GÜNAHLA MANEVÎ MERTEBE KAZANMAK
TEVBENİN MAKBUL OLMASININ DİGER ŞARTLARI
Af ve mağfiret bahsinin günah, tevbe gibi başka bahislerle de
ilgisi vardır. Bilhassa günah mefhumu olmak üzere bu tabirlere, geçmiş
bahislerde zaman zaman temas edilmiştir.
Esasen bunları birbirinden ayrı mütalaa etmek mümkün değildir. Sözgelimi insan
günah işleme fıtratında yaratılmıştır, ama tevbe emredilmiştir. Cenab-ı Hakk
tevbe edenleri sevmekte ve tevbeleri kabul etmekte, günahkârı affetmektedir.
Böylece kul da kulluğunu anlamak suretiyle manevi yükseklik kazanmaktadır.
Şu halde bu mefhumları, İslam'ın bu meseledeki umumi telakkileri
çerçevesinde kavramaya çalışmak daha uygun olacaktır. Öyleyse meselenin
anlaşılmasını, yaratılışla başlatıp insanın kemaliyle sonuçlanan bir vetire
çerçevesinde anlamak gerekecektir.
Yaratılış: İnsanoğlu, hayvan ve melek dediğimiz iki sınıf şuur ve
hayat sahipleri arasında orta bir mevkidedir: Hayvanlar, şehvet (arzular) sahibi fakat aklı olmayan bir tabaka teşkil ederler. Akılları olmadığı için
davranışlarını tabiî insiyaklarla -ki buna içgüdü diyoruz- yürütürler, bu
yüzden sorumlulukları yoktur. Melekler ise, şuur ve hayat sahibi olmakla
birlikte şehvetleri yoktur. Onların şerre kabiliyetleri de yoktur.Verilen
vazifeleri yaparlar. Dereceleri ne düşer ne de yükselir, hep sâbit kalır.
İnsanlar ise, orta bir tabakadır. Hayvanlarla müşterek olan şehvetlere de
sahip, meleklerle müşterek olan akla da... Kendisine içgüdüye bedel şeriat
verilmiştir, irade verilmiştir. İradesi ile şeriata uyarak aklını o yolda
kullanırsa melekleri geçebilir. İradesi ile şehvete uyar aklını o yolda
kullanırsa hayvanlardan aşağı düşer. Şu halde Cenâb-ı Hakk insana sonsuzca alçalma ve sonsuzca yükselme imkanı tanıyan
bir fıtrat, bir mertebe vermiştir. Yükselmenin yolu, ihtiyar da denen irade-i
cüz'iyyesini kullanarak, şuurla dinin emrettiği şeyleri tercih etmekten, aklını
bu yolda kullanmaktan geçer. Alçalmanın yolu ise, şeriata değil, şehvetlere
uymaktan, aklını o yolda kullanmaktan geçer. İnsanoğlunun bu kaçınılmaz kaderi
en veciz şekilde Tîn suresinde beyan edilmiştir:
"Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına
çevirdik. Ancak iman edip de güzel güzel amellerde, bulunanlar başka. Çünkü
onlar için kesilmez mükâfatlar vardır" (4-6).
İnsanın, hayır-şer arasında imtihana maruz bir fıtrata sahip
olduğunu Gazali şöyle ifade eder: "Şer, insanın yaratılış toprağına
katılıp yoğurulmuştur, çok nadir hallerde onu terkeder. Öyleyse insanın
gayretlerinin hedefi, hayrını şerrine gâlib kılmak olmalıdır."
Diğer mahluklar arasında böyle bir durumda yaratılan insan,
şehvete uymakla şeriata uymak, inanmakla-inanmamak, hayır yapmaklaşer yapmak,
iradesini iyi veya kötü istikamette kullanmak arasında imtihan edilecektir.
Bu imtihan onun kaçınılmaz kaderidir. Zira o, ne hayvandır ki,
sadece şehvetine tabi olsun, ve ne de melektir ki sâdece hayra va akla tâbi
olsun.
İmtihan müddeti, yani hayatı boyunca, insan, kötülük işlemekle
imtihanı ebediyyen kaybetmiş olmadığı gibi, iyi iş yapmakla da kurtuluşu
garanti etmiş değildir. İyilikten sonra kötülüğe düşebileceği gibi, kötülükten
sonra da tekrar iyiliğe geçebilir.
İnsan bu iyilik-kötülük cepheleri arasında bir saat rakkâsesi
durumunda olduğu için, Cenâb-ı Hakk tevbe emretmiştir. Kötülük yapınca tevbe
etmelidir, Allah tevbeleri kabul eder, affeder, Allah'ın bellibaşlı sıfatları
arasında rahmet (kullara acıma) vardır. Tevvâb, yani tevbeleri kabul edici
olmak O'nun bir diğer vasfıdır.
Gafûr (günahları örtücü) olmak, Afuvv (bağışlayıcı, cezayı
terkedici) olmak gibi, Allah başka sıfatlara da sahiptir.
Şu halde, bu sıfatlarıyla da Cenâb-ı Hakk'ın kullar tarafından
idrak edilebilmesi için, o sıfatlarıyla Allah'a müracaatlarımızı gerektirecek
hallere düşeceğiz demektir. Tıpkı hastalanınca Şâfi, rızka muhtaç olunca
Rezzâk, âciz kalınca Kadîr... isimlerine müracaat ettiğimiz ve o sıfatlarıyla
Allah'ı tanıdığımız gibi...
Şu halde günah, Allah'ın, insanlar tarafından bütün sıfatlarıyla
tanınmasında zaruri olan vâsıtalardan biridir. İslâm'ın günah görüşünün
hristiyanlarınki ile karıştırılmaması gerek. Onlar, insanoğlunun, Hz. Âdem'le
Havvâ'nın cennette yasak meyveden yemekle işledikleri günahı tevarüs ettiğine
ve bu sebeple günahkar olarak doğduğuna inanır. İslâm böyle demez, "Her
insan günahsız doğar ama günah işleyecek fıtrattadır. Büluğa kadar günahsız
sayılsa da, günah işlemesi kaçınılmazdır" der. Bu telakkinin devamında,
hristiyanlar doğuştan gelen aslî günahtan kurtuluşu vaftiz (hristiyan) olmaya
bağlar. İslâm işlenen günahın tevbe ile affedilebileceğini söyler. Ayrıca tevbe
doğrudan Allah'a yapılmalıdır, araya hiçbir mahluk konmaz, kişi her zaman her
yerde tek başına tevbe edebilir. Şu günah affedilir, bu günah affedilmez diye
bir ayırım yoktur. İhlasla, sıdkla, azimle, kesin kararla yapılan tevbe ile en
büyük günahlar dahi affedilir. İslâm'a göre en büyük günah, küfür veya şirktir.
Küfür ve şirk'ten dönüş, tevhîde geliş demek olan tevbe en makbul tevbedir,
mutlaka kabul edilebileceğine inanılan tevbedir. Şu halde İslâm'a göre, af dışı
tutulan bir günah yoktur. "...Ey kendilerine kötülük edip (günahta) aşırı
giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah
günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir" (Zümer
53).[1]
İslâm'ın günah telakkisinde son derece ehemmiyetli bir nokta var
ki, buna diğer dinlerde net olarak rastlamak imkansızdır. Kişi işlediği
günahla, Allah'a daha ciddi bir ilticaya, daha ihlaslı bir yönelişe geçebildiği
için, işlemiş olduğu günah sebebiyle mânevî yükselişe erebilmektedir. Âyet-i
kerîme bu mühim hakikatı "günahların sevaba dönüştürülmesi" diye
ifâde etmiştir: "Meğer ki (şirkden) tevbe edip iyi amel (ve hareket)de
bulunan kimseler ola. İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir.
Allah gafûr ve rahîmdir" (Furkân 70).
Bu ma'nâyı açıklayan hadîsler var. Bunlardan biri 4142 numarada
gelecektir: Resûlullah orada kişinin, yapmakta olduğu güzel ameller sebebiyle
"günah işlemiyorum" havasına düşmesini, onun tevbe istiğfar gibi
kulluğunu idrak ettirici son derece kıymeli bir ibadetten uzak kalmasına sebep
olacağı için, günah işlemekten daha kötü bir ruh hali yani ucûb olarak tavsif
etmekte, ümmeti için bundan korktuğunu ifâde buyurmaktadır. Evet, bu dinin
sahibi, günah, sevab meselelerinde Allah namına beyanda bulunma yetkisine sahip
yegane söz sahibi, Şârî olarak "ucb" un günahtan daha kötü bir şey
olduğunu haber veriyor.
Bu, üzerinde durulması, düşünülmesi, hakkıyla anlaşılması gereken
bir husustur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) günahlara karşı mâsum
(korunmaya mazhar) olmasına ve hatta Tevbe sûresinde geçmiş ve gelecek
günahlarının affedildiği müjdesinin verilmiş olmasına rağmen, günde en az yüz
sefer tevbe ettiğini ifade etmiş, günah işlemediği, tevbeye ihtiyacı olmadığı
hatırlatılınca da, "Allah'ın çok şükreden (şekûr) bir kulu olmayayım
mı?" diye cevap vermiştir. 4143 numaralı hadîsin şerhinde zikri gelecek
olan "En hayırlınız, tekrar tekrar günah işlediği halde tevbe
edendir" hadisi de burada zikre değer.
Bazı ârifler demişlerdir ki: "Resûlullah, burada, ümmetinin
hayırlılarının, işlediği günahın aldatamadığı, Allah'ın affedici olduğunu
unutturamadığı böylece tevbe ile O'na dönen kimseler olduğunu haber
veriyor." Bazı âlimler de: "Bazı günahlar vardır, mü'min için, birçok
ibadetten daha faydalıdır. Böylece, çok tevbe eden biri olur. Tevbeden
ayrılmayan kimse ise, bu sayede Allah'ın sevdikleri arasında yer alır. Nitekim
âyet-i kerime'de "Muhakkak ki Allah tevbe edenleri sever" (Bakara
222) buyrulmuştur."
Şu halde tevbede herkesin anlayamayacağı bir sır, insanı makbûl
kullukta muvaffak eden bir iksir var. Bu sırrı anlayıp da günah lekelerine
bulaşmadan tevbeyi kendine şiar edinenler mânevî kazançların bereketine
ererler. Bunu idrak edemeyenler, günahlarla kirlendikten sonra bu kirliliğin
şuuruna erip, ondan arınmak için tevbeye koşarsa, işte bunlara Cenâb-ı Hakk
rahmetiyle yüce mertebeler vaadetmekte ki, bunlardan biri de günahların sevaba
dönüşmesidir. Bu nasıl olur? diye tereddüte gerek yok, ilâhî ihbar öyledir,
ilâhî rahmet bu kadar geniştir; bize, inanıp teslim olmak, o zanla O'na koşmak
gerek. Zira Rab Teâlâ Hazretleri, -bir hadîs-i kudsîde tebliğ edildiği üzere-
kuluna, o kulun Allah hakkında beslediği zanna göre muamele edecektir. Öyleyse
bize düşen, işlediğimiz günahların sevaba çevrilebileceğine inanarak sıdk ile,
ihlas ile, tevbe-i nasuh ile tevbe etmek, yalvarmak, dergah-ı ilahide gözyaşı
dökmektir.[2]
Burada şunu belirtmemiz gerekir: Yukarıda yapılan açıklamaları
menfi istikamette anlayıp, bir kısım günahlara fetva yapmak da mümkündür:
"Öyle ya, madem günahlar sevaba dönüşebiliyor, önce günah işleyip sonra da
tevbe etsek olmaz mı?"
Böyle bir düşünce, her şeyden önce kulluk edebine yakışmaz.
Cenâb-ı Hakk'ı imtihan etmek, dinin ahkâmıyla alay etmek, ciddiye almamak gibi
birma'nâ taşır. Bu halet-i ruhiye ile işlenen günahların tevbesi makbul olur
mu; Cenab-ı Hakk'ın rahmetini celbedebilir mi, garantimiz yok. Zira bir başka
âyet-i kerime, affedilecek günahın cehaletle işlenmiş olma şartını
zikretmektedir. "Allah, kötülüğü cehaletle (bilmeyerek) yapıp da hemen tevbe
edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah işte onların tevbesini
kabul eder. Allah bilendir, hakîm olandır" (Nisâ 17).
Bu âyetle, daha önce kaydettiğimiz "bütün günahları
affeder" âyeti arasında tezat
mevcut değildir. Zira orada her çeşit, yani bilerek işlenen günahları da
affedebileceği ifade edilmekte ise de bu âyette, cehaletle işlenen günahların
affına "garanti" verilmektedir. Ayrıca "tevbe ederim" düşüncesi ile günah işleyen kimse, tevbe etme
fırsatı bulabilecek mi, ömrü vefa edecek
mi, davranışı gadab-ı ilahiye dokunduğu takdirde Allah kendisine tevbeye dönüş
fırsatı verecek mi, bunları da düşünmesi gerekir.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, Allah'ın affedici oluşunu gözönüne
alarak günah işlemek büyük bir aldanmadır. Kulluk edebine hiç uymamaktadır,
böyle bir durumdan Allah'a sığınırız.[3]
Tevbemizin kabul olması hepimizin arzusudur. Bu sebeple
âlimlerimiz, âyet ve hadislerde gelen açıklamaları gözönüne alarak makbul
tevbenin şartlarını tesbit etmeye çalışmışlardır.
Nevevî hazretleri şöyle der: "Tevbe, lügat olarak dönüş
(rucû) demektir. Öyleyse tevbe de günahtan dönüştür. Bu dönüşün (tevbenin) üç
rüknü vardır:
* Günahtan kopmak, kesinlikle terketmek.
* Bu günahı işlediğine pişman olmak.
* Bir daha o günahı işlememeye azmetmek, kesin karar
vermek."
Nevevî devamla der ki: "Eğer tevbe edilen günah, bir insanın
hukukuna karşı işlenmiş ise, bir dördüncü rükün daha var:
* Bu hak sahibi ile helallaşmak."
Nevevî şu kıymetli bilgileri vermeye devam eder: "Tevbenin
aslı nedamettir, pişmanlıktır. Bu, onun en büyük rüknünü teşkil eder. Ülemâ,
bütün günahlardan tevbe etmenin vacib olduğunda ittifak eder. Ve tevbeyi, günah
işler işlemez yapmak gerekir, geleceğe bırakmamalıdır. Günah büyük olmuş, küçük
olmuş farketmez. Tevbe, İslam'ın en mühim prensiplerinden te'kid edilmiş
esaslarından biridir. Ehl-i Sünnete göre şer'an, Mu'tezile'ye göre aklen
vacibtir. Bütün şartlarına uyularak yapılmış olsa bile, Ehl-i Sünnet'e göre,
tevbenin kabul edilmesi Allah'a vacib değildir. Ancak Allah'ın kerem ve fazlı
ile kabul edeceği umulur. Allah'ın kabul edeceğini Mutezile'nin aksine şeriatla
ve icma ile biliyoruz. Bir kimse bir günahına tevbe etse, o günahı, bilahare
tekrar hatırlayınca tevbeyi yenilemek gerekir mi; bu hususta Ehl-i Sünnet
ihtilaf etmiştir. İbnu'l-Enbarî: "Vacibtir" der, İmamu'l-Harameyn
"Vacib değildir" der. Bir kimse bir başka günahta musır olsa bile,
bir günahtan yapacağı tevbe sahihtir. Bir kimse bir günaha karşı şartlarına
uyarak sahih bir tevbe yapsa, sonra bu günaha tekrar dönse, ona bu ikinci günah
yazılır, önceki tevbesini ibtal etmez.
İki meseledeki Ehl-i Sünnetin görüşü
budur...
Ayrıca, kafirin küfründen tevbesi, kesinlikle makbuldür. Diğer
çeşit tevbeler kesinlikle makbul müdür, yoksa zannî midir, Ehl-i Sünnet bu
hususta ihtilaf eder. İmamu'l-Haremeyn zannî olduğunu kabul etmiştir. Esahh
olan görüş de budur."[4]
Yaptığımız
tevbenin makbul olması için ülemânın koyduğu dört şartı Nevevî'den naklen
kaydettik. Burada şunu da ilave etmemiz gerekmektedir: Tevbe, duanın bir
çeşididir. Öyleyse dua bahsinde belirtilen şartlara da tevbe sırasında riayet
etmek, tevbemizin makbul olma şansını artıracaktır.
* Önce maddi sadaka vermek.
* Mübarek mekanlarda (Ravza-i Mutahhara, Ka'be, Mescid-i Aksa,
camiler, ön saf... gibi) yapmak.
* Mübarek zamanlarda (Ramazanda, Kadir gecesinde, diğer
mübarek gün ve gecelerde, cuma gününde, saat-ı icabe'de, her gün seher
vaktinde, ilk vaktinde kılınacak farz namazların arkasında, abdest alınca kılınacak iki rekat nafilenin peşinde... vs.)
yapmak.
* Tevbeye salavatla başlamak, salavatla bitirmek.
* Kur'an ve hadiste gelen (me'sur) tevbelerle tevbe etmek.
* Abdestli olarak tevbe etmek... vs.[5]
ـ4141 ـ1ـ عن
أبي أيوب
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال:
]قَالَ
رَسُولَ
اللّهِ #:
لَوَْ أنَّكُمْ
تُذْنِبُونَ
لَذَهَبَ
اللّهُ تَعالى
بِكُمْ
وَخَلَقَ
خَلْقاً
يُذْنِبُونَ
فَيَغْفِرُ
لَهُمْ[.
أخرجه مسلم
والترمذي .
1. (4141)- Ebu Eyyub (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz,
Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat
tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği
kimseler yaratırdı." [Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizî, Da'avât
105, (3533).][6]
ـ4142 ـ2ـ
ولمسلم عن أبي
هريرة قال:
]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: وَالَّذِي
نَفْسِي
بِيَدِهِ
لَوْ لَمْ تُذْنِبُوا
لَخَشِيتُ
عَلَيْكُمْ
مَا هُوَ أشَدُّ
منْهُ،
وَهُوَ
الْعُجْبُ« .
2. (4142)- Müslim'de Ebu
Hüreyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki, eğer siz
hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da
istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi." [Müslim, Tevbe
9, (2748).]
Rezîn şu ziyadede bulundu: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdu ki: "Nefsim elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, günah
işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan ucb'e düşeceğinizden
korkarım." [Bu rivayet, Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'inde
kaydedilmiştir (4, 20).][7]
AÇIKLAMA:
Tîbî der ki: "Hadiste, Allah hususunda aldananların
vehmettikleri gibi, günah işlemekte berdevam olanlara teselli mevcut değildir.
Zira, Peygamberler aleyhimüsselam, insanları günahlara banmaktan kurtarmak için
gönderildiler. Hadis, Allah Teâlâ Hazretlerinin affını, günahkârları tevbeye
teşvik için onlara olan mağfiretini beyan etmektir. Öyleyse hadisten murad olan ma'nâ
şöyle olmalıdır: Allah Teâlâ, muhsin olanlara
vermeyi sevdiği gibi, günahkar olanları da affetmeyi sevmektedir. Buna,
Allah'ın birçok ismi delalet eder: "Gaffâr, Halîm, Tevvâb, Afüvv gibi.
Yahud, kullarını tek bir şe'n üzere yaratmamıştır, nitekim melekler günah işlemekten uzak olarak
yaratıldığı halde, insanlar farklı meyillerle yaratılmıştır. Bir kısmı hevâya
meyyaldir, onun gereklerini yapma durumundadır. Allah, bu fıtratta olanları
hevaya uymaktan kaçınmakla mükellef kılar ve ona yaklaşmayı yasaklar. Hevâ ile
mübtela ettikten sonra tevbeyi öğretir. Eğer ibtilaya rağmen hevaya uymazsa
ecri Allah'a aittir. Eğer yolu şaşırırsa, önünde tevbe vardır."[8]
ـ4143 ـ3ـ
وعن أبي هريرة
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #:
فىمَا
يَحْكِي عَنْ
رَبِّهِ
عَزَّ
وَجَلَّ.
قَالَ
أذْنَبَ
عَبْدٌ
فقَالَ:
اللَّهُمَّ
اغْفِرْ لِي
ذَنْبِي. فقَالَ
اللّهُ
تَعالى:
أذْنَبَ
عَبْدِي ذَنْباً،
فَعَلِمَ
أنَّ لَهُ
رَبّاً يَغْفِرُ
الذَّنْبَ
وَيَأخُذُ
بِالذَّنْبِ.
ثُمَّ عَادَ
فَأذْنَبَ.
فقَالَ: أيْ
رَبِّ اغْفِرْ
لِي ذَنْبِي.
فقَالَ
اللّهُ
تَعالى: أذْنَبَ
عَبْدِى
ذَنْباً،
فَعَلِمَ
أنَّ لَهُ ربّاً
يَغْفِرُ
الذَّنْبَ
وَيَأخُذُ
بِالذَّنْبِ.
ثُمَّ عَادَ
فَأذْنَبَ
فقَالَ: يَا رَبِّ
اغْفِرْ لِي.
فقَالَ
اللّهُ
تَعالى:
أذْنَبَ عَبْدِي،
فَعَلِمَ
أنَّ لَهُ
رَبّاً
يَغْفِرُ
الذَّنْبَ
وَيَأخُذُ
بِالذّنْبِ.
اعْمَلْ مَا
شِئْتَ
فَقَدْ
غَفَرْتُ
لَكَ[. أخرجه
الشيخان .
3. (4143)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir
hadis-i kudsî'de) Rabbinden naklen buyururlar ki: "Bir kul günah işledi
ve: "Ya Rabbi günahımı affet!" dedi.
Hak Teâlâ da: "Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki
günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır."
Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: "Ey Rabbim günahımı
affet!" der.
Allah Teâlâ Hazretleri de:
"Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya
günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır."
Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: "Ey Rabbim beni
affeyle!" der. Allah Teâlâ da:
"Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah
sebebiyle muâheze eden bir Rabbi olduğunu bildi. Dilediğini yap, ben seni
affettim!" buyurdu." [Buhârî, Tevhid 35; Müslim, Tevbe 29, (2758).][9]
AÇIKLAMA:
1- Âlimler umumiyetle tevbe ile istiğfar arasında bir fark
gözetirler ve bu hadisin açıklaması sadedinde bu farkı belirtmeye çalışırlar.
İbnu Hacer'den kaydedeceğimiz müteakip nakiller ve yorumlarda bu husus
görülecektir.
İbnu Battal demiştir ki: "Bu hadis, günahta ısrar eden
kimsenin durumunun Allah'ın meşîetine kaldığını gösterir: Allah dilerse azab
verecek, dilerse affedecektir. Affı, onun yaptığı haseneleri galib kılarak
olacaktır. O haseneler de kendini affeden ve azab eden bir Rabbinin var
olduğuna olan inancı ve buna binaen O'ndan mağfiret dilemesidir. Bu hususa şu
âyet delâlet eder: "Kim bir hasene
getirirse ona on misli ecir vardır" (En'âm 160). Tevhid'den daha büyük bir
hasene yoktur. Denirse ki: "Kişinin Rabbine istiğfarı kuldan vâki olan bir
tevbedir." Cevaben deriz ki: "İstiğfar mağfiret talebinden daha ileri
bir şey değildir. Onu, bazan günahta ısrarlı olan kimse de, tevbekâr da taleb
eder. Hadiste, affedilmesini istediği günahta tevbekâr olduğuna delil yoktur.
Zira tevbenin tarifi: Günahtan vazgeçmek, bir daha geri dönmemeye azmetmek ve ondan tamamen kopmaktır. Tek başına istiğfardan bu
ma'nâ anlaşılmaz." Başka âlimler de şöyle demiştir: "Tevbenin şartı
üçtür: "Günahtan ayrılmak, pişman olmak, bir daha dönmemeye
azmetmek." Günahtan vazgeçme tabiri
nedamet ma'nâsını ifade etmez, bilakis o, kopma ma'nâsına daha yakındır." Bazı âlimler de:
"Tevbede, kendinden günahın vâki olması üzerine nedametin tahakkuk etmesi
kafidir, zira, bu (nedamet) ondan kopmayı ve bir daha dönmeme azmini
gerektirir. Bu iki şey, nedametten
neş'et eder, onunla birlikte bulunan diğer iki asıl değildir. Bu sadedde
olmak üzere hadiste "Nedamet tevbedir" hükmü gelmiştir."
Kurtubî, el-Müfhim'de der ki: "Bu hadis, istiğfarın
faydasının büyüklüğüne, Allah'ın fazlının büyüklüğüne, rahmetinin, hilminin,
kereminin genişliğine delalet eder. Fakat bu istiğfar, günahta ısrar
düğümlerini çözen ve nedameti hâsıl eden bir dile mukârin olarak, ma'nâsı
kalbte sabit olan istiğfardır. İşte bu, tevbenin tercümesidir. Buna şu hadis şehadet eder: "Hayırlınız günaha
düşmüş tevbekârdır." Müfetten'in ma'nâsı, "günahı tekerrür edip[10] tevbe eden kimse"
demektir. Yani her ne zaman günah işlerse derhal tevbeye koşan kimsedir.
Diliyle "estağfirullah" deyip kalbiyle o günahta ısrar eden değil;
böyle birisi, istiğfarı da istiğfara muhtaç olan kimsedir."
İbnu Hacer, bu hususa İbnu Ebi'd-Dünya'nın İbnu Abbâs'tan tahriç
ettiği şu merfu hadisi şahid olarak kaydeder: "
"Günahtan
tevbe eden, günah işlememiş kimse gibidir, günahtan istiğfar edip işlemeye
devam eden, Rabbi ile istihza (alay) eden gibidir." Râcih olan şu ki,
"Günahtan istiğfar edip..." diye başlayan kısım İbnu Abbâs'ın
sözüdür. Evvelki kısım, İbnu Mâce ve Taberânî'de İbnu Mes'ud hadisi olarak
kaydedilmiştir. خِيَارِكُمْ
كُلُّ
مُفَتَّنٍ
تَوَّابٍ hadisini de Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs'te
Hz. Ali'den kaydetmiştir. Kurtubî der ki: "Bu hadisten elde edilen fâide
şudur: "Günaha tekrar bulaşmaya yönelmek, tevbeyi bozmak olması
haysiyetiyle ikinci sefer işlenen günah her ne kadar yeni başlamaktan daha kötü
ise de, tevbeye avdet, onu ilk defa yapmaktan daha iyidir, çünkü tevbeye ikinci
kere meyil, kerim olan Allah'tan talebe devam
ve istediğinde ısrar ve O'ndan başka affedicinin olmadığını
itiraftır." Nevevî de şunu söyler: "Hadiste şu hüküm vardır: Günahlar,
yüz kere, hatta bin ve daha çok kere tekrar edilse de kişi her seferinde tevbe
etmişse tevbesi makbuldür. Veya bütün günahlardan bir tek tevbe ile tevbe etse
yine de tevbesi sahihtir.
2- Hadisin sonunda geçen "Dilediğini yap..."
ibaresinin ma'nâsı: "Günah işlemeye
devam edip arkadan da tevbe ettikçe seni affederim" demektir. Kitabu'l-Ezkar'da er-Rebî İbnu
Haysem'in şu sözü kaydedilmiştir: "Estağfirullah ve etubu ileyhi
(Allah'tan mağfiret diliyor, O'na tevbe
ediyorum)" deme. Bu söz, yapmadığın takdirde yalan ve günah olur. Bilakis
şöyle söyle: "Allahümmağfir lî ve
tüb aleyye. (Allah'ım, beni mağfiret et ve bağışla.)" Nevevî der ki:
"Bu güzeldir, ancak estağfirullah demenin mekruh olması ve bunu
"yalan"la tesmiye muvafık olmaz. Zira, estağfirullah'ın ma'nâsı
Allah'ın mafiretini taleb ediyorum demektir, bu yalan olamaz." İbnu Hacer,
bu meselede Nevevî'ye değil, er-Rebî'ye hak verir ve "Tevbe edip de
tevbesini yerine gtirmemek Rebînin
dediği üzere "yalan"dır der. Ayrıca Rebî'nin sadece estağfirullah
kısmını değil her iki lafzı da kasdetmiş
olmasının muhtemel olduğunu ve sözünün tamamının sahih olduğunu belirtir.
3- İstigfar'la da ilgili olarak İbnu Hacer şu açıklamayı
kaydeder:"es-Sübkî el-Kebîr'in, Hulbiyat'ında gördüm, diyordu ki:
"İstiğfar, mağfiret talebidir, bu lisanla veya kalble veya her ikisiyle de
olur. Birincisi faydalıdır, zira söylemek sükuttan hayırlıdır, hem de dil
hayırlı söze alışır. İkincisi de cidden faydalıdır. Üçüncü ise, her ikisinden
daha faydalıdır, ancak kalb ve lisan, tevbe olmadıkça günahı temizleyemezler.
Zira günahta musır olan âsi mağfiret diler de, bu, ondan tevbenin de
olmasını gerekli kılmaz." Sübkî,
sözünü şöyle noktalar: "İstiğfarın "tevbe"den farklı bir ma'nâ
taşıdığı hususunda söylediğim söz, kelimenin
vaz'edilişi itibariyledir. Ancak pek çok âlim nazarında gâlib olan husus
estağfirullah lafzının tevbe ma'nâsında
olduğudur. Öyleyse kimin inancı böyle ise, bu kimse şüphesiz estağfirullah'la
tevbe murad ediyor demektir."
Sübkî son olarak der ki: "Bazı âlimler, "Tevbenin,
istiğfâr olmadıkça eksik olacağını, tamam olması için mutlaka istiğfar da
gerektiğini söylerler ve bu kanaatlerine şu âyeti delil gösterirler:
"Rabbinizden mağfiret dileyin ve Ona tevbe edin ki..." (Hud 3).[11]
ـ4144 ـ4ـ
وعن أنس
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #:
يَقُولُ
اللّهُ
تَعالى: يَا
ابنَ آدَمَ،
إنَّكَ مَا
دَعَوْتَنِي
وَرَجَوْتَنِي
غَفَرْتُ
لَكَ عَلى مَا
كَانَ مِنْكَ
وََ
أُبَالِي،
يَا ابنَ
آدَمَ لَوْ بَلَغَتْ
ذُنُوبُكَ
عَنَانَ
السَّمَاءِ
ثُمَّ
اسْتَغْفَرْتَنِي
غَفَرْتُ
لَكَ وََ أُبَالِي
يَاابْنَ
آدَمَ إنَّكَ
لَوْ أتَيْتَنِي
بِقُرَابِ
ا‘رْضِ
خَطَايَا
ثُمَّ
لَقَيْتَنِي
َ تُشْرِكُ
بِي شَيْئاً
َتَيْتُكَ
بِقُرَابِهَا
مَغْفِرَةً[.
أخرجه
الترمذي.»والعنانُ«
السحاب، وقيل
ما عنّ لك
منها. أى
ظهر.»وقُرَابُ
ا‘رض« ما يقارب
ملئها .
4. (4144)- Hz. Enes
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Allah Teâlâ Hazretleri diyor ki: "Ey âdemoğlu! Sen
bana dua edip, (affımı) ümid ettikçe ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam,
ben seni affederim. Ey âdemoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa,
sonra bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey
âdemoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın
bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım." [Tirmizî,
Da'avât 106, (3534).][12]
ـ4145 ـ5ـ
وعن جندبَ
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ
اللّهِ #: قَالَ
رَجُلٌ
وَاللّهِ َ
يَغْفِرُ
اللّهُ لِفَُنٍ.
وَإنَّ
اللّهَ
تَعالى قَالَ:
مَنْ ذَا الَّذِي
يَتَألَّى
عَليَّ أنْ َ
أغْفِرُ لِفَُنٍ.
فَإنِّي قَدْ
غَفَرْتُ
لَهُ وَأحْبَطْتُ
عَمَلَكَ[.
أخرجه
مسلم.و»التَّألِّي«
الحلف
واليمينو»إحباطُ
العَمَلِ«
إبْطَاله وترك
الجزاء عليه .
5. (4145)- Cündeb
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bir adam: "Vallahi Allah falancayı mağfiret
etmiyecek!" diye kesip attı. Allah Teâlâ
Hazretleri de: "Falancaya mağfiret etmiyeceğim hususunda yemin eden
de kim? Ben ona mağfiret ettim, senin
amelini de iptal ettim!" buyurdu." [Müslim, Birr 137, (2621).][13]
AÇIKLAMA:
Nevevî der ki: "Hadiste, Ehl-i Sünnet'in, Allah affetmek
isteyince, tevbesiz de günahı affedebileceğine dair görüşüne delil vardır.
Mutezile ise, bu hadisle büyük günahların ameli
ibtal edeceğine istidlal etmişlerdir. Ehl-i Sünnet, amelin ancak küfürle
düşeceğine hükmetmiştir. Bu hadisteki adamın amelinin ibtali meselesi
"seyyiatının mukabili olarak düşmüştür de, mecazi olarak ibtal diye isimlenmiştir" şeklinde te'vil
edilmiştir. Ehl-i Sünnet, ayrıca, adamın küfrü gerektiren bir başka amelin
cereyan etmiş olma ihtimalini de ileri sürmüştür. "Mamafih, bu haber
bizden önceki şeriatlerin birine aittir ve o şeriatte hüküm böyledir (büyük
günahlar da ameli iptal ederdi)."[14]
ـ4146 ـ6ـ
وَعَنْ أبي
هريرة رَضِيَ
اللّهُ عَنْه قال:
]قَالَ رَسولُ
اللّهِ #:
كَانَ فى
بَنِي إسْرَائِيلَ
رَجَُنٍ
مُتَوَاخِيَانِ
أحَدُهُمَا
مُذْنِبٌ
وَاŒخَرُ
فِي
الْعِبَادَةِ
مُجْتَهِدٌ.
فَكَانَ
الْمُجْتَهِدُ
َ يَزَالُ
يَلْقى اŒخَرَ
عَلى ذَنْبٍ.
فَيَقُولُ: أقْصِرْ.
فَوَجَدَهُ
يَوْماً عَلى
ذَنْبٍ. فقَالَ:
أقْصِرْ.
فقَالَ:
خَلِّنِي
وَرَبِّي، أبُعِثْتَ
عَليَّ
رَقِيباً؟
فقَالَ لَهُ:
وَاللّهِ َ
يَغْفِرُ
اللّهُ لَكَ،
أوْ قَالَ َ يُدْخِلُكَ
الْجَنَّةَ.
فقَبَض
اللّهُ
أرْوَاحَهُمَا
فَاجْتَمَعَا
عِنْدَ رَبَّ
الْعَالَمِينَ.
فقَالَ
الرَّبُّ
تَعالى
لِلْمُجْتَهِدِ:
أكُنْتَ عَلى
مَا فِى
يَدَيَّ قَادِراً؟
وَقََالَ
لِلْمُذْنِبِ:
اذْهَبْ فَادْخُلِ
الْجَنَّةَ
بِرَحْمَتِي،
وقَالَ لِŒخَرِ:
اذْهَبُوا
بِهِ إلى
النَّارِ
قَالَ أبُو
هُرَيْرَةَ رَضِيَ
اللّهُ عَنْه:
تَكَلّم
واللّهِ بِكَلِمَةٍ
أوْ بَقَتْ
دُنْيَاهُ
وَآخِرَتَهُ[.
أخرجه أبو
داود.ومعنى
»أوْبقت«
أهلكت .
6. (4146)- Hz. Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Benî İsrail'de birbirine zıd maksad güden iki kişi vardı: Biri günahkârdı, diğeri de
ibadette gayret gösteriyordu. Âbid olan diğerine günah işerken rastlardı da:
"Vazgeç!" derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine,
"vazgeç" dedi. Öbürü:
"Beni Allah'la başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş
misin?" dedi. Öbürü: "Vallahi Allah seni mağfiret etmez. Veya:
"Allah seni cennetine koymaz!" dedi. Bunun üzerine Allah ikisininde
ruhlarını kabzetti. Bunlar Rabbülâlemînin huzurunda bir araya geldiler. Allah
Teâlâ Hazretleri ibadette gayret edene: "Sen benim elimdekine kâdir misin?" dedi. Günahkâra da
dönerek: "Git, rahmetimle cennete gir!" buyurdu. Diğeri için de:
"Bunu ateşe götürün!" emretti."
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)
der ki: "(Adamcağız Allah'ın gadabına dokunan münâsebetsiz) bir
kelime konuştu, bu kelime dünyasını da, âhiretini de heba etti." [Ebu Dâvud, Edeb 51,
(4901).][15]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, amele güvenmemek gereğinde canlı bir örnek
sunmaktadır. Yapılan hayırlı amellere rağmen
nasıl bir sonla karşılaşacağını kimse bilemez. Keza şer üzere olan
kimselere karşı da peşin hükümlü olmamak, onların da hayırlı bir sonla
bahtiyarlar zümresinden olabileceğini nazar-ı dikkate almak gerekmektedir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir Müslim hadisinde "Kendisinden başka ilah olmayan zata
yemin olsun, biriniz cennet ehlinin amelini işler işler, cennetle arasında bir
zira'lık bir mesafe kala, kader galebe çalar, ateş ehlinin amelini işleyiverir
ve ateşe gider. Biriniz cehennem ehlininin amelini işler işler, cehennemle
arasında bir zirâ mesafe kala kader galebe çalar ve cennet ehlinin amelini
işler ve cennete girer."
Şu halde dinimizde amele güvenmemek, ölünceye kadar, Cenâb-ı
Hakk'ın rahmetinden ümid, gadabından da korku üzere olmak esastır. Âlimler,
kesinlikle "cennetliğim" veya kesinlikle "cehennemliğim"
demeyü büyük günahlardan addetmişlerdir. Bir başkası hakkında verilecek hüküm de böyle. Kimse hakkında kesinlikle "cennetliktir",
"cehennemliktir" gibi kesin
hüküm verilemez. Bu gayba âşinâlık iddası olur. Dinimizde kesinlikle cennetlik
olduğu belirtilen belli sayıda insan vardır, onlara Aşere-i Mübeşşere (on
müjdelenmişler) denir.
Şu halde sadedinde olduğumuz rivayet, bu islâmî prensibi tesbit ve
takrir etmektedir.[16]
ـ4147 ـ7ـ وعنه
رَضِيَ
اللّهُ عَنْه
قال: ]قَالَ
رَسُولُ اللّهِ
#: كَانَ
رَجُلٌ
يُسْرِفُ
عَلى نَفْسِهِ
فَلمَّا
حَضَرَهُ
الْمَوْتُ
قَالَ لِبَنِيهِ:
إذَا أنَا
مِتُّ
فَأحْرِقُونِي
ثُمَّ
اسْتَحْقُونِي
ثُمَّ
ذَرُّونِي
فِي الرِّيحِ.
فَوَاللّهِ
لَئِنْ
قَدَرَ
عَليَّ رَبِّي
لَيُعَذِّبَنِي
عَذَاباً مَا
عَذَّبَهُ
أحَداً.
فَلَمَّا
مَاتَ فُعِلَ
بِهِ ذلِكَ.
فَأمَرَ
اللّهُ ا‘رْضَ
فَقَالَ:
اجْمَعِي مَا
فِىكِ مِنْهُ.
فَفَعَلَتْ:
فَإذَا هُوَ
قَائِمٌ. فَقَالَ:
مَا حَمَلَكَ
عَلى مَا
فَعَلْتَ؟ فَقَالَ:
مَخَافَتُكَ
يَا رَبِّ.
فَغَفَرَ لَهُ
بِذلِكَ[.
أخرجه الثثة
والنسائي.
7. (4147)- Yine Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Bir adam vardı, (günah işleyerek nefsine zulmetmekte) çok
ileri idi. Ölüm gelip çatınca oğullarına dedi ki: "Ben ölünce, cesedimi
yakın, külümü iyice ezin ve rüzgarın önünde saçın, Allah'a yemin olsun, eğer
Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azabı verir!"
Ölünce, bu söylediği ona yapıldı. Allah da arz'a emrederek:
"Sende ondan ne varsa bana toplayıver!" dedi. Arz da
topladı. Adam ayakta duruyordu. "Sen böyle bir vasiyeti niye yaptın?"
diye Rabb Teâlâ sordu.
"Senden korktuğum için ey Rabbim!" cevabını verdi. Allah
Teâlâ hazretleri bu cevap üzerine onu
affetti." [Buhârî, Tevhid 35, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 25, (2756);
Muvatta, Cenâiz 51, (1, 240); Nesâî, Cenâiz 117, (4, 113).][17]
AÇIKLAMA:
1- Hadis Buhârî'de çeşitli vecihlerde gelmiştir ve her
vechinde bir kısım farklılıklar
mevcuttur.
2- Hadiste, adamın "Rabbim beni bir yakalarsa"
(kelimesi kelimesine "Rabbim beni yakalamaya muktedir olursa" demesi,
ölümden sonra dirilme hadisesini ve hatta, Allah'ın kudretini inkar ma'nâsı
taşıdığı halde, bu adamın aff-ı ilahiye mazhar olması, ülemânın münakaşasına
sebep olmuştur. Hattâbî şöyle der: "Adam dirilmeyi inkar etmiyor. Cahillik
sebebiyle zannetti ki, kendine böyle
yaparsa bir daha geri dönmeyecek ve azab görmeyecek. Nitekim bunu Allah'ın
korkusundan yaptığını söylemekle imanını izhar etmiş olmaktadır."
İbnu Kuteybe der ki: "Mü'minlerden bir kısmı bazı sıfatlarda
yanılırlar, bundan dolayı onlar tekfir
edilmezler."
İbnu'l-Cevzî bu görüşü reddeder ve: "Kader sıfatının inkarı
ittifakla küfürdür. Allah beni yakalamaya
muktedir olursa" sözünün ma'nâsı,
daraltmaktır. Nitekim فَقَدَرَ
عَلَيْهِ
رِزْقَهُ âyetinde de böyledir: "Allah kimin
rızkını daraltırsa.."
demektir" diye tevil eden de olmuştur" der.
Bazıları bu kimsenin Fetret
devrinde olması sebebiyle imanın bütün şartlarını bilmeyeceği, bu
sebeple bazı yanılgılara düşebileceği bizim
açımızdan ciddi bir hata sayılabilecek yanlış sözler söyleyebileceği,
bütün bunlara rağmen tekfir
edilemeyeceği hususunu belirtmişlerdir.
Bazı âlimler, ye'sin dehşetinden ve üzerinde korkunun galebe
çalmasıyla aklının gitmiş olacağından dolayı yanlış kelam ve davranışlara düşebileceği,
o yanlış sözleri kasden, ifade ettiği ma'nâda söylemediğini, içinde bulunduğu halet icabı gaflet, zühul ve
unutma gibi, sahibinin muâheze edilemeyeceği bir vasatta söylemiş olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu meyanda "O şahsın
şeriatinde kâfirin de mağfirete mazhar olmasının caiz olması" gibi kabulü
mümkün olmayan tevile bile yer veren olmuştur.
Hadiste, anlatılan vak'anın, işlenen günah ne kadar büyük bile
olsa Allah'ın rahmetinden ümid kesilmemesi gerektiği hakikatının herkesçe anlaşılabilecek ve zihinlerde
kolayca yer edebilecek canlı bir temsil, bir mizansen üslubuyla anlatılmış
olması da ihtimalden uzak değildir.
Muhtevaya bu açıdan bakınca temsilde hata olmaz prensibiyle detaya değil,
maksada hasr-ı nazar edilir ve bir kısım
tekellüflü tevillere gerek kalmaz.[18]
ـ4148 ـ8ـ
وعن أمّ
الدرداء
رَضِيَ
اللّهُ
عَنْها قالت:
]سَمِعْتُ
أبَا
الدَّرْدَاءِ
رَضِيَ اللّهُ
عَنْه
يَقُولُ
سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ
# يَقُولُ:
كُلُّ ذَنْبٍ
عَسَى اللّهُ
أنْ
يَغْفِرَهُ
إَّ مَنْ
مَاتَ
مُشْرِكاً،
أوْ مُؤْمِنٌ
قَتَلَ مُؤْمناً
مُتَعَمِّداً[.
أخرجه أبو
داود .
8. (4148)- Ümmü'd-Derdâ
(radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ebu'd-Derdâ (radıyallahu anh)'ı işittim.
Demişti ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, şöyle buyurdu:
"Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hariç, Allah
bütün günahları affedebilir." [Ebu
Dâvud, Fiten 6, (4270).][19]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, uzunca bir rivayetten bir parçadır. Hadisin zahiri, bir
mü'mini meşru bir sebep olmadan taammüden (bile bile, kasıdla) öldüren kimsenin
mağfirete mazhar olamayacağını ifade etmektedir. Nitekim bu ma'nâyı teyid eden
âyet-i kerime de var: "Kim bir
mü'mini taammüden öldürürse onun cezası ebedî kalacağı cehennemdir" (Nisa
93). İşte bu, İbnu Abbâs'ın görüşüdür. Ancak selefin cumhuru ve Ehl-i Sünnetin
tamamı âyette gelen hükmü tağlize hamlettiler ve katilin tevbesinin de diğer
günahkârların tevbesi gibi sahih olacağını söylediler. Ve dediler ki:
"Cezası cehennemdir" sözünün ma'nâsı, "Hak Teâlâ'nın "Allah
kendisine şirk koşanı affetmez, bunun dışında dilediğini affeder" âyetine
temessüken (uyarak), dilerse onu mükâfatlandırır" demektir. Bu hususa
delil doksandokuz kişiyi öldürüp sonra tevbe için râhibe gelince, "Bunun
tevbesi yok" cevabı üzerine onu da öldürüp yüze tamamlayan İsrailli
katildir. Bu durum, bu ümmetten öncekiler
için sâbit olursa, kendinden önce mevcut olan birçok ağır teklifler
üzerinden kaldırılmış olan bu ümmet için evleviyetle mevcuttur."
Yani, âlimler getirdikleri açıklamalara dayanarak bu hadisin
zâhiriyle amel etmezler, teviliyle amel ederler.[20]
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/527-529.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/529-530.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/530-531.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/531-532.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/532.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/533.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/533.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/533-534.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/534-535.
[10] Müfetten: Münâvî, bu kelimeyi: "Allah
tarafında günaha imtihan edilen, sonra tevbe edip sonra günaha dönen, sonra
tekrar tevbe eden" diye açıklar.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/535-537.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/537-538.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/538.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/538.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/539.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/539-540.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/541.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/541-542.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/542.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/543.