin oksijene doyup dolmaları ve fazlalığı dışarı atmaları gibi bir anlama da gelebilir. Deniz bitkileri buraya fazlasiyle oksijen vermiş olabilir. Hava tabakası içerisinde bulunması gerekli gazların kaynağı eğer dünyamızın kendisi ise burada o kaynakları kurutmaktan veya dengelerini bozmaktan şiddetle kaçınmamız gerekir. Bu arada dünya, kopup ayrıldığı gökten de bazı gazlar getirmiş olabilir.

İşte her gün kendisi hakkında haberler dinlediğimiz hava tabakasının Kur'an-1 Kerîm'de ele alınış biçimi böyledir. Biz bazan Kur'an'ı yanlış anlamış olsak bile onun gerçeği değişmiyecektir. Ne bozulan havamızı ve ne de bozulan, kirlenen sularımızı evrenden temizleriyle değiştirmek mümkün­dür. Bu gerçek karşısında onlar için en üst seviyede duyarlı olmak tüm in­sanlık için bir görevdir. Bu görev dindar bir insanın ibâdet şuuruyla Rab-bin bir emri olarak yerine getirilmelidir.[193]

 

 



[1] Ebû Dâvud, Sünnet, 18; Hatiabî, Me'âlimulSünen, IV/328.

[2] Misâl olarak bak. Taberî, XIII/62.

[3] F. Râzî, XXXI/46 vd. (Kaynağın cilt veya sayfa rakamı hatali).

[4] F. Râzî, XIV/109vd.

[5] Nâzîât, 79/27-29.

[6] Geniş bilgi için Yer ve göklerin Oluşumu ve Yaratılış Bahislerine bak.

[7] F. Râzî, XXXI/46-47.

[8] Neysabûrî, XXX/21.

[9] Taberî, XXX/28.

[10] Fussılet, 41/11.

[11] Enbiya, 21/30.

[12] Zâriyat,51/7.

[13] Bu görüşler için bak. İbn Kııteybe, 420; Taberî, XXVI/117-18 Zemahşerî, VI/33-34; Ib-nu'1-Cevzî, VIII/29; İbn Kesîr, 111/382; Kurtubî, XVII/31.

[14] F.Râzî, XXV7I/197.

[15] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 232-235.

[16] Muance Bucaille, 246; Güneşin dünyadan 100 bin kat büyük olduğu da söylenir, Bak. Sa­lih Karaali, 304.

[17] Onların büyüklükleri de tesbit edilebilir.

[18] A'raf, 7/54; Yûnus, 10/3: Hûd, 11/7; Furkan, 25/59; Secde, 32/4; Fussılet, 41/10; Kaf, 50/38; Hadid, 57/4.

[19] Enbiya, 21/30.

[20] Fussılet, 41/11; Göklerin bulutsu ve tek kütle durumu hakkında geniş bilgi için Yer ve Göklerin oluşumu ve İlk Maddeden Bululsu Kütleye Geçiş konularına bak.

[21] Güneşin bu özellikleri için bak. Salih Karaaiı, 302 vd.; Maunce Bucaille, 246 vd.

[22] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 236-237.

[23] Buhârî, Bed'uİ-halk, 10; Müslim, Mesâcid, 185; İbn Hibban, Sahîh, IX/277, No. 7423; Bagavî, IV/5,No. 4392.

[24] Bak. Salih Karaali, 302.

[25] Müslim, Mesâcid, 180 vd. Müslim, Mesâcid, 180 vd.

[26] Buhârî, Bed'ul-halk, 10; Müslim, Cennei, 30; Bagavî, Masâbîh, IV/5, No. 4391; Ayrıca bak. San'anî, Xl/423, No. 20897.

[27] İbn Hıbbân, TX/276, No. 7420.

[28] Enâm, 6/95-97.

[29] Bu konuda geniş bilgi ve iigili âyetlerin açıklaması için "Maddelerin yaratı İması-Madde­lerde bölünme ve çoğalıp çeşitlenme" başlığına bak.

[30] F. Râzî, XIII/90-92; Kurtubî, VII/44, İV/56; îbn Kesîr, 1/601.

[31] Al-i İmran, 3/27.

[32] Nâziat, 79/29.

[33] İhraç fiili hakkında geniş bilgi için "Maddelerin yaratılması-Maddelerde bölünme" başlı­ğına bak.

[34] Fussılet, 41/11.

[35] Enâm, 6/1.

[36] Ahmed, Müsned, 1I/176; Hâkim, Miistedrek, 1/30; F. Râzî, karanlığın Önceliğine dâir bir hadisi delil getirir. C. XN/15I.

[37] Enbiya, 21/30.

[38] îbn Kesir, 11/506.

[39] F. Râzî,XII/151.

[40] F. Râzî, XVII/35.

[41] Zemahşerî 11/57; F. Râzî, XII/151.

[42] Bu fiil hakkında geniş açıklama için "Maddelerin yaratılması-Maddelerde Bölünme" baş­lığına bak.

[43] Zemahşerî, M/57; Ayrıca bak. Neysabûrî, VII/66.

[44] F. Râzî, XXIV/89.

[45] F. Râzî, XXX/140; Neysabûrî, XXIX:/52.

[46] Nûr, 24/35.

[47] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 237-244.

[48] İsrâ, 17/13.

[49] Ay ve güneş için bak. Yûnus, 10/5; Fıırkan, 25/61; Nûfı, 71/16 Nebe\ 78/13.

[50] Zemahşerî, VI/161; F. Râzî, XXX/140.

[51] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 244-245.

[52] İsrâ, 17/12.

[53] Taberî, XV/38; îbn Kesîr, 11/367.

[54] Zemahşerî, III/172; Ayrıca bak. Neysabûrî, XV/13.

[55] Kurtubî, X/228; Karamanı, v. 12/a; Benzer rivayet için bak. F. Râzî, XX/164.

[56] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 245-246.

[57] Kamer, 54/1-3.

[58] Buhârî, Tefsir, 54; Menâkıb, 27; Müslim, Münâfıkun, 43-48; Tirmizî, Tefsir, 55, Fiten, 20; Ahmcd, 1/377, 447, IH/165.

[59] İbn Kesîr, III/408.

[60] Tabcrî, XXVII/50-51 Kurtubî, XVII/125-I26.

[61] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 246-247.

[62] Zümcr, 39/5.

[63] Bak. İbn Kutcybe, 382; fbnıı'l-Cevzî, VI/163; Kâdî Beydavî, 11/353; Ebu's-Suûd Efendi, V H/242.

[64] Yasin, 36/37.

[65] Kadî Beydavî, H/311; Ebus Suûd, VII/167.

[66] Nâziat, 79/30 Nâziat, 79/30.

[67] Şems, 91/6.

[68] Hasan Basri Çantay'dan bağlıyarak yeni bazı müellifler yerin yuvarlaklığını bu âyette ara­maya çalıştılar. Çantay, müfessir Kadî Beydavî'nin böyle bir yorumda bulunduğunu yazı­yorsa da biz Kadî'nin kitabında böyle bir açıklamaya rasliıyamadık. Bak. Çaniay, IH/1143, Dip No. 42; Kâdî için bak. H/583.

[69] Kurtubî, X/12-13.

[70] Kurtubî, XIX/204-205.

[71] Gazzâlî, Tehâfutü'l-felâsife, 4.

[72] F. Râzî, XXXI/48; Râzî'nin ve ondan öncekilerin görüşleri için ayrıca bak.Karamanî, v. 10/a.

[73] Râzî, IV/192-I93.

[74] Gâşiye, 88/21.

[75] Hıcr, 15/19; Razi, 13/3.

[76] F. Râzî, XIX/3; Ayrıca bak. C. XXXI/158.

[77] Râzî, XIX/170.

[78] Râzî, XXVII/105.

[79] F. Râzî, XIH/95.

[80] F.Râzî,XlV/109.

[81] İnşikâk, 84/3.

[82] Taberî. XXIV/17.

[83] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 247-252.

[84] Geniş bilgi için birinci bölümde ilk maddelerin ortaya çıkışı ve müteakip başlıklara bak.

[85] Geniş bilgi için yerlerin sayısı başlığına bak.

[86] Buharı, Bed'ü'1-halk, 2.

[87] Dâvııd, Cihııd, 9; Hâkim, Müslcdrek, IV/596.

[88] Rahman, 55/33,35.

[89] Taberî, XXVII/8U82; Taberânî, el-MıTcemu'l-kebîr, X/305, No. 10597; İbn Kulcybc, 438; Râgıb el-Isbahânî, el-Müfredât, 397; E Râzî, XXIX/114; Kurtubî, XVTI/171-172; İbn Kesir, III/419; İbnu'l-Cevzî, VIII/1İ6-117; M. Fuad Abdülbakî, MıTcemu Garîbu'I-Kur'an, 201.

[90] Geniş bilgi İçin "Maddelerin Yaratı iması-Maddelerde Bölünme" başlığına bak.

[91] Hadîd, 57/25.

[92] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:252-255.

[93] Fussılet, 41/11.

[94] Enbiya, 21/30.

[95] Dâvud, Cihad, 9; Hâkim, Müstedrek, IV/569.

[96] Hadisler için adı geçen başlığın 23-24. Dip rakamlarına bak.

[97] İbn Hıbhan, Sahîh, IX/276, No. 7420.

[98] Rahman, 55/15.

[99] Taberî, XXVII/74.

[100] İbn Kııteybe, 437-438; Kurtııbî, XVII/161.

[101] Hıcr, 15/27.

[102] Taberî, XVI/21; F. Râzî, XIX/180; Kurtubî, X/23: İbnül-Cevzî, IV/400.

[103] Zemahşerî, III/131.

[104] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:255-258.

[105] Enbiya, 21/30.

[106] Fussılet, 41/11.

[107] Tabcrî, XXX/29.

[108] Kurlubî, IX/28O; Müfessir'Atâ' da bu görüştedir. Bak. Aynıyer.

[109] En'âm, 6/92; Şûra. 42/7.

[110] Taberî,XIV/ll.

[111] Nesefî, Tefsîr, IV/331.

[112] el-Hindî, KenzülUmmâl, H/34710.

[113] Zemahşerî, 1/61; Ebu's-Suûd, VIII/6.

[114] F. Râzî, XIX/2-3, ilk oluşan toprağın yayılıp düzlenmesi için ayrıca bak. s. 42-46 97/b.  îbn Kesir, el-Sîra el-Nebevİyye 1/279.

[115] Nâziat, 79/29-32.

[116] Şems, 91/6.

[117] Taberânî, cl-Mu cem el-Kebîr, X/30I-302, No. 10594; İbn Kesîr, III/597.

[118] İbn Kesir, 1/48, III/597.

[119] Bak, Taberî, XXX/29-30, 134; İbn Kuteybe, 513, 529; E Râzî, XXXI/47-48, 191; Kurtu­bî, XIX/204-205, XV/345-46, XX/74-75; İbn Kesîr, 1/48, III/257, 597, 644; Îbmı'l-Cevzî, IX/139; NeysabÛrî, XXX/100.

[120] Kurlubî, XX/74-75.

[121] Râgıb el-Isbahânî, Müfredat, 239.

[122] F. Râzî, XXX/47-48; Kurtubî, X1X/2O4-2O5.

[123] Zcmahşerî, V/l94-195: Kurtubî, XV/345-346; M, Fuad Abdiil-Bâkı, 54.

[124] Bakam, 2/29; Fussılet, 41/9-12; Nâziat. 79/27-32; Şems 91/1-2.

[125] cl-Hcyscmî, X/163; el-Hindî, Kenzu'i-'Ummâl, 11/270; F. Râzî, XXXl/47.

[126] Ra'd, 13/3.

[127] Hıcr, 15/19.

[128] Kaf, 50/7.

[129] İnşıkak, 84/3-5.

[130] Rad, 13/4.

[131] Gâşiye, 88/17-20.

[132] Taberî, XIII/63, XXVI/95; F. Râzî, XIX/170-171, XX/8, XXII/164; Kurtubî, X/12-13, XVII/53; İbnu'l-Cevzî, İV/302, 390; Neysabûrî, XlII/63; Ebu's-Suûd, VIII/178.

[133] Bakara, 2/22; Zâriyat, 51/48.

[134] Tâha, 20/53; Zulıruf, 43/10, Nebe\ 78/6.

[135] Nuh, 71/19

[136] Gâfır. 40/64.

[137] F. Râzî,XXVIII/227.

[138] Rahman, 55/10.

[139] Taberî, XXVlI/70; Kadî Beydâvî, 11/4X4; Nesefi. IV/208; Ebu's-Suûd, VIII/178.

[140] İbn Kesîr, III/416: es-Suyutî, 11/474.

[141] Neysabûrî, XXVII/84-85.

[142] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:258-266.

[143] Nâzial, 79/32.

[144] Hıcr. 15/19; Nahl. 16/15; Lokman, 31/10; Kaf, 50/7.

[145] Nahl, 16/15; Ayrıca bak. Enbiya, 21/31; Lokman, 31/10.

[146] Nebe', 78/6-7.

[147] Fussılet, 41/10.

[148] Gâşiye, 88/19; Hicrî ilk asır âlimlerinden İbn Zeyd, dağların yaratılışını konu edinen bir âye-iin sonunda gelen; "Orada ölçülüp dengelenmiş her şeyden bilirdik" ifâdesini, nebatlara değil de dağlan oluşturan değişik türden madde ve mâdenlere yormuştur. Bak. Taberî, XIV/12.

[149] R Râzî. XIX/Î 70-171, XXII/164; Kurtubî. XV/342, IX/280.

[150] İbn Kesîr, 11/507; Ayrıca bak. C. 11/326.

[151] F. Râzî, XX/8, XIX/170-171.

[152] Taberî, XXI/42.

[153] Buhâri, I'tısam, 16, Zekât, 54; Müslim, Hac, 462.

[154] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:266-269.

[155] Bak. Zümer, 39/21

[156] Mü'minûn, 23/18; Ayrıca bak. Zuhruf, 43/11.

[157] Bak. Nûr, 24/40.

[158] Furkan, 25/53.

[159] Rahman, 55/19-20; Ayncabak. Nemi, 27/61.

[160] Fâtır, 35/12.

[161] Lokman, 31/27.

[162] Ra'd, 13/4.

[163] Taşkın Tuna, 373.

[164] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 269-271.

[165] Nahl, 16/79.

[166] Taberî. XIV/102-103.

[167] Bak. F. Râzî, XX/90; Neysabûrî, XIV/I01.

[168] Taberî, XIV/!02-103.

[169] En'âm, 6/125.

[170] Ra'd, 13/12.

[171] A'râf, 7/57; Tefsir için hak. İbn Kesîr, 11/27.

[172] Zâriyal.51/2.

[173] Tûr, 52/44.

[174] Nebc', 78/14.

[175] Rûm, 30/48.

[176] Bakara, 2/164; ayrıca bak. Câsİye, 45/27.

[177] Nûr, 24/43.

[178] Hicr, 15/22.

[179] Tank, 86/11-12.

[180] Târik, 8

[181] el-Isbahânî, Müfredat, 276.

[182] Zemahşcrî, VI/225; R Râzî, XXXII/132; Kurtubi, XX/10; İbnu'l-Cevzî, IX/84.

[183] Bak. Taberî, XXX/94-95; F. Râzî, XXXII/13.

[184] F.Râzî,XXXII/132.

[185] Hadîd, 57/4; Diğer âyet için bak. Scbe', 34/2.

[186] Enbiya, 21/32.

[187] Bak. "Kâinatın düzen ve dengelerine genel bakış" başlığı.

[188] Tirmizî, Tefsir, 58; Ahmed, Müsned, 11/370; Sııyûtî, el-Hey'e v. 7/b; Diğer kaynaklar için bak. ikinci Bölüm, Dip no. 45.

[189] Suyûtî.el-Hey'e.v. 7/b.

[190] Tür, 52/5.

[191] Ayrıca bak. "Kâinatiaki düzen ve dengeye genel bakış" başlığı..

[192] Tûr, 52/6; Tefsir için hak. Zemahşerî, VI/40; Ibn Kesir. III/389.

[193] Hava tabakasının görev ve işlevleri hakkında geniş bilgi için bak. Taşkın Tuna, Uzayın Sırlan, s. 46, 76 vd., 373 vd.

Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 271-278.